2003 17 temmuz

Page 1



merhaba

Temmuz sıcak, Temmuz kavurucu... Temmuz da direngendir ülkemizde! Bininci güne giren direnişçiler Temmuz ayını da selamladılar bir kez daha, eğilmeyen başlarıyla.... Aziz Nesin’in, “Zübük” diye tanımladığı iktidar, yeni iş yasasıyla, emekçileri cendereye sokmak istiyor. Mizahımızın iki ustası; Aziz Nesin ve Rıfat Ilgaz’ı, ölüm yıldönümlerinde bir kez daha selamlıyoruz. İkisi de rahat uyusun. Bu, ülke her ikisinin de sevdikleri, dertlerini yazdıkları emekçilerindir; “Zübük”lere kalmayacak. Rıfat Ilgaz ve Aziz Nesin ustanın anısına saygıyla... Dağların selamını aldık. Dağlar, iki evladını uğurladı bağrından. Düğünler kuruldu. Ve dağlar, onları uğurlarken başı dikti hala... Bundan on yıl önce, devletin provokasyonuyla diri diri yakıldı canlar Sivas’ta. Madımak’ın üzerinde hala durur dumanı. Turnalar havalandı Madımak üzerinden. Ölümlerinin onuncu yılında Sivas’ta katledilen canlarımızı anıyoruz. Sevda nedir gerçekten? Bir ömür boyu, halkı ve vatanı sevebilmektir en gerçek, en önemli olan. Sevdayı, bir ömür boyu büyütenleri yazdık. “İbrahim- Sevgi Erdoğan”ın sevdasını. İdil Kültür Merkezi açıldı! İdil’imizi yedinci Ölüm yıldönümünde anıyor; anısını yaşatacağımıza bir kez daha söz veriyoruz. Grup Yorum, bizlerle, Dersim Konseri sırasında yaşadıklarını paylaştı. Temmuz sayımızda. gündemimiz bunlar oldu. Ağustos sayımızda buluşmak dileğiyle...

Dostlukla...

tavır


tavır Aylık Sanat Dergisi ISSN 1303-9113

3 hayat›m›z›n son 1000 günü

4 her parçanda biz var›z

5 ABD’ ye karfl› olmak bir onurdur

6 düflkünlü¤ün son örne¤i: sky turk

7 yeni ifl yasas›... 9 bir türküdür dersim 11 vedat demircio¤lu marfl› 12 sevgili idil... 14 onlar›n öyküsü 16 fliir 18 sinema 20 diyarbak›r kendi filmini çekti

22 yüzü halka dönük ayd›nlar›m›z

25 bir turna katar› havaland›.... 27 viran da¤lar 28 haber yorum Sahibi: İdil Kültür Yayın Org. Rek. Film. Tic. Adına: Muharrem Cengiz Genel Yayın Yönetmeni: Gamze Mimaroğlu Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Ahu Zeynep Görgün Yazışma Adresi: İdilKültür Merkezi İstiklal Cad. Aznavur Psj. No: 212 Kat: 6 Beyoğlu/İstanbul Tel/Fax:(212) 245 00 70- 244 31 60 e-mail adresi: tavir@grupyorum.net Ankara: İdil Can Kültür Merkezi Fahri Korutürk Mah. 8. cad. No: 85-1 Mamak/Ankara Tel: (312) 370 11 98 Hesap No: (TL):1042- 30000 596147 Gamze Mimaroğlu İş Bankası Parmakkapı/İST. (EURO): 1042- 3010000 129062 Gamze Mimaroğlu İş Bankası Parmakkapı/İST. Ofset Hazırlık: TAVIR YAYINLARI Baskı: ASPAŞ Dağıtım: D-B-R


güncel deniz

ayatınızın son bin gününü hiç düşündünüz mü? Neler oldu bin günde ülkemizde ve dünyada? Kaç çocuk dünyaya geldi bin günde? Kaç kez döndü dünya, kaç yıldız kaydı gökyüzünden? Bin günde kaç ağaç döktü yaprağını, kaç çiçek açtı? Kaç kilometre yol yürüdünüz bin günde. Sevdiklerinizden, kaç gün ayrı kaldınız? Kaç kez, sarılmak için içiniz içinizi yerken, elini dahi tutamadığınız oldu? Bin günde, kaç gece uykusuz kaldınız; kaç kez, sıçrayarak uyandınız uykunuzdan? Uykuya dalmadan, hasretini çektiklerinizi rüyanızda görebilmek için kaç gece dualar ettiniz? Ve düşündünüz mü hiç, bin günde kaç kez aç kaldınız; kaç kişi açlıktan öldü? Evine, ekmek dahi götüremeyen bir babanın yaşadığı duyguları kaç kez yaşadınız bin günde? Sırtınızda onca yükle, kaç kez hamallık yaptınız; kaç kez eviniz başınızın üzerine yıkıldı? Peki, bin gündür kaç defa yaşama sevincine vardınız doya doya? Kaç kez “Ben insanım.” deyip, oturup düşündüğünüz oldu. Bin günde, kaç defa uğradığınız bir haksızlığa karşı başkaldırdınız? Yada haksızlığa uğrayanların yanında oldunuz. Bin günde, kaç kez zevklerinizden, alışkanlıklarınızdan ödün verdiniz? Peki, bin gündür kaç ana gözyaşlarıyla yıkadı yüzünü? Kaç kez yandı ana-

H

ların yüreği? Bin günde kaç can verildi toprağa? Bu ülkede bin gündür ölüyor insanlar biliyor musunuz? Kimse aç kalmasın, çocuklar açıktan ölmesin, kimse kimsenin kulu olmasın; birilerinin başını zorla sokabildiği evleri, gün gelip tepelerine yıkılmasın diye, hiç kimse haksızlığa uğramasın, herkes insanca yaşayabilsin; diye bu ülkede, bin gündür insanlar düşüyor toprağa birer ikişer... Ve siz, siz tatlı uykularınızdayken, analar, ağlayarak sabahı ediyor. İncecik dal gibi kalmış, yanmış, kömüre dönmüş; kimi, delik deşik, kimi, paramparça olmuş evlatlarının bedenlerine sarılıyorlar. “Tecrit kalksın! İnsanca koşullarda yaşayalım arkadaşlarımızla birlikte olalım.” diyerek 107 insan, kendini feda etti. Peki siz, kaç kez sevdikleriniz için birşeylerden feragat edip, fedakarlıkta bulundunuz. Bin gündür, insanlar, analarını, evlatlarını, sevdalılarını, kardeşlerini, arkadaşlarını toprağa verirken, siz ne yaptınız? Bir gün olsun, bir ananın yavrusunu toprağa verirken, mezarı başında yaktığı ağıtları duydunuz mu? Duyup ta, o ananın yüreğinde ne fırtınalar koptuğunu hissettiniz mi? 107 tabut taşındı bin gündür omuzlarda. Evlatlarını sevdikleri için analar ölüme yattı. Arkalarında bıraktıkları küçücük ço-

3

engin

cukları, cenazelerinde en önde resimlerini taşıdı. 11 yaşında bir kız çocuğunun, anasının cansız bedeninin başında, gözyaşlarıyla, anasının en sevdiği türküyü söyleyişini gördünüz mü? Bir ananın, oğlunun cenazesinde “Ağlamayın, bugün yavrumun düğün günü!” diye haykırışını duydunuz mu? Ya da, kızının yüzünü, allı pullu, kırmızı tüle örtüp, “Onurlu kızım, girdiği yoldan dönmeyen kızım, sen gelin mi oldun?” diyen ağıtlarını peki! Biliyorlar ki, haklı bir dava uğruna ölüyor evlatları. Biliyorlar ki, başladıkları bu yolda kazanacak evlatları. Bunun için, hep yanlarında, arkalarında, gün gelip, önlerinde oldu analar. Bunun için, acılarına gururu, onuru da eklediler. Oğullarının ve kızlarının mezarı başında, sıkılı yumrukları havada, dimdik durmaları bundan. Evet; insanlar ölüyor tam bin gündür, bin kez. Yaşanabilecek en büyük acılar yaşandı bu bin günde ve en büyük kahramanlıklar. Tek istedikleri, insanca yaşamak; sevdiklerine kavuşmak ve adalet. Bunun için canlarını feda ediyorlar. Yaşamayı herkesten çok severken, hem de. Bu yüzden, ölmesini biliyorlar. Yaşamanın ama insanca yaşamanın güzelliğini bırakıp arkalarında, düşüyorlar hala toprağa, duyuyor musunuz?✔


mektup seval

aç zaman oldu seni tanıyalı, saymadım. Kaç zaman oldu sen gideli aramızdan ya da döneli aramıza. Zaman anlamını yitirdi artık. Özlem, hasret, acı iç içe geçeli hayli zaman oldu; bildiğim tek şey bu. Televizyon ekranında iki kutuya kilitlendi yüreğim en son. Hani şu seni koydukları kutulara. Sımsıkı sarılmak istedim sana, kutulara. Saçlarına dokunmak, gözlerine bakmak, ellerinden sımsıkı tutmak istedim senin, kutuların. O kutuların içindeki her bir parçana sarıldık sımsıkı. Gideceğin yerleri saydı spiker, zulmün adını sıraladı bir bir. Sen, memleketine doğru yola çıktığında, korku saldığın yürekler vardı ve umut saldıkların. Sevdalıymışsın dağlara ya; o güzel yüzün kutulardan çıkıp, bir dağ resminin hemen üzerinde süsledi yaşamımızı. Sen giderken saklanan fotoğrafların çıktı bir bir. Seni tanıyalı kaç zaman oldu saymadım. En son, bir gecekondu mahallesinin bir balkonunda, senin de oturduğun yerde, dinledim seni. Ne kadarda yanı başımızdaydın bir ömür gibi. Şu kahrolası ölüm sessizliği... Ölüme sessizlik dağılsın diye, öyle bir ses oldun ki yüreklerde ve beyinlerde, herkes seni konuştu. Nereye gidecektin... Ne önemi vardı ki? Zulmeden korktu, kabusları oldun şatafatlı gecelerinin. Nereye gidecektin... Ne önemi vardı ki? Sağır olan tüm yürekleri kendine getirdin. Nereye gideceğinin önemi yoktu. 107. can kadar ses oldun yaşamda, kızıl karanfillerin halayında tilili. Uğrunda ölen varsa, vatandır yaşa-

K

nan topraklar. Her bir parçanla besledin bu toprakları. Yaratılan her güzel değerin sahibi halkımızı, yenilmez kıldın. Zulme kafa tutanların gücüne, güç kattın; umudu büyüttün her bir parçanla.

Hani diyorsun ya; “... Özgürlüğe, eşitliğe, ekmek, adalete susamış halkımız için, her türlü zulme karşı bin gündür direnen yoldaşlarımız için...” canını feda ettin. “... F Tiplerinde yok edilmek istenen

4

alp

halkımızın geleceği, çocuklarımızın geleceği. F tiplerinde devrimciler, kimse soğuktan donmasın diye, kimse açlıktan ölmesin, adalet ve ekmek herkes için olsun diye direniyor” . ... Analarımız, evladının, eşinin, kardeşinin, yanmış parçalanmış tanınmaz bedenlerine sarıldılar. Acılarını ağıtlarla dağladılar” “... Dünyanın bir ucunda da olsa, aç kalan, ağlayan bir çocuğun acısını, içinde hissettiğin için, onlara güzel bir dünya bırakmak için, canını feda ettin. ...Yok edilmek istenen, dostluk, sevgi, paylaşım, sahiplenme gibi değerlere sarılmak için, canını feda ettin. Çocuğuna et götüremeyen baba, süt içiremeyen anne umutlandı belki de, onları düşünen biri var diye. Kim bilir, o kutulardaki gözlerini merak ettiler en çok. Tüm bunları, bir kez de sen anlattın bize; anlayalım ve sımsıkı sarılalım diye değerlerimize, koruyalım diye insanlığımızı, canını feda ettin. Tütün işçilerinin gözü yaşlı değil, ki seninde gözün arkada kalmasın. Mazlumun ahı yerde kalmayacak. Anadolu toprağı bereketlidir. Tıpkı seni bağrına bastığı gibi basacak, onlarca kızını, oğlunu daha. "Siz mi kurtaracaksınız?" diyenlere, her bir parçanla cevap verdin, "Evet Biz!" Direneceğiz; sonuna, sonsuza, sonuncumuza kadar direneceğiz. Direneceğiz; sonuncumuza kadar; çünkü, her bir parçanda biz varız; biz olacağız her bir parçan. Ya yeni bir yol bulacağız, ya yeni bir yol yapacağız; kazanmak için!✔


ortado¤u levent

karakaya

ABD’ye karfl› olmak, bir onurdur! BD İmparatorluğu, Ortadoğu’ya fiilen müdahale ediyor. Amacı gayet açık; Ortadoğu’nun yeraltı yerüstü zenginliklerine el koymak. ABD'nin, Bağdat düştükten sonra ilk yaptığı iş Petrol Bakanlığı’na el koymak ve petrol kuyularının güvenliğini almak oldu. ABD aylarca, Irak'a müdahale etmenin propagandasını yaptı ve ardından Irak’ı işgal etti. ABD'nin, Ortadoğu'daki çıkar ve hesapları bununla sınırlı değildi. Kaldı ki, bu hesaplarını saklama gereği de duymadı ve Irak işgalinin ardından, hedefindeki Ortadoğu ülkelerini sıralamaya başladı. Sıradaki ülkeler, İran, Suriye ve Filistin'di. ABD'nin, Irak için bahanesi kitle imha silahlarıydı; İran için de bahanesi çok farklı değil. ABD için, bir ülkenin iç işlerine karışmakta bir engel yok. O çok sözünü ettikleri uluslararası hukuk, ABD söz konusu olduğu zaman, hiç bir anlam ifade etmiyor. Adı üstünde, o artık bir imparator. Hukuk mukuk tanımaz. Irak'ta hala, her gün onlarca insanı katlederken, özgürlük getirdiğini söyleyen ABD; İran'da, demokratik hakların kullanılmasının engellenmesinden dem vuruyor. Demagojinin en alasını o yapıyor yani. ABD'nin çıkarları söz konusu ise her yol mübah; yeter ki, Ortadoğu, ABD'nin çıkarlarına göre şekillensin. ABD, Filistin halkını da "Yol Haritası" diye dillendirilen bir planla teslim almak istiyor. ABD'nin ve AB'nin baskıları sonucunda, iş başına getirilen Mahmut Abbas, işbirliklerine yakışan bir tavırla, ilk iş olarak, ABD ve İsrail yetkililerine sözler veriyor. Amaç, Filistinli radikal örgütler susturulacak, Filistin halkı teslim alınacak. Ancak olmuyor. Daha önceki tasfiye planları gibi, bu da Filistin halkı tarafından boşa çıkarılıyor.

