2003 18 agustos

Page 1



merhaba Merhaba; Ağustos ayına yine yasaklamalarla, baskılarla girdik. Ferhat Tunç’un, Doğubeyazıt’taki konserinde kullandığı sözler nedeniyle tutuklanmasının, şarkıcı Rojin ve Kürt komedyen Murat Batgi’ye de tutuklama kararı çıkarılmasının ardından Grup Yorum’un Marmaris, Datça, Milas, Fethiye konseri, ilgili kaymakamlıklar tarafından yasaklandı. Yasaklanma gerekçesi ise TMY’nın 8. Maddesi. Söz konusu madde, yürürlükten kaldırılmış, 19 Temmuz 2003 tarihinde Resmi Gazetede yayınlanmış olmasına rağmen, Fethiye Kaymakamlığı büyük bir hukuksuzluğa imza attı. Daha sonra ise yasaklanan konsere İdari Mahkeme kararı ile izin çıktı. Ne diyelim? “Burası Türkiye!..” AB Uyum Yasalarıyla demokratikleşmeden bahsedenler, yeri geldiğinde, o demokrasi maskesini yüzlerinden çıkarıyorlar. Maske bu! Gerektiğinde çıkarılabilir. Fazıl Say “sansür”e takıldı. Sivas’ta katledilen Metin Altıok’un anısına yaptığı oratoryo, Kültür Bakanlığı tarafından sansüre uğradı. Peki Fazıl Say’ın duruşu nasıldı? Hayatın, Fazıl Say’a dayattığı neydi? Tavır’ın sayfalarında buna da yer ayırdık. Küçücük bir çocuk, Mardin’de aralarında bürokratlarında bulunduğu kişilerin tecavüzüne uğradı. Yasaların emanet edildiği kişilerin... Adı “N” bu küçük kız çocuğunun, soyadı “Ç”. Adalet Bakanlığı’ndan adalet isterken, O’na bir kez de medya tecavüz etti. Etinden sonra ruhundan da para kazandılar. İki elini yumruk yapıp direniyor Bağdat. ABD askerlerinin tabutları, birer ikişer dönüyor ülkelerine. Haksız bir savaşa katılmanın bedelini ödüyorlar. Vatan toprakları kutsaldır. İşgalciler ise yenilmeye mahkumdur. Irak’ın yurtsever halkı bunun bilincinde. Kuşatıldıkları evde, Saddam’ın oğulları Uday ve Kusay, bu bilinçle savundular vatanlarını. Kuşatıldıkları ev , “vatan”dı. Aynı evde bulunan 14 yaşında bir çocuğun son mermisine kadar çatışması başka neyle açıklanabilir? Irak’ın halkının katline onay verenlerin başına torba geçirildi. Ulusal onur Amerikan postalları altında eziliyor. ABD işbirlikçiliğinin sonu budur. Hiroşima’dan Bağdat’a emperyalizmin katliamları sürüyor. Emperyalizme karşı direnenler kazanacak! 17 Ağustos... Onbinlerce insanımızın Marmara’da göçük altında kaldığı gün. Devletin enkaz altında kaldığı gün. Yıldönümlerinde, hayatını kaybedenleri anıyoruz. Bin gündür sürüyor direniş. Açlık bininci gününde. Bininci günde direnenler bin selam olsun! 19. Sayımızda buluşmak dileğiyle....

Dostlukla...

tavır

Ön Kapak Foto: Ali Öz


tavır Aylık Sanat Dergisi ISSN 1303-9113

3 bir konser ve bafl›m›za gelenler...

5 torban›n içi 7 dereyi görmeden... 9 ferhat tunçla tutuklulu¤u üzerine...

11 öykü 13 çürümüfl bir beynin itiraflar›

15 o’nu son kez... 16 birlikte seyredece¤iz... 17 fliir 18 yaflatmak için öldüler 19 sinema 21 maksat spor olsun 23 fliflko ve ufakl›k 24 ad›”n”, soyad›”ç” 25 sansür:5- faz›l:4... 27 ezen ve ezilen insand›

28 karikatür 29 haber yorum Sahibi: İdil Kültür Yayın Org. Rek. Film. Tic. Adına: Muharrem Cengiz Genel Yayın Yönetmeni: Gamze Mimaroğlu Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Ahu Zeynep Görgün Yazışma Adresi: İdilKültür Merkezi İstiklal Cad. Aznavur Psj. No: 212 Kat: 6 Beyoğlu/İstanbul Tel/Fax:(212) 245 00 70- 244 31 60 e-mail adresi: tavir@grupyorum.net Ankara: İdil Can Kültür Merkezi Fahri Korutürk Mah. 8. cad. No: 85-1 Mamak/Ankara Tel: (312) 370 11 98 Hesap No: (TL):1042- 30000 596147 Gamze Mimaroğlu İş Bankası Parmakkapı/İST. (EURO): 1042- 3010000 129062 Gamze Mimaroğlu İş Bankası Parmakkapı/İST. Ofset Hazırlık: TAVIR YAYINLARI Baskı: ASPAŞ Dağıtım: D-B-R


güncel grup

yorum

bir konser ve... “bafl›m›za gelenler” öyle bir dönüp bakıyoruz geriye. Kurulduğumuzdan bugüne kadar, 18 yıla sığan 18 albüm, iki kitap çıkarmışız. Yurtiçi ve yurtdışında sayısız konser vermişiz. Anadolu'da, tüm çabalarımıza rağmen, konserlerimizin her defasında engellendiği yerleri saymazsak, neredeyse gitmedik yer bırakmamışız. Diğer yandan, kasetlerimiz, kitaplarımız toplatılmış, sayısız konserimiz yasaklanmış. Bir çok konserimizin ardından, hakkımızda soruşturmalar açılmış. Tutuklama kararları çıkartılmış; defalarca gözaltına alınmışız. Üzerimizdeki baskılara rağmen, türkülerimizi halkla paylaşmışız. Hak ve özgürlükler mücadelesi içinde, sayısız mitinge, greve, boykota, forumlara, basın açıklamalarına katılmışız. Adımız, 'yasaklı grup'a çıkmış. Özellikle son bir yıldır, geçmişte yaşadığımız deneyimlerle birlikte, yaptığımız konserlerin sayısında belirgin bir artış olduğunu biz de farkediyoruz. Aysa Organizasyon ile gerçekleştirdiğimiz ‘Türkiye Turnesi‘ kapsamında, birçok şehirde konser verdik. Turne programımız halen devam ediyor. Konserlerimizin yoğunlaşması, 'üzerimizdeki baskıların azaldığı', bunun 'demokratikleşmenin bir göstergesi’ olarak yorumlandığı şeklinde bazı değerlendirmelere de tanık oluyoruz. Bu durumun, AB'ye uyum yasalarının mecliste arka arkaya çıkmasıyla paralel bir zamanda ilerliyor olması, böylesi yorumlara yol açıyor. 'Uyum paketleri'nin mecliste arka arkaya tartışılıp yasalaşıyor olması, 'demokrasiye aykırı' yasaların teker teker değiştiriliyor olması, haliyle,

Ş

yaşamımızın artık daha rahat olduğu, baskıların olmadığı, herkesin dilediğini söyleyebildiği, ülkemizin özgürce yaşanılan bir ülke olacağı şeklinde yorumlanıyor. Evet doğrudur; yasalarla birçok yenilik getiriliyor ama bu yasaların pratiğe ne kadar geçirildiği ve ne kadar geçirilebileceği konusunda pek de ümitlenmememiz gerektiğini bizzat hayatın kendisi, pratiğin içinde gösteriyor. Buna, onlarca örnek verilebilir elbette. Fakat, bu uygulamaların, sadece bize nasıl yansıdığını belirtmemiz, yeterli olacaktır. Son bir yıldır verdiğimiz konserlerde artış olduğu bir gerçek. Fakat, bunun asıl sebebinin, yasaların değişmesinden çok, bizim çok daha fazla sayıda konser başvurusu yapmamız olduğunu belirtmeliyiz. Bu başvurularımız içinde, yasaklanan ya da

