Dokuzuncu sayımızla tekrar sizlerle buluşmanın mutluluğunu yaşıyoruz. Bağımsız devrimci sanat anlayışıyla yayınladığımız Tavır ekonomik dayatmalara baskılara rağmen sizlerle buluşmasını aylık periyoduyla sürdürecek. Nasıl bir dergidir Tavır? Neden toplatılır? Neden hakkında davalar açılır, el konulur? Çünkü halktan yanadır, halkındır... Bu soruya verilecek en yalın cevap budur. Okurlarımızdan gelen telefonlar, aldığımız mektuplar, öneriler, eleştiriler bizi çok mutlu kılıyor. Geçenlerde bir okurumuzdan aldığımız mektup bizi duygulandırdı. Yedinci sayımızın toplatılması üzerine duygu ve düşüncelerini dile getirdiği mektubunda Tavır'ı "mahalleye giren zengin arabasının boyasını çizen hırçın uslanmaz bir çocuğa" benzetmiş. Tavır varlığıyla bütün baskı ve yasaklamalara rağmen o zengin arabalarının boyalarını çizecek, birilerinin maskelerini düşürecek. Bu "çocuk" hep hırçın olacak, hiç uslanmayacak... Seçkin kişilerden oluşan bir yazı kurulu anlayışı yoktur Tavır'ın. Mahallenin bakkalı, fabrika işçisi, tezgahtar, öğretmen, öğrenci herkes Tavır'ın okuru ve yazarıdır. Bu düşüncelerle yazılarınızı, öykülerinizi, şiirlerinizi bekliyoruz. Ölüm orucunda ikinci yıl doldu.İki yıldır insanlık onuru için sürüyor direniş. Gelinen son noktada Adalet Bakanı'nın sözleri akıllara durgunluk veriyor. F tiplerinde her hizmetin olduğunu, kütüphanelerde Dostoyevski'den, Montaigne'e kadar her yazarın kitabının bulunduğunu, ve öyle 'beyin yıkayıcı' kitapların bulunmadığını söylüyor. Bu zihniyet Adalet Bakanlığı koltuğunda profesör kimliğiyle oturuyor. İlimle uğraşıyor. Kitaba, bilgiye "beyin yıkama" diye yaklaşan zihniyete şapka çıkartmak gerek! Bu kadar cahil olmak için eğitilmiş olmak gerek! Bugün duvarların ardındakilerin ödediği bedel düşüncenin onuru içindir. Kütüphanelerde 'hizmete sundukları' kitapları okuyup bilinç ve doğru bir dünya görüşü taşıdıkları için, dünyayı doğru yorumladıkları için oradadırlar. Kuyunun dibindeki kurbağa dünyayı kuyunun ağzı kadar sanarmış... Kuyunun dibindeki kim? Duvarların ardında kalan kimdir gerçekte tartışılır! Dergimiz elinize ulaştığında sandıktan yeni "Susurlukçular" çıkmış olacak. 3 Kasım, Susurluk'un yıldönümünü kutlar gibi yeni kirli yüzler iktidara gelecek. Yaptıkları seçim propagandalarıyla da halkı kandıramayacakları ortadadır. Ahmet Altanlarla"aldatılıyor", avutuluyor muyuz? Kimdir halkımızın gerçek aydınları? Ahmet Altanlar mı yoksa ölümünün yirmi ikinci yılında bile yattığı yerden "Bir mer mide benden aslanım" diye haykıran Enver Gökçeler mi? Yüreği son ana kadar halkı için çarpan büyük ozanımızı saygıyla anıyoruz. Enver Gökçe'yi, Enver Gökçeleri yaşatacağımıza söz veriyoruz... 5 Kasım... Bir yıl önce bugün o yoksul mahallede, Armutlu' da aynı sofraya bağdaş kurduğumuz halkımız, mahallelilerin sevgili dostları devrimciler kurşunlandı. Anılarına sahip çıkıyoruz. Ve 6 Kasım... Üniversite gençliğinin, öğretim elemanlarının ve çalışanlarının üstüne bir karabasan gibi çöküp taml9 yıldır akademik demokratik hak ve özgürlükleri yokeden bir 12 Eylül ucubesi... Umudun yok edilmeye çalışıldığı koşullarda gençlik haklı mücadelesinde umutsuz değil. Kuruluşunun hemen ardından inançla ve inatla YÖK'e karşı mücadeleyi başlatanlar, bugün de en ağır bedeli ödeyerek, bedeniyle yaktıkları ateşlerle gençliğin yolunu aydınlatıyor, yüreğini ısıtıyor... Açlık, yoksulluk ve direnme iradesini bir ay değil, bütün yıl boyunca göstermek zorunda bırakılan halkımızın geleneksel oruç ayı, Ramazan ayına giriyoruz. Duyguları söndürecek olanlara inat, dayanışma içinde açlığın,yoksulluğun sorumlularını yenmenin iradesini yaratacaktır halkımız... ABD Emperyalizmi Ortadoğu üzerindeki oyunlarını sürdürüyor... Bir yandan terör demagojileriyle Afganistan'da uyguladığı terörü Irak'a da uygulamaya çalışıyor. Bir yandan da destek bulamasam da saldıracağım diyerek bu konuda ki pervasızlığım sergiliyor. ABD, petrolü; Ortadoğu Halklarının kanından çıkarmak istiyor. Emperyalizmin yapacağı -ki adı ister yardım, ister operasyon, ister müdahale olsun- kendi çıkarları için saldırıdır, daha fazla katliamdır. Bunun için "Emperyalist Savaşa Hayır!" diyoruz. Onuncu sayımızda buluşmak üzere...
Dostlukla... tavır
tavır
Aylık Sanat Dergisi
3 sandıktaki susurluk 5 arpalıkta telaş var 7 inançla beslenen bir umudun ozanı 10 veda 11 fotoğraf 13 bağışla bizi idil çocuk 15 temel haklar ve özgürlükler... 16 şiir 18 mektup 19 ahmet altanlarla aldatılmak 21 hasretini sordum dağ dediler 23 sultan gibi olacak 26 arjantinde son durum 31 haber yorum Sahibi: İdil Kültür Yayın Org. Rek. Film. T ic. Adına MUHARREM CENGİZ Genel Yayın Yönetmeni: GAMZE MİMAROĞLU SorumluYazıişleri Müdürü: AHU ZEYNEP GÖRGÜN Yazışma Adresi: İDİL KÜLTÜR MERKEZİ KULOĞLU MH. AĞA KÜLHANİ SK. NO:13/8 BEYOĞLU/İSTANBUL TEL/FAX:(212) 245 00 70- 244 3160 e-mail adresiiavir@grupyorum.net Ankara İDİL CAN KÜLTÜR MERKEZİ ŞİRİNTEPE MAH. 3.CADDE ŞİRİN APT. 124 - 9/B MAMAK/ANKARA TEL: (312) 390 03 32 I Hesap No: (TL):1042- 30000 596147 GAMZE MİMAROĞLU İŞ BANKASI PARMAKKAPI/İST .
(EURO): 1042- 3010000129062 GAMZE M İMAROĞLU İŞ BANKASI PARMAKKAPI/İST. Ofset Hazırlık: TAVIR YAYINLARI Baskı: ASPAŞ Dağıtım: D-B-R
seçimler ilhan ipek
sandıktaki susurluk G
ün ışığın alacası da yitip gidince, karanlığı aydınlatan sokak lambalan, reklam panoları, apartmanların tek tek evlerin ışıkları kalırdı geriye. Karanlıkta insan göremezdi. Suni ışıkla da olsa somut olanı görmek, bilmek ve yaşama kavgasını sürdürmekti insanın derdi. Karanlık insana aykırıydı... Kaç can koparılmıştı halkın bağrından, karanlık kuytularda yok edilmişti. Kaç can parçalanmış, işkence edilmiş cesediyle karşılamıştı acılı sabahlarımızı. Kamyonun deposu uzun yola yetecek kadar dolmuş muydu? "Allah kerim",. deyip sarıldı direksiyona kollar. Ve tekerleklerin üstündeki yük ne kadar ağır olursa olsun, yüreğindeki yükle kıyaslanamazdı. Takvimlerin 3 Kasım'ı gösterdiğini çok sonradan farkedecekti şoför. O gece Balıkesir'in Susurluk ilçesine yanaşırken olmuştu herşey. Bir siyah mercedes otomobil, ağır yüküyle en sağ şeritten ağır ağır ilerleyip arkadan girivermişti kamyonun altına. Karanlıktı... Karanlıktı mercedesin rengi. Karanlıktı az sonra başka bir otomobilden inen adamların giysileri. Kara bir çanta ile birşeyler daha çıkardılar ezilmiş otomobilden. Bir de üç ceset. Şoföre göstermediler, görmesin diye uzakta tuttular... Az zaman sonra duyuldu ki üç ceset üç gariban kazazede olmanın çok ötesindeydi. Biri, bedeninin bütün fonksiyonlarını içki masalarına meze, otel odalarına aksesuar, geniş yataklarda hayvansal tatmine araç ederek yaşamakta olan bir sarışın kadındı. Adını sanını bildik müşterilerden gayrısı pek bilmezdi. Gün ışığını unutmuştu ilk gençliğinden beri . Karanlığın sahte suni ışıklarıyla süslenmiş zamanlardaydı bütün yaşamı... Karanlıktaydı.
Biri gün ışığında mevzuatın görünen yüzünü alevilere şirin göstermek için çırpınırken gün ışığının girmediği dehlizlerde acının, kan ve ölümün mimarlığını yapardı. En ince tekniklerle, inanç ve iradeye karşı acıkan ve ölümle yarattıkları korkuyu hakim kılmakla iştigal eylerdi ki, ülkenin en büyük kentinde emniyette, sorumlu en üst makamın yanıbaşındaydı. Biri ise; hiçbir mevzuatta yeri olmayan, ama hiçbir sınır tanımayan uluslararası, sınırlar ötesi karanlık ilişkilerin şeflerindendi. Kimileri ona "reis" diyecekti. Behçelievler'de 7 TİP'lİ öğrencinin evi basılıp boğazları kesilerek bağlanarak katledildiğinde ne denli rahat idiyse, o günden sonraki karanlığında da o denli rahattı. O 'kanun kaçağı' idi. Kanunların ötesindeydi ama... Bakanların
3
odalarındaydı kimi zaman. Kimi zaman yeşil pasaportuyla resmi görevli olarak Avrupa'nın en lüks otellerindeydi. Kimi zaman, evlerinden işyerlerinden alınıp götürülen, bir yol kenarında kurşunl ananların bir kaç sokak ötesinde mercedesi'nde puro tüttürmekteydi. Kiminde ise bizzat kendisi soyunacaktı yoketme, katletme zevkini tatmin etmek için... 23 milyon el, gün ışığının iyice battığı zamanda suni aydınlığın sahteliğine tepki gösterip ışıkların anahtarlarına uzandı. Işıkları söndürdüler... Milyonlar; mercedesten yaralı çıkan meclis mensubu milletvekilini bırakıp, herbirinin yakından bildiğine tanık olduğu siyasi liderlere sordular: "Bu karanlık kimin eseri?" ve istediler: "Karanlık sahte ışıkla değil, gün ışığıyla aydınlansın!..." "Sonuna kadar gidecek'ti birileri.
Öyle tumturaklı nutuklar attı TV'lerde. Sonra, yurtdışında bir otel çıkışında burnuna yediği yumrukla susuverdi. "Kurşun atan da, yiyen de şereflidir" dedi zamanın başbakanı. Karanlık çok gerekliydi öldürenler haklıydı ve sürdürmeliydi. Çünkü onlardı asıl gücün kaynağı. Açıkça suvunurken kendisini de kahraman ilan edecekti neredeyse. "Baklavanın altıüstü" edebiyatıyla masal anlatmayı sevenler için bunların hepsi "fasa fiso'ydu. Hiç kurcalanmamalıydı. Olmadı, kurcalandı. Mekanizmanın ucundakilerden biri de şef Ağar' dı. Çok iş üstlenmiş, çok koltuk değiştirmiş, gele gele meclisin içinde karanlığın iktidarını pekiştirmişti. Kurban gerekliydi, yeter ki gün ağarmasındı. Kimler yoktu ki anahtarlara uzanan eller içinde... Bilcümle TÜSİAD'lılar ve dahi ülkenin tüm zenginlilerinin sahipliğinde saltanat sürenler... Saltanatlarını kanacı-ölüm üstüne kurduranlar... Yirmi üç milyonun tepkisinden korktular. Dibi görünmesin diye, berrak akacak olan suyu bulandırdılar. Lafı hep başka yerlere dolandırdılar. Soruşturmalar, davalar, hapishaneler, yargılamalar... Ve seçilen kurbanlar... Kurbanlara garanti verildi, sabır telkin edildi... Bir süre çekilecektiler kızağa, mapus saltanatı sürecektiler. Sonra? .» "Bin operasyon" demişlerdi. Binlerce insan yokedilmişti... Karanlığın mimarları bin operasyonlara onlarcasını eklediler. Ulucanlar, Burdur, Bergama'dan sonra dünya tarihinin en geniş kapsamlı hapishaneler operasyonuyla bugünlere geldiler. Takvimlerin yine 3 Kasım'ı gösterdiği güne odaklandı her şey. Onlar parlementonun ceylan derili koltuklarında, bakanlık odalarında, kırmızı halı döşeli koridorlarından geçerek girilen yüksek makamlarnda ve pahalı avizelerle aydınlatılan lüks otel salonlarında karanlığı sürdürmenin planlarını yapıyorlardı. Şimdi bir kez daha göstermelik de olsa yığınlara sesleniyor, oy istiyorlardı. Susurluk kimdi, neresiydi, unutulmuş gibi, hiç bir şey yaşanmamış gibi davranıyorlardı. Meydanlara indiler birer birer. Sözlerini haç tutmamışlardı, yine tutmayacakları sözler verdiler. Karardığın sözcüleriydiler. Karanlığın sınırlarını büyütmeye yöneldiler. Yalnızca dünü değil, bugünü ve yarını karanlığa boğmanın sözcülüğündeler.
Kimi apoletlerini, yaldızlı şapkasını çıkarmış emekli generaldi, kimi ellerinin kanını sabunla yıkadığında temizlendiğini sanan, sarkık bıyıklarını kesip göbek bağlayan pahalı kumaşlardan takım elbisesi ve kravatıyla postunu gizleyen kurtlardandı. Kimi müslümanlığı siyaset pazarına sürerken kabe yerine AB' yi, Pentagon'u kıble eylemişti. Kimi yolsuzluğun yasallığıyla yetinmeyip, efendilerin kara para kasalarını şişirmek için ayakbağı olanları aşıp suyun başını tutmaya heveslenmişti. Ve daha kimler... kimler... Sandıklar kuruldu her sokağa. Sandıklar açılacaktı ve Susurluk'un karanlı-
4
ğından beslenerek yeni kadrolar sıralanacaktı birbiri ardına. Milyonlar... milyonlar aydınlık istiyordu aslında. Aydınlığı yaratmak için milyonların elleri sandıklara değil, birbirlerine uzanıp kenetlenmedikçe umut yoktu. Direksiyona sarılmış kollar; kamyonun yüklü ağır... Şoförü, yüreğinde artık yalnızca acının yükü yok; bir de dizginsiz öfke var... Ve ışık saçanlar gülümseyen gözlerindeki ışıltılarıyla, duvarların ardından, gecekonduların orta yerinde, hastane odalarında karanlığı yarıp geçenleri. Sevdası, coşkusu var. Onlar sabahın alacasının müjdecileridir. Sabahın sahibi ise halk...
masal sinan gümüş
arpalıkta telaş var ancak o orada
Bir varmış bir yokmuş. Uzak mı uzak diyarlarda, etrafı aşılmaz dağlarla, balta girmemiş ormanlarla, tehlikeli uçurumlarla, derin ırmaklarla çevrili, öyle her isteyenin geçip gidemeyeceği doğal korumalarla çevrili bir arpalık varmış. Ara ara insanların yaşadığı köylere de rastlanırmış. Adı 'arpalık'mış ya, arpadan öte her türlü zengin besini veren, bin bir çeşit otla, doğallığında oluşmuş samanlarla, meyve ağaçlarıyla doluymuş bu arpalık. Ve burası aygırlarla beygirler, öküzlerle camışlar, mandalarla domuzlar diyarı diye de bilinirmiş. Ara ara anırmaktan sesi kısılmış, takatten düşmüş eşeklere de rastlanırmış. Burada yaşayan hayvanlar öyle semirmiş öyle semirmişler ki normal ağırlıklarının birkaç katı irilikte anormal yaratıklar haline gelmişler. Arpalığa girmek öyle kolay değilmiş ama, bir giren de sunduğu nimetlerin tadına varınca bir daha terk etmek istemezmiş. Çünkü burada bütün gün oturup geviş getirmekten, pisleyip yan gelip yatmaktan başka bir şey yapmazlarmış. Ara ara tatsızlıklar yaşadıkları da olurmuş. Orta yere yaptıkları pisliklerine basıp bok içinde kaldıkları, birbirlerinin otlaklarına girdikleri için zaman zaman kavga ettikleri olurmuş. Ya da bazen yedikleri o kadar çok gelirmiş ki aksırıp tıksırarak boğuldukları da olurmuş. Ama yine de genel olarak uyum içinde yaşayıp gider, günlerini gün ederlermiş. Çünkü bu tip tatsızlıklar devede kulak kalırmış. Buraya giren inekler, öküzler, her çeşit hayvan öyle büyülenirmiş ki arpalığın dışında asıl yapması gereken işleri bir anda unutuverirmiş. Aslında bu hayvanların dışarda, o bölgenin çevresinde yaşayan köylüle-
re vermesi gereken süt, sürmesi gereken tarlalar, taşıması gereken yükler varmış. Zaten o köylüler de bunları bu işlerini daha sağlıklı yapabilmeleri için bu arpalığa gönderirlermiş. Ama gelin görün ki buraya giren burarım sunduğu rahatlıktan başı döndüğü için dışarı çıkıp işlerinin başına dönmek istemezmiş. Bizim arpalığın öküzleri, beygirleri, eşekleri böyle mutluluk içinde yaşarken, günlerden bir gün bir haber bütün arpalığın keyfini bir anda kaçırmış. Eskileri görevlerini yerine götürmek üzere köylerine dönmediği için arpalığa yenilerinin gelmesi gerekiyormuş ve arpalığın kapasitesi eskilerle yenileri bir anda doyurmaya yetmeyeceği için eskilerden bazılarının gönderilmesi gerekiyormuş. Keyifle geviş getiren öküzleri, kendi pisliklerini yeyip zevkle çamurlarda yuvarlanan domuzları keyiften dört köşe olmuş bir şekilde zevkle anıran eşekleri almış bir telaş. Hepsi de 'nasıl yaparım da ben burada kalabilirim, gideceklerin içinde olmam' hesapları yapmaya başlamış. Arpalıktaki zevk çığlıklarının yerini öfkeyle böğürmeler, sinirli kişnemeler, acıyla anırmalar almış. Sesler birbirine karışıyor ve orayı iyiden iyiye yaşanmaz bir yer haline getiriyor-muş. Doğanın bir kanunu varmış ve güçlü olan zayıf kalanı ezermiş. Arpalıkta kimin sesi daha fazla çıkarsa
5
kalabiliyormuş. Ve bu arpalığın nimetlerinden iyice yararlanıp tam semiremeyenlerin sesi diğerlerinin seslerinin yanında çok alız kalıyormuş. Ve sesi az çıkanlar da burayı terk etmeye mecburmuş. Diğerlerinin yanında daha cılız kalan hayvanlar gideceklerini anlayınca öfkeden deliye dönmüş ve uğradıkları ihanet karşısında neye uğradıklarını şaşırmışlar. Daha düne kadar birlikte neşe içinde otladıkları arkadaşları şimdi onları buradan göndermek, kendisi gitmemek için elinden geleni yapıyorlarmış. Arkadaşlarının kendilerini sırandan hançerlemesi alız olanların semirmiş olanlara küsmesini sağlamış. Ve bu küskünler tek başlarına bir şey yapamayacaklarını, y a-
şadıkları mutlu günlerin biteceğini anlayınca bir araya gelmeye ve hep birlikte bağırmaya karar vermişler. Tek başlarına ve dağınık dağınık bağırdıklarında sesleri diğerlerin alanda kalıyor ve boşuna gırtlaklarını yoruyorlarmış. "Belki" demiş içlerinden yaşlı bir beygir "belki buradan gönderilecek olan diğerlerini de toplayabilirsem sesimiz daha gür çıkabilir ve hep birlikte bağırdığımız için onların sesini başarabiliriz." Ve bu düşünceyle başlamış diğer küskünleri de dolaşmaya. Önce kendi soyuna yani beygirlere gitmiş. Küskün beygirlerin gidecek olmanın telaşıyla otlakları yağma ettiklerini görmüş. Onlara eğer burada kalmayı başarabilirlerse bunun için çok fazla vakitlerinin olacağını, şimdi kalmak için çalışmak gerektiğini söylemiş. Ve onları ikna ederek diğer türlerin küskünlerine doğru hep birlikte yola koyulmalarını sağlamış. Önce öküzlerin bulunduğu otlağa gitmişler. Bakmışlar ki her biri bir tarafta oturup hem geviş getiriyor, hem ağlıyor. Yaşlı beygir çıkmış bir kayanın üstüne ve "hepiniz beni dinleyin" diye bağırmış. Arada doğası gereği 'ihihi' diye kişniyormuş ama öküzlerin kendisini anlayabilmesi için bunu mümkün olduğunca az yapmaya özen gösteriyormuş. Ve anlatmaya başlamış düşüncelerini: -İhihihi hepiniz bir tarafa oturmuş ağlıyorsunuz. Böyle yapmaya devam ederseniz hepimizin buradan gidişimizi de onaylamış olursunuz. İhihihi ağlamanız bir çözüm getirmez. Gelin hepimiz bir araya gelelim. Evet belki hepimiz farklı hayvanlarız ve zevklerimiz, yaşam biçimimiz farklı. Ama şimdilik bu farklılıklarımızı bir tarafa bırakalım ve bir araya gelelim. Bir araya geldiğimizde sesimiz çok daha gür çıkacaktır ve böylelikle onları bizi buradan göndermemeleri için, en azından bir süre daha burada otlamamıza izin vermeleri için ikna edebiliriz. Bu yüzden şimdi sizden ağlamayı kesmenizi ve biz beygirlerle birlikte diğerlerini de ikna etmek için gelmenizi öneriyoruz. Ortalığı bir sessizlik almış. Öküzler öylece yerlerinde birbirlerine bakakalmışlar. Sürekli geviş getirmekten sulanmış beyinleri böyle bir durumu değerlendirmeye yetmiyormuş. Hepsi de içlerinden "acaba tam olarak ne dedi" sorusunu soruyor-
muş. Ve nihayet içlerinden en iri ve genç olanı dört ayağı üzerine doğrulmuş: -Arkadaşlar! Demiş. Mööö! Galiba beygirler haklı. Böyle yerimizde pinekleyip ağlamaktansa burada nasıl kalabiliriz diye düşünmemiz gerekiyor. Beygirler bunu düşünmüş. Mööö! Ve herkes bir araya geldiğinde burada kalabileceğimiz sonucuna varmışlar. Mööö! Sizi bilmem a ma bende onlarla gidiyorum ve size de gelmenizi öneriyorum mööö! demiş. İçlerinden biri "bende geliyorum" demiş. "Bende", "bende" sözleri birbirini izlemiş ve küskün öküzlerde küskün beygirlere kaülıp diğerlerini de ikna etmek için yola koyulmuşlar. Birlikte tüm hayvanları dolaşmış ve hepsini yanlarına almışlar. Arak güçlü olduklarım düşünüyorlarmış. Hep birlikte öfke içinde orada kalacak olanların, semirmiş olanların bulunduğu yere doğru yola koyulmuşlar. Semirmiş olanlar keyif içinde otlanıyor, yan gelip yatıyorlarmış. Bu cılızların hepsini bir arada kendilerine doğru yaklaşmakta olduklarını görünce şaşırmışlar, içlerinden biri "hayırdır" demiş, "bunlar böyle hepsi birden bir araya gelmezlerdi!..." Bir diğeri sırıtmış: -N'olucak! Hep birlikte gelerek bize güç gösterisinde bulunuyorlar akıllarınca. Seslerinin bizden daha gür çıkacağım düşünüyorlardır... Ortalığı gülüşmeler almış. Küskünler nihayet semirmişlerin karşısına gelip durmuşlar. Semirmişler hiç istifini bozmamışlar. Hepsi oturduğu yerden hafif alaya gözlerle bunlara bakıyormuş. Küskünler yolda tasarladıkları gibi yan yana dizilmişler ve sesleri gür çıksın diye derin nefes alıp veremeye başlamışlar. Yaşlı beygir bir adım öne çıkmış: -Sizin bizi buradan göndermenize izin vermeyeceğiz. Burası sadece sizin değil hepimizin arpalığı. Tama m belki biz sizin kadar burayı yağmalayıp talan edemedik. Ama bize bir şans daha verirseniz bizde sizden aşağı kalmayacağımıza ve en az sizin kadar semireceğimize söz veriyoruz. Bu teklifimizi kabul etmezseniz size karşı birleştirdiğimiz seslerimizi kullanmak zorunda kalacağız. Görüyorsunuz kalabalığız ve sizinle seslerimizi yarıştırmaya da hazırız... Semirmişler hiç orak olmamışlar.