A

Filistin halkı, Mahmut Abbas'ın verdiği sözlere direnişleriyle cevap veriyor ve boşa çıkarıyor. İslami Cihad, Hamas ve El Aksa Şehitleri Tugayı, 7 Haziran'da Gazze şeridinde yaptıkları bir eylemle, “Yol Haritası”nı tanımadıklarını ilan ettiler. Ardından, Mahmut Abbas, İsrail'e verdiği sözleri geri alana kadar görüşmeyeceklerini açıkladılar. Mahmut Abbas, İsrail ve ABD ile başbaşa bırakıldı. ABD'nin, Ortadoğu'da tek dayanağı, işbirlikçileri. Irak işgalinde bu onursuzluğu gösteren Talabani ve Barzani oldu. "Kürt halkı" adına, onların "temsilcisi" olma sıfatıyla, ABD ile üç kuruşluk çıkarları için rezilce bir işbirliğini kabul ettiler ve Irak’ta yaşayan diğer halklara karşı ihaneti seçtiler. İran’da da bunların benzeri işbirlikçileri arıyor ABD yönetimi. Haklı taleplerle yola çıkan üniversite öğrencilerinin eylemlerini çarpıtarak yola çıkan ABD, kendine göre işbirlikçiler bulana kadar da buna devam edecektir. İşgalin olduğu yerde, işbirlikçilerin bulunduğu ülkelerde, halkın direnişi hiç bitmeyecektir. Bu bir temenni değildir. “ABD, Irak'ı işgal etti, savaş bitti” diyenler, Irak halkının her gün gösterdiği can pahasına direniş karşısında sus pus olmuş durumdalar. Irak'ta ve Filistin'de, halk konuşmaya devam ediyor. ABD İmparatorluğu’nun tüm teknolojik üstünlüğüne rağmen, feda ruhuyla direnişlerini sürdürüyor. Halka güvenmeyenler, halkların tarihini bilmeyenler, bu direnişleri anlayamazlar. Nasıl, ülkemizdeki direnişleri anlayamıyorlarsa; 107 canın verildiği direnişi anlamsız ve beyhude bir çaba olarak görüyorlarsa Irak halkının direnişini de, Filistin halkının feda eylemlerini de anlayamayacaklardır. ABD'nin, Ortadoğu politikalarına en büyük desteği veren ülkelerden biri de, Türkiye’dir. AKP hükümeti, tüm riya-

5

karlığı ile ABD'nin işbirlikçisi olmak için can atmış, Irak halkının katledilmesinde, Filistin halkının yalnız bırakılmasında elinden geleni ardına koymamıştır. Eskaza yaşanan teskere olayından sonra nedamet getiren AKP hükümetinin en son marifeti, Dışişleri Bakanı A. Gül'ün, ABD Dışişleri Bakanı Powell'e yazdığı mektupta açıkça görülüyor. "Türkiye’nin Ortadoğu vizyonu, Amerika'nın politikası ile tam olarak örtüşmektedir." Ne demek bu? Vallahi billahi İran'da, Suriye'de ve Filistin'de ne isterseniz yapacağız. ABD'ye karşı olmak; İşbirlikçilere karşı olmak, halkın onurudur, namusudur. Bu onura ve namusa nail olanlar, devrimcilerdir; gerçek vatanseverlerdir. Gelecek, bunların üzerinden şekillenecektir. ABD, geçici olarak Ortadoğu'0da bir takım üstünlükler kazanmış olsa bile, bu kazanımlar hiçbir zaman sonsuza kadar sürmeyecektir.✔


güncel ahmet

özcan

düflkünlü¤ün son örne¤i:

ir haberde ne ararsınız?Gerçeklik, dürüstlük...Peki bir medya kuruluşundan ne tür beklentileriniz olabilir? Bilgilendirme, aydınlatma... Belki birkaç madde daha ekleyebiliriz bu listelere ama en azından ‘olmazsa olmaz’ ilkeler bunlardır. Aslında, basın meslek ilkelerinde de bu maddeler ayrıntılı bir biçimde yer almaktadır. Özellikle 3. madde en çok çiğnenen ilke olma özelliğini taşıyor . “Madde 3: Kamusal bir görev olan gazetecilik, ahlaka aykırı özel amaç ve çıkarlara alet edilemez.” Bu ilkeler, medya tarafından formalite icabı kabul edilir. Çünkü, kendilerine “çağdaş, ilerici, Türkiye’nin aydınlık yüzü” gibi sıfatlar yakıştıran kitle iletişim araçları, kafalarındaki ‘ilkeler’ doğrultusunda hareket eder. Yaptıkları haberler, kişisel ahlaka uymadığı gibi, ‘gazetecilerin görevlerini yaparken uymak zorunda oldukları kurallar ve ilkeler bütünü’ olarak tanımlayabileceğimiz meslek etiğine de uymaz. Her türlü oyunun döndüğü, ahlaksızlığın meşrulaştığı, çıkar ilişkileri üzerine bir yaşamın sürdüğü medyada, yeni bir ‘ahlak’ kavramı oluştu. SKY Turk, geçtiğimiz günlerde, Bakırköy’de gerçekleşen bir bombalama eyleminin ertesi günü yaptığı ‘haberle’ bu ‘ahlakın’ son temsilcisi oldu. Bir eylem gerçekleşiyor ve ortada hiçbir kanıt yokken, SKY Turk, ölüm orucu nedeniyle birtakım kalıcı ra-

B

hatsızlıkları bulunan Hüseyin Fevzi Tekin’i, olayın faili olarak açıklıyor. Oysa, SKY Turk’ünde kabul ettiği basın meslek ilkelerinin 4. ve 9. maddeleri şöyledir: “Madde 4: Kişileri ve kuruluşları, eleştiri sınırlarının ötesinde küçük düşüren, aşağılayan veya iftira niteliği taşıyan ifadelere yer verilemez. Madde 9: Suçlu olduğu, yargı kararıyla belirlenmedikçe, hiç kimse ‘suçlu’ ilan edilemez.” Bu maddelerin altında imzası olan SKY Turk’e, haberin hemen ardından Hüseyin Fevzi Tekin’in avukatları telefon açıp, haberin asılsız olduğunu anlatır ve haberi tekzip etmelerini ister. Yani basın meslek ilkelerinden 16. maddeye uyulmaları istenir: “Madde 16: Basın organları, yanlış yayınlardan kaynaklanan cevap ve tekzip hakkına saygı duyarlar” SKY Turk Televizyonu editörleri ise bu istemi kabul etmeyerek hem pişkinlikle ‘haberlerine’ devam edeceklerini söyler, hem de bu ‘haberin kaynağı’ konusunda herhangi bir açıklama yapmayacaklarını belirtirler. Bu habercilik değildir. Açık olarak iftira atmadır. Gerçekleri açıklayıp, kaynak gösterme zorunluluğu vardır. Habercilikle bağdaşmayan bu tutuma, ertesi gün, Akşam gazetesi de katılır. Hem Hüseyin Fevzi Tekin’in, hem avukatların, hem de çeşitli kurum ve kuruluşların girişimleri üzerine, SKY Turk bir tekzip metni yayınlamak zorunda kalır. Avukatları arayan SKY Turk’ün haber müdürü, tüm bu senaryonun yazarının, kendilerine bu ‘haberi’ ulaştıran kişinin bir emniyet müdürü olduğunu da söyler. Yalan haberin teşhir edilmesiyle

6

bir komplo girişimi başarısızlıkla sonuçlanır. Bu tür haberler, bu tür komplo girişimleri, ilk değildir. Halkın değil, egemenlerin tarafı olmayı kabul etmiş, taraf olduğu kesimin sözcülüğünü üstlenmiş televizyonlar ve gazetelerde hemen her gün bu tür haberlere rastlayabiliriz. Armutlu Katliamı’nın yaşandığı gün, Sabah Gazetesi, provakatif bir haber yayınlayarak, katliama davetiye çıkarmıştı. Ölüm Orucu yapılan evlere giden ve röportaj yapmak istediğini söyleyen ‘muhabir’, hangi amaçla orada bulunduğunu yaptığı haberle göstermişti. Yine, 19 Aralık sürecinde verilen haberlerde de, hep aynı mantık kullanılmıştı. Olanı biteni saklamaya çalışarak, gerçeklerin halka ulaşmasını engellemek isteyen; isimleri ve sıfatları ayrı, beyinleri ve kalemleri aynı olan medya, günler boyu, katliamı alkışlamışlardı. Sistemle barışık olmak için her yolu deneyen Fethullah’ın yayın organlarından biri olan Zaman Gazetesi de, geçtiğimiz günlerde, yine ölüm orucu nedeniyle kalıcı rahatsızlıkları bulunan insanlara yönelik bir haber yayınlamıştı. Bu haber, gerçektende bir gazetenin ne kadar aşağılık duruma düşeceği konusunda bir delildir. Habere göre, ölüm orucunda sakat kalan insanların suçları şöyle sıralanmıştı: “Cep telefonu taşımak, 1 Mayıs Mitingi’ne katılmak, konsere gidip ön sırada oturmak...” Tüm senaryoların boşa çıkmasından, üretecekleri yalanın kalmamasından dolayı saçmalamaya başlayan ‘çağdaş’ basın, gün geçtikçe seviyesini daha da düşürüyor. Medyanın bilinçli olarak hazırladığı bu haberlerle, insanların beyinlerini uyuşturmak, yorum yapmalarını engellemek hedefleniyor. Medyanın ahlakı mı? Yerlerde sürünüyor. ✔


güncel murat

k›l›ç

yeni ifl yasas› nas›l geldi, neler getirdi? erkesin bir şekliyle Yeni İş Yasasından haberi oldu. Fakat, ne kadar bilgilendik, neler getiriyor, başımıza, neler gelecek, tam bir bilgimiz yok. Bildiklerimiz için ise, “Yok canım böyle olmaz. Amma abartıldı ha, mümkün değil.” diyerek inanmamaya çalıştık. Ancak, ülkemizde her şey mümkün ve bu yasa, şu an yürürlüğe girmiş durumda. 2002 yılının sonbaharından bu yana tartışılıyordu, “Haberimiz yok.” demeyin. Bir şekliyle de, bizlere de yansıdı bu tartışmalar. Hiç birimiz net bir şey öğrenemedik doğrusu. Önce, işyerlerinde başladık konuşmaya. Aslına bakarsınız, çokta önemsemedik yasayı! Televizyonlarda, kimi haber olarak, kimi tartışma platformlarında gündeme geldi ama bu tartışmalardan da doğru düzgün hiçbir şey anlamadık desek, yeridir. Yok onaylandı, onaylanacak, Cumhurbaşkanı’na gitti, geri gelir umutları vs. ama geri gelmedi ve onaylandı. Sendikalar, “Sokaklara dökülürüz, yakarız, yıkarız.” dedi. Şuana kadar bir şey yok. Doğrusunu söylemek gerekirse, beklendiği de yok; çünkü, bu yasanın mimarlarının, en büyük yardımcıları, onlar oldu. Aslına bakarsanız, yeni yasa, daha onaylanmadan, pek çok işyerinde yürürlüğe girmişti. Başka bir iş yerine sürülmeler, okutulmadan imzalattırılan kağıtlar, işten atmalar. Şimdi, “Biz neler yaşamıyoruz ki.” diyorsunuzdur; doğrudur. Hepimiz yaşıyoruz. Bir arkadaş, çalıştığı işyeri için Nazi Kampı demişti. Şimdi bu yasalarla, her yer Nazi Kampına benzetilmeye çalışılacak. Lafı fazla uzatmadan yasa neler getiriyor, kafanızı fazla karıştırmadan, bir de biz anlatma-

H

ya çalışalım. Yasanın 19. Maddesinde, işçilerin işten atılma koşulları şöyle düzenleniyor. “İşçinin, iş sözleşmesine aykırı davranışları bulunabilir. Bunlara örnek olarak, işverene zarar vermek ya da zararın tekrarı tedirginliğini yaratmak; işyerinde rahatsızlık yaratacak şekilde, çalışma arkadaşlarından borç para istemek, arkadaşlarını işverene karşı kışkırtmak, işini uyarılara rağmen, eksik, kötü veya yetersiz olarak yerine getirmemek; işyerinde ,iş akışını ve iş ortamını olumsuz etkileyecek bir biçimde, diğer kişilerle ilişkilere girmek, işin akışını durduracak şekilde, uzun telefon görüşmeleri yapmak, sık sık işe geç gelmek ve işini aksatarak işyerinde dolaşmak; amirleri ve iş arkadaşları ile ciddi geçimsizlik göstermek, sıkça ve gereksiz yere tartışmaya girişmek gibi haller verilebilir...” Her şık, çok muğlak. Örneğin, işçi, borç aldığını nasıl kanıtlayacak.

7

Kanıtlasa ne olur? İnsanların, kendi aralarındaki dayanışmalar nasıl suç olabilir. Tartışma neye göre, nasıl bir tartışma belli değil. Telefon görüşmesinin süresi ne kadar? Musluğu açık bıraktın, lambayı yanık bıraktın, işyerine zarar verdin. Müdüre arkan dönük konuştun. İşyerinde, sendikal örgütlenme yaptın. Yani, işçileri işverene karşı kışkırttın. En büyük suç. Daha neler neler sayılabilinir. Eski 1475 sayılı yasanın, 1. Maddedeki işçi tanımı şöyledir. “Bir


hizmet akdine dayanarak, HERHANGİ BİR İŞTE, ÜCRET KARŞILIĞI çalışan kişiye işçi....” Yeni yasa da ise, “ Bir iş sözleşmesine dayanarak çalışan kişiye, işçi...”denir. Yani, “Herhangi bir işte” ifadesi ile işçi, sadece niteliğine, vasıflarına, eğitimine uygun bir işte çalıştırıla bilinir. İş Mahkemeleri de, çeşitli uyuşmazlıklarda, yorumunu bu şekilde yapıyor. Yeni yasa ile ise işveren, imzalamaya zorunlu bıraktığı sözleşme ile işyerinde işçiyi, vasfına, niteliğine, eğitimine bakılmaksızın HER İŞTE çalıştırabilecek. İşçi, bu uygulamayı reddederse, iş akdi tazminatsız fesh edilebilecek. İşyerinin tanımı;“İşverenin, işyerinde ürettiği mal veya hizmet ile nitelik yönünden bağlılığı bulunan ve aynı yönetim altında örgütlenen yerler (işyerin bağlı yerler) ile dinlenme, çocuk emzirme, yemek, uyku, yıkanma, muayene ve bakım, beden ve mesleki eğitim ve avlu gibi diğer eklentiler ve araçlarda, işyerinden sayılır. İşyeri, işyerine bağlı yerler, eklentiler ve araçlar ile oluşturulan bir ORGANİZASYONU kapsamında, bir bütündür.”şeklinde yapılıyor. Aynı yönetim altında örgütlenen yerler; yani ülke çapında şirkete bağlı, küçük bir temsilcilik, büro dahil seni istediği yere gönderebilir. Üstelik, zaman dilimini belirlemeden. Bunu kabul etmeyen işçinin iş akdi, fesh edilir. Bugün, nerede çalışıyor olursan ol, yarın nerede, ne kadar çalışacağın belli değil. Tabi ki, bunun işverenler için artı bir yanı daha var. Sendikal çalışmayı düşünün. Yüzde 51 barajı, bu koşullarda nasıl aşılır? Devamlı, il, ilçe turu atan bir işçi, nasıl örgütlenecek, hangi şubeye üye olacak? Kaldı ki, “esnek çalışma”, “ödünç iş ilişkisi” ve “İşyeri devri” gibi uygulamaların varlığı koşullarında, sürekli bir işçi sirkülasyonu yaşatılacağı için, yetki belirleme süreçlerinde, bu durum daha da zorlaştırılacak. İşveren, fabrikasını içindeki işçisiyle birlikte devredebilecek. Tabi ki, yeni işverenle yapılan, yeni bir sözleşmeyle. Devam edelim: Mesela, özelleştirmeler. Tüm kamu işletmelerinin tasfiye edilmesi hedefleniyor. Özel şirketlerde de, maliyet azaltmak bahanesiyle, “asıl işveren- alt işveren” ta-

nımlaması getiriliyor. Böylelikle, taşeron uygulamasının, iş yaşamının bütününe yaygınlaştırılması sağlanıyor. Yasanın 6. Maddesindeki “İşyerinin veya bir bölümünün devri”, 7. maddedeki “iş sözleşmesinin devri” ve 8. maddede düzenlenen “ödünç iş ilişkisi” başlıkları altında düzenleniyor. Bu maddelerle birlikte, on yıllardır kazandığımız kıdem tazminatı başta olmak üzere, birçok hakkımız elimizden alınıyor. Bakın nasıl alıyorlar; işveren, sizin çalıştığınız bölümü, bir başka şahsa devretti diyelim veya sizi başka bir yere ödünç işçi olarak gönderdi. Eski işyerindeki sözleşmeniz, yeni yerde geçerli değil. Yeni bir sözleşme yapılıyor Tabi, kabul etmeme hakkınız var. Diğer tercihiniz, işsizlik. Böylelikle, kıdem tazminatı, emeklilik hakkınız bir hayal olarak kalıyor. Bunun yanında, can alıcı bir nokta daha var; işyerinde, otuzun altında işçi çalışıyorsa, hiçbir sosyal hakkı yok. Bu maddeyle birlikte, her halde pek çok işyerinde çalışan işçi sayısı 29 olacak Siz ne dersiniz? Yine 9. maddenin, 3. fıkrasında ise işveren, hiçbir kayda gerek duymaksızın, sigorta etmeden (daha önce çok ediliyormuş gibi), söze dayalı olarak iki ay çalıştırma hakkı var. İki ayın sonunda, sizi, gözü tutmadıysa, kapıyı gösterebilecek. Cebinizde paranız olmasa da, iki ay hala çalışıyorum diyebileceksiniz eşinize dostunuza. Devam edelim mi? “Belirli ve belirsiz süreli iş sözleşmesi”, “kısmi süreli ve tam süreli iş

