Merhaba,
Aylık Sanat Dergisi
Bu sayımızda kapak konumuz olan hücrelere ağırlıklı olarak yer vereceğiz. Çünkü bugüne kadar gündemden düşmeyen hapishaneler, önümüzdeki günlerde, hücrelerle tekrar gündeme geleceğe benzer. Hücre tipi hapishane inşaatlarının hızla bitiriliyor olması, hapishane idarelerinin tutsaklara olan yaklaşımları, basında bir türlü "gündem"den düşmüyor olması, tabii en önemlisi başbakanın "devlet cezaevlerinde otoritesini her ne şekilde olursa olsun yerleştirecek" diye açıklama yapması buna işaret ediyor. Konuyla ilgili yazılarımızın tümünde okuyacağınız gibi ve sizlerinde önceden yaşayıp bildiğiniz gibi, bu hiçte sessiz sedasız olmayacaktır. Bildiğiniz gibi diyoruz çünkü herkes bir Buca katliamını görmüştür. Ya da Ümraniye katliamını. Sonra bütün T ürkiye'yi hatta dünyayı sarsan Ölüm Oruçları'nı. Ve en son Ulu-canlar katliamını... Basından takip ettiğimiz kadarıyla bile olsa yaşananların bir katliam olduğunu anlamakta pek zorlanmayız. Basında, birçok tutsağın ölmüş olduğu, birçoğunun da yaralanmış olduğu haberlerinin yer alması, hapishaneye giren ambulanslar ve itfaiye araçlarının verilmesi, bizim için bir katliam olduğunu gösterir. Her ne kadar "örgütsel dökümanlar" gösterilerek bastırılmaya çalışılsa da herkes katliam yapıldığında hem fikirdir. Hele birde bütün katliamlar, tutsakların insanca yaşayabilme isteklerinden kaynaklanıyorsa, en apolitik insan bile, sırf insan olduğu için bu yaşananlardan etkilenir. Bu sefer tutsaklar için çok daha önemli ve ölümcül bir dayatmayla geliyor düzen. Ölümcül diyoruz çünkü, dünyada yaşanılan bir çok örnek göstermiştirki, adına ne denirse densin hücrelerden canlı çıkmak o kadar kolay değildir. Eğer öldürülmezsen, kendi kendine ölmen çok uzak bir sonuç değildir. En nihayet cardı çıkabilirsende çok uzun yaşamayacağına hemen hemen kesin gözüyle bakılır. İşte bu yüzden tutsaklar can bedeli, kan bedeli yada bedeli her ne olursa direneceklerdir. T abii burada bizimde bir yanımız öleceği içirt, bize düşen, insan olmanın da bir gereği olarak SAHİPLENMEKTİR... T emmuz sayımızda buluşmak üzere... Dostlukla..
B
aşbakan bir iş için gideceği| yurtdışı yolculuğu sırasında uçağı Belçika'da akaryakıt ikmali için durduğunda telefo-na yönelmişti. Aslında neler olacağını kestirdiği, hatta çok iyi bildiği bazı bilgileri teyit etmek için ülkedeki Adalet Bakanını aradı. Gelişmeler hakkında bilgi aldı. "Allah kolaylık versin" dedi ve telefonu kapattı. İçi oldukça rahattı. Kendisi orada olmamasına rağmen her ş ey planl andığı gibi gitmekteydi. Ona da sadece "kolaylık" dilemek kalmıştı. Başbakan'ın "Allah kol aylık versin" dediği sıralarda Ankara/Ulucan-lar'd a ise bir katliam yaşanmaktaydı. Hapishanenin etrafı tam bir abluka altındaydı. Jandarma, polis ve özel tim tarafından kuşatılmıştı. Tutsak aileleri ve yakınları bile hapishaneye yaklaştırılmıyordu. Hatta ailelere vahşice s aldırılıp, dövülerek gözaltına alınıyordu. Bütün televizyonlar, gazeteler oradaydı. Aslında bütün Türkiye oradaydı. Herkes "Göz kulak kesilmişti." Haberlerde bilerek, ilk anda hapishanenin içinde ne olup bittiği verilmemişti. Sonuç olarak 10 devrimci tutsak öldü, birçok devrimci tutsak da yaralandı. Bir şekilde yaralı olarak kurtulabilen tutsaklar binlerce yılla yargılanır-
ken, sürgün ve tecrit edilmelerinden dolayı da tusakların durumundan ve olayların gelişiminden uzun bir süre haber alınması engellendi. Her ne kadar kamuoyundan saklanmaya ve çarpıtılmaya çalışılsada sonradan her şey ortaya çıktı. Devlet yetkilileri bile bunun bir katliam olduğunu kabul etmek zorunda kaldı. Öyleki kurulan TBMM İnsan Haklan Komisyonu bile önce bu konuda baskı gördüklerini açıkladı, sonra da "Devleti zor durumda bırakmamak için"
tavı r / kapak konusu / mayıs-haziran 2000 /sayı : 23
yumuşak bir dille, bunun bir katliam olduğunu açıkladı. Peki bunun bir katliam olacağı baştan belli değil miydi? Niye saldırıldı? Bu güne kadar hapishanelerle ilgili olarak çok şey duyduk, gördük, hatta yaşadık. Özellikle 12 Eylül'den sonra hapishanelere yoğun bir şekilde saldırılmaya başlandı. 1980'lerde tek tip elbir şeyi bahane ederek saldırdılar. Geri tepti. Çünkü çok kararlı bir direnişle karşılaştılar. Özellikle o süreç içinde değerlendirildiğinde gerçekten önem-
li bir direnişti. Tutsaklar açısından bakıldığında 12 Eylül'le birlikte bir çokları teslimiyeti, yılgınlığı ve mülteciliği teorize ederken, yanında yöresinde doğru dürüst kimse olmamasına rağmen, kendine güvenle ve inatla saldırının üzerine gidilmesi önemliydi. Kaldı ki bu saldırı bir günlük bir saldırı da değildi. Saldıranlar açısından bakıldığında ise tek başına saldırının geri tepmesi değil, planlarının bozulması ve en çokta teşhir olmalarıydı önemli olan. Öncesinde de bir çok saldırı oldu hapishanelere. Metris, Diyarbakır, Buca, Ümraniye... Her biri farklı bir saldırının, farklı bir katliamın adıydı... Katliamın zamanı, yeri, boyutu, şekli değişse de değişmeyen bir şey vardı: Direniş. Egemenler o günden bu güne hep saldırmış, katletmişti ama "teslim alamamıştı".İşte bu nokta önemliydi. "Esir düşmek değil, teslim olmamaktı bütün mesele". Böyle olunca daha da
azgınlaşıyorlardı. Her seferinde bir öncekinden edindikleri tecrübelerle hareket ediyorlar ve öyle saldırıyorlardı. Ama nafile yine müthiş bir direnişle karşılaşıyorlardı. Hapishanelere niye bu kadar çok saldırılır? Onlar için niye bu kadar detaylı planlar, projeler hazırlanır sorusunun cevabı da işte burada saklı:Teslim alamamak... Peki saldırıp teslim almak için niye öncelikle hapishaneler
seçilir? Amaçlanan nedir? Egemenler içeride, dört duvar arasında tutsak ettiği devrimcileri halka taşıdığı direniş, örgütlenme ve mücadele kararlılıığın-dan korkar. Bu yüzden bütün halk ke simlerini susturarak, emperyalizmin işbirlikçisi tekeller adına "istikrar" sağlamak için hapishanelere yönelir. Bunun için yıllardır saldırmaları, bunun için her saldırıda dört duvar arasındaki tutsaklara teslim olun diye bağırmaları. "Teslim olun"... Ve bunun için yeni yeni planlar, projeler yapmaları. Şimdilerde de önlerinde yeni bir proje var. Onlara sorsan "F Tipi" yada "Oda Tipi". Tutsaklara sorarsan tek kelimeyle: HÜCRE... İnsanlar ne için hücrelere kapatılır? Birkaç metrekarelik bir yerde neden bir ömür geçirmeleri istenir? İnsanlar dan uzak, sıcak bir merhabaya hasret... Hem öyle ki havalandırmada bile baş ka yüzler, başka se sler yasak. Gördü ğün tek yüz, tek ses gardiyana ait. Bir de arada bir gelen, görüşe girip gire meyeceği meçhul ziyaretçinin. TV-radyo bile yasak. Hayatla olan tek bağın yaşıyor olman. Onun da hücrede hiç bir garantisi yok. İsterlerse alırlar gece nin sessizliğinde, hatta güpegündüz alıp götürürler yemden işkencelere, işkenceli ölümlere. Kim bilecek? Kendi sinden başka kim dire-
necek? Dirensen nereye kadar, tek başına... Hücrenin boyunu adım adım, karış karış... Taşlan, noktalan, hücrende olabilecek en ufak bir detayı bile bilirsinde... Böyle bir gün değil, bir ay değil, bir yıl değil... Çıldırasın diye beklerler. Her şeyi sorgulaman istenilir. Kendi kendinle başbaşa verip sorgulaman. "Değer miydi bütün bunlara? Bak ne hale düştüm. Eşimden dostumdan uzak. Yarin hasreti bir yandan... Yıllarca ömür tüketmeye değer mi?" Niye böyle yalıtılır insan? Niye her şey yasaklanır? Evet bütün bunlar belki tam anlamıyla hayata geçirilemedi ama, bunun için bütün çabalan. Saldırmaları, katletmeleri... Önlerinde bir proje var: "Cezaevi Projesi". Bunu uygulayabilmek için hepimizin bildiği gibi her şeyi yapıyorlar. Nasıl yapıyorlar? Nasıl yapacaklar? Hep söyleriz, eskiden beri egemenler böl, parçala, yönet taktiğini kullanırlar diye. Burada da mantık olarak aynı, işleyişte farklı hareket ediliyor. Bu yüzden öncelikle, tutsaklara isteklerini daha kolay kabul ettirebilmek için, onların birbirleriyle olan, bu güne kadar da süre gelen dayanışma ve birlikteliklerini kırarak başlamak istiyorlar. Bu-
tavır / kapak konus u / mayıs-haziran 2000 /sayı: 23
nun için de acilen koğuş sisteminden çıkıp hücre tipine geçmeye çalışıyorlar. Ama bunun da öncesinde, doğacak tepkileri önleyebilmek için yapacaklarını herkesin kafasında meşrulaştırmak yada yüreklere korku salmak gerekiyor. Meşrulaştırmak içinde, korkutmak içinde medya iyi bir araç. "Mafyacılar birbirini vuruyor.", "silahlar konuştu!", "cezaevi müdürü silah sokarken yakalandı" vb. gibi bir çok haber yer alır basında ve bu haberleri "cezaevlerine hakim değiliz", "... cezaevlerindeki hakimiyeti sağlanamazsa, bu ülkede kanun hakimiyeti sağlanamaz." türündeki açıklamalar izler. Son noktayı ise en yetkili ağızdan duyarız: "Devlet cezaevlerinde otoritesini her ne şekilde olursa olsun yerleştirecek." Cezaevleri mutlaka "ıslah" edilmesi gereken hem de her ne pahasına olursa olsun ıslah edilmesi gereken yerler olarak gösterilir. Bu şekilde cezaevlerine yapacakları saldırıları insanların kafasında meşrulaştırmaya çalışırlar. Meşrulaştırılamadığı noktada gerçek yüzler gösterilerek korkutulmaya çalışılır. Korkutmaları, morallerini bozup sindirmeleri gereken iki kesim vardır. Birincisi halktır; bunun için ilk yöntem doğrudan hedefe yöneliktir. Yetkili ağız basından "... Bu gösterilere destek verenler, teröre destek verir." açıkla-
ması yaparak mesajı doğrudan iletir. Bu mesaj düşünülen etkiyi yaparsa köşe yazarları susar, sanatçılar susar, halk susar... Böylelikle tutsaklar yalıtılıp, yalnızlaştırılarak istenilen hedefe sessiz sedasız ulaşılır, ikinci yöntem dolaylıdır ve ikinci kesim olan tutsakları hem direk hem de dolaylı olarak etkiler. Direk etkiler çünkü yapılan saldırıların ve katliamın baş aktörleridirler. Ölen, yaralanan, işkence gören hep onlar olur bu oyunda. Dolaylı etkiler çünkü saldırıların olmadığı hapishanelerdeki tutsaklara da "Balon ders alın. Uslu uslu oturmazsanız, bizim istediklerimizi yapmazsanız sonunuz böyle olur." diye mesaj verilmek istenmektedir. Tutsaklar hücreyle yalıtılmak istenir, hem de her şeyden, herkesten... Ve daha şimdiden ziyarete giden aileleri ve yakınlarını kaçırıp, gözaltına alıp işkence ederek, bunu yapmaya çalışmaktadırlar. "Bir daha gelme buralara" diyerek onlara içeridekinin kendi evladı, yakını olduğu korkutularak unutturulmaya, sahiplenmesi engellenmeye çalışılır. Sonra reklam meselesi var. Yani ürünü pazarlama... Hücre tipini öyle bir pazarlamaklar ki insanlar bu "oda tipi"ne tepki duymak bir yana orada kalabilmek için can atmalılar:"Her türlü konfor var", "Kral dairesi gibi"... Bir de Avrupa standardına uygun
olduğu söyleniyor. Hangi yönüyle? "Konfor" yönüyle mi? Katliam yönüyle mi? Almanya değil miydi RAF tutsaklarını bu şekilde katleden? Yoksa onlar aşırı konfordan mı ölmüşlerdi? Öyle ya, onlar intihar etmişlerdi. İlk önce RAF önderleri hücrelerinde ölü bulundu. Sonra bütün RAF tutsakları tek tek intihar etti. Peki ya, daha beş-altı ay öncesinde İlhan Yelkuvan'ı tecrit edip, kendi insanlarını, kendi dilini bile yasaklayan Almanya değil mi? İlhan Yelkuvan bu yüzden Ölüm Orucu'na yatmadı mı? Ve bu saldırıdan 63 gün direnerek zaferle çıkmadı mı? İşte Avrupa standardı dedikleri bunlar. Hiç birşey bütün bunların tutsa kları "teslim almak" için yapıldığı gerçeğini değiştirmez. Her ne yapılırsa yapılsın, adına her ne denirse densin. Her nasıl pazarlanırsa pazarlan-sın. Bu gerçek değişmeyecek. Kısacası bu bir varlık yokluk meselesi... Bu bir iradeler savaşı. Bu yüzden birinin varlığı ortadan kalkmadığı sürece de bu saldırı sürecektir. Anlaşılan o ki yeni bir saldırı için pek fazla beklemiyeceğiz. Gazetelerde hala cezaevlerinin çok sık olarak gündeme gelmesi, F tipi denilen yada bir diğer adıyla "oda tipi" diye tanıtılmaya çalışılan hücre tipi hapishane inşaatlarının hızla bitirilmesi ve açıktan hapishane idarelerince "bu ay geliyoruz", "Şu ay hücre tipine geçiyoruz" demeleri bunun bir ispatı. Her ne olursa olsun, kendilerince ne kadar güçleri bölmeye çalışırlarsa çalışsınlar şu da bir gerçek ki, tutsaklar teslim olmayacaktır. Çünkü onlar bütün bunların kendileri için ne anlama geldiğini biliyorlar. Biliyorlar ki kendilerinin teslim olup olmaması da değildir mesele. Mesele bütün bir halkın teslim alınmaya çalışılmasıdır. Bunun için direneceklerdir. Onlar, onur, namus, adalet için, özgür bir vatan için yine haykıracaklar:"Devrimci tutsaklar teslim alınamaz!" Ve bize düşen tek şey ise sahiplenmek... Hem sadece onlar için de değil, biraz da kendi geleceğimiz için. □
tavır / kapak konus u / mayıs-haziran 2000 / s ayı: 23
Onu yakaladıklarında çok sevinmişti düşmanları. Elbette onun öyle "çok önemli" ya da "üst düzey" birisi olmadığını biliyorlardı. Ne çok özel olağanüstü yetenekleri vardı, ne de sansa syonel eylemlerde yer almıştı. Ama sevinçliydi düşmanı. İçki kokan ağızlarından, sarhoş naralarıyla birlikte çirkin kahkaha se sleri de duyuluyordu. Bir militanı daha ele geçirmişlerdi işte. Bir devrimciyi daha tutsa k almışlardı... Gözlerini açtığında ilk hissettiği şey soğuk oldu. Tutsak düştüğü an üzerinde ne olduğunu hatırlamıyordu ama şimdi çıplak olmalıydı. Tüm vücudu titriyordu çünkü. Elleriyle elbiselerini yokladı. Yalnızca parçalanmış çamaşırları vardı üzerinde. Gözlerini bir kaç kez açıp kapadı. Karanlığa alışmaya çalıştı. Herhalde bir şeyi değiştirmeyecekti bu çabası. Çünkü hiçbir şeyi göremiyordu. Aklına "nerede olduğu" sorusu gelince soğuğu da, çıplaklığı da, karanlığı da unutu-verdi. -Kimse yok mu? diye bağırmaya
çalıştı. Sonra sesinin yankısını dinledi duvardan, ayaklarına sürtünerek ıslak bir şeyin geçtiğini hissetti. Fare olmalıydı. Eliyle yerin beton zeminine tutunup doğrulmaya çalıştı. Olmayınca kollarının üzerinde doğrulup, yavaş yavaş dönmek istedi. Yüzünü geriye doğru çevirince burnuna, yakıcı, boğucu bir koku çarptı. Çok yoğun amonyak ve tuz ruhu kotavır / kapak konusu / mayıs-haziran 2000 / sayı: 23
ku suna benzer bir şey. Uzun süredir orada olduğu anlaşılan kesif bir sidik ko kusu. Başını gerisin geri çevirip, ayağa kalkmaya çalıştı. Bacağının ağrısı iyice şiddetlendi, oturdu olduğu yere. Bedenindeki yaralar sızlıyordu şimdi, bacaklarında, kollarında, sırtında, kafasında... Dipçikten, "Made in USA" postallardan, coplardan, yum-
ruk v e tekmelerden geriy e kalan şişlikler, y arıklar, morluklar... Burnundan durmadan kan akıy or, sağ gözünün üstündeki y ara gittikçe şişiyor, gözkapaklarını, kapatıy ordu. Biraz çabaladı, ıslak taşlara değdi eli. Ellerinin v e sırtının üstünde sürünmeye çalıştı. Bacağını oynatamıyordu. Sırtını ıslak duv ara dayadığında gücü iy ice tükenmiş, üşümesi ve y aralarının ağrısı artmıştı. Dudaklarında kurumay a başlamış kan lekeleri v ardı. Çatlamışlardı, alt dudağı sol y anım dan boynu boy una açılmış, kırmızı et görünüy ordu. Susadığını hissetti. Sonra aklına geldi yine nerede olduğu. Bir süre gözleriy le hiçbir şey göremeden öy lece baktı karşısına. Sonra tav andaki kir v e isten kararmış buzlu camdan süzülen incecik bir ışığı f arketti. Nerede olduğunu seçebiliy ordu şimdi. Sırtım yasladığı ıslak duv ar hemen bir iki adım ileride bitiy ordu. Y an duv arların mesaf esi daha da kısaydı. Karşıda demirden bir kapı, tav anda buzlu camdan ufak bir pencere. O kadar. Böy le bir y erdeydi şimdi. Ufacık bir kutuya hapsedilmişti. Islak duv arlar v e demir kapıdan başka hiçbir şey yoktu içerde. Y alnızdı. Hücredeydi. Gözlerini kapay ıp hatırlamaya çalıştı, daha önce kaç kez anlatmışlardı y oldaşları. Gazeteler, televizy onlar boy una reklamını y apıy ordu "lükstür, rahattır" diy e. İşte görüy ordu kendisi de. Belki böy le çıplak, böy le karanlık değildi onların anlattıkları. Ama hücredir ne de olsa. Tıpkı böyledir. Uzaktan ay ak sesleri gelmeye başlay ınca, doğrulmak için bir kez daha çabaladı. Ay ak sesleri gittikçe y aklaştı sonra demir bir kapının açıldığım duy du. Sürgü sesi dişlerini gıcırdattı. Kulaklarından hiç silinmey ecek, y aşamı boy unca hiç unutmayacağı o kapı gürültüsünün ardından ay ak sesleri y eniden uzaklaştı. Ev et, hep anlatılan hücre buy du, demek. Hücredeydi işte. Y alnızdı. Hiç kimse y oktu kendisinden başka. Belki başkaları da tutsak edilmişti kendisi gibi, ama o şu anda o hücrede çıplak ve ıs-
lak duv ara yaslanmışken tek başınay dı. Gözlerim y eniden kapadı. Bir araba sesi duy duğunu sandı. Sonra okuduğu kitaplar geldi aklına. Hücrelerdeki dev rimciler. Onların nelerle karşılaştıklarım, ne y aptıklarım düşündü. Sağ taraf taki duv arın hemen ötesinden sesler geliyordu. Bağırışlar tekme sesleri, bir çocuğun hıçkırıklarıy la bölünen küf ürler... "Söyleyecek misin? dedi kaymaka m kızarak. Lenko susuyordu. -Söylemezsen seni mahzene kapatırız. Bu, küçüğü hiç de telaşlandırmad ı. -Mahzene kapatın! emrini verdi kaymaka m. -Bu akşam onu fareler kemirsin de, bakalım yarın yine susacak mı? Pazvant henüz çocuğu götürme mişti. -Söyleyecek misin? diye sordu, bir daha kaymakam. Lenko bir şey demedi. Sadece bir göğüs geçirdi. Her şeye hazır olmasına karşın, bu adamların daha kendisiyle şaka ettiklerini sanıyordu. Onu mahzene kapayacaklarını, ne yapacak bakalım diye bekleyeceklerini ve sonra serbest bırakacaklarını sanıyordu. Gelgelelim, olup bitenler işin iyi sonuçlanmayacağını gösteriyordu. Bir yol bulup buradan uzaklaşmalıydı... Pazvant Lenko'yu getirip attı mahzene. Kapıyı kilitledi, gitti. Sonra onu sorguya çekenler ve Pazvant ayrıldılar binadan. Yalnızca küçük çocuk kaldı. Hücrede yalnız. A ma u mutsuz değildi. Annesinin, sonra dayısının ve arkadaşlarının yani partizanların kendisini merak edeceğini biliyordu. Partizanlara verilen silahlar hakkında hiçbir şey söylemeyecekti onlara. Ama ya burada daha uzun süre tutarlarsa annesi ne yapardı. Çocuğun kendisine önce ürkek, sonra kararlı gözlerle bakması hoşuna gitmişti. Kendi kendine mırıldan ıyordu küçük çocuk. Bütün gücünü toplayarak bir çıkış yolu düşünmeye başladı. Hayli bir zaman yerde durdu.(...) Her şeyi yoklayıp denemek istedi. Belki de bir kolayını bulurdu. Bütün demir par maklıkları gözden geçirdi. İkinci parmaklık orta yerinden yamuktu. Tuttu, yamuk yeri yukarı doğru çevirmeye çalıştı. Demir çubuk
dönüverdi... Lenko parmaklıkları gevşetmek için bir hayli uğraştı. Sonunda başardı ve küçük çocuk gecenin karanlığında hızla uzaklaştı."(1) Sırtım ıslak duv ardan biraz uzaklaştırıp bacağını göv desine doğru çekmek istedi. Ağrılar iy ice şiddet-lense de bacağını oy natmay ı başardı. Bir y andan da bu küçücük kutunun içinden Lenko gibi kurtulabilir miy im, diy e düşünüy ordu. "Başını kaldırdığında karşısında dalgalı uzun saçları o muzlar ına dökülen bir genç vardı. Delikanlının sakalları karmakarışık uzamıştı. Çıplaktı. Üzerinde beline sardığı, eski, mavi bir battaniyeden başka hiçbir şey yoktu." Lenko'nun y aptığı, hepimizin ilk denememiz gereken. Özgürlüğümüze sahip çıkmamızdır bu. Ama bu her zaman öy le kolay olmuy or. Madem ki özgürlüğü kendi elimizle y aratmamız şimdilik engellenmiş, biz de sav aşırız. "Sorun özgürlüğe, onura sahip çıkmak değil mi? Öyleyse onu en çok da özgürlüğün böylesine zulümle engellendi ği, onurun bu kadar ayaklar altına alınmak istendiği şu hücrede savunmalıyız dedi. Sonra demir kapısının arkasından gelen kilit şangırtılarıyla ayağa kalktı. Dışardaki sesler çoğalmıştı. Anlamad ığı bir dilde bağırışlar, küfürler, slogan sesleri... -Arama yap mak istiyorlardı, dedi uzun saçlı genç. -Biraz önce getirdiler beni de. Arama için götürmüşlerdi. Delikanlının mavi havlu sarılı olan çıplak bedenindeki yaralara bakınca ona istediklerini yaptıramad ıkları, onursuz aramayı kabul ettiremediklerini anlamıştı. Zaten Bobby'da yaşadıklarını anlatmaya başlamıştı bile. -Esneyen ve beni -ilk kasti avlarınıyoklayan yarım düzine gardiyanın dizildiği yerde bir masa duruyordu. Sözcünün parolasını bekleyen kara güruhun ortasında ayakta kalakaldım. Kendi kendini atayan gaddar 'Hey' diye bağırdı. 'At o havluyu. Çevrende dön, eğil ve ayak ucuna dokun'. Havlumu çıkardım, çevremde tam bir daire çizdim ve çıplak
tavır / kapak konus u / mayıs-haziran 2000 / s ayr: 23
bir halde sıkılarak orada ayakta durdum. Bütün gözler vücudumu dikkatle tetkik ediyordu. Sözcü 'Bir şey unuttun' diye hırladı. 'Hayır unutmadım'. 'Eğil serseri' diye tam yüzüme doğru ıslık gibi bir sesle konuştu. Sesi, zoraki bir sabrı ima ediyordu. İşte zamanı geldi diye düşündüm. 'Eğilmiyorum' dedim. Zoraki gülüşmeler, surat kümesini cesaretlendirdi ve küfürler patladı. Küstah o... çocuğu diretti: 'Eğilmiyor' Sabırsız dinleyicilere 'Eğilmiyor, ha ha ha, eğilmiyor arkadaşlar' dedi. Tanrım, işte zamanı geldi. Gülmeyi sürdürerek yanıma geldi ve vurdu. Bir iki saniye içinde beyaz ışıkların ortasında, her yerden yağmur gibi yumruklar yağarken döşemeye düştüm. Yeniden doğrultuldum. Masanın üzerine tıpkı bir lapa gibi yüzükoyun fırlatıldım ".m Bobby'nin anlattığı bu işkenceler ve anlatırken böylesine rahat, kararlı olması inananı daha da artırmıştı. Gözlerini kapatıp, onun Ölüm Orucu günlerinde söylediği sözleri hatırlamaya çalıştı. "Tiocfaidh ar la", 'Elbette' dedi kendi kendine. Elbette gelecek günümüz. Hani, binler-
ce devrimciye işken ce yapılan Çin zin danlarında direnişçi ler acıların, ölümle rin ortasında inançla rım hep yemyeşil bir filiz gibi tertemiz tu tuyorlardı ya; Bobby'nin sözleriyle ne kadar benziyordu anlattıkları... "'Adım Lung Ku-angh.ua. İç savaşta yaralandım '. Ceketinin önünü açarak sağ omuzundaki uzun bir yara izini gösterdi. 'Kendime geldiğimde esir edilmiştim. Vurun ulan beni dedim ama vurmadılar. On bir kişi esir düşmüştük. Kimisi aldıkları yaralardan öldü, kimi de yolda yapılan eziyetlerden. Kala kala takım komutanı Vang'la ben kaldık. Bu yıl beni buraya getirdiler. Vang aşağıda, eskiden komutanımızın kaldığı iki numaraları hücrede. Eğer bir daha buradan çikamazsam çıkama m, ne yapalım? Ama bir de çıkarsam, elime bir makinalı isterim. İşte o zaman hesap sorulacak...'" m Onlar da hücredelerdi, aylar, yıllar boyu işkenceler, açlık, soğuk, yoldaşlarının yanlarından götürülüp birkaç adım ötelerinde kurşuna dizilmesi... hiçbir şey onları teslim alamamıştı. Her koşulda devrimi savunmuş, örgütü hücrelerde olsalar dahi korumuş ve zafere ulaşmışlardı. İnandıktan ve istedikten sonra hücrede olmak hiç önemli değüdi. Yalnız da olabilirdin, hiçbir eşya, hiçbir haber ulaşmayabilirdi de. Ama eğer inanıyorsan ve eğer istiyorsan hiçbir duvar sırurlayamaz seni. J
Julius Fuçik hücreredeyken "Damgacından Notlar" kitabını yazmıştı ya hani. Bir parça kağıt ve ufacık kalmış bir kurşun kalem yakalansaydı belki de onunla birlikte başka insanlarda derhal ölüme gönderilecekti.