6
içlerinden bir domuz: İyi de sizinde semirmenizi istediğimizi kim söyledi.? Zaten siz bizim kadar semiremeyesiniz, bizim yağma alanımıza girmeyesiniz diye sizi gönderiyoruz. Bu güne kadar bu şansınız da vardı. Ama bunu değerlendirmeyi beceremediniz. Demiş. Bunun üzerine yaşlı beygir: -P eki öyleyse bunu siz istediniz. Bağırmaya hazırlarım arkadaşlar! Demiş. Hepsi nefeslerini daha derin alıp vermeye, gırtlaklarını temizlemeye başlamışlar. Yaşlı beygir saymaya başlamış: -Biiir!..ikiiiii!.. Üüüç ve bir gürültü kopmuş. Möölemeler anırmalar, kişnemeler birbirine karışmış. Semirmişler hala sırıtarak yerlerinde oturuyor, karşısındakilere gülüyorlarmış. Bir süre daha beklemiş, otlamaya devam etmişler. Ama bakmışlar ki karşısındakilerin susmaya niyeti yok, biraz da gürültüden rahatsız olarak yerlerinde doğrulmuşlar. Ve onlara doğru dönerek öyle bir bağırmışlar ki yer gök inlemiş. Semirmişlerin her biri zaten her şeyi acımasızca gaddarca yediklerinden çok güçlü birer vücuda ve çok gür bir sese sahipmiş. Ve bu bağırtıları küskünlerin her birini bir yere savurmuş. Sesin şiddetinden taşlarda yuvarlanıp yara bere içinde kalan küskünler pes etmişler ve "ben niye bunlar kadar yiyip semiremedim, keşke az uyuyup çok yeseydim" diye söylene söylene orayı terk etmişler. İçeride bunlar olurken, dışarda bu hayvanların sahibi olan köylülerde de başka bir tartışma varmış. Köy lüler artık "Biz bunları daha sağlıklı verim alabilmek için gönderiyoruz ama giden gelmiyor. Ne ekinleri çek meye bir faydalan dokunuyor ne de yükleri taşımamıza. Her şeyi kendimiz yapıyoruz." Düşüncesini iyiden iyiye tartışır olmuşlar. Ve o arpalığın kendilerine hiçbir faydasının olmadığını anlamışlar. Dışarıda kendilerine böyle bir öfkenin biriktiğinden habersiz cılızlar içeride son günlerini yaşamanın tela şıya otlaklara hücum ederken, semir mişler keyifle geviş getirip pislerken, köylülerinde aynı anda "Bugüne kadar sütlerinden faydalanamadık, bari etlerinden faydalanalım" düşüncesiyle baltalar ellerinde kendilerine doğ ru yaklaştıklarından habersizler miş..
yıldönümü
tavır
inançla beslenen bir umudun ozanı:
enver gökçe ir bir eski kitapçı dükkanlarından içeri girip çıkıyoruz. Boy boy, tür tür eski kitaplar dizilmiş raflara. Artık yeni baskısı yapılmayan tükenmiş, eskimiş, yıpranmış kitaplar. Sahaların kimi ilgisiz, kimi kendinden çok emin bir şekilde cevaplıyorlar sorumuzu: "Yok" Canımız sıkılıyor haliyle. Her girdiğimiz dükkandan üzgün çıkıp yeni bir umutla başka bir dükkana giriyoruz. Aradığımız kitabı bulacağız. Başka bir dükkana giriyoruz. "Sizde Enver Gökçe ile ilgili kitap var mı?" "Yok" Bulacağız. Ama bulamasak ne olur ki? Biz ne yapıp edip bir şekilde anlatırız okurlarımıza Enver Gökçe' yi. Onun şiirleri kendini anlatır. Şiirlerini okuyan anlar derdini. Kendinden bi şeyler bulur... Kitap dükkanlarından elimiz boş çıktıkça artık yaşadığımız duygular kendini başka bir duyguya bırakıyor. Hayal kırıklığı... Bu hayal kırıklığının nedeni Enver Gökçenin belki unutulmuş, belki de o soruyu sorduğumuz kişilerce hiç tanınmamış olması. Bu, doğal bir yanıyla. Ahmet Altan değil ki pazarlansın, satılsın ve tanınsın... Ama yine de insanın içi burkuluyor. Genç bir kız var tezgahta. Yaşı taş çatlasın yirmidir, ki, yoktur o kadar. "Enver Gökçeyi anlatan kitap var mı sizde?" Kaşları çatık, şaşkın ve nedense! sert bir ifadeyle cevaplıyor sorumuzu; "KİİİİM!?" Bi kusur mu ettik, bi hata mı ettik, ne yaptık... Yok mu yoksa böyle biri , hiç yaşamadı mı? Bizim hayal ürünümüz
B
mü hepsi? Yok! olmaz öyle şey tekrarlıyoruz. "Enver Gökçe, şair..." "Yok! diyor ve başım çeviriyor. Kitapları dizmeye devam ediyor. Eh be genç arkadaş... Neden kızıyorsun. Kızman gereken biz değiliz. Biz de sana kızmıyoruz zaten. Seni merak duygusundan yoksun bırakanlara, senin beynini popüler kültür denen saçmalıkla dolduranlara seni meraksız, duyarsız halkına ve halkının kültürüne yabana bırakanlara kızıyoruz. Halkımızın kültürü değerli bir hazinedir. Bu kültürü genç kuşak bilsin tanısın, unutmasın kendi köklerine ayrı düşmesin istiyoruz. Bir anlasan derdimizi, bir tanısan Enver Gökçe'y i, severdin inan... Çünkü yüreğin ve beynin tertemizdir, kirletilmemiştir, sevgi doludur. Enver Gökçe'y i, yüreğini halkına adamış devrimci sanatçıları yazmanın ne kadar gerekli olduğunu bir kez daha kavrıyoruz. Tanımalı herkes Enver Gökçe'yi, bu tezgahtar genç kız da tanımalı. Başka bir dükkana girdiğimizde bizi 50-60 yaşlarında kasketli, gözlüklü bir amca karşılıyor. Bizi anlıyor. "Vardı bende, dur bi bakayım kızım. Şiirlerinin olduğu bir kitap vardı, onun içinde haya7
tım da anlatıyordu. Ama nereye koydum..." Bulamıyor. Ama üzgün değiliz. Amca Enver Gökçe' yi tanıyor ve belki de seviyor... Bu bize yetiyor. Bu yazıyı hazırlamadan önce Enver Gökçeyi tanıyanlarla görüşmek istedik. Yar Yayınları'ndan Osman Abi'nin kapısını çaldık. Enver Gökçe ile aynı kuşaktandı Osman Abi. Belki tanır, tanışmamış olsalar bile onu tanıyanları tanırdı. Bize bir iki isim verdi. Ama aklından geçipte sesli ifade ettiği isimlerin sonuna şu cümleyi ekliyordu. "Ama o da öldü..." Verdiği diğer isimlere de ulaşma şansımız olmadı. Osman Abi Enver Gökçe ile aynı dönemi yaşamış, biz ise şiirlerini okuyarak büyümüştük. Enver Gökçe devrimci bir sanatçıydı ve onun eserlerini okumak bizim yaşımızdakilerin dünya görüşünün siyasi düşünce yapısının gelişmesine yardıma olmuştu. Yani Enver Gökçe bize öğretmişti... Bundan sonraki kuşaklara O' nu anlatmak ise boynumuzun borcuydu... Sevdik Enver Gökçe' yi. Peki neden sevdik? Buna verilecek en yalın cevaplardan biri "Bizdendi" olurdu herhalde. Bizdendi, bizimdi. Şiirlerini sevdik, kendisini de. Şiirlerinde bir halkın acılarını, dertlerini ve ekmek kavgasını bulduk ve bir de kurtuluş düşünü. Terli atlet fanilalılar, Buca'lı işçiler, hasatçılar yani ezilenler ve ezilenlerin yüreklerindeki hınç vardı şiirlerinde. Hayatı sevmek, insanı sevmek, bir halkı sevmektir O' na göre. insan nasıl yaşarsa öyle düşünür, "insanın düşüncesini, bilincini belirleyen şey onun sosyal hayatı ve sosyal pratiğidir." der Enver Gökçe. 53 yaşında Ankara'da bir huzurevinde sessiz se dasız öldüğünde geride hapisler, sürgünler ve hastalıklarla birlikte
yaşadığı bir hayat bırakır. Gerçek bir aydındır. Halkını sevmiş, halkının yaşadığı duygulan sanatına yansıtmıştır. Bunun bedelidir 53 yıllık ömründe çektiği sıkmalar, sorgulu geceler, hastalıklar, sürgünler, yasaklamalar, baskılar. Bütün çektiklerine rağmen genç sanatçılara öğüdü en başta hayatı, halkı sevmektir. Bunu şu sözleriyle açıklar; "İyi bir sanatçı olmak için önce, kendini, halkını sevmesini, daha doğrusu bu halkın içinden bu halkın en devrimci sınıfına bağlılık göstermesi için içtenlikle bunu yapması şarttır. Hayatı tüm yönleriyle seveceksiniz. İyilik, kötülükleriyle, pisliğiyle fakat seveceksiniz. Suyunu, dağını, toprağını, çevreyi de kendisi kadar her şeyini seveceksiniz. Bunu sevdiğiniz bir sürede, bunları yapıtlarınıza geçirebildiğiniz ölçüde büyük ve yol gösterici olacaksınız." Sanat yaşamın aynası olmalıdır. Enver Gökçenin şiirinde de yaşamı görürüz. O'nun dizelerinde halkı görürüz. 'Taşların çukurların altında kalmış, arkasız, hor görülmüş, bir halkı yazar. Halk dediği ise bir yığın değil, Ezilen sınıftır. İşçiler, köylüler, öğrencilerdir. Onların hayatı ve kurtuluş umutlan dökülür şairin dizelerinden. Devrimcidir ve hayata bu gözle bakar. "Dost" şiirinde, sıranı düşmana verdikçe Murat Dağlan'nın güzel olmadığından bahseder. "Biz olmasak gökyüzü Biz olmasak üzüm göz, kömür göz, ela göz; Biz olmasak göz ile kaş, öpücük, nar içi dudak, Biz olmasak ray, dönen tekerlek, yıkanan buğday, Ayınonbeşi; Biz olmasak Taşovanın tütünü, Kütahya' nın çinisi, Yani bizsiz Anne dizi, kardeş dizi, yar dizi güzel değildir. Gel günlerim gel de dol Gel Aydınlım izmirlim Gel aslanım Mamak'tan Erzincan'dan, Kemah't an Düşmanlar selam ister Gözden, gezden, arpacıktan! Adananın pamuğu dokumada; Diyarbakır, Afyon, Kütahya fabrikada Ümit işkencede mahzun Emek işkencede mahzun Tenim, ayaklarım üryan Ekmek işkencede mahzun
Ve Divrik'in demiri arabada İşçi köylü ve işçi bir arada Sana selam olsun Sürgünler, mahkumlar, hastalar! Alacağın olsun Seni istanbul seni Seni Bursa, Çarıkın, Malatya! Sizlere selam olsun Üniversiteler! Öğretmenleri alınmış kürsüler, Öğretmenler! Sizlere selam olsun makineler Entertipler, rotatifler, bobinler! Namussuz şeyler dışında!
Kompradoru, pezevengini Vur kara yeğenim vur!
Şiirlerinin niteliği ile kendi kuşağının şairlerinden ayrılır Enver Gökçe. O dönemin"Garip" akımının temsilcilerine karşı t oplumcu, gerçekçi şiiri savunur. Şiirlerinde 'Ben' değil, 'Biz' vardır. Faşizmin açık koşullarının yaşandığı dönemde işçilerin, emekçilerin sınıf kavgasını görür gözleri. Fakültenin Önü, Bizim Caddelerimizde de, Dayan Ha Yıkılma, Panzerler Üstümüze Kal kar, Onlar Yoksul Eti Yerler, T uran Emeksiz __ şiirleri faşizme sıkılan kur şun kadar ağırdır. Sana selam olsun Şiirlerinin kaynağı halkımızın iç diZincirin zulmün kar etmediği Kırbacın kar etmediği büyük taham- namikleridir. Halk şiirinin çağdaş, usta bir sentezcisidir. Halk şiirini yani Karamül! Dizelerinde ideolojisini t emeli olan caoğlan'ın, Pir Sultan'ın, Köroğlu'nun emeğe verilen değer, gelecek güzel gün- deyişlerinden yararlanarak halk şiiri gelere duyulan özlem açık biçimde ortaya leneğini yeni koşullar altında sentezler. çıkar. Enver Gökçe'yi nitelikli bir şair, Şiirlerinde halk şiirinin inceliklerini, yagerçek bir devrimci sanatçı yapan şey ni imgesel somutluğunu, iç uyumunu ideolojisidir. Şiirlerini de ideolojisinden imgesel kıvraklığında görmek mümkündür. aldığı inanç ve güvenle üretir. Deyim yerindeyse "Gürül gürül Gelecek güzel günlere inanır. Acıların bir gün biteceğine çekilen acıların akar" ustanın şiiri. Yatağından taşan bir hesabının sorulacağına inanır. Ve "Da- ırmak gibidir. Çünkü öfkelidir, çünkü yan Dizlerim Dayan" derken direnmeyi delidir, hırçındır. Ezilmişliğe, horlanöğütler. Acılara karşı direnilecektir, sa- mışlığa, katle, acıyadır öfke. Bu öfke vaşılacaktır. Gelecek güzel günler, an- "Yoksulların etini yiyenlere"dir. Gelecek cak böyle gelecektir. Düşmanlara bir se- güzel günlerle duyulan inançla beslelam gönderilecekse bu ancak "gezden, nen umut ise yeşerir çiçeklenir şiirleringözden, arpacıktan" geçecektir. Sınıf ki- de. Sevdik Enver Gökçe'yi... nini çok açıkça ortaya koyar şair. Yeni bir dünya doğacaktır "şorul şoBizdendi ve bizi anlatıyordu. İçimizrul giden kan pahası" "Demokrasi, eşit-. de akan gürül gürül bir ırmaktı. lik ve hürlük uğruna gırtlak gırtlağa, diş Çevirisini yapağı Pablo Neruda'nın dişe tank tanka dövüşüldükçe" o güzel şiirleri bugünün T ürkiye'sinde yasakladünya bir gün kurulacaktır. nıyorsa, ve hala o güçlü dizeleri yüreğiO'nu anlayabilmek ne için yaşadığı- ni kavgaya adayanların sesinden gürül nı ve hayata nasıl baktığını anlayabil- gürül akıyorsa, büyük ozan hala yaşıyor mekle mümkündür. Şiirlerinde ezilenle- demektir. ri kavgaya, direnmeye çağırır. Çünkü O'nu yasaklayanlara, ömür boyu çigelecek güzel günler ancak savaşılarak le çektirenlere, bugün unutturmaya çalıgelecektir. Halk o güzel günleri dişe diş, şanlara karşı verilen dişe diş, tırnak tırtırnak tırnağa savaşarak kendi elleriyle nağa kavganın çeliğine verilen sudur şigetirecektir. Ve halkı şiirleriyle davetler iri. bu büyük kavgaya; "Bir mermi de O'ndandır" eşitlik, hürlük ve demokrasi uğruna... 'T opla Antep'i Çukurovayı Enver Gökçe o güzel günlere ta o İzmir'i, Urfa'yı, Konya'yı günlerden inanır. Çünkü bu umut ancak Haydi ha Ne durursun inançla büyüyecektir... Munzur! Eski kitapçıların tozlu raflarında onunla ilgili pek bir şey bulamadık ama Engini de deli gönül engini şiirlerinin belleğimizde bıraktığı izler Kutlayalım şol kurtuluş çengini derindir. Yüreğimizin barutudur ustanın şiiri. Hayıra, Ölümünün 22. yılında O'n u saygıyla 8 anıyoruz.
8
BİYOGRAFİSİ 1920 Yılında Erzincan Kemaliye ilçesine bağlı Çit köyünde doğdu. 1929-1936 yıllan arasında ilk orta ve lise öğrenimini Ankara'da tamamladı. Ankara'da Dil Tarih Coğrafya Fakültesinde üniversite öğrencisiyken "Ülkü" isimli halk evi dergisinde düzeltmenlik yaptı. Üniversiteyi 1948 yılında bitirdi Şiir yazmaya 1940'lı yıllarda başladı. İlk şiiri 1943 yılıda Ankara' da çıkan Yurt ve Dünya dergisinde yayınlandı. Aynı yıllarda şiir yazıp dönem şairleriyle ilişkiler geliştirdi. Bu dönemde devrimci akımı "Garipçiler" den ayrı bir tarz olan "Toplumcu" şiir akımını güçlendirdi. "Ant" dergisi çevresiyle birlikte devrimci sanatı savundu. 1948 yılında arkadaşlarıyla birlikte Türkiye Gençler Derneği adlı antifaşist bir dernek örgütlenmesinin içinde yer aldı. Ve dernek faaliyetleriyle nedeniyle "komünizm propagandası yapmak" suçundan tutuklandı. Ankara Hapishanesi'ne konuldu. Üç ay tutuklu kaldı. 1950 yılında Yurtlar M üdürlüğünde çalışmaya başladı. Pek çok yurt kuruluşunda görev yaptıktan sonra o ünlü 1951 Tevkifatı'nda pek çok aydın sanatçı gibi o'da tutuklandı. Faşizmin M ahkeme kürsülerinde inandığı ve benimsediği ideolojisi M arksizmi savundu. Yedi yıl hapis ve sürgün cezası aldı. Adana Hapishanesinde yedi yıl kaldıktan sonra Çorum'un Sungurlu Kasabasına sürgüne gönderildi. '60' lı yıllarda Adnan M enderes karşıtı gösteri ve yürüyüşlere katıldığı için tekrar tutuklandı. Kendisinin belirlediği (doğduğu yer olan) Erzincan'a sürgün edildi. 27 M ayıs Politik Hareketiyle özgürlüğüne kavuştu. Pablo Neruda, G. Sinoviç, Panova ve Ömer Hayyam'dan çeviriler yaptı. 19 Kasıml981 Yılında Ankara Seyranbağları'ndaki bir huzurevinde öldü.
ilk adım Bir mermi de benden aslanım,
Avrupa'da,
Bir mermi de benden.
Ve deniz ötesi kıtalardan
Bir mermi de benden zafer topları
Şarkılar...
Mukaddes namlular!
Şimdi kazaska oynuyor Avrupa.
Daha gelmesin mi bahar,
Şimdi silah yerine bayrak tutanlar...
Daha gülmesin mi ağlayanlar?
Hiçbirini tanımadığımız,
Yıllardır kan içinde, sargı içinde
Oyunlarını bilmediğimiz
Unuttunuz mu
Mişiganlılar, Oksfo rtlular, Uk ranyalılar
Sevmesini şakalaşmasını?
Şimdi, göz aydın etme zamanıdır.
Çekik gözlüler,
Yeni bir dünya doğuyor.
Kıvırcık saçlılar, ablak yüzlüler!
Şorul sorul giden kan pahası.
Küller mi saz beniz etti sizi
Müjdeler, müjdeler olsun
Yabani güller, dost bakışlar, otlu çiçekler!
Yeni bir dünya doğuyor
Ve sizler:
Zincir seslerinden
Adana, Aras pamuğu kadar
Verem basillerinden uzakta...
Sevdiğim yüzler!
Büyük ölülerini bağraıa basıp
Yayla tü rkülerim kadar
Yaralı insanlarımız
Memleketlilerim kadar
Kahramanlarımız konuşuyor:
Sevdiğim yüzler!
"Benim olsun, senin olsun, bizim olsun,
Altıya mı değdi yaşlarınız
Hani karakterimiz vardı ya
Otuz dokuz doğumlu çocuklar?
Bu dünyada.
Ömrünüz, gözleriniz, uykularınız
-Kız kard eşlerimiz, amelelimiz, şairlerimiz-
Sığınaklarda geçti harp boyunca.
Dumdum kurşunuyla vursalar da
Oylum oylum ateşleri gördünüz mü,
Her zaman böyle döğüşeceğiz:
Cepheden dönenleri sordunuz mu?
Gırtlak gırtlağa, diş dişe, tank tanka
Tanrr mısınız
Demokrasi için,
Ay nedir, gün nedir, elma nedir?