3

çeşitli biçimlerle engellenmeye çalışılan birçok konserimiz oluyor. Bir turne programı içinde, birbirine yakın olan birkaç ilde konser başvurularımız oluyor. Fakat, bu turne programı içinde yasaklanan bir il mutlaka karşımıza çıkıyor. Kayseri konserimiz, böyle bir turne başvurusu içinde yasaklanmıştı. Yine gerçekleştirmek istediğimiz Doğu turnesi için, Elazığ, Malatya, Tunceli, Adıyaman ve Diyarbakır konserlerinden, Adıyaman ve Diyarbakır konseri yasaklanmıştı. Elazığ konseri de önce yasaklandı, sonra idari mahkemeye yaptığımız başvuru sonucunda izin verildi. Yani, üzerimizdeki yasakların kalktığını söylemek pek bir anlam taşımıyor. Konserlerimiz, genellikle, 'güvenliğin alınamayacağı' gerekçesiyle, valinin özel yetkisine dayandırılarak yasaklanıyor. Herhangi bir olayın nasıl


ve neden 'çıkabileceği' sorusu her defasında cevapsız bırakılıyor. Çünkü elde ne böyle bir veri, ne de daha önce konserlerimizde yaşanmış bir 'güvenlik sorunu' bulunuyor. 'Konserde olay çıkabilecegi’ duyumlarının alındığı' söyleniyor. Bu olayı, kimin, hangi sebeplerle ve nasıl çıkaracağı belirtilmiyor. 'Duyumu' nereden aldıkları sorusu da bir sır olarak kalıyor. Yıllardır bu türden konser yasaklamalarına maruz kalıyor ve buna karşı mücadele veriyoruz. Son turnemizde yaşadıklarımızi ise deneyimlerimize yeni birikimleri ekledi. 'Uyum paketlerinin' sonucunun ne olacağını gösteren uygulamalarla dolu. Terörle Mücadele Yasası’nın meşhur '8. maddesi' vardır. Bu yasa sebebiyle geçmişte çeşitli cezalar aldığımız da bilinir. Bu yasa, uyum yasaları çerçevesinde geçtiğimiz günlerde yürürlükten kaldırıldı. Bugün, artık, böyle bir yasadan dolayı yargılanmak ya da soruşturmaya uğramak mümkün değildir çünkü; artık böyle bir yasa yoktur. Fakat bu yasa, yürürlükte olmadığı , kaldırıldığı halde, bize karşı işletildi. Fethiye konserimiz, işte bu yasaya dayandırılarak yasaklandı. Yasanın kalkıp kalkmaması, yürürlükte olup olmaması bir şeyi değiştirmiyor. Niyet, konserimizi yaptırmamak olunca ve daha da önemlisi, baskıyı daimi kılmak olunca yasalar çokta önemli olmuyor. Bu yasa, varolduğu haliyle bile, hukuki olarak sadece suç işlendiğinde kullanılabıilecek bir yasa. Yani, 'böyle bir ihtimal var' diyerek gerçekleşmemiş bir fiil hakkında bir yorumda bulunmak ve bu yasayı işletmek zaten mümkün değil. Ayrıca, bu yasayı işletecek olan mercii kaymakamlık ya da emniyet değil, sadece mahkemelerdir. Bizde ise bu yasayı kaymakamlığın işletmesi de başlıbaşına bir meseledir. Yani, bir yasa, sadece fiilden sonra kullanılabilecekken, eylem gerçekleşmeden kullanılıyor. Üstelik, yetkisi olmayan makamlarca. Bu, sadece 'gaf'ları yapanların cahilliğiyle açıklanacak bir durumdur. Burada, kendi çıkarlarını yasaların da üstünde gören, bu yasaları sadece işine geldiğinde işleten, işine gelmediğinde ise hukuksuzluğa başvurmaktan çekinmeyen; kendisi gibi düşünmeyene hayat hakkı tanımayan bir anlayışın sebep olduğundan söz edebiliriz. Ve bu anlayışı, ne değişen yasaların, ne

'AB kriterlerinin', ne 'uyum paketlerinin' ıslah edeceğini kimse düşünmemelidir. Bizim olayımızda da aynen öyle olmuştur. Bu çarpıklığı, hemen Muğla İdari Mahkemesi’ne taşımış ve mahkemece haklı görülmüştük. Yani, yasak mahkeme kararıyla kaldırıldı ve Fethiye'nin uygulaması haksız görüldü. Düştüğü komik durumdan kurtulmak için en azından bu dakikadan itibaren susup beklemesi gereken Fethiye polisleri, tavırlarını artık iyice baskıcı ve zorba yöntemler kullanarak hayata geçirmeye çalıştı. Konseri yapacağımız yerin yetkililerine giderek, salonu bize vermemesi yönünde tehdit ettiler. Artık ortada ne yasa, ne kural vardı. Belli ki bu olayı 'kaybolan bir prestij' olarak görmüşlerdi. 'Yasaları yürütme' görevliye yükümlü olan polisler, bunu başta kendileri ihlal eder hale geldiler. Turnenin diğer ayaklarından Bodrum ve Marmaris’e izin çıkarken, Datça ve Milas konserleri yasaklanmıştı. Ve yasaklanan bu konserlerde gerekçe dahi gösterilmedi. 'Konserin yapılmasının uygun bulunmadığı'ndan başka bir ibare yoktu. Neden uygun bulunmadığı sorusu yine cevapsız kalmıştı. Bunlarla ilgili yaptığımız itiraz da mahkemece kaldırıldı ve bu konserlere de izin çıktı. Bir turne için birbirine çok yakın beş ayrı yere başvuru yapıyoruz. Bunlardan ikisi sorun çıkarmadan izin verirken, üçü yasaklanıyor. Bu bile, yerel idarelerin ne kadar keyfi tutumlar içinde olabileceği, yasaları herkesin işine geldiği gibi işleteceği gerçeğini gösteriyor. Yasaklayan neye göre yasaklıyor? İzin veren neye göre izin veriyor? Beşini de yönlendiren aynı yasalar. Bölgeye göre değişiyor desek, beşi de tatil bölgesi ve politik dengeleri üç aşağı beş yukarı aynı. Birbirine birer saat uzaklıktalar. Ancak uygulamada, sanki biri dünyanın bir ucunda, diğeri öbür ucunda, anayasaları farklı, ayrı ülkelermiş gibi bir tablo çıkıyor. Bu durum, belirleyici olanın kağıt üstündeki yasaların olmadığını gösteriyor. Yasaklar kalkıyor sözlerinin en fazla sarfedildiği dönemde, yasaklamalar, tutuklamalar arka arkaya çıkartılıyor. Ferhat Tunç, Doğubeyazıt'ta katıldığı bir festivalde hiç kullanmadığı bir söz gerekçe gösterilerek bir haftasını hapishanede geçir-

4

mek zorunda kalıyor. Rojin hakkında, aynı festivalde, şarkılarını söylediği için tutuklama kararı çıkartılıyor. Kürt komedyen Murat Batgi, şakalarını aynı festivalde yaptığı için yine hakkında tutuklama kararı çıkartılan bir başka isim oluyor. Biz hakkımızı aramasak, mahkemelere başvurmasak, kamuoyu oluşturmasak, basın toplantılarıyla bu durumu herkese duyurmasak, olayın üzerine gitmesek konserlerimizi veremeyeceğiz. Böyle bir ortamda demokratikleşmeden bahsetmek gerçekçi durmuyor. Uyum yasalarının kendisi bile, 'uyulan' Avrupa'nın kendi pratiği bile bunun böyle olacağını gösteriyor. Bir yasa demokratik olmadığı gerekçesiyle kaldırılıyor ama başka bir maddeyle boşluğu hemen dolduruluyor. 'Demokrasi'nin beşiği' Avrupa'nın 'temel direklerinden' Almanya'nın ırkçı uygulamalarını herkes görüyor. İşine gelmediği noktada, yüzündeki demokrasi maskesini yırtıp atabiliyor. Sözün kısası, bu ülkeye demokrasi gelecekse, bu Avrupa'dan ya da 'uyum paketlerinden' değil, bizim haklarımızı aramak için yılmadan, bıkmadan, usanmadan mücadele etmemizden geleceği bir gerçek. Demokratik olmayan bir uygulamanın karşısında sesimizi yükseltmek için ille de kendi başımıza gelmesini beklemek gerekmiyor. Eğer bu ülkeye gerçek demokrasinin gelmesi konusunda samimiysek, şu kişi, bu sanatçı demeden, bununda ötesinde şu bölge bu mahalle demeden, yaşanan bütün uygulamaların yarın bizimde başımıza gelebileceği gerçeğini gözeterek, tüm bunlara ortak tepkilerimizi dile getirebilmeliyiz. Bizim bu turnemizdeki konserlerin yasaklanmasına karşı, özellikle uluslararası kişi ve kuruluşlar ile sanatçı dostlarımızın mail ve faks yoluyla tepkilerini dile getirmeleri bu konuda çok olumlu bir örnekti. Yasaklamaların, tutuklamaların, soruşturmaların, keyfi uygulamaların karşısında ancak birarada olduğumuzda daha güçlü olabiliriz. Yasalarda belirtilenler ve yapılan iyileştirmeler zaten bizim hakkımızdır; bunu bize kimse bahşetmiyor. Bu kazanılmış hakların hayata geçirilmesini ve daha fazla hakkın elde edilmesini ancak böyle sağlayabiliriz.✔


