2002 08 ekim

Page 1

ISSN 126362

2002/7

Say›:8 1.500.000 TL(KDV’li)



merhaba Sekizinci sayımızda tekrar birlikteyiz. Yedinci sayımız piyasaya çıktığı gün toplatıldı. Dergimizin sahibi ve yazı işleri müdürüne dava açıldı. Hakkımızda açılan dava 10 Aralık’ta İstanbul 1 Nolu DGM’ de görülecek. Dergimizin toplatılmasını hukuki ve demokratik bir karar olarak görmüyoruz. Bu konuya geniş bir yer ayırdık bu sayımızda. 10 Aralık’ ta, Dünya İnsan Hakları Günü’nde, Şili’li büyük ozan Pablo Neruda ile birlikte yargılanacağız. Yüreğini kavgaya adamış bir ozanla yargılanmaktan onur duyuyoruz!... Düşüncenin onurunu korumak, insanlık onurunu korumaktır. Düşüncenin onuru için çağlar boyu direnenleri yazdık bu sayımızda. Ülkemiz tarihinin kahramanlık destanını yazanlar yollarına ak alınlarıyla devam ediyorlar. Bundan tam iki yıl önce, 20 Ekim’de başlayan ölüm orucu direnişi 97 şehitle sürüyor. Onların destanını yazmaya ve anlatmaya devam edeceğiz. Geride bıraktıkları tertemiz ömürleri ülkemiz halklarına bırakılmış değerli bir emanettir. Bu emaneti kıskançlıkla koruyacaktır halklarımız. Bu yolda düşenleri saygıyla selamlıyoruz... Che’ nin ve yoldaşlarının Sierra Maestra dağlarında yaktıkları ateş hala sönmedi. Ezilenlerin kurtuluş düşü büyüyor bağımsızlık, sosyalizm ve demokrasi mücadelesinde... Che emperyalizme olan öfkesi ve direngen kişiliğiyle ezilen halkları selamlıyor. Bugün ezilen dünya halklarının kurtuluş mücadelesinde yaşıyor. Ölüm yıldönümünde Che’yi ve Sierra Maestra dağlarında Küba’nın kurtuluşu için savaşan ve düşen Latin Amerikalı devrimcileri saygıyla anıyoruz. Filistin Halkı direniyor. FKÖ lideri Arafat kuşatma altında. Emperyalizmin azgın saldırılarına karşı bugün direnmek ve şehit düşmek, yok edilmek istenen ve direnen Filistin Halkı’na karşı ödenecek bir vefa borcudur. Bir gün mutlaka kazanacak Filistin halkı, çünkü “Vatan Filistinli’nin Yüreğidir.” ABD Emperyalizmi bir yaban hayvanı gibi kana susamış bekliyor. Yakında saldıracak Irak topraklarına, Irak Halkı’nın kanını oluk oluk akıtmak için. Emperyalizmin yoz kültürüne açılan bir pencere olan Beyoğlu’nu anlattık, yine bu sayımızda. Emperyalizmin yoz kültürüne alternatif olan kültür, halklarımızın yüzyıllardır Anadolu’nun bağrında büyüttükleri halk kültürüdür, devrimci kültürdür. Düzen partilerini bir seçim heyecanı sardı. Herkes bir şeyler vaadediyor. Halkımız aç ve yoksulken onlar ise koltuk derdinde. Kapacakları her koltuk, ülkemizdeki bir çocuğun çalınan geleceğidir... Tavır aylık periyoduyla her ayın birinde sizlerle buluşacak. Dergimize abone olmak isteyen okurlarımız bize telefonlarımızdan ulaşabilirler... Dokuzuncu sayımızda tekrar buluşmak dileğiyle...

tavır

Dostlukla...


tavır Aylık Sanat Dergisi

3 ayn› hamur 5 gayrik yeter 7 toplatma karar›n›n ard›ndakiler 10 ayn› san›k sandalyesindeyiz neruda 11 toplatma karar›na tepkiler 15 düflüncenin onuru 17 k›nal› gelincik mevsimi 19 vatan filistinli’nin yüre¤idir 20 hiçbiryerde 21 sevginin s›n›r› 22 dibek sesleri hiç eksilmiyor 24 petrograt 1917 26 açl›¤›n sofras›nda 27 che olmak 31 vah beyo¤lu 33 elleri k›nal› k›z 36 fleftali sokak 39 çocu¤un evrimi 42 katilin parmak izleri 43 savafla hay›r platformu ile görüfltük 46 haber yorum Sahibi: İdil Kültür Yayın Org. Rek. Film. Tic. adına MUHARREM CENGİZ Genel Yayın Yönetmeni: GAMZE MİMAROĞLU Yazıişleri Müdürü: AHU ZEYNEP GÖRGÜN Yazışma Adresi: İDİL KÜLTÜR MERKEZİ KULOĞLU MH. AĞAKÜLHANİ SK. NO:13/8 BEYOĞLU/İSTANBUL TEL/FAX:(212) 245 00 70- 244 31 60 e-mail adresi:tavir@grupyorum.net Ankara İDİL CAN KÜLTÜR MERKEZİ 7. SOK NO: 21/C TUZLUÇAYIR/ANKARA TEL: (312) 370 22 09 Hesap No: (TL):1042- 30000 596147 GAMZE MİMAROĞLU İŞBANKASI PARMAKKAPI/İST. (EURO): 1042- 3010000 129062 GAMZE MİMAROĞLU İŞBANKASI PARMAKKAPI/İST. Ofset Hazırlık: TAVIR YAYINLARI Baskı: ASPAŞ Dağıtım: D-B-R


seçimler ahmet

seçkin

aynı hamur... -Şşşt! lan! Hasaaan! Kim lan bu adam, artist midir nedir, tanıyon mu? -Valla dur bakayım, ben de yeni görüyom. “-Açın Türkiye’nin yolunu....” Ha yeni parti kurmuşlar.. Kitle karşısında nasıl konuşulur öğrenmek lazım, kolay mı öyle üç beş ders alıp nutuk atmak. Hitabet sanatı her yiğidin harcı değildir. Bu iş için ömür tüketmek lazım, ömürler tüketmek lazım. Milletin gözünün içine bakacan, ciğerine işleyecen. Böyle derslerle falan olmaz bu işler. IMF’ye karşı çıkacakmış... yasaları, anlaşmaları iptal edecekmiş, nasıl yapacaksın peki? Anlat biz de öğrenelim. Onlarca fabrika kapandı, milyonlarca işsiz var, nasıl iş vereceksin? Sen mi IMF’ ye karşı çıkacaksın? Şimdiye kadar neredeydin beyefendi? Ey büyük kurtarıcımız! Yoksul halkın içindeydin de birden canına tak mı dedi yoksulluk? Ne kadar çok seviyormuşsun ülkeni? En az parayı sevdiğin kadar... Anlayamamışız değerini, bağışla. Tabii çok yüklenmemek lazım. “Genç” daha yetişecek, olgunlaşacak... Belki de seviyordur ülkesini canııımm... Bir de “yeni”ler var. Önce büyük umutlarla Derviş’i de yanlarına katarak birinci parti olma hayalleri kuruyorlardı, olmadı. Kaderin cilvesi onlara da oyun oynadı, son dakka golü yediler. Ya diğerleri, bir önceki seçimde “faşizm geldi” çığlıkları atılıyordu. Milliyetçilik hortladı, MHP inanılmaz oylar aldı, DSP birinci parti oldu, eeee peki ne oldu? Sonuçta demokratikleşmedik mi? “Koalisyon uyum içinde” çalışma-

larını sürdürdü. Bırakın koalisyonu meclisten bile çatlak sesler çıkmadı. Sonuçta demokratikleştiiiiik! Avrupa Birliği uyum yasaları, uyum içinde TÜRKİYE BÜYÜK MİLET MECLİSİ’nden geçmedi mi? Hatta tarihimizde olmadığı kadar hızlı ve uyum içinde Kürtçe dilinin kullanılması gibi en sorunlu yasalar

3

bile hızla onaylanmadı mı? Demek ki “faşizm geldi” diye boşuna cebelleşmişiz, bakın ne güzel, Avrupa Birliği bile bizim sırtımızı sıvazlıyor. 18 Nisan 1999 seçiminden günümüze ne DEVRİMLER görmüşüz, ne kadar demokratikleşmişiz haberimiz yok. Göğsümüzü gere gere “Artık Avrupalı olduk canım!” diyebiliriz.


Hatta ve hatta “Türk Lirası kalkmalı, Euro’ya geçilmeli!” değil mi? Çünkü demokratikleştik. Vay vay bu günleri de görecektik! Vicdanı hür irfanı hür bir Türkiye olduk, bu da bütün partilerin katkısıyla sağlandı. Kurtuluş savaşı yıllarında meclis uyum içinde çalışıyordu, çünkü emperyalistler kovulacaktı. Bugün ne büyük bir iş başarılmış. Bütün meclisin geceli gündüzlü çalışmasıyla, büyük bir özveri ve vatan sevgisi olmasa başarılamazdı. Ne güzel işler yapılmış. Bir de madalyonun öteki yüzünü çevirelim. Ya da medyanın tabiriyle “Öteki Türkiye” ye bir göz atalım neleri yaşadık. Daha doğrusu neleri yaşamadık!... Hapishanede kolu kepçeyle koparılanları yaşamadık bu ülkede. Diyarbakır’da, Ulucanlar’da onlarca tutuklu ve hükümlünün işkenceyle öldürülmesini de yaşamadık. Hatta altı kadının Bayrampaşa Hapishanesi’nde diri diri yakılmasını hiç yaşamadık. Hayata küsmüş olanları “Hayata Döndürmek” için 28 kişi katledilmedi tarihimizin en büyük hapishaneler operasyonunda. İşkenceyle insanlar öldürülmedi gözaltında. Yok yok canım olmadı böyle şeyler.. Oldu diyen hayal görüyor, iftira atıyor... Biz bunları yazıyoruz da dergilerimiz toplatılıyor, kitaplarımız kasetlerimiz yasaklanıyor Eeee.. Adli Tıp’da aynı şeyleri söylüyor... Gerçi o devlet kurumu devletin işine karışmamak lazım yersin zopayı! Otur oturduğun yerde. Galillei’nin engizisyon mahkemesinde dünyanın dönmediğine ikna edilmesi gibi. Bütün bunların yaşanmadığına ikna edilsek ne olacak, mahkemeden çıkarken mırıldanırız en kötü ihtimalle.. “ama dönüyor...” Ne biz Galillei’yiz, ne de ortaçağda yaşıyoruz. Ama dünya gerçekten dönüyor. O zamandan beri hala dönüyor. Konuyu dağıtmayalım neler yapıl(ma) dığından bahsediyorduk... Kürtçe dilde eğitim görmek istiyoruz diye dilekçe verenler okullardan atılmadı, hapishanelere atılmadı. Yani biz Avrupalılaşıyoruz. Bizim ülkemizde böyle şeyler olmaaaaz! Olma-dı!... Hele sanatçılar kadar rahatı yok ülkemizde. Allah rahmet eylesin, Şükran Güngör’ün en son oynadığı filmlerden Büyük Adam Küçük Aşk filmi yasaklanmadı! Olur mu öyle

şey kemikleri sızlar valla, ağzınızdan yel alsın.. Kitaplar filmler, kasetler dergiler yasaklanmadı, toplatılmadı, seçici büyük üst kurullar damgalamadı sansürü, yasakları... Radyolar kapatılmadı. Konsere giderken “Acaba yasaklanır mı?” diye hiç düşünmedik. Sanatçılara, yazarlara ülkemizin aydınlarına onlarca dava açılmadı, hapishanelere girmedi. Biz böyle bir dört yıl geçirdik ki dillere destan. Yani yaşamadıklarımız o kadar çok ki anlatmakla bitmez. Geldik bir seçime daha, 3 Kasım. Her şey o kadar güzel ki? Hiçbir parti vaatte bulunmuyor. Çünkü gerek yok, zaten her şey zaten rayına girmiş. “En Yasaklı Seçim” olur mu, Avrupa’ya uygun, bakın yasalara. Yani şimdi partinin biri yani en solundan en sağına herhangi biri “Biz Irak’a saldırılmasına, Irak halkının öldürülmesine kesinlikle karşıyız” diyor. Olur mu öyle şey nerede kaldı uyum yasaları, nerede kaldı, IMF anlaşmaları. Krediler zınk diye kesilir valla. Zaten MGK da TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ’ yle uyum içinde değil mi. Sol partiler büyük umutlarla ittifak arayışına girdiler. HADEP merkezinde dönen seçim hesaplarında neler konuşuldu acaba. Sol partiler Irak saldırısına karşı duracaklarını mı tartıştılar? IMF’nin yoksulluk reçetelerine ne diyorlar. Peki HADEP Irak saldırısına karşı mıydı? Yani anlaşamadıkları neydi, “en çok milletvekili benim olsun” mu? Bu nasıl solculuktur kardeşim? Solculuk mudur bu? “Ya biz, Avrupalı olunca karnımız doydu. Avrupalı olduk, işsiz

4

kimse kalmadı. Depremde evi yıkılanların evi barkı onarıldı, yeni yerlere taşındılar! Çocuklarımız soğuktan donarak ölmedi!” Avrupalı deyince bunlar aklımıza geliyor, bunları hayal ediyoruz. En azından böyle olmasını umuyoruz. Ama hiç böyle olmadı. İki kat yoksullaştık. Daha çok aç kaldık, daha çok acı çektik. Hangi parti açlığımıza çare bulacak, işimiz olacak mı? Çocuğunu okula gönderemediği için intihar edenler olmayacak dimi ülkemizde. Bir parça ekmek için birbirini ezenler olmayacak değil mi. Hangi biri bunları yapacak? Var mı bir babayiğit parti!... -Lan Hasan! Kim bu herif tanıyor musun? Artist midir nedir bak nasıl konuşuyor... -Tanıyorum tanıyorum... -Peki ya bunu, -O’ nu da... -Peki şu diğerini... -Onu da tanıyorum canım hepsini yani... -Hepsini tanıyon ha? -Nasıl yani... -Hepsi aynı hamurdan yapılmış canım kardeşim dikkatli bak hepsi birbirinin aynı, tanırsın sen de onları tadına bakmaya gerek yok yani!


öykü y›lmaz

do¤an

gayrik yeter rtalık bu vakitler hep toza dumana bulanırdı. İt izi at izine karışır, kara koyun ak koyun ayırdedilemezdi. Bugün kara gördüğün yarın bi bakmışın nur gibi apak olmuş salınıyor meydanlarda . Ot tutamının körpesi, çoğu kimin elindeyse onun peşinden seğirtip duruyor bi boy. Kırk yıllık canciğer kuzu sarması dostlar ahbaplar bir anda kedi köpek gibi düşman kesilebilirlerdi birbirlerine. Ya da tam tersi sürekli birbirlerinin kuyularını kazanlar bu sefer birbilerinin etle tırnak misali ayrılmaz parçaları oluverirlerdi. Şu rey dediğin, bir kağıt parçası dediğin, kara mührü basıp geçtiğin nelere kadirdi hele! Kahvehaneler arı kovanı gibi uğul uğul uğuldar gayri. Sen şu particisin, ben şu particiyim el kadar köyde birbirlerinin kahvelerinin önünden geçmemek için dağ bayır dolanırlar yine. Düşünürüm yıllar yılı beygirlisi gelir oklusu gider, arılısı gelir itlisi gider ama bizim köyün yolları aha dedemden kalma dere taşı, suyu nenemden kalma kuyu suyu! Havalar don yapar ağaçlar yanar, meyve yapamaz, kaç yıl ürün alamayız. Gideriz halimizi ahvalimizi arz eylemeye bir devlet kapısına "Eee kardeşim Allah'ın işine karışılmaz, bir gün alır bir gün verir. O bilir kime ne zaman ne vereceğini" der bizi başından savar... Her sene illa biri ya yılandan ya mantardan zehirlenir ama sağlık ocağında panzehir yok, kasabaya indirene dek yol çok ! Yine düşeriz yollara derdimize derman demeye ama " Eee Allah'ın verdiği can değil mi canım, elbette o bilir ne zaman alacağını'' der savarlardı bizi başlarından... İlkokuldan ötesi yok, ötesi kasabada, onun da yolu masrafı çok. Okul isteriz, çocuğumuz cahil kalmasın deriz ama devletimizin

O

önemli, aciliyet taşıyan ihtiyaçlarından bir türlü sıra gelmez bizim önemsiz aciliyet taşıyan ihtiyaçlarımıza. Öyleyse biz direk allah'la kendi aramızda halledelim bu işleri olsun bitsin ya! Araya niye bir sürü oy derdi, bakan derdi, vekil derdi koyuyolar ki? Bizimkisi de aynı o hesap vallahi. Bu köyde olmuş bitmiş ne varsa hep ahalinin çabası Allah'ın takdiriyledir, gerisi boş... Lafa gelince hepsi bol keseden sallarlar, hiçbiri birbirini beğenmez. Sözde hep en iyisi kendileridir, ötekiler ise beceriksiz, acemi, kötü niyetli falan filandır. Gel gör ki o padişah koltuğuna oturana kadardır bunlar. O koltuğa oturdularmı her şey değişir. Verilen sözler, edilen yeminler geride kalır, dünde kalır. Artık gün bugündür. Artık milletin yüce menfaatleri için ne gerekiyorsa o yapılacaktır. O padişah koltuğuna oturan her kim olursa olsun artık tek işi millletin o yüksek kesiminin yüksek menfaatlerini koruyup kollamak olacaktır. O yüksek menfaatlerde benim şu ağaran sakalımın yeni terlediği günden bu yana hep aynıdır. Bi biz şöyle bi yükseklere erişip de yüksek menfaat sahibi olamadık anasını sattığımın memleketinde. Gerçi onları da vitrindeki manken misali oturtuyorlar başköşeye, ne yazacağı ne çizeceği, ne söyleyeceği, ne isteyeceği dünden belli zaten. O çok yıldızlı memleketin kollları buralara uzandığından bu yana böyle bu işler. Ulan bu millette hiç uyanmıyor ya. Oralara gi-

5

dip el etek öpüp niyaz alıp gelmeden o padişah koltuğuna oturabilen var mı acaba? Senin attığın her oy aslında çok yıldızlı memleketin lehine atılan oydur, onların tüm yaptıklarına, tüm dediklerine verilen geç iznidir, ötesi yok. Belki herkes çakıyor durumu ama bir yandan da herkes günü nasıl kurtarırımın derdiyle birşeye ses çıkarmıyor. Beygirli parti bi sene herkeslere et tavuğu civcisi dağıttıydı. Herkes kapıştı civcikleri. Yarısı ilk ayda öldü gitti. Kalanını da altı ay sonra herkes kaynattı yedi bitirdi. Ama beygirli parti köylünün tavuğunu bilen düşünen, yani ona bile kafa yoran gerçek bir halk partisi olarak dillere dolanıverdi. Daha evvelinde oklu parti köyde ilk lambayı yaktığında nasılda anacağızlarımızın kınalı elleri günler geceler boyu hayır dualarıyla göklere açılmıştı. Oklu parti de ilim irfan sahibi, teknolojiyi, feza çağını ayağı-


mıza getiren essah halkçı parti oluverdiydi o zaman. İşte biri bi şose döşer herkes onun peşine düşer, öbürü şeker un dağıtır, haydi yallah bu sefer onun peşine... Yani öyle bir al gülüm ver gülüm oyunu kurmuşlar ki sorma gitsin. Ama kimse düşünmez ki kardeşim bu yol, bu ışık, bu ilaç zaten benim hakkım, bunları bize getirmek de onların görevi, boynunun borcu! Yoksa niye seçiyoz biz bunları, hiç düşünmez. Bu vakte dek eflen püflen, çocuğu ağladıkça emzikle avutur gibi avuttular ahaliyi ama artık ahalinin gözü de açıldı vesselam. Bakıyo kilere bir çuval un giriyo ama traktöre koyduğu mazot habire eksiliyo! Lamba yanıyo ama fatura sürekli kabarıyo! Yani uzun lafın kısası kaşıkla gelen kepçeyle gidiyo. İş böyle böyle olmasına böyle amma, iş hep bize böyle. O tepedekiler, padişah koltuğu ve etrafındakiler ve onların etrafında dönenenler... O tosuncuklar, o kodamanlar, o kalantorlar, o apoletli soytarılar sana bana layık görüp verdiğine kendisi tenezzül edip bakmaz bile. Başı yağmur görmez, sırtı soğuk görmez, ak örtülü masa olmadan yemek yemez, yürümeyi hiç sevmez, mez ha babam mez...Ama bir yandan da haklı. Onu da sen ben seçip, beğenip allayıp pullayıp saltanat koltuğuna oturtmuyor muyuz? Müstahak kardeşim bize. Benim şuncacık çocuk bilen görüyo artık bunları. Baba yav diyo, "Ben okusam da bir okumasam da! Okusam da

dönüp dolaşıp geleceğim yer senin yanın. Bu emektar, vefakar toprakta bulacaz gene ekmeğimizi. Hiç olmazsa bi ton parayı boşa harcamamış oluruz. En iyisi okullara harcayacağımız paraları sermaye edip bi dükkan, bi sergi falan açmalı galiba...Bak Rıza emmim kaç yıl dirsek çürüttü, gözlerinin feri gitti ola ola diplomalı ziraatçı oldu, gene geldi bizimlen patates söküyo. Al sana diplomalı patatesçi. Ne anladım ben bu işten..." O bile anlamış üniversite var ama faydası yok. Paran varsa faydalısına gidersin. Paran arttıkça faydalı şeyler de artıyor zaten sürekli. Eh ne yapalım bize layık görülen faydalı şeyler de bu kadar işte. Bu dolap beygiri gibi dönenip durduğumuz bu hayat işte. Neysem ne, bu dünya da böyle işte. Sıkıntı cefa çekecen ki, rahatın sefanın kıymetini bilesin. Hastalık çekecen ki sağlığın, açlık çekecen ki tokluğun kıymetini bilesin. Delileri görecen ki aklına bin şükredesin. Bak bizim deli Bakır'a, bütün gün öyle yollarda ne bulursa toplar onları da barakasına taşır durur, herkes onlan dalga geçer ama o da herkesle kendince eğlenir, kafa bulur. Sırtında yaz kış kat kat giysiler, saç sakal kayın kökü gibi olmuş, derisi artık timsah derilerine dönmüş, bin tellak gelse kırk gün yuğsa başedemez... Ya ne hallerde yaşıyor. İşte onu görüp halimize şükredecez. Ama bi yandan da düşünüyom ulan hiçbişeyi kafaya takmak yok, dert yok tasa yok, bu gün ne giycem derdi yok, avrat derdi yok, çocuk derdi yok bu gün tencerede ne kaynıyacak derdi yok. Şöyle yaparsam elalem ne der, şöyle desem millet güler mi derdi yok. Oh ne güzel... Tövbe tövbe ulan delilere bile özenir olduk, ne hallere düştük be... Aha davulcu Bilal da cazgır Cuma'yla bağıra çağıra geliyo. Al işte gene yeni bir parti türemiş onu ünlüyolar.

6

Ulan yeni olup da kimin sıpası sanki. Anası bubası belli, soyu belli, yenisinden ne beklersin. Aynı çanaktan beslenmiyolar mı, o çanağı da biz doldurmuyoz mu gerisi boş! Bayraklar, fenerler altında cafcaflı konuşmalar, uçan balon gibi ağızdan çıktıktan sonra gözden kaybolup giden, unutulan sözler, pişkin pişkin sırıtarak şirin gözüktüğünü zanneden yüzler, parlak dişlerle büyüyen yapmacık gülüşler vaatler, taahhütler, hibeler...Bizim malımızı bize vaadederek, bizim olanı bize hibe ederek, bizim paramızı harcayıp bize propaganda yaparak saltanatlarını kuruyorlar. Biz sırtımızda taşıyarak oturtuyoruz onları o saltanat koltuğuna. Yani kabahat onlardan çok bizde. Kardeşim bu adamların artık bizim soyumuzdan olması lazım. Yani toksa benle tok, açsa benle aç, dertliyse benle dertli, şense benle şen olması lazım. Yoksa hep bizim Ediz Hun'lu Filiz Akın'lı filmlerin kasvetli finali gibi "Biz ayrı dünyaların insanlarıyız, sen karasın ben beyaz" diyerek bitecek bu film de. Niyeyse bu, ayrı dünyaların insanları olunduğu da hep filmin sonunda hatırlanır. Her şey olup biter, her şey yaşanır, hatta mevsimler döner sonra vay biz ayrı dünyaların insanlarıymışız ! Yok biz artık aynı dünyanın insanları olmalıyız. Aynı kaptan ortak kardeş payı yiyecez. Yağmurda ıslanacaksak beraber ıslanacaz, soğukta üşüyeceksek beraber üşüyecek, şölen sofraları kurulacaksa da beraber kuracaz , beraber yiyecez. Yoksa olmaz!.. Olmaz oğlu olmaz! Olmadığı da belli de... “ Gayrik yeter” demenin günü geldi de geçiyor amma... “Gayrik Yeter” diyeceksek bunu da hep beraber demek! Aha işte mesele burda! ✔


güncel tav›r

T O P L A T IL D I!

toplatma karar›n›n ard›ndakiler ergimizin Eylül sayısını matbaadan alıp dağıtıma vermiştik ki Pazartesi sabahı kapımız çalındı. Gelen polis memurları Tavır'ın 7. Sayısının toplatıldığını tebliğ ediyorlardı bize. Dergimiz, okurlarımızın eline ulaşmadan toplatılmıştı! Hem de altı tane yazıdan dolayı! 32 sayfadan oluşan Tavır zaten toplam ondört yazıdan oluşuyordu. Öykülerimizin, şiirlerimizin, imgelerimizin terör örgütü ve elemanlarının propagandasını yaptığı iddia ediliyordu. Üstelik hangi yazıda, hangi cümlelerle, neyin propagandasını yapmışız, hangi örgütü övmüşüz Hizbullahı mı? İBDA- C’ yi mi? Yoksa başka bir örgütü mü o da belli değil. Övdüysek ne şekilde övmüşüz bilmiyorduk, böyle bir şeyle suçlanıyorduk ama somutlanmamıştı “suç”umuz. Bu ülkede toplatma kararları, yasaklamalar ve sansür -olmaması gerektiği halde - alışılagelen uygulamalardı. Zaten biz de bu ülkede 12 Eylül hukukunun işlediğinden sanatçılara da yıllarca yapılan baskıların halen sürdüğünden bahsediyorduk. Hatta toplatılan yedinci sayımızda bile baskılardan nasibini almış iki sanatçı Ruhi Su ve Yılmaz Güney'e de yer vermiştik. Bu sefer de bizim edebi eserlerimiz yargılanıyor örgüt propagandası yapmakla suçlanıyordu. Yazarlarımız yazılarında ülke gerçekliğini aktarmışlardı. Bir edebiyatçının ilkele-

D

7


rinden biriydi bu. Yazılarımızda herhangi bir örgütün ve örgüt üyesinin propagandasını yapmadık. Diyelim ki herhangi bir öykümüzde bir örgüt üyesinin hayatını anlattık... Peki bir öykü gerçekten de bir örgüt üyesinin hayatını anlatamaz mıydı? Bu gibi sayısız roman yayınlanmıştır. A. Kadir Konuk,’ un “ Kurukafa”, Erhan Bener’in “Anafor”, Kaan Arslanoğlu’ nun “Devrimciler”, Vedat Türkali “Güven” vb. bunlardan sadece birkaçıdır. Yaşamın her anı, yaşamın gerçekleri sanatın konusudur. Bir sanatçı, edebiyatçı, yazar, şair yaşamın kendisine gösterdiği her şeyi yansıtmalıdır yazısına, şiirine, bestesine, tuvaline... Sanat halk içinse o sanatın hammaddesi hayattır. Yani halkın acıları hasreti, hüznü ve sevinci olmalıdır, üretilen her eserde. Toplatma kararına bu düşüncelerle itiraz ettik. Aldığımız cevap ise Tavırın toplatılan sayısında yazdıklarımızın ne kadar doğru olduğunu gösteriyordu. İtirazımız reddedilmişti. Biz de zaten bu ülkede adalet ve demokrasi olmadığından bahsediyorduk. Düşünce özgürlüğü olmadığından bahsediyorduk. Devrimci gazetecilik yapanların sırtını tekellere yaslamayanların, gerçekleri yazanların başlarına neler gelebileceğinden bahsediyorduk. Bu ülkede herkes her an örgüt üyesi olmakla suçlanabilir, örgüte yardım ve yataklıktan davalar açılabilirdi hakkında. Hatta bir dönem Adalet Bakanlığı yapmış olan Hikmet Sami Türk'e bile yardım ve yataklık davası açılabilirdi! Aynen bize de öyle oldu. Yazıişleri müdürümüze, dergimizin sahibine aynı zamanda yazarlarımıza da terör örgütü ve elemanlarının propagandasını yapmak ve yasadışı terör örgütüne yardım yataklık etmek suçlarından dava açıldı. 10 Aralık'ta İstanbul 1 No'lu Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde davamız görülücek. Mahkeme bizi suçlu bulursa hüküm de giyebiliriz! Mikrofonlarımızı uzattık dostlarımıza, sanatçılara, hukukçulara... Hepsi dergimizin toplatılmasına tepkilerini dile getirdiler. Hemfikirdik, bu ülkede düşünce özgürlüğü yoktu ! Ve faks makinası adeta kusarcası-

na çıkarıyordu toplatma kararlarını, tebliğ belgelerini vs. vs. tutanaklarını “terör !... “ terör örgütüne yardım yataklık!..” “3713 sayılı kanunun bilmem kaçıncı bendi! Terör... hımmmm! Terörist!” “Bilerek ve isteyerek yardım etmek!..” Biz ülke gerçekliğini bilerek yazdık ve dergimizde isteyerek yayınladık. Sanki ülkemizde her şey toz pembe, eşitlik ve adalet var. Çocukların yanakları al al, sağlıklı. Halkımız tok. Eğitim, işsizlik, barınma, ısınma, sağlık vb. vb. sorunlar yaşamıyor, hapishanelerde öldürülmüyor, meydanlarda coplanmıyor, emekli kuyruklarında, hastane kapılarında ölmüyor, hür yaşıyor, düşüncelerinden dolayı aydınlar yargılanmıyor, sanat eserleri ortaçağ zihniyetiyle yasaklanmıyor, radyolar kapatılmıyor, sansürün en koyusu uygulanmıyor demokrasinin beşiğinde yaşıyoruz da biz bunların tersini iddia ediyoruz. Falanca örgüt de bunları söylüyorsa biz o örgütün propagandasını mı yapmış oluyoruz? Tavır'ın yedinci sayısı tarihsel bir belgedir. Kazara ulaşabilen okurlarımız olduysa dergimizi çok iyi saklayıp korusunlar çünkü gerçekten de tarihsel bir belge niteliği taşıyor. Neden mi? Avrupa, Avrupa demokrasisi, Avrupa bilmemnesi diye nutuklarının atıldığı bir dönemde ortaçağ kanunları hüküm sürüyor ve insanlar düşüncelerinden dolayı yargılanıyor. Tavır’ın toplatılması buna en somut örnektir. Ne ilginçtir ki yine yedinci sayımızda Avrupa demokrasisinin ne demek olduğuna, bize ne getirip ne götüreceğine de yer vermiştik... Bir şey daha vardı ki hani denir ya akıllara durgunluk veren... İşte aynen o cinstendi. Şili'li büyük ozan Pablo Neruda da bizimle birlikte yargılanıyordu! Büyük ozan Neruda "Oğulları Ölen Analara Türkü" isimli şiiri ile Tavır'ın yedinci sayısına konuk olmuştu. Faşist diktatör Pinochet'nin yargılandığı günümüzde, bizim ülkemizde ise Neruda yargılanıyordu hem de ilk kez... Neruda 1971 de Nobel Edebiyat Ödülü”nü alırken şöyle diyordu: "......... Yalnızca ateşli bir sabırla tüm insanlara ışık, adalet ve onur

