2000 21 mart

Page 1



Merhaba, Ankara, Ankara olalı böy lesine bir güv enlik görmemişti. Mahkeme binası tam bir kuşatma alanday dı. Ankara o gün olağanüstü bir durum yaşıy ordu. Bu durumun nedeni ney di dersiniz? Nedeni, bir mahkemeydi... Bu mahkeme, Ulucanlar Hapishanesi'nde y apılan katliamdan sağ v e y aralı çıkanlara açılmıştı. Katledilenler Sahibi: İdil Kültür Sanat Yay. Org. Rek. Film, Tic. Ltd. Şti. adına İRŞAD AYDIN Yazıişleri Müdürü: YASİN ALİ TÜRKERİ

tutsaklardı. 12 bin y ıl hapsi istenenler yine tutsaklar... Niy e? "Niye" diy e soruy ordu insanlar. Katledenlerin yargılanması gerekmez mi? Ankara'da olağanüstü halin y aşanması da bu sorunun cev abını barınd ırıy ordu. Katledenler kendi pisliklerinin açığa çıkmasını istemiy ordu. Bunun için diğer illerden gelen y üzlerce insanı taşıy an onlarca araç, daha Ankara girişinde çevrilmiş v e şehire sokulmamıştı, örselerdi ne olacaktı? Bunca

gündemimizi işgal eden başka katliamlar da var. Katliamlar f arklı ama tesadüf bu y a katliam yöntemleri neredey se ay nı. Belki de tek f arkı Ulucanlar Katliamı'nda domuz

Ankara İDİL CAN KÜLTÜR MERKEZİ SİNAN C. DAYANIŞMA S. NO:12 DİKMEN/ANKARA TEL: (312) 48169 64

bağı kullanılmaması... Vahşet ay nı vahşet, katledenlerin sadece adı f arklı. silahlar, cesetler...

Antakya CUMHURİYET M. GÜNDÜZ C. MURAT S. BAKIRCI PSJ. N0:8 TEL: (326) 214 0115

Hesap No: (TL): 11164)346785 HAKAN ALAK İŞBANKASI ORTAKÖY/İSTANBUL (DM): 1116-301000 HAKAN ALAK İŞBANKASI ORTAKÖY/İSTANBUL Ofset Hazırlık TA VI RYAYINLARI Baskı ASPAŞ Dağıtım BİRLEŞİK BASIN YAYIN DAĞITIM A.Ş.

rağmen

teşhir olacaktı. Gerçek, y üzlerine lanetlenecekti. ... Son zamanlarda

İzmir: YAREN SANAT MERKEZİ 863 S. 23/2 KEMERALTI/İZMİR

Abone Koşulları (6 Aylık) 5.000.000 .-TL (1 Yıllık) 10.000.000.-TL (6Aylık)42.-DM (1 Yıllık) 84.-DM

katliama

ellerini kollarım sallay arak dolaşanlar, ülkeyi y önetenler

Yazışma Adresi: İDİL KÜLTÜR MERKEZİ DEREBOYUC.NO:110/55 80840 ORTAKÖY/İSTANBUL TEL/FAX: (212) 26146 53-261 3219 e-mail adresi: sanattatavir@hotmail.com

atman'daki

Kasetler,

silahlar

için

y etkililer: "Terör vardı, önümüze gelen her şeyi imzalad ık..." diy erek kendini sav unmaya çalışıy or. Her geçen gün Hizbullah-siy asi iktidar bağlantısını, ortay a çıkan işkence kasetleri daha açık gözler önüne seriy or. Seyrettirelimsey rettirmeyelim tartışmaları ise nihay et bir kasetin sadece bazı ba sın mensuplarına sey rettirilmesiy le son buluy or ve halka izlettirilmiy or. Neden? Halk bunca şey e day andı da buna mı day anamay acak. Y oksa o kasetlerde egemenlerin yüzü de mi görünüy or. Y ay ınlanmasın! Hem Ulucanlar, hem Hizbullah kasetleri... Halk dostunu, düşmanını tanısın. Halk, adaletin nasıl delik deşik edildiğini görsün... Sistem, şimdi kendi çocuğunu atıy or idam mey danına. Galiba yeni bir ev lat edindi. Dostlukla... Nisan say ımızda buluşmak üzere...




stanbul, Ankara, Konya ve Adana'dan sonra bu kez Mersin'de bir "Mezar ev" daha ortaya çıkarıldı. Evden çıkarılan cesetlerin çürüdüğü, kimliklerinin zorlukla tesbit edildiği açıklandı. Yetkililerin yaptığı açıklamaya göre ise kurbanların öldürülmeden önce işkence gördüğü, domuz bağı denilen işkenceye tabii tutulduğu ele geçen vahşet görüntülerinin olduğu kasetlerde..." - Domuz Bağı ne demek anne? - Anne domuz bağı ne demek? - Bilmiyorum! Ne kadar çok soru soruyorsun sen? Hadi git yat! Ceset... Mezar... Ölü... İşkence... "Çürümeye yüz tutmuş cesetler", "Kurbanların işkenceyle öldürülmesi" "Kayıp silahlar".... Bir hafta içinde ne kadar çok kullanıldı bu cümleler. Otobüste, kahvehanelerde, evde, berberde, bakkal dükkanında benzeri sohbetler birbiri ardına dizildi. Her an herhangi bir yerden yeni bir mezar ev

çıkabilirdi... Kimdi bu cinayetleri işleyen? Kimdi açığa çıkaran? Aynı el miydi yoksa? Aynı beyin mi kumanda ediyordu hepsine? Evet. Aynen böyleydi. Yalana doymuştu bu ülkenin insanları. Öyle bir doygunluğu vardı ki... Her gün bir yerden patlak veren bir pislik, çürük bir yalan olarak ortalıkta duruyordu. İnsanlar tartışıyordu: - Abi, devlet bilmiyor muydu sanki bunları? Öyle nasıl oluyor da bir haftada çorap söküğü gibi... -Bilmez olur mu Allah aşkına cahil cahil konuşma! - Abi, Allah dedin de, nasıl olur ya müslümanlık adına bu imansızlık? - Müslümanlıkla ilgisi yok kardeşim. Sen de müslümansın ben de müslüman, hatta bu ülkenin yüzde doksan dokuzu müslüman, bak olayın özü ne biliyor musun... tavı r / kapak konusu / mart 2000 / sayı : 21

Soruların cevabı, belki de ilk defa bu kadar çabuk bulunuveriyordu. Susurluk yalanlarıyla herkesin karnı yeterince şişmişti. Hizbullah pisliğini görmek bile insanların midesinin kalkmasına yetiyordu. Ama gene de yayınlansın mıydı acaba o kasetler? İşkence görüntülerinin yayınlandığı kasetler yayınlansın mıydı ki, yayınlanmasın mıydı? Yayınlansın, yayınlanmasın, yayınlansın, yayınlanmasın... Papatya yapraklan bir bir koparılıyordu. Ağzı olan konuşuyordu. "YAYINLANSIN!..." diyordu birileri, "yayınlansın da halk bunların gerçek yüzünü görsün, ibret alsın, onlara kanmasın" "Yok olmaz!" diyordu başka biri. "Bu, toplum psikolojisini bozar" Toplumun psikolojisi çok düzgündü. Bu ülkenin insanları, o reklamlarda gösterildiği gibi yemyeşil bahçelerde sabah kahvaltıları yapıyor, bem-


(Ay şe Tey ze Cırt'lı) masa örtüleriyle kurulmuş sof ralarda yemek y iy or, y anakları pespembe, her gün y üzlerinden gülümseme eksik olmuyor bu bolluk v e ref ah içinde ne y apacaklarını şaşırıy or, bu y üzden köprülere çıkıp intihar ediy or, çoluğunu çocuğunu kesiy or, hobi, heyecan macera olsun diy e hırsızlık f alan yapıy or. Çok düzgündü toplumun psikolojisi. "A merikan filmlerindeki şiddet bu toplumun ruh sağlığ ını bo zuyor" diy e tespit y apıy ordu "bilirkişi'ler. Öy le ucuz Amerikan f ilmlerinden görmedi bu ülkenin insanları şiddeti. Şiddeti bizzat kendisi y aşıy or, en insani bir talebinde bile şiddeti görüy ordu karşısında. Öyle dedikleri gibi iki tane Amerikan filminden bozulmuyordu bu toplumun psikolojisi. Neredeyse her gün cinay et işleniyor, her yerden bir ceset çıkıy or. Ölmek ve öldürmek kanıksatılıy ordu. Ev ine ekmek götüremey en, çocuğuna okul önlüğü alamay an bir baba, çocuklarına makarna v e çorbadan başka bir şey pişiremeyen bir annenin psikolojisi ne kadar düzgün olabilir? Belki de amerikan f ilmi bile izlemiy ordu ama gecekondusu y ıkılmaya geldiğinde üzeri ne benzin döküp bekliy ordu. Herşey bir kibrite kalıy ordu. Bir konserde bir genç kendini jiletliy ordu. Kanı aktıkça acısı diniy ordu sanki... Çünkü i şs i zd i,

çünkü açtı, çünkü y anlızdı, ezilmişti, horlanmıştı çünkü. Ve "ölürdü bu ak şam onu kimse tutamaz" dı... Birileri bu ülkede bir gün ansızın kay boluv eren ev ladının "cesedini" arıy ordu... Bu ülkede insanlar kay bediliyor, ve hiç bir zaman "Açığa çıkmay an" mezarlarda tutuluyordu... Bu ülkede insanlar gözaltına alınıy or, sağ girdiği yerden ölüsü çıkıy ordu. Bu ülkede insanlar... şimdi Hizbullah v ahşetini tartışıy ordu. Kimine göre dev let buna göz y ummazdı, dev letin bu işlerle bir ilgisi olamazdı. Buna inanmak istiy ordu, inanıy ordu. İnanmalıy dı. Y oksa... Ama bir y etkili çıkıy or, "N'apalım yani, kullandık işte, teröre karşı herkesi kullandık. Ülke kan gölüne çevrilmişti. Tabii işimi ze yarayan herkesi kullandık." "Kullanılanlar" da bu "kullanılma"nın f arkınday dı. Kendine bir y er edinmiş, örgütleniy ordu. Alan ve satan memnundu. "Y etkili şahıs" hala konuşuy ordu. " Silah alımı için örtülü ödenekten ödeme yaptık. Her şeyi kayıtlı. Silahları bağış gibi gösterdik." Gerekirse y ine yaparız y ani bunları... Kimse bir şey sormuy or, soramıy ordu. Buzdağı eriy ordu... Ülkenin her y anını ceset kokulan sarıy or,

birileri de çıkıp oradan pişkin pişkin konuşuy ordu. Gazeteler y azıy ordu bol bol... Çünkü onlara birileri "Y az" diy ordu artık. "Hizbullah ın vahşice işkence yöntemleri yakalanan teröristlerin itiraflarıyla gün ışığına çıkıyor, Tetikçi İdris Hasan, bir ima mın vücuduna eritilmiş naylon da mlatılarak öldürüldüğünü, iffetsiz kızların yüzüne de jilet atıldığını anlattı." "Örgüt üyelerinin kaçırdıkları kişileri Do mu z Bağı ile bağlayıp, ağzını bantladtktan sonra bu kutuya koyup Ankara'ya götürülen üç kişiden ikisinin havasızlıktan öldüğü yakalanan örgüt üyelerinin itirafları sonucu ortaya çıktı." Bir v ahşet yaşanıy ordu, gizli sığınaklarda. Bir gün gelip açığa çıkarılıv eriy ordu... Bir de çok açıktan sergilenen v ahşetler v ardı. Vahşet ortadaydı. Bu kez katledilenler saklanmıy or, gizlenmiyordu ama "bu katliamı kimin y aptığı" sorusunun üzerine tülden bir perde örtülüy ordu. Ulucanlar katliamından bahsediy oruz. Ulucanlar Hapishanesinde on dev rimci katledildi. Kimse onların f otoğraf larını, otopsi raporlarını y ay ımlamaya cesaret edemedi. Bir kısmı da bilinçli olarak yay ımlamadı. Sırtlarına kancalar takılıp sürüklenmiş, y aralı bedenlerine asite batırılmış jiletler atılmış, kurşunlanmış v e şişlenmişlerdi. Cesetleri ortadan kaldırılmamıştı. Bu kez çok açık ortadaydı. Katliamın üzerinden kısa bir zaman geçecek v e tarihe malolacak bir dava açılacaktı. Tutsaklara idama v aran cezalar isteniy ordu. "Çünkü kendi kendilerini öldürmüşlerdi!" Adalet... Kirliy di... Kirletilmişti demiy oruz çünkü hep kirliy di. Ölü doğmuştu. Hiç y aşamamıştı. Bir domuz bağı v ardı ki adalet istey en herkesin boğazını her geçen gün biraz daha sıkıy ordu. Ama boy nuna domuz bağı dolananlar ne "kurban"dı, ne de domuz bağ ı mily onların boğazını sıkacak kadar güçlüy dü... •

tavı r / kapak konusu / mart 2000 / sayı : 21


Bugünlerde, gösterimi süren iki film var. İkisi de temelin de gerçek bir hikayeye dayanıyor ama ikisi de yan kurmaca bir üslupla işleniyor. Bunlardan birisi şu an sinemal arda gösterilirken, diğeri televizyonl arda cardı, sohbetlerde heyecanlı, gazetelerde kanlı kanlı ulaşıyor hayatımıza. The Messenger, The Story Of Jean Of Arc... Yani, Elçi, Jeanne d'Arc'ın hikayesi... Hizbullah... Yani, Allah'ın partisi... Jeanne d'Arc'ın hikayesi 600 yıl önceye dayanıyor; 1400'lü yılların ilk yarısına... Bu genç, köylü kızın hikayesi, temelde Ortaçağ Avrupası'nın hikayesidir. Jeanne'ın hikayesi, Ortaçağ'ın toplumsal hiyerarşisinin, şekillenişini, kilisenin en tepedeki yerini batmayan bir güneş gibi koruduğu günlerin hikayesidir. Hizbullah'ın tarihi ise, ne islamın doğuşu, ne de, cumhuriyetin kuruluşu kadar eskidir. Ama onu yaratan, kollayan, büyüten mantık tarihteki ilk iktidar kavgasının komploları kadar eskidir. Jeanne d'Arc'ı, sinema salonunda izlerken dışarıda televi zyon haberleri, kazılan mezar evl eri, çıkan

cesetleri, Hizbullah'm ideolojisini anlatıyordu. Biz filmdeki gelişmelerin sonunu beklerken, dışanda sonu gelmez gibi görünen cesetler sayılıyordu. Köylü bir ailenin çocuğuydu Jeanne, okuma yazma bilmezdi. Çocukluğu boyunca ermişlerin hikayelerini dinledi. Köylü Jeanne 1425 yılında bazı ermişler aracılığıyla kendisine Allah'ın mesajlarının geldiğini belirtip, kralla görüşmeye girişti. Bourges Kralı Charles VII, anlattıklarına ikna tavı r / kapak konusu / mart 2000 / sayı : 21

oldu ve emrine bir birlik verdi. Birliğin başına geçen Jeanne Fransa topraklarını istila eden İngilizlere karşı zaferler elde etti. İngiliz kuşatması kalktı ve Charles VII, Fransa kralı olarak taç giydi. Jenna d'Arc, ülkeyi İngilizler'den temizlemek için kesintisiz saldın öngörüyordu ama Paris'te başarısız oldu. Bu, Jeanne d'Arc efsanesinin sonu için bir başlangıçtı. Jeanne d'Arc adının günden güne güçlenmesinden korkan Kral Charles, Jeanne üzerindeki dest eğini çekti. Bourgogne kuşatmasında esir düşen


Jeanne, İngilizler'e satıldı. İngilizler, Jeanne d'Arc'ı şeytanın emrindeki bir cadı olarak lanse ediy or, y akılması için kilisey e baskı y apıy orlardı. Asıl amaç Fransa'da toprak bütünlüğünü sağlamay a başlayan Kral Charles'ın y asallığını ortadan kaldırmaktı. Y argılanan Jeanne, 30 May ıs 1431'de y akıldı. Kilise, Jeanne d'Arc'ı 1909'da kutsal kişi, 1920'de ermiş ilan etti. İşte Jeanne d'Arc'ın ansiklopedilere geçen hikayesi böy le. Filmde ise yönetmen Luc Besson bilinen bazı gerçekler üzerinden y eni bir Jeanne d'Arc karakteri tasarlamış. Her v akit günah çıkartıp, arınan; düşünmeyip, sadece Allah'ın mesajlarını ileten kutsal bir kişi Jeanne karakteri, film sonunda düşüncesinde doğurduğu v icdanıy la hesaplaşırken bu azize kimliğiy le çatışıy or. Çünkü ihanete uğramış, çünkü tasfiy e edilmiştir.

Acaba gerçekten ermiş bir kişi midir, y oksa sıradan bir köylü mü? Gördükleri, göky üzünden y ağan emirler bir y anılsamanın sonucu mudur. Gözlerine görünen İsa mıdır y oksa bir hay al mi? Eğer sadece bir köy lüyse, bu basit kızın emrine birlikler v eren kral niy e y argılanmaz Engizisyonda? Engizisy on demişken, Ortaçağ Av rupası'nın çalkantıları içinde en değerli kurum kuşkusuz kilisey di. İktidar sahiplerinin pusulası, iktidar pastasının kreması kilise, önündeki tüm engelleri engizisy on mahkemesiy le aşıy ordu. Halk, açlık, salgın gibi belalarla boğuşurken toplumsal piramidin en tepesindeki kilise v arlığına v arlık katıy or; kardinaller altın sırmalı kaftanlarla dolaşıy ordu. Servet üzerinde y aşanan bir buhran y eni kutsal seferlere kapı açıy ordu. Ondan sonra kıtlığa v e salgına bir de savaş belası ekleniy ordu. Burjuv azi tarih sahnesine çıktığında ilk bu hoşnutsuz kalabalığı, halkı aldı ardına. Sonra kilise maddileştirdi. Düny ev i bir sınır çizdi ona ama silah olarakta hiç elden bırakmadı. Burjuv a iktidarların günahlarını çıkarttı kiliseler; onları kutsadı. Biz sinemadan çıkarken polisler, bir ev e operasy on y apıy orlardı. Televizy onlar "y olunmuş kaz" diy ordu hapishanelerde saçı sakalı kesilenlere; Diy anet İşleri Başkam açıklama y apıy ordu, "Bu olsa olsa Hizbul-şeytandır" diy e. Ve karar veriy ordu, dine ney in uy gun olup olmadığına. Aklımıza takılmadı değil, sorduk y ine kendi kendimize "Nedir bu Laiklik?" İlkokul kitapları, öğretmenleri, en basitinden "din işlerinin, devlet işlerinden ayrılması" der onun için. Buradan hareketle, bir soru daha sorduk kendimize, "Niye, dinin siyaseti kutsaması suç değil de, siyasetin dini kutsaması suç?" Burada y ine, Jeanne d'Arc sonrasına, Av rupa'ya dönersek cev abını buluruz. Kilisenin iktidardaki hiy erarşisini bozan genç burjuv azi, y eni bir

tavı r / kapak konusu / mart 2000 / sayı : 21

sloganla laiklik belasını sardı başımıza. Burjuv a diktatörlüklerin, oligarşilerin v azgeçilmez y alanı, emniy et sübabı olan y alana... Kuruluşundan önce komploy a girişip, iktidarım komplolar üzerinde y ükselten bir Cumhuriyet anlay ışı onu ancak komplolarla yürütebilirdi. O da böyle y aptı. İktidarlarının çatırdadığı en zor günlerde "Allah" sözü f ısıldandı, saldırırken "Allah Allah" diy e bağırdı iktidar koltuğu sahipleri. Y ağmur dindi, güv ercinler uçuşmaya başladı sürmavi semadan. O zaman y asaklandı Allah sözü, kapatıldı "Allah'ın Partisi" Çıkarları için her türlü adaletsizliği, v ahşeti uygulay anlar eskimiş sandıklarından çıkardılar mazlum maskelerini. Hak, hukuk kelimelerini hece hece öğrendiler ama naf ile "domuz topu"na cev ap domuz gibi kurşunlandılar. Hep alkışladıkları eller basıy ordu tetiğe, parçalıy ordu bedenlerini. Şimdi tasfiye zamanıdır! Jeanne d'Arc, İngilizler'e karşı Fransız y urtseverlerini birleştirirken, emrine birlik sunan kral, rahipleriyle onu kutsuyor; dini bütünlüğünü öv üyordu. Ama iktidarın simgesi taç takılırken ürküttü Jeanne'ın cesareti kralı, terketti onu İngilizler'e. İngilizler, şeytan dedi ona ama "Hizbul-şeytan" demedi. Çünkü onlar beslememişti Jeanne'ı. Belki de besley ip büy ütseydi, korkulan da daha büy ük olurdu. Sinema salonunun içinde ve dışında iki ihaneti izledik. İki ay rı film gördü gözlerimiz. Topraklan için sav aşan aziz Jeanne'ın uğradığı ihanet, karşılaştığı tasf iye sinema salonundaydı. Dışarda, elinde büy üttüğü bir gücü v uruyordu iktidar. Kendi gibi adaletsiz, k e n d i gibi n a n k ö r d ü . Halkına bunu y apan, onu besley ene neler y apmazdı. Y ıllar boy u tuğla tuğla ördüğü o mabedi y ıkıy or iktidar. Y erine y enisini dikecek. Y enisiyle saldıracak üzerimize. Bir köy lü Jeanne d'Arc bile y ok mu içimizde? • E-mail:hakan_alak@hotmail.com


Sınıf lı toplumlarda, her zaman hakim sınıf , y önettiği kesimi her y önüyle değiştirmeyi, dönüştürmeyi hedefler. Bunun için de baskı mekanizmalarının y anı sıra kültürel değişime hizmet edecek araçları da kuvv etli bir çalışmay la dev reye sokar. Ama bunun y aranda baskı altındaki kesim -emekçiler- de kendi değerlerini kendi bağrında f ilizlendirir. Kültürel alanda halkın çıkarlarını sav unan sanatçılar da, bu adaletsiz, sömürücü hakim sınıf lara karşı halkının y anında onun çıkarlarını sav unarak hep var olagelmiştir.

Bu sanatsal ürünler halkın yaşay ışından oluşmuş ve halkta kendisine uzak olmadığı için bu ürünleri benimsemiştir. Bu alış v eriş, halkın kültürel düzey ini y ükseltmekle kalmamış, onun hak alma bilincini de olumlu yönde etkilemiştir.

Egemen sınıf lar da bu y önde tabii ki boş durmamıştır. B u -yandan kendi sanatçı tipini geliştirirken, bir y andan da karşısına aldığı kesimin değerlerini dejenere etmey e çalışmış bunun için kurumlar oluşturmuştur. Halktan uzak, varolan baskıy a sömürüy e karşı olmak şöyle dursun, onunla uzlaşan, onu meşrulaştıran y a da perdeley en bir üretim sürecine y önelinmiş; bu da bizzat egemenler taraf ından desteklenmiştir. Söy lemlerinde politika y oktur. Sanat bir y anda, politika bir yandadır, ikisi asla yan y ana gelmemelidir. Oysa diy alektik gerçeklik içinde düşünüldüğünde eşy anın doğasına aykırıdır bu bakış. O y üzden de mutlu azınlığın iktidarını pekiştirmek için üretilen silahların bir çeşididir bu tipten sanat. Ezilen çoğunluğun y anında olan sanatçılar ise maky ajlanmış vaadlerle halkından koparılmay a çalışılmış, kimi zaman da f iziksel baskı koşullarına maruz kalmışlardır. Eğer tüm bunlar sonuç v ermemişse devrey e kültürel baskı politikası girmiştir. Karalamalar, çarpıtmalar, y alanlar... Hepsi halkın götavı r / yılmaz güney / mart 2000 / sayı : 21

zündeki güv enin yitmesi içindir. İşte ömrü boyunca egemenlerin fiziksel baskı koşullarına maruz kalan halkın sanatçısı, onurlu bir devrimci olan Y ılmaz Güney, bugün kültürel bir saldırı kampany asının kurbanı edilmek isteniy or. Burjuva gazetelerin işlek köşelerini kapan y azarlar, halkın değerlerine, sosyalizme saldırmak için onu kurban seçtiler kendilerine. Küçük bir bahane Y ılmaz Güney 'i hedefe oturttu. Bu bir başka zamanda başkasının başına da gelebilirdi. Amaç, bir eli yağda bir eli balda olanların "kazandık!" dedikleri zaf er günlerinde bile dinmeyen korkularını gidermek, yollarını açmaktır. Her şey, Y ılmaz Güney'in hayatını anlatan bir f ilmin çekileceğinin gazetelere haber olmasıy la başladı. Bir çok insan bu gelişmey e sev ine dursun, birileri çöktü kaleminin kağıdının başına. Başlarını ise derin "entellektüel, delikanlı"(!) Fatih Altay lı çekiyordu. Gazetede çıkan haberin ertesi günü köşesinde gürley ip y ağdı Y ılmaz Güney 'e... Kaba, Katil, Maço, Lümpen... Az gelmişti bir güne bunca küf ür. Başka cephelerden sesler eklendi onunkine. "Lümpen" diy ordu Altay lı, Güney için. Ne garip değil mi. Gazetecilikte kendini en


galiz küf ürlerle meşhur eden, day ağın cennetten çıkma olduğunu savunan bir kişi söylüy or bunları. Biz y ine de söy ley ene değil söy letene bakacağız ama ne y apalım ki söyley eni de unutmayacağız. Her y önüy le yalan y anlış bilgilerle dolu olan bu y azı asıl olarak Y ılmaz Güney 'in bir katil olduğu üzerine odaklanıy ordu. Y ılmaz Güney, Y umurtalık Savcısı'nı öldürdüğü için y asa taraf ından katil olduğu onay lanmış bir kişiydi. "Bunu Altaylı değil, yasa söylüyordu." Mesleki onuru olan bir insan y azdığı konu üzerinde küf ür bile edecek olsa araştırma y apıp olay ları süreçleriy le birlikte çarpıtmadan ortay a koyar. Ama Altay lı, geldiği geleneğin gereklerini en ucuzundan y erine getirip, f ütursuzca saldırıy or. Her şey ters y üz edilmiş, onca bedelle, Özv eriyle y aratılmış en küçük olumlu değere saldırılıy or v e kirletiliy or. Altay lı, burada küçük bir piy on oluy or sadece. Bu y azının hemen ardından Serdar Turgut v e Engin Ardıç katıldılar saldırıya. Y ılmaz Güney şahsında sola, solculara, dev rime, halka küf rettiler. Y umurtadan çıkıp kabuğunu beğenmey en civciv ler misali kendi halkıy a dalga geçiyordu ikisi de. Y oktu onlardan ağası bu diyarda. Büy ük bir edayla sorguluyor, sosy alist kişiliğin ne olması gerektiğini öğretiy or, y apamay anları paylıy or, Marks'tan alıntı y apıy or, geçmişte devrimcilerde rastladıkları olumsuzlukları ardı ardına sıralıy or v e sonra "işte bunlar böyle böyle olu msuzdur, tu kakadır. diy orlardı. Aslında küf rettikleri her şey

kendi gerçeklikleri v e olumsuzluklarıdır. Dev rimcilere addettikleri her şey aslında geçmişteki kendileridir. Ve her sef erinde aslında kendileriy le hesaplaşıy or, ArdıçTurgut v e onların izin den y ürüyenler. Bu kişiliksizliklerini onları y aşamayan v e y aşamaya ömürleri bile y etmey en insanlara y amayarak arınıy orlar, günah çıkarıy orlar. Bunu y aptıkça da o şataf atlı alemin merdiv enlerini birer birer çıkıy or ve elinde avucunda bir şey kalmamış yoksullara, yoksulluklara tepeden iğrenerek bakıy orlar. Şimdi hedef Y ılmaz Güney. Onu bir tramplen gibi kullanıp üzerinden küf rettikleri her şey bu derginin okuy ucularının değerleri; bu değerleri gözümüz gibi sav unmalıy ız. Ona bir damla bile çamur değdirtmemeliyiz. Bunların içinde en ahlaksız ama en açık sözlüsü Sinan Çetin çıktı. O ne kadar da açıktan söyledi, "Ben buraya sosy alizmi tartışmay a geldim" diy e. Bu kadar korkutuyor düşlerimiz onları. B i liy orlar her düş, her rüya gerçekle ilintilidir. Biliy orlar bunca zulmün hesabı ahirete kalmaz, bugünden sorulur. Biliy orlar bu özlem ateşi hiç sönmez. Onun için üzerinde tepiniy orlar ateşi-d im- izin. Tartışmanın ilerley en günlerinde Y ılmaz Güney 'i sav unanlar çıktı köşelerinden. Ama utangaçça bir edayla sav undu hepsi onu. Y ılmaz Güney'i sanatıy la savundu hepsi. Özel hay atı hiç birini ilgilendirmedi y a da zaten tasvip etmiy orlardı. Bir insanın, bir sanatçının y aşamı ve