güncel güzin

aşamımızda işlerimizi kolaylaştırmak, pratik bir hale getirmek için kullandığımız yüzlerce irili ufaklı araç gereç ve eşya vardır. Bunlar, hem zamandan kazanmamızı, hemde daha az yorulmamızı sağlar. Örneğin masa, düz bir zemin üzerinde rahat çalışmamızı sağlar. Asansör, bina içinde hızlı ve yorulmadan iniş çıkışları sağlar. Çekiç, çivi vb... Bu örnekler çoğaltılabilir. Bütün bunların işlevi bellidir. Her biri, yaşamımıza pratik çözümler sunmakla birlikte birer ayrıntıdır. Fakat, niyeti bozuk, pis düşünen ellere geçtiğinde, bir anda işlevi de, misyonu da değişiverir bu gereçlerin. Bu ellerce kullanılan gereç her neyse, artık karanlık işlerin, binbir türlü entrikanın hayata geçirilmesinde başrol oynayacak bir niteliğe bürünmüştür. Örneğin bir torba. Bir çuval. Nedir, ne işe yarar? İlk akla gelen şu oluyor haliyle: Ya un doldurursun içine ya şeker. Ya da buna benzer envai çeşit bakliyat, yiyecek ya da malzeme sayılabilir. Birde çöp için kullanılanları vardır. Genellikle, siyah olanları tercih edilir çöp torbalarının. İçindekiler görünmesin diye. Torba dediğin taşır. İçine sığdırabildiğiniz kadar malzemeyi saklamak ya da bir yerden biryere taşımak için kullanılır. Sözün kısası işlevi belli, basit bir gereçtir torba. İsteseniz de başka bir işe yaramasını sağlayamazsınız. Ancak, öyle olmadığını hepimiz gördük. Basit bir torbanın, dünya üzerinde imparatorluk hayalleri kuran bir gücün eline geçtiğinde;

Y

nasıl aşağılama, alay etme aracına dönüştüğüne, pis bir politik malzeme haline getirildiğine hepimiz tanık olduk. Yine tersinden, basit bir torba yüzünden nasıl ele güne maskara olunduğuna, bir yandan gücünün yettiğine, en küçük bir şeyde efelik taslarken bir yandan bir aşağılama karşısında nasıl sinip, süt dökmüş kediye dönüldüğüne hepimiz tanık olduk. Hatırlayacağınız gibi, geçtiğimiz ay Kuzey Irak'ta ,11 Türk subayı Amerikan askerlerince ani bir baskınla yaka paça gözaltına alınmıştı. Bu gözaltı olayında, bütün diplomatik teammüller bir kenara itilip, Türk subaylarının elleri arkadan zincirlenmiş ve başlarına birer torba geçirilmişti. Yol boyunca ve sorgulanırken çeşitli işkencelere maruz kalmışlardı. Amerika'nın buna benzer uygulamalarına daha önce de tanık olmuştuk. Bunların herbiri için, “Onlar da hakediyor canım.” türünden yaklaşımlar sergilenmiş, Amerika'nın bu uygulaması karşısında sessiz kalınarak bir anlamda onaylanmıştı. Bu olay, 'dost ve müttefik bir ülkenin' askerlerinin böyle gözaltına alınması, tepki çekmişti. Gerçi bu tepkiler sö-

5

karaduman

nük, durumu kurtarmaya dönük, cılız tepkiler olmaktan öteye geçemedi. Yaşanan bu olay, tencere dibin kara seninki benden kara misali, pek çok çarpıklığı içinde taşıyan bir olay olarak hafızalara kazındı. Öyle ki, şöyle bir baktığınızda elle tutulur tek bir tarafı olmadığını, yaşanan her şey ama her şeyin başlı başına bir izahı gerektirdiğini açıkça görüyorsunuz. Amerika'nın aşağılayıcı, ben ne dersem o olurcu, kural tanımaz bir politikası olduğunu hepimiz biliyoruz. Eskiden suratına taktığı 'özgürlükçü', 'hürriyetçi' maskesini artık indirmekten, 'Bundan böyle, ülkelerinizde oynadığım demokrasi oyununa son veriyorum.' tavrını açıkça sergilemekten çekinmiyor. Herkese ama herkese, “Oyunu benim kurallarıma göre oynayacaksınız ” diyor. Yaşanan bu olayda da Türkiye'ye verdiği mesaj açık: “Ben gel


deyince gelecek, git deyince gideceksin!” Mutlak bağlılık ve itaat istiyor. “Benim inisiyatifim dışında işlere kalkışırsan, seni böyle ele aleme maskara yapmaktan çekinmem.” diyor. Bu konudaki ciddiyetini göstermek için, sopayı aba altından çıkarıp kafasına geçiriveriyor. 'Stratejik ortak', ortaklık kurallarının dışında bir iş yapılınca, yani kendi onayının dışında bir işe kalkışılınca, 'taktik tokat' atmaktan çekinmiyor. Türkiye'nin tavrı ne? Başlıyor ah vah etmeye. 'Kardeşim sen benim askerimi nasıl bu şekilde alırsın.’ diyemiyor. 'Benim askerime böyle muamele yapan biriyle stratejik ortaklık yürümez.' diyemiyor. Hesap soramıyor. 'Bir özür bile dilemediniz!' türünden sızlanmalarla, rezil bir tavır sergiliyor. Bir yandan, bu askerleri oraya neden gönderdiğini açıklayamamanın sancıları bir yandan efendiden azar işitmiş olmanın verdiği eziklik, nasıl bir tavır takınılacağında belirleyici oluyor. Yıllar yılı 'milli ordu'ya toz kondurmayan, 'büyük Türk askeri' hakkında en ufak olumsuz birşey söyleyene heyheylenenler, bu aşağılama karşısında sinip oturmaktan başka birşey yapamıyor. Ve bunun verdiği onursuzluğu hazmedemediği için, bu durumu eleştirenlere saldırıyor. Meseleyi 'münferit bir olay'a indirgemeye çalışması, kınayamaması, ‘Neden nota vermediniz?’ sorusuna 'Müzik notasımı bu ?' pişkinliğiyle cevap vermesi; bağımsızlık' masallarının ne kadar sahte olduğunu, iplerin kimin elinde olduğunu bir kez daha gözler önüne seriyor. Ordu askerlerine sahip çıkamıyor. Torba, bir anlamda onlarında başına geçiriliyor. Ve tabi, gözaltına alınan askerlerin olayı yaşarken ve anlatırkenki tavrı... Gözaltında tutuldukları muameleyi ağlamaklı, gözleri dolu dolu, rezil, yerlerde sürünen bir şekilde ifade etmeleri, durumu daha da vahim kılıyor. 'Kafalarına nasıl torba geçirildiğini', 'bileklerindeki zincirin ne kadar sıkıldığını', 'kollarına nasıl dipçik darbeleri aldıkları-

19.07.2003 Cumhuriyet

nı','kendilerine bir lokma ekmek bile verilmediğini' anlatırken ki halleri yürek paralayacak cinsten! Bir tanesi de çıkıp, 'Başımıza torba geçiremezsiniz. Siz kim oluyorsunuz!' dememiş. 'Milli onuru' düşünen yok. Dua etsinler, Amerikalılar onlara dışkılarını yedirmemiş. Ancak, bu kafayla devam ederlerse, Amerika'nın kulu kölesi olarak yaşamaya devam ederlerse, yaptıkları hatalar karşısında Amerikalılar’ın onlara dışkılarını yedirecekleri günler de, idrarlarını içirecekleri günler de yakındır. Afiyetle yer içerler...