8

sözleşmesi”, “çağrı üzerine çalışma”, “deneme süreli iş sözleşmesi” “takım sözleşmesi”... Bu maddeleri seçme hakkı, sadece işverene ait. Yani, bunları seçme hakkınız bile yok. Diyelim, bir işiniz var veya iş buldunuz ve çalışıyorsunuz. Önceden sekiz veya on saat çalışıyordunuz ve fazla çalıştığınızda, mesai alıyordunuz. Artık, fazla para alamayacaksınız ama bunun yerine tatil yapacaksınız. Nasıl mı? Haftada diyelim ki, 24 saat fazla çalıştınız. O zaman, işveren sizi eve gönderiyor. Çalıştığınızın karşılığı bu. Buna da, yeni yasada, denkleştirme deniyor. Yani, ne kadar mesai o kadar para idi. Şimdi ne kadar mesai, o kadar tatil. İşverenin, o ay fazla işi yok; o zaman, fazla işçiye de ihtiyacı yok. Sizi, iki aylığına, ücretsiz izne ayırmaya hakkı var. İki ayı geçerse, o zaman, size işsizlik fonundan asgari ücret ödenecek ama öyle ayarlanmış ki, o da kendi cebinden değil, işçilerden kesilen paralardan ödenecek. İşveren, maaşınızı 20 gün geciktirebilir. 20. gün ödemez ise greve gitme hakkınız var. İş durdurma döneminde, maaşınız işlemeyecek ama verilmeyen maaşınızın faizi işleyecek. Bu arada, size 19 gün geciktirip vereceği parayı ise istediği gibi kullanabilir . İster repo, ister faiz, ister işletir; bu, onun taktirine kalmış artık. Son bir madde daha var: İşveren artık haftanın istediği bir günü, size izin verecek. Dostlarınızla ortak bir tatil gününüz olmayacak. İşçi değil köle olmayı kabul etmiş olmadın mı bu yasayla, dostlarınız olmasa da olur yani?✔


an› grup

onser vermek üzere yola çıkıyoruz.... Yolumuz uzun... Hele bir de bu konseri vereceğimiz yere bir an önce varma isteğimiz de eklenince, bu yol daha da uzuyor gözümüzde. Kurulduğumuz yıldan bu yana Dersim’de ilk defa konser vereceğiz. Şarkılarımıza, dağlarıyla, kayalıklarıyla, yıldızlı berelileriyle, pusuya düşen, pusu atan şahanlarıyla konu olmuş bir şehre gidiyoruz. Bugüne kadar, Anadolu'nun birçok şehrinde ve yurtdışı konserlerinin tamamında bizi yalnız bırakmayan, dinleyici kitlemiz içinde önemli bir yer tutanların memleketine. Yıllardır, karşılıklı olarak beslediğimiz hasret kucaklaşmayla son bulacak. Zulme başeğmeden direnen, sayısız katliamlar yaşayan; dağları, köyleri, yakılıp yıkılan; binlerce ailesi, dünyanın dört bir yanına sürgün edilen, yurdundan, vatanından ayrı yaşamak zorunda bırakılan bir memleket burası... ‘38’lerdeki Seyid Rızalar’dan itibaren, kurulu düzene; “Bunların kökünü kazıtmak lazım.” dedirten bir yerdir Dersim... Bunları görmek ve bilmek farklı bir duygu uyandırıyor bizde. Oraya doğru yaklaştıkça heyecanımız artıyor. Nihayet Elazığ'ı da geçiyoruz ve Dersim, boylu boyunca karşımıza seriliyor. Keban Barajı'nın kıyısındayız. Karşı taraf Pertek. Feribota biniyoruz. Sohbetlerimiz feribotun üst tarafında, sigara molasıyla beraber koyulaşarak devam ediyor. Konsere saatler kalmış. Pertek yolu üzerinden, Dersim’e geçeceğiz. Çok hızlı hareket etmemiz gerekiyor. Bir yandan, telaşla Dersim merkezine doğru ilerliyoruz, bir yandan doğayı, dağları doyasıya izlemek istiyoruz... Ve bir süre sonra, Dersim'de, konseri vereceğimiz spor salonu'nun önüne varıyoruz. Buraya geldiğimizde, konserin yasaklandığına ilişkin, 'kimi çevrelerin' ve polisin özel olarak söylenti yaydığını, yine 'konserde olay çıkacağına

yorum

K

ilişkin duyumların alındığını' öğreniyoruz. Konserimizden bir hafta önce, jandarmanın yarattığı provokasyon, hala sıcaklığını koruyor. Konsere, ilçelerden ve köylerden gelecek olanların fikirlerini de etkilemiş bu söylentiler. Arkadaşlarla merhabalaştıktan sonra, salondaki teknik hazırlıklarımızı tamamlıyoruz. Kurulan ses düzeninin biraz yetersiz gibi görünmesi bizi düşündürüyor. Her şeyin çok güzel gitmesini, hatasız olmasını istiyoruz böyle bir konserde. Ve konser anı geliyor. Çıkarılan tüm söylentilere rağmen konser salonu tıklım tıklım dolu. Amaçlarına ulaşamıyorlar. Büyük bir coşku altında, hasret sona eriyor, Dersimliler’i selamlıyoruz. Konserimize “Munzur Dağı”yla başlıyoruz. 'Bir uzun havadır şu Munzur Dağı'nı ilk defa Munzur Dağları'nın kenarında söylüyoruz. Şarkımıza, salondaki herkes büyük bir coşkuyla eşlik ediyor. Ses düzeninin yeterli güçte olmaması ve salonun yapısından dolayı, şarkılarımızın arka taraftakilere bir uğultu olarak

9

ulaştığının farkındayız. Buna rağmen herkesin şarkılara eşlik etmesi bu sorunu da çözüyor. Dersim Dağları’nı, şahanları anlatan şarkılarımız, “Dersim’de Doğan Güneş” ve “Cemo”ya gelindiğinde hep beraber bir coşku ve duygu seline boğuluyoruz. Bu şarkıları ilk defa doğdukları yerde, kendi vatanında söylemek ayrı bir anlam katıyor. Konser, içiçe karışan halaylarla, zılgıt sesleriyle, büyük bir coşkuyla sona eriyor. Üç gün sonra, Burdur'da konserimiz olacak. Aradaki iki günü burada geçirmek niyetindeyiz. Dersim'e gelmişken, şehitlerimizin mezarlarını, ailelerimizi, dağları, Munzur Vadisi'ni, Munzur Gözeleri'ni görmeden gitmek olmaz. Dersim’de olduğumuz süre boyunca, şehit ailelerimizle beraberdik, onların evinde kaldık. Fatma Ersoy ve Gülseren Beyaz’ın ailelerinde kalıyoruz. Konserden sonraki gün, bir söyleşi ve imza günü yapılıyor. Söyleşide, Yorum'a ve güncel gelişmelere ilişkin birçok soru soruluyor. En fazla merak edilen de, önümüzdeki Munzur Festiva-


li'ne katılıp katılmayacağımız konusu oluyor. - Dersim’den ayrılacağımız gün festival programına dahil edildiğimizi öğreniyoruz-. Söyleşinin ardından, Munzur Gözeleri'ne doğru yola çıkıyoruz. Buraya varmamız için, Munzur Vadisi’nden geçmemiz gerekiyor. Dersim’e hemen hemen girdiğimiz andan beri bizi yalniz bırakmayan, aracımızı sürekli takip eden 'eskortumuz' eşliğinde, Munzur Vadisi’ne doğru yola çıkıyoruz. Vadi girişinde, jandarmanın arama noktasına geliyoruz. Bize 'Grup Yorum musunuz?' diye soruyor. Belli ki, durumdan haberdar. Arama noktalarında işlemler kısa tutuluyor. Ve Munzur Vadisi’ndeyiz... Yıllarca, birçok Dersimli’den, Munzur’un ne kadar güzel bir yer olduğunu dinlemiştik. Burayı, bir de kendi gözlerimizle gördüğümüzde, onlara hak veriyoruz. Yolda, mola veriyoruz. “Vız Gelir Kayalığı”nın bulunduğu yerdeki çeşmeden suyumuzu içiyoruz. Çökelek, domates, salatalık, ekmek yiyoruz hep beraber. Büyük şehrin stresini, kirliliğini, gürültüsünü, makinelerini, teknolojisini bir kenara bırakıyouz. Sonra yola devam ederek, Ovacık'a varıyoruz. Ovacık'ta, kısa bir konaklama ve Ovacıklılar’la yaptığımız kısa bir sohbetten sonra yolumuza devam ediyor, gözelere doğru gidiyoruz. Gözelere vardığımızda, gözelerin o güzelliği ve olağanüstülüğü hepimizi büyülüyor. Kendisine hayran bıraktıran bir doğa harikası burası. Havası, suyu, dağı, bitkisi... Bu güzelliğin, baraj kurularak yok edilmek istenmesinin büyük bir suç olacağına, bizzat gördüğümüzde daha fazla inanıyoruz. Bir süre gezdikten sonra, çıkınımızda olan 'torak', domates, salatalık ve yufka ekmeğini büyük bir iştah-

la yiyoruz. Dağa tırmanmanın yorgunluğunu güzel bir yemekle atıyoruz. Adeta doymak bilmiyoruz. Sonra tekrar Ovacık merkeze dönüyoruz. İlçe merkezinde, bizim geldiğimizi öğrenenlerin yanımıza gelmek, sohbet etmek istediklerini ama çekimser kaldığını farkediyoruz. Nedenini de anlamakta gecikmiyoruz. JİTEM'ciler. Etrafımızdan hiç eksik olmuyorlar. İnsanlar uzaktan bir el sallıyor ya da bize sevgi dolu gözlerle bakıyor. Kimileri, daha cesur davranıp yanımıza geliyor ve bizimle sohbet ediyor. Oradaki insanlar, bir selamın, sıcak bir gülüşün karşılığında da işkence görmüş, dayak yemiş, yaşlarına başlarına bakılmadan. Ovacık İlçe Mezarlığı’nı ziyaret ediyor ve buradaki şehitlerimizin mezarına çiçek bırakıyoruz. Ardından, kerpiç bir evin bahçesinde çay içen yaşlı bir dede ve ninenin yanına atıyoruz kendimizi, sıcak bir sohbete başlıyoruz. Biraz Zazaca, biraz Kürtçe, Türkçe sohbet etmeye çalışıyoruz. Türkçe pek konuşmuyorlar. Bezar Nene’yle ve dedeyle yaptığımız sohbetin ardından, diğer arkadaşların bizi beklediği nehir kıyısında bir çay bahçesinde türkülü bir sohbet yapıyoruz Ovacıklılar’la. Daha sonra, tekrar Dersim şehir merkezine doğru yola çıkıyoruz. Buradaki 'eskortlarımız da' vadinin girişine kadar bizimle geliyor... Ertesi gün, bizim de Dersim'deki son günümüz. Kimi ailelerimizi de yanımıza alarak, önce Asri Mezarlığında yatan şehitlerimizin mezarını ziyaret ediyoruz, çiçek bırakıyoruz. Daha sonra ölüm orucu eyleminde yaşamını yitiren Veli Güneş'in

10

ailesinin yaşadığı köye gidiyoruz. Veli Dayı'nın babası, bizi içtenlikle karşılıyor. Evin bahçesinde yaptığımız sohbete doyum olmuyor. “E ma, namussuzun malı bir ‘gidik’(keçi) de yok ki kesem.” diyor bize. Veli Dayı’nın babası, başından geçen olayları anlatırken sanki onları tekrar yaşıyormuşçasına içten anlatıyor. Kimi zaman, öfkelenip savuruyor bir küfrü; kimi zaman yaptığı esprilerle herkesi kahkahalara boğuyor. Daha sonra Veli Dayı’nın mezarını ziyaret ediyoruz. Dersim’den ayrılmadan önce, son ziyaretimizi, Fidan Kalşen'in ailesine yapıyoruz. Yaşlı annemiz, bizi bağrına basıyor. 'Siz Fidan'ın arkadaşlarısınız, hepiniz benim yavrumsunuz.' diyerek hepimizle teker teker ilgileniyor. Sadece Zazaca bildiği için, kendisiyle Zazaca bilen arkadaşımız aracılığıyla sohbet ediyoruz. “Bu evdeki aydınlık, devletin verdiği ışık, elektrik değildir. Fidan’ımın yanan ışığıdır, çocuklarımın ışığıdır.” diyor anne. Anada müthiş bir bilgelik ve soğukkanlılık görüyoruz. Bu, bize büyük bir coşku ekliyor. Ardından, Hozat’a doğru yöneliyoruz. Burada Çaytaşı Köyü’ne “Çaytaşı Direnişi”nin yaşandığı yere gidiyoruz. Burada, olaya tanık olan bir teyzeden, direnişi dinliyoruz. Bütün bu yaşadıklarımızdan sonra, Dersim'de geçirdiğimiz süremizin sonuna geliyoruz. Bir yandan, içimiz buruk, daha gidemediğimiz, göremediğimiz birçok yer ve kişi var. Bir yandan mutluyuz; bunca güzel şey yaşadık ve gördük. Ne olursa olsun, kim ne derse desin; kim yakarak, yıkarak, katlederek, boşaltarak bozmaya, yoketmeye çalışırsa çalışsın, değişmeyen birşey var. Dağlarıyla, şahanlarıyla, şehitleriyle, ilçeleriyle, doğal güzellikleriyle, BİR TÜRKÜDÜR DERSİM...✔


marfl

vedat demircio¤lu marfl› Bir sabah uykusunda Polisi saldırdılar Demircioğlu Vedat’ı Coplarla öldürdüler Coplarla, yumruklarla Vurdular öldürdüler Gencecik çocuklardı Belki sizde gördünüz Ellerinde pankartlar Yolda gidiyorlardı Özgürlük istiyorlar Özgürlük diyorlardı Altıncı filo derler Belki sizde gördünüz Kıbrıs’ta karşımıza Çıktılar öldürdüler Boğazda karşımıza Çıktılar öldürdüler Kurtuluş savaşında Belki sizde gördünüz Demircioğlu bir değil Halkımız gibi çoğul Belki siz de gördünüz Geliyor çağıl çağıl Geliyor çağıl çağıl Geliyor çağıl çağıl 11


mektup tavır

Sevgili ‹dil, Uzun zamand›r “merha ba”lar›m›z› buluflturamad›k seninle, ba¤›flla. Aram›zdan ayr›lal› tam yedi y›l oldu. Bu yedi y›lda senin gi bi onlarca k›nal› gelincik düfl tü topra¤a. Bafl›n› tuttu¤un ha laya, omuz veren çok oldu. Bi rer birer u¤urlad›k hepsini. “‹dil gibi olmak” demifller di, bunu baflard›lar. Yolundan dönenler de oldu. Bir tas çorbaya, onurunu in sanl›¤›n› satanlar da. Adlar›n› kimse hat›rlam›yor bile. Bir sizin ad›n›z kald› tarihe... fiimdi, ad›n›z› onlarca çocuk tafl›yor. Yaratt›¤›n›z gelene¤i ise bizler tafl›yaca¤›z omuzla r›m›zda; yorulmadan, b›kma dan. Ö¤rencileriniz olman›n gururu, bize bir ömür yeter. Bizler, bildi¤in gibiyiz. Or taköy’den tafl›nd›ktan sonra bir süre kültür merkezi aça mad›k. fiimdi yeni bir kültür merkezimiz var; yine senin ad›nla. Bugünlerde, bunun heyecan› ve telafl› içindeyiz. Senin foto¤raflar›nla donatt›k her yeri. Bir yanda, sen; bir

