2003 11 ocak

Page 1

ISSN 126362

2002/11

Say›:11 1.500.000 TL(KDV’li)



merhaba

Bu sayımızı yine yoğun olarak Ölüm Oruçlarına ayırdık. Hapishanelerde direniş sürüyor. Bu direniş içinde, Ölüm Ourucu'nda şehit düşen devrimcilerin direnişine bizzat tanık olduk. Son günlerinde Feride'nin elinden tuttuk. Alın bandından öptük Berkan Abatay'ın. Herbirine; bağımsız, özgür bir ülke, insanca onurlu bir yaşam düşlerini gerçekleştireceğimize söz verdik. Feride' nin gözleri doğruyu söylüyordu, uğruna can verenler oldukça... Bir gün özgür olacaktı ülkemiz. Söğüdün gölgesinde iki çift laf ettik, dertleştik Feride' yle. Gerillanın düğünü iki olurmuş. Bir dağlara çıktığında bir de toprağa düştüğünde. Malatya'ya ilk karlar yağdığında; düğününe vardık Feride'nin... Ne gördüysek okurlarımızla paylaşalım istedik. Bir bir döküldü kalemimizden gördüğümüz, duyduğumuz ne varsa. 19 Aralık cehenneminden çıktı Birsen. Gözlerinde umut yüreğinde anılar var. Bir sayfamızı da Birsen'e ayırdık. 10 Aralık'ta mahkememiz vardı. Okurlarımız bizi yalnız bırakmadı. 10 Aralık' ta DGM salonunda savunduk değerlerimizi. Tavır'ın şahsında düşünceyi yargılayanları yargıladık. Savunmamızı olduğu gibi yayınlıyoruz. Gine Bissau' nun bağımsızlık önderi Amilcar Cabral' ı ve 44. yılında Küba Devrimi' ni selamlıyoruz... Zelihalar'la, Berkanlar'la, Ferideler' le... Anadolu'dan bir selam gönderiyoruz dünya devrimcilerine. Bir süre önce gündem de olan tiyatro ile ilgili tartışmalara, biz de katılalım istedik. 2002 yılını yine direnişle, yine acıyla ve sevinçlerimizle bitiriyoruz. Dergimiz elinize ulaştığında yeni bir yıla girmiş olacağız. Bir yıl nasıl geçti. Bunu dönemin başbakanı Ecevit' in geçen yılın başında söylediği söz ile birlikte yorumsuz olarak yayınlıyoruz. Bütün okurlarımızın yeni yılını kutluyoruz...

Dostlukla...

tavır


tavır Aylık Sanat Dergisi

3 5 7 8

mister dalles’in çiftli¤i berkan› u¤urlarken sö¤üdün gölgesinde feridenin türküsü

9 gerillan›n dü¤ünü 11 hoflgeldin birsen 12 sorgumuzdur 15 1 aral›k mitingi 16 amilcar cabral 17 bir y›l böyle geçti 20 yüzüklerin efendisi 22 tiyatro biter mi bitirilir mi?

24 aslan uflak 26 ola¤anüstü hal kalkt› m›?

27 flimdi bu futbol ne ola ki?

30 haber yorum Sahibi: İdil Kültür Yayın Org. Rek. Film. Tic. Adına: Muharrem Cengiz Genel Yayın Yönetmeni: Gamze Mimaroğlu Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Ahu Zeynep Görgün Yazışma Adresi: İdilKültür Merkezi Kuloğlu Mah. Ağa Külhani Sk. No:13/8 Beyoğlu/İstanbul Tel/Fax:(212) 245 00 70- 244 31 60 e-mail adresi: tavir@grupyorum.net Ankara İdil Can Kültür Merkezi Fahri Korutürk Mah. 8. Cad. No: 85- 1 Mamak /Ankara Tel: 0312 370 11 98 Hesap No: (TL):1042- 30000 596147 Gamze Mimaroğlu İş Bankası Parmakkapı/İST. (EURO): 1042- 3010000 129062 Gamze Mimaroğlu İş Bankası Parmakkapı/İST. Ofset Hazırlık: TAVIR YAYINLARI Baskı: ASPAŞ Dağıtım: D-B-R


güncel güzin

karaduman

Mister Dalles’in Çiftli¤i ister Dalles; koltuğuna oturmuş, başındaki kovboy şapkasını da gözlerine kadar indirmişti. Ayağındaki domuz derisi kovboy çizmelerindeki kan lekesi, dikkatli bakılınca farkedilebiliyordu. Ani bir hareketle ayağa fırladı Mister Dalles, sağ elinin işaret parmağını masanın üzerindeki dünya haritasında gezdirmeye başladı. Asya, Afrika, Latin Amerika... Dünyanın tüm ülkelerinde geziniyordu parmağı. Meksika, Küba, Hiroşima, Kamboçya, Şili.. Somali... Şehvetli bir biçimde ağzı sulanıyor gözleri çakmak çakmak yanıyordu. Her yerde gezinen parmağı Ortadoğu’da daha çok geziniyordu. Parmağı en sonunda bir yerde durdu. Parmağının durduğu yerde “Irak” yazıyordu. Boğazından hırıltılar çıkarmaya başladı. Hırıltılı biçimde bir tek cümle söyledi: “I WANT YOU”... Mister Dalles Irak’ı istiyordu... Bir öyküyle başlayalım istedik. Öylesine bir anda aklımıza geliveren bir öykücük. Amerika’nın kan ve petrol isteyen şehvetli savaş çığlıklarını daha güçlü duyuyoruz bu günlerde. ABD, Afganistan’ın ardından uzun yıllardan beri petrollerine gözünü diktiği Irak’a tekrar saldırmak üzere. ABD’nin Irak’a saldırı gerekçelerinin ABD-Irak savaşının son dönemdeki başlangıç süreci 11 Eylül sonrasıdır. ABD Afganistan’a Ladin’i ve El-Kaide’yi yok etmek bahanesiyle saldırdı. Dağ, taş dümdüz oldu, bombalardan. Ardından El-Kaide’nin Irak’taki Saddam rejimiyle bağlantısının olabileceği gündeme getirildi. Ve peşinden ardı arkası kesilmeyen yalanlar, aldatmacalar sıralandı. Her seferinde tutmayınca, bir yenisi eklendi bu yalanlara. Saddam El-Kaide’ye silah desteği yapıyordu. 11 Eylül “terörist”lerinin Irak bağlantısı bulunmuştu. Sonra bir “Şarbon” tehlikesi aldı yürüdü. (Nedense şu anda o tehlikeden eser kalmadı ama, unutuldu gitti.) En son o da yeterli saldırı gerekçesi olamayınca akla

M

“Saddam sisteminin nükleer silahlar bulundurduğu” fikri geldi. Barışın, insan haklarının havarisi Amerika, insanlığı bu tehlikeden korumalıydı. Şimdiye kadar söylemiş olduğu yalanlar artık olgunlaşmıştı. Ve artık daha üst bir aşamaya geçebilirdi. Hemen ekip kurdu, yine İngiltere yanında, AB ülkelerinden silah denetçileri heyeti oluşturarak, bir denetleme yapılması kararı alındı. Düşüncesine göre Saddam bunu kabul etmeyecekti ve ABD bu durumda zorla müdahele edecekti. Ama durum farklı gelişti. Küçük bir beklenti olan “kabul” kararını verdi Saddam. Ardından ABD’nin ilk etapta müdahele etme gibi bir şansı da ortadan kalktı tabii. En son, şimdi silah denetçileri denetlemelerini yaptı. Çok somut şeyler bulamadılar. Ama ABD kafaya koymuş öyle ya da böyle Saddam rejimini devirecek. Camilerin minarelerinin ucu Scud füzesi ve kalaşnikof gibi v.s v.s. teselliler... Uzun zamandır bir yandan halk üzerinde önemli etkileri olan din adamlarını ajanları aracılığıyla Saddam’a karşı örgütlemeye çalışıyorlar.

3

Halk arasında Saddam karşıtlığını yaymaya çalışıyorlar. Bunu da iç çatışmaya döndürüp Türkiye sınırında ve diğer çevre bölgelerde yapmış olduğu yığınakla desteklemek düşüncesindeler. İç çatışma yaratarak, isyan çıkararak, “sorunları çözüyoruz” demagojisiyle saldırarak, direk ufak çaplı saldırılarla kızıştırıp savaşı başlatarak; ama öyle veya böyle Irak’a saldırıp Saddam rejimini devirmek onun asıl hedefi. Onun da altında yatan şey petrol ve Ortadoğu’nun stratejikliği, şimdiden İran’a gelecekte yapacağı saldırının zeminini örmeye çalışıyor. İşin bir de Türkiye boyutu var tabii. AKP iktidara gelir gelmez tez elden teminatlar verilmeye başlandı ve pazarlığa gitti Erdoğan. Bush ile yaptığı görüşmeden sonra savaş konusunda Bush’un konuşmasının türkçe versiyonuyla konuşan Tayyip Erdoğan ve partisi bu durumu halka nasıl açıklıyor? Çıkacak savaştan onlarında ağzı sulanıyor. Çünkü dolarlar, IMF kredileri akacak ceplerine. Bunları düşündükçe lafta müslüman AKP, başka müslümanların öldürülme-


sini hiç umursamaksızın ülkemizdeki NATO üslerinin kapılarını ABD’ ye açtı bile. “Buyrun Mister Dalles, burası sizin çiftliğiniz” AKP iktidarı, petrol için insanlarımızın kanını satacak ABD’ye, daha fazla ABD doları için. Bizim ülkemizin toprakları üzerindeki Amerikan üslerinden kalkacak uçaklarla akacak Muhammedler’in, Meryemler’in kanı. Mister Dalles emredecek “Öldür!” diye. Irak’taki kardeşlerinin kanının dökülmesi için silaha sarılacak Memed askerler. Muhammed’lerin, Musa’ların, Tarık’ların kanını. Kardeşinin kanını, kendi kanını yani. Mazlum halkların kanını!.. Biz Türkiye Halkları olarak bu onursuzluğu hakedecek hiçbir şey yapmadık. Bize coğrafi, kültürel olarak daha yakın olan Irak halkıyla hiç bir alıp veremediğimiz yoktur. Halklarımız bunu böyle bilir. Amerika’nın dünya halklarına uyguladığı zulmü bildiği kadar... AKP iktidarı ise ABD’ nin hazır askeri durumunda, efendilerinden emir bekler vaziyetteyken, ülkemizde yapılan anketlerde; (hatta bu araştırmalardan biri bir Amerikan şirketine ait) halkın yüzde 83’ü bu savaşa karşı, yapılan başka araştırmalarda ise bu rakam yüzde 90’lara ulaşıyor. Saldırıyı açıktan savunamayan AKP bu durumu bir referandumla halka soralım diyor. Ama korkuyor. Alacağı cevap belli çünkü. Çünkü bu halk iktidar gibi ikiyüzlü değil. Bütün bir halk olarak savaşa karşı çıkmalıyız. ABD teröristtir, AKP ise işbirlikçi, yalancı ve ikiyüzlü. İyi fikir bizce de... Referandum yani!.. Onlar bunu yapamayacağına göre biz bu referandumu yapabiliriz. Çıkacak sonucu AKP iktidarının gözüne sokmak için. Bu topraklarda yaşayan biziz, Bu toprakları satan onlar. Doğmamış, yaşına basmamış bebelerin kanına girmenin utancını duymamak için.. EMPERYALİST SAVAŞA HAYIR! demeliyiz. Yazının başındaki öykünün devamını hep birlikte yazalım. Mr. Dalles’ın parmağının gezdiği yer yerle bir oluyor, ocaklar sönüyor... Unutmayalım!..

KORKU Korkuyor Adnan Menderes ölülerden korkuyor. Kore Dağları’ndan geliyor kimi apaçık gözleri dumanlı kaytan bıyıkları kanlı yaşları yirmi. korkuyor Adnan Menderes ölülerden korkuyor hele çocuk ölülerinden. Karınları davul gibi, boyunları çöpten ince, kırıyorlar Adnan Beyin mutfak camlarını her gece mezarlardan çıkınca...

Korkuyor Adnan Menderes dirilerden korkuyorlar hele çarıklılardan hele kasketlilerden. Kasketliler hayını bağışlamayı bilmez. Korkuyor Adnan Menderes kocaman yanakları sarkıyor yağlı, sarı. Korkuyor Adnan Menderes üç saate indi uykusu. Korkuyor Adnan Menderes hiç bir korkuya benzemez halkını satanın korkusu. nazım hikmet

4


an› ahmet

BERKANI UĞURLARKEN dli Tıp’ın önündeyiz. Gittikçe kalabalıklaşıyoruz. Hava çok soğuk. Berkan içerde... Aileler Berkan’ı hazırlıyorlar. Avukatlar evrakları ile ilgileniyorlar. Berkan hazır olunca yola çıkacağız. Gazi’ye gideceğiz. Berkan’ı Gazi mezarlığına götüreceğiz. Bayrampaşa, Ümraniye, Armutlu şehitlerinin yanına. Kalabalığın içinde Berkan’ ın amcası gözüme çarpıyor. Berkan’ ın amcası bana sigara tutuyor. -İçer misin? -Yok sağol... Yoldan geçen bir adam kimin öldüğünü soruyor. Söylüyoruz. Ölüm orucunda öldü. 103. Şehit. Başınız sağolsun. -Sağol. Birisi simit uzatıyor. Ama yemiyeceğim. - Sağol... Ağzımdan sadece bu kelime çıkıyor. Yoldan gelip geçenler bize meraklı gözlerle bakıyorlar. Elimizde Berkan’ın fotoğrafı, yakamızda yine onun fotoğrafı. Her gelenin yakasına iliştiriyoruz Berkan’ın fotoğrafını. Berkan’ı bekliyoruz. Önce Gazi Cemevine götüreceğiz, oradan da omuzlarımızda taşıyacağız. Üzerine çiçekler atacağız Berkan’ın, alkışlayacağız. Ama, bize otobüslere binmemizi söylüyor polis. Binmeyeceğiz. Biz onun yoldaşlarıyız. Burada Berkan’ı karşılayacağız. Aslanlar gibi direndi. Aslanlar gibi çıkacak bu kapıdan. Biz de ellerimiz patlayana dek alkışlayacağız Berkan’ı. Bu nedenle o otobüslere binmeyeceğiz! Bize öncülük edecek Berkan. Gazi’ye götürecek. Önce o çıkacak bu kapıdan. Biz arkasından gideceğiz.

A

5

dinç


En sonunda hazır. Adli Tıp Kurumu’nun kapısı aralanıyor. Sarı karanfillerle süslenmiş üzeri. Berkan kapıda görünür görünmez zılgıtlar, alkışlar kopuyor. Halk bir kahraman evladını daha bağrına basıyor. Berkan geliyor, bizim Berkan bu. Kahraman evladımız, arkadaşımız, yoldaşımız... Berkan cenaze arabasına bindiriliyor. Biz de arkasından otobüslere. Ağlamıyoruz. Ağlamayacağız da. Kim demiş ölüm var diye bize Kardeş kardeş atan bu yürek bizim BİZE ÖLÜM YOK! Birden yanık bir ses bölüveriyor otobüsteki bütün sesleri. “İnce Memed Toroslardan gürledi Buhurcular bölük bölük dinledi, dinledi dinledi... Onyedi kurşunu yedi ölmedi Dayan İnce Memed dayan direnir dağlar direnir Şimdi direnecek çağdır...” Susup kalıyoruz türkü bitene kadar. Bu türküyü ölüm orucu gazisi Yusuf Kenan Dinçer söylüyor. Öyle belli ki, yüreğinden söylüyor. Gazi’ ye doğru yol alıyoruz. Yanımda Esma oturuyor. Yol boyunca bana Feride’ yi anlatıyor. -

Bi gece bekletti ya milleti! Kim? Feride! .....

- Şehit düştüğünde odada bi gece kaldı ya, bende yanında yattım. Şehit olduğunda gözleri hafif aralık kalmıştı. O gece aynı odada kaldık. Sonra sabah oldu. Hemen yüzüne baktım. Gözleri biraz daha açılmış. Valla bak inanmazsan fotoğraflarına bak. Güneş doğunca açmış gözlerini, çünkü güneşlenmeyi çok severdi. Sabah perdeyi açardım üzerine güneş doğunca çok severdi.Valla bak inanmazsın aralanmıştı gözleri. - Neden inanmayayım Esma... - Sonra ay doğunca da çok sevinirdi. Bak bak Esma, ay benim üstüme doğuyor derdi. Bi şey anlatıcam vallaha hiç inanmazsın. -...... - Malatya’ya vardığımızda O’nu gezdirdik. Gerilladayken şehit dü-

şen yoldaşlarının yanından geçirdik. Tam onun istediği gibi oldu. İlk karlar yağdığında Malatya’ya, öyle şehit olmak istiyordu. Malatya’ya ilk karlar yağmıştı. Sonra biz O’nu Hasan’ların, Maksut’ların yanından geçirirken... -Eeee? -N’oldu biliyor musun? -N’oldu? -Güneş açtı! İnanır mısın tam o geçerken güneş açtı. Biz geçtikten sonra kapandı yine hava. -İnandım Esma. Boynunda bir kolye var. İçinde kurutulmuş bir papatya var. - Bu ne Esma? - O Feride. - Ne? - Bunu Feride’ye biri hediye etmişti. O’ da bana verdi. Ben şehit düşünce senin boynunda olsun dedi. Ben ona papatyam derdim. Esma hep anlattı Feride’yi. Feride’nin türküsünü. Berkan ona haber göndermiş, sakın sırama gözünü dikmesin diye. Bak görüyor musun? Feride geçti gitti onu... “Alacağın Olsun “ demiştir belki Berkan, “alacağın olsun senin Feride.” Cemevine varıyoruz. Berkan’ı aşağıya indiriyorlar. Bizde cemevinin kapısının önünde beklemeye başlıyoruz. Her inen, otobüsten alkışlarla iniyor. Mahallelerden geliyorlar Berkan’ın yoldaşları. Daha da kalabalıklaşıyoruz. Halaylar çekiliyor. Sloganlar atılıyor. Bir süre sonra Berkan’ın hazır olduğu haberi geliyor. Aşağıya iniyoruz. Berkan’ı selamlayacağız. Teker teker giriyoruz gasilhanenin kapısından. Uzun bir kuyruk bu. Herkes görmek istiyor Berkan’ı. Huriye anayı görüyorum, kapının ağzından. Berkan’ın üzerine kapaklanmış, “Aslan yavrum, yiğit yavrum. Selam söyle Fıratıma” diyor. Analar var peşinden. Kimi okşuyor Berkan’ın yüzünü, kimi öptükçe öpüyor. Güzel yoldaşım, aynı güzellikte yüzü, hiç bozulmamış. En sonunda bende görebiliyorum. Uzunca, boylu boyunca yatıyor musalla taşında. Başı hafif sağa eğik kalmış. Başında ölüm orucu bandı takılı. Bandın yıldızını kendi eliyle işlemiş. Sakalları vardı, kızıl kızıl. Dişlerini kenetlemiş, acı-

