2003 16 haziran

Page 1

ISSN1303-9113

2003/6

Say›:16 1.750.000 TL(KDV’li)



merhaba

Haziran ayına girdik. Haziran ayı tepeden tırnağa direniştir. Türküdür direniş, Haziran ayında. Metris’in zindanlarında başeğmeyen direnişçiler selamlıyorlar Haziran ayında direnenleri. 14 Haziran 1984’ten bugünleri. Bugün ülkemiz hapishanelerinde hala direnişin türküsünü söyleyenlere selam olsun. Nazım Hikmet, Orhan Kemal, Ahmed Arif ve Aşık Mahzuni Şerif başeğmeyen dizeleri ve Anadolu kokan sevdalarıyla hala aramızdalar, kavgada soluk alıp veriyor dizeleri. Hüseyin Cevahir Maltepe’de çarpışıyor hala. Cevahir hala direniyor Maltepe’deki o evde. Yarınlardan bugünlere sevdasını saklayan, sevdası uğruna ölüme giden mısri kızları, Şengül’leri selamlıyor. Umuda ve direnenlere selam olsun! Anaların omuzlarındaki 106 tabut tarihin unutulmayacak bir fotoğrafıdır.Tarih bu anları kıskançlıkla koruyacak. Her tabut bir ülkenin boyun eğdirilemeyen dimdik başıdır. Her düşen evlat bir ateş parçasıdır ana yüreğinde... Mayıs ayı kıpkızıl bir bayrak olup dalgalandı meydanlarda. 1 Mayısta ezilenlerin sesi duyuldu bir tek. Tok ve gürleyen sesi... Milli meselemiz Erovizyon çözüldü! İngilizce şarkıyla batı yalakalığında bir çığır açıldı! “Ne kadar batıcı olursak o kadar batılıyız” denilerek Erovizyonda Türkiye’yi, İngilizce bir şarkıyla temsil eden Sertab Erener birinci oldu! Bingöl Depremi’nin yaraları sarılmamışken ve sarılmayacakken, Erovizyonda birinci olmanın gururu yaşanıyor. Aç, yoksul, işsiz, kimsesiz insanlarımızı ne Erovizyon ilgilendiriyor ne de İngilizce mevzusu. Sertabın gururunu da paylaşamıyorlar maalesef. Çünkü “Açlığın dini olmaz... “ Onyedinci sayımızda buluşmak üzere.

Dostlukla...

tavır


tavır Aylık Sanat Dergisi ISSN 1303-9113

3 her düflen evlat... 5 anadoluyum ben tan›yor musun?

7 mili mesele erovizyon çözüldü!

9 öykü 11 matrix’in çölüne hoflgeldiniz!

13 haziranda ölmek zor 16 cevahirim cevahir 18 alyoflan›n bay›r› 20 bir türküdür direnifl 24 siyah pantolon beyaz gömlek

26 çünkü mahzuni halkt›

28 öykü 30 haber yorum Sahibi: İdil Kültür Yayın Org. Rek. Film. Tic. Adına: Muharrem Cengiz Genel Yayın Yönetmeni: Gamze Mimaroğlu Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Ahu Zeynep Görgün Yazışma Adresi: İdilKültür Merkezi İstiklal Cad. Aznavur Psj. No: 212 Kat: 6 Beyoğlu/İstanbul Tel/Fax:(212) 245 00 70- 244 31 60 e-mail adresi: tavir@grupyorum.net Ankara: İdil Can Kültür Merkezi Fahri Korutürk Mah. 8. cad. No: 85-1 Mamak/Ankara Tel: (312) 370 11 98 Hesap No: (TL):1042- 30000 596147 Gamze Mimaroğlu İş Bankası Parmakkapı/İST. (EURO): 1042- 3010000 129062 Gamze Mimaroğlu İş Bankası Parmakkapı/İST. Ofset Hazırlık: TAVIR YAYINLARI Baskı: ASPAŞ Dağıtım: D-B-R


güncel zerrin

”ve serüvenciler düşer bu yollara yaşarlar dünyanın dört bir yanında Ölümle alay ederler sanki “ 3. yıl... 32. ay 942. gün 106 can... Yıllar var ki ne ölmekten, ne de mezarlıklardan korkmuyoruz... Yıllar var ki, evimizden daha sıcak mezarlık denilen yerler bizim için... Yıllar var ki, yaşamak adına insanlı-

ğından vazgeçenler, asıl ölüm denen şeyin ne olduğunu gösterdiler bize... Yıllar var ki, ölüm, vazgeçilmez namusumuz gibi, onurumuz gibi bir şey bizim için. Üzerinde kızıl bayrak, 106 tabut taşıdı bu omuzlar; başımızın üstünde yeriniz misali... Koca dünyayı yüreğine sığdırmış, 106 kömürleşmiş beden; 106, bir deri bir kemik kalmış beden; 106, paramparça

3

kayal›

beden taşıdık o mezarlıklara... 106 can parçası oğul, 106, her biri bir fidan kız, 106 ana gibi ana... Her biri, muradına eren; her biri, halkların umudunu avuçlarına nakışlayan; her biri, bir bayram yerine gider gibi yola çıkan, 106 canımız var o mezarlıklarda. Kiminin kömürleşmiş bedenini sardık, gökkuşağının yedi renginde kefene. Kiminin; gelinliğini koyduk mezarlığına.


Kimini; eşinin, yoldaşının, mezarına koyduk; gerçek sevgiyi anlatsın diye insanlığa. Kimini, kilometrelerce uzakta, memleketinin bir dağına götürdük; yakın olsun diye düşlerine. Dostumuz, düşmanımız şahit bir kez, “ ah” demediler... Dostumuz, düşmanımız şahittir namusumuz dediler alınlarındaki kızıl banda ve leke sürmediler, halkımızın yüzünü kara çıkarmadılar... Ölümüne sevdiler vatanımızı, ölümüne sevdiler halkımızı, ölümüne sevdiler yoldaşlarını... Onlara yaraşırdı uğurlama törenlerimiz... Gözlerimizden akan her damla yaşı, hızla sildik; yalnızca, öfkeden aktı o yaşlar. Kimi zaman, engel olamadık ana gözyaşlarına, engel olmak ta istemedik zaten. Bir ananın yüreğine düşen evlat acısını ne yok edebilir ki?.. Her düşen evlat, bir ateş parçasına döner ana yüreğinde; hiç durmadan yanar o yürek... Göz yaşı dinmez ana gözlerinde. Her evlatla, bir ana da öldürülür; her evlatla, bir ana da yakılır; her evlatla, bir ananın da bedeni erir, tükenir; her evlatla, bir ananın bedeni de, paramparça olur... Her düşen yiğit evlat, yüreğinde ki sevdayı, geride kalanları, uğruna toprağa düştüğü vatanını ve halkını emanet eder analarına... O yüzden bizim analarımız yoldaştır aynı zamanda evlatlarına... Onların emanetleri, kızıl bantları, anaların beyaz başörtülerine takılır. Her yer, bir eylem alanına dönüşür... Yıllar var ki, böyledir bizim ülkemizde...

Evlatlarının sevdalarını yüreklerine, tabutlarını omuzlarına yüklenir. 1 Mayıs alanına taşır kimi zaman; kimi zaman, zulmedenin kapısının önüne gider analar... Korkutur zalimleri, o tahtadan tabutlar bile... Anaların sel olan göz yaşlarında boğulup gidecektir çürümüş düzenleri; anaların öfkesiyle, yerle bir olacaktır saltanatları bilirler; anaların ahını almışlardır bir kez, iflah olmazlar artık: bilir herkes... Her bayram, mezarlıklara koşarız; onlar önde, biz arkada. Bir çiçek bahçesine gider gibi, büyük bir heyecanla, coşkuyla gideriz onları ziyarete. Bebeğini

4

bağrına sımsıkı sarar gibi, o mezardan aldığı bir parça toprağa sarılır analarımız. Bebeğinin saçını okşar gibi, kara toprağı okşar. ”Yavrum ben geldim. Hadi konuş ananla. Çok sulu gözlüsün, ağlama artık de bana. Ne olur, hadi yavrum, bir şeyler söyle.” diye başlar analarımız. Gözyaşları sel olur sonra. Yıllar var ki, böyledir bizim ülkemizde. Ne bir teselli sözcüğü vardır o an ne acıları sona erdirecek çare. Oysa, hepimiz biliriz; bilmesek, nasıl dayanırız bunca acıya... Tesellisi var. O mezarın hemen yanı başındaki diğer mezarlar ve o mezarların çevresinde yumrukları havada yüzlerce, binlerce yoldaşı, küçücük elleriyle zafer işareti yapan ve aynı adı taşıyan güzelim çocuklarımız... Canımız sıkılır, koca dünyada, bir başımıza kalmış gibi hissederiz. Koşarız mezarlığa, sarılırız bir mezar taşına; anlatırız derdimizi, dermanımız olur mezar taşında gülümseyen o yüz. “Bitecek” der acıların. “Milyarlarca halkımızın acıları gibi bitecek bir gün senin acıların da.” Yok olsun diye dünyada zulüm, yok olsun diye acı gözyaşı, sımsıkı sarıldık bu toprağa biz. Büyük ailemizin en kahramanları onlar; ağabeylerimiz, çocuklarımız, anne, babalarımız, kardeşlerimiz. En fedakar olanlarımız onlar, en yiğit olanlarımız. Bir şeyler hep eksik kalıyor ve biliyoruz ne söylersek söyleyelim, ne yazarsak onlara dair yazalım bir şeyler hep eksik kalacak. Ta ki, vatanımız bağımsız, halkımız özgür olana dek...✔


deprem özgür

anadoluyum ben... imi zaman, bazı anları daha önceden yaşamış gibi oluruz. Sanki bu anı daha önce yaşamıştım diye düşünürüz. Böyle durumlar için herkes bir şeyler söyler, kendince yorumlar yapar. Peki yaşadığımız, ama gerçekten yaşadığımız felaketlere nasıl bir yorum yapmalı. Deprem felaketi, sel felaketi... vb. Yine bir deprem yaşadık. Yine bir felaket... Yine yüzlerce bina çöktü, yine binlerce bina girilemez durumda. Yine yüzlerce insanımız öldü, yine binlercemiz yaralı. Yine en yetkili ağızlardan “başınız sağolsun” mesajları, yine en yetkili ağızlardan “sorumluları araştırıyoruz” söylemleri. Yine, yine, yine... Biz bu anı yaşamıştık, çok değil yaklaşık üç yıl önce, arka arkaya iki kez, hem de en gerçeğinden. En büyüğünden, en kanlısından, en rezilinden, en, en, en... Bütün dünya biliyor. Dersler çıkarmıştık, en azından öyle sanıyorduk. Dersler çıkartmış olmalıydılar ama ders yaparken göçük altında kaldık... ... Utanırım, utanırım fıkaralıktan, Ele, güne karşı çıplak... Üşür fidelerim, Harmanım kesat. Kardeşliğin, çalışmanın, Beraberliğin, Atom güllerinin katmer açtığı, Şairlerin, bilginlerin dünyalarında, kalmışım bir başıma, Bir başıma ve uzak. Biliyor musun? ... Gördük çıkarılan dersleri. Öfke-

K

nin kendilerine yönelecek olmasından dolayı ölü sayılarını halktan saklamayı öğrenmişlerdi. Yıkımın gerçek boyutunu gizlemek için, yardıma gelen halkı engellemeyi öğrenmişlerdi. Biran önce, en azından görüntüyü kurtarma düşüncesiyle, daha enkaz altında cesetler olduğu bilindiği halde büyük iş makineleriyle enkazın kaldırılması gerektiğini öğrenmişlerdi. Ve yardım için gelen paraları, malzemeleri iç etmeyi... En iyi öğrendikleriydi onların. Bu arada; binalar, yapılmadan önce denetlenmeli mi? Daha önce yapılan binalar kontrol mu edilmeli? Binaların sağlamlaştırılması için neler yapılması gerekir? Bunlar çok önemli şeyler değildi anlaşılan, çünkü yaşanan pratik bu ve ilk değildi. Daha başka çıkarılan dersler de var tabii, ama kimse halkın yararına çıkarılan dersler olduğunu düşünmesin. Öyle bir şey yok. Fırsatçılık, yaşanan en önemli gelişmelerden. Birileri yaşanan son Bingöl depreminden “vatandaşların kışa kadar konutlara girmesi gerektiğinden” bahsederek Kamu İhale Yasası’nı değiştirme çabası içerisinde. Görüldüğü gibi bir de kılıf bul-

5

flen


ma dersi çıkarılmış. Halkı çok düşünüyorlarmış gibi “kışa kadar konuta yerleştirme” bahanesini kullanıyorlar. Oysa, Bingöl’lü bir köylü bu depremin, yaşadıkları üçüncü deprem olduğunu söylüyor. Ve hala 1971 yılında yaşadıkları ilk depremin ardından yapılan geçici barakalarda yaşadıklarını ifade ediyor. (15 Mayıs 2003 Evrensel syf:6) Birileri yardım olarak gelen üçbeş çadırı kurup bir de kırmızı halılarla, kurdelalı bir açılış yaparak halka, “bakın devletimiz çalışıyor”dan öte kendine pay çıkarma derdinde. Ne de olsa kısa süre önce hakkını arayan Bingöl’lülerin üzerine, özel timleri ateş açmıştı. Belki biraz olsun halkın öfkesinden kurtulabilirdi? (13 Mayıs 2003 Vatan, syf:13) 17 Ağustos, 12 Kasım, Bingöl depremleri... Bu depremlerden, ama sadece bu depremlerden taşan yolsuzluk, ahlaksızlık, fırsatçılığı vb. saymaya kalksak belki bütün dergiyi doldurur. Çünkü öyle çok şey yaşandı ki bu konuda... Ve bütün bunlar açığa çıkan küçük bir kısmı yani sadece basına yansıyanlar, yani sadece bizim bildiklerimiz, duyduklarımız. Bir de bunun bilmediğimiz, duymadığımız kısımları var... ... Binlerce yıl sağılmışım, Korkunç atlılarıyla parçalamışlar

Nazlı, seher-sabah uykularımı Hükümdarlar, saldırganlar, haydutlar, Haraç salmışlar üstüme ... Kısacası sistemin çıkardığı dersler fırsatçılık, örtbas, bir de “provakatör”demagojisi. Herhalde herkes hatırlıyordur. Bingöllü’ler en doğal hakları olan “barınma hakkı” için çadır istemeye gittiklerinde, var

6

olan haksızlık için, yine en doğal hakları olan protesto eylemine başvurduklarında üzerlerine ateş açılmıştı. Bütün yetkili ağızlar aynı anda “provakatör” diye yaygara yaptı. Yaşamak istemek, barınmak istemek... Bunlar gerçekleşmediğinde tepki göstermek, bu devlet için provakasyondu. Hatta fail bile hemen bulundu... Yani sistem delik deşik olmuş, tıkamak için de kurşunları kullanıyorlardı. Devlet, halkın yararına hiçbir sonuç çıkarmamıştı. Ama halk kendi yararına dersler çıkarıyordu. Bingöl bunun bir göstergesi. İstiyordu Bingöllü, alacaktı. Biliyordu ki bu hakkıydı. Yürüdü üstüne... ... Yürü üstüne üstüne Tükür yüzüne celladın Fırsatçının, fesatçının, hayının ... Halk soruyordu artık, “Kim yaptı? Kim inceledi? Kim ‘olur’ dedi?”, Soruyordu.“Gelen yardımlar ne oldu? Benim adıma toplanan paralar ne oldu?”diye soruyordu... Soruyordu... Bir daha “ben bunları yaşamıştım” dememek için hesap soruyordu... ... Anadoluyum ben, Tanıyor musun? ... ✔


erovizyon nesrin

taflç›

milli mesele “eurovision” çözüldü! “thank you sertab!” üzümüzü batıya çevirmeliyiz...” İki asır boyunca, yönetenlerin birbiri ardına yineleledikleri, değişmez kader çizgimiz haline getirdikleri buydu. Avrupa’da hızla gelişip yayılan kapitalizmin önlenemez gücü karşısında, Osmanlı’nın merkezi-feodal yapısı tüm kurumlarıyla güdük, çürük ve güçsüz kalmış, tek çıkış noktası olarak aranan çare bulunmuştu: Batı gibi olmak... Bütün bu iki yüz yıllık tarih boyunca “Batı batı” diye çırıpınıp dururken, her dönem “treni kaçırma”nın sancılarıyla kıvranıldı. Tren, Batı Treni’ydi. Onun lokomotifi, makinisti olma imkanı tarihsel olarak yoktu. Vagonlarından biri olup eklenmek de başarılamayacaktı. Geriye yalnızca bir yolcu olup trende yer kapmak kalıyordu. Neydi ki Batı? Anadolu insanının varacağı bu yerde konumu ne olacaktı? Kurtuluş Savaşı sonrası görece bağımsızlıkçı çizginin de hedefi Batı’ydı. “Müreffeh ülkeler seviyesine ulaşmak” milli şiardı ve ölçü batılı ülkelerdi. Bu şiarı ağızlarında sakıza çevirenler, bağımlılık batağının timsahlarına döndüler. Artık uşaklık, pespaye düzeydeydi ve cümle daha net hale gelmişti. “Hür dünya’ya” ya da daha açık haliyle “Avrupa’ya dahil olmak”ta somutlanmıştı hedef. “Dahil olmamak” gibi bir alternatif kalmış mıydı ki? Artık bu ülkeyi yönetecek olanlar, emperyalist merkezlerde bir dizi görüşme sonrasında onay almadan seçilebilir miydi? Birer memur gibi atanmanın dışında bir işleyiş mi vardı? Ve üstelik Avrupa’ya dahil olma politikası yine o merkezlerde bir vazife olarak belirlenmişken... Artık her şeyimiz, giysilerimiz, yi-

“Y

yecek kültürümüz, düşünüş tarzımız... Batı gibi olacaktı... Hatta hapishanelerimiz bile... Tek farklılık, bize özgü yanımız, bütün bunları uygularken ki çiğlik, yavşaklık, baskı ve zulüm yöntemlerimizdi... Her işimizde böyleydik... Kültürel-sanatsal etkinliklerde de... Erovizyon Şarkı Yarışması, batı karşısındaki aşağılık kompleksinin, şakşakçılığın, tutarsızlığın ve yönetme alışkanlıklarının açığa çıktığı ilginç bir alan olup çıktı... Önceleri sınırlı müzik çevreleri ve devletin kültür politikacılarının ilgi alanında olan bu yarışma Semiha Yankı sonrasında tüm topluma mal edildi. Özellikle 12 Eylül ‘80 cuntası ve sonrasında tüm halkın çektiği acılar, ağır ekonomik saldırılar, baskı ve zulüm bir kenara bırakılıp, bir “mili mesele” olarak genel gündem haline getirildi. Artık “Biz ve Ötekiler” vardı. Çoluğu, çocuğu, yaşlısı, genciyle hepimizi ilgilendiriyordu. Başarmalıydık... “Biz”e oy vermeyen ülkeler zaten düşmandılar! “Biz”i küçümseyen, aşağılayan bu ülkelere, her defasında inatla, inançla gücümüzü göstermeliydik. Kimi zaman da taktik icabı, puan almak için yalvarma numaraları da yapmalıydık. En 'baba' şarkıları da “biz” yapardık. Başımızda devlet baba, yüreğimizde “milli çıkarlar”la, bir seferberlik havasında seferlere çıkmalıydık. Bu yoldan dönmek, yılmak yoktu. Öyleyse bütün müzik şurekası canla başla ve de devlet babanın talimatı ve olanaklarıyla çalışmalıydı. Büyük ve derin tartışmalar boy gösterecekti: "Efendim, Batı’nın müzik algılayışına uygun, ama yerel müziğimizin renklerini de sunan besteler..."