8

saçacak mükemmel şehri kazanacağız. Böylece şiir boşuna yazılmış olmayacak." Demek ki Neruda'nın dizeleri ölümünden 30 yıl sonra bile egemenleri korkutmaya devam ediyordu. Hal böyle olunca Pablo Neruda da terör örgütünün propagandasını yapmak ve terör örgütüne yardım yataklık etmek suçlarından yargılanıyordu. Hangi örgütün ve örgüt üyelerinin propagandasını yaptığı ve hangi örgüte yardım yataklık ettiği ise belirsizdi. Ama belli olan bir şey vardı ki, gerçekten de büyük ozanın dediği gibi şiir boşuna yazılmamıştı... Ölümünden otuz yıl sonra hem de başka bir ülkede yargılanması bunu gösteriyordu. Neruda hala yaşıyordu. Kendisi de şiiri ve şiire olan sevgisini şöyle tanımlıyordu: "Şiir tarlaları sulayacak ve açlara ekmek verecektir. O, olgun başaklar boyunca dolanacaktır. Seyyahlar susuzluklarını onda gidereceklerdir. Ve o insanlar ne zaman çalışsalar ve ne zaman dinlenseler şarkısını söyleyecektir. Onları birleştirecek, halklar arasında akacaktır. O, yaşamın üremesini köklere taşıyarak vadiler açacaktır. Şiir, şarkı ve berekettir. Verilen mücadeleye, söylenen şarkılara değer, yaşamış olmaya değer, çünkü onu sevdim." Neruda'nın bu sözlerinin altını bir kez daha çiziyoruz. Bugün şiirleri hala yasaklanıyorsa gerçekten susuzlar susuzluklarını şiirde giderdikleri içindir, şiir halklar arasında akan bir nehir olduğu içindir, şiir hayatı yeniden yarattığı içindir. Dergimiz ilk defa toplatılmıyor. Zaten bu ülkede sadece bizim dergimiz, bizim yazılarımız, bizim eserlerimiz yasaklanmıyor. Ama yargılanan, yasaklanan, suçlu gösterilen bizim düşüncemizdir. Yüzyıllar boyudur insan olmanın erdemlerini taşıyan düşüncemiz. Dünya halklarının kurtuluş düşü, gerçek olan asıl olan, doğru olan düşüncemiz. Durum onu gösteriyor ki biz bu "düşüncenin suçunu" işlemeye daha çok süre devam edeceğiz... Ama Neruda’nın dediği gibi "bir gün insanlara adalet ışık ve onur saçacak o mükemmel şehri kazanacağız"... İşte o zaman halktan yana sanat boşuna yapılmış olmayacak...✔


BASINDAN

9


mektup tav›r

Ayn› san›k sandalyesindeyiz Neruda!... Buyurgan bir ses duyuluyor salonda "San›k!... Aya¤a kalk!" Sen y›llar öncesinden geliyorsun, biz bugünden, az önceden... San›k sandalyesindesin ve dimdik duruyorsun yapt›¤›ndan piflman olmaman›n verdi¤i gururla. Ayn› san›k sandalyesindeyiz seni ve bizi ayn› suçla yarg›l›yorlar: "Halk› Sevmek" Ba¤›fllanmaz bir suçtur bu bilirsin, ba¤›fllamayacaklar bizi de... Ama bak›p gülümsüyoruz birbirimize, biz hiç af dilemedik ki... Sen y›llar öncesinden geliyorsun Neruda, 1940' lar›n fiili'sinden getirilip bizim ülkemizde, bizimle ayn› sandalyede oturtuluyorsun ve suçlusun! Zaten sen hep bizim yan›m›zdayd›n, bizimleydin, yine öylesin! fiili' den geliyorsun... Franco'ya duydu¤un öfke yanaklar›nda al al duruyor hala. Ve Pinochet' in senden korktu¤u kadar korkuyorlar bugün, seni bizimle birlikte yarg›layanlar... Bizim ülkemiz yoksulluklar, açl›klar, ac›lar ve hasretler diyar›d›r. Ama bir o kadar da namuslu ve helal lokma yemifltir insanlar›m›z. Analar›n gözp›narlar› durmadan ça¤lar Neruda... Ve o¤ullar› öldürülür analar›n, t›pk› ‹spanya'da Franco'nun kurflunlar›yla can veren o¤ullar gibi... Seni böyle and›k, ›fl›kl› ve güzel bir sevgiyle... Seni tarihin tozlu raflar›nda b›rakamazd›k çünkü bizimdin, bizimleydin. Ve bizim de "atefl fitiller gibiydi" topra¤›n alt›ndaki ölülerimiz. Analar›m›z... analar›m›z›n ise "dimdikti bafllar›" ve senin ülkenin analar› gibi yumruklar› havada gömüyorlard› topra¤a evlatlar›n›. Seni böyle and›k, seni seninle and›k... fiiirin bir ›rmakt› halklar aras›nda ça¤layan. Bize de ulaflt›, susuzlu¤umuzu giderdik. Kana kana içtik Neruda. fiimdi ayn› san›k sandalyesindeyiz... Suçumuz: “Halk› Sevmek” Sevece¤iz yine biliyoruz. Kavgaya türküler yakmaya devam edece¤iz. fiiirlerimiz halklar aras›nda ça¤layan coflkun bir ›rmak olacak. Türkülerimiz dünya halklar›n›n dilinde ayn› özlemlerle, ayn› sevdayla ayn› inançla söylenecek. Seni anmak "Suç"tu. Seni anlatmak... Biz bu suçu daha çok iflleyece¤iz "Analar›n O¤ullar› Öldükçe..." Biz bu suçu daha çok iflleyece¤iz, halk› sevdikçe... Ayn› san›k sandalyesindeyiz ve suçumuz "düflünce" Düflüncenin onuru için dimdik ayaktay›z, ikimiz de...✔

10


toplatma kararına tepkiler EŞBER YAĞMURDERELİ:

CELAL BAŞLANGIÇ:

Trajikomik Bir Olay!

Türkiye'de düşünce özgürlüğü konusu yıllardır toplumun gündeminde olan bir durum. Uyum yasaları ve benzeri değişikliklere rağmen bu problemin çözümünde bir adım atılmalı diye düşünüyorum. Bu son olayda bunu çok açık kanıtlarından biri. Özgürlükler konusunda özellikle de düşünce özgürlüğü alanında bu özgürlüğün tam olarak kullanılabilmesi için, bu örnektende anlaşılacağı üzere çok daha ciddi çaba sarfetmek gerektiğini düşünüyorum.✔

AB süreci ve Kopenhag Kriterlerine uyum diye yapılan göstermelik değişiklikler, batıya dönük göz boyamalarından öteye gidemiyor. Tavır'ın bu son toplatma kararı da bunun doğal ifadesidir.✔ TOKTAMIŞ ATEŞ:

Utanç Verici! Derginize yapılan bu girişimi Türkiye'de basın özgürlüğüne karşı yapılmış bir girişim olarak görüyorum. Pablo Neruda'nın nesillere ışık tutan, nesillerin heyecanını yaşadığı bu şiirlerin toplatma gerekçesi olarak gösterilmesi bence utanç vericidir. Burada önemli olan bu yasaları çıkaranların, bunu uygulama durumunda olanlarla aralarındaki çelişkinin de sergilenmesi. Zannediyorum yasaklayanlar, kendilerini çağa uyduramasa bile en azından yasal değişiklere uymak zorunda kalacaktır.✔

11

EMİN KARACA: Bu yasaklamaların, Neruda’nın şiirine kadar ulaşmış olmasına verilebilecek tek cevap: pes pes doğrusu.✔


CEZMİ ERSÖZ: VEDAT SAKMAN: Ortada bir demokrasi oyunu, Medeniyetli Bir İş Değil! büyük bir demagoji var. Avrupa Düşünce ve basın Birliği’ne hazırlandıklarını söyleözgürlüğüyle ilgili yen bu devletin sahipleri düşünce meselenin bir an önce ve ifade özgürlüğünün varlığını idhallolması gerekirdi. dia ediyorlar. Ama kendi söyledikÇünkü süreç içinde lerini inkar etmiş oluyorlar böyleinsanların düşüncece. Aslında bir anlamda hayat bizsinden nasıl düşünleri doğruluyor. Böylesi adaletsiz düğünden dolayı cebir toplumda, böylesi derin haksızzalandırmak meselesi lıkların yaşandığı bir toplumda ko- pek medeniyetli bir iş nuşma özgürlüğünün, ifade özgür- değil tabiki. Bu bir lüğünün, dergi çıkarma özgürlüğü- süreç içerisinde hallonün hayata geçmeyeceğini biz baş- lacak ama bu sürecin tan biliyorduk. Çünkü baskı olmaması, sansürün olmaması ancak eşit ve sınıfsız bir toplumda olur. Bu denli büyük derin çelişkilerin olduğu, bu denli büyük yoksullukların yaşandığı, bu denli büyük çaresizliklerin, işsizliklerin yaşandığı bir ülkede ifade özgürlüğü, konuşma özgürlüğü hayata geçemez. Maddenin yasasına aykırı bu. Bu kadar derin baskılar, uçurumlar yaratacaksınız sınıflar arasında, hem de ifade özgürlüğünden yanayız, Avrupa Birliği’ne giriyoruz, insanları istediğini söylebilir diyeceksiniz. Bu çelişki en net bir şekilde Tavır Dergisi’nin toplatılmasında, Neruda’nın dünyanın tüm dillerine çevrilmiş şiirinin yasaklanmasında kendisini gösteriyor. Bu aslında bir anlamda maskenin yıkılmasıdır. Ve çok çabuk oldu bu aslında. Demin demokrasi oyunu derken de şunu kastetmek istiyorum. Bu ülkedeki yöneticilerinin, iktidar sahiplerinin demokrasisi; ezilenler olmadan, “ötekiler” olmadan, baskı altında olanlar olmadan yaşayamaz. Böyle demokrasi bu. İfade özgürlüğü ve düşünce özgürlüğü öyle gösteriyor ki sadece egemenler için var, güçlü olanlar için var. Ezilenler için böyle bir özgürlük bulunmayacak. O anlamda demokratik güçlerin rehavete kapılmaması, bunların yalandan, demagojiden ibaret olduğunu anlamaları gerekiyor. Ve topyekün bir demokrasi cephesi ardında adım adım düşünce ve ifade özgürlüğü konusunda mücadeleyi aksatmadan, eskisi gibi hiç ara vermeden, duraksamadan, rehavete kapılmadan sürdürmek gerektiği bir kere daha anlaşılıyor. Çünkü bazı çevreler : “AB’ye giriyoruz ne güzel. Demokrasi sürecine girdik. Aman her şey çok güzel olacak.” diyerek sahte umutlara kapıldılar. Bunun böyle olmadığı burda ortaya çıktı. Hatta çok daha tehlikelidir böyle süreçler. İnsanlar mücadeleyi bırakırlar. Direnmeyi bırakırlar. Bir rehavete kapılırlar. Ve bu yüzden geçmişte çok acılar çekilerek elde edilen kazanımlar da kaybedilir. Bu anlamda Tavır Dergisi’nin toplatılmasını, Neruda’nın şiirinin yasaklanmasını hayırlı buluyorum. Çünkü daha da açığa çıkardı, maskenin arkasındakini. Sakın ha bu yalanlara inanmayalım. Hiçbir şey değişmiş değil. Baskı sürüyor. Adaletsizlik, yoksulluk daha da derinleşiyor. Bunu görelim.✔ ORHAN İYİLER:

Halkın Geleceğiyle Doğrudan Doğruya İlgili Bir Olaydır! Basın özgürlüğü lirik, romantik bir sözcük anlamına gelmez. Halkın geleceğiyle doğrudan doğruya ilgili bir olaydır. Geleceğe ipotek koymak anlamına gelmektedir. O nedenle ilerici güce sahiptir. Solcuların, demokratların, düşünce özgürlüğünü savunmaları gelecekleri için güvencedir diye düşünüyorum. Dolayısıyla da, şiirlerin toplatılmasının basın özgürlüğünün daraltılmasından başka hiçbir anlamı yoktur. 21.yy.ın ikinci yarısına doğru giderken insanoğlunun hala bu sorunlarla karşı karşıya kalması, özellikle de ülkemizde, düşünce özgürlüğüne gerek duyulan bir bölgede ve Türkiye'de, bunun mücadelesinin verilmesi kaçılmaz bir gerekliliktir diyorum.✔

12


ŞANAR YURDATAPAN: Devlet yetkililerinin ve siyasi partilerin nerdeyse hep bir ağızdan işte Avrupa koşullarını yerine getirdik, düşünce, ifade özgürlüğü sağlandı dedikleri bu dönemde; ne yazık ki hiçbir şeyin değişmediğini çok komik örneklerle, acıklı örneklerle görmeye devam ediyoruz. Tavır’ın toplatılması ve bu temelde (herhalde bir dava açılacaktır ardından) bu da bunların bir parçası üstelik bunun Pablo Neruda’nın imzasını taşıyan bir yazıdan dolayı olması da işin kara mizah yanı. Şöyle diyeyim. Bu dava açıldığı takdirde zaten sürmekte olan, sekizinci yılını yaşamakta olan sivil itaatsizlik eylemine bu yazıyı dolayısıyla Tavır Dergisi’ni dahil ederek Neruda’nın suçuna, Tavır Dergisi’nin suçuna birkez daha iştirak etmeye hazırız. “Düşünce Özgürlüğü 2002” adlı bu yıl olan olayları içerecek olan kitapta hem buna yer vermek istiyoruz hem de suça iştirak etmek.✔

ORAL ÇALIŞLAR: Şimdi hala yayınların toplatılması, radyoların kapatılması bir utançtır. AB uyum yasalarına rağmen bu anlayışın sürmesi ilginçtir. Son olarak da Kültür Sanat Yaşamında Tavır Dergisi’nin toplatılması da bu anlayışın bir sonucu. Bu yoldan dönülmesi gerikiyor. Bu basın özgürlüğünün bütün ilerici basına da yayılması gerekiyor. Bu toplatma kararlarına karşı da ciddi anlamda bir tavır almamız gerekiyor.✔

ATAOL BEHRAMOĞLU: Pablo Neruda'nın şiirinin toplatılıp dava açılması Türkiye'de düşünce özgürlüğünün vardığı en son sınırın görülmesi açısından çok anlamlıdır.✔

METİN UCA:

AB İstedi Diye Yasa Çıkarmakla olmuyor! AB giriş sürecinde metazori olarak AB'nin istedi diye yasa çıkarmakla olmuyor. Çıkan yasaları uygulamakta önemli. Yani bu işin altında başka nedenler yatabilir. Tutup da yasaklamaya kalkmak sadece traji komik bir olaydır. Yani Neruda'danın şiirine verilen kararda aynı biçimdedir.✔ NAZIM ALPMAN:

Siyah Bir Madalyadır! Türkiye'de basın özgürülüğü için yapılan girişimler ne yazık ki istenilen sonuçları sağlayamadı. 2002 bir Neruda şiiri yüzünden derginin toplatılması AB'ni bağlıyız diye yeri göğü çınlatanların göğüslerinde asılı siyah bir madalya olarak kalacaktır.✔ 13


hukukçu gözüyle Av. KEMAL AYTAÇ:

Av. SEVERAL DEMİR:

Hukuki Bir Yaklaşım Yok!

Düşünce ve Basın Özgürlüğünün Kısıtlanması!

Herkes düşündüğünü ifade edebilmeli yayınlayabilmeli, anlatabilmeli. Ve bunun da bir yolu da basın. Yani herkes görüşünü düşüncelerini, demokratik bir ortamda ifade edecek araçları rahatlıkla kullanmalı. Basında aynı şekilde. Yani özgürlük içinde olmalı insanlar. Hatta yönetenlerin bunu kolaylaştırıcak yollar, imkanlar açması gerekiyor. Yani bir hukuk devletinde toplumdaki bütün kesimlerin, bütün insanların kendilerini ifade etmesine olanak tanınması, yardımcı olması gerekiyor devletin ve yönetenlerin. Ama bizim ülkemiz için tabi tam tersi kendini ifade etmek isteyenlere karşı bir tavır bir yaklaşım var. İşte bu son Tavır Dergisi’nin de toplatma kararı da, yani kararın alınışından gerekçelerine kadar, uygulanışına kadar tamamen bir hukuksuzluk içinde. Bir defa tamamen yanlış ifadeler kullanılmış. Yani sanat dergisi siyasi bir dergi olarak tanımlanmış. Şahıs, sahip diyelim ki bir şirket dergisi gibi gösterilmiş. Uygulanan maddeler uygun değil, gösterilen gerekçeler doğru değil. Yani ben söz konusu edilen şiiri okudum. Diğer söz konusu olan yazıları da baktım. Bunların yasaklanması hele hele böyle bir karar alınması için şahsen ben bir hukukçu olarak hiçbir gerekçe göremedim. Yani belli ki bu dergi daha çıktığı gün birilerinin önüne götürülüp çok alelacele bir karar alınıyor. Yani baştan belli daha önce tavırlı bir karar alınıyor. Yani bunda hukuki bir yaklaşım yok. Türkiye'de yüzlerce yayın çıkarılıyor. Yüzlerce hatta binlerce bülten, basın, dergi çıkıyor. Aynı gün okuyup inceleyip savcının önüne götürülmüş yada bir şekilde gitmiş ve DGM hakimi de buna karar vermiş. Enteresan bir gelişme. Aslında böyle bir kararın alınması bile başlı başına bir hukuksuzluk. Geçerli bir inceleme yapılmamış daha baştan ön yargılı bir yaklaşım. Hele hele bir şiirin, Neruda gibi ünlü bir şairin şiirinin gerekçe gösterilmesi tamamen keyfi, anlamsız çok olumsuz bir karar.✔

Tavır Dergisi’nin toplatılmasıyla ilgili olarak ben önce şunu söylemek istiyorum: Bu toplatma kararının bir süredir uyum yasaları v.s adı altında toplumda yaratılan bir şeyin altında gerçekten yaşanmadığını düşüncenin toplumda gerçekten yer bulmadığını gösteriyor. Her şeyden önce bu düşünce ve açıklama özgürlüğünün kısıtlanması anlamına geliyor. Basın özgürlüğünün kısıtlanması anlamına geliyor. Bunun devamında basın özgürlüğü halkın haber alma özgürlüğünün güvencesi. Basının bu şekilde susturulması ve toplatma kararlarıyla durdurulmaya çalışılması, her şeyden önce halkın haber alma özgürlüğünün engellenmesi demek. Pablo Neruda bütün dünyada tanınan bir şair ve Türkiye’de yayınlanmış pek çok kitabı bulunuyor. Bütün dünyada bu şekilde tanınmış bir şairin şiirlerinin toplatılma gerekçesi olarak gösterilmesi o şairin kişi hakları özgürlüğünü de zedeleyen bir durum. Bunlara ek olarak; Tavır Dergisi’ne verilen toplatma kararının özellikle cezaevleriyle ilgili olan yazılar olduğunu düşünüyorum. Şimdi bu toplumsal bir gerçeklik. Türkiye’nin yaşadığı koşullarda zorunlu olarak dile getirilmesi gereken bir gerçeklik, çünkü yaşanan bir gerçeklik. Bunun bu şekilde kapatılmaya çalışılması sorunu ortadan kaldırmıyor. Bu nedenle, bugünkü politikalardan değerlendirmeye çalışıldığında toplatma kararının yanlış olduğunu düşünüyorum. Demokrasi, insan hakları ve özgürlükleri açısından atılması gereken adımlardan birinin de bu şekilde yerine getirilmediğini de görmüş oluyoruz bu kararla birlikte. ✔

Av. ALİ RIZA DİZDAR:

İlkelliktir! Çağımızda insanların düşüncelerinden korkmak, onların düşüncelerinden ötürü onları suçlamak bence ilkelliktir. Bir dergide yayınlanan şiir, veya o derginin içeriğine katılmamak veya o derginin veya gazetenin düşüncelerinden ürkmek, ürkülen düşüncelerden dolayı toplatma niyetine gitmek bence günümüzün hukuk sistemine insan hakları sistemine uymayan bir tarzdır. Aslında ortadan kaldırılması istenen düşünce bu tarzın ortadan kaldırılmasıdır. Bu nedenle Tavır Dergisi’nin toplatılması düşünce özgürlüğüne yeni bir darbenin vurulmasından başka bir şey değildir.✔

Av. MURAT ÇELİK:

Toplatma Kararı Tamamen Siyasi! Herkes demokrasiden ve basın özgürlüğüne dair bir şeyler söylüyor da.. Bu da onun yokluğuna dair en güzel göstergelerden biri. Ama Türkiye'de bunların sözde kaldığını bu olayda görüyoruz. Bunların hiçbir altyapısı yok, tamamen siyasi. Yani o benzer yazıyı Milliyet Sanat yazsa, ya da Doğan Grubu'nun herhangi bir yayın organı yazsa, bu toplatma kararı çıkmaz. O yüzden toplatma kararları tamamen siyasi dergiler için, bu sonuçta kültür-sanat dergisi ama, toplatma kararı tamamen siyasi. Yani oradaki gerekçelerle uyum sağlayacak bir neden yok. Yayının genel amacına bakıyorlar. Bu yüzden anayasada yapılan bir takım değişikliklerin gerçekçi değildir. Herkes tarafından dünyada kabul edilen bir şairin yasaklanma gerekçesi bu gerekçelerin altyapısının olmadığını gösteriyor.✔

14


düflünce önder

torun

düflüncenin onuru Kadılar müftüler fetva yazarsa İşte kemend, işte boynum asarsa İşte hançer, işte kellem keserse Dönen dönsün ben dönmezem yolumdan Pir Sultan Abdal

ınıflı toplumların ortaya çıkması ile egemen güçler kendilerine karşı gelebilecek her türlü düşünceyi şiddetle bastırmaya çalışmışlardır. Bunu başaramadığı noktada da düşüncenin sahibini ortadan kaldırma yoluna gitmiştir. Oysa insanlık tarihi, düşüncenin onurunu koruduğu (koruyabildiği kadar) için bu günlere gelebilmiştir. Düşünceler de, insandan insana, toplumdan topluma aktarılarak kendini korur. Düşünce, insansız hiçbir şey ifade etmez. Onu sahiplenen insan varsa düşünce anlamını bulur ve süreklilik kazanır. Şeyh Bedreddin'i, Pir Sultan'ı sahiplenen kimse olmasaydı, bugün ne düşünceleri söz konusu olurdu ne de isimleri duyulurdu. Yüzyıllardan bu yana bir çok düşünce ortaya çıkmış, kimisi bilimin de yardımıyla, hayatın içinde kanıtlanmış ve geçerliliğini korumuş, kimisi de tarih içinde "tarih" olarak kalmıştır. Egemenler kendi çıkarlarına uygun olan düşünceleri (her şey de olduğu gibi) kendilerinden sonraki yıllara taşımışlardır. Halk için yararlı olabilecek düşünceleri ise yok saymışlar, ya da kendilerince yoketmeye çalışmışlardır. Ama her ne kadar baskı görse de bu düşünceleri de halk içinde sahiplenen kesimler çıkmış geleceğe taşımıştır. Bugün bir çok düşünce günümüze kadar gelebilmişse bundan dolayıdır. Neden egemenler hep düşünceyi bastırmak için zora başvurmuştur? Öyle ki bazen balığı yakalamak için denizi kurutma yoluna gitmiştir. Gerektiğinde bunun için ormanları yakmış, gerektiğinde çoluk-çocuk demeden katliam yapmıştır. Yeter ki kendi tahtlarına halel gelmesin! Günümüzde pek kimsenin onaylamadığı Hitler, Mussolini de insanlık tarihinin bir döneminde yer almıştır.