Eşitlik ve hürlük uğruna"
Güneşi gözlere doldurmak güzelken
Bir mermi de benden aslanım
Hey küçük kardeşler hey
Bir mermi de benden
Görün ne hale koydular dünyamızı.
Bir mermi de benden
Şimdi zafer topları gürlüyor
Zafer toplan, mübarek namlular!
9
güncel yılmaz doğan
VEDA Bir duman daha çekti ağır ağır sigarasından sabah oluyordu ve daha bir damla uyku girmemişti gözüne. Nasıl girebilirdi ki canı gibi sevdiği biricik oğlu bir melek gibi uyuyor ama ona bir ölü hissi veriyordu. Ölme mişti oğlu şükür ki yaşıyordu daha yıllar yaşayacaktı, belki okuyacakü. Belkilerin ardı arkası kesilmiyordu. Ellerinde, "olmayan bir geleceği" vardı oğlunun. Her işi yapardı, her şeyi yapardı onu okutmak iyi yaşatmak için ne çare ki aylardır işsizdi. Karın doyurmak için aldığı borçları ödemek için bile bir sene yemeden içmeden çalışması gerekirdi. Allah rızkını verir demişlerdi. Doğduğunda çocuğu, rızkı ne ki elindeki de gitmişti. Sekiz senedir canını dişine taktı da yine yetişemedi oğlunun masraflarına artık karnını da doyuramıyordu oğlunun. - Doymadım baba "Yıkılaydı da bu dünya bu sözleri duymayaydım" yalvarır gözlerle bakan oğlunun gözlerinde binlerce defa ölüyordu. Üst, baş, hep istediği bisiklet hepsini geçmişti, doyuramıyordu yavrusunu hırsız arsız mı olsaydı da baksaydı yavrusuna ne olurdu ki kim bilir hangi yavrunun rızkını yedirecekti oğluna. Günlerce aylarca düşünmüş çıkama mıştı işin içinden son çare Çocuk Esirgeme Kurumu'na başvurmuştu çocuğunu alsınlar diye. Daha fazla dayanamazdı bu acıya her gün biraz daha tükenirken, yavrusunu da kaderinin ortağı yapamazdı. Bakarlar mıydı acep oğluna? Karnı doyardı en azından bağrına taş basıyordu. Başvurusu kabul edileli iki gün olmuştu ama daha doyamamıştı yavru-
suna nasıl denirdi şuncağız yavruya "sana bakamıyorum, seni başka bir yere vereceğim" diye. Üçüncü gün oldu üçüncü gün sabaha vardı. Ne yavrusuna diyebiliyor, ne de gözlerine bakabiliyordu. -Ölseydim de görmeseydim bugünleri Son bir yılda çevrenizde kaç kişi işsiz kaldı veya kaç kişi evsiz, kaç komşunuza haciz geldi belki de haciz şu anda sizin kapınızda, faturaları masanın üzerine koydunuz nasıl ödenecek diye bakıyorsunuz belki de. P eki son bir yılda 5000' den fazla ailenin çocuğumuzu alın diye başvuruda bulunduğunu biliyor musunuz? 5000 aile 5000 anne 5000 baba dünyadaki en değerli varlıklarından çocuklarından canlarından bir parça kopararak alın diyorlar. Bunun nasıl bir sonuç olduğunu düşünebiliyor musunuz? Ev değil, araba, buzdolabı, çamaşır makinesi değil çocuk Hayatta bir anne ve babanın en değerli varlığı. En değerli tanımı bile bir çocuğun yaranda değersiz kalıyor. Binlerce ailenin düşürüldüğü uçuruma bir bakın. Günden güne kötünün kötüsü bîr hal alıyor me mleketimiz. Çocuklarımız elimizde ölüyor, IMF' ye satılıyor gelecekleri. Geçen yıl işsiz kalmıştı babalar, ellerinden tutup okula getiriyorlardı çocuklarını, şimdi Esirgeme Kurumla' rına götürüyorlar bakamıyoruz diye. Anne ve babanın yerine koyun kendinizi " senin iyiliğin için "diyebilir misiniz? Çocuk Esirgeme Kurumu'ndan bir yetkiliyle röportaj yapmaya çalışıyo-
10
ruz, bürokratik engellerden dolayı sohbetle yetinmek zorunda kalıyoruz. Çocukların yurda bırakılmasının en büyük nedenini yoksulluk olarak açıklıyor. Aileler çaresiz olduğunu söylü yor. Son bir yılda aileler tarafından yurda teslim edilen çocukların sayısında büyük bir araş olduğunu ve çoğunluğunu Karadeniz'li çocukların oluşturduğunu söylüyor bize. İlginç değil mi? Ülkemizin genel olarak diğer kesimine göre daha refah yaşadığını düşündüğümüz insanlarıdır Karadeniz'liler. Hani şu örnek gösteri , len" çalışkan, ekmeğini taştan çıkaranlar" arak zorlasanız da ekmek taştan çıkmıyor. Açlık ve yoksulluk hızla sınır tanımadan yayılıyor. Düzelen iyiye giden hiçbir şey yok IMF'nin elleri çocuklarımızı boğazına kadar uzandı. 5000 ailenin yaşadıklarını anlatmaya ne bu kelimeler ne de başkaları yetmez. Bu acıların biriktirdiği öfkeyi dindirmeye de hiçbir güç yetmeyecek. Ölüm geçiyordu babanın aklından, niye yaşıyordu ki kim için bakamadığı oğlu ve karısı için mi? Yaşamanın anlamı neydi, oğlu olmayacaktı yaranda artık kime adamıştı ki kendini oğlundan başka? Çocuk yavaş yavaş uyanıyordu. Nasıl söyleyecekti, dayanacak gücü kalmamıştı. Hızla doğruldu kapıyı yavaşça açtı ve çıktı. Hızla koştu merdivenlerden kalorifer dairesine indi. Elindeki ipi alıp sandalyenin üstüne çıktı özürler dileyerek sevinçle dünyaya getirdiği çocuğundan ve cefakar karısından, ipi boynuna geçirdik.
öykü seval alp
- Kaçmaaa! Gel buraya - İmdaaat..» - İşte, şurda koşun - Gel buraya sürtük! - Şu tarafı tutun... - Yardım edin... Tamam kıstırdık - Ha ha ha... nereye kadar kaçacağını sanıyordun - Ha ha ha., ne o? Korktun mu? - Sonun geldi... - Durun ben bi şey yapmadım - Sen onu külahıma anlat... Dikkaaaat! - Hayır durun!... -Ateeeş! Hayıııır! Kan ter içinde fırladı yataktan. Soluk soluğa kalmıştı. Yatak terden sırılsıklam olmuştu. Boğazı yanıyordu. Kalbi yerinden fırlayacakmış gibiydi. Etrafına bakındı. Her yan karanlıktı. Nerede olduğunu anlamaya çalışü. Yine kabus görmüştü. "Ohh, allahım. Şükürler olsun! " Daha sabah olmamıştı. Kalktı. Işığı yakıp saatine baktı. 04:30' du. Mutfağa gidip ışığı kapattı. Ve ıslak yatağına geri döndü.» - Hülya... Hadi kızım okula geç kalıyor sun. Hülyaaa... Hülyaa... Annesi son birkaç gündür oldukça tedirgindi. Bu kıza neler oldu böyle diye içi içini yiyordu. Daha bir hafta öncesine kadar kurduğu saat çalmadan kendisi kalkardı. Şimdi t op atsan duymuyordu. Neşe dolu, capcanlı kızı şimdi içine kapanmış, rengi solmuştu. Okuldan gelir gelmez direk odasına geçiyor, sadece yemek hazır olduğunda dışarı çıkıyor, yemeğinin yansını bile bitirmiyordu. Neler olmuştu bu kıza? İlkokula başladığın-
adam kendisini kovalıyor olsaydı... Ve bir köşede kıstırıp... Hayır düşünmek istemiyordu. Ve ge çen hafta okulda derslerine ellerinde bazı fotoğraflarla giren o adamları anımsadı. Zaten hiç çıkmıyorlardı ki aklından. Onlar gelmeden önce okul müdürü sınıfa gelip "Bazı ahileriniz gelecek. Bu ders boyunca size anlatacaklarını dikkatlice dinleyin" diye uyanda bulunmuştu. Ve takım elbiseli siyah gözlüklü üç 'amca' içeri girmişti. T üm sınıf biraz da gerginlikten olsa gerek ayağa
dan beri sınıfını hep en iyi derecelerle bitiren, öğretmenlerinin diğer öğrencilere örnek gösterdiği zeki ve çalışkan kızı şimdi ders kitaplarına elini sürmez olmuştu. Birşey fazlasıyla canını sıkıyordu. Ve Hülya öyle eften püften şeylere takacak bir kız değildi. Şimdilik fazla üstüne gitmeyi de istemiyordu. Belki de bir delikanlıya gönlünü kaptırmıştı. - Hadi kızım kahvaltın hazır. - Hayır anne okula geç kaılyorum! - Ne demek geç kalıyorum hemen atişarıver bir şeyler. Fazla diretmedi. Hemen ekmeğe bir şeyler sürüp eline aldı. Bardaktaki sütü bir dikişte bitirip çantasını omzuna attı. Ve çıktı. Otobüse bindiğinde gece gördüğü rüyayı düşünüyordu. Ya gerçekten böyle bir şey olsaydı? Peşinde bir sürü silahlı 11
kalkmıştı. En öndeki hafif şişman olara belli ki diğerlerinin amiriydi- oturun anlamında elini sallayıp kürsüye yönelmiş, diğer ikisi de tahtanın önünde gözlerini sınıfa dikerek durmuşlardı. Yüzlerinde en küçük bir tebessüm yoktu. Gözlerindeki donukluğu gözlükleri de gizleyemiyordu. Sürekli çatık olan kaşları belli belirsiz görünüyordu. Sınıfta çıt çıkmıyordu. Aniden gelişen bu durum karşısında herkes şok olmuştu. Sınıfın en fırlamaları, öğretmenlerin bile baş belası Bülent ve Serkan bile en arkada oturuyor olmalarına rağmen put kesilmişlerdi. Kimdi bu adamlar? Neden gelmişlerdi? Bu sorunun cevabını kürsüdeki adam fazla bekletmeden verdi. - Merhaba gençler. Size bazı hayat ders-
leri vermeye geldik. Öğrenmek sadece matematik ve fiziğe ait bir kavram değildir. Birazda yüzünüzü yaşamın kendisine dönmeniz gerekir. Ve sırıtarak gözlüğünü çıkardı. Belli ki şirin bir sohbet kurmak niyetindeydi. Ve delici gözlerini sınıfta gezdirmeye başladı. Gözündeki anlamla dudaklarındaki anlam birbirine uymuyordu. Özellikle de güldüğü zamanlarda. Çünkü gözlerindeki ürkütücülük, tehdit edicilik ve aşağılayıcı anlam güldüğünde bile kaybolmuyordu. Sınıftaki öğrencilere önce devletimizin şanlı geçmişinden, Rum'u, Ermeni'y i nasıl dize getirdiğinden bahsetti. Sonra kendilerinin görevlerini hangi şartlar alanda, nasıl kelle koltukta yerine getirdiklerini anlata. İyi de tüm bunlan neden anlatıyordu? Ve nihayet işin 'neden' ine geldi. Cebinden bir fotoğraf çıkardı. Ve bunu sınıfa çevirip anlatmaya başladı: - Bu fotoğrafa iyi bakın. İşte bu fotoğrafta bu söylediklerimi kabul etmeyen, yüce devletimize kafa tutan bir kadın var. Ve devletimizin güvenlik güçlerine meydan okuyanlan bekleyen son var. Teröristleri bekleyen son var... Bu son sözcükleri ağzından daha vurgulu ve tane tane çıkmıştı. - teröristleri bekleyen son var bir daha, bir daha bakın bu resme. Sırıtması kesilmişti. Sustu. Tek tek yüzlere bakıyordu. Bir süre sonra tahtanın önünde hareketsiz bekleyen iki adama uzattı fotoğrafı. - Alın, dolaştırın tüm sıraları. Yakından, iyice baksınlar... Herkes dehşet içinde fotoğrafa bakıyordu. Ve bir süre sonra fotoğraf Hülya'nın sırasındaydı. Fotoğraf uzaktayken tam seçilemiyordu. Ama nasıl bir fotoğraf olduğunu anlamak hiçte zor değildi. Bu yüzden Hülya fotoğrafa bakıp bakmamak arasında ikircikliydi. Ama aynı zamanda fotoğrafı daha ayrıntılı görme merakı da içini kemiriyordu. Gözlerini fotoğrafa dikti. "Aman allahım." diyebildi sadece. Paramparça edilmiş bir ceset vardı. Orada kusmak üzereydi. Hayatında böyle bir şeyi ne görmüş ne de duymuştum. Filmlerde bile rastlamamıştı böylesine. "Bir insan vücudu nasıl böyle bir hale gelebilir?"di... Kürsüdeki adamın tehditkar sesi yeniden duyuldu: - Ne demek istediğimizi umarım anlamışsınızdır. Hepiniz liseli, herşeyi anlayabilecek yaşta kişilersiniz. Teröristlik vatana ihanettir ve buna yeltenen herke sin hakettiği bir son vardır. Kendinizi bu sondan uzak tutun... Biz görevimizi yapıp sizi bilgilendiriyoruz. Gerisi size kalmış... Sınıfa yıldırım düşmüştü sanki. En azından sınıftaki tüm öğrencilere
yıldırım çarpmıştı. Önce fotoğraf, sonra 'amca'n ın anlattıkları... Bir süre daha sessizce bekleyip sınıfı terk ettiler. Kimse konuşmuyordu. Herkes birbirine anlamsız anlamsız bakıyordu. Ve midesi bulandığı halde korkudan bunu gizlemeye çalışanlar kendini tuvalete zor atıyordu... Otobüsün okulun önüne geldiğini ve durağı geçmek üzere olduğunu son anda fark etti. Son sıralar okula garip bir hava çökmüştü. Sadece kendisi değil diğer tüm arkadaşları benzer şekilde düşüncelere dalıyordu. Gerçi sınıfta fotoğraflar için 'oh iyi olmuş' diyenler yok değildi ama genelde herkes bu konuda sessiz kalmayı tercih ediyordu. Hülya'da ise diğer tüm öğrencilerden farklı sonuçlar yaratmıştı bu olay. Kafasında onlarca soru dönüp dolanıyordu. Hadi o kadın teröristti, peki onu bu hale getiren neydi, kimdi? Hani devletin yasaları vardı? Üstelik bu amcaların sınıflarına gelip açıkça kendilerini t ehdit etmesine ne demeliydi? Niye böyle birşeye baş vurmuşlardı? Böyle birşey zaten akıllarından bile geçmiyorken, potansiyel bir suçlu muamelesi görmelerinin sebebi neydi? Teröristliğin ne olduğunu anlatıp, bu konuda bilinçlendirip terörist olmalarını önlemek yerine, neden sadece tehdit etmişlerdi? Kendisine böyle bir muamele yapan kişi onu ne kadar seviyor, ne kadar korumaya çalışıyor olabilirdi? O kadın gerçekten teröristmiydi? Onu vuran mı teröristti yoksa? Kimdi terörist? Ne demekti? Ve daha onlarcası, yüzlercesi... Hülya kafasındaki bu sorulardan sürekli uzaklaşmak istiyor ama onlarda kaç-
12
ması, yeni yeni soruların eklenmesini beraberinde getirmekten başka bir sonuca yol açmıyordu. Bu yaşadığı olay, onda garip bir vicdan azabı, bir suçluluk duygusu oluşmasına yol açmıştı. Kendisini çaresiz ve yapayalnız hissediyordu. Çevresinde bu durumunu anlayabilecek kimse yoktu... Durdu... Aslında birileri vardı... Okulda siyasi çalışmalar yaptıkları için haklarında çeşitli soruşturmalar açılmış öğrenciler vardı. Kendisi siyasi sohbetlerden sıkıldığı için onlardan uzak dururdu. Kalp atışları hızlanmaya başlamıştı. "Acaba onlarla konuşmalı mıyım?" diye düşündü. "Acaba onlar benimle konuşur mu?" Ve tüm cesaretini toplayıp onları genellikle gördüğü yere, kantine gitti. Yanılmamıştı. Orada oturuyorlardı. Etraflarının her zamankinden daha kalabalık olduğunu farketti. Biraz yanlarına sokulup konuşmalarına kulak kabarttı. 'Teki terörist ne demek?" diye soruyordu biri. Bu soruların cevabını arayanın sadece kendisi olmadığını farkedince rahatladı. Ve oturdukları masaya gidip sordu: Bende oturabilirmiyim?...
2 1
güncel bilgesu erenus TAYAD'ın düzenlediği Hapishaneler ve Sağlık konulu kurultayda Bilgesu Erenus'un yaptığı konuşma metnidir.
Bağışla Bizi İdil Çocuk!
G
eçen gün yıllardır VVernicke Korsakoff sendromunun sonuçlarını yaşayan, '96' Ölüm Orucu Direnişçisi, Hüseyin'in babası, Enver baba geldi ziyaretime. O yalnızca Hüseyin'in babası değil, vasilik yoluyla, son günlerde morgtan alıp, tek tek uğurlamak zorunda kaldığı kızları, Fatma Tokay, Hamide Öztürk, ve daha nicelerinin de babası sayılır, bu yüzden gözlerindeki yaş akmasa da hiç eksilmiyor. Karşılıklı dertleşirken beş yaşındaki torunu İdil'den de söz etti bana. Dedetorun parka giderlerken kendilerince hayata ve yaşananlara dair bir oyun oynuyorlarrmış. Dede "Bana bir türkü söyle içinde güzellik olsun" dediğinde, küçük İdil, " Olsun evet güzellik olsun" diyormuş. "Bana bir türkü söyle paylaşım olsun" diyen dedesini, İdil yine "Olsun paylaşım olsun" diye yanıtlıyormuş. "Dostluk olsun, barış olsun, kardeşlik, eşitlik olsun olsun'..." Dedesi " Bana bir türkü söyle içinde hapishane olsun" dediğinde ise İdil hemen karşı çıkıp, " Hayır, hapishane olmasın dede" diyormuş, "Hapishaneler hiç mi hiç olmasın..." Ah sevgili İdil, bunu sana nasıl açıklayacağımızı bilemiyorum ama, hapishane her zaman oldu, üstelik şimdi birde tecrit yalıtım var! Kurultayda bana verilen hapishaneler ve aydın konusuna da nasıl yaklaşacağımı pek bilemiyorum. Hapishanelerdeki aydın mı acaba? İlgileneceğinizi sandığım bir anım var, Aydınlar dilekçesi döneminde yıl 1984, baskı alandaki Türkiye'li aydınlarla dayanışma adına ülkemize gelen iki ünlü oyun yazan Amerikalı Arthur Millerle İngiliz Herold Pinter, birlikte yenen kalabalık bir yemek sonrası, aranızda hapis yatanlar kimler, ayağa kalksınlar demişti, hemen hemen masada ayağa kalkmadık kimse kalmadı, kalkmayanlarda Türkiyeli aydının mahpusa düşme geleneğinin dışın-
da kalmış ol duklarından dolayı, biraz mahçuptu doğrusu. Dayanışmacı aydınlarla bu ya şanandan 14 yıl sonra 2000'de Dünya Kadın Oyun Yazarları Örgütü'nün Atina'da düzenlediği bir kongrede, P enelope adında Amerikalı bir oyun yazarı hanım, heyecanla yanıma gelip, Türkiye'li aydının hemen hemen hepsinin bir hapishane deneyi olduğunu ve bunu meslektaşı, Harold Pinter'den duyduğunu söyledi bana, Pinter bunu hemen her yerde herkese anlatıyormuş. Evet demek zorundaydım. Bizde aydın olmanm bedeli hapishanelerdir, evet! Verdiğim bu örneğe karşın, hemen şunu belirtmeliyim ki, ben aydın tanımını mesleksel bağlantılarından dolay ışımak ışıtmak görevi üstlenmiş insanlarla sınırlamam. Aydın tanımını haketmek
13
için, yalnızca bilim insanı, sanatçı, yazar, çizer olmak gerekmez, benim için aydın, meslekleri her ne olursa olsun, öğrenci emekçi, köylü doktor hemşire öğretmen bürokrat, esnaf, işçi hatta işsiz; ışımak ve ışıtmayı göze alabilenlerdir, ölüm oruçlarında yitirdiğimiz gençlerimizdir aydın, zorla müdahalelerde sakat bırakılan-
lardır, şu anda hala aydın kimlikleri adına F tiplerinde dilenenlerdir. Farklı ülkeden aydınlan şaşırtıp heyecanlandırma adına söyleyebiliriz ki, aydın sayımız, bir yemek davetinin çok üstünde, varoşlara Anadolu'ya, Güneydoğuya, ülkenin tümüne yayılıyor, sistemde bunun farkında ve bu yüzden, iki yılı aşkın bir süredir, içerde ya da dışanda olmamız fark etmiyor, tecritteyiz! Hapishaneler ve Aydın konusuna işte bu noktadan yaklaşmak istiyorum, yani, dışarıdaki aydınlara yönelik tecrit, yalıtım... Tecriti yalıtımı, bize dayatan artık hiç kuşkumuz yok ki, iyice dizginlerinden boşalan ABD güdümlü tekeller dünyasıdır. Kendi içinde çürümeye yüz tutan burjuvazi, hapishaneler ıslah olmadan T ürkiye'de istikrar sağlanamaz derken kendi istikrarı açısından haklıydı, çünkü tehdit ve gözdağı kimi aydınları hala etkilemiyor, onlar örgütlü ya da örgütsüz, sorguluyor, yedi kat yerin dibinde de olsa gerçeği aramayı sürdürüyorlar, onca tehtide karşın yaşanan haksızlıklara bir şekilde müdahale etmekten kaçınmıyorlar. Küreselleşmenin emirlerine sunduğu, IMF, Dünya Bankası, Birleşmiş Milletler türünden saldırgan kurumların yedeğindeki burjuvazi çareyi içerde ve dışarda boyun eğmeyen aydını, yalıtıma almakta buldu, ıslah diyordu, hiçbir değeri olmayan kendi yoz değerlerini dayatacaktı böylece bizi, bizden edip, kimliklerimizden, düşüncelerimizden, kişiliğimizden vazgeçilecekti. Bütün bunlan giderek artan sömürünün açlığın ve işsizliğin üzerini örtmek adına yapılıyordu. Böylece her türden muhalefete karşı tedbir anlamında örüldü F tipi hücreler ama, burjuvazi hala rahat değil görüyorsunuz işte, hala yüreği ağzında, hala korkuyor, çünkü hapishanelerde, ışımayı ve ısıtmayı sürdüren aydınlar, gençlerimiz, ölüm orucu direnişiyle ışıyıp, ısıtmak uğruna ölümü de göze alabileceklerini bütün dünyaya hem de akıl almaz bir sansüre karşın, duyurup kanıtladılar. Ölüm orucu direnişine, canları pahasına destek veren bir avuç tutuklu yakını, emekçi aydın dışında, ya biz, yalnız yazar, çizer, bilim insanı değil, mesleğimiz her ne olursa olsun biz dışarıdaki aydınlar, bu son iki yılda neyi nasıl yaşadığımızın farkında mıyız? Hadi tıpkı Enver Dedeyle, torunu İdil gibi biz de bir oyun başlatalım aramızda? Ben bu oyuna "Hangisi benim infazım?" adım takıyorum. Ya da "İnfazlardan infaz beğen" oyunu da denilebilir.