7

olmalıydı. Hayır, hayır, puanları yerel müzikler topluyordu, o zaman sazımızla, davul zurnamızla katılmalıydık... Yok, bu da tutmadı, bir de opera tarzında mı denesek... Hay allah, yine olmadı, alçak düşmanlar puan vermediler. Ama “Biiiz” inatçı, inançlı ve de kararlı bir “millet” olarak bu ülkelerin yargılarını parçalayacak besteler yapardık... Böylece “Milli meselemiz” olan Erovizyon’da; Ajda Pekkan’a Arap ezgileriyle petrol’e - pardon - Peter Oil beyefendiye - aşk şarkısı- yazdırıp göbek attırıldı. Olmadı, Arif Sağ’lara pop orkestrasının önünde bağlama şov yaptırıldı. “Opera”lardan “Halley” kuyruklu yıldızına, daha nelere nelere dair şarkılarla yürüdük Avrupa kapılarına... Kimse olayı başka noktalara çekmemeliydi. Bu işin ülkelerarası ekonomik


ve politik çıkar ilişkileriyle, turizm gelirleriyle, diplomasiyle ve daha başkaca şeylerle hiç ilgisi yoktu. Bu tamamen “milli mesele”ydi! Ya da.... Yıllarca bu şekilde milli mesele yapılan Erovizyon, bu yıl da aynı niteliğini koruyacaktı elbette. Dolayısıyla böylesi bir milli meseleye, devlet daha iradi olarak el koymalıydı. Ve bu kez iş, şan tekniğini başarıyla uygulayan soprano sesli popçu Sertab Erener’e düştü. “Düştü” dediysek, öyle rastgele değil tabii ki. Ne yani ille demokratik yönümüz öne çıksın diye bir sürü şarkı ürettirip ön elemeler, seçici kurallar mı olmalı. Bugüne kadar bu kuralların seçtikleriyle ne oldu ki. Artık devletin buna ne zamanı, ne de tahammülü yoktu. Bu işi müzisyenler bilseydi, bugüne kadar başarırlardı. Demek devlet yetkililerine iş düştü. Onlar da çerçevesini belirleyip Sertab kardeşimize bu ulvi, milli onuru, görevi bahşettiler. Hak iddia edenler artık devlet ihale kanununa dayanarak dava açarlarsa ne olur, bilemeyiz... Neydi çerçeve, nasıl bir beste olacaktı; “görev” verilirken bunlarla ilgili de talimat verilmiş miydi bilemiyoruz. Ama devlet yetkililerinin, sanatçılara bırakmadan savunmayı bile üstlenip “Bu kültürlerin sergilendiği bir festival değil, sadece bir pop müzik yarışmasıdır.” Diye açıklama yapmaya kalktıkları bir durum var. Bu kadar devlet yetkilisi, hakimlerin, şarkıyı da belirlemiş olmalarından kuşku duyulur. Yani Sertab kardeş; öyle bir şarkı olmalı ki, şu global dünyanın gereklerine en uygun bir tarzda... Bir de öncekilerden farklı...

Ne? Evet evet, hay aklınla bin yaşa emi? Aynen öyle... Müthiş bir yenilik, uluslararası dil olan İngilizce kullanılacak ha? Şöyle, tam da onların telaffuzuyla olsun... Böylece “Biz”i kendilerinden ayrı tutmamaları gerektiğini anlasınlar... Evet, bu bir “pop müzik yarışması"ydı ya, yine de bizden bir şeylerle katılmalıydık. Ne olabilirdi? Anadolu'ya özgü müthiş kültürel zenginlik içinde bula bula yine saray kültürünün harem dünyasından esintilerle göbek danslı bir sunuş. Tanıtım klibi de hamamlı olmalı. Bunlar bir güzel ambalajla, yanı “Batılı” kimliğimizle (gerçekte batılı olma aşağılık kompleksiyle) bütünleştirilmeli... İşte müzikçiler, işte solist ve işte beste... Gerçekten de yeteneklerini tartışmayacağımız insanların başarılı çalışması. Teknik yanıyla ulaşılan bu başarının sergilenmesi, sunulması ve hedeflerdeki politika, hiçbir dönem "kendi" olamamış egemenlerin her türlü erdemden uzak hırslarının kurbanı, ediliverir. Vee; işte yıllarca peşinde koştuğumuz sonuç: Türkiye Erovizyon'da birinci... Ulusal onurumuz yükseklerde!.. Başımız göklerde... Sonunda başardık! Aslan Sertab, sen gururumuzsun! "Milli mesele" olması özelliğini neredeyse yitirmekte olan Erovizyon'la yeniden milli gururumuz kabardı... Ve dost ülke Slovenya nasıl da son puanın yükseğini bize verdi... Ve daha bir sürü "yeni" değerlendirmeler, yeni reklamlar, yeni politik çıkar adımları... TRT sunucuları ve muhabirleri bile kazandığımızı duyururken coşkuyla heyecanlanamıyorlardı aslında. Yarışmayı bizzat Letonya'da izleyen ve Sertab Erener'le yarışma sonrası ropörtaj yapan sunucu da bunu sormak zorunda hissetti. "Başarılı olmak için illa İngilizce mi söylemek gerekiyor?" Genel olarak yüz ifadelerimizde bir durgunluk da vardı. Çünkü bir şeyler eksikti bizim mutluluğumuzda. Bir şeyler... Neydi bu şeyler? Sanki bir yabancının, bir İngiliz'in birinciliğine seviniyor-

8

duk. Bize tuhaf gelen şeylerdi bu sefer. Ama yine de birinci olmuştuk, 1975'ten beri kovaladığımız, "milli mesele" haline getirdiğimiz, uğruna değerlerimizi değiştirip sunduğumuz bu "Euorovision"da. Hürriyet Gazetesi’nin manşette dediği gibi “Thank You Sertab”, yani “teşekkürler Sertab.” Nasıl oluyor ama İngilizce’si, daha artistik değil mi? Yeteneklerine, çalışmalarına ve bestelerine saygı duyduğumuz müzisyenler, insanlarımıza "başarı" duygusu yaşattıkları için de ayrıca kutlanmalı... Ama işte çark aynı. Bir tarafta politik çıkarların bekçilerinin sultası ve diğer tarafta hayatın gerçekliği... Müzik çevreleri, aydınlar, kültür politikasıyla ilgilenenler eleştirecekmiş, tartışacakmış, hiç önemli değil. Her birine uygun cevaplar verilir. Hatta hiç cevap bile verilmeyebilir. Büyütmesinler, alt tarafı bir pop müzik yarışması... İyi de koca devlet; onca sorunu bir yana bırakıp “Alt tarafı bir pop müzik yarışması için neden bu denli gayret içinde olunur...” diyeceklere de cevap verilmez... Aslında bütün soruların cevabı bellidir. Sözün özüne gelelim. Bir "Eurovision Şarkı Yarışması" daha sonuçlandı. Ama bağımlılığın sadık kölelerinin tüm ülkeye dayatmaya çalıştıkları onursuzluk kaldı geriye. Bir de daha yakın zamanda yaşatılan deprem katliamının acılarını, işsizliğin ve açlığın sancılarını, hak aramak isteyenlerin karşılaştığı zulüm ve işkenceyi yaşayanların öfkesi... Bir de bütün bunlara karşı onurlu, namuslu, adaletli ve bağımsız bir ülke umudunu asla yitirmeyen öfkeli milyonlar... Darısı diğer "Eurovision" un başına... Haydi hayırlısı...✔


an› eylül

iflcan

“KARA” m! 6 Şubat’ta Bağdat’ta, El-Tahrir Meydanı’nda mumlarla yaptığımız bir eylemde tanımıştım onu. Gelip önüme dikilmişti. Gözlerini ayırmıyordu benden. Gözleri kapkara. Tanımaya, anlamaya çalışıyor yaptıklarımızı. Anladığından eminim ben. Sevgiyle ve umutla bakıyor kapkara gözleriyle. Bağdat’ta gerçekleştirdiğimiz en geniş katılımlı eylemdi. Ellerinde mumlarla, yüzlerce kişi ABD ve İngiltere’ye öfkelerini haykırıyordu. Aydınlığı, karanlık olmayacak bir geleceği simgeliyor ellerindeki mumlar, onlar için... Cihan, bağlamasıyla Grup yorum şarkılarını söylüyor. Bir insan zinciri oluşuyor sonra; halaya duruyor insanlar omuz omuza. Canlı kalkan grubuna ABD’den katılan Karl Dallas, gitar çalıyor; yine aynı ülkeden Tom, mızıka çalıyor. Bir Meksikalı, John Ross, CHE’den şiirler okuyor. Ve Iraklılar... zurnası, davulu, darbukasıyla bağımsız-

2

lık şarkıları söylüyorlar. Aynı dili konuşuyoruz, aynı coşkuyu paylaşıyoruz... Karışıyor kalabalığın içine kara gözlü çocuk... Eylem boyunca karşılaşamıyoruz onunla... İki gün sonra, aynı meydanda yaptığımız bir diğer eylemimize de geliyor, dikiliyor yanımada. Gözleri kapkara... Eylem boyunca elimi bırakmıyor.

9

Köprüye kadar yürüyoruz el ele. Ne çok benziyor bizim çocuklara, İdil’lere, Zehra, Canan’lara... Çok kalabalık ama sanki sadece ikimiz varız. O, “Bı ruh bıl dem nefdik ya Saddam!” diye çocuk sesiyle bağırıyor. Ben “bıl ruh bıl dem nefdik ya Irak!” diyordum. Aynı şeyleri söylüyoruz ayrı dillerde. Düşmana kinimiz aynı. Ayrılma vakti gelmişti artık. Otobüslere binip kaldığımız yerlere gidecektik. Kucaklayıp, öpüyorum o’nu. Bir daha görebilecek miyim bu çocuğu, güzelim çocukları. Nasıl koruyabilirdim onları düşman bombalarından. Bir yolu olmalıydı onları korumanın. Hepsini kucaklayıp bir daha sonsuza kadar bırakmamak mümkün olsaydı keşke. Değil biliyorum... Ne bombalar, ne düşman o kadar merhametli değil. Bombalar zalim, düşman zalim... Onların yanında olmaktan daha fazla şey yapabilseydim keşke, keşke... Tüm Bağdat sokaklarında “Kahrolsun ABD emperyalizmi! “, “Irak Halkının Yanındayız!”, “Yaşasın Halkların Kardeşliği!” dövizleri ellerimizde, dillerimizde aynı sloganlar, ’’Senin Kanlı Savaşını İstemiyoruz ABD!” diye haykırdık günlerce, Irak halkıyla beraber. Eylem yapmadığımız


ne bir meydan, ne de ABD destekçilerinin bulunduğu resmi bina önü kalmadı. Günler sonra yine Bağdat’ta, ElTahrir Meydanı’ndayız. Kafamı kaldırdığımda koşarakgeleni görüyorum. Hem de ismimi söylüyordu Arapça aksanıyla, Eylul... Eylul... Sesi de kendi gibi güzel... Koşuyorum ben de ona doğru, kucağıma alıyorum sımsıkı kucaklıyorum, döndürüyorum, daireler çiziyoruz meydanda. İşte diyorum eylem bu. Eylem bu... Halkla bütünleşmenin, onları sahiplenmenin, coşkunun en güzel örneğini yaşatıyor bu çocuk bana... İsmini bilmiyorum, sormak da istemiyorum aslında; ama dayanamayıp soruyorum. “Kara. İsmim Kara.” diyor... Kara. Karam deyip sarılıyorum bir kez daha... Bir bakıyoruz herkes bizi seyrediyor. Flaşlar patlıyor, kameralar görüntü almaya çalışıyor. Biz böyle olsun istemiyoruz, kaçıp uzaklaşıyoruz aralarından. Medyatik olmak için değilki yaşadığımız. İnsanların hissedebileceği en güzel paylaşımlardan yalnızca biri bu. Bombaların altında bir daha birbirini görüp göremeyeceğini bilmeyen bir çocukla, ben. Hepsi bu yakalanan bu güzel sıcaklığın anlamı. Sonra birileri sesleniyor, “Gitmemiz gerekiyor arabalar hazır.” diyor ses. İçime bir hüzün çöküyor. Anlam veremiyorum. İçim içimi yiyor. Bırakmak istemiyorum Karam’ı. Küçücük eli, avucumda; bir türlü ayrılamıyoruz. “Ya, biraz daha bekletin arabaları” diyorum, ama çıkmıyor sesim. Gitmemiz lazım... Araba hareket etmeye başlıyor, bırakıyorum elini, koşarak yetişiyorum. Gözyaşlarımı tutamıyorum. Bir bakıyorum kara gözlerden de yaşlar dökülüyor... El sallıyor arabanın arkasından koşarak... Araba iyice uzaklaşıyor, görünmez oluyor artık. O’nu bir daha görebilecek miyim bilmiyorum... Korkunç bir acı çöküyor içime, evet bir daha göremeyecektim onu... Düşman gecikmedi... 20 mart 2003... Sabaha karşı saat 04:30 gibi bomba sesleriyle uyandık... Çatıya çıktık... Gökyüzü, atılan binlerce bombayla adeta aydınlanmıştı... Her bomba kaç kişinin canıydı. Her bomba kaç Kara’nın küçük bedeniydi... Biliyorduk... Nasıl dururdu artık bu yürek...

Kim durabilirdi ki. Hangi bomba, kaç bin düşman askeri... O an ,öyle bir sesim olsun isterdim ki, haykırdığımda tüm dünya duyabilsin. “Durmayın, durmayın, durmayın..”,” Öldürüyorlar çocukları katiller, öldürüyorlar binlerce insanı... Durmayın!” Sonra bombalar altında yaşamayı öğrendik. Acıları paylaşıyorduk; şimdi bombaları da... Bulabildiğimiz bir arabayla geçiyorduk her karışını bildiğimiz sokaklardan... Ama aynı değildi hiçbir yer. Düşman Şehr-i Bağdat’ımızı yerle bir etmişti. Yollarda, bombalarla parçalanmış bir sürü araba, yine yerle bir edilmiş binalar. Öncesinden, gidip yemek yiyip, çay içtiğimiz yerler, pek çok anımızın olduğu yerler yok edilmiş. Acı ve öfke kaplıyor yüreğimi... Hatırlamaya çalışıyorum sonra, o yerlerdeki yüzleri, her gün gördüğüm yüzleri... Bir an canlandırıyorum bu yüzleri gözümde, ama çok geçmeden bu gördüğüm yüzler katledilmiş yanmış, parçalanmış kanlı cesetlere dönüşüyor. Ölümüne bir öfke kaplıyor her yanımı. Araba ilerliyor... El-Tahrir Meydanı’ndan geçiyoruz... Yanmış yıkılmış, harabeye dönmüş her yer... Mumlar yakıp halaylar çektiğimiz, Kara’mla son kez sımsıkı sarıldığımız meydan. Bombalar sadece meydanı yerle bir edebilir, anılarımız kalır; ilk günkü kadar canlı ...