S

Peki bugün kimsenin onaylamadığı bu isimler o gün nasıl varolabilmiştir? Bir avuç egemenin geleceği için değil mi? Diyeceğimiz odur ki düşünceler de sonuç olarak iki kesime hizmet eder. Ya ezendir ya ezilen... Ve ezen yani egemen kesim halka rağmen hep kendini dayatmıştır. Önce düşünceleri çarpıtmaya, içini boşaltmaya çalışmış bunun yetmediği yerde de hiç çekinmeden ve de acımadan zora ve katliama başvurmuştur. Çünkü kendi çıkarları hep halkın çıkarlarından önde gelmiştir. Düşünce düşünceyle bastırılamadığı takdirde çatışma kaçınılmazdır. Düşünün bir arkadaşınızla tartışıyorsunuz ama bir türlü ikna edemiyorsunuz. Tartışma kaçınılmazdır. Kaldı ki bizim bahsettiğimiz iki arkadaşın tartışmasının çok daha ötesi bir şeydir. Ezen, ezileni ikna etmek zorundadır ama nasıl? Mesela yoksulluk kadermiş gibi gösterilmeye çalışılır. Oysa yaşanılan hiç de öyle olmadığı için ve bu da bir şekilde hayatın içinde kanıtlandığı için ezilenler hep bir şekilde seslerini yükseltme çalışmışlardır. Tabii ezen de (adı üzerinde) bu 'iş güzarlığı' ezmeye çalışmıştır! Tarihte düşünceleri nedeniyle yargılanan ilk kişi olarak bilinen Sokrates'e, “Gençleri baştan çıkarıyor, doğru yoldan ayırıyor. Devletin tanrılarını tanımıyor, bunların yerine yenilerini koyuyor.”derler ama düşüncelerini çürütemezler. Öldürülmesi istenen Sokrates, devleti ata, kendini ise, devleti rahatsız eden bir at sineğine benzeterek, “Beni vurup öldürürseniz, Tanrı, yeni bir at sineği gönderene kadar uykuda kalırsınız.” der. Ve salt düşüncenin onurunu korumak, inandığı düşünceden vazgeçmemek uğruna ölüm cezasını kendisi seçer. Her türlü kaçma olasılığı varken, kendi eliyle baldıran zehirini içer. Çünkü diğer

15

Sokrates

olasılıklarda Sokrates artık Sokrates olmayacaktır. Sonra Giordano Bruno... Kutsal kitabın sırlarının kanıtı Aristo’dur.. Aristo felsefesi bütün kapıların Tanrılara açılmasını kolaylaştırıyordu. Ama Bruno bu kapıları birer birer kapıyordu Tanrıların yüzlerine. Yani otoriteyi sarsıyordu. Bu yüzden engizisyonda dize getirilmek istendi. Sözlerini geri almasını istediler. Bruno; “Doğru bildiğim sözden dönmem.” dedi. Ve yargıçlara seslendi; “Hükmünüzü dinlerken benim ürktüğümden daha çok sizler korkuyorsunuz”. Doğru söylüyordu Bruno. Kendisi belki ürküyordu ama doğru bildiğini söylemekten çekinmedi. Yine de onu yargılayanlar daha çok korkuyorlardı. İnsanlık suçu işleyen tüm kişiler, kurumlar gibi... Ve korkularının bir sonucu olarak Bruno’yu yakarak öldürdüler. Böyle insanların yargılanmasında iki amaç vardır. İlki, adalet olduğu kanısını topluma yaymak. İkincisi, yargılamada küçük düşürerek ve karalayarak halkın gözündeki itibarını sarsmak ki gerektiğinde daha kolay ölüm cezası verilebilsin. Bir de Gallilei... Gerçekliğin arkasına sığınmıştır Gallilei: "Nasıl olsa dünya dönüyor, ben vazgeçsem bu düşüncemden yine dönecek." diye zoru görünce vazgeçmiştir savunusundan. Bu durum dünyanın yuvarlaklığını ve dönüşünü değiştirmemiştir elbet. Ama Gallilei'nin durumunu değiştirmiş-


Gallilei

tir. Düşüncesinin arkasında onurlu bir şekilde, inançla ve inatla duramamıştır. Ayrıca düşüncesinin doğruluğuna rağmen bunu savunma yürekliliğini gösteremediği için bir süre insanlık da bunu savunamamış ve insanlık bu düşünceyi araştırıp tekrar kanıtlamak zorunda kalmıştır. Dünyada olduğu kadar Anadolu’da da düşünceleri nedeniyle yargılanan bir çok düşünür, eylem adamı yer almıştır. Bunlardan birisi vardır ki adına ve düşüncesine şiirler, destanlar, kitaplar yazılmış, araştırmalar yapılmıştır. O hakça, kollektif bir ekonomik düzen kurmak için savaşır. Ve Anadolu’nun bir kesiminde, bir süre de olsa bu düzeni kurmayı başarmıştır. Tarihin o döneminde, Anadolu da devrimci bir hareket başlatarak, istediği ortakça düzeni halkla birlikte savaşarak kurmuştur. O’na göre, eğer dünya Tanrı’nınsa, Tanrı, bu dünyada kimsenin kimseyi sömürmesini istemez; bu nedenle sömüren kimseler Tanrı’ya karşı gelmiş olur. Toplumda herkes eşit ölçüde çalışmalı, kadın-erkek eşitliği sağlanmalı ve birlikte üretilerek birlikte tüketilmelidir. Onun felsefesini Nazım şöyle dile getirir: “Hep bir ağızdan türkü söyleyip/ hep beraber sudan çekmek ağı/demiri oya gibi işleyip hep beraber/hep beraber sürebilmek toprağı/balı, incirleri hep beraber yiyebilmek/yarin yanağından gayrı her şeyde/her yerde/hep beraber diyebilmek için.” O Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin’dir. Onun döneminde yaşamış olan Molla Haydar, Bedreddin için “Belki bizden iki, üç, belki de daha çok yüzyıl sonra gelecek bilginlerin bildiklerini bilmektedir.” der. Onun ölümüne oy verecek olanlardan Evrenos Gazi bile “Kuramcıyı yitirmek (öldürmek), kuramın yanlışlığını isbatla mümkündür. Öylesine bir kelle ile oynamaktayız ki, kendimizdeki-

lerden çok ağır, çok güçlü, çok değerli...” der. Bedreddin’in ölümü için fetva verebilecek kimseyi bulamazlar. Bunun üzerine Bedreddin: “Madem ki fetva bize ait verin ki basak bağrına mührümüzü.” diyerek, kendi fetvasıyla kendi ölümünü onaylar. Bir diğeri de aynı gelenekten gelen, asılarak öldürülen ve asılacağını bile bile “Dönen dönsün, ben dönmezem yolumdan.” diyen Pir Sultan Abdal’dır. Onun da af dilemesi istenir. Şart koşarlar “İçinde Şah sözü olmayan şiir oku seni bağışlayalım.” diye ama o "Alınmış abdestim aldırırlarsa / Kılınmış namazım kıldırırlarsa / Sizde Şah diyeni öldürürlerse / Bende bu yayladan Şah’a giderim" gibi içinde bolca şah kelimesi olan dörtlükler okur. Bunun sonucunda taşlandıktan sonra asılarak öldürülür. Böylelikle köylüleri kendilerine karşı ayaklandırabilen bir halk önderinden kurtulmuş olduklarını düşünür egemenler. Aynı zamanda da korku salarlar insanların yüreğine! Oysa "Pir Sultanlar ölür dirilir." Pir Sultan fiziken ölür ama zalimin ve ölümün karşısındaki duruşu, onun ve savunduğu değerlerin günümüze kadar ulaşmasını, yaşamasını ve sahiplenilmesini sağlamıştır. Görüldüğü gibi ölümüne savunuyorlar düşüncelerini. Oysa kabul etseler, taraf değiştirseler hayat ne kadar kolay hatta ne kadar lüks olabilir. Tabiri caizse "salla başını al maaşını" türünden bir hayat. Ama onlar inatla savunuyorlar düşüncelerini. Nuh diyorlar peygamber demiyorlar. Hem de işin ucunda kellelerinin olduğunu bile bile... Bu inanç, bu inat neden? Çünkü biliyorlar gerçek ölüm o kelleyi eğmekle gelecek. Bir daha hep boynu bükük gezmek zorunda kalacak. Bir daha bakamayacaklar kimsenin yüzüne ve bir daha ne Sokrates, Sokrates olacak ne de Bedreddin Bedreddin diye anılacak. Onlar kellelerinin gideceklerini bilirler ama isimlerinin onurla yaşayacaklarını da bilirler. Çünkü düşünceleri doğrudur ve düşüncelerinin karşısına bir şey çıkarılamamıştır. Evrenos Gazi'nin de dediği gibi “Kuramcıyı yitirmek (öldürmek), kuramın yanlışlığını isbatla mümkündür." Yani düşüncenin karşısına düşünceyle çıkabilirsiniz. Bunu yapabildiğiniz ölçüde de düşünceyi öldürmez geliştirirsiniz. Bu yüzden egemenler tarihsel olarak bunu yapamaz çünkü gericidir. Düşünsel gelişimi engellemeye çalışır. Çünkü hiçbir egemen kurulu çarkın bozulmasını yada

bozulmasına yolaçabilecek herhangi bir şeyi kabullenemez, kabul etmek istemez... Ve bundan korkar... Korkusu sadece kurulu düzenin yıkılması değil aynı zamanda o zamana kadar yaptıklarının bedelini ödemektendir. Bu yüzden korkar. Yalan, demagoji ve zor onun için tek çözüm olur. O zaman da hiç bir şey gözetmez her türlü insanlık dışı uygulama kanun adı altında uygulanabilir. Yalan, demagoji ve zor her zaman egemenlerin en geçerli silahı olmuştur. İnsanlığın aydınlanması için savaşanlar ve bunun için düşüncelerini çekinmeden ifade edenler, halkların karanlıkta kalmasını isteyenler tarafından bir şekilde susturulmaya, yokedilmeye çalışılmıştır. Günümüzde de öyledir. Bir çok düşünürün, aydının, yazarın vb. tutuklanması, faili meçhule kurban gitmesi egemenlerinin düzeni bozulmasın diyedir. Eserleri de aynı kaderi paylaşır. Toplatmalar, yasaklamalar hatta bazen toplu kitap yakmalar bundandır. Düşüncelerini ifade etmekten çekinmeyen, bu uğurda hayatını bile feda etmekten çekinmeyen örneklerle doludur tarihimiz. Hepsi bir şekilde yargılanmış, tutuklanmış, yıllarca hapislikler yaşamışlardır. Yani bir şekilde bedel ödemişlerdir. Mesele inandığı doğrunun kendisine hiçbir çıkar sağlamayacağını bildiği halde, hatta bunun için öleceğini bile bile, sırf insanlığa sağlayacağı yarar yüzünden inançla, dirençle doğru bildiğini savunabilmektir. Mesele doğruyu, bedel ödemeyi göze alarak savunabilmektir. Yani mesele düşüncenin onurunu koruyabilmek ve savunabilmektir. Çünkü düşüncenin onurunu savunmak, insanlık onurunu savunmaktır.✔

Şeyh Bedreddin

16


masal ayfle

kahraman

k›nal› gelincik mevsimi

irer birer yapraklarını döküyordu kınalı gelincikler! Kınalı gelincik dökümüydü yaşadığımız mevsim... Gelincikler tek yaprakları kalana dek dimdik ayakta ölüyorlardı. Başlarını hep dik tutarak, yel savursa da yapraklarını, güneş soldursa da kınalı yüzlerini, gelincikler tutunuyorlardı inatla toprağa. Bu inatları şundandı: Bir tohum dökmeliydiler toprağa... Ne zaman bir tohumlarının düştüğüne kanaat getirseler usulca uzanıveriyorlradı toprağa mutlu, dingin, huzurlu... Bir gelincik dökümüydü yaşanan... Onlarca gelinciğin içinden kınalı olanları düşüyordu birer birer. Mevsimler mevsimlere karışmıştı, gün geceye döner, geceler gündüze döner onlar yapraklarını bir bir dökerlerdi. Hayatın na-

B

musu içindi her şey. Hayatın adı hayat kalsın kirlenmesin diyeydi inatla yemeden içmeden yaprak dökmeleri. Yaşadığımız mevsim kınalı gelincik mevsimiydi. Gelincikler dökerken yapraklarını hüzün bulutları kaplardı gökyüzünü. Ama bir tek damla düşmezdi yere. O hüzün kursakta kalırdı.... Kalırdı çünkü bu, gelinciklerin vasiyetiydi. Gelinciklerin kınalı olanları birer birer düşerken toprağa, bir savrulurdu ki doğa, oğul verirdi boy boy, başak başak, tomur tomur, kavgalara... Mevsim kavga mevsimiydi. Fırtınadan kırımlardan çıkılmış sürgünde çekilen sevda güneşe dönmüştü başını. Kınalı gelinciklerle en çok kan rengi kırmızı yakışırdı. Yaprakları kana bulandığında yara-

17

larını sarıp kınalanmışlardı. Murat derlerdi ya kınaya, onlar da muradlarına ermek için kınalanmışlardı. Muradları düşmekti toprağa muratları ölümdü... Gelincikler zamanı geldiğinde öyle dimdik ince cılız vücutlarıyla kocaman bir çınar gibi devrilirlerdi. Gövdelerinde yüzyılların bilgeliğini taşırlardı. Zarif ve ince vücutları düştüğünde toprağa, bir turna katarı havalanırdı düşen gelinciğin vatanına. Kınalı gelincik nerede düşecekse toprağa oraya göçerdi turna katarı. Haber salardı dağlar ovalar geçerek gelinciğin vatanına. Kınalı gelincikler yaprak dökme mevsiminde toprağa düşme mevsiminde sırayı kapmışlardı. Bütün yapraklarını döküp incecik gövdelerini kurutup,


doymadan toprak ananın bereketine, bütün gelinciklerden önce düşeceklerdi. Anadolu dedikleri vatanları uçsuz bucaksız bir gelincik tarlasıydı. Ama kınalı olanlar göç mevsimi eylemişlerdi kendilerine güz vaktini... Bir bir dizildiler. Her biri birbirinden güzeldi kınalı gelinlerin. Her birinin vatanı ayrıydı ama aynı toprakta bitmişlerdi. Gelincik mevsimi başladığında ilk gelincik düşüverdi usulca toprağa... Gelinciğin haberi vatanına ulaştı süzülen turna katarıyla. Yüzünde al bir gülümseme vardı düştüğünde. Türkmen obaları kınalı gelinlerini karşıladılar gün batımında. Gelinciğin vasiyetiydi, ağlamadılar. Gözlerinin yaşını sessizce yüreklerine akıttılar. Günler geceleri, geceler günleri kovaladı. Arap kızı sabırsızdı. Bir arap atına binmiş dört nala gidiyordu vatanına. Yoluna çıkanlar onu durdurmak isteyenler oldu ama arap kızının önüne geçemedi hiç biri. Mevsimlerden gelincikti. Vardığında vatanına “müvveller”1 duyuldu, dağlara çarptı müvveller. Yankılandı arap illerinde. Asi nehri bir başka coştu, hırçınlaştı, taştı. Kınaladılar bir kez daha kınalı gelinciği. Vasiyetiydi Arap Halkına, “sebgavilerle”2 uğurlanacaktı, zılgıtlarla... Öylede oldu. Gelincike yakışır bir tören yapıldı Arap illerinde. Gelincik mevsimi tüm hızıyla sürüyordu. Kıpır kıpırdı Laz kızının yüreği. Şimdi sıra ondaydı. Dökmüştü bütün yapraklarını. Damarlarından çekilmişti hayatın özsuyu. Bir damla su içmemişti günlerdir. Toprağın bereketine yüz çevireli yıl olmuştu. Vakit gelmişti, inceden bir kemençe duyuldu ve Gelinciğin takası hazırdı artık. Karadenizin hırçınlığı bir anda durdu gelinciğin ölümsüz olduğunu söylediğinde ona martılar. Gelincik gözlerini usulca kapattı. "Mısır Ekmeğinin ve Hamsinin Zaferi için" dedi bir laz takasındaki balıkçı. Hakkını vermişti gelincik.... Çay budayanlar, fındık toplayanlar da duydu "Hamsinin ve Mısır Ekmeğinin" zaferini! Hakkı ödenmişti her birinin. Takalar hırçın karadenizin deli mavi sularını yara yara ilerliyordu. Karadeniz dellendi horon sesleriyle. Kemençe coştu. Kınalı geline horon teptiler. Yer gök çınladı, reyhan kokulu, kekik kokulu gelincik uzanıverdi Karadeniz toprağına. Laz halkının başı dikti. Titredi ve gülümsedi gelinciklerden

biri daha. Altın yıldızdan işlemeli kaması göğsünün üzerinde çapraz biçimde duruyordu. Kamasını kuşanalı tam ondört ay olmuştu. Düşmanıyla savaşırken bu kamayı kullanacak bununla vuruşacak ve mutlaka ama mutlaka ölecekti. Ölene ağlamak yoktu Çerkeslerde... Hele ölen bir “Tıley“se3 törenlerle uğurlanırdı. Gelincik bir Tıleydi. Feda için hazırlanmış, gönüllü olmuş ona tören yapılmıştı kamasını kuşandığında... Alnından öpmüşler ona kırmızı kumaştan elbise biçmişlerdi. Yüzü güzeldi Tıley' in. Çerkesler savaşçı olur ve ölene ağlamazlardı. Tıley toprağa düştüğünde ateşler yaktılar. Kazaskalar kuruldu davullar dibekler dövüldü. Ve dağların yamaçlarından bir çığlık duyuldu: "Ne başımda kalpağım Ne sırtımda Çerkeskam /Ne de belimde gümüş kakmalı kamam var. /Rüzgarlarla yarışan atlarımı da vurdular ama saçlarım hala güneş sarısı gözlerim hala vadi yeşil/ Ve bedenimin onurla taşıdığı mızıka kokulu dağlı yüreğim var" Son düşen gelincikle elele yıl boyuca yanyana olan gelincik sırayı kapmak için çok uğraşmıştı ama Tıley gelincik ondan hızlı davranmıştı. Tıleyin yanından onu kopardıklarında daha bir sararıp solmuştu. Tıley'in ölümsüz olduğunu öğrendiğinde daha bir hızlı koşmaya başladı. Yaprakları pul pul olup dökülmüştü. O'na "Fate gelin" derlerdi. Gelin olduğunda eline kınalar yakılmıştı. İkinci kez düğünü olduğunda bir kez daha kınalanmıştı "Fate Gelincik" Sabırsızdı, koşarak ilerliyordu vata-

18

nına doğru. Bir gelin atına binmişti. Atını dizginsiz sürüyor düğün alayı arkasından ilerliyordu. Kimse ağlamayacaktı Fate gelinin ardından. Fate gelin böyle vasiyet etmişti. Köprüler geçti kıldan ince kılıçtan keskin yollar sürdü dağlar aştı ve vardı vatanına. Halaylar kuruldu, bir kez daha düğün kurdular Fate geline. Kurulan deli halayın başı tutulmaz artık.. Kürt halkı gururluydu. Fate Gelin gururuydu Kürt Halkının... Sırayı başkı bir gelincik aldı. Gözünü öfke bürüyeli çok oluyordu bu Arap kızının da... Kendinden önce cayır cayır yanmıştı gelincikler gözünün önünde. Bu gelincik kırımını görmüştü. Vedalara vakit kalmadan alıpta başını gitmişti gelincikler. Ateşi yüreğini sarmıştı çoktan. Onların ateşi bir kıvılcım olup gelip gözlerine oturmuştu. Dörtyüz altmışbeş gün boyunca bu ateş sönmedi yüreğinde. Varacaktı Arap illerine. O türküyü bir daha söyleyecekti "Ya lel Ya leel Ya leeel" Türküsü söylendi gelincikin. Ne söylenen son türküydü ne de o giden son gelincikti. Sırasına girmişti ve daha geride güneşe yolcu çok gelincik vardı. ama onlar mevsim eylemişlerdi güzü, "Kınalıydı o sene Gelincik Mevsimi..."✔

1 - Müvvel: Araplarda ölenin arkasından yakılan ağıt 2 - Sebgavi: Araplarda düğünlerde kurulan yedili halay biçimi 3 - Tiley: Çerkeslerde Feda Savaşçılarına verilen ad.


filistin yusuf

aziz

vatan filistinli’nin yüre¤idir... kdeniz’in doğu yakasında onyıllardır amansız bir kavga var. Kıvırcık saçlı, esmer tenli, kara gözlü insanların toprağıdır burası... Toprak, taşlı kayalı tepelerin arasında kendine yer bulabildiği kadarcık aslında. Ama, bu taşlı kayalı topraklarda bu insanlar binyıllardır eşitlik, adalet ve hak üzre en çetin kavgalara gire çıka yaşamaktalar... Diş dişe, tırnak tırnağa süren yaşama kavgasında uğruna binlerce canı feda ettikleri bu taşlı kayalı, tozduman topraklara sevdalandılar... O sevda ki bu kıraç toprakları onlar için yeryüzünün en güzel ülkesi kıldı. Bütün halklar gibi, yaşadıkları yeri dünyada hiçbir yerle değişmeyecek kadar sevdiler. Adı Filistin’di, Filistinli’nin yüreğindeki adı ise vatan... Yüreklerini açıp gelselerdi, dünyada en ağır zulmü yaşamış yahudi halkı muhtaçlıklarını paylaşsalardı, kardeşliğe adanarak, yaşamı birlikte üretmeyi dileselerdi... Yok, böyle olmadı... Dünyanın yeni imparatorluğuna soyunanların emir kulu, onların çıkarlarının bekçisi olmayı seçerek, tarihi isyan ettirecek bir işgal ile geldiler... O gün bugündür Filistinli bebelerin ilk çığlığı vatan uğruna kavga yeminidir... Kaç kez kuşatıldı şehirler, kaç bin Filistinli kendi vatanında kurulan toplama kamplarında tutsak edildi. Kuytuluklarda yitirilen canları bilen var mı... Ya, dünyanın seyrettiği o vahşetin örneği : Tutsak edilmiş, gözleri bağlı Filistinli gencin kolları taşla kırılırken... Yoksa o görüntüler yayınlanırken aslında seyreden milyarların mı gözleri bağlanıyordu? Dünyanın imparatoru ikiz kulelerde yediği darbenin ardından dünyada çıkarının olduğu heryerde çıkarlarının önünde kimler engel oluyorsa “terörist” ilan edip, kendinden menkul bir yetki ile en büyük terör saldırısına girişiyordu. Pentagon tankını, topunu, uçağını, füzesini Afgan halkının üzerine saldığında, Filistin’de kuşatma daha çok kan istiyordu... Kalan bir avuç vatan toprağında kuşatmanın çemberi daraldıkça daralıyor, bir toplu iğne kadar vatan kalmayıncaya kadar işgal edi-

A

liyordu. İşgalin imzası, İsrail tanklarının palet izleriyle, içindeki insanlarla birlikte yıkılıp yakılan evlerin enkazından tüten dumanla atılıyordu. Bir imza daha vardı... Anaların alınlarından öperek uğurladıkları, feda haberini müthiş bir heyecanla bekledikleri yiğit evlatlarının bedenleri binlerce parçaya bölünerek vatan toprağına savruluşu... Bu, teslimiyeti reddedişin yeminiydi... Daraldıkça kuşatma, küçüldükçe vatan toprağı bedenleriyle büyüttüler vatanı vatan sevgisini... Şehitlik, Filistin’li her ailenin, en ağır kuşatma karşısında dimdik durabilmesinin güç kaynağı, onuruydu. Otuz yıldan fazladır esmer tenli, kara gözlü çocukların geleceğinin sözcülüğünü yapanlar, bu yeminin gücünü bilseler de, dünyanın imparatorlarından icazet dilenmeyi de bırakmadılar... Ne var ki, zulüm bir kere elini uzatanın kolunu, bütün vücudunu bırakmayacaktı. Kendi halkına zulmetmeye zorlayacak kadar pervasızdı. Yapılanlardan tatmin olmadı zulüm. Ve kuşatmanın hedefi onyılların sözcüsü Arafat'tı şimdi. Kuşatma altında herhangi bir seçenek bırakılmadığı koşullarda o da şehitliğin onurunu kabullenecekti. Kuşatma sürüyor, işgal sürüyor, Arafat ve yanındakiler karargahta, Filistin halkı köylerinde, evlerinde kuşatma altında. Birleşmiş Milletler'in acıl kararıydı, İsrail'e "Arafat'ın karargahındaki kuşatmayı derhal kaldır" denildi. Irak'ta Saddam'a da "tesislerini denetime aç" denilmişti. Açmadığı için yüzbinlerce Iraklı çocuğun öldürülmesine onay verilmişti. İsrail hiç duymamış gibi yapmaktaydı. Hatta, daha pervasızca "kaldırmıyorum" dedi. İsrail'e karşı herhangi bir yaptırım uygulamak için kimse kılını kıpırdatmadı. Kuşatma sürüyor, işgal sürüyor. Filistin'de vatan toprakları son metrekaresine dek işgal ediliyor. Filistin halkı vatanına sevdalı. O sevda her bir Filistinli'nin yüreğini vatan kılıyor. Hangi tank, hangi bomba, hangi kurşun bu yürekleri işgal edebilir ki...✔

19

ONU DÜfiÜNDÜKÇE Yürekler olurdu parça parça onu düflündükçe. Avunaca¤›m tutard› sabr›m tükendikçe. Çalkalan›r 盤l›¤› ac›lar›n insan yüre¤ine her kez geri döndükçe canl› görüntüsü unutulmufl bir ça¤›n, yiter gider kendime çizdi¤im yolun izleri, yiter gider aras›nda sevgi alevlerinin, tak›nakl› gölgeler aras›nda yiter gider. Ey geçmifl günler ey, hiç bir vakit geri gelmeyecek günler, dald›n›z bombofl gecelere geçici bir k›vanç gibi, Nerede kald›, söyleyin, nerelere gitti, göçsüzlü¤ün yaralar›na melhem olan, ilaç olan, söyleyin, nerelerde sakl› fedailerin ölümü? YABRA ‹BRAH‹M YABRA (d. 1919/Filistin)


film veli göktaş

hiçbiryerde... içbiryerde” bizi elimizden tutup kayıplar Türkiye’sinin görmekten kaçtığımız, yüzleşmekten korktuğumuz sokaklarında dolaştıran bir film. Oğlunun masum ve hayatta olduğuna inanan bir annenin gözünden bakıyoruz kayıplar politikasına. Morglarda yapılan yüzleştirmelerle ölümün, artık ‘’yok’’ olmanın soğukluğuyla yüzleşiyoruz. Ardından bir o kadar soğuk, ölümü kanıksamış, ölümü hakedilen bir sonuç, değiştirilmek için uğraşılmaması gereken bir kader olarak gören polis yüzleri, valilik manzaraları bu tabloyu pekiştiriyor. Sizin ölünüz, ölümünüz fişlerde bir numara, kayıtlardan düşülecek bir isim o kadar. Ve o kadar çok numara ve kayıt var ki bir eksik bir

“H

fazla olmuş artık kimseyi sarsmıyor, etkilemiyor. Ateş sadece düştüğü yeri yakıyor yine. Ama anne yüreği ne bu taşlaşmış yürekleri, duvar gibi suratları, kokuşmuş bürokratik prosodürleri dinleyebiliyor. Bir ışığın, bir umudun, bir düşün peşinden yollara düşüyor ve bilinmezlikle bilinilirliğin, kabullenmeyle kabulenememenin mücadelesi başlıyor. İstanbul’un Haydarpaşa’sından Mardin’in daralan sokaklarına uzanan yolculukta çocuklarını kaybetmiş başka insanların dünyalarına da tanıklık ediyoruz. Filmde gerçekten oğlunu gözaltında kaybetmiş bir annenin duygularını anlatışı, kayıp ailelerinin Galatasaray Lisesi önündeki eylemlerden görüntülere yer verilmesi filme bir belgesel havası da kazandırmış.

20

Zuhal Olcay’ın usta oyunculuğu, filmdeki diğer karakterlerin iyi seçilmiş, biçim ve içeriği pekiştiren oyunculuklarıyla birleşince filmin atmosferi sizi hemen saran, filmin içinde size de bir rol veren güçlü bir etkiye sahip olmuş. Filmin akışı boyunca işlenen her konu, her diyalog mantıklı ve planlı bir şekilde yerleştirilmiş. Böylece film baştan sona kendini dikkatle izlettiriyor. Yapımcı Zeynep Özbatur’un, senarist ve yönetmen Tayfun Pirselimoğlu’nun duyarlı ve titiz emeklerinin sonucunda şekilleniyor tabii tüm bunlar. ‘’Hiçbiryerde’’ de yok sayan ve yasakçı mantık tarafından ‘’yokedilmekten’’ kılpayı kurtulmuştu. Ve ardından Montreal Film Festivali’nde Jüri Büyük Özel Ödülü ve İstanbul Film Festivali’nde aldığı ödüllerle de hakettiği değeri bulmuştu. Yaşadığımız topraklarda infazlarla, faili meçhullerle yokedilen, kaybedilen binlerce insanın acısını, sızısını, unutulamamasını, “unutturulmaya çalışılmasını”, yok sayılmasını bu kez de sanatsal bir dille gözümüze sokan “Hiçbiryerde” lerin çoğalması dileğiyle.✔


kavramlar güzin

karaduman

sevginin s›n›r› aşamın ölüme üstünlüğüdür tarihe sunulan belge, imzası ölümle atılan... Dün ile bütün hesapları tamamlayıp yarından emin olmanın huzurudur, gözlerde parıldayan... Bir daha ayrılmamacasına kavuşacak olmanın sevincidir yaşanan. Çünkü her ayrılık bir kavuşmadır artık...Görevini tamamlayıp da önden gidenlerle kavuşmadır... Bir de geride bıraktıklarına, sevdiklerine, özlediklerine zaman ve mekan sınırlarını yıkarak hiç gitmemek üzere gelmektir. Bu gitmek değildir, ayrılık hiç değil. İşte bundandır ki, veda kendine yer bulamaz burada... Hasret mi?.. Hasretin anlamı çoktan değişti. Bütün satırlarda, bütün seslenişlerde, bütün kucaklaşmalarda tükenen değil, alevlenip büyüyendir hasret... Onu büyüten yoksun bırakılmışlık değildir tek başına, yalnızlık hiç değil... Yürekte ve bilinçte her an yeniden üretmektir aynı sevdanın yolunda olmanın güzelliğini... Sevginin temeli emek ise, bütün sevgiler sabırlı bir tutkuya dönüşmüştür... Yoldaştır en öncesi, kardeştir, anadır... Ekmek kavgasının içinde adalet arayışında birleştiğin yoksul emekçi yüzlerdir... Her birine ayrı ayrı, hem de bir bütün olarak duyulan sevginin sınırsızlığına ulaşılmıştır... Sabır, bilinen sınırlarını her an, her saniye yeniden yeniden yıkmakta... Kaç asırlık, kaç ömürlük tarihi, kendi ömrünün kalan kısmına sığdırarak gitmenin sabrı... Uğurlanan olmanın sınırsız gücüyle, uğurlayanların yüreklerindeki ağırlığı, gözlerindeki kıskançlığı yüklenmenin sabrı... Kıskançlık, içinde taşıdığı bencilliğin bütün tohumlarından arınmıştır artık... "Seni vermem Azrail'e/ Ben öleyim, ben öleyim" diyen türkünün yaratıcılarının bilgeliğinde bir duygudur... Acılıdır elbet... Acı, paylaşılınca azalanından değildir... Her yürekte haddi ölçülemezdir, dayanılmazdır.. Dayanmanın sırrı aynı

Y

ölçülemezlikteki öfkeyle bir oluşundadır... Bir de onurun ve gururun üstünlüğündendir... Tarifi imkansızdır yoldaş yüreğindekilerin, ama hissedilir, anlaşılır... Ya ananın yüreği?.. Elleri kınalı gelinlere, analık duygusuna en yakın olanlara sorduk da söz yetiremediler anlatmaya. Dünyanın bütün sözlüklerini taradılar belki günlerce, aylarca, yetmedi. "Açın bağrınızı, geliyorum" deyip anaların yüreklerine sığındılar... Analar hepsini, hepsini sığdırdılar da yüreklerine daha da gelecek olana açtılar bütün kapılarını... "Dünyanın En Uzun Süreli Eylemi..." diye yazıyor gazetelerde. Başladığı günden bugüne ikinci yılını doldurmak üzere olan bir tarih... Ve tarih boyunca insanı insan yapan tüm duyguların, onları ifade eden bütün kavramların sınırlarını yıkıp aşan bir tarih... Duvarların ardında, dünyadan, birbirlerinden yani insandan yalıtılmışlıkla "terbiye edilme"yi, kimliklerini ve kişiliklerini oluşturan düşünce ve inançlarından vazgeçmeyi asla kabul etmeyeceklerini en başından ilan edenlerin yarattığı bir tarih...

