2001 nisan(ozelsayi1)

Page 1



ize çok uzaklardan aşılmaz dağların ötesinden yazmıyoruz bu seslenişi... Evet, bu bir mektup değil; bir sesleniş. Yanlış anlaşılmasın, "bizden" "size" gibi ayrımlar yok seslenişimizde. En çıplak haliyle insanın insana seslenişi bu. Ama onlar bizim kadar şanslı değiller. İnsan, insanı göremiyor içerde. İnsan insanla iki çift lafın belini kıramıyor anlatamıyor içindekileri... Kısacası insan, insana hasret... Gelin görün ki yürekleri ve bilinçleri aydınlık, gündelik yaşam sokağının kalabalığında kaybolmamış, bu dünyadan el ayak çekilirken bile umudu, direnci, insan olmanın erdemini; "tek kişilik" hücrelerde milyonlaşarak gösteriyorlar. Ne kadar tanıyoruz onları, ne kadar biliyoruz. Ne düşünürler, nasıl


lış yazmadık. Hepimiz, aydım,sanatçısı esnafı, öğrencisi, işçisi, işsiziyle F Tipindeyiz. Onlarla birlikte gömüldük bu tabutluğa. Ve onlar F Tipi Nazi Kampları'ndan yükselen bir direnişin soluğunu aradılar insanlığımızda. Duyarlılığımızı yokladılar, milyon kere sarstılar içimizdekileri... Milyon kere parçaladılar duvarlarımızı. Bunun için kalabalıklaştık, bunun için sesimiz meydanlara çıktı, birleşti. Sizin sesiniz bir selamladı yana yakıla içeriye yolladığınız. Bir gün hapishane kapısında öpülerek konulan bir demet kır çiçeği oldu sesiniz. Bir gün sırça bir köşkün kapısından içeri giren vicdanınız... Ayrılıkları değil, ortaklıkları buluşturdunuz "Bir şeyler yapmalıyız" diyen yüreğini-

zin sesinde... Yüreğinizi onlara doğru çevirdikçe aydınlığınız, duvarların ardında bir umut ışığı oldu hep... Sizler de içerdeydiniz. Hepimiz; hepimiz oradaydık. Çünkü insanlığımız, onurumuz, umudumuzdu 8m2 ' nin içine hapsedilmek istenen... Dünümüz, bugünümüz, yarınımızdı. Çok can vereceğimizi bildiğimiz halde yine de "ölümler olmadan mesele çözülsün" diye çırpınıyorken, ölüm haberleriyle sarsıldık yeniden. Ne yazık ki haklı olanın yaşam hakkı elinden alınıyor bu ülkede... Yaşamayı en fazla hak edenler, ömürlerinin baharında toprağa düşüyor. Ama nasıl ve neden? Ağaçların dallarında avarece ömür tüketip, bahar vaktinde bile kuruyan bir yaprak gibi mi, zemheri ayazında dahi toprağına s ımsıkı tutunan filiz veren bir tohum gibi mi? "Ne önemi var öldükten sonra" diyenlere ne diyelim bunca şeyin sonrasında... Asıl ölümün nerede başladığını, ölümün adsız bir hasım değil, onun da bir adı ve nedeni olduğunu yazmak ne denli anlamlı yaşanan bunca gerçek, bunca vahşet, bunca yaşam varken... Ölümün canevine saplanan bunca yaşam varken nasıl kalıplara dökelim "yaşamı" ve "ölümü". Nasıl ayrıştıralım birbirinden. Yaşamın bir anlamı varsa, ölümün böylesine onurlusuna "ad" tavı r/ölüm orucu /nisan 2001 /özel sayı :1

koyamıyorsak, kendi adımızı nasıl telaffuz edelim aynaların karşısında? "Ne derseniz deyin, öldükleriyle kaldılar" diyenlere hem diyecek çok şeyimiz var, hem de tek bir sözümüz dahi yok. Sorumuzu yineleyelim, yani ölümün karşısında nasıl durulduğunu... 19 Aralık' ta Bayrampaşa ölümevinden eskaza sağ kurtulan bir tutuklu bu soruyu cevaplıyordu farkında olmadan. "Şöyle bir görüntü düşünün" diyordu. "Bombalar en çok bizim koğuşta kullanıldı. Binlerce bomba... En son öleceksek

böyle ölelim diye havalandırmaya çıktık. Üzerimize bombalar yağıyordu. Namlular üzerimize doğrultulmuştu. Kurşunlar atılırken biz halay çekiyorduk. O an askeri birlikler bile donakaldılar. İki türküyü sonuna kadar söyledik halay çekerken. Sonra iki arkadaşımız zeybek oynamaya başladı. Her taraf kapkaraydı. Yüzümüz atılan bombalardan simsiyah olmuştu. Bombalar, kurşunlar yağarken bir arkadaş havalandırmada yıllardır beslediğimiz güvercinlerin kafesinin kapısını açtı. Güvercinler etrafta uçuşmaya başladı. İşte manzara buydu. Bombalar, kurşunlar, halaylar, zeybekler ve simsiyah gökyüzünün içinden dört bir yana uçuşan bembeyaz güvercinler" Karanlığın ve aydınlığın