Oysa o inanıyordu. Başarmalıydı ve başardı. Kitabı bitirip bitiremeyeceği dahi belli değildi. Ama istiyordu... "Yaşamımın filmini yüz kez, binlerce ayrıntılarıyla gördüm. Şimdi onu yazmaya çalışacağım. Celladın ipi, ben bitirmeden boğazıma çıkarsa, geride filmin mutlu sonunu yazacak milyonlarca insan vardı"}0 Dudağının altındaki yarık yerinden konuşmaya başlamıştı. Ama bedenindeki acılar artık daha az acı veriyordu. Islak duvara yaslanarak doğrulmaya çalıştı. Taşlara tutuna tutuna kalktı. Soğuk hala üşütüyordu. Duvara yaslanmış sırtını zorlukla oynattı. Şimdi göğsünü dayamıştı duvara. Karardığa alışmış gözleriyle duvara baktı. Yer yer yosun tutmuş, pis kokulu taşların üzerine yazılmış birkaç satır gördü. "Kışın soğuğu, perişanlığı olmaksızın Baharın sıcağı ve parlaklığı yoktur. Bela, tav etti ve sertleş-tirdi beni. Ve aklımı çeliğe dönüştürdü " <s Yanmış bir kibrit çöpü ya da bir taş parçasıyla yazılmış şiirin altında "Bu şiiri Ho Chi Minh, böyle bir hücrede yazdı" diye bir not vardı. Gülümsedi, kendinden öncede bu hücrede, böyle hücrelerde kalanlar olmuştu. Ama ne teslim alabilmişti onları düşman, ne de hücrede olmaları direnmelerini engellemişti. Demir kapının ardından ayak se sleri duyuluyordu. Yeniden sırtını duvara yaslayıp kapıya doğru, düşündü. Neyle karşılaşacağım bilmiyordu o anda. Ama ne yapacağım çok iyi biliyordu. Yaralarının sızısını ve ağrıları hissetmiyordu artık. Demir kapının sürgüsü gürültüyle çekildi. Anahtar kilidin içinde birkaç tur döndü. Dimdik duruyordu hücrede. Titremesi geçmişti. Bizim de günümüz gelecek... □ dipnotlar 1- Georgi Karaslavof, Partizan, sayfa: 159-161 2- Bobby Sands, Hücremde Bir Gün, sayfa: 21 3- Yang Yi yen-Luo Kuangpin, Kızıl Kayalar, sayfa: 57 4- Julius Fuçi k, Dar ağacından Notlar, sayfa:14 5- Ho Chi Minh, Seç me Şiirler, sayfa: 42
tavır / kapak konus u / mayıs-haziran 2000 / s ayı: 23
"
damın çaresiz bir şekilde oynattığı kolunun ucundaki korkunç yaranın çürümeye başladığı açıkça belliydi, takat bu Kanlı et yığını tüm işkencelere rağmen insanlığından bir şey yitir-me mişti. Çarmıhın önünde duran bir cellat, işkence gören adamın vücuduna iki çivi çakmakla meşguldü. Çekici indirdiği anda adamın vücudundan fışkıran kan, sütunu geniş bir kavis çizerek meydanı kavlayan tozların arasına karışıyordu. Fakat kurban kahkahalar atarak öyle bir gülüyordu ki, yanaklarından aşağı yaşlar süzülüyordu. Bunun sebebi çektiği şiddetli acı olabilir miydi? Rüstem Efendi'nin sesi duyuldu: 'Bu adam El-Hallac""
A
El-Hallac yani Hallac-ı Mansur düşüncelerinden ödün vermeyerek, bir an olsun egemenin önünde diz kırmayarak ölümün üstüne yürüyordu. Ne yedi ay boyunca süren sorgular, ne vücudunda derin izler bırakan kamçılar, ne darağaçları, ne de bedenini saran ateşin ihaneti vazgeçiremedi O'nu inanandan. Ve düştü toprağa 900lerin hemen başında. 900'lerin hemen başından bugünlere uzanan bir direnme geleneği oldu Hallac-ı Mansur... Geçtiğimiz aylarda Yurt Kitap-Yayın tarafından Hallac-ı Mansur'un ya-
şamını konu alan "Bağdat'ta Ölüm Hallac-ı Mansur" adlı bir kitap yayınlandı. Kitap daha önce Hallac-ı Mansur hakkında bilinenleri biraz daha derli toplu ve roman havasıyla veritavır / tarih / mayıs-haziran 2000 / sayı: 23
yor. Kitapta şöyle bir kurgu oluşturulmuş: Profesör Eduard Wilhelm Klapproth, Moğol döneminden kalma el yazmaları konusunda araştırma yapmak için İran'a gider. Ve orada
kendisine yardım edeceğini düşündüğü Abbas Ağa ve Rüstem Efendi ile tanışır. Ancak aksilikler hep üst üste gelir ve Profesör Klapproth, Abbas Ağa ve Rüstem Efendi bir gün ansızın ortadan kaybolurlar. Profesör Klapproth ve dostlarının akıbetini öğrenen ve Ön Asya ülkeleri üzerine uzmanlaşmış olan Edgar Eigenbrod bu konu üzerinde hassa siyetle durur. Eigenbrod işe ilk olarak Profesör Klapproth'un eşini ziyaret ederek başlar ve sonra karar vererek İran'a gider. Burada kendine yardıma olacağım düşündüğü insanlarla görüşür. Ancak önemli bir yol katedemez. Umut dolu haber bir gün hiç beklemediği bir yerden, polis merkezinden gelir. Bir banka memurunun 8 yaşındaki oğlu kurumuş bir nehir yatağında top oynarken kıyıda, sazlıkların arasında siyah bir şey görür. Top oynamaya ara vererek sazlıkların arasına dalar. Ve gördüğünün siyah kalın bir defter olduğunu anlar. Açar, bakar defterin içine. Ancak yazılar Frengi lisanıyla yazıldığı için okuyamaz. Ve defteri doğruca annesine götürür. Annesi merakım gidermek için deftere bir süre baksa da o da soluğu polis merkezinde alır. Ancak polis şefi de Frengi lisanıyla yazılmış defteri okuyamaz. Ve ne yapacağım düşünürken aklına Profesör Klapproth'u arayan gazeteci Eigenbrod gelir. Hemen telefonun ahizesini kaldırarak Eigenbrod'un kaldığı otelin telefonunun bağlanmasını ister. Gazeteci Eigenbrod polis merkezine gelir ve başlar defteri okumaya. Kitabın bu bölümünden sonraki akışı gidiş-gelişlerle devam eder. Önce Eigenbrod anlatılır. Eigenbrod defteri okudukça zaman yolculuğuna çıkar ve yıllar öncesine dönerek Profesör Klapproth'u arar. İşte Hallac-ı Mansur da Eigenbrod'un Profesör Klapproth'u aradığı bu bölümlerde anlatılır. Hallac-ı Mansur olarak ünlenen, Ebül Mugis El-Hüseyin bin Mansur El-Beyzavi, iran'ın Beyza Kasabası'nda 857 yılında doğmuştur. Küçük yaşta başladığı dini eğitiminde keskin zekası ve bilgisiyle öne çıkmıştır. Bağdat,
Kahire ve Mekke gibi dönemin en büyük şehir ve din merkezlerinde, ünlü islam bilginlerinin öğrencisi olmuştur. Orta Asya'ya yaptığı seferlerde Türk Boylan arasında islam dinini yaymakla ünlenen Hallac-ı Mansur, özellikle hocası olan Bin İbrahim El-Cüneyd'in etkisiyle Tasavvuf'a (Sufizm-Gizemcilik) yönelmiştir. Diğer Tasavvufçu'lardan farklı olarak insanın özünün tanrı olduğu düşüncesi yerine, insanın tanrı olduğunu, insanın ve tanrının ayrı olmadığını savunan bir düşünce geliştirmiştir. "Enel Hak" (Ben Tanrıyım) sözü de bu düşüncesinin en özlü ifadesi olmuştur. "Enel Hak" sözüyle tanrı ile insanı özdeşleştiren ve tanrıdan başka bir varlık olmadığım savunan Hallac-ı Mansur'un tarihsel önemi yaşadığı dönemdeki Tasavvuf düşüncesinin bir adım ileri taşıması ve esas olarak da Abbasi Devleti'nin baskılarına karşı boyun eğmemesidir. Gücünün doruğuna ulaştığı 850'li yıllardan itibaren zayıflamaya ve çürümeye başlayan Abbasi İmparatorluğu zayıfladıkça daha çok gericileşmiştir. Halifelik unvanı da taşıyan hükümran Abbasi ailesi, iktidarına sürekli islami "kutsal" bir temel kazandırmaya çalışarak, Hallac-ı Mansur gibi farklı düşünceler taşıyanlara karşı baskı uygulamıştır. 900'lü yılların başında ağır vergi ve baskılar altında ezilen halkın bir çok bölgede ayaklanmalarım katliamlarla bastıran Abbasiler, düşünceleri geniş ke simlerce benimsenmeye başlanan Hallac-ı Mansur'u da iktidarlarına karşı büyük bir tehlike olarak görmüşlerdir. İran'lı Şii bir aileden gelen Mansur'un düşüncelerinin İran'da büyük bir hızla yayılması Abbasi'lerin korkusunu daha da büyütmüş ve 922 yılında Hallac-ı Mansur'u Bağdat'ta idam ederek katletmişlerdir. Hallac-ı Mansur, yaşadığı dönemin egemenlerine boyun eğmemiş, sarayın dalkavukluğunu yapmayıp, rahat ve lüks bir yaşam yerine sürekli "Hakikat"i aramış ve düşüncelerini, inancım işkenceler ve ölüm pahasına savunmuştur. Tarihsel yeri de düşün-
tavır / tarih / mayıs-haziran 2000 / sayı: 23
celerinin doğruluğu ve geçerliliğiyle değil, yaşadığı dönemin düzeyine, özelliklerine ve sömürücü, talana, zalim ve gerici bir iktidara karşı başeğmez tavrıyla belirlenmiştir. Hallac-ı Mansur,İslam Tarihi'nde de doğruyu bulma çabası zalim, sömürücü ve talana Abbasiler'e karşı boyun eğmemesi ile onurlu yerini almıştır. "Onun amacı, kalplerin hallacı olmaktı. Bundan böyle insan ruhunu işleyen bir zanaatkar olacaktı. Böylece babam pamuklu veya kıl elbiseler giyen ve fakirlik vaaz eden adamlara katıldı." Adalet istiyordu Hallac. Biliyordu ki, her türlü isyanını gerekçesi, adaletsizlikti. Yakalayıp yedi ay boyunca işkenceden geçirdiler Hallac'ı. Vücudu neredeyse bir bebek büyüklüğünde kalmıştı ve tanınması imkansızlaşmıştı. Ama o hala düşüncelerinden en ufak bir ödün bile vermemişti. Beyza halkı içlerinden çıkan bu büyük insana içten içe büyük bir saygı besliyor ve yasım tutuyorlardı. Hallac ise Bağdat'ta artık son nefesini veriyordu. "O daima bizden biriydi ve daima bizden biri olarak kalacak." dedi, Hallac-ı Mansur'un durumunu öğrenen köylülerden birisi. Bir diğeri "O'nun özel birisi olduğunu her zaman söylemişimdir" dedi. Hallac'ın sesi giderek alçalıyordu. Kısık sesle de olsa konuşmaya devam ediyordu. Konuşması artık kesik kesik geliyordu. Ancak yine de ne söylediği açıkça ve kolaylıkla anlaşılıyordu. "Henüz aynı akşam, Dicle nehri kıyısındaki şehirde yaşayan çok sayıda adaletsiz ve az sayıda adil insan üzerine karanlık çöktüğü zaman, Hallac celladın kurbanı oldu. Tanınmayacak haldeki vücudu, herkes tarafından görülebilmesi için, bir süre daha idam sehpasında rüzgarın okşayışına bırakıldı." İbret-i alem olsun diye kafası kesildi ve vücudu yakıldı. Bir söylentiye göre vücudunun kalıntıları Dicle'ye savruldu. Ve o gün bugündür onun direnci yayılıyor tüm Ortadoğu'ya. * Wolfgang Günter Lerch- Bağdat'ta Ölüm Hallac-ı Mansur
R
ivayete göre; tanrı insanı yaratmak için büyük bir fırın yapmış ve yoğurduğu üç hamuru fırına atmış. İlk çıkardığı hamur beyazmış ve beyazlan az piştiği için sevmemiş, ikinci çıkardığı hamur çok pişmiş ve zencileri çok piştiği için beğenmemiş. Üçüncü ve son hamuru çıkaran tanrı hamuru görünce "tam kıvamında oldu" demiş; işte o üçüncü hamur da Çingene'ymiş. Bazılarının dilinde hakarettir "Çingene" tanımlaması. Hor görülen, aşağılananlara karşı kullanılır. Bir anne çocuklarım korkutmak için bile kullanır; "Çingeneler gelip seni kaçırırlar"... Kimine göre "uyumsuz", kimine göre "hırsız", kimine göre "asalakça yaşamak isteyen uğursuz dilenciler"dir Çingeneler... Ve onlar her zaman aşağılanan, toplumdan dışlanan, horlanan bir halktır. Küçük topluluklar halinde ve genellikle göçebe olarak yaşayan Çingeneler, tarihin her döneminde bulundukları ülkelerde ezilmiş, hakları gasp edilmiş, asimilasyona ve soykırıma uğramış, insanca yaşama hakkından bile mahrum bırakılmışlardır. Ve Çingeneler tarihin her
döneminde, ikinci sınıf insan gözüyle bile bakılmayan bir topluluk olmuştur. Egemenlerdir onları hor gören ve aşağılayan. Kimi yerde "Sinteler", kimi yerde "Manuşlar", "Jitanlar", "Kaleler" diye adlandırılır onlar; kimi yerde "Elekçi", "Abdal", "Çingen", "Rom", "Kıpti"... Kim ne derse desin, onlar kendilerini genellikle "Roman" olarak tanıtırlar... Tüm aşağılamalara rağmen halkların ortak olumlu özellikleri onlar için de geçerlidir. Misafirperver, insana değer veren, yardımlaşma ve dayanışma duygulan güçlü insanlardır Çingeneler. Çingenelerin Tarihi Eski tarihlerine ilişkin hiçbir kayıtlan olmayan Çingeneler'in anavatanları Hindistan'dır. IX. yüzyıldan sonra Hindistan'a İslamiyetin girip ekonomiyi canlandırmasıyla bazı hanedanlar giderek daha da zenginleşmeye başlar. Bu, halkın daha fazla yoksullaşması demektir. Buna bir de tavır / folklor / mayıs-haziran 2000 / sayı: 23
aile gruplarının kendi aralarındaki kavgaları eklenir. Tüm bunlar Hindistan'dan önemli bir insan topluluğunun göç etmesine neden olur. İşte bu göç edenlerin neredeyse tamamına yakım bugün Çingene diye adlandırılan milliyettir. Hindistan'dan yola çıkan Çingeneler 950 yılında İran'ın Isfahan kentine gelirler. Burada Çingeneler'in küçük bir ke simi Rusya'ya ve oradan Sırbistan'a göç eder. Büyük bir kesimi ise Güneydoğu Anadolu üzerinden iki kola ayrılır. Birinci kol 1150 yılında İstanbul'a gelir ve İstanbul'dan Romanya, Bulgaristan, Yunanistan, Yugoslavya, Macaristan olmak üzere Avrupa'nın bütün ülkelerine dağılır. "Küçük Mısır Dükleri" adıyla Mora Yarımadası'nda görülen Çingeneler ise Eflak ve Moldovya'da 1370 yılında köleleştirilir. 1348'de Sibirya'ya yerleşirler. Bir kısmı buradan yine batıya doğru göç etmeyi sürdürür. Çingeneler Hindistan'dan başlayan göçlerinde geçtikleri her ülkede ufak b ir
topluluk bırakırlar. Kalan topluluklar da göçebe y aşamlarını sürdürür. Her topluluk bulunduğu ülkenin hakim inanış v e dilini benimser. Anadolu'da Çingeneler Göç sırasında Anadolu'da kalan Çingeneler'in bir bölümü Maraş, An-tep, Adana, Hakkari, Mardin, Siirt civarlarına, bir bölümü de bir anlamda Av rupa'dakilerle birleşme yeri sayılan Traky a'ya y erleşir. Özellikle 1453 y ılında İstanbul'un fethinden sonra İstanbul Balat'a bir çok Çingene grubu y erleşir. Ve buray a y erleşenler y erleşik bir hay at sürmey e başlar. Anadolu'y a y erleşen Çingeneler de Osmanlı'nın zulmünden nasiplerini alırlar. Y erleşik hayata geçen Çingeneler kondukları her y erde Osmanlı'y a vergiler öder. Osmanlı'nın istediği ağır v ergileri ödeyemediklerinde ise y a kaçarak canım kurtarır y a da Osmanlı beylerinin zulmüyle karşı karşıy a kalırlar. Ve bu zulme karşı zaman zaman kimi Çingeneler Anadolu'daki halk hareketlerine, ayaklanmalara katılırlar. Bunlardan somut olarak bilineni Şeyh Bedreddin Ay aklanmasıdır. Ayaklanma sırasında hem kılıç çekip Osmanlı'y a karşı sav aşır, hem de dolaştıkları y erlerde ay aklanmanın propagandasını y aparlar. Tanzimat döneminde (1800'lü y ıllarda) Osmanlı topraklan içindeki Çingeneler'in say ısı Asya topraklarında 60.000, Av rupa topraklarında ise 80.000'dir. Bugün Türkiy e'nin her taraf ında gerek göçebe v e gerekse yerleşik düzende y aşay an Çingeneler Traky a, Samsun, Antalya, Adana, Tokat, Kırıkkale, Denizli, İskenderun, Eskişehir, Uşak, Hakkari, Mardin, Siirt, Van v e Ağrı'da toplu olarak yaşarlar... Başka bölgelerde de bulunmalarına rağmen bu bölgelerdeki varlıkları belgelenmemiştir. Her Çingene grubunun kendi içinde birbirine bağlı bir yapısı olsa da bu birliktelik diğer Çingene gruplarıy la yoktur. Bu y üzden dıştan gelen baskılara karşı direnme gücünden yoksun durumdadırlar. Çingenelerin bu nes-
nelliği en çok ezilen milliyetlerin başında y er almalarına rağmen en az ay aklanan millet olmalarının da nedenlerinden biridir... Çingenelerin ayaklanmalara katılmaları vey a kendilerinin başlı başına bir ay aklanma gerçekleştirmeleri istisnadır. Baskıya uğradıkları, dışlandıkları topraklardan başka bir toprağa göç ederler. Y erleşik hayatları olmadığından tarım vs. gibi üretimle ilgilenmezler; genellikle ay ı oynatıcılık, kalaycılık, f alcılık, hurdacılık, müzik, dans v b. eğlence işleriy le geçimlerini sağlamaktadır. "Gün kazanır, gün y erim" anlay ışıyla her zaman karınlarını doyurabilecekleri yerleri tercih ederler. Azınl ıklar üzerine araştırma yapan Ingv ar Svanberg ülkemizdeki Çingenelerin y aşamlarına ilişkin şunları söy lemiştir: "Anadolu'da sürekli hareket halinde olan birçok gezgin grup vardır. Şehirlerin çoğunda, küçüklü büyüklü gruplar halinde, hem geleneksel siyah çadırlarıyla hem de daha modern olan beyaz çadırlarıyla dış mahallelerde kamp kurdukları görülür. Yük hayvanı olarak eşekten, atların veya öküzlerin çektiği at arabalarından yararlanarak, yaya seyahat ederler. Fakat günümüzde bir çoğu seyahatlerinde minibüsleri tercih etmektedir. Kamp ın yakınlarında hayvanları otlar; ayrıca köpekleri ve yiyecek ihtiyaçlarını karşılamak için de tavukları ve keçileri vardır. Bu gezgin gruplar, genellikle, ticaret, zenaat ve çalgıcılıkla uğraşırlar. (...) Müzisyenlik geleneksel olarak bu gruplarla özdeşleşmiştir. Özellikle düğünlerde ve başka büyük kutlamalarda çalgı çalarlar. Geleneksel olarak davul ve zurna çalarlar, fakat son zamanlar da bu çalgılara keman ve klarnette katılmıştır... "(1) Çingeneler'e Y önelik Baskı v e Soykırım Politikaları Y erleştikleri ülkelerde başlangıçta misafirlere gösterilen hoşgörüden y ararlanırlar, ama o topraklarda y aşay an yerli halk egemenlerin kışkırtması sonucu zamanla Çingenelere karşı tutum ve dav ranışlarını değiştirir. Bu davranışlar Çingeneler'i reddetmekten, öldürmeye kadar varır. Dinsizliktavır / fol klor / mayıs-haziran 2000 / s ayı: 23
le, hırsızlıkla suçlanırlar. XVI. ve XVI-II. yüzy ıllar arasında uy gulanan baskılar, bulundukları ülkeden kovmalara kadar varmıştır. Boyun eğmey enlere çok ağır cezalar v erilir. Çingenelere karşı say ısız f erman çıkarılır. İspanya Kralı v e Avustury a İmparatoriçesi onları y erleşik düzene geçirmeye uğraşırlar ama başaramazlar... 1554'te İngiltere'de "Çingene" olduğunu söy ley en herkes asılır. Bu yüzy ılda İspany a'dan kovulan daha sonra da İngiltere ve Fransa'dan dışlanan Çingeneler Af rika v e Amerika kıtalarına göç ederler. Özellikle Portekiz'de dışlananlar Brezilya'ya; İngiltere v e Fransa'dan dışlananlar ABD ve Kanada'y a yerleşir. 1856'da Eflak v e Boğdan'da Çingeneler'e uy gulanan köleliğin sona ermesine rağmen egemenlerin baskı politikaları y üzünden Rom gruplarının çoğu Av rupa'nın Batısına ve Kuzey ine y önelirler. Bunların da büy ük bir kısmı 1910 ve 1913 y ıllan arasında ABD'ye göç eder. Macaristan'da 1740-1790 y ıllarında Macar Kralı'nın Çin geneler'in adlarını değiştirip "Romungre" yaparak başlattığı asimilasyon politikası yıllarca sürer. Romanya'da 1856 y ılma kadar köle gibi yaşarlar. Hatta pek çok Çingene Romany a Kralı'nın emriyle Macaristan'a satılır. 1. Pay laşım savaşı y ıllarında y üzlerce Çingene ölürken, savaş sonrasında Çingeneler empery alistlerin açık işgaliyle gündeme gelen ve diğer halkların y aşadığı tüm baskı v e zulüm uy gulamalarıy la karşılaşırlar. 1899'da Bavyera polisinden sonra 1929'da da Almany a Emniy et Örgütü, Çingeneler'le ilgili özel bir bölüm kurar. Hitler Almany ası'nda ise Çingeneler, Ari kökenlerine rağmen "Al man ırkının temizliği için tehlikeli" olarak nitelenip, 1938'den itibaren toplama kamplarına gönderilirler. 1941'de de yok edilmelerine karar verilir. Romanya'da 1941-45 y ıllan arasında 26 bin Çingene toplama kamplarında öldürülür v e kurşuna dizilir. Sadece Macaristan'da 1945'te y ine
Naziler 200 bin Çingene'nin 55 binden fazlasını gaz odalarında ve toplama kamplarında aç, susuz bırakarak ve •kurşuna dizerek öldürür. Yugoslavya'da 1941-1945 yıllan arasında Hırvat faşistleri tarafından ülkedeki 28 bin Çingene'den 26 bini katledilir. Fransa'da 1935-1945 yıllan arasında yine katledilirler, hatta Fransızlar 1912-1969 yıllan arasında Çingeneler'e boylarını, kilolarını, renklerini, dinlerini ve parmak Merini belirten kimlik taşıma zorunluluğu bile getirir. Almanya'da Hitler 500 bin Çingeneyi gaz odalarında yakar, toplama kamplarında kurşuna dizer. Bulundukları her ülkede eğitim, dilini kullanma, kültürünü yaşatma, adını kullanma vs. gibi en temel ve doğal haklan bile yasaklanan Çingeneler yalnızca sosyalist iktidarlar döneminde rahat bir ortamda yaşayabilmişlerdir. Egemenlerin Göstermelik Çabalan Tarihi Değiştiremez Ülkemizde de egemenlerin Çingenelere yaklaşımı diğer ülkelerden farklı olmamıştır. Örneğin 14 Haziran 1934'te çıkartılan 2510 sayılı İskan Yasa sının 4. maddesi şöyledir; "Türk kültürüne bağlı olmayanlar, anarşistler, göçebe Çingeneler, casuslar ve memleket dışına çıkartılmış olanlar, Türkiye'ye 'muhacir' göçmen olarak kabul edilemezler". Kemalist iktidar döneminde ortaya konulan bu şovenist yaklaşım ülkemizde egemenlerin bugüne kadar ki anlayışı olmuştur. "72,5 milletin" "buçuğu" olarak görülmüş, küçümsenmiş, hor görülmüştür Çingeneler. Hep hırsız, ahlaksız gözüyle bakılmıştır onlara. Devlet dairelerinde çalıştırılmadıkları gibi, toplumda en kötü görülen cellatlık, mezar kazıcılığı, ölü hayvanların toplanması vb. gibi işler de onlara yaptırılmıştır. Ve şimdi devlet bu aşağılama, hor görme tarihine sünger çekmek istiyor. Sözde Mustafa Aksu adlı bir Çingene'nin Demirde mektup yazarak "bize yönelik hakaret ve iftiralara son verilsin" de-
mesi üzerine, devlet harekete geçti. Çingeneleri kötüleyen ayet ve hadis olmadığı yönünde fetva yayınlatıldı, Çingenelere hakaret içeren ifadelerin sözlük ve ansiklopedilerden çıkarılması için çalışmalar başlatıldı. Tüm bunların nedeni, ne Mustafa Aksu'nun mektubundan Demircim çok etkilenmesidir, ne de devletin bunca yıldır yapılanlardan pişmanlık duymasıdır. Sorun AB'ye aday Türkiye'nin; azınlıklarla, etnik gruplarla hiçbir sorardan olmadığı mesajının verilmesidir. On yıllardır küfrettikleri, "kafir" dedikleri, yok saydıkları dinlerin liderleriyle şimdi yan yana gelip el ele poz vermeleri de bunun için değil mi zaten? Ama boşuna. Halklar arasındaki önyargıları yaratan da, sözlüklere, ansiklopedilere halkları karalayıcı ifadeler yerleştirenler de aynı egemenlerdir. Haklar ve Özgürlükler Platformu'nun hazırladığı Halk Anayasası Taslağı'nda da ifade edildiği gibi; "Ülkemiz çok çeşitli ulus ve milliyetlerden halkların yaşadığı bir halklar mozayiğidir. Bu halklar, egemen sınıfların yüzyıllardır sürdürdüğü böl-yönet politikalarına, birbirine düşürme çabasına karşın, istisnai olaylar hariç, birbirine düşman olmamış, kardeşçe bir arada yaşamıştır." Ülkemizi onyıllardır yötavır / fol klor / mayıs-haziran 2000 / s ayı: 23
netenler ise çeşitli ulus ve milliyetlerden oluşan halka karşı baskı, zor ve asimilasyon politikalarıyla birbirine düşmanlığı körükleyen şovenist bir kimliği dayatmış, halkın kimlik, onur ve özgürlük savaşını kanla boğmaya çalışmış, haksız bir savaş yürütmüştür. "Demokratik Halk Cumhuriyeti asimilasyona ve her türlü baskıya son verip, halklarımızın tarihsel kardeşliğini ve birlikte yaşamasını, özgürce, gönüllü bir birlikteliğe dönüştürmeyi hedefler. Birlikteliğin gönüllü olmadığı yerde, mutlaka baskı vardır. Özgür ve gönüllü birliktelik, çok uluslu Demokratik Halk Cumhuriyeti'nin gücü, zenginliğidir."(2) Halk Anayasası Taslağı'nda da ifade edildiği gibi çözüm tektir. Halklar ezilmişliklerine, kendileri son vereceklerdir. Bütün halklar gibi Çingeneler de bir gün özgür, bağımsız ve demokratik bir ülkede aşağılanmadan hor görülmeden diğer halklarla elele kardeşçe yaşayacaklar... Böyle bir ülke ideali ise bugün ezilen halkların mücadelesinde boy veriyor.