6

Yukarıda da değindiğimiz gibi, ipe sapa gelmez, neresini tutsanız elinizde kalan bir durum. Kendilerini, yıllarca Amerika'nın emireri sayarak bir dediğini iki etmeyenler, söylediği herşeyi bir görev sayıp yerine getirenler, yaşanan bu olay karşısında muhatap dahi bulamıyor. Sıradan, düşük rütbeli askerlerle yetinmek zorunda kalıyor. Amerika'nın vurdumduymaz tavrına, gıklarını çıkaramıyorlar. Bir de, kalkıp, 'ulusal onurdan', 'milli menfaatlerden' bahsediyorlar. Torba, bir onursuzluğu simgeliyor. Bu onursuzluk onlarındır.✔


›rak ulafl

cengiz

dereyi görmeden... ereyi görmeden paçayı sıvama.” demiş eskiler. Ne kadar doğru bir söz. Çölde, çöl sıcağında ne kadar temkinli bir adımın nasihatı. Hatta bazı durumlar için dereyi görsen de paçaları sıvama. Çünkü serap olabilir gördüklerin. Suratına vurduğun, bir avuç tatlı serinlik olmaktan çıkar. Kızgın kumlarla kavrulur suratın. Çölde serap görenler, gerçeğin sıcağında kavruluyor şimdi. Gerçek bazen yakıcıdır. Kızgın bir çöl kumu kadar. Kızgın bir çöl insanı kadar. Sıcaktan kavrulan yüzler, derin acıları taşır izlerinde. Geçişten gelen acıları; hep talan edilmiş toprakları yurt tutmanın acısını. “Acı patlıcanı kırağı çalmaz.” demiş eskiler. Sıcaktan kavrulmuş bu yüzler, yeni bir acıyı da taşır. Acı bileylenir, öfkeye döner. Daha kaç zaman geçti, o muzaffer tankların Bağdat sokaklarını paletleriyle ezdiği günlerin üzerinden. Ne çabuk unutuldu Iraklı bebelerin ölümü. Ve ne çabuk yayılıyor, muzaffer orduların erlerinin bir bir azaldığı haberi. Televizyonlar unuttu diye, unutulmaz ya, çocukların ölümü. Kurumadı ya, anaların öpülesi gözleri. Daha hala esir ya, koca bir ülke. Beyaz saraydan huzur yayılıyorsa, çöl toprağını ezip geçen yabancı postallar da huzurlu olacak değil ya. Ne çabuk okundu korku, o mavi gözlerde. Ne çabuk sustu, tüm o acılara yabancılaşan yürekler. Yine eskilerden bir söz: “Uzaktan davulun sesi hoş gelir.” Uzaktan, bir halkın yenilgisini alkışlayanlar, ne çabuk sustu. Hep yenilgiyi, hep eğilmeyi kutsayanlar, 9 Nisan gecesi, bıyık altından yayılan

“D

gülümsemeleriyle direnenlere meydan okuyordu. “İşte böyle ezilir; böyle yenilir sizinkiler.” Kim bizimkiler? Ezilenler. Kim? Halklar. Nasıl da usuldan bir meydan okumaydı o öyle? Unuttuk mu? Unutulur mu? Kim, hangi ezilmiş, hangi öfkeli yürek unutur o günleri. Şimdi, suskunluk sırası değişti. İşte konuşuyor Irak halkı. Şarjörde mermi bitince, yenisini doldurana kadar suskun kalır silahlar. Sonra yeniden konuşur namlular. 9 Nisan merminin namluya sürüldüğü andır. Yine konuşuyor Iraklılar. İşgalciye, anladığı dilden “Defol!” diyor. Conilerin başlarına ödül koyduğu, Saddam’ın oğulları, Uday ve Kusay Hüseyin kuşatıldıkları evde katledildi. Hem de, Coniler’in bile itiraf ettiği şiddetli bir direniş sonrasında. “İşbirliği yaptılar, Hawai’de tatile gittiler. Amerikalılar’la beraberler.” diyenlere, cevaplarını canları pahasına, işgal-

7

cilere direnerek verdiler. Amerika’nın, şimdiye kadar onlar hakkında kullanmadığı hiçbir karalama kampanyası kalmamıştı. “Kokain bağımlısı, kadın düşkünü, evlerinde açık saçık kadın posterleri çıktı.” Hayatı böyle yozlaşan insanların ölüm korkusu uçlarda olur. Nasıl bir


hayatın onu beklediğini bilmese bile, yaşamayı ister. Çukurda, en dipte olsa bile. Öyleyse bu direniş ne? Uday ve Kusay... Onlar birer devrimci miydi? Kuşkusuz hayır. Ancak, onları böylesi bir direnişe götüren sebep kuşkusuz, onurlu oluşlarıdır. Yurtseverlikleridir. 14 yaşındaki çocuklarının, evdeki son ana kadar direnmesi neyle açıklanbilir. Savaşın çocukları erken büyüttüğünün başka göstergesi olabilir mi? Onları katledenler, yüzleriyle, silahlarıyla ne kadar tanıdık. Katledenlerin kardeşliği. Ne kadar bildik yöntemlerle katledildiler. Eh ne de olsa, bin yıllık bir kardeşlikleri var. Ne de olsa, “aynı orospunun çocukları” onlar. Koalisyon Güçleri Komutanı Sanchez, onların yüzlerinin darmadağın olduğunu açıklıyor. ABD Savunma Bakan Yardımcısı Wolfowitz, cesetlerin yüzlerinin korkunç halde olduğunu, fotoğraflarını basına gösterme konusunda kararsız olduklarını söylüyor. 200 askere karşı dört kişi. Roketlere, helikopterlere, füzelere karşı dört kişi. Bu mu zafer. Bush’un, artık eski rejimin son kalıntılarını da yıktık diye böbürlenmesinin arka planı bu mu? Böyle bir zafere utanmaktan başka ne yapılır? Acaba, katliamın yaşandığı evin balkonuna çıkıp, havaya ateş açarak kutladı mı Coniler, zaferlerini? Ya da cesetlerin üzerinde oturup doyurdular mı karınlarını. Doldurdular mı aç midelerini. Bu operasyona katılıp, ertesi gün Iraklılar’ın kurşunlarıyla ölen Coniler’in midesinde miydi Irak’ın ekmeği? Taşıdı mı onu da mezarına?

Televizyonlar, Bağdat sokaklarındaki kutlamaları sokuyor gözümüze. 9 Nisan’dakilerden daha azlar bu kez. Hayal kırıklığı yaşatmak için yeni bir kampanya. Boşverin siz onları. Bozmayın moralinizi. İhanet her yerde. Vatana ve kendine ihanet her yerde. Kekliklerin soyu tükenir mi? Fakat, tarihin akışını rüzgara yelken açanlar değiştiremez ki. Tarihin akışını, rüzgara karşı yürüyenler belirler. Coniler'in cesetleri her geçen gün artarak, ülkelerine dönüyor. Ve bu korku onları her geçen gün daha da telaşlandırıyor. Akıllarına Vietnam geliyor. Vietnam. O "bataklık", "kahrolası halk direnişi", "gerilla eylemleri", “sendromlar”... İkinci bir kabusu kaldırmıyor yürekleri. Hergün, nereden geldiğini bilmedikleri saldırılar; ansızın askeri araçlarının ortasında patlayan roketler; ABD askerlerinin bulunduğu noktalara yapılan baskınlar, ABD uçaklarına gönderilen füzeler; Hadisa şehrinde işbirlikçi valinin cezalandırılması; Salihiyye bölgesinde, kadınların, ellerinde bıçaklarla, Amerikan askerlerinin üstüne yürümesi... Bunların hepsi, direnişin gücüdür. Direnişin organize olmadığını, gerilla savaşına dönüşmediğini söylüyor Coniler. Gerilla mıdır, yoksa başka bir şey mi bilinmez ama savaş sürüyor. Coniler, buna gerilla savaşı dese ne olur, demese ne? Direniş, direniştir. Ancak, şu da var ki, Coniler, “Bu bir gerilla savaşıdır.” derse, bu yeni bir süreci başlatır. Irak’ın köylerinden kontra dumanlar yükselir. Ge-