6

lara karşı dişlerini sıkmış gibi. Tam başucuna geldiğimde eğilip, alnından usulca öpüyorum. Hoşçakal Berkan. Aslan yoldaşım benim... Söylenecek o kadar çok şey var ki... Sohbete dalsan saatlerce sürer. Ama, vakti yok Berkan’ın. Bekleyemez. Sevdiklerine kavuşacak. Acele etmeliyiz. Ve işte beklenen an geliyor. Berkan omuzlarda... Alkışlar daha bir çoğalıyor. “Kahramanlar Ölmez, Halk Yenilmez.” Telefon ediyorum. Açıyor. “Duyuyor musun sesleri?” “Duyuyorum.” “Berkan gidiyor...” Yeni ameliyat oldu Gülizar. Hasta yatıyor. Şimdi selam gönderiyor Berkan’a. Cenaze konvoyu yolalıyor Cebeci Mezarlığı’na. Beşer kişi dizilip kortej oluşturuyoruz. Hava ayaz, soğuk ciğerlerimize işliyor. Beşyüz kişinin elinde beşyüz kızıl bayrak! Görüyor musun Berkan! Sende görüyor musun? Sanki devrim yürüyüşü. Mezarlığın başına kıpkırmızı bir bant taktık. Bizi yukardan seyreden olsa böyle düşünürdü. Kıpkızıl bir bant takıldı toprağımıza. Konvoy hareket ediyor... Rüzgar bayraklarımızı savuruyor. Bu manzara görülmeye değer. Bayraklar dalgalanıyor, yürüyoruz. Berkan en önde.✔


söğüdün gölgesinde Sen dün gece gittin buralardan Feride... Gözlerinde umut vard›, yana¤›nda gülüfl. Bir sö¤üdün gölgesinde son konuklu¤umuzdu sana. Son oldu¤unu bilemezdik, bilemedik. Bir solukluk laf ettik seninle o sö¤üdün gölgesinde. Bir biz tan›kt›k; bir de tarih, gülüflüne. Dimdiktin açl›¤›n beflyüzüncü gününde. Sen dün gece yumdun gözlerini Feride. Son görüflmemizdi o gün, sana son konuklu¤umuz. Dersim’den bir sö¤üt dal› vard› baflucunda. Sö¤üt dal›nda bizimkiler, Zehralar, Fidanlar, Birsenler... Sen ise sö¤üdün alt›ndan akan Munzur’dun. Ak›p gidiyordun öyle coflkun, öyle berrak. Sen Feride, sen Dersim Da¤lar›’n›n yaban gülü, çak›r dikeni. Annenin gülüm diyemedi¤i... Dersim gözlü k›z. Gözlerinde bir tarih yaz›l›yd› bakmas›n› bilene. Gözlerin Dersim isyan›, gözlerin Koçgiri, gözlerin Seyit R›za... Bizimkiler vard› gözlerinde, bizim yoksullar›m›z. Her birinin öyküsünü okuduk gözlerinde sat›r sat›r. Her birinin yoksullu¤u, her birinin boynu büküklü¤ü gelip oturmufltu senin gözlerine. Ama bir de isyan›, birde yar›nlara dair umudu... “ Çocuklar doyacak” diyordu gözlerin. Çocuklar üflümeyecek. Bizim çocuklar büyüyecek, bizim çocuklar görecek o günleri ha-

ni o “güzel, güneflli” günleri diyordu gözlerin. Baflucundaki sö¤üt dal› en az senin kadar direndi biliyor musun? T›pk› senin gibi kopup gelmiflti Dersim’den. Seni yaln›z b›rakmayacakt›. Seninle birlikte direnecekti. Sen sö¤üdün damarlar›na su veren, can veren Munzur’dun çünkü. Yapraklar› kuruyana, damarlar›ndan su çekilene kadar direndi. Sö¤üt dal› ayaktayd›. Ayakta öldü Feride. Senin gibi bir murat tafl›yordu yüre¤inde Dersim Da¤lar›’ndan. Murad› “zafer”di sö¤üdün. Sessizce vedalaflt›k sö¤ütle o gün. Sö¤ütle ne söylefltiniz ne konufltunuz günler ve geceler boyu, bilemedik. Sö¤üde sorsak anlat›rd› belki ama, seni fazla bekletmedi bir rüzgar al›p götürdü ikinizi de Dersim Da¤lar›’na, vatana... Bir seni gönderdik o gece, bir de sö¤üdü. Sö¤üt de senin gibi ayakta öldü. Senin gözlerin geldi oturdu yüre¤imize... fiimdi bir de senin gözlerinle bak›yoruz hayata. Öyle umutlu ve asi. Hep durgun akmaz ya sular, bu gecenin de görece¤i bir gün vard›r elbet... Söz sana Dersim gözlü, elleri k›nal› k›z.. Görülecek gün var daha sorulacak hesap, unutma ve hoflçakal, y›kaca¤›z saltanatlar›, senin o kara gözlerin u¤runa, senin yana¤›nda donup kalan bir gülüflün u¤runa!✔

7


güncel tav›r

feride’nin türküsü getirmiyorlar. Yani her şeyi kendilerine göre düzenliyorlar. Bizi tecrit edemediler. Belki koydular oralara tek tek, üçer üçer ama bizim beynimizi alabildiler mi, ala bilselerdi bu güne kadar direnişimizi kırarlardı.

Karşıda görünen hey dost, ne güzel yayla, bir dem süremedim giderim böyle... Şu an içeride ve dışarıda direnişimiz devam ediyor. Çok güzel. Fiziki olarak, yani ayrı olsak da içerideki direnişçilerle, ama yine birlikteyiz onlar hep yanımda, tecrit kalkana kadar da ben dışarıda direnişimi devam ettireceğim. F tiplerindeki tecrit kalksın istiyoruz. Bunu bile bize çok görüyorlar. Çok zor değil, bunlar istenilse aynı dakikada yapılacak şeylerdir. Hasta arkadaşlarımız var onların tedavisi. Bir de bu aramalarda, gerek içerideki tutsaklara, gerek görüşe gelen ailelerimize onur kırıcı aramalar yapılıyor, onlar kaldırılsın. Bizi soyutlamak, yaşamdan insanlıktan uzaklaştırmak, kendilerinin yaratmak istediği bir ülke ama biz buna izin vermeyeceğiz. Çünkü bu vatan bizim, biz bu vatanın bu ülkenin evlatlarıyız. Bizim kadar da kimse sevemez, sahip çıkamaz. Ala gözlü pirim pirim sen himmet eyle, ben de bu yayladan hey dost şaha giderim Şehit verdiğimiz bir süreç ve kaçımız daha şehit düşeceğiz bu uğurda. Hasta

nedeki arkadaşların, durumu ağır, direnişimiz kaçıncı güne girdi, benimki mesala beşyüz, kaç oluyor ya? Beşyüzleri geçiyor. Benden önce başlayan arkadaşlar var. Hergün ölüm haberlerini beklemektense, onları en iyi şekilde sahiplenerek, sahip çıkarak, eğer biz gerçekten seviyorsak onları, daha çok şey yapmalıyız, ki sevdiğinize inanıyorum. Belki tutsak olabiliriz, onlara göre terörist de olabiliriz, ama biz terörist değiliz, halkız biz, sizdeniz, içinizden birileri, başka bir alternatifimiz var mı o hücrelerde. Çok meşru bizim eylemimiz, çünkü yaşıyoruz, biz yaşadık o hücreleri, yaşadık, gördük. Bir bedenimiz var, kaç kişi zaten ki, tek atıyorlar bizi. Ölüm orucundakilerini tecrit ediyorlar. Daha tek hücrede olan arkadaşlarımız var. Üç kişiden fazla bir araya

8

Ala gözlü pirim pirim, sen himmet eyle ben de bu yayladan hey dost şaha giderim, ben de bu yayladan hey dost dağa giderim. Aslında söylenmesi gereken çok şey var, özellikle böyle anlamlı bir günde fiziki olarak da aranızda olmayı çok isterdim, ama koşullardan dolayı, direnişimiz anlatıyor her şeyi o yüzden fazla yani bu konuda bir şey söyleyemeyeceğim. Şunu bilmenizi istiyorum, tüm yüreğimle, inancımla aranızdayım, her gün ölümlerin olduğu şehitlerin olduğu bir süreçte herkes bir şeyler yapmalı. Sonuçta direnişimiz zorlu ve uzun bir direniş, ama zaferin bizim olacağına inancımız sonsuz, yani tek kişi de kalsa zaferi kazanacağız biz, buna inanıyoruz. Tecriti kaldıracağız yani. Karşıda görünen hey dost ne güzel yayla, bir dem süremedim valla giderim böyle. Ala gözlü pirim pirim sen himmet eyle, ben de bu yayladan hey dost, şaha giderim, ben de bu yayladan hey dost, dağa giderim.✔


an› ümit

gerillan›n dü¤ünü irden herkes ayaklanıp, kapıya yöneldi. Anında sloganlar, zılgıtlar, alkışlar başladı ve kızıl bayrağa sarılı, omuzlar üzerinde Feride çıktı. Feride'yi cenaze aracına yerleştirip, sloganları kesmeden otobüslere yöneldik. Ama etrafımız sarılmıştı. "Malatya'ya gidecekler binsin, diğerleri dağılsın" diye anons yaptı polis. Diğer otobüsleri bağlamışlardı. Bizimle Malatya'ya gelmeyecek olanlardan bir kısmını da alıp Armutlu'ya doğru yola çıktık. Arabaya sığmayanlar orada kaldılar. Feride'nin vasiyetiydi, Armutlu'dan uğurlanmak. Ne olursa olsun vasiyetini yerine getirmeliydik. Ama Armutlu'ya giden bütün yollar tutulmuştu. Adli Tıp'ın önünde kalanlarla bir süre irtibat kuramadık. Bütün çabalarımıza rağmen girememiştik Armutlu'ya. Kalanlarla irtibata geçip, İstanbul çıkışında buluşacak ve geri dönecekleri gönderecektik. İstanbul çıkışında bir benzin istasyonunda buluştuk ve geri dönecekleri göndererek, Malatya'ya yola koyulduk. İçimiz buruk, Feride’mizin vasiyetini yerine getirememiştik. Bir insanın son isteği bile engelleniyordu. Yoldayız. Acıyı ve sevinci yüklenmiş, Feridemizi sevdasına kovuşturmak için, otobüsle değil de, koşarak gidiyoruz sanki. Türküler söylüyoruz, marşlar sonra. Kimi kendi arasında Armutlu'ya girme çabamızı konuşuyor, sohbet ediyor. Bir ses duyuluyor "Altın hızma mülayim/ Seni haktan dileyim." Bilenler türküye eşlik ediyorlar. Feride'nin en sevdiği türküler önceliği alıyor. "Ben de bu yayladan dağa giderim..." Türkülere dalmış gidiyorken, oto-

B

9

zafer


büs bozuldu birden. Zorunlu mola veriyoruz bu yüzden. Birkaç kişi yakındaki ilçeden yiyecek birşeyler aldı. Ayaküstü ekmek arası hazırlayıp, çay yaptık. Ama bardağımız ve kaşığımız yok. Bardağı istasyondan aldık ama kaşık olarak ağaçtan kırdığımız ince dalları kulandık. Birkaç saat sonra otobüs yapıldı ve yola koyulduk tekrar. Havanın buz gibi soğuğuna bir de otobüsün bozuk kliması eklenince, montları battaniye olarak kullandık. Kimi yarın dinç olmak için uyumaya çalışırken kimileri kendi aralarında sohbet ediyorlardı. Kimi de camdan karanlığı seyrederek suskun duruyordu. Kimbilir, belki de Feride'yle son sohbetini düşünüyordur o sırada. Ama kesin olan şu ki, herkes Feride'yle geçirdiği günleri düşünüyordu yol boyu. Hatta sohbetlerimiz hep Feride üzerine oluyordu. Bir yandan da merak içindeyiz; Malatya'da neler olacak, nasıl olacak diye. Sabah gün ışırken, Kayseri'ye vardık ve mola verdik. Ama yemekler bitmeden, zamanın kısıtlı olmasından dolayı yola çıkıp, yemeğe yolda devam ettik. Çay demleyeceğiz ama bin bir çileyle. Biri tüpü tuttu, ben çaydanlığı. Beşik gibi sallanan araçta bunu yapmaya kalkışmanın bedeli, elimi yakmak oludu. Elimizden gelse, çaydanlığın altına ateş olup suyu kaynatacağız. Gün doğmuş, herkesin gözler açılmıştı. Otobüste mikrofon görüpte durmak olur mu? Durmadık. Sırayla mikrofonu alıp türküler söyledik. Öylece Sivas'a vardık. Her yer dağlık, tek bir ağaç yok. Ağaç değil bir tane ev bile yok. Onu da bırak benzin istasyonu yok yol boyunca. "Bre Sivas Dağları da dağları" türküsü eşliğinde, Sivas'a veryansın ediyoruz. Her taraf beyaza bürülü. Gürün'e vardığımız da, uzakta evleri görünce, sevinç çığlıkları kopardık. Dağın yamacındayız ve dik yokuştan iniyoruz. Buzlu yoldan korkan şoförün, imdat frenini çekmesi, bizi bozuk arabayla bırakı-

yor orada. Zor bela benzin istasyonuna vardık. Otobüsün kapısı açılır açılmaz, hepimiz kendini karın içine attı ve kartopu oynamaya başladık. Çevredeki halkın şaşkın bakışları altında, kaptırdık kendimizi. Üşüyen ve yorulanlar olunca oynamayı bırakıp, çay molası verdik. O sırada arızanın büyük olduğunu öğrendik. Zaman olmadığı için Malatya Kürecik'ten bizi almaya dört minibüs geldi. Kızıl bayrağa sarılı Feride, öndeki minibüsün üzerinde, gezip dolaştığı dağları seyrederken ilerliyoruz. Hava kararmaya başlıyordu. Kürecik'e varıyoruz. Bir arabayla Feride'nin ailesi karşıladı bizi. Uzakta şehidimiz İsmail Karaman'ın mezarını gösterdiler ama gidemedik. Uzaktan selam verdik İsmail'e. Yollar karlı ve hava çok soğuktu. Karanlıkta ilerliyoruz. Karşı dağın başında, 4-5 tane ışık görünüyor ve köy yoluna girdik. Yavaş yavaş dağın başına tırmandık ve birkaç evden oluşan köye vardık. Kalabalık bir kitle karşıladı bizi. Vakit geç olduğundan hemen cenaze törenine başladık. Ağaçlardan kırdığımız dallardan ve topladığımız bezlerden meşaleler yapıp, yaktık. Bir daire oluşturduk ve aramızda gerilla kıyafetleri giydirilmiş Feride... Bir saat kadar dini tören sürdü ve anmamızı yaptık. Sloganlar, türküler eşliğinde, son görevimizi yerine getiriyoruz Feride'ye. Vasiyeti, boynumuzun borcu.

10

Önde meşaleler, karanlığı yararak ilerliyoruz, vasiyeti olan mezarlığa. Bir tepeye çıkıyoruz. Komutan Feride, onun ardından tırmanıyoruz. Dizimize kadar kar, sloganlarımız susmuyor. İnsan kendini o dağların parçası sanıyor bir an; "Şu Dersim'in dağları vay lele vay le/ Yiğitlerin odağı vay lele vay le..." Mezar yerine vardık. Dedesinin yanına defnedeceğiz. O an "herkes Feride için bir dal getirsin" dedi birisi. Ve anında herkes ormana dalıp, dal toplamaya başladı. Hatta üç kişi, tuttukları ağacı kökünden sökmeye çalışıyordu. Bütün topladıklarımız ortaya koyup, ateş yaktık. Babasının, Dersim dağlarından getirdiği bir poşet toprağı, Feride'nin üzerine döktük. Sonra yine vasiyeti üzerine şeker dağıtıldı mezarı başında. Ateş yanıyordu, etrafı aydınlatarak. Türkü oluyor dilimizde Feride. "Bir ömür de benden aslanım, bir ömür de benden/ Zafer gülüşü yüzünde, yendim diyorsun." O aydınlığın içinde halaya duruyoruz. "Omuzdan tutun beni, halaya katın beni/ Düşersem bu kavga da loy, dasta anlatın beni, de loyloyloy". Dönüyoruz artık. Feride'yi ve anılarını yüreğimize gömüp, dönüyoruz. Mırıldanıyorum farketmeden; "anlatacağız seni de. Destanımızın güzellikleri içinde, yarattığın güzelliklerle anlatacağız seni. Hoşçakal Feride, hoşçakal. Seni özleyeceğiz!..."✔


an› deniz

engin

hoflgeldin birsen... levlerin içinden çıktığında dudaklarından dökülen bir cümlenin tarihin bir anını özetleyivereceğini elbette bilemezdi. Ondan bahsediyoruz, Birsen’den. 19 Aralık 2000’ de cehennneme çevrilen o koğuştan sağ kurtulmayı başarabilenlerdendi. Bayrampaşa Kadınlar Koğuşundan... Şimdi özgürlüğüne kavuşmuştu Birsen. Aramızdaydı. Sarılırken tıpkı dokunsanız kırılacak kadar, narin bir filizi incitmenin, kaygısını duyuyor insan. Ya da bir bebeği kucaklarken ki hassaslıkta sarılıyorum Birsen’e. Aslında sımsıkı sarılmak geliyor içimden ama, incitmekten korkuyorum. Başında kafa derisine yapılan operasyondan dolayı şişlikler var. Başında tekrar saç oluşturabilmek için yapılan bir operasyon sonucu şimdi uykusuz geçiyor geceleri. - Anlatsana Birsen... - Neyi? Her şeyi Birsen... Özlem’i anlat sonra Şefinur’u, bizimkileri yani... - İnsanın aklında, yaşanan belli anlar donup kalıyor biliyor musun? - Biliyorum, benim de öyle oluyor.

sonra çekildi... Susuyoruz. Ama yürek durmuyor konuşuyor. İki yıldır aklından çıkmayan yoldaşları. Alevlerin arasında kalan yoldaşları. İşte orada o anda donup kalıyor Özlem’in gülüşü, Şefinur, Seyhan, N i l ü f e r, Güls e r,

Gözlerin her şeyi anlatıyor zaten. Bir şey sormasam da biliyorum. Gözlerinde vefa, gözlerinde bağlılık var. Çıktığında ilk işi Özlemler’e, yani mezarlığa gitmek oldu. Neler konuştu onlarla kimbilir... “Merhaba Yoldaşlar... Biz geldik. Biz... Direniş sürüyor hala o geceki gibi, Ondokuz Aralık’taki gibi. Öyle sıcak, öyle çetin... Dergideki fotoğrafa dalıyoruz birlikte. Birsen’in ambulanstaki resmi. Bir ayrıntı dikkatini çekiyor. Bak biliyor musun bizi depoya götürmeden önce bu halimden farklıydım. Vücudumdaki yanma devam etmiş. Burnum burada daha fazla yanmış. Bu resim daha

Gülseren...

A

- Hatırlıyor musun Birsen bir gün... Hepsini hatırlıyor. - Senin yaptığın bir makarna çeşidi vardı. Ekmekli bir şey. - Hayır ben onu hiç yapmadım. Onu sen yapıyordun. - Yok canım daha neler! - Hayır unutkan olabilirim ama bunu asla unutmadım. - Kötü şeyleri mi yani? Gülüyoruz. - Gülizar ameliyat olacak Pazartesi günü. Geçen gün Gülizar durup dururken bana ne anlattı!..