üretimi birbirinden ay rılabilir mi. Beyin ney i düşünüp ney i emreder organlarına? İnsan düşündüğünü mü yapar, yoksa y aptığını mı düşünür. Bu sav unma Y ılmaz Güney 'i olumlama değildir aksine düşmanlarından daha çok zarar v ermektir onun sav unduklarına, ürettiklerine... Sadece Y ılmaz Güney 'e değil hiç bir sanatçıy a bu gözle bakılamaz. Herkes düşündüğü çerçevesinde üretir. Bu iki şey birbirinden bağımsız ele alınamaz aksi anti-bilimseldir. Y ılmaz Güney halkının gerçeklerini, somut, çözümüy le birlikte sunmuştur. Sinemay ı hem sinema estetiği içinde, hem de dev rimci düşüncenin halka taşınmasında değerlendirmiş. Sanatın değiştirici, dönüştürücü işlevini hakkıy la y erine getirmiştir. Dev rimci estetik f ormlarını topraklarımızla buluşturarak Türkiy e sinemasının en özgün eserlerini y aratmıştır. O bir dev rimcidir. Bu saldırıların hepsi onun dev rimci kişiliğinedir. Y ılmaz Güney 'e saldıran herkes onun olumlu özelliklerini kendisiy le çatıştırarak hesaplaşmaktadır. Tüm saldırganlar kendilerini arın dırmak için ona yüklenmektedir. Ama naf ile! Değerlerimizin şekillendirdiği sanatçılarımız lekesiz dimdik durmaktadır halkın gönlünde. Son sözümüz şudur ki, herkes hakettiği y eri bulur. Tarih bu tartışmaları da bu tartışmada sözü olanları da bir kenara not düşecektir. Kime kaç satır y er düşer, kimi nasıl anar, kimi unutur, kimi hatırlar?.. Söylemeye gerek var mı? E- mail:fikriyekilinc@hotmail.com

tavır / yılmaz güney / mart 2000 / sayı: 21


"Gece, bir büyük yalnızlıktır uzak yıldızların getirdiği... Ve: gece, çokça zulümdür şehirlerde; kahpece -çat kapı. -vurur sokakta kalanla evde tedirgin uykuları... Eylül, bir büyük hıyanettir ülkemde..." I. Haberleri izliyoruz televizyonlarda... "Ulucanlar'da İsyan." diyorlar... "Yasadışı terör örgütü mensupları ..." Ağzında ucuz sakızları çiğner gibi spiker... Anlattıklarının dehşetine yabancılaşmış bir ifade var yüzünde. Midelerimiz kalkıyor baktıkça onun o, ifadesiz yüzüne... 'Teslim olun!" çağrılarına "Biz ölürüz de, teslim olmayız" diyerek... 10-12 kadarı ölü olaraktan... isyan bastırıldı..." Kocaman bir el sıkıyor yüreğimizi... Demir kapılar, duvarlar üstümüze üstümüze geliyor... Kulaklarımız, başımızın içi uğulduyor... Yü-

tavı r / hapishaneler / mart 2000 / sayı : 21


reğimizde yangın... Ve kimbilir, yine hangi güneş gülüşlü yoldaşımızı aldı aramızdan, bu kahpe Eylül kıyımı?.. "Bent Deresi'nde, bir fahişenin ucuz pudralı yanağında kapkara bir jilet izidir Eylül Yazgısında, açlığın yoksulluğun horlanmışlığın sızısı kapkara bir jilet izi... Eylül, hesabı sorulacak suçtur ülkemde..." II. İsimler okunuyor tek tek, yine o kayıtsız se s tonuyla spikerlerin... Yüzleri yine hafif meşrep... Nasıl özensiz, nasıl da hoyratlar şehitlerimizin isimlerini okurken... Hadi onları öldürenler katil, beklemeyiz insanca tepkiler. Ama, sen genç kadın... Sen hiç sevmedin mi? Gülmez, ağlamaz mısın, acıkmaz, öfkelenmez? İnsana bunca yabancılaşmak... Ne uğruna? Bir gül fidanı bile kırılıverdiğinde yaşlı bahçevan nasıl ağlar, bilmez misin? Gecekondularda ekmek nasıl bölünür dizlerde... Ocaklardan göçük haberleri geldiğinde, bir gelin, kınalı elleriyle nasıl yolar saçlarını?.. Hiç görmedin mi, bir ana nasıl çeker karnındaki bebeğinin sancısını... Kundaklar nasıl özenle sarılır? Dağlar bile yerinden oynar, bir baba işten eve eli boş döndüğünde boynunu bükünce çocuklarının karşı sında... Çocuklar karne aldığında... Çocuklar bir kelebeği kovalarken, çember çevirirlerken... Bayramlarda çocuklar... Soru sormaya başladıklarında... karınları doyduğunda... İnsan da ölmez mi mutluluktan? Sen genç kadın... Sen hiç insan olmadın mı?

Okuma sen isimlerimizi. İsimlerimiz mezar taşlarmda bile senin ağzında okunduğundan daha sıcak... Sen okuma şehitlerimizi. Çünkü sen kokuyorsun ağzını her açışında... "Gece ve Eylül iki kalın perdedir işbirlikçi yüzlere, Ankara'da. Soğuk ve fukaralık halkın payınadır. Rüzgar... ıslıklı yılan. Yalar çatal diliyle köprüaltı çocuklarının körpe alnını... Eylül, pazara sunulmuş bir garip vatandır..." III. Haberler haberleri izliyor, günler günleri... Öfke öfkeyi büyütüyor, intikam kini... "Nevzat Çiftçi" diyorlar, Abuzer Çat, Ahmet, Zafer, İsmet Kavaklıoğlu... İsmet Kavaklıoğlu? İsmet. Anılar kanatlanıyor pencere demirlerinin arasından... Anılar kanatlanıyor; bu kıyım sağanağında, bu Eylül kırımında... bu kokuşmuşlukta ve hayatlarımıza değer biçmeyenlerin aslında insan kılıklı çürümüş birer ceset olduğu ülkede... yol açıyor kendine. Anılarımız, buluşuyor şimdi işkencelerle parçalanmış İ smet'in elleriyle... "Senden bahsediyorlar İsmet", diyoruz. Senin ismini okudular televizyonda... Öldürmüşler seni. İsmet, gülüyor eskisi gibi, havalandırma güneşi altında iki yana açarak ellerini... Cumaları hamam günümüz: Bir telaş, bir koşuşturmaca... neşeli. Komüncü yoldaşımıza yalvar yakar İsmet'in olduğu gruba yazdırıyo-

tavı r / hapishaneler / mart 2000 / sayı : 21

11

ruz ismimizi... İsmet, çınlatıyor yine yükse k hamam duvarlarını sesiyle... "Yahu, şu Gümüşhacıköylüler iyi kese atıyorlarmış. Hele yanaşın bakalım da arınalım bir iyice kirlerimizden..." Hiç ölmeyecekmiş gibi itinayla yıkıyor çamaşırlarını, İsmet. Hep böyledir ya. Hiç ölmeyecekmiş gibi titizdi çalışırken... Ve, yarın ölecekmiş gibi dolu dolu sohbetler ederdi yoldaşlarıyla... "İsmet" diyoruz. Bak bu hamamda işkence etmişler sana... Ellerinde neşterleri bile varmış katillerin. Nedir bilinmez, bir suya batırıp ke skin yerini sürüyorlarmış etine senin... Şu köpükler gibi akmış kızılca kanın. Sloganlar atıp temelli korkutmuşsun işkencecileri... Ki, kurşunlar sıkmışlar korkularından senin kızılca kana boyanmış bedenine..." Kime söylüyorsun... İsmet, yine bildiğini okuyor: "Geceyi yırtan bir çığlıkla ağır ağır, sarsılarak bahtına yol alır Doğu Ekpresi, Kayaş' ta... Bir yokluktan bir unutuluşa sürgün... koyun kokulu kompartımanlarında; kirli kanlı sargı bezleri gözlerinde sapsarı bir ölüm gözlerinde dilbilmez çaresizlik, me mleketine döner SSK'dan, Numune'den, Dışkapı'dan yaralı ve hasta iniltili köylüler... Ve söğüt dalı gibi ince ceylanlar gibi ürkek silik bir gölgedir başuçlarında - ağzı var dili yokrefakatçiler... Görsen, daha oyun çağında ço-


cuk... Töresince: on ikisinde gelin on beşinde ana... Eylül, halkın bahtına ipotektir ülkemde..." IV. Katliamdan günlerce sonra verebiliyorlar koğuşumuzun görüntülerini... Duvarlardaki kan izlerini kazımışlar. Kapı girişinde kocaman harflerle parlıyor sloganımız: KANLA YAZILAN TARİH SİLİNMEZ. Suçlarını gizlemeye çalışan... bizi yendiklerini sanan o halk düşmanlarının suratına bir tokat gibi iniyor sloganımız... Duvarlar delik deşik... Duvarlarda kahpe kurşun izleri. Anma-kutlama törenlerimizde binbir emekle donatttığımız... üzerine en değerlilerimizin -şehitlerimizinresimlerini astığımız... kahkahalarımızla çınlatıp, en yiğit seslerimizle haykırdığımız sloganlarla sarstığımız... Bizi, gecenin soğuğunda saklayan... Bizi sevdiklerimizden ayıran... Bize dost... bize düşman duvarlarımız: Ve duvarlarda boş kalan her kare, biliyoruz ki yoldaşlarımızın bedenine saplı bir kurşunun boşluğu... O boş kareler de dolu olsaydı... Gelmeseydi kurşunlara o güzel yüzler, gözler... o pırıltılı alınlar. Nicedir kansız kurşunsuz gelmez oldu ölüm bize... Çok şü kür. "Telsizler fısıltılı. Telsizler sinsi... alçak. Emir alır emir verir telsizler... Ve kadehler kalkar işbirlikçi ellerde: Gazamız mübarek olsun..." Cellat, palasını sürter gecenin bilinmezliğine... Acı bir fren sesi gelir Samsun asfaltından,

Fabrikada bir kol kopar. Rüzgarlı Sokak'ta eti ucuzlar köylü kızlarının, Ekmek zamlanır... Zeynep bebek uykusunda huzursuz... Eylül, halkın sofrasını çiğneyen postaldır..." V. Ulucanlar'da bir avlu... Avluda, ısmarlama gazeteci-televizyoncu kalabalığı. Önceden tasarlanmış pespaye bir oyunun satılık figüranları... Haramiler ganimetleri sergiliyor onlara... Yerlerde pankartlar, resimler, bayraklarımız... Yerlerde insandan, toplumdan, tarihten bahseden bilim, sanat, siyaset kitapları... Öğrenmenin suç olduğu bir ülkede, elbette yasadışılaşan binlerce kitap, dergi... Katlimize sebep. O da ne! Masalarda dizi dizi silahlar, bombalar... Masalarda dizi dizi yalan... Ucuz sahtekarlık. Bir adam görüntüyü tamamlıyor; kara gözlükler takmış, kılavuzluk ediyor... Anlatıyor... anlatıyor... Kılavuzu kara gözlüklü olanın vay haline. Gazetecilerden biri (belli ki acemisi bu işlerin) oyun bozanlık ediyor. Adını soruyor kara gözlüklü adama; nerede çalıştığını... Geçelim bunları diyor, karagözlüklü adam, geçiyorlar... Hey gözünü sevdiğimin korkusu... "Geceyi yırtan bir çığlıkla yürekleri ağıza getirir Doğu Ekspresi, Kayaş' ta... Bir ana fırlar yatağından pencereye saplar yüzünü, karışır gözyaşları cam kırıklarına...

tavı r / hapishaneler / mart 2000 / sayı : 21

Ve karşıda, 'dayan ha!' der gibi Hüseyin Gazi Dağı... Ananın umudu dağlarda... Yol alır Doğu Ekspresi gecede cayırtısı yeri göğü tutar... Demirin demiri ezmesinden değil o ses, raylardan değil... Binlerce ömür tüketen yol işçilerinin Alın terinden geçip gider o tren... Ve o ses: 'Emeğin toplumsallığı, mülkiyetin bireyselliği' meselesinden gelir... Eylül, halkın kendi toprağında sürgünüdür..." VI. Geçip gitti haberleri Ulucanlar'ın. Geçip gitmedi öfkemiz. Bir şeyler daha var; ekranlarda göremediğimiz, Bir şeyler daha var; vıcık vıcık burjuva basının yaz(a)madığı. Bir şeyler... anlatılmayan.. Yere saçılan binlerce kitap yazar onu.. Dört duvar arasında kurşunlananların yaralarından sızar... İşkencelere direnen yüreklerde gizlidir o... Yüzü parçalanan evladını 'teşhis' edemeyen analar bilir... Kara gözlüklü adam da bilir elbette. Bildiğinden, gözlerindeki korkuyu sa klar kara camlar ardına... Ekmek yapanlara bildireceğiz onu, tarlayı çapalayanlara. Madenlere inip, dağlara çıkacağız bildiğimizi bildirmeye... Yeni doğan çocuklarımıza ad koyar gibi... Kutsal bir ayet gibi söyleyeceğiz onu halkın kulağına. "Gece süngüsünü düşürür güne karşı, sis dağılır... Anaların diner sancısı, çocukların ağzı türkülü... Eylül, bir gün bizim olur..." •



tobüs terminali yine tıklım tıklımdı. Davul-zurna seslerine karışan bağırışlar arasında asker uğurlama eğlencesi yapılıyordu; "En büyük asker bizim asker"... Mehmet'in gözlerinde belli belirsiz bir buğulanma vardı. Askere gidecek olması değil de, ayrılıktı onu yaralayan. "Ya askerde başıma bir şey gelirse, ya dönemezsem" diye geçiriyordu içinden. Bir an gözleri nişanlısına takıldı. Sanki o da aynı şeyleri düşünüyormuşçasına birbirlerine bakıp durdular öylece. Bir daha dönemeyecekmiş hissi kapladı, Mehmet'in içini. Ölümün acı yüzü geldi gözlerinin önüne. Zoraki olarak yüzüne kondurduğu gülücük, bir tek nişanlısını teselli içindi. Diğerleri eğlenmekten Mehmet'in haline bakacak durumda bile değillerdi. Davul ve zurna sesleri ortalığı çınlatıyordu. Ayrılık sa ati yaklaştığında bir sessizlik kapladı ortalığı. Herkes tek tek vedalaştı Mehmet'le ve "En büyük asker bizim askeri" nidaları arasında otobüs hareket etti. Mehmet'in tek tesellisi "vatanı için" askere gidiyor olmasıydı. Öyle ya, dedelerinin kanıyla sulanan bu topraklar için canını vermekten onurlu bir şey mi olurdu? Böyle teselli etmeye çalıştı Mehmet kendini. Dedeleri Kurtuluş Savaşı yıllarında İngilizler'e, Fransızlar'a, İtalyanlar'a karşı canlarını siper ederek savaşmışlardı. Anadolu topraklan düşman işgali altındayken ve onun çizmeleriyle ezilirken savunmuşlardı topraklarım. Bu

gün kime karşı savaşacakta peki? Ne İngilizler, ne Fransızlar, ne de İtalyanlar kalmışta topraklarında. "Yurdunu düşmanlardan temizlemek senin görevin."... Ama yıllar önce yapılmamış mıydı bu? Uzun süren otobüs yolculuğunun ardından birliğine ulaştı Mehmet. Gözleri etrafı taradı önce, sonra ayrılığın acısı çöktü yüreğine. "Neyse." dedi, "Vatan borcudur, ödenir..." İlk olarak yeni kıyafetler, botlar verdiler eline. Komutanları överek anlattığı kıyafetlerinin ne kadar kaliteli olduğunu; "Kıyafetleriniz Amerikan malı, botlarınız İngiliz... Kıymetini iyi bilin ha. Bunlar devletimizindir." dediler. Sabah olduğunda ilk işi memleketine telefon etmek oldu. "Anam çok me rak etmiştir." diye düşünmüştü. Telefonu da tahmin ettiği gibi O açtı. Yüreğinden koparak "Oğlum" dedi, "Nasılsın?" Ne diyeceğini bilemedi önce. Hemen kendine gelerek zoraki de olsa "İyiyim" diyebildi. Her ananın evladına sorduğu; "Yerin iyi mi, sıcak mı, üstün kalın mı?" diye sordu anası. Biraz buruk, "iyi" dedi. "Üstüm Amerikan malı, altım İngiliz... Komutan söyledi birinci kalitedenmiş... Düşmanlarımızı kovmak için geldik, elbette herşeyin en iyisini verecekler" dedi. Anası dinlemedi bile ve aynı sorulan tekrar tekrar sordu. Bir ananın duygularını yaşıyordu Mehmet'in annesi de. Başka ne sorabilirdi ki oğluna sanki. Ve böyle sürüp giden kısa bir sohbetten sonra Mehmet görüşmesini tüm tanıdıklarına selam tavı r / öykü / mart 2000 / sayı : 21

söyleyerek bitirdi. Acemi birliğindeki eğitimleri yeni bitmişti. Komutanın "Hazırlanın!" komutuyla yüreğinin atışlarını hissetti. İşte gelmişti o an. "Düşmanlarıyla", ona düşman diye anlatılanlarla çatışmaya gireceklerdi. Heyecanlıydı. Sıkıca sarındı Amerikan gocuğuna. Çatışma bölgesine geldiklerinde çatışmanın başlamış olduğunu gördü. Her yandan yoğun silah se sleri geliyordu. Kendilerini de çatışma bölgesine takviye güç olarak istenmişlerdi. Gecenin karardığı, patlayan silahlarla aydınlanıyordu. Kışın bu dondurucu soğuğunda çatışmanın korku sundan kimsenin üşümeyi düşündüğü yoktu. "Kaç kişiler?" diye sordu yanındaki askere. "10-15 kişi vardır" cevabını aldı. Silahına sarılarak o da rastgele ateş etmeye başladı. "Karşıdakiler de yamanmış" diye geçirdi içinden. "Biz varız 1000 kişi, onlar var 10 kişi" 12 saat süren çatışmanın ardından karşı taraftan bir kişinin öldüğünü öğrendi. Kendilerinden ise bir 10-15 kişi vardı kaybettikleri. "Vay canına!" dedi. Dedelerinin yıllar önce kanıyla su lanan bu topraklar kolay kazanılmamıştı. Her karış toprağı düşmanlarının postalları altında ezilirken dur demişti bu vatanın insanı. Gavura çiğnetmeyeceğiz bu topraklan... Aradan günler geçti. Uzun bir zamandır çatışma da olmamıştı. Hergün tepelerinden uçaklar geçiyordu. Bugün bu uçaklar nereye gidiyor diye


sordu arkadaşına. "Bu uçaklar Adana'dan kalkıp Irak'a gidiyor ve Sadda m'ın kafasına bombaları bırakıp geri dönüyor." dedi alaycı bir ses tonuy la. "Senin de dünyadan haberin yok." dedi öteki. "Kimin?" diy e soracak oldu ama v azgeçti. Cehaletinin anlaşılması v e kendisiy le dalga geçilmesi gururuna dokunmuştu. "Neyse" dedi, "Kiminse kimin banane" Arkadaşı cebinden Marllboro sigarası çıkardı v e kendisine uzattı. "İç, ciğerlerin bayram etsin." Aldı v e derin bir nef es çekti içine. "Elin adamı sigarayı bile ne kadar kaliteli yapıyor, değil mi?" de di arkadaşı. "Evet." dedi Mehmet, "Üstümüzdeki gocuklar gibi..." Komutanlarının hızla gelmesiy le ay ağa kalkmaları ve hazırola geçmeleri bir oldu. "Hazırlanın!" dedi komutan. "Misafirlerimiz var, bizleri denetlemek için yurtdışından askeri görevliler gelmiş. Üstünüze başınıza çeki-düzen verin..." Hepsi hazırola geçti. Y abancı oldukları her hallerinden belli olan bol madaly alı adamlar küstah bir gülümsemey le süzdüler onları. Komutanları da bir kenara geçmiş ve sanki bir hata olmaması için dua eder gibi bir haldey di. İngilizce konuşuyorlardı. Bu y üzden ne dedikleri anlaşılmıy ordu. Ama iy i şeyler söy lemiş olacaklar ki, komutanlarının y üzü gülmey e başlamıştı. O an boğuluy ormuş hissiyle tıkandı bütün nef esi. "Hani" dedi, "Yıllar ön ce dedeleri miz, atalarımız kovmuşlardı bunları vatanımızdan... Onların kovduklarının önünde bugün bi zler ha zırola geçiyoruz. Bu ne biçim iştir." Ve o düşünce yine bey ninin tüm kıv rımlarını kaplay ıv erdi; "Ki mdi düşman?" Y oksa bulundukları cephey i teslim mi almıştı ki düşman... Akşam İngilizler'e, Amerikalılar'a, Almanlar'a v e Fransızlar'a hizmet etmekle görevlendirilenler arasında kendisinin de olduğunu öğrendiğinde çok gururuna dokundu. Halbuki diğer askerler can atıy orlardı bu iş için. Onlara hazırlanacak sof radan belki biz de nasipleniriz diy e düşünüy orlardı.

men bir başkası görev lendirildi. Öyle ya, hizmette kusur edilir miy di? Hem de böy lelerine... Askerliğini bitirmeye iki ay kalmıştı. Günler azaldıkça hey ecanı artıy ordu. Biran önce memleketine gitmek, sev diklerine kav uşmak istiy ordu. "Vatan borcu", "namus borcu" diy e gün say arken yine bir çatışma olduğu haberi geldi. "Bu seferki diğerlerine göre oldukça büyükmüş. Eğer bundan da sağ çıkarsak bizi m iş tama md ır" diy e düşündü. Hemen ölen askerlerin yerini aldılar. Çatışma oldukça şiddetli geçiyordu. Arada bir kulağına gelen sesleri ise gürültüden dolay ı anlayamıy ordu. Karşı taraf takiler sürekli bağırıy or v e birşey ler anlatmak istiy orlardı. Anlamak için biran ateşi kesti. "Kahrolsun..." sesini duyabildi sadece. Komutan çıldırmış gibi bağırıy ordu; "Ateş edin, vurun, öldürün onları, onlar düşman!.." Arkasına dönüp sesin geldiği y ere baktı. Çıldırmış gibi bağıra n komutanları ne hikmetse en arkada duruy or ve başını y ukarı bile kaldırmıy ordu. Güldü kendi kendine. "Öyle ya" dedi. "Komutanlar en arkada savaşır." Bu düşünceler arasında birden bire bir sıcaklık hissetti omzunda. Vurulduğunu, v ücudundan ince ince sızan kanı gördüğünde anladı. "Vuruldu m" diy e bağırdı. Kimse duy madı onu. Bir metre ötesindeki asker bile bakmadı y üzüne. Ölüm ne kadar da yakındı kendisine. Ölümü düşünmenin bu kadar da zo r geleceğini hiç düşünmemişti. Hay atı bir f ilm şeridi gibi geçmeye başladı gözlerinin önünden. Nişanlısı, arkadaşları, annesi, babası, kardeşleri... Karşıdan gelen sesleri duy du sonra. Bu sef er daha y akın geliy ordu. "Kahrolsun emperyalizm" diy orlardı. Ama o ölmek üzerey di. Y alnızca kin duy gulan daha da kabarmıştı. Ama karşısındakilere değildi bu kin. "Düşmanla" al ıp-v eremediğinin ne olduğunu anlay amamıştı henüz ama, üstünde Amerika, altında İngiliz olduğunu y eni anlamay a başlıy ordu. Akan kanı bir göl oluşturmuştu şimdi çev resinde. Daha f azla day anamadı. Gözleri kendiliğinden kapandı gitti...