Bunlar ansiklopedik bilgiler, dünya genelinde baktığımızda hapishanelerde dört ayrı infaz sistemi uygulanıyor. Birincisi bizim koğuş dediğimiz topluluk sistem, suçlu sayılanlar gündüz ve gece bir aradadırlar. Biz dışarıdakiler peki, istersek gece ve gündüz bir arada olabiliriz. Görünürde hiç bir mani yok, ama olabiliyormuş, ne yazık ki, bizi hem doğadan hem de birbirimizden kopardılar. Hapishanede değiliz ama gerçekten özgür müyüz? Bir şişenin içindeki özgürlük. Özgürlüğümüz, tıpasını zorlamamıza izin verilmiyor, bizim de zorlamaya sanki pek niyetimiz yok! Ölüm oruçları direnişi süresince, akıl ve vicdan arasındaki gitgellerimizle tam olarak yenişebildiğimiz söylenebilir mi? Ortak bir iktidar perspektifimiz var mı. Geniş bir sol yelpazede örgütlenebildik mi? Sınıf bakışımızın giderek silinmesi ise ayrı ve yakıcı bir gerçek Oyun da olsa, bu infazı kendine layık görenler kimler diye sormuyorum hayır ama siz kendi adınıza düşünmeyi sürdürün lütfen... Dünya genelinde hapishanelerdeki ikinci infaz sistemi, 1970 yılında ilk kez Franklin, hani şu, Amerika'nın ünlü bağımsızlık ve Özgürlük sembolü bilim ve devlet adamı, aynı zamanda mucit ve tüccar, Benjamin Franklin tarafından evet Philadelphia ve Pennyslvania da uygulanandır; Franklin sisteminde suçlu sayılanlar tek başlarına bir hücreye kapatılırlar. Franklin'in yalnızca paratonerin mucidi değil, Amerikanizmin ilk hücrelerininde mucidi olduğunu doğrusu bende bilmiyordum yeni öğrendim ve demek ki Franklin 'in bu sistemi ikiyüzelli yıl sonra, hapishanelerde modernleşme adına sömürgeleştirilen ülkemize ihraç edilip Avrupa tipi, F tipi deniyor.. Biz dışarıdakiler peki? FFranklin hücrelerinde değil miyiz sanki, gizlemeye gerek yok kimliklerimiz için bu bir yaşama biçimidir artık eskiden redderdik, bize değmeyen yılanı, değmiyor sanıp, yüzyıl yaşamasına göz yumar hale geldik. Oyun da da olsa bu infazı kendine layık görenler kimler diye sormuyorum, hayır, ama siz kendi adınıza düşünmeyi sürdür ün. Dünya genelinde hapishanelerde uygulanan üçüncü infaz sistemi, yine ilk kez Amerika'da uygulanmış, hükümlüler gündüz toplu halde, dikkatinizi çekiyorum toplu halde ama hiç konuşmadan, hiç konuşmadan evet, çalıştırılıyorlar, gece ise tek tek hücrelere kapatılıyor14
lar, sanırım biz dışarıdakiler için en yaygın infaz sistemlerinden biri de bu olsa gerek çoluk çocuğun nafakası, ekmek parası, kişisel güvenlik derken eskiden reddederdik. Her koyunun kendi bacağından asılmasına göz yumar hale geldik,Aramızda konuşmayı yasakladılar, sanki bizimde iyice sığlaşan üç beş konunun dışında konuşmaya pek niyetimiz yok. Oyun da olsa, bu infazı kendine layık görenler kimler diye sormuyorum. Hayır ama siz kendi adınıza da düşünmeyi sürdürün. Hapishaneler için dördüncü infaz sistemi, İrlanda'da doğmuş ve bugün dünyanın pek çok yerinde uygulanıyor. Hükümlü önce geceli ve gündüzlü hücreye kapatılıyor, insansızlığın canına tak ettiği bir anda, topluluk sisteminin uygulandığı bir cezaevine gönderiliyor, davranışlar sistemden yana bir düzelme kaydettiği zaman ise şartla serbest bırakılıyor. Şartla serbest.. Sistem bunu başardı, belki de biz hepimiz şartlı infazı yaşıyoruz topluca. Hapiste hücrede yatmaktan çok daha beter bu infaz, insanı kendi benliğinden ediyor, ikiyüzlülüğü, düşüncelerinden vazgeçmeyi, işbirliğini, itirafçılığı, dalkavukluğu gerektiriyor, aman ha, bu tür insanlar, ister bilim insanı-sanat insanı ister işçi işsiz öğrenci, köylü, öğretmen, doktor, hemşire, mühendis, mimar, bürokrat, her ne olurlarsa olsunlar, ne ışır ne de ışıtabilirler artık topluma zararları dokunmasın diye, bence kendilerine bir duvar dibinde tek ayak üstü durma cezası versinler, bizden uzak olsunlar aman ha! Oyun da olsa, bu infazı kendine layık görenler kimler diye sormuyorum, hayır ama siz kendi adınıza da düşünmeyi sürdürün.. İki yıldır, hapishanelerden dışarıya taşan sloganı işte bu yüzden çok önemsiyorum, "İçerde ve dışarda hücreleri parçala", parçalamak gerek evet! Gencecik bedenlerini bir tokat gibi biz dışandaki aydınlar adına da burjuvazinin suratına çarparak anıtlaşan gençlerimiz boş yere ölmüş olamazlar. Yoksa çok yakında İdil çocukların yüzüne bakamaz duruma geleceğiz. Bana bir türkü söyle, içinde, hapishane? Bağışla bizi İdil çocuk, hapishaneleri kaldıramadığımız gibi, biz dışarıdaki aydınlara uygulanan hem gizli hem açık infazları yakmayı göze alıp, bilinçli bir müdahaleyle tecriti de kaldıramadık kim bilir, belki bundan sonra, bağışla...
röportaj TEMEL HAKLAR VE ÖZGÜRLÜKLER DERNEĞİ GİRİŞİMİ sözcülerinden Av. Özgür Gider'le görüştük
Av. Özgür Gider: "Halk Kültür ve Değerlerinin Benimsetilmesi ve Yaşatılması için Çaba Sarfetmeliyiz!" Neden "Temel Haklar ve Özgürlükler Derneği"? İnsan hakların, soyut ve programatik karakterinden; yaptırım içeren, geçerlilik gücüne sahip, hukuksal ve kurumsal düzenlemeyle pozitifleştirmek olarak tanımlayabileceğimiz "T emel Haklar" ile demokratik toplumun gerekleri olan 'özgürlükler' hepimiz için gerekli ve zorunludur. Devletlerin örgütlenme biçimi, iktidarların uygulamaları ile ekonomik, sosyal ve siyasi nedenlerle temel hak ve özgürlükler sürekli olarak biz halklar aleyhine daraltılmaktadır, keyfi uygulamalar, hak gaspları ve baskılar gün geçtikçe şiddetlenmektedir. Adalet, eşitlik, demokrasi ve özgürlük taleplerimizi, temel hak ve özgürlükler merkezli olarak güçlü bir karşı duruşla savunmak zorunluluğumuz reddedilemez. Bu ihtiyaca cevap vermesi amacıyla kitlesel, dinamik, aktif ve sonuç alıcı; demokratik muhalefetin birlik zemini olacak bu dernek örgütlenmesi girişimine başladık. Demokratik muhalefetin birlik zemini olma misyonunu açıklar mısınız? Dernek, haklar ve özgürlükler mücadelesinde, halkın baskı gücü olmasını esas alır. "Bizden değil" gruplaşmalarına girmeyecek, kurulu sisteme karşı halkın tüm kesimlerini temel haklar ve özgürlükler mücadelesi safında birleştirmeye çalışacaktır. Adalet eşitlik, demokrasi isteyen, haksızlığın ve sistemsel baskı ve 'zor'un karşısında olan herkesin demokratik mevzisi olmayı amaçlamaktadır. Bugün; seçimlere katılan ve 'm erkez sağ'da yeraldığını iddia eden partiler dahi seçim afişlerinde hak ve özgürlük isteyenlerin oylarını istemektedir. Bu partilerin tanıyacakları hak ve özgürlüklerin, sadece sermaye ve tekeller yararına olduğu pratiklerinden,
programlarından, ideolojilerinden açık olarak görülmektedir. Hak ve özgürlükler, ihtiyacı olanlar, halk tarafından savunulmalıdır ve derneğimiz bu yolda bir mevzii olacaktır.
yaşam biçimlerinin meşrulaştırılmasına asla izin verilemez. Bu edebiyat adına da, sanat adına da yapılsa böyledir, engellenmelidir. Sanatsal üretimlerin sansürlenmesine, baskılanmasına elbette karşıyız. Ancak sanat adı altında ahlaksızlık teşhircilik yapılmasına da Oldukça geniş bir çerçevede müca- karşıyız. delenizi sürdüreceğiniz görülüyor, peki Tabii bu karşı olmanın da zorlukları kültür ve sanat alanındaki görüşlerini- olacaktır. Tavır'ın 7. sayısı toplatıldı, zi alabilir miyiz? neden basit: Doğruları, iyiyi, güzeli haykırmak. Basın ve haber alma özgürSorunlar tekil ve birbirinden bağım- lükleri önündeki Basın Yasası, 3713 sasız olarak değerlendirilemez. Sistematik yılı TMY gibi anti-demokratik düzenlebir sorunlar örgüsü içindeyiz ve günümelerin kaldırılarak, basma gerçek özbirlik geçici yaklaşımlarla çözülemez gürlük tanınmalıdır. durumda, kökten, devrimci çözümler Binlerce yıllık halkların birlikteliğiüretilmesi gerekmekte. nin ürünü halk kültür ve değerlerimize Sanat ve kültür alanındaki sorunları genç kuşakların ulaşması; eğitim müfreda bu bağlamla ele alıyoruz. "Anadolu- datları, yazılı ve görsel basın, yayınevi da yüzyıllardır yaşayan, bütün ulusların tekelleri, müzik sektörü pazarve milliyetlerin yarattığı tarihsel ve lamacılarının işbirliği engellenmekte, kültürel zenginliğin korunması, gelişti- bireyci-bencil, yaşamın temeline 'p ara'yı rilmesi için mücadele edeceğiz" diyerek koyan kültür bombardımanına çıktık yola ve girişimlerce kolektif hatutulmaktalar. Halk kültür ve değerzırladığımız tüzük taslağında "Kültür, lerinin benimsetilmesi, yaşatılması için sanat, edebiyat üretim süreçlerine yete- çaba sarfetmeliyiz. neği ve ilgisi olan herkesin katılımı için Halkın, kültür sanat etkinliklerine; gerekli altyapının kurulması ve kültür üretici veya izleyici olarak katılması yapımızdaki yozlaşmanın durdurularak önündeki ekonomik sosyal engeller gelenek ve kültür değerlerinin yaşatılkaldırılarak teşvik edilmelidir. Sanatması için çalışma" hedefini önümüze çıların, toplumsal görevlerini ve sorumkoyduk. luluklarım yerine getirmede birlikte hareket etme gayreti içindeyiz. Bu alandaki, mücadele etmeyi hedeflediğiniz başlıca sorunları sıralaKültür Sanat Yaşamında Tavır ve mak gerekirse... diğer yayınlar hakkındaki görüşleriniz Öncelikli olarak kültür emperyaliz- neler? mi ile aktif mücadele edilmelidir. Bugün emperyalizm ve ABD imparatorluTavır, uzun yıllardır halk kültür ve ğu; Hollywood'uyla, McDonalds'ıyla, değerlerine bağlılığı ile, toplatmalara, müziğiyle bencil, çarpık ve yoz ilişkile- baskılara rağmen inancım savunmadaki ri, paradan başka gayesi olmayan tükecesaretiyle, 'sanat, sanatçı kültür' kavtim toplum formunu; gençlere, halka ramlarına getirdiği netlikle daima halkın empoze ediyor. İnsanlarımız kendileri beğeni ve takdirlerini kazanmıştır. Bu olmak yerine 'imaj' yaşamlar sürüyoralandaki öncü ve örnek tavrından, diğer lar. Yozlaşma, sermaye gettolarından yayımların çıkaracağı pek çok ders televolelere, dizilerle, kliplerle, olduğuna inanıyorum. gazetelere ülkenin her yanına yayılıyor. Ahlaksızlığın, yoz ilişkilerin, çarpık 15
şiir
Güzel günler göreceğiz çocuklar, güneşli günler göreceğiz... Motorları maviliklere süreceğiz... Açtık mıydı hele bir son vitesi, adedi devir. Motorun sesi. Uuuuuuy! çocuklar kim bilir ne hariküladedir
160 kilometre giderken öpüşmesi... Hani şimdi bize cumaları, pazarları çiçekli bahçeler vardır, yalnız cumaları yalnız pazarları.. Hani şimdi biz bir peri masalı dinler gibi seyrederiz ışıklı caddelerde mağazaları, hani bunlar 77 katlı yekpare camdan mağazalardır.
nazım hikmet
Hani şimdi biz Cevap: açılır kara kaplı kitap: zindan.. Kayış kapar kolumuzu kınlan kemik kan.
sapsarı iskelet gelir... Hani şimdi biz... İnanın: güzel günler göreceğiz çocuklar güneşli günler
göre-
-ceğiz. Motorları maviliklere süreceğiz çocuklar, Hani şimdi bizim soframıza ışıklı maviliklere haftada bir et gelir. süreVe -ceğiz .... çocuklarımız işten eve
M erhaba Canımın Yoldaşı; Dayanamadım, oturdum yine sana yazmaya. Sensizliği paylaşayım seninle dedim. Kenarına çiçek yapıştırmıyorum bu kez mektubun. Çiçekleri demet demet getiriyoruz artık sana. Sana son mektubumu yolladıktan on gün sonra haber geldi senden. Yoktun artık.... Her an hazırdım ama yine de kolay değildi. Ama söz vermiştim ya, ağlamadım. Artık postaa mektubunu getirmez oldu. Beklemiyorum, ama alışamadım hala. Son mektubunda "yak bir cigarada karşılıklı tüttürelim" demiştin. Düşmüyor ki elimizden, uç uca yakıyorum sigaraları. İlk mektubunu hatırlar mısın? Kaç ay yazmadım diye neler demiştin bana. Adetindi zaten beni kızdırmak. Durmadan kapışırdık. Ama sonra dayanamaz, mektubun sonunda "senin için yıldızlara karşı türkü söyleyeceğim" derdin. Daha sonra ölmek üzerine yazıyordun hep. "Gerektiğinde gözüm arkada kalmadan ölmek" diyordun. Uzun uzun anlatıyordun bunları. Duvarların ardındaki özlemlerinizi anlatıyordun. Türkülere bile olan hasretinizi, dost elinden içilen sigaraya olan hasreti. "Halay çekmek" diyordun, "Ter içinde nefes nefese kalana kadar halay çekmeyi özledim". Her şeye hasret kalmıştınız. En büyüğü de dost yüzüneydi çekilen hasret "Hayallerimiz" diyordun, "Sırtına ağır bir yük binecek, sakın ola belin bükülüp eğilmesin". "Karadeniz'in yamacında benim türkümü söylemeyi hiç unutma" demiştin bir keresinde. Anlamıştım o zaman. O günden sonra alacağım o habere alıştırmaya başladım kendimi. Sonra mı? Geldi haberin, ardından mektubun. "M üjde" diyordun, "M üjdemi ver, kuşandım bandımı, koyuldum yola. Hayallerimizi gerçekleştirmek, umutlarımızı büyütmek için düştüm yola. Senin için, sizin için, toprağına kurban olduğum vatanım, halkım, umudum için düştüm yola" demiştin. Sevinmiştim. Layıktın çünkü bu onura. Başaracağına, hedefine ulaşacağına inanıyordum. Bir yanda sana tekrar kavuşabilmenin umudu, diğer yanda gerçekler. Evet; ölmek gerekiyordu. Onurlu yaşamak için ölmek zamanıydı şimdi. Eğer adam gibi seviyorsak, ölebilmeliydik de. Önemli olan bizim nasıl öldüğümüzdü. Sen, şimdi öldün mü benim için? Hayır! Ben her anımı seninle, sizinle yaşadıktan sonra; her davranışımda gözlerinizin üzerimde olduğunu bildikten sonra, ölmüş değildik biz. Ama, bir acı da gelip oturdu yüreğime. Bu uzun yolculukta onca uğurladıklanmız vardı. Bir de seni yitirmek... Türkün hep dilimde.. Şimdi mi? Sensizlik öyle ağır ki! Kendinle götürdüğün bir yanım bomboş şimdi. Ama dolduran sensin yine hasretin, dostluğun, sevgin herşeyinle sen varsın. Şimdi daha büyük birşeyi öğrettin. Ölümün acizliğini... Direnişte olduğun süreci, yaşadıklarım, duygularım hep anlatırdın bana. Bir cepheden de seninle yaşıyordum direnişi. Sevgiyi anlatırdın hep, bizim olan sevgiyi. Bana da "sevgiyi anlat" demiştin. Sizden öğrendiğim, sol yanımda taşıdıklarımı nasıl dökeyim ki bu sayfaya? Fotoğrafın karşımda. Birde dost sıcaklığını yüklediğin satırların. Bakıyorum fotoğrafına "sen" diyorum "sen hep yanımızdasın". Her yağan yağmurda, her akşamın yorgun adımlarında, bir türkü de, uçsuz bucaksız çiçeğe kesmiş tarlalarda, her ırgatın kasketini kaldırıp alnından sildiği terinde, teptiğimiz horonda sen de varsın. Seninle bakıyorum her güzelliğe. Ve gördüğüm her güzellikte de seni görüyorum. Bir parçası da sensin o güzelliğin. O günü hatırlıyorum da öyle kopanp götürmeleri ne kadar zor gelmişti. Yeni koyulmuştun yola. Ellerimizi uzatıp tutmak için çabalamıştık ama sadece parmaklarımız bir anlık dokunmuştu. Kelepçeleri takıp çıkardılar seni. Ben ise bir daha göremeyeceğimi biliyordum. Dalıp kalmıştım ardından bakarak Sen de bulduğun fırsatta dönüp gülümsemiştin. Her hayal edişimde seni, o gülümsemenle geliyorsun gözümün önüne. Bu mektubu sen okuyamayacaksın biliyorum. Çocukların oyunlarım oynadıkları dar sokaklardan gelen postacıyla mektubun gelmeyecek bunu da biliyorum. Kapının zili çaldığında senin mektubun geldi diye heyecanla fırlayamayacağım yerimden. Ve biliyorum ki, bir solukta okuyamayacağım artık mektubunu. Beraber dolandığımız sokaklarda dolanıyorum. Bir taş gördüğümde senin yerinede tekme atıyorum. Beraber selamlaştıklanmıza senin yerine de selam veriyorum, önceden soruyorlardı seni. Şimdi... Buruk oluyor selamlarımız. Senden sonra Güleç ablam dediğin ablayla, sohbetini edemiyoruz. Çocuğu da doğdu ve senin adım verdik. Yoksun şimdi ama, sen hep yanımda olacaksın biliyorum. Bazen dert yanacağım sana, bazen sevincimi anlatacağım hüzünlenip ağlayacağım karşında. Hatırlar mısın sabahı ettiğimiz son geceyi. Bahardı o zaman. Yorgun bitkin balkona atmıştık kendimizi. Koca bir demlik çay demleyip, aynı demde sohbete dalmıştık.Ne hayaller kurmuştuk o gece.Öyle büyük hayaller değildi. Zaten işe dalgasına başlamıştık. Hatta ilk hayalin "İstediğim şey olursa, Taksim M eydanı' nda eşşekle dolaşacağım. Sende önden gider arada eşeğe ot verirsin" demiştin. Sonra sonra büyüttük hayallerimizi umutlarımız gibi. Dağlara çıkacaktık..Ne etmiş etmiştim de seni Karadeniz'e ikna etmiştim. Birde hedeflerimiz vardı, öyle kaptırmıştın ki kendini, bir heyecanla anlatıyordun. Bense dinliyordum sadece. Bir an dalmıştın. "Peki" deyip susmuştun. 'T eki ne?" dediğimde, "Peki gün gelip birimiz olmayacağız, bu hayaller, planlar ne olacak" demiştin. Birden canlanıp, benim konuşmama fırsat bırakmadan "olsun, hangimiz kalırsak o gerçekleştirir. Hayal değil mi bunlar. Hayallerimize, bu güzelliklere layık kalabildikten sonra, ne önemi var ki. Zaten hayal değil mi, varsın hayal olarak kalsın" demiştin. Ne denir ki o an. Susmuştuk ikimizde. Sana söylememiştim o zaman. O suskunluğumda sensizliği düşünüyordum. Sen gittiğinde ne yapardım...Şimdi yaşıyorum. Sen yoksun. Bir bıçak yarası gibi izini bırakıp gittin. Hayallerimiz mi? Sahipsiz değil bilesin. Senin bıraktığın güzellikte kalacak. Senin yerine de yaşayacağım onları. Anılarına ve hayallerine layık olmaktır şimdi omuzlanmızdaki. Veda etmiyorum sana. Görüşeceğiz diyorduk ya, görüşeceğiz.. Yolda karşılaşamazsak da son durakta görüşecektik. Evet toprağın üstünde olmadı bir daha, ama alanda görüşeceğiz seninle. Ama bir yolcu gibi dost selamını, çocuk saflığında gülüşleri ve her mevsim yüreğimizde filizlenen umudu doldurup çıkınını uğurluyorum seni. Ve dönüyorum yine uzun yoluma. Yolu yokuş olsa da, dönülmez bu yoldan bilirsin. Gözlerini yanıma alıyorum unutma. Hoşçakal demiyorum. Görüşeceğiz canımın yoldaşı. Görüşeceğiz o 'büyük' o 'güzel' günde... 18
Yeni bir Ahmet Altan hadisesiyle daha karşı karşıyayız. "Aldatmak" hadisesiyle yani... "Bilmiyorum", "duymadım" diyemez siniz. Gözünüzün içine sokulan afişlerden reklam amaçlı yapılan röportajlardanda mı duymadınız? Ahmet Altan yazdı ya canım "Aldatma" nın kitabını... "Aldatma" nın da kitabı mı yazılır demeyin, yazılır. Bizce de yazılır. Ama nasıl yazılır ve niye yazılır sorun burada. Kitabın arka kapağında yazara ilişkin bir not var. "Aşkı ve insanı pek az yazar onun gibi anlatabildi..." Vay vay vaay... Bu "Can Yayınlan" nın notu olsa gerek. Sadece Ahmet Altan'ları, Orhan Pamuklar-ı, Latife Tekin, Ayşe Kulin'leri okuyarak yetişen "yazarları say" dediğinde sadece bunlan ya da bir ikisini daha sayabilen bir kuşağı ikna edebdir belki Can Yayınları. Ama biz yazarlıktan ve edebiyattan bunu anlamıyoruz. Bu derginin okurları şunu çok iyi irilirler ki ülkemiz edebiyatında onurlu aydınlarının kalemindençıkmış çok değerli ve nitelikli eserler vardır. Ahmet Altan mı anlatmıştır Çukurova ırgatlarını, fabrika işçilerini, mapusta ömür tüketen bunu kader bilen çilekeş Anadolu insanını. Fakir Baykurt'lar, Bekir Yddız'lar, Orhan Kemal'ler, Rıfat Ilgaz'lar, Aziz Nesin'ler mi yoksa? Bu yazının konusu bu olmadığı için bunu geçiyor, Ahmet Altan hadisesiyle ilgilenmeye devam ediyoruz. Niye 'hadise" diye bahsediyoruz çünkü bir kitap ancak bu kadar hadise haline getirilebilir. Mesele nedir? Ne vardır? Çok mu mühim bir mevzudur, ilk defa mı yaşanıyordur, tartışılıyordur? Bu mesele niye tartışılır hale getirilir, tartışmaya açılır durup dururken. Sorulacak onlarca soru var elbette. Bir kere Ahmet Altan "kadın ruhundan" çok iyi anlayan bir yazardır! Önce böyle boy gösterdi gazete sayfalarında, televizyon ekranlarında. "Kadın" ı nasıl anlattığını açıklayan dizi yazılar yayınlandı bu madalya alkışlarla takıldı boynuna. Sonra kadını en iyi erkek yazarlar mı anlatır, yoksa kadın yazarlar mı anlatır tar-