8

rilla karşısına yüzyıllık kontr-gerilla deneyimiyle çıkar Coniler. Bir bir kaybedilir Irak’ın çocukları. Şimdiden boş durmuyor İngilizler. Yalanlarının ortaya çıkmasıyla birlikte, ortadan kalkmaya başladı hasımları. Tıpkı, Savunma Bakanlığı çalışanı David Kelly gibi. Askerlerin moral çöküntüsü büyüyor. Bu, verdikleri demeçlerden, yaptıkları röportajlardan, içinde bulundukları ruh hallerinden gayet net anlaşılıyor. Özellikle Amerikan ve İngiliz kamuoyunda var olan huzursuzluk büyük. Askerlerin aileleri telaş içinde. Şimdi, tatil, eğlence bitti. Irak’ın yüreğine saldıkları korku, ayrıca onların da. “Diktatörü kovdukları saraylara kendileri yerleşti. Özgürleştirmeye geldikleri toprakların tiranları oldular. Halk aç, halk öfkeli, halk yetimdi; halk öksüzdü. Şimdi, tatil bitti. Eve dönüş yasası yürürlüğe girdi. Tabutlarla, gözyaşlarıyla dönüyorlar evlerine. Artlarında, postalları, miğferleri ve tüfeklerini bırakarak. Yetimler ve öksüzler ordusu yolluyor evlerine. Bronzlaşan tenleri, bir mezarı ışıtıyor şimdi. Irak halkı ABD'yi istemiyor. Ne ABD'nin yönetimini, ne yardımını, ne de ekonomik sistemini. Irak halkı özgürlüğünü istiyor. Yıllar Sürecek Bir Savaş Biz, Abizaid’in yalancısıyız. O böyle buyuruyor. Teknoloji tutkunlarının, nutkunun tutulacağı bir demeci veriyor. Savaşın dakikalardan ibaret olduğuna, artık çağımızın savaşlarının değiştiğine inanan, inandırılanlar, internet çocukları, halkın yaşayışını zerre bilmeyenler, şaşkına dönüyor. Dönmesinler. Savaş bu, teknoloji de bir yere kadar. Cep telefonu değil ki bu. Yeni modeli eskiyi altetsin. Kaldırıp çöpe atasın, eski model telefon gibi. Ya da bayiiye götürüp değiştiresin yeni modeliyle. Cep telefonu değil ki bu. Savaş! Akıllı füzelerin aklı kendinden olmaz ya. Onu ateşleyenin aklından şüphe edilirken, bir füzenin aklı sadece yoketmeye yarar. Dereyi görmeden paçayı sıvama demiş eskiler. Ne güzel söz. Dereyi görmeye giderken Coniler, çöl sıcağında kavurup öfkelerini, yürüyor Iraklılar üstlerine, türküler söyleyerek. “Dere geliyor dere, kumunu sere sere.”✔


röportaj tav›r

ferhat tunç’la tutuklulu¤u üzerine... Kısa bir tutukluluk yaşadınız. Tutukluluk süreci nasıl geçti? Kısa da olsa beklemediğim bir tutukluluktu. Türkiye’de her şeyin iyiye gideceğini düşündüğüm bir anda, böyle kötü bir sürprizlerle karşılaşacağımı beklemiyordum. Demek ki boşuna umutlanmışım bu doğrultuda. Asıl şaşkınlığım, tutuklanmama neden olan ve benim sarf ettiğim iddia olunan sözler oldu. Sanırım bu temelde, uyduruk ve keyfi bir suçlamayla cezaevinde yatmak durumunda kalan ender kişilerden biriyim. Zira, “İftiranın da bu kadarı olmaz.” dedirtecek tarzda bir durumla karşılaştım. Doğubeyazıt konserimde, “Merhaba tekrardan” sözlerimin çarpıtılarak “Merhaba PKK” olarak yansıtıldığını anlamak mümkün değil. Sanat yaşamım boyunca, çoğu kez gözaltına alınmış ve farklı baskılara, yasak ve uygulamalara maruz kalmış olmama rağmen, cezaevi yatmışlığım olmamıştı. İlk olması dolayısıyla nasıl bir durumla karşılaşacağımı ben de çok merak ettim öncesinde. Daha doğrusu, E Tipi olmasının getirdiği bazı rahatlıkları yaşamadım değil. Ancak yine de insanın özgürlüğünün bitiği yerde iyi şeylerden söz etmek mümkün degil. Cezaevinde, hem kötü hem de güzel anılarım oldu bu kısa zaman diliminde. Gerek gardiyanlar gerekse askerler beni çok iyi karşıladı. Açıkçası, hakkımdaki iddianın gerçeği yansıtmadığına olan inançları beni cesaretlendirdi. Can güvenliğimin olmadığı gerekçesiyle, tek kişilik bir odaya alındım. Daha sonra, yanıma, yanlız kalmayayım diye düşünmüş olmalılar ki, adli suçtan yatan birini verdiler.

9


Bana çok yardımı oldu bu kişinin ve benim tahliye olduğum gece ağladı. Cezaevinde en kötü günüm kızımın beni ziyaret ettiği gün oldu. Kızım Didem, tahliye edilmemden bir gün önce ziyaretime geldi. Daha doğrusu gelmesini ben istedim. Gelirken yolda annesine, "Babamı görünce boynuna sarılıp doya doya öpeceğim." demiş. Fakat cezaevine girip görüş bölümüne geldiğinde, karşısında, hiç beklemediği bir şekilde beni görünce, tuhaf hareketler yapmaya başladı. Korktum. Demir parmaklıklı pencerenin arkasında belli belirsiz beni görünce önce titremeye ve ardından ağlamaya başladı. Yüreğimin parçalandığı andı o an. Varlığımın biricik anlamı olan kızım, duvarın öbür yanında, karşımda çırpınıyor, ben hiçbir şey yapamamanın çaresizliğiyle gözyaşlarımı içime akıtıyordum. Ziyaret bittikten sonra, uzun bir zaman bu şoktan kurtulamadım ve hiç istemediğim halde, uzandığım ranzamda sessizce ağladım. Bu yaşadığım en kötü andı orada. Ancak daha ilginç olanını sizinle paylaşmak istiyorum. Sevgili Hasret Gültekin’den bana kalan bağlamamı son günlerde cezaevine almayı başardım. Ancak hiçbir şekilde, başkalarının duyacağı tarzda çalmamam gerekiyordu. Gece sayımından sonra, oturup ranzamda çalmaya başladım. Ve yanımda kalan tutuklunun ısrarı üzerine “Bahtiyar”ı söyledim. Ve birden bir gürültü koptu. Dışarıda yankılanan bir alkış rüzgarı. Şaşırdım; neler oluyor diye? Bağlamayı ranzamın üzerine bıraktım ve hücrenin penceresinden dışarıya baktım. Gördüğüm şey inanılmazdı. Tıpkı, izlediğim bir filmin karesini andırıyordu. Karşı bloğun tüm hücre ve koğuşlarındaki mahkumlar, o küçücük "pencere"lere yapışmış bir vaziyette, söylediğim şarkıyı dinliyormuş. Zira ben, yapılan uyarılara rağmen kendimi tutamamış, şarkıyı büyük bir öfkeyle, yüksek sesle söylemişim. Daha sonra, şarkılarımı arka arkaya söylemeyi sürdürdüm ve cezaevinde hem benim için, hem de tutuklu bulunan insanlar için unutulmayacak olan bir andı. Kısa da olsa özgürlüğünüz elinizden alındı. Bunun için yasal haklarınızı kullanacak mısınız?

