Say›:10
1.500.000 TL(KDV’li)
Hava kurşun gibi ağır. Bağır bağır bağır bağırıyorum. Koşun kurşun erit -meğe çağırıyorum... O, diyor ki, bana: - Sen kendi sesinle kül olursun ey! Kerem gibi yana yana...
ISSN 126362
2002/10
merhaba
Onuncu sayımızla tekrar birlikteyiz. Ülke gündeminden konularla hazırladık onuncu sayımızı. Bir yılı geride bırakıyoruz. Umutlarımızı büyüttüğümüz bir yılı daha bitiriyoruz. Bundan tam iki yıl önce gerçekleşti 19 Aralık... Adı hiç bir zaman unutulmayacak bir tarih olarak kazındı hafızalara. 19 Aralık 2000' de hapishanelere yapılan operasyonda yirmisekiz kişi hayatını kaybetti. Dünya o güne kadar tanık olmadığı bir vahşeti gördü ülkemiz hapishanelerinde. Asla unutulmaması gereken bir tarihtir 19 Aralık 2000. Bu sayımızda 19 Aralık'a geniş bir yer ayırdık. F tipine karşı başlatılan ölüm orucu direnişi ikinci yılını doldurdu. Ölüm orucunda 99. kişi hayatını kaybetti. Adaletin olmadığı bir dünyada adalet için direnmek ve mücadele etmek en meşru haktır. Özgür, bağımsız, demokratik bir ülke, yaşanılası insanca koşullar için direniyorlar. Şair Müştak Erenus'u kaybettik... Onunla ilgili anılarımızı yazdık bu sayıda. Ülkemizde açlık ve yoksulluğun nedeni IMF politikalarıdır. Amerika Irak' a saldırma provaları yapıyor. Emperyalizmin aç gözleri kana doymuyor. Haksız olan bu savaşa, Irak halkının kanının dökülmesine karşıyız. 10 Aralık'ta Dünya İnsan Hakları Günü'nde, mahkememiz var. Bütün okurlarımızı Tavır'ın yargılandığı mahkemeye bekliyoruz. On birinci sayımızda buluşmak dileğiyle...
Dostlukla...
tavır
tavır Aylık Sanat Dergisi
3
demokratik bir ülke istiyoruz
5 o gün ondokuz aralıktı 13 feda 14 ondokuz aralık ve tayad 15 gelincik toprağında güzeldir... 17 feridenin dilinden... 18 mevsimlere inat 19 arpalıkta heyecan var 21 dağın ardı 24 pardona pardon 25 hacivat ile karagöz 28 sosyalist gibi konuşup kapitalist gibi yaşayanlar
30
10 aralık’ ta
mahkememiz var
31
haber yorum
Sahibi: İdil Kültür Yayın Org. Rek. Film. Tic. Adına MUHARREM CENGİZ Genel Yayın Yönetmeni: GAMZE MİMAROĞLU SorumluYazıişleri Müdürü: AHU ZEYNEP GÖRGÜN Yazışma Adresi: İDİL KÜLTÜR MERKEZİ KULOĞLU MH. AĞA KÜLHANİ SK. NO:13/8 BEYOĞLU/İSTANBUL TEL/FAX:(212) 245 00 70- 244 31 60 e-mail adresi:tavir@grupyorum.net Ankara İDİL CAN KÜLTÜR MERKEZİ ŞİRİNTEPE MAH. 3.CADDE ŞİRİN APT. 124 - 9/B MAMAK/ANKARA TEL: (312) 390 03 32 Hesap No: (TL):1042- 30000 596147 GAMZE MİMAROĞLU İŞ BANKASI PARMAKKAPI/İST. (EURO): 1042- 3010000 129062 GAMZE MİMAROĞLU İŞ BANKASI PARMAKKAPI/İST. Ofset Hazırlık: TAVIR YAYINLARI Baskı: ASPAŞ Dağıtım: D-B-R
güncel güzin
karadu-
demokratik bir ülke İSTİYORUZ mdat Bulut şehit düştü. İki yıldır süren ölüm orucu direnişini 99. şehidi oldu İmdat Bulut. Gelip geçen iktidarlar için bu sorun anlaşılması zor, çözülemez bir sorun gibi görüldü. F Tipi sorunu aşılması imkansız bir dağ mıdır? İktidarı temsil edenler; gelmiş geçmiş Adalet Bakanları şimdiye kadar bu sorunun çözülemezliği, taleplerin kabul edilemezliği üzerine demedik şey bırakmadılar. Oysa ki ölüm orucu direnişi yapan tutsakların talepleri bu ülkede yaşayan herkesin isteyebileceği kadar haklı ve meşru taleplerdir. Özgür, bağımsız ve demokratik bir ülke için olması gereken koşullardır. Anti - demokratik uygulamaların son bulmasıdır. F tipleri’nde tecrit uygulaması ve hücrelere bütün kamuoyu karşı iken katliamlarla tecrit hücrelerine atıldı insanlar. İki yıldır o hücrelerde yaşama, insan olma, ayakta kalma mücadelesi veriyorlar ve direniyorlar. 99 kişi öldü... diğer ölümler ise sırada. Amerika’nın Irak’ta başlatacağı savaşa karşı çıktıkları için gösteri yapan gruba polis saldırıyor tekme tokat. Sorun ne? Haksız bir savaşa karşı çıkmak. Demokratik bir talep, insani bir talep... Karşılığında jop... Demokrat olduğunu iddia eden İnanç ve düşünce özgürlüğünü savunan AKP iktidarının ilk günlerinde bunlar yaşanıyor. Ölüm orucunda 99. kişi hayatını kaybediyor. AKP iktidarı işkenceyi önlemekten bahsediyor. İktidarın aşılması zor bir dağ olarak gördüğü F Tipi sorununu bugün tecrite tabi tutulan tutsaklar, aşmakta kararlılar. 99 kişinin ölümü, direnişi sürdüren on kişinin hayatının kritik noktada olma-
İ
sı ve ölüm orucuna başlamak için 9. Ekibin hazır olması bu kararlılığı gösteriyor. Bütün bunlar olurken AKP iktidarı işkenceyi önlemekten bahsediyor. F tiplerinde yaşanan tecrit en büyük işkencedir. İşkenceyi önlemek en başta F tipi tecrit hücrelerini kapatmakla mümkündür. Tecrit hücreleri insanların kişiliklerini çürütmek için yapılmış mekanlardır. Bu uygulamanın mimarı Avrupa’dır. İnsanın sosyal bir varlık olduğu kabul edilir, bilimsel bir gerçekken, tecrit politikasıyla insanın bu yanı, “insan olma kimliği” yokedilmek isteniyor. Bugün tecrit hücrelerinde tutulanlar politik kimlikleri nedeniyle orada bulunan tutuklu ve hükümlülerdir. Yani varolan sisteme muhalif, alternatif olan düşünceleri nedeniyle oradadırlar. Hapishanelerde cezaları zaten infaz edilirken ayrıca yaşarken öldürülmeye ; yaşayan ölüler haline getirilmeye çalışılıyorlar. Tecrit politikasını sonuçları bunlardır. 99 ölü, yüzlerce yaşayan ölü, yani hafızasını yitirmiş insan. Bunlar görmezden gelinemez. İnanç ve düşünce özgürlüğünden bahseden bir
3
iktidar; inanç ve düşünce özgürlüğünden sadece “türban” ı anlamıyorsa en temel hak olan yaşama hakkına saygı duymalı, insanların inanç ve düşüncelerinden dolayı yargılanmalarını engellemelidir. Bu iddialarla iktidara gelen bir hükümetten talep edilenler insani ve demokratik taleplerdir. Demokratik bir ülkede yaşamak isteyen herkes bunun bedelini ödüyor. Bunca ödenen bedel yetmiyor mu?
öykü ümit zafer
o gün ondokuz aral›kt› OPERASYON BAŞLIYOR -Arkadaşlaaarr, operasyon vaaarr! Herkes kalksın! Uykusunun ortasında duyduğu bu sesi anlamaya çalıştı. Gözlerini açıp, etrafına baktığında, herkesin aceleyle giyindiğini gördü. “Acele edin, daha hızlı daha hızlı!” Herkes hazırdı anında. Bağırışlar, çığlıklar, koşturmacalar; kurşun, balyoz, kompresör ve bomba seslerine karışıyordu. BİR YAZAR Gece uykuya daldıklarında, gergindiler. Bir haber bekliyorlardı. Hapishanelerde ölüm orucu altmış günü doldurmuştu. Saat 05:00’te telefon çaldı. Telefona bakan arkadaşı “Tamam, tamam” derken o ise ağzından çıkacak haberi bekliyordu. Televizyonu açtılar, haber doğruydu. Bir yerlere haber vermek, operasyonun durdurulması için gereken ne varsa yapmak gerekiyordu. Bir yandan ise soğukkanlılığını korumak... Bu çok zordu. Aradığı telefonlar kapalıydı. Saat altıya geliyor gün aydınlanıyordu. Telefonu açan uykulu seslere operasyonu anlatyor ve “lütfen, bir şeyler yapın” diyordu. Bir gazeteci yazara ulaştı ilkin. Olan biteni anlattı, “Hayır! hayır inanmıyorum!” diyordu gazeteci yazar. Sonra bir sinema oyuncusuna ulaştı. “Hapishaneler” diyebildi. Sinema oyuncusu ise daha sözünün bitmesini bile beklemeden konuşmaya başladı. “Bakın ben Adalet Bakanlığı yetkilileri ile görüştüm. Yakında bir heyet gönderecekler” bu sefer O, sinema oyuncusunun sözünün bitmesini beklemeden atıldı. “Öldürüyorlar! Siz neden bahsediyorsunuz! Hepsini öldürüyorlaaaar!”
“Hayır! Hayır! olamaz öyle bir şey, bu imkansız” diyerek telefonu kapattı. Bütün takatı tükenmişti. Hıçkırıklarla ağlamaya başladı. Televizyon haberleri operasyonu görüntülü olarak veriyordu. Bir sanatçı olmaktan öte, bir dost olarak gördüğü yazarı aradı. “Abii... hepsini öldürüyorlar. Yakıyorlar! Bir şeyler yapalım! operasyonu durduralım!” Yazarın sesi gür ve toktu. “Operasyon durmaz! Yavrum sakin ol! Durmaz operasyon! Durmaaaaaz!” İkiside bir an sustu. O ağlamayı, yazar ise bağırmayı kesti. Yazarın son cümleleri şunlardı: “Metanetli olmalıyız. Yoldaşlarımızı öldürdüler. Onları unutmayacağız. Bu katliamın hesabını ömrümüz boyunca soracağız, Sakin ol, sakin...“ ‘Yoldaşlarımız’. Böyle demişti yazar. Bu kelime bir anda şaşırıp kalmasına yetmişti. Telefonu usulca kapattı. BİR ANA Günlerdir sabah erkenden televizyon başında oluyordu. Birkaç gün önce ki son ziyarette, bir şeyler olabileceğini sezmişti sanki. O günde erkenden kalktı. Kalktığında önce çay koyuyor sonra televizyonu açıyordu. Ama o gün, mutfağa gitmeden önce televizyonu açtı. Açar açmaz o manzarayla karşılaştı. Donup kaldı o an. O kanaldan o kanala dolanıyordu, her yerde aynıydı gördüğü. Eli ayağına dolaştı. Kalkıyor, telefona sarılıyor sonra kapatıyor, tekrar televizyonun başına oturuyordu. Gözü karşı duvardaki hapishanedeki oğlunun resmine takıldı. Yaşadığını bilerek son kez bakışıydı oğlunun resmine. Sonraki ba-
5
kışları, yitirdiği evladın hasret ve acısıyla dolu olacaktı. TAYAD Numarayı çevirirken eli titriyordu. Oldukça sakin bir ses tonuyla konuşmak zorundaydı. Çünkü arayacağı tutuklu yakını hastaydı. Aniden vereceği bu haberle şoka girebilirdi. -Merhaba nasılsın? -İyiyim n’oldu sabah sabah? Söylesene ne oldu? -Bak önce sakin ol, lütfen bir yere otur. -N’olduuuuu! - Hapishanelere operasyon yapıyorlar. Alo? Alo? Cevap versene Alooo! Karşı taraftan hiç ses gelmiyordu. Korktuğu başına gelmişti. Karşı taraftaki bayılıp, boylu boyunca yere yığılmıştı. BERRİN- YASEMİN “Teslim olun” bağırtıları ve ayak sesleriyle uyandılar. Anlamışlardı. Bekliyorlardı zaten. Yataktan doğrulur doğrulmaz yanındakini uyandırdı biri. Koşarak yukardaki direnişçilerin yanına yöneldiler. Robocoplarla yanyana koşuyorlardı. Onlardan önce varmalıydılar. Hem koşuyor hem de “arkadaşlaaarr operasyoonn” diye bağırıyorlardı. Merdiven dönüşündeki ayakkabılığı devirmeleri, ara kapıyı kapatıp arkasına dolabı sürmeleri saniyeler sürmüştü sadece. Koğuşa girdiler. Ranza, dolap, masa ve sandalyeleri arkasına yığdılar. Direnişçiler en köşedeki Sevgi Abla’larının yatağının etrafına dizilmişlerdi. İki kişi yarım yamalak kurdukları barikatın üzerine çıkmışlardı.
Berrin kolonya arıyordu. Barikatın üzerindeki biri durmuş onu izliyordu. Kapının diğer tarafından ayak sesleri yaklaşmıştı. Berrin bulduğu kolonyayı üzerine dökerken yere düşürmüştü. Zorluyorlardı kapıyı. Barikatın üzerindekiler sallanıyorlardı. Diğerleri de koşup, yükleniyorlardı barikata, yıkılmasın diye. Ama fayda etmiyordu. Üzerindekiler “barikatı tutamıyoruz” dediler. Bütün gözler Berrin’ e çevrildi o an. ZEHRA Daha hava yeni aydınlanıyordu ki telefonu çaldı. Hem uykunun ortasında sıçramanın paniği hem de sabahın bir saati olmasının verdiği tedirginlikle telefona uzandı. Açtığında karşısındaki Zehra’ydı. “Baba hapishanelere operasyon var. Hemen hapishaneye gidin. Birilerine de haber ver” diyordu telaşlı sesiyle Zehra. Söyleyebildiği bu oldu sadece. Hapishane önüne koştu babası hemen. Yaklaştıkça boğuluyordu, yaklaştıkça ağırlığını hissediyordu karşılaşacaklarının. Bir el uzanıyordu O’na, ağlayan gözleriyle, kaskatı kesilmiş bedeniyle, “yavrum, oğlum gidiyor” diye haykıran bakışlarıyla bir ananın eliydi bu. OPERASYON Bombalar hiç durmamıştı. Sürekli
tarıyorlardı bir yandan da. Onlarda barikata malzeme taşıyorlardı durmadan. Girdikleri koğuşta kalan son ranzaları da aldılar. Barikata yaklaşıyorlardı ki yaylım ateşi başladı. Anında kendilerini yere attılar. Sonra dönüp arkalarındaki duvara baktıklarında delik deşik olduğunu gördüler ve “iyi kurtardık” diye düşündüler. Tekrar kalkıp barikata yöneldiler. O sırada “eğilerek yürüyün, vurulacaksınız” diye bağırdı biri. Ve kurşunların altında barikata vardılar. Ateş edilen camları battaniyelerle kapatıyorlardı ve anında paramparça oluyordu battaniyeler. O kurşunlar altından sağlam çıkmaları mucizeydi gerçekten. Bir yoldaşları öndeki barikata gitmiş ama hala gelmemişti. Tam bunu düşünüyorlardı ki, onun vurulduğu ve şehit düştüğü haberi geldi. Sanki o hapishane başlarına yıkılmıştı. Onun şehit düştüğünü hayal bile edemiyorlardı. Hemen orada saygı duruşunda durup, kısa bir anmasını yaptılar. Durmak, sızlanmak olmazdı. Tekrar barikatlarının başındaydılar. Aniden bir çığlık koptu “yaşıyor, ölmemiş yaşıyor, işte orada” diye. Hepsi o yöne baktılar. Gerçekten yaşıyordu ve sürünerek onlara doğru yaklaşıyordu. O an öyle bir sevinç çığlıkları yayıldı ki. O koşullar altında aldıkları en güzel haber buydu herhalde. ALTI KADIN -Havlun nerde? -Bilmiyorum ki düşmüş, bulamıyorum. -Al benim havlumun bir ucunu da sen kapat
6
ağzına. Yine birlikteydiler. Yaşamda ve ölümde. Yaşamı ve ölümü, ciğerlere doldurulacak temiz bir nefesi bile paylaşmanın hazzıydı yaşadıkları. Birazdan öleceklerdi. Bunu biliyorlardı. “Göğsüme başını yasla, nefes alabiliyor musun? “Zor...” “Bak beni bırakıp gitme hemen. Özleeem duydun mu? Yok öyle erken gitmek!” “Camları kıralım! İçeri hava girsin!” Camları eline geçirdiği bir demir boru yardımıyla kırıyordu. Şefinur ve Seyhan atılan bombaları geri atıyordu. Sürekli tavanları deliyor ve değişik gazlar atıyorlardı. Direnişçilerin hepsini güvenli yere toplamışlardı. Karşı çatıda oldukları için koğuşun camlarından hareketlerini kontrol ediyorlardı. Onlar ne tarafa yönelirse, o taraftan tavanı deliyor ve ateş ediyorlardı. Şefinur eline aldığı demir bir boru parçasıyla camları kırıyordu. Kalorifer borularını parçalayarak akan suyla yatakları ve yastıkları ıslattılar.