11

- Ne? - Şefinur çocukları çok seviyordu ya. O günleri görürsek demiş.. - Eee görürsek, - Ben kreşlerde çalışmayı isterim demiş Gülizar’a. - ...... - Tabii... hepsini rahat rahat ısırırdı çocukların! Gülüyoruz. - .... - Isırsa da hırpalasa da bütün çocuklar peşinden koşardı, değil mi? Anlatsana Birsen... Ya da sen sus gözlerin anlatsın. Onlar her şeyi söylüyor zaten. Bizimkileri anlatıyor. Alevlerin içinde kalanları. Bizim yiğit devrimci kadınlarımızı. Bu toprakların kadınları onlar. Bizim destanımızın usta kalemleri. Canlarımız. “Diri Dİri Yaktılar“ Birsen. Hepsini diri diri yaktılar. Hani sen ambulanstan indirilirken böyle demiştin ya... Yüreğin böyle yanıyordu. Hepimiz gördük o ateşi. Hepimizi yaktı biliyor musun... Biliyorsun. Dün 19 Aralık’tı Birsen. Hapishane önüne gittik. Sanki hala hepiniz orada, içerdeymişsiniz gibi geldi. Karanfil bıraktık demet demet bizimkilere. Sanki... hepiniz hala oradaydınız, hepiniz, hepimiz, hatıralarımız ise hala o duvarların ardında... Şimdi buradasın, yanımızda. Ellerine takılıyor gözüm. Bu eller üzerine çok konuşulur. Tamamen yanmış elleriyle bir şey tutamazken hastanedeki direnişçilere bir yudum su içiren ellerin, yanık ellerin. Hangi el bu kadar güzel olabilir? Yüzünde ise acının derin izleri, birde direnmiş olmanın haklı gururu... Hoşgeldin Birsen...✔


savunma ahu

zeynep

görgün

SORGUMUZDUR

İSTANBUL 1 NO’LU DGM BAŞKANLIĞI’NA Sayın Mahkeme Heyeti Ben, Kültür Sanat Yaşamında Tavır Dergisi’nin Yazı İşleri Müdürü’yüm. Mahkemenizde ise dergimizin Eylül 2002 tarihli 7. sayısında yayınladığımız 6 yazıdan dolayı, DGM savcısının “örgüt propagandası” suçlamasıyla yargılanıyorum. Suçlama diyorum, çünkü böyle bir iddianın ne yayın politikamızla ne de gerçeklikle bir ilgisi vardır... Yaklaşık iki yıldır Yazı İşleri Müdürlüğü’nü yaptığım dergimiz, siste-

me muhalif düşünce ve sanat anlayışıyla yayınlanan ve kültür sanat içeriğinde bir dergidir. Dergimizde bu ibare çok açık bir şekilde belirtildiği halde savcı iddianamesin de dergimizi “Aylık Siyasi Dergi” olarak tanımlamıştır. Bu bile dergimiz için verilen toplatma kararının ne kadar önyargılı ve üstünkörü verilmiş bir karar olduğunu gösteriyor. Savcının kararının ne kadar önyargılı ve hukuka aykırı olduğunu ispatlayan örnekler bundan daha fazladır. Bunları savunmamın ilerleyen bölümlerinde anlatacağım. Dergimiz herhangi bir tekelin bünyesinde yayınlanan, tekellerin sözcülüğünü yapan yayın organı değildir. Yüksek tiraj amacıyla, promosyonlarla yayın hayatını sürdürmek gibi bir derdi yoktur. Çünkü dergimizin yayın politikası tekellerden yana değil halktan yana, halk için sanat yapmak üzerine kuruludur. Halktan yana sanat yapmak halkın yaşadığı her duyguyu , sorunu, sıkıntıyı sanata yansıtabilmektir. Varolanı kabullenmemek, varolanın değişeceği iddiasına sahip olmaktır. Sanat da dünyayı anlamanın ve değiştirmenin araçlarından biridir. Biz sanatı böyle yorumluyoruz. Sanatın, yaşamla arasındaki bağı yadsımak bilime aykırıdır. Sanatla yaşam arasındaki en temel bağ “bilme ve değiştir-

12

me” sözcüklerinde gizlidir. Büyük sanatçı Van Gogh “Dünya tamamlanmamış bir taslaktır” derken sanatın bu yönelimini açıklar. Yani tamamlanmamış bu taslak sanatla tamamlanacaktır. Biz de sanatımızın kaynağını yaşamdan, yani halktan alıyoruz. Tıpkı “sanatın çıkış noktası yaşamdır”, “Bütün sanatlar, sanatların en büyüğü olan yaşama sanatına hizmet ederler” diyen Bertholt Brecht gibi... Sanatçı dünü ve bugünü geleceğe taşıma yetisiyle zamanın ileriye doğru önü alınamaz akışını dünyaya duyurandır. Sanat çağlar boyu zulme karşı direnenlerin güç kaynağıdır. Aragon’un dizeleri, Fransız rezistansçılarının elinde silahsa, “sanat , düşmana karşı savunucu ve saldırıcı bir savaş aracıdır” diyen Picasso’nun Guernica’sı Alman faşizminin karşısına nasıl dikildiyse, bir Rafael Alberti’nin, Pablo Neruda’nın dizeleri, Franco faşizmine karşı direnen İspanyol direnişçilerinin yanında nasıl savaştıysa ve bugün Pablo Neruda on yıllar sonra Şili’ den sonra bizim ülkemizde, İstanbul 1 No’lu Devlet Güvenlik Mahkemesinde bir kez daha yargılanıyorsa bu dergimizde yazdıklarımızın doğruluğunu ispatlar. Demek ki sanata yapılan baskılar yüzyıllardır sürüyor. Demek ki değişen şey sadece zaman, bir de yargılayan ve yargılanan yüzler... Sanatçı yaşadığı toplumun, bölgesinin, halkının sorunlarının bir tanığı olmak ve yaşananlara müdahale etmek zorundadır. Gorki, Vapstarov, Mayakovski, Lorca, Victor Jara, Paul Eluard, Jose Marti, Köroğlu, Dadaloğlu, Pir Sultan, Cigerhun, Nazım Hik-


met, Enver Gökçe, Rıfat Ilgaz, Yılmaz Güney, Ruhi Su ve daha burada ismini sayamadığımız onlarca onurlu aydın, halk ozanı, sanatçı gibi. Bir sanatçı yalnızca sanatıyla da haksızlığa karşı durmaz üstelik. Bütün yaşamıyla yani tüm varlığıyla karşı çıkmalıdır haksızlığa, zulme, gericiliğe, şovenizme, faşizme. Gerçek bir sanatçı , edebiyatçı, aydın bunları başarabilen kişidir. Bunları yapamayana, yapmayana ne sanatçı denir, ne de aydın. Çünkü tarih böyle söyler. Tarihin yargısı budur. Bu mahkemede neden yargılanıyoruz? Yedinci sayımızda yayınladığımız altı tane yazıdan dolayı. Suçlandığımız şey ise “örgüt propagandası yapmak, örgüte yardım ve yataklık etmek” Bu iddia gerçekdışı olmanın ötesinde gülünçtür de. Dergimizin binlerce okuru, onlarca yazarı vardır. Ve bahsettiğimiz sanat anlayışıyla yayınını sürdürür. Ama takvimler 2000’li yılları gösteriyor. Biz hala ortaçağın mantığı ve yargılarıyla suçlanıyor, karşınıza getiriliyoruz. Biz ne yazdık dergimizde, suç olan nedir ? Bunları biraz açmak istiyorum. Yargılanmamıza neden olan yazılarımızdan ilki “Kapı ile Duvarın Düşündürdükleri” isimli bir makaledir. Makaleye konu olan olay İstanbul, Aksaray’ da iki dergi bürosu baskınına ilişkindir. Baskın diyorum çünkü amaçlanan sadece bir arama iken olay baskına dönüştürülmüştür. Zaman zaman ironik bir tarza da dönüşen makalede olay objektif bir biçimde anlatılmakta, polisin düzenlediği operasyon, bir dergi bürosunun savaş alanına çevrilmesi büro çalışanlarının dövülerek, yaka paça gözaltına alınması, medyanın haber verme şekli ve ahlakı eleştirilmektedir. Medya tamamen polisten aldığı bilgilerle dergi bürosunda çalışan basın mensuplarını terörist ilan etmiş, dergi bürosunu gayri meşru yasadışı göstermiştir. Ancak DGM Savcılığı gözaltına alınan kişiler hakkında Takipsizlik Kararı vererek medyanın bu haberlerini yalanlamıştır. Biz ise gerçeği yazdık. Objektif, dürüst habercilik anlayışıyla bir makale yayınladık. Yanlışı eleştirdik elbette eleştireceğiz. Bu yargılamayla haber toplama, haber yapma, yorumlama, eleştirme ve kamuoyuna yansıtma hakkımız gaspediliyor. Basın özgürlüğü, demokrasinin, demokratik devletin temel taşlarıdır. Basın hür bırakılmalı-

dır. Biz ise bugün tıpkı faşist totaliter rejimlerde olduğu gibi baskı , yasak ve sansürle karşı karşıyayız. Diğer yazılarımızda olduğu gibi bu yazımızda da amacı aşan bir eyleme girişmedik. Varolan gerçeği televizyon ekranlarına yansıyan biçiminden daha objektif ölçüler içinde duyurduk kamuoyuna. Bu eylemimizde hukuka aykırı hiç bir şey yoktur. Bugün burada yargılanması gereken birileri varsa biz değil, yalan yanlış haber yapan basın mensupları olmalıdır. Ve onları yönlendiren sermaye sahipleri olmalıdır. Yargılanmamız ve asılsız bir nedenle suçlanmamız hukuka ve demokrasiye aykırıdır. Bir diğer yazımız ise 13 ve 14. sayfalarda yeralan “Düştüler Birer Birer, Dillerinde Yeminler” isimli öyküdür. Öyküye esin kaynağı olan olay 26.09.1999 tarihinde Ankara Merkez Kapalı Cezaevinde güvenlik güçlerinin düzenlediği operasyondur. Bilindiği gibi bu operasyonda on tutuklu hayatını kaybetmiştir. Hayatını kaybedenlerin ailelerinin verdikleri hukuk mücadelesinin sonucunda dava “askerlerin gereksiz ve orantısız güç kullanımı nedeniyle ölümlere sebebiyet verdiğinin kabülüyle devletin tazminatla sorumluluğuna” şeklinde sonuçlanmıştır. Burada ne gibi bir propaganda söz konusudur? Sanatçı, edebiyatçı yaşadığı olaylardan etkilenip duygulanmazsa herhangi bir üretimde bulunamaz. On kişinin vahşice öldürülmesinden duyulan hüzün elbetteki sanatsal bir üretime yansıyacaktır. Mistik ögelerin ağırlıkla kullanıldığı bu öykü de bu duygulanmanın bir sonucudur. Öyküdeki temaların gerçekliği, operasyonu yaşayan tutukluların anlatımları, adli tıp raporları ile sabittir. Bir edebiyatçının gerçekleri tahrif etmesi hiçbir şekilde kabul edilemeyeceğinden ve sanatsal üretime ahlaki sınırlar haricinde sınır çizelemeyeceğinden bu öykünün toplatma ve dava konusu yapılması hukuka aykırıdır. Bu öyküde bir propaganda yapıldıysa bu sadece ve sadece yaşamın propagandasıdır, herhangi bir örgütün ve ölümün değil... 11. ve 12. sayfalarda yayınlanan bir röportajımız yine dergimizin toplatılmasına ve dava açılmasına neden olarak gösterilmektedir. Röportaj, izlenim biçiminde aktarılmıştır. Alibeyköy’ de F Tipi hapishanelerin kapatılması için bu sorunu kamuoyuna du-

13

yurabilmek ve F Tipi hapishaneler politikasını protesto etmek amacıyla açlık grevi yapan tutuklu aileleri ile yapılan bir röportaj nasıl oluyor da propagandif olabiliyor? Bir gazeteci herkesle röportaj yapabilir. Toplumsal, toplumun vicdanını yaralayan bir olayı kamuoyuna duyurmak biz basın mensuplarının görevi, okurlarına karşı yerine getirilmesi gereken bir sorumluluğudur. Bunu yapmamak suç olmalıdır. Burada da ne hukuka ne de gazetecilik etiğine aykırı bir şey yapmadık. Bu tip röportajlar hemen hergün Hürriyet, Cumhuriyet, Radikal, gibi gazetelerde yayınlanırken hiç bir yasaklama ve sansür gerçekleşmezken bizim dergimizde yayınlanınca asılsız iddialarla suçlanıyor, yargılanıyoruz. Yargılanmamız hukuka aykırıdır. Bu röportajımızla da yargılanmamız önyargılı bir tutumun sonucudur. Neticede bu kişiler hakkında da DGM Savcılığı tarafından Takipsizlik Kararı verilmiştir. 9. ve 10. sayfalarda yayınladığımız “Merhaba İstanbul” isimli öykü bir tutuklunun duruşmaya getirilmeden önce yaşadığı duyguları anlatıyor. Eğer bir insan bir yerde tutsaksa özgürlük özlemi duyması doğaldır. Bu özgürlük özlemi yaşadığı çevreye, insanlara, havaya, suya yani doğaya, sevdiği insanlara, ebeveynlerine, kendine yasaklanan her şeye duyduğu özlemdir. Yaşadığı şehre duyduğu özlem içinde büyümektedir. Daha önce kaldığı hapishanedeki arkadaşlarını hücredeyken görememektedir. Bunları hayal eder ve bu duygunun adı özlemdir. En temel insani duygulardan biridir. Hücrede her şeye hasret kalmıştır. Bu hasreti biraz olsun dindirebilme hayaliyle geçirdiği gecenin sonunda duruşmaya götürülmek için bir ringe bindirilir. Ring ise yaşadığı hücreden farksızdır. Ne penceresi vardır ne de temiz bir havası. Özlemini duyduğu arkadaşları hücre tipi ringin diğer bölmelerindedir. Tutuklu bütün bunlara rağmen İstanbul’u içinde hisseder. Bir de arkadaşlarının sevgisini. Yaşama umudunu yitirmez. İstanbul’a bir “Merhaba” der göremese de. Edebi olarak başarılı, konu olarakta çarpıcı bir eserdir. Bu öykü ülkemiz gerçekliğinin bir kesitidir. Bu noktada değerlidir. Hiç bir gerçek çarpıtılmadan aktarılmıştır öyküde. Ama sadece hapishane ve ölüm orucunu çağrıştıran ifadelere yer verildiği için bu öykü bir ön-


yargıya kurban ediliyor. Bir örgüt üyesinin hayatını anlattığı ifade ediliyor. Bir örgüt üyesinin de duyguları vardır. Bir edebiyatçı bunu bilir, bilmelidir. Kaldı ki öykünün kahramanının bir örgüt üyesi olduğuna dair tek bir ibare bile yoktur. Olsa bile dediğim gibi bir örgüt üyesinin hayatını anlatmak ta bir suç değildir. 26. ve 27. sayfalarda yayınlanan ve “Yorgun” isimli öykü de yine aynı dertten muzdarip bir şekilde suç unsuru olarak gösterilmektedir. Bir sanatçının, toplumsal olaylar karşısında yaşadığı ikilemleri anlatan bu öykü sanatsal bir üretimdir. Ne şekilde, hangi örgütün propagandasını yapıyor bu belli değildir. Zira öyküde bir tek örgüt ismi geçmemekte, örgüt üyesi olarak ismi geçtiği belirtilen kişiler ise ölüm orucunda hayatını kaybeden kişilerdir. Ne yargılanmaları bitmiştir, ne de herhangi bir örgüte üye olup olmadıkları bellidir. Öykünün konusu o kişilerin ölüm orucunda hayatını kaybetmesi üzerine bir sanatçının yaşadığı duygulardır. Bu toplumsal bir gerçekliktir. Bu duyguları yaşayan binlerce kişi vardır bu ülkede, bunun aksini iddia edebilir misiniz? F Tipi hapishanelere karşı sürdürülen ölüm oruçlarında iki yıldır 101 kişi hayatını kaybetti. 20’li yaşlarında gencecik insanların her gün açlıktan eriyerek ölmesi büyük bir insanlık dramıdır. Sadece bu yanıyla bile bakılsa toplum vicdanını derinden yaralayan bir olaydır. Bugüne kadar iki yıldır bu konuda yazılar yazıldı, şiirler yazıldı, şarkılar bestelendi tiyatro oyunları sergilendi. Bunun sanatı iki yıldır yapılıyor. Ve bundan sonra da yapılacağına eminiz. Bir sanatçının böylesi dramatik bir olaydan etkilenmemesi için bütün vicdani ve insani duygularını yitirmiş olması gerekir. Öykü de bunu eleştiriyor zaten. Öykünün kahramanı bir yandan vicdanıyla başbaşa kalırken bir yandan da duyarsızlığını sürdürüyor. Bu ikilemi bu hesaplaşmayı bugün pek çok insan yaşıyor. Kimse insanların ölmesinden yana değil. F Tipi hapishanelerde uygulanan tecrit bir insanı insan olma özelliklerinden arındırmak, onun insan yanını yoketmek için uygulanan bir yöntemdir. Tecrit insanın doğasına aykırıdır. İnsan sosyal bir varlıktır, tecrit insanın sosyal yanını öldürür. İzolasyon zararlı yaratıklara, mahluklara uygulanan bir yöntemdir, insan zararlı bir yaratık,

bir hayvan değildir. Bugün tecrite tabi tutulan insan önce insandır. Örgüt üyesidir ölsün gibi bir mantık faşizan bir mantıktır. Biz ise elbetteki tecrite karşı çıkacak, sayfalarımızda buna yer vereceğiz. Sanatçıyız, edebiyatçıyız. Bu halktan yana sanat yapan bir sanatçının misyonudur. Kaldı ki bir öyküde, romanda, filmde, herhangi bir örgüt üyesinin hayatı anlatılamaz mı? Bu tarzda yayınlanmış, şimdiye kadar piyasaya çıkmış onlarca eser vardır. Hiçbiri hakkında bir yasaklama getirilmemiştir. Ama bizim dergimizde yayınlanınca bu propaganda yapmak gerekçesiyle yargılanmamıza neden olabiliyor. Bugün emperyalizmin yoz kültürünün halkımızın, gençlerimizin beynini zehirlemesine karşı çıkıyoruz. Sapkın cinsellik anlayışıyla ekranlardan akan pisliğe, Televole kültürüne karşı çıkıyoruz. Yok edilmek istenen Anadolu Kültürüdür. Ama Anadolu Kültürü halkımızın yüzyıllardır geleneklerinde taşıdığı büyüttüğü bugünlere getirdiği yaşattığı kültürdür. Kökleri derinlerdedir. Adı sadakattir, namustur, vefadır, bağlılıktır, sevdadır. Bugün bunların değil ‘Aldatma’nın romanlarını yazanlar suçludur. Halkımıza ait değerlerin güzelliklerin öykülerini yazan, insanlara sevgiyi, paylaşmayı vefayı, bağlılığı, onuru, inandığın değerler uğruna gerekirse ölebilmek bile gerektiğini anlatan bizler değil. Dergimizin toplatılmasına ve yargılanmamıza neden olan 16. ve 17. sayfalarında yeralan ve büyük ozan Pablo Neruda’nın “ Oğulları Ölen Analara Türkü” isimli şiiridir. Bu toplatma kararı büyük dünya ozanı Pablo Neruda’nın anısına yapılmış en büyük saygısızlıktır. Bu mahkemeye yargılanmak üzere çağırılan Pablo Neruda 1973 yılında Şili’ de Faşist diktatör Pinochet zamanında gözaltına alınmış ve bir süre sonra öldüğü açıklanmıştır. Şiirleri dilden dile çevrilmiş dünyanın her yerinde bilinen ve tanınan büyük dünya ozanın bizim ülkemizde örgüt propagandası yapmak suçlamasıyla yargılanmasından büyük bir üzüntü duyuyoruz. Bu karar kamuoyunda yankı bulmuş pek çok gazete ve dergide haber konusu olmuştur. Neruda’nın şiirleri onyıllardır ülkemizde de çevirisi yapılıp kitapları halen satılmaktadır. Dergimizde yayınlanan şiirinden dolayı Neruda’yı dahi bu suçla yargılamak dergimize karşı önyar-