21

"İnsan duygusunun mimarlığı" işlevindeki sanat, kavramların, imgelerin yetmezliğinden hiç bu kadar zorlanmış mıydı? Bu denli ağır bir sorumluluğu yerine getirmek için hiç bu kadar sınırsız güç ve cesaret kaynağı bulabilmiş miydi? Gözlerinin önünde böyle bir tarih yaşanmaktayken yüz çevirmenin, gözlerini kapamanın insan olmaya, insanlaşmaya yüz çevirmek olduğu bu kadar net ortaya konulmuş muydu? Görmezden gelen sanat, bütün kavramların ve imgelerin sınırlarının yıkıldığını bile bile, hangi insan duygusunu hangi iddiayla işleyebilir? Aşkı, sevgiyi, tutkuyu, hasreti, korkuyu ve cesareti, yenilgiyi ve zaferi, vefayı, fedakarlığı, ayrılığı ve kavuşmaları... Bile bile sanatın işlevini, sanatçının kimliğini yoketmeye çalışanların kulvarında kulaç atarken boğulmaktan kurtulmak mümkün mü? Oysa, insanın kültürü direnişten doğmuş, direnişle gelişmiştir. Ve onlar, sanatın ihtiyaç duyduğu cesareti ve gücü, hesapsızca, çıkarsızca ve sınırsızca sunmaktalar... Yaşamı ölüme, kavuşmayı ayrılığa üstün eyleyerek... Ölerek... Ölerek...✔


halk kültürü kemal

koray

dibek sesleri hiç eksilmiyor anrı dünyaya dil ve milliyet dağıtıyormuş. Her ülkenin üstüne geldiğinde torbasından bir dil ve bir milliyet çıkarıp atmış. Böyle geze geze bütün dünyayı dolaşırken, Kafkasya"ya geldiğinde iyice yorulmuş. Kafkas dağlarının üzerinde elindeki torbayı ters çevirerek kalan bütün dilleri ve milliyetleri silkeleyip boşaltmış. Bu yüzden Kafkasya halkları onlarca farklı dilden ve milliyetten oluşmuş... Burası Birnbirgece Masalları’ndaki Kaf Dağı'nın ta kendisiymiş. Prometheus, tanrılardan ateşi çalıp insanlara verdiği için bu dağların zirvesinde zincire vurulmuş. Abhazlar'a sorarsan Tanrı da burada oturmaktaymış. Anayurtları Kuzey Kafkasya'ydı. Adıge ya da Çerkes diyorlardı adlarına. "...Öylece bakakaldık. Kır atları, doru atları, yağız atlarıylan geçip gittiler önümüzden. Geçip gittiler eğri kılıçları, kabzaları işlemeli tabancaları, deri çizmeleri, gümüş kakmalı kamaları, kara kalpaklarıylan. Öylece bakakaldık arkalarından... Ve onlar için 'Saçları sarı, Giydikleri deri, Yedikleri darı' dedik..." (Dağlara Yazılıdır, Çetin Öner; syf: 51-52) Komşu olduk onlarla. Aynı köyde yaşadık. Vatan işgal altındaydı, birlikte savaştık işgalcilere karşı. Aynı tarlada buğday biçtik,tütün kırdık birlikte. Aynı fabrikada çalıştık,birlikte mesaiye kaldık, birlikte işsiz kaldık. Aynı mitingte soluklarımız birbirine karışarak aynı sloganları haykırdık. Tarihlerinde savaş dışında bir dönem oldu mu, ruhlarına, bakışlarına dek işleyen savaş kültürünün kökleri nerede, ne zaman başladı hiç sormadılar, soranlar da bulamadı cevabını. Yüzyıllar boyu vatan edindikleri ülkeyi ele geçirmek isteyenler hiç eksik olmadı. En çok da Çarlık Rusyası’nın binlerce askerden, ağır si-

T

lahlardan oluşan ordularıyla savaştılar. Yüzyıllar boyu savaştılar hem de. Güneye geçiş yolu üzerinde olan, zirveleriyle dünyaya tepeden bakmanın, yenilmezliğin dayanağı olan bu dağ ülkesini ele geçirme sevdasından tarih boyu vazgeçmedi Çarlık orduları... Ama bir devletleri bile olmayan, silahları ilkel, yetersiz olan Dağlılar'a boyun eğdirmek mümkün olmadı. Savunulan herşeyden öte bildikleri vatandı. Ve yüce dağlar, sarp vadiler onlardan yanaydı. Birinden diğerine geçilemeyen,birbirine paralel bu derin vadilerdeki gizli geçitleri bu dağların evlatları biliyordu. Düşman büyük bir güçle geldiğinde köylerini, obalarını boşaltıp bu sarp, sık ormanlı vadilerde karşılıyorlardı saldırıyı. Buralarda düşman bozguna uğrayarak geri çekilmek zorunda kalıyordu. Yeni bir saldırı haberi alana dek köylerine, obalarına geri dönüyorlardı. Her an savaşmaya hazır, tetikte yaşıyorlardı. Çerkes Halkının yaşamını belirleyen bu tarihti. Herşey savaşa göre şekillenmiş, savaş onların yaşam biçimi olmuştu. Silahlarını ustaca kullanmayı, ata binmeyi, adeta atları üzerinde yaşamayı böyle öğrendiler... "... Derken kuzeyden demir silahlı, atlı bir ordu geldi. Yerle bir ettiler Kafkas ilini. Dağlılar düşmana değil, atlara, atlılara yenik düştüler. Günlerce ortalığa çıkamadılar, kadınların yüzlerine bakamadılar... İçlerinden biri düşman ordusuna katılıp onlarla birlikte

22

gitti. Yıllarca bir ses çıkmadı atlı ordulardan da, onlara katılan dağlıdan da... Günlerden bir gün, süt beyazı bir atın üstünde çıktı geldi adam. Saçı da, sakalı da, Çerkeska'sı da atı gibi apaktı. Başında kapkara bir kalpak, ayağında parlak kara çizmeler vardı. Koşup çevresini aldılar adamın, 'ohuş apşı (Hoş geldin)' dediler. Atını okşadılar, çizmelerini sevdiler, sırtını sıvazladılar, yeryüzünün tüm iyiliklerini dilediler ona. Ve ona o günden sonra Şuw dediler. (...) Yurduna dönen Şuw, dağlılara yaban atları yakalamasını belletti (...) Masallara bile sığmayan Kaf Dağı'nı aştılar o atlarla. Atla bir oldular, atlaştılar. İşte o gün bugündür, at gibi çeviktir yiğitlerimiz..." (Dağlara Yazılıdır, Çetin Öner; syf:35-39) Güçlü ordularla savaşa savaşa savaş taktiklerinde ustalaştılar. Engels onların bu özelliğini değerlendirirken; "Kafkasya'da Dağlılar'a ün kazandıran savaş başarılarının başlıca nedeni savunmayı değil, saldırmayı tercih etmeleriydi. Dağlılar kendi topraklarını savunurken saldırmayı tercih ediyorlar... Onların direnme gücü sayısız, hesapsız ani akınlardadır. Rus garnizon birliklerine ova yerlerde ansızın saldıran Dağlılar her türlü plan ve taktikleri altüst ediyorlardı. " diyecektir. Ve Marks Avrupa Halklarına Dağlılar'ın savaşçılığını örnek gösterirken şöyle diyecektir: " Bağımsızlık ve özgürlük için nasıl savaşılacağını kahraman Kafkas Dağlıları'ndan öğreniriz. Onlar bu il-


kelerin en belirli ve saygıdeğer temsilcileridir." Bu ilkeler ve savaş gelenekleri içinde, direne direne savaşılırken en umutsuz koşullarda halkın direnme ve savaşma gücünü büyüten, engin bir vatan ve halk sevgisiyle tarihin ak sayfalarında onurlu yerini alan, bir halkın kültüründe onurun ve insani her türlü değerin en yüksek düzeyde ifadesi olanı Çerkes halkının feda geleneği olan Tıley'dir... Geleneğin kökleri Çerkes halkının tarihinin derinliklerine uzanmakla birlikte, özellikle 1800'lü yıllara gelindiğinde yeniden ve daha güçlü biçimde yaşatılmıştı. Çünkü yüzyılları aşan savaşlar sonunda Çarlık orduları Gürcistan ve Abhazya'yı ele geçirip kendine bağlamayı başarmıştı. Böylece Kuzey Kafkasya güneyden de kuşatılarak zor durumda bırakılmıştı. Dağlılar, çok farklı etnik yapılarından dolayı birleşik bir mücadeleyi örgütlemekte başarılı olamadıkça, güçlü orduların ağır saldırıları karşısında daha ağır bedellerle direniyorlardı. Artık dağların geçit vermezliği de onları koruyamaz olmuştu. Saldırılar sırasında ormanlıklara çekilen halkın köyleri, bahçeleri yakılıp yıkılıyor, gizlendikleri ormanlar ateşe veriliyordu. Bu koşullarda halkın direnme gücünü büyütme görevi, hepsi doğuştan savaşçı olan yiğit evlatların yüreklerinde feda ateşini harlıyordu. "Düşmanın katı, ezici ve ısrarlı saldırıları karşısında halkın yeterli etkinlikte direnememesi olasılığından derin endişeye düşüldüğü durumlarda, kim olduğu önceden bilinmeyen, bu gidişle olabileceklerden derin kaygı duyan herhangi bir Adige genci, kendi kendisiyle derinden derine bir iç hesaplaşma sonucu, hem kendisi, hem halkı, hem de vatanının yüksek onuru, özgürlük ve bağımsızlığı uğruna bilinçli ve pünüzsüz bir gönüllülükle kendini ölüme adardı.(...) İşte bu... kendini feda eden bağımız gönüllüye Adige'ler Tıley adını verirlerdi." (Kafkasya Yazıları, Sımıha Orhan Alpaslan Sayı:4 Yıl:1998) "Şimdi bana bir Tıley elbisesi gerek" diyecekti... Şafak vaktine dek yüreğindeki ateşle gözünü kırplalış, bütün iç hesaplarını tamamlamış olmanın huzuru ile gülümseyerek, kızkardeşlerine kararını böyle açıklayacaktı Tıley.. Savaş sürüyordu ve kadınların savaşı bitmek bilmiyordu. Geceli gündüzlü, dibek döverek cepheye barut hazırlıyorlardı, dibek sesleri hiç eksilmiyordu. Tıley'in kararını öğrenen Thamade'ler, savaşlar içinde ağaran sakalları ve

saçları, nice direnişlerle dikleşen başlarıyla törene hazırdılar. Bir sözleri iki edilmezdi onların. Onlar hem savaşın komutanları, hem de savaş içindeki yaşamın örgütleyicileri, gelenek ve törelerin öğretmenleriydiler. Bir sözleri iki edilmezdi, ama böyle bir gönüllülük karşısında "hayır" dediklerini tarih hiç yazmadı. Töreni Baş Thamade yönetecekti. Törenin yapılacağı geniş odanın beyaz badanalı duvarları paha biçilmez silahlarla donatılmıştı. Thamadeler, yakın ailesinden ve arkadaşlarından gelebilenler, hepsi tek çizgi halinde sıralanmışlardı. Yerde sert toprak üzerine hiçbir şey serilmemişti. Odanın ortasındaki masanın üzerinde taze kan rengindeki kumaş Tıley'e elbise olmak üzere bekliyordu. Tıley içeri girdiğinde sessizlik bozulmadı. Baş Thamade el emeği göz nuru işlemeleri olan paha biçilmez silahları bir bir kuşandırdı Tıley'e. Artık tüm gözler onun üzerindeydi. Taze kan rengindeki kumaşa ilk makası vuracak olan kızkardeşin tüm vücudunu bir ürperti kaplamıştı. Tıley'in kendinden emin gür sesi duyuldu: "Düşman üzerine kılıç gibi keskin, ok gibi hızlı gideceğim... Ayaklarımın altındaki sert toprak korkudan titreyebilir, fakat ben hayır... Dehşet karşısında gök iki büklüm olabilir, fakat ben hayır...İmkansız denilen şeyler olabilir, yerle gök birleşebilir, fakat ben asla yolumdan dönmeyeceğim.." Kızkardeş, Tıley'in andının gereği olan, onun yaşamla tüm bağlarını kesmek için makası eline aldığında Tıley'in kararlılığıyla gurur doluydu. Kızkardeş ilk makası vurdu ve kumaşı biçmeye koyuldu. Kumaş taze kan rengindeydi. Bütün halkların kültürlerinde kırmızının ortak anlamı vardı. Ertesi şafak vakti Tıley, kendisini izleyip tanıklık etmekle, kaçınılmaz sonuç olan kanlı cesedini alıp getirmekle görevli dört atlının, bir de onları uğurlamak isteyen diğer atlıların elli adım önündeydi. Bembeyaz bir atın üstünde, kan kırmızı Tıley elbisesi, pırıl pırıl, çok değerli silahlarıyla son yolculuğuna çıkıyordu. Umudun yolculuğuna, direnme, savaşma kararlılığına sonsuz bin güç katmaya...Rüzgarı yara yara ok gibi fırlayan atlıların nal sesleri evlerden gelen dibek seslerine bıraktı yerlerini... Düşman saflarının taa içlerine kadar dalıp, zikzaklar çizerek saldıran, saldıran, durmadan saldıran Tıley’i küçücük, kırmızı bir nokta halinde, toz duman içinde güçlükle seçebiliyordu tanıklar.

23

Göğüs göğüse, gırtlak gırtlağa bir boğuşmaydı yaşanan. Düşman safları dehşet içinde bozulup dağılırken, bir an evvel kırmızılar içindeki ölüm saçan, korkunç atlıyı yoketmek için çullandıkça çullanıyordu. Nice vuruşmadan sonra süngülerin ucunda havaya kaldırılmış körpe bedeni gördü tanıklar... Dibeğin başında kendini bütünüyle savaşa barut hazırlama görevine vermiş ananın yüreğindeki dehşetli merakı herkes biliyordu. Oğlunun hedefe varmışlığının müjdesini bekliyordu, anacan yüreğinin acısını yenerek... Uzaktan dört atlının, bir de arkada eyeri boş bir beyaz atın geldiği görüldü. Dört atlı, uçlarından her birinin tuttuğu iki tüfek arasına gerilen yamçının üzerinde, kırmızı giysileri kana ve toza bulanmış Tıley'i taşımaktaydılar. Dört atlı avlu kapısından girip, Tıley'i odanın ortasına serilen yatağa uzattılar. Dibek sesleri dışında tek bir ses duyulmuyordu. Birdenbire bütün dibek sesleri aynı anda sustu. İki eli hala kamasına sıkıca yapışık duruyordu Tıley'in. Yüzü, ölümü yenmiş olmanın, hedefe ulaşmış olmanın gururlu ve mutlu ifadesini taşıyordu. Dibek sesleri yeniden başladı. Savaş sürüyordu. Şimdi çok daha büyük bir öfke ve inançla dibek dövüyordu kadınlar. Ve Tıley'i çevrelemiş çoğunluğu genç olan kalabalık zaptedilmesi zor bir intikam duygusuyla hızlı hızlı soluk alıp veriyordu. Önde anası, peşinde kızkardeşleri odaya girdiklerinde kalabalık bir yerinden yarılarak onlara yol açtı. Ananın ağzından dökülen sözler böylesi onurlu bir töreni hakeden evladından duyduğu gururun sözleriydi. Ve kızkardeşler, genç arkadaşları, yakınları, savaşta ölen yiğidin ardından ağlamanın ona hakaret demek olduğunu bilerek, bakışlarını tavana, gökyüzüne çeviriyorlardı. " Öle vura, vura öle" direnen Çerkes halkı vatanından sürgün edildiği Anadolu topraklarında geleneğini bugünlere taşıyarak, kaderde ve tasada bir olduğu kardeş halkların benzer geleneklerine ortak etmişti. Ve onlar Anadolu halklarının bağımsızlık ve özgürlük kavgasında tutsak düştüler, katledildiler, asla boyun eğmediler... Gün geldi, en ağır saldırılarla halkın umudu yokedilmek istendiğinde, o güne dek Tıley'lerin kızkardeşi olan bir yiğit Çerkes kızı, saf, pürüzsüz bir gönüllülükle Tıley olmayı seçti... O Çerkes halkına ve Anadolu halklarına kadınların da Tıley olabileceğini öğretti... Derinden gelen dibek seslerini duyuyoruz, daha gür, daha güçlü artık...✔


fliir

PETROGRAT K›fll›k sarayda Kerenski,

Rüzgar,

Smolnide Sovyetler ve Lenin.

kar

Sokakta karanl›k

ve karanl›k.

kar

Onlar karanl›k gibi kurnaz rüzgar

rüzgar gibi cesur ve onlar.

yürüyor.

Ve onlar biliyorlar ki “O”

Yürüyor onlar k›fll›k saraya.

“ Dün erkendi yar›n geç,

Tesviyeci topal Sergey,

vakit tamam bugün!” dedi.

“Hey gibi dünya, diyor hey...

Ve onlar “anlad›k, bildik” dediler.

Ben 905’te on yafl›nda geçtim bu yoldan.

Ve onlar hiç bir zaman

En önde iri mazlum gözlü azize tasvirleri,

bildiklerini böyle müthifl ve mükemmel bilmediler.

yal›nayak çocuklarla kocakar›lar

Kar›n üstünde rüzgar.

ve uzun saçl› papas Gapon vard›.

Ve onlar,

‹nsanlar› ve rüzgar› arkam›za alm›flt›k,

cepheden dönen süngüleri,

ve karfl›da k›rm›z› pencerede bütün Ruslar›n çar›,

kamyonlar›, mitralyözleriyle,

siyah elbisesiyle sapsar› bak›yordu bize.

hasretleri, ümitleri, mukaddes ifltahlar›

A¤layarak topra¤a diz çöktü bütün kad›nlar,

ve karanl›¤a aç›lm›fl gözleriyle yürüyor,

ben kald›rm›flt›m ki elime istavroz ç›karmak için

yürüyor onlar k›fll›k saraya.

birdenbire dört nala Kazaklar ç›kt› karfl›m›za.

Putilovski zavottan bolflevik Kirof:

Kazaklar flahlanm›fl bir at ve kapkara kalpakt›.

“- Bugün büyük bir gündür yoldafllar, diyor,

Çocuklar ba›r›flarak serçe kufllar› gibi düfltü yere,

büyük bir gündür, ve ihtar ederim ki, çapul yapmak isteyenlere, art›k k›fll›k saray ve bütün Rusya iflçinin ve köylünündür.”

bir at nal› ezdi benim dizkapa¤›m›.” Ve topal Sergey baca¤›n› sürüyerek yürüyor Onlarla k›fll›k saraya.


naz›m

hikmet

1917 Rüzgard›r,

vecd içinde iflletiyor mitralyözü.

kard›r

Rüzgar›n alt›nda

ve karanl›kt›r hakim olan manzaraya.

k›rm›z› tu¤ladan k›fll›k saray.

Lehistan cephesinden gelen

Bolflevik Kirof

köylü ‹van Petroviç’in gözleri

“- Yoldafllar, dedi, tarih,

karanl›kta kedi gözü gibi görüyor.

yani bir mefl’ale yak›yoruz,

K›rm›z› sakal›na tükürüyor

yoldafllar, hücuma kalk›yoruz” dedi.

Ve “- Eh, Matuflka, diyor,

Ve nehrinde buzlar k›zar›rken

yeflil bafll› ördek gibi topra¤› çantaya att›k.”

Onlar çocuk gibi ifltahl›,

Rüzgar›n

rüzgar gibi cesur,

kar›n

k›fll›k saraya girdiler. ve karanl›¤›n alt›nda manzara.

Demir, kömür ve fleker

Ve limanda üç bacal› Avrora.

ve k›rm›z› bak›r

Atefl açt› k›fll›k saray.

ve mensucat

Atefl açt› sütunlar›n arkas›ndan

ve sevda ve zulüm ve hayat

alyanakl› yunkerlerle, sar›fl›n, fliflman orospular.

ve bilcümle sanayi kollar›n›n,

Tesviyeci topal Sergey

ve küçük ve büyük ve beyaz Rusya ve Kafkasya ve Sibirya

“Hey gibi dünya, dedi, hey Kerenski kalm›fl kimlere....” Ve topal baca¤›n›n üstünden düfltü yere. Lehistan cephesinden gelen

ve Türkistan ve kederli Volga boylar›n›n ve flehir baht› bir flafak vakti de¤iflmifl oldu.

köylü Ivan Petroviç

Bir flafak vakti karanl›¤›n kenar›ndan

çok uzaklardaki ya¤l›, semiz topra¤› kedi gözleriyle görüp

karl› çizmelerini Onlar

ve k›rm›z› sakal›na tükürüp

mermer merdivenlere bast›¤› zaman.


dayan›flma idil

kültür

merkezi

açlığın sofrasında ittik, konduk dallarına üç gün. Bağdaş kurduk açlığın sofrasına. Bu kapı ardına kadar açıktı dost yüzlere. Öyle davetsiz vardık, diz kırdık açlığın sofrasına. Üç gün açlığı paylaştık. Üç gün yanlarındaydık ana babaların. Hasret kalınan bir evlada nasıl sarılınırsa öyle kucakladılar, sardılar bizi. Başımızı yasladığımız göğüsleri tıpkı anamızın, babamızın göğsü kadar sıcaktı. Üç gün bağdaş kurduk açlığın sofrasında. Açtık, açlık grevindeydik. Açlığımızın üç gününü, yüreğimizin bütününü paylaşacaktık... Bereketliydi bu sofra, ne varsa doldurduk çıkınımıza. En temiz sevgileri dostluğun en çıkarsız olanını, paylaşımın en gerçek olanını, emeği, vefayı ve bağlılığı insan olmanın bütün erdemlerini bir bir yazdık gönül defterine. Gülüşünü yazdık Melek Akgün'ün, hasretini sonra. Oğula ve güzel günlere duyduğu bir hasret vardı gözlerinde en koyu deminden... Kemal Ağdaş'ın yüreğinde bir sevda vardı adına "halk" dediğimiz. Bu sevda sırtını dönmezdi adama, bu sevda bir başına koyup gitmezdi. Bu sevda sıcaktı, kara bir sevdaydı, iflah olmaz. Bir tutuldun mu kopamazdın. Adamı v e r e m eden

G

cinsinden hakiki, esas... Böyle bir sevdaya düşmüştü gözleri, ne varsa okuduk, yazdık, çizdik. Bir cigara dumanının havada süzülüşü gibiydi Niyazi Ağırman'ın “evlat” diye başlayan sözleri. Bir içimlik cigaraydı gözleri. Ağulu. Acı derler adına, bir öfke yalımı gelip oturmuştu gözlerinin en derin yerine... Hepsini bir bir yazdık gönül defterine. Ertelemeye vakit yoktu hiçbirini tıka basa doymalıydı gönlümüz. Öyle ya, bizde vedalaşmak sığmazdı dar vakitlere... Bizim ömrümüz göçebe bir kuştur. Bugün var yarın yok misali. Kalkar gidiverir vedasız sabahlarda. Ne varsa "Allah ne verdiyse" sofrasında, hepsine doymalı, ve doyurmalıydık insan olmanın erdemleriyle. Ozanın dediği gibi "balıklama dalmalıydık" hayatın içine. Öyle kenarından kıyısından değil. Öyle yaptık, balıklama daldık hayatın içine. Yüreğimizin en derin yerine koyduk katışıksız saf bir içimlik su gibi duru sevgileri. Gönül deli bir ırmaktır. Sevgiden bir ırmaksa gönül işte o zaman taşar da taşar, hırçındır. Bizimkilerin gönlü de deli bir ırmak gibi, coştukça coşuyor. Bedenler eriyordu, umut dimdik ayakta. Doyduk üç gün insan olmanın erdemiyle... Tel örgülerin ardındaki hasret döküldü geldi satırlarla, bir kuşun kanadında. "Ana" diyen "baba" diyen, "kazanacağız" diyen ve kavuşmaları "bir başka bahara" bırakan özlemler bir bir döküldü dillerden... Kınalı bir gelinimizi daha uğurladık açlığın

26

sofrasından. Giderken Arap Kızı, upuzun, boylu boyunca, omuzlar üstünde, onuru ise dimdik ayaktaydı, gördük! Selam durduk sonra. "Selam et Arap kızı... Selam götür güneşe senden önce varanlara. Hani 'karanlığı şimşek çakıp yakanlara' " Yükü ağırdı Arap kızının, halkının umudunu, özlemlerini ve kurtuluş düşünü taşıdı dört yüz altmış beş gün boyunca. Dile kolay hücre eritti dört yüz altmış beş gün boyunca. Bin kere sınadı iradesini. Bin kere eritti, su verdi o çeliğe. Sağlamdı. Halklar halayında ben de varım diyordu. Omuz verdi kendinden önce halaya duranlara. " Ya leel ya leel ya leeel....." Yolun açık, başın dik olsun... Ayağımızın tozuyla elimize aldık bağlamayı ve dokunduk tellerine. Türküler birer birer koptu geceden... Bir özlem, bir hasret, bir de sevda vardı yanık. Dedik ya üç gün doyduk açlığın sofrasında... Bereketliydi soframız. Yüreğimiz, beynimiz ve çıkınlarımız dolu ayrıldık. Üç gün doyduk bu sofrada, "üç gün aç kaldık her mevsim onurlu olmak için" Yunduk, yıkandık, sevdaya sevdamızı kattık. Gözlerimiz borçluydu artık gördüğüne. Bir gün gelir ödemek üzere borcumuzu, sıktık sımsıcak ellerini... Hoşçakal Melek Abla, Hoşçakal Niyazi Abi, Hoşçakal Kemal Abi ve İhtiyar kalın sağlıcakla... Bağışlayın bir kusur ettiysek.... Ha bir de helal edin olur mu doygunluğumuzu. Bu sofradan daha çok kişi doyacak unutmayın. Bol olsun kepçeniz... Günleriniz ise yüreğiniz kadar aydınlık...✔


che güzin

karaduman

Che olmak... Fİdel’e... “ Birgün başka gökler altında son saatim gelirse, son düşüncem halk ve özellikle sen olacaksın...”

nderler zulmün tarihsel haksızlığına karşı, ezilen halkların haklı kavgasında düşünceleriyle, eylemleriyle, kişilikleriyle birer yol göstericidirler. Yaşadıkları sürece zulüm için yokedilmesi gereken birer “tehlike” dirler. Ama onları yoketmek kolay değildir. Yaşamlarıyla olduğu gibi ölümleriyle de sarsarlar zulüm düzenini... Ve ölümlerinden sonra da, halkların haklı kavgalarında, yüreklerinde ve bilinçlerinde yaşamaya yol göstermeye devam ederler. Halklar için,”bizden biri’ dir onlar. Halkın dostu, evladı, önderidirler... “bizden biri” kadar yakındırlar, insandırlar... Onları yoketmek için her yol denenir. Yaşamlarında halkın gözünden düşürülecek bir leke bulamayınca efsaneleştirilir, ulaşılamaz, insanüstü hale getirilir. Öyle ki sanki başka bir gezegenden gelmişlerdir... Bir de insani erdemlerini, devrimci kişiliklerini gözden uzak tutmak için yoz kültürün beğeni ölçütleriyle yakışıklılığı, aşkları, zevkleri vb. ile gündeme getirilir. Birde tüketim ekonomisine malzeme yapılır ki tişörtlerle, çantalarla, aksesuarlala simgeleştirilir. Oysa önderlik ettikleri halkların gözünde farklı bir misyonları vardır. Halkların arkadaşı, dostu, öğretmeni, komutanı, önderi, yoldaşıdırlar... Tıpkı Che gibi... “Nasıl bir insandır Che?” sorusuna verilecek onlarca güzel cevap vardır. Che her şeyden önce devrimci olmanın bütün erdemlerini kişiliğinde barındıran örnek bir devrimcidir. Che’nin bir “Maceraperest” olduğunu iddia edip, onu salt bu kalıba sığdırmak isteyenler ne için savaştığını halktan gizleme kaygısına sahip olanlardır.