İBİLİ İlk anda haberlerini almışlardı diğer yerlerinde. Televizyon başındakiler duydukları isimleri slogan atarak duyuruyordu diğerlerine. Altı kadının yakılışını duymuşlardı. Bedenini tutuşturanları da. Vakit kalmamıştı artık. Zamanı gelip çatmıştı... “Kura çekelim” diye önerdi İbili, kabul etti herkes. 15 tane kağıt hazırlayıp, herkesin isimlerini yazdı. Tek tek katlayıp avucunda salladı. Çekmeden hepsinin yüzüne baktı tek tek. Son kez sallayıp, çekti bir kağıdı. Sakince açtı katlı kağıdı. Anında bir gülümseme yayıldı yüzüne. Tekrar hepsine baktı ve kağıttaki ismi okudu; “Ahmet İbili”. Yüz ifadeleri değişti her birinin. Hem “ben” olamamanın üzüntüsü, hem de İbili’nin olmasının hüznü. Mutluydu İbili. Her zaman ki çocuk saflığındaki gülümseyişi yayılmıştı yüzüne. Ayrılacaktı birazdan onlardan. Yoldaşları için tutuşturacaktı bedenini. Toplandı bütün yoldaşları yanına. Bir bir kelimeler dökülüyordu ağzından “bir canım var. Bu canım halkıma ve vatanıma feda olsun”. Üst maltada yakacaktı kendini. Döndü ve merdivenlere yöneldi. Ardında bıraktıklarının her biri bir köşeye çeklidiler. Sakin sakin çıkıyordu
merdivenleri. Ardındakiler ağlamaklı oluyorlardı. Bir yoldaşı onunla gitmek istedi son yerine kadar. Yürüyorlardı yanyana. Dayanamadı yanındaki “neden haksızlık yaptın” dedi İbili’ye. “Yoo, haksızlık değil, demokratik hakkımı kullandım” diye cevapladı İbili. Kura çektiğinde kendi ismini yazdığı kağıdı parmaklarına arasına sıkıştırmış ve onu çekmişti. Vedalaştılar birbirleriyle. “Sizleri seviyorum” dedi ve maltaya çıktı. Bidondaki sıvıyı üzerine düküyordu. Öyle rahat, öyle sakindi ki, sanki her zaman yaptığı bir işi yapıyordu. Elini cebine attı ve çakmağı çıkardı. Bir çaktı yanmadı çakmak, iki yaktı yine yanmadı. “Hay aksi” dedi gülerek. Başka bir çakmak çıkardı ve alevler sardı bedenini. Ateşten bir şelalenin altındaydı sanki. Derken maltanın diğer ucuna doğru koşmaya başladı. Slogan atarak koşuyordu üzerlerine. Bir süre sonra yere düştü ama öylece kalmadı. Son gücünü toplayıp tekrar kalktı ve koşmaya devam etti. Kurşunlar yağıyordu İbili’nin alevler içindeki bedenine. Durdu İbili artık. Kaşık tokuşturur gibi havadaydı kolları. Silifke oynar gibi döndü yerinde ve boylu boyunca yığıldı yere alevler içinde. FIRAT Güldede’nin başından kan sızıyordu. Eğilip yüzünü öptü. Mazgallardan sürekli ateş ediliyor yaralananlar oluyordu. Megafonla sürekli “Teslim olun” çağrıları yapılıyordu. Şebeke tarafındaki koridora barikat kuracaklardı. Koğuşta bulunan masa ve sıraları bir türlü alamıyorlardı. Çünkü koğuş yaylım ateşi altındaydı. Bu arada Fırat; üzerine tiner dökmüş bir halde sakince bekliyordu. Barikata doğru ilerleme-
7
ye başladı. Kendini ateşleyerek zafer işaretleri içinde barikatı aştı. HURİYE ANA Dumanlar durmuyordu hiç. Yanık et kokuları, kurşun sesleri... Meraklı bekleyiş, çaresiz bakışlar. Haykırışlar, ağıtlar karışıyordu birbirine. Dumanlar yükseliyordu bir yandan. Bir çığlık koptu o an, yürekten bir çığlık, belki bir yakarış “ Öl Fıratım, öl ama teslim olma onlara. Onursuzluğu kabul etme, öölll!”. Anasını duyuyordu sanki Fırat. Ölüm yolunda ölünürdü ancak. Yüzlerce bombalarla silahlarla gelmişlerdi. Onlara karşı koyabilecekleri bir bedenleri vardı. Açlığa yatmaları yetmiyordu belli ki. Onlar içindi bu operasyon. Nasıl ki yoldaşları onları koruyorsa, onlarda korumalıydı yoldaşlarını. İbili’nin alevleri Fırat’ı sarmıştı şimdi. Yürüyordu Fırat alevler içinde... Huriye ananın gözleri duvarların ardını görmesede yüreği bütün bu olup biteni hissediyordu.
AŞUR Çakmağı Mesut’ a uzattı. Bir tek cümle etti. “Gözüm arkada kalmayacak” Mesut çakmağa baktı, birde Aşur’un gözlerine. Sonra saatini çıkardı. Onu başka bir yoldaşına uzattı. Sonra kalemini
bir başkasına. Herkese bir hatıra bırakmak istiyordu. Üstünü başını yokladı, başka bir şey bulamadı. Her birini sıkı sıkı kucakladı. Elindeki tiner şişesiyle Ondördüncü Koğuşa girdi.
..... Çakmağın yanması ve saçlarının tutuşması bir oldu. Alev saçlarından boynuna, vücuduna yayılıyordu. Barikat devrilmek üzereydi o sırada. Barikatın üzerindekiler indiler ve köşeye çekilerek direnişçilerin etrafına dizildiler. Bir iki yüklenmeyle içeri girdi askerler. Ve girdiklerinde gördükleri, koğuşun ortasında, ayakta alevler içinde yanan Berrin’in bedeni oldu. ALTI KADIN Çırpınmasına engel olamıyordu. Elini ayağını kontrol edemiyor sinir gazının etkisiyle bütün vücudu kasılıyordu. Bütün hepsinin durumu aynıydı. Bayılıp ayılamayanlar oluyordu. Artık yüzlerindeki havlularda etki etmiyordu. Havlular bir anda yoğun ısının etkisiyle kuruyordu. Seyhan’ı farketti. Seyhan, tüm uyarılara aldırmıyor, gazlardan korunmak için yüzüne sarması gereken havluyla, kızgın bombaları tutarak dışarı atıyordu. O sırada sarı duman yayan gaz bombası ve yangın bombaları atılmaya başlandı. Ranzalar yanmaya başlamıştı. Gülser ranzaları söndürmeye çalışıyordu. Bayılanlar olmuştu. Yanlarına yöneldi bir kaçı ama kaldıramadılar. Diğerilerine bağırıp yardım istediler ama herkes birilerini kaldırmaya çalışıyordu. Mazgallardan alev püskürtmeye başladılar. Artık pervazlar dahil herşey yanıyordu. Hamide, Gülseren ve Birsen yan yana yatıyordu. Koğuşun kapısındaki dolabı çekmek için kalktı. Çıkacaklardı ama kapıya dayadıkları iki dolabı çekemiyorlardı. Birkaç kişi ancak küçük bir aralık açabilmişti. Ateş gibiydi dolap ve dokunamıyorlardı. Koğuşu boşaltmaya karar verdiler. Çıkmaya başladılar. Kendinde olan bir kaçı baygın yada yaralı olanları sürükleyerek çıkarabiliyordu ancak. Çıkarlarken üzerlerine kurşun yağıyordu. İki kişi ağır şekilde yanmıştı. Özellikle baş ve elleri yanmıştı. Onları taşı-
yarak, sürükleyerek havalandırmaya indiler. Çeşmeye götürüp önce suyun altına tuttular kafalarını. Daha sonra yanık yerlerine merhem sürüyorlardı. Çıkanlar sürekli öksürerek kendini yere atıyordu. Birden “ arkadaşlar yukarıda kalanlar, yangının içinden çıkamayanlar var” diye bir ses duydular. Telaşla birbirlerini kontrol ediyorlardı. Kimlerin kaldığını anlayamadılar. Yukarıya koştu bir kaçı. Kapının önünde dolapların arasına sıkışmış yanıyordu biri. Önce dumandan farkedemedi kim olduğunu. Eğilip çekmeye çalıştı. Gülser’ di bu. AŞUR Ondördüncü koğuşun kapısı kalabalıktı. Herkes Aşur’ a bakıyordu. Üzerine tineri boca etti. Açılan havalandırma kapısından dışarıya baktı önce. Çakmağı çaktı. Alevler içinde havalandırmaya çıktı. Üç beş adım sonra dönüp son bir kez yoldaşlarına baktı. Kapının önündeki kalabalığın içindeydi. Aşur’a bakarken bir şiir mırıldanıyordu: “Ağla yoldaş ağla Hüzünlüdür bütün ayrılıklar bilirsin Bütün ayrılıklarda Hüzün akar yüreklerden damla damla Başını omzuma yasla Ağla yoldaş ağla Ağla ağlayabildiğin kadar Gözyaşım, gözyaşlarına karışsın Sarıl yoldaş sarıl doyasıya Doysun yüreğim doyabildiği kadar Kanasın... Bırak kanasın yüreğim ne çıkar Bilirsin hüzünlüdür bütün ayrılıklar Zoruna gitmesin yaşamak Yükün ağır, Hayata layık olmaktır şimdi omuzlarımızdaki. Güle güle yoldaş, güle güle Yalnız... Yavaş git biraz, Doysun gözlerim sana “ HAPİSHANE İÇİ Günler ilerledikçe aldıkları şehit haberleri de artıyordu. Maltaya kocaman bir bez asılmıştı. Ellerinde ayakkabı boyası kendini feda edenlerin isimlerini yazıyorlardı; “Ahmet İbili, Fidan Kalşen, Fırat Tavuk, İrfan Ortakçı, Hasan Güngörmez, Halil Önder...” uzayıp gidiyordu liste. Tek tek isimleri okuyup “ölümsüzdür” diye
8
slogan atıyorlardı. Bir süre sonra sığmaz oldu oraya isimler. “Aşur Korkmaz... Ölümsüzdür”... ALTI KADIN Yukarı çıkamıyoruz! Gülserenler yukarda kaldı! Arapça ağıdı yükseliyor Hamide’nin. Hamide ellerini dizlerine vuruyor. Gülserenler yukarda! Alevler her tarafı sardı yaklaşamıyoruz Ama... Gülserenler yukarda! Hayır! Hayır kalmış olamazlar kurtaralım onları! Arkadaşları onu güçlükle engelledi. Koğuşun içine girmeye kalksa onuda kaybedeceklerdi. Havalandırmanın ortasında elele tutuştular. “Halkımızın gelini kınalamış elini Haydi halay çekelim Zılgıtlar sarsın bizi” Bombalar ve tazyikli suyun altında halay çekiyorlardı. Koğuş , artık tamamen yanıyordu. Yangının ısısından pencere parmaklıklarının eğildiğini farkettiler. MUSTAFA -CENGİZ- ALİ Kurşunlar üzerine yağıyordu. Canı yanıyordu. Sol bacağındaki şarapnel parçalarını temizledi. Bacağı kanıyordu. O sırada Mustafa’yı gördü. Bacağından yaralanmıştı. “Aşur, havalandırmanın ortasında kendini yaktı” dedi birisi. Koğuşun demir kapısına sürekli kurşun yağıyordu. Hep birlikte havalandırmaya çıktılar. Kurşun yağmurları altında halaya başladılar. “Halkımızın gelini, kınalamış elini...” Halayın tam ortasında iki kişi zeybek oynuyordu. Yaralılar da bu halayın ortasında yatıyorlardı. Operasyon timleri gördükleri manzara karşısında donup kaldılar bir an. Yoğun gaz bombası atışlarının ardından koğuşa girdiler. Koğuşa girerlerken yine tarama başladı. Cengiz’in bacağından vurulduğunu gördü. Öğlen oluyordu. Tekrar dışarıya çıkmaya karar verdiler. Tam da o sırada kapı mazgalından seri olarak tarandılar. Mustafa ikinci kez vuruldu.
“Mustafa...” “.............” “Mustafa” “.............” Mustafa cevap vermiyordu. Ardından Cengiz ikinci kez yaralandı. Her ikisi de ölmüştü. Ali’nin yerde yattığını gördü. Başında alın bandı, sessizce yatıyordu. Ölmüştü. Yaralılar ve şehitleri dışarı çıkardılar. “Dayan yoldaşım...” “................” Murat Ördekçi’nin durumu iyice ağırlaşmış, son anlarını yaşıyordu.
TAYAD Klavyenin tuşlarına değen eli titriyordu. Harflere bir bir basıyor; operasyonda ölenlerin isimlerini basına fakslanacak olan metne yazıyordu. Aşur Korkmaz Fırat Tavuk Mustafa Yılmaz Cengiz Çalıkoparan Gülser Tuzcu Özlem Ercan Telefon sürekli çalıyor, yeni gelen isimleri listeye ekliyordu. Avukatla yaptığı telefon görüşmesinde son ismi bir daha tekrarlattı. Şefinur Tezgel... Listeye O’nuda ekledi. Yutkundu. Tekrar bilgisayarın başına geçti. Gözleri doluyor, yazdıklarını ekranda göremez hale gelinceye kadar eli gözlerine gitmiyordu. Kimseye farkettirmeden gözyaşlarını siliyor, dernekte çalışan arkadaşlarına yapılması gereken işleri söylüyordu. “Televizyon sürekli açık kalsın” “Haber muhabirlerinin cep telefonlarına ulaşmaya çalışalım” “Hapishane önündeki ailelerin de cep telefonlarına ulaşalım” “İnternete girmeyi ihmal etmeyelim” Yıllar önce örgütlü olarak mücadeleye başladığında; bir gün gelipte arkadaşlarının katledildiği bu anları yaşayacağını bilse dayanma gücünü kendinde bulacağına asla ama asla inanmazdı. Şimdi ise ayaktaydı ve buna hala inanamıyor, duygularını bastırabilmek için olağanüstü bir çaba sarfediyordu. Duyguları ağır bassa hala katledilmekte olan yoldaşları için hiç bir şey yapamazdı.
Haberler! dedi arkadaşı. Gözlerini televizyona çevirdi. Sağlık görevlileri ve jandarmalar arasında götürülen kadın tutsak “diri diri yaktılar” diye bağırıyordu kendisini görüntüleyen kameralara... ERCAN “Uyuma, uyuma kalk. Kendine gel hadi, uyumaaa!”. Arada gözlerini açıyor, gülümsüyor tekrar kapatıyordu gözlerini. “Hadi Ercan, n’olur uyuma.” Birşeyler söylemeye çalışıyor Ercan. Sesi çıkmıyor, anlaşılmıyor ne dediği. Ümüş başındaydı Ercan’ın “bizi korurken sen gittin. Bizim gitmemiz gerekirdi” diyor sürekli. Kendinden geçiyordu Ercan “Ercaann, uyan, uyan Ercan. Gitme Ercan, gitme” Duramadı daha Ercan, çok geçmeden son nefesini verdi. Bulundukları yerde duramazlardı artık. Herkes konferans salonuna çekildi. Ercan’ı da yanlarında taşıyarak oraya götürdüler. Salondaki sahne yaralılarla doluydu. Ercan’ı da yanlarına çıkardılar. Bir köşede yatan Rıza, Ercan’a bakıyordu. Hiçbir şey söylemiyordu. Yarası ağırdı onunda. Bayrağa sardılar Ercan’ı. Bir çoğu orada duydu şehit düştüğünü. Sonra tek tek gidip alnından öpüyorlardı Ercan’ın. Direnişçiler alın bantlarını bırakıyorlardı Ercan’ın üzerine. Çok istemişti Ercan’da alın bandını kuşanıp ölüme yatmayı. O zaman olmamıştı ama şimdi onların sırasını kapmıştı. Sazcısı, türkücüsüydü hapishanenin Ercan. Her zaman çıkardı o sahneye. Şimdi ise şehitliğiyle son kez yine o sahnedeydi. OPERASYON Her yer yanıyordu. Artık gidecek yer kalmamış, küçücük bir yemekhaneye sıkışmıştı iki yüzden fazla insan. Direnişçiler alt katta daha güvenli bir yerdeydiler. Sürekli anonslar yapılıyordu megafonlardan. Üst üsteydiler
9
orada. Duvarlara dokunulamıyordu. Her taraftan yakılıyorlardı. Tavanlardan açılan deliklerden gaz bombaları atılıyordu. Bir anons duyuldu o sıra “hiç biriniz sağ çıkamayacaksınız buradan. Hepiniz yanacaksınız. İki yüz tane kefen hazırladık, burada bekliyor” dedi o metal ses. Hiç düşünmeden anında cevap verdi içerden biri “biz burada üç yüz kişiyiz. İki yüz az gelir, yüz kefen daha hazırlayın”. Kesilmişti megafondaki ses. Bombaların peşinden farklı bir duman veriyorlardı deliklerden. Peşinden çoğu baygınlık geçiriyor ve çırpınmaya başlıyordu istem dışı. Ağzından köpük çıkanlar, kusanlar, sayıklayanlar. Tam bir cehennem yeri gibiydi. “Suu, suuu” diye sayıklıyordu herkes. Ama su yoktu. Bulundukları yerden çıkmak imkansızdı. Yanlarına aldıkları bir kaç serum suyu vardı ama bunlarda yaralılara gerekiyordu. Bir uçtan diğer uçta ki yaralılara uzatıyorlardı elden ele serumu. Yanıyor, susuzluktan ölüyorlardı ama serumu öylece ellerinden uzatıyorlardı diğerlerine. Biri de uzanıp içmeye çalışmadı onu. Önce yaralılardı önemli olan ve ağırları vardı aralarında. Saatlerce öylece o ateşlerin ortasında beklediler. Hiçbiri oradan sağ çıka-
cağını düşünmüyordu. Birden bir ses duyulmaya başladı “Yoldaşlar sizleri seviyoruuuzz”. Alt katta ki direnişçilere sesleniyorlardı. Ardından tek tek isimleri sayarak hep birlikte bağırmaya başladılar; “Veli Güneeşş... Sizi seviyoruuzz” , “Ali Rıza Demiiirr... Sizi seviyoruuuzz”... Böyle devam ediyorlardı. Karşılık verdi direnişçilerde onlara “Bizlerde sizi çok seviyoruuuzz”... HAPİSHANE ÖNÜ Zaptedemiyorlardı bir türlü. Bir kaçı kolunu kavrıyor geri çekiyordu. Ama onları da itekleyerek atılıyordu tekrar. O sırada peşpeşe ambulanslar geldi hapishaneye. Ambulansları görünce artık sadece o değil bir çoğu o tarafa gitmek istiyordu. Geçemiyorlardı. İzin verilmiyordu evlatlarına koşmalarına. Yolun kenarında, yanındakinin kolunda yere yığıldı bir ana. “Yavrularım yavrularım. Biriniz, biriniz kurtulun. Bari biri allahım, biri kurtulsun” diye sayıklıyordu yığıldı yerde. Günlerdir oradaydılar. Günlerdir yağmurun altında aç, uykusuz evlatlarını bekliyorlardı. Kurşun bomba seslerine alışmışlardı ama yoğunlaşınca feryat kopuyordu. “Şimdi şimdi benim oğlum, benim oğlum gitti” diye feryat ediyorlardı. Son gündü. Siren sesleri ve ardından ambulanslar çıkmaya başladı. Ambulansı görünce çömeldiği yerden fırlayıp önüne atladı. Peşinden koşup çekmeye çalıştılar ama başaramadılar. Ambulans yavaşlamıştı. Hafiften çarptı ama çekilmedi önünden. Kapılarına vurmaya başladı. Diğerleri de koşmuştu ambulansın önüne. İlerleyemiyordu araç. Sonunda yardı ama, ana arkasındaki demirlerden tutunarak araçla beraber koşuyordu. Bir yerde tökezleyip yere yığıldı. Ağlıyor, bağırıyordu. Her çıkan ambulansı, durdurmaya çalışıyor, vuruyorlardı. Kimbilir hangisinin oğlu-kızı vardı o ambulanlarda. Ardından ringler çıkmaya başladı hızla. Peşinden hastanelere koştular onlarda. Kimi o acı haberi duymuştu, kimi yaralı olmasına şükretti. Kimi de daha sonra meskenleri olacak “F tipleri” ne koştular. HAPİSHANE Kuruyan dudaklarından bir damla su sızdı ağzına. Hayat olmuştu o bir damla su. Ama sonra etki etmiyordu oda. Kan kaybı çok fazlaydı. Hepsine
yetmesi için damla damla veriliyordu serum suyu. Kendinden geçiyordu artık. Üst üste bayılmıştı herkes. Yan tarafta biri, yanındakilerin ellerini sıkarak uyanık tutmaya çalışıyordu. Bir eli birinde diğeri ötekinde. Dumandan göremiyorlardı birbirlerini. Dokunarak hissediyorlardı ancak. O ellerini sıkınca onlarda onun elini sıkarak karşılık veriyordu. Bir ara yanındakilerden biri elini sıkmamıştı. O daha sıkı kavradı onun elini ve daha kuvvetli sıktı. Yine ondan tepki yoktu. Panikledi ve onu sarsmaya başladı “kendine geeell, uyuma, uyan uyan hadi” diyerek. Kıpırdamıyordu hala. Diğer yanındakinin elini de bırakamıyordu bir türlü. Sonra öteki elini sıktı ve gülmeye başladı. Bayılma numarası yapmıştı. O an sevniçte, kızgınlıkta birbirine karışmıştı. “Deli, korkuttun beni. Bende...” dedi, tamamlayamadı sözünü. BİR ANA “İşte şu bak, mavi montlunun arkasındaki” “Hayır o değil. Bu esmer, o olamaz” “O işte O. Yaşıyor yaşıyor” diye diretiyordu oğluna. Kendisi de benzetemiyordu ama inanmak istiyordu. Bunun üzerine diretmedi daha da. “O değil ama birşey olmamıştır O’na, merak etme” diyordu bir yandan oğlu. Aynı gün nereye sevk olduğunu öğrendiler. İhtiyacı olabileceği şeyleri düşünüyor, hazırlık yapıyorlardı. O gün bir lif örmeye başladı hemen. “Şimdi ne haldedir. Temiz temiz yıkansın bari” diyordu. O gece örüp bitirdi. Ertesi gün oğluyla eşi hapishaneye gittiler. Akşam geç olmuş, ne gelmiş ne aramışlardı. Hapishanede bulamıyorlardı O’nu. Hastaneleri dolaşmaya başladılar. Listeler asılmıştı kapılarına hastanelerin. Ölenler ve yaralı olup orada olanlar. Yaralıların arasında da yoktu ismi. Sonra zor bela buldular ismini. Morgta diye yazıyordu. Morga gittiler daha sonra. “İnşallah burada değildir. İnşallah korktuğumuz başımıza gelmez” diyorlardı içlerinden. Ama birbirlerine hiçbir şey diyemiyorlardı. Kapısına geldiler morgun. Gencecik oğullarını, o buz gibi yerde cansız yatarken buldular. Anası ne gidip görebildi oğlunu, ne dokunabildi ondan kalan eşyalara.