14

gılı tutumun bir başka ispatıdır. Neruda’yı yargılayan Pinochet İngiltere ve İspanya tarafından diktatörlük döneminde işlediği suçlardan dolayı yargılanırken bizim ülkemizde İstanbul 1 No.lu Devlet Güvenlik Mahkemesinde ise Şair Pablo Neruda Yargılanıyor. Şair Pablo Neruda sözkonusu şiiri Franco’nun kurşunları altında can veren İspanyol direnişçilerinin anaları için yazmıştır. Şiirinin kaynağı halktır, halkının yaşadığı acılardır. Bu noktada şiiri elbetteki politiktir. Ama olayın trajikomik olan yanı ünlü İspanyol şairin bundan kırk yıl önce, İspanyol direnişçileri için yazdığı şiirin bugün ülkemizde örgüt propagandası yapıyor iddiası ile yargılanıyor olması... Sayın Yargıçlar, bu karar dünya kamuoyunu ilgilendirecek niteliktedir. Bizim ülkemiz için utanç verici bir durumdur. Adı geçen şiir ülkemizde ilk olarak Enver Gökçe tarafından tercüme edilip Yön Yayınlarından 1960 yılında piyasaya çıkarılmıştır. Kırk yıl sonra getirilen bu yasaklama bir ilktir. Pablo Neruda Şili’ den sonra ikinci olarak bizim ülkemizde yargılanmaktadır. Bütün bunlardan ülkemiz adına utanç duymamak mümkün değildir. Sayın Yargıçlar, bugün 10 Aralık Dünya İnsan Hakları Günü... Bizim bu gün, dünya insan hakları gününde yargılanıyor olmamız ise varolan durumu daha da çarpıcı hale getiriyor. Dünya İnsan Hakları Günü’nde en temel hakkımız olan düşünce hakkımız gaspedildiği için yargılanıyoruz. Bugün bu mahkemede yargılanıyorsak bu düşünce özgürlüğü olmadığı içindir. Basının önündeki engeller kaldırılmalı, basın hür bırakılmalıdır. Bu demokrasinin bir gereğidir. Sanatı ve sanatçıyı ortaçağ karanlığına mahkum etmek istemek ise yine demokrasiyle bağdaşamaz. Öykü ve makaleler ekte örneğini sunduğum belgeden de görüleceği üzere U. SATILMIŞ LÜKER tarafından yazılmıştır. Şiir ise PABLO NERUDA’ya aittir. NERUDA ölmüş olduğundan aidiyet belgesi sunamıyoruz, ancak U. SATILMIŞ LÜKER’in aidiyet belgesini ekte sunuyoruz. Bu şiir ve yazılarda herhangi bir suç unsuru görmediğimden yayımladım. Suç unsuru olmadığını bir kez daha tekrarla beraatime karar verilmesini talep ediyorum.✔


güncel murat

gökmen

1 Aral›k Mitingi... Aralık 2002 pazar günü Türkiye’nin çeşitli yerlerinde, ABD’nin Irak’a saldırısı protesto edildi. Mitingler; İstanbul, İzmir, Adana, Elazığ, Mersin, Kocaeli, Adıyaman, Antalya, Eskişehir, Samsun, Zonguldak, Dersim, Malatya, Çorum v.d. bazı illerde yapılırken, bunların en büyüğü İstanbul’da yapıldı. İstanbul’daki mitinge 20 bine yakın insan katılırken, son yıllar içerisinde ilk savaş karşıtı miting olma özelliği taşıyan Çağlayan’daki miting, aynı zamanda 152 tane savaş karşıtı grubu ve demokratik kitle örgütünü biraraya getirdi. Aylardır sürdürülen miting çalışmasının, örgütlenmesinin son hazırlıklarında “Irak'ta Savaşa Hayır Koordinasyonu” kurularak 152 örgüt ortak kararlar aldı. Haftalarca süren tartışmalar, görev bölüşümlerinin ardından son gün de gelip çattı. Ertesi gün 1 Aralık’tı... Çeşitli sol kesimler, odalar, sendikalar, anarşist gruplar, kadın örgütleri, islami kesim, çevreciler, feministler, aydın-sanatçılar'dan oluşan yaklaşık 20 bin kişilik kalabalık, saat 10.00 civarı Perpa dolaylarında toplandı ve 11.00 gibi yürüyüşe geçti. Saat 12.00 gibi Şişli Abide-i Hürriyet Meydanı'na gelinmesinin ardından miting programı başladı. İlk olarak Emek Platformu Dönem Sözcüsü DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi açılış konuşmasını yaptı. Sonrasında okunan şiirlerin ardından, Derya Alabora ve Oktay Kaynarca tarafından, Savaşa Hayır Platformu'nun hazırladığı İngilizce, Türkçe, Kürtçe metin okundu. Daha sonra Grup Yorum ve Kardeş Türküler'in söylediği şarkıların ardından miting sona erdi. Mitingte göze çarpan ve söylenmeden geçilemeyecek izlenimler de var-

1

dı. 152 tane örgüt, kurum katıldı, ama ortadaki sayı adeta bunu yalanlıyordu. Sadece 50 tane bileşen 1000’er kişi getirebilmiş olsaydı, iki katından fazla bir güçle miting yapılmış olacaktı. Kaldı ki sendikalar, potansiyelinin onda birini bile getiremedi “savaş karşıtı” bir mitinge. Bir de alanda aylardır bir blok’tan, kitle gücünden bahsedenler vardı. Onlar, kendilerini halkın, sol hareketin gücü olarak niteliyorlardı, ama onların alandaki kitlesini gören ve buna inanmış olanlar bu gücü bu şekilde görünce moral bozukluğuna uğrardı herhalde. Bu kadar örgütün birarada, ortak hareket edebilmesi olumlulukken bu olumluluğun katılıma da yansımasını isterdik. Ama olmadı. Kendi sendika üyelerini bile örgütleyememiş, alana getirememiş sendikanın başkanı S. Çelebi daha önce belirlendiği üzere sadece kısa bir açılış konuşması yapacağı yerde kalabalığı görünce konuşmasını bir türlü bitiremedi... Bu miting aynı zamanda önemli bir sonucu daha bizlere göstermiştir. Sivil toplum kuruluşlarının altının boşluğunu. Sivil toplum kuruluşlarının, sırtını ne kadar halkına, kitleye yasladığını da gösteriyor. “Sivil toplum”un kuruluşu olmak, onlara hitap etmek, popüler, medyatik etkinlikler-

15

de boy göstermek, toplantıdan toplantıya koşmak demek değil elbet. Bir takım statükoları olan, politikasını hep düzeniçilikle sınırlayanlar yarın düzen içindeki baskı daha da arttığında hiçbir yerde olmayacaklardır. Şimdi “Savaşa Hayır Koordinasyonu” hala devam ediyor. Yaşanan bu olumsuzluklara rağmen bu birlikteliği güçlendirerek sürdürmek gerekiyor. Önümüze daha ciddi, büyük hedefler, çalışmalar koymamız gerekiyor. Halkın emperyalist savaşa karşı tepkisini alanlara, sokaklara, işyerlerine yansıtmak için “referandum istiyoruz” talebini bulunduğumuz her yere taşımalıyız .✔


y›ldönümü tav›r

Guinea Bissao’ nun ba¤›ms›zl›k önderi

AM‹LCAR CABRAL Ç©∫l` êØ≤¥•´©∫` ≥Ğ≠ş≤ß•¨•≤©` ®°¨´¨°≤ l` Ŷ≤©´° ` Æ Æl •≠∞•≤𰨩≥¥¨•≤©Æ`ã°≤°`Ŷ≤©´°`§•§©´¨•≤©`π•≤¨•≤©Æ§•Æ ß•¨•Æ` Ŷ≤©´°` à°¨´¨°≤ π ∫n` Ö∂•¥l` ¢©∫` ´°≤°π ∫n` Ü° ´ ° ¥ ¢ş¥şÆ`Ğ¥•´©`©Æ≥°Æ¨°≤`ß©¢©l`©Æ≥°Æ ∫n`Δ¨´•¨•≤©≠©∫`•´Øm ÆØ≠©´`ب°≤° ´ ` ß•≤©§©≤n`à°´¨°≤ ≠ ∫`•´ØÆØ≠©Æ©Æß ` ≤•©¨©m ©π¨•`¢•¨©≤¨•≤Æ•Æ`¢©≤`¥°≤©®≥•¨`≥ş≤•Õ¥•§©≤n``ÇμÆμÆ`¢©m ¨©Æ£©Æ§•` ب≠°¨ π ∫n` Ç©∫` Ŷ≤©´°` à°¨´¨°≤ π ∫l` ¶°∫¨°` ¢©≤ •π` π°≤°¥≠°§ ´n`Ç° ´°¨°≤ Æ Æ`•¨¨•≤©Æ§•`¢μ¨μÆ°Æ`Ğ∫•¨ ≥©¨°®¨°≤` ¢©∫§•` πØ´¥μ≤l` ¢şπş´` ¶°¢≤©´°¨°≤ ≠ ∫`πØ´l`ÕØm £μ´¨°≤ ≠ ∫` ©Õ©Æ` ¢° ´°¨°≤ Æ Æ` ÕØ£μ´¨°≤ Æ Æ` ØπÆ°§ ´¨°≤ ØπμÆ£°´¨°≤ `¢©¨•`πØ´l`¶° ´ ° ¥ ` ´•Æ§©`πş≤•´¨•≤©≠©∫`∂°≤{` ´•Æ§© ´ ° ¶°¨°≤ ≠ ∫l`´•Æ§©`¥°≤©®©≠©∫nnn

milcar Cabral 1925 yılında Bafata, Guinea (Bissao) ‘da doğdu. Tarım bilimi uzmanıdır. 1954 yılında öğrenci olarak gittiği Lizbon’da birkaç yurtsever arkadaşıyla sömürgeciliğe karşı çıkan hareketin temelini attı. 1956’da Gine devrimini başarıya götüren PAIGC’i kurdu. Ölünceye dek bu örgütün liderliğini yaptı. Gine devrimini, örgütleyip, 10 yıl içinde ülkesinin dörtte üçünü bağımsızlığa kavuşturdu. Kuramcı ve örgütleyici olarak üstün bir bilgi ve yeteneğe, yılmaz bir savaşçı yürekliliğine sahipti. Bu özellikleriyle Cabral Afrika devriminin sembolüdür. Kendini, “Ben halkına olan borçlarını ödemek ve devrimin bir adamı olmak isteyen sıradan bir Afrikalıyım.” sözleriyle tanımlar. Varlığını son dakikasına kadar ülkesinin bağımsızlığı ve halkının devrimine adamıştır. Ve savaşın sonunu göremeden 20 Ocak 1973’te Konakri’de Caentio rejiminin ajanları tarafından katledilmiştir. Ve bu kez de ölümüyle halkına, halkının savaşına güç katmıştır.✔

A

16


panorama tav›r

bir y›l böyle geçti... “2001 yalnız Türkiye için değil, tüm dünya için zor bir yıldı. Ancak 2002 yılı Türkiye’nin yeni atılımlar yapacağı bir dönem olacaktır... AB ile ilişkilerimizin geliştiği, demokrasi ve insan haklarının güçlendiği, uluslar arası saygınlığımızın arttığı bir yıl geliyor.”( Başbakan Bülent Ecevit 1 Ocak 2002 Milliyet)

2 Ocak 2002- ölüm orucunda 83. şehit Ali Çamyar - Kırıklar F Tipi

zılay’da yaptıkları gösteride tecrite son verilmesini istediler

5 Ocak 2002- ölüm orucunda 84. şehit Zeynel Karataş - Tekirdağ F Tipi 8 Ocak 2002- ölüm orucunda 85. şehit Lale Çolak - Kartal Cezaevi

17 Şubat 2002- Aydınlar İHD binasında yaptıkları bir açıklamayla tecrite son verilmesini üç kapı üç kilidin açılmasını ve tecritin kaldırılmasını istediler.

20 Ocak 2002- 70 İsrail tankı Tulkarem kentini işgal etti.

20 Şubat 2002- Pendik’te iki emekli maaş kuyrugunda hayatını kaybetti.

22 Ocak 2002- Tulkarem’den çekilen İsrail tankları Nablus’u işgal etti.

1-2 Mart 2002- Grup Yorum’un Elazığ’da vereceği konser, valilik tarafından toplum huzurunu bozacağı gerekçesiyle yasaklandı.

28 Ocak 2002- Kürt Enstitüsü polis tarafından yapılan baskın ve arama sonrasında mühürlendi.

3 Mart 2002- İstanbul Esenler’de, halka polis destekli faşist bir saldırı gerçekleşti. 8 Mart 2002- Dünya Emekçi Kadınlar Günü Türkiye’nin ve Avrupa’nın birçok yerinde geniş bir katılımla kutlandı. 9 Mart 2002- ölüm orucunda 86. şehit Yusuf Kutlu- Sincan F Tipi

28 Ocak 2002- Belge Yayınevi Yayın Yönetmeni Ayşenur Zarakolu kanser hastalığı nedeniyle hayatını kaybetti 4 Şubat 2002- Eyüp Adliyesi’nde Bayrampaşa katliamı duruşması yapıldı. 4 Şubat 2002- Gazze Şeridi’nde roketli saldırı sonucu 5 Filistin’li katledildi. Aynı gün İsrail helikopterleri, Gazze Şeridi’nde Bir çelik fabrikasını vurdu. El Aksa intifadasında ölenlerin sayısı 831’e ulaştı. 16-17 Şubat 2002-TAYAD’lı aileler Kı-

10 Mart 2002- ölüm orucunda 87. şehit Yeter Güzel- Bayrampaşa Cezaevi Hastanesi 10-13 Mart 2002- İsrail güçleri Arafat’ın karargahına saldırdı ve beş kişi öldü. 14 Mart 2002- Barcelona’da 85 bin gösterici emperyalizmi protesto etmek için alanlardaydı. 15 Mart 2002- Barcelona’nın 15 farklı merkezinde onbinlerce “küreselleşme karşıtı” gösterilerde bir aradaydı. 15 Mart 2002- ölüm orucunda 88. şehit Doğan Tokmak- Kandıra F Tipi

17

16 Mart 2002- Dünya Tutsaklar Günü nedeniyle, Hamburg’da yapılan mitinge F tiplerine karşı direniş desteklendi. 20 Mart 2002- Ordu Ünye’de Jandarma Özel Timleriyle yapılan çatışmada üç gerilla öldürüldü. 21 Mart 2002- ölüm orucunda 89. şehit Tuncay Yıldırım- İzmir 21 Mart 2002- Newroz kutlamaları yine olaylı bir şekilde yapıldı. 31 Mart 2002- ölüm orucunda 90. şehit Meryem Altun-Sağmalcılar Devlet Hastanesi 13 Nisan 2002- F Tiplerini protesto eden 2500 kişi Abdi İpekçi parkında


biraraya geldi.

dı.

16 Nisan 2002- 13 milyon İtalyan emekçisi, Berlusconi iktidarına ve emekçiler aleyhine yapılan politikalarına karşı genel greve çıktılar.

15 Temmuz 2002- Volkan Ağırman Kandıra F tipindeki hücresinde intihar etti.

27 Nisan 2002- Sincan F Tipi hapishanesinde yakalandığı tüberkülozdan kurtulamayan Hıdır Demir Ankara Sanatoryum Hastanesinde yaşamını yitirdi. 1 Mayıs 2002- 1 Mayıs mitingi Türkiye’de ve dünyanın birçok yerinde bü-

15 Temmuz 2002- “Tecrite Hayır” kampanyası çerçevesinde toplanan 110 bin imza Ankara’ya götürüldü ve meclis, bakanlık, AB temsilciliği gibi kurumlara iletildi. 22 Temmuz 2002- Şişecam işçilerinin direnişi başladı. 24 Temmuz 2002-Şair Adnan Yücel akciğer kanserinden dolayı yaşamını yitirdi. 30 Temmuz 2002- ölüm orucunda 92. şehit Semra Başyiğit-Kartal Cezaevi 30 Temmuz 2002- OHAL sona erdiği açıklandı. 3 Ağustos 2002- Erken seçim kararı nedeniyle Sami Türk Adalet Bakanlığı’ndan ayrıldı, yerine Aysel Çelikel atandı.

yük bir coşkuyla kutlandı. 1 Mayıs 2002- 8. ölüm orucu ekipleri ölüm orucuna başladı. 6 Mayıs 2002- Tavır yayınlarından çıkan “İki Kardeşin Hayatı Canan ve Zehra” adlı kitaba 4 no.lu DGM’ce dava açıldı. 17 Mayıs 2002- Aşık Mahzuni Şerif’i kaybettik. 23 Mayıs 2002- ölüm orucunda 91.şehit Okan Külekçi- Tekirdağ F Tipi 3 Haziran 2002- Tavır yayınlarından çıkan “İki Kardeşin Hayatı Canan ve Zehra” beraat etti. Beraat kararıyla birlikte verilen toplatma kararı da kaldırıldı. 5 Haziran 2002- Bayrampaşa katliamının ikinci mahkemesi Eyüp 3. Asliye Ceza Mahkemesinde yapıldı. 11 Haziran 2002- Eskişehir’de sekiz aylık bir bebek açlıktan öldü. 22 Haziran 2002- İspanya’nın Sevilla kentinde 150 bin kişi AB politikalarını protesto etti. 2 Temmuz 2002- Türkiye'nin birçok yerinde Sivas Katliamı anması yapıl-

10 Ağustos 2002- ölüm orucunda 93. şehit Fatma Bilgin. 11 Ağustos 2002- TAYAD’lı aileler Alibeyköy’de süresiz açlık grevine başladı. 13 Ağustos 2002- Konya Akkise’de jandarma halka saldırdı. Hasan Gültekin adlı kişi öldü. İkisi ağır beş kişi yaralandı. 20 Ağustos 2002- Ekmek ve Adalet Dergisi, Gençlik Gelecektir Dergisi,TAYAD’a polis tarafından baskın düzenlendi. 22 Ağustos 2002- ölüm orucunda 94. şehit Birsen Hoşver- Malatya Hapishanesi 22 Ağustos 2002- ölüm orucunda 95. şehit Gülnihal Yılmaz- Kütahya Hapishanesi 23 Ağustos 2002- Feride Harman içeride başladığı ölüm orucuna dışarıda devam ediyor. 31 Ağustos 2002- ölüm orucunda 96. şehit Fatma Tokay Köse- Kütahya Hapishanesi 31 Ağustos 2002- Okmeydanı’nda ÖDP bildirileri dağıtmakta olan Sinan Kayış faşist Ziya Yücetepe’nin