dipnotlar: 1-Türkiye'de Etnik Gruplar, syf:271272-273 2-Halk Anayasası Taslağı, Syf:10
"(...) 30 Ocak 1950 sabah saat iki Bir kadın sesi adadan tüm Yunanistan'a yankılandı Adım Skevoilaka, onyedi yaşındayım vurun faşistler vurun güçlüğüm Yunan dağlarından vurun, vurun ki belli olsun korkaklığınız." On yedi yaşındaydı Skevoilaka. Almanlar yurdunu işgal ettiğinde henüz sekiz yaşındaydı. Ve belki de işgalin ne demek olduğunu bile bilmiyordu. Sokakların Alman postallarıyla kirletilmesinin her tarafın kan gölüne çevrilmesinin ne demek olduğunu bilmiyordu. Birbiri ardına açılan toplama kamplarında neler yapıldığını da bilmiyordu. Gaz odalarında, kurşuna dizmelerden haberi bile yoktu belki? Bir şafak vakti çırılçıplak soyulan tutsakların türküler söyleyerek ölüme gitiğini bilmiyordu belki. Belki ülkesinde yükseltilen direnişten de haberi yoktu o zamanlar. Haydari Kampında, öldürülen her Alman için en az 50 tutsağın kurşuna dizildiğini yani onların orada rehin olarak tutulduklarını da bilmiyordu. 1943 yılında Yunanistan'da kurulmuştu bu kamp. Yani o daha 10 yaşındayken. Alman faşistleri bu kampta yapacakları işkencelerle Yunan halkının direnişini kırmayı planlamışlardı. Ve öldürülen her Alman'a karşılık buradaki 50 tutsağı kurşuna diziyorlardı. İlk misille-
meden sonra yani ilk kurşuna dizmeden sonra, Yunan direnişçiler eylemlerine ara vermişlerdi. Ama son karar tutsaklarındı. Ve tutsaklar hayatlarımı kararım vereceklerdi. "Dışar-da tarihin tanık olduğu en büyük savaşlardan biri veriliyor. Cefakar ulusumuzun yurdumuzun gördüğü en büyük savaş. (...) Yurdumuz kendimizin olsun çocuklarımızın olsun diye bu savaşı ilk kez biz başlatık bunu unutmayalım. Karılarımızı bunların yataklarında şehvet aracı cariyeler gibi görmemek için bu savaşa atıldık Tutsak düştük bu savaşta düşman her türlü adalet ve hak ilkesini ayaklar altına almış her türlü insanca duyguyu çiğnemiş bizi kardeşlerimize karşı bir şantaj aracı olarak kullanıyor şimdi. Kardeşlerimi özgürlük savaşını sürdürdükleri için düşman bizleri catavır / direniş / mayıs-haziran 2000 / sayı: 23
nice öldürüyor. (...) Dışarı çıkacak olan arkadaşlarımıza dışarıdaki kardeşlerimize nasıl bir haber uçuralım? Savaşı bırakmalarını istilacı
Almanları öldürmemelerini böylece her Alman için içimizden elli kişinin gitmesini önlemelerini mütareke istemelerini bizleri kurtarmak için yurdu satmalarını mı yoksa hiçbir uzlaşmaya yanaşmadan savaşı sürdürmelerini bizleri yok bilmelerini mi bildirelim? " Tutsaklar oylarını ölümden yana verdiklerinde Skevoilaka anasının bu haberi gözyaşlarıyla öğrenmesini izliyordu. Ya da belki oyun arkadaşı Niko'nun kurşuna dizilmesine ağlıyordu. Çünkü bu kampta çocuklar da kurşuna diziliyordu. Bir gün bir Alman generali cezalandırıldı. Eğer cezalandırılan bir generalse kurşuna dizileceklerin sayısı daha fazla olmalıydı. Ve öyle de oldu. Bu kez Haydari Kampından 260 tutsak kurşuna dizilecekti. Yani bir Alman generalinin cam faşistlere göre 260 Yunanlıya bedeldi. Tutsakların isimleri tek tek okunmaya başlandı. Güneş yanığı yüzlerinde ne bir korku vardı, ne de kaygı. Sadece bir gülümseyiş, o kadar... İsmi okunan her tutsak sıra sından, yayından fırlayan bir ok gibi fırlıyordu. Ve geride kalanlara yine yüzündeki o unutulmaz gülümsemeyle son sözlerini söylüyordu: "Elveda arkadaşlar, cesur ve onurlu olmayı unutmayın" Küçük Skevoilaka belki o gece kampın yakınlarına gelip, ertesi gün ölümü rezil edecek tutsakların türkülerini dinleyenler arasındaydı. Belki o da annesinin ya da abisinin elinden tutup oraya gelmişti. Ve tutsaklara bir Yunan halk şarkısıyla seslenip "Güle güle" diyordu. Ve o zaman aklının yettiği kadar onlara bugünleri yaşatanlara lanetler okuyordu. Gözlerinden sessizce akan yaşlan silerek bugünlerin bitmesini diliyordu. "Hep birden başladılar halaya -Şöyle bir döndüler alanı- Sonra yirmisi ayrıldı baş taraftan, şapkalarını fırlattılar havaya, Yaşasın Yunanistan, Yaşasın Hürriyet, diye haykırdılar, sonra müfrezenin önüne dizildiler. Öbürleri halaya devam ettiler türkü çağırıp nara atarak. Sonra ikinci yirmilik gruba geldi sıra..." Haydari Kampındaki 260'ların
ölümü böyle rezil rüsva edişlerini duyarak büyüdü Skevoilaka. Ve daha yüzlerce Yunanlı direnişçinin yarattığı kahramanlıkları duyarak. Neden olduğunu anlayamadığı işgal so na erdiğinde o 12 yaşındaydı. Birçok insana göre hala küçük bir kız çocuğuydu. Ama böyle kıyımlar gören bir ülkede bir çocuk erken büyümez mi? Belki hemen yanıbaşında, belki o ekmek elinde eve dönerken gözaltına alman, tutuklanan insanları görerek çocuk kalınabilir mi? İkiyüz bin evin yakıldığı, binlerce insanın katle-dildiği, ormanların yakıldığı, köprülerin havaya uçurulduğu, kadınlara tecavüz edildiği bir ülkede bir çocuk her şeyden habersiz kendi dünyasını yaşayabilir mi? Skevoilaka'da böyle büyüdü. Yani "erken" büyüdü. İşgal bitmişti. Alman postallı toplama kampı yoktu artık Yunanistan'da. İngiliz işbirlikçisi hükümet vardı, yardımı vardı... İşgal sonrası sanki ülke alfan tepside, tekrar emperyalistlere sunulmuştu. "Hapishaneler dol muştu. Hükümet binlerce insanı ölüme göndermeyi kolaylaştırmak için hergün yeni yasalar çıkarıyordu. Ne bilinç ne de ahlak sınırları duygusu vardı(...) Sabah evimizden ayrılırken akşam dönmeyi ummuyorduk. Gece yatağımıza yattığımızda sabah hala orada olup olmayacağımızı bil miyorduk. Hergün yeni tutuklanmalar, yeni cinayetler ve bunlar
tavır / direniş/ mayıs-haziran 2000 / s ayı: 23
için yeni gerekçeler oluyordu." Yunanistan'da bu kez, bu vahşeti uygulayan Yunan Hükümetiydi. Ve zulme karşı yeniden bir isyan başlatıldı. Yüzlerce genç silahım kuşanıp dağların yolunu tuttu. Ülkesinin özgürlüğü için savaşa girdi. Skevoilaka'nın kardeşi de bunlardan biriydi. Önce kardeşini öldürdüler. Sonra onu gözaltına aldılar. Şimdi gözaltına alınıp tutuklanan binlerce insandan biriydi Skevoilaka. Sadece biri. Gözaltına almanlar günlerce işkence görüyordu. Süresi çoğunlukla 80 gün oluyordu. Ama yaşamaları için bir koşul sunuluyordu onlara: "Pişmanlık dilekçesini imzalamaları". Ölüm cezasına çarptırılanlar eğer pişmanlık dilekçesini imzalarlarsa katledilmiyorlardı. Ölüm cezası verilen tutsaklarsa onursuz yaşamaktansa ölmeyi seçmiş oluyorlardı. Ve ölüme düğüne gider gibi gidiyorlardı. Kimbilir Skevoilaka'nın yanında kaç tutsak böyle kurşuna dizilmeye götürülmüştü. Kimbilir o, ona sevgiyle sarılıp yanından ayrılan ve idam mangasının önüne türkü söylerek giden yoldaşlarım, etlerini tırnaklarına batırarak, dişlerim sıkarak kaç kez
izlemişti. "Kendime gelememiştim ki gardiyanın sesi duyuldu. Garip bir sesti. O kocaman hapishanenin koridorlarına, koğuşlarına, hücrelerine dek yayıldı. 'Teodora hazırlansın, götüreceğiz.' diye bağırıyordu. Tam bir sessizlik oldu. Kadınlar öyle kalakalmışlardı. Nereye götürülecekti o kadın? 'Götürülecek' dedi alaylı alaylı. 'Ölüm mahkumlarının götürülmesi ne demek biliyor musun? Kurşuna dizilecek!' Teodora diğerlerinden ayrıldı, yavaş ve gururla biraz yürüdü, sonra koşmaya başladı, koğuşuna girdi. Yüzünü yıkadı, saçını taradı, yeni elbisesini giydi. Pırıl pırıl oldu. 'Benim sıram geldi' dedi. (...)Avluda bin kadar kadın vardı. Nefes alışları bile duyulmuyordu. Teodora konuşmadan çevresine bakındı. Ağlamak üzereydi ama birden şarkı söylemeye başladı. Bir direnme şarkısı Teodora direnişçilerdendi. Şarkıy ı sonuna kadar söyledi. (...)Hepimizi selamladı. 'Dayanın arkadaşlar' dedi. 'Diri olarak da, ölü olarak da gerekliyiz bu mücadelede" Pişmanlık dilekçesi ölüm cezasına çarptırılanların hay atta kalmasını sağlay an tek yoldu. Ay nı zamanda ömür boy u ya da ony ıllarca hapis cezasına çarptırılanlar içinde hapishaneden çıkmalarını sağlay an tek yol. Oğlu y a da kardeşi partizan olduğu için, ev et sırf bunun için tutuklanan kadınların, erkeklerin y ıllarca tutuldukları zindandan y a da kamplardan kurtulmak için sadece bir kağıt parçasını imzalamaları y eterli olabiliy ordu. Bunu y aparlarsa evlerine dönebilirler, sıcacık odalarında, buğusu tüten çorbay ı kaşıklayabilirlerdi. Bu kağıt parçasını imzaladıklarında "özgür" olabilirlerdi. Hazırlanan if ade şöyleydi: "Tama men kendi irademle ve hiçbir baskı altında kalmadan, bütün ruhum ve nefretimle, yabancı teşvikli ve yönetimli isyanı ve onun temsil ettiği her-şeyi reddediyor ve bundan böyle kanuna bağlı bir yurttaş olacağıma söz veriyorum. " Ev et, tek bir cümley di imzalanması istenen. Bu tek cümlelik if adey i imzaladıklarında her şey bitmiş olacaktı. Tırnaklan sökülmeyecek, dişleri çe-
kilmey ecekti. Öldüresiy e döv ülmey ecek, aç susuz bırakılmay acaklardı. Üzerlerinde inf az prov aları yapılmay acaktı. Ve "kazara" öldürülmeyeceklerdi. "Ne ki biz, pişmanlık bildirisi karşılığında verilen kişisel mutluluğu hiçbir zaman kabul etmedik. Ödün vermeyi kesinlikle reddettik. Özveri, bizim için bugüne ve geleceğe karşı sorumluluktur, özsaygıdır" Hapishanelere, kamplara doldurulan y üzlerce tutsak işte bunun için o kağıt parçasını imzalamıy ordu. O kağıt parçasını imzalamak demek geleceğe dair inançlarım o kağıt parçasında bırakmak demekti. Bu savaşta katledilen y üzlerce insanı bu kağıt parçasıy la unutmak demekti. Bu kağıt parçasına atılan imza onurunu, namusunu satmak demekti. Skev oilaka ile belki de hiç karşılaşmamış olan Burika Nine de bu pişmanlık dilekçesini imzalamasını istenen bir kadındı. Bir çocuğu katledilirken diğer çocuklarıda hapsedil-dikten sonra onu da tutuklamışlardı. oğlunu onun kucağında öldürmüşlerdi. "Bir gün onu bürodan çağırmışlar, pişmanlık dilekçesi vermesini önermişler. Dilekçeyi imzalarsa serbest bırakacaklarını söylemişler. Basmış küfürü, koşarak bürodan çıkmış. Park içindeydi, koğuşa geldi, bir sandalyeye çöktü ve ağlamaya başladı, 'allahsızlar aşağıladılar beni çok ağır aşağıladılar. Çocuğumun kam üzerine basma mı istediler', dedi" Skev oilaka'ya da pişmanlık dilekçesi imzalatmay a çalışıy orlardı. Onunla birlikte y üzlerce kadın bir kampa götürülmüş, her günleri işkenceyle geçiy ordu. En sonunda bu dilekçeyi imzalay acaklarına inanılıyordu. Ne kadar day anabilirlerdi ki. Ne kadar aç kalabilir, ne kadar işkencey e day anabilirlerdi. İnf az prov alarına sinirleri daha ne kadar day anabilirdi. Düşman ölmeden önce de olsa imzalayacaklarına inanıy ordu. Niy etleri Burika Nine'nin dediği gibi "dünya üzerinden gururu silmekti" Bir gece yarısı Skev oilaka'y ı kampta kaldığı çadırdan aldılar. O gece o da birçok çadırdan sürüklene-
tavır / direniş / mayıs-haziran 2000 / s ayı: 23
rek çıkarılanlardan biriy di. Çadırda çıkardıklarını deniz kenarına götü rüp işkence y apıy orlardı. Kamçıla tekmeler, sopalar üzerlerine yağıy or du. Vuruyor, v uruyorlardı Skev oik ka'y a. Durmadan v uruyorlardı... Bi tün bunlar pişmanlık dilekçesini im-zalaması içindi. Ve o bağırıy ordu. "Neyi reddetmemi istiyorsunuz, erke kardeşimin kanını mı? Hiçbir şeyi red detmiyorum. Hiçbir şey için pişman de-ğilim. Adım Skevoilaka. Evet. Onyedi yaşındayım. Benden ne istiyorsunuz fa-şistler? Devam edin vurun, vurun fa-şistler vurun." Pişman olmadı Skevoilaka. Hiçbir şey i reddetmedi. Ve Y unanistan'daki binlerce direnişçi pişman olmadı hiç bir şey den. Buyruk, Y unan iç sav a şında Direnen Kadınlar v e Haydar Kampı karşı kıy ıda, y ani Y unanis-tanda halkın direnişini anlatıy or. Di renişçilerin hiçbiri öy le anlı şanlı kişi ler değildi. Sav aştan önce kimi y al nızca çocuğuna bakmakla uğraşan bir kadın, kimi çiftçi, kimi işçiy di. V mutlaka hepsinin de uzun y ıllar y a şama istekleri v ardı. Ama onursuz y aşamaktansa, yurtlan için sav aşma y ı v e bu uğurda tereddüt etmeden onurlarına sahip çıkarak ölmey i seç tiler. İki yol vardı önlerinde; biri bo-y un eğip, onursuzca y aşamay a gidi y ordu, diğeri kahramanlığa. Onla kahramanlığa giden y olu seçtiler. Marika, Niko, Tedora... Öldüler... "Sayısızdır bunlar. Çünkü ölüyor v yeniden diriliyorlar. Bulaşıcıdır onların güçleri... Geleceğe doğru yürüyor on lar... Herşey unutulabilir ama onları hayata olan inançları asla!.." Ev et say ısız onlar. Tıpkı kıy ımı bu taraf ındakiler gibi. Ve bu kıy ıda da Aziz, Ahmet, İsmet, M.Alİ, Hasan Metin, Hay at gibi onlar şimdi... Her şey unutulabilir. Her şeyi unutabiliriz ama onların uğrunda can v erdikler şey leri, inançlarım asla... □ dipnotlar 1-Y unan İç savaşında Direnen KadınlarEle ni Fourtouni, Koral Y ay ınları 2-Buy ruk- Dido Sotiriu, Boy ut Y ay ınları 3-Hay dan Kampı, Can yay ınları.
G
eçen yıl Dünya Ticaret Örgütü (WTO)'nün toplantılarıyla başlayan emperyalizm karşıtı gösteriler, bu sene Uluslararası Para Fonu (IMF)'nun nisan ayında, yoksul ülkelerin borçlarının silinmesi ve yoksullukla mücadele için, ABD'nin başkenti Washington'da 182 ülkenin katılımıyla gerçekleştirdiği toplantıda da devam etti. İşçi sendikaları öncülüğünde, çevreci örgütler, öğrenciler, anarşistler, insan hakları örgütleri, islami çevreler, üçüncü dünya ülkelerinden gelen eylemcilerden oluşan on binin üzerindeki kalabalık, emperyalizme karşı öfkelerini haykırdı. Eylemlerde 600 civarında gösterici tutuklandı, onlarcası da yaralandı. Eylemden önce açıklama yapan IMF başkan yardımcısı Stanley Fisc-her, IMF ve Dünya Bankası'nın toplanmasını engellemeye çalışan göstericilerin çabalarım anlamaya çalıştıklarını ve geri kalmış ülkelerdeki yoksullukları azaltmaya çalıştıklarını söyledi. Fakat bu yoksulluğu azaltıp gelişmeyi sağlamanın da globalleşmeden geçeceğini söyledi. Buna karşılık eylemcilerin yaptığı açıklamada da; küreselleşmenin özellikle gelişmekte olan ülkelere büyük zarar verdiğini, bu ülkelerin
milyonlarca dolarlık dış borcunun faturasının, yoksul köylülere, işçilere ödetildiğine dikkat çektiler. Amaçlarının IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşların egemenliklerini kırmak olduklarım söylediler. Doğrusu da eylemcilerin söylediği gibiydi. Çünkü onların çıkış noktası bile emperyalizmin yeni sömürü biçimleri aramasından kaynaklıydı. Geçtiğimiz yüzyılın başlarından itibaren sosyalizmin kurulması ve zamanla sosyalist bloğun oluşması, emperyalizmin giderek krizinin derinleşmesi ve kendi iç çelişkilerinin de artması anlamına geliyordu. Çünkü hızla pazar alam daralıyor, yok olmaya doğru gidiyordu. Bu yüzden yeni sömürü yöntemleri arıyorlardı. Bunun sonucunda ortak güvenlik ve ekonomi birlikleri oluşturuldu. Bunlardan birisi de IMF'd i. Yani, IMF demek yada NATO, OECD, Dünya Bankası demek emperyalizm demekti. Emperyalizm ise sömürü, açlık, ölüm... Günümüzde sosyalist bloğun çökmesi bu anlamda kendilerini tehdit edecek unsurun kalmamış olması, onları daha da pervasızlaştırdı. Bugün 500 emperyalist tekel, dünya ekonomisinin hemen hemen yarısına yakınını elinde tutuyor. tavır / emperyalizm / mayıs-haziran 2000 / sayı: 23
Yoksullukta, zenginlikte giderek artıyor. Uçurum her geçen gün derinleşiyordu. Emperyalizmin, IMF ve Dünya Bankası gibi kurumlan aracılığıyla uyguladığı sömürü politikaları sonucu altı milyarlık dünya nüfusunun üçte birinden fazlası yoksulluk sınırında yaşamaya başladı. Dünyada üretilen tüketim mallarının %85'nin, enerjinin de %75'ini kendisi tüketen emperyalizm, yavuz hırsız misali ev sahibini bastırmaya çalışıyor. Dünya nüfusunun %80'ini oluşturduğu halde dünya üretiminin sadece %15'ini kullanan yoksul ülkeleri, dünya kaynaklarını tüketmekle suçluyor. Dünya Gıda Örgütü de yardıma muhtaç ülke ve insanların giderek arttığını ve bölgesel açlık tehditlerinin artacağını söyleyerek emperyalizmin tüketim konusunda söylediklerini adeta yalanlıyor. Bill Gates'in de içinde bulunduğu üç ailenin toplam serveti 156 milyar dolarken ve bu para en yoksul 48 ülkenin milli gelirine eşitken, her yıl 12 milyondan fazla çocuğun açlık ve yoksulluktan ölüyor olması da uçurumun ne boyutlara geldiğini açıklamaya yetiyor. Hal böyleyken, IMF başkan yardımcısı Fischer, eylemcilere yoksulluğu azaltma yolu olarak "Glo-
bal"leşmeyi öneriyor ve aynı paralelde düşündüklerini söylüyor. Eğer IMF aynı paralelde düşünüyorsa eylemcilerin ve tüm yoksul halkların istediği gibi yapsın. Kendini tasfiye etsin. Tabii ki bunu yapamaz. Tekeller hiçbir zaman halkları düşünmediği gibi, fırsat bulduğunda başka bir tekelin ayağını kaydırmayı da kollar. Bu durumda, kurumlan olan IMF, Dünya Bankası vb. de onlardan ayrı haraket edemez. Ve halkları sömürmeye devam eder. Bunu yaparken de hep "yardım", "istikrar" gibi söylemler kullanır. Bu söylemlerle hangi ülkeye gitseler İlk önceleri bağımsız bile olsa giderek kendilerine bağımlı hale getirirler 2.Paylaşım Savaşı öncesinde emperyalistler, sömürdüğü ülkenin yeraltı ve yerüstü kaynaklarım diğer ülkelere satıyor, yine sömürdüğü ülkeden aldığı ucuz hammaddeyi de işleyip, aynı ülkeye ürün olarak satıyordu. Sonrasında gelişen 'yeni sömürgecilik' anlayışında; sömürülen ülkeler görünürde bağımsızdı, demokratik bir yapıya sahipti, sosyal haklara saygılıydı. Fakat aslında bu geri kalmış ülkeler ve gelişmekte olan ülkeler emperyalizme gizli bir şekilde bağımlı hale gelmişlerdi. Ekonomide, orduda, geliştirilecek
politikalarda emperyalizm söz sahibiydi. Emperyalizmin yönetimindeki işbirlikçi ordular; yönetimler aracılığıyla halka, emekçilere saldırıyorlardı. Ortaya çıkan tepkiler de yönetimlere maledilerek kendisi aradan sıyrılıyordu. Ülkemizde de durum bundan farklı değildir. "Yeni Dünya Düzeni"nden bizde nasibimizi alıyorduk. Alınan ekonomik kararlar, izlenen politikalar tamamen IMF'nin isteği doğrultusunda olduğundan hiçbir zaman istikrar sağlanamamış ve fatura hep halka kesilmiştir. Altı yıl önce "5 Nisan Kararlan" olarak bilinen, faturasıda halka kesilen bir uygulama başlatılmıştır. Tabii ki IMF'i n isteği ile uygulamaya alınmıştır. Ve tabii halka ne kadar çok yararı olacağı söylenerek... Ama sonuçtan bakıldığında enflasyon düşürülecekti, hala düşürülecek. Ekonomik istikrar sağlanacaktı, hala sağlanacak, işsizlik ortadan kaldırılacaktı, işsizliğin ortadan kaldırılması bir yana "5 Nisan Kararlan"ndan sonra bir milyon işçi işten çıkarıldı. Her şeye üstüste zam geldi, işçinin, memurun maaşına ise arada bir, "bütün imkanlar zorlanarak" birazcık zam yapılmasına rağmen artan enflasyon altında ezildi.