10
Bu yüzden hiç bir zaman inanmıyordu öldüğüne. Kaç gece kapıya çıkıp “acaba geç kaldı da kapı da mı kaldı” diye dolaşıyordu. Her gelenin arkasına bakıyordu, belki çıkıp gelmiştir diye. Ama geri gelmiyordu bir türlü. Anlattırmıyordu kimseye O’nun son halini. Çok acı çektiğini düşünüyor, dayanamıyordu. Yalnızca O’nu son gördüğü gibi hatırlamak istiyordu. FİDAN Üzerine benzin döktü. Aklında olan tek şey yoldaşlarının hayatını kurtarmaktı. Herkesle vedalaştı. Çok mutlu olduğunu söyledi. Barikata doğru ilerledi. Sonra tekrar geri döndü. Çakmak almayı unutmuştu. Barikatın başına vardı. Operasyon timlerine operasyonu durdurmalarını söyledi. Operasyonu durdurmazlarsa kendini ateşe verceğini söyledi. Çakmağı çaktı. Önce saçları sonra bütün bedeni tutuşmuştu. Alevlerin içinde on dakika boyuca durdu. İki eliyle zafer işareti yapıyordu. Operasyon timleri şaşkınlık içindeydiler... ÇANKIRI -Sular niye kesik? -Kaloriferlere su basılıyor ondan kesik, bi şey yok yatın siz! Onbeş dakika sonra askerlerin alt koridora dolduğunu gördüler. Suların kesilmesinin nedeni anlaşılmıştı. Havalandırmaya çıktıklarında üzerlerine kiremit ve gaz bombaları yağmaya başladı. Hasan Güngörmez saldırıyı durdurmazlarsa kendini yakacağını söyleyerek, kendini ateşe verdi. Ardından İrfan ortakçı.... İrfan ortakçının yanan bedenine tazyikli su ve kiremit atıyorlardı çatılardaki askerler. Sinir gazından dolayı bütün vücudu kasılıyordu. Kafasına ağır bir darbe aldı. Bilinci gidip geliyordu. Bir sesle irkildi “bu ölü, buna vurmayın” Ölmüş müydü? Yoksa yaşıyor muydu? Bilmiyordu. Yoğun bir acı hissediyordu. Vucüduna inen tekmeleri hissediyordu. Ölüler acı duyar mı? Ölmemişti. Konuşmak istedi ama konuşamadı. Sesi çıkmıyordu. “bu daha ölmemiş” diye bir ses duydu. Demk ki yaşıyordu. Bir arca bindirildi. Nereye götürülüyor bilmi-
yordu. Başından sürekli kan sızıyordu. İLKER - İlker... İlker! Hadi kendine gel. - İlker, iyi misin? Çok derinden duyduğu bu seslere tepki verme isteğiyle doluydu. Ne gözünü açabiliyor ne kıpırdayabiliyordu. Atılan gaz bombalarının etkisiyle genzi yanıyor, ağır bir uyku bastırıyordu. Çocukluğunda dışarda koştuğu Gültepe sokaklarından Yener’le tanıştığı günlere dalıp gidiyor. Sonra bir cümlede buluşuyor anıları. “Benim mezarım Yener’in de mezarı olacak! Yoldaşlarının sesiyle dönüyor o ana yine; - İlker!.. İlker hadi bir tepki ver. Cevap veremiyor hala. Elini tutan yoldaşının sıcaklığı var avuçlarında. Tüm gücüyle sıkıyor o eli; dinliyor. - Tepki verdi! Elini sıktı. Elini sıkarak “iyiyim, dedi yoldaşına. Sonra bir soğukluk hissi. Ne kadar güzel, ferah... Soğukluk vücuduna yayıldıkça rahatlıyor. “Kelkit de böyle soğuktur” diye geçiriyor içinden. Kelkit’in suları mı acaba bu soğukluk... Birazdan Yener’le mi buluşacağım?.. Birlikte tutsak düşmüşlerdi Yener’le. Yener tahliye olurken söz vermişlerdi birbirlerine. “Tahliye olup çıkan kavgayı bırakırsa diğeri kafasına sıkacak!..” Bir süre sonra Yener’in sesi geldi dağlardan. Kelkit Irmağı’nın sularına karışmıştı Yener. Mezarı yoktu, Kelkit Irmağı’ydı mezarı... Aklından bunlar geçiyor, Yener’e kavuşacağı için sabırsızlanıyordu. Gözlerini açtığında her taraf bembeyazdı. “Kar bu” diye düşündü. Bu soğukluk bundandı. Ama İlker’in gördüğü Kelkit’in karı değil, koğuşa; onları boğmak için sıkılan köpüktü. Tarama başladı. Delik deşik olmuş tavanı görünce nerede olduğunu farkına vardı İlker. İdil’in köşesindeki resimle buluştu gözleri. Tepedeki deliklerden birinden bir namlu uzanıyordu o sırada. Bunu farkeder farketmez namlunun hedefindeki yoldaşının üzerine kapaklandı. Yoldaşını sımsıkı kavradığı kolları çözüldü. Usulca kayıyordu köpüğün; “Kelkit Irmağı’nın” içine... BERRİN
Operasyondan iki gün sonraydı. Kendini yakarak feda edememenin üzüntüsündeydi Berrin. Birden kapıda komutanın sesini duydular. “Tek sıra halinde çıkın. Tek tek hücrelere taşınacaksınız” diye bağırıyordu. Bu kez hazırlıklıydı içeridekiler. Dolap, ranza ve masaları kapıya taşımış ve taşlara dayamışlardı. Daha sağlamdı bu barikatları. Barikatın başındaki iki kişi dışında, direnişçiler de dahil herkes banyo bölümüne girdiler. Koğuşun ortasında iki dolap ve Berrin’le Yasemin. Kolonyaları yok bu kez. Ellerinde üç çöp kibrit var sadece. Naylona benzer ne buluyorlarsa giyiniyorlardı. Sonra da gazete kağıtlarını her yanlarına sıkıştırmaya başladılar. Dışarıdan kapıya yükleniyorlar ama açamıyorlardı bu kez. “Sizleri çok seviyorum” diye haykırarak tutuşturdu bedenini Berrin. Ardından Yasemin çaktı kibriti. Bir süre sonra iki dolabın arasında kıvrıldı kaldı Berrin. Elleri yanaklarının altında bir şeyler söylüyordu sayıklar gibi. Yasemin, yanıyordu hala ayakta. Yanarak yürüdü ve barikattakilerin yanına geldi. Koğuşu yoğun bir duman kaplamıştı. Berrin gibi yatamamıştı bir yere Yasemin. “Beni bir yere atın” dedi barikattakilere. Yapamadılar. “Nasıl atalım Yasemin seni” dediler ağlamaklı. Yanıyordu Yasemin ama onlar ayakta dik durmaya çabalıyorlardı. Geriye döndü Yasemin ve gidip Berrin yanına yattı yanarak. Sloganları, sözleri birbirine karışıyordu ikisininde.
11
CEMEVİ Saatlerdir cemevinin önünde bekliyorlardı. Gusulhanenin kapısından omuzlar üzerinde taşınan cenaze göründü. Alkışlar, ıslıklar ve zılgıtlar arasından güçlü bir ses duyuldu: -Ne istiyoruz? Adaleeeet! - Ne istiyoruz? Adaleeeet! -Ne istiyoruz? Adaleeet! Yaşasın Halkın Adaleti! Tekrar alkışlar, ıslıklar ve zılgıtlar eşliğinde cenaze arabaya kondu. Bütün cenazeler kırmızı bezlere sarılmış üzerlerine karanfiller yağıyordu. Pencerelere birikmiş halk olan biteni izliyordu. CENAZE YÜRÜYÜŞÜ Ellerini artık hissetmiyordu. Nefesinden gözlükleri buharlaşıyor, hiç bir şey göremez hale geliyordu. Cebinden kağıt mendil çıkarıp gözlüklerini silmek istedi. Ama parmaklarını oynatamıyordu. Yağmur tüm şiddetiyle yağıyordu cenaze konvoyunun üzerine. Bir yandan sesinin çıktığınca sloganlara eşlik ediyor, gözyaşlarına engel olamıyordu. Gözlerinin karardığını farketti. Artık adımlarını zor atıyordu. Yağmur iliklerine dek işlemiş, sırılsıklam bir halde yürümeye çalışıyordu. Adımlarını ne kadar hızlı atmaya çalışsa da yürüyen kalabalıktan geride kalıyordu. Kendini iyi hissetmiyordu. Yetişmek istediği cenaze konvoyunun sonundaki arabada “Seyhan Do-
Yüzüne bakan arkadaşının soru sormasına fırsat vermeden aynı sertlikte ses tonuyla cevapladı: “Ağlamıyorum!” Sesinin yettiği kadar haykırdı kalabalıkla birlikte; “Kahramanlar Ölmez! Halk Yenilmez!
ğan” yazıyordu. Seyhan’la birlikte yürümek istiyordu. Sonra Fırat’la, Sonra Özlem’le, Aşur’la... Onların yanına varırsa bunu hissedeceklerini düşünüyordu. Soğuktan çene kemikleri birbirine değiyordu. Kendine kızıyor, ama bir türlü hızlı yürümeyi beceremiyordu. Elleriyle yüzünü kapatıp ağlamaya başladı. Belkide elleriyle yüzünü kapatarak ağladığını gizlemek istiyordu. Bunu niye yaptığını bilmiyordu. Elleri kaskatı olmuş, parmaklarını hareket ettiremiyordu. Tam da ellerini yüzüne kapattğı anda ellerinde başka birinin ellerini hissetti. Ellerini tutan arkadaşı, onun parmakları ovuşturuyor, ellerini ısıtmaya çalışıyordu. Donmuş elleri yavaş yavaş karıncalanmaya başladı. Arkadaşının, yüzüne attığı ufak tokatlarla yüzünde de aynı karıncalanmayı hissetti. Arkadaşının sorduğu soruyu biraz sert bir üslupla “ağlamıyorum!” diye cevapladı. Oysa ağlıyordu, bunu her ikisi de biliyordu. Arkadaşının da yardımıyla kendine geldi ve cenaze arabasına yetişti. Elini ağır ağır giden cenaze arabasına uzattı. Seyhan’a yetişmişti. Şimdi onlarla birlikte yürüyordu, Seyhan’la, Şefinur’la, Fırat’la. Sanki hapishanenin avlusundaki gibi. Tıpkı voltadaki gibi... diye geçirdi içinden.
MEZARLIK Mezarın üzerine diz çöktü. İki eliyle dizlerini dövüyor ve ağıt yakıyordu. “Vayeee vayeee vaeeyyy Vay bıra bıraaa bıra...” Başında kızıl bir bant vardı. Üç kadın daha mezarın başına diz çöktü. Toprağı öptü, mezar taşı yerine konulmuş olan tahtaya ve mezarın başındaki güllere yüzünü sürdü. Yaktıkları ağıtları sloganlar böldü. Ağıt yakan analar yavaşça doğrulup yumruklarını havaya kaldırıp saygı duruşuna geçtiler. Zorlukla ayakta duruyor ama yumruklarını indirmiyorlardı. Cenazeler toprağa verildi. Genç bir delikanlı yüksek sesle bir mektup okumaya başladı Toprağa verlenlerin son veda mektubuydu bu;
"HOŞÇAKALIN, Hep mektuplarımızın sonuna yaz-
12
dık ‘ hoşçakalın’larımızı. Başa aldık bu kez. Çünkü bu mektubumuzu elveda ile noktalayacağIz. Evet, biz gidiyoruz, siz Hosçakalın. Hosçakal anam, yarim. Hoşçakal kardeşim, arkadaşım. Hoşçakalın dostlarımız, hosçakalin geride bıraktıklarımız. Hosçakalın dağlar, ovalar, sokaklar. Hoşçakalın deniz, gökyüzü. Sende hosçakal kağıt kalem. Yaşam yolunun yeni ufuklarına yelken açıyoruz. Devrim yolumuzun yeni bir engebesini aşıyoruz. Gidiyoruz, belki bir daha hiç dönmeyeceğiz. Her kilometre taşında birimiz düşecek. Nihai zafere daha yakın mesafeleri göstereceğiz. Sizleri hep sevdik, terk etmek istemedik. Bizi bu yola koyan, size olan sevdamızdır...Hosçakalın, ölümü bekletmeyeceğiz. Hosçakalın! İşçiler, köylüler, memurlar. Hosçakalın ögrenciler, esnaflar. Hosçakalın tüm halkımız. Vatanımızı satanlara bir ders daha vereceğiz. Sizin için öleceğiz. Ölümü bekletmeyeceğiz. İsterseniz yumun gözlerinizi, tıkayın kulaklarıızı... İsterseniz duyun, izleyin bizi. Seyredin hücre hücre eriyişimizi... Anlatın çocuklara masallarda, yıldızlar arasında, yıldızlar gibi kayışımızı... Ama önce hosçakalın... Belki son vedaya vakit kalmaz. Belki vedalaşmak dar vakitlere sığmaz. Biz gidiyoruz. Bu bizden size son veda... ELVEDA..."4
FEDA
Bir anlık duygu yoğunluğu mu, birkaç dakikayla sınırlı bir öykü müdür bu? Delilik, çılgınlık mı? Boyun eğmenin akıl sayıldığı yerde, onların soyları ta ezelden delidir. Dakikalara sığdırılan bir koca ömrün özüdür yaşanan... Hayatı var eden milyonları dününden koparılıp yarınsız bırakılmasına karşı koyuştur. Bilinir ki dünsüz ve yarınsız olanın bugünü de yoktur, umudu yoktur. Umut, hayatı üretenlerin ellerinde yeşerip, büyür. İnançsız, yarınsız ve umutsuz bir yaşamdır dayatılan. Kuşatmanın şiddetine karşı, ancak birkez kullanılabilen en güçlü, en büyük silahsa geride kalan, Adı fedadır. Direncin ve umudun sınır tanımazlığıdır. Hayatın dünü ve yarınıyla ölümsüzlüğü ve yenilginin imkansızlığıdır feda ile yazılan... Zulmün şiddeti inancın ve iradenin karşısında biçaredir. Bir sevdanın yoluna candan geçilir... Sevdadır bu, milyonların gözbebeklerinde ışıldayan umudun parıltısına, sevdadır. Ömürleri insan sevmenin, vatan sevmenin, onurun ve özgürlük inancının sabırlı çıraklığıdır. Çıraklık kavgada ustalığa yürür ki, sorsan çıraklıktan öte bir adı asla yakıştıramazlar kendilerine. Oysa sevdada ustalıklarına tarih tanıktır, dünya tanıktır. Tutkuyla bağlıysan hayata ölüm çaresizdir, hayat ise sonsuz... Sözün yetmezliğini yürek bilir, yürek söyler adını; fedadır, can feda...