tışması alevlendirildi. Tartışmaya katılanlardan bir kısmı, Tolstoy'u örnek göstererek, kadını en iyi erkek yazarların anlatacağını, Türkiye' de de kadını en iyi anlatan yazarın Ahmet Altan olduğunu ileri sürdüler. Bu görüşe karşı çıkan bazı kadın yazarlar ise, Anna Karennina ve Madam Bovori'yi örnek göstererek, bu romanların yazarları kadın olsaydı ne Anne Karennina ne de Madam Bovori ölürdü, bu nedenle kadını en güzel kadın yazarlar anlatır diyerek düşüncelerini dile getirdiler. Tartışma, romanlarda kadını kimin daha iyi anlatacağıyla sınırlı kalmadı. Kısa bir süre sonra Ahmet Altan tekrar gazete sayfalarında, televizyon ekranlarında ve İstanbul'un meydanlarını, ana caddelerini süsleyen reklam panolarında boy göstermeye başladı. Fotomodellere ya da playboylara taş çıkartırcasına gazete sayfalarını süsleyen fotoğrafların yanında, nasıl büyük bir yazar olduğunu, kadını nasıl yazdığını anlatıp durdu. Bu kez tartışmanın özü yine kadın olmakla birlikte, biraz daha özele inilerek, kadının aldatması üzerine engin fikirlerinden bizi mahrum bırakmadı. "Aldatmak" mevzusu son aylarda Amerika'da ve Avrupa'da sıkça tartışılan bir konu. Faithfull (Sadakatsiz) isimli filmle birlikte Amerika'da bu konuyu tartışır hale geldi. Sıkıcı ve monoton hayatında oysa ki hiç bir maddi sorunu yokken mutlu bir evliliği ve bir çocuğu onu seven hatta tapan bir kocası varken, (bir anda !) bir tesadüf sonucu tanıştığı bir genç delikanlı de aşk yaşamaya başlar. Yani kocasını aldatır... Bu bir aşk mıdır tutku mudur neyse nedir ama kadın bu aşk olmadan yaşayamaz hale gelir. İçinde gizli kalmış duygular, hiç yaşamamış olduğu şehvet onu bu ilişkiye bağlı kılar. Bir türlü kopamaz. Çünkü artık sadece güdüleriyle hareket eder. Bütün değerlerden uzaklaşmıştır. Emek, saygı, sa-
19
dakat hepsi ona uzaktır. Kendini kirlenmiş hisseder ama bu büyük "günah"tan bir türlü arınamaz. Bunalımlara girer. Bir yandan çocuğuna iyi bir anne, kocasına iyi bir eş olmalıdır, tabii ki sevgilisine de iyi bir fahişe... Ama suçluluk duyar, fakat bir türlü o "yasak aşk" bitmemiş, beynine hükmeder hale gelmiştir artık. Bu ilişkiye kocası son verir. Yani onun yasak aşkına. Artık yeni bir hayat başlar. Kadın bir bir yakar fotoğraflarını yasak aşkının, "keşke,..."der, "hiç olmasaydı", "Bir anlık"tır sanki her şey. Tepeden tırnağa kadar yozlaşmanın, aşağılanmanın yaşandığı bir gecelik aşkların artık bir ihtiyaç bir ilaç olarak görüldüğü Amerikan kültüründe bile bu "hikaye" tartışılıyor. Neden aldatır? Çok mutluyken bile neden aldatır? Aslında mutlu değildir, heyecan yoktur. Heyecan olmalıdır. Sıradan olmamalıdır, vb. vb. Fek çok teori ardarda sıralanıyor. Sonuçta aldatmak iyi bir şey değ ildir ama eşlerden diğeri de suçludur. Aldatan, aldatmak zorunda kalmıştır. Kadın suçluluk duyar. Ve bir de utanç. Yeniktir. Aldatılan koca ise bir yarayla mağlup bir yanıyla galiptir. Oda kendini sorgular. Ama karısından yine vazgeçemez. Filmden aşağı yukarı çıkan sonuçlar bunlar oluyor. Ahmet Altan'ın kitabında ise bu filme çok benzer bir öykü kurgulanmış. Kariyeri olan zengin, karısını seven bir koca, güzel, iş yaşamında başarılı, zeki bir eş, aynı zamanda bir anne olan kadın. Kadın güzel olduğunun, beğenildiğinin farkında. Ama para, iyi bir koca ona aradığı mutluluğu vermiyor. Çünkü heyecan yok hayatında ! Bir gün tanıştığı özellikle tanışmak isteyipte tanıştığı, bir adamla ilişki kuruyor. Adam sanki sadece 'sevişmek için' dünyaya gelmiş gibi insani hiç bir duygu taşımıyor. Tutkulu aşk bir gün bitiyor. Çünkü kadın adamın duygularının olmadığının farkına varıyor. Bu ilişkiyi o hep aradığı gizli duygular, ve şehvet için yaşa-
dığını bildiği halde yine de adamda biraz olsun duygu anyor. Ama bulamıyor, ilişki bitiyor. Ama heyecan arayışları sürüyor. Sırf heyecan olsun diye komşularının eşyalarını çalıyor. Bundan büyük bir zevk alıyor. En sonunda kocasına yaptığı herşeyi anlatıyor. Ve "Neden yaptın? " sorusuna "O'nuda sen bul!" cevabını veriyor. O kadar rahat yani! Adam ayrı bir facia. Karısından vazgeçemiyor. Vazgeçse "yenik" olacağını düşünüyor. Onu "affetmeyeceğini" söylese de bu ilişkiyi bitiremiyor. "Yeniden, deneme" heyecanıyla iş çözülüyor. "İkisi de yıkılmış ve yenikti ama minicik bir umut hala en derinlerde bir yerde yaşamalarına yardımcı oluyordu" diyor yazar. Öykü bundan ibaret bütün mesele bütün hadise bu yani. Şimdi herkes bunu okuyor. Yazar kadını suçlamıyor. Suçlu kılmıyor, kadın bunu yaptıysa nedenlerini fonda diğer karakterleri konuşturarak meşrulaştinyor. Kahramanımız kadın. Aldatan kadın. "Ama neden aldattı bu kadıncağız? Sadece para, kariyer, iyi bir koca yetmez yani insana. İyi koca öyle olunmaz zaten. Aldattığı adam da iyi biri değil ama bir kadım etkilemeyi başanyor işte. Demek ki var bir şeyler o adamda." Kitabı okuyan kişi, gerçekten bilinçli değilse, yaşamında bir yön yoksa kafasında bunlar canlanır. Kitabı okuyunca, "sadakat'in ne kadar önemli bir değer olduğu sonucuna varamıyoruz maalesef. Hiç "sadakaf'in romanım yazmayı düşündü mü acaba Ahmet Altan? Sadakatin ön planda olduğu, dillere destan bir aşk öyküsünün romanını? Yok değil mi şimdi böyle şeyler. Çünkü herkes yarın kimi nasıl aldatacağım düşünüyor. Eşini, dostunu, hatta ana babasını bile insanlarımızı yozlaştırılıyor. Yabancılaştınlıyor. Değerleri çürütülüyor. Gençlerimiz kimliksizleştiriliy or. Beyinleri işlersiz kılmıyor. Aşkmış, paylaşmakmış, sevgiymiş, sadakatmiş, saygıymış, merhamet miş, dayanışmaymış bütün erdemler bir bir yokediliyor. Ahmet Altanlar'da bunun araçtandır. Ahmet Altan aydın kimliğim ilk defa pazara sunmuyor. '80' li yılların ortasında yazdığı ilk romanı "Sudaki iz" le aydın kimliğini ve kişiliğini pazara sunmuş, bu romanıyla 12 Eylül generallerinin büyük takdirini toplamıştı. Şimdi de düzenin sahiplerinin takdirim toplamaya devam ediyor. Ahmet Altan'dan daha iyi bir yazar bulacak değiller ya! Fantezilerini en iyi süsleyen büyük yazar. -Burada hemen bir dipnot düşmekte de fayda var son magazinsel haber Nuh Mete Yüksel hadisesi sanki bu sözlerimizi doğrular gibi!.. Muhalif olan her ilerici demokrat, devrimciye cezalar yağdıranların kirli
çamaşırları ortaya döküldükçe ahlakları belli oluyor. Ahmet Altanlar tabii ki baştaçları olacak Ama biz Ahmet Altanla devam edelim konumuza... Kadın toplumsal bir varlıktır. O'nu yaşamın içindeki sosyal durumundan ayınp tek başına ele aldığınızda geriye sadece cinsel bir obje kalır. Tek basma cinselliğin içinde aşkı aramakta mümkün değildir zaten. Kadını, kendisini çevreleyen, yaşamına yön veren sosyal siyasal ekonomik gelişmiler içinde ele almak kadını toplumsal yaşam içindeki konumuyla birlikte aşklarını, sevgisini anlatmak ise tehlikeli olduğu için Ahmet Altan'ın işine gelmez. Tehlikeyi göze alamaz. Çünkü o alkışlanmaya, pohpohlanmaya alışmış. Alkışın kimden geldiği de önemli değildir. Yeter ki birileri alkışlasın, kendisinden söz etsin, sırtını sıvazlasın. Bu özlemlerine öylesine tutkuyla bağlıdır ki bunlar için dejenerasyonun, yozlaşmanın edebiyatını yapmaktan kaçınmaz. Ahmet Altan bütün bu gerçeklere yabanadır. O'nun kadından anladığı sadece cinselliktir. Oysaki tek başına cinselliğin içinde gerçek, saf, te miz, sevgi de yoktur, aşkta yoktur, işte bu nedenle Ahmet Altan kadını ve aşkı anlatamaz. Elbetteki roman bir söz sanatıdır. Bu nedenle biçim önemlidir. Anlatmak istenileni en güzel sözcüklerle, imgelerle anlatmak gerekir. Fakat içeriği görmemek, içerikten uzaklaşmakta düşünülemez, içeriği olmayan, topluma bir mesaj taşımayan romanlar sanattan yoksun içerikteki eserler gibi gerçek anlamda bir sanat değeri taşımaz. Aydın olmanın rolü ve önemi de burada yatar. Ahmet Altan' da böyle bir iddia olmadığı gibi romanlarında halkın çeşitli kesimlerinde yaşayan kadınların yaşadıkları acılar ve sevinçler yoktur. Ahmet Altan'ın kadınları "seçkin'', "aristokrat", burjuva özlemleri olan kadınlardır. Romanlarındaki "aşk" ta bu kadınların şehvet düşkünlükleridir. Romanlarında sadece hayatındaki kadınlarla yaşadığı tutkular, fanteziler, özlemler vardır. Ölüm orucunda ölen kadınlar yoktur mesela onun romanlarında. Anadolu kadınının yarattığı destansı direniş yoktur. Bayrampaşa Hapishanesi'nde diri diri yakılan kadınlar yoktur. Devrimci kadın yoktur. Sağır dilsiz ve kördür Ahmet Altan bunlara. Hapishanelerde, gecekondu mahallelerinde kadınlar ülkelerinin geleceği için kendilerini feda ederken o "İsyan Günlerinde Aşk"ı yazmakla meşguldür. Romanın ismindeki "isyan" kelimesinin olmasına bakıpta toplumsal bir olayı anlattığını düşünmeyin,İsyan Günlerinde Aşk' ta Osmanlı aristokrasisinin kadınlarının şehvet düşkünlüğü vardır. Ya da Ahmet Altan'ın tutkuları, arzuları, istekleri, ve şehvet düşkünlüğü.
20
Ahmet Altan ev kadının, öğretmen, köylü, me mur işçi, kısaca "soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelen, bizim kadınlarımız"! tanımaz. Çünkü halka yabanadır. Halkı, halkın yaşadığı acıları yoksulluktan tanımaktan korkar. Hatta böylesi kadınlardan nefret eder. Onun için kadın, sadece hayalinde geliştirdiği cinsel fantazileri besleyendir. Onlarda ancak otel lobilerinde, barlarda bulunurlar. Kadını tanımak ,anlamak bu gerçekleri görmezlikten gelerek mümkün olmaz. Ahmet Altan aşkı da bilmez; çünkü Hasan Hüseyin'in de dediği gibi "aşk kavganın içindedir" Ahmet Altan ise bu kavganın dışındadır. Ahmet Altan ve onun gibiler halkın kültürüne düşmandır. Ama bir halkın kültürü öyle kolay yok edilemez. Yüzyıllardır süregelen Anadolu Kültürünün kökleri çok derinlerdedir. Ahmet Altanlar bu kültürün ne kadar derinlerde olduğunu göremez bile. Çünkü onların kökleri Avrupa'da, Amerika'dadır. Onlar bu ülkenin insanı olamadılar hiç. Burun kıvırdıkları halkın sorunları onları ilgilendirmedi hiç. Çünkü ayakları bu ülke toprağına basmadı. Çöplerden ekmek toplayan insanlar hiç "aldatma"yı düşünüyorlar mı acaba? Çocuğunu çocuk esirgeme kurumuna bağışlayan bir babanın temel sorunu "aldatmak" mı acaba? Aydınım diyorsanız, Ahmet Altan; -ki size öyle diyorlar, biz demedik hiç- Aydın bunları bilmek zorundadır. Kadının ya da erkeğin içgüdüleri vardır. İçgüdüleriyle hareket ederse, bunu hangi sınıftan olursa olsun yapabilir diyeceksiniz, doğrudur, olabilir ama nereden gelmiştir böyle bir kültür? Kim vermiştir? Neden olur böyle şeyler, bunu neden sorgulamıyoruz? Tartışalım aldatmayı. Yoksulluğu tartışmayalım. Ülkemiz IMFye peşkeş çekiliyor, boşverelim. ABD emperyalizmi dünyada taş taş üstünde bırakmıyor bize ne diyelim. Her gün bir cinnet olayı yaşanır hale geldi, insanlar çocuklarına bakamaz hale geldi. Boşverelim "aldatmayı, tartışalım, tartışalım bunu. Önce bunu. Diğer sorunlarımız geride kalabilir. Unutalım onları, millet birbirini aldatıyor bunu tartışalım... Uyuyor muyuz? Uyutuluyor muyuz? "Hadise" nedir? Ahmet Altan kitap yazmak zorunda mıdır? Yazmasa olmaz mıdır? çok büyük bir kayıp mıdır edebiyatımıza? Ahmet Altanlarla "aldatılıyor" muyuz yoksa?
mektup murat aktaş
hasretini sordum "dağ" dediler... K
oca Çınar'ım, Can ortağım; Hasreti sordum, “ dağ" dediler... Her .ayrılığın bir kavuşma olduğu günlerin ortasındaydık. Yanyana, cancana olmanın ne olduğunu yaşadım, anladım. Sonrasından en küçük bir kaygı duymadan ömrümüzü adamanın sonsuz huzuru ve mutluluğuyla dopdoluyduk. Tek kaygı okunuyordu gözlerinizde, birbirimizden sonraya kalmamak... En iyiler en önde, en büyük fedakarlığın onuruyla kahramanlığa layıktırlar. Sımsıkı sarıldığım bedeninin kollarımdan, ellerinin ellerimden kayıp bir sonsuzluğa, hemde nasıl bir coşkuyla gidişinin tanığı olmak düştü payımıza... Ardından gelecek olmanın tesellisi, sabrımızı ve gururumuzu büyütüyordu... Gülüşünü kazımışım beynime... Yalımlar yüzüne dolanırken kıstığın gözlerindeki coşkunun sınırsızlığını... "Biz kazanacağız" diye seslenişin türkü söyler gibi, damarlarımızda titreşen ezgisiyle hala çınlamakta... Karaköy'de, Tophane'de, Galata Köprüsü'nde su satarken objektife bakışım gördüm. Ağız dolusu gülüşünü... Sonra Beyrut Meydanı'nda ayakta, sol elin hareketli, kalın kaşların çatık konuşuyorsun. Hatırladım, bir açlık grevi eyleminin bitirilişiydi. Sen hiçbir şeyi unutmazdın, iddiaya girmek ne haddimize, kendi anılarımızı dahi ayrıntısıyla sana anlattırır da hatırladık. Kaç kez andık birlikte o günleri. Cuntanın ardından yüksek öğrenim gençliğinin tepesine dikilen YÖK sultasına karşı ilk kıvılcımdınız. Sonrasında her 6 Kasım'da büyüdü isyan ateşimiz, hak talebimiz...
ateşledin isyanı. Bu kez YÖK'ü çok aşan, onun kaynağı, koskoca vatanın tutsak edilişine isyandı harlanıp sav rulduğun... Diyemem, dile gelemez nasılı, anlatabilemez. Bölük bölük olur sözcükler. Her biri ateş parçasıdır, içimize düşer de yangınımızı büyü tür, Yıl doldu Çavuş'um... Yıl doldu ki, gürül gürül akıp gelen hayati her damlacığı seni, sizleri binlerce kez doğruladı. "Kızılbandı apolet, ölümü tiyatro sananlar"a öfkeni; dediklerini biliriz. Onlar vefayı, onuru, namusu, ahlakı yitirmiş olmayı sorgulamayacakları ortam aramaktalar. Ve belki de çok boyutlu yozlaşmanın yaşandığı yerlerde kendilerine "umut" ara maktalar. Ama hayır işte, olmuyor. Yozlaşma ve tecrit dışarıda ne denli boyutlu olursa olsun Anadolu insanının binlerce yıllık kültürünün izleri var her-
6 Kasım'dı o gün... Bir 6 Kasım'da, ömrünün 38. yılını sürerken yeniden
21
yerde. Kaçılam ıyor bakışlar dan, kaçılamıyor yoksullu ktan, sefalette n, yaşam kavgası içinde çare arayan insanlardan. Ve sorgulayıcı, sorgulatıcı gözlerinden. Bir de unutturulmak istense de küçülmüş bedeni, pırıl pırıl gözleriyle ölümü kovalayanların seslerinden. Kaçmak mü mkün değil ki. Çünkü hayatın nabzı onlarla atıyor... "Hayatın nabzını soluklarında tutanlar" a yüz çevirmenin, hayattan kopuş olduğunu, boyun eğmek olduğunu anlatırdın ya, birebir yüz yüze konuştuklarımızın hal-i pür melalini gördük, tasvirin gibiydiler. Kalemleri susmuş, dilleri lal, yüreklerim korku ağlan bürümüş, umutlan küllenmiş, biçareydi bakışları... Utanç dahi uzaktı onlara. Ne ki soluksuzluklarına nefes borusu olmak için durmadık, dinlemedik, çaldık kapılarını yine, çaldık yüreklerinin kapılarını. "Aydın" kimliklerine bir ışık olabilmek için. Dinledikçe şaş-
Ne acı verici bir durum değil mi, biz tecriti duvarların arkasında bile asla kabullenmemişken, yaratıcılığımızla bin bir yol yordam üretip parçal arken, dışarıda en alasıyla yaşandığını görmek... Oysa iki sözcüklük ömrü vardı tecridin: Bir arada olmak, dayanışmak... Bunlara en fazl a ihtiyaç olduğu bir zamandayız üstelik. En fazl a parçalanıp birbirinden koparılmış olduğunu gördük herkesin. Herkes dertli, herkes şikâyetçi, herkesin sorunu başından aşıyor. Yüzler gülmüyor. Belki de gülmeye umudu da yitirmekte her gün.
kındılar... Ahlaksızlığın, yozlaşmanın, kokuşmuşluğun koca bir toplumun her hücresine nüfuz ettirildiği koşullarda, onurlu insan olmanın erdemlerini dimdik ayakta tutmanın en ağır bedelini ödeyenlerdiniz. Yüreğinde ins anlık onurunun en ufak bir kıpırtısı kalmış olanlara kıbleydiniz. Hak ve özgürlük için yaşamanın, mücadele etmenin meşruiyetini, bütün sınırlan yıka yıka, kuşatmayı yara yara savundunuz. Her saniyelik ömrünüzde binbir güzellik yaratarak... Birer birer, üçer beşer kanatlanıp geldiler yanı başınıza hakikat erleri, haki kat bacıları... Onlar Anadolu toprağı dır, toprak denli anacan, toprak gibi doğurgan, üretken ve üzerinde yaşam kurmuşların onbinlerce yıllık birikimiyle bilge... Sana seni, sizi anlatma gafletimi bağışla. Bizi anlatmaya gerek duymamışlığımdandır. Niyesi şu ki; son mesajınızda herbi riniz aynı şeyi söyledi niz: "Açın bağrınızı geliyoruz..." Sizinle yüreğimiz sığmaz oldu göğüs kafesimize. Birlikte yaşadık sonrasında ne yaşandıysa. Birlikte tartışıp değerlendirdik hepsini. 22
Dedik ki, gülemiyorsak dahi birlikte ağlamayı da mı beceremiyoruz... Evet, tam da senin cümlelerin gibi, birlikte ağlayabilirsek, birlikte gülebilmek de mümkün olur, hatta kaçınılmaz... Düşünme, sorgulama ve hak arama yeteneği çalınmış, kişiliğini arayan gençlik yavaş yavaş neler olup bittiğinin farkına varıyor. Sen ben demeden, paylaşmaya olan ihtiyacıyla en geniş kesimi kucaklayacak şekilde
yine birleşmeye çalışıyor. Hatırlarsın, kantinlerdi ilk dertleşme mekanları mız. Kahvehanelerde oyun oynamayı sevmes ek de birbirimizi görüp konuş manın, öğrenmenin, birlikte üretmenin hazzını yaşamak için giderdik. Okulda YÖK vardı herşeyiyle. Kantinlerde, kahvehanelerde ise YÖK'e karşı biz... Yaşananları, dayatılan gerici uygulamaları hayatın içinde kabullenmese de ne yapacağını bilmeyenlerin yanıbaşında güvenilir dostuyduk önce. Daha sonra "bizim" diyebilecekleri derneklerin kurucusu, demirbaşı gibiydik. Ağırdı bedelleri, ödemekte en öndeydik, önce haklılığımıza, aynı zamanda da ins anlara güveniyorduk. Biz nice tarihin yol açıcılarıydık. İstanbul, Ankara, İzmir ve sonra Anadolu'ya yayılan sevginin tohumları atılmıştı o günlerde. Adımlarımız birbirine uymuyordu önceleri. Am a halayda ne de ısrarlıydık Biliyorduk bir süre sonra aynı adımlarla en coşkulu halayları da kuracağımızı... Can ortağım yine halay zamanıdır. İnsan tek başına ağlayabilir. Birlikte ağlamak mümkün mü. Hele de omuzbaşımızdan tutuvermişken, renk renk çiçeklerin rüzgarda s almışı gibi halaya durmuşken... gülüşlerimiz çınlatmaz mı ortalığı... Hele hele o halayda s en, sizler varken... Aydın da sizsiniz, aydınlık da... Direnç de sizsiniz, umut da... Biz sizinle çok güçlüyüz... Bu yüzden 6 Kasım'da sımsıcak sarılırken, sen gitmedin... Hiç aynlmamacasına geldin içimize... Bir kez daha hoşgeldin Koca Çınarım, hoşgeldin..