18

kurşunlarıyla katledildi. 1 Eylül 2002- Dünya Barış Günü kapsamında gösteriler düzenlendi.”Katil ABD, Ortadoğu’dan defol”sloganları atıldı. 6 Eylül 2002- Dergimizin Eylül sayısında yer alan altı yazıya, terör örgütüne yardım ve terör örgütü propagandası yapmak suçlarından dava açıldı. 10 Eylül 2002- ölüm orucunda 97. şehit Hamide Öztürk- Bakırköy Cezaevi 10 Eylül 2002- TAYAD’ın kampanyası çerçevesinde, Türkiye ve Avrupa’da toplanan 155 bin imza, Avrupa Parlamentosu’na verildi. 14 Eylül 2002- Temel Haklar ve Özgürlükler Derneği Girişimi, Genel-İş Sendikası toplantı salonunda basına tanıtıldı. 28-29 Eylül 2002- TAYAD’lı aileler “Hapishaneler Gerçeği Yaşanan Sorunlar ve Çözüm Önerileri” adıyla düzenledikleri ikinci kurultayı yaptılar 7 Ekim 2002- Amerika’nın birçok yerinde binlerce kişi Amerika’nın Irak’ı işgalini sloganlarla protesto etti. 11 Ekim 2002- TAYAD, TUYAB, Halkevleri 1.Bölge Temsilciliği, SDP İstanbul İl Örgütü, EMEP, TÜM BEL-SEN,


İtalyan Başkonsolosluğuna giderek verdikleri dilekçelerde “Tecrite Hayır” dediler. 12 Ekim 2002- Endonezya’nın turistik bir bölgesi olan Bali bölgesinde çeşitli uluslardan 180’den fazla insan katledildi. 14 Ekim 2002- İstanbul Barosu üyesi yaklaşık 1000 avukat İstanbul Barosu önünden Taksim’e kadar yaptıkları yürüyüşte, Amerika’nın Irak’a yapacağı saldırıyı kınamak için “Savaşa Hayır” dediler. 17 Ekim2002- KESK üyesi memurlar ücret politikalarını protesto etmek için tüm yurtta iş bırakma eylemi yaptılar. 18-19-20-21 Ekim 2002- Ölüm Orucunun üçüncü yılına girmesi nedeniyle yurt içinde ve yurtdışında birçok etkinlik düzenlendi. 26 Ekim 2002- 50 civarında Çeçen sa-

yaşamını kaybetti. 6 Kasım 2002- YÖK ülkenin birçok yerinde, üniversitelerde ve alanlarda protesto edildi. 6-10 Kasım 2002- İtalya’nın Floransa kentinde 1 milyona yakın insan “Dünya Sosyal Forumu”na katıldı. 8 Kasım 2002- ölüm orucunda 98. şehit Serdar Karabulut-Sincan F Tipi 19 Kasım 2002- ölüm orucunda 99. şehit İmdat Bulut- Kandıra F Tipi 18 Kasım 2002- TAYAD tarafından “Tecrite karşı İpsala’ya yürüyoruz” sloganıyla 18 Kasım’da başlatılan Avrupa yürüyüşü, Fransa, İsviçre, İtalya ve Yunanistan’ın çeşitli şehirlerindeki eylem ve etkinliklerden sonra İpsala sınır kapısında bitirildi. 28 Kasım 2002- Anayasa Hukuk Profesörü Bülent Tanör yaşamını yitirdi. 29 Kasım 2002- 24 TAYAD’lı tecrit ve ölüm oruçlarıyla ilgili olarak meclise gittiler ve randevu aldıkları milletvekilleri ile görüştüler. 30 Kasım 2002- “Zehra Kulaksız 9.ölüm orucu ekibi”direnişe başladı. 30 Kasım 2002- ölüm orucunda 100.şehit Zeliha Ertürk-Kartal Cezaevi 30 Kasım 2002 Garip akımını son temsilcilerinden Melih Cevdet ANday solunum ve böbrek rahatsızlığı nedeniyle hayatını kaybetti.

vaşçı Moskova’da bir tiyatroyu ele geçirerek 700 civarında insanı rehin alarak, Rusya’nın Çeçenistan’dan çekilmesini istedi. 26 Ekim saat 05:40’da 50 Çeçen savaşçı ve 117 rehine devlet güçleri tarafından kimyasal gaz kullanılarak katledildi. 30 Ekim 2002- Temel Haklar ve Özgürlükler Derneği Girişimi ABD Konsolosluğu önünde yaklaşık 100 kişinin katıldığı bir açıklama yaptı. Amerika’nın Ortadoğu’ya saldırısına hayır diyen dilekçeler konsoloslukça kabul edilmedi. 31 Ekim 2002- İngiltere’de genel direniş günü ilan edildi. 3 Kasım 2002- 57. seçimlerde, sandıklardan AKP birinci parti olarak çıktı. 5 Kasım 2002- Şair Müştak Erenus

1 Aralık 2002- ölüm orucunda 101. şehit Feridun Yücel Batu- Kırıklar F Tipi 1 Aralık 2002- İstanbul başta olmak üzere çeşitli illerde alanlana çıkan onbinler, Irak’a karşı düzenlenecek olan olası Amerikan saldırısına hayır dedi. 10 aralık 2002 Tavır ‘ın 6 sayısıyla ilgili açılandavanın görülmesine başlandı. 15 Aralık 2002- ölüm orucunda102. şehit Feride Harman-Malatya Hapishanesi'nden tahliye olduktan sonra dışarıda devam ettiği ölüm orucunda şehit düştü. 19 Aralık 2002, Edebiyatçı yazar Mehmet Fuat 19 Aralık 2002 Perşembe günü hayatını kaybetti.

19

19 Aralık 2002 TAYAD’lı aileler Bayrampaşa Hapishanesi önüne karanfil bıraktılar. 19 Aralık 2002 Taksimde 19 Aralıkla ilgili basın açıklaması yapmak isteyen gruba polisin müdahalesi sonucunda pek çok kişi gözaltına alındı. 20 Aralık 2002- ölüm orucunda 103. şehit Berkan Abatay. Şişli Etfal Hastanesi. 22 Aralık 2002- Berkan Abatay’ın cenazesi Gazi Cemevinden kaldırılarak Cebeci mezarlığından kaldırılarak toprağa verildi. Cebeci mezarlığında 19-22 Aralık Hapishane operasyonlarında hayatlarını kaybedenler 500 kişinin katıldığı bir yürüyüşle Cebeci mezarlığında anıldı.


sinema veli

göktafl

Kaçmayın! Mordor’u Beyninizde Taşıyorsunuz! üzüklerin Efendisi-İki Kule gösterime girdi. Geçtiğimiz yıl, "Yüzük Kardeşliği" ile açılışı yapılan serinin beyazperdedeki performansı özellikle hayranları tarafından merakla bekleniyordu. Biliriz! Öyle hayran kitleleleri vardır ki, istekleri veya beklentileri gerçekleşmezse ortalığı kasıp kavuracak gazaba sahiptir. "Yüzüklerin Efendisi" hayranları da bu türden hayranlardandır. Bu yüzden de, özellikle internet sitelerinde, Yönetmen Peter Jackson ve New Line Cinema yetkilileri hayranları sakinleştirecek açıklamaları periyodik olarak yapıyorlardı. Nihayet, Yüzük Kardeşliği yayınlandığında, hayranlar durumdan memnun kaldılar da bir problem yaşanmadı. Ancak, yine de eli kalem tutan hayranların birbirine düşmesini hiç birimiz engelleyemedik. Önce akademik tartışmalar olarak görülen, gazete sayfalarından, internet sitelerine taşan bu fikir teatileri çeşitli dönemlerde oldukça gerildi de. Romanın çözümlemesi, metin okuması ve yorumu gibi bir takım yazıların ilerleyen aşamada, eserin tutkulu bir savunusuna dönüştüğünü gördük. Tabi ki buna karşı çıkan entellektüel yazarlarımız da söz konusuydu. Referanslarını, romanın yayınlandığı günlerde, kendisine atfedilen görüşlerden alan bu yazarlar, bugün de, romana çeşitli misyonlar yükleyerek onu okumaktan ve filmini izlemekten yana bir tavır sergiliyorlar. Yüzüklerin Efendisi, ilk kez basıldığı tarihlerde, eserin, İkinci Paylaşım Savaşı'na bir gönderme olduğu fikri ortaya atılmıştı. Romanın yazarı J.R.R. Tolkien ise, bu iddialara gülüp geçmiş ve gerçeği yansıtmadığı şeklinde tepki vermişti. Birinci Paylaşım Savaşı'nda çarpışmış, ikincisini de en sıcak günleriyle yaşamış bir yazarın,

Y

böyle destansı bir romanda, yaşadıklarından beslenmediğini söylemek tabi ki güç. Sanıyoruz, Tolkien de bunu polemiklere meydan vermemek ve eserine Sauron'un gölgesini düşürmemek için inkar etmiştir. Çünkü, aksi tarihselliği reddetmek anlamına gelmektedir. Biz biliriz ki, insanın duyuları tarihin ürünüdür. İşte böyle popüler bir referanstan hareketle bugün de, romana yönelik yeni misyonlar yükleniyor. Herkes bu eseri kendi durduğu yerden görmek istiyor. Kendi teorisini popüler olanla meşrulaştırmak istiyor. Bu konuya burada bir es veriyoruz ve eserin kendisine dönmek istiyoruz. Edebiyat çevrelerinde Kaçış Edebiyatı olarak da adlandırılan Fantastik Edebi-

20


yat ürünü olan "Yüzüklerin Efendisi" temelde, Tolkien'in yaşanılası bir dünya özleminin ifadesi. Zaten, Kaçış Edebiyatı saptaması da bu sebeple oluşuyor. Dünyanın problemlerinden bunalanlara özgürce yaşayabilecekleri, gözlerini kapattıklarında hayal edebilecekleri bir dünya sunuluyor. Bu dünyadaki temel problem yine kötülük ama başedilebilen ve yenilmeye mahkum bir kötülük bu. Olmazsa olmaz bir kötülük bu. Düşünsenize, problemsiz bir hayat ne kadar sıkıcı olur ve çatışmasız bir hikayeyi kim okur? Dil bilimcisi Tolkien, yaklaşık yirmi yıllık bir çalışmayla, sadece bir roman değil, bir dünya yaratmıştır. Bu öyle bir dünyadır ki, üzerinde yaşayan türlerin konuştukları diller bile grameriyle oluşturulmuş, her bölgesi ayrıntılarıyla belirlenmiş, haritası çıkarılmıştır. İşte Tolkien, eserini anlatırken bunu belirtir. Yarattığı dilleri, konuşacak karakterler yaratma düşüncesi. Biz bu masumane açıklamanın da ironik bir yaklaşım olduğuna inanıyoruz. Çünkü, eseri okuyan hepimiz biliyoruz ki, esere damgasını vuran temel düşüncelerden biri de, sanayileşmenin doğada yarattığı yıkımdır. Kendisi de bir doğa tutkunu olan yazar, özellikle, Entler'in, Ortanc Kulesi'ne saldırısında doğanın kendisini tahrip edenlerden aldığı intikamı vurgular. Tür itibariyle, epik bir roman olan "Yüzüklerin Efendisi"nde, iyiyle kötü-

nün tarihsel çatışması sözkonusudur. Tüm epik hikayelerde olduğu gibi iyi ve kötü kalın çizgilerle tasvir edilmeden okuyucuya sunulur. Onları iyi veya kötü olarak tanımladığımız olaylar, ortamlar söz konusudur ve bize de hemen karar vermememiz öğütlenir. Gandalf'ın Frodo'ya verdiği nasihatı hatırlayalım. Gollum'un iyi veya kötü olduğuna bu hikayenin sonunda karar vermesi öğütlenir. Yine Frodo Baggis'e baktığımızda, onu trajedilerin kahramanı gibi göremeyiz. O korkularına, kaygılarına rağmen bir kahramandır. Hikayenin sonunda onarılmaz yaralarıyla yaşamaya mahkum bırakılmış bir kahramandır. Hatta, yüzüğün ona ve karakterine verdiği zararlarda yanındaki Sam onun yükünü omuzlar. Frodo, korkuyu, iyiliği ve kötülüğü içinde taşır. Onun ne olduğunu betimleyen seçenekleri ve tercihleridir. Hikayenin gerçek kötüsü sadece Sauron'dur ama o da bir karakter değil, sadece bir figürdür. Romanı bugün yeniden yorumlayan entellektüeller, hikayenin esas olarak iktidar karşıtı, iktidar aygıtına karşı bir tavır takındığı fikrindedirler. Günümüzün entellektüel yazarlarında gelişen neo anarşist ideoloji, bu derginin bir süredir gündemine oturttuğu sivil toplumculuk akımlarının bir parçası. Yüzüklerin Efendisi gibi popüler bir eser de bu teoriye dayanak yaratıyor. Filmden ziyad, roman üzerinden yürütülen bu tartışmalar bizce gerçeği yansıtmıyor. Çünkü, bildiğimiz kadarıyla, Tolkien'in muhafazakar kimliği ön plandadır. Böyle bir karakterin yazılanlar gibi bir roman çıkarması ancak fantastik bir hikayede olabilir. Tolkien, eserde, soruna esas olarak varoluşçu bir çizgiden bakmıştır. Karakterlerin çakışmasının temelinde de in-

21

sanın varoluşuyla ilgili bir takım meseleleri problem haline getirmiştir. İktidar tutkusunun insanı yıkıma götürdüğü gibi bir metin okuması yapan yazarlarımız, romandaki iki iktidar örneğini görmemeleri manidardır. Çünkü, Aragorn'un kurduğu krallık da bir iktidardır. Bir metni çeşitli biçimlerde okuyabilirsiniz. Bu doğaldır. İnsanlar metni birikimleri çerçevesinde okuyabilirler. Fakat, görmek istediğimiz gibi yorumlamak ahlaki bir tutum değildir. Bizce de, Tolkien, iyiliğin ve kötülüğün insanın bilincinde varolduğunu ve bunların bir savaş verdiğini vurgular. Bakınız, yüzük Frodo'dayken yaşadığı çatışmalara. Ömer Hayyam'ın dediği gibi, "Cehennem de Cennette insanın içindedir." Bizim buna yaklaşım biçimimiz ve çözümleme yöntemimiz farklıdır. Varoluşçuluğun yöntemi farklıdır. Kitabın hayranları demişken, kitabın hayranları arasındaki bu elit çevrenin kitabı yorumlarken yarattığı iktidar karşıtlığı maalesef, eleştiriler karşısında despotizme dönüşüyor. Bir kitabın hayranı olmaktan öte, fanatikliğine dönüşen bu tutum, aklın yerine tutkuyu koyuyor. Star Wars filminde de gördüğümüz bu türden hayran kitlesi kendilerine Jedi dini bile kurmuştu. Burada da böylesi bir durum söz konusu. Bize, aklımızı kullanma hakkını bile vermiyorlar. Saldırıyorlar. Ya biz de evet siz haklısınız diyeceğiz ya da bu savaşı göze alacağız. Ne garip, iktidar karşıtlarımız bu kamplaşmada tam bir iktidar kuruyorlar. Bir başka gariplikle noktalıyoruz yazımızı. Sanayi ve endüstrileşme karşıtı bir eserin filme çekilmesi için sinema endüstrisinin ve teknolojinin bunca gelişmesi şartmış.✔


tiyatro melek

gülçin

tiyatro biter mi bitirilir mi? stanbul’da, tüm ilçe merkezlerinde, büyük meydanlarda, büyük caddelerin, anayolların kenarlarında büyük büyük reklam panoları vardır (bilboard diye de tabir edilirler!). O kadar yaygınlaşmışlardırki, gözünüzü nereye çevirseniz orada gözünüze çarparlar. Bu panolarda kimi zaman büyük şirketlerin tanıtım afişleri, kimi zaman bir konserin ya da büyük bir etkinliğin çağrı afişleri asılı olur. İlanlar değişir, renkler, resimler, yazıların boyları değişir ama panolardaki durağanlık değişmez. Panolara bakmak, oralardaki yazıları okumak rutine bağlamıştır, hayatın bir klişesi olmuştur, bu değişmez. Ama geçtiğimiz aylarda bu klişenin dışında, gerçektende diğerlerine göre farklı olan bir ilan bir çok panoya asılmış ve farkını hemen hissettirmişti. Siyah bir zemine beyaz renklerle ve kocaman harflerle yazılmış bir yazı:

İ

Tiyatro Hayatın “AYNA”sıdır İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları “AYNA” kelimesine tıpkı bizim yaptığımız gibi tırnak içine alınarak ve sarı renkle yazılarak özel bir vurgu yapılmıştı. Sonuç olarak bu da diğerleri gibi bir tanıtım afişiydi. Tiyatro sezonu açılıyordu ve tiyatronun önemi bir kez daha ‘hatırlatılıyordu’. Ve bu hatırlatmayla insanlar tiyatro salonlarına davet ediliyordu. Davet etmek için “Yeni sezon başlıyor, tiyatro oyunlarımızı izleyin” türünden bir çağrı yerine bu tanımı yazmak tercih edilmişti. Evet, bu tanım, ‘tanım’ olarak doğruydu. Tiyatro sanatı yaşamın içinden çıkmıştı ve doğal olarak yaşamı, yaşanılanları yansıtıyordu, yansıtmalıydı. O’nu vareden ve varedecek olan özelliğide buydu. İnsanlar tiyatro oyunlarını izlediğinde kendinden, yaşamından birşeyler görebilmeliydi. Bu ilanda bunu kastediyordu kuşkusuz. Ama bu ne kadar gerçekti? Tiyatro yaşamımızı, günümüzü ne kadar yansıtıyordu? Özelliklede bu ilanı asan Şehir Tiyatrolarında! Bizim bildiğimiz Şehir Tiyatrolarının geleneğidir, 50 sene öncenin 100 sene öncenin, o da çoğu yabancı dillerden çevirilmiş oyunlarını oynatmak. Bu oyunlarlamı yansıtıyorlardı yaşamımızı? Onların deyimiyle böylemi “AYNA”mız oluyorlardı? Daha biz bu konuyu tartışıyor ve “acaba artık salonlarında yeni ve günümüzü anlatan oyunlarmı oynatmaya başladılar” diye düşünerek programlarını incelerken, tiyatro üzerine büyük bir tartışma patlak veriyor! Tartışmanın konusu şu: Tiyatro bitiyormu? Bu tartışmayı Radikal Gazetesi yazarlarından Perihan Mağden başla-

22

tıy o r. Yazdığı bir yazıda tiyatroyu izlerken nasıl çile çektiğinden, tiyatronun içeriğindeki durağanlıktan,kendini yenileyememesinden ve esas olarak güncel bir sanat dalı olmadığından ve bu yüzden biteceğinden bahsediyordu. Ve kendisine çeşitli tiyatro çevrelerinden ve sanat kurumlarından sert tepkiler veriliyordu. Bu tepkilerde esas olarak tiyatronun, insanlık tarihi kadar eski bir sanat dalı olarak kendini kanıtladığından ve böyle köklü bir sanat dalının bitmesinin mümkün olmadığından bahsediliyordu. Bu tepkiler üzerine ‘sinirlenen’ Perihan Mağden, üslubunu dahada sertleştirerek, işi “tüm tiyatrocuların imha edilmesi gerektiği”ne kadar vardırıyordu. Perihan Mağden’e, O’nu destekleyen kimi köşe yazarlarıda katılıyordu. Perihan Mağden’in bu cevabı doğal olarak ortalığı iyice kızıştırıyor ve ona verilen cevaplarda iyiden iyiye sertleşiyordu. Tartışmanın bir tarafında “tiyatronun televizyon ve sinema karşısında daha fazla dayanamayacağını ve biteceğini” iddia edenler, diğer tarafındada köklü bir sanat dalı olduğu için bitmesinin mümkün olmadığını iddia edenler vardı. Bu tartışmada bizi ilgilendiren asıl konu, yani bitip bitmeyeceği meselesi, yazının başındaki “AYNA” meselesiyle doğrudan bir bağlantı taşıyor.