Durum böyleyken, maliyeyi, hazineyi teftiş eden, bakanlardan, yetkililerden raporlar alıp denetleyen IMF, yeni talimatlarını verdikten sonra, Türkiyenin çok olumlu bir gelişme izlediği türünde açıklamalar yapmaktaydı. Türkiye'nin emperyalizm için stratejik bir öneminin olması ve oldukça da sadık olması düşünüldüğünde bunun ufakta olsa bazı karşılıkları elbette olacaktı... Bu arada emperyalizm kendi içinde de başka çelişkileri büyütmeye başladı. Teknolojinin gelişmesi, sermayenin yoğunlaşmasını ve büyük tekellerin oluşmasını da beraberinde getirdi. Globalleşme, bütün dünyayı bir sömürü havuzu haline getirdi. Zengin ülkeleri daha zengin, yoksul ülkeleri daha yoksul hale getirdi. Tabii gelişen bu yeni sistem emperyalist ülkelerdeki işçilerin de zararına işliyordu. Emperyalist ülkeler, kendi ülkelerindeki zamanla kazanılmış yüksek i şçi ücretlerinin karşı sında, sömürdüğü ülkelerdeki ucuz emek gücünden yararlanıyordu. Bu şekilde kendi ülkelerindeki işçileri de baskı altında tutuyorlardı. Gelişen bu yeni sistem kendi içerisinde de yeni ve büyük sorunlar ortaya çıkardı. Hem kendi ülkesindeki işçi ve sosyal hakların durumu gerilerken hem de sömürdüğü ülkelerdeki, yani üçüncü dünya ülkelerindeki ucuz emeğinden yararlandığı işçilerin koşulları zorlaştı. Bunların sonucunda hak arama bilinci gelişti. Proleterya daha da genişleyip güçlendi. Hak alma bilinci, zamanla örgütlenme bilincinin gelişmesini de getirdi. Hızla büyüyen ve yoksullaşmanın sonucu olan bu tepkiler, emperyalizmi tehdit eder hale geldi. Her ne kadar bu tepkiler azaltılmaya çalışılsa da, ve her ne kadar kendi içerisindeki çelişkilerini bir şekilde atlatsa da, emekçi halkın hak alma bilinci örgütlenip, gelip kapılarına dayanacaktır. □
tavır / emper yaliz m / mayıs-haziran 2000 / s ayı: 23
opraklarımız üzerindeki ilk film gösterimi macerası, Osmanlı'nın sarayında başlar. Fransız makinistlerin, Abdülhamit'e sunduğu film gösteriminin, sultana sunumunun ertesi yılında halka açıldığı anda yaşananlar dikkat çekicidir. "... Karşımızda bir, bir buçuk metrelik bir beyazperde duruyordu. Biz de buna, bir mana veremeden bakıyorduk... "Derken ortalık birdenbire karardı. Zifiri karanlık içinde kaldık; korktuk. Elim gayrı ihtiyari ağabeyimin elini aradı; buldum ve bir tehlike karşısında imişim gibi kavradım. ..."Perdenin önüne gelen bir şahıs bu karartının lüzumunu izah etti. Ve hemen onun arkasından gösteri başladı. "Avrupa'nın bir yerinde bir istasyon. Bacasından fosur fosur kara dumanlar savuran bir lokomotif, peşinde takılı vagonlarla duruyor. Rıhtım üzerinde telaşlı telaşlı insanlar gidip geliyor... "Tren kalktı. Bittabi sessiz sedasız. Aman yarabbi! Üstümüze doğru geliyor. Zindan gün salonun içinde kımıldamalar oldu. Trenin perdeden fırlayıp seyircileri çiğnemesinden korkanlar ihtiyaten yerlerini terkettiler galiba. Hani ya ben de korkmadım değil; lakin merak gelip gelip beni iskemleye mıhladı. Bereket versin ki tren çabuk geçti... gitti."(1)
Ak sinema gösterimi işte böyle bir etki bırakmıştı seyredenlerde. Ülkemiz sinemac ılığını, film gösterimlerinden ayır ıp, çekilen filmler le ele alırsak, Osmanlı'nın son dönemlerinde başlatmamız gerekir. Ama sistematik olarak değerlendirildiği süreç Cumhur iyet' in ilk yıllar ıdır. Kemalist iktidar ülkenin sosyoekonomik yapıs ını kapitalist ekonomiye göre şekillendir meye çalış ırken bu durum kültürel alana da yansımıştır. Sinemac ılık "ulusal kültürün" şekillendirilmesinde bir araç olarak değerlendirmeyi çalışılsa da bu düşünce emperyalist yoz kültürün sinema aracılığı ile yayıl masına dek uzanmıştır. Sinema Kema listlerin hedeflediği anlamda toplum sal kültür dönüşümünde önemli bir iş lev üstlenmiştir. Halktan yana yapılar ilerici, devrimci dinamikleri içeren si nemacılık anlayışı ise çok kısmi düzey de varlığını ortaya koyabilmiştir. Cum huriyet Sonrası Sinem a
tavı r / sinema / mayı s-haziran 2000 / sayı : 23
I. Dünya Savaşı'nın etkisinin en yoğun yaşandığı İstanbul hareketli günler yaşarken 1914 yılı ilk belgesel görüntülerin çekildiği yıl olur. Fuat Uzkı-nay adlı bir yedeksubay, savaşın etkisi ile harekete geçen bir grubun Yeşilköy'deki Rus Anıtı'nı yıkışlarını kameraya alır ve ilk belgesel görüntüleri çeker. "Görüntüleri" diyoruz; Çünkü bu adım, bir belgesel film çekimi gibi kurgusal ve anlatıma dayalı olmaktan çok
anıtın y ıkılışını tüm doğallığıy la çekme anlay ışına dayanmıştır. Dolayısıyla bu görüntüleri bir f ilm olarak değerlendirenleyiz. Fakat, kameraya alınan ilk görüntüler bunlardır. Sinemacılık savaş y ıllarında çeşitli belge filmlerle sürer. 1917de Pençe, Casus isimli ilk konulu filmler çevrilirken ardından "Hi mmet Ağa'nın İzdivacı", "Mürebbiye", "Binnaz", "Bican Efendi" f ilmleri peşpeşe birbirini izler. 1922'de daha Kurtuluş Savaşı sürerken, ilk özel f ilm şirketinin, Kemal Film'in kurulmasıy la birlikte Muhsin Ertuğrul, İstanbul'da bir Facia'y ı Aşk ve Boğaziçi Esrarı adlı filmleri çeker. Ertesi yıl yine 'Ertuğrul', 'Ateşten Gömlek', 'Leblebici Horhor", 'Kızkulesi'nde Bir Facia' filmlerini y apar. Bu dönem, sinema çalışmaları Enver Paşa'nın talimatıyla Osmanlı Ordusu büny esinde başlay an sinema çalışmalarının öncülüğünde yürüdü. Bu birimin başında, Türkiye'de ilk sinema çalışmalarını da y ürüten Alman Sig-mund Weinberg, bulunuyordu. Wein-berg'in yardımcılığını Fuat Uzkınay yürütüyordu. Topraklarımız üzerindeki ilk f ilm gösterimi macerası, Osmanlı'nın saray ında başlar. Fransız makinistlerin, Abdül-hamit'e sunduğu f ilm gösteri-
İstanbul'da gösterilen 'Ateşten Gömlek', 'Sıcağı Sıcağına' filmleri Kurtuluş Sav aşırım heyecanını kitlelere taşıy arak büy ük ilgi görür. Bu dönemde de sinemacılık daha çok Kemalist ordunun y önlendirmesi altındadır. Malul Gaziler Cemiyeti sinema bölümünün operatörleri, Fuat Uzkınay v e TBMM Ordu Film Teşkilatı operatörleri savaşın değişik yönlerini, görüntülerini filme alırlar. Zaferle biten Kurtuluş Savaşı zamanına göre bir hay li zengin sinema belgesiyle arşivlerde yer alır. Kısacası ülkemiz sineması güçlü dinamikler üzerinde yükselmese de temelleri I. Paylaşım Savaşının işgal y ıllarında v e Kurtuluş Savaşının sürdüğü çetin bir dönemde atılır. Bundan sonra tam on yedi y ıl sinema tek bir kişinin tekelinde kalır. Bu kişi İstanbul Şehir Tiyatrosu'nun başındaki Muhsin Ertuğrul'dur. İlk adımlarını tiy atrocuların önderliğinde atan sinema; y önetmeninden senary osuna, oyuncu kadrosundan repertuvarına ka-
dar yine tiyatronun etkisi altındadır. Muhsin Ertuğrul 1922 y ılından başlay ıp, sinemayı bıraktığı 1953 yılına kadar yirmidokuz film yapar. Böylece 17 y ıl tiy atronun sinema üzerinde egemenlik kurması ve y eni yetişenler eliyle de daha sonra sürdürülmesi ülkemiz sinemasının özgünlüğü olarak tarihe geçer. Özgünlüğü şundadır ki, bir tiyatro sanatçısı olmasına rağmen, kimsenin kalkışmadığı bu işe, cesaretle girmiş, Türkiye'nin ilk konulu filmlerini çekmiştir. Filmleri teknik, anlatım, kurgu gibi yanlarıyla dönem içinde bile bir çok eksiği barındırır ama O, Türkiye sinemasında cesaretle yürüyen ve adım atan ilk kişidir. 1930’lu Yıllar ve Sinema Sinema 30'lu y ıllardan sonra bir değişim sürecine girer. Bu değişimde yine Muhsin Ertuğrul'un rolü olacaktır. Rusya v e Almany a'da çalışmalarım sürdüren Ertuğrul daha önce 1924'te "Sözde Kızlar"ı, 1929'da "Ankara Postası" adlı filmleri çeker. Kemalist iktidarın her konuda faal çalıştığı bu y ıllarda yine sinemanın geliştirilmesinde yetersiz kalınır. Sinema daha Ordu'nun tekelinde gibidir. Ordu'nun sinemacılık kolu yine Ordu'nun ihtiyaçlarına göre şekillendirilir. Bunun dışında ise sinema yardımseverler eliyle y aşatılmaya çalışılır. Ancak bu çabalarda kısmi imkanlarla yapılan haber belgeselleri dışına çıkamaz. Ülkemiz sineması sınıfsal dinamiklerden ve alt y apıdan y oksun amatör çabalarla başlayıp, bu biçimde gelişir. 1930'larda ülkeye dönüş y apan Muhsin Ertuğrul Şehir Tiyatroları'nın başına geçer. İpek film şirketi kurulmuş, bir ticaret metası olarak sinemanın karlı bir iş olduğu artık anlaşılmıştır. Ertuğrul 1931'de gösterime çıkan ilk sesli film, İstanbul Sokakları'ndan başlay arak hemen her y ıl bir v eya iki film çekmeye başlar. Tam bu y ıllarda Nazım Hikmet de önceleri senaryo yazan olarak sonraları ise belgesel bazı f ilmlerin y önetmeni olarak sinemay a katkı sunacaktır. Nazım Hikmet'in yaptığı; Güneşe Doğru dönemin farklı bir giri-
tavır / sinema / mayıs-haziran 2000 / sayı: 23
şimidir. Filmin yapımcılığını İpek Film üstlenmiş, diğer f ilmlere oranla daha dar bütçe olanaklarıy la, az say ıda v e farklı bir kadroyla gerçekleştirilir. Senary o ve yönetim, o sıralarda Muhsin Ertuğrul'un yanında senaryo yazarlığı ve y önetmen yardımcılığı y apan Nazım Hikmet taraf ından y ürütülür. Filmin çalışmaları sürerken basında ilgiyle izlenir. Film için eleştirmenler şöyle der; "... Güneşe Doğru ismi verilen bu Türkçe sözlü film, memleketimizde yetişen genç artist, rejisör, operatör ve teknisyenlerin eseridir. Bu filmde, zaruri mali ihtiyaçlara uyularak öyle zengin dekorlar, büyük mizansenler, baletler yoktur. Ancak temiz bir çalışmanın, iddiasız bir uğraşmanın ve son zamanların görüş farklılıklarının neticesi olarak tekniğin ilerleyişine uyarak vücuda getirilmiş bir eser var... Filmin akışı, fotoğrafileri, tekniği, sinema tekniğinin en surat ve hareket nazariyelerine uygundur..."(2) Nazım'ın Kemalist iktidarla girdiği ideolojik çatışma, Kurtuluş Savaşını ve ülkemizi tüm y alınlığı, sadeliği ile anlattığı "Kuva-i Milliye Destanı", "Memleketimden İnsan Manzaraları" gibi eserlerinin filme alınmasına engel olur. O dönem Sovyetler Birliği ile geliştirilen ilişkiler sonucu Kurtuluş Savaşı yeniden kurgulanıp, düzenlenip f ilm haline getirilirken, diğer yandan
da y abana sanatçılar dav et edilip onlara film ısmarlanır. Ünlü Sovyet yönetmeni Sergey Yutkuviçin, Lev Oskoraviç'le birlikte Türkiye'nin Kalbi Ankara' f ilmini yapar. Hazırlanışında Reşat Nuri Güntekin, Fikret Adil gibi yazarlarında bulunduğu bu f ilm Kurtuluş Savaşı yıllarını ve Cumhuriyet Devrimlerini konu alır. 70'li y ıllarda televizyonlarda gösterime sunulduktan sonra bu filmin ani bir kararla geri çekilmesi çarpıcıdır. 30'lu y ılların önemli bir gelişmesi ise yabana girişimcilerin sinema alanında Türkiye pazarını tümüyle ele geçirmesidir. Dönemin gösterilen filmlerine şöyle bir göz atarsak şu tabloyla karşı karşıya kalırız; 1929 yılında gösterimde olan sadece bir yerli film vardır; O da 'Ankara Pos-tası' adlı f ilmdir. Vizy ondaki diğer f ilmler ise tümüy le yabanadır. Y erli ve yabana filmler arasındaki dengesizlik daha sonraki y ıllarda da sürer. Örneğin 1935 yılında gösterimde yine bir tek yerli film varken, sadece İstanbul'daki sinema salonlarından 17sinde toplam 322 değişik y abana f ilm gösterimdedir. Bunların Çoğu Amerikan (Holly wood) yapımı, diğerleri ise başta Alman yapımı olmak üzere diğer Avrupa ülkelerinin filmleridir. Türlerine baktığımızda ise daha çok aşk f ilmleri ve melodramatik müzikaller, korku filmleri ve polisiye filmleridir. 1935 y ılının tek yerli f ilmi olan 'Bataklı Da mın Kızı Aysel' işte böy lesi bir ortamda yapılmış bir filmdir. Yönetmen Muhsin Ertuğrul'dur. "Bu Türkçe film, şimdiye kadar çevrilen diğer türkçe filmlerden büsbütün başka bir mevzuu ele almıştır. Bu mevzuu, öteki filmler gibi şehrin ve şehirlilerin dar yaşayışları içinde kalmayıp memleketimizin yüzde yetmişini teşkil eden köylünün yaşayışından alınmıştır. Bu suretle şimdiye kadar perde üzerine aksettirilmeyen bir muhit gözümüzün önünden geçecektir. Filmin belkemiği köy ve köylüdür..." (3) Çok kısıtlı olanaklarla ve devlet desteği olmadan geliştirilmeye çalışılan yerli filmler, ithal edilen y abana film-
lerle hiçbir zaman yarışabilecek bir düzey e ulaşamaz. İthal edilen yabana filmlerin düzey ine ulaşılamadığından, bu filmleri izlemey e alışan, hoşlanan izleyici için, yerli filmler durgun ve yetersiz kalırken, fazla çekici de değildir. İthal f ilmlere bir talep alanı y aratılmış ve bu sürekli hale getirilmiştir. Sonuç olarak böylesi koşullar içerisinde Türk Sineması kendi y erini de oluşturma çabası içerisinde olur ama bu çaba dev let desteği olmay ınca alız denebilecek bir çabanın ötesine geçemez. Seyirci talebinin yetersizliği, sadece bir yerle sınırlı kalınması, alt yapının olmaması, mali bir desteğin olmaması ülkemizde bu dönem açısından sinemanın gelişimini engeller. Bu koşullarda bir yer edinmeye çalışan Türk Sineması, sanat ve yaratıcılık yönünden kısır bir döngü içine girer. 1940'lardan 1970'lere Uzanan Süreç II. Dünya Savaşı'nın patlak verdiği y ıllardır. Türkiy e sav aşa katılmamıştır ama, sav aşın getirdiği sıkıntıların çoğundan da kurtulamamıştır. Halkın büy ük bir bölümü sürekli olarak silah alfanda tutulur. Sav unma giderleri alabildiğine artmış, dış ticaret ise alabildiğine azalmıştır. Büyük bir ekonomik sarsıntı v e yoksulluk vardır. Bunların y anı sıra yiyecek sıkıntısı, karne usulü, karaborsa, hayat pahalılığı, olağanüstü vergiler, sıkıy önetim, sansür, Türkiye'nin savaşa sokulması için yapılan propaganda v e baskılar... Sav aş koşullarının etkisi sinemada da kendini göstermekte gecikmez. Türkiy e sinema endüstrisinde büyük bir atılıma hazırlanılmaktadır. Ama savaş bu afalımı önler. Savaşın bir başka etkisi de ülkemize gelen yabana filmlerde kendini gösterir. Kapanan Avrupa pazarlarının y erini ABD'nin v e Mısır'ın filmleri alır. 1938-1944 y ıllan arasında ülkemizde çekilen yerli filmlerin say ısı, aynı dönemde Türkiye'ye gelen Mısır f ilmlerinin say ısına eşittir. Savaşın ağırlığını omuzlarında taşıy an sinema onların karşısına bir engel daha çıkarılmıştır: 'Sansür'. Savaş ihtimalinin yükselmesiyle birlikte alman tedbirler arasında en ağır olanı, Musso-
tavır /sinema / mayıs-haziran 2000/sayı: 23
lini İtalyası'nda uygulanan sinema sansürünün ülkemizde de uygulanmay a başlamasıdır. Bütün bunlardan dolay ı dönemin sinemacıları ortay a bir ürün koy amazlar. Ancak 1948ten sonra sinema sürekli bir ilerleme gösterebildi denilebilir. Ama filmlerin niteliği bu ilerlemeye denk düşecek düzeyde değildir. Nitelik olarak da doy urucu f ilmler y apma çabası içerisine giren yönetmenler de vardır. Bunların başında Ö. Lütfü Akad gelir. Akad'ın en önemli filmlerinden biri de 1949'da yaptığı "Vurun Kahpeye' f ilmidir. Akad'tan sonra, 1950- 66 dönemi içinde birkaçı "Şehir Tiy atrosu'ndan, f akat büy ük çoğunluğu doğrudan doğruy a sinemacı olarak işe başlayan elliden fazla yönetmen ortaya akar. Ne var ki yönetmen enf lasy onu içinde sözü edilmeye değer olanların sayısı bir düziney i geçmez. 1950'lerde NATO'nun güdümünde girilen Kore Savaşı ile Kurtuluş savaşı yeniden gündeme gelir. Oysa ki Kore Sav aşı'nda kırdırılan halk çocukları emperyalistlerin çıkarları için savaştıklarından bile habersizdirler. Y aratılan suni atmosfer içinde ardarda kahramanlık f ilmleri çev rilir. Tek partili dönemden çok partili döneme geçişte sinemayı en çok etkileyenler, hızla yaygınlaştırılmaya başlanan gericilik akımları ile ekonomik sarsıntılardır. Gerici akım sinemaya sıçramakta gecikmez. Dinsel filmler, daha doğrusu dini
duyguları sömüren filmler büyük bir artış gösterir. Ezan, mevlüt okuma sahneleri, dua sahneleri, cami ve minare görüntüleri, mezarlık sahneleri vs. bol bol yer alır filmlerde. Bağımlılık anlaşmalarıyla beraber ekonomik, sosyal, siyasal her alanda olduğu gibi kültürel anlamda da bağımlılığın getirdiği sonuçlar gözle görülür bir şekilde kendini hissettirmeye başlar, İşte bu dönemde yabana filmler piyasası bütünüyle Amerika'nın eline geçer. Üstelik Amerikan sinemasının en kötü örnekleri gösterimdedir. "... Amerika ile her yönden fazla içli dışlı oluşun sinemadaki bir sonucu da, yalnız 'Amerikan Haberler Bürosu'nun onayından geçebilen Amerikan filmlerinin perdele-
gu yapılan temalar tamamen Amerikan yaşamını ve ilişkilerini konu alır. Toplumsal içerikli, halka yakın, halkı anlatan, yaşamını konu alan filmler yok denecek kadar azdır. İşte böylesi bir ortamda yine de nitelikli filmler üretmeye çalışanlar da vardır. Atıf Yılmaz, Osman F. Seden, Memduh Ün, Metin Erksan, Ertem Göreç bunlardan bazılarıdır. Bu yönetmenler filmlerinde daha çok toplumsal olayları ve halkın yaşamını incelemeye alırlar. Örneğin Metin Erksan "Aşık Veysel'in Hayatı"yla sinemaya adım atar. Bu film bir kaç kez sansürden geçtikten sonra kuşa döndürülmüş olarak piyasaya çıkar. Yine Erksan en önemli çalışmalarını 60'lı yıllarda verir. "Susuz
timize ulaşabilmesiydi. Kendi sansürümüz
Yaz" ve "Yılanların Öcü" bunlardan
yetmiyormuş gibi bir de Amerikan sansürü ortaya çıkmıştı..." (4) Yani sinemalarda hangi Amerikan filminin gösterileceği ve yine hangi yerli filmin izlettirileceği de Amerikalıların kendi denetimindedir. Bu bağımlılığın getirdiği bir sonuçtur. Bir başka çarpıcı sonuç ise 50'li yılların sonları ve 60'lı yıllarla birlikte yapılan ve gösterime sunulan yerli filmlerde çok açık Hollywo-od filmleri taklidi ya da özentisi görülür. Bu filmlerin işledikleri konular, vur-
sadece ikisidir. Erksan Berlin Film Festivalinde Altın Ayı (Büyük Ödül) kazanan Susuz Yazı'yla köy gerçeğine döner. Atıf Yılmaz'ın Gelinin Muradı (1957) ise ilk başardı filmidir. Film bir kasabayı çok canlı olarak ortaya koyması, tipleri başarıyla çizmesi ve bir mizah havası içinde kasaba gerçeğini perdeye aktarması yanıyla ilgi çekicidir. Yine 60'larda estirilen milli hava içinde Kurtuluş Savaşına yeni ve öz-
tavır / sinema / mayıs-haziran 2000 / sayı: 23
gün bir bakış açısıyla bakılmak yerine, eldeki hazır reçeteler yeniden kullanılır. Eskiden çekilmiş konular, teknik ilerlemenin dışında hemen hiçbir yeni yorum ve yaklaşım getirilmeksizin yinelenmiştir. Vurun Kahpeye'nin ikinci, sonra da üçüncü çevrimleri, 'Allahaısmarladık', 'Bir Millet Uyanıyor', 'Fato-Ya İstiklal Ya Ölüm'ün yeni çevrimleri buna örnek gösterilebilir. 60'ların sonu toplumsal çalkantıların yaşandığı, halk muhalefetinin yükseldiği dönemdir. Bu muhalefet karşısında sinema alanında da yapılacak filmlerle oluşan tepki nötralize edilmeye çalışılacak, insanların başka arayışlara girmesi, kaderlerine boyun eğmesi' ya da 'pembe dünyalarla' avutulması anlayışının egemen olduğu filmler ortalığı kaplayacaktır. Bu özünde kültürel yabancılaşmaya ve dejenerasyona yönlendirme çabasıdır. Zengin erkekli, fakir kızlı, şarkıcılığı, körlü "her derde deva" Yeşilçam Filmleri dönemi başlıyordu. "Murat: Sana layık olsun diye masallardaki gibi bir düğün hazırlamak istiyorum. Leyla: Ben basit bir kızan Murat, değmez." 70'li yılların Yeşilçam'ının bebek yüzlü kadın ve erkek yıldızlarına aittir bu ve benzeri replikler. 70'li yıllarda yapılan ailelere ve kadın seyirciye yönelik olan filmlere "aile filmi" denmeye başlanır. Konular bu kesimlere uygun seçilir, "aile filmleri" denen filmlerin içeriğinde, hitap ettiği kitlenin toplumsal ilişkiler sistemine, değer yargılarına uygun temalar yerleştirilirken, içine bol bol gözyaşı unsuru da eklenerek öykü oluşturulur. Daha çok Leyla ve Mecnun vb. romanlardan uyarlanan piyasa filmleridir yapılanlar. Bu filmler 1950lerin ve 60'lann filmlerinden belki çok büyük farklılıklar taşımıyordur ancak '60'ların ortalarından başlayarak, seyirci, film ve salon sayılarının artmasıyla birlikte ailelere ve kadın seyircilere yönelik, daha özel filmler üretilmeye başlanır. Bu ke-
simler etki altına alınması gereken kesimlerdir. "İşte bu filmler, önceliklere göre bazı ufak ayrılıklar taşımakla birlikte en belirgin farklılıklar ı '"son"larında gösterirler, bu filmler daha çok orta sınıfın ve kentlerde giderek kalabalıklaşan gecekondu topluluklarının kadın seyircisini hedef almaktaydı. Buna küçük kent ve kasaba kadınlarının artan sinema ilgisini de eklemek gerekir. Anadolu kentlerinde, haftanın belirli günleri kadınlar için özel olarak seçilmiş filmler gösterilmektedir. Kadınlar böylece, gündüzleri ve ucuz matinelerde önemi küçümsenemeyecek bir seyirci topluluğu oluşturmuşlardı. Bu durum yapımcıları onları tümüyle ele geçirme amacına itmiştir. Bu seyirci kitlesi için, yaşamın oldukça basitleştirilmiş görüntüleri, ilişkileri kullanıldı. Yine basit çizgilerle, kabaca çizilen karakterler oluşturuldu. Olayların gelişimi ve akışı kalıpları halinde belirlendi. Çözümler ve yorumlar tümüyle yüzeysel ve duygusal bir tarzda ele alındı... Sözü edilen seyirci kesimi, içinde bunaldığ ı yaşam koşullarının dışına çıkmak amacıyla (pek çoğu için evden çocuğuyla birlikte çıkıp gideceği tek eğlence yerinin sinema olduğu unutulmamalıdır) sinemaya yöneldiğinde, onlara gerçek gibi görünen durumlardan yola çıkan filmler yoluyla, pembe dünyalar ya da en azından "pembe sonlar" sunmak son derece cazipti. Bu seyirci, gerçi duygulanmaya açık ve istekliydi ama kendi yaşamında zaten mutsuz sonları yaşaya yaşaya yeterince bunaldığından hiç olmazsa perdede olağanüstü rastlantıların getirdiği konuşmaları -servete, aşka, çocu-
ğa, anaya, babaya vb- izlemek istiyordu. Böylece daha önceki yıllarda rastlanan me-zarlıklı, gözyaşlı mutsuz insanlar yerini mutlu insanlara bıraktı. Seyircisi aileler olan bu tür filmlerin ailevi konuları işlemesi kaçınılmazdı. Dağılan yuvalar, kaybolan çocuklar, evlenemeyenler, iftiraya uğrayan analar, gururları aşklarına üstün gelen karı kocalar, bu filmlerin pek ilgi gösterdiği duru m (5) ve tiplerdir. " Bu tür f ilmler ağlamak isteyeni ağlatıyor, gülmek isteyenleri ise güldürüy ordu. Hedeflenen bir taraftan ticari kazanç sağlamakken, diğer y andan seyirci kitlesinin sunulan "pembe dünya-lar"la av utulmasıdır. Muhalefetin ve mücadelenin y üksek olduğu 70'li y ıllarda sinema insanları etkisi altına alacak, onları farklı dünyalar içine çekip günlük maişet derdini unutturacak, bir anlamda uy utturacak, gerçeklerden uzaklaştıracak bir propaganda aracına dönüştürülür. Ay han Işıklı, Ediz Hun-lu, Göksel Arsoy'lu jönlerin filmleri kitlelerin beyinlerine seslenen filmlerdir. Bu f ilmlerde her şey birbirine karıştırılır. Sınıfsal çelişkiler ortadan kaldırılır y a da y umuşatılır. Örneğin; Hulusi Kentmen ve Vahi Öz vb.lerinin filmleri böyledir. Daha çok "iyikötü" ay rımı yapılır. Para insanı kötü olmaya iten bir nitelik taşır gibiyse de filmin sonunda, zengin ama "iyi" olunabileceği de vurgulandığından durum tümüy le kişilerin kendi iç çarpıklıklarına bağlı olarak ele alınmış olur. Bir başka örnekte ise yoksul aileler genellikle sevecen, sıcak bir ortamda yaşarlar. Üyeleri birbirlerine destek v e day anak olurlar. Bu durumla, yerli film seyircisini oluşturan yoksul kesimlerin, sınıfsal çelişkileri yaşarken, zengin çevrelerde ahlakın ve ailevi değerlerin nasıl ay aklar altına alındığını görüp rahatlayarak hallerinden memnun olmalarım sağlay ıcı bir yaklaşım sergilenir. Bir taraftan böylesi gerçeklerden uzaklaştıran filmler yapılırken diğer taraftan ise kültürel yozlaşma ve dejenerasyona da hizmet edecek yerli ya da yabancı seks filmleri de piyasay a sürülür. Halk değer v e kültürünün karşısına bu tip filmlerle "alternatif " diye sunulan ve empoze edilmeye tavır /sinema / mayıs-haziran 2000 / sayı: 23
çalışılan halka y abana, Av rupa'dan, Amerika'dan ithal edilen bir kültür konmak istenir. Halk kesimleri bu ithal kültürle kuşatılmaya çalışılır, kendi değerlerinden uzaklaşması v e y abancılaşması istenir. Her şeyimiz gibi kültürümüzün de bağımlı hale getirilmesi böy lesi araçlarla sağlanacaktır. Sinema 70'li yıllarda bir bunalım daha yaşar. Film yapım maliyetinin artışı, film ve kopy a say ılarının azalışı, ucuz seks filmlerinin çoğalmasına, politik olay lardan televizy onun yay gınlaşmasına dek birçok nedenle salonlar kapanmaya başlar. Maliy eti düşük seks filmleri kadın seyircileri kaçırır, sinemacılar bu filmlere daha çok yönelerek erkek seyircileri ellerinde tutmaya çalışırlar. Y ine bu süreçte bu tür filmler y apmayan y önetmenler ise çıkar yol olarak, 'türkücülü' f ilmlere ağırlık v erir. Arabesk müziğin yaygınlaşması da bu yeni film türünün gelişmesine yardıma olur. Ucuz, y abana seks filmleri y avaş yav aş çoğalmaya başlar. Durumları gittikçe kötüye giden firmalar, varlıklarım sürdürüp para kazanabilmek için, ucuz f ilm ithal eden yabana f ilm şirketlerini örnek alırlar. Çok ucuza mal olan y erli karate ve seks filmlerinin yapımına yönelirler. Bu nitelikteki y erli ve yabana filmlerin seyirci çekmesi, iyi hasılat getiren bu tür filmlerin yapımını hızla yaygınlaştırır. İşletmecilerin bir kısmı da y eniden bu küçük f irmaları desteklemey e başlar. Bir tarafta kar amacı güden, diğer taraftan sinema v e y aygınlaşan TV ağıy la kültürel bombardımanla hedef kitle konumundaki halk kesimleri etki altına alınmay a çalışılır. □ -sürecek-
dipnotlar 1- Nijat Özön 1895-1966 Türk Sineması Kronolojisi 2- Nijat Özön, a.g.e, s.102 3- Atilla Dorsay, Sinemayı Sanat Yapanlar, İpek Film Şirketi'nin organı olan dergiden alıntı, 7 Ocak 1937 tarihli 56. sayı 4- Nijat Özön, A.g.e, Syf: 20 5- Nilgün Abisel, Türk Sineması Üzerine Yazalar; Syf: 71
Halklar bahçesinde çeşit çeşit çiçekler açarmış. Kimisi birkaç günlük, kimisi uzun ömürlüy müş. Kimisi yan yana çıkıp toprak tan birbirini çürütür, kimisi birbirine güç olurmuş. Halklar bahçesinde çiçekler birbirleriy le yarışırmış. Zambak: "Bu bahçenin asıl sahibi benim. Baksanıza her tarafta ben varım. Siz olmasanız ben daha da çoğalacağım" dermiş. Zambağın söy lediğine her zaman ilk cev ap veren sarmaşık olurmuş. Şöyle haf iften bir sallanır, zambağın üzerine eğilirmiş. "Sen çokluğunla övünürsün. Senin çokluğun benim güzelliğimin yanında ne işe yarar? Sen çoksun ama burada ilk göze çarpan benim. Senden çok daha boyluyum. Hem de tek kökle bahçede senin bir tekinden daha çok yer kaplarım. Bahçe benim hakkım. Siz olmasanız kollarımla bütün bahçeyi sararım. Sen bahar bitiminde sönersin. Çokluğun yokluk olur. Oysa ben tekim ama çelik gibi sağlamım." dermiş.