Tahliye edilmiş olmam her şeyin bittiği anlamına gelmiyor. Hukuki süreç devam ediyor. 12 Ağustos’ta, Erzurum DGM’de ilk duruşmam olacak. Öncelikle, TMY’nin 8. maddesi gereğince yargılanacağımı bekliyorken, bu yasanın kalktığını düşünmüş olmalılar ki bu sefer de, 169. maddeden yargılayacaklarını öğrendim. Bu duruşmada önemli bir savunma yapacağım. Bu savunmanın hazırlıklarına şimdiden başladım. Bu süreci çok iyi bir şekilde değerlendirmek ve son 20 yılda yaşadıklarımın, yaşadıklarımızın bir dökümünü yapmak ve tarihe iz bırakacak bir savunma hazırlıyorum. Muğla’da yaptığım kısa savunmada, aynı zamanda hakkımda bu tarz yalan ve yanlış iddialarda bulunan polisler hakkında suç duyurusunda bulundum. Ancak, ben öncelikle bu davanın sonucunu bekleyeceğim ve uğradığım haksızlıktan ötürü karşı dava açmayı, eğer iç hukuk yollarının tıkandığını görürsem ve mağduriyetimin giderilmediğine inanırsam, o zaman uluslararası mahkemelere giderek, AİHM’e kadar götürmeyi düşünüyorum. Doğubeyazıt'ta da her yerde söylediğiniz şarkılarınızı söylediniz. Neden Doğubeyazıt'ta problem oldu? Haklısınız. Problem yaratacak bir tavır içinde olmadım. Her yerde söylediğim şarkıları Doğubeyazıt halkıyla da paylaştım. Aşırı bir sevgi seli içinde söyledim ve halk çoşkuluydu. Bu çok normal bir durum. 20 yıl aradan sonra ilk kez oradaydım ve şahsımda gelişen büyük bir özlemin doruğunu yaşadık hep birlikte. 20 yıl boyunca söylediğim tüm şarkılar, barışa ve kardeşliğe yönelikti. Yaşadığımız kanlı ve kirli savaşın bitirilmesi ve halklarımızın barış içinde, kardeşçe yaşaması için söylediğim şarkılardı. Türkiye’nin diğer bölgelerinde ne söylediysem, ne konuştuysam orda da aynısını yaptım. Ancak, anlaşılmaz bir biçimde gelişen bu keyfi ve hukukdışılığın temelinde sanırım başka “derin” nedenler var. Bu da yaşadığımız süreçle ilintilidir. Yakalanmış olan barış ortamından rahatsızlık duyan çevrelerin bir oyunu olabilir. Zira, bu süreçte toplumsal barışın tesisi ve kalıcılaşması için “ayrımsız ge-

10

nel af” isteminde bulunmak potansiyel PKK’li sayılmak için bir neden haline geldi. Sanatçıların ve dinleyicilerin dayanışması nasıl oldu? Tepkisiz, duyarsız kalmanın nelere yol açabilecegini hepimiz çok iyi bilmekteyiz artık. Benim şahsımda gösterilen duyarlılık ve desteğin hem ülkemiz, hem aydınlarımız, hem de halklarımız açısında büyük bir önem taşıdığını söylemeliyim Medyanın bu konuda yeteri kadar duyarlı olduğunu söylemem mümkün değil. En büyük korkum da Ahmet Kaya vakası benzeri bir sonla karşılaşacağımdı. Olmadı, zira halkımız ve sanatçı, aydın dostlarım buna fırsat vermediler. Halkımızın ve sanatçı dostlarımın geliştirmiş olduğu eylem ve tepkiler taktire şayandı. Bu güne kadar görülmemiş bir yoğunlukta bir karşı duruş sergilendi ve ben bu durumdan güç aldım. Ayrıca ,cezaevinde bulunduğum süre içinde aldığım destek mektupları ve faksların beni hem çok duygulandırdığını hem de bana büyük bir güç ve moral verdiğini söylemeliyim. Özellikle ülkemizin çeşitli cezaevlerinde yatan kadın tutsakların destek mesajları benim için çok anlamlıydı. Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı? Devletin, aydın ve sanatçıları potansiyel suçlu görme mantığına son vermesi gerekir. Pir Sultanlar’dan günümüze kadar süregelen bu zihniyetin değişmesi ve sanatın, sanatçının üretme özgürlüğünün önündeki tüm yasal ve keyfi engellerin ortadan kalkması zorunludur. Bu, demokratikleşme iddiasında bulunan Türkiyenin büyük bir ayıbıdır. Halklarımızın ve aydınlarımızın her zamankinden daha çok bugün bu ayıbın ortadan kaldırmaya yönelik duyarlı olması gerekir. Sanata ve sanatçıya düşman bir devletin halkı temsil etmesinin mümkün olmadığını düşünüyorum. Bu bilinç ve iradeyle, Türkiye’nin özgürleşmesi için omuz omuza olmalıyız. “Tekrardan” ! teşekkürler... Rica ederim. Esas ben “tekrardan”, “tekrardan” teşekkür ederim.✔


öykü zerrin

ğır ağır adımlarla ilerledi. Dönse... Vazgeçse... vazgeçebilir miydi? Belki... ama bir türlü dönemiyordu. Adımları, onu ağır ağır götürüyordu. “Yapacak başka bir şeyin yok, en iyisi bu.” diyordu, içindeki ses. Yapacak başka hiçbir şeyi yok muydu? Vardı... ama o bunları göremiyor, görmek istemiyor; o binaya doğru ilerlemekten kendini alamıyordu. “Gel.” diyordu taş bina, “Gel sığın kollarıma... Benden başka çaren yok... Gel bana.” Adam ağır ağır ilerledi taş binaya doğru. İçeri girdi. “Kimsin?” dedi masadaki görevli. Kim olduğunu söyledi adam. Sırıtmaya başladı masadaki. “Üstündekileri...” dedi. “Bir bir boşalt şu gördüğün masaya.” Adam yokladı üstünü başını... Koysa mıydı her şeyini masaya? Ya da dönüp arkasını, koşa koşa, ardına bile bakmadan kaçıp gitse miydi oradan? Gitse gider miydi vakit çok geç olmadan? Giderdi... Koşup gitse giderdi ardına bile bakmadan. Henüz vakit ne çok geç, ne de erkendi... “Haydi!” dedi masadaki. “Geldin madem, boşalt üstündekileri!” İlkin sol cebine attı elini. Bir anahtar koydu masaya. Bu anahtar bütün kapıları açardı, beyninde ve yüreğinde. Bıraktı anahtarı masaya. Anahtar metalik bir ses çıkardı... Bu metalik ses bir şeyler hatırlattı adama. Bir silah sesi... O, hiç yanından ayırmadığı, o duyduğunda bir zamanlar içini ürperten silahının mekanizma sesiydi sanki. “Eski bir dostun” sesiydi bu. Oysa çoktan unutmuştu bu “eski dostu”. Ve... bırakmıştı bir kenara... Peki şimdi? Niye hatırlamıştı durup dururken? Güzel miydi onu hatırlamak? Peki şimdi gidiverse, buluverse bu eski dostu, kucaklayıverse yine... Yapar

A

mıydı? Yapabilir miydi bunu? Niye bırakmıştı onu? Yanlış mıydı bu dostluk? Gözü masadaki anahtara kaydı. Oracıkta duruyordu. Uzansa, uzanıverse geri alabilir miydi? Alırdı... alırdı ama, almadı... Masadaki de anahtara bakıyordu. “Güzel!.. Çok güzel” dedi masadaki. “Hadi şimdi diğerleri...”, “Ne?” dedi adam. “Sen de olan ne varsa” dedi masadaki adam sırıtarak. Adam attı elini yüreğine, bir bir çıkardı ne varsa... Onurunu koydu ilkin; sonra, değerlerini koydu üst üste. Cesaretini ve güvenini bıraktı sonra. Ne yapmak istiyorduysa hayatta, onu koydu. Zevklerini koydu sonra. Yoksulluğunu koydu, açlığını bıraktı yanı başına. Çocukluğunu, gençliğini koydu. Kimi seviyor, kimi sevmiyorsa onları koydu bir bir. Masa doluyor, koydukça adamın elleri kirleniyor, masadakinin gözleri parlıyordu. Yüreğini yokladı; başka bir şey kalmamıştı. Beynine attı elini. Bütün dü-

11

kayal›

şüncelerini koydu. Masadaki hepsini topluyordu. Hayat güzeldi onu da koydu. İnsanlar eşit ve özgür olmalıydı, onu da koydu. Açlık yoksulluk bitmeliydi onu koydu sonra. Sonra kanatlarını ikiye bükerek özgürlüğü koydu çığlık çığlık... Ne kalmıştı geriye? “Yokla!” dedi adam. “Ufacık bir şey bile kalmamalı... boşalt ne varsa!” Adam boşalttıkça boşaltıyor ama


kolay bitmiyordu benliği. En son elini attığında, kimliğiydi cebinden çıkan. Aldı, baktı... Bomboştu üzeri. Adam masaya en son onu koydu. “Bitti.” dedi bitmiş bir sesle. Bambaşka bir kimlikle çıktı taş binadan. Sessiz ve bomboştu sokaklar. Niye duymuyordu kulakları? İnsanlar onu görmüyor, görüyor da yüzüne bakmıyordu sanki. Neden seçemiyordu insanların yüzlerini? *** Günler geçiyordu. Gülmek istiyor, gülemiyordu; konuşmak istiyor, konuşamıyor; bağırmak istiyor, bağıramıyor; dokunmak istiyor, dokunamıyordu. Nereye gitse, bir ses geliyordu peşi sıra... Tanıdık bir sesti bu... Sağına bakıyor, soluna bakıyor ama kimseyi göremiyordu. Sese kulak verdi: “Nicedir Görmek istiyorum seni Önce yüzün kayboluyor Ardından Kimliğin Şimdi kimbilir neredesin Kimlerlesin Kimsin Ne hazin aldanıştır bu. Nicedir özlemek istiyorum seni Önce sesin kayboluyor ardından sözlerin şimdi kimbilir neredesin

kimlerlesin kimsin Ne hazin yok oluştur bu”

artık insan olsan ne olur olmasan öyle mi? Sen böyle değildin sana bir hal olmuş....”