Tiyatronun teknolojik gelişmelerden kaynaklı olarak, sinema ve televizyon karşısında daha fazla dayanamayacağı için biteceğini söylemek, gerçektende bilimsellikten uzak ve ayakları havada bir iddia olur. Evet doğrudur,bugün televizyonlar her eve girmiştir. Günümüzde teknolojinin tüm imkanları kullanılarak çok canlı görsellikte filmler çekilmektedir. Ama bu filmlerle tiyatro oyunlarını birbiriyle kıyaslamak, sapla samanı birbirine karıştırmak olur. Çünkü hangi görsellikte ve hangi konuda olursa olsun, hiçbir film tiyatro sahnesiyle seyirci arasındaki iletişimi, elektriği, samimiyeti yakalayamaz. Tiyatro canlıdır. Dipdiri karşındadır. Oyuncular, o an, orada seyirciyle içiçe ve aynı doğal şartlar altındadır.Karşılıklı olarak bir iletişim vardır ve bu iletişim sahnedeki oyuncunun motivasyonunu, performansını belirler. Seyirci, oyuncuyu orada, karşısında olduğunu bilerek izler. Ve oyuncunun o anki performansı-

da seyircinin ruh halini belirler. Yani tiyatroda oynayanla seyreden arasında bir iç içelik vardır ve bu iç içeliğin yarattığı duyguyu ‘en teknolojik film bile’ yapamaz. Aynı şeyler, kendine özgü özellikler sinema içinde geçerlidir. Sinema bir asırlık bir geçmişe sahiptir, ama tiyatro onlarca asırlık bir deneyim ve birikime sahiptir. Bu onlarca asırlık, yüzlerce yıllık süreç içerisinde büyük toplumsal değişimler yaşanmıştır. Tiyatro tüm bu değişimlere kendini uyarlayabilmiş, insanlığın onu bugüne kadar yaşatmasını ve geliştirmesini sağlamıştır. Yani tiyatro, bitmeyeceğinin garantisi olan haklı ve onurlu bir güce sahiptir. Tabi tüm bunlar, tiyatronun bugün dar bir elit çevreye seslenen bir çerçeveye hapsolma tehlikesiyle karşı karşıya olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz. ‘tiyatronun eridiğine’ ilişkin tartışmalar sadece bugüne ait değil. Tiyatrocuların, yıllardır boş salonlara oynuyor olması, sık sık “halkın ilgisizliğinden” yakınması bunun bir göstergesi. Tiyatronun bugün bir daralma problemi elbette vardır. Ama bu problem “güncel bir sanat dalı olmamasından”değil, içerik ve biçimde günceli yakalayamamasındandır. Kendini yenileyip bugünü, halkın yaşadıklarını yansıtamamasındandır. Yazımızın başındada belirttiğimiz gibi Şehir Tiyatroları ve Devlet Tiyatroları, salonlarının neredeyse tamamını, Özel Tiyatrolara ait salonlarında büyük bir bölümünü ya yüzyıl öncesinin Fransa’sını, Rusya’sını anlatan oyunlar, ya da bugün yazılmış ama halkın büyük bölümünün yaşamına uzak oyunlar oynanmaktadır. Mesele bu oyunların oy-

23

nanması değil, sahnelerin sadece bu oyunları sergilemeye hapsedilmesidir. Bu oyunlar klasiklerdir, önemlidir ve elbetteki oynanmalıdır. Ama tiyatroculuk sadece bu oyunları tekrar tekrar oynamaktan ibaret olmamalıdır. Sorun bugünün klasiklerini yaratmaktadır. Ayrıca bir ‘sanat eseri’ yaratmak adına kullanılan dil alabildiğine ağır ve karmaşıktır. Tiyatro salonlarında yıllardır bu dilde oyunlar oynandığından, halk üzerinde tiyatronun ‘sıkıcı’, ‘entel işi’ olduğuna dair güçlü bir imaj oluşmuştur. Bu imaj ortadan kalkmadığı sürece tiyatrodaki daralmada doğal olarak sürecektir. Bu imajı ortadan kaldırmak için yapılması gereken iki şey vardır. Birincisi, oyunlarda içeriği yenilemektir. Seyircinin kendinden, çevresinden birşeyler bulmasını sağlamaya çalışmaktır. Günümüze damgasını vuran olayları, yaşananları sahneleyebilmektir. Bugün halk yoksulluk içinde kıvranırken bunu görmezden gelmek, yanıbaşımızda bir savaş patlak vermek üzereyken seyirci kalmak, ölüm oruçlarında sayıları yüzlere varan kişi hayatını kaybederken umursamamak, halktanda, yaşamdanda, günümüzdende koparır. Yapılması gereken ikinci şey ise biçime yöneliktir. Biçimdede yeniliğe gidilmelidir. Yalın bir dil kullanılmalıdır. Hepsi birbirinin bir tekrarı olan yüzyıl öncesinden kalma replikleri, mimikleri bir klişe olmaktan kurtarmak gerekir. Bugün tiyatro çevreleri, ‘tiyatronun biteceğine’ ilişkin iddialara haklı olarak tepki gösteriyorlar. Ama bir yandanda herkesin, bu tartışmaların çıkmasındaki sorumluluğunu görmesi gerekir. ✔


masal samet

y›ld›z

aslan uflak - Ula Tursun - Hee ! - Uyan ula ahmak uşak - Sen kimsin ula? - Uyy bismillah nerden çıktın ula? - Rahat mi verdiniz mezarda, sattınız ula her şeyi. - Ne edeydik ya ! - Ula cibiliyetsiz uşak ha biz bu toprakları gavurlardan torunlarımız el aleme peşkeş çeksin diye mi kurtardık, bunun için mi öldük ula. - Tövbe ula dede ne deysun gecenin körü? (Dursun kendi kendine debelenir en sonunda karısı da uyanır.) - Ne edeysun Tursun delürdun mi? - Kaç gecedür uykuya dalayrum ha bu dedem çıkıp geleyi da. - Hayirdir ne deyi ? - Sattiniz deyi. - He doğru deyi - Ula gaybana kari ben böyle etmeyeydum sen aza karisi olabilir miydun? Muhtara, Efendi ağaya minnet etmeden nasil yaşayacaksun. Tövbe tövbe bozdurma ağzumi, diyerek kalktı. Ha bu gaybana garıya da bizim baldıri çiplak köylüye de anlatamazsun, anlamayan, anlamayi... Gerçi o gün, bö gün ben de uyku uyuyamayrum da... Ne oldiysa o gün oldi. O gün azalar muhtarlikta toplanmışilerdi. Muhtarın ha orada ne has bir pinaydı. Bizim köyün çamurli yollarindan ahşap evlerunden uzakta, manzarasi pek olmasa da geniş ve süküt bir yerdeydi. Tavanlari ha boyle yüksek avizeleri boyüktü. Zati avizeler böyük tavani da yüksek olmasa da olmazdi bu işler. Hele bir koltuklari vardı ki ha bizim gaybana gari, bütün gün fildir fildir gezer durir o bile kirk yil kalkmaz ha oraya pismiş ke-

di gibi mihlanir kalır idi. Bizim köyün, civar köylerin bütün oğlakları, inekleri, keçileri araştirildi da koltuklarin şanina, namina uygun bir deri bulunamadi. O dönemin muhtari da nami değer titrek muhtar hem titiz hemi de ince ruhlu bir adamdi, şiir bile yazar idi. Tam dört dağ aştiktan sonra yaylalardaki ceylanlarin postlarini buldu da getirtti, güzelce koltuklari kaplatti. Ula ondan sonra da bizum göğsümüz bir kabardi pir kabardi ki sorma horozlar kabarmaya utandi bir vakit. Gerçi baldıri çiplak köylü biraz karşi durdi ama onlar ne anlar estetikten ne anlar muhtarlık odasınin asalatinden. Neymiş efendum kirk yıllik kuru sekilerimize ne olmuşmuş. Onların kıçı taştan da bizumkisi pamuktan mıymış? Neyse o dönemin Aza başı da bi takım teknolojik yeniluk ve gelişmelere de ayak uydurmamiz; bilumun taa Çin’i Maçini’de olsa gidip alınip getirilmesinin gerektuğini; özellikle peygamber efendumizin bir emuri olduğuni hatırlataraktan belirtiyordu ne vakittir... Eee

24

hangi çağda yaşayruk elalem Marsilan, Jupiter ilen görüşeyi, bizum de pirbirimuzle bağirip çağirmadan anlaşabilme zamanimuz gelmiştur. Buni körenden, pilenden, geturenden ellah irazi olsin. Bak bizum x ağa da keldi. -Vay x ağam , bey x ağam, ha o nurli yüzuni kördük de içumiz, dışimuz ha pöyle şavkidu... Yolinu gözler idik, eksikliyun nasilta ortaliği çinlatiyurdi. ( Bu arada x ağa kasim kasim kasiliyordi.) -Sağol sağol Tursun ağa eksik olmayasun. Var mi daha gelmeyen? - He varidur ya zati ne zaman tam olduk ki? Eee herkesin işi başundan aşkundir ağam. Ağam ne oldu ki şu bizim zahirecinin ruhsat işi yok şu kadar metrekare olcakmiş üf müş püf müş... Ama benum x ağam gibi kolu dört bir yani saran bir ağam olduktan sonra metrekaresi, kilometrekaresi mi olur muş bu işlerin değil midur ağam? - Eh oyle diyorsan oyledir Tursun ağa, bakacaz bakacaz.


Eee bu işler poyleydi. Var olmak çok olmak için pirulerunin niyazi, niyazi, rizasi olmadan pu işler olur miydi hiç. Eşeğuni sağlam kaziğa bağlayacaksın ki közün ardında kalmasın. Ama keçen sene de tarlanin sulama işuni ön siraya aldurayum derken Bekir ağaya eşeğu hemi de semuruylen kaptırmiş idik. Ama olsun daa. İrgatlara taşitmiştik ondan sonra yüki. Kene bize olan piten pi şey yoğidi. Köyli de ne saf idi yaav. Hiç de anlamazlardı. Şu dağutum işunin tönüp tönüp de benden yana aktuğini. Pir kaç ses eden oldi ise de pekçimuz kolluk kuvvetlerumiz sağ ola. İki kötek, iki falaka, pir de attum mi dama ortaluk olur idi süt liman. O baldiri çiplaklar pizden iyi mu pilecekler neyin nasil olacağuni. Koskoca aza olmuşiz, çeylan derusi koltuğa oturmişiz. Kolaymiydu ula buraya gelmesi. Az mi el etek öpmüş, az mi kul köle olmuş iduk. Şimdu de onlar olsun piraz. Tünya boyleydi. Tam boyle düşünürken bizum eski titrek muhtar titreye titreye çıkmaya başladi merdüvenleri. Pizim köyde seçimler yenü oldi. Titrek muhtar ve argadaşlari seçilemediler seçilmemesine amma oyle pir tekmuk yedüler ki eşek tepmuşten peter oldiler. Habu milletun de canina tak ettürmüşler idi. Ellahtan pen kemüğü erken terkettüm. Pizum titrek muhtar eskiden eyi horoncuydi. O yaylaya çıktımi heybetlu heybetlu yayla “Kocaoğlan kocaoğlan “ tiye inleridi. Pir de kemençe de kaideyi tutturdu mi bütün köy oni seyrederdi. Şimdi kocaoğlan akortsiz kemençeden peter olmuştir. Ağa takılmış hamsi gibu kıvranmaktadur. Kocaoğlannın kocaoğlan oldiği dönemde muhtar Kel Abbas idi. Beygir hastasıydi o da. Öyle her beygir de dayanmazdi ona. Eee o vucuda, o hirsa dayansa şaşarduk zaten. En fazla iki uç yilda peygirin posasıni çıkarır idi. Böyle az inip pinmedi beygirlere. O beygire de herkesi bindurmezlerdi öyle ha. Beygiri sürmesini eyi bileceksin bir kere, ne tırışa yatıracan ne süheylan gibi uçuracan, kıvamında sürecen, öyle her yola her yüke de vurmayacan beygiri. Sür dediler mi sürecen, dur dediler mi duracan, in dediler mi inecen. O beygiri ona verenlerin bir dediğini iki etmemişti. O dokuz dağın ardundaki memlekete gider, el pençe divan durur. Onlara en güzel finduktan, en güzel çaydan hediyeler götürür, halini ahvalini eyler.” Şu fikaranun derdune çare” der idi. Nedense derdunin çaresini hep orada arar idi. Musa

hocanin kabeyi kıple bilduğu gibi o da pol yildızli memleketi kıple bilirdi. Hatta ara sira yanilip da o yöne namaza durduği da olur imiş. Bu arada Musa hoca demuşken yeni muhtar da onin öğrencisi. Daha sonralari hocaya isyan eden Şuayip hoca. Öğrenciydi, hoca oldi. Sonra da Musa hocaya meydan okidi. Asi bir uşakti. Piraz ileri gidunce hani, cami, minare derken ölçiyi kaçırdi ama köyün ileri gelenleri kulaklarıni çektiler. Hatta şimdu oğa muhtarlık da ettirmeyiler. Yerune Hamdullah hoca bakayi. Ama yine de Şuayip hocanın dediği olayii. Şuayip hoca efendi ağaya iyi niyetuni mektuplarla ispatlamaya çalışsa da olmadi. Olsun piz de uşak çok. İki uşağumuz da has uşaktır. Pugün efendi ağa köye gelecek. İsteklerini söyleyecek. Efendi ağa karşı köye takmiş kafayı.Bizim köyün iki uç arazisini alacak sonra oraya geçecekmiş. Ula o köyün muhtarı da, köylüsü de ölür de vermez toprağini. Kan çıkacak sonunda. Efendi ağa iyice dellendi. Gözü doymaz oldi. Bizim Şuayip hoca da seçilmeden önce oyle konuşti ki pütün köyli zannedey ki efendi ağaya yüz vermeyecek Şuayip hoca. Ama nerdeeeee....Efendu efenduliğini uşak uşakliğini pilecek. Muhtar, efendi ağadan nimetlenecek, biz muhtardan, köyli pizden. Bu çark pöyle dönecek. Pakalım bu sefer neler gidecek elimizden. Hem herife uşaklık edeyruk hem elimizdeki, avucumuzdakinden olayruk. Ne piçim düzen pu yavv. Acaba efendi ağanın kölgesi üzerimizde olmaya halimiz ne olurdi? Neyse..... Çarklar hep işleyecekti, ama pu tüzen hiç halktan yana işlemiyordi. Çarklar dönüyor, arklar doluyor, boşalıyor ama sular kürül kürül hep oni hiç hak etmeyenlerden yana akiyordi. Sular hep o çok yildızli memlekete akiyordi. Muhtarlar, azalar punun üstüne pir pardak soğuk su anca içebiliyorlardi. Köylüye ise, onlarin bardağundan taşanlar, ağzundan sızanlar kaliyordi. Azalar, muhtarlar o pir bardak soğuk sularindan olmamak için köylüyü damla suya muhtaç ettikleruni bildikleri halde yine de Efendi Ağaya çelişir dururlardi. Vere vere hiçbir şeyi kalmayan bütün köyün merasini, yaylasini, dağıni taşıni çok yildızli memlekete kurban eden köyler az değildi. Bu gidişle biz de o yolin yolcusuydik amma; işte ammasi vardi. Yoksa şu kodesleri dolduran akli evvellerin dediği de doğru idi amma, doğ-

25

ru diyeni de dokuz köyden kovuylerdi. Daha da ben doğrusiyim diye inatlaşan onuncu köyde ömrü billah, dört duvar arasinde erutip bitiriylerdi adamı. Ama işi bilip de uşşaklıkta kusur etmezsen darda kalmazsun hiç. Eee bal tutan parmağini yalarmiş. Şu bizim Efendi ağaya uşaklıkta kusur edilmesin isterler. Efendi ağanın karşısındaki ezilmişliklerini, sus pusluklarını; kendilerini efendi bellettiklerine bağırıp çağıracaktan, kendilerine kul ettiklerini aşağılayaraktan unutmaya çalışirlar. Kral olamayacaklarıni bilirler, o yüzden en keskin kralci onlardirler. Bir kez kendilerini bir efendiuşak ilişkisi bataklığina kaptırdilar mi battıkça batarlar. Ama hiç anlamazlar battiklarıni, çünkü onlara göre herşey normaldir. Zati onun beslemesi, şakşakcısi olan yüzlerce yalakasi oni pohpohladiği için gözi hiçbirşey görmez; kulaklari, duyulmasi gerekenleri duymaz olir artık. Artık varsa yoksa o debelenip durduğu allanip pullanmiş bataklığı yildızlara uzanmış elleri vardır. Hep birilerinin omuzlarina basarak nerelere uzandiğini hiç anlayamaz anlasada anlayamaz. Aha Efendi ağa da geleyi, ula halki de aldi bir beklenti. Ha bu Şuayip hoca yok oyle ederuz dedü de ha şimdi ne haltun kökünü yiyecek bilmeyrum. Efendi ağa da az buz bir şey istemeyi. Azmiştur yine. Kan isteyi hemu de kardeş kani. Bizim köyü kullanacak talan edecez ula bureyi ha buni bu baldiri çiplakalara nasıl anlatacağız, ne hikayeler yazip neler yedureceğuz hiç bilmeyrum. Aha pazarlık başladi ula bizim uşak öbür titrek muhtar gibi ezik durmayi de yüzüne uşakça bir ezilmişlik çöktü. Ula yaklaşayum da ne deyiler duyayum. - İki tarlaya 50 kayme vereyrum - Ula o bizim azaların dişinin kovuğuna gitmez - Ula 50 daha vereyrum - Ula o bizim dağitacağimiz 300 peyine yetmez - Ula 90 daha vereyrum - Uyyy...! Ha bizimkiler horona durdiler. Şuayip hoca vuru o atlayi. Ha bu post delunecek dedu bari ucuza gitmesun. Kaybettüklerimizi kimse görmesin de dökülecek kan kardeşin de olsa. En azından aziğimizi kurtardım dedik. Ee boyledi dedecum, boyledir. Fotroltuna, apoletler, fraklar smokinle altına saklamiş. Böyük sözlerle böyük cümlelerle maskelenmiş uşşaklar dünyası... Görmek isteyene, bilmek isteyene. ✔


güneydo¤u levent

karakaya

olağanüstü hal, kalktı mı? am 15 yıldır resmi olarak sürdürülen OHAL uygulamaları, bir süre önce Dersim ve çevre illerde, en son da kasım ayında Şırnak ve Diyarbakır’da kaldırıldı. 40 yılı aşkın bir süredir sıkıyönetimlerle, olağanüstü hallerle yönetilen bölgede, şimdi OHAL’in kalktığı söyleniyor. Bu ne kadar inandırıcı geliyor. Yeni iktidara yüklenen misyonun ve AB sürecinin yoğun bir şekilde işlediği bu dönemde. OHAL’in kalktığı söyleniyor ama; aynı zamanda hemen ardından bu illerin “mücavir iller”, yani “koruma altındaki iller” kapsamına alındığından bahsediliyor. Demek oluyor ki bölge halkı üzerinde 40 yıldır estirilen terör devam edecek. Yıllardır “sıkıyönetim”, “OHAL” adı altında katlettikleri, köylerini yakıp yıktıkları, hayvan dışkısı yedirdikleri, naylon yakıp üzerlerine damlattıkları, aramalarla, yiyecek, giyecek kısıtlamalarıyla beter ettikleri insanlara; bundan sonra “mücavir iller” sloganıyla zulüm edecekler. İlk olarak 1987 yılında Tunceli, Diyarbakır, Van, Hakkari, Mardin, Bingöl, Siirt ve Elazığ’da başlamış olağanüstü hal. Ardından 13 ile yükselmiş; Adıyaman, Şırnak, Batman, Muş ve Bitlis’le. Şimdiye kadar da 4’er aylık süreyle 46 defa uzatılmış. Artık OHAL kalkmış! OHAL kalkmış ama, ismi kalkmış yani... İcabında yine gelir veya gelmez... “Mücavir iller” denir, sonra “bakıma muhtaç iller” denir, hatta “öncelikli kalkınma bölgesi” denir sürecin ihtiyaçlarına göre. Ve bu çile devam eder, ta ki insanların beyinleri, değerleri, kültürleri, kimlikleri yokedilene kadar. Şimdiye kadar baskının ve yozlaştırmanın binbir çeşidini denediler bölgedeki Kürt halkı üzerinde. Fiziki baskılar, işkenceler, onur kırıcı uygulamalar, hakaretler, her türlü ambargo: yiyecek,