tayad tavır
Ondokuz Aralık ve TAYAD aşlarında beyaz başörtüleri, ak saçlarıyla sürüklendiler meydanlarda. Joplar indi yaşlı bedenlerine. Nezarethanelerin soğuk ve pis hücrelerinde geceler geçirdiler. Devlet kapılarından kovuldular, kapılar yüzlerine kapandı. Dolaşmadık kapı bırakmadılar. Bi dertleri vardı bu insanların. Anlatmak istedikleri. Kapılarına vardıkları makamlı yetkili adamlardan af dilemediler hiç, aman dilemediler. Evlatlarını dışardaki sesi soluğu oldular. Evlatlarını taleplerini, mücadelesini ne uğruna öldüklerini anlattılar vardıkları, kapısını çaldıkları insanlara. Bu da yetmedi ölüme de varız diyerek evlatlarıyla, yakınlarıyla, sevdikleriyle birlikte açlığa yatırdılar bedenlerini. Onlar 80’ li yıllardan bu günlere kadar taşımışlardı geleneklerini. Yarattıkları gelenek ülkemizdeki demokrasi mücadelesinin bir parçasıydı. İşçiler, memurlar, öğrenciler hak alma mücadelelerinde TAYAD’lı aileleri hep yanlarında gördüler. 84-96 ‘Ölüm Oruçlarında hücre tipi hapishane saldırısını yine hapishanelerdeki evlatları, yakınlarıyla birlikte püskürttüler. Onların direnişini dışarıya taşıyıp bütün kamuoyuna duyurdular. Haklı ve meşru olmanın gücünü öğrendiler, öğrettiler. Mücadele ettikçe zulmü tanıdılar ve zulmün karşısında nasıl durulacağını da. Üçüncü yılına giren 2000 ölüm orucu sürecinde ise F tipi hapishaneler direnişinde yine ön saflardaydılar. Çocukları, yakınları sevdikle-
B
ri için ölüme yattılar. Evlatlarının ölüme ve zafere yürüyüşünde onları yalnız bırakmadılar. 19 Aralık 2000’ de hapishanelerde katliam amaçlı; adına ”Hayata Dönüş” adı verilen operasyon yapıldığında onlarda ölüm orucundaydılar. Ölüm orucuna başlamadan önce her türlü demokratik eylem içinde yer alarak hücrelerin tabutluk olduğunu kamuoyuna anlatmaya çalıştılar. Ankara’ya yürüdüler, kurultay düzenlediler,bildiriler broşürler dağıttılar F tiplerinin kapatılması için ilgili makamlarla görüşebilmek için ödedikleri bedel jop oldu, gözaltı oldu, hapishane oldu. Bütün bunlar yetmeyince bedenlerini evlatlarıyla birlikte ölüme yatırdılar... Gülsüman, Şenay, Canan , Zehra, Abdülbahri, Erdoğan dışarda başlatılan direnişin ölüm orucu şehitleri oldular. 19 Aralık’ ta operasyon olduğunda yürekleri bir kez daha dağlandı TAYAD’ lı anaların. Günlerce cezaevi önünü, morgları, hastanele-
14
ri mekan eylediler. Koşmak istediler evlatlarına ama karşılaştıkları coplar oldu yine. Yakıldı evlatları, kurşunlandı. Dışarıda tutuştu onlarda cenge. Gözlerinin içine bakarlardı birbirlerinin. “Acaba hangimize vuracak piyango” der gibi. Kömüre dönmüş evlatlarının bedenleriyle gurur duydu onlar. Gözyaşları sıkılı yumruk oldu. Yirmi sekiz defa kurşunlandılar, yirmi sekiz ok saplandı yüreklerine. Şimdi tek tek ailelerden oluşan koca bir aile oldular. TAYAD denince evlatları için coplanan, yerlerde sürüklenen ama yılmayan, yenilmeyen bir güç görülüyor şimdi. Onlar hapishanelerin dışarıdaki sesi oldular. Ölüm Oruçlarıyla dışarı çıkan hafızalarını kaybetmiş ama düşüncelerini yitirmemiş evlatlarıyla, omuz omuzalar şimdi. Yankı olup dünyaya yayılan ailelerinin sesine, içerinin soluğunu taşıdılar. Şimdi hücrelerden çıkanlarla mücadelelerinin ne kadar haklı olduğunu göstererek bir geleneğe dönüştü TAYAD.✔
müfltak
erenus t a v › r
gelincik toprağında güzeldir, umut, insanda... elefondaki ses duyduğumuz haberi doğruladı. "Müştak Baba" ölmüştü.... Yağmurlu bir 5 Kasım' da veda etmişti bize Müştak Erenus... Hızlı hızlı adımlarla eve doğru gidiyoruz. Bilgesu Abla geleceğimizi bilir, bekler. Kapıdan içeri girdiğimizde yüzündeki acıyı çok net okuduğumuz oğulları Ali ve Ali’ nin eşi Özlem’le karşılaşıyoruz. Böyle durumlarda ne denir; "Başınız sağolsun" deyip, bir köşeye geçiyoruz. Ali ağlıyor. Doktor Cem Bey ise geldiğinde artık yapacak bir şey kalmadığını söylüyor bize, usulca. Bilgesu Abla bir süre sonra geliyor. Her zamankinden daha sıkı sarılıyor bu kez. Telefon çalıyor sık sık. Haber doğrulanıyor. Ya da eşe dosta, sevenlerine haber veriliyor. Muhtemelen "Bir ihtiyacın var mı?" diye sorulan bir soruya, Bilgesu Erenus'un verdiği cevap, duygulandırıyor bizi. "Gerek yok, çocuklar geldi, gençler burdalar" Birlikte geçirdiğimiz o ağır, o zor günler gelip geçiyor aklımızdan. O hep yanımızda. Armutlu tepelerindeyiz birlikte. Sigara tüttürüyoruz. O Armutlu Halkı'nın Bilgesu Ablası. Herkes onu tanır ve sever. O kavurucu yaz günlerinde Armutlu’dayız birlikte. Zehra, son nefesini verirken yine birlikteyiz. Ve o telefon elinde sanatçı dostlarını ararken sesindeki kırılganlığı hatırlıyoruz. "Zehra hepinizi çok sevdi. Şimdi son nefesini veriyor . Bir gelin, belki size söylemek istediği bir şey vardır bu çocuğun." Zehra' yı uğurlarken başucunda yine. Babaannesinin, omuzuna uzanan el onun eli, Ahmet Kulaksız’ın başını yasladığı omuz, onun omzu...
T
Bir gün hoş bir süprizle çıkıp geliyor Armutlu’ya. Müştak Baba’yı da koluna takıp getirmiş! Zehra’nın yüzünde güller açıyor... Müştak Baba çok şık o gün! Üzerinde kırmızı renkte bir sweatshirt, altında kot pantolon. Belli ki özene bezene hazırlanmış bu ziyarete. Gülümsüyor sürekli ve her zaman hatırında olan ; şiire
15
binbir güzellik katan o tatlı ses tonuyla okumaya başlıyor şiirlerini. Davetsiz, ricasız... Hepimiz dinliyoruz. Ömrünün son demlerinde tanıdık; böyle tanıdık “Müştak Baba”yı. Tanıdık ve sevdik. Evlerine yaptığımız ziyaretlerde işte böyle o sevgi dolu gözleriyle bizi
süzer, konuşacağı zaman yalnızca şiir konuşur, başka söze gerek kalmazdı. Şiir gibi adamdı, yakışıklı. Bazen böyle derdik Abla’ya, “Yakışıklı Adam ne yapıyor?“ Hoş bir gülümsemeyle cevaplardı sorumuzu. “İyi, yavrum, çok iyi yakışıklı adam!” Evde bir koltuğa büzülmüş sessizce otururken, bunlar geçiyor hatırımızdan. Müştak Baba’ nın her zaman oturduğu deriden koltuğu bir köşede biraz boynu bükük duruyor. Sonra kitaplar, şiirler, tablolar... Her zaman gözümüzün takıldığı tabloda; Müştak Baba, düşünceli bakıyor. Önce o resme bakar, sonra da kendisine bakardım yine öyle yapasım geliyor. Tam gözlerim koltuğa kayacakken Bilgesu Abla sesleniyor: “Gelin çocuğum, siz görmek istersiniz Müştak Baba’yı” irkiliyorum birden. Oysa koltuğa dalacaktı gözlerim. Kalkıp yattığı yere gidiyoruz. Kırmızı karanfiller başucunda duruyor, boylu boyunca yatıyor uyur gibi. Vedalaşıp çıkıyoruz odadan. Şiir... o güzel sesten dinlediğimiz şiirler... Aklıma bunlar geliyor. Garip bir boşluk hissediyorum. O şiirleri bir daha onun sesinden dinleyemeyecek olmak üzüyor, hatta nedense, sinirlendiriyor beni. Biraz bencillik belki ama aklıma ilk bu geliyor... “Ben şiir dinleyemeyeceğim bir daha ondan ”, ilk bu. “Yakışıklı Adam” o düzgün türkçesiyle o etkileyici ses tonuyla şiir okumayacak bana bir daha. Çünkü şiirler, orada, soluksuz yatıyor! Gazeteciler mikrofonu uzatıyorlar Bilgesu Abla’ya. “Bunu özellikle yazmanızı istiyorum, lütfen. O, son günlerine kadar hep gazetelerde ölüm
orucunda ölen bir çocuğun haberini sordu. Annelerini sordu onların hep annelerini...” Anneler ve Müştak Baba... Burada gözlerim doluyor, ki bir anıyı hatırlıyorum. Kaç defa yazmak isteyipte bir türlü beceremediğim o anları. Ölüm orucu başladığında ailelerin dışardaki ölüm orucu Erenus’ların evinde başlamıştı. Gülsüman, Şenay, Şükran Ana... Müştak Baba ile aralarında bir dostluk kurulmuştu her birinin. Müştak Baba yaşlılığından dolayı her şeyi unutuyor ama evinde bir süre misafir olan anaları hiç unutmuyordu. Gülsüman ve Şenay şehit düştükten bir yıl sonra Şükran Ana ile evlerine ziyarete gitmiştik. Tatlı götürdük giderken, şekerpare. Bilgesu Abla “aman Müştak görmesin!” diyerek kaldırdı tatlıyı. Çok severmiş, ama fazla yiyince dokunuyormuş. Bir süre sonra uykusundan uyanıp geldi. O deriden koltuğuna oturdu. Acaba hatırlayacak mı? diye merakla bakmaya başladık Müştak Baba’ya. Şükran Ana’yı görür görmez heyecanlandı ve şu kelime döküldü dilinden “Şekeriiim!”. O’nu hatırlamış olmasına o kadar çok sevindim ki... Niye bu kadar sevindim bilmiyorum... Bilgesu Abla ile birbirimize baktık. Aynı şeyi düşünmüş ve haklı çıkmıştık. “Onları asla unutmazdı” Şükran Ana ile kucaklaştılar. Ve hemen sordu Müştak Baba “Nasılsın şekerim iyi misin?” “iyiyim” cevabından sonra hemen Gülsüman ile Şenay’ı sordu. “O kadınlar ne yapıyor kadınlar? Analar, iyi mi? “ Bilgesu Abla cevapladı soruyu “İyiler Müştak, çok iyilermiş “ Başımız öne düştü hepimizin. Bir suskunluk oldu hepimizde. Sessizliği yine Müştak Baba’nın şiirli sesi bozuyordu. Kimi zaman Sermaye Destanı’ndan kimi zaman başka bir kitabından şiirler okurdu. Dinlerdik, hiç bıkmadan. Ses tonunu kimi zaman alçaltır kimi zaman yükseltir, tonlamaları ve vurgularıyla dikkatimizi hep canlı tutardı.
16
Severdik şiirlerini. Çünkü şiirine o güzel sesiyle hayat verir, yaşatırdı. Soluk aldırırdı. Kendine has giyim tarzı ile ne giyse yakışırdı Bilgesu Abla’ya. O uzun boyu ile endamlı dururdu. Bir rüzgar gibi geliverir, sonra giderdi aynı hızla Armutlu’dan. Telaşlı olurdu kimi zaman. Duyarlı yüreği, kırılgandı da. Kimi zaman arkadaşlarına kırılır, kimi zamanda bize kırılır, eleştirirdi. Hoşgörüsüne ise hep tanık olduk. Müştak Baba’yı uğurladığımız gün yine aynı o günlerdeki gibi telaşlıydı biraz. Ama soğukkanlılığını koruyordu. Ağlamıyor, kimi zaman Ali’nin başını okşuyor, kimi zaman misafirlere çay ve büskivi ikram edebilmek için koşturuyordu. Müştak Baba 5 Kasım’da vefat etmişti. Tıpkı bir yıl önce Armutlu’ da katledilen Barış gibi, Arzu gibi, Bülent ve Sultan gibi. Bilgesu Abla Müştak Baba’yı Armutlu’ya götürecekti bir kez daha. Müştak Baba’yı halkı uğurlayacaktı, son yolculuğuna. Tıpkı Armutlu’dan uğurladıkları evlatları gibi. Gülsüman’ların Şenay’ları Zehra’ları uğurladıkları gibi. Bilgesu Abla böyle istemişti. Müştak Baba ise sanki böyle ister gibi Armutlu Katliamı’nın yıldönümünde veda etmişti sevdiklerine. Bir gece misafirleri oldu Armutlu’luların. Sermaye Destanı’nda bahsettiği o eşitçe, kardeşçe bölüşenlerin misafiriydi Müştak baba... Cemevinde misafirleri olacak, yüreklerinde ise ömür boyu Bilgesu Abla’larıyla birlikte anacakları; açlığı ve sevgiyi paylaştıkları gerçek sanatçı dostları olarak kalacaktı. Tıpkı Zehralar gibi kırmızı beze sardılar Müştak Baba’yı. Tıpkı Zehra’yı ziyarete geldiği günkü gibi, kıpkırmızı... Üzerine karanfiller bıraktılar. Köyiçine kadar omuzlarda taşınarak uğurlandı. Zehraların geçtiği yoldan, huzurlu. “O’nu halka emanet ettim” diyordu Bilgesu Abla, usulca... Halkı da bağrına basmıştı Müştak Baba’yı. Kaç kişiye nasip olur böylesi güzel, gururlu vedalar. Sermaye Destanı’nın emekçilerinin omuzları üstünde gidiyordu sonsuz yolculuğa. Güzel söze ne denir, “Gelincik toprağında güzeldir” diyordu baba, “Umut insanda...” Gelecek güzel günlere duyduğu umudu bir ömür boyu taşımıştı yüreğinde, şimdi ise bir gelincik olup açacaktı toprakta...4
röportaj t a v › r
feride’nin dilinden ondokuz aral›k ndokuz Aralık’ı biz, kaç gün öncesinden anlamıştık. Sürece baştan hazırlanmıştık. Çok ağır bir sürecin bizi beklediğini biliyorduk. Ölüm Orucu’na başlarken de biz bunları tartıştık. Biz Ölüm Orucu yapsakta bunlar bizi hücreler atacaklardı. Kendimizi yaşanabilir şeylere hazırlamıştık. 19 Aralık , bizim olduğumuz hapishane diğerlerine göre, hafif geçti. Asıl 19 Aralık’ı onlar yaşadı. Barikatlarımızı kurduk. Arkadaşlar zaten hep nöbetçiydi. Nöbetçilerden biri de hatta Melek Birsen’di. Nöbetçiler hemen yukarı koştular. Ben uykudaydım hemen kalktım. Arkadaşlar "operasyon yapılıyor" diye bağırıyordu. Anında barikatlarımızı kurmaya başladık. Biz kurdukça onlar bir yandan yakıyorlardı. Bir süre sonra biz "içeri girerseniz kendimizi yakarız" diyorduk. "Bu bir katliamdır" diye konuştuk. Koğuşumuzda yoğun gaz altında kaldık. Zaten rahat girebilirlerdi koğuşa ama yine de gaz bombası atıyorlardı. Sürükleyerek, döverek bizi dışarı çıkardılar. Önce bizi dışarıda havalandırma da yere yatırdılar. Bayanlar olarak 17 kişiydik. Erkek arkadaşlar daha kalabalıktı. Onların direnişi daha uzun sürdü. Yağmur yağıyordu ve bizi yere yüzüstü yatırmışlardı. Yan yanaydık hepimiz ve birbirimize kenetlenmiştik. Dövdüklerinde koruyorduk birbirimizi. Biz sürekli slogan atıyor, marş söylüyorduk. Sürekli gelip tekmeler atıyorlardı bize. Onlar dövdükçe biz slogan atıyorduk. Aklımız hep erkek arkadaşlardaydı. Onlardan haber alamıyorduk. Yanımıza da getirmiyorlardı. Boynumuza basıyorlardı. Arada kameraya çekiyorlardı bizi. Biz slogan atınca kapatıyorlardı kamerayı. Sonra yanımıza gelip "Hadi hep beraber fotoğraf çektirelim" diyorlardı. Bizi böyle yaptılarsa Ümraniye, Çanakkale, Bayrampaşa gibi büyük hapishanelerde daha büyük bir operasyon olduğunu tahmin edebiliyorduk. Bir ara direnişçilerden Eylem Yeşilbaş, ayağa kalkıp ölüm orucu andımızı
O
okumuştu. Onun o hali bize çok moral olmuştu gerçekten. Daha sonra görüşçülerin kaldığı bir salon vardı ve bizi oraya aldılar. Akşama kadar orada beklettiler. Nereye götürecekler, bilmiyorduk. Bir ara baktık erkek arkadaşları ringlere bindirmeye başladılar. Bizi de tekmelerle döverek müşahede odaları var oralara attılar dörder kişi olarak. Hücreden daha kötü bir yerdi. Tabi daha kendimize gelememiştik. Gazın ve dayağın etkisinden. Ölüm Orucu’ndaki arkadaşlar vardı. Suyu kesmiştik, almıyorduk. Herkesi zorla hücrelere koymuşlardı. Bizi beklettikleri yerde direnişçileri hastanelere kaçırdılar. Hastanede tedavi kabul etmeyince onları geri getirdiler tekrar. Hastaneye giden Ölüm Orucu’ndaki arkadaşlar, erkek arkadaşların kanlı elbiselerini görmüşler. Onların arasında ölen olmasından korkuyorduk. Diğer hapishanelerden haberimiz yoktu. Askerlere soruyorduk. Kimi tüm hapishanelere diyordu, kimi sadece size oldu diyordu. Sürekli moralimizi bozmaya çalışıyorlardı. “Erkek arkadaşlarınızdan kaç tane götürdük, şu kadar leşimiz var” diyerek moralimizi bozmaya çalışıyorlardı. Bizde onları çok merak ediyorduk. Nereye götürüldüklerini bil-
17
miyorduk. Bir anamız vardı ve onun da oğlu vardı orada. Bizi hücrelere attıklarında anamız askerlere "oğlumdan haber getirin. Yoksa bende bunlarla ölüme yatarım" diye bağırarak ağlıyordu. Onun o tepkisinden dolayı biri gelip Sincan’a götürüldüklerini söyledi. Sonra başkası Tekirdağ’a götürüldüler dedi ve biz net bir bilgi alamıyorduk. Sabah olduğunda çevreyi gözetledik. Daha sonra havalandırma kapılarını açtılar. Birbirimize seslenerek kimin nerede olduğunu öğrendik. Erkek arkadaşlardan bir buçuk hafta sonra mektup alabildik... Havalar soğuktu ve direnişteki arkadaşlar için kaygılanıyorduk. Kaloriferleri yakmıyorlardı ve ısınmak imkansızdı. Biz bu kadar üşüyorsak, onlar daha kötü durumdaydı mutlaka. Daha sonra battaniyelerimizi, kıyafetlerimizi verdiler. Çok sonra operasyonda kaç tane şehit olduğunu öğrendik. Gazeteleri verirlerken operasyonla, bizlerle ilgili haber varsa, onları keserek veriyorlardı. Görüşlerimiz engelleniyordu. Gardiyanlar askerler başımızda bekliyorlardı. Görüşçülerimiz dışarıdan haber verdiğinde yada biz operasyonda yaşadıklarımızı anlattığımızda hemen görüş kesiliyor ve bize saldırarak götürüyorlardı.4
şiir
mehmet özer
mevsimlere inat Susmayı yarın güvencesi sananlar Yanılıyorsunuz Sustukça kirleniyorsunuz Çoğalıyor içinizdeki musallah taşları Ölüyorsunuz Ölülerimiz gitti Utancınızdır sizde kalan Bu son dalga değildir Yürek duvarlarınızda patlayan Mevsimlere inat Ateşten geçiyor taşları çatlatan çiçekler Hiroşima’ dan sonra Bayrampaşa Yenilmeyen alaz şarkılar bırakarak Kardelenler düşüyor toprağa Gelincikler çoğalsın Gelincikler çoğalsın gelincikler...
masal sinan
gümüfl
arpal›kta heyecan var rpalığın sunduğu nimetleri, bir giren hayvanın bir daha terketmek istemediğini geçtiğimiz sayıda anlatmıştık. Hayvanlar bu arpalığa çevrede yaşayan köylüler tarafından daha sağlıklı verim alabilmek için gönderiliyordu. Ama Arpalığa giren hayvanların geri dönmek istememesi ve dışardakileri unutması üzerine sinirlenen köylüler, balta ve satırlarıyla arpalığı basmış, tüm hayvanları kışlık yiyecek olarak kesip götürmüşlerdi. Öyle ki kesilen hayvanlardan geriye bir tek kemik bile kalmamıştı. Arpalığa giren hayvan çeşidinin çokluğunun böyle bir verim düşüklüğüne yol açtığını düşünen köylüler, arpalığa bu sefer sadece iki çeşit hayvan göndermeye karar vermişler. Böylece hayvanlar üzerindeki denetimleri daha fazla olabilirmiş. İlk parti inek ve öküz grubu arpalığa yaklaşırken oldukça heyecanlıymış. Öyle ya, resmen arpalığa gidiyorlarmış. Arpalığın ününü, namını doğduklarından beri gittikleri her yerde duyuyorlarmış. Uçsuz bucaksız yemyeşil otlaklar, dev pınarların sularına yapılmış yalaklar, binbir çeşit çiçekler, ağaçlar, gölgelikler... Yok, yokmuş bu arpalıkta. Burayı görmekte her öküze nasip olmazmış. Her öküz burayı görebilmenin hayaliyle yaşar, ama göremeden ölüp gidermiş. Ama işte onlar resmen gidiyorlarmış arpalığa. Hepsi fısıltı halin-
A
de heyecanlarını ve sevinçilerini anlatmışlar birbirlerine. İçlerinden çok heyecanlı bir öküz kendini fazla tutamamış: - Bekle beni Arpalık! İşte sana doğru geliyorum! Benimsin artık! Benimsin! Mööö... diye bağırmış.Ama yanındaki öküzün sert boynuz darbesiyle kendine gelmiş. Boynuzu atan öküz daha temkinli bir öküzmüş. Sonuçta oda öküzmüş ama diğerinden daha akıllıymış. - Hop ağır ol bakalım! Daha içeri bile giremedik! Ne bu telaşın? Senin
19
bizden önce Arpalıkta yaşayan diğerlerinin başına gelenlerden haberin yok galiba? - Yooo... Ne olmuş ki onlara! - Sen de tam öküzmüşsün be arkadaş! Pes doğrusu! Biz oraya niçin gidiyoruz sanıyorsun? Onlar da senin gibi düşünerek girdiler ve girer girmez otlakların büyüsüne kapıldılar. Ve onları oraya gönderen yani sahibimiz olan köylüleri unuttular. Köylüler onlardan dahi iyi süt almak, tarlalarını daha güçlü öküzlere sürdürtmek için onları oraya göndermişlerdi...