Ürperdi. Ses tırmalıyordu kulaklarını. Koşmalı, kaçmalıyd; duymamalıydı bu sesi. Tanıyordu bu sesi. Çok yakından tanıyordu. Nasıl unuturdu? Hani koşup gidecekti ya kollarına, ‘bak’ diyecekti. ‘Bak geldim... benim için yalnız sen varsın artık.” Neden bir türlü gidemiyordu ona? Neden gidemiyordu? Ne hayaller kurmuştu... Şimdi yoktu hiçbiri... Peki ya bu insanlar, neden bakışlarını kaçırıyorlardı ondan? Neden yollarını değiştiriyorlardı onu görünce? O gülen gözleri neredeydi insanların? Koşup gitmeliydi. Boynuna sarılıp; dizine, başını koyup anasının, susmalıydı. “Yoluna ölürüm.” demez miydi anası? Gitmeliydi... *** Bir kedi yavrusu gibi usulca ve ürkek, süzülerek girdi içeriye... Usulca oturdu bir kenara. “Ana!” diyecekti, diyemedi. “Ben...” diyecekti, diyemedi. Boğazına düğümlendi sözcükler. Yüzüne baktı anasının ve eğdi kafasını önüne. Eğildi yaşlı kadın, baktı yüzüne. Başını yana çevirdi. Kadın tekrar eğildi. Bu sefer sımsıkı yumdu gözünü.

*** “ÖLÜM...” ne çok korkuyordu bu kelimeden... Rahat bir yaşamı olmayacak mıydı artık... Niye korkuları hep yanındaydı? Nereye gitse, neyini verse kurtulamıyordu artık. Bu seslerin yabancısı değildi hiç.

“Gözlerini gözlerimden kaçırıyorsun bir gizlediğin mi var ellerin titriyor belli yüreğin soğumuş artık inansan ne olur inanmasan öyle mi sen böyle değildin sana bir hal olmuş

*** Günler sonra üstünden çıkanlar teslim edildi anasına. Bir ceket, bir pantolon,bir gömlek, bir çift ayakkabı. Birde bir kağıt çıkmıştı cebinden “Pişmanlık yasasından yararlanacağıma... Devletime bağlı kalacağıma... Faydalı olacağıma... Bir damga vardı kağıdın altında. Kıpkırmızı bir damga basılmıştı kağıdın altına; kan gibiydi sanki. “PİŞMANLIĞI ONAYLANDI” ✔

Avuçların mı terliyor, neden albastı yüzünü dizlerin çözülüyor belli bir korktuğun var

12

“Kaçsan nereye kaçacaksın kendinden Yerin belli, yurdun belli, çağın belli Sığınsan da yalnızlığın koruganlarına İşin belli, gücün belli, düşüncen belli Kaçsan nereye kaçacaksın kendinden Ayışığı belli, deniz belli, akşam belli Sanma ki avutur bu düşünceler seni Doğuş belli, yaşam belli, ölüm belli...” ... Kimbilir Hangi antlara kandın Şimdi yalnızsın terkedilmiş belki Silmek zordur geçmişin izlerini Gün gelir ölmek Yetmeyebilir. *** Kalabalık gittikçe birikiyordu. Siren sesleri duyuluyo; sessizliği, acı bir çığlık gibi yarıyordu. Polis telsizlerinden şu anons geçti: “Kimliği belirlenemeyen bir şahıs, X mevkiinde, saat 10.00 sularında ölü olarak bulunmuştur...”


tart›flma tav›r

arihimiz, özgürlükten kaçınma yolunda bir çabadan ibarettir. Çoğunlukla, direnmek ya da yaratmaktan çok, uyum sağlamaya çalışmışızdır. O direnen, bir şey yaratan ve hatta bu uğurda yaşamlarını feda eden birkaç kişi, bizim olamadığımız her şeyi içinde toplayan bir yalana, bir söylenceye dönüşüyor. Bu yalanların somut temsilcisi olan kahramanlar, bizim tutsaklık arzumuzun birer kanıtıdır. Özgürlük içinde yaşamaya cesaret edemediğimiz için, bu işi, tapındığımız kahramanlara havale ediyoruz. Kahramanlar, içimizdeki totalitarizmin karakteristik örnekleridir. Onlar aynı zamanda, totaliter yönetimler için de vazgeçilmezdirler. Yukarıda, yazımıza giriş teşkil eden bu bölüm, Gündüz Vassaf'ın, ilk baskısını 1992 yılında yapan, “ Cehenneme Övgü ” isimli kitabından alınmıştır. Kendisi, son olarak, Radikal Gazetesi'nde, “ Koza İçindeki Küba ” başlıklı bir yazı dizisine de imza atıyor. Bu yazı dizisinin daha ilk bölümünde değindikleri de hayli enteresan ya; ancak, bunlar bu yazının konusunu teşkil etmiyor. Peki, niçin bu alıntıyla yazımızı başlatma ihtiyacını hissettik. 14

"T

Temmuz tarihli Radikal Gazetesi'nde, Celal Başlangıç'a ait “ Zaman ve Mekan ” isimli sayfada bahsi geçen Aytekin Yılmaz bizi bu alıntıyı yapmaya yöneltti. Aytekin Yılmaz, bir dönem Bayrampaşa Hapishanesi'nde tutuklu kalmış ve çıktığında örgütlü yaşamla bağını koparmış birisiymiş. Bunları yazılanlardan öğreniyoruz. Koparmış; çünkü yaşadıkları, hayata dair sorgulamaları onu bu tercihe yöneltmiş. Tercih etmekle de kalmamış, yaşadığı "ağır trajedileri" bile kitap haline getirmiş. Kitabına da, hoş bir isim bulmuş, "İçimizdeki Hapishane/Labirentin Sonu". Kitap, Aytekin Yılmaz'ın dahil olduğu siyasi hareketin hapishane içinde ne kadar adaletsiz davrandığını, özgürlüğü elinden alınmış insanları nasıl bir kez de kendisinin hapsettiğini anlatıyor. Aytekin Yılmaz'ın subjektivizmiyle baktığımızda, ortada korkunç bir tablo var. Büyük bir insan hakkı ihlali. Aytekin Yılmaz, içerde, Osman'ın nasıl sorgulamaya tabi tutulduğunu anlatıyor. Sebep, arkadaşlarını ele vermesi. Bunun için bir insan sorgulanır mı? Zaten, Osman'ın gayet masumane bir gerekçesi var. Büyükleri