T

giyecek, sigara, gazete, haber alm a hakkı... Sonra yozluğu yaymaya çalıştılar. Artan yoksulluk, açlıkla beraber hırsızlığı, eroini, fuhuşu, esrarı... Açılan barların, içkili meyhanelerin haddi hesabı yoktu. “Politikayla ilgilenme, neyle ilgilenirsen ilgilen” perspektifinden hareketle insanları yönlerdirmeye çalıştılar, desteklediler. Hatta ahlaksız yayınlara teşvik ettiler, şifresiz yayınlarla ve kafelerle. İnsanların birçoğu bölgeyi terketti. Orada kalan ya bozuldu, bozulmayan da binbir türlü acılarla, zulümle başbaşa bırakıldı. İnsanlar bir köyden diğer köye giderken bile hayati riskleri göze almak zorunda bırakıldı. ...Şimdi “köye dönüş” diyorlar. Hiçbir altyapı, destekleme, iş imkanı yok. İnsanların geçimini neyle sürdüreceği belli değil. Topraklar, ekin yerine patlamamış havan mermileriyle, mayınlarla ekili. Hak ihlallerinin sürmeyeceğinin garantisi yok. Nereye dönüyor köylü, halk? Yine aynı acılara mı, zulme, işkenceye, onursuzluğa mı? Koruculuk sistemi devam ediyor. Halkı kendi içerisinde bölmüşler. Korucular ve korucu olmayanlar. Bunlar potansiyel tehlike arz ediyor onlar için. Korucular her türlü dayatmayı, yozlu-

26

ğu kabul etmiş, emirlere itaat eden, her türlü adaletsizliğe, işkenceye, zulme ortak olanlar olarak güven vermişlerdir onlara. Aynı zamanda aynı havayı soluyan, aynı yaşamı paylaşan insanları birbirlerine kırdırmışlardır bu sistemle. Korucuların katlettiği yaşlıların, çocukların, tecavüz edilen kadınların, işkence yaptıkları gençlerin sayısı belli değildir. OHAL uygulaması kalktı diyorlar. OHAL gerçek anlamda kalkmış olsaydı, hala Lice’de gece 22.00’den sonra sokağa çıkma yasağı uygulanır mıydı? Ya da özel timler, korucular elde silah insan avına çıkar mıydı? Dersim’de ormanlar, köyler yakılmaya devam eder miydi? Şırnak’ta OHAL’in ‘sözde’ kalkmasından hemen sonra İdil CHP İlçe Başkanı’nın evi ve otomobili faili belli kişiler tarafından bombalanır mıydı acaba! Geçen ay Lice’de, saat 22.00’den sonra sokakta olduğu için bir kişi tutuklandı. Mahkemede, hakim de tutuklama gerekçesini “sokağa çıkma yasağını ihlal ve polisi dinlememe” diye kayıtlara geçti. Yani bir resmi ağız OHAL kalktı açıklamasını yaparken, diğer bir resmi ağız olan savcılığın tavrı, bu çelişkiyi açıkça ortaya koyuyor. Yani, OHAL’in resmi ağızlardan, kalktığı açıklamasının dışında yine değişen bir şey yoktur... ✔


futbol hakan

dilek

şimdi bu futbol ne ola ki? nce ısınma hareketlerimizi yapalım... Albert Camus’un dediği gibi; “Top her zaman istediğimiz köşeye gelmiyor!” Arjantin'in Komünist Parti üyesi eski futbolcusu yeni şair Valdano'nun dediği gibi ya da; "Hep doğruyu gösteren saat o kadar az ki!" O nedenle hazırlık paslarını iyi kullanalım. Futboldan söz ediyoruz. Kimi araştırmacıların “geleceğin dini” kimilerinin “çağın vebası” olarak gördükleri futboldan. “Çocukların balonla oynaması gibi!” diyordu Uruguaylı yazar Eduardo Galeano “...ya da kedinin yün yumağıyla oynaması gibi, yetişkin bir insanı bir an için çocuk kılan davranışlar kimseyi ilgilendirmiyor artık. Balon kadar hafif bir topla dans eden bir balet ya da yuvarlanan yumak; oynadıklarının farkına varılmadan oynanan saatsiz, hakemsiz ve nedensiz oyunlarla ilgilenen yok!” Usta yazar oyunun oyun olmaktan çıkarılışına serzeniyor aslında. Ama çıkış noktası olarak futbolun bir oyunun bütün öğelerini içeren haline dönüşü isteyen bir serzeniştir bu. İtalyan Marksist Gramsci’yle bağ-

Ö

layalım; “Açık havada ortaya konan insan sadakatinin krallığıdır futbol!” Başlama Vuruşu Örnekler çoğaltılabilir futbola duyulan sevgiyi ya da ondan alınan zevki anlatmak için. Na-

27

zım’dan alıntılayalım; “Geçen gün bir dostum dayattı; “İlle de gidip FenerGalatasaray maçını seyredelim,” dedi. Ben de kıramadım dostumu gittim maçı seyrettim. Futbol maçı denilen şey dört bir yanında binlerce insanın toplandığı bir meydanda yapılıyor. Meydana-teker teker saydım yirmi iki delikanlı çıkarılıyor. On birinin üstünde sarı-kırmızı yollu gömlekler, öteki on birindeyse sarılacivert fanilalar. Ama yirmi ikisi de kısa pantolonlu ve kocaman ayakkabılı. Meydanın iki başında iki kale var. Mesele topu kale denilen direklerin arasından geçirmekmiş. Her ne hal ise, okuyucularımın çoğu bu hususta benden daha bilgili oldukları için fazla tafsilat vermeyelim. Birden bire düdük öttü ve oyun başladı. Yirmi iki delikanlı kan ter içinde ha babam koşuyorlar. Toptan ziyade basıyorlar tekmeyi, atıyorlar çelmeyi, vuruyorlar kakmayı birbirlerine. Bir


taraf; “Topu ille de ben sokacağım sizin kaleye” diyor; öte taraf; “Hayır! Bu marifeti ben göstereceğim!” iddiasında... Ne yalan söyleyeyim bu hengamede ben de heyecanlanmadım değil. Fakat benim heyecanlanmam devede kulak kabilinden. Oyunu seyredenler ikiye bölünmüşler. Her biri kendi partisini teşvik eder, düşman tarafa küfrü basar bir durumda. Herkes istediğini söylüyor. Herkes dilediğini bağırıp, çağırıyor. Ortalıkta bir söz, bir düşünce hürriyeti alabildiğine... Bu işin bir çok tarafları hoşuma gitmedi desem yalan söylemiş olurum. Muayyen bir manada, demokrasiyi anlamak isteyenler, Taksim Stadyumu’na gitsinler. Ben kendi payıma güzel ve berrak ve heyecanlı iki saat geçirdim, orada.(Nazım HikmetBir Maç Seyrettim (Akşam, 1936) 1988’in bir yaz gecesinde Hamburg’da oynanan Avrupa Şampiyonası yarı final maçında, Hollanda’nın Almanya’yı 2-1 yenmesiyle başlar her şey. O Salı gecesi, Hollanda’nın Nazi işgalinden kurtuluşundan bu yana görülen en büyük toplu gösteri yaşandı. Hatta eski bir direniş örgütü üyesi televizyonda; “Sanki nihayet savaşı kazanmışız duygusuna kapıldım.” demiş. Yaşamının son 45 yılını, İkinci Dünya Savaşı yıllarındaki Hollanda’nın resmi tarihini yazmakla geçiren Prof. Dr. De Jong’un sevinç nidaları koridordan duyulmuş; “Hollanda gol attığı zaman, odamın içinde dans ediyorum. Bu çocuklar ne yaptılar böyle? Bunun savaşla ilgili olduğu kesin. İnsanların bunu inkar etmeleri ne garip!” Liedseplein Meydanı’nda Amsterdamlılar bisikletlerini havaya fırlatmışlar ve “Yaşasın bisikletlerimizi geri aldık!” diye bağırmışlardı. Tarihteki en büyük bisiklet hırsızlığı işgal döneminde Hollanda’lıların bisikletlerine el koyan Almanlar tarafından gerçekleştirilmişti. 1988’de, Hollanda’nın galibiyetiyle biten maç, bir rövanş niteliğindeydi. Futbol bir hesaplaşmanın yerini alabilir miydi? Halklar siyasi arenada çözemediklerini, bir yarışmanın ruhunda gizli derinliklerinden söküp almaya çalışmışlardı sadece. Ama futbolun bütün güzelliğini çim sahalara sererek. Alman teknik adam Leo Ben Hacker; “Ulusunuzun çektiklerini anlıyorum ama yıllar önce Nazilerin yaptıklarından kızımı suçlu görmek yanlıştı!”diyordu. Bir tutkudur futbol kimileyin. Rivayet o ki, parası olan bir Napoli’li önce kendine yiyecek alır, sonra futbol maçına gider ve bunlardan arta kalan pa-

rası olursa da kendine oturacağı bir ev ararmış. -Öncelik futbolun.- Brezilya’da ise en küçük bir köyde bile mutlaka bir kilise ve bir futbol sahası bulunurmuş.-belki kilise olmayabilir ama bir futbol sahası bulunduğuna eminim.- Dünyada ibadete giden insanların sayısı futbol maçına gidenlerden fazla ama maçların seyredilmesi için kimsenin üzerinde toplumsal baskı olmadığını da göz önünde bulundurmak şart tabi. Bir oyun milyarlarca insan için önemli olduğu taktirde bir oyun olmaktan çıkar. Barca taraftarı üç kişiden ikisi maçlara krala karşı gösteri yapmaya, biri maçı izlemeye gidermiş. Aynı isimli kitabın yazarı Simon Kuper’in deyimiyle; “Futbol Asla Sadece Futbol Değildir!”Galeano ve Nazım da böyle düşünmüş olmalı. Çağrıştırdıkları ve yüklü olduklarıyla futbol bir yün yumağıyla bir kedinin oynamasının ya da bir baletin hafif bir yuvarlakla dans gösterisi yapmasına benzeyen ama ondan daha öte bir şeyler saklıyordu gizinde. Futbolun sihriydi bu. Bizim Mahallenin Futbolu Bugün ise tamamen seyirlik ama alınıp satılabilirliği borsanın da sınırları içine giren futbolun, bizim mahalleden geçen öyküsü hayli hazin ve ülkeye benzer. Önce sıvanmış paçalarıyla büyüklerin bile çocuk maçlarına katıldığı bir orta oyunu zevkiyle oynanırdı futbol. Mahalle kapışmalarının hazzını(!) bırakırdı insanın damağına. İki taş parçasından ya da pantolon, gömlek karışımı yükseltilerden kale direği yapıp futbol oynadığımız günlerin tadı damağımızda hâlâ. Kime sorsanız böyle bir mahalle maçı muhabbeti saklıdır gizlisinde. Peki oyunun doğasının bozulması, yani bu tür mahalle kapışmalarından borsaya, alınıp satılabilirlik çılgınlığına nasıl ulaştı futbol? Her şeyin alınıp satıldığı bir toplumda onun da bundan payını alması kaçınılmazdı elbette. Önce bizim mahallenin çocuklarıydılar şimdi milyon dolarlara imza atan "hak sahipleri" oldular. Aslında futbolun bugünkü haline ulaşmasını kapitalizmin ülkedeki gelişiminin iz düşümlerini bulabiliriz kolaylıkla. İlkin İzmir’in yabancıları oynadı futbolu. Ege’nin merkezine tarımsal ürünleri ve madenleri, İzmirAydın demiryoluyla -İzmir Limanı’nataşıyan İngiliz burjuvazisi, ayağında top sektirerek yürüyordu. Önce Bor-

28

nova ardından ülkenin bilumum çayırlarında İngilizlerin önümüze yuvarladığı meşin yuvarlağa tekmeyi yapıştıranlar emperyalistlerin yerli işbirlikçileri durumundaki gayrı müslüm ahali olmuştu. Meşrutiyet yerli futbolseverin imdadına yetişti. Yasaklarla dolu geçirdikleri yılların ardından o saate kadar yan yana su içmeleri bile yasak olan gençler futbol takımları kurmaya başladılar. İlk kıvılcım İstanbul’da, önce Moda, ardından da Papazın Çayırı’nda çaktı; Valideçeşme’deki yangınla büyüdü. Önce Beşiktaş, sonra Galatasaray ardından da Fenerbahçe gibi bugünün ağır topları(!) kulüpler kuruldu; sonra da bütün Anadolu’ya yayıldı. İlk resmi kulüpler, İstanbul’dan sonra Trabzon, Ankara, Adana’da kuruldu. Bu topraklarda bir şey yapılacaksa onu da devlet yapardı. Yaptı da. Futbol sahalarinda MKE(Ankaragücü), PTT, Devlet Demiryolları(Demirspor), TMO(Toprakspor), Sümerbank(Beykoz), Karayolları’nın(Yolspor) takımları sökün ettiler. Yetmedi Deniz Kuvvetleri(Deniz Gücü), Kara Kuvvetleri( Kara Gücü), Hava Kuvvetleri(Hava Gücü) birer takımla 1940’ların lig maçlarına katıldılar. Hatta Jandarmagücü... Derin ve Uzun Paslar Uzun paslara geçebiliriz artık. İyice ısındık. Cumhuriyetle birlikte kurulan Futbol Federasyonu 1951 yılında örtük bir durumdaki profesyonelliğe resmi bir nitelik kazandırdı. 1959’da ise dünya ölçeğindekilere benzer bir deplasmanlı lig kurulur. İşte paranın hükümranlığının toplumsal ilişkilerimizdeki referanslarıyla çim sahalara girdiği dönem bu dönemdir. Böylece hem çim sahanın içinde koşuşan gençlerin hem de etrafındaki sektörün-sektör olmanın kriterlerine en dar anlamda sahip sektörün- sınırları genişlemeye başlar. Bugün komik gelecek paralar devreye, o paraların sahipleri o paralardan daha çok girmeye başlar. Yürüyen kapitalizmin oluşturduğu ve onun rengini taşıyan-bu renk zaman zaman mora zaman zaman yeşile çalar- bir hızlanma serüveni yaşar futbol da. İstanbul’un yarattığı yol almışlık duygusu Anadolu burjuvazisinin şan, şöhret, nam ve san yakalamak isteyen kesimini de heveskar kılar. Kitlesel merak imaja, siyasi nüfuza ve paraya tahvil olmaya başlar. Anadolu burjuvazisinin biraz iri kıyımları futbol takımlarının


başına geçerler. Mahalleden çocukların aralarında paralar toplayarak aldıkları bin yamalı toplardan daha iyilerine. Bir takım olmanın olmazsa olmazı üniformalara(!) ve hatta çevresel etkiyi artıracak bir kodlamaya ihtiyaç vardır. İhtiyaç irili ufaklı siyasi nüfuz girişimcileri oluşturulan kaynağı, kendi prestijlerini artırmak adına yiyip yutanlarca giderilir. Her mahallede bir milyoner yaratılacaktır. İşte bu 1950-70 sürecindeki dar ve içe dönük girişim silsilesi futbolumuzun da ufkunu belirler. Şerefli yenilgiler ve ucuz transferlerin dönemidir. Dış rekâbette başarısız, birikimsiz, çarpık bir sanayileşme, cılız bir futbol halini aşar gençlere ve izleyenlere. 1980 bütün dönüşümlerin miladıdır. Dünya ölçeğinde zaten bir sektör olarak yürüyüşünü, ne yürüyüşü hızlı koşusunu devam ettirir meşin yuvarlak. Bizde meşin yuvarlağın dikiş yerindeki iç lastik sibobu henüz görünüyorken hem de. Metinler, Turgaylar, İsfendiyarlar, Coşkunlar, Basriler, Canlar, Lefterler efsanelerle yaşayan halkın ilacı olurlar. Yetmez... Siyaseten ürettiği efsanelere de inanmaya başlar halk. Zaten halk dediğin bir suya benzer. Özellikle 70’lerin muhalif direnci bir ara futbolumuzun çeliğine de çift su vermeye yeltenir, futbolcular sendika kurmaya bile kalkarlar. Ama o milat... -1980- Milat, dünya ekonomisine Türkiye benzeri bir halvet durumu yaşar futbolumuzda. Yabancı girdisi artar çünkü futbola yatırımın artık bol sıfırlarla telaffuzu başlamıştır. Gelişen ve bir o kadar da 1980 miladıyla rahatlayan! Ülke burjuvazisi çim sahalardaki yatırım oranın artırır. Türkiye Futbol Federasyonu özerkleşir. Ülke bir sabah Özal’ın manşetlere taşınan veciz ve öz sözüyle uyanır; “Benim insanım işini bilir!” İş bilirliğin sınırları genişler. Endüstrinin yatay ve dikey gelişiminin önü açılır. Bir açılır pir açılır. Kulüpler bu bir ve pir açılımın öncüleri tarafından işgal edilir. Artan kişi başına gelir ve reklam harcamaları futbol kulüplerine olağandışı! Kaynaklar sağladı. Bu kaynaklarla daha çok seyirci çeken çim saha yapımı, tesis, yıldız futbolcu transferi gerçekleşti. Futbolda değer ve artı değer üretimi de arttı. Kulüpler mahallemizin takımın değil dev şirketleri temsil ediyordu artık. -Ayakkabısının derisini kesip futbol topunu yamayan Ali Sami Yen’in, Akaretler’deki kulüp binasının damından