10

Arabadan inip çığlık çığlığa, “Kara” diye bağırmak istiyorum... “Neredesin? Ne olur ölmemiş ol.” Diye bağırmak istiyorum... Araba hızla geçiyor yine de. Bakıyorum dört bir yana bir umutla, belki görebilirim Kara gözlü çocukları... Birkaç dakika yeter bize. Belki Kara da gelir bulur, hem şimdi kalabalık da değil, hatta kimse yok ki meydanda...Yine sarılırız sımsıkı, el ele döneriz düşmana inat... Düşmana inat... İlk gördüğüm ABD askerine “ Katilsiniz siz” diye bağırıyorum... “Evet biz katiliz, öldürüyoruz. Bu bizim işimiz.” diyor asker... Dayanamayıp üzerine yürüyorum, korkuyor katil. Bir diğeri tankın üzerinden fırlayıp silahının şarjörünü çekip vurmaya hazırlanıyor beni de... “Neyse, boş ver” diyorlar sonra... Boş ver ha... Ya boş vermedikleriniz... Korkaklar sürüsü kendilerini dünyanın hakimi zannediyor. Bombalarıyla, silahlarıyla bizleri yok ettiklerini, yok edebileceklerini zannediyor. Oysa bilmiyorlar ki, her düşen bombada, sıkılan her kurşunda çoğaldık biz. Yok olan, kaybeden hep onlar oldu. Ve biliyorum ki, zaferde, zafer gününde Kara ve diğer katledilen binlerce çocuk gelip bulacak bizi, el ele tutuşup diyeceğiz ki... “Bu dünya bizim!”✔


sinema ibrahim

matrix’in çölüne hoflgeldiniz! 999 yılında gösterime girdiğinde fırtınalar koparan”The Matrix”’in ikinci bölümü, yarattığı hezeyanlarıyla birlikte, tüm dünyada gösterime girdi. İlk filmin gördüğü yoğun ilgiden sonra, ikincisi, meraktan öte bir sabırsızlıkla bekleniyordu. Böyle bir beklentiyi üst düzeye çıkarmak için de kapitalizmin tüm araçları devreye girdi. Ülkemiz de dahil olmak üzere her yerde yoğun bir beklenti duygusu yaratıldı. Film, çekim aşamasından itibaren herkesten gizlendi. Bir tek fotoğrafın sızması büyük bir olay sayıldı. Hikaye mi? Onu zaten kimse bilmiyordu. Gösterim tarihi yaklaştıkça, hemen tükeneceği propagandasıyla, biletler satışa çıkarıldı. Sinemaların önündeki bilet kuyrukları görülmeye değer bir kalabalıktı doğrusu. Bahsettiğimiz şey, sadece bir film. Bunca gürültü kıyamette onu hemen izlemenin gururu için. Belki garip ama artık böyle bir dönemi yaşıyoruz. İnsanlar, putlarını yaratıyor ve ona imanla ibadet ediyor. Hayatındaki boşlukları hızla örtebileceği, manevi açlığını doyurabileceği bir tutkuyla böylesi filmlere sarılıyor. Oysa, bir film sadece filmdir. Ötesi değildir. Etkileyicidir, öğreticidir belki ama ibadet edilesi değildir. Kapitalizm, inanılacak tüm değerleri parçaladıkça, böyle sahte tutkularla yaşatıyor insanları. “The Matrix”’in makineleri, gerçeğin kapitalistleri. “Star Wars” filmini hatırlayın. Sinemaların önünde yatanları... Filmin etkisinden kurtulamayıp Jedi dini kuranları. Hatta, bunu kimliğine yazdırmak için mücadele edenleri. Şimdilik, bir Matrix dini kurulmadı ama belli mi olur? Atlantik’in ötesinde, belki bunun da hazırlıklarına başlanmıştır. Kapita-

1

11

köro¤lu


lizm bu. Önce kendi gerçekliğinden koparıyor ve sonra da istediği gibi yoğurup şekillendiriyor. İlk film neydi, ikincisi ne oldu? 1999 yılında, ilk film gösterime girdiğinde, şok etkisi yaratmıştı. Sinema dilinden, kullandığı görsel efektlere ve başvurduğu entellektüel referanslara kadar oldukça farklı bir yer edinmişti kendisine. İlk kez, böyle bir şey yaşanıyordu. Klasik, aksiyon izleyicisinden, Uzakdoğu’nun ‘manga’ ve ‘anime’ diye tabir edilen türlerinin fanatiklerine kadar herkes filmin tutkunu olmuştu. Çünkü hepsi aradıklarını buluyordu. Aradığını bulanlar arasında entellektüel çevreler de vardı. Onlar da, Matrix hakkında onlarca yazı yazıyor, yorumlar yapıyor, felsefi açılımlarını çeşitli akımlarla ilişkilendiriliyorlardı. Bu konuda alt metinlere inildikçe çeşitli okumalar şekillense de, herkesin üzerinde anlaştığı nokta, filmin hıristiyan söylencelerinden ve Simülasyon çözümlemelerinden beslendiği yönündeydi. Üzerine kitaplar bile yazıldı Matrix’in. Yani, Matrix’in üzerine, olduğundan ve anlattığından fazla yük bindi. Bir Matrix miti yaratıldı. Baksanıza, Newsweek Dergisi 2003 yılını Matrix yılı ilan etti. Bu da tabi ki ikinci filme olan beklentiyi üst düzeyde arttırdı. Oysa bize göre ilk film, tüm o entellektüel gizeminin ardında sadece bir aksiyon filmiydi. Onu farklı kılan, göndermeleri ve türe yeni bir açılım getirmesiydi. Filmin aralarına zekice serpiştirilmiş birkaç

kodu çözmek, kuşkusuz insanları mutlu ediyor ve yenilerini aramaya itiyordu. Ancak, bu da bir süre sonra abartı denecek boyutlara ulaştı. Filmin her cümlesi bir ayet gibi çözümlenmeye çalışılıyordu. Oysa böyle bir şeyin varlığı tartışılır. Yani kelimelerin yerleri değiştirilerek türetilen isimlerden çıkarılan çözümler, uç noktalara vardı. Filmin kendinde olan göndermelere zaten bir itirazımız yok. Ancak, dedik ya. İnsanlar bir mit yaratıp, onun her karesine mistik anlamlar yüklemekte kararlılar. Sanırız, ikinci filmin ardından filmin yönetmenleri Wachowski Kardeşler’in birer peygamber olmadığına kanaat getirilir. İkinci film gelip çattığında, beklentinin yüksekliğinden midir, yoksa klasik bir devam filmi açmazından mıdır ,filmin fanatiklerinin hevesleri kursaklarında kaldı. Çünkü beklediklerinin ötesinde sadece aksiyon vardı karşılarında. Hatta, artık Matrix içinde bile olsa, insanın kabul etmekte zorlanacağı şeyleri, hikayesini yürütmek için kullanan bir film izliyorlardı. “Ne de olsa Matrix içinde her şeyin bir çözümü var, yerseniz.” diyordu Wachowski Kardeşler. Yazının başında belirtmiştik, Matrix hikayesini kurarken bir çok felsefi kuramı referans alıyordu. Sinema dilini kurarken aldığı referansları da hem teknolojinin, hem de yönetmenlerin bakış açılarıyla bir adım ileri taşıyordu. Bu teknik, ardından gelen birçok aksiyon filmi –hatta reklam filmleri için bile- önemli bir referans

12

olmuştu. Bunun ardından,”The Matrix - Reloaded” daha ileri görsel efektlerle çıktı izleyicisinin karşısına. “The Matrix - Reloaded” için söylenebilecek üç başlık var aslında. Üst düzeyde görsel efektler, baygınlık geçirten aksiyon sahneleri, hikayenin şaşırtıcı ve karakterleri bile hayal kırıklığına uğratan şekillenişi –ki buna da ancak filmin sonunda, kavga dövüşten arta kalan zamanda gelebiliyoruz.- Bu arada, ilk filmdeki görece felsefi diyalogların yerini, tipik Hollywood filmlerinde görebileceğiniz ucuz ajitatif dil almış. İlk filmde kendilerince üst düzey felsefi açılımlar bulanlar için ikinci film bir hayal kırıklığı olsa gerek. Ancak, burada sormak gerekiyor; ilk film onca ışıltının altında kaba bir Berkeleycilik’ten öte ne anlatıyordu gerçekten? Yani ilk film neydi ki, ikincisinden ne bekliyordunuz? Hele de ilk filmden onca gişe geliri elde etmişken, Hollywood’un kurt yapımcısı Joe Silver gibi bir tüccarın ikinci filme ne kadar felsefe sokacağını bekliyordunuz? Bunların hepsini en iyi ihtimalle üçüncü filme saklayın; belki orada, aradığınızı bulursunuz. Amerikan sinemasının kalıpları içinde, Matrix oldukça entellektüel görülebilir ama gerçekliğin içinde sıradan ve bayağı bir film olmanın ötesinde değil. İlk film bizi, “Gerçeğin çölüne hoşgeldiniz.” diyerek karşılıyordu. Şimdi, kendisini yalanlarcasına “Matrix’in çölüne hoşgeldiniz.” diyerek el sallıyor.✔


y›ldönümü seval

haziranda ölmek zor a zım Hikmet, Ahmed Arif, Orhan Kemal... Halk için çarpan üç yürek... İki değerli şair, bir değerli yazar. Haziran'da düştüler toprağa... Halkın acısını, çektiği açlığı ve yoksulluğu yüreklerinde hissedip, baskılar, işkenceler altında ömür sürmüş üç aydın, sanatçı ve kavga adamı. Leylak ve tomurcuk kokuları arasında, aramızdan ilk ayrılandır kavgada, kavganın şiirini yazan Nazım Hikmet... Anadolu'da emperyalizme karşı Kurtuluş Savaşı başladığında henüz 20 yaşındadır Nazım Hikmet. Açlık, yokluk, yoksulluk içinde de olsa halk, emperyalizme karşı direniyordur. Nazım da iki arkadaşıyla birlikte Anadolu'ya geçerek Kurtuluş Savaşı’na aktif olarak katılır. Artık halkla iç içedir. Halkın açlığına, yoksulluğuna tanıklık ettiği gibi, O'nun tüm bunlara rağmen tırnağıyla dişiyle yedi düvele karşı gösterdiği büyük direnişe tanıklık eder. Kurtuluş Savaşı sürecinde halka olan inancı ete kemiğe bürünürken, Sovyet Devrimi’nin etkisiyle kurtuluşun sosyalizmde olduğunu görür. Sosyalizm uğruna mücadeleye çok genç yaşta başlar. 1922 yılında TKP'ye üye olur. Kuşkusuz Nazım'ı Nazım yapan, uğruna mücadele ettiği dünya görüşüdür, sosyalizmdir. Tüm eksikliklerine rağmen TKP'nin Nazım'ın hayatında önemli bir yeri olmuştur. Ustanın bedeni yurdundan uzak diyarlarda toprağın altında dinlenirken, bedeni Anadolu'da bir başka aydın Orhan Kemal düşer toprağa. Tarih 2 Haziran 1970’tir. Asıl adı

N

13

alp


Mehmet Raşit Öğütücü olan Orhan Kemal, 1914 yılında Adana'da doğar. Kendisi de romanlarında, öykülerinde anlattığı halkı gibi yoksuldur. Öykü ve romanlarında işçileri, yoksulları, emeğiyle geçinenleri, çok küçük yaşta çalışmak zorunda kalan çocukları anlatan Orhan Kemal edebiyata ilk adımını şiirle atmışıtır. O'nu öykü ve roman, yani düz yazıya yönlendiren Bursa Hapishanesi'nde beraber kaldığı Nazım Hikmet olmuştur. Yazdıklarıyla “Toplumcu Gerçekçi” Türk Edebiyatı’na büyük katkılarda bulunmuştur. Yazdığı 25 roman, 11 hikaye kitabının yanı sıra anı, şiir ve senaryoları da bulunmaktadır. 1958 ve 1969 yıllarında Sait Faik Hikaye Armağanı, yine 1969 yılında Türk Dil Kurumu Öykü Ödülünü kazanması, edebiyattaki başarısının bir ölçütüdür. Orhan Kemal ve Nazım Hikmet'ten yaklaşık 30 yıl sonra yine bir Haziran günü ve yine 'Leylak ve tomurcuk kokuları' arasında aramızdan ayrıldı Ahmed Arif. Çok genç yaşlarda sosyalist düşüncelerle tanışan Ahmed Arif 1927 yılında Diyar-

bakır Halepçe'de yoksul bir halk çocuğu olarak dünyaya gelir. Yaşamı yoksulluk içinde geçer. Bir yandan okur, bir yandan gazetecilik ve matbaacılık gibi işlerde çalışır. Çok genç yaşta Sosyalist düşüncelerle tanışması ömrü boyunca sömürüye ve zulme karşı durmasını, döneminde Kürt halkının yaşadığı zulmü, acılarını ve yoksulluğuna şiirlerinde yer veren, ender şairlerden olmasını sağlar. Nazım Hikmet ve Ahmet Arif, yerel değerleri evrensel değerlerle bütünleştirmiş, şiiri halkın günlük yaşamına sokmayı başaran ender şairlerden olurken, Orhan Kemal de öykü ve romanlarında halkı, halkın çektiği yoksulluğu, acıları ve onlara olan sevgisini işlemiştir. "Gerçeği söylemek gerekirse şiir, ekmek su ve tuz kadar elzemdir. Ne olursa olsun, şiiri örgütlemeye mecburuz.. Bu ışığın, halkın gözlerinde yanması ve onun gideceği yolu aydınlatması için, tüm sol güçlerin harekete geçirilmesi şarttır. Benim okuma yazma bilmez ülkemde devrimci şiir, ulusal bağımsızlık, demokrasi ve barış mücadelesinde önemli bir rol oynar" Şiiri ve şiirlerin halklar nezdindeki yerini böyle ifade eder Nazım Hikmet. Egemenlerin Nazım'a uyguladığı zulmü gözönünde getirdiğimizde Nazım'ın safı kendiliğinden ortaya çıkar. Nazım'ın ödediği bedeller boşuna değildi şüphesiz. Özgür, sömürüsüz bir dünya istiyordu. Bu özlemleri için bir aydının, sanatçının ödemesi gereken bedelleri ödemiş, mü-

14

cadelesiyle de gurur duymuş ve bunu şiirlerine taşımıştır. Kendisine saldıranlara, sosyalist kimliğinden soyundurmaya çalışan 'romantik komünist'tir diyenlere de bir cevaptır; "Ben yirminci asırlıyım/ ve bununla övünüyorum/ bana yeter/ Yirminci asırda olduğum safta olmak/ bizim tarafta olmak/ Ve dövüşmek yeni bir alem için" Bizim tarafta olmaktan ve yeni bir alem için dövüşmekten dolayı övünmekten haklıdır. Çünkü o, halkın; yoksulların, ezilenlerin, işçilerin safındadır. "Yeni bir alem için" dediği; bağımsızlık, sömürüsüz, özgür bir dünyadır, sosyalizmdir. O, bu özleminin kolay gerçekleşmeyeceğini, halka güvenip bunun için mücadele etmek gerektiğini bilir ve bunu dizelerine yansıtır. "Varılacak yere kan içinde varılacaktır ve zafer artık hiç bir şeyi affetmeyecek kadar tırnakla sökülüp koparılacaktır” Nazım, halkın şairi ve aydınıdır. Nazım; aydının nasıl olması gerektiği sorusuna şöyle cevap verir; "bugün halkın ve ilerici insanlığın mutluluk ve barış mücadelesi dışında kalan aydın, ya egemen sınıfın elinde basit bir araçtır ya da havayı zehirlemekten başka bir şeye yaramayan kokuşmuş bir verimsiz ottan ibarettir." Orhan Kemal'in kendisi, "Çağımızın pek çok toplumları gibi, içinde yaşadığımız kendi toplum düzenimizinde insanlarımız mutlu kılmaktan uzak olduğu su götürmez gerçektir. “Ben, hikaye, roman, tiyatro oyunlarımla bozuk düzenimizin nedenlerini insanlarımıza göstermek, onları uyarmak, gösterip uyarmakla da kalmayıp bu bozuk düzeni düzeltmeye çaba göstermelerini, bu çabayı elbirliğiyle göstermemiz gerektiğini cevaplarım, caveplamaya çalışırım." der ve ekler; "Ben gerçekçi yazarım. En iyi bildiğim konuları alırım. Varlıklı yurttaşların yaşayışlarını bilmiyorum. Nasıl yaşadıklarından haberim yok." Evet, Orhan Kemal en iyi bildiği konuları yazmıştır. Bir halkın mutluluğunun, yaşadığı düzenden bağım-


sız olmadığını belirttiği gibi mutsuzluğuna sebep olan düzene karşı da mücadele etmesi gerektiğini söyler. Onun öykü ve romanlarında küçük yaşta çalışmak zorunda kalan çocuklar vardır. Çünkü kendisi de küçük yaşta çalışmak zorunda kalmıştır. Yoksullar, hamallar, fabrika işçileri vardır. Çünkü kendisi de yoksuldur. Ekmek kavgası verenler vardır. Çünkü kendisi de bir ömür boyu ekmek kavgası vermiştir. Halk vardır. Çünkü kendisi de halktan biridir. Halkın sanatçısıdır. Bir konuşmasında; "Ben halkımı, köylümü, bütün köylüleri, bütün fukarayı seven bir yazarım. Belirli bir imkana kavuştukları zaman değişip gelişebileceklerine, uygarlaşacaklarına inanıyorum" der. Orhan Kemal; "İnsanlığın, insanlık tarafından, insanlık için yönetilme çabası adına sanat" yaptığını söyler. Ahmed Arif'in "Hasretinden Prangalar Eskittim" adlı tek bir şiir kitabı yayımlandı. Ama o kitap hiç ellerden düşmedi. Hala da yeni baskıları yapılır. Ahmed Arif'in şiirlerinin temasında sınıfsal karakterini yansıtan emek, sömürü, sevda ve hasret temaları öne çıkar. Daha çok Anadolu halkının kardeşliğini savunmuş ve bunu dizelerine taşımıştır.

Dört duvar arasında olmak, tecrit edilmek yalnız olmak değildir.

"Babam gözlerini verdi Urfa önünde Üç de gardaşını Üç nazlı selvi Ömrüne doymamış üç dağ parçası Burçlardan, tepelerden, minarelerden Kirve, hısım, dağların çocukları Fransız kuşatmasına karşı koyan da" der.

Vu r u l m u şum Düşüm gecelerden kara Bir hayra yoranım çıkmaz Canım alırlar ecelsiz Sığdıramam kitaplara Şifre buyurmuş bir paşa Vu r u l m u ş sorgusuz, yargısız (....) Kirveyiz, kardeşiz, kanla bağlıyız Karşıyaka köyleri obalarıyla Kız alıp vermişiz yüzyıllar boyu

Ahmed Arif' de Orhan Kemal ve Nazım Hikmet gibi, aydın olmanın, halkın acılarını, yoksulluğunu, gördüğü baskıları dile getirmenin, özgür sömürüsüz bir dünya isteme bedelini öder. Ödediği bedellerin biri de hapisliktir. Bütün bunlara rağmen ne o sevdasını ne de sevdası onu terkeder, tütünsüz uykusuz kalsa da. 13 yıl boyunca kaldığı hapishanede özlemlerini, hayallerini, halkların çektiği acıları dile getirirken, değerlerinden de ödün vermez.

“Bir ufka vardık ki artık Yalnız değiliz sevgilim Gerçi gece uzun Gece karanlık Ama bütün korkulardan uzak Bir sevdadır böylesine yaşamak Tek başına Zindanda yatarken bile Asla yalnız kalmamak” “33 Kurşun” adlı şiiri ile tarihte "Muğlalı Paşa Olayı" diye geçen katlimı gözler önüne sererek tarihe maleder. Van, Özalp-İran sınırında yoksulluklarından dolayı kaçakçılık yapmaya mecbur bırakılan köylülerin sınırın öbür tarafında akrabaları ile aralarına tel örgüler çekilmiştir. Ama onlar tellere çekilen sınırı, pasaportu bilmezler. Hem kaçakçılık yapar hem de karşı köydeki akrabalarını ziyarete giderler. Geçişlerine izin verilmez, sınırda yakalanırlar. Mahkemeye dahi çıkarılmadan sorgusuz sualsiz Muğlalı Paşa'nın emriyle kurşuna dizilip katledilirler.