Zambakla sarmaşığın bu atışmasını dinleyen Leylak her seferinde dayanamaz ikisine bir söylenmey e başlar-mış. "Zambak en çoksun ama kokun yok. Çiçek dediğin kokulu olur." deyip kokusu y ayılsın diy e sallanırmış. Sonra sarmaşıktan y ana kaf asını kaldırır, ona
da cevabı y apıştırırmış. "Senin dalların kolların varsa benim de var. Ayrıca sende olmayıp da bende olan çok şey var. Çiçek dediğinin adı üstünde çiçeği olur. Hani senin çiçeğin? Sen çiçek değil sadece bir ağaçsın. Sarmaşık ağacı. Çiçeğin yok, kokun yok." dermiş. Bu tartışmalara sadece karanfil katılmazmış. Diğerlerinin kavgaya v aran tartışmalarım kaygıy la dinlermiş. Artık tartışmanın bir yerinde sözlerini keser: "Yeter artık son verin bu anlamsız kavgalara. Birbirinizle kavga edeceğinize kış gelecek, kışa karşı nasıl direneceğimizi kışa rağmen, fırtınaya, kara, yağmura rağmen insanlara güzelliklerimizi nasıl ulaştıracağımızı düşünün." dermiş. Zambak, güneşe doğru bakar: "Kış hiç gelmeyecek ki" dermiş. Leytavır / öykü / mayıs-haziran 2000 / sayı: 23
lak: "Kış gelsin benim için önemli değil. Gelecek bahara yeniden çıkarım. Ağacım var ya" diyormuş. Sarmaşık "Sendeki de ağaç mı? Güçlü bir fırtınada kırılırsın. Oysa benim gövdem çelik gibi sağlam" der, tekrar kav gay a tutuşurlarmış. Karanf ilin bütün çabalan boşa gidermiş, ama onları uy armaktan da hiç vazgeçmemiş. Bir taraf tan onların kav galarım engelliy ormuş, bir taraftan da kışa karşı koy mak için kendi hazırlıklarım y apıy ormuş. Karanf il halklar bahçesinin en güzel kokulu çiçeklerindenmiş. Kırmızı rengiy le en çok o göz dolduruy or-muş. Üstelik her mevsim çiçek açarmış yaz kış onun yeşil yapraklan canlı canlı dururmuş. Hep canlı, hep kokulu, hep çiçekli olmasına rağmen ka-
ra kışın gelmesi karanfili kaygılandırıyormuş. Karanfil kaygılanmasın da kim kaygılansın? Diğerlerinin umurunda değil ki. Onlar ancak birbirleriyle uğraşıyorlarmış. Oysa karanfil hem onlar için hem de güzellikleri isteyen herkes için kaygılanıyormuş. Karakış bu defa erken gelecekmiş. Karanfil bunu biliyormuş. Kara kışın erken gelmesi demek çiçeklerin kuruması demekmiş. Tohumların, karın altında yeşermeden çürümesi demekmiş. Kara kış da bunun için erken geliyormuş ya. Hem de bütün kötülükleriyle geliyormuş. Esecek, yağacak, gürleyecekmiş. Öyle bir fırtına estirecekmiş ki, dikili bir tek cardı kalmasın, bir tek çiçek açmasın, hepsini kırsın, kurutsun. Önüne katıp kovalasın, hepsi kaçsın bu diyarlardan, işte karanfil kara kışın bu planlarım biliyormuş. Ben, demiş karanfil, bir ben kalsam da kara kışa direneceğim. Güzelliklerin yok edilmesine izin vermeyeceğim. Kara kış bizi, geleceğimizi yok edemeyecek, demiş, hazırlıklara girişmiş. Önce köklerini yoklamış. Toprağa daha bir sıkı tutunmuş. Bütün damarlarına güneşi depolamış. Bütün karanfiller kara kı şı karşılamaya hazırmış. İçlerinden kaybedecekleri olacakmış. Ama tohumları o kadar çokmuş ki yerine daha fazla karanfil çıkacakmış. Karakış beklendiği gibi erken gelmiş. Eylül'ün 12'sinde bir fırtına kopmuş. Bir fırtına ki, tozu dumana katıyor, önüne ne çıkarsa devirip geçiyormuş. Uzaktan fırtınanın gelişini gören zambak: "Ben bu toz dumanda boğulurum. " demiş, bütün yapraklarım bırakıp savrulup gitmiş. Fırtına halklar bahçesine geldiğinde zambakların kaçanları kaçmış, kalanları da eğilmiş, başları yere değmiş. Bir daha da başlarım doğrultamamışlar. Fırtına geldiğinde leylak, bütün yeşil yapraklarım, renk renk çiçeklerini dökmüş. Ortada sadece kuru bir ağaç kalmış: "Ben sadece bir ağacım, çiçek değilim, güzelliğim de yok." demiş. Ancak fırtınanın hışmından kurtulamamış. Fırtına kurumuş gül dallarını çatar çatır kırmış. Sarma-
şık, benim gövdem çelik gibi, dermiş ya fırtınayı görünce eğilmiş eğilmiş, uzun boyu yere devrilmiş. Göğe değen başı ayaklar altına serilmiş. Fırtına geçtiğinde halklar bahçesinde birkaç zambak, yere serilmiş bir sarmaşı k, kuru ağaca dönmüş leylak kalmış. Karanfiller mi? Onların hepsi de dimdik ayaktalarmış. Furtana dinmiş ancak kara kı şın hışmı bitmemiş. Bu sefer günlerce, aylarca kar yağdırmış. Amacı karanfilleri öl-dürmekmiş. Her tarafı kar kaplamış. Her şey karın altında kalmış. Karanfillere güneş bile yasakmış. Ama karanfillerin içi sarı sıcakmış. Kara kış karanfillerin hala ölmediğini görünce bir soğuk e stirip karları buza çevirmiş. Karanfiller kara kışın amacını anlamışlar. Hemen çare düşünmüşler. Zambağa, Leylağa ve Sarmaşığa da bir teklifte bulunmuşlar: "Karları delip güneşe kavuşalım " demişler. Zambak, Leylak, Sarmaşık bu teklifi reddetmişler. "Olmaz kara kışa karşı gelinmez biz yukarı çıkmayacağız" demişler. Karanfiller: "Burada kalırsanız çürürsünüz." demişler. Diğerleri: "Karları delip çıkarsak karakış bizi hiç yaşatmaz. Soğuktan güneşe çıkınca yanarız, olmaz. Biz burada kalalım. Daha fazla yaşayalım" demişler. Karanfiller: "Burada kalırsanız daha fazla yaşarsınız, ancak bir daha yaşayamazsınız. Tohuma durmadan çürürsünüz." demişler, ancak dinlete-memişler. Karanfiller, buz tutmadan karları delip çıkmaya güneşe kavuşmaya karar vermişler. İçlerinden dört tanesi hepsinden daha önce davranmış. "Ya-narsak biz yanalım, kardeşlerimize gelecek zarar bize gelsin" demişler. Dördü de kan delip güneşe ulaşmış. Soğuk bedenlerine kızgın güneş ışınları değince karanfiller yanmaya başlamış-
tavır / öykü / mayıs-haziran 2000 / sayı: 23
lar. Dört kızıl karanfil ortalığı kızıllaştırmış, alev alev yanmış. Dört kızıl karanfilin yangını karları eritmiş. Dört kızıl karanfil kendilerim feda edip kışın ku şatmasını yarmış. Dört kızıl karanfil düşmüş toprağa. Binlerce tohumları saçılmış. Toprak tohumlan alıp içinde saklamış. Kara kış toprağın bağımdaki tohumlara ulaşamamış. O günden bugüne karanfiller halklar bahçesinin verimli toprağında binlerce filiz sürmüş, gün olmuş Boran Fırtınalar'ında onlarcası kırılmış ama karanfiller ölürken bile dimdik ayakta ölmüş. Ve yeni yeni tohumlar bırakmışlar toprağa. Dört kızıl karanfil ise halklar bahçesinde boranlara, fırtınalara direnmenin sembolü olmuş.İsimleri Apo, Fatih, Hasan ve Haydar olarak anılır olmuş ve yeni yeni filizlere onların adlan verilmiş. Onlar eğer direnmeselermiş belki binlerce yıl çiçekler açmayacakmış halklar bahçesinde... O gün bu gün dört kızıl karanfillerin öyküsü dilden dile anlatılmış, adlarına türküler yakılmış. Ve bugün hala söylenirmiş karanfillerin türküleri...
tavı r / şiir / mayı s-haziran 2000 / sayı : 23
ngiltereli işçilerin, öğle tatillerini değerlendirmek, eğlenmek için icad ettikleri bir oyun bugün tüm dünyanın gözdesi haline geldi. Estetik yanının kuvvetli olması, takım oyununa ve yükse k rekabet duygusuna dayalı oyun anlayışı, basit kuralları bu oyun bugün İngiliz işçilerinin olmaktan çıkıp dünya sermayedarlarının kar makinesi haline dönüştü. Evet, Türkçe karşılığı ayak topu olan futboldan sözediyoruz. Kraliyet ailesinin ilgisini çekmesiyle, soylu kıyafetine büründürülen, allanıp pullanan ve bir gelin edasıyla dünya piyasasına sunulan futboldan. Dünya sahnesine çıkışıyla takım oyunu kimliğinden sıyrılıp futbol kulüpleri kimliğine bürünen bu oyun, kı sa sürede sermaye piyasalarının da göz bebeği oldu.
şikta ş Jimnastik Kulübüdür. 1903 yılında kurulan BJK'nin ilk renkleri kırmızı beyazdır. Bugün milyonlarca taraftarı olan Beşiktaş'ın, Kurtuluş Savaşı sırasında tüm futbolcula-
Türkiye'de Futbol Türkiye'nin ilk futbol kulübü Betavır / futbol / mayıs-haziran 2000 / sayı: 23
rı cephede şehit olunca kulüp, renklerini siyah beyaz olarak değiştirdi. Kurtuluş savaşı döneminde yürütülen mücadelenin bir boyutu da
futbol sahalarında gerçekleşiyordu. İngilizlerle, Türkiyeli futbol kulüplerinin yaptıkları maçlar sportif faaliyetin ötesinde politik bir anlam taşıyordu. Bu maçlar, emperyalistlere karşı bağımsızlık savaşının kü çük bir ke sitini temsil ediyordu. İngilizler'e karşı alman en küçük zafer, büyük bir motivasyon yaratıyordu. Bugün, endüstrileşen futbol, UEFA'sıyla, FIFA'sıyla her ne kadar futbol ve siyaseti ayrı potalarda tutuyoruz havası yaratsa da görülüyor ki, ortaya çıkış koşullarından, Türkiye'deki ilk pratiğine kadar futbolu siyasetten ayrı tutmak mümkün değil. Zaten hayatın hiçbir kesiti için bu tez ileri sürülemez. Bizim karşı çıkmamız gereken futbolu politikadan yalıtmak olmamalıdır. Onu nasıl bir politikayla ele almak gerektiğini belirlediğimizde ortaya daha verimli sonuçlar çıkacaktır diye düşünüyoruz. Ticaret, Siyaset, Politika Üçgeninde Futbol Futbol kulüplerinin sermaye piyasalarına girişi ülkemiz için daha
hayata geçirilememiş bir faaliyet olsa da Avrupa kulüpleri yıllar öncesinden kulüplerinin hisse senetlerini borsaya sürmüşlerdi. Keza futbolcuların birer reklam aracına döndürülmeleri de buna eklenebilir. Her ne kadar buna karşı çı kmanın çağdışılık, geri kalmışlık- olduğu kafamızı parçalamak pahasına bize dayatılmaya çalışılıyorsa da, bugün dünyanın ekonomik açıdan geri bıraktırılmış ülkelerinde yaşanan modern köle tacirleri olan, futbolcu simsarları vahşetin en bariz yönünü ortaya koyar. Nijerya, Brezilya, Gana, Kamerun gibi ekonomik ve politik bakımdan dünyaca malum ülkelerinin küçücük çocuklarının hayalinde futbolcu olmak ve kapağı Avrupa ülkelerine atıp hayatını rahata erdirmek düşüncesi hakimdir. Eski dünyaya getirilen bu gençler, karın tokluğuna satılıp, üzerlerinden milyonlarca dolar kar edilmektedir. Bugün dünyanın sayılı kulüplerinin kadrolarında sömürge ülkelerin, esmer, kuvvetli ve kendini kanıtlama gayretindeki hırslı futbolcularını görmemek imkansızdır.
Bugün dünyanın en çok kazanan si yahi futbolcularına bakıp, düşünce mizi boşa çıkarmaya çalışanlar için de belirtelim ki, bu vitrinin arkasında yaşananları saymaya, ne bizim ne istatistikçilerin gücü yetmez. Futbolcular en yıldızlaşmış dönemlerinde bile kulüp yönetimleri-nin gözünde bir köleden farksızdır Bu en değerlisinden, en vasatine kadar böyledir. Hiçbir sosyal hakları yoktur. Bugün hangi gazeteye bakarsanız bakın, bir futbolcunun, sözleşmeli olduğu kulübün malı olduğunu kabullenmesi gerçeğini görürsünüz. İşin acı tarafı da budur. Kölelik, köleleştirilmeye çalışılan taraflarca da kabul edilmiştir. Tabi bu köleliği, geçmişin köle anlayışıyla karı ştırmamak lazımdır. Hiçbir futbolcu, bu kısa süreli meslekte sosyal hakları için mücadele etmezler. Onlar, reklam gelirleri, yüklü transfer ücretleri gibi gelir kaynaklan ile kendilerini kurtarmaya bakarlar. İçinde bulunduğumuz sistem, onları böyle bir anlayışla kurtulacakları düşüncesine yöneltmiştir. İstisnai bireysel çıkışlar ise daha çok onu göze alanların başına örülen çoraplarla son bulmuştur. Geçtiğimiz yıl, Liverpool liman işçilerini destekleyen bir yazının bulunduğu tişörtü, formasının altına giyen ve attığı gol sonrası formasını çıkararak, bu mesajı tüm İngiltere'ye yollayan Liverpoollu bir futbolcu, spora siyaset bulaştırdığı gerekçesiyle, altı ay futboldan men cezası aldı. Oysa o formaların altına giyilen tişörtlerle yapılan, spor markalarının reklamları hiçbir cezai uygulamayı gerektirmiyor. Mazlum Milletlerin Zaferi İspanya İç Savaşı'nın sürdüğü yıllarda futbol yine saf tutmuştu. Bu savaşta, faşistler tüm güçleriyle Real Madrid'i desteklerken, Cumhuriyetçiler Katalan takımı Barcelona'yı tutuyorlardı. Yine Brezilya'da bir cunta döneminde Brezilya'nın
tavır / futbol / mayıs-haziran 2000 / sayı: 23
en ünlü futbolcularından Socra-tes'in başını çektiği bir grup futbolcu yeşil sahalardan cuntaya meydan okuyorlardı. Bu takımın tüm maçları, cuntaya karşı mücadele mitinglerine dönüşmüştür. Bu tüm Brezilya'nın gündemine oturmuş, faşizmi rahatsızlığa sürüklemiştir. Hatta, Socrates'in bu nedenle milli takıma alınmayışı bile yeni olaylar yaratmış, federasyon geri adım atmak zorunda kalmıştır. Geçtiğimiz haftalarda, Galatasaray'ın, Arsenal'le yaptığı UEFA Kupası final maçı. Galatasaray'ın zaferi ile sonuçlandığında, Türki Cumhuriyetler'den birinin haber spikeri olayı şu cümleyle aktardı. "MAZLUM MİLLETLERİN ZAFERİ; GALATASARAY UEFA ŞAMPİYONU!" Bu olayın coşku su ülkemizde de günlerce sürdü. Futbol taraftarları, hem bir galibiyet coşkusu ya şarken aynı zamanda, Avrupa'ya, gavura karşı olan yılların ezikliğini yenmenin coşkusunu yaşıyorlardı. Bu bilinçsiz de olsa anti amperyalist bir tepkidir. Bu bilinçaltına yerleşen yıllardır söyleyegeldiğimiz gavura allerjidir. Yıllardır, gavur kapısında en pis işlere reva görülen, cahil bıraktırılan, karakafalı damgası yiyen bir ülkenin insanları Avrupa'yı hem de en iddialı olunan, yıllardır sekiz yediği yüzüne vurulan bir alanda, futbolda devriyordu. Geri kalmış ülkelerin insanları, biraraya toplanmış ve onları sömürenleri yenmenin zevkini yaşıyordu. Bu bir şekilde, ulusal onurun yansımasıdır. Belki abartılmıştır ama bu sevinçte haklı bir sevinçtir. Ama istiyoruz ki, bu futbolla sınırlı kalmasın. Başka alanlarda da emperyalizmi yenmenin öfkesini duyalım, bunu başaralım. Ne farkı var ki, IMF'nin, futbol sahalarındaki İngiliz, Alman, İspanyol emperyalizminden. Bu öfkeyi her yere yaymak en güzelidir deriz; Galatasaray'ı da bir vesileyle bu sevinci yaşattığı için kutlarız ama şunu da görmeden edemeyiz.
Tüm uluslararası maçlarda, faşizmin gündemi değiştirme politikalarına alet olmanın lekesi de durur bu futbolcuların üzerinde. Nasıl mı? Hatırlayalım. Tüm bu maçlar için rahatlatıcı sebepler bulunmuştur. Depremin acısını hafifletmek, asker ailelerinin acısını dindirmek vs. vs... Ama tüm kazanılan maçlar sonrası o sevinç dalgası arasında yeni zamlar gündeme gelmiştir. Sokakta ki insan Avrupa'ya karşı bir zafer kazanmanın sevincini yaşarken, maalesef bu futbolcular artık maziye gömülen forma aşkı için değil, Avrupa'da büyük bir kulübe kapağı atabilmek için canla başla oytavır /futbol / mayıs-haziran 2000 /sayı: 23
namaktadır. Yani onlar için milliyet kavramı da anlamını yitirmiştir. Avrupa'yı yenerek göze girmek ve oralara uzanmak. Ne garip çelişki değil mi? Sokaktaki insan sabahlara kadar çılgınca eğlenirken, onlar için asıl olan etiket fiyatını arttırmaktır. Sakın iddia edilmesin ki, bu arkadaşlarımız Türk'ün gücünü dünyaya göstermek için Avrupa'yı fethe gidiyorlar diye. Buna kargalar bile güler. Neyse, biz yine de gelecek sezona kadar, gavura vurduğumuz bu tumturaklı darbenin keyfini sürelim ama gerçekleri görmezden gelmeden.