gökteki yıldızları sayan Baba Recep’in kulakları çınlasın- Logolarından bile kâr etmeye, isim hakkının satışından para kazanmaya başladılar. 1980’lerle türedi zenginlerden, Al Capon devşirmelerinden çok mavi yakalıların, beyaz kan yerlilerin sökün ettikleri müthiş bir dönüşüm makamı oldu kulüp yöneticiliği. Endüstrileşen futbol doğal sektörün yanında doğal olmayan yollardan! Bir yer altı zemini de yarattı kendine. Karşılaşmalar üzerine oynana bol sıfırlı bahisler, şike, hakem bağlantıları gibi futbol dışı sert darbeler de sektörün dibine eklemlendi. Futbol bir dönem kara paranın aklandığı alan oldu. Stadyumlardan evlerin odalarına “izle ve öde” sistemli tv'lerle giren futbol, krizlerle bunalan kitlelerin deşarj! alanı olarak yeniden düzenlenmeye çalışıldı. Tribün Sen Bizim Her Şeyimizsin Yönetimin kıyısında tutulan kitleler, kulüplerinin yönetimindeki değişimi de stadyumların kenarından izlediler uzunca bir süre. Zaten varlık nedenleri ve siyaseten istekleri ortadan kaldırılmaya çalışılan kalabalıklar stadyumlarca hem de her hafta hem binlerle ifade edilen rakamlarla yan yana gelmeye başladılar. Takım onların her şeyi oldu. Onlar ceplerinin derinliklerindekini bile almaya çalışan emicilerin her şeyi. Bu kucaklaşma bir on yıl önceye kadar asli mağdurlarınyani taraftarların- çatışması şeklinde geçti. Yöneticiler her zamanki gibi etraflarında konuşlanacak! bir nemalanma grubu oluşturdular. Üç hilalli bayraklar, tekbir sesleri, bozkurt işaretleri, maçların başlangıcına eklenen ve dünyada eşi benzeri hiçbir ülkede görülmeyen İstiklal Marşı uygulamaları devreye sokuldu. Bir güzide! Ve büyük kulübümüz bu görüşün savunucusu bir kitlesellikle arz-i endam etti tribünlerde. Yemedi! nemalanma grubunun kondisyonu muhafazakarlığımızdan daha iyiymiş demek ki. Zaten 1980’in hemen ardından bir milliyetçilik dalgası gelişeceği zemini PKK gerekçesiyle bulur.-Bu gerekçe yeni yılın öngünlerine kadar vardı- O kadar ki Almanya’da bir futbol maçında gösteri yapmaya kalkan PKK yanlılarını bir gün önce “Türken Raus!” diye kendilerini kapı dışarı etmek isteyen ırkçıların kullandığı deyimle lanetleyerek;”PKK Raus!” Bir halkın bilinci bulanmaya görsün.

29

Tekrar mahalleye mi dönüyoruz? Paralar trilyonlarla ifade edilmeye, mahalleyle topçunun arasındaki sınır açılmaya başladıkça, kaybedenler kulübünün sayısı arttı. Futbolculara ne kadar çok para verilirse o kadar daha değerleneceği düşünüldü futbolun da. Kaybedenler ve o paraların sahibi olamayacaklar tribüne, formalarının içinde “golümü atar parama bakarım” diyen bir insan topluluğu da sahada konuşlandı. Her şeyin parayla ölçüldüğü bir toplumda gruplaşmaların ya da konumlanmaların paraya göre olmasından daha doğal ne olabilir? Doğal olmayanın insanın kendi varoluş nedenleriyle kurduğu ilişkiye-spor, ayin, din, büyü, sanat v.b.- paranın sirayet etmiş olması. Önce ekmekler ardından ağızlar bozuldu. Sonra en çabuk kirlenen renk beyaz olarak ilan edildi. Mahallenin topçuların satın aldılar, mahallemizi, muzaffer bir edayla ve yüzümüzdeki gülümsemeyle gezindiğimiz sokaklarımızı, caddelerimizi, evlerimizi, aşklarımızı, dostluklarımızı... Kristal gecelerimize öykündüler, diz kırmayan türkülerimizi susturmaya çalıştılar. Yakın zaman uygulamasıyla haddini aşan tribün kalabalıklarına nereden gelip nereye gittikleri konusunda bir düzenleme yapıldı. Cumhuriyet tarihinin en kalabalık taraftar örgütlenmeleri dağıtıldı. Kimilerinin kulağı çekildi. Her istenmedik durumu kendi yöntemleriyle! Çözmeye alışkın olanlar “çağın vebasına” aşı ürettiler. Oysa sorun yoksul kitlelerin kendilerine gösterilen yerde durup durmadıklarındaydı. Futbol yine aynı minvalde yürüyüşünü sürdürüyor. Sahaya çıkılıyor, top tekmeleniyor ve attığınız golle ölçülen bir galibiyet üstünlüğüne rakamsal olarak ulaşıyorsunuz. Kurallarındaki değişiklikler, forma kalitesi... Her şey değişiyor ama onu hayata benzetirken yüklediğimiz anlam bizim yaşama yüklediklerimizle doğrudan ilintili. Resim, tiyatro, sinema için ne söyleyeceksen futbol için de aynını söyleyebiliriz. Ülkelerinin futbol, fado ve fiestayla uyutulduğunu savunanlar deniz aşırı bir halka kulak versinler; “Arjantinli generaller dünya şampiyonu olduğumuz için yoksulluğumuzu unutacağımızı zannediyorlarsa aldanıyorlar. Hala cesetlerimizin üzerinden yürüdükleri günleri unutmadık!” Şimdi bu futbol ne ola ki?.✔


tavır

haber-yorum TAYAD’IN 19-22 ARALIK ETKİNLİKLERİ

SİNEMA TARİH BEŞİNCİ KEZ BULUŞTU

13 Aralık 2002’ de Tarık

TÜRSAK Vakfı'nın 5. sini düzenlediği Sinema-Tarih Buluşması, bu sene 1319 Aralık 2002 tarihleri arasında yapıldı. "Dinler Arası Diyalog" başlığı altında 80 filmin gösterildiği festival, "Uluslararası Uzun Metraj Film Yarışması", "Uluslararası Belgesel Film Yarışması", Dinlerarası Diyalog", "Aydınlanma", "İnsan Hakları", "Ustaya Saygı: Alain Corneau", "Bir Ülke Bir Sinema: Polonya", "Bir Ülke Bir Yönetmen: İran / Mohsen Makhmalbaf" adlı bölümlerle gerçekleşti. Festivalin açılış gecesi İstanbul Lütfi Kırdar Uluslararası Kongre ve Sergi Sarayı'nda yapıldı. Gecenin sunuculuğunu sinema ve tiyatro oyuncusu Korhan Abay’ın yaptığı gece sunuculuğunu Beyhan Murphy’nin yaptığı üç erkek dansçının sergilediği modern dans, bale gösterimi ile başladı. Daha sonra yapılan ödül töreninde Fransız yönetmen Alein Corneu ve tarihçi Prof dr. İlber Ortaylıya “Işık saçan Apollon” ödülleri verildi. Ayrıca TÜRSAK Vakfı italyan Yönetmen COSTA GAVRAS’a bu yıl ilk olarak “İnsan Hakları Ödülü” nü verdi.Yönetmenliğini Costa Gavras’ın yaptığı AMEN isimli filmin açılışta gösterildiği festival ,19 Aralık 2002 tarihinde Yüzüklerin Efendisi- İki Kule isimli filmin gösterimi ile bitirildi.✔

Zafer Tunaya Kültür Merkezi’nde ‘Tecrite Hayır’ çağrısıyla panel düzenlendi. Panelde Ölüm Orucu eyleminde şehit düşen Feride Harman’ın da video gösterimi yapıldı.

19 Aralık Perşembe günü, 19-22 Aralık katliamının anması dolayısıyla, Bayrampaşa Hapishanesi önünde karanfil bırakma eylemi gerçekleşti.

22 Aralık Pazar günü, Ölüm Orucu şehidi Berkan Abatay’ın cenazesi, Cerrahpaşa Adli Tıp morgundan alınarak, Gazi Cemevi’ne götürüldü. Cemevi’nden alınan cenaze, Cebeci mezarlığında defnedildi. Aynı gün, 19-22 Aralık dolayısıyla, Berkan Abatay’ın defni sırasında mezarlıkta aileler helva dağıtıp, katliamın anmasının ardından, katliamda şehit düşenlerin mezarlıkları ziyaret edildi.✔

Mehmet Fuat Yaşamını Yitirdi Edebiyatçı, yazar Mehmet Fuat, 19 Aralık 2002 Perşembe günü Marmara Hastanesi'nde hayatını kaybetti. Aynı zamanda şair Nazım Hikmet'in oğlu olan Mehmet Fuat, akciğer yetmezliği nedeniyle yatıyordu. Birçok deneme yazısının yanında çevirileri de olan Mehmet Fuat, en son Cumhuriyet Gazetesi'nde köşe yazarlığı yapıyordu.✔

Grup Yorum'un Kayseri Konseri Yasaklandı! 27 Kasım 2002 tarihinde Kayseri'de AYSA Organizasyon tarafından düzenlenen konser Kayseri Valiliği tarafından yasaklandı. Şimdiye kadar sayısız konserleri yasaklanan, haklarında davalar açılan, tutuklanan, kasetleri toplatılan Grup Yorum elemanları; tüm yaşadıkları bu baskılarla ilgili avukatları aracılığıyla hazırladıkları dosyayla Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne başvurmaya hazırlanıyorlar.✔

30


İbrahim Çiftçioğlu ‘Saklı Ses/Hayata Dönüş ’adlı Resim Sergisiyle Kargart’ta Resminde bir vakayı nüvis gibi toplumsal olgu ve olayları da yorumlayan İbrahim Çiftçioğlu’nun “Saklı Ses/Hayata Dönüş” resim sergisi alternatif kültür sanat mekanı Kargart’ta devam ediyor. Bilindiği gibi 19 Aralık 02 tarihinde 20 cezaevinde başlatılan (28 kişinin öldürüldüğü) “Hayata Dönüş” operasyonu ölüm oruçlarıyla devam etti ve 2.yılını doldurdu. 102 kişi öldü. 100 yılın en uzun süreli protesto eylemi olarak da hala devam ediyor. İbrahim Çiftçioğlu “ölüm oruçlarına elbette taraftar değilim; ama böylesine bir olgu karşısında da duyarsız kalmam olanaksızdı” diyor. Yaşamı, diriliği ve dirilişi temsil eden portre çağrışımlı “çiçekle” (kan,pıhtı),yanmış,yıkılmış ve eziyet edilmiş portrelerin tek bir komposizyonu oluşturduğu resimler bir leyt motif gibi kendini yenileyerek bütün yapıtlarda devam ediyor. “Olayın kendisi gibi ” diyen İbrahim Çiftçioğlu “ kendini; operasyonda ya da ölüm oruçlarında hayatını kaybedenlerden hangisini diğerinden ayırabilirsiniz. Her biri kendi içerisinde biriciktir ve benzersizdir.” diye ifade ediyor. İbrahim Çiftçioğlu resim sergisi 13 Aralık -7 Ocak tarihleri arasında hergün 14.00 -20.00 saatleri arasında izlenebilir.✔

Tavır'ın İlk Duruşması Yapıldı Dergimizin, toplatılan 7. sayısının ilk duruşması 10 Aralık 2002 tarihinde İstanbul DGM'de görüldü. Mahkemeye, tutuksuz yargılanan, dergimizin Yazı İşleri Müdürü Ahu Zeynep Görgün, sanatçı Şanar Yurdatapan, Grup Yorum, İdil Kültür Merkezi çalışanları, dergimiz çalışanları ve okurlarımız katıldı. Duruşma, dergimiz sahibi Muharrem Cen-

nokta haber GRUP YORUM AYSA Organizasyon’un düzenlediği turne kapsamında; 25 Kasım 2002; Çorum’da Kapalı Spor Salonu’nda düzenlenen konserde yaklaşık 800 kişiye seslendi. 26 Kasım 2002; Elbistan’da Dost Düğün Salonu’nda düzenlenen konserde yaklaşık 1000 kişiye seslendi. 27 Kasım 2002; Kayseri’de düzenlenmek istenen konserimiz, bir gün kala valilik tarafından yasaklandı.. 28 Kasım 2002; Eskişehir’de Atatürk Kapalı Spor Salonu’nda düzenlenen konserde yaklaşık 1000 kişiye seslendi. 29 Kasım 2002; Nazım Hikmet Kültür Vakfı’nda aydın-sanatçıların 1 Aralık’taki “Savaşa Hayır” mitingine çağrısına katıldı..

giz'in mahkemeye katılamadığından dolayı ifadesinin alınması için 6 Mart 2003 tarihine ertelendi.✔

TÜRK EDEBİYATININ USTALARINDAN MELİH CEVDET ANDAY VEFAT ETTİ Şiir hayatına Orhan Veli ve Oktay Rıfat’la başlayan Anday, Garip akımının son temsilcilerindendi. akşam, Tercüman, Büyük Gazete, Tanin ve Cumhuriyet gazetelerinde fıkra yazarlığı, sanat sayfası yöneticiliği yapmış, 1954’te başladığı İstanbul Belediye Konservatuvarı Tiyatro Bölümü fonetik-diksiyon öğretmenliğinden 1977’de emekli olmuştu. 1964-69 yılları arasında TRT Yönetim Kurulu’nda görev almıştı. Milkado’nun Çöpleri, Gizli Emin , Buz Sarayı, Teknenin Ölümü, Sözcükler, Ölümsüzlük Ardında Gılgamış isimli eserleri bulunan Anday, birçok dalda ödüller lamıştı. Garip akımının son temsilcilerinden olan Anday, solunum ve Böbrek yetmezliği sonucu 30 Kasım günü 87 yaşında vefat etti. 35 yıllık yazarı olduğu Cumhuriyet gazetesinin bahçesinde düzenlenen, birçok aydın-sanatçı ve dostlarının katıldığı törenle son yolculuğuna uğurlandı.✔

31

30 Kasım 2002; Gazi Halk Meclisi’nin Gazi’de düzenlediği “Savaşa Hayır” yürüyüşüne katıldı.. 1 Aralık 2002; “Irak’ta Savaşa Hayır Koordinasyonu”nun Çağlayan Meydanı’nda düzenlediği mitingte Kardeş Türküler’le beraber konser verdik. Mitinge yaklaşık 20.000 kişi katıldı. 1 Aralık 2002; Gazi Halk Meclisi’nin düzenlediği futbol turnuvasının final maçında bir dinleti gerçekleştirdik. Etkinliğe yaklaşık 500 kişi katıldı.


nokta haber

HAL‹M‹Z AHVAL‹M‹Z -KORO ‹LE T. H. M. EZG‹LER‹Halimiz Ahvalimiz serisinin sekizincisi çıktı. Beyoğlu Metropol Müzik tarafından çıkarılan albüm 12 türküden oluşuyor. Üçü de TRT de ses sanatçısı olan, Ulaş Kurtuluş Ünlü, Murat Aldemir, Celal Bakar’ın koro olarak okuduğu türküleri beğenerek dinleyeceğinizi umuyoruz. Stüdyo Sound’ta hazırlanan albümün müzik yönetmeni Kemal Sahir Gürel. Kavalda Osman Aktaş, meyde, Ertan Tekin eşlik etmiş.✔

FOSEM 13 Aralık2002; Tayad’ın Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi’nde düzenlediği basın toplantısına, dışarıda Ölüm Orucu Direnişini sürdürürken 15 Aralık günü yaşamını yitiren Feride Harman’ın, toplantıya sunacağı görüşlerinin banttan gösterimini yaptı.

17 Aralık 2002; BES 1 nolu şubesinin, İnsan Hakları Haftası dolayısıyla, Haber-SEN’de düzenlediği panelde, İnsan Hakları konulu dia gösterimi yaptı.

ÖZGÜRLÜK TÜRKÜSÜ 30 Kasım 2002; Gazi Halk Meclisi’nin Gazi’de düzenlediği “Savaşa Hayır” yürüyüşüne katıldı.. 20 Aralık 2002; DİSK'e bağlı DEVMADEN-SEN sendikasının Kadıköy Caferağa Spor Salonu'nda düzenlediğe dayanışma gecesinde yaklaşık 2000 kişiye seslendi. 22 Aralık 2002; 19- 22 Aralık’ ta Hapishane operasyonlarında katledilen devrimci tutsakların Gazi Cebeci’ deki anma törenlerine katıldı.

KARDEfi TÜRKÜLER -HEMAVAZUzun süredir çalışmaları devam eden albüm çıktı. “Hemavaz:Karşılıklı şarkı söylemek; kuşların hep birlikte ötmesi” Kardeş Türküler’in bu albümünde de ritm ön plana çıkıyor. “Şarkı düzenlemelerinde, müziğin ‘anlatısal’ karakterini öne çıkarmaya çalıştık. İki ayrı şarkının birbirine bağlı olarak kurgulanması, bazı eserlerin ‘şarkı formu’nun dışına çıkılarak yorumlanması ya da beste ve doğaçlamaların epizodik biçimde tasarlanması, vb. denemelerin nedeni budur.” diyen Kardeş Türküler’in bu albümünde düzenlemeler, Erol Mutlu ve Vedat Yıldırım’a ait. Kalan Müzik etiketiyle çıkan albümün çalışmaları Stüdyo Marşandiz de yapılmış. ✔

SERVET KOCAKAYA -DUVAR fiARKILARIAşık Ruhsati’ye ait olan Vay Deli Gönül dışında, bütün şarkıların sözleri ve müzikleri Servet Kocakaya’ya ait. Prestij Müzikten çıkan albümün müzik yönetmeni Osman İşmen. “Duvarlarında aşk sözcükleri ve türlü inançların yazıldığı bir sokakta büyüdüm ben. (...)Elektro bağlama ve ağlak bir acem kemanının düeti dinmiyordu. Bugünkü yorgun gözlerle, o sokağı seyredip, sizlerle paylaşmak isteğim bir albüm.” Elektro bağlama ve ağlak acem kemanı, albümde ağırlığını bariz biçimde hissettiriyor. Bu tarzı sevenler için ideal bir albüm. ✔

XERO ABBAS -XER‹BOXero Abbas’ın ilk albümü KOM Müzik’ten çıktı. Aranjörlüğünü İsmail Bulut’un yaptığı albümde toplam dokuz Kürtçe şarkı bulunuyor. Şarkılar ise şöyle: 1- Xeribo 2- Keça Delal 3- Berivane 4- Newroz 5- Siyane 6- Zemano 7- Min Gulek Çand 8- Welato 9Zilan ✔

24 Aralık 2002; İHD’ nin İzmit Fuar İçi’nde Leyla Atakan Düğün Salonu’ nda düzenlediği gecede, yakalışk 1000 kişiye seslendi.

32




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.