Ö

Che renkli serüvenlerle dolu bir hayat yaşamıştır... Ama bu “serüven” cilik nasıl bir serüvenciliktir? Bu serüvencilik bir amaç, bir ideal uğruna yaşanan serüvenciliktir. Serüvenlerle dolu bir ömrü bitirdiğinde halkların gönlünde hakettiği yeri bulacaktır. “Mac e r a p e re s t ” t i r Che, ta ki.. soğuk Meksika gecelerinden birinde ‘Amerikalı bir sürgün’e, Fidel’e rastlayana dek... Motosikletiyle Latin Amerika kıtasını gezmek idealiyle çıktığı yolda gördükleri halka karşı beslediği duygularını güçlendirecek emperyalizme olan öfkesini büyütecektir. Latin Amerika kıtası haksızlıklarla doludur. Orta Amerika halkları yoksuldur, ezilmiştir. Kuzey Amerikalı sömürgecilerin elinde olan yoksul halkların çocukları açtır. Ve varolanı değiştirmek değil, yıkmak fikri saracaktır Che’yi... Kıtayı boydan boya gezmek idealiyle, motosikletiyle çıktığı bu yola inançlı, yürekli bir devrimci olarak devam edecektir. Yol boyunca gözleri görmesi gerekeni görecek, Meksika ve Küba’da topraklarında sömürü ve yoksulluk politik

27

düşüncelerinin netleşmesine zemin sağlayacaktır. Hayatı boyunca silah arkadaşı, yoldaşı, komutanı olacağı ve yüreklerinde, beyinlerinde aynı düşü paylaşacakları Fidel’le ilk karşılaşmalarını şöyle anlatır: “Soğuk Meksika gecelerinden birinde onunla tanıştım, ilk konuşmamız uluslararası politika üzerineydi. Sabahın erken saatlerinde gelecekteki yolculuğa katılacaklardan biriydim.” Bu “serüvenci” doktor Fidel’e ve Fidel’in ideallerine inanır. Ve “Bu kadar saf bir erek uğruna öl-


meye değer” diyerek yaşam tercihini yapar ve Küba’nın kurtuluşu uğruna mücadeleye başlar... Görevi, “Devrimci savaşı adanın bir ucundan öbür ucuna götürmek”tir. Bu görevi O’na Fidel vermiştir... Küba az gelişmiş ve emperyalizmin sömürgesi bir ülkedir. Ama... and olsun ki bir gün bu “Yeşil Timsah” özgür olacaktır... Olur da... Bir gün zincirlerinden kurtulur Küba, bağımsızdır. Sierra Maestra dağlarında ateşli bir aşk gibi yüreklerinde taşıdıkları devrim özlemiyle savaşırlar. Che gerillada bir öğretmen, bir doktor, bir komutan, bir savaşçıdır... Pek çok yoldaşı gibi Sierra Maestra dağlarının yarattığı kahramanlardan biridir... YİĞİT FEDAKAR BİR SAVAŞÇI, KOMUTAN CHE “En başta gelen belirleyici özelliklerinden biri, en tehlikeli görevler için derhal gönüllü olmakta gösterdiği yiğitlikti. Elbetteki, bu da büyük bir hayranlık uyandırıyordu. - Her zamanki hayranlığın iki katını uyandırıyordu. Bu ülkede doğmamış olan, bizimle savaşan bir asker, derin düşüncelere sahip bir adam, zihni kıtanın diğer parçalarında mücadele etme hayalleriyle dolu bir kişi, her an tehlikeli görevleri üstlenecek kadar, hayatını sürekli tehlikeye atacak kadar

kendi kaderini hiçe sayan, kendini feda eden yiğit bir savaşçıydı.” Che’yi yoldaşları böyle anlatıyor. Che’yi devrimci yapan (hani o kapitalizmin özenle gizlemek, yoketmek istediği) değerler ve idealler bugün hala yaşıyorsa Che’ de yaşıyor demektir. Çünkü kavga sürmektedir. Çünkü Che ve yoldaşlarının büyük bir kin ve nefretle savaştıkları emperyalizm hala halkların büyük bir düşmanıdır. Che’ yle birlikte savaşanlar onu tanıma fırsatı bulanlar onu anlatmaktan büyük bir gurur duyuyorlar. Birlikte yaşadıkları süre içinde askeri başarılarının yanısıra, onun mütevazi yaşamından öğrendiklerini de unutmuyorlar. Che’ yi anlamak, ne için savaştığını bilmekle mümkündür. Bir ömür boyu sürdürdüğü devrimci yaşamında ideallerini nasıl korumuş ve büyütmüştür? Che’ ye biraz da buradan bakmak gerek. 14 Haziran 1928’ de Bounes Aires’ te dünyaya gözlerini açan bu hasta ve çelimsiz bebeğin bir gün gelip bir önder, bir savaşçı olacağı akıllarına gelmiş midir anne ve babasının, bilmiyoruz. Böyle bir ihtimal her anne babanın aklına gelmez elbette. Ama oğulları Ernesto’yu tanıdıkça bir gün gelipte Latin Amerika halklarının kurtuluşu için savaşa girdiğini duyduklarında ellerinde büyüyen çocuklarının bu tercihi onları şaşırtmayacaktır. İrlandalı bir katolik olan babası Ernesto Guevara Lynch ilk çocuğu Ernesto’yu yetiştirirken ona katı bir hayat çizgisi ve inanç aşılamaz. Hayatı, hayatın içinde tanıması ve kişiliğinin şekillenmesi için serbest bırakır. Che’ nin bebekliğinden beri varolan hastalığı nedeniyle onun bu hastalığı daha rahat geçirebileceği iklim ve koşullarda yaşamasına imkan tanır. Che hayata karşı ilk mücadelesini hastalığıyla boğuşarak ve o peşini ömür boyunca bırakmayacak olan astım krizlerine karşı verir. Bu mücadelenin bir tek galibi olur: Che ! Büyüdükçe hastalığına karşı iradesini devreye sokarak onu yine yenmesini bilecektir.

28

Duyarlı, duygulu bir çocuktur... Küçükken kanadı kırık bir serçeyi çatıdan kurtarmak için hayatını tehlikeye atacak kadar duygulu bir çocuk olan Ernesto ile Küba fundalıklarından ailesine yazdığı mektupta “Yaşam gücüyle dolu ve kana susamış” Che arasındaki fark baba Ernesto Guevara Lynch’i düşündürecektir. Bunu anlamaya çalıştığında şu sonuca varacaktır: “Bir insanın haklı bir dava uğruna mücadele etme kararı aldıktan sonra ne kadar katılaşabileceğini anladım. Benim duygu dolu duygusal oğlum, artık geri dönemeyeceği bir görevi yerine getirebilmek için kendi duygusallığını yokediyordu” (Oğlum Che syf 36) Che için de devrime ve devrimci çalışmaya yön veren şey her devrimcide olduğu ve olması gerektiği gibi “İnsan sevgisi” dir. Sevgi ise yaratılan bir değerdir. Che’ de sevginin gökten inmediğine, kimse tarafından bahşedilmediğine inanır. Gerçek sevgi çabadır. Emek verilerek yaratılandır. Sevgi, emek verildiğinde bir anlam kazanır. İnsanlar ancak eşit olduğunda iletişimle kurulacak bir sevgi büyütülebilir. Bir devrimciyi devrimci yapan en temel şey duygu dolu yüreğidir. İnsanların eşitliğiyle kurulabilecek sevgi dünyasına duyulan özlemdir devrimcilik. Che’ yi de iyi bir devrimci yapan temel nokta budur. Bu sevgi dünyasını kurmak içinse savaşmak şarttır. Efendilerin olmadığı bir düzen, “değiştirerek” değil, yıkıp yerine yenisini koyarak mümkün olacaktır. Che’ nin ve yoldaşlarının silahlarına duydukları sevgi bunun içindir. Çünkü eskiyi yıkmak ancak “silahla” mümkündür. Fidel Che’yi “O’nun kişiliğinde düşünce ve eylem adamı birleşmiştir” diye tanımlar. Ölümünün ardından yaptığı konuşmada şöyle der Fidel; “Che’nin yazıları, Che’nin politik ve devrimci düşünceleri, Küba Devrimi sürecinde ve Latin Amerika Devrimi sürecinde asla tükenmez, eksilmez, sonsuza dek sürecek bir değer taşıyacak, değerin sürekli biçimde koruyacaktır. (.....) O’nun düşünceleri eylem adamının, düşünce adamının, eksiksiz ahlaki değerlere, üstün duyarlılığa, kusursuz davranışlara sahip bir insanın düşünceleri olarak evrensel bir öneme sahiptir ve her zaman sahip olacaktır.” Kübalıların dostu Che bütün Latin Amerika halklarının kurtuluş umudu ve önderidir.


CHE VE SAVAŞ SANATI Yoldaşları Che’yi anlatırken onu bir yerde “Gerillacılığın sanatçısı” olarak ifade ediyorlar. Üstün askeri yetenekleri, olağanüstü cesaretiyle kendi canını hiçe sayacak kadar yiğit bir savaşçı... En tehlikeli görevlerin ilk gönüllüsü... Esir düşen düşman askerlerini dahi tedavi eden elleri aynı zamanda cephede tetiğe asılan doktor ve gerilla Che... Achille Topuğuna** sahip Che... O’nun Achille topuğu ise tehlikeyi küçümsemesidir. Savaşın da bir sanatı vardır, ve sanatçısı. Che’ de bu sanatçılardan biridir. Bunu sayısız kez gösterir. Askeri iki kola komuta ettiği bir işgal harekatı, binlerce piyade askeriyle Santa Clara kentine yaptıkları baskındaki başarılar bunun en güzel örnekleridir. Savaştığı sürece yoldaşlarında hayranlık uyandıracak bir biçimde yaşar. Ama Che dendiğinde ilk akla gelen askeri başarıları değil, onun bu askeri başarıları gerçekleştirmesini sağlayan kişiliğidir. Che’ nin kişiliğinde barındırdığı devrimci hedefler, devrimci duygular, devrimci erdemlerdir. Bunları gerilla savaşıyla bütünleştirip ve nihai amacı olan devrime ulaşmak için savaşın sanatını yaratmıştır.. Tartışmasız bir gerçektir ki bir devrimciye savaşmadan devrimci denmez. Aynı şekilde savaş da devrimcilerin nihai amacına ulaşmaları için kullandıkları bir araçtır. Che’de savaşı ve savaşçı olmayı böyle görür. Devrim olmadan halkların kurtuluşu mümkün olmayacağı gibi, savaş olmadan devrim de olmayacaktır.. Bu nedenle savaşır ve kazanır. Küba halkı emperyalizmin elinden kurtulmuştur ama daha bağımsızlık özlemi duyan kocaman bir kıta vardır geride... Che kendini bütün Latin Amerika halklarının kurtuluşuna adamış enternasyonalist bir devrimcidir. Bu düşüncelerini 16 Nisan 1967’ de Havana’ da toplanan Tricontinantal konferansına gönderdiği mesajda şöyle açıklar: “Gerçek proleter enternasyonalizmini yaratacak olan, altında dövüştüğümüz bayrak, insanlığın kurtuluşu kutsal davası olmalı. O nedenle, yalnızca bugün silahlı mücadeleye sahne olan ülkelerden sözedersek Vietnam, Venezuela, Guetamala, Laos, Gine, Bolivya bayrağı altında ölmek... bir Amerikalı, Asyalı, Afrikalı hatta Avrupalı için aynı biçimde onurlu ve arzu edilirdir. İnsanın bayrağı

altında doğmadığı bir ülkeye akıttığı her damla kan, orada hayatta kalan her kişinin, daha sonra, kendi ülkesinde vereceği kurtuluş mücadelesi için bir deney, bir halkın kurtuluşu, başka bir halkın kurtuluş mücadelesinde kazanılmış bir aşamadır” Che’nin de inandığı gibi Küba Latin Amerika Devrimlerinde bir örnektir. Ve hiç bir zaman tek bir örnek olarak kalmayacaktır. Bu düşüncelerle Küba Devriminin ardından 1965 yılında Vietnam’a, oradan Kongo’ya ve Latin Amerika’da çeşitli ülkelere gider. Ve 1966 yılında Adolfo Mena Gonzales adına çıkarılmış bir pasaportla Bolivya’ya gider. Bolivya’ya giderek oradaki halkların kurtuluşu için savaşmaya devam edecektir... 29 Eylül 1967’ de AP ajansı Bolivya Silahlı kuvvetlerine bağlı bin beşyüz kişilik bir askeri gücün Che’ nin peşine düştüğünü haber verir. 8 Ekim 1967 günü, Che’nin birliği yüzlerce asker tarafından kuşatılır. Çarpışmada yaralanan Che tutsak düşer... Emperyalistlerin elinde tutsakken hakaret etmeye çalışan bir subayın yüzünün tam ortasına indirdiği yumruk Latin Amerika halklarının öfkesini bir devrimcinin başeğmezliğini simgeler. Tıpkı onu vuracakken eli titreyen subaya “Haydi korkma Ateş et!” diyen sözleri gibi... Che’ nin hayatına kalbine sıktıkları öldürücü kurşunla son veren emperyalistler ölüsünden de korkarlar. Che bir efsanedir, ve öldürseler de kurtulamayacaklardır... Öldüğünde ABD basını “Bolivya’da gerilla operasyonunun bittiğini müjdeler! Che ise Hanoi’ de, Kongo’ da, Cezayir’de, Tanzaina’ da, Latin Amerika ülkelerinde bir kahramandır artık... Bir devrimcinin ölümü nasıl karşılanmalıdır? Che bunu Latin Amerika Dayanışma konferansına gönderdiği mesajda şöyle cevaplıyor: “Savaş çağrımız kulaktan kulağa yayılacaksa ve silahlarımızı kavramak için başka eller uzanacaksa başka insanlar mitralyöz sesleri ve yeni savaş naraları arasında cenazelerimize ağıt yakacaksa ölüm hoş geldi safa geldi” Ölümü cesurca karşılayan Che’ nin tıpkı Fidel’e dediği gibi “Son saati geldiğinde” aklına gelen şeyin yine halk olduğundan kuşku duymuyoruz...Çocuklarına yazdığı veda mektubunda şöyle der:

29

“Bu mektubumu bir gün okuduğunuzda babanız artık aranızda olmayacaktır. Babanız düşündüğü gibi hareket eden ve elbetteki inançlarına bağlı bir insandı. En çok istediğim şey, yeryüzünün hangi bölgesinde ve kime karşı olursa olsun, her türlü haksızlığı derinden duyabilmemiz ve bu haksızlıklara karşı gelebilmenizdir. Bu bir devrimcinin en güzel niteliğidir.” Che’ nin çocuklarına bıraktığı bu mektupta anlatmak istedikleri bugün hala geçerliliğini koruyor. Bu mektup bütün ezilen halkların çocuklarına yazılmış bir mektup niteliği taşıyor aynı zamanda. Che olmak, Che gibi yaşamakla namuslu, vicdanlı bir insan olarak haksızlıklara karşı çıkmak ve haksızlıkların son bulması için savaşmakla mümkündür. Tıpkı Che’nin dediği gibi “ dünyanın neresinde haksız yere bir tokat patlasa birinin yüzünde, onu yüreğinde hissedebilmektir”, insan olmak, devrimci olmak, Che olmak...✔ Kaynaklar: Che Guevara (Yar Yayınları) Yaşamöyküsü, Röportajlar, Mektuplar-Che Guevara (Yar Yayınları) Politik Yazılar-Che Guevara (Yar Yayınları) Bolivya Günlüğü-Che Guevara (Yar Yayınları) Oğlum Che-Ernesto Guevara Lynch (Çiviyazıları) *Arkadaş anlamına gelen Che ismini O’na Küba Halkı vermiştir. **Achille topuğu: Mirmidon kralı, Homer’in ünlü kahramanı Achille’ nin bir tek zayıf yeri vardı, oda topuğuydu. Truva kuşatmasında, Paris’in attığı zehirli okla topuğundan vurulup öldü.



beyo¤lu özgür

flen

Vah Beyo¤lu... era, Osmanlı İmparatorluğu döneminde, bugünkü Beyoğlu'na verilen isim. Yunanca “öte, ötesi” anlamına gelir. Eski kentin karşısında yer alması nedeniyle bu isimle anılır. İstanbul'un alındığı yıllarda yalnızca Galata Kulesi çevresinde küçük bir yerleşim olan Pera, Beyoğlu adını, sonradan müslüman olan Prens Aleksis'in buraya yerleşmesiyle almıştır. Bizans İmparatorluğu döneminde burası Peran Bağları diye anılır. Pera İstanbul'un fethinden sonra yapılan Asmalı Mescit ve Galata Sarayı ile zenginleşir. Giderek Beyoğlu yabancı azınlıkların merkezi durumuna gelir. Feodal Anadolu içinde yabancı kültürün burada yoğunlaşması, o zaman için emperyalist kültürün burada daha çabuk yeşermesini de kolaylaştırır. Şimdiden bakıldığında Beyoğlu İstanbul içinde daha "Avrupai" görünen ilçelerden biridir. Aslında bu durumu tüm Beyoğlu'na mal edemeyiz. Gidenler bilirler Beyoğlu'nun arka sokaklarına girildiğinde yani İstiklal Caddesi'nden biraz çıkıldığında bu durum oldukça değişir. Yozluksa yine yozluk vardır hem de İstiklal Caddesi'nde görünenden daha da fazla. Hele de akşam saatleriyle birlikte... Ama görüntü daha bir eskir. Oldukça fazla eski binalara rastlanabilir. Hatta sit alanı ilan edilen binalara bile... Bunun yanı sıra kiliseler hala ziyaretçilere açıktır. Ara sokaklarda dolaşırken sadece eski yapılarla karşılaşsaydınız herhalde daha tarihsel bir gezi yapmış olurdunuz. Ama size laf atan bir travestinin sesiyle bir anda o tarihten kopup gerçekle yüzyüze gelirsiniz. Ya da "bir şarap parası abi" diye açık ve aleni, içkisinin parasını çıkarmaya çalışan ama bu arada ayakta zor duran bir alkoliğin se-

P

siyle kendinize gelirsiniz. İstiklal Caddesi gibi her daim ana baba günü olan bir yerde dalmış yürürken, omzunuza asılı çantayı açıp, içini karıştıran baliciyi yakalarsanız şanslısınız yoksa o çoktan yeni balilerini almıştır. Bir anda yerden biter gibi bitiverir. Bacak kadar boyuyla kağıt mendil satmaya çalışan çocuk. Kolay kolay bırakmazlar peşinizi. Siz ne kadar kararlı da olsanız, ta ki gözlerine yeni birini kestirene kadar yanınızdan ayrılmazlar. İstiklal Ceddesi'ne girmiş, hava da sıcaksa eğer elinize bir dondurma alıp hem serinleyip hem gezmeye çalışırken o da ne... Biraz önce aldığınız ve daha iki kere bile doyasıya yalayamadığınız dondurmanız bir balicinin elindedir. Çaresiz bırakırsınız dondurmayı, balicinin daha ilk dil atmasıyla. Kafanızda bin türlü tilki dolaşırken, dalmış gitmişken yani, nasırına basılmış gibi bağırır biri avaz avaz ve kulağınızın içine. Eskile-

31

rin deyişiyle bir "meczup". Çaresizsinizdir. Ve tek gülmeyen de siz. Bu 20 km2 lik alanda her çeşit insanla karşılaşmanız mümkündür. Aktörü, yönetmeni, yazarı, çizeri, müzisyeni, tinercisi, travestisi, pezevengi, esnafı, tezgahtarı, dilencisi... Dolarlarını harcayacak yer arayanlardan, akşam yemeğini çıkarmak için Odakulenin akustiğinden yararlanarak, elinde ucuz bağlaması sesinin yettiğince türkü söyleyerek para kazanmaya çalışanlara kadar. Sonra her çeşit bar bulunur burda. Rock Bar, Türkü Bar, Cafe Bar... Özellikle akşam üzeri başlayan ses, tam bir gürültü halini alır. Attığınız her adımda yeni bir ses vardır. Çünkü kapılardan, camlardan taşar, adeta kulaklarınızı oyar. Her çeşit müzik duyabilirsiniz. Tabii ne kadar müzik denilebilirse. Burada önemli olan bir ses, bir ritmdir, becerebildiği kadar tabii. Gerisi önemli değildir. Çünkü ya dinlenilmiyordur


ya da dansta, halayda kimse bunun farkında değildir. Adı türkü bardır ya türkü dinlemeye gideriz. Oysa... İçinde bulunduğumuz bu yerlerde, Anadolu' muzun bir o yöresinde bir bu yöresinde dolaştığımızı sanarız, bir pislikten diğerine giderken. İstiklal Caddesi bir günde ne kadar insanı misafir ediyordur acaba. En sessiz olduğu saatler sabaha karşı olan saatlerdir ki, o saatlerde bile bir çok insan görürsünüz caddede. Tabii sadece İstiklal Caddesi değildir kalabalık olan. Bir Eminönü belki daha da kalabalıktır ama İstiklal Caddesi'yle arasında bir fark vardır. Onca kalabalığına rağmen Eminönü'ne gelenlerin çoğu iş için gelir. Köprüde balık ekmek yemek, Yeni Cami'de mısır atmak kuşlara dönemi pek kalmamıştır. Orada bir telaş, bir koşuşturmaca vardır daha çok. Ama İstiklal Caddesi öyle değildir. Buraya gelenler özel olarak zaman ayırıp gelirler. Kimisi sinemaya, kimisi tiyatroya, kimisi bara, kimisi o geceyi geçireceği bir gecelik aşkını bulmaya... Beyoğlu 'eğlence' için yoğun olarak tercih edilen bir yer haline gelmiştir. Bunun yanı sıra yozluğun da en yoğun yaşandığı bir yer... İstanbul'un birden fazla merkezi olduğu söylenir, ama illa bir yer belirtmek gerekirse Taksim-Be-

yoğlu-İstiklal Caddesi denilebilir. Niye bu kadar ilgi gösterilir buraya? Ya da niye buraya gelmek ister insanlar? Yozluğun içinde de sınıf farkı vardır da ondan. TV'lerde, gazetelerde hergün bir başka yozluk sunulur bize. Adı bazen haberdir, bazen televole, bazen tartışma. Adı değişir ama öz değişmez. Hep aynı şey vardır. Bir avuç burjuvanın yoz yaşantısı... Bugün şununla yakalandı, bugün şununla kavga etti, bugün şu arabayı aldı... Sanki bütün Türkiye böyle yaşıyormuşcasına anlatılır. Onların hiçbir dertleri yoktur, tek derdi çapkınlık yaparken yakalandığında eşlerine ne diyecekleridir... Tabii derlerse... Hal böyleyken bu kadar reklamdan özenen vatandaşlarımız ne yapsınlar. Etiler, Bebek'e gidemeyeceklerine göre... Ya da daha somut söylemek gerekirse Laila'ya veya Dedikolu Meyhane'ye bu vatandaşlarımız giremeyeceğine göre... Nereye gücü yeter, tabii ki Beyoğlu. Çünkü orada her kesime, her keseye, her isteğe bir şey bulmak mümkün. Bu yüzden İstiklal Caddesi her saat bir insan seli gibidir. Tesadüfen buraya

32

gelip iradene sahip çıkamazsan seni bitirir. Kimliğini, kişiliğini değiştirir. Burası dünyanın en özgür olduğu kadar en tutsak olunan yeridir. Özgürsündür, istediğin yere gidebilir, istediğin kadar para harcayabilirsin. Özgürsündür, istediğin gibi giyinebilir, istediğin gibi konuşabilirsin. "Ben özgürüm" diye reklamdaki gibi şarkı da söyleyebilirsin üstelik. Ama tutsaksındır, tam da istenileni yaptığın için. Tutsaksındır, kendi kültürüne yabancılaştığın için. Tutsaksındır, sorunlardan, sorulması gerekenlerden kaçtığın için. Tutsaksındır, gerçek sevgilerden, dostluklardan ve paylaşımdan koptuğun için. Batılılaşma, Avrupalılaşma diye emperyalist, yoz, çarpık kültür böyle girer beynimize. Gözlerimizi de bağlarlar sahte özgürlüklerle. Altında çoğu genç, birçok hayat sönerken, o barların, mağazaların lambaları hep yanar. Beyoğu'nun arka sokakları ise ışıklarla bile aydınlatılamayacak bir karanlığı, sistemin yarattığı pislikleri barındırır. Halkı kendi kültür ve geleneklerinden koparmak zamanla onları birbirinden koparmayı getirir. Bencilliğin, egoizmin, benmerkezciliğin olduğu yerde hiçbir mücadelenin örgütlenemeyeceği de bilinir ve istenilen de budur. Ye, iç, yat, eğlen, tüket ama asla düşünme. Çünkü düşünürsen yaparsın da. Ah Peran Bağları, ah eski Beyoğlu diye iç geçirmek bir fayda getirmez. Yapılması gereken tarihin güzelliklerini koruyup yoz, dejenere kültürü yıkmaktır. Yapılması gereken kendi kültürümüze, değerlerimize, insanlığımıza sahip çıkmaktır.✔


an›

grup

yorum

elleri k›nal› k›z bekliyor musun hala bizi? ki gün içinde, önce Esenkent’teki Rıfat Ilgaz Açık Hava Tiyatrosu’nda, ardından İzmit’te konser vermiştik. Esenkent’teki konser, daha önce Harbiye’deki büyük konsere ulaşım sorunu yüzünden gelemeyen Esenyurt Bölgesindeki dinleyicilerimizle buluştuğumuz, aynı coşkuyla türkülerimizi birlikte söylediğimiz bir konser oldu. İzmit konserinden sonra kültür merkezimize döner dönmez uzun yol hazırlıklarına giriştik. Bu kez istikamet Marmaris ve Bodrum. Yani kalburüstü kesimlerin eğlence merkezi haline dönüşen, doğal güzelliklerinin kartpostallarda kaldığı, TV’lerde paparazzi programlarının malzeme deposu olan, barlarında her türlü yozluğun “çılgın eğlence” adıyla pazarlandığı “turizm cennetleri”... Ve buralarda Grup Yorum konserleri... Üstelik turizm sezonu tüm canlılığıyla sürerken... Yol uzun, malzemeler çok. Bu yüzden bir minibüs tutup gideceğiz. Akşama doğru minibüsümüz geliyor, eşyaları yerleştirip doluşuyoruz. Ama önce bir ziyaretimiz olacak. Alibeyköy’de iki baba ve bir anne; Niyazi ve Kemal abi’ler ile Melek abla... F-tipi hücre hapishanelerde tecritin kaldırılması ve ölümlerin durdurulması için Süresiz Açlık Grevi’ndeydiler. Uzun yola çıkmadan, bir kez daha görmek, ellerini öpmek, birlikte türkü söylemek istedik. Yanlarında biri daha vardı; Feride Harman... Feride’yi ilk görüşümüz. Tek tek tanıştırılarak sarılıyoruz. Açlığın 400’lü günlerindeyken “Nasılsın?” sorusu ne kadar anlamsız. Daha doğrusu anlamı değişmiş, morali, coşku-

İ

yu, direnme kararlılığını ifade etmenin aracı bir soru haline dönüşmüş durumda. Feride kendi deyimiyle, “özgürlüğün tadını çıkara çıkara” direnmenin coşkusunu yaşıyor ve bu yüzden kendisini “çok şanslı” sayıyor... “Nereden geldi aklıma bilmiyorum. Neden çam değil, meşe değil de söğüt ağacı, onu da bilmiyorum. Vasiyetimde mezarımın başında kocaman bir söğüt ağacı olsun istedim. Galiba şeyden... söğüt ağacının altında oturmanın güzelliği bir başka. Bir tarafta da su sesi , gerçekten bambaşka birşey. Biz Dersim’deyken çok severdik...” Israrla, bizden istediği bir türkü var mı diye sormuştuk, işte söyleyiverdi. İnceden, rahatsız etmekten çekinerek, bir uzun hava doluştu odaya: “Şu Dersim’e söğüt olaydım...Gölgesine oturaydın...” Gecikmişliğimizden bağış dileyerek, kınalı ellerini öpüyoruz hepsinin. Çıkmadan Feride’ye “üç gün sonra geleceğiz. Bizi bekle e mi?” derken boğazımız düğümleniyor. Feride çözüveriyor düğümü:”Ohoooo, ben daha halay çekeceğim, merak etmeyin.” Kemal abi, Niyazi abi, Melek abla Feride’yle birlikte olunca kendi açlıklarını unutmuşlar, kıpır kıpır, yerlerinde duramıyorlar. Onların yüreklerindeki güzeliği anlatmak zor. Sevgi

33

ve umudun ateşiyle akıp gidiyor duygularımız. Yanıbaşımızda onlar, yüreğimizde hapishane ve hastane hücresinde ölümün eşiğindekiler. Ve tecrit duvarlarının ardından yazdıklarıyla bize her gün postacı yolunu gözletenler... Sevgilerini, coşku ve umutlarını, bir de daha kaçını sonsuzluğa uğurlayacak olmanın yakıcı öfkesini yüreğimize alıp ayrılıyoruz yanlarından. Yoldayız artık. Yanımızda bir dostumuz Ülker ve küçük oğlu Doğa, belgesel için çekimler yapacak olan kameraman Levent de var. İzmit Körfez’e kadar hızla yol alıyoruz. Körfez’de araçla feribota geçiyoruz. Feribotun üst katına çıkıp sohbete koyulurken Levent’in kamerası çalışıyor. Anlaşılan yolculuk boyunca belgeleneceğiz, ara sıra Levent’i bazı görüntüler için tehdit etmeli... Esprilerle sohbetle feribot yolculuğu bitiyor, tekrar yollardayız. Giderek uyuklamalar başlıyor. Şoförümüz de bir motelin önüne çekip “15-20 dakka ben


de kestireyim bari” diyor. Uyandığında tam iki saat geçmiş... Marmaris yolunu sora sora ilerliyoruz. Bir yerde tabelaya yanlış bakmış şoförümüz, farkettiğimizde yaklaşık bir kilometre gitmişiz. Geri dönüyoruz. Bizim şoför çok hızlı, öyle bir dönüş yapıyor ki birden kendimizi soldaki yolda ters yönde giderken buluyoruz, uyarmaya çalışırken bir kavşaktan doğru yola çıkıyoruz. Marmaris’e yaklaştık. Epeyce vakit kaybetmişiz. Şoförümüz “yarım saatte ordayız” diyor. İddiaya giriyoruz. Varamazsa çikolata ısmarlayacak. Virajlı yollarda tehlikeli dalışlar yapıyor. Arkadan bir ses: “Abi yavaş ol. Çikolata yiyeceğiz derken bizim helvamızı yiyecekler”... Yarım saati biraz geçe varıyoruz. Şoförümüz çikolata borçlu... Organizasyonla ilgilenen biri bayan iki kişi ile görüşüyoruz. Herşeyin yolunda olduğunu söylüyorlar. Gidip kalacağımız otele yerleşiyoruz. Turizm sezonu bitmemiş, otelde yabancılar da var. Küçük bir havuzun kenarında otururken yanıbaşımıza sigara izmariti düşüyor. Başımızı kaldırıyoruz, ortayaşlı, biri bayan üç Avrupalı özür diliyorlar. Balkondan sallamışlar. Avrupa kültürünü öve öve bitiremeyenleri anıyoruz. İyi ki özür dilediler. İşlerin yolunda olduğu düşüncesiyle içimiz rahat. Küçük maskotumuz Doğa havuza dalmış bile. Korkusuzca dalıyor boyunu aşan suya. Birimiz bir deftere notlar alıyor. başımızı uzatıyoruz; Çerkes kızını, yola çıkmadan bir gün önce görkemli selamını aldığımız gelinimizi yazmış. Ankara sokaklarını, Ulucanlar’ı, Çanakkale’yi ve operasyon sırasında üç gün boyunca anacan sevgisiyle yaraları saran olduğunu anlatıyor. En son Kütahya’da mola vermişken en büyük arzusuna kavuştuğunu. Ve bir arkadaşımızın annesinin vefatı için daha iki hafta önce hep birlikte yazdıkları başsağlığı mesajını gösteriyor. Gururla anıyoruz adını bir kez daha... Konsere üç saat kala moralimiz altüst oluyor. Konser salonu kapalı, parası verilmemiş, yetkilisi açmıyor. Ses düzeni nereden, nasıl gelecek belli değil. Ne kadar bilet satılmış, bilinmiyor. Bütün bunların arkasında yıllar önce ismimiz üzerinden insanların duygularını sömüren, adımıza bilet satıp konser sonunda kaçan bir sahtekar olduğunu tesadüfen öğreniyoruz. Sahtekarlığın sınırı yok demek ki...