öykü deniz engin
sultan gibi olacak rtık zor nefes alıyordu. Gözleri yarı açık, derin derin iç çekiyordu. İstem dışı sesler çıkarıyordu. Bilinci kapanalı çok olmuştu. Sürekli dudaklarını ıslatıyorlar, pamukla ağzına su damlatıyorlardı. Acaba o an neler geçiriyordu aklından, bunu merak ediyorlardı. Sürekli nabzım kalp atışlarını kontrol ediliyorlardı. Bir zaman sonra, göğsünün üzerindeki eli yatağın kenarına düştü, önce anlamadılar. Nabzım kontrol ettiler. Refakatçisi elini burnuna tutup nefes alıp almadığına baktı. Artık durmuştu nefes alışı. Emin olmak için bütün ayrıntılarını incelediler ama hiçbir tepki vermiyordu. Yarımdaki ana çenesini bağlamaya başladı. Öteki diğer evi arayarak haber verdi. Sultan çıkmıştı telefona "Başımız sağolsun Sultan, Sevgi abla şehit düştü" dedi, "Başımız sağolsun" dedi Sultan'da. Hemen sonra Sultan çıkageldi yanlarına. Odaya girer girmez eğilip alnından öptü Sevgi ablasının. Sonra hazırlamaya başladılar. Üzerine kırmızı bir örtü örttüler. Sonra Sultan karanfilleri aldı ve özenerek ama bir o kadar da el alışkanlığıyla süslemeye başladı. Çıt çıkmıyordu Sultan'dan. Arada bir, gözü Sevgi ablasma takılıyordu. Sonra sakince karanfilleri dizmeye devam ediyordu.
A
Hazırlıklar bitmişti. Selama durulacaktı şimdi. Son karanfili de koydu ve eğilip tekrar alnından öptü. İnsanlar gelip selama dururken, Sultan bir yandan da akşam ki anma nın hazırlıkları için koşturuyordu. Sevgi ablalarına yakışır bir anma olma lıydı. Dört dönüyordu yine Sultan; me şaleler, pankart, insanların toplanması.
Bir yandan da evleri dolaşıp insanları çağırıyor. Mahalledeki meşaleli yürüyüşün ardından sabah uğurlanana kadar cemevinde toplu nöbette kalıyorlardı. Bir ateş yakıldı ve bir kısmı yanan ateşin etrafında oturmuş türkü söylüyordu. Sultan'da aralarında. Arada kalkıp morgun olduğu yere gidiyor, kapıdaki iki nöbetçiyi görünce, hiçbir şey söylemeden gelip oturuyordu yine. Dizlerini katlayıp karnına doğru çekmiş, çenesini dizlerine dayamış, gözleri ateşte, mırıldanarak söylenen türküye eşlik ediyor Sultan.Birazdan doğa-
23
cak güneşe inat ateş yanıyor hala kah harlanarak kah azalarak. Ama Sultan'ın gözleri çoktan ateşe kesmişti bile. Yastığının altından parayı odadan çağırdığına uzattı. "Al bunu. Domates, biber, soğan al. Kalan paraya da yumurta al. Domatesleri rendele ama, ya rım saat kaynat. Biber ve soğanı ayrı kavur, domatesi sonradan ekle. Bol baharat koy ama fazla acı olmasın, çocuklar yiyemez sonra. P ara yetmezse sende kat üstüne biraz" dedi. Yanındaki dinliyordu. Kalkacak ama son anda başka şeyler söyleyebilir diye kalkamıyordu. Hülya'nın "hadi ne bekliyorsun, öğlen oldu zaten" demesiyle kalktı, gitti. Refakatçisi duymuştu "Hülya abla yine yemek tarifi veriyor" dedi kendi kendine. Hergün böyle gözüne kestirdiğini çağırıp, para veriyor, bir şeyler aldırıyordu. Yemek yaptıracağı zaman da en ince ayrıntısına kadar tarifini veriyordu. Mahalledeki çocuklara dağıttırıyordu. Kimi zamanda annesini arıyor "tavuklu pilav yap, mahalledekilere dağıt. Ama bulguru iyi kavur..." diye ona da uzun uzun anlatıyordu. Ziyarete gelenlerin çoğu sorarlardı "Ya bu kadın aylardır aç ama nasılda böyle yemek tarifi verebiliyor? " Bu tip davranışları yoksullara sürekli yardım etme isteğinden kaynaklanıyordu.
Çok çalışıyordu Hülya. Bir süre sonra yataktan pek kalkamamasına rağmen boş bir an geçirmiyordu. Çok güzel resimler yapıyordu. Bütün duvarlarda onun resimleri olurdu. Birde örgü yapıyordu. Süs, yelek, patik... Birde kendi de değil sadece, yaranda boş duran birini görsün ona da yaptıracak iş buluyordu. Genellikle de dolaşan iplerini çözdürüyor, pano yaptırıyordu. Elinden teşbihi, dilinden duaları düşmüyordu. Bir kez, tek bir kez ağladığı görüldü, o da kardeşinin de Ölüm Orucuna başladığını duyduğu an. Evden dışarı en az çıkan Hülya ve Ümüş't ü. Ümüş't e boncuklardan bileklikler yapıyordu., ziyaretçilere hediye ediyordu "Benden size bir hatıra kalsın" diyerek. Sakindi, konuşmazdı pek. Gülay ve Zeynep'lerle selam yolluyorlardı o evden o eve. Gülay ise sohbet etmeyi seviyordu. Desteksiz kalkamazdı ama ziyaretçiler geldiğinde birlikte sohbet etmek için Zeynep'lerin yanına geliyordu. Refakatçi bir ana vardı yanlarında. Bırakın sarılmayı, öpmeyi yanaşmaya bile bırakmıyordu kimseyi. Gelen ziyaretçilere daha kapıdan "yanına oturmak, öpmek, sarılmak yok. Tokalaşın o kadar" derdi. Gülay'da çoğu zaman ana yanlarında olmadığında, yatağın yanına oturtur, elinden tutup öyle sohbet ederdi. "Hadi ana gelmeden seni bir öpeyim"der, yaramaz çocuklarından annelerinden gizli birşey yaptığındaki afacanlığı, hem telaşın hem de "ohh yaptım ya" demenin gülümsemesi olurdu, birini öptüğünde Gülay'ın yüzünde. "Hışşt! Duymasın aman, yakar yoksa" diye de muziplikler yapardı. Birşey istediğinde "ya kusura bakma, sana da zahmet oluyor" diyordu. Zaten istediğinde çekinerek söylediği belli oluyordu. Konuşması bozulmuştu Gülay'ın. Sohbet sırasında "bu konuşmamla da seni de sıkıyorum değil mi?" diyordu. Oysa bunu düşünen bile olmamıştı. Kendi konuşmasıyla dalga geçiyordu hep "benim de dilime vurdu bu oruç" diyordu. Candandı Gülay. İnsanın en saf halini, yalınlığını görürdün gözlerinde. Gözleriyse son anına kadar böyle bakmıştı...Güleç! ***
Bahçenin merdivenlerine geldiler. İlk şaşkınlığı orada yaşadılar. Merdivenin iki başında meşaleler yanıyordu. Kapısında Barış duruyor, ziyarete gelenlerin isimlerini yazıyordu deftere. İçeridekilere birşey olacak korkusundan, yerinden ayrılamıyordu çoğunlukla. İçeri girdiler. Başka bir dünyadaymış gibi hissettiler kendilerini. Her yer kıpkızıl ve yanan ışık daha farklı hava yaratıyordu. Koridora yöneldiler. İrileşen gözlerle duvarlara bakıyorlardı. Orası o ev değildi. Yan tarafa yöneldiler. Yanındaki aniden köşeye gitti. Oralı olmadı hiç. Bir yandan masaya dizilenlere bir yandan duvardakileri tarıyordu gözleri. "Gelsene bi dakka yanıma-" dedi öteki. "Bak bu Ali Rıza'n ın piposu. Bunu aldırana kadar ne dil dökmüştü hatırlıyorum" dedi. Her yerde şehitlerin resimleri ve eşyaları vardı. Hatta Armutlu'da hiç kalmamış olanların bile vardı eşyaları. Oraya girdiğinde sanki her biri bir yandan elini uzatmış onu tutmaya çalışıyor gibi hissetti. Duramadı daha fazla. "Hadi çıkalım" dedi ve yanındakini beklemeden dışarı attı kendini. Üst yoldan Şenay'ın evine doğru yöneldiler. Tam sokağın başına geldiler şaşkınlıkla yavaşladılar... "Sağ taraf aşağıda kaldı, ipi çek biraz" "Oldu mu şimdi?". Karşısına geçti ve gözlerini kısarak inceledi ve "oldu tamam tamam" dedi. Tam o sokağın barikat yerine de çadır yapıyorlardı. İçini şark köşesi gibi süslüyorlardı. Diğerleri de öyle kılı kılına kocaman bir pankart asıyorlardı. Pankartta kocaman bir alın bantı resmi vardı sadece. Çadırın karşısında ışıklandırmayla uğraşıyordu birileri de. O sırada Şenay'ın evine dönülen sokaktan kahkahalarla karışık sesler yaklaşmaya başladı... "Sana ha ha ha, sağa doğru gitme diyorum ha ha, sen o tarafa gidiyorsun. Tabi düşersin ha hay! Hadi düştün kalası niye havaya fırlatıyorsun ha ha ha!", "Sen lafını ağzının içinde konuşmasan oof,
24
bende seni duyarım... ahh ayağım!". Üst sokaktakilere gördüklerinde, halabiri gülüyor, öteki sızlanıyordu. Ne olduğunu nasıl düştüğünü anlatıyordu gülen. Hepsi kahkahayı patlattı o sıra. Taşıdığı kalasıda ayağına düşürmüş. Çocuk gibi sızlanması da ondanmış. Hazırlıklar yavaş yavaş bitiyordu. İnsanlar toplanmadan bitirme telaşındaydı herkes. O sırada şehitlik müzesinden gelenler onlara yaklaştılar. Sokağın başında alın bantı olan pankartı görmüşlerdi. Şenliği bu kadar büyük beklemediklerinden şaşırmışlardı. Çadırın yarımda çay ocağı vardı. Oradan önce birer bardak çay içtiler. Sonra program saatine biraz daha olduğu için önce eve gidip direnişçileri ziyaret ettiler.Hava kararmaya başlamıştı. Yavaş yavaş toplanıyordu insanlar alana. Teypten halay türküleri çalıyordu. Küçük bir grup halay çekiyordu bir köşede. Bir iki derken halay genişledi. Kaseti kapattılar. Baştakiler türkü söylemeye başladı. Peşlerinden diğerleri... Direnişçilerin gelmesiyle program başladı o sırada, önce direnişçiler şehit düşen arkadaşlarını anlattı. Kenardaki kalaslarda oturan analardan biri ağlamaya başladı. Yarımdaki sırtını sıvazlamaya başladı. Ağlayan ana dayanamayıp kalktı, gitti. Yanındakiler anlamıştı derdini. Birbirlerine göz kırptılar ve anlatanlara döndüler yine. Ana ağladığında anlatılan daha önce Armutlu'da kalmıştı. Ananın O'n a, O'nun da anaya emeği çoktu. Oğlu gibi severdi herkes ama bu ana daha çok seviyordu O'nu. Direnişçiler O'n u anlatınca dayanamamış ağlamıştı. Zaten O'n un adı ne zaman geçsin, hatta geçmesin her zaman aklındaydı O!Halay çekmeye başlamışlardı. Genelde gençler çekiyordu halayı. Ama bazen kadınlar gelip, baştakinin mendilini kapıyordu. Derken, diğer kadınlar. En ufak fırsatta halayın hakimiyetini ellerine alıyorlar. "Ah ellikten ellikten, su gelir mezarlıktan, oğlan yüzün sararmış, besbelli bekarlıktan... Oyy Oyy!". Orada kalan gençler öyle alışmış ki, bu oyunu çok seviyorlar. Dururlar mı? Durmadılar. "Hadi hadi" diyerek katıldılar kadınların arasında elliğe. Halay bitmişti artık. Programdaki grup Azeri bir türküye başladı. Halaydakiler çekildi ortalıktan. Birden Sultan yanında biriyle çıktı. Başladı Azeri oyunu oynamaya. Herkes donup kalmıştı. Ne oluyordu? Sultan çıkmış oyun oynuyordu. Ama o kadar da güzel kendine has oynuyordu ki. Çekingen, mahçup oynuyordu yalnız. Arada kafasını kaldırıp karşısındakine bakı-
yor, gülümsüyor, eğilip ayaklarına bakarak oynamaya devam ediyordu. Bakışlarında "işte bunu da yaptım"diyordu sanki. Yanındakini dürtükleyip Sultan'ı gösterenler bile oluyordu. Şaşırmakta haksız değillerdi. Delikanlı Sultan kalkmış, öyle bir edayla oyun oynuyordu... Kalabalık halde, bir evin çatasındaydılar. İkişer üçer duruyorlardı. Bir tarafta cam şişeler vardı. Biri şişeye birşey koyuyor, ötekine veriyor. Alan başka birşey koyuyordu. Böyle elden ele dolaşıyordu şişe. En sonunuda bezle tıkıyorlardı ağzını ve kenara kaldırıyorlardı. Kimisi de kovaların içine köpük parçalıyordu. Oyun oynuyorlardı bazen köpüklerle. Elinde boya kutusuyla biri geldi yanlarına. İki kişi kalktı, birkaç şişe aldılar ellerine ve onun yanına gittiler. Şişeye boya dolduruyorlardı. Köpük parçalayanlardan biri durdu onları izlemeye başladı. Şaşırmıştı. "Acaba ne yapacaklar ki bu şişeleri" diye geçiriyordu içinden. Karşısındakine kaş göz işareti yapıp, onları gösteriyordu "ne iş" der gibi. O'da hemen anladı, "boyaaa" dedi. "tama m da ne işe yarayacak" diye sordu sonunda. "P anzerin camına isabet ettirdin mi, önlerini göremeyecekler "dedi. "Vayy, iyi akıl gerçekten"... Ümüş'ü uğurlamışlardı. Diğerleri gibi olmamıştı bu kez. Sessiz Ümüş, ardında fırtına koparıp gitmişti. Barikatlar kuruluyordu. Bir genç geldi ve Şenay'ın evinin önünde attığı adımla kalakaldı. Halinden heyecanı belliydi. Bir o kadar da birşey söyleyeceği. Sultan O'na bakıyor, konuşmasını bekliyordu. Dayanamadı konuştu. "Şimdi gelirlerse vermeyeceğiz direnişçileri değil mi? " diyebildi. Sultan'da "tabi vermeyeceğiz, önce bizi ezip geçmeleri gerekiyor. Biz daha niye buradayız" deyince genç "evet vermeyelim" dedi ve aynı heyecanla geri gitti. Girişteki ilk barikattaydılar. Hazırladıkları şişeler yanlarında, sapan da yapmışlardı. Barikatta beklerken, bir yandan da taş atma alıştırmaları yapıyorlardı. Birde Sultan'a gösteriyorlardı "şöyle dur, bacaklarını şöyle aç" diye. Bir direği hedeflemişler taş atıyorlardı. Ama Sultan bir türlü hedefe vuramıyordu. Yanındakilerde takılıyordu ona " şu kalıbınla bir taş atmasını beceremedin" diye. O'da "ne yapayım. Hayatım da kaç kez böyle taş attım ki. En fazla eylemlerde slogan atıyordum" diye savunmaya geçiyordu. Ama bir gayretle isabet ettirmeye çalışıyordu. Sonra sapanla atmayı denedi. Aynı sonuç... ara-
da birkaç defa tutturduğu oldu onda da "heyy attım attıımm" diye sevinerek zıplıyordu. Birden bulundukları yerin arka tarafından gaz bombaları atılmaya başlandı. Sultan anında "yakaladığınızı geri atın" diye bağırdı ve bombalan yakalamaya başladı. "Heyy, arkandaaa!" diye bağırıyordu sürekli. Sonra panzer barikata dayandı. Sapanlarla, elleriyle taş atmaya başladılar. Arada boya dolu şişelerden de atıyorlardı. P anzer yaklaşınca molotoflardan atıyorlardı. P anzerin ön kısmı yanmaya başladı. Sultan eline boyalı şişe aldı ama panzerin altına düştü. Sonradan yine aldı bir şişe ama onu atmadı. Sürekli bağırıyordu; "taşlan toplayıınnn... molotofları atıınn... sen arkada duurr...". Derken panzer barikatı aştı ve üzerlerine doğru yürüdü. Farklı yönlere dağıldılar. P anzerin arkasından gelen yaya ekip ateş ediyordu silahlarıyla. P anzer Sultanların gittiği yönden peşlerine düştü. Daha sonra hepsi evlerin olduğu sokakta toplandılar. P anzer sokağın başında, karşı taraftan da çatıya çıkanlar ateş ediyorlardı yine. Gaz bombası, göz yaşartıcı bomba, sinir gazı... herşeyi attılar üzerlerine. "Yaralılan aşağı alıınn... barikata güçlendireliiimm...". Yüzlerine örtükleri havlular, bezler etki etmiyordu artık. Bir kısmı gazlardan etkilenmişti. Sultan sokağın başındaki barikatta, çatılardan ateş edenlere bağınyor;"Gelsenize hadiii! Bizi öldürüp geçmeden savaşçılarımızı alamayacaksınız. Korkaklaarr! Hadi gelin de alın kolaysaaa..." O'nu duyan patlatıyordu sloganı. Elinde bir sopa durmadan barikattaki demir olan şeylere vurarak ses çıkanyorlardı. Birden panzer o sokağa da girdi. "Geriye çekiliinnn!". İlk evin önünden geçip arkadaki evin oraya gitti. Sultan bağırıyor "aşağıdan geliinn... panzerin arkasındaann". P anzerin peşinden gittiler ve ellerinde kalan molotoflan atıyorlardı. P anzer geri geri gelmeye başladı ve birkaç saatlik çatışmanın ardından çekip gittiler. Sultan'da içinde halay başladılar hemen. Mutluydular direndiler ve vermediler savaşçılarını. Yürüyebilen direnişçilerde gelip halaya karışta. Gece sabaha kadar bütün mahalle ayaktaydı. Bu bir denemeydi ve yine gelecekleri kesindi. O zaman daha kuvvetli ve bu kez direnişçileri almaya geleceklerdi. Sultan'da bunu anlatıyordu herkese. Dilden dile söylenen şuydu "Sultan'ı gördünüz mü? Nasıl da anında insiyatif koydu? ". O günden sonra alarmdaydılar ar-
25
tık. Barikatlar kalkmadı. İki aya yakın barikatlarda nöbetteydiler, her an herşeye hazır. Artık kış gelmişti ve Armutlu tepesinin o kavurucu sıcağının yerine yağmur altında dolanmak vardı şimdi. '96' Ölüm Orucu gazileri de tahliye olmuştu o sıralar. Onlarda önceden direniş evi olan evde kalıyorlardı. Mahalle de yoksul insanlara yardım kampanyası başlatmışlardı. Sultan kimi görse kampanyadan bahsediyor, genel ihtiyaçlan anlatıyordu. 4 Kasım akşamı gazilerin olduğu evdelerdi. Kapı çalındı. Kalkıp kapıyı açta biri. Sultan'di gelen. Girer girmez, birden sıkıca sarıldı ve "gözün aydın yine evine kavuşmuşsun"dedi. O ise şaşkın. Her gün görürdü Sultan'ı. Bırak sarılmayı tokalaşıp öpüşmezlerdi bile. "Hayırdır ne oldu bu Sultan'a" diye geçirdi aklından, arkasından bakakaldı. Ziyarete gelen biri kampanyaya yardım edeceğini söylüyordu. Bunu Sultan duyunca, öyle heyecanlandı ki, ellerini ovuşturmaya başladı. O geceyi de öyle sabah ettiler... Öğleden sonra telefon çaldı . Telefondaki ses, telaşlı "geldiler, her yere ateş ediyorlar. Çok fazla yaralı var" diyordu nefes nefese. Telefona bakan panikledi. Ne yapacağını, kime haber vereceğini şaşırdı. Armutlu'ya gitmeliydi. Ama giremezdi ki. Haber önce "bütün evleri yıktılar, herkesi götürdüler. On şehit var" olarak geldi. Hiçbir şekilde bağlantı kurulamadı sonradan. O an için net bir alamadı kimse. Televizyonlarda net isimleri verdiler flaş haber olarak. Bülent Durgaç, Barış Kaş, Arzu Güler ve Sultan Yıldız... Banş, daha iki ay olmamışta geleli. "Devlete askerlik yapacağıma, Armutlu'da askerlik yaparım" deyip, kaçmış gelmişti. Bülent ise '96'da tamalayamadığı direnişini şimdi tamamla mışta. P eki Arzu! Zaten ölüm yatağındaydı. Ama böyle, böyle olmamalıydı. Sultan.. "Hangi Sultan" diyordu bir ana. Yok ya, o Sultan'ın soyadı Yıldız değil ki. Gelini yanındaydı. Sesli söylemişti bunu. Gelini "hayır o" der gibi gözlerinin içine bakıyordu. Evet, kandırma kendini. Basbayağı bizim Sultan işte. Ağlayası oldu bir an. Sonra topladı kendini, "biri şehit olduğunda Sultan ağlatmazdı ki. O'na da ağlamamalıyım" diyordu içinden. Gelinine baktı. Gülümsedi o an. Hüzünlüydü gülümseyişi. Karnı burnundaki gelini şaşırmış O'na bakıyordu. "Sultan" dedi. Sultan'ımız gitti ama bu da Sultan olacak. Ardı boş konur mu hiç Kara Kız'ın. Bunun da önce adı sonra bütün ömrü Sultan gibi olacak!!!
arjantin tavır
Arjantin'de son durum... cezaevine falan konmadı ama halkın gözünde deşifre edildi. Suçlar açığa çıktı. Bu önemli birşey. Hatta biz sonra anladık ki unutmamak olmasaymış sokak hareketleri de olmazmış. Yani unutmayan bir insan tepki gösterebilir. Zaten sokakta da en çok buna rastladık. Oraya gittikten sonra karşılaştığımız şey bizi çok etkiledi. Gidiş amacınız neydi esas olarak? Bir festival için gittiniz değil mi ikiniz de? ama orada yeni bir proje şekillendi kafanızda... Hüseyin: Yazışmaları yapmıştık daha önce emaille. Oradakiler yardım edeceğini söyledi. Zaten Sessiz Ölüm'ü de böyle bir dayanışma ile çektim. O yüzden daha önceden tecrübem var. Ben ne yapacağımızdan emindim. Metin'de oralara yabana olan birisi değil.