Komutanına "Hastayım, hizmette kusur ederim" dedi. Ve onun y erine he-

tavı r / öykü / mart 2000 / sayı : 21

... Sanki tonlarca ağırlık gözleri açmasını engelliy ordu. Zar zor gözkapaklarını kaldırıp , y atağın karşısında duranları seçmeye çalıştı. Doktor, hemşireler v e çatışmada en arkada duran komutanı. Ölmemişti demek, yaşıy ordu işte. "Aslan Mehmetçik" dedi komutanı. "Kahra man ga zileri mi zin arasına sen de katıldın." "Gazi mi?" diy e sormak istedi, ama o kadar bitkindi ki, konuşacak gücü kendinde bulamadı. Çocukluğunda, "milli bayra m"\arda, askerlerle birlikte yürürken görürdü gazileri. Kurtuluş Savaşı'ndan sağ çıkmış olmanın gururuy la taşırlardı göğüslerindeki madaly aları. Sonradan bir çoğunun y oksulluktan, açlıktan madaly asını bile satmak zorunda kaldığına, kimsesiz, bir gecekonduda y aşamım y itirdiklerine tanık olmuştu. Ama hay ır. Böyle bir gazilik değildi onunkisi. Sonra ay da y ılda bir Başbakan, Cumhurbaşkanı, y a da bir General ziy aret ettiğinde telev izy onlara y ansıy an, hastanede kolu-bacağı olmay an "gazi"leri hatırladı. Çoğu, baştakilerin kendileriy le ilgilenmediğinden, bir protez bile taktırmadığından, bir tekerlekli sandaly e dahi almadığından şikay et ediy orlardı. Birden omzundaki boşluk hissiyle ürperdi. Çatışmada omzundan v urulduğunu hatırladı acıy la. Omzuna bakmay a cesaret edemedi. Diğer elini y av aşça omzuna götürdü. Omzu sargılıy dı v e sargıdan ötesi... Y oktu. Birden v ücudunun cay ır cay ır y andığını hissetti. Sanki bütün düny a başına y ıkılmıştı. Birkaç saniye içinde bütün olasılıklar kaf asının içinde dolaştı durdu. Ev e dönecek, iş bulamayacak, yemeğini dahi kendisi yiy emey ecek, anlı şanlı laf lan düzenler, bir daha y üzüne bile bakmay acak... Y a nişanlısı... Bir daha bakar mıy dı acaba y üzüne? Bu sakat adamla y aşamay ı kabul eder miydi? "Keşke ölseydim" dedi. Lanet okudu askerliğine, lanet okudu Amerikan gocuğuna, İngiliz postalına, lanet okudu y aşamasına.


Mart ay ı ülkemiz tarihinde pek çok önemli gün v e olaya tanıklık etmiş bir ay. 8 Mart Düny a Emekçi Kadınlar Günü ev rensel bir niteliğe sahip v e dünyanın pek çok ülkesinde kutlanıy or. Bizim ülkemizde de!... (Kadınların kaf asına Emekçi Kadınlar Günü'nde bile cop indirilen bir ülke olma unv anına sahip olsakta!..) Ülkemizde y aşay an pek çok emekçi kadın böy le bir gün v ar mıdır, v arsa ne işe y arar, niy e kutlanır bilmez belki. Farklı farklı yaşamları, farklı f arklı düny a görüşleri vardır. Hangi sınıf a aitseler y aşamlarının gerçekleri bir tokat gibi çarpar hayatın y üzüne. Bizim ülkemizin kadınlarıdır onlar... Kimisi ev ladını kay beden, ölüsünü bile bulmay a razı olan kay ıp annesidir, kimisi ise ev ladının kokusuna hasret bırakılır, elleri kollan bağlı olan ev ladını sey retmey e mahkum edilir y ıllarca. Tutsak annesidir onlar. Hangi birinin ev ine gitseniz hasretini çektiği ev ladının resmi ya bir vitrin camının içinde durur y a da duv arda asılıdır. Sanki bir y erlerde, bir şekilde ölmüştür de öyle asılmıştır o resim oraya. Bir daha hiç gelmey ecektir sanki. Y ıllar geçmiştir o hala içerdedir, minicik bebeler o resme bakarak tanışır halasıy -

la, tey zesiy le day ısı, amcasıy la, hatta abisi, hatta babasıy la... "Ne za man gele cek?" sorusu cevapsız bırakılmak zorundadır. Mahkeme duv arları hep soğuk yüzlüdür. Bir gün kucağında ufacık bir bebeyken hay aller kurduğu gelir aklına, "on yedisinde ortaokulu bitirir, on sekizinde liseyi... Üniversitelere gidecek benim yavru m okuyup adam olacak." Y argıcın mekanik sesi uy andırır onu daldığı düşten, sanığın on beş y ıl, y irmi iki y ıl... otuz altı y ıl ağır hapsine..." Y üreğine inme iner ananın... Oğul ölmüştür sanki. Eller titreyerek indirilir, o resim duvardan, kucaklaşılır v e tekrar asılır duv ara. Görüşe gitmelidir mutlaka... Gülümsemelidir, dimdik ay akta olduğunu göstermelidir ona. Her hafta görüşe gitse de doy amaz ev ladına. Çünkü ev ladıy la arasına camlar, demir parmaklıklar, tel örgüler girmiştir. Ne tuhaf bilmetavır / sekiz mart / mart 2000 / sayı: 21

cedir bu... Canından can v erdiği yav rusu kendine bile y asaktır. Canıdır oy sa... Dokunamadığından mıdır, kucaklayamadığından mıdır nedendir, öy le, cansız bir resim gibi durur ev ladı karşısında... Sanki bir y anı ölmüştür işte. Dışarda ona benzey en birini gördü mü y üreği cız eder ananın. Hay atın akışına karışamaz ev ladı. Buruktur ananın y üreği, "geçen gün şunu pişirdim" dese diy emez. Çünkü evladının boğazından geçmemiştir. "Şuraya gittim" demek istese vazgeçer ay nı sebepten. Ne günü bellidir açlık grev lerinin ne de say ısı. Kendi bile say amaz olmuştur. Çocuğunun y üzünü biraz solgun görse dert olur ana y üreğine. Bir telef on edip sesini duy amaz, bir nasılsın diy emez. Dışarıda ne y ese ne içse ne y apsa ne etse çok görür kendine. Tuzsuz bir y emeğe benzer hayatın tadı.


Yüzünü hiç görmemeye bile razıdır, ah bir tutsak olmasa... Özgürlük ne değerli şeydir... Evladının o pusulu camların ardındaki yüzü düşer aklına. "Nedense..." der. "Hep güleçtir bu yüz" Dört duvarın ardında, dünyayı, insanları, yani cıv ıl cıv ıl bir hayatı izlemekten mahrum bırakılan bir yüz nasıl olur da böyle gülümser hep? Bu kadar sevilir mi yaşamak? Sev ilir elbet... Özgürlüğü, öyle kanadı çığlık çığlık kırılan bir kuş gibi dışarıda bırakmak hangi yüreğin işidir? Hayatı, insanları delicesine seven dağ gibi bir yürek yapar ancak böylesini. Kendi evladıdır bu. Öyle bir gururlanır tutsak anası. Evladı "tutsak"tır. Hatta bu kelime bile yasaktır. Üstü mutlaka çizilidir bu kelimenin mektuplarda. Ev ladı ne hırsızdır, ne uğursuzdur. Ev ladı onurlu bir yolun y orulmaz yolcusudur. Güçlü olmalıdır bir tutsağın annesi, iki ay ağının üzerinde dimdik durmalıdır. Olanca yaşına, yorgunluğuna ve çektiği acılara rağmen... Hele bizim ül-

kemizde bir tutsak annesi ise bir kadın... Biz de 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü nedeniyle bir tutsak annemizin kapısını çaldık. Çoğu insanın tanıyıp bildiği, tanımasa da, ismini hatırlamasa da yüzüne aşina olduğu Müşerref Ana'mızla iki çift laf edelim, elini öpelim, halini hatırını soralım istedik. Gitmeden önce telefon ettik, hapishaneden gelmiş, muhtemelen y orgundu. Onca yaşına rağmen o kadar yolu tek başına gidiyor. Yorgun olduğunu düşünüp istersen sonra gelelim dedik. "Yok be anam, yok be yavrum" diye kurmaya başladı cümlelerini. Ev ine vardığımızda bizi kapıda karşıladı. Üzerinde mutfak önlükleriy le karşımıza çıkıverdi. Sıcak bir anne yüzüydü gördüğümüz. Yaşı yetmişin üzerinde... Bir oğlu tutsak. Üç çocuk annesi Müşerref Ana. O koskocaman ömrüne, neler sığdırmış... Sanki yüzünün çizgilerinden okuyoruz yaşadığı yoklukları, yoksullukları ve acıları. "Sen çok ülke gördün " diye lafa girmeye kalktık, hemen atıldı "yok" dedi. "Ben sadece ülke görmedim, Yaşadım..." Ev et... yaşamıştı. Makedonya Krallığını görmüş, nazizmi yaşamış, ve sosyalizmi tatmıştı Müşerref Ana. Kiminde küçük bir çocuk, kiminde genç bir kadındı. Ama y aşadıklarını ve gördüklerini hiç unutmamıştı. Hepsi bir bir hatıralarındaydı. Bir de faşizmi görmüştü ki... O en yakın hatıralarıydı geride kalan, hala tazeliğini koruyan ve bugün de soluk alıp veren. Ev ladını ondan alıp koparan demir parmaklıklar, kafasına inen coplar ve kapısını çalan yoksulluktu faşizm... Biz soracaktık o anla-

tavı r / sekiz mart / mart 2000 / sayı : 21

tacaktı. Öyle düşünüyorduk ama laf laf ı açar misali ağzından dökülüveren sözcükleri hiç kesmek istemedik. Ziyaretimizin sebebini anlatalım diyerek 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü'nden bahsettik. Hemen bir anısını anlatmaya başladı. "Milliyet Gazetesi'nden bir adam vardı. Adını unuttum. Ama görsem tanırım. Bir gün bana sordu 8 Mart Kadınlar Günü'yle ilgili ne düşünüyorsun diye... Ben de bir tek şey söyledim onlara Clara'yı düşünüyorum dedim... Clara'yı ve mücadelesini. Önce anlamadılar sonra bir alkış koptu..." Anlatmaya devam etti. Tam da bu sırada televizyonda hapishanelerle ilgili bir haber çıktı. Televizy onun kumandasına sarıldık ama o düğmelerin y erini bizden daha iyi biliyor. Sakin sakin haberi izledik. "Hizbullah köpekleriyle bizim çocukları bir tutuyorlar bak... Yine saldıracaklar hapishanelere..." Haber bitti. "Ne anlatıyordum be anam?" der demez nerde kaldığımızı hatırladı. "Yugoslavya'da" dedi, "Kadınlar böyle çekingen ve korkak değildi. Bize hakkımızı aramayı öğrettiler. Ama biz sosyalizm geldiğinde çok ağladık... Çünkü hep propaganda yapıyorlardı. Anneden çocuğu ayırıyorlar, devlet kendisi büyütüyor, kardeş kardeşi anne evladını tanımıyor diyorlardı. Biz de öyle bilirdik sosyalizmi. Ben oradayken tam bir burjuvaydım... (Diyor v e gülmeye başlıyoruz. Bunu yazmay ın diyor) 'Yani' diyor giyinip süslenip şarkı türkü söylerdik, hiç bir şeyden haberimiz yoktu sosyalizm gelene kadar. Sonra Tito, bize dernekler kurdu, hakkımızı aramayı öğretti... Yugoslavya'nın kadınları erkek gibi kadınlardı korku nedir bilmezlerdi...." Nasıl derneklerdi bunlar biraz anlatır mısın? diye sormamızla hatıralarında kalanları anlatmaya başladı: "Tito zamanında dernekler açıldı toplantılar konferanslar yapılırdı. Böyle limonatalar, gazozlar ikram edilirdi. Kolalar çıkmamıştı o zaman. (Gülümsüyoruz. Emperyalizm ve kola ilişkisi geliyor aklımıza) İşte o derneklerde bize hakkımızı aramayı öğrettiler. Nasıl mı? Bakın ben bir gün ne yaptım anlatayım yav-


rucuğum size. Çarşaf giyerdik o zaman, ben çarşafı çıkardım Tîto'nun karşısına dikildim. 'Bize, siz hakkımızı aramayı öğrettiniz, bu hürriyeti bize siz verdiniz. Eskiden beylerimiz, üç hanım, beş hanım alırdı biz sesimizi çıkaramazdık.' 'Seni kocan dövüyor mu?' dedi. 'Yok dövmüyor' dedim halbuki dövüyordu." Sohbetimiz daldan dala atlıy or... Y ugoslavya'da kadınların savaştaki rolünü soruyoruz. "Partizanlar'a yardım ederlerdi" diyor. "Hristiyan kadınları dağa çıkarlardı. Bir gece, bir papaz bunları ihbar etti. Bulgarlar, bu iki kadını diri diri fırına attı. Biz duyduk bunu. Bir gece, devrimciler dağdan indi ve o papazı diri diri fırına attı... Her devrimcinin orada sokaklarda ismi vardır. Yani savaşta şehit düşen devrimcilerin isimleri sokaklara yazılırdı." Derin bir iç çekiyor... "Eğer yaşamasını biliyorsa insan, hürriyet içindir "diyor. "Ben geldiysem buraya vatanım için geldim. Ama aradığımı bulamadım. Aradığımı bulamamış olabilirim ama ben vatanımı ve halkımı sevdim..." Bu güzel sözlerin üzerine ne denir bilemiyoruz, "halkımı seviyorum" diye devam ediyor. Yugoslavya'ya dönüyoruz... "Biz buraya Yugoslavya'dan gelirken bir ev satıp geldik. İki buçuk lira para kaldı elimde. İş arıyordum. Sonra Narin Mensucat'ta iş buldum. O zamanlar hükümette Menderes vardı. Biz hükümetten hiçbir şey istemiyorduk. Ta Yugoslavya'dayken kağıt imzaladık bir şey istemiyoruz diye. Biz sadece iş istiyorduk. Ben iş buldum. Bir domatesi ikiye bölüyor yarısını bir gün yarısınıda ertesi gün yiyordum. Bir gün bu patronun dikkatini çekmiş beni yanına çağırdı. 'Kızım' dedi. "Neden böyle yapıyorsun? Burada niye yemek yemiyorsun.' 'Efendim' dedim ben evde çocuklarımı ayran ekmekle bıraktım burada yemek yiyemem dedim. Bana çıkardı. 60 lira para verdi. 'Bununla yemek ye' dedi. 'Yok dedim ben bu parayı alamam ancak çocuklarım da yerse öyle yerim.' Üç vardiya çalışıyorduk. Sonra bir eve girdim çalışmaya; üç saat çalıştırdı verdi iki buçuk lira. İnsana hiç değer verilme-

diğini anladım. Şikayetçi değilim ben. Çocuklarım için çalıştım. Çocuklarıma dedim 'sizden bir tek şey isterim faşist olmayın. Eğer faşist olursanız sizi kapıdan içeri sokmam' dedim." Bir tutsak annesi olarak yaşadıklarını, hissettiklerini soruyoruz. "Benim oğlum" diyor. "On dört yaşından beri girdi çıktı girdi çıktı. Şimdi kaç senedir yatar içerde. Biz az coplar yemedik. Kayıpları aradık. Ankara'da adını hatırlamıyorum, bir adam bir kayıp anasına senin çocuğunu torbaya koyup atmışlardır demiş. Bir anaya bu denir mi? Biz SHP de açlık grevi yapıyorduk dört kadın. Sekiz gün boyunca bizi sandalye'de yatırdılar. Bize bir battaniye vermediler. Ben kararlıydım camdan atacaktım kendimi. Beni kandırmak için tuzak kurdular. Akraban geldi, gel seni dışardan çağırıyorlar dediler. İnanmadım. Benim akrabam yok dedim. Beni 'Şüpheli Şahıs' diye polise verdiler. Yetmiş yaşımda şüpheli şahıs oldum. Onlar iki yüzlüdür. Kendileri için çalışan egoistlerdir onlar. Şimdi de değişen bir şey görmüyorum. Bir hükümet halkını ezerse terörist de çıkar her şey çıkar. Benim oğlum niye yatıyor içerde? Sistemi beğenmediği için. Ben bu akşam etsiz yemek koydum size. Sabancı bunu mu yiyor?" Kendisinin y orgun olduğunu düşünerek artık sohbetimizi bağlamak istiyoruz. "Pek i Müşerref Ana Kadının Kurtuluşu..." diyoruz o bizim cümlemiz bitmeden cevaplamaya başlıyor. " Anam, ben nasıl değerlendiriyorum biliyor musun? Sakıp Sabancı'nın karısının kurtuluşundan sözedilebilir bu ülkede. Biz yoksul kadınların kurtuluşu ancak mücadeleyle olur. Kadın, ancak o zaman hakkını arayabilir, söz sahibi olur. Kadın erkek ayrımı olmasın hepsi bir olsun. Bankaya maaş almaya gittim herkes şikayet ediyor ama kimse bir şey yapmıyor. Biz analar olarak, tutsak anneleri olarak evlatlarımıza sahip çıkmalıyız. Benden örnek almak istiyorsanız, koşun koşun, hiç bir şey yıldırmasın sizi. Cezaevleri yıldırmasın. Oraya bizi sindirmek için atıyorlar. Ölümden korkmayın, nasıl olsa bir tavır / sekiz mart / mart 2000 / sayı: 21

gün herkes ölür." Ölüm... bu kelimeden sonra bir ara dalıp gidiyor. Aklına bir hatırası geliyor. Usul usul anlatmaya başlıy or.. "Bir gün... bana telefonda senin çocuğun öldü, şimdi morgda dediler. Şahidim vardır. Bir damla gözyaşı dökmedim. Ağlayacaktım ama ağlamadım. Ağlayacak günlerim vardı daha, tuttum kendimi ağlamadım. Çünkü benim kendimi kaybetmemem, çocuğum gibi güçlü olmam lazımdı. Kararlıydım çocuğumu gömecektim, polisi yanaştırmayacaktım. Onun istediği gibi gömülmesi için ayakta olmam güçlü olmam gerekiyordu. Aklım başımda olmalıydı. Bir ana böyle olmalı. Ben, iki defa ağladım; o da oğlum için değil. Destek olursam olurum, olmazsam susarım bari gözyaşımı görmesin. Benim evladım hırsız değil, eroinman değil. Bak, her yerden mezarlar çıkıyor. Kimi öldürdü de mezara gömdü benim oğlum? Öldüren çok ta güldüren yok. Bizim çocuklarımızı Hizbullahla bir tutuyorlar. Bizim çocuklarımızın nerede çukuru çıktı? Öldürdüysek, öldürdük dediler." Hepimiz bir duygu yoğunluğu içindey iz... Anamıza sarılıp öpüyoruz. "Benim bildiğim iki türkü var Grup Yorum' dan" diy or. Biri "Kavganın Alevlidir Rüzgarı", diğeri ise "Dört Duvar Dört Dönerim..." ve Ağzından dökülüveriyor sözcükler Bin yıl yatarım sevdana onurumsun susmam oğul Ecelin öne alınmış olanca canım sana aksın oğul.. Ev ladı için canını vermeye hazır olmak, bir anneyi kutsal yapan en güçlü duygudur... Ev ladının onuru için ödenecek her bedeli ödemeye hazır olmak sevgi denen duyguyu anlamlı kılar... Müşerref Ana bu duyguların hepsini taşıy an analarımızdan, ülkemizin onurlu kadınlarından sadece biri ve yaşayan canlı bir tarih olarak karşımızda duruyor. Öğütlerim bir bir dinliyoruz. Ve istemeye istemeye de olsa o sıcak ortamdan ay rılıyoruz... Tekrar geleceğimize söz vererek...


Eski bir Kafkas efsanesine göre; "Tanrı dünyayı yarattıktan sonra çok yeknesak (tekdüze) ve düz olduğunu farkeder, eserini güzelleştirmek için karlarla örtülü dağlar, yeşil çimenli tepeler ve ilginç vadiler yaratır. Bunların hepsini bir çuvala doldurur ve dünyaya iner. Amacı bu güzellikleri gezegenin çeşitli yerlerine serpiştirmektir. Şeytan ise dünyanın bu güzelliklere sahip olmasını isteme mektedir ve onları yoketmek için çuvalın dibini gizlice deler. Tanrı, Karadeniz ile Hazar Deni zi arasından geçerken çuvalın içi boşalır ve içindekiler oraya dökülürler. İşte bu yüzden Kafkasya tüm dünyanın en güzel ülkesi olur. " Eğri kılıçları, kabzaları işlemeli tabancaları, deri çizmeleri, gümüş kılıf lı kamaları, kara kalpakları, çev ik ve sav aşçı özellikleriyle "Dağlılar" y aşıy ordu bu gizemli topraklarda. Onların giy imlerikuşamları, dilleri, kültürleri, halk oy unları, y aşay ış biçimleri, değer y argıları sav aş koşullarına göre şekillenmişti. Savaş, artık hay atlarının bir parçası haline gelmişti. Sürekli sav aşlarla iç içe y aşamaları sonucu sağlam bir kültürel y apıları oluşmuştu. Onlarda; korkaklık, erkeklerin dışında kadınlar için de en kötü durumlardan biri say ılırdı. Sav aşta arkadaşını y aralı bırakıp gitmek, büyük bir onursuz-

luktu. Hassas adalet anlay ışları v e pay laşım duyguları v ardı. Bencil dav ranmak, aşağılanma olarak kabul edilirdi onlar için. Ay rıca, Kafkas halklarında "Tîley " geleneği v ardı. Savaş dönemlerinde artık direniş gösterilememesi, yapılacak bir şey in kalmaması durumunda, vatanının onuru v e halkı için gönüllü olarak kendini ölüme aday an gençlerdi bunlar. Tîley , tek başına düşmanın ortasına dalarak ölümüne çarpışırdı. Dağlılar, sav aş taktiklerinde çok başarılıy dı. Küçük bir güçle düşmanı kendi üzerine çeker, düşman buraya odaklandığı zaman da asıl güçlerle düşmanın etraf ını sarıp bertaraf ederdi. Y a da düşmanın önemsiz bulduğu noktalara ani bir saldırı gerçekleştirerek dikkatini o noktay a çekip, hemen ardından boş kalan asıl stratejik noktaya saldırı düzenley erek etkisiz hale getirirdi.

sız ani akınlardadır. Rus garnizon birliklerine, ova yerlerde ansızın saldıran Dağlılar her türlü plan ve taktikleri altüst ediyorlardı." Kafkasya, Avrupa ile Asy a arasında önemli bir geçiş y olu oluşturması, büy ük petrol y ataklarına sahip olmaları, coğraf i şekilleri itibariy le saldırılara karşı korunmak için elverişli olması özelliklerinden dolay ı tarih boy unca büy ük devletlerin iştahını kabartmıştır.

Y üzy ıllar boy unca birçok istilaya, güçlü orduların saldırılar ına maruz ka lan Kafkas halklarının bu bitmeyen sav aşçılık, direnme ruhunun altında y atan büy ük güç, v atanlarına v e bağımsızlıklarına aşır ı bağl ı olmalarıy dı. Tabii F. Engels, Dağlıların bu özelliğini şöy le uzun y ıllar boy u çektikleri acılar, gördile getiriy ordu: "Kafkasya'da Dağlılara ün dükleri baskılar, istilalar altında yaşakazandıran savaş başarılarının başlıca maları bu duy gularını güçlendirmiştir. nedeni savunmayı değil, saldırıyı tercih Bu konuda Marx, o dönemde Avruetmeleriydi. Dağlılar kendi topraklarını pa'da baskı içinde y aşay an halklara hisavunurken saldırmayı tercih ediyorlar... taben: "Avrupa Halkları! Bağımsızl ık ve Onların diren me gücü, sayısız, hesapözgürlük için nasıl savaşılacağını kahraman Kafkas Dağlıları'ndan öğreniniz. Onlar bu ilkelerin en belirli ve saygıdeğer temtavı r / kafkasya / mart 2000 / sayı : 21


silcileridir." demiştir. Şimdiy e kadar başta Araplar, Moğollar, İran Saf evileri, Ruslar olmak üzere birçok devletin ve geçmiş dönemlerde de çeşitli kavimlerin istilasına uğramıştır Kafkasya. Dağların gür ormanlı v adileri, birbirine paralel v e geçişleri zor olan sarp v adilerde gizli geçitlerin bulunması, dağların çok girintili-çıkıntılı olması, bölge olarak da sav unmaya elv erişli olması onlara sav aşlarda büyük avantajlar sağlamıştır. Fakat güçlü, ağır silahlı ordular karşısında uzun y ıllar süren savaşlardan sonra daha fazla direnememişlerdir. Her şey e rağmen Kaf kasy a tarihinde bağımsız v e özgür v atan için yapılan ay aklanmalar hiç bitmemiştir. Bu ay aklanmaların en önemli ve büy ük olanı ise Kuzey Kafkasy a'da 1800'lü y ıllardan sonra Şey h Mansurla dini hareket halinde başlay an, daha sonra Gazi Molla (Muhammet) ile gelişen, sonrasında Hamzat Bey'in de ardından başa gelen Şey h Şamil'le birlikte doruk noktasına çıkan isyana harekettir. Bu dönemde emperyalist Rus Çarlığ ı'nın sömürgeci boy unduruğuna karşı oluşan bu hareketin ideoloji v e örgütlenme temelini oluşturan din olgusuydu. "Müridizm" olarak adlandırılan hareket; 1810'larda İranlı İsmail-ElŞirv ani'nin faliy etleriy le Kafkasy a'y a ulaşan v e kısa zamanda Dağıstan v e Çeçeny a'daki en önemli dinsel-politik hareket ve Çarlık Rusy ası'na karşı direnişin omurgası olan, NakşibendiHalidiy e tarikatının Kaf kas koludur.