- Eeee? - Eee si, onlar bu görevlerini unuttular. Ve tabii köylüler de arpalığı basıp hepsini kestiler. Şimdi onların yerine biz gidiyoruz. Susmuş, arkadaşına bakmış. Diğerinin tadı taçmış. Boğazında bir ağrı hissetmiş. - Yani... Biz de öyle yaparsak bizi de keserler mi? Sen ne süzme bir öküzmüşsün be kardeşim! Ne sanmıştın? Tren manzaralı bir tatil köyüne tatile gönderecek değiller ya?.. Ama dur sakin ol. Her şeyin bir kolayı var. Onlar en başta senin gibi girdikleri için kısa sürede dikkat çektiler. Biz bunu gizli gizli yapmalıyız. Arpalığa ilk girdiğinde çıkmamazlık yapmayacaksın. Akşamları gidip sütünü verecek, tarlanı süreceksin. Pisliğini orta yere yapmayacaksın. Sonra çaktırmadan arayı uzatacaksın. Alıştıra alıştıra... anladın mı? - Evet daha iyi anladım şimdi. - Neyse sen yine de sürüyle birlikte hareket et. Fazla göze batma. Ve heyecanın da içinde sakla olur mu? Derken inek ve öküzlerden oluşan birinci parti sürü, Arpalığın kapısına varmış. Tüm inek ve öküzlerin heyecandan dizlerinin bağı çözülecek gibi olmuş. Arpalığın kapısında şöyle bir durup içeriye bakmışlar. Görüntü gerçekten inanılmazmış. Taze arpalar, kuru arpalar, el değmemiş arpalar, yulaflar... Arpalık gerçekten söylendiği gibi varmış. Genç olanlar, özellikle daha yaşlı ve tecrübeli olan ve buraya daha önce de girip çıkmış olanların içeri girmesini bekliyorlarmış. Çünkü onlar nasıl girilmesi gerektiğini, aslında çokta etkilenmediğini göstermek için nasıl yürünmesi gerektiğini iyi biliyormuş. Hayvanları getiren köylüler dehleyerek hepsini içeri sokmuşlar. Bir süre nasıl davrandıklarını izledikten sonra oradan ayrılmışlar. İnek ve öküzlerden oluşan sürü, içerde hala şaşkınlıkla geziyormuş. Burasının anlatılandan çok daha güzel olduğunu her geçen dakika daha fazla hissetme-
ye başlamışlar. Tam rehavete kapılıp otlaklara saldıracaklarken çimenlerin üzerinde kendilerinden öncekilerin kanlarını görmüşler. Birbirlerine acıyla bakmaya başlamışlar. İçerde bir sevinç, bir korku dalgası dönüp dururken dışarda da ikinci parti hayvan sürüsü yaklaşmaktaymış. Bunlar beygirlermiş. Sayıları inek ve öküzlere oranla çok daha azmış. Köylülerin beygirlerden fazla bir bekledikleri yokmuş ya, belki içerde inekler ve öküzlerden oluşan sürünün hareket alanını daraltarak her tarafa zarar verme-
lerini önleyebilirler diye düşünüyorlarımış. Bu düşünceyle beygirleri de arpalığa sokup arpalığın kapısını kapatıp çıkıp gitmişler. Beygirler de tıpkı inek ve öküzler gibi heyecanlılarmış. Ama kendilerinden beklenileni çok daha az olduğunu bildiklerinden daha rahatlarmış. Beygirlerinde içeri girip kapının kapatılmasının ardından arpalıkta yeni dönemde başlamış. Artık bundan sonra arpalıkta iki sürü söz sahibi olacakmış. Öküz ve ineklerden oluşan birinci sürü ve beygirlerden oluşan ikinci sürü. Bir de bu iki sürünün arasına karışıp arpalığa girmeyi başaran ve içeri girer girmez sağa sola dağılan bir iki sansar ve bir kaç çakal da arpalığın yeni sakinlerinden olacakmış Öküz ve inek sürüsünün tecrübeli olanları sürü dağılmadan hepsini bir araya toplamışlar. En yaşlı olanı bir kayalığın üstüne çıkıp sü-
20
rüye seslenmiş. -Arkadaşlar! Artık arpalığa girmiş bulunuyoruz. Ama bizden öncekilerin başına gelenlerin bizlerin de hemen başına gelmesini istemiyorsak daha planlı hareket etmeliyiz. Elbette ki buranın nimetlerinden sonuna kadar faydalanacağız ama bir yandan da bunu o hizmetlerini yerine getirmek için yaptığımızı hissetirmeliyiz. Evet buradan çıkıp o pis kokulu tarlalara gitmek hepimize ağır gelecek ama başlar da bunu yapmak zorundayız. Bir süre sonra nasılsa her şey normalleşecek ve gitmediğimiz de fazla göze batmayacak. Bu yüzden hemen arpalığın büyüsüne kapılmamalıyız. Tüm öküz ve inekler, isteksizce ve biraz da mecburiyetten bu durumu onaylamışlar. -Ve... diyerek devam etmiş yaşlı öküz. -Ve unutmayın ki bizlerin buraya girmesi için çırpınıp duran bir kardeşimiz daha vardı. Hepimiz onun sayesinde buradayız. Ama o arpalığa gelemedi. Bu otlaklar da otlamak ve semirmek en çok onun hakkı unutmayın. O’nu da ne yapıp edip buraya getirmeliyiz. Gerekirse beygirleri de bu konuda ikna etmeliyiz. Beygirler zaten uzaktan bunları dinliyormuş. -Bizce sürünüzün sayı olarak maşallahı var, bir de o gelmiş çok mu? Siz yeter ki bize dokunmayın, etrafımızda fazla gürültü yapmayın ve bizim otlaklara girmeyin. Gerisini de ne yaparsanız yapın.. -Güzel. Sizinle anlaşıcaz galiba. O halde arpalıktaki ilk günümüzü kutlayalım hep birlikte... diye bağırmış öküz. Ve kişnemelerle mölemeler birbirine karışmış, hep birlikte otlağa doğru koşmaya başlamışlar. Geride toz duman bulutu bırakarak.. Tozu dumana katmaları dışarı da köylüler adına onları gizlice izleyen kişinin onları daha fazla görmesini engellemiş ama söyledikleri sözleri defterine not etmesini engelleyememiş.4
masal veysel çelik
DAĞIN ARDI ağ”dı adı köylünün dilinde ezelden beri. Haritalarda bir adı vardı belki ama eteğindeki bu köyde onun adı hep “dağ” olarak söylendi. Uluydu çok yüceydi ve zemheri aylarında aşılamazdı öte yanına. Köylünün onu böyle adlandırması bundandı belki, kim bilir. Onun yüceliğini aşılmazlığını onların dilinde en iyi anlatan sözcük “dağ” olduğu içindi belki. Köy on haneliydi. Dağın eteğinde yapayalnızdı. Ve tam sekiz ay kar altındaydı. Dağ geçit vermezdi bu sekiz ay boyunca. En yakın yer dağın öte yanındaydı. Kilometreye vursan çok uzak sayılmazdı bu, kar kalktığında bile zor aşılan koskoca bir dağ. Giden çok oldu ocağın öte yanına ama dönen olmadı ki kalanlara anlatsın dağın ardında ne olduğunu... Kimseler bilmiyor. Gidenler ya kurda kuşa yem oldu ya da çığ düştü tepelerine. Köylü öyle biliyor. Uzun zemheri ayları buyunca oturur söyleşirler kendi aralarında, evleri kar altında görünmezken. Yitip giden oğullarına kızlarına ağlaşırlar. Ağlaşırlar, lafın gelişi. Acıları bir kor gibi gelip çöker, boğazları düğümlenir de ağıt yakarken, tek bir damla gözyaşı dökülmez yanaklarından aşağı. Öyle ya umuttur, hiç tükenmez. Kimbilir belki aştılar dağın tepesini. Vardılar öte yana. Yuvalarını kurup çoluk çocuğa karıştılar o hiç bilinmeyen diyarlar da. Yaşıyorlardır yani. Kim bilir, belki onlar da bir kaçak çayın deminde, sımsıcak sohbetlerde dağı, köyü, kendilerini konuşuyorlardı oralarda, dağın ardında. Koyu, kopkoyu kaçak çaylar kıtlama şekerlerle içilirken dalınan bu sımsıcak sohbetlerde konu her vakit
“D
buraya gelir. Getirilir. Umut, onları ayakta tutan tek şeydir çünkü. Çünkü bilirler ki bir insan düşleri öldüğünde bir dakika bile yaşayamaz, ölür! Dağın eteğindeki köy de Kürtçe konuşur. Ve bir başkadır bu köyün ağıtları, türküleri. Çok acı çekmiş çok ölmüşlerdir çünkü. Ağıtların tümü dağ üstünedir. Hep onu aşmayı düşlemişler, gidenler geri dönmemiştir. Adam boyu kar altındayken nice gelinler doğum sancıları içinde inleye inleye, bağıra çağıra ölmüştür doktorsuzluktan ebesizlikten. Alkanlara bulanırken gelinler daha bir kez bile nefes alamadan, daha bir kez bile ağlayamadan karnında ölen bebeleriyle o buz gibi toprağı doyurmuştur cansız bedenleriyle. Daha ana sütü çağındayken bir tek aşıyla koca bir ömrü olacak bebeler daha “daye” diyemeden göçüp gitmiştir adına cennet denilen bilinmeze. Köyün aşağısında dere kenarındadır mezarlık.
21
Ve mezarlıkta yanyana yatanlar dedeler, neneler, analar, babalar, gebe gelinler, yaşına girmemiş bebeler, ömürlerin de bir kez bile deniz görmemiş, bir kez bile portakal, muz yememişlerdir. Hamo dayı köyün en yaşlısı. Bin yaşında belki. Öylesine bilge. Kimi kimsesi yok. Tek başına iki göz damında. Üç keçisi ve kendisi gibi babayiğit, kendisi gibi bin yaşında Dewreş adlı köpeğiyle yaşıyor köyde. Yağız bir it Dewreş, yiğit, cesur. Gençliğinde kurt sürüsünün ortasına dalıp da üçünü beşini yere serişi hala bir tevatür gibi destan gibi anlatır durur. Kurt kapmasın diye kesilmiş kulakları kapkara başıyla köyün en heybetli köpeğidir. Çok övünür Dewreş’iyle Hamo dayı. En maharetli çobandan daha ustadır davar gütmede. Bir keresinde patikada ayağı kırılan bir keçinin başında beklemişti de açlıktan susuzluktan ölmek üzereyken iki gün sonra bulmuştu Hamo
dayı onu. Öylesine sadık, öylesine gururluydu Dewreş. Hamo dayı bir dağın ardında yitip giden evlatlarının yerine koymuş, onlar gibi sevmiştir Dewreş’i. Seydo yumrukladı kapısını Hamo dayının. -Hamo Dayı, Hamo Dayı! hele aç kapıyı diyeceklerim var!.. Dewreş, ocakta çıtır çıtır yanan meşe odunlarının karşısında uzandığı yerden başını kaldırdı, kapıya doğru baktı. Seydo’nun Dewreş. Yine de içgüdüsüyle kötü bir şeylerin olduğunu sezinlemişti sanki. Gelip burnuyla dürttü Hamo dayıyı. Uzandı Hamo dayı. Uyanmasıyla Seydo’nun sesini duyması bir oldu. Kalktı açtı kapıyı. Seydo baştan ayağa kara belenmişti. Kaşı kirpikleri, bıyığı sakalı tümden buza kesmişti. -Ne oldu Seydo? Ne bu hal? Hele geç içeri. Donmuşsun sen oğul. Geç geç, şöyle ocağın başına geç. Seydo tir tir titriyordu. Dişleri takır takır birbirine vuruyor, ağzından tek bir sözcük çıkmıyordu. -Söyle Seydo, kendine gel, hadi ne oldu gecenin bu vakti? Birden silkindi Seydo, kendine geldi. Yapıştı koluna Hamo Dayının... -Berivan!.. Berivan ölüyor Dayım. Yüklüydü bilirsin. Bu ay içinde doğacak demişti Bese Ana. Geldi yok herhal. Ama çok bağırıyor, çok ağlıyor, çok inliyor Berivan. Yardım et Hamo dayım, yardım et dedem, yardım et pirim... Yardım et de ölmesin Berivan. Kolunu tutmuş sıktıkça sıkıyor Hamo dayının. Sarsıyordu. Bilinçsiz ne yaptığını bilmeden konuştukça konuşuyor. -Dur hele deli oğlan, dedi Hamo dayı, dur hele bir çaresine bakarız. Beseyi çağırdın mı? Bütün köy onun eline doğmuştur. Odur senin dermanın, bana niye geldin? -Çağırdım, şimdi Berivan’ın yanında.. “Kanaması var, zor olacak, git Hamo’yu çağır” dedi. Hamo dayı gözlerine baktı Seydo’nun Seydo çaresiz, Seydo dermansız, Seydo kolu kanadı kırılmış, Seydo ölmüş... Sanki Hamo dayı bir tanrı onun gözünde. Ha dese nur topu gibi bir oğlan doğuracak, pembe yanaklı, yeşil gözlü, toraman... Ha dese bir değil bin can verecek Berivan’a... Ha dese ölmeyecek Berivan ve de daha doğmamış, doğama-
mış bebesi... Bütün bunları bir bir okuyordu Hamo dayı, Seydonun kocaman olmuş gözbebeklerinde... -Çok mu seviyorsun Berivan’ı -Çok! -Ya doğacak bebeyi? -Ondan da çok! Bebekliğini bilir Seydo’nun Küçüklükten belliydi yiğit olacağı. Tüm yaşıtları bir bir gittiler de dağın ardına bir tek o kaldı geride. Berivan için...O olmasa Seydo da çoktan gitmişti buralardan. Dağın ardına göç etmişti çoktan. “Ah Seydom, yiğit Seydom. Ben ne yapam ki elimden ne gelir. Nasıl kurtarayım Berivan’ı? Bak bugüne dek bin bebeyi dünyaya getiren Bese bile biçareyken ben nasıl derman olam senin derdine” diyecekti ki demedi. Yandı, kavruldu yüreciği yine de ağzını açıp tek kelime etmedi Seydo’ya. Hadi dedi Seydo’ya, düş önüme!.. Çabucak eve vardılar. Bese Ana telaşlı: -Berivan!.. dedi bir başka bir şey diyemedi. Bese ana anladı ne demek istediğini. -Yaşayacak, dedi, hemi de doğuracak ama... -Aması ne? Diye atıldı Hamo dayı. -Dağın ardı, dedi Seydo -Dağın ardı dedi Hamo dayı. -Dağın ardı, dedi Bese Ana bir daha. -Bese ana bin yaşın bilgeliğiyle dimdik. Yüzünde her bir başka bir acının izini taşıyan binlerce çizgi. Hamo Dayı da Bese’yle yaşıt.. Seydo genç, Seydo yiğit ama sanki şimdi o da Hamo’nun Bese’nin yaşında. Dağın ardını düşlüyor üçü de. Dewreş bile gözünü dikmiş ocakta yanan odunlara dalmış gitmiş. Sanki o da düşlüyor dağın ardını. Bir kıvılcım yandı söndü Hamo dayının gözlerinde. Bildik bir kıvılcım. Dağın öte yanına gidenleri görmüş gibi o kısacık parıldayışında kıvılcımın. Şimdi karı, boranı, tipiyi unutmuş öte yana geçmiş gibi sevinçli. Coşkulu. Çocuk gibi kıpır kıpır yüreği. -Getir katırı Seydo. Kızağı da. Hadi tez ol!.. Şimdi aynı kıvılcım Seydo’nun, Bese’nin, Dewreş’in gözlerinde yanıp sönüyor. -Derman dağın ardındaysa biz de geçeriz dağın öte yanına dedi Hamo
22
Dayı.. Çok acı çekti bu köy.. Çok dövüldü, sövüldü.. Çok kırıldı, çok öldü... Yoksulluktan, açlıktan, ilaçsızlıktan, doktorsuzluktan ölen bebeleri düşlüyor Hamo Dayı.. Kıran gelmişti sanki bir keresinde.. Bebeler bir bir ölüyordu.. Ne olduğunu anlayamamışlardı bir türlü.. Çok sonra katır üstünde bir doktor, bir hemşire gelmişti köye jandarmayla birlikte... “Getirin bebelerinize, aşı yapacağız” demişti doktor. Hamo dayı doktoru kolundan tuttuğu gibi dere kenarındaki mezarlığa sürüklemişti. Küçücük dizi dizi mezarları gösterip “Aha işte burada bebeler” demişti, “hadi aşıla!” Kemiklerini kırmıştı candarmalar Hamo dayının... “Vay sen hükümet tabibine bunu nasıl dersin?” diyerek.. Sıkıca giydirdiler Berivan’ı. Taşıdılar kızağa, yatırdılar. Her yanını da bir güzel örttüler.. İnlemeleri azalmıştı Berivan’ın. Ölüm rengindeki gözleri şimdi onu da kıvılcımıydı. Umut onu da sarıp sarmalamıştı. Etrafında pervane olan Seydosunu, Hamo dayıyı Bese Anayı görüyor onların gülen yüzlerinden güç alıyordu. Tipinin hızı kesilmişti. Artık bıçak gibi kesmiyordu insanın yüzünü. Köylülerde bu arada gelmiş birikmişti evin önüne. Gelenekti. Dağın ardına gidecek olanlar bir tür törenle uğurlanırdı köylerde. Tekmil köylü katılırdı törene eksiksiz. Köy kuruldu kurulalı bu böyleydi. Bese ana hepsini çoluk çocuk ihtiyar genç kadın erkek tüm köylüye haber vermiş toplamıştı evin önüne. Köylü içinden bir “ölecekler” diyor bir “umut” diyordu. “Gitmeyin” demediler yolculara. Umut baskın geldi Berivan yaşayacaktı belki. Seydo’ya aha bu koca dağ gibi bir yiğit evlat doğuracaktı. Belki bir daha hiçbirini ne Berivan’ı ne Seydo’yu ne bilge Hamo’yu ne de yerinde duramayan tevatür Dewreşi göremeyeceklerdi. Olsun, düşleri ölmeyecekti ya önemli olan buydu... Hepsi bir bir kucakladı yolcuları. Tek damla düşmedi yanaklarından aşağı. Şölendi çünkü. Ta eskilerden beri hep böyle gülen gözlerle yürekler yanıp kavrulsa da dağın ardına gidenlere Umuduna umut katılarak uğurlanmıştır yolcular. Şölen bitti. Seydo katırın dizginini eline aldı, en öne geçti. Kızağın arkasında Hamo Dayı. Dewreş önce
Hamo Dayının yanındaydı ama dayanamadı Seydo’nun da önüne geçti, bir rehber gibi ardındakilere yol göstermeye başladı. Yolcular gözden yitince zılgıtı başlattı Bese Ana. Sonra köyün tüm kadınları, gelinleri, kızları.. Gök zılgıta kesti tüm.. Zılgıt ilahi bir çığlıktır. Derler ki insanın dilinde dünya üstünde başka bir çığlık yoktur. İnsana has tüm duyguların yüklendiği böylesi bir ses gibi zılgıt acıdır. Yürek parçalar. Zılgıt; sevinçtir, coşkudur. Çağıl çağıl akar insanın özüne doğru. Ve zılgıt umuttur, yarındır. Hava iyice aydınlanmıştı. Daha da hızlandılar. Azıkları vardı. Tedbirlidir Bese ana. Ne varsa doldurmuştu kızağın altına. Ama hiçbirinin aklına gelmiyor bir şeyler yemek. Tek hedef var; dağın ardı. Onlar ancak dağın ardında doyacaklar. Ve oraya kadar açlıklarını umut bastıracaktı. Dewreş bir an gözden yitiyor. Seydo gözlerini kısıp bakıyor Dewreşin yittiği yere. Bir anda ulumalar, havlamalar yükseliyor o yandan. Seydo tüfeğini eline alıp koştu. Dewreşin çevresinde tam beş tane canavar. Açlıktan gözleri dönmüş beş tane kurt. Bir bir atılıyorlar Dewreşin üzerine. Seydo doğrultuyor tüfeğini. Parmağı tetikte. Basamıyor. Dewreşi vurabilir çünkü yanlışlıkla kurtların ikisini göğüs darbesiyle deviriyor karların içine Dewreş. Hemen tüm kemikleri kırılan kurtlar
bir daha kalkamıyorlar düştükleri yerden. Diğerleri bir an boş bulunan Dewreşi en zayıf yerinden boynundan yakalıyorlar. Seydo o an farkına varıyor çivili temasını takmadıklarını. Hayıflanıyor. Boğazından derin bir yara alan Dewreş yıkılmıyor, canla başla savaşıyor canavarlarla. Sarı tüyleri kandan kızıla kesiyor ama gene de dimdik ayakta... Ensesinden yakalıyor birini, o güçlü çenesiyle sıyırıp atıyor sırt derisini. Sonra diğer ikisinin üzerine atılıyor. Eski günlerdeki gibi bir göğüs darbesiyle bir kurdu daha haklıyor. Son kalan kurt kaçıyor. Dewreş koşuyor ardından. Seydo buza kesilmiş sanki. Donmuş kıpırdayamıyor. Yalnızca izliyor yiğit Dewreş’i. Dewreş koşuyor koşuyor birden yıkılıyor yere. Kurt çoktan yitip gitmiş. Seydo Dewreşin yanına koşuyor kendine gelip. Dewreş bir kan gölünün ortasında hırsla soluyor. Göğsü kalkıp iniyor biteviye. Kan oluk oluk akıyor, kurtların dişleriyle parçalanmış boğazından. Dewreş bir an silkiniyor, ön ayaklarının üzerinde doğrulmaya çalışıyor. Gözleri kurdun yitip gittiği yerde hala. Son gücünü de tüketiyor, tekrar düşüyor yere. Seydo varıyor Dewreşin yanına elleriyle bastırarak boğazına kanı durdurmaya çalışıyordu. -Ölme Dewreş. Ölme heval. Ölme. Bak ne kaldı şunun şurasında. Aha dağın ardı şurda bak. Ölme hevalim ölme!.. Hamo Dayı katırı çeke çeke varıyor yanlarına. Dewreşi öyle kanlar içinde görünce dizlerinin bağı çözülüyor. Çöküyor yanına Dewreşin. “Duman beni tutmaya” diyor, sonra incitmekten korkarcasına usul usul okşuyor başını. Yıllar yılı evlat bildiğini, dostunu, yarenini, kimsesiz gecelerinin ortağını, yoldaşını usulca okşuyor . Kapanmış gözkapakları bir an açılıyor Dewreşin. Sevgiyle bakıyor Hamo Dayı’ya. Bir kıvılcım yanıp sönüyor Dewreşin gözlerinin içinde. Ve ciğerlerinde biriken son soluğunu salıyor Dewreş. Gözleri usul usul kapanıyor. Hamo Dayı alıyor kucağına Dewreşi bastırıyor göğsüne. Bastırıyor, bastırıyor, bastırıyor. ”Hevalemin” diyor ve bin yıldır damlayan gözlerinde iki küçük damla süzülüyor yanaklarına. Gömelim diyor Seydo , kurtlara bırakmayalım.