A
olarla, dertlerle, hüzünlerle örülüdür yaşamımız. Nice acılar gömülüdür bağrımızda. Yüzyıllardır egemenlerin zulmü, sömürüsü onulmaz yaralar açtı yüreğimizde. Egemenlerin elinde her şey zulüm oldu bize. Soygun, talan, açlık, yokluklarla, kıyımlarla, kıranlarla yoğruldu yaşamımız. Onca acıya rağmen başımız eğilmedi yine de. Acılarımızı öfkeye dönüştürüp nice kez boşalttık zulmün üstüne. Zalim vazgeçmedikçe zulmünden, biz de vazgeçmedik öfkemizi zulmün üzerine savurmaktan. Öfkemizi isyan türkülerine, acılarımızı ağıtlara döküp taşıdık yüzyıllar öncesinden bugüne. Egemenlerin çektirdiği yetmez gibi, bir de afetlerle gömüldük acılara. Seslerimiz kısıldı enkaz yığınlarında canlı aramaktan; kanımız dondu çığ kıyametinde karları eşelemekten; sel sularına karışıp sürü klendi ağıtlarımız... "Doğal afet" derler adına. Hadi gelişi "doğal" diyelim. Ya sonrası? Yaşadığımız her afet neden bir katliama dönüşür? Ya neden hep bizi vurur afetler? Ekip-biçtiğimiz, bereketiyle yaşamımızı sürdürdüğümüz, üstüne kondumuzu diktiğimiz toprak, 17 Ağustos'ta olduğu gibi zangır zangır
titremeye başladı mı altım üstüne getirir evimizin, altında kalan biz oluruz. Ama sırça köşkleri, katlan, gettoları sapasağlam durur egemenlerin. Onlar semirip yağ bağlarken kıtlıktakuraklıkta, selde, depremde; aç-susuz, sakat kalan, göçük altında ölen biz oluruz. Canlarımızın, en yakınlarımızın; anamızın, babamızın, kardeşimizin, eşimizin, dostumuzun, yarimizin acısı gelip konar yüreğimize. Türkü olur, ağıt olur dilimizde acımız... "Hani al yeşili gezen sunalar /Öldü solmamışken tavır / folklor / mayıs-haziran 2000 / sayı: 23
elde kınalar (Viran olmuş cennet gibi haneler /Sönmüş dahi tütmez bir tek ocağın..." Bazen bir çığ olur gelir afet. Dağ eteklerine, koyaklara kurulu köylerimizin üzerine; bazen bir helikopter, bazen bir bomba, silah ve tank bağırtılarıyla kopar gelir üstümüze tonlarca kar yığını... Sanki bin yıldır pusuya yatmış da zalimin vereceği bir işareti bekliyormuş gibi... Sonrası, kanımızı örten bir beyaz sessizliktir çığ... "Domonu tawıgı guret /Bira derera bı hıra /Xewera şaye ama mıre /Veke çıx ama çıxe
hete me /Sevoo budela tora herdi /Di laj u zu zama (Çocuklar kızakları aldılar /Dereye doğru açıldılar /Kara haber bana geldi /Dediler: 'Çığgelmiş, bizim o tarafın çığı' /Onun için, budala senden götürdü /İki oğul bir damat...)" Bazen su çoğalır, sel olur. Afet olur adı... Su hayattır hiç can alır mı? Su hayata renk katandır, hiç ömürleri çalar mı? Egemenler çaldırır suya ömürlerimizi... Bilirler kanalizasyonsuz şehirlerde sel felaketlerinin yaşanacağını, ama bir tek kanalizasyon bile yapmazlar. Ormanları yağmalar, doğanın dengesini bozarlar. Davetiye çıkarırlar katliamlara kendi karları için... Sele kurban ederler bizi... Dolar boğazımıza kadar evimizin içi yağmur suyuyla. Sel bir felaket gibi girer yuvamıza. Yıllardır dişimizi tırnağımıza takarak ördüğümüz, büyüttüğümüz kondumuz kalır sular altında. Onlarcamız kapılıp gider sel sularına. Gecemizi gündüzümüze katarak ektiğimiz tarlamız zarar görür. Ürünümüzü alır gider sel suları. Sel ve selin getirdiği kayalar karşısında dayanamayan ahşap ve kerpiç evler yıkılır bir bir. Ve kalırız yıkılan evlerimizin, metrelerce çamurun içinde. Mahalleler, hatta koca şehir yok olur. insanlar sel sularının içinde, çamur deryasının alfanda kaybolur. Canhıraş çığlıklar, acılı türkülere, ağıtlara karışır. "Koyun gelir yata yata /Çamurlara bata bata /Gelin Ayşem sele gitmiş /Yosunları tuta tuta /Aman Ayşem yaman Ayşem /Dağlar başı duman Ayşem..." Acılarla, dertlerle yüklü bu yürekleri bırakmaz afet. Belki de bugüne kadar yaşananların en acısıdır deprem. İlkin korku, telaş uyandırır içimizde. Adım duyduğumuzda şöyle bir ürpeririz, tüylerimiz diken diken olur. Biliriz çünkü depremin bize neler getireceğini, ya da bizden neler götüreceğini. Biliriz çünkü Erzincan'ı, Varto'yu, Dinar'ı... Biliriz 17 Ağustos'ta Marmara'yı, 12 Kasım'da Düzce'yi, Bolu'yu... "Ara dıben günde saran/ Tawe axe zelzele bu /Lele ane du set se set /Meze/ vedan de lo lo de le le (Arıx dediğin /Soranların köyüdür /Toprakla birlikte sallandı /Le le ana iki yüz üç yüz /Mezar açtılar de lo lo
de le le)" Ne güzel düşleri vardı her birimizin. Nişanlar yapmış, yeni bir yaşam kurmanın heyecanıyla düğün gününü beklerdik belki. Belki de çocuklarımız henüz yeni yeni öğreniyordu yürümeyi. Ya da altını daha yeni değiştirip ninnilerle uyutmuştuk kundaktaki bebeğimizi. İhtiyar ninemiz, dedemiz henüz sevmeye başlamıştı torununu. Ne güzel hayaller kuruyorlardı onun için kim bilir. Oyuncaklar alacak, elinden tutup gezdirecekti. Ve zangır zangır bir titremeyle düşlerimiz, hayallerimiz, umutlarımız kaldı enkaz alfanda... 26 Aralık 1939'da, 7.9 şiddetinde Erzincan'dan vurur deprem. 32.962 canımızı alır götürür aramızdan. Geride yüzlerce, binlerce yaralı, sakat bırakır. Ağıtlar bu kez yıkık damlardan yükselir gökyüzüne... "Karardı dağların buluta doldu/ Ovalar yaylalar mezarın oldu/ Söyle göğsündeki canlar nicoldu/ Erzincan Erzincan canım Erzincan /Erzincan yüreğim yandı dağladı /Sel oldu gözümün yaşı çağladı /Sen değil cihan sana ağladı /Ağladı Erzincan güzel Erzincan" En yalan tanığı olduğumuz deprem 17 Ağustos'tur. En yakın ve en büyük acısını yaşadığımızdır belki. Her birimiz bir şeylerini kaybetti orada. Kimimiz annesini, babasını, kardeşini; kimimiz oğlunu, kızım, torununu, akrabasını; kimimiz yıllarca önceki dostunu, arkadaşım; kimimiz anılarım, kimileri de insanlığını kaybetti enkaz alfanda. Katlarca dikilmiş apartmanlar, çatılar, kayalar, kirişler, betonlar çöktü üzerimize. Gecenin bir vakti göz gözü görmüyordu. Ne bir elektrik, ne bir mum ışığı. Gözler karanlık. Çaresizliğin içinde koşuşturmacalar. Ve yürek sızlatan ağıtlar... tavır /folkl or/ mayıs-haziran 2000 / sayı: 23
"Yıkıldı cümle haneler hanlar /Kalmadı asla sağlam duvarlar /Ahalinin göz yaşı sel gibi çağlar" Tırnaklarımızla, sağdan soldan bulduğumuz çekiç ve demir parçalarıyla kazmaya çalıştık toprağı. Kocaman kocaman beton yığınlarını kaldırıp ulaşmaya çalıştık en yakınlarımıza, ya da yüzlerini dahi görmediğimiz, tanımadıklarımıza. "Hilkatinden midir belalı başın /Herc ü merc oldu toprağın taşın /Matem ile doğan yaslı güneşin /Kan ağlıyor gördü kanlı sabahın...", "Derdimiz bir iken bine yetürdün /Açtın yüreklerde hicran zelzele /Başımıza nice otlar bitürdün /Vermedin bir nefes aman zelzele..." Çığlar, seller, depremler hep bizi vurur. Hep biz ölürüz afetlerde. Afetleri katliamlara dönüştürenler, cesetlerimizi denize dökenler ise köşklerinde, yalılarında zevk-ü sefa içinde devam ederler yaşamaya. Acıları biriktiririz yüreğimizde. Ama bunun da sonu vardır elbet. Gün olur acılarımız yine öfkeye döner... Gün olur ağıtlar yerine isyan türkülerini söyler dillerimiz ve yürürüz zalimin üstüne...
Ömrünü mücadeleye adamış bir yazar, şair, önder;
JOSE MARTİ tavı r /yı ldönümü/ mayıs-haziran 2000/sayı : 23
nada doğdu. Şiir yazmaya küçük yaşlarda başladı ve yazdığı şiirlerini de bu yıllarda yayınladı. Sonraki yıllarda La Patria Libre (Özgür Vatan) adlı bir gazete çıkarmaya başladı. 1871 yılında İspanya'ya karşı verilen bağımsızlık savaşına katıldığı için henüz 17 yaşındayken tutuklandı. Altı ay tutuklu kaldıktan sonra İspanya'ya sürgüne gönderildi. Bu süre içerisinde İspanya'da Madrid ve Zaragoza üniversitelerinde hukuk, felsefe ve fizyoloji öğrenimi gördü. 1874'te Siyasal yazılarını yayınlattı. Küba'da siyasal tutukluların yaşadığı zorluklan anlatan; El Presi-dio Politicia un Cuba (Küba'da Siyasal Zindanlar) adında bir broşür yayınladı. Fransa, Meksi ka ve Guetamala gibi ülkelere giderek siyasi faaliyetlerini buralarda devam ettirdi. 1878 yılında Küba'lı toprak sahiplerinin İspanyollara anlaşmasıyla sona eren savaş ve çıkan af yasası sonucu ülkesine geri döndü. Bir yıl sonra, gizli siyasi faaliyetlerde bulunduğu gerekçesiyle ikinci kez tutuklandı ve yine İspanya'ya sürgüne gönderildi. Sürgün yularını Fransa, New York ve Venezüella gibi ülkelerde geçirdi. 1881 yılında, Venezüella'da bulunduğu yıllar içerisinde Revizta Venizelona adlı bir
gazete çıkarmaya başladı. Venezüella'nın o dönem diktatörü olan Antonio Guzman Blanco'ya karşı yazdığı yazılarından dolayı bu ülkeden ayrılmak zorunda kaldı ve New York'a yerleşti. Jose Marti burada şiir, deneme ve Buenos Aires'te çıkan La Nacion adlı bir gazetede makaleler yazmaya devam etti. Jose Marti 1891 yılında Küba Devrimci Partisi'ni kurma hazırlığı içine girdi. Bu amaçla New York'ta düzenlenen bir mitingde, Küba Halkını yeni bir bağımsızlık savaşına çağırdı. 1892 yılında Partido Rev olucionario Cubano (Küba Devrimci Partisi) kuruldu ve Jose Marti partinin başkanlığına seçildi. Jose Marti aynı yd Patria (Vatan) adlı bir gazete çıkarmaya başladı. 1895 yılında Küba Halkını bağımsızlık sava şına çağıran ve partinin manifestosu niteliğini taşıyan Monte Kristo Bildirisi'ni kaleme aldı ve General Maksima Gomez ile birlikte bildirgeye imza attı. Marti, yine aynı yıl Edad da Oro (Altın Çağ) adlı çocuklara yönelik bir dergi çıkarmaya başladı. Jose Marti, Küba ile İspanya arasındaki savaşın tekrar başlaması nedeniyle 11 Nisan 1895 yılında, General Maksima Gomez ile birlikte gizlice Küba'ya girerek Santiago yakınlarına karargah kurdu. 19 Mayıs 1895'te çıkan bir çatışma esnasında vurularak yaşamım yitirdi.
Kabaran Bir Dalga Gördüğünde Sen Kabaran bir dalga gördüğünde sen Şiirimi görüyorsun demektir Yükselir göğe, fakat bazen O hafif ve uykulu bir yelpazedir Öyle bir hançerdir ki şiirim Çiçeklenir elde kabzası Şiirim bir çağlayandır Suyu berrak, kristal gibi
O ve kurduğu partisinin savaş staratejisi, dağlarda yürütülen gerilla, savaşı tarzında şekillenmesi, izlenen taktikler yanıyla daha sonra Fi-del Castro önderliğinde başlayacak olan gerilla savaşma yol gösterici oldu.
O fışkıran bir yeşilliktir Pırıl pırıl; ve alev kızıllığında. Şiirim yaralı bir geyiktir Bir sığınak arayan ormanda
Küba'nın İspanyaya karşı verdiği bağımsızlık savaşının sembolü olan şair, yazar, gazeteci ve önder Jose Marti'yi saygıyla anıyoruz.
Şiirim kardeştir cesarete Yalın, içten ve özlüdür O, kendisinden kılıç yapılan Çelikle aynı örste döğülmüştür. tavı r /yı ldönümü / mayıs-haziran 2000 / sayı : 23
S
on 63 y ılın rekoru: bir günde 83 y angın. Çıkan y angınlar sonucu 4000 hektarlık alan kullanılamaz hale geldi.", "Akku-yu'da nükleer santral y apılması için hazırlatılan raporlar gerçeğe ay kırı", "MHP'li Kepez Belediy e Başkam Mehmet Atay, ormanlarına sahip çıkan köy lülere terörist diy or", "Korumay a alınması gereken Amasra'ya santral yapımı için çalışmalara başlandı." Her geçen gün bir yenisini daha duyuy oruz çevre ile ilgili haberlerin. Orman yangınları, deniz kirliliği, hava kirliliği derken uzay ıp gidiy or haberler. Farkındaysak eğer bu tür haberler uzadıkça bir o kadar da kısalıp gidiy or dünyamızın ömrü. Y ok olan, kirlenen sadece ormanlarımız, denizlerimiz, soluduğumuz hava değil. Y ok olan bizim gelmişimiz, geleceğimiz ay nı zamanda. Orman yangınlarının faillerini sadece birkaç köylüye ve piknik yapan kişilere indirgeyebilir miy iz? Ya da Tuna Nehri'ndeki doğal yaşamın tamamen yok olmasını "barajın çökmesiyle suya karışan siyanür sonucu meydana geldi" diye sıradan ve boş bir açıklama getiren kişiler ne kadar masumdur acaba? Biz
//
söyleyelim, bunları söyleyenler ikinci paylaşım savaşında Hiroşima ve Nagazaki'y e atom bombalan y ağdıranlar, Irak'ta ki kürt halkını hardal gazıy la katledenler, toplama kamplarında onbinlerce insanı diri diri y akan naziler kadar masumdurlar. Çünkü doğal çevrey i yok eden de, halkları birbirine düşürüp masum insanları katleden de emperyalizmdir. Y ok etmek, sömürmek emperyalizmin doğasında vardır. Doğarım dengesini nasıl yok ediyor emperyalizm? Bugün tropikal iklimde yer alan bölgelerdeki yağmur ormanları büyük ölçüde kesilerek doğal ekolojik sistemde önemli bir bozulmaya yol açılmıştır. Çev reye vereceği zararları bilinçli ya da bilinçsiz hesaba katmadan yapılan f abrikalardan çıkan gazlar sonucunda ozon tabakasında y er y er incelme v e delinmeler meydana gel-mişdir. Delinmelerin mey dana geldiği bölümlerden hiçbir filtreyle karşılaşmadan giren güneş ışıkları sonucunda bir çok canlıda kanserden kay naklı ölümler ve çeşitli hastalıklar başlamıştır. Y ine ozon tabakasının delindiği bölgelerde aşın ısınma sonucu kutuplarda erimeler başlay arak su sev iyesinde önemli y ükselmeler meydana gelmiştavır / çevre / mayıs-haziran 2000 / sayı: 23
tir. 1950'li y ıllardan sonra empery alist ülkelerle teknoloji y arışma girişen S.S.C.B bu y arışta geride kalmamak için birçok teknolojik denemeyi gerçekleştirmiştir. Fakat giderek kızışan bu yarışta gözden kaçan bir hata Çernobil faciasına neden olmuştur. Kaza sonucunda 31 kişi ölmüş ve y üzlerce insan yaralanmıştır. Ama daha önemlisi nükleer santralden sızan rady asyondan etkilenen ülkelerde izleri ancak binlerce ya da milyonlarca yılda yok olabilecek zararlar mey dana gelmiştir. Nükleer santraller konusunu biraz daha açalım. 1950'li y ıllarda "atom çağı" diye ilan edilen dönem, bilim adamları taraf ından insanlığın uygarlıkta ulaşabileceği son sınır olarak lanse edilir. Ama kısa bir süre sonra tüm hayaller alt üst olur. Çünkü nükleer santraller planlanan hedeften çok daha az enerji v ermektedir. Ay rıca çev reye ve insana v erdiği zararıda unutmamak lazım. Düny ada 1978 yılından beri siparişi verilen nükleer santrallerden 200'ünün siparişi iptal edildi. Şu anda ise düny ada işlemekte olan 437, inşaa halinde ise 39 nükleer santral vardır. Bir çok Avrupa ülkesinde halk oy lamaları v e toplumsal muhalef et sonucu nükleer santral yapımı
durdurulmuştur. Peki, dünyada bir çok ülke nükleer santralleri kapatırken neden Türkiye'de hala "nükleer santral yapılsın mı yapılmasın mı?" tartışmaları sürüyor. Niye sürmesin ki! Çünkü ortada milyonlarca dolarlık paralar dönüyor. Dünyada birçok nükleer santralin kapanması ve proje iptaliyle çıkmaza giren rant çevreleri daha önce nükleer santral denemesi yapılmamış ülkelere adeta dört elle sarılıyorlar. Tabu ki bu pazardan pay kapmak isteyen yerli işbirlikçileri de unutmamak lazım. Doğaya ve insana verdiği zararları çok acı örneklerle kanıtlanmış olan nükleer santraller niçin hala dayatılmaktadır? Silifke Akkuyu, Rize Çamlıhemşin Fırtına Vadisi, Gökova gibi sürekli koruma altında tutulması gereken, doğa harikası birçok bölgelerimize niçin hala nükleer veya termik santraller yapılmak istenmektedir. Bu bölgelerin sadece göl veya nehir yakınlarında olmalarından kaynaklanıyor olmasa gerek! Nükleer ve termik santrallerin sürekli ihtiyacı olan
suyun dışında bu bölgelerin her biri doğa harikası diye nitelendirebileceğimiz güzellikte ve çeşitlilikte cardı türleriyle doludur. İznik gölü kenarında kurulan ve geçtiğimiz yıl faaliyete geçen Amerikan Cargill nişasta fabrikası ise gölü besleyen su damarlarından hergün binlerce ton su çekmektedir. Dışarıya verdiği asitli maddelerle göl ve çevresindeki doğal yaşamı tehdit eden fabrika sayılan giderek azalan kuş ve balık türlerinin de yok oluşunu hızlandırmaktadır. Emperyalizmin doğaya verdiği zararlar saymakla bitmiyor. Geçtiğimiz aylarda Romanya'nın kuzeyindeki bir altın madenin barajının çökmesi sonucu Tuna nehrine karışan siyanür faciası Çernobil'den sonra yaşanan en büyük çevre felaketi oldu. Tuna nehrindeki bakteriler dahil tüm canlıları yok eden siyanür Karadeniz'e akmaktadır. Karadeniz'deki ekolojik yapıyı tamamen mahveden siyanür giderek Marmara Denizi'ni de tehdit eder hale gelmiştir. Marmara denizinde giderek artan kirliliği şu örnekle anlatmak daha çarpıcı olacaktır: "1960'lı yıllarda Marmara Denizi'nde 125 balık türü avlanırken, bu gün ise avlanan balık türü sayısı sadece 5tir". Bu örnek bile doğanın ne kadar hızlı ve büyük boyutlarda katledildiğini açıkça anlatıyor bize. Siyanürle altın çıkarmanın hiçbir riski olmadığı yalanını söyleyenler şimdi ne diyecekler merakla bekliyoruz! Bergama köylülerinin siyanürle altın çıkarmaya çalışan Euro-gold firmasına karşı verdikleri mücadelenin önemi umarız bu olaydan sonra daha iyi anlaşılır. Yaşadıkları çevreye sahip çık-
tavır / çevre / mayıs-haziran 2000 / s ayı: 23
manın öneminin farkında olan Bergama köylüleri Eurogold firmasına karşı anti-emperyalist bir bilinçle karşı çıkmışlardı. Bugün Koç'ların, Sabancıların üniversite yapma adına yüzlerce dönümlük alanda ağaçların kesilmesine ses çıkarmayanlar Bergama köylülerinin mücadelesini örnek almalıdırlar. Bugün üniversite yapmak için, yarın fabrika yapmak için, bir başka gün de tatil köyleri yapmak için ağaçlar kesilecek, ormanlar yakılacak. Ve böylece uzayıp gidecek örnekler. Acı ama böyle devam ederse doğal güzelliklerimizin ömrü pek de uzayıp gidemeyecek gibi görünüyor. Bilimsel ve teknolojik gelişmeler ancak halkların yaran için kullanılıyorsa insanlığın önünü açıcı ve geliştiricidir. Doğada var olan her şeyi paraya dönüştürebileceği birer meta gözüyle bakan emperyalizmin ise ne halklara ne de doğaya yaran vardır. Doğal çevrenin bu kadar hızlı ve çabuk bozulmasına neden olan emperyalizm aynı zamanda yüzyıllardır geri bıraktırılmış halkları da sömürmekte ve bugün on-ları açlıktan ölmeye mahkum etmektedir. Doğayı, halkları ve kültürel miras-ları sömüren, yok eden emperyalizmden hesap sormalıyız. Yarınlara yaşanılası bir dünya bırakamazsak eğer gelecek nesiller bunun hesabım bizlerden soracaklar! □ Stronsium 90 Acaipleşti havalar, bir güneş, bir yağmur, bir kar Atom bombası denemelerinden [diyorlar. Stronsium 90 yağıyormuş ata, süte, ete umuda, hürriyete kapısını çaldığımız büyük hasrete Kendi kendimizle yarışmadayız, [gülüm Ya ölü yıldızlara hayatı götüreceğiz ya dünyamıza inecek ölüm. Nazım Hikmet
H
alkların tarihi, her zaman zulme direnişin tarihi olmuştur. Egemen sınıf ların tarihi ise bastırılan ay aklanmalarla, kutsal imparatorluklarla doludur. "Şanlı zaf erler" kazanan hükümdarları, görkemli saray ları anlatmak tarih kitaplarının işidir... Baş eğmez halk kahramanlarıysa ağıt ağıt, destan destan anlatılır. Pek çok ay ın pek çok gününü kaydetmiştir tarih; ağıtların ve direnişlerin tarihidir diy e... Muharrem ay ırım onuncu günü de bu unutulmay an günlerden biridir. Asırlar ötesinden gelen bir halk kahramanına, imam Hüsey in'e ağıtlar yakılır bu günde. Anadolunun pek çok köşesinde "Vah Hüseyin v aah" nidaları duy ulur; Y ezid'e, Muaviye'ye lanetler yağdırılır. O Muav iy e ki, 661 y ılında, Şam şehrinde saltanat kurmuştur. Egemenliğine engel gördüğü pek çok pey gamber y akınını, bu arada peygamber torunu imam Hasan'ı da zehirli sütle öldürmüş; Ali ve Ehl-i Beyt hakkındaki hadisleri yasaklay ıp baskıya v e korkuya day alı bir düzen kurmuştur. Ortadoğu halklarının dilinde "zalim" v e "Muav iy e" kelimelerinin hala eşanlamlı kullanılmaları bundan ileri gelir.