15

Komşuyuz yaka yakaya Birbirine karışır tavuklarımız" Orhan Kemal, Nazım Hikmet, Ahmed Arif... Anadolu halkının tarihinde ölümsüz yer edinen üç halk aydını... Mapuslar, sürgünler, işkenceler hiç eksik olmadı yaşamlarından. Kavgayla atan yüreklerini, sosyalist olmanın onurunu, yaşamları boyunca hep gururla taşıdılar. "Leylak ve tomurcuk kokuları arasında halktan yana atan, üç sevdalı yürek. Nazım Hikmet sürgünde, Orhan Kemal yoksulluk içinde, Ahmed Arif sessizce bir haziran günü aramızdan ayrılmalarından bu yana yıllar geçti. Ama onlar gerçekte hiç ayrılmadılar. Halkın ekmek, hürriyet ve adalet kavgasında ürünleri dilden dile, inançları elden ele bayrak oldu, dalgalandı. Ve Anadolu halklarının yüreğine gömüldüler.✔


y›ldönümü

ayatı, gezerek, eğlenerek, gününü gün ederek, para harcayarak özgür yaşadığını sananlar... Şatafatlı mağazalarda, çeşitlerden çeşit seçerek, “kendi kazandığınız” parayı harcayarak, özgür olduğunuzu mu sandınız? Ya da; felsefe kitapları okuyup, kafelerde, tartışma ortamlarının “hit” insanları olmayı başaran ve solculuğunu anlata anlata bitiremeyenler... Solculuk yarışması yapanlar... Kendinizi özgür mü sandınız? “Sınırsız”, her yeri dolaşarak, “birey” olmanızın tadına vararak. Yaşadığınız ortamın, tarihinizin sorumluluklarından kaçtınız ama bu tarihi, bu sorunları hep konuştunuz, sadece konuştunuz. Onların özgürlük günü ellerinden almak için hapishaneler kurdular. Onlar mı dört duvar arasında, yoksa siz mi? Onlar, özgürlüğü de doya doya yaşıyor; sevdayı da, aşkı da. Onların özgürlüğünü yok etmek için, betonlardan kafesler yaptılar; askıya aldılar. Her sabahı sayımlarda, hazır olda durmadıkları için sopadan geçirildiler. Ya sizin özgürlüğünüzü yok etmek için?.. Bir tutam para yetti size. Sağı solu gezmenize, eğlenmemize izin vermeleri yetti, özgürülüğünüzü elinizden almalarına... Sizler, dışarıda hazır olda durdunuz. Özgürlük nedir? Düşüncelerini, sorumluluklarını, onurunu, değerlerini, kişiliğini bir kenara bırakarak, bu “nimet”lerden faydalanmak mı! yoksa, onların yaptığı mı? “Hayır.” diyebiliyor musunuz bu cümlelere? Diyemezsiniz ama öyle yaşarsınız. Yaşarsınız ama adını koymaktan çekinirsiniz, adını koyamazsınız. Yine de öyle yaşarsınız. Birileri, bu uğurda mücadele ettiği zaman da, kendi durumunuzu meşrulaştırmak için laf söylersiniz, karalamaya çalışırsınız.

H

Bugün, eğer insanlık tarihi gelişiyorsa, değişiyorsa, insanlar biraz daha özgürlüklerini kazanma noktasında adım atıyorsa, sizin payınız yok bunda, sömürücülere yardımcı olmaktan başka... O insanların emeği var. O insanlar, bugün hayatta olmadığı için, sizler biraz daha rahat yaşıyorsunuz, ya da yaşadığınızı sanıyorsunuz. Çünkü o insanlar, bunlar için hayatlarını kaybettiler. Sizler, Onları anlayabildiğinizi mi sandınız? Onların yarattığı değerleri kafe masalarında malzeme olarak kullanarak... Onlar’ın uğruna ölerek savunduklarını, kendinizi yüceltmekte, anlatmakta kullanarak kişiliğinizi kurtarıp, büyüttüğünüzü mü sandınız? Dünyanın her tarafında, direnen insanların değerlerini kullanıp kendine prim yapmaya çalışan insanlardan istemediğiniz kadar var. Ama onlar az. Çünkü öyle yaşamak istemediler. İstemek yetmiyordu, mücadele ettiler ısrarla, arkasında durdular, düşüncelerinin. Şimdilik az olduklarını bildiler. Geleceğin “çoğu” olacaklarından da emindiler... 1 Haziran 1971 tarihinde bu insanlardan biri daha sesleniyordu tüm insanlığa; İstanbul-Maltepe’deki evden, Ada’dan... Cevahir’im... Özgürlüğüne sımsıkı sarılmış-

16

tı, vermiyordu. Canını verdi onun yerine. “Bunu alın.” dedi. “Alın, bu canımın hıncı, sizi boğsun.” dedi. Çekinmedi ve veriverdi. Ne “birey” yanını düşündü, ne gezmeyi tozmayı. Masalarda, oportünizmin teorisini yaratmayıda. Onlar Sokrates’ti, Şeyh Bedreddin’di, Che Guevara’ydı, Pir Sultan’dı... Yeryüzünün her toprağında, düşüncesi, kimliği, onuru, ahlakı, namusu, değerleri, yıllardır biriktirmiş olduğu, temiz koruduğu birikimini kirletmeyenlerdi. Kaç Cevahir gitti?.. Mahir?.. Deniz?.. İbo?.. Gidecek?.. Sorunları onlar yaratmadı, karşılarında savaştıkları düşünce yarattı. Onlar,


ulafl

kendi yaratmadıkları sorunları yaşamaya razı gelmedikleri için, gözlerini hayata yumdular. Kendi hesaplarında yoktu durduk yere ölümü tercih etmek. Savundukları görüşler; “boş”, “sonu gelmez” değildi. Sonu gelecekti. “Hayatlarıyla” doldurdular yaşamlarını. Savundukları ve uğruna öldükleri şeyler, bilimseldi, gerçekçiydi; hayal değildi, gelecek olandı. Hayatın, onur tarafıydı, temiz tarafı, kirli olmayan yanı. Çirkef değildi, yalancı, sahte, üç kağıtçı, çürümüş değildi seçtikleri. Dirilip döneceğiz er meydanına Zaman bu köhne düzenin cellatlarını affetmeyecek Gerek kalmaz savaş ilanına Erlerimiz fazla laf etmeyecek Kızıldere son değil... ... “Maltepe son değil”... O evler, onlar için, “Satılmışlığın, kahpeliğin, riyakarlığın, adiliğin ve her çeşit aşağılık ve her çeşit yabancılaşmanın karışımı olan, Karanlık Denizi’nin ortasında, güneşi batmayan bir ada”ydı. “Bugün ülkemizde, işgalci düşmanın ziyafet sofralarından kalan artıklarla beslenen bir avuç hain, bir avuç köpek, bu alabildiğine iğrenç düzeni sürdürmek, Amerikan emperyalizmine gerektiği gibi uşaklık etmek için kurdukları zulüm çarkını insafsızca çeviriyorlar. Soygun ve talanlarına karşı duran her yurtsever meydanlarda kurşunlanıyor. İşçiler ve köylülerin, ekmek ve toprak isteyenlerin sesi kan ve zulümle susturulmak isteniyor. Yarattığımız ve ürettiğimiz, zorla elimizden alınıyor.” Onlar, bunları söylerken yalan şeyler söylemiyordu. Halkı da kandırmıyorlardı. Sözlerinin arkasında durdular ve gerektiğinde yaşamlarını verdiler.

Ve Maltepe’deki ev, direniş evi, ada... Çirkeflikler, karanlıklar denizinde onuru, temizi simgeleyen bir ada... “Bina kuşatılmışken, MİT’i, polisi, askeri, hepsi onları katletmek için yığılmışken, onlar Sibel’in güvenliğini düşünüyordu.” “Asla teslim olmayacağız; Bizim buradan ölümüz çıkar. Çocuğa dokunmayacağız. Çocuk ancak sizin ateşinizle ölebilir. Silahımızı da asla teslim etmeyeceğiz. Erkek adam silahını teslim etmez. Bizi teslim almaya gelirseniz, silahımız size dönecektir.” Sibel de, evde rehin aldıkları genç kız, binbaşının kızı. Onlar bir insanın saçının teline bile zarar gelmesini istemezdi. Ancak halkı sömürenlere, halkına zulüm çektirenlere karşı, göğüslerini siper ettiler. Halkı korumaya çalıştılar. Maltepe’de kuşatıldıklarında, bu çatışma tam 51 saat sürmüştü. 51 saat direnmişlerdi, son kurşunlarını da atabilecekleri ana kadar. Onlardan sonra, onların canını kalbine gömen arkadaşları, nice 51 saatler süren direnişler yaratacaktı. Onlardan öğrenmişlerdi, silahlı düşman karşısında onurunu satmamayı. Egemenlerin, sadece silahları, hapishaneleri vardı korkuyu yaymak için. İçi boş bir güçtü aslında. Çünkü, gelecekleri yoktu. Mantığı, gerekliliği, ideolojisi, sağlam bir dayanağı yoktu. Kimi, kime ne yaptığı için katlediyor, tutukluyordu. Halkın güvenliğini mi alıyor, yoksa halkı savunanları, yani halkı mı katlediyor ve tutukluyordu?.. Cevahir, halkı savunanlardan biri... Ve şimdi onlar az değiller, dünyanın dört bir tarafındalar. Çoğalıyorlar, çoğalıyoruz. Geleceği kendimiz şekillendirmek için.✔

17

cengiz

‘71 SICAĞINDA ‘71 sıcağında canım Nurhak Dağı’nda Üç gerillam vurulmuş Son Mayıs sabahında Mayıs’ın kanlı günü Haziran’a dönüyor Dağda isyan ateşi Alev alev yanıyor Omzumuzda mavzerler Dağlarda adım adım Maltepe’de çarpışıyor Yiğit iki adalım Adalılar türkü söyler Susar faşist namlular Cevahir’im vurulmuş Savaşır gerillalar Adalının türküsü Düşmeyecek dillerden Geliyor Adalılar “Sarp” yamaçlı dağlardan


kitap ayfer

özel

alyofla’n›n bay›r›

Kitabın adı: Alyoşa’nın Bayırı Yazarı: Galina Nikolaeva Yayınevi: Ceylan Yayıncılık Sayfa sayısı: 622 “Palegeya Konopatava, Kolhoz’un zenginliği zamanında siz ve kocanız biraz çalıştınız. Fakat zor günler gelince yan çizdiniz. Bakalım size Kolhoz’un gereksinimi var mı? Bunca yıl burada ne yaptınız? Siz yalnız işten çekilmekle kalmadınız aynı zamanda kendinizde en iyi kolhozcularla alay etme hakkını da buldunuz. Siz Vasilisa Mihalovna ve siz Pötr Matreiç, Kanopatov’lara acıyorsunuz öyle mi? Ben size acıma hissinden sözetmek istiyorum. Tembele acıyarak çalışkanı vurduğunuzu, korkağa acıyarak cesaretliyi vurduğunuzu, hırsıza acıyarak dürüst adamı vurduğunuzu unutmamanızı rica ederim. Bunlara acımak değil, acaba çalışmalarıyla kolhoza karşı suçlarını affetirebilirler mi diye düşünmek lazım. “ (syf: 227) Kitap; İkinci Paylaşım Savaşı’ndan sonra, Sovyetler Birliği’nde yaşamın yeniden kurulması ve üretimin artırılmasında yaşanan sorunları ve bu sorunların nasıl çözüldüğünü anlatıyor. II. Paylaşım Savaşı’nda, Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin yönetici ve kadroları, Naziler’e karşı en ön safta yer almış, özgür bir vatan ve sosyalizm uğruna şehit düşmüşlerdir. Bu da nitelikli kadro kaybına yol açmıştır. Savaşın yıkımları, yol açtığı sorunlar, ülkede yaşayan herkesi etki-

le miştir. Savaş,cephede ve cephe gerisinde fedakarlıklarla, bedellerle kazanılmıştır. Alyoşa’nın Bayırı, II. Paylaşım Savaşı’nın zaferinden sonra, 1 Mayıs Kolhozu ve çevresinde yaşananları tüm sadeliğiyle anlatıyor. Yazar Galina Nikolaeva’ya bu kitabı için, 1950 yılında birinci dereceden “Stalin Ödülü” verilmiştir. Kitap; yaşam içinde değişimi, dönüşümü, birbirine bağlı gelişimi anlatması açısından Felsefenin Temel İlkeleri kitabında örnek olarak gösterilmiştir. Avdotya’ya kocasının cephede öldüğü haberi gelmiştir. Kocası Saviliy ise zaferden sonra mucize de-

18

nebilecek bir ameliyatla iyileşip, ansızın çıkagelir. Evde sevinçle karşılanır Vasiliy. Ancak bir sorun vardır. Avdotya, Stepan’la evlenmiştir. Vasiliy, hırsından Stepan’ı vurmak ister ama, Stepan’ın savaşta aldığı yaraları görünce vazgeçer. Alman kurşunuyla yaralanmış Stepan’ı vuramaz. Ödenen bedele saygıyı görürüz bu davranışta. 1 Mayıs Kolhozu’nda yaşayanların aile sorunları da dahil kişisel yaklaşımları; kolektife karşı duydukları sorumluluk, yapılan işler ve büyük düşünceler içinde sorun olmaktan çıkar. Kolay olmaz, sıkıntılı ve özverili bir yaşamı gerektirir ama


üstesinden gelirler. Vasiliy, köyünde yaşamaya başladığı andan itibaren sorunların içinde bulur kendini. Savaş öncesinde Kolhoz başkanıdır. Döndükten sonra da başkanlığa seçilir. Vasiliy’den önceki başkanın iyi yönetememesinden 1 Mayıs Kolhozu, bölgedeki en geri kolhozdur. Köylüler, Kolhoz’un işini yapmak yerine, ormandan, kendilerine kazanç getirecek keten işine koyulmuş; üretim, olumsuz etkilenmiştir. Vasiliy, Kolhoz’daki partili tek kişi ve Kolhoz Başkanı olarak işlere girişir. Partinin ilçe yöneticisi, 1 Mayıs Kolhozu’nun bölgedeki diğer Kolhoz’lardan geri kalmaması, kalkınma planındaki hedeflere ulaşması için partili iki insanı Kolhoz’a görevli olarak gönderir. Halk, Parti İlçe Yöneticisi Andrey’e, ‘Petroviç’ demektedir. Yaşlı olmadığı halde, Petroviç diye hitap etmeleri, ona duydukları saygıdandır. Andrey, genç yaşına rağmen, olgun, bütünü düşünen, ayrıntıları gözden kaçırmayan, hedeflere ulaşmada kararlı bir insandır. Vasiliy’le, Andrey, ilk görüşmelerinde, karşılıklı birbirlerini anlamaya çalışırlar. Bu, ilk karşılaşmalarında, aralarında akrabalık ve arkadaşlıktan öte bir bağ belirmiştir. “Amaç birliği mi, düşünce tarzı uygunluğu mu, ortak yaşam anlayışı mı hiç bir şeyle kıyaslanamayacak o yoldaşa güven mi yoksa bunların hepsi mi, bunu tespit edemiyordu. Fakat insanlarda, her şeyden önce, aradığı ve her şeyden fazla değer verdiği başlıca şey duyguydu. Andrey, bu özel duyguya “partililik duygusu” diyordu.” (Syf. 41-42). Andrey’in, 1 Mayıs Kolhozu’na görevli olarak gönderdiği eşi Valentina, elektrik teknisyeni olan arkadaşları ve Vasiliy, Kolhoz’da, ilk Parti grup toplantısını yaparlar. Herbiri, özen ve ciddiyetle hazırlanıp gelmiştir toplantıya. Sorumluluk duyguları, giyimlerinden, konuşacakları konulara kadar tüm hazırlıklarına yansımıştır. Önce görev bölüşümü yaparlar. Çarçabuk hallederler bu konuyu. Kolhoz’da neler yapılması gerektiğini konuştuklarında birbirlerine saygı ve güvenleri gelişir. Çünkü herbiri, karşısındakinde so-

runların çözümü için gerçekten kafa yorulduğunu görür. İlk toplantılarında birbirlerine eleştirileri de vardır. Valentina, Vasiliy’in suratı asık çalıştığını oysa coşkulu çalışmanın verimi arttıracağını söyler. Aralarında, öncesinde bir tartışma yaşanmıştır. Valentina hatasını kabul ederek Vasiliy’in çalışma tarzına yönelik eleştirilerine devam eder. Hatasını kabul etmesi ve ortak hedefleri doğrultusunda konuşmaya devam etmesi, onun daha güçlü olmasını getirmiştir. Halk, partili elektrik teknisyenine ve eşine “soba arkası prensi” lakabını taktığından toplantıda bu da gündeme gelir. Partili insanın yaşamıyla da örnek olması gerektiğini söylerler. Her üçü de güçlenerek çıkar bu toplantıdan. “Onlar yalnız üç kişi, üç komünist ve üçü de birçok zaaf ve kusuru olan sıradan insanlardı. Fakat bir amaçları olduğu ve bu amaca doğru, partinin gösterdiği yolda, birbirlerini amansızca eleştirirek, hatalarını düzelterek ve birbirlerini tamamlayarak ısrarla yürüdükleri için, Parti adı verilen güç haline geliyorlardı.” (Syf. 152) Onlar, kollektif bir güç oldukça, 1 Mayıs Kolhozu, hedefleri doğrultusunda adım adım ilerler. Alyoşa, 1 Mayıs Kolhozu’nun en çalışkanı, Komsomol örgütlenmesinin başkanıdır. Savaş başladığında, 14 yaşında olmasına rağmen, bütün erkek işlerini omuzlamış, ağır işlerin, sorumlulukların üstesinden gelmiştir. Şimdi de, Kolhoz’un geriliği, Alyoşa gibi çalışkan, özverili insanlarla aşılacaktır. Alyoşa, bir yandan öğrenir, bir yandan öğrendiklerini çevresindekilere öğretir. Ekipler oluşturulur, canla başla çalışılır. Kendini düşünmez, hep işlere öncelik verir. Kendine dikkat etmediği için sorumsuz davranışlardan dolayı hastaneye geç götürülür. Andrey, Alyoşa için şöyle der; “... yüksek, ölçülü olmayı gerektirir. İnsan dağda ne kadar yükseğe tırmanırsa her adımda, o oranda daha özenli iyi, daha özverili, daha soylu iseler onlara oranla daha özverili olmamız gerekir. Alyoşa gibi insanların yetiştiği yerlerde, kolektifle ayrı ayrı insanlar arasında yeni ilişkiler oluşmalıdır. Alyoşa, bütün Kolhoz’u