12


yanda, Y›lmaz Güney, Ruhi Su ve daha niceleri. Bizim ülke mizin devrimci sanatç›lar›, o kadar çok yak›fl›yorlar ki du varlar›m›za. Sanki hepsinin gözü üzerimizde. Hep bunu hissederiz biliyor musun? Ak sayan, olmayan, eksik b›rakt› ¤›m›z bir ifl, yerine getireme di¤imiz bir sorumluluk oldu ¤unda hep, sizlerin çat›lan kafllar›n› görür gibi oluruz. Görmeliyiz de... T›pk› Tav›r, düzenli ç›kmad›¤›nda duydu ¤umuz iç s›k›nt›s›, senin ad›n› tafl›yan kültür merkezimizi bir türlü açamad›¤›m›z zamanlar daki burukluk gibi. Tiyatro salonumuzun kap› s›na, senin, Ayfle’nin ve Nil’in ya¤l›boya resmini yapaca¤›z. Tiyatro salonumuza girenler, sizleri selamlayacaklar usulca. Onlara, sizleri anlataca¤›z b›kmadan usanmadan; her gün, yeni bafltan. Kültür mer kezimizi açamad›¤›m›z sürede de bofl durdu¤umuzu sanma sak›n. Kendi cephemizden fa aliyetlerimizi sürdürdük . Zul me, sömürüye, sald›r›lara kar fl› sanat cephesinden bir ses olduk. Bizde var›z dedik ken di dilimizce. ‹dil Yap›m’›n filmleriyle, Yorum’un yeni al bümleriyle, her seferinde bin lerle bulufltu¤umuz konserle rimizle ve her ay düzenli ola rak ç›karmak için can›m›z› di flimize takt›¤›m›z Tav›r’›m›zla, sesimizi yükseltiyoruz ‹dil. Emperyalizmin yaymaya çal›fl t›¤› kültüre karfl›, devrimci kültürümüzle sar›l›yoruz çal›fl malar›m›za. Ve devrimci bilin -

cimizle, coflkumuzla söylüyo ruz türkülerimizi. Tav›r’›m›z, her ay ellerimiz de do¤uyor, büyüyor. Hazme demeyenler, milyarlarca para cezalar›, hapis cezalar› veri yor yaz›lar›m›za; Tav›r susar m›? Bilirsin ki, susmaz. H›r ç›nd›r, uslanmaz. Tav›r’› sus turmaya kimsenin gücü yet mez. Bunu, onlar da biliyor. Israrla ve inatla yazmaya de vam edece¤iz. Seni anlataca ¤›z çocuklara. Seni duymayan lara, tan›mayanlara anlataca ¤›z; seni ve sizleri. Ve bir de“Yurdu için ölme sini bilmeyenlerin, yaflam›fl say›lmayaca¤›n›”. Sizlerin, Harbiye hayalini gerçeklefltirmek bizlere nasip oldu. Üstüste iki y›l ç›kt›k Harbiye’ye. Türkülerimizi söy ledik binlerle birlikte. Mitral yözle halaya durduk. Yine de falarca yasakland› konserleri miz ama hiç bir bask› halk› m›zla buluflmam›za engel ola mad›. Biz, hep içlerinde, hep yan›bafllar›ndayd›k. Bafl e¤meyenler sizlerin bayra¤›n› yükseklerde tutuyorl hala. Bininci gün yaklafl›yor. Kimsenin akl›n›n, hayalinin almad›¤› bir direnifl bu. Bu destan› anlatmak, belki, bizle re de nasip olmayacak, Bugü nün ‹diller’i, Berdanlar’› anla tacak bu destan›. Senin ad›n› tafl›yan bebeler anlatacak; on lar tafl›yacak bugünleri, yar›n lara. Söylemeden geçemeyece ¤im. Ad›n› tafl›yan bebeler, bu gün alt› yafl›nda. Hepsini sen

13

gibi sevdik. O kadar çok ‹dil var ki... ‹nan›r m›s›n, hepsi o kadar yaramaz ki... Bir türlü uslanm›yorlar. Do¤duklar› an dan itibaren, ‹dil bebelerin çok yaramaz oldu¤una dair fli kayetler al›yoruz. Ele avuca s›¤m›yorlar. Bu, istisnas›z hepsi için böyle. Ne yapabiliriz ki?.. Bazen, annene iletti¤imiz oluyor flika yetleri. Gülüyor ve “Bilmem ki, benim ‹dil’im çok usluy du.” diyor. H›rç›n olsun çocuk lar›m›z. H›rç›n, uslanmaz ol mal› bizim çocuklar›m›z. Kab› na s›¤mamal› yani. ‹nsanlar›m›z aç, yoksul ama umutlu. Halk›m›z›n umudu yi ne biziz. Gözün arkada kalma s›n. Da¤lardan sesler geliyor ‹dil!.. Da¤lar›ndan ve kentlerin den ülkenin. Adalet için çar pan yürekleriyle, birer birer düflüyor bizimkiler, özgürlük ve ba¤›ms›zl›k u¤runa. Adlar›n› yaz›yorlar tarihin her köfle tafl›na canlar›yla. Bizimkilerin gözleri çak mak çakmak. Al›nlar› y›ld›z y›ld›z. Gözlerinin alaz›nda ye ni bir dünya do¤uyor, yeni bir hayat; ad›n› “zafer” koydu¤u muz. O yüzden diyoruz ki, gün bizim! O yüzden eminiz ki, ya r›nlar da bizim olacak. Çünkü, biz kuruyoruz dünyay› yeni bafltan. Bedenlerinizle ördü ¤ünüz bir gelecek bu. Bu gele ce¤e sahip ç›kmak, boynumu zun borcu olsun. Hasretle öpe riz gözlerinden... Senin ,Tav›r...


deneme tav›r

evgi nedir ? İnsanda olan en güzel değerleri paylaşmaktır bir yanıyla. Sevmek, sevdalanmak. İnsan, kendi için en değerli olanı sever; hatta, sevdalanır en değerli olana. Onların öyküsü efsanevi aşklara benzer uğruna dağları deldiren. Bir masal olsa, anlatılsa, yiğit mi yiğit bir delikanlı, ateş altında kuşatmalardan, ateş çemberinden başı dik çıksa ve onun ölümünden tam on yıl sonra ,onun öldüğü gün, ölmeyi kafasına koymuş sevdalısını anlatan bir masal olsa... Hani masaldır denip geçilir

S

ya... Fakat,, masal olamayacak kadar gerçektir, o günün tanıklarına bu öykü. Onların öyküsü, İbrahim- Sevgi Erdoğan’ın öyküsü... İki fedakar insandırlar. Hayatları kesişir bir noktada. Aynı yolda, aynı değerler uğruna, aynı cephede savaşırken, sevdalanırlar birbirlerine. Yaşadıkları hayat, zorlu bir hayattır. Olur ya, ayrı düşmekte vardır, kavuşamadan toprağa düşmekte. Yürek diye, sol göğüste taşınan şey, bütün insanların sevgisini sığdırabilecek kadar büyükse, bu zorluklar birer birer

14

aşılır. Sevdayı, sevda yapan da, değerli kılan da budur. Birbirini bir ömür sevebilmek, efsanelerde yoktur sadece. Efsaneler de, yaşandığı varsayılan öykülerdir zaten. Onların sevdası, ne bir masaldır, ne de bir efsane. Gözle görülebilecek kadar gerçek ve herkesin anlayabileceği kadar sade ve yalındır. Sevgi, kimi zaman ölüm orucunda açlıktan eriyen İbrahim’in yanına bir incecik karanfil dalı olarak gelir; kimi zaman, işkencede eğilmeyen dimdik bir baş olarak durur karşısında. Kimi


zaman bir anne, bir yoldaş, bir eş. İbrahim hiç “Sevgi”siz kalmaz. Sevgi doludur, Sevgi’nin gözleri; sevda vardır her haresinde. Hasmına şahindir bakışları. Eşinin kanlı bedeni ambulansa konurken, Sevgi’nin gözlerinde bir damla yaş göremeyecektir işkenceciler. Hepsinin görmek istediklerinin aksine, öfke dolu, çakmak çakmak yanan bir çift gözdür Sevgi’ninki. Sevginin gözleri alev alevdir; yüreği, volkan. 12 Eylül Cuntası, İbrahim’i tutsak ederken, Sevgi de dışarda, duvarların ardında cesurdur kavgada. Eşi ve yoldaşları hücre hücre erirken, Sevgi, Taksim Anıtı’na konan siyah bir çelenktir, ya da hastane kapısında kendini zincire vurmuş bir beden. Hem de bir yaprağın kımıldamadığı, korkunun kol gezdiği, ölü sessizliğinin hüküm sürdüğü yıllarda... 75 gün, 75 gece süren direnişte, son ana kadar görevini yerine getirir. Tutsaklıkta ve işkencede ser verip sır vermeyen, boyun eğmeyendir. Başı dik çıkar İbrahim. Özgürlüğünü kendi elleriyle kazanır tırnak tırnak. Kavganın ortasındadır yine... Temmuzun 12’sidir aylardan, yıllardan 1991. Halkının sevgisini sığdırdığı yüreği, öfke ve gurur doludur. İbrahim yoktur artık. 12 temmuz 1991’de, 10 yoldaşıyla birlikte katledilmiştir İstanbul’da. Gururludur Sevgi, bir sevgi bu gururu haketmelidir zaten. Sevdaları bu sınavı aşmıştır çoktan. Ayrılık ve ölüm olsa da ucunda, sevdaların en büyüğüne tutulmuşlardır çünkü. Halk ve vatan sevgisi, sevdaların en büyüğüdür gözlerinde. Sevdaları

ancak bu sevgi bittiğinde bitecektir. Ama bu sevdayı hep büyütürler yüreklerinde, bir ömür kadar! Bu sevda büyüdükçe büyür kendi sevdaları da. On yıl sonra bir gecekondu mahallesinde 20 kiloluk bedeniyle hayatın anlamını herkese bir kez daha sorgulatan Sevgi’nin, gözleri etkiler en çok insanları. Ölüm orucu direnişini sürdürdüğü ev dolup dolup taşar. Sürekli gülümseyen gözleriyle karşılar uğruna ölüme yattığı halkını. O herkesin “Sevgi Abla”sıdır. Umutsuzlara umut veren, yılgınları, yorgunları sarsan ve sorgulayan, emperyalizme 20 kiloluk bedeniyle meydan okuyan, bedeni küçüldükçe, direnişi büyüyen Sevgi. Eşi, 10 yıl önce, son mermisine kadar çatışırken, emperyalizmle; şimdi Sevgi, yine Temmuz’un en yakıcı günlerinde ,eriyen hücreleriyle, kaybolan dokuları ve duyularıyla; dökülen derileriyle ve 20 kiloluk bedeniyle doruğundadır kavganın. Üçüncü mevsimi yaşar açlıkta. Gözlerine bakan, 19 Aralık’ta yanıbaşında tutuşan Berrin ve Yasemin’i görür, gözlerine bakan, 25 yıllık devrimci bir hayatın her karesini görür... Devrim için, nasıl yaşanır ve nasıl ölü-

15

nü,r onu görür. O gözler, eriyen bedeninin aksine capcanlıdır. Eşinin ve yoldaşlarının resimleri başucunda durur hep. Onlarla neler konuştu günler geceler boyunca kimbilir. Onlara kavuşma özlemi gün geçtikçe artıyordu yüreğinde, adına “hasret” dediğimiz. 12 Temmuz’a kilitlenmişti. 12 temmuz’da varacaktı, varılacak yere. Bütün yüreğiyle istiyordu bunu. 14 Temmuz günü, son nefesini verdi yoldaşlarının kucağında. Artık kavuşmuştu sevdiklerine, sevdalısına. Düğün alayı kuruldu, Karacaahmet’e doğru yol aldı. Artık iki sevdalı buluşacaktı. İncecik kalmış bedeniyle omuzlarında yol alıyordu yoldaşlarının. İbrahim Erdoğan’ın yattığı toprağa. İki sevdalı kavuşmuştu artık. Aynı toprak uğruna can verip, aynı toprağa düşmenin güzelliğinde. Bir yürek olabilmenin ve bir ömür boyu sevebilmenin berraklığında, duruluğunda...✔


fliir

Aflks›z ve paramparçayd› yaflam bir inanc›n yüceli¤inde buldum seni bir kavgan›n güzelli¤inde sevdim. bitmedi daha sürüyor o kavga ve sürecek yeryüzü aflk›n yüzü oluncaya dek!

bin kez budad›lar körpe dallar›m›z› bin kez k›rd›lar. yine çiçekteyiz iflte yine meyvedeyiz bin kez korkuya bo¤dular zaman› bin kez ölümlediler yine do¤umday›z iflte, yine sevinçteyiz. bitmedi daha sürüyor o kavga ve sürecek yeryüzü aflk›n yüzü oluncaya dek!

Aflk demiflti yaflam›n bütün ustalar› aflk ile sevmek bir güzelli¤i ve dövüflebilmek o güzellik u¤runa. iflte yüzünde badem çiçekleri saçlar›nda gülen toprak ve ilkbahar. senmisin seni sevdi¤im o kavga, sen o kavgan›n güzelli¤imisin yoksa...

Geçti¤imiz o ilk nehirlerden beri suyun ayaklar› olmufltur ayaklar›m›z ellerimiz,tafl›n ve topra¤›n elleri. ya¤mura susam›fl sabahlarda ço¤al›rd›k törenlerle dikilirdik burçlar›n›za. türküler söylerdik hep ayn› telden ayn› sesten,ayn› yürekten

Bir inanc›n yüceli¤inde buldum seni bir kavgan›n güzelli¤inde sevdim. 16


adnan

da¤lara biz verirdik morlu¤unu, henüz böyle ya¤malanmam›flt› gençli¤imiz... Ne gün bat›fl› ölümlerin üzüncüne ne tan at›fl› do¤umlar›n sevincine ey bir elinde mezarc›lar yaratan, bir elinde ebeler koflturan do¤a bu sesleniflimiz yaln›zca sana yaflamas›na yafl›yoruz ya güzelli¤ini bitmedi daha sürüyor o kavga ve sürecek yeryüzü aflk›n yüzü oluncaya dek!

yücel

leylaklarda güler. bugünlerden geriye, bir yar›na gidenler kal›r bir de yar›nlar için direnenler... fiiirler do¤acak k›vamda yine duygular yeniden ya¤acak k›vamda. ve yürek, imgelerin en ulafl›lmaz doru¤unda. ey herfley bitti diyenler korkunun sofras›nda y›lg›nl›k yiyenler. ne k›rlarda direnen çiçekler ne kentlerde devleflen öfkeler henüz elveda demediler. bitmedi daha sürüyor o kavga ve sürecek yeryüzü aflk›n yüzü oluncaya dek!