Zalim, Muav iye demektir; Muav iy e de zalim... Muav iye zulmü tam yirmi y ıl hüküm sürer müslüman halkların üze rinde. Halkın zulme karşı kendi önderlerini yaratacağını bilen Muav iye, y erine halife atadığı oğlu Y ezid'e şu v asiy eti bırakır: "Ebu Bekir'in oğlu Abdurrahman, Ömer'in oğlu Abdullah, Zubeyir'in oğlu Abdullah ile, Ali'nin oğlu Hüseyin sana biat etmezler. Öbürlerinden zarar gelmez sana. Ancak Hüseyin'in biatında ısrar etme, O ölür de sana biat etmez."(1) İmam Hüseyin, kardeşi İmam Hasan öldürüldükten sonra sağ kalan, "üçüncü imam"dır. Ali'nin oğlu v e pey gamberin torunudur. Ama adını tarihe y azdırmış bir halk kahramanı olmasının sebebi; cam pahasına bile olsa, Muaviye ve Y ezid'e biat etmemesi, teslim olmamasıdır. Mekke'deEhl-i Beyt'e "Zalimler her yeri tutmuşlar, müs-lümanlar bunlara adeta kul köle oldular, insanlara acımıyorlar zalimane davranı-
tavır / folklor / mayıs-haziran 2000 / sayı: 23
yorlar. Allahım sen bilirsin ki bu sözlerim mal mülk sahibi olmak için değil."(**) diyerek seslene-bilen bir tek imam Hüseyindir. Muav iye'nin yerine gelen oğlu Y ezid'e biat etmez Hüsey in. O, zalim Muaviye'ye bile baş eğmemiştir ki, Bedev i Y ezid'e biat etsin. Ali-el Mürteza oğlu imam Hüseyindir O; "Ben zalimlerle birlikte varlık içinde yaşamayı alçaklık, zalime karşı gelerek bulacağım ölümü yücelik sayarım"(2) der de şaşmaz doğru bildiğinden. Ve iş cenge döndümüy dü hedef ini şaşmaz Hüseyin'in kılıcı. Gel gör ki Y ezid babasının oğludur. Mekke'deki valisine emir gönderir; "Hüseyin'in kellesini isterim." diye. Y ezid'in hilaf etini tanımay an Irak halkı ay aklanma hazırlıklarına başlamış ve Hüseyin'i Kufe şehrine davet etmiştir. Hüseyin yiğittir ve y aklaşan cenk vaktini görür. Ailesi v e y akınlarından oluşan yetmişbir y oldaşıy la birlikte Kufe şehrine doğru yola düşer. Arap çöllerinde yollara düşmek, benim diyen göçerin bile kolay kolay cesaret edemediği bir iştir. Sonsuz ıssızlıkta öy le bir çöker ki san sıcak; kum taneleri bile çatır çatır tutuşur
ay ağının altında. Soluklandığın hav a duman duman tüter. Gözleri kamaş kamaş olur da y ürüdüğü y olu bile seçemez göçerler... Ve imam Hüseyinle y etmişbir y oldaşı, miladi 680'de Kufe şehrine doğru göçerler. imam Hüseyin'in Irak'a doğru y ola çıkması üzerine, Y ezid'in saray ını bir korku alır ki Arap çölleri bile böy le korkutmamıştır hiçbir ademi. "Y a Hüsey in Irak'a varıp da halkla birleşir, ay aklanırsa... Üstelik Ali'nin oğlu Muhamed'in torunudur Hüseyin, ya Y ezid'in saltanatını dev irir, öz bir kardeşi olan imam Hasan'ın hesabını sorarsa..." Ve daha nice korkak f ikir f ırdöner Y ezid'in kaf asında. Y ezid'in ordugahında, bir oldu bittiy le cenge hazırlanır Emev i ordusu. Y ezid'in emri kesindir: "Kuf e'y e Hüsey inden önce varılacak. Hüsey in teslim alınacak!" Y etmişikilerin dokuzu Kuf e'de pusuy a düşer, imam Hüseyin'in dokuz y oldaşı y ani hakikat canlarından dokuz kişi birden kılıçtan geçirilir. Kan kokan, deli bir zulüm rüzgarı eser, Ku-f e'den Kerbela'y a doğru... Ve nihay et 680 y ılının Muharrem ay ının ilk sabahı, Ali-el Mürteza oğlu İmam Hüseyin v e sağ kalan altmışiki y oldaşının y anını y öresini çevirmişti Y ezid'in askerleri. Su y ollarını kesip, dile kolay , tam on gün boyunca kuşatırlar Kerbela'da sıkışan savaşçıları. Çöl sıcağında uykusuz v e susuz on gün... Üstelik y ine sıcaktan tutuşup, çatır çatır ediy ordu çölün kumlan. San sıcak aman v ermiy or, rüzgar duman duman tütüy ordu yine. Y ezid'in askerleri: "Suy u" diy orlardı, "Y ezid'e biat edene v eririz"... Ne çare ki Kerbela'nın sav aşçıları teslim olmuy orlardı... Muharrem ay ının onuncu gününde sağanak gibi, sonu gelmez bir ok y ağmuru başlamıştı Kerbela'nın üzerinde. Sav aş başlamıştı v e koca Emev i ordusuna karşı 63 kişi savaşıy ordu. Güneş tepey e varmadan, 12 İmamlar'ın oğullan dahil pek çok savaşçı; imam Hasan oğlu Abdullah'ın, İmam Hüsey in oğlu Ali Ekber'in oklarla delinen göv deleri, oluk oluk akan bir ırmak olmuş, çöl kumlarını kanlarıy la sürüyorlardı. Da-
ha ilk oklar düşmeye başladığında, imam Hüsey in'in altı ay lık bebeği Ali Asgar kucağında oklanmıştı. Ve Ker-bela yiğitleri kılıçlarını çekmiş saldırı-y orlardı. Mutlak ölümü bile bile, günlerin uykusuzluğu v e susuzluğu ile birlikte saldırıy orlardı. Gün öğlene döndüğünde, iki elin parmaklan kadar kalmışlardı... Güneş y itip battığında tek bir kılıcın sesi kalmıştı Y ezid'in ordusuna karşı. Ve y alın kılıç çarpışıy ordu imam Hüseyin. Gecenin karanlığında ip gibi bir ıslık sesi y ankılandı en sonunda; oklarla delinmiş bir v ücut serildi Kerbela kumlarına... Ve imam Hüsey in'in adı "Hüsey in-i Desti Kerbela" diye anılır oldu bundan sonra. Hüsey in-i Desti Kerbela'nın cansız bedenini kaldırıp da gömmedi Y ezid'in askerleri; sadece başını hançerley ip ay ırdılar ki, hediye olsun Y ezid sultana... Hüsey in'in kesik başı, bir mızrağa takılıp sokak sokak dolaştırıldı Şam şehrinde. Hazreti Hüsey in'in kesik başını, imam Hüseyin'in y enilgisine ispat diy e gösterdi Y ezid. Halbuki Hüsey in-i Desti Kerbela'nın başı ancak kesilerek getirilebilmişti ve o baş asla eğilmemişti... Halklarımızın y üzy ıllardır imam Hüsey in'in yasını tutmasının altında işte bu görkemli direniş y atar. Tıpkı Pir Hünkar, Baba İshak, Pir Sultan gibi, Kızıldere'de dokuz y oldaşıy la, 'Biz buraya dönmeye değil ölmeye geldik' diy en Mahirler gibi.... Çünkü direniş, aynı direniştir; y akılan ağıt aynı ağıt... Ve hepsi halkımızın tarihinde aynı direniş may asıy la y oğrulmuştur, imam Hüsey in'in hançerlenip kesilen başını, ve y olundan dönmeyen inancını, y üzy ıllar sonra Pir Sultan'ın dizelerinde görmemiz bu y üzden tesadüf değildir: "Kadılar müftüler fetva yazarsa İşte kement işte boynum asarsa işte hançer işte başım keserse Dönen dönsün ben dönmeze m yolumdan Pir Sultanım arşa çıkar ünümüz O da bizi m ulu muzdur Pirimi z Halka teslim olsun garip canımız Dönen dönsün ben dönmeze m
tavır / fol klor / mayıs-haziran 2000 /sayı: 23
[yolumdan" Y üzy ıllar boy unca Alevi Halkı En-el Hak Muhammed Ali aşkına, imam Hüsey in, imam Hasan, Hz. Ali, soyunu sürdüren oniki imamlar: imam Zeynel Abidin, imam Muhammed Bakır, imam Caf eri Sadık, imam Musa Kazım, imam Ali rıza, imam Muhammed Taki, imam Ali Naki, imam Hasan Askeri, imam Muhammed Mehdi Zaman ve tüm Kerbela şehitleri için muharrem ay ının sonunda içine oniki çeşidin konduğu aşure pişirip dağıtır. Çok öncelerden beri, y ahudiler dahil tüm sami kavimleri aşure günü oruç tutarmış. Muhammed Peygamberde Mekke'den Medine'y e hicretinin birinci y ılında bu orucu f arz kılmış. Sonra Ramazan orucu f arz kılınınca istey enler bu ibadete devam etmiştir. Bugün Sünni v e Alev i halklar da aşureyi kutsal sayar, Y ezide lanet okur. Çünkü Halklar zalimleri sevmez, benimsemez. Zalime karşı hak için v uruşanları ise aradan binlerce y ıl geçsede yaşatır. Kimi inanışa göre Muharrem ay ırım onuncu günü Adem Pey gamberin töv besinin kabul edildiği gündür. Kimine göre ise Nuh Tuf anından kurtulan gemideki cümle mahlukatın, ellerinde kalan bütün y iy ecekleri bir aray a getirip kurtulduklarına şükran sunmak için aşure çorbasını y apıp dağıttıkları gündür. Kimi inanışlara göre ise İbrahim'in Nemrut zaliminin ateşinden çıktığı, Musa Peygamber kav minin Firavun elinden kurtulduğu gün, İdris Peygamberin göğe çıktığı, Ey üp'ün dertlerine şifa bulunduğu, Y akup'un oğlu Y usuf'a kavuştuğu, Y unus Pey gamberin balığın kanundan çıktığı gün der. Kimi İsa Peygamberin göğe çıktığı, kimi Muhammed pey gamberin göğe çıktığı gündür. Bugün bu gelenek halkların zalimden kurtuluşuna duy duğu mutluluğu simgeley erek süregelen bir gelenek-tir. dipnotlar: 1- Hıdır Aslan; İslamda y ol ayrımı 2- Kerbela dergisi; Say ı: 8, Sayfa:16
Bir efsaneye göre şarap ve bağ tanrısı Dionysos'un şehri olan İznik, kurulduğu günden bu yana birçok uygarlığın başkenti olmuş. Her uygarlık bir parçasını bırakmış İznik'e. Bugün bile bu uygarlıkların izlerini görmek mü mkün. İznik çinisinin zenginliği, çeşitliliği de bir anlamda sahip olduğu bu kültürel zenginlikten geliyor. Osmanlının beylikten imparatorluğa geçişi sürecinde (XIV-XVII yy. arası) İznik çinisi altın çağını yaşamış. Çinicibaşı denetiminde sayıları yüzleri bulan irili ufaklı atölyelerde üretilen İznik çinilerinin ünü tüm dünyaya yayılmış. Ca mi, mescit, türbe, medrese, saray yapılarında önemli bir dekor unsuru olarak kullanılan çini, Osmanlının gerile me sürecine girmesinden olumsuz yönde etkilenmiş ve neredeyse yok olma durumuna gelmiş. Bugün ise bu işe kendini vermiş, ustalaşmış kişilerin sayısı bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar az. Bu kişilerden Faik Kırımlı ve onun geleneğini sürdüren Eşref Eroğlu ve Rasih Kocaman'ı sayabiliriz. İznik'te bulunan Çini Vakfı'da çini üretiminde bulunuyor. Fakat amaçlanan seri üretim olduğu için bir usta duyarlılığıyla yaklaşılamayan çiniler bir ustanın elinden çıkan çiniden çok farklı oluyor. Şu an çalışmalar ını İznik'te
sürdüren çini ustası Eşref Eroğlu'yla yaptığımız röportajı aktarıyoruz sizlere. Çini sanatına başlamay a ne za man ve nasıl karar verdiniz? Çini sanatı da tabiri, üçyüzyıl evvel tamamen İznik'te bitmiş bir sanat. Geleneksel olarak saraya dayalı. 1331'de Orhan Gazi İznik'i f ethettiği zaman Horasan ve Buhara topraklarından bu işi yapan Türkleri İznik'e yerleştirmiştir. Çünkü Roma ve Bizans'ta Nkyia(İznik) seramikleri, Nkyia mozaikleri Avrupa katedrallerini söy lüy ordu. Fakat İznik' teki hadise uzlaşmanın temellerini atmak bu dil, din, ırk farkı gözetmeksizin insanları insan yapan değerlerle birleştirebilmenin bir yapısıdır. Tabi üç yüzyıl evvel bilinen bu yapıy ı dünya araştırıy ordu. Biz tabi bu işin farkında değiliz. Ancak kitaplarda, sanat tarihi kitaplarında İznik Yeşil Cami gibi Osmanlı mimarisinin ilk örneklerini biz de bütün dünya gibi okuyorduk Y ani bizim bütün bilgimiz bu idi. Fakat sonradan yavaş yavaş işte talebeliğimizde bir İznik sev dası bizi araştırmaya sevkettirdi. Neticede üs-tad Faik Kırımlı diy e büy ük bir İznik çinisine gönül vermiş üstadla tanıştık. O da senelerce İznik' e gidip gelmiş. tavır / el sanatları / mayıs-haziran 2000 /sayı: 23
Fakat zamanın idarecileri senin açacağın fırın, İznikte hava kirliliği yapar bahanesiyle buna müsaade etmemişler. Biz tanışınca şu an içinde bulunduğumuz mekanı tahsis ettik. Eşim Seyhan Hanım'la beraber ikibuçuk y ıl usta-çı-rak ilişkisinde bu işi öğrendik Tabi öğrenirken de işin pek farkında değiliz. Bir şeyler yapıy oruz, hatta İznikliler, kendi yalan akrabalarımız bizimle af e-dersiniz dalga geçiyorlar. "Bu taşları ne yapacaksınız? Bu taşlar ne işe yarar?" Ondan sonra tabi kamuda ses getirmeye başlayınca aynı kişiler, "Vay, ne akıllıy mışsınız taştan para kazanıyorsunuz" demeye başladılar. Acı tatlı hatıralarla on-beş y ılımız bitti. Binlerce deneme yanılma metoduy la bu günümüze geldik Bu arada tabi gerek İznik'ten, gerek üniversitelerden say ıları ellinin üstünde talebe yetiştirdik Kendi evlatla-rımızı y etiştiriyoruz. İşte büy ük kızım Marmara Üniversitesi'ni bitirdi. Geleneksel El Sanattan bölümünü. Diğer ev latlarımızda çocukluklarından beri boş zamanlarında dev amlı alt y apıda çalışıyorlar. Eşim Seyhan hanım klasik İznik desenlerini çizip boyadıktan sonra tekrar sırlay ıp iki pişirimde İznik çinisini hayata geçiriyoruz. Kısaca hikay emiz bu. Halk arasında çini v e seramik ay -
ru şeyler olarak biliniyor. Aralarında ne gibi farklar var? Yani şimdi biz seramikçi değiliz. İznik çinisinin temelinde sanatların toplamını çiniye nakşetme vardır. Bir seramikçi hamurunu hazır alır, renkleri alır kendi dünyasını yansıtır. Burada bizim öyle bir şansımız yok. Bu geleneksel sanatı devam ettirebilmek için hat sanatı lazım, desinatörlük lazım. Sanatların toplamıdır çini. Bir hat sanatı olmazsa İznik çinisi olmaz.İznik çinisi nedir? Bu sanatları nakşetme sanatıdır. Biz haddimizi biliyoruz. Tabi bütün dünya bunu aradığı için daha çok efendim efsanevi olarak işte İznik'in kırmızısı, turkuazı, mavisi, herşeyi materyale endekslenmiş. Halbuki İznik çinisinin bir ruhu var. Bunu yapan ustaların inançları, örf-adefleri, gelenekleri var. Siz bunlara ulaşamazsanız, iznik çinisi yapacağım diye ortaya çıkmayın. Çünkü o çileyi, binlerce yıllık geleneği bin derecedeki veya dokuzyüz derecedeki çilesini çektik. Ben kırk yaşından sonra odun yarmayı, ateşle pişmeyi öğrendim. Mevlana'nın dediği gibi "hamdım, piştim, yandım". Bizim hikayemiz de biraz ona benziyor. Hadise kişinin kendi ruhundan eşyaya verdiği güzelliktir bu sanatın tarifi. E, şimdi eşya var ruh yok. Ben daha çok bu ruhu arıyorum. Aksi takdirde aradan üç yüzyıl geçmiş, hala bunu biz yeniden yaptığımız halde dünyanın dilleri ayrı, dinleri ayrı, renkleri ayrı kişiler hala bizim yaptığımız çiniye sizi seviyoruz diye hitap ediyorlar. iznik çinisini diğer illerde yapılan çinilerden ayıran farklar nelerdir? Şimdi, özelliği yüzyıllar boyunca her türlü tabiat şartlarına dayanıklıdır. Birinci özelliği bu. Bugün mesela Kütahya'da, tabi istisnaları ayırd ediyorum sevdiğimiz İznik tarzı çalıyan arkadaşlarımız var. Onları ben katmam ama, Kütahya'nın genelinde fabrikasyon, ucuz mal elde edebilmek için, serigrafi tekniğiyle, her şeyiyle matbaa gibi basıyorlar. Ama iznik çinisinin temeli kuvars ve türevlerine dayalı. Tamamen ele dayalı. Pişme dereceleri ve
dengesi harika, zor. Atölyenin girişinde ki çinileri görmüşsünüzdür. Eksi bilmem kaç derece, artı bilmem kaç derece en ufak bir deformasyon yok. Daha bir kaç sene evvel dış yüzeyle bir kaç çeşmede kullanılan Kütahya çinisi hemen eksi bir kaç derecede tamamen aktı, kırıldı, döküldü.İznik çinisinin temeli sağlamlığı. Bu sağlamlık kuvars ve sı rdan mı kaynaklanıyor? Evet genel olarak kuvarsın yapısı, astarla birlikte iki ve üç pişirimde o dengeyi sağlıyorsunuz. Ve aksi takdirde o dengeyi sağlayamazsanız zaten iznik çinisi meydana gelmez. Ustamdan bana intikal eden teknik üniversite raporları var. Bizim çiniler kırılma-bükülme testinden, ton testinden geçmiş. Bildiğimiz kadarıyla Osmanlı döneminde iznik'te sayılan yüzlere varan çini atölyeleri vardı. Fakat aradan birkaç yüzyıl geçtikten sonra çiniye olan ilgi azalarak yok olma noktasına gelmiş. Bugün ise, bir kaç kişinin elinde yaşam buluyor iznik çinisi. Bunun nedenlerini neye bağlıyorsunuz? Evliya Çelebi seyahatnamesinde üç yüzü geçen yalnız atölye değil, satış yerlerinden de bahsediyor. Ancak çok pahalı teknik olmasından dolayı bu sanat padişah ve vezir-i azam veya bir kaç vezir ve paşalar tarafından ancak karşılanabiliyordu. Aynı zamanda Karamürsel İskelesi'nden Avrupa'ya ihracat yapılıyordu. Ancak imparatorluğun gerilemesiyle alım gücü de azaldı. Artı, okyanus yollarının keşfiyle kıymetli Çin porselenleri Avrupa'da çok tavır / el sanatları / mayıs-haziran 2000 /sayı: 23
ucuza satılmaya başlanmış. Avrupa pazarı da kaybediliyor böylece. Ve en son Sultanahmet Camisi yapılırken, Sedefkar Mehmet Ağa iznik'e geliyor. Bakıyor ki, atölyeler sallantıda, o son çinileri de nezaret ettikten sonra diyor ki: "Padişah'ım, İznik'te çini sanatı ölüyor. Bunu tekrar diriltelim." Ve iznik'te ki son üstadları da alıp İstanbul'a götürüyorlar. Tekfur Sarayı'nda, yabana uzmanlarla yeniden bir canlandırma hareketine girişiliyor. Fakat yeterli olunamıyor. O ustalarda İznike döndüğü zaman iznik'te hadise bitmiş oluyor. iznik Halkı'nın çiniye olan ilgileri nasıl? İznik'tiler çinilerini sahipleniyor mu? Şu anda yaşayan İznik Halkı'nın %95'i geçimini tarımdan sağlıyor. Daha İznik'li bu işin farkında değil. Yani biz bir idealist olarak bu işe koyulduk. Hatta çoğuna sorsanız bizim atölye nerde diye haberi bile yoktur. Alım gücünün yanında kafa yapısından ve kültürel birikimden kaynaklanıyor bu ilgisizlik Ona rağmen bazen gençlerden bağım, üzümünü, zeytinini sattığı zaman radyonun, televizyonun, basının etkisiyle satın alabilenler çıkıyor. Daha çok bizim Türkiye'nin içinde eski geneleksel mimari tarzdaki yerlere, bir de eski tarihi eserlerin restorasyonunda kullanılıyor. Onun dışında büyük bölümünü yurt dışına özel siparişle veriyoruz. iznik çinisinde 1600'lü yıllarda yo-
ğun olarak kullanıldığı belirlenen düny aca ünlü iznik kırmızısının bu gün hala tam olarak yakalanamadığı söy leniy or. Bu sizce neye day anıy or? Ejdadımızın y üzlerce y ıllık geçmişine bugün bizimde erişemediğimiz, hay ranlıkla seyrettiğimiz daha çok gıpta ettiğimiz özellikler v ar. Şimdi bunu çeşitli söyleşilerde soruyorlar bize. Bende orjinal iznik kırmızısı v ar. Çünkü atöly emde bulundurmak için kanuni hakkım var. işte yabana uzmanlar geliyorlar ay nı soruyu soruyorlar. Ben onların gözlerinin önünde kendi kırmızımı yapıyorum ve "Aa, bu çok benzedi!" diyorlar. Ha, şimdi benzer. Odunlu f ırında çeşitli kimyevi reaksiyonlar, genleşme kat say ıları, İznik çinisinin kırmızısında ki sır, bugün azı toprağı dediğimiz yeni bağda, bahçede aşı y aparken o san demirli bir topraktır. Demir kırmızı rengi verir. Aynı İznik çinisinde harika bir sır vardır. Siz o rengi sürdüğünüz zaman renk başkadır. Sır da 900 derecede piştikten sonra o canlılığı alır. Şimdi harika bir sır kullandığımız za man bir de o emeği sarf ettiğimiz zaman o kırmızıy a yaklaşıy oruz. Ama o kırmızı olup olmadığını ancak beşy üz-yıl sonra söylerim ben size. Zaten şu da var: Biz kendi yaptığımızda da ikinci fırında ulaşamıy oruz. Zaten iznik çinisinin özelliği o. Bir iki derece bile çok fark ediyor. Hassas bir denge. Portakal kırmızısına dönüşüyor, kahverengine dönüşüyor. Ben y etiştirdiğim talebelerin hepsine gösteririm, hiçbirini sakınmam. Size anlattığım gibi. En sonunda söylediğim bir şey var: "Ben size bunları oturdum, anlattım, gösterdim ama bir tek şeyi size verme m mü mkün değil. Ben kendimi size veremem. O halde siz kendiniz olacaksınız." Esas olan o kafa yapısını yakalamak. O kültürün temel öğelerini madde ruhunu yakalamak.İnsanlar bir türlü buna yaklaşmak istemiyor.İnsanların kaf asında 'nasıl yapay ım, köşey i döneyim' düşüncesi v ar. İznik’in tabi söndürülemey en bir şöhreti v ar. "Aa, ben kırmızıyı yaptım" diy e zamanla duyarsınız.İşte üniversite öğrenim görevlisi veya başka bir kişi "Kırmızıyı yapmış başarmış ". Onların yaptıkları bunu istis-
mar etmek, cebini, küpünü doldurmak maalesef dünyamız bugün böyle yani. Biz bugüne kadar en ufak bir taviz vermeden geldik v e ölünceye kadar da bu düşüncemiz devam edecek. Çünkü o tarihi şuur içindeyiz. Çok parlak teklifler v ar ama ne İznik’i istismar ederiz, ne ettiririz, ne de kendi tarihimizi, geçmişte bu sanata emek verenlerin kemiklerini sızlatırız. Benim kafa yapım, düşüncem bu. İznik çinisini gelişmey e açık bir sanat olarak görüy or musunuz? Bu çiniler nerelerde kullanılmış? Mimari eserlerde. Bugün kullanılma şekli yine mimari eserlerde. Bakın bugün yapıy oruz. Şimdi bana çok teklif
"Usta nefestendi. Demek yanılan gözleri değildi. Fırına giren toprak kırmızılaşmıştı. Aklından başka renkleri düşünerek yaptığı çini, fırının içinde kan kırmzısı oluvermişti. Şaşılacak iş. Şimdiye kadar hangi rengi istiyorsa onu tutturmuştu. En önemli ustalık buydu çinicilikte. Ama bu kez değişikti durum. Börklüce Mustafa'nın cenaze töreni vardı bugün. Hangi çinici, fırını açtıysa, birbirinin aynı olan kırmızılıklar beliriyordu. Sanki Börklüce'nin kanı yetişmiş, İznik çinilerinde balkımakta, damar damar b ir sızı gibi. Bir kan pıhtısı gibi. Besbelli ki İznik çinileri ilk olduğu gibi son kez bu renk bir çi ni dökmek-teler. Ve besbelli ki bugünün anısını canlandırmak için yüzyıllar sonrasına böyle kalacak bu çiniler." Erol Toy (Azap Ortakları)
tavı r / el sanatları / mayıs-haziran 2000 / sayı : 23
geliyor. "Eşref bey, size kredi verelim". Y ok kardeşim ne yapıcam ben krediyi? Ben bunu zaten y apıyorum. Bana en büy ük kredi benim y aptığım panoy u alırsın, ben daha güzelini yapmak için heyecan duy arım. Bugün y eni bir mimari tarz oluşursa, orada da çini kullanılırsa iznik çinisi yine alır yürür. Çini bulunduğu yer ile uy um içinde olmalıdır. Çini kullanılan bir yere girdiğiniz zaman sizi çeken bir özelliği vardır. Gelenekseli sürdürüyoruz biz. Benim şansım kendi yan gelirim olmasıdır. Ev kendimin, atölye benim, dükkan kiram var. Aksi taktirde hiçbir şeyiniz olmay acak altı ay da bu atölye kapanır gider. Ve ben on beş senedir böy le yaşıy orum. Ve işin enteresan taraf ı, İznik'te birkaç atölye var. Onların ne algılan v ar ne vergileri. Ben bir de gelir vergisi mükellefiyim. Y ani devlet bana kredi vermek için çok hevesli de ama, burada bir sanat yapılıy orken, bir tarih canlandırılıy orken, vergi almak için de çok hevesleniyor. Y a etmeyin, eylemeyin. Biz burda balon bir geleneği canlandırılıyoruz. "O iş başka, bu iş başka " diyorlar. Adam için ha patetes satıyorsun ha çini satıy orsun farketmiy or. Burada haksızlığa uğruyorum çile çekiyorum. Olsun ama benim için önemli olan Mevlana'nın dediği gibi "Ya olduğun gibi görün, ya da göründüğün gibi ol". Ben buna gay ret ediyorum. Öyle olunca da bizim eserlerimizde o görülüyor. Ama esas olan afedersiniz "Hayvan Ölünce kalırmış semeri, insan ölünce kalırmış eseri". Eser bırakmaya çalışıyoruz. Çalışmalarınızda başarılar diliy oruz. Umarız İznik çinisi hakettiği görür v e giderek daha da sahiplenilir. □
Türkiye'deki
müzik
piyasasında
yeniden
yapılanmaya
başlayan
tekelleşme
çalışmaların ı
anlattığımız
yazımıza,
geçtiğimiz
sayı
kaldığımız
yerden devam ediyoruz. Bu sayıda ise Fidan Müzik ve Ada Müzik yetkililerinin bu konu ile ilgili neler düşündüklerini aktarıyoruz sizlere. Fidan Müzik
y asasındaki tekelleşmey le birlikte artık edisy on şirketleri kurulacak... Türkiy e'deki y erli müzik sektörünün y eterli potansiyeli olmasına rağmen kendi içindeki çelişkilerden kaynaklı olarak kurumlaşamaması büy ük bir olumsuzluk. Ve bu ku-rumlaşamamanın yarattığı örgüt-süzlük bir noktadan sonra tamamen büy ük tekellerin denetimi altına girmey e zorlay acak. Sen ne kadar nitelikli ürünler çıkarırsan çıkar, bunları y ay ınlamak tamamen onların keyiflerine kalacak. Unkapanı'ndaki fir-
Uluslarası tahkim yasasının kabulünün ardından Türkiy e ile ilgili hiçbir endişeleri kalmay an y abana plak şirketleri artık kendi çalışmalarını da kolay ca pazarlay abilecek. Düny a'da giderek artan etnik müzik pazarında Türkiy e'den de büy ük biı patlama y aratmay ı düşünüy orlar. Bu şirketlerin hepsi Türkiy e'y e gelirken son derece parlak, göz boy ay ıcı teklif lerle geliy orlar. Zaten bir türlü y eni üretimler yapamayan, açılım y akalay amay an y erli plak şirketleri için de bunlar büy ük bir nimet. Bu f irmalar hukuksal bir sorunla karşılaştıkları zaman ise doğrudan uluslarası mahkemey e gidecekler. Türkiye'de ki mahkemelerle bir sorunları olmay acak. Gelecekte ise Türkiy e'de yeniden şekillenmey e başlay an müzik pitavı r / müzik / mayıs-haziran 2000 / sayı : 23
malar, birlikte hareket edebilecekleri, bir güç oluşturabilecekleri ortak bir zemin aray ışı içersinde olmalıdırlar. Ada Müzik Bir çok alanda olduğu gibi müzik piy asasında da giderek tekelleşen şirketlerin y erli plak şirketlerini satın almay a başlamaları hakkında neler düşünüy orsunuz? Müzik endüstrisi sadece Türkiy e'de değil, düny a çapında bir en düstri. Dolay ısıy la zaten müzik endüstrisinin %100' lük tüketiminin %80'i üç tane dört tane büy ük dünya tekelinin elinde. Bunlar EMİ, UNI-VERSAL, SONY, BMG. Bunlar zaten düny a otomobil piy asasından farklı değil. Bu bir tehdit. Şimdi bu dalga aslında bu güne kadar Türkiy e'y e f azla y ansımamıştı. Neden yansımamıştı? Çünkü Türkiy e, düny a tekellerinin büy ük pazarları kar şısında çok cazip bir pazar değildir. Ama yaklaşık iki y ıldır Türkiye müzik pazarı da bütün düny a tekellerinin ilgisini çekti. Otomobilde Koç'la Ford'un y aşadığının ay nısı bu gün Türkiy e'de müzik sektöründe de ya-
sanıyor. Öyle sanıyorum ki yabancı şirketler Türkiye'deki mevcut pazarın %80'ini kapsayabilecek bir hamleye girme durumundalar. Bunun iki nedeni var bence. Bir tanesi, işte bu uluslararası tahkim ile kendilerine imtiyaz elde edebilmelerinin yolu açılmış oluyor. Zaten tahkim yasası onların önünde engel olarak bulunan bir çok sorunu ortadan kaldırdı ve daha kolayca tekelleşebilecek hale geldiler.
Tabii kolay lık sağlanıy or. Telif haklarının tahsilini sağlayabiliy orlar dünya pazarına entegre etme açısından. Birincisi bu. İkincisi, düny ada zaten y ani bu emperyalist - kapitalist ülkelerde üretilen bu kültür sonuçta hep birbirini tekrar eden, tek düze, bir tür göz boy amay a day alı bir kültür. Müzik bunun çok önemli bir parçası. Bir tür bizim gibi ülkelere po tansiyel gözüy le bakıy orlar. İşte Tarkan çıkıy or. Tarkan'ı, Fransa'da, Avrupa'da bir numara haline getiriy orlar. Çünkü orda her şeyi tüketmişler. Bunun nedeni de bence batı merkezli bir şey. Y ani Türkiy e'de olan; geri bıraktırılmış ülkelerde olan şey ler onlara otantik geliyor. Y ani bir tür aslında sömürgeci bir zihniy et bu. Kendilerine her y önüy le f arklı bir açılım v e yeni bir çıkış noktası arıy orlar.