19

düşünüyordu, fakat kendisini hiç düşünmüyordu. Demek ki onu, kolektif düşünmek zorundaydık. Hastalığının başlangıcını niçin görmediniz? Tarlayı zamanında terk edip, hastaneye gitmesi için, niçin ısrar etmediniz. Yeteri derecede özenli, duyarlı değildiniz ‘1 Mayıs’ Kolhozu için belki en değerli şeyin kıymetini bilemediniz...” (Syf. 395) İnsanın da, kolektifin de değerini, bütünlüğü içinde öyle güzel işliyor ki, okuyucuyu daha bir sarıyor roman... Partinin, halka açık toplantıları, genişletilmiş toplantılar yapılır. Sorunların çözümünde; halkın, üretim hedeflerini sahiplenmesinde, bu toplantılar etkili birer araçtır. Yeri gelir, zor günlerde çalışmayan bir aile mahkum edilir, suçunu affettirmesi için şans verilir. Yeri gelir, mesleğinde uzman olupta, partili hedeflerle düşünmeyen kişinin kendini görmesi sağlanır. Zararlı düşünceler gizli kalacağına, açığa çıkarılıp mahkum edilsin düşüncesiyle hareket edilir ama iş şansa bırakılmaz. Böyle toplantıların hazırlığı da yapılır. Kolektifin gelişmesi, üretimin arttırılmasıyla da birebir ilgilidir. Yeni teknolojiler kullanılır üretimi arttırmak için. Başarılı sonuçlar alındıkça bu yaygınlaştırılır. Çalışma kurallarına uymayanlar, çalışmayan, panolarda teşhir edilir. Üretkenlik arttıkça teşhire de gerek kalmaz. Kolhoz’daki insanların birbirleriyle ilişkileri de gelişir. Kolhoz’un itibarına karşı, herkes sorumluluk duyar. Kolhoz’dan bir kişinin yasaları ihlal etmesi, herkesi endişelendirir. Oysa daha 3-5 ay öncesine kadar birçok insan kendinden başkasıyla ilgilenmez; böyle bir sorumluluk duymaz kendinde. Toplumsal duyarlılık, sahiplenme, sadece Kolhoz’la sınırlı değildir. Trende yolculuk yaparken, bir devlet dairesinde işini halletmeye çalışırken, bir profesörle konuşurken, güven ve huzur duyacak bir ortam yaratılır Sovyetler’de. Ülkenin herhangi bir yerinde, bulunulan mekanda, aile olmanın, kolektifliğin güzelliği hissettiriliyor. “Alyoşa’nın Bayırı” Örgütlülüğün gücünü, kolektivizmi, üretmenin güzelliğini anlatan, okunmaya değer bir kitap.✔


y›ldönümü tav›r

bir türküdür direnifl... po’nun derinden derinden soluk alıp verişi giderek hızlanıyor. Sanki bir doruğa tırmanıyor. Derin bir soluk alıp, derin bir veriş... Alış, veriş... Veriş, alış... Bir daha, bir daha... Ve sessizlik... Düzensiz çalışan bir motorun susması gibi, uyuyanı uyandıran, konuşanı susturan, düşüncenin dikkatini dağıtan bir susuş... Neden bu sessizlik ? Sessizliği saniyeler önce bozan hıçkırıklar nerede? Sessizliği bozan o hıçkırıkların bir daha duyulmayacağını haykıran ve acısını gizlemeyen bir ses: “Yoldaşlar Apo şehit oldu!” ..... Apo, hafiften gülümsüyor. İpi ilk göğüslemede verdiği sözün mutluluğunu taşıyor. Yüzünde çocuklara özgü saflık kadar halkına bağlılık, görevini layıkıyla yerine getirmenin yaydığı pırıl pırıl aydınlık ve onurunu korumanın huzuru... Dudaklarında asılı kalan “hoşçakal” dercesine bir tebessüm... Ne kadar da berrak ve tereddütsüz! “Heyy! Böyle aylar süren bir direnişte gün gün, saat saat acıları yenmek, ölümü gülümseyerek karşılamak ne güzel şey!” Günler süren acılar fırtınası sonrasında durgunlukla gelen ve yüzünde okunan bu mutluluğa bakmaya doyamıyorlar. Kendileri de acılar fırtınasıyla iç içeyken, bu mutluluğu bütün güzellikleriyle içlerinde duyuyorlar. Bu güzellikten taşan mutluluğun tılsımı bozulacakmış gibi, bir an ona dokunamıyorlar. Tayfun, bir ana şefkatinin hassaslığıyla Apo’yu yokluyor. Daha ilk bakışta ölümün soğukluğunu hissediyor. Hayır, hayır, kesin emin olmak için sabırla bütün kontrollerini aynı hassasiyetle tekrarlıyor. Apo’nun ağzına, bur-

A

nuna ayna tutuyor, nabzı tekrar yokluyor. ‘Nabzı atmıyor şehit olmuş.’ ‘Emin misin bir daha kontrol et.’ Ağlamaklı yüz ifadesi sesinde olduğu gibi yansıyor. ‘Eminim.’ Soğukkanlılığı,tüm heyecanına egemen bir sesle, Apo’nun ölümünü kesinleştiriyor... “Yoldaşlar, Apo’yu yitirdik, başımız sağolsun, metin olun!” Çıt yok. Sessizliğin ortasında kinler acılarla bileniyor. Bazı yoldaşlar gözlerini silmekte. “Ah sevgili yoldaşlar... Bizden koparılıp bugün Metris’e götürülen yoldaşlar, Apo’yu siz olmadan karanfillerle gömeceğiz. Unutulmaz bir törenle, kalbimize, bilincimize taşıyacağız. Ölüme ve yüzünde yakaladığımız mutluluğa, onun açtığı yoldan gideceğiz.” “Şiir gibi akan, direnişlerden direnişlere koşan, kavgada en öne ulaşan bir yaşamdı. Coşkulu, yürekleri direnişe çağıran bir ölümdü. Kavgada yaşayan, kavgada ölen, emekçi halkın kurtuluşuna adanmış, çok değerli bir yoldaşımızdı Apo. Yitirdik; acımız büyük.” “Apo, bize sevinçlerin en güzelini yaşattı. Ölümü yendik, ölümü rezil ettik. Sevincimiz büyük. Çünkü insanlık onurunu, siyasi kimliğimizi can bedeline zulme, ne de ölüme teslim etmedik. “Hayır!... Apo ölmedi! hep yaşayacak... Kadıköy Çarşısı’nda elden ele bildirilerde dolaşacak. Altıyol’daki gösterilerde, güvenlikten güvenliğe koşacak. Mutlaka, Moda’ya asılmış bir pankart, Söğütlüçeşme’de yapıştırılmış bir afiş olacak. Kendini zulme kar-

20

ş

ı

kararlılıkla çatışan bir yürekte bulacak. Zulüm yerle bir olana, sömürü yok olana dek, insanlığı karanlıklardan aydınlıklara çağıran bir ses olacak... Yıllarca düşünü kurduğu, uğruna savaşıp can koyduğu özgürlüğün, caddelerden meydanlara, halaylar çekerek dolduğu günlere geldiğinde, bu mutluluğa o da karışacak, bu güzellikleri o da korkusuz gözlerde, kardeşliğe çağıran sözlerde paylaşacak.” .... “Fatih’in kulağına, Apo’nun şehit olduğu, yüksek sesle söyleniyor. Fatih anlıyor bunu; aylarca buna koşullanmış bilinci harekete geçiyor; sağından solundan, gönüllü omuzlarda, zar zor doğrulup, sıkılı yumruğunda topladığı tüm gücüyle, gücü tükenene, yumruğu aşağı çekilene kadar Apo’yu uğurluyor “Apo’lar Ölmez!” (....) Haydar’a, Apo’nun şehit olduğu söyleniyor. Haydar sürekli inliyor. Söyleneni anlıyor ama içine o an dolanları boşaltamıyor. Ağzından acılı bir zorlanmayla anlaşılmaz bir kaç sözcük parçası dökülüyor. Yüzünün rengi, yeni bir acı tonuna bürünüyor.


Yüzünde biriken ifadesini haykıramıyor. Ama ne olursa olsun, törene katılmak istiyor. Yoldaşının elini sıkıyor, öfkesini, coşkusunu ancak böyle dile getirip törene katılıyor. Halbuki ne kadar da istiyordu “Apo’ların Ölmeyeceğini” haykırmayı, o an içinde biriken bütün duygularını doya doya Apo için boşaltmayı...” ... Şafak söküyor, gün ağarıyor. Albay, peşindekilerle Apo’yu almak için geliyor. Gönüllüler, son tören için ayağa kalkıyor. Apo’nun geçirileceği yatakların arasına, tek sıra halinde tören kıtası olarak diziliyorlar. Son tören için her şey hazır! Şimdi Apo tertemiz çarşafın içine yatırılıyor. Ağır ağır kaldırılıp götürülüyor. Apo son kez uğurlanıyor “Apo’lar ölmez!” ... Günlerdir, Fatih ve Haydar ölümün eşiğindedir. “Günler ölümlere, Ölümler zafere gebe” Haydar ve Fatih’in, günler süren hıçkırık ve iniltileri hızlanıyor. “Uyur uyuklar gözler, Haydar ve Fatih’i izliyor. Haydar artık saat değil, dakika dakika kötüleşiyor, ölüme yaklaştıkça yaklaşıyor, inliyor. Yürekler parçalanırcasına tanık buna....Haydar, yoldaşlarının elinden bir şey gelmeyen acı ve üzüntülü bakışları altında ölüm sancısının yaşanabilecek en zorlusuyla, saatlerdir boğuşuyor. Ya yoldaşları? Onlar da yaşamıyor mu aynı acıları? Yaşıyor, hem de nasıl! Bunca acıya nasıl katlandıklarına kendileri de şaşıyorlar. Savaş acımasızdır. Savaş acıları, acılarla dağlatır. Acıları sıradanlaştırır, ölümlere alıştırır insanı. Bu, binlerce yıllık sınıf mücadelesinin, açık savaşlara varana kadar ki tüm deneylerinin en somut sonucudur. Bu gerçeği kabul etmemek olur mu? Peki farklı olan, ölümü sıradan bir ölüm olmaktan çıkaran ne? Bir kurşun alır götürür canını... Çok sürmez sehpaya vurulan bir iki tekmeyle ölüme kavuşmak... Ama günlerce, haftalarca, aylarca, acılar acılara eklenerek, saatler, dakikalar beklene beklene, hücre hücre, organ organ ölümün en zorunu, yaşamayana anlatmak mümkün mü? Yanında, senin de çok geçmeden ku-

caklayacağın ölümü yaşayan yoldaşını göre göre, acılara dayanmak onların ölümlerinin en zor yanı. İşte şimdi, içte patlayan bu duyguların isyanında, hepsi için işkencenin en zor anları yaşanıyor. Haydar karşılarında, bu acılar denizinde çırpına çırpına can çekişiyor. Bu büyük tahammülün de doruklarına tırmanıyor... Fatih, Haydar’a göre biraz daha iyi. Fatih inliyor, günlerdir savaşarak sayıklıyor ama göründüğü, hissedildiği kadar, Haydar’a göre daha az acı çekiyor. ... Şimdi, Haydar’ın gözleri kan gölünde boğuluyor. Rengi beyazlaşıp, kasılma ve titremeleri yoğunlaşıyor. Ağzındaki tükürükler köpükleşti. Soluk alışları iyiden iyiye zorlaştı. Çırpınıyor, sıçrıyor, bir soluk alıyor, sıçrıyor, bir daha sıçrıyor. Kasılması son sınırına varıyor, bir anda gevşiyor.... Bir daha sıçramamak üzere düşüyor. Saatler 06 :15 “Yoldaşlar, Haydar’ı yitirdik. “Hey Fevzi Çakmak Mahalleliler uyanın. Haydar’ımız toprağa düştü. Alın onu, götürün kalbinize gömün. Bize daha çok Haydar gerek, yeni Haydar’lar büyütün. O’nu can kulağıyla, bir öğretmen gibi dinleyen işçiler, bize bıraktığı mirası iyi sahiplenin. Direnmek en çok size gerek. Geleceği siz kuracaksınız. ... “Evet zafer şehitlerle kazanılacak. Bu, bu savaşın acımasız da olsa belirleyici kuralı.” Haydar güneşe bakıyor. Güneş bütün ışıklarıyla Haydar’ın kızıl bantlı başını aydınlatıyor. Kırmızı bantlı alın güneşin içinde bayraklaşıyor. Haydar’a Apo töreni hazırlanıyor. Apo gibi altına bembeyaz çarşaf seriliyor. O da kırmızı karanfillerle gömülüyor. Şimdi Apo, yatağında, resminin içinde bu töreni tebessümle izliyor. Fatih ölüm döşeğinde, Hasan omuzlarında destekle, tüm gönüllüler ,Haydar’ı sararcasına çevresinde toplanıyor... Haydar’ın töreni sürüyor ama gözler bir türlü Fatih’ten ayrılmıyor. Fatih sancılı, Fatih ağrılı, inliyor, hıçkırıyor, çırpınıyor, can çekişmenin gözle görülür bütün aşamalarını yaşıyor. Bir yanda Haydar’ın töreni, bir yanda Fatih’in sancıları... Acılar acıla-

21

ra sarılıyor, büyüyor, büyüyor... Ama onlar değil miydi, bedelsiz hak elde edilmez; zaferi bedenlerimiz bedeli kazanacağız diyerek bu kavgaya baş koyanlar. Evet; zafer, ölümlerden geçiyorsa, bu acılara dayanacaklardı! Kinler artıyor, öfkeler büyüyor, büyüyor... Haydar’ı yaşatan sloganlara dönüşüyor: “Haydar’lar Ölmez!” Tören sürüyor ama Tayfun, zorunlu olarak Fatih’in yanına gidiyor. Fatih son soluklarını alıp veriyor. Yaşamının son anlarını yaşıyor. Sanki solukları marşa eşlik ediyormuşçasına, marş bitiyor, solukları kesiliyor. Fatih susuyor... Evet; siper arkadaşları, dostları, dosttan da öte, ölümü birlikte paylaşacak kadar yakın kardeşleri öldü. Fatih aralarında yok artık. Bu direnişte her şeyiyle ortak olduğu Haydar’ı yalnız bırakmadı. Bu direnişte her şeyiyle ortak olduğu Haydar’ın ölüm gününe de ortak oldu... Şimdi tören iki şehit için sürüyor, Onlar Haydar’a, Haydar onlara son kez bakıyor. Gözlerinde, son vedalaşma yaşanıyor. Haydar, aralarından geçiriliyor. Sloganlar Haydar için son kez haykırılıyor. “Haydarlar Ölmez” Bir günde iki tören. Gönüller bitkin, yorgun ama Fatih törensiz uğurlanır mı? Vücudu siliniyor, kurulanıyor, tertemiz çamaşırlara bürünüyor. Karanfillere gömülüyor. “Apo’dan başlayıp, Haydar’ın ölümünü güzelleştiren karanfiller, şimdi Fatih’in ölümünü de güzelleştirecek.” “Fatihler Ölmez” “Güzeldir canımın canı güzeldir verebilmek sevdamızın görkemli diliyle milyonlara bilincimizi güzeldir canımın canı güzeldir verebilmek açlıklarda ölümü gözlerken milyonlara sevincimizi” Direniş sürüyor. Direnişle gelen şehitlerin ardından, zulüm bu kez, direnişçileri birbirinden ayırarak, tecritle, direnişi kırmak istiyor. Tecrite karşı, suyu da keserek cevaplıyorlar direnişçiler zulmün bu politikasını. “Tayfun, Tayfun, Tayfun!


“Evet!” “Dinle! Beni tecrit ederek sonuç alamayınca şimdi bizi tek tek tecrit ettiler. Birbirimizden ayırdılar. Bu toplu tecritle moralimizi bozmak, bizi zayıflatmak istiyorlar. Çok dikkatli olmalıyız. Tüm kararlarımıza sonuna kadar bağlı kalmalıyız. Diğer yoldaşlarla konuşabiliyor musun? Onların sağlık durumları nasıl? Sık tekrar ettirmeyen bir cevap: “Tamam çok iyi anladım.” ... İnsan sabrına eziyet çektiren uzunca bir bekleyiş. 73 gündür koşa koşa geçen saatler, şimdi geçmek bilmiyor. Bir türlü, giderek artan merakı silemiyor. 73. gün dolarken gözlerde bir damla uyku yok. ... Şimdi 73. günün ortasında direnişin iki temsilcisi, direnişin bundan sonraki yazgısını çizmek için bir aradalar. Yılların direnişlerinde biriken duyguları artık içlerinde gizlenemiyor, taşıyor. Doya doya kucaklaşıyorlar. Yılların kavga ortaklığının, çıkarsız saygı ve sevginin, coşkulu heyecanı yaşanıyor. Bütün bu duygular ikiye paylaşılıyor... Ölçülüyor, biçiliyor; direnişin ortak görüşü belirleniyor: “Tek adım geri gidilmeyecek. Tek tip elbise giyilmeyecek. Zulüm sevindirilmeyecek.” Tam 73 gün oldu, onlar ölüme yatalı. Nisan, Mayıs, Haziran. Bir bahar geldi, geçti. Hücrelerden dokulara, dokulardan organlara açlık yürüdü. Yürüdü ama yürekler düşmedi, iradeler baş eğmedi, direniş sürdü... 73. gün, açlığı dakika dakika, saat saat 74. güne taşıyor. Artık, bilinci hayal alemine daha sık dalıyor. Beyninde iç savaş yaşıyor, binlerce ceset ortasında. Kurşun vızıltıları arasında yürüyor. Bilincini yakalıyor, hayal aleminden çekip çıkarıyor. Daha sonra, nereye yürüdüğünü bir türlü bulamıyor. Bağlar bahçeler, dağlar, denizler görüyor. O, bunların içinde korkusuzca, özgür geziyor; güzel yanını görüyor. Tekrar kendine geliyor. Sonra ne olacak, çıkaramıyor. Duruyor; çoğu kez bilincini istediği gibi kontrol edemiyor. Biraz kendine geliyor. İradesi, bilincini ele geçirir oldu mu, daldığı hayallerden anımsadıklarına şaşıyor. İki dünyanın arasında mekik dokuyor. Bilinci hayal alemine

giriyor, çıkıyor. Hayale yenilme süreci yaşıyor. Tayfun bağırıyor, bütün gücüyle haykırıyor... Ne söylemek istiyor? Onu niye çağırıyor? Bu ses kulaklarında boğuluyor. Bu sesin frekansını kulakları artık çözümleyemiyor. Çözümlese ne olacak? Cevap verse, Tayfun değil, kendisi nasıl duyacak? ... Görme yeteneği iyiden iyiye bozuldu. Bakıyor bakmasına ama artık bir çok nesneyi iyi ayırt edemiyor. Daha dün kendisi değil miydi mazgaldaki yüzleri az da olsa seçen? Bulanık görse de, sulansa da, o gözler değil miydi dünyayı beynine taşıyan? Gözleri de ona acımayıp, siyah perdelerini indiriyor. Bacakları hala yerinde mi? Artık kolları, duvarları tutarak tuvalete gitmesine yardımcı olabiliyor mu? Hayır hayır, saatlerdir, ne bacaklarına, ne kollarına dört adım yürütemiyor. Yoksa yatak mı çekiyor, bir türlü kalkamıyor. Halbuki, idrarı kanlı da olsa, tuvalete ne kadar çok gitmek istiyor. ... Direnişçiler, sağ blokta ölümü yaşarken, direnişin yazgısı çiziliyor. “Elbise konusunda diretmekten vazgeçilmeyecek. Ama bir noktadan sonra tek tip elbise devreden çıkarılmazsa, elbise pazarlık dışı tutulup, diğer konularda ve haklarda pazarlık sürdürülecek. Sonuçta tek tip elbise kaldırılmasa da, pazarlıkların sonunda direniş bitirilecek. Hakları elde etmek, devleti tek tip elbise konusunda geriletmek düzeyinde sonuç değişmiyorsa, artık yeni kayıplar verilmeyecek.” Yine, sabırsızlıklarına sabır ekleyerek beklemedeler. O, direnişin yazgısının bundan sonraki aşamalarında kendi ellerine teslim edildiğini biliyor. Yedi adım voltada gidiyor, geliyor; gidiyor, geliyor; direnişin, pazarlık öncesi son kararını, beyninde iyice sindiriyor. .... Geçmişi harmanlıyor. Aklına çeşitli cezaevlerinde yetkililerle yaptığı görüşmeler takılıyor. Bu konudaki tecrübelerini düşünüyor. Ama bugünkü başka, bambaşka! Sıratı yol eyleyenlerle, ölümün üzerine yürüyenlerle ilgili! Bu, ölüm, yaşam pazarlığı! Bu, yoldaşlarının yaşamları üzerinde yürütülecek bir pazarlık! Yoldaşlarını yaşamı onun elinde. Böyle bir sorumlu-