Bizler nerelerden, neler yaşayarak, hangi duyguları paylaşmaya gelmişiz oysa. Ne olursa olsun bu konser yapılacak. Marmaris’te ister bir avuç, ister binlerce olsun, bizi seven, bizi dinlemek isteyenlere ulaşılacak. Adımıza verilen söz yerine getirilecek. Organizasyona el koyuyoruz. İstanbul’dan bir arkadaşımız arıyor. Konserin iptal edilip edilmediğini soruyor. Ablası gelecekmiş, salonu kapalı görünce iptal edildiğini düşünmüş. Aksiliklerin olduğunu, ama ne olursa olsun konserin yapılacağını söylüyoruz. Bulup buluşturuyor, salonu açtırıyoruz. Ses düzeni geliyor. İzleyiciler çoktan içerideler. Onlar içerdeyken son sahne hazırlıklarını tamamlayıp başlıyoruz konsere. Sorunları her zaman olduğu gibi izleyenlerle de uygun şekilde paylaşıyoruz. Anlayışla karşılıyorlar ve konserin ilerleyen dakikalarında halaylarla, marşlarla, zılgıt sesleriyle doluyor salon... Arkadaşımızın ablası geliyor kulise, tanışıyoruz. Konser için teşekkür ediyor. Asıl teşekkür etmesi gereken bizleriz. Tüm aksiliklere rağmen sabırla bizi bekleyen, oldukça geç başlamamıza rağmen anlayışla karşılayan onlardı... Konser sonrası bir dostun restoranına davetliyiz. Mutfağı öylece açıveriyorlar. Yemekteki sohbetler arasında Dersim”li bir arkadaş ısrarla neden Dersim’e gitmediğimizi soruyor. Cevap vermeye fırsat bırakmadan içini döküyor, eleştiriyor. Orada bizi çok seven insanların olduğunu, konser için değilse bile bir sıcak çaylarını içmeye gitmemiz gerektiğini vb vb sıralıyor. Munzur Festival’inde yer almadığımıza kızıyor. Oysa festival için katılımcı adaylarının adları olan listeden valiliğin de olduğu komite tarafından en başta reddedilen olduğumuzu nasıl anlatsak. Dersim’e Elazığ’a, Hozat’a, yurdun her yerine olduğu gibi kaç kez gittiğimizi, Munzur suyundan içtiğimizi nasıl anlatsak... Bizim yerimize yine bir başka Dersim’li dostumuz anlatıyor...

34

Otele döndüğümüzde Bodrum’da yapılacak konseri de aynı ekibin organize ettiğini, üstelik bize haber vermeden üç gün sonraya ertelediğini öğreniyoruz. “Üç gün” demiştik elleri kınalı kıza. Gecikeceğiz... Bağışlar mı bizi? Ya bir kez daha ellerinden tutamazsak? Biz bağışlar mıyız kendimizi? Öfkelenmemek mümkün mü? Sahtekarlığın kuyusunda olanlar anlayabilir mi öfkemizi? Herbiriyle gerekli görüşmeler yapılıp gerekli tavır alınıyor. Bodrum konserini de sil baştan biz kotaracağız. Beş gün vaktimiz var. Marmaris konserinde tüm olumsuzlukları aşarak görevimizi yapmanın huzuru ile yeni bir konserin hazırlıklarına girişmeden enerji depolamak, dinlenmek ve “Turizm cenneti”nin yitirilmek üzere olan doğal güzelliklerini görmek için Ünal Kaptan’ın teknesindeyiz. Ünal Kaptan, Marmaris’te teknesiyle kah balıkçılık yapan, kah tur düzenleyip gezdiren ilk denizcilerden. Çocukluğundan itibaren denizle ilişkisi dostluktan öte, yoldaş gibi. Sazımızı, gitarımızı almayı unutmuşuz. Motosikletini hemen hizmete sokuyor, arkaya alıyor arkadaşımızı, az sonra sazımız ve gitarımız da yanımızda açılıyoruz denize. Ünal Kaptan yılların alışkanlığıyla bir eli dümende Yalancı Boğaz’ı, Bedir Adası’nı, Cennet Adası’nı anlatıyor. Önce Bedir Adası’na yanaştırıyor tekneyi. Su tertemiz hala. Ünal Kaptan’ın deyimiyle 20 kulaç kadar derin, ama dibi görünüyor. Balıklar gelip geçiyor altımızdan. Oltalar çıkarıyor Ünal Kaptan. Küçük Miço’su Nusret cin gibi. Yaşı 15 değil daha. 4 yıldır Ünal Amca’sının yanındaymış. O da denizle yoldaş. Oltaları Grup Yorumcular da salıyor suya. Denizle uzaktan tanışanlar


neyse de denizi, balığı bilenlerin de şansı yok. Balıklar yakından tanıdıkları Ünal Kaptan’dan başkasına yanaşmıyorlar!.. Altıyla üstüyle denizin sonsuzluğu, uçsuz bucaksızlığı, binbir güzellikleri özgürlük duygusuyla sarıyor bizi. Ve elbette vatanımızın bunca güzelliklerini yaşamaya en fazla hakkı olanların, emekçi yoksul halkın bundan mahrum edilişi... Ünal Kaptan bizi güçlükle denizden toplayıp dönüş için motoru çalıştırıyor. Şimdi saz ve gitar zamanı... Ege türkülerinden dalıyoruz. Ünal Kaptan ve miço Nusret keyifle katılıyor türkülere. Bir başka tekneye yanaşıyoruz, o da Ünal Kaptan’ın teknesiymiş. Yanyana suları yara yara, türkülerimizi rüzgara sala sala kıyıya geliyoruz. Samimiyetleri, dostlukları unutulası değil... Otelde eşyalarımızı hazırlıyoruz. İstikamet Bodrum. “Nerden başlasam, nasıl anlatsam...” diye başlayan şarkıyı hatırlıyoruz. Daha şimdiden anlatılacak bunca şey yaşamışken, kimbilir Bodrum’da nelerle karşılaşacağız? Gecenin ilerleyen saatinde yola çıkıyoruz. Bir dostumuz, Levent abi karşılıyor bizi, dinlenmemiz için evini açıyor. Kalabalığız, bayanlar bir tarafta, erkekler bir tarafta yerlere

serdiğimiz yorganlara yanyana uzanıyoruz. Yorgunuz, Marmaris konserini kotarmanın, çirkefe pabuç bırakmamanın huzuru içinde dalıyoruz uykuya. Sabah Levent abi bırakmıyor, evde ne var ne yok koyuyor sofraya, hep birlikte kahvaltı yapıp çıkıyoruz. Şimdi iş zamanı... Tam bir ekip çalışmasındayız. Kameramanımız, şoförümüz... kim varsa herkes işin bir ucundan tutuyor. Bir grup çevreyi afişleyecek. Çevre ilçelere de afiş, tanıtım vs için gidilecek. Bir grup radyo programı ,TV programı için koşturuyor. Bu arada orada tanıştığımız Yaşar, Halis Otel sahibi İdris ve otel çalışanları da bizi ve konseri sahipleniyor, tüm olanaklarını seferber ediyorlar. Ellerimizde sutkostik kovası ve afişler sokaklardayız... Kasetçi dükkanları, eczaneler, kahvehaneler... Çoğunluk afişlere yer gösteriyor, asıyoruz. Radyo, TV programları gerçekleşiyor, bilet standları açılıyor. Arzu ve Mustafa Bodrum’un altını üstüne getiriyorlar. Yaşlarına bakıp aldanmayın, buralarda her tür organizasyon işleri onlardan sorulur dersek yanlış olmaz. Ve organizasyona destek için kolları sıvayan diğer dostlarımızla yapılması gereken herşey yapılıyor. Geriye ne kaldı? Ses düzeni Ankara’dan gelecek. İki yıldır görüşmemişiz. Dostluğumuz ticari olmanın ötesinde, az kahrımızı çekmemişlerdi. Zeki abi ve ekibiyle yine birlikteyiz. Hasretle, dostlukla sarılıyoruz sımsıcak. Bodrum Bodrum... Dağ taş beyaza kesmiş. Gözün görebileceği her yer sitelerle, evlerle dolmuş. Bodrum’un iki yüzü var. Birini Barlar Sokağı ve Halikarnas Bar temsil ediyor. Diğerini Bodrum’un yerli halkı, küçük esnaf, ülkenin çeşitli yerlerinden göçüp gelenler, çalışanlar ve tatilciler içinde ülkenin ve halkın sorunlarına duyarlılığını koruyanlar... İki kültür var. Yukarıdan aşağıya yıllardır Bodrum’a, Bodrum gibi sahil yörelerine

35

giydirilmeye çalışılan “Avrupai” kültürün her yandan taşan yoz, çarpık yansımaları... Tabelalarda bu ülkede olunduğuna dair tek bir işaret yok... Halikarnas Bar’ın dışında biriken kalabalığın özentili bakışlarına karşı, 35 milyon giriş ücretini ödeyip içeriye girebilenlerin “ayrıcalıklı” kimlikleriyle aşağıdaki kalabalığı küçümseyen bakışları... Günübirlik kadın-erkek ilişkilerinin serbestliğine indirgenmiş “özgürlük” düşüncesinin zavallılığı... Dolara, Euroya endekslenmiş yapmacık, sahte kibarlık, saygılılık gösterileri... Bir de acılarını unutmamaya direnen Kürtler, zorunlu işi olmazsa Barlar Sokağı’na turizm sezonu boyunca inmeyenler, inatla çalıştığı yerde türkü dinlemekten, gazete okumaktan, haberleri izlemekten vazgeçmeyenler... “Grup Yorum için Bodrum’da konser yapmanın anlamı nedir?” diye soran TV programcısı Sevilcan’a söylediğimizin özetidir: Burada insanlarımız var, onlarla buluşacağız. Sahnede son hazırlıkları yapıyoruz. Akortlar yapılırken bir telefon mesajı. “Fatma Tokay Köse Ölümsüzdür...” Daha dün ablasıyla görüşmüşüz. Hastaneye kaldırılmıştı Fatma. Hastanede zorla müdahale edilmiş, kendine gelememiş, yanına kimseyi de almıyorlarmış... Demek... Bir arkadaşımız köşeye çekilip tekrar arıyor ablayı. Az sonra acı, gurur, hasret, öfke karışımı bir duyguyla yüklü, sessizce “Fatmayı’da uğurladık” diyor. Dopdoluyuz. Daha birkaç gün önce uğurlamıştık Çerkes kızı Gülnihal’i. Demek Fatma can ortağını fazla bekletmedi. Sözleştikleri gibi... Aklımızda geride bıraktığımız elleri kınalı gelinimiz Feride. Ona söz vermiştik; konserde onun için de söyleyecektik. Bu kez kimseyi rahatsız etmekten çekinmeden solistimiz sesini salıyor akşam rüzgarına.Küçük Mustafa, bilet işlerini başarmanın yanısıra heybetli zeybek de oynarmış. “Teeeeslim olmayaalım Halil’im, amman kurşun saçaaalııım” derken kanatlanıyor kartallar gibi. Teslim olmayanlara bir saygı selamıdır sahnedeki her hareket. Bini aşkın izleyici ile birlikte söylüyoruz.Türkülerimizin her notası onlarla çınlıyor, Bodrum Kalesi’nde onların türküleri yankılanıyor... Dönüş yolundayız... Elleri kınalı kız, “üç gün” demiştik... Hala bekler misin bizi?..✔


öykü deniz

engin

“Önceleri, geniş, bereketli dallarıyla şeftali ağaçları varmış bu sokakta... Önceleri öyleymiş ama; şeftali ağaçları, meyvelerinin adını miras bırakıp gitmişler bu sokaktan...”

fieftali cu bucağı belirsiz bir çiftlikteki yüzlerce ağaçtan yalnızca birkaçıydı şeftali ağaçları. Etraflarında ahırlar vardı. Meyveler toplanıp kasalanır, pazarda satılırdı. İnekler özenle sağılırdı. Koşuşturan çocuklar oyun oynar, ağaçların dallarına asılırdı. Şeftali ağaçları, buraları terkedip gitti ama diğer ağaçların dallarına biraz dikkatli bakarsanız çocukların avuç izlerini görebilirsiniz hala. Görebilirsiniz; çünkü avuç içi gibi sıcak kalmıştır çocukların asıldığı ağaç dalları. Ağaçların hiçbiri meyvelerini kopardılar diye insanlara kızmazlardı. Meyve toplayanları, inek sağanları dost bilirlerdi; yani iyiydi insanlarla araları. Özellikle şeftali ağaçları, kendi çocukladıkları meyvelerinden ayırmazlardı insanların çocuklarını... Ağaçlar, Şeftali Sokak’ta serin yeller estirir; güneşten pişip bunalan, duman duman tüten Şeftali Sokağa gölgelerini sererlerdi. Ağaçlardan esen şeftali yeli, güneşten kızaran dalları titretir, can verirdi... Yapraklar rüzgara uyup gitmek ister; tutunduğu dal izin verirse eğer, yelin peşine düşen yaprak ağacına veda eder, savrulurdu... Gel gör ki güneş, sokağın tepesine işlerdi; Ankara sıcaktan tüter kavrulurdu. İşçilerden biri, şeftali gölgesinde bir beş dakika serinleyebilirse eğer, varsa filtreli si-

Sokak

U

garasını çıkarır, yoksa da tütün içerdi. Şeftali Sokakta zaman bir sigara içimlikti, çabuk geçerdi... Şeftali ağaçları, zamanın değerini bilir, yılları ve mevsimleri anlarlar. Yaz ayları kurak, kurutucuysa, bir de iyi akçalanmış kumluysa toprakları, köklerini hiçbir ağacın ulaşamadığı derinliklere salar, bundan böyle doğan her güne şahit olurlar. Tohumladıkları şeftaliler bir mevsimliktir ama ağaçlar, insan hesabına vurduğunda nesiller ve nesillerce yaşar, çağların tutanağını tutarlar... Şeftali Sokağın ağaçları da öylece dikili kaldı bu toprakta... İnek sağanlar, meyve toplayanlar yürüyüp gittiler... Ve yıllar şeftali ağaçlarının gölgesinde eriyip gittiler... Yıllar sonra, şeftalilerin köklerini saldıkları topraklara beton döktüler.

36

Betonu dökenleri düşman bildi şeftali ağaçları... Sonra Şeftali Sokağın duvarlarına yeni taşlar eklediler. Duvarlar, ağaçların boyunu geçer oldular. Ağaçların gövdeleri güneşi görmez oldular ve geceleri uyuyamaz oldular düdük sesinden. Olup bitenleri anlamamıştı şeftali ağaçları. Ahırlardaki tüm hayvanları götürmüşlerdi işçiler; sonra da kendileri gitmişlerdi... Yeni yeni işçiler geldi yerlerine. Ağaçların boyundan uzun, güneşe yakın kuleler yaptılar... Kuleleri ve düdük seslerini düşman bildi şeftali ağaçları, bir de kulelerde bekleyen silahlı, üniformalı adamları... Şeftaliler pürüzsüz, ağaçlar yeşil, duvarlar betondu... Silahlı adamlar kurşun kadar çoktu; şeftali ağaçları onlara göre azdılar. Uzadıkça uzadı


beton duvarlar. Duvarların bittiği yere yeni bir tabela astılar... Tabela dediğin nedir ki, buna da alışırlardı ama; tabelanın üzerine Ulucanlar yazdı işçiler, bir de hapishane yazdılar... Sanki onyılların yükünü taşıyan onlar değilmiş gibi, birdenbire yaşlanıp çöktü şeftali ağaçları. Artık tutsaktılar. Geceleri ağaçlar kuledeki askerlere, askerler ağaçlara baktılar... Mahpuslar her gece hasret kokan ağıtlar yaktılar... En korkuncu şuydu ki; silahlı, üniformalı adamlar, yeni betonlar dökmek için kopardılar genç fidanlarını... Yaktılar! Fidanları koparılırken öfkeyle uğuldadı ağaçlar. Yaşlı köklerinden sarıldılar genç fidanlarına. Düşman ve güçlü eller, yeni betonlar dökmeye yeminli; körpe dallar kolay lokma olmayacak kadar direnişçiydiler... Ve şeftali ağaçları bilirdiler... Bilirlerdi ki onlar sadece ağaçtırlar... Ve öğrenmişlerdi ki, evlat acısı zordur; köklerini dağlarmış ağaçların... Katillerin elinden kızıl bir köz düşmüştü toprağa, köklerini yakmış kül etmişti şeftali ağaçlarının... Çaresiz, yüreklerine taş bastı ağaçlar... Koparılan fidanlarını unutmadılar; yalnızca silahlı adamların yeşil üniformalarına bakıp kendi yeşil dallarından utandılar. Ve bundan böyle üniformalı silahlı adamları, herbiri kuruyup devrilinceye dek, en son yaprakları savruluncaya dek düşman bildiler. Adlarına “Katil” dediler. Ve yoldaş bildiler bir gece vakti şeftali sokaktan geçen üç delikanlıyı. O üç delikanlı ki kendi fidanlarına benzerdi. Adlarını rüzgardan duymuşlardı evvelce. Yusuf’u, Hüseyin’i de duymuşlardı ama Deniz’ i iyi tanırlardı. “Katil”leri denize attıklarından, toprağı sulayan yağmurdan tanırlardı. Kendi fidanları gibi tazeydi üçü de; kökleri söken kasırga gibi öfkeli, ebem kuşağı gibi de neşeliydiler. “İnsanların da ağaçlar gibi türleri var demek ki; bunlar farklı bir türden olsa gerek” diye düşündüler onları tanıdıkça. Denizler yanı başlarında durdukça, fidanları koparılmamış gibi huzurlu olurlardı geceleri uyurken... Bir gece (hem de korkak ve hain bir gece), onlar uyurken apar topar götürmüşler yeni fidanlarını. Uyku-

larının en derin yerinde Deniz’in dalgalanan sesiyle irkilmişlerdi.... Dalgalar cezirdeydi.. Deniz’in sesi duvarlara çarpıyor, yankılanıyordu: “Yaşasın Türkiye Halkının bağımsızlığı, yaşasın Marksizm Leninizmin yüce ideolojisi, yaşasın Türk ve Kürt halklarının bağımsızlık mücadelesi. Kahrolsun Emperyalizm! ...” Sonra Yusuf’un sesi yankılandı duvarlarda, Hüseyin’le köpürüp taştılar tel örgülerden... Ağaçlar, gökyüzünün ve toprağın sesi bildiler Deniz’lerin sesini. “Katil”lerin birkaçını, bir şeyler yazarken gördüler... Sonra da Hüseyin’in cesedini... Usulca ve saygıyla eğildiler... Üçü de kendi fidanları gibi direnmiştiler. Ve bundan böyle bütün direnenleri kendi fidanları bildiler. Adlarına “Yoldaş” dediler. Ansızın boşalan sağanak gibi, yeni yeni “yoldaş”lar getiriyorlardı artık “katil”ler. Ağaçlar hergün doğumunda dallarını göğe uzatıyorlardı ve her gün batarken Şeftali Sokak’tan yeni “yoldaş”lar geçiyordu. Günler böyle geçiyordu, mevsimler böyle geçiyordu... Onlar “yoldaş”lara serin rüzgarlar getiriyorlardı bunaltan yazlarda; “yoldaş”lar onlara betona ve duvarlara direnmeyi öğretiyorlardı. “Yoldaş”lardan duymuşlardı, dışarı yoldaşlarını ve dışarıdaki katliamları... Her yazın yeni meyveler çocukluyorlardı dallarında, eylülde meyveleri çürümeye başlıyordu... Eylülde, evlat acısı kucak kucaktır Şeftali Sokak’ta. Gökyüzünün dibi delinir de sanki, Şeftali Sokağa kucak kucak gözyaşı döker bulutlar. Çürüyen tohumlar, ağıt ağıt düşer Şeftali Sokak’a... Eylül’de çürüyen, dökülen tohumları ekip sulamayı bilmez “katil”ler. Toprağa düşen tohumlar, rugan ayakkabılarla, postallarla çiğnenip ölürler... Üstelik ‘80 senesinde tohumları öldüğü vakitler, “yoldaş”ları da çok öldürmüş “katil”ler... Aylardan Eylül’müş yine... Yaşlı, bilge ağaç söylemişti bir keresinde: “Yaşlı gövdeleri evlat acısıyla dağlayan, ölümlerin ve lanetlilerin ayıdır eylül”... Halbuki her baharda gökkuşağı pembesine boyanır, çiçek çiçek bir

37

gelinlik giyerdi şeftali ağaçları... Şeftali çiçekleri, bulutlara aşıktır. Temmuz sarısında bir sevda ateşiyle tutuşur, rüzgarın kolunda göğerip aşıklarına kavuşurlar... Temmuz’da güneş, sarı bir alev topudur Ankara’ da. Dili bir karış dışarıda dolaşır bulutlar... Yağmur desen hak getire. Taş, beton, alev gibidir; dokunanı yakar... Şeftali sokak, çatır çatır; dalındaki tohum tüter sıcaktan. Çiçeklerinin ardından damla damla gözyaşı döker tohumlar, domur domur çatlarlar. Dallarında büyüyen bebelerine ninniler söyler şeftali ağaçları.... Sarı sıcak, şeftalilerin damarlarına öyle bir işler ki; yalım renginde sararan şeftaliler, etlenir, terler, sulanırlar... Yazın ortalık kavruldu muydu, mutluluk şarabı içer sarhoş olur ağaçlar. 96’nınki hariç... 96’nın yazı olmasaydı, yaz aylarında ağladığı hiç görülmezdi şeftali ağaçlarının... 96’nın yazı yaz değildi çünkü... Mutluluk şarabı içilip bitmiş, ölüm, sokağı mesken etmişti. O yaz, “yoldaş”ları “açlık”tan öldürmüştü “katil”ler... “Açlık”, dedikleri bir ağacı kökünden söküp atmak gibiymiş, ama tam da öyle değil. Kuruta kuruta öldürürmüş insanları... Duyduklarında dehşete düşmüştü ağaçlar: “Topraksız, susuz kalıp da ölmek, öyle mi?” demişlerdi birbirlerine... Ölümün böylesini anlayamaz ki ağaçlar... Dal, yaprak, tohum, çiçek; bir de toprağın en bereketlisi, hatta temmuz yalımı bile çürümüştü sanki, “yoldaş” nefesi kokuyordu... Toprak çürür mü hiç? Çürük toprak kokusunda, kavuran bir yel esiyordu Şeftali Sokak’ta. Ağaçların köklerine işlemişti. Kökleri temmuzca sararmış, yorulmuşlardı. Şeftali ağaçları hiç uyumamışlardı ki. Hep “yoldaş”ların nefeslerini dinlemişlerdi. Titreyip yıkılacak gibi oluncaya kadar, uyumak ne, konuşmak bile istememişlerdi. Yalnızca bir gece, “Uyuyalım dinlenmemiz lazım” demişlerdi. Sabah uyandıklarında, Hüseyin’in öldüğünü söylediler, beşinci koğuşta... Dallarından dal koptu sanki... çok ağladı şeftali ağaçları. Meyveleri boldu halbuki ‘96 yazında. Hüseyin’e gönderselerdi yemezdi... biliyorlardı... Topraksız, güneş-


siz kalmak gibiymiş açlık...Hüseyin’den öğrenmişlerdi. “Yoldaş”lar Hüseyin’i Şeftali Sokaktan uğurlarken, şeftali ağaçları nasıl titremişti bir bilseniz... bir bilseniz nasıl ağlamışlardı... “Yoldaş”lar, yağmur sanmışlardı, ıslanmışlardı... Hüseyin gittikten sonra, bir toplantı yapmıştı şeftali ağaçları. “Toplantı” şey demekti...; hani “yoldaş”lar yapıyordu ya bazen, o işte. “ Yoldaş’lar” demişlerdi “ çok şey öğretti bize, toprağımıza beton döktüler, güneşi zor görüyoruz ama yaşıyoruz işte. Niye? ‘Yoldaş’lar ‘direnmek’i öğretti de ondan”. Hepsi hemfikir olmuştu bu konuda. Sonra en yaşlı, en bilge ağaç aldı sözü; “Bizler” dedi “Uzun yaşarız ve yapraklarımızda bir de her yaz çocukladığımız tohumlarımızda çok can taşırız. Ve yaşlandıkça canımızı fidanlarımıza taşırız. Taşırız ya fidan veremez olduk toprak betonlanalı beri. Ve toprak betonlanalı beri, ‘yoldaş’ları fidanlarımız bildik. Bundandır ‘yoldaş’lara can taşımamız rüzgarla... Ve bundandır darağacına asılan üç fidanımızın da, Hüseyin’in de ancak biz uykudayken ölmesi...” Söz verdiler o akşam birbirlerine, bundan böyle “katil”ler “yoldaş”lara saldıracak olursa eğer, gözlerini kırpmayacak ve yoldaşlarla birlikte savaşacaklardı. Ve hergün doğarken lanetleyeceklerdi katilleri... Ayları ve yılları katilleri lanetleyerek geçirdiler bundan böyle. Katiller saldırmaz olduydu nedense. Ve her geçen gün bir diğerinin benzeri olduydu. Her Eylül’de çürüyordu meyveleri yine... ‘97 Eylül’ü de, ‘98 Eylül’ü de geçti böylece... Eylül’ün ‘99’u geçmek bilmiyordu ama. “Katil”ler kulelerden inmez olmuşlardı. “Yoldaş”lar geceleri koğuşa girmiyorlardı, ne olacağı belli değil diye. 6’sında Eylül’ün “katil”ler saldır-

mıştı yine. Düdük sesine alışmışlardı ama, çok ses çıkarıyordu bu silahlar... Çok ateş etmişlerdi “yoldaş”lara. “Yoldaş”lar da çatılara çıkmışlardı. Ellerinde ne varsa “katil”lere fırlatmışlardı. Sabaha karşı, fırlatacakları her şey bittiğinde, dallarını uzatmıştı şeftali ağaçları. Çürüyen meyvelerle yüklüydü dalları. “Yoldaş”lar “katil”lere hep şeftali atmışlardı, “katil”ler hep ateş etmişlerdi. Etmişlerdi ama hiç “yoldaş” öldürememişlerdi bu sefer. “Katil”ler yenilip, “yoldaş”lar koğuşlarına geri dönünce, bütün ağaçlar Eylül’ün altısını bayram ilan etmişlerdi. Halbuki, hiçbir zaman kutlayamayacaklardı bayramlarını, bir dahaki Eylül’ü hiçbir şeftali ağacı göremeyecekti. Sebebi şuydu ki; “yoldaş”lar “katil”lere meyvelerini fırlatmışlardı. Ve 6 eylülden sonra, “katil”ler düşman bildi şeftali ağaçlarını. Eylül, Ekim’e döndüğünde, “katil”ler çoktan imzalamışlardı fermanlarını. “Yoldaş”lara değilse bile ağaçlara saldıracaklardı. Karar kesindi; Şeftali Sokak’tan, Şeftali ağaçlarını kaldıracaklardı! Eylül Ekim’e döndüğünde, çok gürültü olduydu Şeftali Sokakta... Yaşlı, bilge ağaç, köklerini toprağın derinine; dallarını göğe uzatmış susuyordu. Rüzgar, kutsal bir direniş türküsü çalıyordu. Ağaçlardan göğe yükselen öfke, kan rengindeydi; kızıla çalıyordu... Gökyüzü çaresiz... Bulutlar öyle dol-

38

muş ki, hani boşalsa Ankara’yı sel alacak... Toprak utanmış, susuyordu. Eylül Ekim’e döndüğünde, çok gürültü olduydu Şeftali Sokakta... “Yoldaş”lar elektrikli testere sesinden başka bir şey duymamışlardı. Duymamışlardı, Şeftali Sokak’ta sürüklenen şeftali ağaçlarının sesini bile... Halbuki şeftali ağaçları, devrilirken inançla haykırmışlardı kavgalarını... Hani Deniz de haykırmıştı ya darağacında; hani tel örgüler, taş duvarlar bile eğilmişti ya Yusuf’un önünde; hani Hüseyin’in nefesinden bile korkmuştu ya katiller... aynı öyle haykırmışlardı... Ağaçların kavga sloganları, testere gürültüsünde kaybolmuşlardı... ....................... Bu yüzden kimse bilmez şeftali ağaçlarının yoldaşlarını nasıl sevdiklerini. Ve nasıl ölümüne direndiklerini... Ben bu öyküyü yazarken; yaşlı, bilge ağacın mirası bu yüzden omuzlarımdadır. Şeftali Sokak’ın öyküsü, işte bu yüzden yazılmıştır. Şeftali Sokak, Ulucanlar Hapishanesi’ndeki siyasi koğuşları birbirine bağlayan sokaktır. Öyküsü, öykümüzde anlattığımızcadır... Şeftali ağaçları kesildikten sonra, katillerin ilk saldırılarında (üstelik aylardan Eylül’dü yine) on “yoldaş”ı nasıl vahşice öldürebildiklerini anlatmadıysak; dilimizin varmadığından, sözün hükmü kalmadığındandır...✔


çizgi film güzin

karaduman

çocuğun evrimi... eker kız Candy...Gerçekten o kocaman kocaman açılmış mavi gözleri, pamukşekeri pembesi yanakları, pırıl pırıl aydınlık gülüşleri, cici bici rengarenk elbisesiyle çok şekerdi. Şekerin ağzımızda bıraktığı lezzet misali bir tad alırdık onu seyrederken. Ardından Yakari çıkıp gelirdi... Şirin midillisinin sırtında zıplaya zıplaya, neşe içinde bağırarak ekranımıza konuk olurdu. Bizi ormanlarda, binbir çeşit ağacın çiçeğin içinden geçirir geyik yataklarına ulaştırırdı... Hep birden küreklerine asılıp denizlere açılan Vikingler'in bağırışlarını duyardık sonra. Denizin tuzunu, fırtınanın karasını, denizci köylerinin neşesini de Vikingler getirirdi çocuk ekranlarımıza. Hele o Sinbad nasıl da uçan halısıyla diyar diyar gezerdi. Sonra bizi uçan kazların kanatlarına bırakır ülke ülke, iklim iklim dolaştırırdı. Rehberimiz parmak çocuktu. Ah keşke biz de öyle bir parmakçık olup her yere sığıp her yere gidebilseydik! Alp dağlarında dev gibi Sen Bernar'ıyla koşturan elma yanakları hatırlarız ardından. A k s a kallı gerçek bir dedenin sunduğu sıcak, kara somunları neşeyle kucaklayan Heidi'ydi bu. Çığ altında kalan dağcıları kurtarmak için nasıl uğraşırlardı. O temiz, bize kardan adam olan karın nasıl öldürücü olabileceğini hayretle izlerdik. Nasıl da özenirdik binbir çeşit canlının olduğu ormanla-

Ş

ra, o temiz çayırlara, ilginç uzak diyarlara, güneşli, mutlu zamanlara... Bir yandan da öğrenirdik tabiatın, ekmeğin, dostluğun, yardımlaşmanın değerini. Çocuk, temiz duygularımızla bunları çabucak benimser, onlar gibi olmaya çalışırdık. Ve Safinaz için sürekli didişen Temel Reis ve Kabasakal'ın didişmeleri, birbirlerini pestile çevirişlerini hayretle izler, bir de ne kadar dövüşseler de birbirleri olmadan yapamayacaklarını, aralarındaki üstü örtülü dostluğu farkederdik. Bir ara unutulmaz müziğiyle ve iyi-kötü, iyinin koruyucusu kavramlarıyla akıllarda yer eden Clemantine bizi kendine bağladı. Clemantine, Malmot ve Hemera'nın maceralarını iple çekerdik. Hele Şirinler ne çabuk da bizim sevgilimiz oluvermişlerdi. Çocuk dünyamızda henüz kökleşmemiş bencilliklerimizi kıran, hayranlık ve özlem duyduğumuz bir şekilde yaşıyor, çalışıyor, paylaşıyorlardı. Gargamel ve Azman onların düşmanlarıydı ama onlar olmadan da hiç tadı olmuyordu işin. Daha k i m l e r yoktu ki! Peter Pan, Pembe Panter, Red Kit, Dandy... Bu çizgi filmlere baktığımızda hep bir iyi-kötü mücadelesi görürüz. Sevinç, coşku, üzüntü, keder yarıştırılırdı sürekli. Ama sonlar hep mutluya bağlanır, iyilerin üzülmesini isteyen kötüler hep cezalarını bulurlardı.