Saraylar saltanatlar çöker kan susar birgün zulüm biter. menekflelerde aç›l›r üstümüzde 17


sinema ibrahim

köro¤lu

giderken, kimleri götürür insan yan›nda merika’nın “isyankar” yönetmeni Spike Lee, “25. Saat”le ilk kez beyazların dünyasına yöneliyor. Bugüne dek, hep siyahları anlatan, Amerika’daki ırk ayrımcılığını işleyen; hatta, kimilerince siyahların ırkçılığını yapmakla eleştirilen yönetmen, bu kez, beyaz bir uyuşturucu satıcısını, arka plandaki yoğun politik göndermeleriyle anlatıyor. Uyuşturu satmaktan dolayı, yedi yıl hapis cezası alan Monty’nin, dışardaki son 24 saatidir. Hapse girmeden önce, son hesaplaşmalarını yapar. Tabi ki, tüm hesaplaşmalar gibi, tercihlerini de gözden geçirir. Babası, sevgilisi ve iki arkadaşı. Son saatlerini bu insanlarla geçirir. Tartışır, hesaplaşır. Artık, geriye dönüş yoktur ama gideceği o cehennemi Amerikan hapishanesinden sağ çıkacağına da ihtimal vermemektedir. Bir yandan, kendisini ihbar eden kişinin sevgilisi olabileceği fikri beynini kemirir. Diğer yandan, yönetmenin deyimiyle, Monty’nin yaptığı işin yasal halini yapan borsacıbrooker arkadaşı Slaughtery’nin hesaplaşmaları... Film, bu hat üzerinde ilerlerken, genel bir kasvet çizer. Bu kasvet, 11 Eylül’ün, New Yorklular üzerinde yarattığı kasvettir. O güne dek, dokunulmaz oldukları bilinciyle, kendilerini güvende hisseden tüm Amerikalılar gibi, New Yorklular da, 11 Eylül’den sonra, “terör” tehdidi, yabancı korkusu-düşmanlığıyla başbaşa kalır. Amerikancı anlayış, kendisinden olmayana yoğun bir nefret duyarken, aslında

A

kendi gölgesinden korkmaktadır. Gözlerinin önündeki kulelerin enkazı, enkazdan çıkarılan ölüler. En önemlisi, kaybolan güvenlik hissi. İkiz kuleler ya da, Amerika’nın resmi adı, Dünya Ticaret Merkezi (WTC) yıkılınca, Amerikalılar’ın güvenlik duygusu da yıkılır. Amerika, resmi poitikasıyla saldırganlığını sürdürürken; içte, halkın yaşadığı hezeyan. Hatırlarsak, ne kadar az insan sordu, “Neden bizden bu kadar nefret ediyorlar?” sorusunu. “25. Saat”, Monty’nin son 24 saatinde bize, bunu anlatıyor. Tek tek karakterlerin hesaplaşmalarıyla, geçmişleriyle, yaşadıklarıyla. İkiz kulelere bakan evin penceresi

18

önünde, Jacob ve Slaughtery’nin diyalogları bize bu duyguyu fazlasıya hissettiriyor. Spike Lee’nin önceki filmlerinin aksine, dingin bir anlatımla yürüyen film, gene en vurucu anında patlatıyor şiddetini. Arkadaşından kendisini dövmesini istiyor, Monty. Çünkü o güzel yüzüyle, hapishanede tacize, tecavüze uğrayacaktır. Bu yüzden, yüzünü dağıtmasını istiyor arkadaşından. Görünürde bunun için yapılan istek, tüm filmle birleştiğinde, alt metninde başka şeyler aramaya yöneltiyor bizi. Tüm o hesaplaşmalarla kendini cezalandırıyor Monty. Duyduğu korku, kendine olan tepkisi her şey


var bu isteğin içinde. Bu isteğini yerine getiremeyen arkadaşına söyledikleri ve onun öfkesini kabartması ne kadar planlıysa, bunu istemesi de o kadar planlı Monty’nin. Başkan Bush, 11 Eylül’ün hemen ardından “ulus”a yaptığı konuşmada, Amerikalılar’ın içlerinin rahat olmasını istemişti. Çünkü düşmanlarının asıl saldırdığı Amerikan yaşam tarzıydı ve Amerikalılar’ın yaşam tarzlarına asla zarar veremeyeceklerini söylüyordu. Oysa, Amerikalılar yarayı derinden almıştı. Monty’nin ayna karşısında dakikalarca ettiği küfürler bunun bir göstergesi değil mi? Böylesi bir sahneyi yazana ve çekene teşekkür etmekten başka ne yapılabilir ki? Herkese küfrediyor Monty. Koreli manavlara; çünkü onlar evinden çıktığında, o aptal meyveleri gülümseyerek gözüne sokuyorlar. Pakistanlı taksi şoförlerine; o ceberrut suratları için. Siyahlara; basketboldan başka bir şey bilmedikleri için ve sürekli kazandıkları için. İşin kötüsü kaybetmeye tahammülleri de yoktur. El Kaide’ye, Beyaz Saray’a ve en sonunda, kendine. Beş para etmediği için. Filmin finalindeki etkileyiciliğe de dikkat çekmeden edmeyeceğiz. Babası tarafından hapishaneye götürülen Monty ve babasının konuşması, filmin başlı başına ördüğü şiirselliği üst düzeye çıkarıyor. Babasının anlatımlarının üzerine, Monty’nin hapishaneye gitmeyip kaçtığını, yeni bir kimlik,

yeni bir hayat kurduğunu, sevgilisi Naturelle’i yanına alıp yeni bir hayat kurduklarını görürüz. Tüm fimlerin kötü adamı, anti-kahramanı Monty’nin bir kahramana dönüştüğü ve seyircinin içinin ferahladığı bu sahne, ön koltukta uyuyan Monty’nin görüntüsüyle sonlanıyor. Hapishaneye adım adım yaklaşıyor Monty, kaçınılmaz sonuna. Film boyunca düşündüğü hiçbir hareketi yapmamıştır. Kafasına kurşun sıkmamıştır, kaçmamıştır. Hep korktuğu sona yaklaşmaktadır. Kafasında, sevdiklerini, anılarını götürür hapishaneye. Yeni anıları ekleyecektir anılarına. Yeni yolculuklarda, yeni şeyler taşıyacaktır, gittiği yere. Hep, güzel şeyler kala-

19

caktır aklında. Hep, güzel şeyleri taşıyacaktır gittiği yerlere. Hayatı, bir bataklığa saplansa bile. Ya ezilecek, ya tecavüze uğrayacaktır. Belki de o cehennemden sağ çıkamayacaktır. Bunu bilemeyeceğiz ama aklındaki şeyleri okuyacağız. Çünkü o rüyanın içinde gizlidir, Monty’nin hayatı. Tertemiz yaşama tercihini kullanmamanın, hayal kırıklığı. Hiç o işlere bulaşmama özlemi. İnsan gittiği yerlere kimleri götürür ki? Tabi ki, en sevdiklerini. Tüm filmleri, özünde politik bir yan taşımasına rağmen, kendi sözünü söylemekten kaçınan Spike Lee, bunu daha belirgin bir şekilde bu filmde yapıyor. Soruları soruyor, sorunları gösteriyor ve bizi bunlarla başbaşa bırakıyor. “Alın çözebiliyorsanız siz çözün.” diyor. Şimdilerde, en politik filmlerde bile, yönetmenlerin fikrini söyememesi moda. İçinde eleştirebileceğimiz noktaları taşımasına rağmen. Spike Lee, hayat içindeki tavrıyla birleştirerek söylüyor sözünü. Ve bu yüzden de fimlerinde o yoğun politik atmosferi yaratıyor. Bu yanıyla, benzerlerinden ayrılıyor. Son bir söz de, filmin etkileyiciğine çok önemli bir katkıda bulunan Terence Blanchard’a. Filmin müzikleri, filmin atmosferini oluşturmada, alttan alta, kendini göstermeden, layıkıyla bir görev yapıyor. Yer yer giren Cheb Maminin vokalleri, filmin şiirselliğiyle birebir örtüşüyor diyebiliriz. Blanchard, birçok filmde karşımıza çıkan ve şov yapan müziklere uzak ara fark atan bir tavra sahip ve yönetmenin duygularını gayet iyi dile getiriyor.✔


an› fosem

diyarbak›r kendi filmini çekti iyarbakır Büyük Şehir Belediyesi tarafından, bu yıl üçüncüsü yapılan kültür-sanat festivalinin bünyesinde, bu yıl, bir sinema atelyesi de vardı. Bu yıl ilk kez yapılan atelye çalışmasının içinde, Hüseyin Kuzu, Ahmet Soner, Celal Çimen ve Perihan Taş gibi isimlerin yanısıra; bu yıl, biz de proje danışmanı olarak davetliydik. Hüseyin Karabey, Kazım Öz ve Ahmet Soner’in de, öğrencilerin eğitim sonunda çekecekleri filmin proje danışmanlığını üstlendiği atelyenin ana başlığı, surlar, sureler ve suretlerdi. Diyarbakır’a gitmeden önce atelye çalışmasını yürütecek arkadaşlar la, çeşitli toplantılar yapsakta, gitmeden önce, kafamızda çeşitli sorular olduğunu da. Sonuçta bu bizim için de birlikti. İşin diğer kısmı da, çalışmalarımızdan dolayı, 15 gün sonra dahil olduğumuz çalışmaya, hemen çekim aşamasıyla başlayacaktık. Bu da, öğrencilerle bizim aramızdaki uyuma, işin sağlıklı yürümesine olumsuz yansıyabilirdi. Bu sorularla, 14 Mayıs’ta, Diyarbakır’a doğru yola çıktık. Diyarbakır’a indiğimizde, bizi ilk bekleyen şey, bir toplantıydı. Atelye eğitmenlerinin, genel bir değerlendirme yaptığı toplantıya, ayağımızın tozuyla katılıyoruz. Öyküler oluşmuş, dağıtımları yapılmış. Bizim ekibimize de, yoksullukla ilgili bir öykü düşmüş. Ancak, öykü daha tretman aşamasında ve üç gün sonra başlayacak çekimimize kadar, senaryo haline getirmemiz, çekim senaryosunu yazmamız gerekiyor. Yani, yoğun bir süreç bizi bekliyor. Hemen o gece senaryo üzerinde çalışmaya başlanıyor. Sabah, öğrencilerle tanışacağız. Sabah erken bir saatte kalkıp, atelye çalışmalarının yapıldığı Dicle-Fırat Kültür Sanat Merkezi’ne doğru yola çıkıyo-

D

ruz. Kaldığımız otele 15 dakikalık mesafe kültür merkezi. Yürüyerek gidiyoruz ve Diyarbakır’ın o dar, taş döşeli caddeleri. Çocuklar, sabahın erken vaktinde sokakta oynamaya başlamış. Onlar için öğlen olmuş bile. Sabahın yedisinde, ellerine ekmekleriyle, sokaklarda çocuklar. Kahvaltılarını da, oyun oynarken yapıyorlar. Dicle-Fırat Kültür Merkezi, anlatldığı kadar güzel bir mekan. Tarihi bir bina. Avlusu, eski usül taş döşeme. Herkes avluda toplanıp çaylarını içmeye başlamış. Kimi masalarda, poğaçalı kahvaltılar yapılıyor. Bizim çalışacağımız grupla tanışıyoruz. İlk tanışma sıcak ama biraz buruk. Çünkü gecikme onları biraz kırmış. “Herkes hocalarıyla çalışmaya başladı, biz böyle öksüz gibi kaldık.” diyor Abdullah. Batman’dan gelmiş bu atelye için. Telafi edeceğimizi anlatıyorum. Ne diyebiliriz ki. Büyük şehirlerdeki atelyelerde, çalışmalar hafta sonları yapılır ve uzun sürelidir ama burada, bir ay, içinde tüm dersleri görüyor öğrenciler. Senaryo, görüntü, ışık, kurgu... Sabah sekizde geliyorlar ve geceye dek, istekle kalıyorlar. Şevkleri takdir edilesi. Aynı gün, senaryoya şekil vermeye başlıyoruz. Hikayemiz bir aile üzerine. Köyü yakılmış ve Diyarbakır’a göçmüş

20

bir aile. İş yok, çalışamıyorlar ve evlerinden de atılıp surların dibinde yaşamaya başlıyorlar. Senaryoyu çekim aşamasına kadar tamamlıyoruz. Hikayeye surlarla ilgili bir masal da ekliyoruz. Çekim senaryosu üzerinde çalışırken, diyaloglar, bir başka arkadaşımız tarafından Kürtçe’ye çevriliyor. Hikayenin ruhuna uygun bir dilde, Kürtçe çekiyoruz öykümüzü. Asıl deneyim şimdi başlıyor. Senaryo üzerinde çalışırken, oyuncularımızın kim olacağı üzerinde de çalışıyoruz. Devlet ve Belediye Tiyartoları’ndan da oyuncularla çalışma şansımız var fakat, bizim; istediğimiz, tamamen amatörlerle bir film çekmek. Sette de böyle olacak. Elimizde


çeşitli olanaklar olmasına rağmen, bunları en asgari şekilde kullanmaya çalışıyoruz. Çünkü, bu festival için gelmiş malzemeler geri gidecek ve bu insanlar, burada kalacak. Onlar, bu aletler olmadan da film çekilebileceğine inanmalı. Her ne kadar, akılları, ışıklarda, dollyde, şaryoda kalsa da, bizim minimum olanaklarla çekim yapacağımızı anlatıyoruz. Bu, onlar için yapılmış bir tasarruf. Oyuncu seçiminde ihtiyacımız olanlar, bir çocuk, anne, baba ve dede. Çocuk hazır. Ekipteki Fırat, ilkokul öğretmeni; bir öğrencisini getiriyor. Ruken, dokuz yaşında. Çok sevimli biri. Bu sevimliliği, çekim boyunca sürüyor. Rahatlığı ve doğallıyla bizi hayran bırakıyor kendisine. Anne rolü için gelenlerde eksik bir şeyler var. Role en uygun için harekete geçiliyor. Genel koordinatörlük görevini üstlenen Celal Çimen, gerekli izinleri alıyor. Dicle-Fırat’ın çay ocağında çalışan Medine, filmimizdeki anneyi canlandıracak. Dicle-Fırat’tan yerine bakacak birini bulma sözüyle izin alıyoruz. Tabi, yoğunluk içinde bu sözümüzü unutuyoruz. Çekim yapacağımız ev meselesinde, ekibimizin bulduğu bir ev vardı ama bu ev, bize fazla iyi gözüktüğü için, yeni bir ev arıyoruz. Çekimlerin bir kısmını yapacağımız Ben u Sen burcunun yakınlarında yoksul evler arıyoruz. Bu problem de çözülüyor. Örgütlü bir çalışmayla çözülüyor işlerimiz. Evlerle birlikte, sahipleri de geliyor. Onları da oynatmaya karar veriyoruz. Geriye dede kalıyor. Elimizdeki seçenekler oldukça fazla ama biz gene rahat durmuyoruz ve 80 kilometrelik mesafeden, Lice’den bir dede buluyoruz. Newroz Dede. Gerçek ismi

Abdullah ama artık buralarda Newroz Dede diye anılıyor. Çünkü, Newroz’da ki zafer işaretli fotoğrafları, takvimlerde, dergilerde sıkça yayınlanan biri. Bildiğimiz bir yüz. Ferhat, dağlarda koyun otlatırken bulup getiriyor dedeyi. Ferhat, ekibin en genci. Geldiğinde, yanakları hala kıpkırmızı. Koşarak gidip, gelmiş gibi. Dede ise sadece ekibin değil, tüm kültür merkezinin ilgi odağı. İnsanın gördükçe sarılası geliyor. Öyle temiz bir yüz. Türkçe’yi askerde, 50 yıl önce öğrenmiş ve muhtemelen ondan sonra da çok az konuşmuş. Tercüman aracılığıyla konuşuyoruz dedeyle. Abdurrahman ise, çekim yaptığımız evin sahibi. Dokuz çocuğu var. Köyü yakılıp gelmiş Diyarbakır’a. Yoksuluğu kadar mert biri. Eli açık. Elinden ne gelse yapıyor. Tüm aile öyle. Gerçi, tüm Diyarbakır, çekimler sırasında, tanıyanıyla, tanımayanıyla her şeyi yapıyor. Pazarlarda, esnaflar, satış yapamayacaklarını bilmelerine rağmen, çekime ellerinden gelen yardımı yapıyor, yolu kesiyor; hatta, çekimler sırasında rol bile kesiyorlar. Abdurrahman’ın evinde, yabancı heyetlerle çekilmiş fotoğraflar var. Soruyoruz. Köyünün yakılması ile ilgili, AİHM’de süren davası varmış. Bu heyetler de, onunla görüşmek için gelmiş. Bu yüzden, çok tehdit almış. Hatta, Türkiye’ye geldiğinde, Noam Chomsky de gelmiş evine ama onun fotoğrafı yok. “Gene gelecek.” diyor. Çekimlerimiz bize özgü bahtsızlıklarla sürüyor. İlk çekim günümüz, havanın bozmasından dolayı, yarım kalıyor. Doğal olarak, çekimlerimiz bir gün uzu-