Rusy a'y a karşı 35 y ıl sürecek bir mücadeley e baş koy acaklardı. 1932 y ılında Gazi Molla'nın bir çatışmada ölmesinin ardından Hamzat Bey 'İmam' olarak başa geçti. Bu dönemde Hamzat Bey sav aşmak y erine, bekley ip büy ük hazırlık y apmay ı, güçlenmey i seçmişti. 1834 y ılında şahsi düşmanları taraf ından öldürülen Hamzat Bey'den sonra İmam olarak Şamil başa geçti. Şamil, daha önce birbirinden ay rı sav aşan Kafkas halklarını birleştirmeye çalışmıştır. Bunu da büy ük ölçüde başarmıştır. Kabileler arasındaki mezhep, din ay rılıklarını ortadan kaldıracak düzenlemeler y aptı. Şamil'in kazandığı zaf erler, sav aşçı kişiliği onu kısa sürede doğal halk önderi konumuna getirdi. Özellikle 1840'lı y ıllardan sonra isyanlar genişledi. Bu dönemde Rus kuşatması y arılarak iç bölgelere kadar ilerlenmiştir. Sav aş y ıllarında; daha önce Ruslar'a karşı Şey h Şamil'in taraf ında savaşacağını söy ley en v e sonrasında v azgeçen Kabardey Prensi, Şamil'e gönderdiği mektupta; artik savaşmak istemediklerini, Ruslarla eskiden beri birlikte y aşadıkların ı v e bu nedenle kan dökülmemesini, şay et bu dostluk bozulursa Ruslar'ın çok kan dökeceğini söy lemiştir. Bu olay üzerine çok sinirlenen Şey h Şamil, bütün askerlerine derhal bulabildikleri taşları mey dana y ığmaları emrini v erdi. Bir süre sonra meydanda muazzam bir taştan tepe oluşmuştu. Şamil, askerlerine bu taşlardan oluşan büy ük tepeyi gösterek: "Allahsızların k albleri bu taşlar gibi sert ve katıdır

İlk başta 1920Terde Şey h Mansur'la başlay an dini hareketin amacı; Ruslar'ın saldırıların ı engellemek, şeriatı y aymaktı. Gazi Molla ( Muhammet) ile birlikte daha kapsamlı, sistemli, savaşçı bir y apıy a bürünen bir doktrin, sistem haline dönüştü. Rus emperyalizmine karşı toplu bir başkaldırı, sav aş, karşı kov uştu amaç... Tarikat şeklini alan bu hareketin, sonuna kadar bağlı birçok müridi vardı. Bu "Müridlik" de gün geçtikçe gelişerek büy üyordu. Gazi Molla v e iki adamı (Hamzat Bey ve Şeyh Şamil) o zamanın en büy ük v e güçlü dev leti

ve

onların vicdan,

şeref,

namus,

haysiyet gibi değerleri yoktur. Yemi nleri de boşunadır. Vatan v e millet hiz meti bu ayak

ması, halkın ekonomik sıkıntılar içinde olması da artık sav aşmak istememenin nedenlerindendi. Böy lece Şamil'in en y akın adamları bile Ruslar'a teslim olmay a başladı. Dinsel patlama hızla soğumay a başlay ınca mücadele gerilemey e başladı. Artık çözülme başlamıştı. 1859 y ılma gelindiğinde ise Şamil bu kötü gidiş üzerine teslim olmuştur. Şamil döneminde amaç, "Birleşik Kafkasya" hedefi doğrultusunda Rus empery alizminin sömürgesinden kurtulmay a çalışılmıştır. İlk def a Şamil döneminde, Kafkasy a halkı ortak bir amaç doğrultusunda birlikte mücadele v ermiştir. Şamil'in y apmış olduğu hata, Ruslar'a karşı Osmanlılara v e İngilizlere f azla bel bağlamıştır. Son dönemlerde de onların desteğini alamay ınca teslim olmak durumunda kalmıştır. Tarihsel gerçeklikleri kendi döneminin koşulları içerisinde değerlendirmek gerekir. Şey h Şamil'in vermiş olduğu mücadeley e de bu gözle baktığımızda kendi dönemine göre ilerici bir mücadeledir. Çok iy i bir sav aş stratejisti olan Şamil, Ruslar'a karşı gerilla mücadelesi v ermiştir. O'nun v e Kafkas halklarının v ermiş olduğu bu savaş bugün de ezilen halklara örnek olmalıdır. Kafkasya bugün de empery alistle rin iştahını kabartmakta. Bu sebeple halkları birbirine kırdırtmaktadır. Eski y araları kaşıy an empery alizm, Rusya ve Kafkasya halklarını birbirine düşürüp bölgede hakimiyet kurmak istiy or. Tarihin y ol göstericiliği v e halkların empery alizme karşı ortak hareket etmesi ileriy i temsil eder. Aksi, emperyalizmin ekmeğine yağ sürer ve gericiliktir. •

takımının işi değildir. Dünya ni metlerinden mahrum kalac ağım diye k orkanları, bu tepe ebeddiyen hatırlatacak tır." diy erek, savaşta

olan kararlılığını v e ihanete karşı nasıl y aklaştığını göstermiştir. Daha sonraki dönemlerde yapılan sav aşlarda yaşanan yenilgilerin ardından Şamil'in askeri otoritesi zay ıf lamay a başladı. Savaşların çok uzun y ıllar sürmesinin ardından bir sonuç çıkmaması halkta umutsuzluğa neden oldu. Rus ordularının kalabalık v e güçlü oltavı r / kafkasya / mart 2000 / sayı : 21

kaynaklar: 1- Sovyet T arihçiliğinde Şamil. (Moşe Gammer) sf. 9,10,11 2- Dünden Bugüne Kafkasya (Özdemir Özbay) sf. 31,32 3- Ruslar'ın Kafkasyayı İstilası (John F?Baddely) sf. 342,343,344 4- Şeyh Şamil (kardeşler Bası mevi) 5- Şimali Kafkasya İstiklal Mücadeleleri. (M. Zihni Hazaloğlu) 6- Kafkaslar'da müslüman (Aleksandre Benningsen)

Gerilla

Savaşı .


irlikte yaşamanın anahtarı edebiyattır." 15 Kasım 1999 tarihli Milliyet Sanat'ın kapağından da anlaşılacağı gibi, derginin bu sayısında çeşitli başlıklar altında hazırlanan bir Kürt Edebiyatı dosyasına yer verilmişti. Dosya ağırlıklı olarak, kendi ifadelerinde de yer verildiği gibi "Stockholm Ekolü" içerisinde faaliyet yürüten "uzman" isimler üzerinden hazırlanan bir çalışmaydı. "Bayram değil, seyran değil..." misali. Ne olmuştu da, Milliyet Sanat böyle bir çalışma için, konusunda uzman bu kişilerin çalışmaları için sayfalarını açıyordu. Bunun değişik nedenleri vardı. Kürt Milliyetçi Hareketi'nin bugün içinde bulunduğu durum, ulusal sorunda egemenlerin takındığı tutum ve beklentileri, Kürt sorununda süren ABD operasyonu, İstanbul'daki AGİT toplantısı ve buraya katılançağrılan NGO'lar ya da "Sivil Toplum Örgütleri" ile emperyalistler arası ilişkiler gibi bir dizi gerekçe sayılabilir.

Yine, dosyanın yer verildiği Milliyet Sanat'ın yayın politikası, derginin Susurluk iktidarıyla ilişkileri gibi konularda açılmaya tartışılmaya muhtaç diğer konulardan bazılarıydı. Milliyet Sanat Dergisi'nin sahibi Aydın Doğan'dan başkası değildi. Bu zat aynı zamanda, Doğan Holding'in de patronuydu. Bilindiği gibi Doğan Yayıncılık, Türkiye'de basın dünyasında etkili ve güçlü iki tekelci kuruluştan biridir. İkinci bir nokta, bugün emperyalizm, TÜSİAD ve MGK onayıyla iş başında bulunan 57. hükümetin Başbakan'ı Bülent Ecevit'in kadim dostlarının başında gelenlerden biri de yine aynı zattır. Ecevit'in kendi anlatımıyla ifade ettiği gibi, en zor gününde şirketinin olanaklarını sunan kişi yine bu Aydın Doğan'dır. Ecevit'te, Başbakan olunca, Doğan'ın bu iyiliğini unutmamış olacak ki, Başbakan sıfatıyla gerçekleştirdiği ziyaretlerden birini Doğan Holding'e yapıyordu. Böylece vefa borcunu ödeyecek ve geçmişte yatavı r / kürt edebiyatı / mart 2000 / sayı : 21

pılanları unutmadığının mesajını açık ve net bir şekilde verecekti. Ayrıca belirtilmesi gereken bir başka nokta daha vardır. Türkiye'deki burjuva medya bağımsız değildir. Burada sözünü ettiğimiz bağımsızlık anlayışı, aynı zamanda asker toplum-devlet anlayışıyla ilgili olan yandır. Bundan dolayı da bazı konularda bir dizi tabuya sahip olan burjuva medya, ancak ve ancak resmi doğrultuda ele alıp, yine bu çerçevede yayın yapma anlayışına sahiptir. Bu konulardan biri de azınlıklar meselesidir. Ki, Kürt sorunu da buna dahildir. Burjuva basın, bir bütün olarak hükümetin ve özellikle de MGK'nın resmi görüşüne göre değerlendirmelerde bulunmaktadır. Tartışma konumuz olan Milliyet Sanat vb dergi, gazete, TV kanalları konum ve işlevlerine bakıldığında adından da anlaşılacağı gibi burjuvazinin yani egemen sınıfların tahakkümü altındadır. Bu özellikleri nedeniyledir ki, siyasi, ideolojik ve kültürel bir araç olarak hakim sınıf-


ların egemenliklerini sürdürmeleri için kullandıkları önemli ve bir o kadar da etkili işleve sahiptir. İdeolojik, kültürel aygıtlardan biri olan dergi (sanat, kültür, siyasi olması farketmez) işleyiş şekliyle iktidara ve paraya yani güce sahip olanların, buradaki örnek açısından Doğan Holding'in hakimiyetini güçlendirmeye hizmet eden bir araç konumundadır. Bu işleyişinden hareketle de tartıştırılmaya başlayan Kürt meselesinde burjuvazinin düşüncelerinin etki alanını ve kitle tabanını genişletmek için bir Kürt Dosyası hazırlanmıştır. Ecevit, Doğan Yayıncılık'a ait kuruluşların ziyaretinde Aydın Doğan ile ilişkisinin eskilere yani 12 Eylül dönemine kadar gittiğini söylemiştik. Bu sözler, bir gerçeğin devletin en yetkili şahıslarından biri olan Başbakan tarafından bizzat itiraf edilmesidir. Medya tekelleri, Türkiye'de de (dünyada olduğu gibi) geçmişten itibaren her dönem için siyasi iktidarlarla çıkar ilişkileri içerisinde olmuştur. Ve bu ilişkiyi belirleyen de sadece çıkara dayalı olmasıdır. Herhangi bir olayı, durumu, konuyu, yani buradaki gibi, Kürt sorununu haber yapmayı Milliyet Gazetesi'nin sahibi olan Doğan Holding'in iktidarla olan ilişkileri belirlemektedir. Haber konusu yapılan , "Kürt Edebiyatı Dosyası" tam da egemen sınıfların bugün için bir araya geldikleri ortak noktalardan biriydi. Kürt Milliyetçi Hareketi'nin silahlı mücadeleyi terkederek teslimiyetçi çizgide ısrarla ve dizginsiz ilerleyişinin ABD operasyonuna uygun bir şe kilde sürdüğü koşullarda oligarşinin tartışmak-tartıştırmak istediği yan, Kürt dili, kültürü gibi, konulardır. Emperyalizmle, tekelci sermaye tarafından kabul gören bu düşüncenin tartışılması ve etki alanının genişletilmesi sorununda ise devreye her zaman olduğu gibi yine, burjuva medya giriyor. İşte, Milliyet Sanat

Dergisi tarafından "Kürt Edebiyatı Dosyası"nın hazırlanma nedeni asıl olarak budur. Tartışmanın taraf ve de kitleler içerisinde yankı bulması için de böyle bir dosyanın hazırlanmasında konusunda "uzman" kişilerin seçilmiş olması da basit bir rastlantı ve "masum" bir seçim değildir. Kendilerini "Stockholm Ekolü" olarak adlandıranlardan Edebiyatçı Yazar Mehmet Uzun, Kürt Milliyetçi Hareketi'nin silahlı savaşa son vermesi ve Türkiye'de "demokratik rejiminin önünün açılmasına yardımcı olmak(!) amacıyla" PKK'li grupların silahlarıyla birlikte oligarşiye teslim oldukları bir süreçte "barışa çağrı" yapanlar arasında yer alan birisi olması seçimin ne kadar isabetli olduğunu da gösteriyor. Mehmet Uzun ve dünyaca tanınmış yazar ve sanatçıların da imzaladığı deklarasyonda "Kürtler'in bir tek isteği vardır" denildikten sonra, iktidara yalvar yakar bir üslupla "Lütfen Türkiye'yi kurtarın"'çağrısı yapılmaktaydı. Kendilerine "misyon" biçen bu uzman (1) kişiler, nasıl oluyor da "Kürtler" adına "bir tek istekte" bulunuyorlardı? Peki neydi istedikleri? "Kültürel kimliği ile yaşayan özgür birer vatandaş olabilmek" Evet, sadece dil ve kültürel haklar istenmekte. Radyo, TV, anadilde eğitim gibi demokratik hak kırıntılarıyla yetinen bu aydınlar isteklerinin yerine getirilmesi için emperyalizm ve oligarşinin gözüne girmenin gerekli ve zorunlu olduğunu biliyor olacaklar ki, geçmiş mücadeleyi bir kalemde inkar etmekten, yok saymaktan geri durmadılar. Onların gördüğü gerçek, şiddetin çare olmadığıydı. Evet, kendilerine misyon biçen bu zatlara göre, şiddetle ne iktidarın Kürtler'i, Türkleştirmesi mümkündür; ne de Kürtler'in haklarına kavuşması mümkündür. Peki egemenlerin devleti'nin Türk, Kürt, Laz, Arap, Çerkes, yani tavı r / kürt edebiyatı / mart 2000 / sayı : 21

halklara yönelik gerçekleştirdiği "1000 operasyon"a ne demeli? İşte bu iktidarın asıl yüzü buydu. Yine aynı dosya içerisinde yazan İstanbul Kürt Enstitüsü Başkanı olan Hasan Kaya da aynı tarihlerde AGİT'in İstanbul Zirvesi'nde bir araya gelen NGO'ların katıldığı toplantıda kurum olarak benzeri düşünceler dile getiriyordu. İstanbul Kürt Enstitüsü'nü, Sivil Toplum Örgütleri'nin toplantılarına katılması için çağıran kurum ise, Susurluk'la içli dışlı hükümetin Dışişleri Bakanlığı'ndan başka sı değildir. Evet, Enstitü Başkanı Hasan Kaya, Dışişleri Bakanlığı'nın davetlisi olarak katıldığı toplantılar sırasında "Kürt sorununun anayasal vatandaşlık çerçevesinde çözümünün gerekli olduğunu vurgulayan" önerilerde bulunuyordu. Benzeri şekilde, Kürt halkının temsilcisiymiş gibi, Kürtler'in bölme eğilimleri olmadığını kaydederek, Kürt halkı adına konuşma hakkını kendinde gören Hasan Kaya'nın başında bulunduğunu İstanbul Kürt Enstitüsü tarafından hazırlanan broşürde Kürt halkı için istenilenler sadece dil ve kültür konularında engellerin kaldırılmasıydı o kadar. Bunlar birbirinin aynısı ve birbirlerini tamamlayan açıklamalardı. Milliyet Sanat Dergisi tarafından hazırlanan ve "uzman" kişilerin katıldığı dosyada yer alan yazıların ortak konusu tümüyle dil ve kültürel haklar istenmesiydi. Emperyalizm ve oligarşi de Kürt Sorunu'nda gelinen nokta itibariyle çok farklı düşünmüyordu. Konuyla ilgili farklı düşünmeyenlerden biri de PKK Genel Başkanı Abdullah Öcalan'ın kendisiydi. Öcalan, Yargıtay'daki duruşmasına gönderdiği yazılı savunmasında "Kürt'ün, düzenle yaşadığı çatışmanın da anlamsızlığı'"nı anladığını kabul ediyordu. Federasyondan, otonomiden vazgeçtiğini, Türkiye oligar-


şisinden (ve tabii empery alizmden) "ay rıcalıklı bir yer" değil de sadece, "her toplum, her grup gibi Kürtler'inde kültürel özelliklerini onun özgür ifadesine göre yer al masını"isteyecektir. Koro tamam, hep bir ağızdan aynı şarkıy ı söyley ip duruy orlar, silahlı mücadele, gerilla sav aşı mahkum ediliy or, savaşın y arattığı değerler v e kazanımlar inkar ediliyordu. Böy le olunca da, istediklerini söyley en bir "misy on" sahibi "uzman" kişiler kolay lıkla 57. Hükümetin Başbakan'ı Bülent Ecev it'in y akın kadim dostu Ay dın Doğan'ın sahibi olduğu bir derginin sayf alarında kendilerini if ade etme "hakkı"nı kazanıy orlardı. Ancak bunu y apmakla ne Kürt halkına v e mücadelesine ne de Türkiy e emekçi halklarının çıkarlarına hi zmet ediy orlar. Tersine böy le y apmakla, ABD empery alizminin, Kürt Milliy etçi Hareketi'ne y önelik operasy onuna açıktan destek oluy or, ay nı zamanda da empery alizme v e oligarşiy e gönüllü hizmet ediy orlar. Bu hizmetlerinin ne anlama gel diğini bilmiy or değiller. Oligarşiden "lütf en"lerle rica minnet ve hak talep edilmez. Haklar v e özgürlükler, direnilerek kazanılır. Politika, silahla y apılır. Sav aş böyle kazanılır. Herkes silahını kendisi seçer.

Dipnot: 1- "Kürt sözlü edebiy atında önemli y erlere sahip Nuh v e Tuf an Mitolojisi, Gılgamış Mitoljisi gibi önemli eserlere de Taslay abiliriz." (Milliy et Sanat Say ı 468 Sayfa 5) Dosy ada araştırmacı y azar kimliğiy le Kürt edebiyatı üzerine y azan Feqi Hüseyn'in neyi bilip bilmediği ay rıca tartışma konusudur. Ancak, alıntıda geçen Gılgamış mitolojisi Kürtler'e ait olmasının y anı sıra aynı bölgede yaşamış olan Babiller'e aittir. Bu konuda uzman say ılan Ord. Prof. Landsberger'in, Muzaff er Ramazanoğlu'nun çevirdiği Gılgamış Destanı kitabının girişinde şunları y azmaktadır. "Gılgamış Destanı" Babilliler'in ulusal destanıdır. Fazla söze gerek y ok, söz konusu olan araştırmacı bir kişinin bilimsel dürüstlüğünü kendi kendine tartışma konusu yapmasının y aratmış olduğu traji-komik bir duruma düşmesidir.

Bir lokma ekmeği sıkıyorum avuçlarımda Avuçlarımda ekmek kokusu Çorbaya geçmiyor kaşığım Tuzu, buharı insan çığlığı. Anam geldi görüşüme "Kömürün tonu yirmi sekiz milyon, oğlum: Gazetelerde haber... "Maden işçilerinin otobüsü kaza yaptı 10 işçi ölü, 6'sı yaralı..." Ya çocukları, dedim ısırarak dudağımı Ya çocukların anaları Çökmüştür onların da yüreğine karamaden ocakları... mehmet sevinç tavı r / kürt edebiyatı / mart 2000 / sayı : 21


bir yarısında gecenin yahut kuşluk ayazında dallara çiçek yürürken ilk kar düşerken ya da vurulduğunuzda bilebilir miydiniz? bilmeseydiniz ölebilir miydiniz? (yaşamak neyi değiştirir yaşamamak neyi? bir ömür kadar dar mı bilmenin ufku? gözünün önündeki kadar mı görebilmek?) hani, elleri mini mini bir çocuk sarı saçlarında okşamaların kokusu, yanakları elmalar gibi al, dünyalar tatlısı bir kız çocuğu... isminde sizin isminiz var göğsünde sizin resminiz görebilir miydiniz? görmeseniz ölebilir miydiniz? analar ah analarımız... en beterini onlar çekiyor acıların açlığımıza kök topladıkları günleri unutmadılar

okul sabahlarında utangaç ve yarıçıplaktık kimsesizdik bir başlarına dünya oldular sonra çok geçmedi kulunca bıçak girer gibi ulaştı haberleriniz. ağladılar ağladılar... ağlamayın demedik diyemezdik, bizim de gözlerimiz, uykusuz sabahlarda gibi yanarken ılık damlalar zorlarken sımsıkı gözkapaklarını nasıl isteyebilirdik onlardan

tavı r / şiir / mart 2000 / sayı : 21


her yanda düşman, dostlar sayılı ök sede k uş gibi duyardık yalnızlığı... öyle bir pınar sök ün etti k i yaralarınızdan sularında bire bin berek etle çoğaldık . esk i boş sok aklar yok şimdi her k öşe başında bizimk iler var, her meydanda sesimiz, türk ülerimiz, düşleyebilir miydiniz? düşlemeseniz ölebilir miydiniz?

buz gibi taş k esilip namlu yağlamalarını... ama bizi utandırdılar, şimdi görseniz, az ağlayıp çok söyleyip çok özlüyorlar. özlemleri sizin gibi ve bir de siz, söyledik leri sizin söyledik leriniz, duyabilir miydiniz? duymasanız ölebilir miydiniz? k aç candık ki siz gittiğinizde, bir elin parmak ları, umutsuz bir aşk gibi düşerdik yola her ak şam alacası lambalar gölgemizi boş sok ak lara saldığında

bir yarısında gecenin yahut k uşluk ayazında dallara çiçek yürürk en ilk k ar düşerk en ya da vurulduğunuzda usta fırçalarla göğe çizdiğiniz o düş gibi tabloların gerçek olacağını hiç bilebilir miydiniz? bilmeseniz böyle yiğit ölebilir miydiniz? görmek neyi değiştirir görmemek neyi? bilebildikten, sezebildikten, düşleyebildik ten sonra buz tutmuş toprak altında filiz süreni.

tavı r / şiir / mart 2000 / sayı : 20

27-28 Nisan '97


Faşizm, Sanatı Esir Almaya Çalışıyor 29 y ılında Mussolini v e faşist partisi taraf ından yükseltilen f aşist hareket İtaly a'da tüm kontrolü ele almaktadır. Y aşamın her kesiminde olduğu gibi müzikte de bir değişim gözlenmekte, müzisy enler de birer birer denetime girmektedir. Onlar da f aşist politikaları dile getirmektedir. Bu politikaya, kimi İtalyan müzisy enler çıkar anlay ışıy la göz y umarken, kimileri ise y ükselen f aşist akımla birebir bütünleşmeye çalışmaktadır. İşte bu günlerde, bu akımın peşinden giden kesimler rakiplerini "enternasyonalci" , "Anti-İtalyan" v e daha ileri gi derek "ahlaksız" ilan etmektedir. 1929 y ılında Faşist Müzisy enler Sendikası'nın temsilcisi olarak İtalyan Parlamentosu'na giren Adriano Lauldi kendi politikalarının dışında y ol alan müziğe karşı ciltler dolusu uluslararası komplo belgeleri derliy ordu. Sav unulan tezde öne sürülen, karşıt görüşteki kutbun anlay ışı "çirkinlik, nahoşluk ve geçmişte eşi görülmemiş bir terbiy esizlikten esinlenmiş", "kaba v e edep kurallarına aykırı" diy e tanımlanmaktadır. Bu if adeler, daha sonra

anlaşılacağı gibi Mussolini rejiminin Katolik Kilisesi'yle ittifaka girmesinin ilk adımı olmaktadır. Politikalarım hay ata geçirmede müzik f aaliyetlerini çok iy i kullanan Mussolini ilerley en y ıllarda ülkeyi tamamen av ucunun içine almaktadır. Hiç bir şey onun denetiminden kurtulamamalıdır. Onun için "gösteri müf ettişliği" kurulur v e müzik f aaliyetleri de onun y önetimine bırakılır. 2 Ekim 1935 tarihli Corriera della Sera, y etkili eleştirmeninin imzasıy la y ay ınlanan metinde, alman bu kararın "İtaly an «sanatçılanın uzun süredir ortay a koy dukları dilekleri y erine getirdiğini", "f aşist hükümetin müzik v e tiy atro hareketlerini kararlılıkla denetlediğini v e son derece soy lu bir görevi, sarsılmaz bir hakkı y erine getirdiğini" y azıy ordu. Üç ay sonra da (3 Şubat 1936), "lirik ve müzikal sezonların kamu kuruluşlarınca yönetilmesini öngören y asa gücünde bir kararname"yle süreç tamamlandı. Faşist bürokraside iktidar mevkilerinin v e akademi kürsülerinin ele geçirilmesi için girişilen mücadele yeni bir şiddet kararıdır. Faşist politika en kötavı r / müzik / mart 2000 / sayı : 21

tüleri en iy i mevkilerde görevlendirir. Elbette onun için önemli olan müzisy enlerin kendi politikası çerçevesinde hareket etmesidir. Bu politika doğrultusunda y ahudilerin y aptığı müziğin repertuarlardan ay ıklanması ise tam bir müzik y oksulluğuna y ol açar. Serbest meslek sahipleri v e Sanatçılar Faşist Konf ederasy onu Başkam, 13 Ocak 1944'te bazı Roma'lı bestecilere şu mektubu gönderir: "Pek değerli dostum, italyan Faşist Cumhuriyeti için bir ulusal marş bestelenmesi konusunda, kendimce belirlen miş birkaç besteci arasında bir yarışma açıl ması görevi yüksek maka mlarca bana verildi. Ayrıca, bunun yanında bir marş daha bestelenecektir." Besteci isterse adı tam bir gizlilik içinde tutulacaktır. Bu y aklaşım tarzı, müzisy enleri, f aşizmin suç ortaklığına teşv ik niteliğinde değerlendirilebilir. Ancak her şeye karşın tabii ki bu mektuba y anıt v erenler de oldu. Hem de adının gizlenmesine de gerek duymadan. Örnek niteliğinde olabilecek Cumhuriyet Marşı, Ennio Porrio'nun imzasını ta-


şır. Ay rıca, Ballila Pratella da "kara kıtalar" için başka bir marş yazmıştır.

Faşizm Almanyası'nda Gösteriyor.