Arjantin'de gördüklerinizi anlatır mısınız? ■ Hüseyin Karabey: "Boran" ile "Sessiz Ölüm" gösterilmeye karar verildikten sonra daha önce aklımda olan bir proje vardı "Unutrnamak" kavramı üzerine. Metin'e gel beraber bir proje yapalım dedim, iki kavram üzerine. İki tane proje yapmaya karar verdik. Bir tanesi işsiz hareketi üzerine. Ekonomik krizden sonra ki basına yansıyan hareketin ne olduğunu tam anlayabilmek için. İlk başta karar verdiğimiz proje unutmamak üzerineydi. Darbeden sonra halkların darbeyi nasıl deşifre ettiğini ya da 25 yıl geçmesine rağmen unutmamak için sivil kurumların neler yaptığını incelemek için merak ettim bu konuyu. Çünkü Türkiye'de tam tersi oluyor. Arjantin'de, Şili'de, Güney Afrika'da "Gerçek Komiteleri" dedikleri yerlerde yargılandılar darbeciler. Daha da ötesi darbecilerin çoğu
Metin sen hangi filminle gittin festivale?
festival aynı anda oldu.
Metin Yeğin: F ve After diye iki filmim var dünyada gösterilen. Genellikle Hüseyin'in filmi Sessiz Ölüm'le gösterilen filmler. Bunlar ölüm oruçlarına ilişkin.
Filmler insan gösterildi?
Ama biz Hüseyin'le buna rağmen Münih'te tanıştık. Yani ismimizi biliyoruz, bir sürü festivalde aynı anda filmi erimiz gösteriliyordu. Arjantin'deki festivale gidişimizin nedeni de film yapmaktı zaten. Festivali kim düzenliyordu? Hüseyin: Üçüncü Dünya Festivali. Üç kıta, üçüncü dünya ülkeleri. Avrupa'dan film yoktu zaten, özellikle gelişmiş ülkelerden. Birde aynı festivalin içinde 'İnsan hakları' bölümü vardı. İki
26
hakları
bölümünde
mi
Hüseyin: İki bölümde de gösterildi. İlginç bir festivaldi. Film beş yerde gösterildi. Gecekondu mahallelerinde de gösterildi, açıkhavada da gösterildi. Halkın ilgisi nasıldı? Hüseyin: Bizim katıldığımız gösterimlerde çok iyiydi. Epey uzunca sohbetler ettik. Metin: " F" Jüri Özel ödülü aldı orada, Boran'da aynı şekilde. Bu festivalle, zaten bayağı ilişkimiz vardı, bu ödülden sonra iyice çoğaldı. Gerçi ödülde olmasa bir ilişkimiz vardı zaten. Macaristan'da da almıştım. Ben Güney Amerika'yı biliyordum. Çok dolaştım Güney Ameri-
ka'da, fakat Arjantin'e o zamanlar gitmemiştim. Peru ve Bolivya'ya kadar gelmiştim, Ekvator civarına, özellikle Arjantin o zaman çok pahalı bir yerdi. Gelmeden öncede Arjantin'i sadece okuduk Ama gidince orada başka bir Arjantin bulduk, okuduğumuzun ötesinde. Biz zaten okuduklarımızın öyle olmadığını düşünüyorduk ama onun ötesinde başka bir Arjantin bulduk. Nasıl bir Arjantin? Metin: Ben veya Hüseyin'in verebileceği bir örnek var. Orada bir cafeye gittik. Cafede normal oturup kahve içerken bir saat gördük. Normal bir saat değil. Bir bilye aşağıdan yukarı çıkartıyor, bir başka bilyenin üstüne atıyor. Bilyeleri sayıyorsun, dört bilye varsa saat dört gibi. İlginç bir saat yani. Cafede böyle bakarken önce utandık. Başka yerden adamlar gelmişler saate bakıyorlar demesinler diye. Çaktırmadan bakmaya çalışıyoruz. Artık dayanamadık çekmeye başladık saati. Biz çektikten sonra saati, bütün kafeteryadakiler kalktılar aaa ne kadar ilginç demeye başladılar. Hepsi baktılar saate, garson dahil hepsi ne kadar ilginç dedi. Arjantin'de böyle bir zaman var. Bizce bir devrim zamanı var şu anda. Fakat Arjantin'de yaşayanlar farkında değiller. Aynı o saatin farkında olmamaları gibi ne yaşadıklarının da farkında değiller. Biz onlar gibi yaşayamayız ama onlarda bizim gibi göremez. Biz bunu oradakilere söyledik Bir hafta, bir ay içerisinde yüzlerce gösteriye tanık olduk. Yolda giderken yol tıkanıyor. Taksici 'Bugün günlerden ne? Her Çarşamba, emeklilerin gösterisi var! Bütün gösteriler örgütlü mü? Devrimci hareketlerin durumunu biraz açarsanız... Metin: Tabiî ki örgütlü fakat birlikte hareket eden farklı örgütler var. Tek bir hareket yok. Bu benim hoşuma giden bir-şey. İçinde bir düzensizliğin olduğu ama birlikte hareket eden insanlar. Abartısız yüzlerce grup var. Hüseyin: Belki de en önemli olan şey bu. Bizde bir tartışma vardır ya. Sol bu kadar bölünmüş ne yapılacak? Hepte bir gün birleşeceği hayali vardır. Yok, bir çatı altında birleşmeyecek. Zaten bunu dayatmak anlamsız. Çünkü artık gelişmişlik düzeyi birbirimizdeki farklılıkları kabullenemeyecek düzeyde ama ortak
projeler üzerinde birleşmemiz mümkün. Biz onu orada gördük. Neredeyse üç ya da dört slogan alanda yürüyorlardı. Bütün ülk e d e ki mücadeleyi üç yada dört sloganla açıklayabiliyorlardı. "Hepsi Çöpe" anlamında bir pankart vardı ve neredeyse arkasında yüz kadar örgüt yürüyordu. Anlamı şu "İktidarı istemiyoruz". Mesela Piqeteroslar... Yani Barikatçı anlamına gelen. Barikatçılar... Varoşlarda yaşayan işsiz hareketi. Fabrika işgalleri mesela. Orada da bir sürü örgüt vardı Metin: Yani Peronistlerden tut troçkistlere kadar ki peronistler onlarca ayrı grup var ve bazdan goşist, faşist diye nitelendiriyorlardı diğerlerini. Daha çok mahalle komiteleri diye nitelendirilir. Bunun gibi sürekli toplantılar yapılıyor dağılıyorlar tekrar toplanıyorlar tekrar dağılıyorlar. Yani böyle tarih öylesi ki yani biraraya gelmemizin mümkün olmadığım düşünüyorum ben. Birlikte hareket etmemizin. Başka birşey olduğunu söylüyorum ben. Biraraya gelmeden birlikte hareket etmek... Peki devlet güçlerinin durumu ne orada? Hüseyin: Şimdi anneler 1977 yılında on iki tane kadın Haza Del Mayo alanında ilk protesto eylemini yaptıklarında herkes titriyormuş. O kadınların mücadelesinde yüzlerce annenin eyleme katılması ve 25 yıldır bunu devam ettirmeleri yani diktatörlük yıkıldıktan sonra bile kayıp çocuklarının peşinde ya da onları kaybedenlerden hesap sormaları diktatörlüğü çok ciddi biçimde deşifre etmiş. Şu anda iktidarda bulunan kişiler iktidarı savunmuyorlar. Ortalık biraz yatışsın gibi bir durum var. Bunları asker ve polisten hissediyoruz.; Mesela asker ve polis hele böyle ortamlarda ortalığı bizim ülkemizde kırıp geçirirken bunlar fazla bulaşmamaya çalışıyorlar. Yani mümkün olduğunca dik dik bile bakmıyorlar.
27
Metin: Bence utangaç bir devlet var. Devlet var, utangaç ama parlemento binasının önüne kuruyor barikattan orda duruyor. Orayı koruyor. Ya da kendi komiserliğinin önüne kuruyor. Polis için orda duruyor oraya dokunmuyor. Savunma gibi biraz... Metin: Ha savunma gibi .... Deşifre olmuş. Yalnız çok da küçümsememek lazım. Üç ay önce iki kişiyi öldürdüler Piqeteros gösterilerinde. Yani bu olmayacak şeklinde falan değil. Her ayın 26 sında iki kişiyi anma vardı. Yılda anma değil ayda anma vardı.O zaman tekrar yollar kesiliyor tekrar yürüyüşler yapılıyor. Mesela Piqeteroslar yürürken- işçi hareketleri onlar daha çok- yolda tam yolda tren yolunun kesiştiği bir yerde birden tren yolunun üstünde bir sürü insan birikmiş gördük. Orda tren yolu isçileri tren yolunu kesmişlerdi. Piqeteroslarla dayanışmak içinOnlar çok farklı sendikacılar diğerleri Piqeteroslar. Fakat böyle bir dayanışma vardı. Bu birlikte hareket etmenin başka bir örneğiydi aslında. Çatışma falan yaşandı mı? Hüseyin: Çok mecbur kalmadıkça devlet gerçek yüzünü göstermek istemiyordu. Halk yavaş yavaş iktidarını oluşturmaya başlamış. Mahallle komitelerinden bahsetmek lazım. Fabrika işgallerinden bahsetmek lazım. Metin: Her şeyin bir alternatifi var çok önemli. Aslında anlatmak istediğimiz bu. Türkiye de de anlatmak istediğimiz bu. Yani nasıl alternatifi var. Diyelim ki bir truqie pazarı var. Bu truqie şu değiş tokuş, takas aslında.
Hüseyin : O da şöyle başlamış yedi yıl önce ilk ekonomik krizinde iki kişi işsiz kalıyor. Biri ekmek satıyor diyelim diğeri manav şöyle diyor biz çınarın altında buluşacağız paramız yok ihtiyacı olan varsa gelsin eşyalarımızı değiş tokuş yapacağız. O yedi yıl içinde ülke genelinde on bin pazara yedi milyon insan yararlandı ve aynca sekiz milyon doların döndüğü korkunç bir ekonomi elde edildi. Yani tamamen kimin ne ihtiyacı varsa Hatta psikiyatristlerin şeyi vardı ekmek kabul edilir. Metin: Ben senin evini tamir edeceğim sen benim. Televizyonumu yapıyorsun falan Bu sonra öyle bir gelişiyor ki onların bize söylediği fahişelikten avukatlığa her şey var. Çünkü oda onun yerine kredi kullanıyor. Bunu söylerken bu bir çözüm falan değil bir alternatif insanlar bu şekilde yaşıyorlar. Çünkü kriz yalnızca bir yıllık bir sorun değil Arjantin de. Yani bu daha önce de var. Arjantin'i örnek gösterirken kriz vardı çok büyük bir yoksulluk vardı.Yani bu yedi yıl içerisinde. Onun için örneğe devam ederken, şey demek lazım orda ki en önemli şey yani ben devletsiz olabilirim, IMF'siz olabilirim diye bir psikolojik şey vardı insanlar üzerinde. Hüseyin: Kimse takmıyor IMF'yi gelmiş mi gelmemiş mi yani bizim günlük yaşamımız da bizim bile konuştuğumuz bir şey. Orda takmıyor çünkü hayat çok zor. İnsanlar hayatlarını buldukları alternatif yöntemlerle devam ettirmeye çalışıyorlar. Mesela bir fabrikaya gittik. Yedi yıl önce işgal edilmiş. Arjantin ekonomisini örnekleyen bir fabrika çünkü ilk açıldığında 50-60 yıl önce açıldığında uçak motoru yapıyormuş P eron Döneminde. Şimdi sadece diş macunu tüpü üretebiliyor. Yedi yıl önce bizim Paşabahçe gibi ekonomik sebeplerden dolayı kapatılmış, işçiler el koymuşlar. Sonra direniş yaşanmış. Devletin alternatif sunacak durumu olmamış ya hani siz işletemiyorsunuz biz işletelim. Bence burda şunun da önemi var. Arjantin dünya da özelleştirmeye örnek gösterilen bir ülke. İşçiler biraz da bu düşünceden faydalandıklarını düşünüyorum. Neyse yedi yıl boyunca yaşatmışlar ve şimdi bir kooperatif yönetiyor fabrikayı. Bayağı başarılı bir fabrika. Önceki krizi de atlatmış. Bu dönem de hiç işçi çıkartmamışlar. Çok önemli şeyler yapmışlar mesela yaşamı örgütlemişler. Aşağıda tiyatro salonu vardı konser salonu vardı. Cuma günü
bir konsere gittik. Gece vardiyası sürüyordu ve makina sesleri geliyordu. Bir yanda da konseri var vardiyanın işçilerinin çocukları vardı. Yani bir sürü insan vardı.Sonra öğrendik ki bine yakın fabrika varmş. Metin: Giriş çok güzeldi. Kapının girişine bant koyuyorlar bir tane. Gişe görevini yapıyor. O sırada herkes böyle şık biçimde girerken bir yandan da işçiler üretime devam ediyorlar. Üst kata çıkıyorsun üst katta da bir Hard Rock konseri var. Sonra bir kliniğe gittik. İşgal sürüyordu. Klinik kapanmış fakat orayı işletmek istiyorlar. Orda mesela insanlar klinikte görüştük Biz bir kere iş istiyoruz burayı çalıştırıyoruz diyorlardı ikincisi sağlığın denetlenmesi iktidar olarak denetlenmesi gerekir diyorlardı. Ben bunu '68' den beri böyle bir istem, kara panterler falan ilk defa duymuştum. Halk tarafından denetlenmesi gerekiyordu. Bir de bu işgalci fabrikalar sadece Arjantin de de yok. Brezilya da var paraguay da var Uruguay da var. Mesela bir fabrika diyelim siz işgal ediyorsunuz, meşrulaştınyorsunuz durumu ondan sonra hammaddeye ihtiyacınız var üretmek için ondan sonra diğer fabrikalar aralarında kurduklan birlikle size hammad de veriyorlar ya da kredi açıyorlar ya da hammadde veriyorlar O krediler de daha sonra fabrika işleri olduğu zaman geri ödeniyor. Hüseyin: Ama biz şunu diyoruz Arjantin'i böyle bırakmaz Amerika! Metin: Irak'tan sonra özellikle yani Irak'ı hallettikten sonra ve Irak'ı halletmek zorunda ne yazık ki ve bu yüzden Irak'a Netroun bile kullanabilir diye düşünüyorum. Tekrar Arjantine dönelim mi? Mesela Piqeteroslara... Hüseyin: Piqeteros farklı bir örgütlenme. Ülkenin kuzeyinden başlayan bir örgütlenme.Krizden işssiz kalanların oluşturduğu bir hareket. Barikatçı diyorlar. Yolları kesiyorlar
28 2 8
ana artel yolları hükümetle anlaşmayı sağlayana kadar yolları açmıyorlar. Bunlar zaman za man iş anlaşmaları zaman zaman yeni iş olanaklarının yaratılması oluyor. Ama şimdi korkunç yaygınlaşmış. Boines Aires'in etrafında da bir sanayi toplumunun oluşturduğu ikilem gözüküyordu. Korkunç bir varoşlar vardı. Bizim buradakilerle bile kıyaslanamaz. Arjantin'de 35 milyon insan yaşıyor. 7 milyonu açlık sınırının altına düşmüş. Yani ülkenin yansı açlık sının... Hareket burda çok örgütlü. Eylemleri de çok görkemli çünkü varoşlardan kalkıp ana yollan kesiyorlar. Kendi yaşadıklan alanlarda da bu piqeteroslar yaşamı kolaylaştırmaya çalışıyorlar. Bizim gördüğümüz bir örnek vardı. Mahalle komitelerinin toplandığı bir yerdi. Bir fırın yapmışlar. Açlıktan en çok çocuklar etkilenir ya çocuklar için sabahları ve akşamları vitaminli ekmek ve süt veriyorlardı. Ama aynca orası bütün toplantı kararlarının alındığı ortak yaşandığı bir alandı. Metin: Ortak yemekler yeniyordu ve briket fabrikaları vardı. İhtiyacı olanlara yaptıkları briketlerden yerleştiriyorlardı. Gecekondu yapımında briket kullanıyorlardı. Bunu sadece şey diye algılamamak lazım. Mesela adama bizim sorduğumuz sorulardan sen hangi ideolojiye sahipsin hangi düşünceye sahipsin falan dediğin zaman böyle çok net bir şekilde sana şeyi anlatmıyor. Yaşam bunu dayatmış. Ve bu şekilde yapıyor. Yani bu kendisinin ürettiği bir biçim. Yoksa sana teorik olarak ben aslında ortak yaşamak istiyorum ortak yaşamak istediğim için böyle şeyler kurdum demiyor. Yaşam bunu dayatmış ve o şekilde yaşamın sürdürüyor ve başka şekilde sürdü-
rebilme şansı da yok. Ama bu alternatifler çok önemli. Bu her alanda. Yani entellüktüellerle konuştuğumuz zamanda. Onlar diyorlar ki biz otonomlar olalım ayrı ayrı bu otonomlar yaşayalım yada bağımsız şeyler kuralım kendi içimizde. Böyle alternatifler var. Mesela bir gösteri var gösteri sırasında yan tarafta fotoğraf sanatçıları sergi düzenliyor gösteriye ilişkin sergi düzenliyor. Diyelim ki Taksim meydanında gösteri var. Taksim Meydanı'nın bir tarafına fotoğraf sanatçılar sergi açmış. Ondan sonra öteki tarafta discjokeyler büyük sesler çıkarmışlar dışanya onlar protestoya müzikle katılıyorlar. Peki devrim? Devrime nasıl bakıyorlar. Hüseyin: Şöyle bir dertleri yok, hayır ben bunu istemiyorum. Ciddi bir devrimci geleneğin üstüne oturuyorlar. Che Guevera'nın çıktığı bir ülkeden bahsediyoruz. Konuştuk ki bizi tanımadığımız yüzlerce Che Guevera çıkarmışlar. Nikaragua'da Meksika'da P eru'da savaşan bir sürü Arjantinli'nin çocukları ile konuştuk. Şu anda yaşamın örgütleniş biçimi eğer iktidarın onlara verdiği tepkiyi hesaba katarsak şu anda silaha sarılmanın bir anlamı da yok. Bu hareketi olsa olsa yalnızlığa iter. Çünkü çözüm gücü olabiliyorlar ama herhangi bir müdahalede ben oradaki örgütlenmenin çok rahat bir biçimde bunu yapabileceğine inanıyorum.. Metin: Mesela örgütlenme diye baktığın zaman hangi örgütlenme? Mesela bir gerilla ya da tek bir örgütlenme yok Troçkistler var. Eski komünistler var. Che'yi savunan milliyetçi ama bu bizim Türkiye'deki milliyetçilikle karşılaştırmamak gerekiyor - gruplar var. Biraz daha vatansever diye tanımlamak lazım. Ama bütün bu sözcükler kendi tanımlamasına birebir uymuyor, işte orada Peron unsuru var ülkeyi korkunç etkileyen. Ondan sonra Arjantin'in farklı bir durumu var ikinci dünya savaşından sonra ki on zengin ülkeden biri dünyada. Yani biz orada olağanüstü bir zaman yaşandığının bir devrim olabildiğinin farkına varabiliyoruz, dışardan geldiğimiz için. Ama esas onlar kendi içlerinde de bizim bilemediğimiz bir sürü ayrımın farkında. Yani bir üniversiteye gidiyorsunuz o üniversitede kapıdan içeri giriyorsunuz onlarca pankart yazıyorlar afişler asılıyor. Abartısız söylüyorum yan yana yetmiş tane pankartın olduğu üniversite
koridorları var. Hepsi ayrı grup onların. Kavga etmiyorlar mı hiç ediyorlar. Aralarında tartışıyorlar. Fakat şu ana kadar hiç bir silah kullanılmamıştır. Ki aralarında Nasyonalistler var. O düzeyde bir farklılık var aralarında. Fark yok değil.
dedim. En az ben 40 bin hatırlıyorum 12 Eylül döneminden. "Böyle bir örgüt var mı? " yok yani. Mutlaka cezaevi sorunlarına ilişkin değil, normal o insanların daha sonra ki yaşamlarını sürdürebilmesine ilişkin. Bu yüzden Uruguay'da politik tutukluluk daha zor.
Yeni film projeleri var mı?
Hüseyin: Aynı şey İrlanda'da var. İrlanda'da en güçlü örgütlenme, politik tutuklular. Çünkü İrlanda da Kuzey İrlanda, Belfast 300 bin nüfuslu. 15 bin eski tutuklu var. Yani inanılmaz bir rakam. Hepsi ayrı ayrı bölümlerde, örgütlenmiş. Toplu bir şekilde birbirlerine olumlu etkileri oluyor. Bir sosyal amaçları oluyor, toplumunda belli anlamlarda kimi zaman hakemlik görevi yapıyorlar, kimi zaman olaylara müdahale ediyorlar. Yeni tutuklanmaların önüne geçiyorlar bir anlamda. Hepsi bir anda tepki veriyor. Yani bu unutmaya ilişkin.