21

yor. Bu bize yabancı değil. Bu, çekimler boyunca kabusumuz oluyor. Fırtınalar, yağmur, birden açan güneş... Artık, aramızda espri konusu bu. Bir sorunumuz da, çocuklar. Bir sokakta, çekim yapacağımız sırada biriken çocukların haddi hesabı yok. Engellemek mümkün değil. Uzun süre tamamlayamıyoruz çekimlerimizi. Hatta, setin ortasına torpiller atılıyor. Sete biraz aksiyon katmak istiyor çocuklar. Başka bir sokağa geçiyoruz. Issız sokak birden şenleniyor. Çocuklar, köşelerden, evlerden akıyor sokağa. Çok kısa bir işimiz var, hemen tamamlayıp kaçıyoruz oradan. Arkamızda, bizi yabancı zanneden çocukların bize “hello” diye seslenişleri de cabası. Biz çekimlerimizi yaparken, diğer ekipler de çekimlerine devam ediyor. Bitirenler de var. Daha önce başlayan Çek Çek belgeseli, kurguya giriyor. Hüseyin Karabey de çektiği projeyi bitirip dönüyor. Kurgu aşamasında, öğrenciler bu yoğunluğa giriyor. Bazıları da diğer setlere gözlemci olarak katılıyor. Kazım Öz’ün grubu ve bizim grubumuz çalışmaya devam ederken, yemek arası vermek için kültür merkezine dönüyoruz. Yoğunluk, kalabalık, kameralarıyla girip çıkanlar, masalarda çekim planları yapanlar. Üreten ve üretmeyi özendiren bir hava var. Fırtınalı bir çekim gününden sonra, alelacele dönüyoruz. Ben de, Hüseyin gibi kurguya kalamıyorum. Döndükten sonra da haberleşiyoruz arkadaşlarla. Kurguyu bitirmişler. Gala da yine yağmur yağıyor ve kapalı bir mekana alınıyor gala. Aksilikleri yenerek üretmek bizim kaderimiz. Galanın güzel geçtiğini öğreniyoruz, arkadaşlardan. Biriktirdiklerimiz sadece filmler değil, Kürt halkının tertemiz dostluğudur.✔


y›ldönümü nesrin

taflç›

Yüzleri Halka Dönük Ayd›nlar›m›z: R›fat Ilgaz, Aziz Nesin 911 yılında Kastamonu'nun Cide ilçesinde doğar Rıfat Ilgaz. "Cide, doğduğum eşsiz, benzersiz memleket... Ne iyi etmiş de anam beni bu cana yakın memlekette doğurmuş. Her şeyimi yitirdiğim günlerde Cide'nin belleğimin duvarlarına yansıyan görünümüyle dirilir, yaşama gücümü tazelerdim." dediği Cide, onun halkı, yoksul köylüyü gördüğü ve doğa toplum ilişkilerini yeşerttiği yerdir. İleride toplumcu gerçekçi bir sanatçı olmasının tohumları burada atılır. Sanatçı kişiliği burada şekillenir. Tanındıktan sonra halkını unutan, halkının sıkıntılarına, çektiği zulümlere, açlığa, yoksulluğa gözlerini kapayan sanatçılara benzemez. İstanbul'un klüplerinde, barlarında, işleyecek konu arayan sanatçılara karşı O, Cide'yi baskılardan, hapisliklerden yasaklardan kaçış yeri olarak görmemiş, aksine bunlarla mücadelede daha güçlü olabilmek için bir uğrak yer olarak ifade etmiştir. Küçük yaşlarda şiir yazmaya başlayan Rıfat Ilgaz'ın sanata ve edebiyata olan ilgisi evlerine gelen gazete, dergi ve Gayret Kitabevi'nden kiraladığı, çok para vermek zorunda kalmamak için biran evvel okuyup bitirmesi gereken kitaplarla artar. 16 yaşında yazdığı ilk şiiri de Kastamonu'da yayınlanan Nazikter dergisinde yayınlanır.(27 Temmuz 1927) Bunu ardından Rıfat Ilgaz'ın şiirleri Kastamonu'da çeşitli dergilerde ve gazetelerde de yayınlanmaya başlar. (Açıkgöz, Güzel İnebolu, Güzel Tosya...) 1936 yılında Gazi Üniversitesi'nde Terbiye Türkçe bölümüne geçer. Böylece hem sanatçı çevresi genişler, hem de dönemin ünlü dergileri olan Varlık ve Çığır'da şiirleri yayınlanmaya baş-

1

lar. Bu süreç aynı zamanda Rıfat Ilgaz’ın kendini tanıma sürecidir. Okulun son sınıfında tüberküloza yakalanır. 1938'de Yakacık Sanatoryumu'nda tedavi görmeye başlar. Bundan sonra da hastalığı nedeniyle sık sık sanatoryuma gitmek zorunda kalır. İleride burada yaşadıklarını, gözlemlerini konu alan eserler verir; arkası gelmeyen bürokratik işlemleri, doktor ve hastalar arasında dönen rüşvet olaylarını, hastalardan daha fazla para koparmanın peşinde koşan doktorları anlatır mizahi bir dille. Daha sonra İstanbul Karagümrük Ortaokulu'na gönderilir. Çevresinde yoksul halk vardır yine. Zar zor geçinen halk. Öğrencileri ise bu halkın kalem, kitap, üstbaş alamayan, beslenemeyen çocuklarıdır. Kendi yaşamının sıkıntılarıyla birlikte çevresindeki tüm bu sorunları yaşayan Rıfat Ilgaz artık bunları sanatından uzak tutamaz. 1940'lara gelip şöyle bir baktığında: "... Bunları ne zaman derlemeye kalksam onlarda bir yapmacık taraf, bir bizden olmayan ve bizi ifade etmeyen tarafın mevcut olduğunu hissediyorum. Bu şiirle daha çok aylak sınıfın, geçim

22

derdinden azade insanların hoşuna gidiyordu..." der. "Rusçuk Köftecisi’nde karşılaştığım dar gelirli kenar mahalleliler şiirlerimin, hem konusu, hem özü, hem biçimi oluyordu ister istemez." diyordu yeni bakışını, biçimini anlatırken. Bunun ilk örnekleri de dökülmeye başlar Rıfat Ilgaz'ın kaleminden. “Yarenlik” adlı kitabı bu dönemin eserlerindendir. Günümüzü gün etmek için Şöyle bir demlenelim deriz Dert olur meyhanecinin kazanç vergisi Garson Nuri'nin nüfustaki işi. Tatlı tarafından açmak isteriz Söz döne dolaşır İşten el çektirilmesine dayanır Dokuz nüfuslu Gümrükçü'nün


lar. Altı ay hüküm giyer şiirlerinden dolayı. Bunu dizelerinde şöyle dile getirir: İnsanları bu kadar sevmeyi Bırakmazlar yanına Böyle çekersin cezanı Üç duvar bir kapı arasında Onlardan ayrı Böyle onlardan uzak.

1940'lı yıllar aynı zamanda Rıfat Ilgaz'ın sanat anlayışının, kesinleştiği bir dönemdir. O zamanki İlke Dergisi'nin başında bulunan eski hocası Ahmet Kutsi Tecer ona eski şiirlerinin daha başarılı olduğunu söyler. Ondaki gelişmeyi bir gerileme olarak nitelendirmesi ve Yürüyüş Dergisi'nde çıkan şiirlerini sert bir dille eleştirmesi üzerine, Ahmet Kutsi Tecer'e kendisinin yazdığı bir şiiri anımsatarak:"Siz de kendinizden bahsetmiyorsunuz ben de. Köyden, köylüden sözediyorsunuz. Ben de konuyu daha geniş tutarak, halktan, çalışandan, emekçiden söz ediyorum. Hatta sizin köylülerinizden de... Ne var ki ben köylü deyince köylüyü kandıranı, köylünün ürününü kapatanı, ona yüzde elliyle para vereni köylüden saymıyorum." der. Amacının şiiri tüm halkının kurtuluşu için görevlendirmek olduğunu, ulusçuluğu baskı aracı yapan, ırkçılıkla karıştıranların elinden kurtaracak olanlara saygılı olduğunu ve faşistçe davranışlara karşı bir sanatın gerektiğini belirtir. Ilgaz’ın 1944 yılında yayınlanan "Sınıf" adlı şiir kitabı sıkıyönetim kararıyla 25 gün sonra toplatılır. Bundan sonra iki buçuk ay kaçış dönemi baş-

İki buçuk aylık kaçıştaki yaşadıklarını "Karartma Geceleri" romanında anlatır. Rıfat Ilgaz için bu roman, 2. Dünya Savaşı'nın sürdüğü, Alman faşizminin yaşandığı ve Türkiye'nin de bu savaştan etkilendiği, Anadolu'daki halkın açlık ve yoksulluğunun arttığı, devrimci, demokrat, aydın, ilerici insanlar üzerindeki baskıların yoğunlaştığı bir dönemde bir devrimcinin yaşamından kesitler veren bir ana romanıdır. 1940'lar zorlu yıllardır tüm devrimci ve demokrat sanatçılar için. Çıkarılan dergiler kapatılır, kitaplar top-

23

latılır. Hapislikler, kovuşturmalar, sürgünler yaşanır. Düşünceler yok edilmeye çalışılır. Onlar ise eşit, özgür ve insanca bir yaşam için kalemlerini kullanmakta çekinmezler. Gerici, faşist yönetime karşı sosyalist dünya görüşünü savunurken birçok baskıyı, zorluğu göğüsleme yürekliliğini gösterirler. 25 Kasım 1946'da Aziz Nesin ve Sabahattin Ali ile birlikte Marko Paşa adlı mizah dergisini çıkarırlar. Sabahattin Ali'nin 1946'da katledilmesine rağmen Rıfat Ilgaz ve Aziz Nesin aynı yolda yürümeye devam ederler. İçeriği, muhalif çizgisi nedeniyle baskılara maruz kalırlar. Dergileri toplatılır. Bayiiler sindirilir, Marko Paşa'yı satmak istemezler. Ona rağmen şu satırlar yine Marko Paşa'dandır: "Gazete bayiilerinden hiçbiri rağbet etmedi. Bir kısmı dağıtmak üzere aldıkları halde sonradan vazgeçtiler. Bundan dolayı bayiilere darılmış değiliz. Şüphesiz onların kulaklarını bükenler var, kulak da bükerler,, kulak da çekerler, hatta koparırlar bile. Gazetemizi bayiiler dağıtmayınca bu gazetenin muharriri dört bin adet Makro Paşa'yı sırtlayıp İstanbul'a dağıtmıştır."( Makro Paşa-2 Aralık 1946) Makro Paşa mizah dergisinin yaşadığı zorluklar ve baskılar bununla da bitmez elbette. Marko Paşa kapatılır bu defa Malum Paşa ile yine çıkmaya devam eder. Malum Paşa kapatılır, bu defa da Merhum Paşa adıyla çıkar ve mizah tarihimizin köşe taşlarından biri olur Makro Paşa ve diğerleri. Rıfat Ilgaz, Aziz Nesin ve Sabahat-


tin Ali bu çabaları ve dergilerindeki düzene olan muhalif çizgilerinden dolayı tutuklanırlar. Hapishaneler, toplatmalar, birbiri ardına açılan davalar da bu sesi susturmaya yetmeyince Sabahattin Ali katledilir. O da devletin halka uyguladığı baskı sonucu katledilmiş, bu ses susturulmak istenmiştir. Aziz Nesin ve Rıfat Ilgaz daha sonraki yıllarda da muhalif çizgilerini sürdürür, kalemlerini satmazlar, sırtlarını halka dönmezler. 1947'de yazılarından dolayı Bursa'ya sürgün edilir Aziz Nesin. 1948’de çıkan Azizname adlı kitabı için 2. Ağır Ceza Mahkemesi'nde dava açılır ve dava 4 ay tutuklu olarak sürer. Bir yazısından dolayı 1949'da İngiltere Prensesi Elizabeth, İran Şahı Rıza Pehlevi, Mısır Kralı Faruk Ankara'daki elçilikleri aracılığıyla Türkiye Dışişleri Bakanlığı'na resmen başvurarak, bu yazısında kendilerini aşağıladığı iddiaasıyla Aziz Nesin’e dava açarlar.. Bu davada 6 ay hapse mahkum edilir. Aziz Nesin'e bakıp düzenin, bu ülkenin halktan yana aydınlarına baskısını zulmünü görmek mümkündür. Aziz Nesin toplumsal olayları mizahi bir dille ele alan sivri dili ile düzenin sahiplerini, yazdığı her dönem rahatsız eden ve bu yüzden de hedef gösterilen yazarlarımızdan biridir. Yani onlara göre “asılacak Adam’ dır. Yazarların yaptırım gücünün olmadığını ama kalemlerinin ve fikirlerinin olduğunu ve bunların da politikacıdan ve askerin silahından daha güçlü olduğunu söyler Aziz Nesin. Doğrudur da. Demirtaş Ceyhun buna “Asılacak AdamAziz Nesin” adlı kitabında şu cümlelerle değinmiştir: “Allah kimseyi mizahçısız bırakmasın.... İnsanlık, tarihi boyunca bu gerçeği kaç kez yaşamıştır kimbilir! ...İşler ne zaman sarpa sarmışsa bir ülkede, yöneticiler mizaha düşman olmuşlardır hemen. Mizaha yasaklar getirerek de sarpa sardıkları işleri düzeltememişlerdir kesinlikle... Örneğin Nasrettin Hoca ile başedebilecek bir güç, gerçekten var mıdır acaba yeryüzünde? Aziz Nesin de, bizce, demokrasimizin emniyet sübabı bir yeni Nasrettin Hoca’dır. CHP’nin tek partili iktidarı döneminde, paşalar diktatörlüğü sırasında Marko Paşa’nın tanıştırdığı bir yeni Nasrettin Hoca... Oysa ki bir savcı onu astırmak istiyor... Tam da şeriatçıların onu diri diri yakmak istedikleri şu günlerde... Kendisini diri diri yakmak isteyenlerin tahrik-

çisi suçlamasıyla....” Evet, 2 Temmuz 1993’te katledilen 37 dostunun hayatından sorumlu tutulmuştur Aziz Nesin. Onlara göre Sivas’ta çıkan olayların sebebi Aziz Nesin’e ait olan ‘Şeytan’dan Ayetler adlı kitaptır. DGM savcılarına göre olay bu kitabın yayınlanmasına duyulan öfkenin, kinin sonucu olarak Aziz Nesin’e karşı yapılmıştır. Suçlu Aziz Nesin’dir onlara göre. Çünkü Aziz Nesin bir çok demecinde dinsiz olduğunu söylemiştir. Çıkardığı bu kitapla ve Sivas’a gelmekle insanları kışkırtmıştır. Ayrıca yine DGM savcılarına göre saldırının laiklik ilkesinin ihlaligibi bir niteliği de yoktur. Laiklikle dinsizlik birbirine karışmamalıdır. Ankara 1 No’lu DGM Başsavcılığı’nca 26 Aralık 1994 tarihinde açıklanan nihai kararda aynen şunlar yazılıdır: "Aziz Nesin'in birçok basın-yayın organında kendisinin dini inanca mensup olmadığını ve dinsiz olduğunu belirtmiş olması, ayrıca laiklik ilkesinin de dinsizlik demek olmadığı; aksine, devlet işlerinden ayrı tutulmak şartıyla her inanca ve dine mensup kişilerin, kanun çerçevesinde inançlarını serbestçe icra etme ve inanan insanların inançlarını koruma ilkesi olan laiklikle, dinsiz olan Aziz Nesin'in birleştirilmesi ve bütünleştirilmesi mümkün değildir. Hal böyle olunca, Aziz Nesin'e yönelik eylemin laiklik ilkesine yönelik bir eylem olduğunu da kabul etmek mümkün değildir." Bugün ülkemizde mizah; düzenin baskıları ve dayatmalarıyla yozlaşmış, "belden aşağı" düşürülmeye çalışılmaktadır. Her ne kadar düzen, halkı yozlaştırmanın, ahlaki değerleri iğdiş etmenin bir aracı olarak mizahı da kullanıyor olsa da Anadolu halkının Bektaşi'den Nasrettin Hoca'ya, Kaygusuz Abdal'dan günümüze miras kalan muhalif mizahçılık geleneği de

24

hep oldu. İşte halkın yaşam koşullarını gören, sorunlarına duyarsız kalmayan, halka sırtını çevirmeyip düzenin tüm baskı ve dayatmalarına karşı halkın yanında yer alan ve bugün aramızda olmayan mizahçılarımız: Rıfat Ilgaz, Aziz Nesin, Sabahattin Ali.... Onların ölümünün ardından yıllar geçti. Halen hatırlanıyorlarsa, halen sevgiyle anılıyorlarsa bu onların ödedikleri bedellerin tohumlarıdır. Bu, tüm eksiklerine ve açmazlarına rağmen muhalif olmanın, aydın olmanın demokrat ve yurtsever olmanın sorumluluğunu yerine getirmeye çalışan aydının gücüdür. Baskılara karşı direnmeleri, zoru görünce dün söylediklerini inkar edenlere karşı inatla gerçeği haykırmaları onları kalıcı kılan temel öğelerdir. Rıfat Ilgaz, Aziz Nesin, kendini halkın içinde var eden, halkının içinde yaşamış, sanatını haksızlıklara, zulme karşı kullanmış aydınlarımız. Aynı dönemde yaşadıkları birçok kişi, sanatta ideolojiye yer verilmemesi gerektiğini savunurken, sanat için sanat derken onlar üretim konusunda sıkıntı çekmemiş, yüzünü halkına dönmüş, bu eşsiz kaynaktan hem yararlanmış hem de sanatını da yararlı hale getirmeyi bilmişlerdir. Ve onlar aydın olmayı başarmışlardır. ✔


ıcak deyince insanın aklına Tem­ muz geliverir hemen. Çok sıcaktır 'Temmuz, yakar kavurur ortalığı, nefes almakta zorluk çekersiniz. Top­ rak, hava, su sıcaktır. Güneş midir yal­ nızca Temmuz'u böylesi sıcak yapan, bilinmez. Ama sıcaktır Temmuz. Hem de "sapı kanlı demiri kör bir bıçak" gi­ bi.