Nazi Kendini

Faşist Kültür Politikası'nın İtaly a'da ağır ağır ilerley işinin aksine Nazi Almany ası'nda bu süreç, oldukça hızlı v e radikal bir biçimde oldu. Anarşistler v e komünistler kurulu, düzene başkaldırmış Brecht, Kaiser, Toller gibi y azarlar, Grosz v e Otto Dix gibi ressamlar, Weil v e Hindemith gibi müzikçiler, eski toplum v e resmi sanata karşı sürdürülen savaşta biraray a gelmiştir. Bu dönemde pek çok sanatçı f aşist örgütlenmeyle mücadele etmek için ay nı safta birleşir. Hitler iktidara geldiğinde ise bu karşıt tutumlar iy iden iy iy e safların ı belirginleştirir. Y ani, Nazi diktatörlüğüne karşı, hem yeni hem de özgür bir sanat için sav aşanlar da v ardır. Bu nedenlerden dolay ı, safkan Alman ırkının "huzur"a kav uşması için derhal "bolşev ik sanat şeytanlarından kurtulunmalıdır. Bu dönemde Nazizm karşıtı sanatsal f aaliyetlerin tümü "soy suzlaşmış sanat" olarak tanımlanır. Hitler Nazizmi, bu sanata Y ahudi damgası v urmaktadır. "Safkan Almanlar" "sağlıklı" sanatma tekrar dönmelidir. Bu çaba içerisinde kimi klasikler, özellikle de Wagner y eniden keşfedilir. Wagner, ırkçı kuramların v e büy ük Almanya'nın y ücelmesi için, yeni düzenin ilah ı olarak tanımlanır. Hitler, Bay reuth'a giderken "Nasy onal Sosy alist Almany a'y ı tanımak istey en herkes Wagner'i tanımalıdır" demektedir. Burjuvalar artık tatmin olmuşlardır. Artık Wagner'le ruhlarını dinlendireceklerdir. Halka gelince ise, o da Weil'in "berbat" şarkılarının y erine, demir ökçeli çizmelerin ritmine uygun askeri marşları dinley eceklerdir. Bu düzene katılmay ana da Almany a'da yer yoktur. Nazizm bütün sanat kuruluşlarına bir çırpıda el koy ar. "Ulusal anlay ışa uy gun olduğunu" kanıtlay amayan y a da "siyasal ırkçı görüşü benimsemeyen", müzisy enler derhal uzaklaştırılır. Baş eğmey en Y ahudiler v e Nazizm

y anlısı olmay an müzisy enler orkestralardan v e konserv atuarlardan atılır. Konser düzenley icilerinin eline de "Lexikon der Junden in der Musik" yani, "Musev i Besteci ve Çalgıcılar Sözlüğü" v erilir. Aydınlar Göçü: Bu ortamda, Y ahudi olsun olmasın, Almanlar da dahil olmakla birlikte, müzisy enler büyük "aydın göçü"ne katılırlar. Arnold Schoenberg, Kurt Weil, Hans Eisler, Paul Hindemith, Adolf Bush, Rudolf Serkin, Lotte Lehman, Marlene Dietrich, Bruno VValter, Kleiber, Klemperer Reinhadt; besteciler, solistler, orkestra y öneticileri birbiri ardına y ola çıkarlar. Ay nı zamanda, dünyanın bütün ünlü müzikçileri Almany a'da konser v ermey i reddederler. Casals, Huberman, Kreisler, Menuhin Piattigorski, Thibaud, Toscanini Nazi barbarlığını açıkça kınay arak, çağrılara olumsuz y anıtlar v erirler. Thomas Mann'ın açıkça belirttiği gibi "çev rede şimdi bildiğimiz şey ler olup biterken, Almany a'da kültür y apmak olanak dışıy dı, buna izin v erilmiy ordu." Müzikal gelişimi sağlamay a çabalay an Nazi politikaları aslında bu olanağ ın önünü kendi elleriyle kapatıy ordu. Kendi çabalarıy la müzikal gelişimi sağlay abilmesi de düny a görüşü ve bakış açısı nedeniy le mümkün değildi. Dönemin propaganda bakanı Geobbles ise boş y ere "zamanın büy ük dehalarını" beklemektey di. Oysa böyle dehalar Nazi Almany a'sında henüz ortay a çıkmamıştı, hiçbir zaman da çıkmayacaktı. Müzik geleneğinin böy le zengin olduğu bir ülkede, tek sessiz dönem olarak bu günler gösterilebilir. Cari Orff'un "Carmina Bruna"sı ise daha iy isi olmadığından, popüler beğenisi nede niy le "Alman Operası" olarak benimsenir.

Halk Türküleri Açmazda : TRT 1950'lerin başlarına geldiğimizde Amerika'da Rock and Roll rüzgarları esmektey di. Gençler Rock A n d Roll'la

tavı r / müzik /mart 2000 / sayı : 21

coşuy or, büyük konser salonlarım dolduruy ordu. Kendine has dansları ise ay rıca ilgi çeken y önü oluy ordu. Rock And Roll kendisiy le birlikte Elvis Presley'i de ilahlaştırıy ordu. Artık düny ada Elv is kasırgası esmektey di. '50'lerin sonlarıy la birlikte Avrupa'ya açılan, ardından da tüm düny aya y ay ılan Rock And Roll, '60'ların ortalarında Beatles'i tamdı. Ve Beatles bu dönemde y aygınlaşarak, unutulmazlar arasına girdi. Gençler arasında bü yük beğeni toplay an Beatles "Rock"da "dev rim gerçekleştirdi" diy e tanımlandı. Artık, milyonlarca genç, giy imleriy le, saç modelleriy le Beatles üy elerini taklit ediy or, onlar gibi olmay a çabalıy ordu. Ancak tüm bunlarla birlikte bu dönemde öne çıkan "blues" v e "rock" ın doğası gereği isyancı bir içeriği büny esinde barındıran ne Elv is'ti ne de Beatles. Ve bu dönem "rock" v e "blues"ın gözde isimleri, bu müziği kendine has içeriğiy le yorumlayanlar Cecil Sharp, Muddy VVaters, Woody Guthrie, Bob Dy lan, Pete Sieger gibi isimlerdi. Bu müzik türünün gelişmesinin nedeni ise sanay inin v e teknik ilerlemenin bir ürünü oluy ordu. Düny ada gelişen sanayileşme müzikal değişimi de beraberinde getiriy ordu. Bu y ıllardan itibaren y ay gınlaşan "rock" sanay inin müziğe etkisi olarak nitelendirilmelidir. Y ine "Blues" ve "Raggy"y i de


böy le değerlendirmek gerekir. Düny ada bunlar olurken peki Türkiy e'de neler oluyordu? Türkiy e, teknolojik gelişimi geriden de olsa takip etmeye çalışıy ordu. '60'lann ortalarına gelirken ülke henüz telev izy onla tanışmamıştı. Anadolu telev izy ondan habersiz, hala onu tanımıy ordu. Cumhuriy etin ilk y ıllarından itibaren rady o y ay ınlarım dinleme şansına erişen Anadolu insanı ancak '60'lann sonlarına doğru telev izy ona kavuştu. Önceleri haftada üç gün ve belirli saatler arasında y ay ın y apan TRT ancak '71'de bütün ülkeye y ay ın y apabilecek adımları attı. Ve aşamalı olarak, '70'lerin sonlarına doğru y ay ın saatlerini genişletti. Bu y ıllardan itibaren ülkenin ilk v e tek telev izy onu olma şansım kullanmay a başladı. Artık TRT medyanın tek hakimiy di. Sınırlı saatler arasında y ay ınlar y apmasına karşın alternatifi olmaması nedeniy le gündemi belirleme şansına erişti. Telev izy onun, ailenin bir ferdi olması da işte bu y ıllarda başladı. Ancak, telev izy onun hakimi TRT müzik açısından ailenin muhaf azakar çocuğu oldu. Tabii, y ıllar ilerledikçe de bu, ailenin muhaf azakar efendisine dönüştü. Halkın kültürel-sosy al gelişimini gözardı eden v e bu bakış açısıy la politikalar üreten TRT, önceleri halk türkülerinin derlenmesi v e yay ınlar y oluy la geniş kesimlere ulaştırılması gibi olumlu adımlar atmasına karşın bir süre sonra y erini muhafazakar bir y apıy a v e tekdüzeliğe bıraktı. TRT'nin muhaf azakar kaf a y apısı türkülerin

çok sesli y orumlanmasını kesinlikle reddediy ordu. Bu y önde çalışma y apanlara ise saldırganca tav ırlar sergiliy or, onları dışlıy ordu. Türkülere tabu gibi y aklaşıy or, türkülerdeki değişime kesinlikle karşı çıkıy ordu. Oysa kendisinin de bildiği gibi o türküler TRT'nin eline geçene kadar sürekli değişiyor, zamana ayak uy duruyor, durmak bilmiy ordu. TRT'nin bu bakış açısı müzisyenlerde de etkisini buldu. Hareket etmeyen, durgun, donuk bir ruh haliy le okunan türküler, sahnede duruş biçiminden, türküy ü okuyuş biçimine kadar bu hav ay ı y ansıttı. Gençliğin dinamizmden uzak bu tarz, belki de zorunluluktan dolay ı bir süre kendini dinlettirdi ancak bir süre sonra bu zorunluluk da pek etkili olmadı. Ve TRT'nin y anlış, türküler politikası pahalıy a mal oldu. Artık gençler türkü politikasından usanmış, bu nedenle türkü söy lemiy or, bağlama çalmıy ordu. Hatta y olda bağlama taşımaktan bile çekiniy ordu. Zaman, türkü söylemenin, bağlama çalmanın geri kaf alılık olarak nitelendirildiği bir döneme evriliy ordu. Oysa geri kaf alılık TRT'nin ta kendisindeydi. Bu y ıllarda türküleri çok sesli y orumlay an v e türkülere büy ük katkılar sunan, ona açılımlar sağlay an Ruhi Su da politik çizgisi nedeniyle saldırılara uğramaktaydı. Y apağı çalışmalar engellenmekteydi. Ancak her şey e karşın Ruhi Su'nun bu çalışmaları daha sonraki y ıllara ışık tutacak nitelikteydi. Ay nı y ıllar "abdal" kültürünün çağdaş temsilcilerinden Neşet Ertaş geniş halk kesimleri taraf ından tanınmay a başladı. Artık müzik çevreleri "Bozlak" ustası Muharrem Ertaş'ın oğlu Neşet Ertaş'ı tanıy ordu. Ama yürürlükte olan genel müzik politikası

tavı r / müzik / mart 2000 / sayı : 21

onun da önünü açmak taraftan değildi. Siy ah-beyaz ekranlarda müzik deyince değinmeden geçemeyeceğimiz bir nokta da Eurov ision Şarkı Y arışmalarıdır. Türkiy e'nin uzun y ıllar gündeminden düşürmey eceği Eurov ision Şarkı Y arışması siy ah-beyaz ekranın ilk y ıllarıy la birlikte halkın gündemine oturdu. Eurov ision şarkı yarışması'nın olduğu günler adeta nef esler tutuluy or, telev izy onun karşısından ay rılınmıy ordu. Herkes, Türkiye adına katılan şarkının iy i bir derece alması için neredeyse dualar ediy ordu. Ama beklenenin aksine her def asında sonuncu olmak izley enleri hüsrana uğratıy ordu. Tabii ki sonunculuğun nedenleri ise her zaman Av rupa'nın Tür kiy e'y e düşmanlığı olarak nitelendiriliy ordu. Oysa müzikal olarak y anlış politikaların kurbanı olunuy ordu. Kendine has, y erel müziğimizin üzerine batının çok sesli yapısını oturtmak v arken direkt batı müziğini taklit etmek tercih ediliy ordu. Elbette batı müziğinin kötü birer taklidi olan bu yapımların iy i bir derece almasını beklemek de oldukça y anlış oluy ordu. Nitekim iy i bir sonuç da alınamıy ordu. Örneğin "operanın merkezi" diy e ta-


y an müzisyenlerin çalışmaları; bir y andan da var olan y aşam şartlan "minübüs müziği"ni y ani, daha sonra "arabesk" olarak adlandırılan türü doğurdu. "Bir teselli ver bir teselli ver yarattığın Mecnuna bir teselli ver" 70'te "bir teselli v er" kırkbeşliğiyle bir anda çıkış y apan Orhan Gencebay gecekondularda yaşayan halkı, yoksul emekçi kesimleri, işsizleri o dönemin dey imiy le "gariban kesimi" sarıp sarmalamıştı.

nımlay abileceğimiz Avustury a'dan, Çetin Alp'in y aptığı 'opera'(!)nın puan almasını beklemek elbette saçma bir-şey olmaktadır. Öy le ki Eurov ision şarkı y arışmalarında tüm zamanların en kötü parçası "Opera" seçilmiştir.

Arabesk Y oksul Anadolu halkı geçim sıkıntısı içinde inim inim inlerken derdine derman arıy ordu. Taşı toprağı altın olan İstanbul ise karşılarına umut ışığı olarak çıkıy ordu. Ancak büy ük şehir İstanbul'a v ardıklarında ise hiç de umutlarını bulamıy orlardı. Elinde tahta bav ulu sırtında çadırıy la Hay darpaşa Garı'ndan çıktıklarında karşılarında y oksul köy lerinin, kentlerinin y anı sıra onları y utmaya çalışan bir canavar çıkıy ordu. Geçim sıkıntısı, işsizlik yaşamlarının ay rılmaz parçası iken, tabir edilen biçimiy le aslanın ağzındaki ekmek bir anda aslanın midesine düşmüştü. Onu çıkartmak ise her y iğidin harcı değildi. Bu büy ük şehirde y apayalnız kalmak korkutucu bir hal almaktay dı. Çözüm ise kendi hemşehrilerinin bulunduğu mahallelerde y aşamaktı. Tabii bunun bir başka boy utu da kendine y abancı bu kentin getirdiği hasretlikti. Halk kendinden olanı arıy or ama bulamıyordu. İşte bu y ıllarda, bir y andan türkülerin y aşadığı tıkanıklığı aşmaya çabala-

Gerek müzikal f ormuy la bu kesimlere y abana gelmeyen, gerekse anlattıklarıy la daha sosy al bir y apıy a sahip bu tür kısa sürede y ay gınlaştı. Öy le ki Orhan Gencebay 'ın 1968 y ılında piyasay a çıkardığı ilk plağı "Başa gelen çekilir"den bir y ıl sonra, '69'da hazırladığı "Sev enler Mesut Olmaz" adlı kırkbeşliği bir ay içinde 150 bin satmışta. Asıl çıkış y aptığı plak ise "Bir Teselli Ver" olmuş, bunun satışı da kısa süre içinde 600 bine ulaşmışta. "Hor gör me garibi Nice umut dolu hayat yolunda yolunu kaybeden garip ne yapsın her şey haktan ama zul met me kuldan gönül bir zalimi sevdi ne yapsın Madem ki yaşamaya geldik dünyaya benim de her şeyde bir hakkım vardır sevmiyorsan hor gör me bari benim de senin gibi allahım vardır " Geniş kesimler taraf ından ilgi gören arabesk pek çok Anadolu genci için ise umut ışığı oldu. Y anık sesli, y oksul, Anadolu'nun bağrından gel miş gençler için ekmek kapısıy dı artık arabesk. Arap müzikal motif lerini işley en pek çok müzisy en meşhur olma y olunda ardı ardına plaklar çıkarmay a başladı. Ferdi Tayf ur, Müslüm Gürses v b. Önceleri daha çok ekonomik zorluklar altında ezilen kesimlerin acılarını anlattığı gibi, adaletli bir y aşam özlemini de dile getiren Arabesk, sonraları ise derdini if ade eden ama kaderi-

ne teslim olmuş bir ruh haline büründü. Orhan Gencebay'ın "Böyle gelmiş böyle gitmez Bu derde sabır yetmez..." dizelerinin y anı sıra Ferdi Tayf ur'un: "...ağlamak ne kar eder böyle gelmiş böyle gider..." dizeleriy le içerikteki dönüşüm gözler önüne seriliy or. Bu değişim '80 sonrasında daha da belirginleşiyor. İçerikteki değişimi '80 askeri darbesinin toplum üzerindeki etkilerine bağlamak y erinde olacaktır. '70'li y ıllarda oldukça y üksek olan hak alma bilinci arabesk parçalarda da gözlenirken daha sonraki y ıllarda y ılgınlığın v e kaderciliğin y ükselmesi toplumsal muhalef etin düşmesiyle oluşmuştur. '80 askeri darbesinin halk üzerinde uy guladığı baskı v e zor, politik dengeleri alt üst etmiştir ve bu nedenle y eni sürecin hakimi ordunun politikaları müzikal biçimi v e içeriği belirlemiştir. Tüm bunlarla birlikte arabesk '90'ların başlarına kadar gündemdeki hakimiy etini korur. Y ine bu y ıllarda, Batı müziğinin kötü taklitleri olan "aranjmanlar" ise biraz daha elit tabakay a seslenir. Ancak arabesk kadar, büy ük halk kesimlerine ulaşamaz. • -sürecek-

tavı r / müzik / mart 2000/sayı : 21


lük

Vatanım... İhanet maya tutmaz toprağında, bedenler senin için harlanır newrozlarda. Binlerce yıldır özgürlüğe hasret yaşarız toprağında. Sevdalıyız sana... Dağlarında, sokaklarında, sularında büyüttüm sana sevdamı. Acılarıma öfkeme u mutlarıma işledi m adın ı. Seni, ben sensizliğinde, seni ben sana olan hasretliğimde sevdim. Binlerce yıllık bir hasret, bir özle m, bir tutku bu. Sevincimiz seninleydi, acımız seninle... umutlarımızı hep taze tuttun. Sen toprağımdın be nim, ö zgürlük en çok sana yakışırdı. Senin olmal ıydı. Gün oldu senin uğruna ateşlendi bedenler, gün oldu toprağına düştü, Kemal Askeriler, Zehralar, Abdiler ve daha nice evladın. Sen toprağımdın beni m, koynunda doğ muş çamuruna bulan mıştım. Sen e meği mdin beni m. Tarla mdaki başağım, soframdaki aşımdın. Se ninle düğünlerde halaya durup, uğruna düşenlerin ardından ağıtlar yaktım. Ve çocuklarımız... Yaşına doymadan ölen çocuklarımız... Önce açlığı tanıdılar, sonra ölü mü. Oyunlarında savaş vardı, ölüm vardı, acı vardı. Gerillacılık oynadılar, o mi nik parmaklarıyla ya-

lancıktan kurşunlar sıktılar düşma na. Öfkeleri gerçekti.... Küçücük bedenlerinde büyümüş yürekleri esaretin altında özgürlüğe sevdalı çıktılar dağların doruklarına. Umutları büyüktü. Yalındılar... Sular gibi saf ve berrak. Toprağın ın rengindeydi tenleri gözlerine gökyüzünü sığdır mışlardı. Başak rengini vermişti saçlarına. Cesurdular kavgada... Hüsniye'ydi, Kenan'dı, Gülseren'di Nazımdı, Feride'ydi adları. Onların yüreklerini öfkeyle dolduran gençlerin düşlerinde, umutlarındaydın. Senin gibi cesur, senin gibi inatçıydı kavgaları da. Yüreklerini öfkeyle dolduran evlatlarının düşlerinde umutlarındaydın. Onlar ninnilerinde, öykülerinde masallarında tanıdılar De mirci Katva'yı, Zalim Dehak'ı... Binlerce yıl önce Dehak'a sunulan beyinlerini şimdi Yeni Dehaklar tesli m al mak istiyordu. Dili kültürü yasaktı onlara. Toprakları postal altında ezilirdi. Onların dillerinde özgürtavı r / newroz /mart 2000 / sayı : 21

isyan vardı. Toyluklarına, sevdalık çağlarına aldır madan sarıld ılar ve sarılıyorlar hala kleşin soğuma mış tetiğine. Ve hiç soğumuyor silahları, hiç susmuyor... Yüreklerinde binlerce yıllık bir kin, binlerce yıllık bir ö zle mle basıyorlar tetiğe... Kalk ayağa, suskun, boynu bükük dur ma öyle. Biz hiç in medik o mor dağların doruklarından, seninleyiz. Hüznü çıkar at yüreğinden, bir daha uğra masın topraklarına. Güneşi aldık elleri mize, ateşiyle ısıtıyoruz soğuyan yürekleri acılarımızı yeni acılarla har manlayıp direnişlerde, cephelerde öğütüyoruz. Ve bir bir düşüyoruz bağrına. Havan sesleri yankılanınca koyaklarında Newroz çiçeklenince yeniden çoğalıyoruz. Bak yaralarımız kana maya de vam ediyor. Yakılan köylerimizden du manla r tütmeye devanı ediyor. Acılarımız hiç din medi, analarımızın feryatları susmad ı daha. Ve susmadıkça daha özgürlük bitmeyen bir sevda gibi büyüyecek ülkemde.


nternet'in kökeni 1970'lere ARPA Projesine dayanır. ARPA, Arvancet Research Project Administration (Yüksek Araştırma Proje idaresi)'in kısa adıdır. O dönemlerde ABD Savunma Bakanlığı gelecekte gücün bilgisayar teknolojisini en iyi kullanan ülkede olacağını düşünmektedir ve bu yüzden üniversiteler ve araştırma kuru-

luşlarını biraraya getirerek çalışmaya teşvik eder. Bu çalışmaların sonucunda ARPANET ortaya çıkar. ARPANET, günümüzdeki İnternet'e oranla çok daha küçük ölçekli, ama gün geçtikçe büyüyen, bir merkezi bilgisayar ağıdır. Zamanla ABD'de tüm üniversiteler ARPANET'e bağlanırlar. 1980'lerde NSF (Amerika Ulusal

tavı r / internet / mart 2000 / sayı : 21

Bilim Kurumu) Amerika'nın rekabet gücünü koruması için güçlü bilgisayar teknolojisi ve ağlarının gerekliliği düşüncesinden hareketle ARPANET'i geliştirmeye soyunur. NSFNET kurulur. Bu bilgisayar ağı çok daha büyük ve gelişmiş teknolojiyle donatılmışır. Bu teknoloji her geçen gün gelişir ve 1991 yılında kısaca 'dünya üzerinde bilgisayarların ortak bir ağ üzerinde haberleşmesini sağlayan ortam' denilen İnternet kurulur. İnternet, diğerlerinden çok daha büyük, tüm dünyaya hitap eden bir bilgisayar ağıdır. İnternet'in kurulması, tüm dünyada büyük yankı yaratmıştır. Kimileri "matbaadan sonraki en büyük buluş" demiş, kimileri "elektronik devrelerin zaferi" olarak nitelemiştir. İnternet, kurulduğu günden itibaren hızla büyümüştür. Bugün, dünyada yüzmilyonlarca kişi İnternet'e bağlanmıştır. Ülkemiz de dünyadaki bu "İnternet çılgınlığından nasibini almıştır. İnternet, ülkemize ilk olarak 1993 yılında ODTÜ ile girmiştir. Ve kı sa sürede tüm ülkede yaygınlaşmıştır.


Bugün Internet, elbette birçok kolaylık, olanak sunmaktadır. Dünyanın diğer ucundaki bir kişiye elektronik posta kanalıyla anında mektup gönderilebilmektedir. Ya da merak ettiğiniz bir konu hakkında ayrıntılı bir araştırma yapmanız için, o şeyin adını yazıp "enter"lemeniz yeterlidir. Bunların dışında haberleşme, tanıtım, alış-veriş vs. pek çok konuda kolaylıklar sunmaktadır. Ancak bunların dışında, bize verdiği kadarını, belki de daha fazlasını bizden alıp götürmesi tehlikesiyle de karşı karşıya olduğumuz da bir gerçektir. İnternet'in doğup büyümesi ve yaygınlaşmasıyla birlikte "İnternet ticareti" ve "İnternet Tacirliği" de doğal olarak gelişti. İnternetin kurucusu olan Bill Gates bugün dünyanın en zengin adamı olarak kabul edilmektedir. Yine Bill Gates'in patronu olduğu Microsoft ve Amerikan Medya Tekeli Time Worner'ın geçtiğimiz günlerde birleşerek 'dünyanın en büyük medya devi'ni oluşturduğu hepinizin malumu. Bunun dışında "İnternet'in yeni tüccarları", "İnternet zengini" gibi kavramların yanı sıra "İnetrnet'te secno savaş", "Uluslararası şirketlerin bilgi hırsızlığı" kavramları gazete başlıklarını sü sler oldu. Ancak bu tip haberlerin dışında asıl tehdit altında olan şey başka: "Yerleşik halk kültürleri; ahlaki değerler."

rinde Internet kullanım oranı yükse ktir. Ama evlerde, özellikle de gelir seviyesi düşük insanların yaşadığı mahallelerde bu oran oldukça düşü ktür. Bu durum, internet cafelerin açılmasına ve "tutmasına" vesile olmuştur. Bugün hemen her semtte internet cafe bulunmaktadır ve sayıları her geçen gün artmaktadır. İnternet cafelerin açılmasına müdahale edilmemesi, ruhsat alımlarında problem çıkartılmaması, hatta bu işin teşvik edilmesi' devletin en yetkili ağızlarınca dile getirilmektedir. Yine devletin resmi televizyon kanalı TRT, bir programında yapacağı yarışmanın sonunda "Bir okula otuz bilgisayar" ve "Bir ile internet cafe" vermektedir. Yani internet cafelerin gelişip yaygınlaşması, bir devlet politikasıdır. Peki bu politikanın sebebi nedir? Yoksa bizim tanıdık bildik bırakın okullarında bilgisayarla eğitim vermeyi bilgisayarsızı bile zar-zor veren, eğitime en az bütçeyi ayıran, eğitimi paralı hale getiren kırk yıllık politikalar gitmiş, yerine modern, çağı yakalamayı hedefleyen, bilgisayar çağında tüm halkının ilim, irfan sahibi olmasını isteyen politikalar mı gelmiştir? Yoksa işin içinde baş-

İnternetle birlikte, İnternet tacirliğinin de geliştiğini yukarıda belirtmiştik. Bu ticaret biçimi, dünyanın değişik ülkelerinde, değişik yöntemlerle hayata geçirilmektedir. Ülkemiz özelinde bu işin rantiyesini yiyen (İnternet bankacılığı, İnternet alışveriş marketleri gibi) büyük paralar kazanan çevrelerin dışında, 'gayet mütevazi, çağı yakaladığımızı gösteren birer bilim yuvası" gibi görünen İNTERNET TİCARETHANELERİ oluşmuştur. Bunlar İNTERNET CAFE'lerdir. İnternetin ülkemizde belli bir yaygınlığı vardır. Özellikle iş yerletavı r / internet / mart 2000 / sayı : 21

ka bir iş mi vardır? Biz bu soruların cevabını merak ettik ve ayrı ayrı bölgelerde internet cafeleri gezdik. Ve bu soruların kafamıza takılmasında ne kadar haklı olduğumuzu anladık. Öncelikle internet cafelerdeki izlenimlerimizi sizlere aktarmak istiyoruz. Gittiğimiz tüm internet cafelerin belli ortak noktaları var. Bu Cafe'ler bilgisayarların olduğu "İnternet" ve yiyecek-içecek servisi yapılan "Cafe" bölümlerinden oluşuyor. Bilgisayarlar saat ücreti karşılığında kiralanıyor. Buralara gidenler genellikle o mahallenin gençleri oluyor. İnternet'e girişler üç ana tercihte toplanıyor. Bunlar yazışma (chat), oyun (game), sörf (araştırma amaçlı bilgi almak için girilen herhangi bir internet sitesi). Bu gruplardan sonuncusu, yani araştırma amaçlı bir internet sayfasına girenler internet cafelerde yok denecek kadar az. Gittiğimiz internet cafelerden sadece birinde, sadece bir kişiyi araştırma amaçlı Sörf yaparken görebildik. Bunun dışında, bilgisayar oyunu oynamak için internet cafelere gelenlerin sayısı hiçte az değil. Diğerlerine göre yaş ortalaması daha dü-