resmini bundan berrak ne çizebilir, soralım kendimize... Yaşamın türküsünü o andaki kadar kim bunca güzel söyleyebilir? Bunca acı, bunca gerçek, bunca yiğit öldüler işte. Ölmeye de devam ediyorlar. Onların, "Ölüm" merkezli bir yaşam düşlediklerini düşünenler yanılıyorlar. Onlar "Yaşam" merkezli bir ölümü, hepimiz için göğüslediler. Evet öldüler-, biraz daha yaşatmak için birilerini... Bunun için Bayrampaşa Hapishanesi'nde alevlerin ortasına attı kendini Özlem Ercan; ölüm orucundaki Suna Ökmen'i kurtarmak için. Bunun için Hacer Arıkan bugün Bayrampaşa Devlet Hastanesinde annesinin bile tanımadığı, karşısındaki insanı ağlatacak bir hale geldi. Hayır, gelmedi, getirildi. Hacer, Bayrampaşa kadınlar koğuşunda, karşı koğuşa el sallayarak yaşama veda eden, cayır cayır yanan Şefınur Tezgel'i yaşatmak için kaybetti yüzünü. Aşur Korkmaz, Ahmet İbili, Fırat Tavuk, Hasan Güngörmez, Fidan Kalşen, İrfan Ortakçı, Halil Önder, Ali İhsan Özkan, Murat Özdemir, Berrin Bıçkılar ve Yasemin Cancı saldırıyı durdurabilmek için kendilerini feda edecek kadar seviyorlardı birbirlerini, sizleri, halklarını ve ülkelerini... Ölümüne seviyorlardı hem de... Bunun için yandılar, bu-

nun için yakıldılar. Hatırlayalım; belki adını çoğunuzun bilmediği ama hepinizin tanıdığı "Altı kadını diri diri yaktılar" diye haykıran o yanık, o gerçek, o güzel yüzü; Birsen Kars'ı. İçimizi yakan, yangın yerinin ortasından tüm dünyaya savrulan nidasıyla bizleri uykularımızdan eden, kardeşimiz, dostumuz, kızımız, insanımız. Vahşet tablosunun içinden yürek bahçemizin en saygıdeğer köşesine oturan benliğimiz. Belki çokça kez, kendimize bile itiraf edemediğimiz gerçeğimiz. Ortaçağ'da cadı yaftasıyla diri diri yakılan Jean Darc'ın Türkçe adı: Birsen. O'nun haykırışı şu an ölümle pençeleşen otuzlu kilolara gelmiş vücutlarıyla tükettikleri son solukta bile dimdik duran ülkemiz insanının hapislik gerçeğidir. Şimdi Bayrampaşa Hapishanesi'nin ölüm kokan hastanesinde Birsen alev silahıyla yakılan elleriyle ölüm oruççularına bakıyor... Geceleri kapanmayan gözleriyle -adına kornea erezyonu diyorlar- ölüm orucundaki arkadaşlarının kararan gözlerine ışık oluyor. Birinizin gazetedeki köşesinde yazdığı yazıyı okuyor onlara. Radyonun düğmesine basıp "Tükenme" diyen şarkıyı, "Yıkılma sakın" diyen bir şiiri dinletiyor. Ölüm kusan bedenleri bir parça daha yaşatmak için çırpınıyor. Onun yaralı elleri, artık ölüm sınırına tavı r / ölüm orucu/ nisan 2001 / özel sayı

gelmiş, zorla müdahaleyi reddederek, sakat kalmamak, kimliksiz ve hafızasız yaşamamak için direnen, tabiatın insana bahşettiği o en tabii şeyi; suyu bile kesmiş can dostlarının yüzüne dokunuyor. Yaralı eller, yaraları sarıyor. Peki bizler acaba ne kadar onların yüzü, eli, kolu olabildik. Sen, ben, o değil "BİZ" ; hepimiz bu soruyu üstümüze alınıp, bıkmadan soralım kendimize. Acımasız bir soru olduğunu düşünebilirsiniz, ama yaşananlar kadar değil. Bunun için yine de soralım. Kuşkusuz çok ter döktük,