23
Berivan sessiz. Hafif hafif inliyor. Kapatmış gözlerini, dağın ardını, emzireceği bebesini düşlüyor. Dudaklarında acılı bir tebesüm. Tipi başlıyor yeniden. Hamo Dayının da Seydo’nun da puşilerinden zor görünüyor gözleri. Gözleri açıkta ama bir işe yaramıyor pek. İki metre önlerini zor görüyorlar. İçgüdüsel bir hareketle buluyorlar yollarının sanki. Durmuyor, yavaşlamıyorlar. Aynı hızla yürüyorlar. Bu tipi nasıl olsa bitecek. Bu dertler nasıl olsa son bulacak. Dağın ardına mutlaka varılacak!.. Bir ses... Gök gürültüsü gibi... Giderek de çoğalıyor. Hamo dayı sesi çok iyi tanıyor. Seydo da... Berivan’da Çığ. Bir an göz göze geliyorlar. İkisinin de gözlerinde dağın ardı yandı söndü. Yürüdüler. Umuda doğru son güçleriyle yürüdüler. Kıvılcımlı gözleri; buza kesmiş sakalları; donmuş ayaklarıyla yürüdüler, yürüdüler, yürüdüler. Sonsuz beyazlığın içinde yitip gittiler. Sözleşmiş gibi tekmil köylü bir bir çıktılar evlerinden. Hiçbirinin ağzından tek bir ses çıkmadan dere kenarına doğru yürüdüler. En önde Bese ana ardında tüm köylü. Kadını, erkeği,genci,yaşlısıyla... Mezarlığa vardılar... Büyülendiler sanki birden. Bütün bebe mezarları, berfine kesmişti. Berfinlere mezarların üstünde sarılı beyazlı nazlı nazlı salınıyordu karların arasında. Gülümsediler. Umut kıvılcımı gelip oturdu hepsinin gözbebeklerine. Yine sözleşmiş gibi hepsi birden diz kırıp nazlı nazlı salınan berfinleri kokladılar. Bebek kokusu doldu ciğerlerine. Minicik bebelerin kendine has o güzelim kokusu. Bese ana gülümseyen yüzüyle kalktı, yüzünü dağa çevirdi. Ardından tekmil köylü, Sessizlik... Hani iğne düşse duyulacak cinsten. Birden bir çığlık kapladı göğü. Yeni doğmuş bir bebeğin yaşam çığlığı. Kulakları sağır edecek kocaman bir çığlık.. -Dağın ardı dedi Bese ana.. -Dağın ardı, dediler hep bir ağızdan tüm köylü. Yüzleri ışıdı hepsinin. Gözlerindeki kıvılcım daha bir alazlandı. Zılgıtı başlattı Bese ana. Bebenin çığlığına köylünün zılgıtı karıştı. Mutluydular... Bu ses bu gökte çınladıkça umut hep yaşayacaktı. Düşler hiç ölmeyecekti.4
tartışma murat coşkun
‘pardon’ a PARDON! elefon çalıyor. Açıyoruz. Telefondaki kişi bir haber ajansından. "Pardon isimli filminizin yasaklanmasıyla ilgili bilgi almak istiyorum" diyor. Kısa bir şaşkınlıktan sonra, bilgi veriyoruz. Ertesi gün gazetelerde Pardon'un yasaklanmasıyla ilgili haberler yayınlanıyor. Cumhuriyet, hatta Akşam gazetesinde bile! Peki biz neye şaşırıyoruz? Ama bundan önce "Pardon" hakkında okurlarımıza kısa bir bilgi verelim. Yönetmenliğini Vedat Özdemir' in yapmış olduğu Pardon; Antalya Altın Portakal Film Festivali'nde Jüri Özel Ödülü, Cine 5' in düzenlediği kısa filmler yarışmasında ise En İyi Kurmaca Film Ödülü, İstanbul Kısa Filmciler Derneği Ulusal Kısa Film Yarışmasında da en iyi film ödülünü kazandı. Bu filmi İdil Yapım çok yakında VCD olarak piyasaya çıkaracaktı. Ama o meşhur Sinema, Video ve müzik Eserleri Denetim kurulunca YASAKLANDI! Gerekçeyi mi merak ediyorsunuz? Somut bir gerekçe yok! Öyle bir şey yok. Sadece Osmanlı Yasağıyla yasaklanıyor. Daha da inceltilmiş haliyle; aradan yüzyıllar geçtiği için- bu sefer "Urun Kellesini" yerine "uygun görülmemiştir" yazıyor. Peki neye göre? Ne var o filmde de uygun olmayan? Halka yasaklanmasını gerektirecek ne vardı? Bir sanat eseri bu kadar hoyratça yasaklanıyor bu ülkede. Okurlarımız anımsayacaklardır ki, bu denetleme kurulu daha önce'de Grup Yorum'un "Feda" isimli kasetini hiç bir gerekçe göstermeden "uygun değildir" diyerek yasaklamıştı. Peki nasıl bir film bu "Pardon? " Polis var, işkence var, gözaltı var. Pardon? Efendim? Ne dediniz? Polis mi? İşkence mi? Ha o zaman yasaklayın! Tabii tabi, olur mu hiç öyle şeyler bu ülkede! İzlemeye gerek yok filmi, yasaklayın! Beyefendi! neye göre yasaklıyorsunuz filmimizi! Lütfen açıklayın! Biz ne yapıcaz. Ne yapsak yasaklanıyor! Ne yapalım onu söyle-
T
yin bari! Sizin istediğiniz gibi mi yapalım eserlerimizi? O zaman verin senaryoyu bize siz ne istiyorsanız onu çekelim. Biz hiç bir şeye muhalif olmayalım mı? Nedir bu? Beyefendi susmuyor ama konuştukları da boş. Sorularımızla sıkıştırıyoruz kendisini. Açıklayamıyor tabi ki... Çünkü haksız. Bunun kendisi de farkında. Telefonda öfkeliyiz. O ise gergin. Öfkelenmekte haklıyız. Emeğimizin hakkını arıyoruz. Emeğimizin hesabını soruyoruz. Pardon'dan bahsediyorduk. Pardon isim benzerliği nedeniyle gözaltına alınan bir insanın gözaltında uzun süre kalıp psikolojisinin bozulmasını, daha çok mizahi ögelerle ele alan bir film. Gözaltından bırakılan kişiye bir "pardon" denir ama artık çok geçtir, çünkü delirmiştir. Bu yani mesele. Bu rahatsız ediyor denetleme kurulunu. "İçinde Polis gördüğünüz her şeyi yasaklıyorsunuz beyefendi! Polis yok mu bu ülkede? İşkence yok mu? İnsan hakları ihlalleri yok mu? Hücre tipi hapishaneler yok mu? Bu da bizim sanat anlayışımız. Eee... Niye mi sizi arıyoruz? Eeee kimi arayalım beyefendi siz o kurulun başkanısınız! " "Bir dakika sayın yetkili, açıklama yapmak zorundasınız, kaçamazsınız!" diye yolsuzluk yapan bir devlet yetkilisinin peşinden koşan haber muhabirleri gibiyiz. Eee, bu da bir çeşit yolsuzluk yani. Baksanıza emeğimizi çalıyorlar. Halka ait olanı, halktan saklıyorlar... Yolsuzluk değil mi bu? Yazının başına dönersek, haber ajansından arayan kişi bizi şaşırtıyor demiştik. Neden mi? Çünkü Pardon'un yasaklandığını duyurduktan üç ay sonra basının ilgisini çekebiliyor. O da haber ajansından bir muhabirin tesadüfen sitemizi ziyaret etmesiyle öğreniliveriyor! Daha sonra gelişen bir başka olay ise bizi hepten şaşırtıyor. Basında yeralan haberlerden sonra telefonumuz çalıyor yine. Bu sefer Kültür Bakanlığından bir yetkili! Basından "Pardon"un yasaklan-
24
dığını öğrendiğini, bu konuya üzüldüğünü ve yasağın kaldırılması için girişimde bulunacağını bildirdi. Gözünü sevdiğimin medyası sen nelere kadirsin! Pardon'a da tıpkı Pardon filminin kahramanı gibi bir Pardon! denmişti. Pardon' da bir insan olsa tıpkı filmin senaryosunun kahramanı gibi bunca baskıdan dolayı delirir miydi bilmiyoruz. Ama tıpkı tabiri caizse Aziz Nesin'lik bir öyküdür Pardon'un öyküsü. Ne yani önce sev, övgüler, ödüller yağdır; sonra döv, sonra yine sev özür dile! Şizofren bir aşk bu! Eski Türk filmlerinin nostaljik aşkları gibi. Sevgilisinin önce göğsünü yumruklayıp ondan nefret ettiğini söyledikten sonra boynuna sarılıp hıçkırıklarla ağlaması gibi. Aynı şizofrenlik son günlerde tekrar gösterime giren "Büyük Adam Küçük Aşk" örneğinde de karşımıza çıkıyor. Basına yansımayan çok şey var. Mesela yine önümüzdeki günlerde İdil Yapım' dan çıkacak olan, Yönetmenliğini Hüseyin Karabey'in yaptığı "Sessiz Ölüm" sinemalarda gösterildiği zamanda sinema salonları polis tarafından basıldı, sinema sahipleri salonlarını mühürlenmesiyle tehdit edildi. İzleyenler polis eşliğinde izledi sessiz ölümü. Avrupa' da tecrit var. Ya çağrışım yaparsa? Bizim ülkemizde de var sanılırsa! Çünkü bizim ülkemizin hapishanelerinde tecrit yok. Tecrite karşı sürdürülen ölüm orucu eyleminde doksan dokuz kişi hayatını kaybetmedi. Bunlar gerçek olmasına gerçekte sanatını icra etmek suç! Yani düşünce suç! Varsa da, yok sayın canım. Sizde tehlikesiz bir şeyler bulun! Ah telefondaki beyefendi ah... Bizi neden anlamıyorsunuz? Kim hatırlanıyor dünden bugüne? Yılmaz Güney’leri yasaklayıp filmlerini yakanlar mı? Yoksa Yılmaz Güney’ler mi? Bir düşünün bakalım. Niye mi size soruyoruz? Ne yapalım beyefendi, siz o kurulun başkanısınız!✔
halk
kültürü erkin
can
Güldürürken düflündüren
HAC‹VAT ile KARAGÖZ acivat ve Karagöz Sultan Orhan zamanında yaşamış iki halk kahramanıdır. Sultan Orhan tarafından başlatılıp Yıldırım Bayezit zamanında tamamlanan Bursa Ulu Camii'nin inşaatında çalışan işçilerdir. Gerek kendi aralarında, gerekse diğer işçilerle olan ilişkileri, esprileri, şakalarıyla tam bir meddahlık sergilerler. Birgün Sultan Orhan Ulu Cami yapımını ziyaret eder ve inşaatın çok az ilerlediğini görür. Mimar başını çağırır ve sebebini sorar. Mimar başı da Karagöz ve Hacivat adında iki amelenin olduğunu, bunların işçileri çok güldürüp eğlendiklerini ama aynı zamanda da işçileri işlerinden eğlediklerini söyler. Sultan Orhan Karagöz ve Hacivat'ı huzuruna çağırır. "Siz bir takım şakalar yapıyormuşsunuz. İşçilerde size dalıp eğlenirken inşaat yavaşlıyormuş. Şu şakaları bir de huzurumda yapında göreyim" der. Hacivat ve Karagöz Sultan'a bir "hamam" oyunu sergilerler. Bu da Sultan Orhan'ın çok hoşuna gider fakat Sultan "Bırakın cami yapılsın bitsin ondan sonra hep beraber eğleniriz" der ve gider. Bir zaman sonra yeniden gelir ziyarete. Ama Cami inşaatı gene çok az ilerlemiştir. Mimar başıyı çağırır ve mimar başıda gene Hacivat ve Karagöz'ün işçileri oyaladığından bahseder. Bu defa Sultan ikisininde hemen
H
orada kellelerinin vurulmasını emreder. Bu durum Hacivat ve Karagöz'e söylenince Hacivat iki elini yumruk yaparak bir biri üzerine vurur ve "Taş üstünde taş kalmasın" der. Karagöz ise sol eliyle sakalını tutup, sağ kolunu da "adam sen de" diyerek sallar. O sebeple de suretleri
bu şekilde temsil edilmiştir. Hacivat ve Karagöz'ün oracıkta kellelerinin kesilmesi işçilerde büyük üzüntü uyandırır ve halka da korku salar. Çünkü yapılan bir ibadet yeridir, bir camidir. Böyle bir inşaanın yapımında çalışanlar çalıştıkları sürede idam edilmezler. Yani yapının harcına kan karışmış olması islam inanışına göre kabul görmez. Bu Sultan'a bildi-
25
rildiğinde o da yaptığına pişman olur. Fakat iş işten geçmiştir. Sultan yine bir müddet sonra camiiyi ziyarete gelir. Bu defa inşaat duvarlarının kubbeye kadar yükseldiğini görür, memnun olur. Ama izlerken bir işçinin 40-50 kiloluk bir taşı sırtlayıp duvarın tepesine kadar çıkardığını ama oraya bırakmadan gerisin geri indirdiğini görür. Hatta bu durum bir kaç kez tekrarlanır. Sultan merak eder ve hemen o işçiyi huzuruna çağırır. Sebebini sorar. İşçi ezilip büzülerek Sultan'a derdini anlatır. "Efendim der, ben bu gece rüyamda hamamcı olmuşum....." diyerek rüyasını anlatır ve "fakat uyandım ki vakit dar, işe geleceğim. Evimde yıkanacak bir yer yok. Evimin yakınlarında da bir hamam yok ki yıkanıp temizleneyim. Aceleyle işe geldim. Çünkü ekmek parası. Çalışmasam gündeliğim gider, evde çolum çocuğum aç kalır. Ama taşı oraya koyarsam da, yapılan bir ibadethanedir, abdestsiz taşı oraya koyarsam da Allah'tan korkuyorum" der demez Sultan'ın gözünde Hacivat ve Karagöz'ün oynadıkları "hamam" oyunu oynanır. Ve ancak o zaman onların Hamam oyunuyla Sultan'a ne anlatmak istedikleri kafasına dank eder. Çünkü böyle büyük kapasitedeki cami yapımlarından önce yakınına bir hamamı bir abdesthane yaptırmak icap edermiş. Camiye gelecek onca insanın böyle bir ihtiyacı karşılanmalıymış.