S

Temmuz deyince sıcaklardan baş­ ka ne gelir aklınıza? Temmuzu sıcak yapan nedir güneşten öte? Temmuz deyince Turna gelir aklı­ ma. Karlı dağların ardına selam götü­ ren Turnalar. Saatlerce seyredilecek bir güzelliğe sahiptir. Ondandır ki sessizce uzaktan seyredercesine, ürkütmeden. Ya gi­ derse, ya bir daha gelmezse... Gitmes­ in istersiniz... Bir de ötüşü vardır. Der­ ler ki "Hazret-i Şah'ın avazı Turna derler bir kuştadır". Turna ötünce yü­ reğinizi yakar. Ötüşünde kimi zaman hasret vardır, kimi zaman yare iletil­ mesi gereken bir sevda haberi... Sonra ürkütmeseniz de, vakti gel­ diğinde istemeseniz de ansızın uçar gider... "Gitme Turnam vuracaklar, kanadını kıracakalar" demeyi düşün­ seniz de engel olur bir şeyler size, söyleyemezsiniz... Vurulacağım, ka­ nadının kırılacağım bilse de bir Tem­ muz sıcağında, ulaştırmak için sevda haberlerini, hasreti, umutları... Kanat vurur karlı dağlar ardına doğru... Sa­ dece dolu gözlerle izleyip sizin de ha­ berlerinizi götürmesini istersiniz. Temmuz deyince, sıcak deyince yalnız bunlar mı gelir insanın aklına?

25

Asım Bezirci

Yok m u d u r yüreklerimizi Temmuz sı­ cağı gibi yakan, öfkelendiren, kızdı­ ran, kine boğan? Benim aklıma bun­ lardan başka şeylerde gelir. Düşün­ dükçe yakan-kavuran... Susarsınız, bağıramazsınız, bağırmak, haykırmak istediğiniz halde. Yumruklarınızı bir taşı sıkıp suyunu çıkartırcasına sıktı­ ran, öfkenizin gözlerinizden bir ateş gibi fırlayacak hale getiren... Mutlaka


vardır. Sadece sıcaklığı değil kavuran be­ denimizi, Temmuz'un. Yüreğimiz, bundan tam on yıl önce, diri diri yakı­ lan bedenler için kavruluyor. Unuttu­ rulmaya çalışılsa da, evet bundan tam on yıl önce 2 Temmuz'da, hafızaları­ mızdan asla silinmeyecek o görüntü­ d ü r bunu yaşatan.... İrkildi bedenlerimiz, çakmak çak­ mak oldu gözlerimiz... Çünkü bu sı­ cak, sevdanın sıcaklığı değildi, bu sı­ cak coşkunun sıcaklığı değildi, bu sı­ cak zulmün, yozluğun sıcaklığıydı. Alevler içinde haykıran otuz yedi ay­ dınımız, devletin provokasyonuyla

yüzlerce yobazın, softanın saldırısına uğramıştı. Kapkara bir duman kapla­ mıştı Sivas 'ın üzerini Madımak'tı hedefi, pas tutmuş be­ yinlerin, otuz yedi aydındı hedefi, buz gibi yüreğe sahip bedenlerin... Hain, onlara yine pususunu kurmuş, savunmasız bir anda kanlı ellerini on­ ların üzerinde gezdirmişti. Koca bir ayın en sıcak günüdür 2 Temmuz bizim ülkemizde. Sıcak, sı­ cak olduğu kadar aydınlık, aydınlık olduğu kadar karanlıktır 2 Temmuz. Acı doludur, öfke doludur; tutuşan canlarla doludur. Yangınlarda tutsak canların tutuştuğu gündür; turnaların en acı öttüğü gündür. Sonra Sivas denince elinde sazı, di­ linde sözü ile zulme başkaldıran Pir Sultan gelir aklıma. "Bize itaat et, inançlarından soyun, bağışlayalım" diyenlere, "dönen dönsün ben dönmezem yolumdan" der, dar ağacına çekileceğini bile bile... Banaz'da Pir Sultan'ın en karanlık çağda soysuz Hızır Paşa'ya meydan okuyup, mazluma "münkire kılıç çal­ maya" çağıran sesi çağlardan yankıla­ nıp bugüne geldi. Bugün Pir Sultan'ın darağacına çekilmesinin üzerinden yüzyıllar geçti. O günden bu güne da­ ha niceleri darağacına çekildi. Ama hiçbiri nedamet getirmedi de diz kır­ madı münkirin önünde. Yüzyıllar sonra Pir Sultan'ın sesine kulak veren canlar vardı aynı yerde. Elinde sazı, yüreğinde inancı düş­ müşlerdi dost yoluna. Pir Sultan'ı unutmadıklarını, Hızır Paşalar olduk­ ça o sese kulak verdiklerini söylemek için dönmüşlerdi Sivas'a, Pir Sultan diyarına. Ne yapacaklarını şaşırdı soysuz efendiler. Oysa yakıp-yıkmış, yüzyıl­ lardır zulüm eylemişlerdi. Bugüne dek ışığı, aydınlığı kara örtüleriyle boğmaya çıkmışlar ama yine de başa çıkamıyorlardı. Aydınlık dağlara taş­ mıştı. Oysa nice yıllar onlardan geriye bir şeyler kalmasın diye, kimilerinin kitapları yıkıldı, kimilerinin sazı. Yak­ tılar da, bitti mi kitaplar, sazlar yine duvarlara asılmadı mı? Ancak kitapları, sazları yakmak tatmin etmedi onları. Asıl onları ya­ zan kalemleri, çalan parmaklan kır­ malıydılar. Kapalı kapılar ardında zulüm yine hain-korkak-sinsi pusulara yattı, boğ­ mak için aydınlık günleri. Ama bu

26

kez darağacı yetmez. "Ateşe verin ya­ lan, küllerini rüzgarda savrulduğunu görmek istiyoruz" dediler. "Güle yel değdi Güneş olunca Cana ten değdi Ateş olunca Oy beni beni karlar otağı Oy beni beni dertler otağı Bir bak şu göğe u m u t doludur Bulandı kana zulüm yoludur" Vurdu sazın teline Hasret, vurdu sazın teline Akarsu, vurdu Nesimi... Yüzyıllar önce Pir Sultan'ın "san tambura"smdan yükselen sese ses kattı­ lar... Onlar vurdukça sazın teline ateş yükseldi, yükseldikçe canlar semaha durdu yangınlar içinde. Ve hep birden "Açılın kapılar şaha gidelim" diye haykırdılar... Ve ateşe verildi aydınlık Gün yan­ dı, gece yandı, ışık yandı, kan yandı. Can yandı, tutuştu. Tutuştu da karanlıkları aydınlığa boğdu ışık. Küllerin savrulmasını bekleyen soysuz efendi­ ler ışığa kesilmiş dünyayı gördükçe kıvrandı durdu. Böyle olacağını kestirememişlerdi. Işık sönecek ve karanlık saraylarında huşu içinde uyuyacaklar. Karabasana kesilen rüyaları bitecekti. Turnalar yükseldi, Temmuz sıca­ ğında yangınlar ortasında Madı­ m a k t a . Turnalar acı acı öterek Banaz ellerine kanat vurdu Pir Sultan'ın ar­ dından. Temmuz sıcağında Turna katarı her geçtiğinde aklıma 2 Temmuz gelir, yangınlarda tutuşan canlar. O günden bugüne her Temmuz'da turna katan Madımak üzerinden Banaz'a kanat vurur.


kitap ayfer

özel

viran da¤lar KİTABIN ADI: Viran Dağlar YAZAR: Necati Cumalı YAYINEVİ: Cumhuriyet Kitapları SAYFA: 477 "Erken ya da geç, birgün öleceği değil, nasıl yaşayacağıdır önemli olan kişinin. Bu dünyadan, Zülfikar Bey gibi, dolu dolu yaşayıp göçenlerin şavkı, çakan bir yıldız gibi gözlerde kalır." (syf- 477) Makedonya'nın güneydoğusunda, Kastorya ile Noylan Gölleri arasında kalan, büyüklü küçüklü, yarım düzine köy ve çevresinin sahibi olan; 400 yıl boyunca Goriçka Beyleri olarak anılan ailenin son Goriçka Bey'i, Rıza Bey'in oğlu Zülfikar Bey'in yaşam öyküsüdür Viran Dağlar. Yazar, usta bir dille, Zülfikar Bey'in yaşam tarzından okullarına, çevresinde kurduğu dostluklara ve Makedonya Dağları'nda bir efsane haline gelmesine kadar ki zamanı anlatırken; Meşrutiyet Dönemi, Balkan Savaşları, I. Paylaşım Savaşı yıllarında Balkanlar’ın durumunu da gözler önüne serer. İşgal altındadır Makedonya toprakları. Fransızlar girdikleri Makedonya kentlerinde, eli kolu sağlam, başlarına dert açabilecek gördükleri her Türk'ü, her Bulgar'ı tutuklar; işkence uygulayarak sorguya çeker. Savaş yasalarına göre kurulan mahkemelerde üstünkörü bir yargılanma sonucu

suçlu saydıklarını kurşuna dizerler. Bu baskılar, Makedonya'da yaşayan Bulgar ve Osmanlı azınlığın tepkisini çeker ve kısa sürede, Makedonya dağları, Türk-Bulgar çeteleriyle dolar. "Dağlar dağlar / Viran dağlar

27

Ah yüzüm güler / Kalbim ağlar" "Makedonya'nın bir başka adı 'barut fıçısı'ydı o dönemde. Bu barut fıçısının bütün fitil uçları Selanik'e gelir; ateşleneceği yere bağlanırdı. Görünüşte bir Osmanlı il merkeziydi Selanik. Valisi, or-


du komutanı, mahkemeleri, kısacası Osmanlı devlet kuruluşunun büyük bir sancak merkezinde bulunması gerekli bütün yönetim organları vardı. Gerçekte ise, çoktandır gücünü yitirmiş, gölgeleşerek, sadece yazışma adresleri olarak kalmıştı bu organlar. Kentteki yabancı konsoloslukların her biri bağımsız bir vali gibi davranırdı..." (syf - 54) Ne kadar da benziyor günümüz Türkiye'sine değil mi? Emperyalizmden yediği fırçalarla, kuyruğunu kıstırıp sesini çıkartmayan uşak hükümetler ve MGK, halkın en ufak hak arama talebine aslan kesilirken; bağımlılık ilişkileri içinde bulunan, 1900'lü yılların Osmanlı Devleti'yle aşağı yukarı aynı konumdadır. Zülfikar Bey, Selanik İdadisi Rüştiyesi’nde okula gittiği yıllarda, Balkanlar'da yayılan ulusçuluk akımları, öğretmenleri, genç Osmanlı subaylarını, aydınları, kendi ulusal hakları ve kimlikleri doğrultusunda bilinçlendirip, birleştiren bir etken olmuştur. Tevfik Fikret, Namık Kemal, Ömer Seyfettin, Ziya Gökalp gibi dönemin pek çok aydınının öykü ve şiirlerini okur tartışır gençler. Zülfikar Bey'in, sosyalizmden etkilenmiş arkadaşları da vardır. Balkan Savaşı çıktığında, Zülfikar da katılır savaşa, vatan topraklarını savunmaktır düşüncesi... Yazar, savaşta ölüm-yaşam çelişkisini de çarpıcı bir şekilde anlatır. "Aralarından henüz kimleri seçeceği bilinmeyen ölümdü, yolları ucunda kendilerini bekleyen. Oysa, onların akıllarının ucuna getirmedikleri tek şey ölümdü, evlerinden ayrıldıkları günden beri. Tüfeğini omuza vurup çapraz fişekliklerini kuşanan bir kimsenin, ölümü hatırına getirmemesi garip olmaz mı? En azından, karşılarında kendileri gibi, eli tüfekli, göğüsleri çapraz fişekli gençlerin beklediklerini bile bile, ölüme gösterdikleri bu kayıtsızlık çelişki sayılmaz mı? Oysa yaşadıkları durumda, ölümü hiçe sa-

yan bu davranışlarıydı doğal olan. Ölümden ürkmeleri tuhaf olur, tutumları ile çelişkili düşerdi. Sanıldığı kadar önemsenecek bir olay değildi yaşamak! Yaşamak kadar, nasıl öleceği de önemliydi kişinin. Ezilerek, horlanarak silik bir ömrü uzatmaktansa, kişiliğinin bayrağını çekerek onurlu bir şekilde ölmeyi seçtikleri için, ölüm korkusunu yenmişlerdi. Şehit düşmek ya da gazi olarak geri dönebilmeydi kendilerine sunulan. İkisi de, çıktıkları yolculuğu göze almaya değerdi. Ölseler de, kalsalar da, onurlarının kurtulduğunu duyuyorlardı şimdiden..." ( syf - 212) Bir tarafta, savaşa giden gençler varsa, diğer tarafta, bu savaşların halk üzerindeki etkisi romanda çarpıcı bir şekilde anlatılır. "Balkan Savaşı üstüne yazılanlar ürkütücüdür. Kitaplara geçmeyişte, savaştan sağ çıkanların anlattıkları da inanılmaz gelir, savaş nedir görmeyen insanlara. İlk silahlar patladıktan sonra, akıllar durdu. Yaptığını, ettiğini bilmez ölçemez oldu silah seslerini duyanlar! Kan tutmuştu ordudakilerle birlikte sivilleri de. Çok kan döküldü cephelerde. Cephelerden daha çok, cephe gerisinde can aldı savaş. Büyük küçük, kadın erkek, çoluk çocuk, genç yaşlı demeden binlerce kişi süngülendi, ateşe verilen evlerinde öldü. (...) Çok gözyaşı döküldü, çok yoksulluk çekildi... (syf - 225) Makedonya, her dilden, her dinden insanın karıştığı bir bölgedir. Dilleri, Türkçe, Rumca, Bulgarca, Sırpça, Arnavutça, Çingenece; dinleri, islam, Ortodoks, Süryani, Musevi her ne olursa olsun iç içe yaşarlar; komşudurlar, yarendirler birbirlerine. Ne var ki, savaşların açtığı yaralar, ekilen düşmanlık tohumları kadar, dilden dile anlatılagelen komşuluk, dostluk örnekleriyle doludur bu topraklar. Öyle olaylar vardır ki, insanların birgün kin ve nefret duygularından kurtulabileceği umutları uyandırır yüreklerin-