çok acı çektik. Ama bu saatten sonra onlara ettiğimiz dostça bir serzeniş bile onları kolsuz, onları yüzsüz bırakıyor, bin kez öldürüyorsa, şimdi -hayır, hiç bir şey için geç değil- bundan sonra, bundan sonrası için de Hacer'in yüzü olalım. İnsan yüzünün güzelliğini, insan olmanın onurunu, bir gün Hacer'in yüzü, bir gün Ahmet'in sesi, bir gün Fidan’ın sözü, bir gün Birsen'in eli olarak gösterelim. Yazının başındaki sözümüzü yinelersek bizden size bir sesleniş değil bu. "Ne ordanız, ne burdan , ne yardanız ne serden" gibi bir ayrım yok sözümüzde. "İnsanız" diyorsak, bu kaldırımdan birlikte geçeceğiz karşıya. Caddede bizi çiğnemek isteyenlere inat, kolkola girip, öyle


atacağız adımlarımızı. "Bir türlü yeşil ışık yakmıyorlar" diye köşemizde umarsız şarkılar söylemeyeceğiz. Sarı ışıkta bekleyip "Bir ölüm, bir ölüm, bir ölüm" haberlerini, en koyu ölümü kanıksamayı seçmeyecek; kırmızıyı yeşil ışığa çevirecek gücü önce kendimizde bulacağız. Herkes ayakta, teyakkuzda ve sokaktayken dışarda olmak değil, asıl şimdi, önümüze dikilen duvarları yıkıp, bir yaşam, bir yaşam, bir yaşam daha kurtarmak için daha ileri adımlar atacağız. Tepeden söylemiyoruz bunları inanın. Bunları içerdekiler söyletiyor bize... Bunları içimizdekiler. Bunları sizin yaşama açılan o kapıya bıraktığınız çiçek, köşenizde yazdığınız makale, içimizi ayaklandıran şiirleriniz, yüreğimizle alkışladığımız oyunlarınız söyletiyor. Hani bir yıldır planladıkları katliam manzarasına şehvetle bakan o bakanın karşısında, içinizden biri diyordu ya "İçerdekiler bizim şarkılarımızı dinleyip, bizim kitaplarımızı okudular. Bu yüzden onlar bizi anlar, biz de onları. Bu yüzden insanı güzelleyen sanatınız, nasıl onları aydınlığa bir adım daha yaklaştırdıysa, onların aydınlığı sizin de yüzünüzdedir. Bu yüzden, birilerinin "Yataklık" ettiğinizi söylediği şu

günlerde, evet tam da şu günlerde, acının eşiği, ölümün beşiğinde, onurlu bir yaşam için direnenlerin ellerini tutun. Yüzünüzü verin Hacer'e. Elini tutun, dahası eli olun Birsen'in. Bacağı kesilen Mızrap Ateş'i sizinle birlikte yürütün caddelerde. Yürürken, yürüteceğimize yürekten inanıyoruz. Kandıra F Tipinin tek kişilik hücresinde havalandırmaya çıkmasına bile izin verilmeyen Ümit İlter ailesine "Yirmi gündür ilk kez sizi görüyorum. Tekbir ses duyamıyorum, ne güzel; bakın size bunları anlatabiliyorum, konuşmayı unutmamışım" diyor. Onlar o koşullarda konuşmayı unutmamışken bizim söyleyeceğimiz çok şeyimiz var. Ve biz bir kez daha göreceğiz ne kadar çok sözümüz, ne kadar çok elimiz, ne kadar çok ayağımız ne çok yüzümüz olduğunu. Bu duygu ve düşüncelerimizi paylaşalım istedik. Söylemiştik, bu insanın insana seslenişiydi. İnanıyoruz ki anlarız ve anlatabiliriz birbirimizi.

İçerdekilerin hepinize kucak dolusu selamı var. İçlerinden biri, Gülay Kavak hastanede görüşe gelemeyecek kadar kötüleştiği için sevgilerini ve vasiyetini yolladı dışarıya. Diyor ki "Ben öldüğümde, mezarıma bir iğde, bir defne, bir söğüt, bir de çınar ağacı dikin" O günden beri burnumuzda bir iğde kokusu , içimizde bir çınarın serinleten gölgesi var. Bir defne yaprağı değdi ki tenimize yüreğimiz oynadı yerinden. Bir söğüt dikilip durdu başucumuza. Bir güvercin katarı süzüldü gönlümüzden. Evet; şimdi onların bize her zamankinden çok ihtiyacı var. Son sözle; yaratan elleriniz onların yaralarını sarmalı şimdi. Şimdi tam da el ayak çekilmişken... Ne acı ve ne gerçek ki ancak ölümlerimiz haber oluyor, dışarda duyarsızlık gün gün ağını örüyorken... Asıl şimdi, hiç bir şey için vakit yok ve her şey için vakit varken... □

tav ır / ölüm orucu / nisan 2001 / özel say ı:1




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.