Başka bir kaynağa göre ise (Erol Toy-Azap Ortakları) bu olayın Yıldırım Beyazit döneminde yaşandığı belirtilmiştir. Her ikisi de olabilir. Sonuçta Bursa Ulu Cami Sultan Orhan zamanında başlayıp, Yıldırım Bayezit döneminde tamamlanmıştır. Ama yazılı onbeş Karagöz oyununda açılış cümlesi "Sultan Orhan'dan beri...." diye geçer. Bu hikayemize Sultan Orhan olarak devam edelim. Hacivat ve Karagöz'ün ne anlatmak isteğini anlayan Sultan Orhan anında cami yapımını durdurur. Ve hemen caminin yan tarafına büyük bir hamam yapılmasını emreder. Cami yapımında çalışan ne kadar mimar, işçi varsa hepsinide hamam yapımında çalıştırır. Hamam tamamlanır ve tekrardan Ulu Cami yapımına başlanır ve cami tamamlanır. Bu olaydan da görüldüğü üzre, caminin tamamlanması önündeki engel Hacivat ve Karagöz'ün işçileri oyalaması değil, Halkın inanç ve geleneklerine rivayet edilmemesine olan tepki ve inanca saygı gereği çalışmaktan çekinmesi vardır. Bu olaydan aslında Karagöz oyununun özünüde tanıyoruz. Karagöz oyunu halkın değer yargılarını, inanışlarını, yaşayışını yansıtır. Ama bu mizansen içinde gerek Hacivat'ın bilgi birikimi, gerek Karagöz'ün saflığı, hataları ile daima oyunlarında vurgulanan bir kıssadan hissesi vardır. Sultan Orhan'a da kimsenin söylemeye cesaret edemediği bir gerçeği, saygıyı ve ölçüyü kaçırmadan halkın düşüncesini, sultanın yanlışını ifade etmeye çalışmışlar ve inandıkları doğru uğruna da ölümü göze almışlardır. Çünkü o dönem Sultan'a yanlışını söylemek veziri ve danışmanlarının dahi kolay kolay cesaret edemedikleri, Sultanı eleştirmenin kelle bedeli olduğu bir dönemdir. Ve gölge oyunu bu kahramanlarımızla Anadolu'da hayat bulmuştur. Bir rivayette Sultanın üzüntüsünden ve yanlışını görmesinden dolayı onları yaşatmak için bu kahramanlar nezdinde gölge oyununu başlattığını söyler. Bu rivayete göre şeyh Küşterinin Sultanın üzüntüsünü dindirmek için bunu sarayda başlattığı söylencesi vardır. Karagöz oyununun metafizik ve tasavvuf özellikleri taşır. Metafizik bakışına göre de dünya bir hayal alemidir ve insanlar dünyayı görmek istedikleri gibi görürler. Ve burada sınanmak için bulunurlar. Gerçek yaşamsa,
diğer taraf 'öteki dünya' dır, görüşü işlenmektedir, denilerek kendilerine prim yapmaya çalışmışlardır. Oysaki her ne kadar Anadolu’ da yaygın olan islam inanışını hayatın bir parçası olarak yansıtsa da perde- i cihan ve oyuncular ve kurgular hayal olsa da hayat gerçekliğinin ve insanın küçük bir yansıması gerçekçiliğini hiç kaybetmemiştir. Ve bu da perde gazelinde böyle geçer. Gelelim Karagöz oyunumuza ve kahramanlarına. Kahramanlarımız bir dönem yaşamışta olsalar oyunlarımız hayal ürünüdür. Fakat hayat ve Anadolu gerçeğini yansıtmak bakımından oldukça gerçekçidirler. Kısıtlı, dar bir perde gibi mekanla sınırlı olmasına rağman çok sayıda kahramanla, gerek halkın yaşamını, gerekse Anadolu halklar mozağini oldukça gerçekçi yansıtabilmesi gerekçe eleştirel olması, derinliğiyle gerçekten bir yıl sonra bile hayranlık uyandıracak bir niteliktedir. Bunu kahramanlarımızı tanıdığımızda daha iyi göreceğiz. İçinde Türk, Kürt, Laz, Yahudi, Acem, Çerkez, Arap, Ermeni, Rum, Çingene, Arnavut vb. bir çok milliyetten, inanıştan ve sarhoş, aydın esnaf, küçük üretici vb. bir çok meslek ve yaşayıştan kahraman barındırır. Ve bunların yaşayışından diline, şivesine, türkülerine kadar, dünyayı duyuş ve düşünüşünü, toplumsal yer ve konumunu her yönüyle verirken inceden mizahla birlikte belirgin özellikleri güzellikleri yansıtılmış. İnsanların saf dillilik, ukalalık, kurnazlık, dalkavukluk, hasislik, sahte kahramanlık, menfaat düşkünlüğü, apaşlık gibi "insan hali" diyeceğimiz noktaları nükteyle eleştirir, sahneye koyar, ders çıkartır. Karagöz oyunu Anadolu halk zekasının bir ifade vasıtasıdır. Bu her ne kadar Türk halkına mal olsa da Anadolu halkları olarak kabul etmek en doğrusudur. Derler ki, Anadolu halklarında olaylardan komedi yaratma kudreti, dram yaratma kabiliyetinden üstündür. Ve halkın komedi zekasını sahneye koyar. Halk içindeki özellikleri ile örnek tiplere dikkat çekerler. Bunu tek tek kahramanlarımızı tanıdığımızda daha net görürüz. Karagöz; saf temiz ruhlu, olayların gülünç yanlarını bulan yer yer kendi de komik duruma düşen, zeki, okumamış "alim değil ama irfan sahibi" diyeceğimiz cinsten. Yer yer kolaycılı-
26
ğa kaçmak için kurnazlıklara girişen bir halk adamıdır. Her ne kadar kaynaklarda Türk olarak geçse de Romen halkına mensuptur. Evliya Çelebi anlatımlarında da böyle geçer. Yapılan son araştırmalar da oyunlarına ilişkin en eski yazılı metinlerinde de yer yer açıktan savunmasa da oralarda kullandığı kelimelerden yaşayışına kadar kendi halkının özelliklerini görüyoruz. Son dönemde Kakove şenliklerine "Karagöz ve Kakove şenlikleri" adı verilmiştir. Fakat bu Anadoluya Çingeneler vasıtasıyla Karagöz oyununun girdiği anlamına gelmez. Kaynaklarda da öyle bir şeye rastlanmamıştır. Oyundaki karakteri ile de, iyiden güzelden yana olmuş ve halkın güzel yanlarına katılan her yabancı ve yapmacık unsuru alaya alarak reddeder. Ve alternetifde sunar. Yani halka ait olanı, halkın zenginliğini yansıtır. Örneğin en çok Arabi, Fars-i vb. kelimelerle anlatılanı anlamamazlığa gelerek türlü yakıştırmalarla nüktede bulunsa da o kelimenin yerine birçok kelime koyarak dil zenginliğini gösterir. Bu moda veya "entel" diyeceğimiz şeyler de geçerlidir. Hacıvat'sa; az çok medrese görmüş, dilde yabancı kelimelere yer vermekten hoşlanan, olaylara biraz da çıkar yanıyla bakan, fenni diyebileceğimiz bilimleri aydın karakteriyle bilen öğreten ama bunu bazen de çıkarları doğrultusunda kullanan bir tiptir. Alaya alınan, karekteriyle edilen yanı Aydın olmanın verdiği entellektüel birikimin yanı sıra biraz da Karagöz şahsında gördüğümüz halka cahil gözüyle bakıp, küçümsemek, hafife alma bakışını ve bilmekle yapmak arasındaki farkda vurgulanır bu şahsiyette. Yer yer kaypaklığı da olur. Ki bir oyununda da adı sorulduğunda "Efendim bendeniz Bursa dağlarının birgülü, Şeyh Küşteri meydanının bülbülü, fır döndü Hacı Evhad Çelebi derler" diyerek cevaplar. Tam adı Hacı Evhad veya Hacı İvad olarak geçer. Diğer canlandırılan Rum, Ermeni, Yahudi... gibi farklı milliyetlerinse kendilerine has karakteristik duyuş, düşüş ve davranışları ve Türkçe'yi telafuz edişlerine yansıyan kendi dil özellikleri karakteristik çizgileri, giyinişlerine kadar oldukça canlı işlenmiştir. Gene Tiryaki, Altıkarış Beberuhi, Tuzsuz Deli Bekir gibi tiplemeler özellikle İstanbul mahallelerinde rastla-
Bursa Ulu Camii
nan halk zekası ile işlenmiş tiplemeleridir. Ve tüm bu tiplemeler keskin halk zekasının karikatüründen baştan sona nasibini almıştır. Öyle ki Osmanlı'da ticaretin Ermeni ve Yahudiler eliyle yapılması ve bu halkların yüzyıllarca Anadoluda Ticareti elinde tutmuş olmasından dolayı görülen yer yer tüccar mantığı çıkmasına halkın ince nüktedanlığı katılmıştır. Veya bir Laz'ın hızlı ve çok konuşma özelliğini olabildiğine sergiler. Ama burada özellikle belirtmek gerekir ki ince alay ve yer yer eleştiri olsa da diğer milliyet ve azınlıkları küçümseme kesinlikle sözkonusu değildir. Çünkü zenaatkarlıkta Rumlar, Ticarette Ermeni ve Yahudiler, Zaptiyede Arnavutlarla Anadolu halklar mozayiği muhteşem ifade edilmiştir. Bu oyunlarında Ahilik vasıtasıyla oynandığını düşünürsek her halk meslek sahibininde aile bireyi kadar sahiplenildiği görülür. Karagöz’ün canlandırdığı karakterler kadar canlıdır. Yaşar, konuşur, zengin, güzel ve ahenklidir. Halk hikaye ve deyimlerinden tekerlemelerine birçok şeyi barındırır. Bazen öyle çok tekrar vardır ki ustalıkta zaten bunca tekrarla izleyiciyi sıkmaktan çok dilin hazzını yaşatır. Bu da başlı başına bir sanattır. Keza karakterlerinde mimiksiz kuklalar olmasının ifadeye yansımaması eksikliğin hissedilmemesi gibi. Karagöz oyunlarının müzikal yanı da vardır. Hem Türk Halk Müziği, hem Türk Sanat müziğine ustaca yer verilmiştir. Genelde hareketli bir müzik vardır. Açılış gazelinden perde arası türkülerine kadar bazen bildik türkülerle bazen oyuna uygun bestelerle oyun renklendirilir. Arkada Karagöz oynatan hayali ile birlikte her zaman bir saz heyeti de vardır. Bu saz heyeti müzikal havası katar oyuna. Örneğin bir Acem gelirken Acem türküsü mırıldanır veya Acem ezgisi çalınır. Sahneye bir Laz gelirken Horondan bir parça seslendirilir. Bir Arnavut gelirken Trakya havası... Yani Rum, Çingene olsun hepsi kendi müziği ve sözleriyle sahnede yerini alır. Oyunu ve karakterleri daha da zenginleştirir. Tüm bu yanlarıyla birlikte Karagöz oyununu ele aldığımızda Bin Temel Eserden kabul görmesi hiç şaşırtıcı değildir. Hep onbeş tane olması Ramazan ayının onbeşinden sonuna kadar oynatılmasından kaynaklı. Başka za-
manda Karagöz Hırka-i Şerif ziyaret edilir. Ertesi akşam da eğlenceler başlarmış. Zaten genel olarak da Ramazan'ın onbeşine kadar camiilerde dini yazılar (Merhaba, Sefa geldin vb.) yazılırmış minareler arası mahyalara. Ama onbeşinden sonra Gül, Gemi, Kayık vb. olurmuş. Eşe dosta iftar yemeği, fitre, zekat, eğlenceler hep onbeşinden sonraymış. Karagöz oyunu yozlaştırılamamış, çarpıtılamamış ve bütün saflığını korumuştur. Bu gün ise son 20 yıldır tiyatro, sinema, bilgisayar oyunları yani teknolojinin gelişmesiyle göze hitap eden, daha renkli aksettirilen oyunların yaygınlaşması, görselliğin öne geçmesi bu sanatın küçümsenmesine ve geride kalmasına neden olmuştur. Oysa içeriğine, niteliğine bakıldığında halk denizinin derinliği ve zenginliği, Anadolu gerçeği görülecektir. Bu oyunun günümüze kadar taşınmış olması da halkla bütünleşemesinden kaynaklıdır. Oyunların içeriği ve niteliğinden bahsederken insan hali diyebileceğimiz konularda eleştirel bir yan olduğundan bahsetmiştir. Aslında seçtiği konularla da ve her oyunda çıkardığı kıssadan hisselerle de toplumsal bir soruna parmak basar. Veya en başında olduğu gibi, halkın Osmanlı’ya tepki duyduğu meseleleri (cami yapımındaki gibi) dile getiremediği konuları oyun içerisinde işler, ifade eder. Bu yanıyla halkın düşüncesinin dilidir Karagöz. Birçok kesimden halkın bir konuya bakış ve düşünüşünü yansıtır, onları tartıştırır, olması gerekeni ifade eder.
27
Tabi buna daima diyemiyoruz. Hayali de bir etkendir sonuçta. Lakin halkı yansıtır. Yazılı eserleri dışında güncel konuları işlediğine ve tartıştığına da rastlanmıştır. Osmanlıyı yani devleti eleştirel olması da elbette sorun olmuştur. Meşrutiyetin ilanından 15 yıl öncesinde Katip Salih Efendi adında bir şahıs tarafından ince saz eklenmiş, şanolu perdeler yapılmış, kantolar, düetolar, baletler vs. katılmış. Bazı araştırmacılar bunun müstehcen bir oyun olduğunu yazmışlar. Bazı böyle lafını sözünü bilmeyen hayaliler çıkmış, Karagöz oyunu karalanmaya yozlaştırılmaya da çalışılmış. Ama perdeleriyle birlikte kapı dışarı edilmişler. Bu tip şeylerin Meşrutiyetten 15 yıl öncesi olması yani Osmanlının gerileme veya batılılaşma adına yapılanların olduğu bir döneme gelmesi Osmanlı devleti vasıtasıyla provakasyon, karalama amaçlı olabileceği düşüncesini doğuruyor. Çünkü demiştik ya okun ucu yer yer halkın tasvip etmediği sarayda yaşananlar, ananelere ters şeylerde işlenerek devlete uzanmıştır. Kahramanlarımızdan Karagöz bugün Bursa, Çekirgeyolu üzerinde yatmaktadır. Hacıvat'ınsa mezarı bilinmiyor. Şimdi kahramanlarımızın sözleriyle bitirelim. "Yıktın perdeyi eyledin viran, varayım sahibine haber vereyim heman... Her ne kadar sürc-i lisan ettikse affola,..."4 Kaynaklar ***Kültür ve Turizm Bakanlığı, KARAGÖZ, Azap ortakları Erol Toy
tartışma
grup yorum
sosyalist gibi konuflup kapitalist gibi yaflayanlar irkaç yıl önce; Rauf Tamer köşesinde, solu temsil eden kişilerin aslında, solun değerlerine uygun yaşamadığını; sosyalist gibi konuşup, kapitalist gibi yaşadıklarını yazmıştı. Rauf Tamer’in kişiliğini ayrıca anlatmaya gerek yok. Eğer bu düzen, sömürü ve talan düzeniyse; eğer bu düzen, hırsızlığa teşvik ediyorsa, Rauf Tamer de, köşesinde bunu alkışlayan, böylesi bir düzenin devamlılığı için kalem oynatan bir kişidir. Tamer, bununla da yetinmemiş, bu kirli işlerin bir parçası da olmuştur. İşte bu Rauf Tamer, bütün solu, özü sözü bir olmamakla karalamıştır. Peki Rauf Tamer gibilerin referansı nedir? Kirlenmenin alabildiğine hızla yayıldığı bir dünyada, kuşkusuz solda durduğunu iddia eden birçok kişi ve kesim de bu kirlenmeden payını alıyor. Bir yanda, siyasetten, örgütlenmeye, yaşam biçimine dek, saflığı ve temizliği savunanlar; diğer yanda, solun içine de sızmış olan, kirlenme ve yozlaşma. Burjuva politikalarıyla hayatı yorumlayan reformizm; solun değerlerini, burjuvaziden aldığı köhnemiş ahlak ve politikalarla çürütüyor. Dili, yaşayışı, politik çözümlemeleriyle, yozlaşmış, pis bir politikacılık, sol adına ortaya çıkıyor; solu temsil ettiğini iddia ediyor. Devrimciliğin değerleri zedeleniyor. Tüm bu başlıklar altında, devrimcilik kirletiliyor. Emperyalizmin kültürü, diliyle, ahlakıyla beyinleri zehirliyor. Düzenin vitrinindeki solculuk işte böyle bir şey. Bunun için, Rauf Tamer gibiler değerlerimize dil uzatabiliyor. ...