Hüseyin: İki film için çekim yaptık. Hala kurguyu düşünüyoruz. Biri işte oradaki Piqeteroslar, ya da politik hareketlerle ilgili. Diğeri ise "unutmamak" üzerine parelel bir kurgu düşünüyoruz. Bizim amacımız oraya gidip ilginç birşey görüntülemek değildi. Bizim amacımız yaşadığımız gerçeklikleri Türk halkıyla paylaşmak. Biz buna hem çok yakınız hem çok uzağız. Bi parça olsun yakınlaştırmaya çalışıyoruz.Yaşadığımız acılar yaşadığımız zorluklar benzeri ama verdiğimiz tepkiler o kadar farklı ki...yani ister istemez ya niye biz yapamıyoruz bunu yüzlerce kez sorduk. Böyle aptal aptal, şaşkın şaşkın dolaştığımız çok oldu. Yani Türkiye Arjantin olmaz mı? Hüseyin: Keşke Olsa!.. Metin: Mesela Uruguay'a geçeceğiz . Şimdi orda şöyle bir üçgen var. Arjantin'de kayıplar var, Şili'de öldürmeler var, Uruguay'da tutuklamalar var. Yani Türkiye'yle çok özdeşleşmiş. Uruguay'a geçicem de. Arjantin'de kayıp anneleri hareketi var çok güçlü. Ve sokakta ki insan "dikdatörlük bir daha olur mu? " diye sorduğunda olmaz diyor. Bu "olmaz" demesinin sebebi bir kayıp anneleri hareketi prestiji. Fakland Savaşı da var. Sadece onu tanımlamıyoruz ama yani orada prestijini kaybetmesi falan da var. Ama unutmamak gibi bir olgu var. Türkiye'deki daha önrcediki döneme ait generalleri bir tarafa bırak, ya bir astsubay yargılanmadı. Mesela Uruguay eski mahkumlar örgütleri var. Eski mahkumlar Uruguay 3 milyon nüfuslu bir ülke, 1500 politik tutuklu varmış. Şimdi sıfır. Fakat 1500 sayısı çok yüksek Uruguay için. Çok önemli bir sayı. 1500 tutuklunun % 80 kadarı eski mahkum örgütlerinden. Bunlar sağlık komisyonlarıyla dayanışıyorlar. Mesela, Truqieleri var. Biri boyalarını yapıyor. Biri öbür işini yapıyor. Böyle bir dayanışma var. Böyle Tupac Amaru gerillalanyla konuştuktan sonra, o bize sorduğunda "siz de var mı? " diye sorduğunda "Evet var."
29
Metin: Mesela niye işkence oldu diyoruz ya. Onların yargılanmaları bir tarafa o bizim dışımızda. Kendimizi sorgulamıyoruz geçmişimizle ilgili. Ne kadar unuttuk. Unutuyoruz yani. Bizim ikinci filmin esası bu. Unutturuyorlar ve unutturmak her zaman onun görevi Unutmamak bizim varoluş sorunumuz. Yani niye unutturmasın ki Biz herkese bir soru soruyoruz. Unuttunuz mu diye soruyoruz ama açıklama yapmadık. Asla derler Arjantin'de. Biz Türkiye'de sorsak, açıklamasak neyi derler. Bizde yaşananları inkar etmememizle başlıyor. Biz unutmayı en çok iyileşme yöntemi belirtiriz. Halbu ki bireysel olarak, neden diyorsun ya Biz onun nedenini özeleştirisini verip filmi yapmaya çalıştık. Ben ne dediğimi anlatacağım. Anlatmaya çalışacağım ki, halk bunu anlasın. Sessiz kaldığını bildiğin halk bilsin benim ne yaşadığımı ve bundan sonra böyle bir haberle karşılaştığında çıtını çıkarmamazlık etmesin. Acının öznesi olan kişilerin özeleştiri yapması gerekir. Çok basit birşey, biz filmlerimizde devleti eleştirmiyoruz. Biz gücümüz olsa değiştiririz. O yüzden bir tek kendimiz kalıyoruz. Kendimizi bireysel olarak eleştiriyoruz. Aşağılanmak, kendimizi yok sayma anlamında değil, yöntem olarak geliştiryoruz. Onlar da bize ne olduğunu anlamaya çalışıyoruz. Anlamamaya çalıştığımızda unutmamanın ilk adımı atılıyor. Mesela anneler öldüğünde ilk çıktığında çok basit iki şey söyleniyor. "Onları canlı aldınız canlı istiyoruz Eğer ölü verseler de yargılanmalarını istiyoruz. Çünkü bu
bir suç yani Bu kadar basit kolay bir noktadan diktatörlüğün deşifre edilmesine varıyor. Biz de işkence bir insanlık suçuysa eğer bize ilk önce ne olduğunu nasıl olduğunu anlamaya çalışmalıyız bunun peşini bırakmamalıyız. Bırakmadığımız an zincir öyle bir reaksiyonu yaratacaktır. Çünkü bir işkence mağdurunun kendi ifadesinin çabası başka bir işkence mağdurunun çabasını destekleyecektir. Çok mağdur olan bir ülkede yaşıyoruz. Buna en güzel örnek "tencere hareketi". Küçük burjuva hareketi diye söylüyorlar. Bu son ekonomik krizde iki yıl önceki ekonomik krizde bütün varlıklarını kaybediyorlar. Bizimkine çok benziyor bizde de küçük burjuva kesim ciddi bir işssiziğe maruz kaldı. Bunlar birikimlerini bankalardan çekemiyorlar. Ordakiler diyor ki bunlar birikimlerini bankalardan çekseler yurtdışına gidecekler. Gidemeyince örgütleniyorlar ve Piqeteroslar'ın önünde yürüyorlar. Ciddi bir hareket oluşmuş. Birbirlerini ağırlıyorlar. Bir gelenek yaratmışlar. P iqeteroslar, anneanneler, olsun bir gelenek yaratmışlar asla unutmuyorlar. Mağdur olan ilk topluluk hareketinde hemen bu alışkanlığı devam ettiryor. Direk gösteriler oluyor. Bankaların önünde ya da devlet binalarının önünde oluyor. Şimdi tersine dönelim. Biz eğer bir gelenek yaratabilmiş olabilseydik ikinci ekonomik krizde ciddi sorunlar yaşayan esnaflar bizim gösterilerimize katılırlardı. Metin: Annelerin bir sloganı var "Ni orpida ni perdo" diye— Yani ne unutmak istiyoruz ne de unutturulmasını istiyoruz, ne de özür dilenmesini istiyoruz, işkencecileri tespit ediyorlar yalnızca anneler değil ordaki kayıp çocukları "Hijoslar" bir de büyük anneler var. Hijoslar hem anneleri hem babaları kayıp kişiler. Bunlar mesela bir işkenceci tespit ediyorlar. O işkencecinin evinin önünde bayraklarla gösteri yapıyorlar. Çok etkili. Çünkü o orada oturuyor normal bir irtsan gibi emekli olmuş yaşıyor orada birden bir bakıyor komşuları adam işkenceci! Deşifre oluyor ve bir daha normal olarak yaşayabilme şansı yok Onlan öldürmekten bile etkili. Büyükanne hareketleri ilk olarak DNA ile çocuklarının kimliklerinin belirlenmesini ortaya koyuyorlar. Çünkü 500 tane kayıp çocuk var ve en önemlisi generaller bu kayıp politikasına başlarken diyorlar ki "Biz Arjantin'in düşünen beş nesilini yok ettik Arjantin de arak isyan falan olmaz" Çünkü 30 bin kayıp var Ve onların 500
tane çocuğunu da asker ve polis ailelerine veriyorlar. Bu korkunç bir trajedi Daha sonra büyük anneler 70 kadar çocuk buluyorlar. Ama o ayrı bir trajedi. Çünkü o 28 yaşına gelmiş kendi asker ve polis ailesi var ve kendi ailesi diye bildiği ailenin daha önce. Kendi annesi babasını öldürmüşler. Direk olarak öldürmeseler bile aynı taraftalar. Öyle bir trajedi ki çocuk geri geliyor 28 yıl sonra öbür taraf başka birşey kendi düşündüğü bile belki keni bile faşist. İşte bunun için unutmamak zorundalar işte bunun için çocuklar hala devam ediyor Bize biraz Metin?
filmlerinden
bahseder
misin
F ve After son iki yılın filmleri, ölüm Oruçlarına ilişkin filmlerdi. Operasyondan sonra ben Haziran da Türkiye'ye geldiğimde ne olacağını bilmediğim bir süreçte ortaya çıktı Şimdi geriye baktığımda çok önemli, bir belge olduğunu düşünüyorum. Bütün dünya da da böyle bir etkisi var. Yalnız ben bu filmleri yaparken, bütün dünyada da bunu söylüyorum. Bu filmlerin yalnızca insan haklan sorunu olduğunu düşünmüyorum. Çünkü izolasyon sistemi bir endüstriyel sistemin getirmek istediği bir yöntem. Bütün dünyada böyle Önce toplama kamplarında insanları koyuyorlar ve daha sonra dünyayı bütün toplama kamplarına dönüştürüyorlar. Böyle bir olgu var onun için dünya şimdi adım adım izolasyona doğru gidiyor. Bunu ilk Almanya da uyguluyorlar. Biz Almanya da festival sırasında mahkumlar sendikasından biri kalktı dedi ki" bunu biz dünyaya yürüttük." Bütün Almanya'da film seyretmeye gelen insanlar sadece insan hakları sorunlan benim devletim iyi senin devletin kötü diye şeye başlıyorlar. Ben diyorum bu böyle bir sorun değil bu hepimizin sorunu. Bu sadece mahkumların sorun da değil. Çünkü Hamburg'ta bir insan ölüyor. Normal bir insan bunu iki gün üç gün sonra bulmuyorlar. Tam beş yıl sonra buluyorlar evinde. Çünkü ne komşusu var ne birşeyi. Hiç birşeyi yok Mahalle bakkalı bile yok Marketten satın alıyor. İşte sütünü almadı bu adam gazetesini almadı diyen bir şey de yok Ve beş yıl sonra buluyorlar. Ve adam tv. seyrederken ölüyor. Evde kalp krizinden ölüyor. Beş yıl sonra bulduklarında tv hala çalışıyor. İzolasyon böyle bir yöntem. Ve biz böyle yalnızlaşmaya gidiyoruz yabancılaşmayla gidiyoruz izo-
30 .
3 0
lasyona gidiyoruz dünya olarak. Bu Türkiye de cezaevlerinde denendi. Ama Türkiye o yabancılaşmayı tam boyutuyla yaşamamış bir ülke onun için böyle güçlü bir direniş var, bir sürü başka etkenlerin yanında. Ve bu filmde sadece insan haklan sorunu değil burada izolasyona dur demek zorundayız. Eğer izolasyona dur demezsek özellikle de Avrupa da izolasyona dur demezsek bu film hala oynuyor olacak ama biç birimiz olmayacağız. Hiç birimiz gerçeklikte olmayacak "F"in böyle bir şeyi var. After'da yaşama yönelik bir film sokakta insanlar onlar ölmek istiyor derken onlalrın herkesin nasıl yaşımı algıladıklarını ve yaşımın niçin olduğunu anlatmaya çalıştım. After da da sonra da daha sonra VVernicke Korsakoff 'a yakalanmış insanların birlikte yaşamı sürdürme çabaları. Kurtuluş'taki eve ilişkin onu anlatan bir öykü . Bu sadece onların bakış açılan ve yaşama nasıl baktıklarına ilişkin bir şey. Bizim izleme şansımız yok mu? Ya da ne zaman olacak... Metin: After burda gösterildi aslında. Bilgi Üniversitesi'nde gösterecekler galiba. Bunun dışında vakıf ve dernek satıyor bu filmleri. Sinemalarda gösterime girmeyecek şu an vcd olarak satıyorlar şu an Ama herhangi bir sinema da gösterilmese de After 'ı gösterecekler galiba. Dünyanın her yerin de gösteriliyor da Türkiye de biraz gösterilmiyor galiba..
haber-yorum
tavır
Ölüm Orucu İkinci Yılını Doldurdu! 20 Ekim 2002'de başlayan ölüm orucu eylemi üçüncü yılına girerken İstanbul'un çeşitli yerlerinde yapılan anma ve etkinliklerle hayatını kaybedenler anıldı. İkinci yılını bitiren ölüm oruçlarında bugüne kadar 97 kişi hayatını kaybetti. Yapılan anma etkinliklerine ilk önce tahliye olduktan sonra eylemini İstanbul Aksaray'daki bir evde sürdüren ve ölüm orucunun 461. gününde olan Feride Harman'ın evinin önünde başlandı. Evin önünde ilk önce Feride'nin annesi Fatma Harman tarafından bir giriş konuşmasıyla başlayan anmada, daha sonra ölüm orucu gazisi Özkan Güzel tarafından basın açıklaması okundu. Bu sırada evin camına çıkan Feride Harman kitlenin üzerine karanfil çiçekleri attı, bu coşkuyu daha da artardı. Grup Yorum'un "Bir Mevsim" adlı şarkısını söylemesinin ardından 60 kişinin katıldığı anma sona erdi. Açıklama sona ererken yaklaşık 30 kişilik bir grubun daha geldiği gözlendi. TAYAD'lı aileler basma yaptığı açıklamada Feride'nin attığı bu karanfilleri Galatasaray Lisesi önüne götüreceklerini söyledi.Galatasaray Lisesi önünde açıklama yapmak isteyen ailelere biber gazı ve joplarla saldıran polis 101 kişiyi gözaltına aldı. Gözaltına alınanlar Vatan Caddesi'nde ki Emniyet Müdürlüğü Güvenlik Şube'ye götürüldü. Aralarında İdil Kültür Merkezi çalışanı ve muhabirimiz Canan özel, İdil Kültür Merkezi çalışanı Nuriye Yeşil'in de bulunduğu 101 kişilik grup, savcılık sorgusu tamamlandıktan sonra tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldı.
"Film Ekimi" Adlı Sonbahar Film Haftası Yapıldı! İstanbul'un yeni bir festivali daha oldu. İstanbul Kültür Sanat Vakfı'nın düzenlediği "İstanbul Film Ekimi" adlı İKSV Sonbahar Film Haftası 18-24 Ekim 2002 tarihleri arasında yapıldı. İdil Kültür Merkezi Çalışanları Beraat Etti! Daha önce İstanbul Sinema GünTavır'ın mahkemesi 27 Kasım' da! 6 Ocak 2001 tarihinde Gültekin Koç'un mezarı leri ve İstanbul Film Festivalini düzenleyen İKSV bu seneki 30. Kuruluş Yılını kutladığı başında yapılan anmasına kaftıldıkları. ıçin gczaltına Dergimizin 6. sayısının 7-8. sayfalarında yer alan "Bizim günlerde, her sene sonbaharda yapılacak yeni bir alınan ve haklarında "DHKP-C örgütüne y ardım ve Mahalleyi Teröristler Bastı" başlıklı yazı nedeniyle dergimiz film festivali başlattı. 20 tane filmin gösterildiği yataklık'tan 7 yj} 6 ay ağır hapis cezası istemli İstanbul 5 Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Ahu Zeynep Görgün, TCK md. festivalin filmleri Emek Sineması'nda gösterildi. No'lu DGM 2001/25 esaslı davay a 08.10.2002 tarihli 159 gereği "devlerin askeri veya emniyet muhafaza Festivalde yer alan filmlerin bazıları şunlar: celsesinde beraat karan verildi, dava açılan Grup Yorum ve "Kutsal Direniş"- Elia Sule-iman, "Emir Özgürlük Türküsü elemanlarının da aralarında bulun- kuvvetlerini alenen tahrir ve tezyif etmekten" bir seneden üç seneye kadar hapis cezası istemiyle Beyoğlu 2 Asliye Ceza Kusturica'dan Süper 8 Öyküler"- Emir duğu 7 kiş i beraat etti Mahkemesinin 2002/349 esaslı dosyasında yargılanıyor. Kusturica, 'Savaş Fotoğrafçısı"-Christian Frei, Küçük bir çocuğun gözünden, 5 Kasım 2001 günü Ölüm 'Taraf Tutmak"- Istvan Szabo, "Afrika'da Bir Orucunun sürdürüldüğü Küçük Armutlu semtineyapılan polis Yerde"- Caroline Link. operasyonu ve neticesinde4 insanın ölümünün anlatıldığı yazı daha önce, dergimiz ilk çıktığında DGM ve Beyoğlu Savcılğı'nın incelemesinden geçmiş ve herhangi bir dava açılmamışken, Uşak E Tipi Kapalı Hapishanesi müdürünün P ardon, Kültür Bakanlığı Sinema Video ve Müzik Eserleri Denetleme Kurulu tarafından 22.05.2002 tarihli şikayeti üzerine ve bu kadar süresonra dava yasaklandı! Yönetmenliğini ve senaryo yazarlığını Vedat Özdemir'in yaptığı kısa metrajlı film, 2001 yılında Altın Portakal Film Festivalinde Jüri Özel Ödülü almıştı. Film aynı zamanda Cine 5 açılması TA-VIR'ın yayımının engellenmesi amaçlı olarak tarafından düzenlenen kısa film yarışması ve İstanbul Kısa Filmciler Derneği'nin düzenlediği davanın açıldığı düşüncesini kuvvetlendiriyor. Duruşma, 28 yarışmalarda En İyi Kurmaca Film Ödülünü almıştı. İsim benzerliği yüzünden gözaltına alınan bir Kasım2002 günü saat 09.30daBeyoğlu Adliyesinde2.Asli-ye gencin yaşadıklarını mizahi bir dille anlatan Pardon, İdil Yapım tararından çıkarılmıştı. Yasaklama Ceza Mahkemesi'nde görülecek.
"Pardon" Mahkemelik!
kararını durdurmak için idari Mahkemeye itirazda bulunduğu bildirildi.
Basın ve haber alma özgürlüğünü savunan tüm dostlarımızı duruşmaya bekliyoruz. 31
FUAT SAKA -LAZUTLAR 3-
Grup Yorum 5 Ekim 2002; BGST 45'lik Şarkılar, Yeni Türkü ve Grup Çığ'ın da katıldığ ı İstanbul Üniversitesi Açılış Şenliği'nde y aklaşık 5000 kişiy e seslendi. AYSA Organizasy on'un düzenlediği Grup Yorum 2002 Türkiye Turnesi Kapsamında: 8 Ekim 2002; Antaly a Konyaaltı Açıkhava Tiyatrosu'nda gerçekleştirilen konserde yaklaşık 3000 kişiye seslendi. 9 Ekim 2002; Denizli Açıkhava Tiy atrosu'nda gerçekleştirilen kon serde yaklaşık 1300 kişiy e seslendi. 10 Ekim 2002; İzmir'de Ege Üniversitesi'nde Grup Yorum'la yapılan söy leşiye 800 kişi katıldı. 10 Ekim 2002; İzmir Fuar Açıkhava Tiy atrosu'nda gerçekleştirilen kon serde yaklaşık 5000 kişiy e seslendi.Kocaeli'de düzenlenen konserde y aklaşık 700 kişiye seslendi. 16 Ekim 2002; Adana'da Aspendos Düğün Salo-nu'nda gerçekleştirilen etkinlikte yaklaşık 600 kişiy e seslendi. 17 Ekim 2002; Mersin'de Kapalı Spor Salonu'nda gerçekleştirilen kon serde yaklaşık 3000 kişiy e seslendi. 20 Ekim 2002; Ölüm Oruçları'nın 2.y ılı nedeniy le Ölüm Orucu direnişçisi Feride Harman'ın, direnişi sürdürdüğü İstanbul-Aksaray'daki evin önünde yapılan basın açıklamasına katılarak "Bir Mevsim" adlı şarkısını söy ledi. Grup Özgürlük Türküsü
u^m
Albümde ağırlıklı olarak Karadeniz türkülerinin ritm ve müzik yapısı hakim. Albümde on beş tane şarkı var, söz ve müziklerin büyük bir kısmı Fuat Saka'ya ait. Bunun yanında anonim türküler de var. Fuat Saka bu albümünde yine ağırlıklı olarak yabana müzisyenlerle çalışmayı tercih etmiş. Albümü dinlerken "Bu da bir Fuat Saka albümü" demek kaçınılmaz oluyor. DMC tarafından yapılan Lazutlar-3 albümü Karadeniz müziğini sevenler için kaçırılma ması gereken bir albüm. Düzenlemeleri enstrüman çeşitliliği ve vokal zenginliği ile her kesime hitap edebileceğini söyleyebiliriz.
GÜLAY -DAMLALARGülay'ın Damlalar serisinin ikincisinde Kalan Müzikten çıktı. Anonim halk türkülerinin yanında yeni şarkıların da yer aldığı albümün düzenlemeleri Ömer Avcı ve Haydar Tanrıverdi tarafından yapılmış. Albümde ayrıca, sözü Yasemin Göksu Çimen'e müziği Mazlum Çimen'e ait şarkıyı bir kez de Gülay'ın yorumuyla dinliyoruz. Düzenlemelerin büyük bir kısmını yapan Ömer Avcı aynı zamanda albümün perküsyon ve ritm düzenlemelerini de yapmış ve çalmış. Albümde çalan diğer tanıdık isimler ise Ertan Tekin(meyzurna), Engin Arslan(bağlama), Erdinç Şenyaylar(gitar), Cihat Aşkın(keman).
ZARALI HALİL SÖYLER - ARŞİV SERİSİ / KALAN MÜZİK 1906-1964 yılları arasında Sivas'ın Zara ilçesinde yaşamış olan o dönemin çok tanınan ünlü ismi Zaralı Halil Söyler'e ait albümde 22 adet türkü var. Sivas yöresinin folklor anlayışından daha bir müzik biçimiyle karşılaşıyoruz bu albümde. Yapımcılığını Hasan Saltık'ın yaptığı, ses kayıt hazırlığını Kubilay Dökmetaş ile Kalan Müzik'in ortak yaptığı albüm, arşiv serisinden.
SEHA OKUŞ HASRETİNLE YANDI GÖNLÜM Yine Kalan Müzik'in arşiv serisi çalışmasından olan bir albüm. Uzun yıllarını ve emeğini müziğe vermiş, halen Müjdat Gezen Sanat Merkezi'nde hocalık yapan Seha Okuş'un değerli bir çalışması. Münir Nurettin Selçuk, NidaNeriman Tüfekçi gibi isimlerle çalışma şansı bulmuş olan Okuş, köklü bir müzik eğitimi geçmişine sahip. Yıllarca konservatuarda, THM korosunda TRT radyolarında çalışmış olan Seha Okuş'un bu albümü 17 türküden oluşuyor.
29 Ey lül 2002; Bağcılar Karanfiller Kültür Merke-zi'nin düzenlediği etkin likte 150 kişiy e seslendi. 20 Ekim 2002; Eseny urt Tuncelililer Derneği'nin düzenlediği gecede 200 kişiy e seslendi.
32