Ev et. Dolay ısıy la Türkiye'y i iki y önlü olarak kullanmak istiy orlar. Bir, önemli bir kar merkezi olarak kullanmak.İkincisi burdan çıkartık-ları ürünlerle Batı'da da bir kar odağı haline getirmeye çalışıy orlar. Bu trend devam ediy or. Bir ülkenin ulusal kültürünün bu kadar kozmopolit hale getirilmesi de eleştirilebilir. Ama trend bu v e sonuçta gaza basmış geliy orlar yani. Çok büy ük sermayelerle geliyorlar. Bizim gibi böyle daha bağımsız şirketlerin bunun karşısında kendini korumaya çalışan şirketlerin kuşkusuz bu bir kültür üretimi olduğu için hala şansı v ar. Çünkü biz sonuçta bir bey in işi y apıyoruz. Bu sadece kapital ile becerile-bilecek bir şey değil. Y aratıcılık alam olan bir meslek. Çünkü biz demirçe-lik satmıy oruz. Bunu korumamız, kendimize bir alan açmamız mümkün. Ama sadece yabancı sermay enin ilgisini çeken bir şeyde değil bu kültür üretimi. İşte medya diy e bir bela v ar başımızda. Y erel sermayede böy le bir alana hücum etmiş vaziy ette. Biz ne y apabiliriz? Biz bunun karşısında muhalif bir kültürü çok çeşitli boy utlarıy la y aşatmak için elimizden geldiği kadar day anmay a çalışabiliriz. Çok av antajlı bir noktada olduğumuzu söy leyebilmek mümkün değil. Karşında çok büyük bir medya gücü var. Ama sonuçta bu da bizim bu koşullarda y aşamay a boyun eğmemizi gerektirmiyor. Unkapanı bu tekelleşmey e karşı çıkabilecek, bir şey ler y apabilecek bilince sahip mi? Valla bence Unkapanı bazında düşündüğün zaman bir şey y apamazlar. Buranın bir kültür endüstrisi olması lazım. Onlar için ürettiği şeyin kültür ürünü olması v eya deterjan olması çok farketmiyor y ani. Dolay ısıy la Unkapanı'nda da o eski mafyavari v s. ilişkiler bu gün hızla geride kalıy or. Ama y erine ikame olan kuralsız bir kapitalizm. Şirketlerin y apısıda bu. Bunlar kendi çıkarlarının bile f arkında olmay an
tavı r / müzik / mayıs-haziran 2000 / sayı : 23
topluluklar olarak çıkıy ordu. Çünkü bu işi öy le alıy orlar, öyle değerlendiriy orlar. Dolay ısıy la ben Unkapa-nı'ndan bu işin önünü kesebilecek, orada bir bilinçle bir şey yapabilecek bir beklentim y ok doğrusunu söy lemek gerekirse: Çünkü ne ekersen onu biçersin. Y ani bugüne kadar y ıllarca bu alan baştan bu konuda en uf ak bir çaba göstermey en insanların şimdi bu kadar güçlü doldurulurken bir direniş göstereceklerini falan zannetmiy orum. En f azla bunlara en iy i koşullarda nasıl entegre olabiliriz üzerinden hesaplar y apacaklardır. Bu tekelleşme çabalarının sizce ileride ne gibi kötü sonuçlan olabilir? Valla bence en büy ük kötü sonucu: biz bundan sonra öy le koşullara geleceğiz ki onların duy mak istediği müziği dinlemek zorunda kalacağız. Bu kadar kötü bir şey olamaz y ani. Onlar bize ney i duy urmak istiy orlarsa biz onu duymak, dinlemek zorunda kalacağız» Üstelik bunun adına da özgürlük, seçme bilmem nesi diyecekler. Bu başlı başına zaten rahatsız edici bir şey. Edisy on hakları konusunda neler düşünüy orsunuz? Türkiy e'de y eni y eni başlay an bir sistem. Siz bir parçay ı seslendirmek için telif lerini ondan alırsınız. Bu şimdi paradoks tabii. Haf ız Bur-han'ın edisy onu Sony'de, bir Japon bir Osmanlı parçasının sizin taraf ınızdan icra edilip edilmey eceğine karar v erecek. Bu çok acay ip bir şey. Bu trend böy le dev am ederse diy elim ki on yıl sonra v eya yirmi y ıl sonra y ani Neşet Ertaş dinlemek için Univ ersal'dan izin almak zorunda kalabilirsiniz. O da sizin politik çizginizi, kendi tekel y apısının içersine girip girmemesini kriter alarak "y a, sen bunu y apamazsın" deme hakkına sahip olacak y ani. Bize de herhalde ev de türkü söy lemek kalacak y ani. Bu kadar kuşatıcı bir şey. □
Y eşilin
her tonunun yaşadığı, dağların hırçın mavi sularla kucaklaştığı, yağmurun dolayısıyla bereketin topraklan. Çalışkan, inatçı farklı halkların benzer insanlarının yaşadığı Karadeniz. Nasıl ki bazı kavramlar özdeşleşiyorsa bazı değerlerle kemençede Karadeniz'le özdeşlemiş ve arada yaşayan halkların duygularına tercüman olmuş. Nasıl ki Karadeniz'e özgü horon bir eğlence oyunu demek değilse kemençede bir eğlence aleti değil.İnsanların her duygusunu ve yaşadığım ifade eden tarihselliğiyle halk bilimi adına konuşan bir enstrümandır. Kimi zaman güldürüp kimi zaman ağlatan hırçın, asi isyankar tıpkı halkı, tıpkı toprağı, tıpkı denizi gibi. Tarihi Kemençenin tarihini incelediğimizde her halk enstrümanında olduğu gibi ilk insan topluluklarına inmek gerekmektedir. İlk insanların müziği keşfedişleri efsanevi anlatış biçimlerinin dışında hala birçok sırrı bünyesinde barındırmaktadır. Ayrıntılar ne olursa olsun bilinen bir gerçek var ki o da ilk insanların doğadaki sesleri taklit
edip onları belirli bir düzene ko yarak müziğin keşfinde ilk adımı atmalarıdır. Bu taklit ve düzenlemeler ise günümüze değin süren ve sürecek olan bir sürecin başlangıcım oluşturmuştur. Ve bugün gelişmiş olan enstrüman onlara çekirdek olmuştur. Ak insanların kamışların ve kiriş tellerinin çıkardığı sesleri düzenledikleri bilinmektedir. Zamanla av aracı olarak kullandıkları ok ve yayı bir müzik aracı gibi de kullanmaya başlamışlardır. Böylece bir çok bölgede ve yörede bir çok isim alan ve Asya'da doğan "okluğ"un icadı yapılmıştır. Okluğ halkın yaşamına girmiş törenlerde, şölenlerde kullanılan bir alet olmuştur. Çeşitli bölge ve topluluklarda okluğun şekli değişerek ve üzerine ilave ekler konularak "arp","çeng", "lir" gibi aletlerin doğması sağlanmıştır. Sonraları okluğun bir ucuna su kabağı (rözenans kutusu) eklenerek "ıklığ" adı verilen alet meydana getirilmiş, su kabağının ise ağız kısmına deri gerilerek ve yayın yerine de özel bir sap eklenerek daha net bir ses çıkaratavır / müzik / mayıs-haziran 2000 / sayı: 23
bil-mek amaçlanmıştır. Ok'un yerini ise at kuyruğunun tellerinin takılı olduğu bir yay almıştır. Sonraları ıklığın hep at kılı takılı bir yay ile veya el ile çalındığını görüyoruz. Daha sonraları giderek kabağında atılarak kemençe sazının ilkel şekli ve atası olan "rebab" oluşturulmuştur. Yay ile çalman "ıkhğ"ın yaylı sazların, el ile çalınanın ise mızraplı sazların atası olduğu kabul edilir. Kemençe sazı Anadolu'da ıklığ, rebap, çepane, gıcak, yaylı kopuz, cicak, gıcek, ıyık, ık, iğil, ayaklı kemani, kıyak adlarıyla bilinir. Çalınma Tekniği Kemençenin en önemli özelliği iki sesli çalınmasıdır. Bu da yayı iki te le
birden sürterek ve bir parmağı iki tele birden basmak suretiyle olur. Melodiye göre dörtlü, altılı, yedili ve daha başka aralıklarda kullanılır. Normal akortlu bir kemençede "Re" teli üzerinde bir melodi çalarken genellikle "La" teli açık olarak kullanılır. Telden tele geçişler yayla değil baş kısmının bilek hareketiyle çevrilmesi suretiyle yapılır. Kemençe oturarak veya ayakta tutularak çalınır. Bölümleri Baş: Kemençenin üst aksamını oluşturur. İç kı smı oyuktur. Üzerinde 9-10 mm çapında üç delik vardır. Delikler üzerinde akort yapmaya yarayan burgular bulunur. Burgulara gelen tel baş kısım ile gövdenin kesiştiği bölümde bulunan küçük deliklerden geçer. Göv de veya Tekne: Uzunluğu 42 cm. dir. Sapla birleştiği yerde eni 6 cm, alt kısmında en geniş yeri 9 cm. dir. Sap: yaklaşık 9-9,5 cm. uzunluğundadır. Baş ve gövde kısmım birleştirir. Kulak: Tellerin her birinin, üstüne tutturularak sarıldığı burgulardır. Üç tanedir. Kravat: Sap üzerine gelen kısmı 1,5 cm. aşağıya doğru inildikçe 3 cm. olan bölümdür. (Parmaklar tellere bunun üzerinde basar)
Ses Sistemi Kemençe'nin üç teli vardır. Dört ses aralığı ile akord edilir. İnce tele zil adı verilir. 0.25 mm. çapında çelik tel kullanılır. İkinci tel önceleri bağırsaktan yapılırdı ve buna sağır tel adı verilirdi. Şimdilerde 0.30 mm. çapında çelik tel kullanılır. Üçüncüsü bam teli olarak bilinir ve sırma teldendir. Kemençede kullanılan akort çeşitleri, ince telden kalın tele doğrudur.
Kaşlar: Kapağın üzerinde birbirine paralel ve 5-5,6 cm. uzunluğunda iki oluk vardır. Bu oluklar sesin dışarıya çıkmasını sağlar. Kapak: Teknenin üzerine yapıştırılan 42 cm. uzunluğunda ve hafif dışarı bombeli olan göğüs kısmıdır. Eşik (E şek): Üzerinde telleri taşıyan tahta parçasıdır. İki kaş arasına yerleştirilir. I-Kurbağa veya Dibcik (Dipcuk): Tellerin alt tarafta tutturulduğu kısımdır. Kemençenin Yapısı 55-60 cm uzunluğunda, 3 cm yüksekliğinde, eni sap kısmına yakın yerde 6 cm. baş kı smında 9 cm dir. Gövdesi ardıç, dut, dişbudak, sarmaşık ve erik ağacından içi oyularak yapılır. Gövde üzerine yapıştırılan kapak yörede sakız ağacı olarak bilinen çam ağacından yapılmaktadır. Ağaç dik olarak 2-3 mm kalınlığında dilimlenir. Elde edilen kapak (Hartama) ılık suda bir süre bekletildikten sonra yuvarlak bir boruya bağlanarak 3 gün bekletilir. Hartama üzerindeki damarların birbirine yakın ve ince yani ince elifli olması istenir. Kemençe sesinin güzel ve tok çıkması için. Kapak üzerinde birbirine paralel 5-6 cm uzunluğunda iki oluk vardır. Kapağın içinden (iki oluk arası) gövdeyi birbirine bağlayan, sesin daha iyi çıkması ve kapağın içeriye çökmesini önleyen CAN DİREĞİ vardır. tavır / müzi k / mayıs-haziran 2000 /s ayı: 23
Yay 55 cm. uzunluğunda abanoz, gül ve fındık çubuğundan yapılır. Atın kuyruk kı smındaki kıllardan oluşan yaya, sürtünmeyi artırmak için reçine sürülür. Yaygın Olarak Kullanıldığı Yerler Benzer kültür özelliklerinin bulunduğu Türkmenistan, Kuzey Afganistan, Doğu Türkistan, Kırgızistan, Özbekler 'de bunların yanında Arabistan, Çin, Macaristan ve Yunanistan'da görülüp şekilde ve isimde farklılıklar olabilmektedir. Karadeniz Bölgesi'nde ise özellikle Doğu Karadeniz Bölgesi'nde Ordu, Giresun, Trabzon ve Rize'de görülür. Rize'nin Pazar ilçesinden itibaren ise yerini Tulum-Zurna'ya bırakır. Ama bir çok yerde kemençeninde, zurnanında kullanıldığı görülür. Bugün ise kemençe sahiplenilme anlamında tartışmalara yol açmıştır. Bölgesel olarak çıkış noktası bilinen kemençe o bölgede yaşayan ve yaşamış olan tüm halkların ortak değeridir. Çok eski çağlardan, bir çok eski halkın yaşadığı ve yaşamakta olduğu bu bereketli topraklarda bunu ayırt etmeye çalışmak anlamsız bir iş olacaktır. Her kültürel değerimiz gibi kemençede inanıyoruz ki şovenistlik yapmadan sahiplenilip geliştirildikçe değer kazanacak ve ku şaktan ku şağa halkların yaşamında yerini alacaktır.
9. Ölüm Yıldönümünde Hüseyin Cevahiri Anıyoruz 1950'de Dersim'in Mazgirt ilçesinde doğan Hüseyin Cevahir, lise yıllarına kapar burada kaldıktan sonra üniversiteyi okumak için istanbul'a geldi. Bir şiire İstanbul Tıp Fakültesi'nde okuduktan sonra Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'ne geçti. SBF'de Fikir Kulübü içerisinde çalışmalar yürüttü. Fikirleriyle ve yaşam tarzıyla çevresinde büyük etkisi olan Hüseyin Cevahir, faşizme karşı mücadele içerisinde de sürekli en ön saflardaydı Bu dönem içerisinde revizyonistlerle, oportünistlerle, mücadele kaçkınlarıyla arasında olan düşünce ve pratik farklılığı iyice keskinleşmişti ve artık bu düşünce hareketlerinden bir siy beklemiyordu. Sürekli araştıran iteleyen ve üreten yönüyle devrimci hareketin temel ideolojisinin netleşmesinde önemli bir yere sahip oldu. Cevahir, öğrencilik yıllarında ta-nıştığı Mahir Çayan'la Dev-Genç saflarınla birlikte mücadele etti. Daha sonra oportünizme karşı gelişen bu düşünce birliği THKP-C'nin kurulma-somutlaştı. Mahir Çayan'ın önderliğinde THKP-C'nin Genel Komitesi'nde yer aldı ve Kürdistan sorumluluğu yaptı. Kürdistan sorumluluğu yaptığı dönemde de Parti'nin ihtiyaç hissettiği diğer bölgelerde görevler aldı. Ulaş Bardakçı'yla birlikte THKP-C düşüncesini Anadolu ya yaymada önemli yeri oldu. Birçok bölgede; işçi direnişlerinin, ezilen halk kitlelerinin, haksızlığa uğrayan köylülerin eylem örgütleyicisi oldu. Aynı zamanda da elle silahla birçok eyleme girişti. O dönemde hapishanelerdeki devrimci tutsakların serbest bırakılması için Mahir ve Ulaş'la birlikte dönemin İsrail Başkonsolosu Efraim Elrom'u kaçırıp ve isteklerinin kabul edilmesinin ardından başkonsolosu cezalandırmalarının sonucunda İstanbul'un dört bir tarafında başlayan operasyonlarla birlikte Ulaş Bardakçı Erenköy'de tutsak düştü. Mahir ve Hüseyin tam elli bir saat boyunca marşlarla, sloganlarla süren çatışmalarının sonucunda Hüseyin Cevahir ezilen halkların mücadele geleneğine bir yenisini ekleyerek şehit düştü. Onlardan alınan bu mücadele geleneği bugün de yurdun dört bir tarafına yayılarak filizleniyor. Binlerce, yüzbinlerce Anadolu gencinin isimlerinde, yüreklerinde onların bu kararlılığı yatıyor. Ölümünün 29.yılında Hüseyin Cevahiri saygıyla anıyoruz.
tavır / haber yorum / mayıs-haziran 2000 / sayı: 23
Farklı Bir Dizi: "Deli Yürek" TAVIR- Hemen her gün, her kanalda bir yerli dizi oynuyor Hepsinin de konusu birbirine benziyor. Her türlü dalaverenin olduğu, ahlaksızlığın binbir çeşidinin gösterildiği ve son yıllarda televizyon ekranlarında sıkça bu filmlerin karakterleri de Amerikan filmlerinden fırlamış gibi. Son birkaç aydır ise alıştığımız bu filmlerin aksine Anadolu halklarının özlemlerini, değerlerini yer yer yansıtan bir dizi film konuşuluyor. Son birkaç aydır gazetelerde "Deli Yürek Fırtınası" başlıklı haberleri okuyoruz. Sokakta, evde, okulda, işyerinde bu film konuşuluyor. Gazetelerin magazin sayfalarında hemen hemen her gün mutlaka dizinin başrol oyuncusu ile ilgili haberler çıkıyor. Senaryosunu Güliz Kucur'un, yönetmenliğini Osman Sınav'ın yaptığı filmin kurgusu şöyle: Miroğlu isimli bir kahraman var. Mert, cesur, onurlu delikanlı olan bu kahraman; işadamlarından, devlet görevlilerine kadar uzanan bir çeteye karşı mücadele ediyor. Adaletsizliklere karşı savaşıyor. Miroğlu'nun mücadele ettiği çete, kaset savaşları, adam kaçırma ihale yolsuzluğu, eroin...vb. işleriyle hepimize oldukça tanıdık gelen bir çete. Film böyle olunca, yani film kareleri böyle tanıdık olunca Susurluk devletinin sansürüne takıldı. Uzunca bir dönem "insanları mafya ilişkilerine teşvik ediyor" gerekçesi ile gösterimden kaldırılması yönünde tartışmalar yapıldı. Filmin başlangıcında olay ve kahramanların tamamen hayali olduğuna dair ibare olmasından mı, demokratik bir ülke olduğundan mı bilinmez daha sonra bu tartışmalar sona erdi. Görünmeyen önemli devlet adamının "Devlet yanlış yapmaz, devletin bazı görevlileri yanlış yapar" gibi sözlerle Susurluk devletine, adaletine yer yer gönderme yapan filmde halkın yüzyıllardır yaşatmaya çalıştığı değerler işlenmiş. Miroğlu haksızlıkların karşısında olan, gözüpek, cesur, namuslu, onuruna düşkün, mütevazı, adalet duygusu olan iyi niyetli birini canlandırıyor. Yani Miroğlu bir insanın sahip olması gereken bütün erdemlere sahip. Halkımızın dört bir yanının her türlü yolsuzlukla sarılmaya çalışıldığı, bencilliğin, üçkağıtçılığın erdem olarak gösterilmeye çalışıldığı düşünüldüğünde, bu dizinin neden sevildiği de ortaya çıkıyor. Halk özlediği, aradığı değerleri başkasında görünce seviyor, sahipleniyor. Bu değerler ona ne kadar unutturulmaya çalışılıyor olsa da bunlardan vazgeçmiyor. Yine özlediği adaleti bu dizide Miroğlu'nun tek başına da olsa bağladığı adalette görüyor. Miroğlu yardıma muhtaç olanlara yardım ediyor, güçsüzleri koruyor, insanlara değer veriyor, dizide de herkes onu sevip sayıyor. Herkes tarafından tanınmasına rağmen kimseyi küçük görmüyor. Yine dizi de Emin Gürsoy'un canlandırdığı kuşçu karakterinde, kuşçu halkın bilgeliğini anlatıyor. Kahraman da bu yoksul ama bilge adamı seviyor, ona akıl danışıyor. Filmde kullanılan müziklerden yer yer anlatılan halk hikayelerine kadar Anadolu halklarının yaşattığı, özlediği çok şey var. Öte yandan yasalara ve devlete bağlı kalınması üzerine yer yer yönlendirmelerin olduğu film şiddet yoluyla meselelerin çözülemeyeceği mesajını da veriyor. Bu yaşananların bir kurgu olduğu da her fırsatta işleniyor. 'Ne de olsa bir film' imajı veriliyor. Devletin önemli işler yapan gizli görevlileri kadrinin mutlak olduğu, basından işadamlarına kadar her yere hükmedebildiği bir ülkede Miroğlu gibi bir karakter ancak bir filmde adaletsizliklere karşı tek başına mücadele edebilir. Gerçek yaşam bu filmin karelerinde olduğu gibi değildir. Gerçek yaşamda uzun paltosu, takım elbisesi ile bir deli yürek tek başına kuşatmaları yaramaz. Susurluk çetelerine karşı tek başına savaşamaz. Her önüne gelenin ensesinden tutup "atın lan silahlarınızı" deyince herkes silahını atmaz. "Şimdi buradan çıkıyorum nefes alış şeklini değiştiren olursa ölür, ona göre" deyince mesele çözülmez. Gerçek yaşamda tek başına Susurluk çetelerine karşı meydan okuyan birinin canım üç gün içinde alırlar. Yakalandığı zaman bir hücrede polis ona çay ve simit getirmez oda emniyetin üçüncü katından kendini atar, ya da kaybolur(!) Hapishaneye gidebilme, orayı görebilme ihtimali zayıftır. Gidince de hasmı onu orada en fazla on dakika yaşatır. Onlarda kilitli kapının ardından ona ulaşan silahlar ölüm kusar. Tek başına Deli Yürek gerçek yaşamda pisliklere bulaşmadan yaşayamaz. Tek başına Deli Yürek adaleti sağlayamaz. Ama gerçek yaşamda Susurluk devletini alaşağı edene kadar mücadele etmeye, adaleti sağlamaya yeminli, aynı yolda yürüyen yüzlerce Deli Yürek var. Hem de hayal ürünü değil, gerçek. tavır / haber yorum / mayıs-haziran 2000 / sayı: 23
12.Uluslararası Ankara Film Festivali Gerçekleştirildi ANKARA-15-28 Mayıs ta-leri arasında yapılan Ankara Uluslararası Film Festivali'nin programı bu sene oldukça yoğun ve renkliydi. Ankaralı sinema severler festivalde 17 ülke-, den 272 filmle buluşma fırsatım yakalamış oldular. İki hafta boyunca süren festival Ulusal Belgesel Film, Ulusal Kısa Film, Yarışma Dışı, Bir Başka Bakış, Dünyaya Kısa Bir Bakış, Sinema Dünyasının Bu- luşması, Süha Arın Toplu Gösterimi, Sinemanın Genç Yıldızlan, Ethem Özgüven Toplu Gösterimi ve Türk Sinema Tarihi'nden bölümlerinden oluştu. 19 Mayıs günü yapılan resmi açılış törenlerinde "Aziz Nesin Emek Ödülü" Süha Arın ve İlhan Arakon'a verildi."Kitle İletişim Ödülü" ise TÜRSAK Sinema Yıllığına verildi. Festivalin açılış filmi olarak İspanyol yönetmen Benito Lambra-no'nun bol ödüllü filmi "Solas" gösterildi. "Sinema Dünyasının Buluşması"pölümünün konuk ülkesi bu yıl Polonya'ydı. Festivalin Dünya Sinemasından bölümünde Djibril Dıop Mumbety, Alexer Balabanov, Wim Wenders, Bertrand Tavernier, Fassbinder, Ang Lee ve Pupi Avati'nin filmleri gösterildi. Çağımızın Bir Yönetmeni bölümü ise Alman yönetmen Tom Tykwer'e ayrılmıştı. Ayrıca festival kapsamında pek çok sergi, söyleşi ve panel gerçekleştirici. □ Tavır Dergisi Muhabiri Muzaffer Arslan Tutuklandı TAVIR-29 nisan günü Beşiktaş Terörle Mücadele ve güvenlik şube ekiplerince İdil Kültür Merkezi'ne yönelik bir polis baskını gerçekleşti. 1 Mayıs öncesi "1 Mayıs'a katılma suçu" nu işleyebilecek her ke sim üzerinde terör estiren polis, sistematikleşmiş saldırılarından birini gerçekleştirmek için geldiği İdil Kültür Merkezi'nde barikatla karşılaşınca pencereden girebildi. İçeride bulunan Grup Yorum elemanı Serdar Güven ve Tavır Dergisi çalışanı Muzaffer Arslan dövülerek gözaltına alındılar. Serdar Güven bir gün sonra serbest bıra kılırken, Muzaffer Arslan, daha önce Diyarbakır Türkiye Öğrenci Dernekleri Federasyonu(TÖDEF) içerisinde yer alması, yine İskenderun'da düzenlenen bir pikniğe katılması ve İdil Kültür Merkezi'nde çalışıyor olması nedeniyle, örgüt üyesi olduğu gerekçesiyle tutuklanarak Ümraniye Hapishanesine götürüldü. Muzaffer Arslan'ın mahkemesi 6 Haziran günü Beşiktaş DGM'de görülecek.
tavır / haber yorum / mayıs-haziran 2000 / sayı: 23
Grup Yorum 22 Nisan 2000 Belçika'da Anadolu Halk Kültür Dernekleri'nin düzenlediği "30 Mart17 Nisan Devrim Şehitlerini Anma Gecesi"nde yaklaşık 4000 kişiye se slendi. 8 Mayıs 2000 Adana'da dinleyicileriyle buluşan Grup Yorum yaklaşık 4000 kişilik bir kitleye seslendi. 13 Mayıs 2000 Anadolu Halk Kültür Derneğinin Londra'da düzenlediği gecede yaklaşık 1500 kişiye seslendi. 17 Mayıs 2000 İstanbul Teknik üniversitesi Öğrenci Meclisi Girşiminin düzenlediği 14.Geleneksel İTÜ Şenliği'nin kapanış gününde yaklaşık 2000 kişiyle birlikte türkülerini se slendirdi. 26 Mayıs 2000 Gültepe Kültür Sanat Merkezi çalışanlarının düzenlediği açılış gecesi'ne katıldı. Gecede yaklaşık 500 kişiye seslendi.
Perdeler Festival İçin 12. Kez Açıldı. İSTANBUL- Uluslararası 12. İstanbul Tiyatro Festivali bir kez daha dünya tiyatrosunun önemli topluluklarını tiyatro izleyicileriyle buluşturdu. İstanbul Kültür Sanat Vakfı'nın 18 Mayıs-4 Haziran tarihleri arasında düzenlediği festivale İngiltere'den The Royall Shakespeare Company, Yunanistan'dan Edafos Dans Tiyatrosu, İtalya'dan Robert Wilson Projesi, Almanya'dan Wuppertal Dans Tiyatrosu, Pina Bausch ve Hanna Sehygulla katıldı. Türkiye'den ise "Can" adlı oyunuyla Dostlar Tiyatrosu, "Aşk Ha stası" oyunuyla Şehir Tiyatroları, "Fişne Bahçesu"yla Ortaoyuncular, "Lillian'la Tiyatro^tüdyosu/'Sahte Kimlikler"le Kumpanya, "İdeal Bir Koca"oyunuyla Tiyatro İstanbul, "Hep Aşk Vardı" oyunuyla Kent Oyuncuları, "Dumrul İle Azrail" oyunuyla 5. Sokak Tiyatrosu katıldı.. Festivalin açılış töreni 17 mayıs akşamı Atatürk Kültür Merkezi Büyük salonda yapıldı. Açılışta, festivale Yunanistan'dan katılan Edafos Dans Tiyatroittı koreo-drama türündeki; mim, dans, resim ve müziğin içiçe kullanıldığı "Medea" isimli etkileyici gösterisini sergiledi. Yine açılış programında 12. Uluslararası İstanbul Tiyatro festivali Onur Ödülleri de sahiplerine verildi. Ödül Türkiye'den, sahne hayatında 30 yılını geride bırakan Genco Erkal'a verildi. Yutdışından ödüle layık görülen sanatçı ise dünyaca ünlü dans tiyatrosu ustası Pina Bausch oldu. Bu yılki festival başlıca iki bölümden oluşuyor. Britanya-Türkiye 2000 ve Ortak Yapımlar, Bulgarlar ve Aşk. Ayrıca festival kapsamında iki atölye çalışması gerçekleştiriliyor. Tanztheatre Wuppertal Dansçıları'nın sunacağı 3 günlük çalışma sadece profösyonel dansçılara yönelik olacak. Çalışma Aksanat Dans Stüdyosu'nda 30-31 Mayıs / 1 Haziran tarihlerinde gerçekleşecek. "Can"
Maksim Gorki'nin "Ana" Adlı Romanının Yeni Baskısı Çıktı! Maksim Gorki'nin "Ana" adlı ünlü romanının yeni baskısı geçtiğimiz ay Yar Yayınları'ndan çıktı. Dünya Edebiyatında, sosyalist gerçekçilik yönteminin yerleşmesinde büyük katkı sı olan Maksim Gorki, ünlü romanında, 1905 devrimi sırasında, işçi ve köylülerin çarlık rejimine karşı yürüttükleri mücadeleden yola çıkarak bir annenin oğlunun mücadelesine verdiği desteği anlatıyor. "Ana" yazıldığı 1907 yılından bugüne dünyada en çok okunan romanlar arasında yer alıyor. Bugün bile hala bir çok kişinin de elinden düşünemediği bir kitap olma özelliğini taşıyor. Ayrıntılı bilgi için: Yar Yayınları Başmuhasip Sok. 10/3 Cağaloğlu/İst tel: (0 212 5116911) □
tavı r / haber yorum / mayıs-haziran 2000 / sayı : 23