B
5 Kasım 2002 tarihli, Radikal Gazetesi’nin kültür sanat sayfasında, Aslı Atasoy imzalı mini bir dosya yayınlandı. Dünyada, özellikle yaşadığımız günlerde yaşanan politik gelişmelerle, "ideolojik müzik" yapanların güçlü çıkışlar yaptığından; Türkiye’de ise politik çalkantılara rağmen, politik müziğin ivme kaybettiğinden hareket eden Atasoy; teybini, içinde bizim de yeraldığımız birçok sanatçıya uzatıp, görüş almış. Aslı Atasoy, Türkiye'de politik müziğin ölüm ve kahramanlık gibi temalara odaklandığını, kadın, eşcinsellik, aşk, küreselleşme gibi konuların gözardı edildiğini belirtiyor. Olabilir. İnsanlar durdukları yerden değerlendirme hakkına sahip olabilirler ama bu yaptıkları değerlendirmenin doğru olacağı anlamına gelmez. Ancak biz, bu yazıda, bunların üzerinde durmayacak, değinip geçeceğiz. Asıl gelmek istediğimiz konu, bu röportajlar içinde yer alan, Yapımcı Bülent Forta'nın söyledikleri. Bugün, ÖDP'nin yönetim mekanizmalarında yer alan Forta, Türkiye'de '80 öncesi süreçten bu yana politik arenada varolmuştur. Bu yüzden, Forta’nın görüşleri, bir müzik yapımcısı olmanın ötesindedir. Kendisinden bağımsız olarak, politik bir bakışı da yansıtmaktadır. Forta, Türkiye’de politik müziğin,’70’lerde, halk müziğinden beslenerek şekillendiğini ve bu müziğin geciktiğini belirtiyor. ’80 sonrası ise, ağırlıklı olarak grup müziğinin belirdiğini, ‘85’le birlikte tıkanmanın başladığını ve “getto”laştığını vurguluyor. Bulutsuzluk Özlemi’nin kendini
28
tekrar ettiğini, Yorum’un dinleyici kitlesinin daraldığını vurguluyor. Değerlendirme kendisine aittir. Bu arada, Yorum'un enteresan bir vaka olduğunu, bir dönem okul işlevini gördüğünü belirtmeden de edemiyor. Bu yazıyla, Forta’nın, yeni şarkılar çıkması konusunda umutsuz olduğunu öğreniyoruz. Biz araya girelim ve Forta’nın tespit ettiği tıkanmanın başladığı ‘85’te, Grup Yorum’un kurulduğunu ekleyelim. Forta, asıl önemli sözünü söylüyor ve tüm dünyada dinlenebilecek bir müzik yapılmadığını, daha çok "sol gettoya" hitap edildiğini belirtiyor. Devrimciliğin yükselen değer olmaktan çıktığı, dönemlerin olmazsa olmazıdır. Küçük burjuvazi arayışlara başlar. Kelimeler, tanımlamalarda keşfe çıkılır. Politikaya "yeni" soluklar getirilir. Zorluklar karşısında, "başka türlü bir şey" aranır. Türkiye'de, özellikle 12 Eylül sonrası birçok siyasi hareket bu noktaya savrulmuştur. İlk başlarda, masumane bir arayış, yeni bir örgütlenme üzerine tartışma gibi görünen bu durum. Bugün gelinen noktada, emperyalizmin pompaladığı sivil toplumculuğa saplanmıştır. Bunun en bariz örneği, Bülent Forta'nın da dahil olduğu siyasi geleneğin, bugün geldiği noktadır. Bugün gelinen noktada, tüm liberaller, sivil toplumcular solda durur gibi görünürler. Fakat, bu ropörtajda kullanılan "getto" ifadesi bile hayata bakışın nasıl farklılaştığının, göstergesidir. Devrimciliğin büyüdüğü, örgütlenmenin yayıldığı yerlerde sivil toplumculuk ve liberalizm hayat bulamaz. Bugün, Forta'nın kullandığı
bu üslup, halkın örgütsüzlüğünün yarattığı bir üsluptur. Halkın örgütlülüğünde coşan ve yine abartılı tespitler yapan bu anlayış, kendince umutsuz bulduğu dönemlerde, solu gettolaşmakla eleştirir. Kendi yaptığı siyaseti ise alabildiğine olumlar. Ne gariptir ki, onların siyasetini halk hiç anlamaz. O yüzden de, tespitlerinde tepeden bakan bir üslup hakimdir. Forta, devrimcileri gettolaşmakla eleştiriyor. Biz de sormadan edemiyoruz. Burası, 1940'ların Polonya'sı mı? Yoksa buhranlı yılların Amerika'sı mı? Forta, sınıflarüstü ve siyasetler üstü bir havada böyle bir tespit yapıyor. Aslında bu üslubu tespit olarak nitelemek onu fazla ciddiye almak olur. Forta, siyasi bir kişiliktir. Ama tüm avrupa solcuları gibi siyasi olmaktan öte bir sosyolog gibi konuşmaktadır. İktidar hedefi olan hiçbir siyasi anlayış böylesine kolay sözler edemez. Söylediklerinin doğru olduğunu kabul etsek bile, içinde, özeleştiri taşımayan sorumsuz bir cümledir. Bülent Forta, bu tespiti, müzik yapımcısı olarak mı böyle konuşuyor? ÖDP saflarında siyaset yapan, bir kimlikle mi söylüyor? Bidiğimiz kadarıyla ÖDP, kendini "en sol" olarak niteleyen bir parti. Öyleyse, gettolaşmamızdaki payı nedir? Ya da en solcular bu gettolaşmadan payını almamış mıdır? Seçim döneminde, meydanlarda, neden bu tespitlerini duyamadık diye merak ediyoruz. Acaba biz mi diyalektik düşünemiyoruz? Bu siyaset biçiminde iktidar hedefi yoktur. İktidar hedefi olmayan bir solculuk düşünülemez. İktidar hedefi olmayan bir solculuk olsa olsa sivil toplumculuktur. Biliyoruz ki, Forta'nın siyasi geleneği 12 Eylül mahkemelerinde iktidar hedefleri olmadığını belirtmişlerdir. Bugün, emperyalizmin denetiminde ve icazetinde siya-
set yapma biçimidir bu akıllı solculuk. Emperyalizmin onayladığı kadar muhalif, emperyalizmin onayladığı kadar solcu. Dengelerin "en solu"ndaki siyasettir bu O yüzden de, devrimcilik, geri kalmış bir iddiadır onlar için. Marjinalleşmiş bir hayat tarzıdır. Ne garip değil mi? Bir yandan,iktidar da bu söylemlerle ve siyasetle devrimcileri halktan yalıtmaya çalışıyor. Katliamlar, F tipleriyle devrimcileri yıldırmayı, düşüncelerinden soyutlamayı ve halktan koparmayı amaçlıyor. Bir yandan da, Forta gibi dost görünenler, "getto" diyerek güya devrimcileri aşağılamaya çalışıyor.
Bu kafaları tanıyoruz. Bu kafalar, solun görmüş geçirmiş akıl hocalarıdır. Hiçbir zaman sosyalizmi istememiş, burjuva demokrasisinin hülyalı semalarında dolaşmıştır. İstedikleri asıl olarak burjuva demokrasisidir. Onun için, Avrupa Birliği gözlerini ışıtmıştır. Çünkü, yorgundurlar. Çünkü, sanırlar ki, AB demokrasisinde solda siyaset meydanı bunlara kalacaktır. Burjuvaziyle, burjuvazinin arenasında at oynatmaya çalışırlar, beceremezler. Yüzlerine gözlerine bulaştırırlar. Fakat, asla vazgeçmezler. Çünkü, siyaseti bir geçim kapısı olarak görürler. Varlıklarını, reddiyeye borçludur. Reddettikleri kendileri bile olsa. Bunlar, siyasetin hiçbir yerine sızamadıklarında, oturdukları apartmanın yöneticiliği için kıyasıya bir savaş verirler.
29
Diyelim ki sol gettolaştı. Peki öyle olsun. Peki o başımıza musallat ettiğiniz Beyoğlu solculuğu nedir? Beyoğlu'na sıkışıp kalmış solculuk mu bizi kurtuluşa ulaştıracak. Diyelim ki sol gettolaştı. Öyleyse, neden gettolardan oy istemenin manası nedir? Tabi bu siyasete bizim aklımız basmaz. Burjuvaziden öykünme siyaset anlayışı tüm hücrelerine sinmiştir. Bu seçimin iki galibi çıkınca, burjuva medya bastırıp liderler istifa etmeli deyince ve bir iki partiden bu sinyal gelince, ÖDP "lideri" de, kurultaya gideceğini açıkladı. Her şeyiyle burjuvazinin kuyruğuna takılmış, bir siyaset anlayışı. Meclise giremediniz, geçen seçimde girememiştiniz. O zaman geçen seçimde niye istifa etmezsiniz? Kuşkusuz, buna da bir cevap vardır ama biz anlamayız. B u siyasi gelenek, kendi kültürünü yaratmıştır. En azından bunu başarmıştır. Sağdan soldan alınma da olsa bir kültürü vardır. Eskiden bir dili de vardı. Örneğin, geşmişte, ayakları yine de ülke toprağına basardı. Getto demezlerdi. Tekkeci derlerdi. Şimdi getto diyorlar. Biz o tabirleri bile özledik. Yazımızın başında, Rauf Tamer’in yazdıklarından bahsetmiştik. Bir tarafta, rüzgarın yönüne göre eğilip bükülmeden mücadele edenler, bir yandan da rüzgar gülleri. Ve maalesef bizim vitrinimiz diye bunlar sunuluyor. Biz sesimizi daha gür çıkarmadıkça, biz daha çok örgütlenmedikçe olmadıkça bu ayıp sürecek. Solu onlar temsil ediyor gibi görünecek. İnsanın ne olduğunu yetenekleri ve etiketi değil seçenekleri ve tercihleri belirler. Onlar seçimini yapmıştır. Biz, onları sivil toplumcu düşleriyle başbaşa bırakacağız. Bizim de günümüz gelecek... ✔
10 ARALIK’TA MAHKEMEMİZ VAR! Tav›r yarg›lanacak 10 Aral›k’ta, Tav›r’›n flahs›nda düflünce. Hesap vermesi istenecek düflüncenin onurundan, hala dimdik ayakta oldu¤u için. Boyun e¤mesi istenecek düflünceden. 10 Aral›k’ta mahkememiz var! 10 Aral›k’ta; Dünya ‹nsan Haklar› Gününde. ‹nsan olman›n bütün erdemleriyle savunaca¤›z düflünceyi. “‹nsan” diyece¤iz, “düflünceleriyle insand›r” Düflündük iflte; iyiyi, do¤ruyu, güzeli. Hakl› olan›. Yanl›fl›, haks›z olan›, e¤riyi de gördü gözlerimiz. Yanl›fla yanl›fl dedik, do¤ruya do¤ru. Evrensel olan; hakl›, meflru olan bizdik, bizim düflüncemizdi. Bizi biz yapan buydu, savunduk, savunaca¤›z. 10 Aral›k’ta, ‹nsan Haklar› Gününde, “terör” diyecekler “edebi” eyleme. “terörist” diyecekler eylemi icra eden edebiyatç›ya. Bilcümle teröristler; bizler, savunaca¤›z eylemlerimizi “devam›n›n gelece¤ini” ekleyerek savunmaya. 10 Aral›k’ ta Neruda’n›n Pinochet’si alk›fl tutacak bizi yarg›layanlara. Dünya Halklar› ise bizim yan›m›zda... 10 Aral›k’ta Mahkememiz var. Dergimizin okurlar›n› görece¤imize eminiz mahkeme salonunda. Tav›r h›rç›n, Tav›r uslanmaz çocuk. Ne yapsalar, ne etseler usland›ramayacaklar bu asi çocu¤u. Yarg›lanacak bir kez daha “mahalleye giren zengin arabas›n›n boyas›n› çizdi¤i” için. Birilerinin maskesini düflürdü¤ü için yarg›lanacak Tav›r. Okurlar›m›z, dostlar›m›z yan›m›zda olacak 10 Aral›k’ ta. Bekliyoruz. Gelemeyenlerde o gün yan›m›zda olacak buna inan›yoruz. Duvarlar›n ard›nda yürekleri bizimle birlikte atanlar›n dilinde bir ›sl›k olacak o gün. Yak›lan bir sigaran›n duman›, söylenecek bir türkü, a¤›z dolusu bir gülüfl bizimle olacak... Randevumuz var, düflünceyi yarg›layanlarla 10 Aral›k’ta, ‹stanbul DGM’ de,
DÜNYA ‹NSAN HAKLARI GÜNÜNDE!
haber-yorum tavır Sanatçılar Feride Harmanı ziyaret etti!
Hasan Basri Aydın’a 55 Ay Hapis Cezası! Eğitimci-yazar Hasan Basri Aydın, “Cumhurbaşkanı’na Hakaret iddiası ile TCK’nın 158/2 maddesi ve hükümetin manevi şahsiyeti ile TBMM’ni alenen tahkir ve tezyif ettiği iddiası ile TCK’nın 159/1 maddesinin iki kez uygulanması suretiyle 55 ay ceza aldı. Şimdiye kadar hakkında çeşitli davalar açılan ve tutuklamalar yaşayan Hasan Basri Aydın, haksızlıklara ve adaletsizliklere göz yummadığı için şimdi birkez daha tutuklandı. Her türlü adaletsizliği, hukuksuzluğu yaşadığımız bu ülkede, bunları görenler, dile getirenleri de cezalandırmaktan geri durulmuyor.✔
Amerika’yı Protesto! Temel Haklar ve Özgürlükler Derneği Girişimi, 30 Ekim’de ABD Konsolosluğu karşısında Irak’taki savaşı protesto etmek için bir basın açıklaması düzenledi. Grup Yorum, Ruhan Mavruk ve Nurettin Güleç gibi şair ve müzisyenlerin de yer aldığı basın açıklamasında, açıklamayı şair Ruhan Mavruk okurken, Grup Yorum da, Aşık Mahsuni Şerif’in “Amerika Katil” isimli türküsünü söyledi. İlk eylemini emperyalizmi protesto ederek gerçekleştiren “Temel Haklar ve Özgürlükler Derneği Girişimi”nin basın açıklamasına yaklaşık 100 kişi katıldı.✔
12 Kasım 2002 günü Vedat Türkali, Betül Arım , Mine Ergen ve Arif Damar’ dan oluşan bir grup sanatçı Feride Harman’ın Ölüm Orucu’nu sürdürdüğü Aksaray’da bulunan evini ziyaret etti. Ziyarette bulunan sanatçılar ölüm orucu direnişçilerine duydukları saygı ve sevgiyi belirtirken Yönetmen Mine Ergen ise Sanatçılara da çağrı yaparak Ölüm Orucu’nun sanat aracılığıyla kamuoyuna duyurulmasına katkıda bulunmalarını istedi.✔
Grup Yorum Bostancı Gösteri Merkezi’nde Konser Verdi! Grup Yorum, Ekim ayı içerisindeki Antalya, Denizli, İzmir, Adana, Mersin konserlerinin ardından 27 Ekim 2002 tarihinde İstanbul Bostancı Gösteri Merkezi’nde bir konser verdi. Ferhat ile Şirin Destanı’ndan yola çıkıp o dönemden başlayarak günümüze kadar yaşadığımız bazı olayları destanla bütünleştirerek anlatmaya çalıştılar Yorumcular bu sefer. Harbiye konserindeki orkestra ekibini biraz daha darlaştırılıp sahneye çıkan Grup Yorum’a; klarnette Serkan Çalgı, bateride Bülent Ay, viyolada İbrahim Şentürker eşlik etti. Konser ilk önce “Ferhat” şarkısıyla başladı. Her zamanki repertuarın dışında “Neşid El Tahrir” marşını, “Mapushanelere Güneş Doğmuyor” isimli türküyü, “Makber” isimli gazeli, Mahsuni Şerif’in “Amerika Katil” isimli türküsünü ve kendi besteleri olan “Size Oy Yok” isimli şarkıyı seslendirdiler.✔
Sanatçılardan Tecrite Karşı Basın Açıklaması! Nazım Hikmet Kültür ve Sanat Vakfı’nda toplanan sanatçılar Ölüm Oruçlarını 2. Yıldönümü nedeniyle Adalet Bakanlığı yetkililerine çağrıda bulundu. Açıklamayı Şair Arif Damar okurken, tecritin insanlık dışı bir devlet politikası olduğunu vurguladı. Eşber Yağmurdereli ise tecrite karşı direnenlerin insanlık onuru için ölüme gittiklerini belirterek artık ölümlere son verilmesini istedi. Basın açıklamasına; ÖlümOrucu’nda sakat kalan gaziler, Şanar Yurdatapan, Ragıp Zarakolu, İlkay Akkaya, Oral Çalışlar, Nurettin Güleç, Vedat
31
nokta haber Grup Yorum
METİN / KEMAL KAHRAMAN “MEYMAN” Metin, Kemal Kahraman'ın albümü, LIZGE MÜZİK'ten çıktı. Zazaca ve Türkçe türkülerin yanısıra, şiiri Ömer Hayyam'a ait olan "GÜLİSTAN"ı Kemal Kahraman bestelemiş. On türkünün bulunduğu albümün düzenlemelerini Metin ve Kemal yapmış. Bateride Bülent Ay, kemanıda Dorothea Marien, vokallerde Maviş Güneşer ve Yusuf Ergün’ün eşlik ettiği albümde Dersim türkülerini severek dinleyeceğinizi umuyoruz. ✔
31 Ekim 2002; Temel Haklar ve Özgürlükler Derne¤i Giriflimi’nin Amerika Konsoloslu¤u karfl›s›ndaki düzenledi¤i “Irak’taki savafl› protesto” eylemine kat›larak, Afl›k Mahsuni fierif’in “Amerika Katil” isimli türküsünü söyledi.
6 Kasım 2002; Beyaz›t Meydan›’nda ‹stanbul Gençlik Derne¤i’nin “YÖK’ün kuruluflunu protesto” eylemine kat›larak “Gel ki fiafaklar Tutuflsun” isimli flark›y› söyledi.
ŞÜKRİYE TUTKUN “KUMRU” Düzenlemeleri Zafer Haznedaroğlu ve Atilla Özdemiroğlu tarafından yapılan albüm, EMI'dan çıktı. “Kömürlük Dağı”, “Bir Minik Serçe”, “Seher Oldu Vaktoldu” gibi anonim türkülerin bulunduğu albüm 12 adet şarkıdan oluşuyor. Albümün prodüktörlüğünü Murat Hasarı yapmış, Albüme ismini veren “Kumru”, ayrıca “Sen Beni Unut” “Ayrılıklar Bahaneymiş” “Unutamadığım”,”Bir Minik Serçe” isimli şarkıların söz ve müziği Murat Hasarı’ya ait. Albümde Geniş bir müzisyen kadrosu dikkat çekiyor.✔
8 Kasım 2002; Tayad’l› Aileler’in Yunanistan Baflkonsoloslu¤una F tipleriyle ilgili dilekçe verme eylemine kat›ld›.
16 Kasım 2002; 16 Kasım 2002; Almanya'nın Sindelfingen şehrinde düzenlenen ve Haluk Levent, Kubat, Kıvırcık Ali ve Arzu'nun da katıldığı gecede 8000'i aşkın kişiye seslendi.
17 Kasım 2002; 17 Kasım 2002; Almanya'nın Manheim şehrinde Ali Asker, Yavuz Top, Selda Bağcan'ın da katıldığı gecede yaklaşık 2000 kişiye seslendi.
22 Kasım 2002; Tayad’lı Ailelerin İspanya Başkonsolosluğuna F tiplerine ilişkin yaptıkları dilekçe eylemine katıldılar.
25-28 Kasım 2002; Çorum, Kayseri, Elbistan ve Eskişehir’i kapsayan Anadolu turnesine çıktılar.
SUREN ASADURYAN “BIR ÖMÜR SADECE” Suren Asaduryan yedi yıl önce Türkiye’ye geldiğinde tek başına değildi. Kayısı dalından can bulan nefesli sazı da yanındaydı. Ermeniler yüzyıllardan beri kederlerini, feryatlarını, coşku ve hüzünlerini “duduk” adını verdikleri bu sazla paylaşıyorlar. Türkiye’de pek çok müzisyen ve şarkıcıya eşlik eden Suren Asaduryan, duduğun sınırlarını zorlamaya çalıştığını söylüyor. Erkan Oğur ve Osman Aktaş’ın da eşlik ettiği albümde, Ermeni ezgileri kulağa yabancı gelmiyor. 11 şarkıdan oluşan albüm Kalan Müzik’ten çıktı.✔
ŞAHRUD “SEYDUNA TÜRKÜLERİ” Anadolu Müzik taraf›ndan yay›nlanan albümün prodüktörü Tuncay Bozyi¤it, yönetmeni Kemal Sahir Gürel. Sade bir düzenleme anlay›fl›yla haz›rlanm›fl ama solist zenginli¤i göze çarp›yor. 15 flark›n›n bulundu¤u albümde, Kaz›m Koyuncu, Arzu Görücü, Kemal Sahir Gürel, Hakan Yeflilyurt, Hilmi Yaray›c›, Özlem Özden, ‹brahim Koç, Zülfü Beyhan Tunay Bozyi¤it'le iddial› bir çal›flma yap›lm›fl. Ancak bu kadar zengin bir kadrodan beklenilen bir çal›flman›n gerisinde kalm›fl. Ayr›ca sözlerde ve ezgilerdeki durgunluk Hükümdarlar› fedaileriyle titreten Hasan Sabbah'› ifade etmiyor. ✔
32