şü k olan bu kesim internet cafeleri 'modernize olmuş atari salonu' olarak görüyor ve bilgisayar oyunu oynamak için buraları seçiyor. Bu kişiler (çocuklar), buradan hiçbir şey almadıkları gibi, oyunların 'cazibesi' karşı sında her gün biraz daha teslim oluyor ve giderek müptelası oluyorlar. O noktadan sonra tüm zamanları bu oyunları düşünmekle, tüm sohbetleri bu oyunları konuşmakla geçiyor. Ve bir kez daha oynayıp bir üst tura çıkmak tek amaç haline geliyor. Bu süre içinde ne okul, ne aileleri ne de ülkede olup bitenler ilgilendiriyor onları. Böylece 'Bilgisayar Çağı İnsanı' prototipinin ilk tohumları ekiliyor: "Daima kazanmaya bak, sadece kendi işinle ilgilen, bu arada bırak şu dostluk, arkadaşlık işlerini çünkü 'sanal' dostluklar kurabilirsin ve onlar sana asla kazık atmazlar..." Tüm bunlara rağmen şunu söyleyebiliriz ki, internet cafelerin asıl kirlenme yaşanan yüzü bu değil. Kullanılan üsluplarıyla, diyaloglarıyla, 'sanal'dan 'gerçeğe' dönüşen ilişkileriyle asıl kültürel ve ahlaki dejenerasyon yazışmalarda (chat) yaşanıyor. İşte size A ve B arasında geçen (Yanlarında anlamlarını da vererek) küçü k bir diyalog: A- Slm, nbr (Selam, naber) B- iii, u (iyiyim, sen?) A- iii, okl, iş (iyiyim, okuyor musun, çalışıyormusun?) B- iş, u (çalışıyorum, sen?) A- iş. asl (çalışıyorum, yaşın kaç, cinsiyetin ne) B- 19, me, u (19, Erkek. Sen?) Ame, işim olmaz, by. ( Bende erkeğim. Baybay) A, B'nin erkek çıkması üzerine yazışmayı daha başlamadan bitiriyor. Yazışmadaki amacın 'bilgisayar kullanmayı öğreneyim, yeni dostluklar kurayım, diyaloglarımı ve yazı dilimi güçlendireyim' olmadığı, asıl niyetlerin farklı olduğu ortada. Ve ne yazık ki yazışmaların büyük bir kı smı bu mantıkla yapılıyor. Yazışmaların olduğu ana sitelere girip

orada ismi yazılı olanlardan birini seçmeniz ve o kişi ile yazışabilmeniz için yukarıdaki diyalogda geçen terimleri bilmeniz gerekiyor. Onları bilmiyorsanız 'adam yerine konmuyorsunuz'. Biz boş bulduğumuz bir bilgisayara geçiyoruz. Amacımız internet cafeler aracılığıyla yazışanları bulmak ve onların yazışma yoluyla düşüncelerini almak. Ancak 'İnternet dili' diye tabir edilen bu terimleri bilmediğimiz için oradan yanımıza 'tecrübeli' birini alıyoruz. Bu kişi önce yazışmak isteyen kişilerin isimlerini bıraktıkları ana sayfalardan birine giriyor. Bu sayfada yazılı olan mesajları görüyoruz. Yüzümüz kızarıyor. Sayfaya bakamıyoruz. Aklınızın ucuna getiremeyeceğiniz bir sürü ahlaksızca yazılmış mesaj, bu sitelere sürekli giren kişiler tarafından çok doğal karşılanır olmuş. Orada gördüğümüz isimlerden birini seçiyoruz. Mesajımızı yolluyoruz. Henüz başlamamış olan sohbetimizin başında kendisine 'bu internet sitesine araştırma için girdiğimizi, kendisine bazı sorular sormak istediğimizi' yazıyoruz. Hiç oralı olmuyor. Sürekli yaşımızı, cinsiyetimizi vs. öğrenmeye çalışıyor. Bir iletişim kuramıyoruz ve o sayfadan çıkıyoruz. Ondan sonra girdiğimiz hiçbir sayfada başarılı olamıyoruz. Sorduğumuz sorular dikkate alınmıyor, sohbetler düğümleniyor. Bu sitelere girerken kendinize bir 'rumuz' isim seçiyorsunuz. Biz tepkileri ölçmek için bir de bayan ismi kullanarak siteye giriyoruz. Sayfamıza bir anda mesaj yağmaya başlıyor. Gelen mesajların dili ve üslubu bu mesajları okuyabilmemizi olanaksız hale getiriyor. Site'den çıkıyoruz. İnternet cafelere gidenlerin en yaygın seçimi yazışmak oluyor. Kimi yeni arkadaşlıklar edinmek, kimi diyaloğunu geliştirmek, kimi de bilgisayar öğrenmek için buralar da yazışmaya başlasa da zamanla kullanılan dil ve üslûba alışıyor ve butavı r / internet / mart 2000 / sayı : 21

nun bir kullanıcısı durumuna geliyor. Önceleri çokça söz edilen ve çokça da mücadele edilen 'kahve kültürü', buna göre çok daha masum duruyor. Çünkü burası her türlü ahlak ve namus anlayışını yok etmeye başlıyor. Bu siteye giren herhangi bir kişi, 'nasıl olsa karşısındakinin kendisini tanıma şansı olmayacağı' düşüncesiyle çok rahat küfürlü konuşabiliyor ya da çok açık bir dille ahlaksız teklifler yapabiliyor. Bu durum zamanla bir kültür haline geliyor ve bu 'sanal alemde' olan herkes bu kültürün bir parçası oluyor. Hiçbir edep, namus kavramı taşımayan bu kültür, internet cafeler aracılığıyla hızla yayılıyor. Yani çeşitli bölgelerdeki internet cafelerin yayılıp çoğalması, bir virüsün vücuda girip hızla çoğalarak onu tüketmesinden başka bir anlam taşımıyor. Gerek oyunlarıyla, gerek yazışmalarıyla hayatımıza giren internet cafelerin bunca korunup kollanmasının, bu işin teşvik edilmesinin sebeplerini artık daha iyi anlıyoruz. Ahlaki değerlerini yitirmiş, kültüründen uzaklaşmış kişilerin "çağdaş, batılı Türkiye" özleminin önündeki engellerden biri olarak görülen 'batı kültürü ile bütünleşme, kendini batıya kabul ettirme' yolunda önemli roller alacağı düşüncesi, internet cafelerin gelişip yaygınlaşmasını cazip kılıyor. Ülkemizin zenginliklerinin Emperyalizme daha rahat ve sonuna kadar sunulması için gidilen AB yolunda, çocuklarımız, gençlerimiz 'herkes bilgisayar kullanmayı öğrenmeli' masallarıyla zehirleniyor, kirletiliyor, batağa itiliyor. Hal böyle olunca sorun 'İnternet öğrenme, İnternetin sağladığı kolaylıklardan faydalanma' olmaktan çıkıp kültürünü sahiplenip sahiplenmeme sorununa dönüşüyor. Her teknoloji bir yere kadar kullanılabilir. Fakat, kültürel ve ahlaksal varlığınızı tehdit eder hale getirildiğinde, bunun için kullanıldığında elinizin tersiyle itmekten başka yapacak bir şey kalmaz. •



- Ev et. Çok ilginç. "Karıştırıyorlar. Sonra bir suyun üstünde yüzdürüyorlar. Sonra da bir hileyle kağıdı alıyorlar." Aynen bu tabir kullanılmış. Daha sonra bu kağıt Av rupa'da y ay ılıy or. Türk kağıdı adıy la ta 19. yüzy ılın sonlarına kadar Av rupa'da adı bu. Daha sonra Türk mermer kağıdı oluy or. Şimdi mermer kağıdı diy orlar. Kabahat bizde. Biz bıraktık bu işleri. Onlar sahiplendiler, ge liştirdiler. Kısaca tarihi böy le. - Ebruda genel olarak işlenen şekiller, anlatılan konular neler? - Ebruda geleneksel olarak y apılan 78 ay rı desen v ar. Mesela bunlardan bir tanesi "Battal Ebru" Ebrunun ilki. Buna "Terzi-Kadim" de diy orlar. İki tarz manasında. Bütün diğer ebru desenleri de bu battal ebrusundan çıkıy or. Buna bir bez y ardımıy la gel-git hareketleri y aptırdığımızda "gel-git ebrusu" oluy or. Sonra tarak tabir edilen aletlerimiz v ar. Onunla suy un yüzey i çizildiği zaman taraklı ebrular çıkıy or. İşte "bülbül yuv ası" gibi, "somaki" gibi değişik ebrular var. - Ebruya olan ilgi nasıl? Sizi mem nun ediyor mu? - Şu anda çok şükür, çok iy i düzey le re geldi, işe 1973 y ılında başladığım za man bu sanatı bilen, öğreten ciddi bir kuruluş, bir kurum, bir kişi yoktu. Bir kaç kişinin bilgisi altınday dı. O zaman işte bilinen en büyük usta zaten bu sa natı günümüze getiren zincir halkasının en önemlilerinden biri Mustafa Düzgünman v ardı. O y ıllarda bu sanatlar pek ilgi, itibar görmüyordu. İbn-i Si na'nın bir sözü var. Sanat v e kültür ilgi, itibar görmediği y erden hicret eder. Buy run, bu sanata da böy le olmuş. İlgi, itibar görmemiş. Mesela, şöy le bir örnek v ereyim. 1973-74 y ıllarında bir sayfa eb ruy u 25 kuruşa satardık. O zaman bir si mit 25 kuruştu. Y ani bir ebrunun bir si mit kadar değeri v ardı. Ama şimdi du rum çok değişti. Bu sanat üniversitelere bile ders olarak girdi. Sanata ilgi duy an, gönül v eren bir sürü genç v ar. Şimdi hak ettiği değeri buldu. Ama daha da bulacak. Bu sanat engin bir sanat. Uçsuz

bucaksız bir sanat. Çok sır dolu bir sanat. Soy ut sanat. Y ani her türlü modern sanatla y arışabilecek bir sanat. Onun için de bir y enilenme ihtiyacı bu sanatta pek olmaz. Gerçi bugün için bir rönesans y aşıy or diy ebiliriz. Bu daha da ileriye gidecek. - Eserlerinizi nasıl tanıtıyorsunuz? - Dev amlı olarak sergiler açılıy or. Y urtdışında da bu sanata ilgi bir hay li arttı. Y aklaşık yüzün üzerinde y urtdışı sergim açıldı. İşte 45-50'y e y akın da y urt içinde sergim açıldı. - Kişisel sergiler mi? - Kişisel, karma sergiler. Bu arada dersler, seminerler, sempozy umlar oluy or sanatla ilgili. - Geçtiğimiz senelerde İstanbul'da bir ebru kongresi düzenlendi. Bu kongreye ilgi nasıldı? - Ev et, iki sene evvel 1997 Haziran'ında burada y apıldı. Y aklaşık 100 kişi katıldı. Bunlardan 80'i y abancıy dı. Türkiy e'de y apılıy or, biz y erli yirmi ebrucuy u nerdeyse silah zoruy la topladık. Ama sırf 45 kişi Amerika'dan geldi. İki kişi Hawai'den geldi. Hawai neresi, İstanbul neresi? Ve ebru sanatıy la ilgili kongrey e geliy orlar. Av ustralya'dan gelenler v ar. Hepsi ebrucu.

- Ebru sanatının diğer boyama sanatlarıyla ilişkisini anlatabilir misiniz? - Şimdi ebru, tarihi içinde h a t sanatına y ardıma sanat olmuş. Ama bugün çerçev esinin dışına çok taştı. Ay rıca bir ebru üzerine tezhip, resim yapılabiliyor. Ordan çalışmalar yapılabiliy or. Bu bir tekniğin adı. Abrudan geliy or. Farsça, su y üzey i demek. Ay nı tekniği kullanarak bugün bu teknikle ahşaba, seramiğe, kumaşa, bunu hepsine uy gulayabiliriz. - Bu tür geleneksel sanatları daha

da yaygınlaştırmak, tanıtmak için neler yapılabilir? - Bir sanatı, bir kültürü y aşatmak için onu y aşamak lazım. Sadece galerilerde, müzelerde y a da kitap sayfaları arasına sıkışmış sanatın pek bir kimsey e fay dası y ok. Bugün bir tezhip sanatı dediğimiz sanatın kullanım alanı o kadar çok güncelleşmiş ki bir bulut y a da bir rumi desenini bir caminin kubbe süslemesinde, kalem işinde görebiliy oruz. Bir kumaşın üstüne işlenmiş olabiliy or. Bir hattan etraf ındaki kırpıntı olabiliy or. Hatta bir bakıra ustası onu tencerey e katabiliyor. Bu kadar gelişmiş. - Şu an çalışmalarınızı yürüttüğünüz Ebristan'ı anlatabilir misiniz? Böyle bir yeri açmaya nasıl karar verdiniz? - Şimdi burasını bir ebru müzesi, y aşay an ebru müzesi olarak düşündük. Adını da Ebri-İstanbul kelimesinden türettik. Eski ustalarda zaten Farsça tabiri "ebri" kelimesini çok kullanırlar. Bu adı koy duk. Burası ebru sanatını y aşatan, öğreten, gerektiğinde restorasy onunu y apan, kolleksiy onlan toplayan, y aşay an müze halinde. - Çalışmalarınızda başarılar dile riz. Bize vakit ayırdığınız için teşek kürler. • E-mail: yasin.a@superonline.com

tavı r / el sanatları / mart 2000 / sayı : 21


alk müziğinin oluşumunda görev alan v e etkileri tartışılmaz olan kişiler halk ozanlarıd ır. Onların y apıtları zaman içinde, dilden dile, kulaktan kulağa iletilerek topluma aktarılmıştır. Bu aktarma sırasında belgeleme olanağı bulunmadığı için, değişerek, bozularak, ilk şeklinden tamamen ay rı bir görünüm de kazanabilir. Günümüzde notay a alma, belgeleme sorunu pek f azla y aşanmadığı için böy le değildir. Y ine de hala notay a alınmamış, derlenmemiş türkülerimiz v ardır. Günümüzde türküler belgelenebildiği için anonim olma durumu oluşmaz y ani bestecisi bellidir. Bazı müzik çevreleri de bu duruma karşı çıkar. Y ani ozan geleneğine, türkü üretenlere karşı çıkarlar. Bestecisi belli olunca halk türküsü olamay acağı kanısı taşırlar. Tabii bu da ay rı bir tartışma konusudur. Bugün baktığımızda, herkes halk müziği dinliy ordur. Herkes halk müziğini sev iy ordun Ama nasıl bir halk müziği? Sağımız, solumuz, ilerimiz, gerimiz hep türkülere hay ran. Telev izyonlarda aslında pek de halk müziği ne benzemey en -tek benzerliği ise ez-

gisinin kulağımıza y abancı olmamasıdır.Bir çok müzik çıkıy or karşımıza. Sanatçının kendisine sorsanız pop, rock vb. f ormund a düzenlenmiş bu parçaları halka sev dirmek için y aptığını söy leyecektir. Ama işin aslı pek de öy le değildir. Y a ticari kay gılarla y a da üretim tıkanıklığından, bu tür parçalar y apılır. Sonuç olarak, söylenenin aksine halk müziğini sevmek y erine iy ice koparız halk müziğinden, üstelik halk müziğini de y anlış kavramış oluruz. Durum böyle olunca günümüzde artık say ılan çok azalan halk ozanlarının değerleri belki biraz daha iy i anlaşılır hale gelir. Bu ozanlardan birisi de "Beni m sadık yarim kara topraktır." diy en Aşık Veysel'dir. Bir şiirinde "Üçyüz onda gelmiş i-

tavı r / aşı klar / mart 2000 / sayı : 21

dim cihana" diy or aşık. Y ani 1894'te... Siv as'a bağlı Şarkışla ilçesinin Siv ri-alan Köy ü'nde doğmuş Aşık Veysel. Gülizar Ana O'nu, Ay ıpınar merasına koy un sağmay a gittiğinde, y ol üstünde doğurmuş. Y ıllar geçmiş, Veysel y edi y aşma gelmiş. O y ıllarda bir çiçek hastalığı salgını olmuş Siv as'ta. Küçük Veysel de y akalanmış bu hastalığa v e sol gözünü bu hastalık yüzünden kay betmiş. Sağ gözüne de perde inmiş. Ne v ar ki talihsizlik yakasını bırakmamış Veysel'in v e bugün inek sağarken babası y anma gel-


halde, aşık geleneği uyarınca bundan sonra bütün y urdu dolaşmış Aşık Veysel. Halk ozanlarından en çok Karacaoğlan'ı, Y unus'u, Emrah'ı, Dertli'y i sev miş. Çağımız ozanlar ından Ahmet Kutsi Tecer'in ay rı bir y eri vardır Aşık Veysel'de. Onun aracılığıy la Köy Enstitüleri'nde bir süre saz öğretmenliği de y apmış Aşık Veysel. Sırasıy la Arif iye, Hasanoğlan, Çifteler, Kastamonu, Y ıldızeli, Akpınar Köy Enstitüleri'nde bulunmuştur.

miş; Veysel aniden dönünce kenarda duran bir sopanın ucu perde inen gözüne giriv ermiş. İki gözü kör olmuş. Babası, bunun üzerine halk ozanlar ın dan şiirler okuy up ezberleterek avutmay a çalışmış oğlunu. Siv as köylerinde onlarca halk ozanı v ardır. Evlerine gelen saz şairlerini ilgiy le dinlermiş Veysel. Babası oğlunun ilgisini görünce bir saz alıp v ermiş ona. İlk saz derslerini de, babasının arkadaşı olan Çamşıhlı Ali Ağa'dan almış. İlk önceleri ünlü halk ozanlar ının şiirlerini çalıp söy lemiş. "Sen petek misali, Veysel de arı İnleşir beraber yapardık balı Ben bir insanoğlu, sen bir dut dalı Ben baba mı, sen ustanı unutma" Aşık Veysel sazına çok düşkündür ve sazıy la kay naşmıştır. Bu y üzden bir dönem Siv as'a inmez olmuştur. Çünkü elindeki sazı gören polis v e jandarmalar hemen sazı alıp f ırında y akıy orlardı. Bu sadece Aşık Veysel'e uy gulanan bir şey değildi, tabii ki. O y ıllarda görülen her saza ay nı uy gulama y apılıy ordu. Bunun nedeni sorulduğunda ise; "Saz çalmak gericiliktir. Saz gerici bir mü zik aletidir. Dahiliye vekaletinden öyle emir aldık." diy e cevap veriliy ordu. Cumhuriy et sonrası batılılaşma politikalarına hız v eren iktidar, kendi ülkesinin kültürünü böyle y ok etmey e çalışıy ordu. 1933 y ılına kadar hemen hemen hiç köy den dışarı çıkmamış olduğu

"Enstitü bir kovana misaldir Her türlü çiçekten alır bal yapar Yurdu muz içinde doğru bir yoldur Memlekete kanat takar kol yapar Mahmudiye Ha midiye Çifteler Enstitü köylere yapacak neler Bu toplu fikirle dağları neler Kimisi makine kimi bel yapar" Doğa ve İnsan Sevgisi Aşık Vey sel'in bir başka özelliği de gözlerinin görmemesine rağmen doğay ı v e insanları çok sevmesidir. Ondan önce köy ünde bir tek meyva ağacı y okken, o köy de bir meyva bahçesi yetiştirmiştir. Hem de öy le bir meyva bahçesi ki, içinde elmadan kay ısıy a, kirazdan cev ize kadar bir çok meyva ağacı v e çiçekler v ardır. Aşık Veysel kardeşlerinin y ardımıy la y aptığı bahçey le köylülere "O kör değil miş, meğer kör olan bizmişiz." dedirtmiştir. Bunlar şiirlerine de y ansımıştır. "Yel değdikçe ince dallar ses verir / Yeşil yaprak etrafına süs verir / Aşılarsan meyvesini has verir / Türlü türlü sada verir ağaçlar." Ay rıca şiirlerinde köy insanı v e onun gerçekliklerini de dile getirmiştir. "Dinle çiftçilerin garip halini/İlk baharda çifte başlar çiftçiler / Hiç bir zaman işten çekmez elini / Durma z yıl on - iki ay işler çiftçiler" Aşık Veysel'in Kişiliği Y azımızın sonunda O'nun kişiliğini Sabahattin Ali'nin kaleminden aktaralım. "İlk bağlandığım ve o gün bugündür tavı r / aşı klar / mart 2000 / sayı : 21

artıpta eksilmeyen tarafı olgun insanlığı, sözünde ve işindeki dürüstlüğü, her halinin yerindeliği ve anlayışlı inceliği oldu. Aşık Veysel bildiğini tam biliyor, bil mediğini rahatça söylüyor, karşısına çıkan her yeniliğe saygılı bir dikkatle her an açık duruyordu. Ömrünü pazarlıksız, şikayetsiz, bir cömertlikle bağladığı sazın ı dinlerken, çalarken, ektiği buğdayı biçen bir köylü kadar tabiydi." Y unus'tan bu y ana halk şiir zincirinin son halkası sayabileceğimiz Veysel, 21 Mart 1973'te öldüğünde arkasında y üzlerce şiir ve türkü bırakmışta. O, sadık y ari kara toprağına kav uşmuştu... • E- mail: ozcans env er@hotmail.com


n önce babam işitmiş sesimi, 19 17 yıl ı Te mmuz'unun güneşli bir sabahında. Sonra odaya birer ikişer dolmuş mahalle mi zdeki komşular." Sonra bir y atsı zamanı adını "Kadir" koy muşlar. Böy le başlamış A. Kadir'in devrimci bir şair, ay dın, çevirmen v e basın emekçisi olarak sürecek yaşamı. İstanbul doğumlu. Asıl adı Abdülkadir Meriçboy u. 1908, II. Meşrutiyeti'nden sonra Manastır'dan, İstanbul'a gelen Makedony alı bir ailenin çocuğu. "Babam Harbiye Nezaretinde katip subay, hem zor ba, hem alkolik. Anamsa halis köylü kadını, melek gibi, iyi yürekli" diy e anlatıy or ailesini. Beş y aşında mahalle mektebine gider. Çok sert, nemrut bir din adamının bol f alakalı, cezalı eğitiminden geçer. "Sonraları bende başveren baskı ve zorbalığa karşı öfkenin tohumlar ı o yıllarda atılmış olabilir" der. Sekiz y aşınday ken babası ölür. Anası v e üç kardeşiy le babasından bağlanan az bir maaşla y oksul kalırlar. Daha o y aşında bir emekçi olarak yaşamı sırtlar, sepet örer, kahv eci çıraklığı y apar, kurabiye satar. Böy lece defter, kitap parasını kazanarak güç bela ilk v e ortaokulu bitirir. Gönlünde y atan aslan, f abrika köşelerinde sürün-

memek, doktor, mühendis y a da hakim olmaktır. Fakat ailesini geçindirme mecburiy eti y üzünden v e biraz da ağabey inin zoruy la, istemeye istemeye de olsa Kuleli Askeri Lisesi'ne girer. Ağabey i de askeri okul okumuştur. Kendisi de okulunda başardı bir öğrenci olur. Fakat bir merakı vardır: "Önü mde kitaplar vardı. Dizi dizi, boy boy kitaplar. Eğildim sevgiyle, muhabbetle yüreğine onların. Durdum merha metsizce, kımılda madan. Ve birden bire, bir akşatavı r/ biyografi / mart 2000 / sayı : 21

müstü, bir dünyaya giriverdim, rahat, sıcacık ve kocaman." Jules Verneler'den Tolstoy'a, Hugo'dan Gorki'y e uzanan, şiirli romanlı kitaplarıy la bilincini biler. Lisenin ikinci sınıf ınday ken annesini yitirince, ilk şiirini y azar. "Anamın masallarıyla büyümüştü m, onun yanık Ru meli türküleriyle, ağıtlarıyla". Anasının sesini dev ralır. Artık o anlatacaktır halkın hüzünlerini, acılarını. Anasının ağıtların dan, türkülerinden beslenir. Lisenin


son sınıf ınday ken Nazım Hikmet'in şiir kitaplarıy la karşılaşır. Bu şiirler daha önce okuduğu bireyci şairlerin etkilerini siler süpürür. "Rahat, sıcacık v e kocaman bir düny a"y ı Nazım'ın şiirlerinde bulmuştur A. Kadir. Artık, Nazım'ın etkisinde y azacaktır. Bu döneminde yazdığı defterler dolusu şiiri, Harp Okulu'nda okurken saklaması için v erdiği bir arkadaşının y akması y üzünden yitirir. 1936 y ılında lisey i bitirir. Ve Ankara Harp Okulu'na gider. Edebiyat ve f elsef e okumay a hız v erir. Edebiyata meraklı arkadaşlar edinir. Gizli gizli okudukları eserlerin başında Nazım'ın şiirleri gelir. Bu y ıllar, Avrupa'da f aşizmin azdığı y ıllardır. Hitler'in halk düşmanı görüşlerinden f ey z alanlar y alnızca SS subay ları değildir. Bizim ülkemizde de ırkçı f aşistler boy verir. Kendine güv ensiz Kemalist iktidar Alman f aşizmine göz kırpmaktadır, böy le olunca bu ırkçı f aşist güruhlar da iy ice azar. Harp okulundaki bu gruplardan biri daha sonra 1938 Harp Okulu Olay ı olarak bilinen trajikomik davay a kaynaklık eder. Irkçı f aşistlerin ihbarıy la A. Kadir v e 30 kadar arkadaşı 1938 Ocak'ında tutuklanır. "Okul allak bullak oldu. Bugün yarın darağaçları kurulacakmış gibi bir hava esti ortalıkta. Nazım Hik met'te en ufak bir suçu olmadığı halde işin içine karıştırıldı. Sorgulama lar iki aydan fazla sürdü. Daha sonra askeri mahke meye verildik. Nazım, asker kişileri isyana teşvikten, bizse askeri isyandan yargılandık. Mahkeme kısa sürdü. Cezalar yukarıdan buyrulmuştu. Nazım 15 yıl ağ ır hapse mahku m oldu, biz beş arkadaş altı yılla yedi buçuk yıl arasında ağır hapis cezalarına çarptırıldık. Yargıtay Nazım' ın cezasını onayladı, beni m ceza mı on ay hapse indirdi".