28

de... "Manastırlılar, dinleri, dilleri ile hep birbirlerine karışıyordu bu hikayelerde. Manastırlı’nın, Sırp'ı, Bulgar'ı, Türk'ü, Rum'u, Arnavut'u olmaz diyordu. Nasıl aşverenin tadı, buğdayının yanısıra narından, cevizinden, kuş üzümünden, kestanesinden, tarçınından, daha ne katmışsan ondan gelirse, Manastır’ın tadı da öyle karışıklığından gelir! Makedonya'nın da; Makedonya, ne Sırp’ın malıdır, ne Bulgar ’ın. Ne, yalnız Rum'a kalır, ne yalnız Türk'e. Makedonya, Makedonyalı'nındır... Makedonyalı'nın çocuklarınındır, tümü birbirinin kardeşidir..." ( syf - 289) 1916 yılında, İstanbul'daki Türk-Alman Kuvvetleri Başkomutanlığı ile Ohri Bölgesi'ndeki çeteciler arasında, gizli bir haberleşme örgütü kurulur, Zülfikar da ilk gönüllüler arasındadır. Ne var ki, aranır duruma düşer. Artık, dağlardadır. Çekciler ’e katılır; Fransızlar, sürekli peşindedir. Zor koşullarla dolu günler, onu beklemektedir. Tutsak düşer Zülfikar. Halka ibret olsun diye, tüm Goriçka Bölgesi'nde kelepçeli gezdirilir. Ancak, tüm halk, onu desteklemektedir. Kaçar Zülfikar... Sonrasını okurlara bırakalım. Kitap altı bölümden oluşuyor. İlgiyle, zevkle okunacak, dönemin koşullarının ve Zülfikar Bey'in kişiliğinin, bölgede yarattığı etkinin, kahramanlığın romanı, Viran Dağlar. Ve daha pek çok kişilik ve çarpıcı ayrıntının... "Sonra, sonra bu acılar, avunmalar gerilerde kaldı, silindi. Görenler, görmeyenlere; duyanlar, duymayanlara anılarını öyle çok dile getirdiler, anlattılar ki; öldüğü, toprağa karıştığı unutuldu. Her dinleyen, Zülfikar Bey'in hala Makedonya'nın Viran Dağları'nda, ulu ağaçlı köylerinde gezdiği, yaşadığı sanısına kapıldı..." (syf - 477) Okumak isteyenlere tavsiye edebileceğimiz, sürükleyici dili ve sade anlatımı olan bir kitap, Viran Dağlar...✔


tavır

haber-yorum

BASINA VE KAMUOYUNA Bütün dünyanın gözleri önünde, bir halkın vatanı işgal edildi. Evlatları katledildi, esir edildi. Bütün dünyanın gözleri önünde, bir halkın ulusal onuru ayaklar altına alınıyor. Binlerce kilometre öteden gelen işgalciler, Irak topraklarında at koşturuyor. Bütün dünyanın gözleri... Ezilenlerin gözleri, aylardır süren işgali görüyor. Bizim gözlerimizde büyüyor öfke. Iraklı kardeşlerimizin esaretinin öfkesi. Amerika, gözlerimizin içine bakarak, bir halkın kaderini çiziyor. Amerika, gözlerimizin içine bakarak, yalanlar söylüyor. “Dünyayı ikna edebilmek için kitle imha silahı var dedik.” Böyle diyor Amerika. Kim inandı? Kim ikna oldu? Amerika saldırdı, bombaladı. Amerika katletti. Amerika Birleşik Devletleri, bir halkın dünyasını, Amerikalılar’a özgü şovlarla kararttı. Şimdi yeni ülkeler var sırada. İran, Suriye... Belki Kuzey Kore. Amerika, silahlanma bahanesiyle, insan beyninin üretebileceği en vahşi silahlarla halkları katlediyor. ABD Savunma Bakanı, “Küba’ya da sıra gelecek mi?” diye soranlara, “Şimdilik gerek yok.” diye cevap veriyor. Amerika, dünyayı hizaya sokmak için listeler düzenliyor. Biz kabul etmiyoruz. Dünya halkları kabul etmiyor. Amerika, Irak üzerindeki işgale son vermelidir. Dünya halklarının öfkesi gün gün büyüyor. Amerika’ya karşı duyulan, kökleri derinlerde, haklı; binlerce, milyonlarca cansız bedenin öfkesi büyüyor. Amerika, bir ülkenin damgalanacağı en aşağılık sıfatlarla anılıyor. O sese katılıyoruz. Bombalanan insanlarımızın adına da, sesimizi yanlarına koyarak haykırıyoruz. KATİL AMERİKA! Amerika’yı, dünya üzerindeki terörüne, Irak üzerindeki işgaline son vermeye çağırıyoruz! Amerika, Irak’tan derhal çekilmeli, Irak halkı kendi hür iradesiyle kendi iktidarını kurmalıdır. Bir çağrımız da, işbirlikçi AKP iktidarınadır. Amerika’yla yürütülen sömürge ilişkilerine son vermelidir. Ülkemizi, Amerika’nın uşağı bir ülke, halkımızı Amerikan sömürgesi bir halk haline getirme uğraşından vazgeçmelidir. Halkımızın başını, Amerika önünde, kimse eğemez. İŞGALE SON VERİN, ÜLKEMİZİ TERKEDİN! KATİL ABD, ORTADOĞUDAN DEFOL! IRAK’TA İŞGALE SON! GRUP YORUM.

Grup Yorum'un Konserleri Yasaklanmaya Devam Ediyor. Grup Yorum tarafından yapılan yazılı açıklamada, şu ifadeler yer aldı: "Yasaklanan konserlerimize yenileri ekleniyor. Yasaklı konserlerimizin sayısı kelimenin gerçek anlamıyla her geçen gün artıyor. Doğu'da gerçekleştirmek üzere hazırladığımız turne programı kapsamında beş ayrı şehrin valiliği’ne konser başvurularımız yapıldı. Yaptığımız başvurularda, daha önce hiç izin alamadığımız Tunceli'de konser yapma izni verilirken, Diyarbakır'da yapmak istediğimiz konserin, Diyarbakır Valiliği'nce yasaklandığını öğrendik. Yapmayı planladığımız turnenin büyük bir yara aldığını düşünürken Adıyaman konserinin de, yine Adıyaman Valiliği’nce yasaklandığını öğrendik. Bu konser programında sadece Tunceli ve Malatya konserlerinin yapılmasına izin verildi. Neye göre? Bunun cevabı yok!... Anadolu’nun pek çok yerinde konserler veriyoruz. Konserlerimiz, "herhangi bir taşkınlık" yaşanmadan sona eriyor. Böyle bir "taşkınlığın" yapıldığı, gereksiz gerginliğin yaratıldığı ve "kamu güvenliğinin tehlikeye atıldığı" tek bir konserimiz yoktur. En azından bunun sebebi hiçbir zaman biz ya da dinleyicilerimiz olmadık. Ama konserlerimiz "güvenliğin alınamayacağı" gerekçe gösterilerek yasaklanıyor. Gerçek sebep şu ki, türkülerimizin yaratacağı moral ve motivasyonun gücünden korkuyorlar. Bunu da açıkça dile getiremedikleri için bahane hazır; "kamu güvenliği!"... Yasaklar, türkülerimizin dilden dile, kulaktan kulağa yayılmasını engelleyemez!.... TÜRKÜLERİMİZ KAZANACAK!

TAYAD’LI AİLELER BASIN TOPLANTISI DÜZENLEDİ TAYAD'lı aileler, 24 Haziran"da, Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi'nde bir basın toplantısı düzenledi. "Çözün Tecriti Kaldırın" konulu basın toplantısına, aralarında sanatçılar, gazeteciler, yazarlar ve sendikacıların da bulunduğu 150 kişi katıldı. Açılış konuşmasını yapan TAYAD Genel Başkanı Tekin Tangün, “Çözün, tecriti kaldırın çağrımızı tüm aydınlara, sanatçılara,demokratik kitle örgütlerine yineliyoruz, bu konuda bütün önerilere açık olduğumuzu belirtiyoruz dedi. FOSEM’in sinevizyon gösterisinin ardından, Vedat Türkali (yazar), Nafiye Başaran (Barış Anneleri) , İsmail Karagöz (TUYAB), Ümit Efe (İHD), Abdülhalim Gümüş (GÖÇ-DER), Uğur Gündoğan (Sosyalist Demokrasi Partisi ), Ayşe Düzkan (gazeteci) söz aldı. Metin Uca ve Abdurrahman Dilipak'ın mesajları okundu. Konuşmalarda özetle, tecritin kalkması noktasında daha çok çaba sarf edilmesi gerektiği ifade edildi. Son olarak, Ahmet Kulaksız, tecrit kalkmalı. Bir şeyden çok eminim. Onun için ayakta durmakta zorlanmıyorum. Bizim çocuklarımız kazanacak!” dedi. Basın toplantısı, Nurettin Güleç ve Ercan Aydın'ın söylediği “Halkımızın Gelini” ve “Çav Bella” parçalarıyla sona erdi.✔

29


İDİL KÜLTÜR MERKEZİ AÇILDI! İdil Kültür Merkezi, İstiklal Caddesindeki yeni yerinde çalışmalarına başladı. 1 Haziran Pazar günü yapılan açılış töreniyle, faaliyetlerine yeni yerinde başlayan İdil Kültür Merkezi ’nin açılışına 300 ‘ü aşkın davetli katıldı.Uzun zamandır böyle bir beklenti içinde olan Grup Yorum, Özgürlük Türküsü dinleyicileri Tavır Dergisi okurları ve çalışanları açılış etkinliğinde halaylar çekerek hasret giderdiler. İdil Kültür Merkezi 100 kişilik sinema salonu ve kafeteryası ile yeni yerinde kültürel ve sanatsal etkinliklerini sürdürecek. Önümüzdeki günlerde Söyleşiler, müzik dinletileri, film gösterimleri, tiyatro oyunları, imza günleri gibi etkinliklerin yanısıra, Grup Yorum Korosu, sinema - tiyatro atelyesi, bağlama, gitar ve karikatür kursları ile çalışmalarına devam edecek. İdil Kültür Merkezi 8 Haziran pazar günü Kutsal EVCİMEN dinletisiyle ilk etkinliğini yaptı. 13 Haziran Cuma-21 Haziran Cumartesi günleri “ Yersiz Oyuncular “ tiyatro grubu, Anton Çehov’un eserinden uyarlanan “ Sevgili Doktor “ isimli oyunu sergiledi. 14 Haziran Cumartesi günü Vedat SAKMAN dinletisi yapıldı.✔

Renklerdan Korkan Devletin Paronayası BİA (İstanbul) - Mahir Günşiray'ın sahneleyeceği "Gavara" adlı oyununun dekoru olan sinekliğe, "sakıncalı olması" gerekçesiyle el konulmasını tiyatro oyuncuları "trajikomik" olarak niteleyerek, tüm sanatçıları ortak bir tepki göstermeye çağırdı. Hakkari'deki "Doğuya Sanat Köprüleri Festivali" kapsamında sahnelenecek oyunda yeralan, "yeşil, bordo, kırmızı, turuncu, sarı renklerin düzensiz sıralanmasından oluşan sineklik" savcılıkça el konulup incelenirken, oyuncular da ifade verdi. Günşıray, oyunu oynamaktan vazgeçerken; dosya, Van Devlet Güvenlik Mahkemesi'ne (DGM) gönderilecek.✔

nokta haber Grup Yorum 28 May›s 2003; Yıldız Üniversitesi Kapanış Şenliğinde, konser verdi. Davutpaşa Kampüsü’nde yapılan konsere, yaklaşık 2500 kişi katıldı.

31 May›s 2003, Malatya’da Temel Haklar ve Özgürlükler Derneği’nin düzenlediği konsere yaklaşık 1300 kişi katıldı.

1 Haziran 2003, Elazığ’da konser verdi. Temel Haklar ve Özgürlükler Derneği’nin düzenlediği konsere yaklaşık 1500 kişi katıldı.

5 Haziran 2003, ABD Konsolosluğu önünde, “Irakta İşgale Son” konulu basın açıklaması yaptı. Açıklamada ayrıca “Biz Varız” isimli şarkıyı söyledi.

7 Haziran 2003 Tuncelililer Derneği’nin, Dersim’de düzenlediği konserde, yaklaşık 4000 kişiye seslendi. Dersim’de Kapalı Spor Salonu’nda gerçekleşen konser aynı zamanda buradaki ilk konserleriydi. Konserden birgün sonra da, söyleşi ve imza günü yapıldı. Bu programa yaklaşık 100 kişi katıldı.

10 Haziran 2003 Burdur Gençlik Derneği’nin düzenlediği konserde, yaklaşık 650 kişiye seslendi. Konserden önce, Burdur Eğitim Sen’de düzenlenen imza gününe katıldı.

21 Haziran 2003; Gemlik Tunceliler Derneği’nin düzenlediği geceye katıldı.

22 Haziran 2003; TAYAD’lı ailelerin düzenlediği pikniğe katıldı. Yaklaşık 3000 kişinin katıldığı piknikte konser verdi.

3000 Kişi Yaz Pikniği’nde Buluştu! TAYAD'lı ailelerin düzenlediği piknikte yine gündemde 1000 güne yaklaşan direniş vardı. Sabahın erken saatlerinde topluca yapılan kahvaltının ardından, hazırlanan program öncesi TAYAD adına bir açılış konuşması yapıldı. "Çözün! Tecriti Kaldırın!" ana temasında başlatılan eylemliklere değinilen konuşmada herkesin duyarlı olması istendi. Daha sonra sırayla Ercan Aydın, Nurettin Güleç, Grup Liman ve Bağcılar Çocuk Korosu'nun sahne aldı. Yaşlısı, genci binlerce inanın acılarıyla beraber bir lokma ekmeğini de paylaşma fırsatı bulduğu piknikte Anadolu Temel Haklar ve Özgürlükler Derneği'nin tiyatro grubunun tecriti ve işkenceyi anlatan oyunlarını aileler yaşlı gözlerle izledi. Piknikte son olarak Grup Yorum sahne aldı. Grup Yorum'un marşlarına eşlik eden binlerce kişi halayları da yine omuz omuza çekti. ✔

30

Grup Özgürlük Türküsü 7 Haziran 2003; Bağcılar Karanfiler Kültür Merkezi’nin düzenlediği piknikte yaklaşık 450 kişiye seslendi

7 Haziran 2003; Ümraniye Temel Haklar ve Özgürlükler Derneği’nin açılış şenliğinde, yaklaşık 300 kişiye seslendi.

10 Haziran 2003; Liseli Gençlik Umuttur Dergisinin düzenlediği öykü, şiir ve karikatür yarışmasının ödül töreninde yaklaşık 250 kişiye seslendi.


İdil Kültür Merkezi Temmuz Ayı Programı 18 - 31 Temmuz Hafta İçi: 17:00-18:30-20:00 Hafta Sonu: 15:00-16:00-17:00 KUŞATMA Yönetmen: Hakan Alak Senaryo: Hakan Alak Görüntü Yönetmeni: Selahattin Savaş Müzik: Grup Yorum Oyuncular: Bülent Aydemir, İsmail Yıldız, Ece Eroğlu, Deniz Şen Süre: 30’

3 Temmuz Perşembe Saat:17:00 CEZMİ ERSÖZ (İmza Günü) 5 Temmuz Cumartesi Saat SENDİKACILAR, YENİ İŞ YASASINI TARTIŞIYOR 6 Temmuz Pazar Saat:19:00 ENGİN ARSLAN (Dİnleti) 12 Temmuz Cumartesi Saat:19:00 NURETTİN GÜLEÇ (Dinleti)

25 Temmuz Cuma Saat:20:00 PARDON Özel Gösterim Yönetmen : Vedat Özdemir Senaryo : Vedat Özdemir Müzik : Kayhan Demir Kurgu : Hakan Alak Oyuncular : Orhan Sever, Murat Canöz, Yusuf Demir Süre : 30’

Deniz, cezaevlerine düzenlenen 19-22 Aralık Operasyonu’nda, F Tipi cezaevine getirilmiştir. Aynı davada yargılandığı Umut’u, iki yıldır görmeyen Deniz, mahkemelere de çıkamamaktadır. Görüşüne gelen yeni avukatından, duruşmanın ertesi gün olduğunu öğrenir. O andan sonra Deniz’i, Umut’u ve mahkemeye giderken İstanbul’u görecek olmanın heyecanı sarar.

İsim benzerliği nedeniyle gözaltına alınan bir genç, aylarca kimliği konusunda polisleri ikna edemez. Yaşadıkları traji komik bir hal almaya başlamışken, mahkemeye çıkarılır ve serbest bırakılır. Ancak bu olay, gencin akıl sağlığında bazı sorunlar yaratır.

6 Temmuz Pazar Saat:14:00 GRUP YORUM (İmza Günü) 20 Temmuz Pazar Saat:19:00 YÜCEL ARZEN

13 Temmuz Pazar Saat:15:00-17:00 DİYARBAKIR SİNEMA ATELYESİ **KOÇBER Proje Danışmanı: Hakan Alak **SURETİN SUREM Proje Danışmanı: Hüseyin Karabey **SURLARIN İKİ YAKASI Proje Danışmanı: Kazım Öz **ÇEK ÇEK Proje danışmanı: Ahmet Soner

31





Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.