39

Ama cezalarını bulmaları bile çocuk duyarlılığını, çocuk bağışlayıcılığını, çocuğun kıyamamasını bize anımsatarak gerçekleşirdi. İyiler her şeyiyle iyiydi. İyilerden pek çok şey öğrenilirdi. Saflığı, temizliği, paylaşımcılığı, çocuk korkaklığını, çocuk cesaretini, çocuk acizliğini, çocuk yalancılığını, kısaca çocuğa dair her şeyi bulabilirdiniz bu iyilikte. Yani iyi, doğru ve mutlu kavramlarını pekiştiren şeylerdi hep yaşananlar. Kötüler de tam kötüydü. İşleri güçleri hile hurda, fesat, tuzaktı. Kısa süreliğine iyi olmaya çalışsalar da bunu başaramaz, ellerine yüzlerine bulaştırırlardı. Sanki iyiliğin, dürüstlüğün, yardımlaşmanın, paylaşmanın anlamını pekiştirmek için kötülük yapmak zorundaydı onlar. Onlar olmasaydı iyiliğin değerini bilemezdik, anlayamazdık belki de... Çizgi filmlerden iyi-kötü hakkında öğrendiklerimizle sokakta, okulda yaşadığımız çocukluğumuz arasında bağ kurmaya çalışırdık. 12 Eylül'ün ağır baskılarıyla susturulmuş, ezilmişken en ufak bir kıpırdanışta başımızın üzerinde Demokles'in kılıcı gibi sallanan işkence ve baskı tehditi altında ol-


duğumuzu farketmediğimiz çocukluğumuz... Bir gece vakti evleri basılarak alınıp götürülen mahallemizdeki abileri, ablaları zaman içinde unutuverdiğimiz çocukluğumuz... İzlerken açlığımızı, yoksulluğumuzu, zorunlu suskunluğumuzu unutuverip, kimin iyi, kimin kötü olduğunu sormanın da, öğrenmenin de yasak olduğu çocukluğumuz... Hayatın tozpembe olduğu bir ülkede yaşıyormuşuz gibi şekillendirilmeye çalışılan düşünce dünyamızın eğitici araçlarıydı bu çizgi filmler. Ama yine de insana ait erdem ve erdemsizlikti işlenen ana temalar. İnsana ait değerlerin güçlü olduğu koşullarda çocukluğumuzu şekillendirmek için bunları işlemek zorundaydılar. Ve biz, kötülüğün sultası altındayken de iyinin yanında, paylaşımcılığın, saflığın yanında yer alma şansını değerlendirebiliyorduk. Bu yüzden Şirinler'i ne çok seviyorduk... Şirinler mutlu,huzurlu,güvenli bir yaşamı ortakça kurabilmeyi başarmışlardı. Bu bir ilkti çizgi filmlerde. Daha önceki çizgi filmlerde mutluluk iyilik hep bir kişide odaklaşırdı. Ama şimdi bu, şirinlerden oluşan şirin köyünde hayata

geçirilmişti. Herkes çalışıyor, herkes bir işin ucundan tutuyor, sorunları, sıkıntıları, sevinçleri, mutlulukları hep ortak yaşıyor, ortak paylaşıyorlar-

dı. Böylece her şey çok daha kolay halloluyor, bütün sorunların üstesinden geliniyordu. Kollektivizmin gücünü, faydasını çocuklar

ders kitaplarından çok buradan öğreniyordu. Şirin baba bilgisini, deneyimini genç şirinlere aktarıyor, her sorun tatlıya bağlanıyordu. Her karakterden Şirin vardı köyde. Huysuz, obur, uykucu, bilgin, sakar, aşçı... Aslında bu bir yandan da içinde yaşadığımız toplumu yansıtıyordu. Toplum farklı karakterleden, beğenilerden insanlardan oluşurdu. Ama bir bütündü aynı zamanda. Bu bütün içinde oluşan bütün sorunları, problemleri çözmek, olması gerektiği gibi yaşamak gene bu bütünü oluşturan bireylere bağlıydı, onların işiydi. Ortak üretip, ortak tüketmeyi, ortak hareket edince güçlü olmayı çocuklar burada öğrenirken birileri bunlardan rahatsız olmuştu. Amerika'da Şirinler çizgi filmi komünizm propogandası yapıyor diye yasaklanıyordu. Tabii ki Karl Marx da Şirin Baba'ydı. Diğer tüm şirinler de şirinler komün köyünün üyeleri. O zaman her şeyin sadece kendisinin olmasını isteyen açgözlü Gargamel de emperyalizm oluyordu! Emperyalizm kültür dejenerasyonu yaşını ne kadar küçültürse ona göre o kadar iyiydi. Bunun için çocukların oyuncaklarında, defter kaplarında ve hepsinden önemlisi çizgi filmlerinde yer etmeliydi. Şirinler gibi zararlı, çocukları 'kötü amaç ve ideallere' yönlendirecek her öğe, her kahraman değişmeli, yok olmalıydı. İyi ve kötü değil güçlülük işlenecekti bundan böyle. Artık birarada olmanın, paylaşmanın, ortak hareket etmenin ifadesi olan "biz" her düzeyde yok edilmeli, yerine "ben" geçmeliydi. "Biz"in kalmadığı

40

bir dünyaya boyun eğdirmek çok kolaydı. Gücün kaynağı haklılık, insana yaraşırlık değil, teknolojik üstünlük, yoketme becerisi vb. olacaktı. Artık güçlü olana boyun eğmenin meşruiyeti, güçlülüğü kabul ettirmek için de her yolun kullanılabileceği, savaşmanın, yoketmenin gerekliliği işlenecekti. Aslında bunun çabası çok daha öncesinde başlamıştı. Çizgi filmlerde başbaşa kaldığımız kahramanlarımız yavaş yavaş biçim, karakter değiştirmeye başladılar. Yeşil ormanların, mavi göllerin, şirin köylerin, köpüklü nehirlerin yerini anlamsız bir gizemliliğe bürünmüş beton, çelik yapılar almaya başladı. Artık o sıcacık gülen, kocaman, pırıltılı, çocuk gözlerinin yerini mekanik, anlamsız ifadelerle bakan robotların, savaş makinelerinin, ecüş bücüş yaratıkların gözleri almıştı. Kahramanlarımızın hep yanında olan, zor anlarında hep onu koruyan, yardımcı olan şirin hayvan karakterleri de görünmez oldu bir bir. Onların yerini güçlü silahlar, ışın tabancaları, anında ortaya çıkan uzay gemileri, roketler vs. almıştı. E çağımız uzay çağı değil miydi? Uzay çağının kahramanları da bu çağa yakışır olmalıydı o zaman! Sonuçta doğal olan, sade, anlaşılır olan, yaşamımızda yeri olan her şey birer birer silindi gitti. Çünkü bunlar artık yükselen çizgi film kahramanlarının karşısında heyecan yaratmayan, artık ömrünü tamamlamış, eskimiş karakterlerdi ! He-Man'la başlayan bu furya Voltran'la biçim değiştirdi ve Tele Tobies ve Pokemonlar’la doruğa ulaştı. Aslında bu Hollywood filmlerindeki şiddet olgusunun, ilginçlik, gizemlilik olgusunun yükselmesiyle paralel şekil değiştirdi. Aksiyon sahnelerinde dökülen kanın, parçalanan arabaların sayısı arttıkça izleyenlerin doyumsuzluğu da artıyordu. En beğenilen aksiyon filmleri bir kaç yıl sonra unutuluyordu çünkü o artık insanların adrenalinini yükseltmeye yetmiyordu. Yeni teknoloji ürünü bilgisayar efektleri, insan üstü insanlar çok daha fazla ilgi görüyor, beyinlerde yer ediyordu. İş böyle olunca eski çizgi filmler de çok masum, çok insani kalmaya başlamıştı. Bu dayatılan, değişen yeni bir kültü-


rün getirisiydi. Bu kültür insanları ölümlere, parçalanan cesetlere, sinek gibi değersizce ölüp rolünü bitiren insanlara alıştırıyor, kanıksatıyordu. Bu şiddet olgusu o kadar hayatımızda ve bilincimizde yer etti ki kitlesel olmayan ölümler dikkat çekmez, yüreğimizi burkmaz oldu. İşin en kötüsü ise bunları çocukken kanıksamaktı. Yaşanan savaşlar, atılan bombalar, bombaların parçaladığı insanlar, bir film sahnesindeki figüranlardı sanki. Artık onların canlı bir organizma olabileceği, gerçekten acı çekerek, parçalanarak ölebilecekleri gerçeği bizi etkilemiyordu, öyle düşünemiyorduk bir türlü. Hele kimin haklı, kimin haksız olduğunu hiç sormaz oluyorduk. Yetişkinlerin izlediği filmleri çocuklar da izliyordu. Moda olan, popüler olan buysa çizgi flmler de öyle olmalıydı. Çocuklar bu kültürü o yaşta içselleştirsinlerdi ki yetişkin olduklarında iyice şiddete aç, şiddete, güce tapan karakterler olsunlardı. Çizgi filmlerin, televizyonun çocukların kişiliklerinin bilinçlerinin, mantıklarının gelişmesindeki etkisi tartışmasız çok büyük. Çocuk izlediği karakterleri kahramanlaştırıyor, onlar gibi bakmak, gülmek, giyinmek istiyordu. Ama çocuk bir Tele Tobies gibi ya da Pokemon gibi olmaya kalkınca yaşamın kendisiyle, fizik kanunlarının gerçekliğiyle karşı karşıya geliyordu. Balkondan kendini atınca uçamıyordu mesela. Ama bir yandan da o uzay gemileri, çelik insanlar, gezegenler arası yaşanan savaşlar, hiç yenilmeyen kahramanlar çok ilgisini çekiyordu. Ve çocuk değişiyordu. O da robotlaşıyor, o iri çocuk gözleri o yaratıkların gözleri gibi mekanik bakmaya başlıyordu. Ona sarılıp, doyasıya kucaklayıp öpmeye çalıştığınızda kaçıyor, daha da üstelerseniz hırçınlaşıp size saldırıyordu. Hırçınlaşıp saldırganlaşmak her şeye karşı verdiği refleks bir tepki haline geliyordu.

Özellikle metropollerde, beton blokların içinde yaşamaya mahkum edilmiş çocuklarda bunların etkisi daha yıkıcı oluyordu. Çocuğun bütün dünyası televizyon oluyordu nerdeyse. Bir sokak kedisinin peşinden koşturmak, bir arının soktuğunda nasıl acı verdiğini anlamak onlara çok uzaktı. Çizgi filmler, legolar, plastik, sentetik, hijyenik bir illüzyon dünyasıydı onlarınki. Artık çizgi filmler, çizgi filmlerdeki heyecan, aksiyon yetmediğinde atari oyunları devreye giriyordu. Hep kovalanan-kaçılan düşmanlar, tüneller, bilinmezler, yaratıklar, karman çorman ama çocuğu her şeyiyle sarıp kuşatan, beynini denetimi altına alan bir dünya içinde varoluyordu çocuk. Yönetme, yoketme, kazanma, lider olma duygularını tatmin ediyordu atari oyunlarında. Burada önemli olduğunu hissediyordu, mutlu olduğuna inanıyordu. Ve gitgide asosyal, arkadaşa, oyuna, gezip görmeye, keşfetmeye ihtiyaç duymayan o sanal dünyadan beyinsel gıdasını alan çocuksu bir varlığa dönüşüyordu. Artık çocuk evrim geçiriyordu. Bakışları yaşının çok daha üstünde bir bilgiçlikteydi. Asabi, otoriter, hep yenmeyi kazanmayı isteyen, dediğim dedik bir ruh hali içindeydi. Gerçek çocuk özellikleri taşıyan şirin, saf, temiz, insan bakışlı, meraklı çocuklara karşı hep gaddar, üst-

41

ten bakan, hep almak isteyen bir ''çocuk"tu o. Bu gelişim olmayan değişim "çocuk" büyüyüp ergenliğe ulaştığında ciddi kişilik bozukluklarını yaratacaktı. Yaşamın gerçekleriyle yüzleşemediği, kendi içinde kendince güçlü ama hayatın içinde kendini zayıf, eksik hissettiği, dışa kapalı, sürekli kafasında anlamsız idoller, putlar yarattığı sanal bir avuntu dünyasının vatandaşı olma yolunu açacaktı ona. Ve böylece çocuk, "kendi oyuncaklarını kendileri yapan", "yepyeni oyunlar üreterek örgütleyen" iken, hazır olan oyuncakları kırıp yenilerini isteyen, onları da bir süre sonra kıran çocuğa doğru evrimini sürdürecekti...✔


güncel levent

katilin parmak izleri T arih, savaşları haklı ve haksız olarak ikiye ayırır. Toplumlar tarihi boyunca egemenlerin ve ezilenlerin birbirlerine karşı verdikleri bağımsızlık savaşları, ezilenler cephesinden haklı savaşlardır. Emperyalizm çağında ise yine emperyalizmin sömürüsü altındaki halkların verdikleri bağımsızlık ulusal kurtuluş savaşları tarihin yüklediği misyon gereği haklıdır. Egemenlerle ezilenlerin çatışması zorunludur ve savaş bu noktada kaçınılmazdır. Günlerdir kamuoyunu meşgul eden, ha başladı ha başlayacak diye beklenen ABD Irak savaşı da çağımızın egemeni emperyalizmin tarihsel misyonu gereği kar ve çıkar hırsı için sürdürmek istediği bir savaştır. Sürdürme diyoruz, çünkü yüzyıldır dünyanın imparatorluğuna soyunan ABD her yerde savaşlar çıkararak dünyayı kan gölüne çevirdi. Bugün yine aç gözlerini Irak'a dikti. ‘90'lardan beri "Kuveyt’in varlığını koruma" demagojisi ile Irak'tan çıkmayan ABD kendisinin ve tüm emperyalistlerin hizmetinde olan BM'nin de onayını aldıktan sonra Irak'a saldıracak. BM' ye başvurması Irak'a saldırısına meşruluk kazandırmak içindir. ABD bu operasyonu BM 'ye rağmen yapması şaşırtıcı olmayacaktır. ABD emperyalizminin yüzyıldır sürdürdüğü zulmün tek amacı tekellerin aç gözlerini doyurmaktı. ‘95’ senesinde çocuklar açtı Irak'ta, hastaydı ve yaşına basmadan ölüyordu. Katilin adı "Ambargo"ydu. Tepelerinden uranyum yağdı Irak halkının, hastalıktan kırıldı insanlar. ‘91'de yedi defa bombalandı Irak toprakları, harabeye döndü Irak'ın kentleri ve köyleri. Hastaneler, okullar, tahıl depoları, postaneler, fabrikalar, yollar, limanlar... BOMBALANDI! Bir avuç petrol uğrunaydı halkların dökülen kanı Ortadoğu’da. Aynı katilin parmak izleri vardı üs üste yığılan parçalanmış cesetlerde. KATİL AMERİKA'ydı. Yüzyıllar boyu "barış, demokrasi, insan hakları" getirme yalanıyla mazlum halkların kanını döküyor, bakir toprakla-

rın ırzına geçiyordu Ortadoğu’da Vietnam’da, Kore'de, Guatemala'da, Meksika'da, Kamboçya’da, Küba'da, Arjantin'de, Şili'de... Bugün yine terör demagojisini dilinden düşürmeden Irak'a saldırmayı planlıyor. Irak'ın suçu büyük: Yeni Dünya Düzenine teslim olmamak! “Terörü kesmesini” emrediyor Irak'a... En büyük teröristin kendisi olduğu tüm dünya kamuouyunda bilinirken terör demagojisinden vazgeçemiyor. Çünkü ABD emperyalizmine göre terör, kendine ve çıkarlarına karşı olan "her şey"dir. Bir halkın bağımsız olma isteği hatta "yaşama isteği" bile terördür ABD’ye göre... Mesela silahsızlanmasını buyuruyor Irak'a. Yıllardır silahlanmaya en çok bütçe ayıran, bilimin ve teknolojinin bütün olanaklarını silah teknolojisi için kullanan kendisi değil midir? Tabi ki kendisi silahlanmalıdır. Kendi sömürü ağına karşı yönelecek her ulusal ve devrimci başkaldırı hareketini bu silahlarla bastıracaktır. Ama kendi baskılarına zulmüne karşı direnen halkların silahlanma hakları yoktur. Irak, halklara baskı yapıyormuş, peki ABD ne yapıyor yüzyıllardır halklara? Barış adına bomba, füze insan hakları adına ambargolarla açlık, sefalet, ölüm götürmüyor mu? Halkları ne kadar düşündüğünü anlamak için, şimdiye kadar yapmış olduğu saldırılarda ölen sivillerin sayısına bakmak yeterlidir. Bütün bu demagojilerle Irak'a saldıracak ABD. BM'nin onayını alıp almaması da bu noktada çok belirleyici değildir. Saddam'ın diktatör olması, geçmişinde Kürtleri ve diğer halkları katletmiş olması da ABD'nin bu saldırısını meşru kılmaz. Saddam Hüseyin yaptığı açıklamada ABD' nin bu savaşta yenileceğini söylüyor. ABD bu savaşta yenilecektir. Bu yenilginin ne olduğunu kavrayamayanlar bu sözlere elbette gülüyorlar. Öyle ya... koskoca imparatorun karşısında kim durabilir. Onca füzenin tankın topun bombanın, nükleer silahın karşısında! hangi güç buna galip gelebilir.

42

karakaya

Cevap verelim: DİRENEN BİR HALK GALİP GELEBİLİR! Topraklarında bir tek canlı varlık kalmasa da direnen bir halk direndiği için, diz çökmediği için savaşın galibi olacaktır. Tarihin yasaları böyle yazılmıştır. Bundan binlerce yıl önce Ispartalılarla Persler arasında yapılan savaşta Pers imparatorluğunun saldırılarına karşı koymak için öleceklerini bile bile üçyüz feda savaşçısı Termopilai kentinde bulunan “Sıcak Geçitler”de çarpışarak ölür. Savaşın komutanı zafer ve yenilgiyi şöyle tanımlar. "Eğer bu geçitlerden bugün geri çekilirsek, kardeşlerim, şu ana kadar kazandığımız zaferler ne olursa olsun, bu savaş bir yenilgi olarak kabul edilecektir. (...) Eğer bugün burada kendi canımızı düşünürsek, şehirler de birer birer arkamızdan teslim olacaklardır. Ama biz burada üstesinden gelinmesi olanaksız yüzlerce olasılığa karşı dimdik durup, onurla ölerek yenilgiyi zafere dönüştüreceğiz. Hayatlarımızı feda ederek, müttefiklerimizin ve geride bıraktığımız kardeşlerimizin kalplerine cesaret tohumları ekeceğiz. Tam anlamıyla zafer kazanacak olan onlardır bizler değil. Zafer bizler için asla yıldızlarda değildir. Bugün bizim rolümüz, karılarımızı ve çocuklarımızı kucakladığımızda ve savaşa gittiğimizde hepimizin bilincinde oluğumuz şeydir: Direnmek ve Ölmek! bizim üzerine yemin ettiğimiz ve gerçekleştireceğimiz şey budur!.." (Ateş Geçitleri age. 358-359) Üçyüz Ispartalı'da o geçitlerde ölürler ama direnerek ve savaşarak. Savaşın galibidirler. Savaşta gösterdikleri bu cesaret önreği kendinden sonra savaşan halklara değerli bir miras, onurlu bir sayfa bırakır. Bu gün dünyanın imparatorun ABD saldırdığı her karış toprağa bir vatanseverin kanını döktükçe birkez daha yenilecek ve tarihin kendine biçeceği "Son"dan kurtulamayacak. Emperyalizmden tek kurtuluş yolu direnmektir. Çünkü direnen halklar karşısında emperyalizm bir gün ezilen halkların nihai zaferiyle döktüğü kanda boğulacak. Çünkü tarihin yasaları bunu emrediyor...✔


röportaj tav›r

Savafla Hay›r Platformu ile görüfltük - Platformun ortaya çıkışı nasıl oldu? Şenol Karakaş: Savaşa Hayır Platformu 2002 Mart ayında başladı. Daha önce ‘Direnişi Küreselleştir’ diye yapmaya çalıştığımız şey sekterizm kurbanı oldu. O yüzden biz bu çalışmada partiler, örgütler doğrudan belirleyici olmasın diyoruz. Ya da on bin kişilik bir partinin temsilcisinin de bizim platformda toplantıda ikna edebileceği oranda bir oy hakkı olsun. Herkes eşit haklara sahip. Öneriler etrafında komisyonlar kuruluyor. İsteyenler komisyona gelip hafta içinde bunun aktivistliğini yapmaya çalışıyorlar. Platformun en önemli sorunu aktivist bulabilmek. İster kurumlardan olsun, ister bağımsız olsun. Yani zamanının bir bölümünü Savaşa Hayır Platformu’nun örgütlenmesine ayırmak. Yapılacak çok sayıda iş var çünkü. - 11 Eylül saldırılarını başlangıç alırsak Arjantin, Venezüella, Doğu Timor... Emperyalizmin halklara olan saldırısı ve halkların emperyalizme karşı direnişi konusunda ne düşünüyorsunuz? Şenol Karakaş: Arjantin çok iyi bir örnek. Arjantin ekonomisinin çökmesinin nedeni zaten IMF. Türkiye ekonomisinin de krize girmesinin nedeni IMF. Uruguay da aynı şekilde. IMF politikaları çözüm değil. Zaten sorunun başlıca kaynağı bu. IMF’nin, Dünya Bankası’nın yerine birdenbire ABD ordusunun gir-

mesi de bunun bir göstergesi. Demin dediğin gibi çok ciddi bir teşhir gerçekleşti. Bu küreselleşme karşıtı hareket gerçekten çok önemli bir hareket. Arjantin’de grev gözcüleri var. Geçen sene Arjantin isyanından önceki bir anmada bu grev gözcüleri devrim şehitlerini anıyorlar. Yani Arjantin devletine karşı verilen mücadelede ölen grev gözcülerini anarken yanına İtalya Genova’da ölen Carlo Gulliani’yi ekliyorlar. Yani muazzam bir bağlantı kurulmuş durumda. - Platformu oluştururken genel gözlemleriniz neydi, çalışma biçimi konusunda neler düşünüyorsunuz? Şenol Karakaş: Afganistan’ın bombalanmasından önce bu platform kuruldu. Platformu kurarken

43

dünyadaki anti-kapitalist küreselleşme karşıtı mücadeleyle bağlantı aramaya çalışıyoruz. Dünyada yeni bir şey gelişiyor aslında. Ben bizim platformu böyle daha iyi anlamlandırmaya çalışıyorum. Birlik içinde çeşitlilik sloganıyla özetlenen. Örneğin, Genova sosyal forumunda 350 bin kişinin yürüdüğü, gaz bombalarına karşı mücadele verdiği eylem 850 tane örgütün birleşik bir şekilde örgütlediği bir eylemdir. Türkiye’de de ihtiyaç buydu. 11 Eylül’den hemen sonra İHD bir platform kurmuştu, bir kısım parti F tipçiler var diye, bir kısım parti müslümanlar var diye İHD’nin platformunu terkettiler. Sekterlik, aslında halkın yüzde 80’i savaşa karşıyken Türkiye’de savaşa karşı yasal bir eylem yapılmasını engelledi. Afganistan’ın bombalandığı za-


man tek tek kelimeler üzerinden platform ortak bildiri yazamaz hale gelmişti. Emperyalizm olsun olmasın, şu olsun bu olmasındı. Biz oradan ders çıkardık. Birlik içinde çeşitlilik, yani “birlik, çeşitlilik, direniş” sloganı dünyadaki anti-kapitalist hareketi savaş karşıtı olarak örgütledi. Buna uygun bir biçime bürünmeli diye düşündük. Dolayısıyla çok çeşitli gruplar yan yana gelebilmeliler. Öyle bir platform olmalı ki bu, yani savaşa karşı pasifist olanlar da var. Bizim platformumuzda savaşma seviş diyenler de var. Çocuklarını savaşta yitirmiş anneler de var. Bir de bizim bu platformun çalışmaları açısından, önemsediğimiz bir şey de dünyadakine benzeyen bir şekilde Türkiye’de de örgütsüz ama öfkeli bir kesim var. Tek tip grupları pek beğenmiyorlar. Dolayısıyla kurumlarla bireylerin birleşik mücadelesini sağlayabilecek bir platform olması açısından da önemliydi. 1 Mayıs’ta 14 kurum platformla beraber yürüdü.

dırdığı zaman, Irak halkının direnmesine dur demiş olmam, ABD’ye dur demiş olurum. Bunu gerçekleştirmek için neler yapabiliriz? İşte Türkiye’de bir grubun sokağa çıkıp, birkaç yüz kişinin sokağa çıkıp savaşa hayır demesiyle ABD’nin savaşı durmaz. Ama şunu durdurmuş olabiliriz. Türk hükümetinin bu savaşa dahil olmasını, dolayısıyla ABD’ye bir şekilde destek vermesini, örneğin üslerini açmasını engellemeye çalışabiliriz. Savaşa hayır başlığının geniş tutulmasının anlamı bence budur. Şimdi 21.yüzyıla girdik 19.yüzyıldan beri emperyalist olmayan savaş yok. Dünyada bütün savaşlar emperyalist savaşlar, yahut emperyalizmle bir şekilde bağlantılı olan savaşlar. Onun için yine başlığı geniş tutmak lazım. Savaşa hayır dediğimizde zaten biliyoruz ki son 150 yıldır yapılan bütün savaşlardır ve bunlara karşıyız demiş oluruz. - Eğitimciler savaş karşıtı platformunun başlangıcından itibaren ne gibi çalışmalar yaptı?