parıl mış bir zerdali gibi dur / ben burda zerdalisiz bir dal gibi durayım." Mahkemede başlay an Nazım Hikmetle dostluk, Ankara Askeri Cezav i'nde pekişir. Nazım onu sev er: "A. Kadir'i pek severim. Yüreğimin başında oturan insanlardan biridir. Onun yüreği, halis bir şair yüreğidir" diy e yazacaktır sonradan. A. Kadir ise gençlik günlerinin y ol göstericisini bulmuştur; Nazım. "Onun her hareketini şaşarak izledim. Yaşa ma olan bağlılığı, halkına düşkünlüğü, nerede yumuşak, nerede sert olmak gerekir bilmesi, diren mesi, bütün bunlar bende derin izler b ıraktı". Sonradan ustası için şu dizeleri yazacaktır:

dev am ederken bir yandan geceler boy u gazetelerde düzeltmenlik y apar. B u y andan da düny anın acılarını kendi acılar ı gibi hissetmeye dev am eder. Avrupa'da bir kan v e sav aş f ırtınası eserken İstanbul'da da insanlar açlıktan kırılmaktadır. Bir y andan kanın, açlığın, ölümün hüküm sürdüğü dünyada bir y andan da çıkara küçük burjuv aların kültür yaşamı üzerindeki hakimiyeti sürmektedir. Çıkan dergiler y a f aşistlerin y a da onların elindedir. Bu karanlık içinde Nazım'ın Bursa Hapishanesinde y azıp dışarı çıkarttığı şiirler gücüne güç katar. "Kabıma sığa mıyordu m. Çıkarların ı zorda, gericilikte, haksızlıkta, toplumun felaketinde gören güçlere karşı çıkmalıydı. Sende ölüm bile aydınlık, Bir sanatçı var gücüyle, kendi halkının, tüm onu da yendin sonunda. dünya halklarının yanında olmalıydı, ... Ağlar aç bir çocuk, onların duygularını dile getirmeliydi, bir fabrika kapısında. faşizme ve emperyalizme karşı Şimdi Nazım uyanacak! savaşmalıydı. Çünkü faşizm ve e mHapisten çıkınca Harp Okulu ile ilişiği peryalizm bütün dünya halklarının, dün ya kesilir ve bir süre sonra askere alınır. Er e mekçilerinin gözü dön müş, kanlı bıçaklı olarak iki buçuk y ıl yaptığı askerliği düşman ıydı. Çoğunlukla bu yoldaydı boy unca ilden ile, alay dan alay a sürülür. beni m şiir çalışmalarım, a ma yayımlaya cak "Asker ocağının çok yararı oldu bana. yer bulamıyordu m". Sonunda bir ışık Memleketi mi ve me mleketimin insanların ı görünür v e aylık Y ürüyüş Dergisi'nin asker ocağında daha iyi tanıdım. y önetimini üstlenir. Sait Faik, Orhan Arkadaşlık yaptım onlarla, dert ortağı Kemal, Kemal Bilbaşar, Niyazi Akıncıoğlu, oldu m. Onların düşünceleriyle, duyguCahit Irgat Çaloğlu, Rıf at Ilgaz, Sabri larıyla, türküleriyle sarmaş dolaş oldum". Soran, Ömer Faruk Toprak gibi şair v e Asker ocağında da şiirler y azar v e aröykücülerle birlikte Y ürüyüş Dergisi ilerler. kadaşlarını şu dizelerle selamlar: Dergide Nazım'ın şiirleri de takma adla Bir akşam buluşursak eğer herhangi y ay ınlanmaktadır. Dergi f aşizmin çanak y alay ıcılarının da kinini üstüne bir yol ağzında, çekmektedir. Bunların başta geleni Reha na musu m hakkı için öpeceğim toprak kokan ellerinizden! Oğuz, Y usuf Ziya Ortaç, Orhan Seyfi Orhan, Pey ami Saf a gibi isimlerin çıkardığı Y aşadığı her günle birlikte halkına "Çınaraltı" dergisidir. Nazım v e A. Kadir'in olan sev gisi derinleşir, büyür. Bir yandan Y ürüy üş'ün aynı say ısında çıkan iki antida düny ay ı II. Pay laşım Savaşı'na f aşist şiirinden sonra f aşizmin çanak A. Kadir bu olay ı 1966 y ılında y asürükley en emperyalist ve faşist dev- y alay ıcıları ihbarcılığı had safhay a vardırır. y ınladığı "1938 Harp Okulu Olay ı v e N a letlere kini büyür. Anasının hala kula- Orhan Seyfi Orhon, bu derginin Ocak z ı m H i k m e t " adlı kitabında t ü m ay ğında çınlay an ağıtlarının da etkisiyle 1943'deki say ısında "Allah Cümlemize rıntılarıy la y azar. Artık y aklaşık bir y ıl haksız sav aşlara nef ret doludur. Sav aş Rahatlık Versin" başlıklı y azısıy la şairleri sürecek hapislik günleri başlar. üzerine şiirler y azar. Askerdeyken, İs- jurnaller. Ay nı günlerde A. Kadir v e tanbul'da y ay ınlanan Ses v e Y eni Ede- "Tebliği" isimli kitabının baskısı için "Bizi m hiçbir hürriyetimiz yok/ hiçbir biy at isimli anti-faşist dergilere şiirler matbaadadır. Orhan Seyfi Orhon ihbar hürriyetimiz / ne çalışmak, ne konuşmak göndermey e v e A. Kadir imzasıy la ya- y azısında gerçekleri de ifade etmek ne sevişmek. / Sen orda bağrına bas dur y ınlatmay a başlar. Fakat dergilerin ömrü zorunda kalmıştır: "Son çıkan aylık solcu en büyük çileyi / ben burda en büyük çileyi kısa sürer, sıkıy önetim kapatır. Terhis bir mecdoldurayım / ekmeğe muhtaç, hürriyete olunca memleketi İstanbul'a döner. Bir muh taç, sana muhtaç. / Sen orda dalından y andan Hukuk Fakültesi'ne kotavı r / biyografi / mart 2000 / sayı : 21


mua, hem de tanınmış milliyetçi muharrirlerin (y azarların bn) bile sev e sev e bahsettiği bir mecmua, bu say ısını da bir sınıf ın açlık v e ızdırabın ı haykıran şiirlerle doldurmuş". Gerçekten de A. Kadir, dizelerinde bir sın ıf ın, ezilen işçi sınıf ının v e emekçilerin açlık ve ızdırapların ı haykırmakta, uçsuz bucaksız bir düny a düşlemektedir. "Beni m uçsuz bucaksız dünyamda daima tok ve neşeliydi insanlar. Rüzgarda dai ma gülerdi geniş buğday tarlaları. İşçiler sadece kendileri için kumaş dokurdu renk renk. Ve hürriyet, korkusuz dolaşırdı sokakları köy türküsü söyleyerek." Faşistler çırpınadursun A. Kadir'in bu ideallerini anlattığı küçük bir şiir kitabı; Tebliğ v e ay lık Y ürüy üş Dergisi y oluna dev am eder. Kitap v itrinlerde çok az kalır f akat geniş yankılar uy andırır, öv güler y ergiler birbirini kovalar. "İlerici çevreler kitabı övdüler, faşist jurnalcilerse veryansın ettiler". İstanbul'da devam eden sıkıy önetim hem kitabı toplatır hem de Y ürüy üş Dergisi'ni kapatır. Çok geçmeden tutuklanır. Emniyet Müdürlüğü'nde 17 gün hücrede kalır. Bunun dört gün dört gecesini ay akta, uykusuz, aç, susuz, sigarasız olarak işkencede geçirir. Sordukları ilk soru, resmi bir dav et için gittiği Sovyet Konsolosluğu üzerinedir. Apaçık gidilen bir dav et üzerine sorulan sorular şairi şaşırtır. Sonra da ikinci soru gelir: "İkinci soruyu, emniyet müdür muavini sordu maka mında: 'Bu kitap ne be?' Bizi m zavallı tebliği tut muş elinde, mendil gibi sallıyordu. 'Bu kitap ne?' 'Şiir kitabı' dedi m. Önündeki kahve fincanını gösterdi, hiç unutma m, bende ayakta duracak hal yok, iki gün iki gece uyuma mışım, hep ayakta bırakmışlar, hiç oturma mışım, ağ zıma bir lok ma birşey koyma mışım boğa zıma bir da mla su girme miş, tek bir sigara bile iç me mişi m. Hepsi yasak. 'Şu fincana dair şiir yazsan... Nedir o açlık sefalet?..'" Aslında eli sopalı işkencecilerle, boy nu kravatlı ef endilerin istediği aynı şey dir: "Açlık, sefalet üzerine yazma, fincan üzerine yaz". A. Kadir mahkemeye bile v erilmeden serbest bırakıldıktan sonra sürgüne gönderilir. Dört buçuk y ılı sıkıy önetim bölgesi dışında sürgünde

geçer. Üç ay Muğla'da kalır, iş arar, bulamaz. Oradan Balıkesir'e geçer, altı ay kalır, iş arar bulamaz. Kony a'y a gider, işsiz kalır. Adana'ya gider, Bursa Hapishanesi'nde Nazım'la yattıktan sonra y eni tahliy e olmuş Orhan Kemal'le tanışır, arkadaşlık eder. Bu dostluk fincancı katırlarını ürkütmey e dev am ettiği için Adana Emniyeti İçişleri Bakanlığı'na başv urarak A. Kadir'i Adana dışında bir y ere, Kırşehir'e göndertir. Y ani sürgün içinde sürgün edilmeye dev am eder şair. 1947 y ılında sıkıy önetim kaldırılıncay a kadar sürgünlüğü dev am eder; direnci de. 1943'de sürgün yeri Balıkesir'de y azdığı dizeler anlatır bu direnci: "En büyük kudreti mi ki mse bil mez beni m. Burda ben, bir takımına göre kor kunç, bir takımına göre ufak tefek adam. Halbuki ne bir dosta sırtımı döndüm, ne bir pazar yerinde satıldı k afam, ne de düş manıma k ollarımı uzatmışım. Ben. düny anın dertlerine sarılıp, kendi derdini bile dök mek ten aciz kalarak yolların üz erine y atmışım. Dünya da beni m tek özlediği m şey, düny anın güzel ol masını gör mek. Ne beni m hürriyeti mi ç alacaklar, ne senin kuv vetini. Ve ne de hammaddesi bol, k adını ucuz dur diye, v e parasız al mak için öküzlerin etini, toprağımıza ordul ar salac aklar. "

İstanbul'a dönünce ekmeğini taş-

tavı r / biyografi / mart 2000 / sayı : 21

tan çıkarmaya dev am eder. Önce bir bisküv i fabrikasında sonra gazete v e y ay ınevlerinde düzeltmen olarak çalışır. Sıkıy önetim kalkmıştır ama polis baskısı sürmektedir, çalıştığı y erlerde patronlara baskı y apılmaktadır. Birkaç şiiri bir dergide basılır f akat polis dergi idare hanesini rahatsız edince patron korkar ve aşk şiirlerini bile yay ınlamaz olur. Ama A. Kadir "Ne olursa olsun kavgayı yürütmek gerek." diyerek uzun vadeli çalışmalara soy unur. Dünyanın ve talkımızın değerlerini bugüne kazandırmak için Abdülbaki Gölpınarlı, Azra Erhat gibi isimlerle birlikte çev iri çalışmalarına hız v erir. "Bugünün Diliyle Mevlana", "İlyada" (Ho meros), "Bugünün Diliyle Tevfik Fikret", "Odysseia", "Bugünün Diliyle Hayyam" gibi kitaplar bu çalışmaların ürünüdür. Bu kitaplar bu büyük değerleri halkın konuştuğu dile kazandırması, güzellikleri hepimize mal etmesi y önüy le çok önemli çalışmalardır. A. Kadir'in çev iri çabaları ömrünün sonuna kadar bitmey ecek, "Ömrümün sonuna dek sürecek bir çalışma" dediği Düny a Halk v e Demokrasi Şiirleri dizisi ile sürecektir. Filistin Şiiri, Portekiz Sömürgeleri Şiiri; Fransız, İspany ol ve Portekiz Şiiri; Bulgar, Rumen, Y ugoslav, Arnav ut Şiiri; Bertolt Brecht şiirleri hep bu çalışmaların ürünüdür. Brecht'in üçüncü kitabının hazırl ıkları


12 Ey lül faşist cuntasıy la y arım kalır. A. Kadir halkı için yazmay a devam eder. Sav aş, yoksulluk, sürgün, hapislik acılarını y aşayan insanın yaşamını, duy gularını, iy iye, doğruya, eşitliğe, dev rime olan özlemini y alınlığı v e gerçekliği içinde v eren; konuşma diline, türkülerden esinlenişine v e içtenliğe dayanan şiirleriy le devrimci şiirin köşe taşlarından olur. Sokak komşusu delikanlı Salih'i, kendisini sömüren ustasının boğazına bıçağı basmay ı düşünen Gelibolu'lu Ahmet'i yazar. Zorla sav aşa götürülmüş, sırtına çanta verilip bir çürük patates torbası için arkadaşı taraf ından v urulmuş askerleri y azar. Haklı sav aşa girenleri de y azar. "Dövüşerek öldüğün ne kadar da belli çocuk, nasıl konuşuyorsun, böyle kımıldamadan!" Cibali tütün fabrikasında çalışan kadınların "çarpık ayakları ve kahraman elleri"onun. dizelerinde dile gelir. "Cibali dedin mi aklıma siz gelirsiniz, kadınlar / (...) Parmaklarda tütün kokusu./ Tütün kokusu bazen entarilerde./ Biriniz ekmek alır fırından,/ biriniz durmuş öksürüyor ilerde,/ geçiyor bizim mahalleden biriniz." Uğruna acılar çektiği en büy ük değerlerden birini, çocukları y azar, onları anlatır. "Çocuklar ormanda, çocuklar dağda, bayırda, çocuklar uykularında, ahırda. Çocuklar Süreyya Paşa Fabrikasında. Çocuklar pamuk topluyorlar, sarı sarı ellerine bakarak Çukurova mıntıkasında." Sav aşan insan, halkı için kav gay a girmiş, ölümü y enmiş devrimci y ine onun şiirlerinde dile gelir. "Burda vahşi kuşlara, böceklere alıştık,/ ne akan kan, ne can acısı./ Ne de koparılan bir şey var etimizden./ ... Anneciğim ağla ma, bir şey değil,/ Sadece vazgeçiverdik saadetimizden." Veremli sevdalılar, "bu y ıl kay ısı kurutamayan" Halil İbrahimler. "Başımın üstünde bir ak bulut. Y üreğim umut dolu, umut dolu, umut" diyen analar, f ırından aldığımız ekmek, içtiğimiz sigara, işsizlikler, sokağa çıkma y asaklan v e kan, "Batıramam lokmamı ben bu aşa" dediği kan dile gelir onun dizelerinde. Bu arada 15 y ıl sonra "kendi kaderini kendi elleriy le y ırta-

rak", "Hoşgeldin Halil İbrahim" adlı kitabını y ay ınlar. Sürgündeki y aşantısı f aşizmin ezmek istediği bir şairin direncini, Anadolu insanının duy gularını dertlerini y ansıttığı kitabı kısa sürede tükenir, yeni baskılar y apılır. 27 Ma y ıs 1960 politik dev rimine kadar sürecek olan f aşist Menderes iktidarının kudurduğu günlerde yüreği devrimci gençlerle atar. Turan Emeksiz'in anısına y azdığı "Dört Pencere"şiiri, A. Kadir'in bu mücadeley e sunduğu hediy esidir. "Kuş ol, kardeş, beni şakı./ Göğsümde dört kurşun yaras ı./ Göğsümde dört pencere./ Bir penc ere hürriyet yaylasına./ Göğsümde dört penc ere./ Bir pencere k ardeşlik or manına./ Göğs ümde dört pencer e./ Bir pencere tokluk denizine./ Göğsümde dört pencere / Bir penc ere düny a bahçesine."

A. Kadir, her y aşında bedel ödemey e dev am eder. Türkiye Sanatçılar Birliği 1973 y ılında şairin 35. Sanat y ılını bir törenle kutlarken, O, Alman anti-f aşist şair Erich Weinert'den çevirdiği bir şiir y üzünden yargılanmaktadır. 1977'de 60 y aşına basar v e "ömrümün mutlu gecesi" dediği bir törenle kutlanır. 12 Mart'ın dev amcılarının iktidara geldiği gecenin sabahında, 63 y aşında gözaltına alınır. Ve Samandıra'da bir garnizoy a götürülür, gözleri kapalı sorgular y eniden başlar. Faşistler "Tüm yaşamın suç..." derler ona v e iki ay gözaltından sonra serbest bırakılır. "Orada ölebilirdi m. 63 yaşındaydım ve sağlığ ım çok bozuktu. A ma, dayanmaktan başka da çarem yoktu" diy en şair işkencehanede şu şiirini de y azar:

rın türküsünü boğmaya geldiler./ Çünkü satılmıştılar, çünkü kördüler, çünkü korkaktılar./ ... Başlayınca öfkeyle haykırma ya topraklarda halkın kanı,/ Onlar da başladılar toplamaya soluğunu toprakların,/ zindanlara kapamaya,/ çünkü satılmıştılar, çünkü kördüler, çünkü korkaktılar. A. Kadir 'Tebliğ", "Hoşgeldin Halil İbrahim", "Dört Pencere" v e tüm şiirlerini topladığı "Mutlu Olmak Varken" adh şiir kitaplarıy la; 1938 Harp Okulu Olay ı'nı anlattığı kitabıy la; Mev lana'dan Hayy am'a, Tevf ik Fikret'ten Brecht'e, Fransa'dan Portekiz Sömürgeleri'ne, İspany a'dan Bulgaristan'a y aptığı çev iri ve bugünün diline uyarlama çalışmalarıy la y aşıy or. A. Kadir'in dev rimci, halkçı şiirimizde kendine özgü önemli bir y eri vardır. Nazım'ın şiiri v e 1940 y ılları toplumcu şiirinin ortak konu, f ikir ve biçim özellikleriy le, şiirimizin tarihinden aldığı geleneklerle v e en önemlisi de baskılara, zulme, küçük burjuv a bireyci propagandalara, satılmışlığa boy un eğmemesiyle onurlu y aşamını sürdürüy or. 1985 y ılında hay atını kay beden şairimiz bugün de y aşamaya devam ediyor. "Bize Ölüm Y ok" diyen şair halklarımızın y üreğinde, alanlarda dalgalanan türkülerde, marşlarda yaşamay a dev am ediyor.

Yu muşak bir yürek,/ ipek gibi, kardeş kardeş atan bir yürek,/ çocuk çocuk gülen,/ Bu yürek hiç durmayacak./ Bir şarkı, ama biten bir şarkı değil,/ yayılır giden ılık ılık/ dağların, başakların üzerinden,/ buğday gibi bereketli,/ akarsu gibi aydınlık./ Kim de miş bize ölüm var diye,/ bize ölüm yok. "Dayan hasta bağırsaklarım dayan!/ Yu muşak bir yürek, ipek gibi, kardeş Ağrısan da, kanasan da,/ delik deşik olsan kardeş atan bir yürek bu yürek hiç da dayan!/... Dayan arslan kafam dayan!/ dur mayacak. Dayan felçli ayaklarım, dayan!/ Dayan Turuncu, eflatun, sarı kırmızı, yeşil, yorgun yüreğim, dayan!/ Dayan arslan kamavi, ak, gör işte alabildiğine çiçek. Ve fam, dayan! doruklarda kardeş türküleri, ve Dayan bre!" koskocaman bir kırmızı gül. Serbest bırakıldıktan 5-10 gün sonra Bu gül hiç solmayacak. (1963, İsHasan Ali Ediz Edebiy at Çev iri Ödülünü tanbul.) • alır, Brecht'ten y aptığı çev irilerle. A. Kadir y aşamı boy unca "satılmışlar" dediği düşmana karşı y aşamıy la v e Kaynaklar: şiirleriy le mücadele v erdi. 1- "Mutlu Ol mak Var ken" Bütün Şiirleri (A. Arkadan bıçaklamaya geldiler halkı,/ Kadir) çünkü satılmıştılar, çünkü kördüler, çünkü 2- "Son Yüz yıl Büyük Tür k Şiiri Antolojisi" (Ataol korkaktılar/ Ormanların, dağların çatılaBehramoğlu)

tavır / biyografi / mart 2000 / sayı: 21


ugüne kadar sınıf lı toplumlarda tüm diğer bilimler gibi tarih bilimi de egemen bir av uç azınl ığın hizmetinde, ağaların, paşaların, sıf ırdan türey en burjuv aların maceralarını kay detti. Halk iktidarları kuruluncay a dek resmi tarih kitaplarında halk, öncelikli olarak hiç y er almadı. Kendi adına zulme v e sömürüy e başkaldırarak tarih sahnesine çıktığında da ya "mülhid-zındık" y a "haydut-eşkıya" y a da "anarşist-terörist" ilan edildi. Emekçi sınıf ın ay dınları, tarih bilimine el atana kadar, y azılı tarihin çoğunlukla resmi tarihle sınırlı kalması doğaldır. Çünkü y aşamı kölece bir çalışmayla cendere altına alınmış, emekçi sınıf latın kendi ay dınlarını y aratana kadar tarih y azıcılığına soy unması beklenemez. Egemen sınıf , emekçilere ancak üretimi sürdürebilecek kadar eğitim olanağı tanır. Böy lece tarih y azıcılığı da genellikle Osmanlı'nın kapısında beslediği v akka-i nüv islerine kalır ki, onlar da Türkleri "etrak-ı bi-idrak" (İdraksiz Türkler) diye geçirirler kitaplara.(*) Y a da eşkıy alar, dağda-kırda y ol kesen, hırsızlık y apan, azgın, habis, fesatçı insanlar olarak yer alır sözlüklerde. Egemen sınıf ın tüm karalama, yok

etme çabalarına rağmen halk da bir biçimde sahip çıkar kendi tarihine. Adlarını, özlemlerini türkülere döker. Destanlar y aratır, kendi kahramanlarını anlatmak için. Kulaktan kulağa çoğaltır isy an öykülerini. Ve insanlığın serüv eninin resmi tarihin dar kalıplarına hapsedilemey eceğini anlayan dürüst, namuslu bilim adamlarının, aydınların hizmetine sunar. Bu yanıy la halkın tarihi, ince eley ip sık dokumasını bilen araştırmacı için zengin bir hazinedir. Hele de Anadolu'nun, Baba İshak'ların, Celali'lerin, Şeyh Bedreddin'lerin, Çakırcalı'ların tarihi... Zulme v e sömürüy e karşı başkaldıran, bu uğurda "baş koy an- baş veren"lerin tarihi... "Anadolu c oğrafyasında yaş amış insanların tarihine s osyal açıdan bakılırsa; gözümüzün önünde sürekli bir manzara yer alır ki, o da 'ayaklanma', 'başkaldırı' ve 'direniş'tir."