22

luğun altında ezilmek, bunun rahatsızlığını dışa sezdirmek... En küçük bir tereddüt mü? Böyle bir tereddütü düşünmek bile ona kabus geliyor. ... Sinan: “Ne diyorsunuz?” “Eylemi bitirin!” “Haklarımızı kabul ediyor musunuz?”” “Elbise giyerseniz istekleriniz kabul edilecektir.” “Elbise giymeyeceğimizi biliyorsunuz” “Ben, bu durumda bir şey diyemem yetkili değilim.” “Neden elbise giymediğimizi, giymeyeceğimizi, onurumuzu elbise altında zedelemeyeceğimizi çok iyi biliyorsunuz.” ... Evet, direnişin karar mekanizması son bir kez daha işliyor. Sinan getirdiği haberleri diğer yoldaşlarına iletiyor ve önceki kararlara göre yeniden değerlendiriyorlar ve beklenen son kararı hiç zaman kaybetmeden veriyorlar. “Eylem bitirilecek. Ama elbise giymeme direnişi devam ettirilecek” Kararın alınmasının ardından çok zaman geçmiyor. Müdür hücresinin mazgalını açıyor ve tek soru soruyor: “Sonuç ne oldu?” “Elbise giymediğimiz halde eylemi bitirirsek ne olacak?” “Daha önce de söyledim. Yineliyorum, baskı olmayacak. Bu konuda söz veriyoruz. Zorla elbise giymeniz istenmeyecek!” “Peki, yasaklar?” “Onların kalkacağını sanmıyorum” “O zaman kesin kararımızı açıklıyorum: Eylemi burada bitiriyoruz. Ama elbise giymeyeceğiz, direnişimizi sürdüreceğiz. “ Yürüyor, heyecanlı koşarcasına adımlarla... Parolanın çok acelesi var, çok! ... Sinan tek tek hücre-koğuşlara giriyor, çıkıyor, direnişçilerin kulaklarına parolayı fısıldıyor... Hayır, parolayı işiten direnişçiler yaşama dönme sevincini kucaklayamıyorlar. Yitirilen yoldaşlarının üzüntüsü, bu sevinci bir anda alıp götürüyor. ..... Sinan hastanedeki yoldaşlarının kulaklarına tek tek parolayı söylüyor. Yoldaşlarını öpüp kucaklıyor. Ama İbrahim bambaşka duygular içinde. Gözyaşlarını onun yüreğine bırakıyor-


casına, kucağında hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlıyor. Böyle bir tavrın şaşkınlığından kurtulur kurtulmaz, dili döndüğünce yoldaşının üzüntüsünü hafifletmeye çalışıyor: “Sen görevini layıkıyla yerine getirdin yoldaş, üzülme” Parolayı Şaban’ın kulağına da söylüyor. Şaban bunun ne anlama geldiğini anlıyor. Peki ama Hasan’la, Mürsel nerede. Onlar neden burada değil? Kalp atışları yükseliyor... Kendini tutamaz bir sesle haykırıyor. “Nerede onlar?” Ani bir hareketle, sorusunun duyulmasını engellemek istercesine, bir yüzbaşı, Sinan’ın kolundan bir kenara çekiyor. “Hasan iki gün önce ölmüş, ben de yeni duydum.” Beyninden vurulmuşa dönüyor. Üç şehidin acısını yaşarken buna bir dördüncüsü eklendi... Hüzün çöküyor içine. Sevinç ve acının bu kadar iç içe, yan yana birbirinin ikiz kardeşi olduğu kaç direniş yaşanmıştır? Hayır, bu ölümü henüz yaşama mücadelesi veren yoldaşlarına söylememeli, onlar henüz kendilerine gelirken daha fazla üzülmemeli. Her şeyden önce, onların bir an önce sağlıklarına kavuşmalarını düşünmeli. Çünkü, bu insanlık tarihinin en haklı kavgasının onlara daha çok ihtiyacı var. “ Peki Mürsel nerede?” “Yan koğuşta” Beklemeden yan koğuşa geçiyor. Doğruca Mürsel’in yanına gidiyor. Kulağına parolayı söylüyor. Ama hayır, Mürsel kimseyi tanımıyor. Tanıyacak durumda da değil. Bilincini yitirmiş halde sayıklıyor. Onu yoldaşlarının yanına aldırıp, burada tek başına kalmaktan kurtarmalı. Yoldaşlarının güvenli ellerine bırakmalı ki, gözü arkada kalmamalı. İsteği yerine getiriliyor. Mürsel yoldaşlarının yanına alınıyor. Şimdi içi rahat, hastanede üstüne düşen görevi yaptı. Artık yoldaşlarından ayrılmanın zamanı geldi. Hastaneden ayrılmadan önce, yoldaşlarıyla son konuşmasını yapıyor: “Yoldaşlar, onurlu ve görkemli bir direniş yarattınız. Direnişimiz, esas olarak hedefine vardı. Şimdi önemli olan, yaşama dönmeniz. En kısa zamanda sizi aramızda görmek istiyoruz. Kendinize iyi bakın.” Kucaklaşmalar, öpüşmeler...

“Şimdilik hoşçakalın.” ... İçeriyi, huzur dolu bir sessizlik kaplıyor... Sadece, direnişçilere verilen serumun damlaları duyuluyor. Yönlerini tekrar yaşama doğru çeviriyor, yan gözlerle birbirlerini izliyorlar... Ama Hasan nerede? Mürsel getirildiği halde Hasan’ın yanına getirilmeyişi onu kaygılandırıyor: “İyi ama hepimiz buradayız. Hasan nerede?” Şaban bildiği kadarıyla yanıtlıyor: “Bilmiyorum. 72. Gün buradan aldılar. Bir daha getirmediler. “ “Yoksa Hasan öldü mü?” “Bilmiyorum.” Kaygılar birleşiyor, hüzne dönüşüyor. ... Hemen, subayı çağırıp yoldaşlarına ne olduğunu kesin olarak öğrenmeliler. Subay geliyor. Onları üzeceğini bildiği halde gözlerinin içine baka baka yalan söyleyemiyor. “Evet, 73. gün Hasan öldü, serum kabul etmedi.” Başlarından kaynar sular boşanıyor. Bir kez daha acıyla yıkanıyorlar. Evet, ölüm orucunda öleceklerdi, ölmek için yola çıkmışlardı ve buna çoktan hazırlıklıydılar. Bunu biliyorlardı ve öldüler de. Ama ölen, şehit düşen yoldaşlarını kendi törenleriyle yüreklerine gömdüler. Ya Hasan... Ya, ölürken, yanında olamadıkları, o şehit düşen yoldaşları için yaptıkları anmalarda “Güneşi İçenlerin Türküsü” nü haykıran Hasan. Yürekler, bir kez daha yanıyor. Yaşama dönmelerinin bütün sevinci, yerini bu acılara bırakıyor. “Ah üzerine karanfiller bile koyamadığımız, değerli yoldaşımız... “ Ah Mudanya’nın iskele hamalı. Efsane kahramanı değil, devrimin sıra neferi. Halkının umudu, bitimsiz feri... Onun için kavgada yoldaşlarıyla güle güle ölüme gitmek mi; Şafak vakti küfesi omzunda yola çıkmak, İskele kahvesinde tavşan kanı bir çay satmak, Zeytini özenle ayırıp toplamak, Siemens’de, grevdeki işçilerle diz dize soğan kırıp, ekmek yemek gibi, Yaşamak ve kahkahalarla gülmek gibi bir şey...✔ Not: Bu yazı, Boran Yayınları’ndan çıkan “Direniş Ölüm ve Yaşam” isimli kitaptan alıntıdır.

23

“ Bir türküdür direniş Boy verir zindanlarda İnancı bitmez bir gülüş Bir türküdür direniş Zindanlarda adı Haydar Apo, Fatih Hasan Haydar Yaşasın direniş Yaşasın zafer Türküm bitmedi Sesim daha yitmedi Ben hala türkü yakıyorum kavgada Boşuna aramayın mezarda beni Ellerimi, bilincimi sesimi Tüm hünerimi Kavgama verdim Ben Hasanım geldim işte Yine şakacı konuşkanım dilinizce Yine sevdalı Geldim işte Yürek öfkeyle dolunca Yine kavgacı Kurşuni kamçı kalkınca Koştum kırmaya Yine savaşçı Salın sevdiğim salın Salın Mudanya Limanı Salın ey dünya Ben bir devrim hamalıyım, yine işsever Güzel umutlar taşırım, yine yurtsever Ortasındayım halkım için kavganın Bu zincir böyle kırılacak Düşsek te ölüm oruçlarında”


güncel güzin

karaduman

siyah pantolon - beyaz gömlek! azının başlığını okuyunca, belki de bu yazıyı bir öykü sandınız. Biraz merak ettiniz, “Siyah pantolon beyaz gömlek!” “Ne ki bu yazının konusu?” dediniz belki. Ya da düşündünüz. Siyah pantolon beyaz gömlek; hoş, uyumlu bir kıyafetin rengidir. Siyah-beyaz, hatta bir de kırmızı. Şık görünür insan. Mesela, sabah evden işe gitmek üzere çıkarken, siyah pantolon giydiniz. Bunu biraz açsın diye üzerine de beyaz gömleğinizi çektiniz. Aksesuar olarak ta kırmızı bir fular taktınız, bir de bere taktınız siyah renk. Kep de denebilir. Bu keplerden her yerde satılıyor. Pantolon ve gömleklerden de bulmak zor değil. Böyle çıktınız ev-

Y

den. Tesadüf bu ya, bir iki, ya da üç arkadaşınız da aynı kıyafeti giymiş. Bu şekilde dolaşırsanız, örgüt propagandası yapmaktan gözaltına alınabilirsiniz. Çünkü bu kıyafetleri giyen 200 kişi gözaltına alındı Malatya’da ve haklarında örgüt propagandası yapmaktan soruşturma açıldı. Bir espiriyle girelim istedik. Tabii ki sokakta bu kıyafetle gezmekle 1 Mayıs meydanında bu kıyafetle dolaşmak arasında farklılıklar var. Gözaltına alınanlar espiri dışı. Bu olay doğru... Sokakta bu şekilde gezen kimse gözaltına alınmıyor ama, 1 Mayıs mitinginden sonra olabiliyor böyle şeyler. Ama olayın komik yanı üzer-

24

lerinde herhangi bir örgüte ait hiçbir ibare bulunmamasına rağmen bu kişilere bu suçlamalarla soruşturma açılması. Bu ülkede bütün hukuksuzlukları kanıksayanlara normal gelecektir tabii ki... “Ne var işte düpedüz örgüt gibi, öyle tek tip yürüyorlardı kırmızı sancaklarla falan” diyenler çıkabilir. Ya reformist, ya da faşizan bir kafayla bakanlar için böyle. Onlara diyecek bir şeyimiz yok zaten. Onlar zaten rahatsız olurlar böyle şeylerden. Bu durumda 1 Mayıs’ın ne anlama geldiğini tartışmak gerekir. 1 Mayıs’ta kızıl bayrak, sancak flama taşımak kadar doğal bir şey yoktur. Ezilenlerin rengidir kırmızı. Sınıflı toplumlardan beri bu


böyledir. Kırmızı renk ezilenlerin ezenlere karşı verdiği mücadelede bir semboldür. Hatta Spartaküs’ün, kölelerin ayaklanması sırasında bir köle sahibi “soylu”nun kana bulanmış pelerinini bir sopaya geçirip havada dalgalandırmasıyla kızıl bayrağın sembolize hale geldiği söylenir. Ezilenlerin rengi kırmızı olduğuna göre 1 Mayıs’larda da kırmızı renk bayraklar flamalar taşınır. Hiç pembe ya da lacivert patlıcan moru renklerde bayrak taşındığı görüldü mü? Böyle olsa soruşturmaya gerek yoktu herhalde! Ezilenlerin direnme rengidir kırmızı. Egemenlerin çağlar boyu kırmızıya düşman olmaları bu nedenledir. Eee bunu anladık da siyaha beyaza neden soruşturma açılıyor diyebilirsiniz. Bir bütün halde olması tek tip tek yumruk... Güçlerin birleşmesi... Bir karşı koyuş, bir isyaaan! mı? “Daha neler...” demeyin. Öyle gerçekten. Tek tip giymiş bir ordu yürüyor... Rap rap rap... Bu bir sembolik gösteri. Evet öyle. 1 Mayıs’larda yürüyüş ve gösteriyapılır zaten... Böyle yani. Eşyanın tabiatı budur. Ezilenlerin ezenlere karşı birleştiği, tek yumruk olduğu kavga, mücadele günüdür 1 Mayıs. 1 Mayıs alanları bedel ödenerek kazanılmıştır. Ve 1 Mayıs’lar en çok, uğruna bedel ödeyenlerin hakkıdır. 1 Mayıs gösterilerinin ardından ,malum medyanın gündeminde de tek tip kıyafet giyen “örgüt mensupları” vardı. Gazetelerde en çok bunlardan bahsediliyordu. Medya yine yargılayıp kararını vermişti. “Tek tip giyip kırmızı bayrak taşıyorsa o kesin örgüt mensubu”ydu! Peki, sistem tek tipe düşman mı? Yooo, hayıır. Neden düşman olsun ki tek tipe? Yıllardır insanları tek tipleştirmek için uygulanmıyor mu eğitim programları ve bir takım politikalar. Okulda, işyerinde, hapishanelerde hep karşımıza çıkmaz mı kılıkkıyafet yönetmelikleri, tek tipleştirme üzerine saçma sapan kurallar yönetmelikler. Bunlar insanları tek tipleştirmek için değil mi? Gerçi bir şeyin propagandasını yapmayacaksan açık saçık tek tip falan giyebilirsin. Tek tip tangalarla, bistüyerlerle gezebilirsiniz İstiklal Caddesi’nde. Kimse bir şey demez. Medyatik bile oluverirsiniz hatta. Daha geçenlerde Pepsi

reklamı yapan bir grup tek tip kıyafet ve tek tip jöleli saç modeliyle İstiklal Caddesi’ni turluyordu. Yani sistem tek tipe düşman değil ama bu tek tipi kimin belirleyeceğine ve hangi tip olacağına bağlı. 1984 yılında cuntacıların, hapishanelerde bulunan siyasi tutuklu ve hükümlülere tek tip elbise giydirme tek tipleştirme politikalarına karşı yapılan ölüm orucu direnişinde dört kişi yaşamını yitirdi. İnsanları tek tip, sadece bir rakamla anılan birer robot haline getirme politikası hapishanelerde yıllar boyu sürdü. Hiç bir beğenisi, hiç bir zevki, tercihi olmayan kişiliksiz insan tipi yaratma politikası, devrimci tutsakların can bedeli direnişiyle kırıldı. Cuntanın eğitim programı gereği, o günlerden bugünlere sadece sistemin izin verdiği kitapları okuyan, suya sabuna dokunmayan, düşünmeyen, üretmeyen bir kuşak yetiştirildi. Cunta, yıllarca depolitizasyon politikasını başarıyla gerçekleştirdi. Yozlaşmış genç kuşaktan memnundu. Ama yıllar geçtikçe, bilinç sahibi olan, politikleşen, bu sistemi beğenmeyip karşı çıkan, demokratik haklarına sahip çıkan herkesi düşman görüp baskılarla, yasaklarla, hapisle, cezayla, soruşturmalarla, kovuşturmalarla, işkenceyle bastırmaya çalıştı. Bugün ise demokratik bir hak talebiyle karşısına çıkan öğrenciyi, memuru, işçiyi, işsizi düşman bilip “örgüt” propagandası yapmakla suçluyor. Yani “Tek tip”i ben belirlerim, benim istediğim tipte olacaksın diyor. Bu anlamda tek tipe karşı falan olduğu yok. Tek tip, onların tek tipi olacak. Düşünmeyen, üretmeyen,