*** - Nasıl bir savaşa karşısınız? Cengiz ALGAN: Bugüne kadar dünya tarihinde halkların çıkarmış olduğu bir savaş yok. Her zaman bir egemen sınıfın ya da yönetenlerin çıkardığı bir savaş vardır. Mutlaka onların çıkardığı bir savaş vardır ama halklar buna bir şekilde yanıt verirler. Bu bazen grev olur, bazen silahlı ayaklanma olur, bazen başka türden çeşitli direnişler vardır. Ama bu ad altında halkların emperyalizme karşı verdiği savaşı ayırmaya çalışırsak savaşa karşı mücadele içinde yer almak isteyen unsurları birbirlerinden izole etmiş oluruz. Ayırmış oluruz, hareketi bir nebze bölmüş oluruz. Başlığı olabildiğince geniş tutmak bence daha mantıklı. Yani asıl saldırganı teşhir edecek tarzda bir yöntem izlemek gerekiyor... Cengiz ALGAN: ABD Irak’a sal-

Cengiz ALGAN: Savaş karşıtı platform içerisinde, Savaş karşıtı Eğitimciler diye bir grubumuz oluştu, özgün bir alan olarak da eğitim ve savaşın bağlantısını kurmak gerekir diye düşündük. Çünkü Türkiye’de 14 milyon kişilik bir kitle ilk ve orta öğrenim öğrencisi. Bunlar da savaştan doğrudan etkilenen çocuklar. Örneğin, eğitime aktarılmayan paralar savaşa aktarılıyor, psikolojik yönden çocuklar başka türlü etkileniyor. Türkiye’de 20 yıldır süren savaştan dolayı göç eden ailelerin çocukları mağdur oluyor. Biz bu sorulara çözüm üretmek ya da cevap üretmek üzere savaş karşıtı platformun içinde eğitimciler başlığı altında toplanmayı uygun gördük. İlk yaptığımız etkinlik bir kere savaşa hayır pankartı arkasında 1 Mayıs’a katılmak oldu. Sonra bir panel düzenledik. Psikologlar Derneği’nden iki konuşmacı getirerek savaşın çocuk psikolojisi üzerindeki etkisini tartıştık. Daha sonra bir film gösterimi yaptık. Türkçe alt yazılı Kürtçe bir film

44

“Sarhoş Atlar Zamanı”. Sonraki projemiz ise bir bülten ya da bir yayın çıkartmak oldu. *** - Savaşa Hayır Platformu’nu biraz anlatır mısınız? Seyfullah KARAKURT: ABD’ de 11 Eylül’ de meydana gelen Dünya Ticaret Merkezi’nin uçaklarla yok edilmesi olayından sonra ABD Afganistan’a saldırmıştı. Orada Talebanların yerine kendine bağlı bir yönetim kurdu. Daha sonra da Filistin’de işgal başladı. İsrail işgali başladı, binlerce çocuk öldürüldü. Sonra da ABD’nin Irak’a saldırısı gündeme geldi. Savaşa Hayır Platformu da 11 Eylül’deki olaylardan sonra kuruldu. Bu platformda sanatçılar var, sendikalar var, kadın örgütleri var, insan hakları savunucuları var, yayın kuruluşu olarak da Anadolunun Sesi olarak biz de yer aldık. Burada tabii ki ABD’nin savaşı var, dünyaya hakim olma isteği var, Ortadoğu’ya hakim olma isteği var, Türki Cumhuriyetler’deki petrollere, petrol pazarına hakim olma isteği var ve tabii ki kar hırsı var. Silah tekellerinin daha çok silah üretip bunları pazarlama isteği var. Biz de bunlara karşı olduğumuz için şu anda dünyadaki savaşa, özellikle de ABD’nin açtığı savaşlara karşı olduğumuz için bu platformda yer aldık. - Bu platformun amacı nedir, ne gibi çalışmalar yapmayı hedefliyor? Seyfullah KARAKURT: Şu anda ABD’nin Irak’a müdahalesi gündemde. Buna karşı çıkmak platformun temel amaçlarından biri. Fakat bizim platformda, şu temelde görüş ayrılıklarımız da var. Platformda bulunanların bazıları bütün savaşlara hayır diyorlar. Fakat biz bütün savaşlara hayır demiyoruz. Bağımsızlık ve emperyalizme karşı ulusal kurtuluş mücadelesi veren ülkeler de var. Biz tabi ki böyle haklı savaşların yanındayız, onları destekliyoruz, destekleriz de.


- Peki sizin, radyo olarak platform içindeki çalışmalarınızın dışında özel bir etkinliğiniz oluyor mu? Seyfullah KARAKURT: Savaşa hayır diyen, ABD’nin savaşına hayır diyen herkesin sesini duyuruyoruz radyomuzun mikrofonlarından. Bu platformun da etkinliklerini duyuruyoruz. Tanıtımını yapıyoruz, savaşa hayır diyenlerle programlar yapıyoruz. Şimdi ülkemizde RTÜK yasası çıktı biliyorsunuz. Biz bunun da ABD’nin politikalarından bağımsız olmadığını düşünüyoruz. Çünkü radyo olarak F tipi hapishanelerle ilgili programı yaptık diye kapatıldık biz. Yine bu F tipi hapishane politikalarının da ABD’den ve Avrupa’dan bağımsız olmadığını düşünüyoruz. Çünkü ABD kendisine karşı güç olan herkesin sesini kısmak istiyor. Bu F tipi hapishanelerdeki insanlar da ABD için bir güç ve tehlike oluşturuyor. Ülkemizdeki politikaların, özellikle yayıncılık alanında bağımsız olmadığını düşünüyoruz. -7-10 Kasım tarihlerinde Floransa’da Avrupa Sosyal Forumu yapılacak. Bu etkinlikle ilgili sizin çalışmalarınız var mı? Seyfullah KARAKURT: Savaşa Hayır Platformu olarak orada yer alacağız biz. Ülkemizi anlatacağız, çeşitli toplantılar yapacağız. Şimdi Latin Amerika ülkelerinde, yani yıllardır devam eden bir savaş var. Bu da ABD’den bağımsız değil. Burada olan sosyal ekonomik olaylar, siyasal olaylar özellikle IMF politikalarıyla birebir ilgilidir. En son Brezilya’da yaşanan olaylar, Arjantin’de yaşanan halkın isyanı bu politikaların orada iflas ettiğini göstermiştir. IMF’nin bulunduğu her yerde açlık vardır, fakirlik vardır, ezilmişlik vardır. Yurdumuzda da aynı politikaların sonuçlarını bütün halk yaşıyor. Avrupa Sosyal Forumu’nda bunları da anlatacağız. - Bir yayıncı olarak sizin de bir mesajınız var mı?

Seyfullah KARAKURT: Biz insan hakları savunucularını, savaşa hayır diyenleri, düşünce özgürlüğünü savunanları, anayasal haklardaki ihlallere hayır diyen herkesi bu platformda görmek istiyoruz. Küreselleşmeye karşı, sermayeye karşı olan herkesi görmek isteriz bu platformda. Kaldı ki son dönem Avrupa Birliği uyum yasaları çıktı. Onun peşinden YTP (Yeni Türkiye Partisi) kurduruldu. Yani tamamen bu ülkede yaşayan insanlara sorulmadan, onların görüşleri alınmadan yapılan yasalar. Biz şunu diyoruz; Anadolu insanı güçlüdür diyoruz, başeğmediğini biliyoruz. Önümüzde geçmiş yıllarda yapılan kurtuluş savaşlarından bunu görebilir insanlar. Bu ülke de sahipsiz değildir tabii ki. Ülkesini seven, halkını seven herkesi bu platformda görmek isteriz. Ve onların da radyomuz kanalıyla seslerini duyururuz her zaman. *** - Siz kendinizi barış annesi olarak ifade ediyorsunuz. Platforma katılma amacınız nedir? Şekernaz Ana: Barışçı insanlar nerdeyse biz orada olmak istiyoruz. Çünkü analar için, bir de Kürt analar için barış çok iyi bir şeydir. Bence barış bir kelime değil, bir zenginliktir. Bir yaşamdır. Yani bir güzelliktir. Bunun için biz barış anaları olarak kendimiz yer aldık orada. İşte şimdiye kadar ne kadar savaş oldu kimse hayır görmedi, bu savaşlar hem mala zarar, hem cana zarar. İki sene oldu barış, biraz sesi geldi. Bence bütün analar barış severdirler. Bundan sonra biz bütün insanlara, bütün ırklara bütün dünyalara barış istiyoruz. Şimdiye kadar 20 sene oldu bu savaş vardı. O kadar insanlar öldü. İşte 30 bin kişiden bahsediyorlar. Peki bu kimin çocuklarıdır, bu neyin içindir, kimse sormuyor bunlar neyin için öldüler, nerde öldüler, kimin çocukları, hangi toprağın çocukları, hangi annenin çocukları? Yani acaba o anneleri hiç düşünüyorlar mı? İşte o kadar çocuklar yetim kaldılar. O ço-

45

cuklara kim bakıyor, kimse ondan bahsediyor mu? İşte diyelim anneler günü geliyor, kim o annelerin yanına bir gül götürür, yani bir çiçek alarak eline, götürüp o anneyi görür. Peki her zaman o anne ölüyor, acıdan yanıyor, kimse ona bakmıyor. O annenin çocukları askere gittiği zaman diyorlar kahraman çocuklarımız, dağa giden çocuklar terörist oluyorlar, peki bir annenin çocuğu değil midir o? Kim düşünüyor onları? Yine o analar acıyor. Yani bu ne zamana kadar sürer bu savaş, yani bu analar ne zamana kadar bu acıyı görecekler, bundan sonra yeter diyoruz. Daha sonra gelecek analar ağlamasın, onların gönlü güzel olsun, bizim gençlerimiz dünyada yaşasın, dünyada bir gül gibi annelerin yanında kalsın, ne güzel bir şeydir. Bizim çocuklarımız geride kalmış, zavallı çocuklar değildirler. Hep okuyan çocuklardırlar. Şimdi benim dilim Kürtçe’dir, Türkçe fazla konuşamıyorum. Belki bir kelimeden iki kelime eksik bırakıyorum. Şimdi ben Kürtçe konuşsam ne olur, Türkçe konuşsam ne olur. Yani dünyada birkaç dil daha bilseydik. Bir Türk gelse Kürtçe konuşsa dünyayı mı koparır. Ben Türkçe konuşsam ne olur. Yani bir Türk, bir Kürt senelerce kardeşçe birlikte yaşadılar. Yani diyelim böyle yaşama ne güzel. -Platformla ilgili ne düşünüyorsunuz, çalışmalarınız nelerdir? Şekernaz Ana : Etkinlikler oluyor. Biz bu platforma da başarılar diliyoruz. Bu platformu biz parça parça istemiyoruz. Birlikte olunsun bir çatı altında kalsınlar. Parça parça olduğunda hiç kimse başarılı olamaz. Herkes, birbirimize destek olalım. Eksik nerde olsa orada tamamlayalım. Yani bütün insanlara destek isteriz. Sanatçılara, insanlara, kurumlara, partilere diyelim, kim insan kendine insan diyorsa orda bağırarak koşup onlardan destek isteyelim. Biz birlik olalım her şeyi yapalım. Bu platform çok güzel olur, başarılar dilerim bu platforma, hatta bizim üzerimize ne düşerse destek olalım.✔


tavır

haber-yorum ANADOLU'NUN SESİ RadİDİL Kültür Merkezi Çalıyo’su Yeni Yayın Döneminde! şanları Gözaltına Alındı! 92.8 frekansından yayın yapan Anadolu'nun Se-

İDİL Kültür Merkezi Çalışanları 3 Günlük AÇLIK GREVİ Yaptı! TAYAD'lı ailelerden Niyazi Ağırman, Melek Akgün ve Kemal Ağdaş'ın Niyazi Ağırman'ın evinde 11 Ağustos'ta başlattıkları Süresiz Açlık Grevi'ne10-13 Eylül tarihleri arasında İdil Kültür Merkezi çalışanları da üç günlük açlık grevi yaparak destek verdi. İdil Kültür Merkezi bünyesinde çalışmalarını yürüten Grup Yorum, Özgürlük Türküsü, FOSEM ve dergimizin çalışanları, tecritin kaldırılması ve artık bu ölümlerin durması için açlık grevi yaptıklarını belirttiler. TAYAD'lı aileler, 24 Eylül 2002 tarihinde yaptıkları basın açıklamasıyla 45 gündür yaptıkları açlık grevine son verdi.✔

TAYAD’ın AB’ye üye ülkelerin konsolosluklarına iki haftada bir yaptığı dilekçe verme eyleminde, Özgürlük Türküsü elemanı Baran Sever ve FOSEM çalışanı ve muhabirimiz Canan Özel gözaltına alındı. 29 Ağustos 2002 tarihinde yapılan dilekçe verme eyleminden sonra yapılan basın açıklaması sırasında polisin saldırısı sonucu 34 kişi gözaltına alınmıştı. Gözaltına alınanlar savcılığa çıkarılmadan serbest bırakıldı.✔

Temel Haklar ve Özgürlükler Derneği Kuruluyor! 14 Eylül 2002 tarihinde Aksaray Genel-İş Sendikası toplantı salonunda yapılan basın açıklamasıyla yeni kurulan dernek tanıtıldı. Temel Haklar ve Özgürlükler Derneği Girişimi Sözcüsü Erol Ekici; aydın, yazar, işçi, öğrenci, esnaf, haklar ve özgürlüklerden, demokrasiden yana olan herkesi bu platformu sahiplenmeye ve çatısı altında yer almaya çağırdı. Yaklaşık 100 kişinin katıldığı toplantıda Av. Özgür Gider de derneğin kuruluş amacını ve neden böyle bir derneğe ihtiyaç duyulduğunu anlattı.✔

İDİL Futbol Turnuvası So- KARANFİLLER Kültür Merkezi’nde Kermes! nuçlandı! Bu sene 5.si düzenlenen Geleneksel İdil turnuvası yaklaşık 1.5 ay sürdü. Mahallelerden turnuvaya katılan takımlar eleme usulüyle maç yaptı. Yapılan maçlar sonucunda finale kalan Nurtepe ve Anadolu Gücü oldu. 14 Eylül Cumartesi günü yapılan final maçında ise 10-7'lik bir skorla Nurtepe maçı aldı. Böylece şampiyonluk kupasını Nurtepe kazandı. İkinciliği Anadolu Gücü, centilmenlik kupasını ise Gençlik Spor aldı.✔

1Eylül’de Bağcılar Karanfiller Kültür Merkezi’nde bir kermes açıldı. Okul malzemeleri ve kırtasiyelik eşyaların dağıtıldığı kermeste, 20 gün boyunca ihtiyacı olan öğrenci ve ailelere ücretsiz olarak okul malzemesi ve kitap verildi. 8 Eylül'de ise 80 kişinin izlediği "Nisan Devrimi" adlı filmin gösterimini gerçekleştirdi.✔

46

si Radyosu, 23 Eylül 2002 tarihinde yeni yayın dönemine başlıyor. Hergün günlük gazetelerin aktarıldığı ve yorumlandığı Sürmanşet programıyla her sabah 08:00'de, Kültür Sanat rehberinden, öykü-fıkramakale-özlü sözler-tarihte o gün yaşananlar ve güne dair yaşadıklarınızı Günizi programıyla hafta içi hergün saat 15:30'da, internet aracılığıyla yapılacak isteklerin yayınlandığı İstek Hattı programı salı, perşembe ve cuma günleri saat 13:30'da, Yol Arkadaşı programıyla dinleyeceğiniz türküler pazartesi, çarşamba ve cuma günleri saat 17:30’da, Av. Ali Rıza Dizdar'ın hazırlayıp sunduğu spor programı Spor ve Güncel her pazartesi saat 21:30'da, Orhan Güzelsoy'la yaşamın o haftaki gelişmelerine Dinozorun Sayfası'yla her pazartesi saat 22:30'da, Türk Sanat Müziği eserlerinin bestekarları ve bilinmedik hikayelerini Funda Erdal'ın sunduğu Hoş Sada programıyla her salı saat 18:30'da, Türkiye ve Dünya şiirinden örneklerle, şiire edebiyata ilişkin tartışmaları, yeni çıkan kitapların tanıtımı ve dinleyicilerin şiirlerinin okunduğu Av. Sabri Kuşkonmaz'ın hazırlayıp sunduğu adresimiz Şiir programı her salı saat 21:00'de, Halk Bilimini tüm yönleriyle, destanları, türküleri,manileri, enstrüman ve sanatçı ve ozanlarını araştırmacı-halk bilimci Ahmet Koçak ve Hikmet Kamaç'ın birlikte hazırlayıp sunduğu Serçeşme programı her çarşamba saat 13:30'da, araştırmacıyazar Erol Toy'un hazırlayıp sunduğu ve Anadolu'yu tarihi ve bugünüyle anlatan program Anadolu Çınarı her çarşamba saat 21:00'de, Liman İş Sendikası eski başkanlarından Hasan Biber'in hazırlayıp sunduğu işçileri ve üretimlerini konu alan İşçinin Yüreği programı her perşembe saat 18:30'da, güncel hukuki gelişmelerin değerlendirildiği ve Av. Cemal Yücel'in hazırlayıp sunduğu Hukuka Bakış programı her perşembe saat 21:00'de, sağlık sorunlarını tanırtırken çözüm önerilerinin de sunulduğu, Dr. Necati Özdemir'in hazrılayıp sunduğu Sağlıklı Yaşam programı her cuma saat 21:00'de, yapmış olduğunuz isteklerin doğrultusunda hazırlanan müzik listesi programı Haftanın 20'si her cumartesi saat 14:30'da, şiirler eşliğinde Erol Kar'ın hazırlayıp sunduğu türkü programı Ezgili Yürek on beş günde bir cumartesi saat 21:00'de, Erol Kar'la birlikte memleketimizden insan manzaralarının yansıtıldığı Seke Seke Ben Geldim on beş günde bir cumartesi saat 21:00'de, çocuklarımız için Mavi Uçurtma her pazar saat 11:00'de, insan dostluğunu, vefayı paylaşımlarımızı dile getiren Arkadaş programı her pazar saat 21:00'de, gün içerisinde 11:00-13:00-15:00-18:00-20:00 ve 22:00'de ülkemiz ve dünyadaki haberleri aktardığımız Haber Bültenlerimiz ve olayları taraflarından, tanıklarıyla dinlediğiniz Haber Analiz programı her cuma saat 20:00'de bundan sonraki yeni yayın dönemiyle dinleyicileriyle buluşuyor.✔


Şükran Güngör Vefat Etti! Tiyatro sanatçısı Şükran Güngör tedavi gördüğü hastanede yaşamını yitirdi. Sanatçı uzun süredir Amerikan Hastanesi’nde pankreas kanseri tedavisi görüyordu. 1926’da Aydın Çine’de doğan Güngör, İÜ Hukuk Fakültesi’nde oynadığı “Fareler ve İnsanlar” adlı oyunuyla tiyatroya ilk adımını attı. Bu oyunuyla ilk ödülünü de alan sanatçı, son olarak da “Güle Güle” ve “Büyük Adam Küçük Aşk” gibi filmlerindeki oyunculuğuyla da büyük ilgi toplamıştı. 17 Eylül’de saat 10.30’da Kenter Tiyatrosu önünde düzenlenen törenin ardından Bodrum Turgut Reis’te toprağa verildi.✔

"SONRA" Filmine Ödül!

nokta haber Grup Yorum 25 A¤ustos 2002;

Yönetmenliğini Metin Yeğin'in yaptığı "Sonra(After)" isimli film, Macaristan Retina Film Festivali'nde birincilik ödülü aldı.. Ölüm orucunduyken zorla müdahale sonucu hafızalarını kaybedenlerin, hafızalarını kaybettikten sonraki yaşadıklarını, arkadaşlarıyla birlikte yaşama çabalarını anlatan film, şimdiye kadar Prag, Münih, Paris, Amerika, Londra'daki festivallerde gösterildi.✔

39. Antalya Altın Portakal Film Festivali Yapılıyor!

Savaşa Hayır Platformu Sempozyum Düzenledi!

Türkiye’de en eski festival olma özelliğini taşıyan Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin bu sene 37.si gerçekleşecek. Bu sene özel gösterim bölümünde “Kültürlerin Buluşması” başlığı altında İtalya, Yunanistan, Gürcistan, Kazakistan, Azerbaycan, İsrail ve Filistin’den filmler yer alacak. 01-05 Ekim 2002 tarihleri arasında gerçeşleşecek olan festivale bu sene katılacak filmler ise şöyle: *"Yeşil Işık" - Faruk Aksoy *“Gönlümdeki Köşk Olmasa” - Elisabeth Rygard *“Sarı Günler” - Ravin Asaf *“İçerideki” - Ahmet Küçükkayalı *“Uzak” - Nuri Bilge Ceylan *“Martılar Açken” - Bülent Pelit *“Sır Çocukları” - Aydın Sayman, Ümit Cin Güven Antalya Altın Portakal Film Festivali çerçevesinde bu sene 8.si yapılan Uluslararası Kısa Film Yarışması’nın ise sonuçları belli oldu. Buna göre; dramatik dalda Peter Meszeros'un "After Rain", canlandırma dalında Uğur Erbaş'ın "Dünyanın Kapıları", deneysel dalda Robert Dolcz ve Baglarka Dolcz'un "Safari" ile belgesel dalda Armağan Pekkaya ve Orhan Eskiköy'ün "Dışarıda Olmak" adlı filmleri birinci seçildi. Halk jürisi ödülleri ise "Demiryolu Temizlikçisi", "Macahel", "Dünyanın Kapıları" ve "Esperanto" adlı filmlere verildi.✔

14-15 Eylül 2002 tarihinde Savaşa Hayır Platformu, Kadıköy Barış Manço Kültür Merkezi’nde “Savaşsız Bir Dünya Mümkün” başlıklı uluslararası bir sempozyum düzenledi. Sempozyum ilk gün İngiltere’den “Savaşı Durdurun Koalisyonu (Stop The War)” nun temsilcisi Andrew Burgin, Filistin’den Yunanistan Filistinli İşçiler Birliği Başkanı Mıhıar Eqtami, Yunanistan’dan Genova 2001 Kampanyası üyesi Yannis Sifakakis ve İsrail’den “İsrail Alternatif Bilgi Merkezi” üyesi Sergio Yanni konuşmacı olarak katıldı. Etkinliğin ikinci gününde ise “Türkiye Savaşın Neresinde” başlıklı panele KESK Kadın Sekreteri Sevgi Göğçe, Mazlum-Der İstanbul Şube Başkanı ve Genel Başkan Yard. Ahmet Mercan, İHD Genel Başkanı Hüsnü Öndül, Barış Anneleri İnisiyatifi sözcüsü Müyesser Güneş ve İstanbul Tabibler Odası Genel Sekreteri Şebnem Korur Fincancı konuşmacı olarak katıldı. Panelin ardından gerçekleşen forumda ise tüm katılımcılar savaşı nasıl durdurabileceklerini tartıştılar. Platformun bu etkinliği ikinci gün sonunda gerçekleşen Grup Yorum dinletisi ile sona erdi.✔

47

Kocaeli’nde gerçeklefltirilen konserde yaklafl›k 600 kifliye seslendi.

27 A¤ustos 2002; Marmaris-Merkez Anfi Tiyatro’da verdi¤i konserde yaklafl›k 800 kifliye seslendi.

30 A¤ustos 2002; Bodrum-Kale’de gerçeklefltirdi¤i konserde yaklafl›k 1100 kifliye seslendi.

8 Eylül 2002; Hollanda’da gerçeklefltirilen gecede yaklafl›k 2500 kifliye seslendi.

28 Nisan 2002; Kemerburgaz piknik alan›nda gerçekleflen dü¤ünde yaklafl›k 500 kifliye seslendi.

15 Eylül 2002; Kad›köy Bar›fl Manço Kültür Merkezi’nde “Savafla Hay›r Platformu”nun düzenledi¤i sempozyumda dinleti verdi.

23 Eylül 2002; Alibeyköy'de yap›lan süresiz açl›k grevine destek için türküler söyledi.


GELENEKSEL AFGAN MÜZİĞİ Ares Müzik, Geleneksel Afgan Müziği'ni tanıtmayı amaçlıyor. Albümü arşiv serisinden yayımladı. Afganistan'da varolan inanç ve etnik grup mozaiğinin kendini ifade etmek ve kültürünü yansıtabilmek, yaşatabilmek için başvurduğu şarkılar bu albümde biraraya getirilmiş. Albümde yer alan eserler Afganistan'ın genelini anlatabilme amacı güdülerek seçilmiş. Repertuar hazırlanırken farklı konulardan, farklı lehçelerden farklı enstrümanların kullanıldığı eserlerden seçmeler yapılmış. Albümde sevda türkülerinin yanısıra, kavuşulamayan aşk temsiliyle özdeşleşen "Leyla ile Mecnun" Hz. Muhammed'in övgüsünü içeren "Naat" ile dans şarkılarının da birarada bulunması, genel çerçevenin yansıtılması amacının bir ürünüdür. Albüm Afganistan'ın dört bir yanından seçilmiş 15 eserden oluşuyor. Özellikle etnik müzik, arşivcileri için değerli bir çalışma.✔

BİN YILIN TÜRKÜSÜ 13 Mayıs 2000 tarihinde Köln-Arena'da Almanya Alevi Birlikleri Federasyonu'nca gerçekleştirilen "Bin Yılın Türküsü" organizasyonunu 5 Ekim 2002 tarihinde İstanbul Abdi İpekçi Spor Salonu’nda Alevi Bektaşi Kuruluşları Birliği'nin ev sahipliğinde gerçekleşecek. Bin Yılın Türküsü Anadolu Aleviliği'ni ozan damarıyla anlatan, Anadolu hümanizminin 1000 bağlama, senfoni orkestrası, tiyatro/opera öğeleri, yerli/yabancı sanatçılar ve yüzlerce semahçıyla dünyaya sunuluşudur. 2000 yılında Köln'de 1246 bağlamacı, 700 semahçı, Köln Senfoni orkestrası, Köln Arkadaş Tiyatrosu, Afrika, Yunan, Fransa, Alman, Azerbaycan müzik grupları ile gerçekleştirilen Bin Yılın Türküsü gösterisi büyük beğeni kazanmıştı. Genel Sanat Yönetmenliği'ni Necati Şahin'in yaptığı Avrupa'dan 10 ülkeden 500 bağlamacı, CRR Senfoni Orkestrası, her kıtayı temsil edecek müzik grupları ve yüzlerce semahçı katılacak.✔

ARZU - AYRILIK "Ceylanım" isimli albümüyle halk müziği dinleyicilerinin büyük beğenisini kazanan Arzu, bu sefer "Ayrılık" isimli albümüyle dinleyicileriyle buluşuyor. İber Müzik'ten yayınlanan albümün Prodüktörlüğü İbrahim-Erdal Yılmaz'a, Aranjör-Müzik Direktörlüğü Ferhat Livaneli'ye ait. Bazı parçalarda ise direktörlüğü Volkan Dündar, Aranjörlüğü Erdoğan Artan üstlenmiş. Albümü oluşturan 14 çalışmanın beşinin müziği Kıvırcık Ali'ye ait. Ayrıca Yaşar Aydın'ın "Gidemem", Abidin'in "Eyvah Piro", Zeynel Aba'nın "Turna Gibi", Mürşit Has'ın "Gözleirem" ve Nurettin Rençber'in "Kara Gül" türkülerini Arzu kendine has üslubuyla yorumlamış. "Ayrılık" "Ceylanım"la karşılaştırıldığında Arzu'nun kendini daha ileriye taşıdığı bir albüm olarak farkını koyuyor.✔

ÇAR NEWA - MAK 1998 yılında "Koma Amed" den ayrılan grup elemanlarının oluşturduğu ÇAR NEWA 2000 eylülünde çıkan "Si" isimli albümünün ardından 2. albümleri "Mak" ile tekrar dinleyenlerinin karşısında. “Si” albümü çoğunlukla grup elemanlarının kendi bestelerinden oluşuyordu. "Mak" ise Kürtçe'nin üç lehçesinden farklı yörelerden, farklı makamlardan seçilmiş halk ezgilerinden oluşuyor. 11 çalışmadan oluşan albüm Çar Newa'nın ikinci albümü olmasına rağmen tecrübe ve birikim olarak yılları devirmiş bir grubun etkisini yaratıyor. Şarkıları, uzun havaları dinlerken Mezopotamya'da tarihsel bir yolculuğa çıkıyorsunuz. Çar Newa kendine has vokal yorumlamalarını ve gitar kullanımını bu çalışmada da yoğun olarak hissettirmekten kaçınmamış. Bunu mantıklı bir dengeye oturtarak yapmayı başardığı için herkesin dinleyebileceği, herkesin kendinden bir şeyler bulabileceği, her şeyiyle Kürtçe bir albüm yaratmış. Çok eski uygarlıkların yarattığı; bugüne dengbejlerle, kılamlarla ulaşan sesleri, melodileri bir de Çar Newa'nın imbiğinden süzülmüş olarak dinlemenizi tavsiye ederiz.✔

DÜZELTME Önceki sayımızda, Nilüfer Akbal’ın “YOL” albümünün tanıtımına ilişkin yazımızda, albümü Ayhan Evci ile şekillendirdiği ve albümde İngilizce bir parça olduğu şeklindeki ifadeler yer almıştır. Doğrusu, Ayhan Evci albümün prodüktör ve aranjörüdür ayrıca İngilizce parça yerine, İngilizce çeviri ifadeleri olacaktır. Teknik nedenlerle oluşan hatadan dolayı düzeltir özür dileriz.✔

48




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.