Bu y azıda tanıtmay a çalışacağımız her iki kitabın emekçisi olan Doç. Dr. Sabri Y etkin, "Ege'de Eşkıy alar" kitabının giriş bölümünde Anadolu tarihinden böy le bahsediyor. "Ege'de Bölgesi'nin başlay arak birlikte Ege başkal-

Eşkıy alar" kitabı, Ege 19. y üzy ılın sonundan sosy o-ekonomik y apısıy la köy lüsünün toplumsal bir

tavı r / kitap / mart 2000/sayı : 21

dırısı olarak eşkıy alığı inceliy or. Y azar eşkıy alığın sosyal boyutlarını analiz ederken türkülerden döneme ait resmi belge, gazete v e resimlere, tanıkların anlatımlarına uzanan geniş v e titiz bir araştırma sunuy or okuyucuya. Y ine Sabri Y etkin'in y ay ıma hazırladığı "Bize Derler Çakırca" kitabı da Ege'de eşkıy alığın toplum bilimsel incelemesini yapan ilk kitabını bütünley en, ikinci bir kitap. Y er y er paralellikler, ortak anlatımlar içerse de "Bize Derler Çakırca" kitabı; y azarın ilk kitabının başında değindiği resmi ağızlardan aktarılan tarihin dışında yaşananları halkın ağzından v ermesiyle f arklı bir özellik taşıy or. "Bize Derler Çakırca" kitabı asıl olarak Ödemişli Mustafa Ağa'nın oğlu Halil Dural taraf ından kaleme alınmış. Sabri Y etkin'in Halil Dural'ın akrabaları aracılığıy la ele geçirdiği kitabın orijinali 1937 y ılında başlay ıp 1953 y ılında tamamlanan bir çalışmanın ü r ü n ü . Halil Dural, Sabri Y etkin'in de kitabın önsözünde belirttiği gibi; 'Türkiy e'nin tarih araştırmacılığında hiç kullanılmamış, hatta adı dahi duyulmamış olan bir y öntemi uygulama sahasına sokmuş" v e bir sözlü tarih çalışması y apmıştır. Kitabın hazırlanma sürecinde


Bozdağ'da tanışmış olduğu Çakırca Ahmet'in (Çakırcalı Mehmet Efe'nin babaı) y eğeni Kara Süllü başta olmak üzere ef elerin y atakları, akrabaları ya da eylemlerinin birinci dereceden tanığı olan altmış civarında insanı dinlemiş v e anlatanlarına kitabında y er v ermiştir. Bilgisine başvurduğu kişileri mesleğinden oturduğu muhite v e konuyla nasıl bir ilgisi olduğuna v arıncaya kadar tanıtmıştır. Kitapta Ay dın v ilayetinde Osmanlı'y a diz çöktürmüş y irmi ef e ile yirmi üç çeteye y er vermiştir. Çakırca Ahmet, Koca Cerit, Kamalı Mustaf a, İnce Memed, Postlu Mestan Ef e, Ger Ali gibi bölgede ey lemleriy le halkı etkiley en, adlarına türkü y akılan birçok ef enin, şeceresinden dağa çıkışına, y ataklarından y apaklarına kadar maceraları geniş bir biçimde kitaba konu olmuştur. Halil Dural'ın eseri, Ege'de Eşkıy alığı, ef eleri anlatırken tarihsel olarak arka planda o dönemde geçen olay lara da tanıklık ediy or. Örneğin ikinci Meşrutiy etin ilanı, İttihat v e Terakki Cemiy eti Ödemiş Şubesi'nin Çakırcalı Mehmet Ef e'yi ziy areti v e halkı sindirme politikasının bir parçası olarak efey i v e zeybekleri silahsızlandırarak dev let otoritesini sağlama çabaları anlatılıy or. Y ine y üzy ıl önce bir düğünün nasıl y apıldığından bir zey beğin kıy af etine, Karacoğlanın iki telli bağlamasını parmaklarıy la çalışından Çakırcalı Mehmet Ef e'nin halk arasında pek meşhur olan zey bek oy nay ışına kadar y örenin f olklorik özellikleri gay et ay rıntılı bir biçimde kitapta y eralıy or. Sabri Y etkin "Ege'de Eşkıy alar" kitabında bilimsel bir y aklaşımla eşkıy alığın ortay a çıktığı sosy o-ekonomik koşullar inceley erek, 19. yüzy ılın sonlarında Osmanlı'nın düzenine ilişkin ipuçlaın v eriyor: "Dev let borçlan ağırlaştıkça, aşarın hazinenin toplam geliri içindeki pay ı daha çok arttırılırdı. 1863-64 mali y ılında aşar gelirlerinin toplam gelirlere oranı %34 iken, 1872-73 y ılında bu oran %44'e ulaşmıştı. Osmanlı İmparatorluğu'nun en kötü şartlar içinde y aşay an %70'lik köy lü kesimi, toplam vergilerin %77'sini ödüy ordu." Halkın y oksulluğun, açlığın pençe-

sinde kıv randığı koşullarda Osmanlı'nın baskısı, adaletsizliği de arttıkça artmıştır. Sabri Y etkin'in y ay ıma hazırladığı Halil Dural'ın çalışmasında da Osmanlı'nın zulmü, y aşayanların ağzından örneklerle aktarılmış. Askere gidenin gelmediği, mahkemeye şahit diye götürülenlerin zaptiy e day ağı yediği, hatta hapislere düştüğü, "sen yataksın" denilerek y örüklerin çadırlarının y akıldığı, mallarının y ağmalandığı, insanların Fizan'a kadar sürüldüğü tanıkların, hatta bizzat y aşay anların ağzından anlatılmış. Bu koşullarda toplumsal bir başkaldırın ın hangi biçimde olursa olsun gelişmemesi düşünülemez. Ama özellikle Ege Bölgesi'nde ef elik biçiminde y aygın v e önüne geçilemez şekilde gelişmesinin öznel nedenleri de v ardır tabi ki. Sabri Y etkin'in deyişiyle Ay dın v ilay eti; "Anadolu'nun imparatorluk dönemindeki son y üzy ılı için en f azla gelişmiş, tarımın en f azla ticarileşmiş, dolay ısıy la toplumsal katmanlar arasındaki eşitsizliğin en f azla belirginleşmiş olduğu bir bölgedir." Ef e y a da Zey bek, Sabri Y etkin'in dey işiy le "Sosyal Eşkıy a", erdemli haydut kimdir? Halil Dural "Bize Derler Çakırca" kitabında halkın ağzından bu soruy u şöyle cev aplıy or: "Zeybek hırsız değildir. Sail (saldırıcı, mütecaviz-bn) ise hiç değildir. Zey bek yalnız v e yalnız bıçağının ek meğini yiyen 'şövalye'dir." Ve zey bekliğin "halk arasında asırlar boy unc a devam ede-gel miş bir anane halinde kendi ne has usul leri vardır" diy erek

niteliklerini sıralıy or: "1-Zeybek zinaya iltifat etmez; 2Kadınlara yan bakmaz; 3- Biçareleri ve yoksulları himaye eder ve onlara yardımda bulunur; 4- Kendi muhitini başkalarının zulmünden korur." Halk, y azarın da v urguladığı gibi herkese ef e demez. Çünkü, ef eler yoksul halk için umuttur. Osmanlı'nın zaptiy esine, mültezimine, ağasına, bey ine karşı hal(**) kın hakkını savunan silahlı gücüdür. Bu nedenle halkın gözünde meşrudur v e gönüllü desteğini kazanır. Halk içinde kök salar, gelişir v e halkın düzene isy anının öncüsü olur. tavı r / kitap / mart 2000 / sayı : 21

Y ine, Sabri Y etkin, "Ege'de Eşkıy alar" kitabının son bölümünde halkın direnişi karşısında çaresiz kalan Osmanlı'nın nasıl zulmünü arttırdığ ı, peşpeşe önce "Men-i Şekav et Kanunu'nu çıkarttığını daha sonra da "İdare-i Örfiy e" ilan ettiğini belgeleriyle ortaya koy uyor. "Men-İ Şekav et Kanunu", bugünkü Terörle Mücadele Y asası gibi takip kollarının işkence v e day ağını arttıran, muhbirliği teşv ik eden, y ardım v e y ataklık edenlere ağır cezalar getiren y asalardan oluşmaktadır. "İdare-i Örf iy e" de bugünkü OHAL uygulamasının o günkü adıdır. Ama zulmün v e sömürünün olduğu y erde halkın başkaldırısı da egemenin tüm baskısına rağmen sürmüştür. Ta ki Osmanlı y ıkılana kadar... Başta Çakırcalı olmak üzere, ef elerin Osmanlı'y a karşı y ürüttüğü çete sav aşının gerçeklerinin kav ranması açısından da her iki kitap da önemle ele alınmalıdır. Düşmanın taktiklerinden psikolojik sav aşın gerçeklerine, istihbaratın öneminden milis örgütlenmelerine kadar savaş gerçekliği çeşitli y anlarıy la kitaplarda yeralmıştır. 10-12 kişiy i geçmey en Çakırcalı çetesinin, y üzlerce askerle, korucuyla üstüne gelen takip kollarını her sef erinde nasıl bozduğunu, Osmanlı'nın v alisini, paşasını ay ağa getirterek, tüm şartlarını kabul ettirerek anlaşmay a oturttuğu anlatılmaktadır. Her iki kitap da Anadolu'nun tarihine ışık tutan Ege'de eşkıy alığı, kullandıkları gerilla taktiklerinden sınıfsal karakterine, Osmanlı'nın çöküşünü hızlandırışından halkın y aşamı üzerindeki etkilerine kadar pek çok y anıy la ele alan, incelenmeye, okunmay a değer kitaplardır. Çünkü Anadolu Halkları'nın bugün de dağlarda y anan isyan ateşi Çakırcalı'lar taraf ından y akılmıştır. Çünkü Çakırcalı öncesini saran v e geleceğe uzanan bir isy an geleneğidir.ü dipnotlar: (*) Osmanlı 'nın resmi tarih yazıcı ları ndan Na-ima T ürklerden böyle bahsediyor. (**) Mültezimler devletten halkı soymak hakkı nı satı n alan kimselerdir.



yer alan bir çalgıya "Sürnaya benzer sürnanın talimi bununla yapılır, yumuşak ve hazin bir sesi vardır" denmektedir.

da yaptığı görevi, mey kapalı mekanlarda yapar. Genellikle def ile kullanılır. Def dışında ikinci bir mey veya bağlama ile birlikte çalınır. Bunlardan biri melodiyi çalar iken diğeri "dem" sesi denilen uzun sesi çıkarır. Günümüzde renk sazı kon u m u n d a d ı r. Parçalardan önce yol gösterme, gezinti veya açış türü serbest ritimli

Helenistik dönem Mısır'ına ait mait veya monoulos adlı çalgıyla benzerlik gösteren mey, bazen balaban, belban, nayçe-i balaban, nay-ı balaban, nay, düdük, duduki, mey, kuan, hickiriki, hyampiri, balaban vb. isimlerle günümüze değin gelmiş ve yaşamakta olan bir çalgıdır. Günümüzde

Mey

Benzeri

Çalgıların Görüldüğü Ülkeler; Azerbaycan: Balaban Dağıstan: Yastı Balaban Gürcistan: Düdüki Ermenistan: düdük İran: Balaban Japonya: Hickiriki Kore: Hyanpiri (Sep'iri) Çin: Kuan

parçalarda çalınabilir. Hüzünlü ve duygulu sesi bu formlara çok uygundur. Yapısal Özellikleri Mey, önde yedi, arkada bir deliği bulunan silindirik ve ağaç üflemeli bir halk çalgımızdır. Gövdeden ses çıkarmak için kamış kullanılır. Kamış meye karakteristik se sini verir. Meyin kamışına kıskaç takılır. Bu kıskaç meyi akortlamaya ve çalgının detone olmasını önleyecek biçimde ayarlamaya yarar. Mey gövdeleri ve kamışları arasında belli oran mevcuttur. Meyi incelerken üçe ayırıp gövde, kamış ve kıskaç olarak inceleyebiliriz. Günümüz halk müziğinin vazgeçilmez çalgısı olan mey, popüler kültür tüketicileri tarafından da keşfedilmiş ve pop müziğe de monte edilmeye çalışılmaktadır. Ama bu halk çalgılarının çalım şekli, kullanım alanının gelişmesi, halk müziği çalgılarımızın enternasyonel boyutta değerlendirilebilmesiyle, bu alandan yapılacak çalışmalarla genişleyecektir. Günümüz halk sanatçılarını, bizi bekleyen görev teknik alandan önemlidir. Bu, halk müziğimize gönül vermiş sanatçılara düşmektedir. •

kaynakl ar: 1- Hornimon Museum London, Musical Instruments Fores t Hill, London s f. 56 2- Henry George former, Studies is Orientol Music, Second Volume, Frankfurt 1986 sf. 316 3- L. Picken "B oines 1957, 202" olarak di pnot ver mektedir. 4- L. Picken "for mer 1936, 24" olarak dipnot ver mektedir. 5- Lourence Pic ken age sf. 479-480 6- Songül Karahasanoğlu Ata Mey ve Metodu.

Ülkemizde Yayılma Alanları Mey, Doğu'da yaygın bir çalgıdır. Erzurum, Bayburt, Kars, Erzincan, Hakkari, Tunceli, Artvin, Van, Ağrı, Muş'ta yaygındır. Kullanım Alanı ve Yapısı Mey, ses tonu yükse k bir çalgı değildir. Bu nedenle kapalı mekanlarda kullanılır. Zurnanın açık hava-

dipnot (*)-Diatonik ses aralığı: Değişik i ki nota arasındaki yarım ses e di atonik yarım ses denir. Örneğin; Do di yez-Re aralığı ya da La-Si bemol ar alığı gibi. (**)- Kromatik ses aralığı: Aynı notadan d i yez ve bemol'le oluş an yarım ses aralığına kromati k s es aralığı denir. Örneğin; Do-Do diyez ya da Si bemol-Si aralığı gibi. tavı r / müzik / mart 2000 / sayı : 21


27 Mart Dünya Tiyatrolar Günü Ayşe Gülen Halk Sahnesi- Tiyatronun tarihi insanlık tarihi kadar eskidir. Tiyatronun gelişimini ele aldığımız zaman, insandan bağımsız düşünemeyiz. İlk tiyatro da Çin, Hint, Japon, Mezopotamya gibi Doğu Uygarlıkları'nda filizlenmeye başlamıştır. Buralarda ilk olarak halk arasında "taklit", "başlarından geçen olayları veya ortak yaşadığı şeyleri birbirlerine, topluluğa doğallığında anlatma" şeklinde sessiz bir biçimde, mimikler ve el hareketlerinin yardımıyla yapılıyordu. Daha sonra planlı ve kapsamlı bir şekle bürünerek belli bir mekanda, oraya izlemeye gelen kitlenin karşısında sesli, tüm vücudun kullanılması gibi biraz daha teknik, gelişmiş bir halde yapılmaya başlanmıştır. Sonraki dönemlerde savaşlar, seferler, gezgin ve filozoflar aracılığıyla, tiyatro batıya yerleşmiştir. Batı uygarlıklarının hızlı gelişmesine paralel olarak, tekniğin gelişmesiyle birlikte tiyatro tekniği de gelişmiştir. Teknik anlamda (mekan kullanımı, sahne donanımı, akustiği, izleyiciler bölümü) tiyatro, Antik Yunan'da, Roma'da asıl şeklini almış ve günümüz tiyatro tekniğinin altyapısını oluşturmuştur. Halkın arasından çıkıp şekillenen tiyatro, bugün halktan kopuktur. Günümüzde devletin tekelinde olan tiyatroların işlevi, halkın sorunlarından, yaşanılan gerçekliklerden uzaktır. Tiyatro halkın izleyebileceği, katılabileceği bir etkinlik konumundan uzaktadır. Böyle olduğu gibi, bir şeyler yapmaya çalışan, yaşanılan çelişkileri, sorunları dile getirmeye çabalayan duyarlı tiyatrocular vardır. Fakat gerek maddi gerekse manevi anlamda hiçbir destek verilmemiş, koşullar yaratılmamıştır. Tamamen işlevsel, politik içeriğinin boşaltıldığı burjuva tiyatrosunun karşı sında, emekçilerin gidebileceği, kendilerinden bir şeyler bulabileceği yerler çok sınırlı da olsa yaşatılmaya çalışılmaktadır. Tabii ki böylesi yerler de düzenin saldırılarından payını almaktadır. Onun dışında bugün hala yaşatılmaya çalışılan bir soka k tiyatrosu vardır. Özellikle emekçi mahallelerde, eski dönemlerdeki gibi, halkın içinde, onlarla içiçe oynanan oyunlarla, kendi sorunlarına ortak olunmakta, bu sorunlara devrimci bir çıkış yolu aranmaktadır. Emekçi mahallelerinde bunlar yaşanırken, bir yandan da her sene -ilk olarak 27 Mart 1954 tarihinde A. M. Julien adlı bir Fransız tiyatrocunun Paris'te düzenlediği "Theatie des Nations" (Uluslar Tiyatrosu) adlı tiyatro festivaliyle başlamış ve 1962 yılından itibaren de Dünya Tiyatrolar Günü olarak kabul edilmiştir- 27 Mart'ta "Dünya Tiyatrolar Günü" kutlanmakta, büyük, lüks salonlarda, içki kadehleri birbirine tokuşturularak... Devrimci bir bilinçle, ezilenin, sömürülenin yanında olan sanatçılar da belki de coplanarak gözaltına alınıyor o sıralarda... •

Grup Yorum Elazığ'da Konser Verdi. TAVIR- Grup Yorum, 20 Şubat Pazar günü Elazığ Mert Sineması'nda, İHD Elazığ Şubesi'nin düzenlemiş olduğu bir konser gerçekleştirdi. En son 1992'de Elazığ'da Grup Ekin'le ortak bir konser gerçekleştiren Grup Y o rum'a ilgi büyüktü. Yerel televizyon kanallarının da ilgi gösterdiği konsere, Tunceli ve Malatya gibi çevre illerden de katılım gözlendi. Gündüz ve akşam olmak üzere iki seans halinde gerçekleşen konseri 3000'e yakın kişi izledi. Hacı Bektaş-ı Veli Derneği'nden Ozan Yoldaş'ın da katılıp küçük bir dinleti verdiği konserde, Grup Yorum'a İnsan Hakları Derneği Genel Başkanı Hüsnü Öndül tarafından, sanatsal faaliyetlerinden dolayı bir plaket verildi. Elazığ, Dersim türküleri ve sözleri Kahraman Altun'a ait olan "Yol Verin" adlı yeni parçanm da seslendirildiği konser, en son çekilen halayların ardından saat 23.00'de sona erdi. Ayrıca, dergimizin yayına hazırlandığı sıralarda, 26 Şubat Cumartesi günü Antalya Cam Piramit'te konser veren Grup Yorum, burada yaklasık 2000 kisive seslendi. •

Özgürlük Türküsü İzmir'de Konser Verdi. İZMİR- Yaren Sanat Merkezi'nin düzenlediği konser 13 Şubat 2000 Pazar günü gerçekleştirildi. 400 kişinin katıldığı konser yaklaşık iki saat sürdü. Sevilen parçalarını ve halk türkülerini seslendiren Özgürlük Türküsü konsere "Harman Yeri" adlı parçasıyla başladı. Halk kültürünün, halka ait değerlerin sahiplenilmesinden ve son dönemde aydın sanatçılara karşı yürütülen saldırılarla ilgili bir konuşma yapan Özgürlük Türküsü kendi şarkılarının ardından çeşitü yörelerden halk türküleri seslendirdi. Halk türkülerinin ardından söylediği halay parçalarıyla izleyicileri coşturan Özgürlük Türküsü, "Haklıyız Kazanacağız" ve "Çav Bella" yı söyleyerek konserine son verdi. • tavı r / haber yorum / mart 2000 / sayı : 21


Ruh iSu Anısına ResimSergisi Açıldı İSTANBUL- Ruhi Su Kültür ve Sanat Vakf ı taraf ından düzenlenen resim sergisi, 9-25 Şubat tarihleri arasında Atatürk Kültür Merkezi Büy ük Sergi Salonu'nda açıldı. Ruhi Su kuşağından sanatçıların da y eraldığı 200 ressamın tablolarından oluşan sergi 2000 y ılının büy ük resim sergilerinden biri olarak nitelendiriliy or. Vakf ın "İmece Projesi" kapsamında y er alan en önemli etkinliklerden biri olarak kabul edilen bu sergi için, bir y ıla yakın bir zaman süresince sürdürülen çalışmaların ürünü olduğu ve katkıda bulunan ressamların say ısının beklenenden çok daha f azla olduğu belirtiliy or. Ruhi Su'nun ölümünün 15. y ıldönümü nedeniyle düzenlenen sergiy e y apıtlarıy la katılan sanatçılar, tablolarının satışından elde edilecek gelirin tamamını v akf a bağış olarak bırakıy orlar. Ruhi Su Kültür v e Sanat Vakf ı bu serginin amacını: "Ruhi Su'nun s anatsal ki mliği ve ölümsüzleş en adı etrafında kültürel etkinliğin müzik dış ındaki diğer dallarına da yapılac ak katkı y ollarını aç mak ve bu etki nliğin sağlayabileceği olanakları iyi kullanarak vakfımızın kurumsallaş mas ına maddi ve mor al güç kaz andır maktır."şek linde özetliyor.

Ruhi Su Kültür v e Sanat Vakf ı Başkanı Sıdıka Su ise serginin amacını: "Bu sergiden resim alacak dostlarımız; resi m sahibi olarak resim sanatına yapacakları katkının yanı sıra, kültürümüz ve gelecek kuşaklarımız için çok önemli olduğuna inandığımız vakfımıza sahip çıkmanın onurunu da taşıyacaklardır." sözleriy le dile getiriyor.

Pentagon, Gençleri Askerliğe Özendirmek İçin Çalışıyor! İSTANBUL- Pentagon, sinema endüstrisinin ulaştığı teknolojiden askeri alanda da y ararlanarak Hollyvvood'u bir manüplasy on merkezi olarak kullanmış, Amerika'nın kurtarıcı rolünü v e empery alizmin kültürünü tüm dünyay a anlatmakta gecikmemişti. Pentagon, bu f ilm teknolojisinden v e Holly wood'a y aptırdığı f ilmlerden kendi askerlerinin eğitimi için de y ararlanmay a başlamıştı. Pentagon askeri operasy onlar kadar ciddiye aldığı sinema konusunda, Holly wood'un ünlü isimlerini, gençleri askerliğe özendirmek için kullanmaya başlamış. Y apılan araştırmalara göre, Amerika'da gençlerin Deniz Kuvvetleri dışında, bütün askeri serv islere yaptıkları başv urularda büy ük bir düşüş y aşanmay a başlanmış. Pentagon bu nedenle, Tom Cruise, Harrison Ford, Robert de Niro, Julia Roberts, Will Smith gibi Hollyvvood'un ünlü isimlerini, askerliği konu alan, gençlere özendiren reklam v e tanıtım f ilmlerinde oy natmak üzere anlaşma y aptı. Pentagon, gençleri askerliğe özendirmek için oy uncuların y anısıra sporcuları da kullanacakmış. Ay rıca Steven Spielberg'in, Amerika Deniz Kuvvetleri'ni konu alan bir belgesel f ilm çektiği belirtiliyor. •

Ara Gülere "Yüzyılın Fotoğrafçısı" Ödülü Verildi. İSTANBUL- Fotoğraf Dergisi'nin, okurları arasında düzenlediği "Türkiye'de ve Dünyada Yüzyılın Fotoğrafçısı" anketinde Ara Güler, oy ların büyük bir kısmını alarak ödüle lay ık görüldü. Adnan Polat, Şakir Eczacıbaşı gibi fotoğraf sanatçılarının da üst sıralarda y eraldığı, ay rıca İzzet Keribar, Sıtkı Fırat, Sami Güner, İbrahim Zaman, Ozan Sağdıç, Sabit Kalf agil, M. Arslan Güv en'in bulunduğu y arışmanın ödül töreni, 2 Şubat'ta İstanbul Sergi Saray ı'ndaki 5. Compex Multimedya ve İnternet Fuarı çerçev esinde düzenlendi. Düny ada Y üzy ılın Fotoğrafçısı bölümünde ise Henri Cartier-Bresson ödüle lay ık görüldü. • tavı r / haber yorum / mart 2000 / sayı : 21


Kitap Katliamının Failleri 24 Yıldır Meçhul! TAVIR-1976 yılında kundaklanan Öncü Yayınevi'nde, 200 bine yakın kitap yok edilmişti.Yayınevi sahibi Zeki Öztürk, 24 yıldır olayın faillerinin yakalanması için mücadele ediyor. 200 bine yakın kitabın yanarak kül olduğu yangından sonra, faillerin bulunması ve zararın karşılanması içinmahkemeye başvuran Zeki Öztürk hiç bir sonuç elde edemedi. Yayınevinin kundaklanarak yakıldığının bilirkişi raporlarınca doğrulandığını, faillerin kimliklerinin de ortaya çıktığını belirten Öztürk, devletin olayın üzerini örtmeye çalıştığını vurguluyor. 24 yıl boyunca kundaklama olayının hesabını sormak ve devletten hakkı olan tazminatı almak için çabaladığını anlatan Öztürk, bilirkişi raporlarını da içeren dosyanın "mahkemede kaybolmasından" sonra elinde haklılığını kanıtlayacak herhangi bir belgenin kalmadığını belirtti. İçişleri Bakanlığı'na bir dilekçe vererek zararının karşılanmasını istediğini bildiren Öztürk, aradan üç ay geçmesine karşın dilekçesine herhangi bir yanıt gelmediğini söyledi. Öztürk şöyle devam etti: "Bu güne kadar açtığım davalardan bir sonuç alamadım. Üstelik dava dosyaları mahkemede kayboldu. 24 yıl içinde görev yapan bütün Kültür ve Adalet Bakanları'na derdimi anlattım, bir çoğundan yanıt gelmedi. Kundaklama olayının üzerinden 15 yıl geçtikten sonra hiç tanımadığım birisi gelip bana yayınevimi kundaklayanların isimlerini verdi. Bu isimleri basına açıkladığım için bıçaklandım. Artık bu işin burada çözümlenemeyeceğini anladım ve olayı AİHM'ye götüreceğim. Ama İçişleri Bakanlığı dilekçeme cevap vermediği için iç hukuk yollarını tüketmiş sayılmıyorum. Bu da olayın AİHM'ye taşımamı engelliyor." 1970'li yılların tanınmış yayınevlerinden birisi olan Öncü Yayınevi'nin kundaklanması, dönemin aydınları tarafından şiddetle kınanmıştı. Olayın ardından aralarında Aziz Nesin, Can Yücel, Turgut Uyar, Edip Cansever, Hasan Kıyafet, Orhan Apaydın, Ümit Kaftancıoğlu, Erdal Öz gibi isimlerin de bulunduğu birçok yazar ve şair, yayınevine destek vermek için imza günleri düzenlemişlerdi. •

Kültür Bakanlığı 2002 Yılını Nazım Hikmet yılı Olarak İlan E d i y o r ! İSTANBUL- Kültür Bakanlığı, 2002 yılının, Nazım Hikmet'in doğumunun 100. yıl dönümü olması nedeniyle "Nazım Hikmet Yılı" olarak ilan edilmesi için UNESCO'ya başvurdu.Amerikan AP ajansı ise bu konuda bir makale yayınlayarak Türkiye'nin 30 yıl sonra Nazım Hikmet'i kabul ettiğini belirtti. Bugünlerde onu yere göğe sığdıramayan devlet, bundan 45 yıl önce Nazım Hikmet'i vatan haini ilan ettiğini unutmamak gerekiyor. Bugüne kadar iktidarların sanatıyla halkın yaşamını, anlatan, geleceğe ışık tutan sanatçılar karşı en acımasız şekilde baskılar uyguladığı, birçok kez hapis cezaları verdiği ve sanatını halka anlatmasını engellemek için her türlü yöntemi denediği dönemleri unutmamak gerekiyor. Amaç baştan belli olduğundan; halkın gözünde, halk sevgisi, vatan sevgisiyle dolu, devrimci bir şair yazar ve sanatçı kişiliğiyle var olan Nazım Hikmet'i, yeni kuşaklara bu kimliğinden soyutlayarak tanıtmak ve bu değerleri dejenere etmektir. Kültür Bakanlığı'nın bu çabası, Nazım Hikmet'i siyasi, devrimci kimliğinden soyutlanmış bir Nazım, herkesin Nazım'ı olarak kabul ettirme çabalarından biri olarak değerlendiriliyor. Tıpkı Deniz Gezmişler'e, Rıfat Ilgazlar'a, şu an Yılmaz Güney'e yapılmak istenen gibi. O'nun sadece kabul edilebilir, "devlet tarafından makul görülebilir" yanlarını öne çıkarıp, "sadece Türkçe'yi iyi kullanabilen, yetenekli, usta bir şair, yazar" olarak tanıtmak. Bu sıralara Kültür Bakanı İstemihan Talay, BM'ye bağlı UNESCO'ya çağrıda bulunarak, yıllar önce vatandaşlıktan çıkardıkları, hain ilan ettikleri Nazım Hikmet'i "Türk Kültürü'nün" önemli isimlerinden biri olarak tanıtıp, doğumunun 100. yıl dönümü olan 2002 yılının ona adanmasını istiyor. Biz, 2002 yılının Nazım Hikmet yılı olmasına karşı değiliz. Biz Nazım Hikmet'in devrimci, vatansever kimliğinin soyutlanarak yeni kuşaklara anlatılmasına ve yeni kuşakların da Nazım Hikmet'i bu şekilde tanımasına karşıyız. • tavı r / haber yorum / mart 2000 / sayı : 21




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.