25

boş... Bunun adına da “özgürlük” diyor. Mesela, herkes hamburger yemeli. Tek tip, “fast food” Amerikan tarzı beslenebilir. Moda adına çıkarılan, ahlaksızlıkta sınır tanımayan kılık kıyafetlerle dolaşabilir. Genç kızlarımız vücudunun değişik bölgelerini “pearsing” yaptırabilir, boynuna tasmaya benzer deri kolyeler takabilir, Amerikalı rockçı, metalci, popçu, hip hopçular gibi. Çünkü modadır, akımdır. Uyuşturucu kullanıp barlarda sabahlayabilir. Fuhuş yapabilir. Kendi kültürümüz, ahlakımız, değerlerimiz nedir bilmeyebilir, umrunda olmayabilir. Bunlar sorun değildir. Sisteme muhalif değildir özünde. Bencildir. Bu nedenle sistem için zararsızdır. Bu örnekler çoğaltılabilir. Yazımızdan çok bağımsız olmamakla birlikte, yazının konusu bunlar değil. Sorun kapitalizmin kendi çıkarları için yasaları ve hukuku belirlemesidir. Örgütlenmeye, ortak hareket etmeye karşı çıkmasının mantığının, giyilen kıyafete dahi tahammül edemeyecek dereceye gelmiş olmasıdır. Siyah pantolon, beyaz gömlek bir modacının gözüyle estetik bir kıyafet olarak gözükebilir sadece. Ama siyah pantolon, beyaz gömlek çok şey anlatıyor ezilenlere. Bu görünüm, geleceği kuracak olan kuşağın fotoğrafıdır. Devrimin görkemli yürüyüşüdür. Gelecek güzel günlere duyulan özlemin resmidir... Bu görüntüye soruşturma açan savcılar, hukuken haksız. Bu fotoğrafı beğenmeyenleri, bu fotoğrafa karşı çıkanları ise tarih, haksız çıkaracak...✔


yıldönümü

çünkü mahzuni halktı... idenlerin ardından ağıt yakmak değildir asıl olan. Bir insanın, büyük bir ozanın ölümünü, sıradan bir ölüm olmaktan çıkaran şey, bıraktığı eserlerdir. Döneminin, nice ozanı, sanatçısı, yaşadığı zaman diliminde ününe ün katmış, üretimleri o zaman diliminde dilden dile dolanmış ama ölümünün ardından geçen süre zarfında unutulmak onların kaderi olmuştur. Yalnız onlar mıdır unutulan? Bedenlerinin toprağa karışmasıyla birlikte, üretimleri de onunla birlikte gömülmüştür. Arkalarında bıraktıkları bir şey kalmamıştır onlar için... Bir beden ve zaman içinde unutulmaya yüz tutmuş onlarca belki yüzlerce üretim. Belki de, gerçekten gerçek olmayan üretim. Çünkü, tarih haklı olduğunu göstermiş... Kimin gerçek, kimin yalan olduğunu kanıtlamıştır. Zaman içinde, unutulmaya yüz tutmuş, sadece döneminin sanatçısı olmuştur onlar. Aslında, onların anlattıkları, çizdikleri veya yazdıkları, hiçbir zaman, halkın yüzü, halkın düşüncesi veya halkın sesi olmamıştır. İşte bu noktada, yaşadığı dönem içinde popüler olmasa da, halkı anlatan, halkı dillendiren gerçek sanatçılar, gerçek ozanlar, ölümlerinin ardından bıraktıklarıyla ölümsüzleşmişlerdir. 17 Mayıs’ta, O`nun ölümünün üzerinden tam bir yıl geçmiş oldu. Ardında bıraktıkları mı?.. Halkını dillendiren, halkının sesi, yüreği olmuş ve o’nu ölümsüzleştiren binlerce eser. Örneklendirildiği biçok insan gibi, andıkça, yürekteki coşkuyu , heyecanı, direnci, kavgayı hissettiğimiz binlerce eser... Aşık Mahzuni Şerif... Aslında, Yunus Emre, aslında Köroğlu, Dadaloğlu, Kul Himmet... Mahzuni, aslında Pir Sultan... Yunus`un insancıllığı, Karacaoğlan`ın sevgisel coşkunluğu, Köroğlu`nun kavgası, Pir Sultan`ın direnciy-

G

di o. Mahzuni halktı, halkın duygularını dile getirmenin vücut bulmuş şekliydi. Halkın sanatçısıydı ... Yaşadığı zaman diliminde, bu kimliğinden hiçbir zaman ödün vermedi. Kendisini halkın sanatçısı olarak gören ama toplumcu olmaktan tamamıyla uzak sözde aydınların tersine, Mahzuni, “gerçek” bir aydındı. İçiyle, dışıyla. Dününü bilen, bugününü anlayan, yarınına ışık tutandı. Geçmişini bilmeden, bugününü anlamanın ve bu doğrultuda yarına umut olmanın mümkün olmadığını bilir ve üretirdi. Üretkendi; üretim araçlarına egemen olanlarla, bu araçlara egemen olmayanlar arasındaki savaşları dizelerinde görmek mümkündü: “Efendiler bunun neresi yalan Sizde havyar, bizde bulgur aşı var Bunca emeğimiz hep oldu talan Yıllar yılı gözümüzün yaşı var Yakamız var mıydı, olaydı kirli Borcumuz var mıydı, İkili birli Bugün git yarın gel, bitmez bir türlü Anladım ki müdür beyin işi var!

26

Bu koltuğa biraz daha yaslanın Yeyin için, biraz daha paslanın Yeryüzünü size veren aslanın Ne bir mezarı var, ne de taşı var!” … Kendini içinde bulunduğu toplumdan soyutlamış, sırça köşklerde yaşayan ama televizyonda katıldıkları programda boy göstererek her fırsatta aydın olduğunu iddia eden sözde aydınların, halktan kopuk üretimlerini Mahzuni`nin dizelerinde görmek mümkün değildi. Çünkü, insan yaşadığını yazar, yaşadığını çizer ve yaşadığını söyler... Mahzuni de, bizler gibi, sevincimizi, acımızı, öfkemizi, özlemimizi, direncimizi ve


sema topçu

isyanımızı aynı yoğunlukta yaşar ve bunu yüreğinin sesi olan sazıyla, sözüyle dillendirirdi. Sesinin iyi veya kötü oluşu, bağlamayı çalmadaki ustalığı veya acemiliği değildi O`nunla aramızdaki bağın kuvvetini arttıran. Nasıl çalarsa çalsın ya da nasıl söylerse söylesin bu bizim için hiç önemli olmamıştı. Çünkü, O halkın sesiydi. İşte bu özelliği onu gerçek bir halk ozanı yaptı.Varlığının asıl sebebiydi bu. Zaten böyle bir kültürden gelmiş, bu doğruları benimsemiş bir insanın duygularını bu şekilde ifade etmesi yaşamının doğal bir sonucuydu. Mahzuni, Yunus`un insancıllığını taşıyordu demiştik. Evet, Mahzuni insancaydı. Hemen hemen her şiirinde, insan sevgisini ve hoşgörünün satırlarını bulmak mümkündü. Çünkü, gönülden bağlı olduğu ve hayatının her safhasında benimsediği Bektaşi kültürüydü Mahzuni`ye bu insancıllığı veren. Mahzuni, insanı insan olduğu için severdi. Alevi- sünni, Türk – Kürt olması önemli değildi onun için. O`nun kavgası ezenle, sömürenle, cahille yalancıyla, dolandırıcıylaydı.Yıllarca halkın sırtından geçinmiş, emeği sömüren ve halkı bir kuru ekmeğe muhtaç etmişlerleydi; düzenin adamı olanlarlaydı onun savaşı... “Garip garip duran yolcu Vardan mısın yoktan mısın Durmak bir şey ifade etmez Vardan mısın yoktan mısın Hak`ka giden Haktan gelir Hak`tan gelen Hak`kı bilir Fazla susan suçlu olur Vardan mısın yoktan mısın Yok olanlar çok yerinir İşi tutmaya erinir Bizim pirimiz görünür

Vardan mısın yoktan mısın? ... Ne acıdır yoldan sapmak Boş boşa el etek öpmek Mahzuni der Hak`ka tapmak Vardan mısın yoktan mısın? “ Altmış iki yıllık yaşantısına o kadar çok şey sığdırdı ki... Çünkü O yaşamın kolay olmayan tarafını seçmişti. Her zaman kavganın, mücadelenin ozanı olmuştu. Bu yüzden, belki de pek çok insanın başaramadığını başarmış, insanların çoğunun çağını gerçeklerini yansıtmaktan öteye gidemediği bir dönemde, hayatı, düzeni anlamış, kavramış olmaktan kaynaklanan, olumsuzlukları değiştirme çabası içine girmişti. Dedik ya, Mahzuni aslında Pir Sultan`ın direnciydi. Mücadele onun kültürünün, doğduğu toprakların bir parçasıydı. Osmanlı dönemindeki, Bektaşi kültürünü yok etme girişimleri karşısında, Berçenek`in var olma mücadelesinin bir başka şeklini Mahzuni yaşadığı zaman diliminde sonuna kadar verdi. Mücadelesi içinde bir çok baskıyla karşılaştı. Hapishanelerde yattı, işkenceler gördü ve bir dönem, türkülerinin çalınması yasaklandı. Bunlar O`nu hiçbir zaman yıldırmadı. Tersine, insan olma yolunda, haznesine akıttığı damlalar, bu sayede sel oldu taştı. Değerlerine daha sıkı bağlandı. Geleceğin aydınlık olacağına dair inancını hiçbir zaman yitirmedi: “Bu kavgadan kim yürüdü kim döndü Esememiz okunmaya az kaldı Bu düğünün sonu mutlak gelindir Al kınalar yakınmaya az kaldı. Yıllardır uyuyan gözlerim uyan Görünmez dünyada uykuydoyan

27

Isırıp ısırıp geçip havlayan Köpeklikten sakınmaya az kaldı … İnsanın kanından yeyip içenler Beyler sofrasından yüksek uçanlar İzini kaybedip vurup kaçanlar Arkasına bakmaya az kaldı” … Mahzuni`nin halkın gözündeki değerini anlamak için verebileceğimiz en güzel örnek belki de cenazesinde yaşananlardır. O gün, 17 Mayıs 2002 de on binler tek bir yürek olup orada buluştu. Simitçisinden, boyacısına, işçisinden memuruna, sanatçısına herkes oradaydı. Çünkü Mahzuni halktı, halktandı... Halk denilen deryaya bir damla olup karışmasını başarabilendi...


öykü hasan

gökhan

siz hiç rüyan›zda öldünüz mü? iz hiç rüyanızda öldünüz mü? Yani, rüyanızın en güzel yerinde ölüm üzerinize yıkıldı mı? Garip bir soru değil mi? Ben sık sık garip rüyalar görüyorum; çocukça rüyalar... Kendim de çocuk yaştayım. Daha on üçüme yeni bastım. İnsan yaşlanınca ölürmüş ya... Ben on üçümde, rüyamın en güzel yerinde öldüm. Enes’le köye gitmiştik. Bizim köy çok güzeldir. O yüzden hep özlerim köyümüzü. Güzel güzel tepeler, karlı eteklerinde rengarenk çiçekler, yemyeşil ağaçlar... Doruklardaki karlar erimemiştir daha. Yani, eteklerinde baharı, doruklarında kışı yaşarız dağlarımızda, bu aylarda... Sonra, Kuş Gölü bizim köye çok yakındır. İşte, bir bahar günü, Enes Abim’le çayırlarda çiçek topluyorduk. Ben, hep papatya topladım; kucak dolusu papatya. Kocaman kocaman hem de. Her biri, nerdeyse benim boyumda. Birden, acı bir kuş sesi duydum. İnsanın yüreğini acıtan bu sesi takip ettim. Kendimi, Kuş Gölü’nün kıyısında buldum. Gölün ortasında acı acı ötmeye devam ediyordu kuş. Dayanılacak gibi değildi. Kuşu kurtarmak için göle girdim. Yaklaştıkça, bir kumru olduğunu anladım. Bizim köyde, kumru kuşu çok olur. Toprak damlarımızın saçaklarına, ağaçlara konan yaban güvercinlerine karışırlar. Sesinden tanıdım kumru olduğunu. Bir de, boynunu büküp bana baktığında, güneşten kamaşan boynundan tanıdım. Kumruların boynu hep büküktür biliyor musunuz? Kumruya doğru yürümeye devam ettim. Hiç korkmadan hem de. Oysa bu vakitlerde göl çok derindir. Dağlardan durmadan kar suları akar. Enes Abim arkamdan seslendi. “Kumru gitmeeee! Gitme boğulursun. “ diye. Ha söylemeyi unuttum değil mi; benim adım da Kum-

S

ru... Enes’i dinlemedim; sadece, kumrunun sesini duyuyordum... Yanına kadar sokulduğumda kucağımdaki papatyalardan sadece biri kalmıştı. Diğerleri, gölün üzerinde yüzüyordu. Kalan tek papatyayı, kumruya doğru uzattım. Minik gagasıyla papatyayı tutar tutmaz kanatlarını çırpıp havalandı. Islak kanatlarından bir damla su gözüme sıçradı. Ben de, kumrunun peşinden havalandım. O kadar güzeldi ki. Dedim ya size; garip rüyalar görürüm, diye. İlk defa bir rüyamda uçuyordum. Kumrunun ağzında papatya, ben kumrunun peşinde... Enes’i göremiyorduk artık. O, tepesi çıplak, tepesi karlı, eteği rengarenk çiçeklerle bezeli dağların, küçük küçük göllerin, yaylaların üzerinden uçuyorduk. Bir ara, kumru ardına dönüp. “Geri dön, abinin yanına dön! “ dedi. Ama onu da dinlemedim. Çok mutluydum çünkü. Yüksek dağların arasındaki şehrin, yani, sizin Bingöl olarak bildiğiniz, bizim ise sadece “Şehir” dediğimiz yeri ilk defa böyle yukarıdan görüyordum. Üstü toz duman bulutlarla örtülmüştü şehrin. Aşağıdan, tuhaf sesler yükseliyordu. Tıpkı, kumrunun ötüşü gibi acı sesler. Kumrunun peşini bırakıp alçaldığımda, kitaplarda, derslerde anlatılan cehennemle karşılaştım. Kıyamet miydi yoksa? Şehirdeki çocuklardan, feryatlardan yüreğim acıdı. Oradan kaçıp, okulumuza doğru havalandım. Okulumuz, Çeltiksuyu’ndadır. Şehrin doğusuna düşer. Çok uzak değildir ama. Okulun oraya vardığımda, yüreğim daha da sıkıştı. Okulumuzun yanında, sadece beton yığınları gördüm. Masallardaki kötü devlerden biri, yukarıdaki dağlardan, koca koca kayaları yuvarla-

28

mıştı da okulumuzu yerle bir etmişti sanki. Yıkıntıların üzerinde, anneler, babalar, çocuklar... Kırmızı elbiseleriyle abiler ablalar, askerler... Birbirine karışan bağırtılar, ağlamalar. Feryatlar, çığlıklar... Bir keresinde anneme sormuştum, “Anne kabus nedir?” diye. Annem, “Rüyalarında bir anne ağlıyorsa, kabustur.” demişti. İşte rüyam kabusa dönmüştü. Uyanmak istedim. Bu kabus bitsin diye bağırmak istedim. Uyanamıyordum, bağıramıyordum. Abimin, arkadaşlarımın sesi geliyordu. “Eneees Abiiii!” diye bağırmak istedim; hiç sesim çıkmadı. Nefes bile alamıyordum. Üstümde kocaman ağırlıklar, beton taş ranza dolap... Koca bir beton parçası kımıldamamı, nefes almamı ışığı görmemi engelliyordu. Tırnaklarımla kazımak istedim ama parmağımı bile kımıldatamadım. Her taraf kapkaranlık. İğne ucu kadar ışık yok. Bir rüya, bir kabus. Belki de bir cehennem.


Sonra, tekrar kumru oldum; ordan oraya konup yıkıntılar arasından gelecek seslere kulak kabarttım. Enes Abim, dayımın kızı Hülya ve diğer arkadaşlarımın nefesini bile duyabiliyordum ama annelerin feryadı her şeyi susturuyordu. Yüzlerini parçalayan, dizlerini döven anneler... Bir anne, tırnağıyla beton parçalarını koparmaya çalışıyor, oğluna ya da kızına ulaşmak için kendini paralıyordu. Elleri, parmakları beton parçalarını tırnaklarken kan içinde kalmıştı. Bembeyaz yazması da kan içindeydi. Annem aklıma geldi. Köydedir şimdi. Bizim buralarda anneler, gelinler, genç kızlar her istedikleri yere gidemezler ama şivandır bugün. Cehennem, kıyamet... Söz dinler mi ana yüreği? Yemeyip içmeyip uykusuz gecelerde büyüttüğü iki evladını, beni ve Enes Abim’i yollamıştı yatılı okula. Şimdi okul değil, dünya yıkılmıştır başına anacığımın. Babam buraya gelmesine izin verir mi ki? İzin vermese bile, annem dinlemez onu, gelir. Burada, şu yıkıntılar arasında, çocuklarının kokusunu almak istercesine beton parçalarına yapışmış anneler kimseyi dinlediler mi? İki yıl önceydi; beni okula verdiklerinde, annemle babam, az tartışmamışlardı. Annemin ilk defa babamın karşısında bu kadar inatla tartıştığını görüyordum. “Kızım okuyacak, öğretmen olacak! ” diye tutturmuştu. Babam da “İlkokul diploması yeter, kızımı yatılı okullara vermem. ” diye karşı çıkmıştı. Babama kızmadım; çünkü bizim buralarda, kız çocuklarını şehre, okumaya, hele yatılı okula göndermezler. Köyde ilkokul varsa, ilkokulu bitirir. Ondan sonra ne öğrenirse, dağların arasına sıkışmış hayattan öğrenir kız çocukları. Babam istemeyerekte olsa, elimden tutup şehre getirmişti. İlk, o zaman görmüştüm. Kocaman dükkanları, bakkalları... Her yaştan dolaşıp duran, o dükkandan çıkıp, bu bakkala giren insanlar... Hepsi de, yabancıydı. Bunca yabancının içinde, kaybolmaktan korkup, babamın elinden daha sıkı tutmuştum. İlk zamanlar annemi çok özlüyordum; evi, köyü, arkadaşlarımı. Geceleri, battaniyemi başıma çeker, gizli gizli ağlardım. Sonra alıştım. Arkadaşlarım çoğaldı. Öğretmenlerimi çok sevdim. Onlar da beni, hepimizi çok seviyordu. Bakın işte, hepsi, anneler, babalar, beraber yıkıntılar üzerinde bizim için ağlıyor. Gözyaşları, annelerin gözyaşlarına karışıyor. Şurada Nergis öğretmenle beraber, elinde su şişesi ağlayarak dolaşan

Figen öğretmenimizi çok seviyorum. Anlatmadım değil mi? Figen öğretmen bundan dört yıl önceki depremde, Adapazarı’ndaymış. Oturdukları ev, bizim okulun başımıza yıkıldığı gibi başlarına yıkılmış. O zaman oğlu, Umut daha ufacık bir bebekmiş. Öğretmenimiz bağırmış, çağırmış, sesini duyurmayı başarmış. Onlara ulaştıklarında Umut kucağında duruyormuş. Figen Öğretmen “Önce Umut’umu kurtarın!” diye Umut’u uzatmış açılan delikten dışarıya... Kendisi o cehennemden kurtulmuş ya, biz de kurtuluruz umuduyla, en çok o çırpınıp duruyor, bağırıyor. Kepçeler, zamansız, beton yığınlarının arasına daldığında, kendini nasıl da attı kepçenin önüne. “Hayır yapmayın, çocuklarıma dokunmayın! ” diye. Sadece Figen öğretmenimizi değil, diğer öğretmenlerimizi de çok seviyorum. Bakın işte, hepsi ellerinde not defteri, buldukları en ufak boşluğa kapaklanmış, isimlerimizi tek tek bağırarak, “Bizi duyuyor musunuz? Duyuyorsanız ses çıkarın, öksürün, biz sizi duyarız! ” diye sesleniyor. Sesleri kör boşlukta kayboluyor. Ölümün kulağı sağır, nasıl duyabiliriz ki onları? Nefes bile alamazken, nasıl öksürelim? Bu... bu... bu.. Enes Abim değil mi. Enes Abiii!... Evet evet Enes abim yaşıyor. Yüzü kanlar içinde ama yaşıyor. Canım abim. Koşup sarılmak istiyorum. Canım abime sarılıp ağlamak istiyorum, “Keşke sözünü dinleseydim de göle girmeseydim. Bu rüya da, böyle cehenneme, kabusa dönmeseydi. “Ah Enes Abi, koşamıyorum. Sana gelmek için ayaklarım tutmuyor. Kollarım yok sarılmaya Enes Abi. Olsun sen kurtuldun ya, yaşıyorsun ya, seni bu defa kıskanmıyorum inan. Oysa, hep senin yerinde olmak ister, erkek olarak doğmadığıma lanet okurdum; seni kıskanırdım. Yemin ederim, şimdi kıskanmıyorum. Ambulansla, hastaneye götürecekler seni. Annem gelecek ziyaretine, sarılıp koklayacak seni. Babam, kurbanlar kesecek. Ben gelemiyorum. Gelsem, evimizin saçağına konan güvercinlere karışsam; durmadan günlerce ötsem, kimse anlamaz ki beni. Nasıl sevindim senin kurtulmana bilsen. Sevincimden ağlayasım geliyor... Seni çıkarttıklarında, şaşkınlıkla “Kim yıktı burayı? ” diye sordun ya, o halin çok komikti biliyor musun? Ama kimse gülmedi. Kim yıktı? ben de bilmiyorum ki Enes Abi annemizin, o uzun kış gecele-

29

rinde bize anlattığı kötü canavarlar; insan kanı, özellikle çocuk kanıyla beslenen canavarlar vardı ya, farzet ki onlar yıktı okulumuzu başımıza. Yıkıntılar arasındayken duydun mu abi? Bir amca, “Benim yaptığım ahır yıkılmadı, devletin yaptığı okul yıkıldı! ” diye öfkeyle bağrıyordu. Sen, benden büyüksün Enes Abi, benden daha iyi bilirsin; amcanın kuzuları bizden daha mı değerliydi gerçekten? Vakti geçtikçe, betonların arasından ölü kuşlar gibi arkadaşlarımın bedenleri çıkarılıyor. Kucakta taşınırken, kolları yana düşmüş sallanıyor. Hepsini tanıyorum. Hangisini anlatsam? Nasıl anlatsam yüreğimdeki acıyı, sancıyı? Göz görür, dil söylemez bir kıyımdır bu... Bir ağlayabilsem, gözyaşlarım hayat olsa şu cansız bedenlere... Kuş gölünde kumruya dokunduğum gibi dokunsam gözlerini açarlar mı acaba? Gökte kapkara bulutlar, dokunsam tüm ağırlıklarını boşaltacaklar. Dağlar renksiz. Sis bütün gölleri kaplamış, sular kara. Murat Suyu bulanık akıyor. Üzerinden geçtiğim her köyden analırın feryatları çarpar kanatlarıma. Şu dağı da aştım mıydı bizim köy, hemen altında da Kuşgölü... Dağı aşmadan yine anaların feryadı geliyor. Herkes, mezarlıkta toplanmış; anneler gelinler, genç kızlar. Siz, hiç bir günde on üç bedenin üzerine toprak serptiniz mi? Yan yana on üç küçük mezar... Yüzlerini paralayan, dizini döven, toprağı öpen, ona sarılan, toprağı incitmekten çekinip döşünü döven analar... Bir ana mezara kapaklanmış, hiç kalkmıyor. Varıp en yakın mezar taşına konuyorum... Aman Allahım! Bu benim annem. Ne kadar da çökmüş... Enes yaşıyor Anne, ben gördüm, ambulansa taşınırken konuşuyordu bile. Ağlama anne, Enes Abim ölmedi. Yemin ederim kendi gözlerimle gördüm... Yoksa benim için mi ağıt yakıyorsun? Ben de ölmedim. Başını kaldır anne, buraya bana bak! Hayır anne ben o toprağın altında değilim, orda değilim.Başını kaldır o topraktan anne, ben buradayım. Hani küçükken başımı dizine koyup masallarını dinlerdim ya anne. Hani bir masal anlatmıştın ya; bir kuş ölüp Kuş Gölü’ne düşmüş. Kanatları gölün suyuna değer değmez canlanıp tekrar gökyüzüne doğru uçmuştu ya anne. Bu gece, Kuş gölü’nün suyu göz kapaklarıma damladı. Kumru kuşuyum şimdi anne. Ne olur duy beni...✔


tavır

haber-yorum

KATLİAMIN 10. YILDÖNÜMÜ’NDE SİVAS ŞEHİTLERİ ANILACAK! Pir Sultan Abdal Kültür Derneği İstanbul şubeleri 10 yıl önce "Sivas Katliamı"nda yaşamını yitirenleri anmak için bir ay sürecek bir anma programı hazırladı. Programa göre: 2 Temmuz’da Ankara’da merkezi bir miting gerçekleştirilecek. İstanbul'da ise 15 Haziran'da Şişli Belediyesi’nde düzenlenecek "Sivas Cehennemi ve Ardındaki Gerçekler" konulu panel ile başlayacak. Anmanın ardından, 6 Temmuz’da Karacaahmet Derneği önünde toplanılarak Nesimi Çimen'in mezarına yürünecek. Mezarda yapılacak anmanın ardından, Mecidiyeköy Ali Sami Yen Stadı önünde toplanılarak, Zincirlikuyu Mezarlığı’nda bulunan Asım Bezirci’nin mezarı ziyaret edilecek. Anma programı 6 Temmuz’da Taksim İstiklal Caddesi’nde gerçekleştirilecek meşaleli yürüyüş ile sona erdirilecek.✔

“ORHAN KEMAL ROMAN ÖDÜLÜ” VERİLDİ! Orhan Kemal Kültür Merkezi tarafından yapılan yazılı açıklamada, bu yıl ilk kez verilecek ödül için, Konur Ertop, Tarık Dursun K., Tahsin Yücel, Yıldırım Keskin, Jale Parla, Feridun Andaç ile A. Kemali Öğütçü seçici kurulda yer alıyor. Açıklamada, seçici kurul’un, Erhan Bener’in, ele aldığı insan-toplum gerçekliğini, dönemin değişen koşulları ekseninde vermesiyle dikkati çeken son romanı “İlişkiler”i ödüle layık gördüğü bildirildi. Ödüllerin,31 Mayıs Cumartesi günü, AKM’de düzenlenecek olan Orhan Kemal’i Anma Töreni’nde sahiplerine verileceği bildirildi. ✔

BİLGESU ERENUS BERAAT ETTİ! Yazar Bilgesu Erenus’un, daha önce Yaşadığımız Vatan Dergisi’nde çıkan “Hasret’le Yüksel’in Avlusunda” yazısından dolayı, Terörle Mücadele Kanunu’nun 8. Maddesine muhafet etmekten açılan dava 21 Mayıs 2003 tarihinde İstanbul 6 No’lu DGM’de görüldü. Duruşmada yargılananlardan Yazar Bilgesu Erenus katıldı. İzleyiciler arasında TAYAD’lı aileler, Şanar Yurdatapan ve Abdurrahman Dilipak da vardı. Erenus, savunmasında; “Hapishanelerdeki tecrite karşı çıkarak kardeşine ve onunla aynı koşulları paylaşanlara canıyla destek vermekten çekinmeyen Hülya Şimşek’i anlatmamı istemediğne göre, sayın savcının bana ve benim türümden yazarlara acaba farklı bir önerisi mi var? “Benim yazdığım Hülya, alçakgönüllülükle dağdan büyük dağ var, derken; yazmak istemediğim Hülya’nın kof egosu hepimiz tarafından öylesine şişirilmiş ki; ‘Bilmem kim okumuş da ne olmuş.’ diyebiliyor. Televizyonlarda flörtleriyle konuşuluyor.” “Benim yazdığım Hülya, ölüm döşeğindeydi. Acelesi vardı. Her şeyi öğrenmek istiyordu. Bilip öğrenmeden 286’ncı gününde göçtü. Hülyanın daha doğmadan çocuk bezi reklamlarında oynatarak dünyalılaştıracağı bir çocuğu yoktu; ama o bütün çocukları kendi çocuğu olarak bellemişti” şeklinde savunma yaptı. Duruşmanın karar aşamasında, Yazar Bilgesu Erenus bu davadan beraat etti. ✔

3. DİYARBAKIR KÜLTÜR- SANAT FESTİVALİ BAŞLIYOR! 3. Diyarbakır Kültür- Sanat Festivali zengin bir film menüsüyle başlıyor. Festivalde, son dönemde gösterime giren filmler yer alacak. Festival süresince “Uzak” , “Amen”, “Piyanist”, “Annemin Ülkesinin Şarkıları”, “Taraf Tutmak” ve “Nisan Çocukları” gibi farklı ülkelerin seçkin yapımları gösterilecek. Festivalin kısa metrajlı filmler bölümünde 30’ dan fazla kısa metrajlı filmle birlikte, “ Kuşatma”, “Ax”, “Deneyim, Ekmek ve Geçit”, “Çözüm” ve “Babamı Hırsızlar Çaldı” gibi yapımlar da izleyici karşısına çıkacak. Bu yılki festival programında gösterilmesi düşünülen “Büyük Adam, Küçük Aşk” adlı filme valilik tarafından izin verilmeyeceği belirtildi. ✔

“UZAK”A CANNES’DAN ÖDÜL! Nuri Bilge Ceylan’ın Uzak Adlı filmi, Cannes Film Festivali’nde “Büyük Jüri “ ve En iyi erkek Oyuncu ödüllerini aldı. En iyi erkek oyuncu ödülleri filmdeki rolleriyle Muzaffer Özdemir’e ve geçtiğimiz sene hayatını kaybeden Mehmet Emin Toprak’a verildi. 1982 Yılında Yılmaz Güney’in “Yol” adlı filminden sonra bu festivale katılabilen ve ödül alan ikinci film “Uzak” oldu. Festivalde Altın Palmiye ve en iyi yönetmen ödülünü Gus Van Sant Elephant adlı filmiyle aldı. En iyi kadın oyuncu ödülünü ise The Barbarıan Invasıons adlı filmiyle Kanada’lı Marie- Josee Cıroze aldı.✔

11. SAYIMIZIN MAHKEMESİ GÖRÜLDÜ! Ocak 2003 tarihinde yayınladığımız 11. sayımızdaki 5 yazıya açılan, dergimize yönelik dava1. Nolu DGM’de görüldü. 7. sayımıza açılan davada Yazı İşleri Müdürümüz Ahu Zeynep Görgün’ün mahkeme heyetine sunduğu savunmasının da suç unsuru olarak değerlendirildiği 5 yazının mahkemesi 19 Haziran 2003 tarihine ertelendi.✔

30


KUŞATMA’NIN GALASI YAPILDI! Yönetmenliğini Hakan Alak’ın yaptığı “Kuşatma” adlı filmin galası Muammer Karaca Tiyatrosu’nda yapıldı. Galaya yaklaşık 250 kişi katıldı. Gala’da konuşma yapan filmin yönetmeni Alak; oldukça zor koşullarda çalıştıklarını belirterek, filmde emeği geçen herkese teşekkür etti. Yaklaşık iki ay süren çekimlerde mekan olarak Tarihi Toptaşı Cezaevi’ni de kullandıklarını söyleyen Alak, çekim yaptıkları bu süre içinde gerek çekim ekibinin gerekse oyuncuların büyük özverilerde bulunduğunu söyledi. Özellikle İstanbulun en soğuk günlerinin yaşandığı çekim süresince gönüllü olarak projeye katılan oyunuculara ve teknik ekipteki insanların sabırlarına teşekkür etti. Film, bitiminde davetlilerce uzun süre ayakta alkışlandı. Filmde, F tipine götürüldükten sonra ilk kez mahkemeye çıkacak olan bir mahkumun, mahkemeye giderken ring aracında uzun süredir görmediği arkadaşlarıyla hasret giderme ve ring aracının penceresinden İstanbul’u görme özlemi üzerine kurulu. 30 dakikalık kısa film formatında çekilen Kuşatma, 19 Aralık’ı ve F tiplerine değinen ilk film olma özelliğini taşıyor. Yapımcılığını İdil Yapım’ın üstlendiği “Kuşatma”da Volkan Bülent Aydemir, Ece Eroğlu ve İsmail Şen rol alıyor. ✔

nokta haber Grup Yorum 27 Nisan 2003; Haklar ve Özgürlükler Cephesi’nin düzenlediği piknikte yaklaşık 1300 kişiye seslendi. 1 Mayıs 2003; 1 Mayıs mitingine Grup Yorum pankartıyla katıldı. 2 Mayıs 2003; İstanbul Teknik üniversitesi kapanış şenlikleri çerçevesinde İTÜ Taşkışla Kampüsü’nde yaklaşık 250 kişiye seslendi. 4 Mayıs 2003; AYSA Organizasyon’un düzenlediği Anadolu Turnesi çerçevesinde Manisa Akhisar konserinde yaklaşık 1000 kişiye seslendi. 5 Mayıs 2003; Turne çerçevesindeki Manisa-Merkez konserinde yaklaşık 800 kişiye seslendi. 6 Mayıs 2003; Yine Manisa-Soma’da düzenlenen konserde yaklaşık 1500 kişiye seslendi.

ÇIKTI! Yayınevi: Boran Yazarı: Şenay Dönmez Sayfa sayısı: 484

TÜM KİTAPÇILARDA VCD’ SİYLE BİRLİKTE!

31

8 Mayıs 2003; 16. Geleneksel İTÜ Şenlikleri kapanışında, Maslak Kampüsü’ndeki konserde yaklaşık 3000 öğrenciye seslendi. 12 Mayıs 2003; Ekmek ve Adalet Dergisi’nin Bursa’da düzenlediği konserde yaklaşık 1000 kişiye seslendi. 13 Mayıs 2003; Manisa-Salihli’de düzenlenen konserde yaklaşık 2500 kişiye seslendi.


CENGİZ ÖZKAN -AŞIK VEYSEL TÜRKÜLERİ-

İstanbul Film Festivali Sona Erdi! Bu sene festival, 26 Nisan Cumartesi gecesi, Cemal Reşit Rey Konser Salonu'nda gerçekleştirilen ödül töreni ile 22. Uluslararası İstanbul Film Festivali sona erdi. Uluslararası Yarışma'da Altın Lale Ödülü'nü, Arjantinli yönetmen Diego Lerman'ın "Tan de Repente / Aniden", Altın Lale Jüri Özel Ödülü ise Amerikalı yönetmen Rebecca Miller'ın "Personal Velocity / Kişisel Sürat" adlı filmine verildi. Ulusal Yarışma'da "Dr. Nejat F.Eczacıbaşı Vakfı Yılın En İyi Türk Filmi" ödülünü Nuri Bilge Ceylan'ın filmi "Uzak" kazandı. Ödülü yönetmen Nuri Bilge Ceylan aldı. Ulusal Yarışma Jürisi "Dr. Nejat F.Eczacıbaşı Vakfı Yılın En İyi Türk Yönetmeni" ödülünü ise yine "Uzak" filminin yönetmeni Nuri Bilge Ceylan'a verdi. Radikal Halk Ödülü Rebecca Miller'ın yönettiği "Personal Velocity / Kişisel Sürat" adlı filme ve Handan İpekçi'nin yönettiği "Büyük Adam Küçük Aşk" adlı filmine verildi.✔

Kalan Müzik Sanatçıları Yabancı Albümlerde Yer Aldı! Kalan Müzik sanatçılarından Birol Topaloğlu ve Barbaros Erköse ile Grup Yorum’un kayıtları, World Music Network tarafından yayınlanan “The Rough Guide to the Music of Turkey” isimli albümde yer aldı. Ayrıca yine World Music Network tarafından yayınlanan “The Rough Guide to the Music of the Balkans” isimli albümde de Kalan Müzik sanatçılarından Muammer Ketencoğlu’nun bir kaydına yer verildi. Albümler hakkında detaylı bilgi için ve albümleri edinmek için www.worldmusic.net adresine bakabilirsiniz.✔

(SAKLARIM GÖZÜMDE GÜZELLİĞİNİ) Aşık Veysel türkülerini seslendirdiği albümü, Kalan müzik etiketiyle çıktı. “Hayal Bana Yakın”, “Murad”, “Beş Günlük Dünyada” ve toplam 12 şarkıdan oluşuyor. Şarkıları Aşık Veysel yalınlığıyla yorumlamış. Tek bir bağlamayla düzenlenen başarılı bir çalışma olmuş. ✔

GELENEKSEL ÇİNGENE MÜZİĞİ Çingene müziğinin evrensele ulaştırılması açısından önemli bir çalışma. Rus Çingeneleri’nin ezgileri de albüme eklenmiş. “Kışlık Saraya Doğru” ya da “Kazak Süvarileri” adıyla çevirilen ve Kızılordu Korosu’nun birçok konserinde yorumladığı şarkı da albümde yerini almış. Anadolu insanının iyi tanıdığı Çingeneler, ve birçok halkın müziklerinin yapılması, Anadolu müziğinin gelişmesine katkıda bulunuyor. Severek dinleyeceğiniz bu albüm Ares Müzik’ten çıktı.✔

EROL PARLAK - KATRE Erol Parlak’ın Katre isimli albüm çalışması Akkiraz Müzik etiketiyle piyasaya çıktı. Aranjörlüğünü Ömer Avcı’nın yaptığı albümde düzenlemeler Erol Parlak ve Ömer Avcı’ ya ait. Geleneksel halk türkülerinin yanısıra yeni besteler de yer alıyor. Özellikle bestelerde geleneksel halk müziğinden ziyade arabesk öğeler göze çarpıyor, vokallerde ise kendini daha fazla hissettiriyor. Halk müziğinde özellikle şelpe tekniği üzerinde önemli çalışmaları olan Erol Parlak’ın bu albümü de beğenilerek dinlenecek bir albüm.✔

GÖKHAN BİRBEN -HEY GİDİ KARADENİZBeyoğlu Metropol Müzik tarafından yayımlanan Gökhan Birben’in albümü güzel bir karadeniz ağıtıyla başlıyor. Pek çok eserin anonim olduğu albümde, Laz Halk Şarkısı İgzali-na ve Hemşince; Havaz Ali Meraletz, türküleri de bulunuyor. Albümde, Kazım Koyuncu, Kemal Sahir Gürel, Selim Bölükbaşı, Mahmut Turan enstrumanlarıyla katkıda bulunmuş. Ayrıca geniş bir vokal ekibiyle çalışılmış. İbrahim Karaca’nın dört anonim türküyü derlediği albüm Beyoğlu Metropol Müzik’ ten çıktı.✔

32



9

9 1 10 0 3

1303-9113

7 7 13 0 3

ISSN


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.