13

vermemek için küçükleri vermiş. Satranç oyununda, temel amaç kazanmaktır. Ve burada rakibine şah çekebilmek için gerekli alanı yaratmak için, piyonları feda etmekten kaçınmazsın. Satranç söz konusu olduğunda ve bu strateji doğru kullanıldığında, dahiyane bir şekilde tasarlanmış hamleler alkışlanabilir. Ancak, bu bahsedilenler birer insan, birer devrimci be Osman! Senin tasarruf hakkından öte bir durum yok mu ortada? Osman, durumunu kurtarmak için küçük(!) insanları kullanırken, Aytekin de, kendi durumunu teorize etmek için Osman'ı kullanıyor. Aytekin'in durumu Osman'ı derinden sarsmış. Bunun için yazıyor kitaplarını. Kişinin bahanelerini elinden alırsan delirir denir. Aytekin'in bahaneleri bunlar. Delirmemek için örgütlülüğe vuruyor. Örgütlenme anlayışına vuruyor. Devrim inancına vuruyor. Bildik söylemlerle karşımıza çıkıyor ama en acemi türünden bunlar. Bunlardan daha ustacaları, en kıvrak zekalardan süzülüp, yazılanlarını okuduk; Aytekin, sana niye itibar edelim ki? Denizde boğulan insanların, o panik haliyle kendilerini kurtarmaya gelenleri nasıl boğduğunu bilirsi-


niz. Boğulmak üzere olan kişinin bu durumu gayet masumdur ancak, bu andaki o ilkel, içgüdüsel davranışını gözden kaçırmamızı gerektirmez. Boğulmak üzere olan, kendisini kurtarmaya gelenlerin omuzlarından yükselmeye ve hayatta kalmaya çalışır ama onları dibe iter ve boğar. Biraz sakin olsa, onları boğarak kendini de boğduğunu anlar ama o an bu aklı, bu soğukkanlılığı göstermesi pek beklenmez. Durum biraz buna benzer ama bir farkla. Aytekin gibiler, boğulurken , dibe ittiklerini kendileriyle birlikte dibe çekerler. Bunu da bile bile yaparlar. Dünyanın merkezindedir onlar. Dünya onların etrafında dönsün isterler. Bir haini savunmanın gafleti umurlarında olmaz. O hainin, sarıldığı eski battaniyeyi tasvir ederek sanatçı yanlarını tatmin ederler. Yoksa ölen, ölenin kimliği, ya da Osman'ın durumu zerre kadar ilgilendirmez onları. Onların, Aytekin'deki yeri sadece kendi durumunu meşrulaştırması ve onların yaşadıklarının üzerinden Aytekin'e prim sağlama-

sıdır. Öyle ya, birileri yaşar ve birileri bunların üzerinden prim yapar. O ateşe elini hiç sokmadan. Kitapta bahsedilen hain, bir eylem adamı. Hainliği seçmiş. Bedelini de ödemiş. Peki Aytekin nedir? Aytekin, böyle bir düzende yurtsever kimliğin bedelini ödemeyi bile yüzüne gözüne bulaştırmış, sonra da sağa sola saldırıyor. Tüm bunları yapıp kime yaltaklanacağını sanıyor Aytekin. Cevapları biliyoruz, o kadar çok duyuyoruz ki onlar yerine kendimizle konuşsak daha etraflı cevaplar verebiliriz. Aytekin bunu kendi için yapıyor, ruhunu arındırmak için yapıyor. Sonra burjuvazi tutuyor elinden. Alıyor tam sayfa haber yapıyor. Koşa koşa gidiyor Aytekin. Hiç düşünmüyor, benden öncekiler nerede diye? Doğan Medya onları şirketlerine müdür mü yapmış, ne yapmış? Osman nasıl Aytekin'in umrunda değilse, Aytekin'in yaşadıkları medyanın umrunda değil. Hele Doğan Medya'nın hiç değil. “Liberal” Radikal Gazetesi'nin üzerine kilitlendiği konu, halkı örgütsüzleştirme politi-

14

kası. Celalettin Can, Aytekin Yılmaz hepsi satranç oyunundaki öne sürülen piyonlar. Onlar şah demek için atılmış hamleler. Burjuvazi boş durmuyor, devrimin ve devrimciliğin değerlerine saldırmak için devrimin safralarından medet umuyor. Safra atıktır ve kimseye bir hayrı dokunmaz. Yazımızın başındaki alıntıda vurguladığımız gibi. Halkı, değersiz inançsız bir hale getirmek istiyorlar. Özgürlüğün tanımını değiştiriyorlar. Aytekin'e göre insan hakları beklemeye gelmez. Ya bizimkiler Aytekin? Onlar sadece ölmeye mi yarar? Anaları onları sadece ölsün diye mi doğurmuş? Öyle mi Aytekin, konuşmak sadece sana ve yolundan yürüdüklerine mi mahsus? Kahramanlar sadece mistik değerler midir sence de? İnançsızlar heryerde. Evet doğru. halkı ayakta tutan tüm moral değerleri alaşağı etmek için yazıyorlar, çiziyorlar... Bizimkiler, yaşıyor, dövüşüyor, ölüyor. Onlar hep vardı, eh ne yapalım ki biz de varız ve her yerde karşılarına çıkacağız.✔


ölüm orucu tav›r

o’nu son kez görmek istiyorlard›... aat bire geliyordu. C-16'dan çıktı. Direniş koğuşuna geçti. Önce alt kata uğradı. Birkaç ölüm orucu savaşçısı şark köşesinde uykuya dalmıştı. Sessizce ayrıldı. Kimseyi rahatsız etmemek için, merdivenleri çıkarken basamaklara itinayla basıyordu. Berdan'ın yanına gitti. Her zamankinden daha çok yoldaşı vardı Berdan'ın yanında. Sağlıkçılar, nöbetçiler ve birkaç tutsak daha gözlerini Berdan'a çevirmiş bekliyordu.Yarım saat kadar onu izledi. Berdan, düzgün cümlelerle konuşmaya devam ediyordu. “...Bu günler çok zor günlerdir. Bu yüklenen yükün altından, mutlaka kalkacağız." (...)Kendisini tutamayacağını hissediyordu. Arkasını dönüp ayrıldı.Tuvalette yüzünü yıkadı. Ağlama isteğini bastırmaya çalışıyordu. Geri döndüğünde, Berdan aralıksız konuşmaya devam ediyordu. "...Bizler çok büyük, gerçekten çok büyük bir ailenin fertleriyiz. (...)Haklı savaşlardan yanayız. Haklı savaşların, zaferle sonuçlanmasını istiyoruz. Haklı savaşların, çeşitli egemen sermaye çevrelerinin çarklarını dolduran su taşıyıcılarına dönmelerini de hiçbir şekilde istemiyoruz." Sağlıkçı, sürekli nabzını, tansiyonunu kontrol ediyordu. Gündüz, sürekli konuşarak bilincini açık tutmaya çalışıyordu. Akşama kadar sürmüştü bu. Akşam iyice kapanmıştı bilinci. Nabzı düşmüş, elleri ve ayakları solmaya başlamıştı. Ondan beri de hiç susmadan konuşuyordu Berdan. Berdan, onun eğitmeniydi. Ondan çok şey öğrenmişti. Halen öğrendiğini; Berdan'ın, halen onlara öğrettiğini düşünüyordu. Böyle bir şeyi, bir daha asla göreceğini zannetmiyordu. Hani, bilinci açık olsa, propaganda yapması, seminer vermesi, devrimci gö-

S

revlerden bahsetmesi o kadar anlaşılmaz ya da inanılmaz olmazdı. Acı çekse, kussa, gözleri görmese bile ama şu an çok farklıydı. Bilinci kapalıyken bunlardan bahsetmesi neyle açıklanabilirdi? İrade mi? Yeterli gelmezdi. İradeyi güçlendiren, yöneten, bu konuşmalara kaynaklık eden neydi? Berdan'ı dinlerken kendine sorduğu sorular çoğalıyordu. "(...)Şurada fiziki anlamda yaptığımız bir şey yoktur. Fakat yaptığımız çok iddialı şeyler vardır. Bunlar çok önemli, şeylerdir arkadaşlar. (...)Yani, öyle kalemlerimizle, fırçalarımızla, başka araçlarla, yöntemlerle bu yüceliği, bu büyüklüğü dillendirebilmek; bunu, bugün gerçekten her düzeyde fedakarlığıyla göğsümüzü kabartan halkımıza anlatabilmek; kendimizi bunlara taşıyabildiğimiz ölçüde mümkün. Verdiğimiz şehitlerle, düşmanın beyninden, ciğerinden söküp çıkartılmış canlarla; devrim temelinin sağlamlaşması için, akıtılması gereken her damla kanda; saçılması gereken her zerresinde; 'Bu da benden!' dememiz gereken her alın terinden, omuza yaslayacağımız bir elden, kurma koluna vereceğimiz bir destekle, bir kahpe kurşuna siper edeceğimiz göğsümüzde; bunlar defalarca çoğaltılabilir arkadaşlar." Berdan, böyle bir anda dahi, ülkemizde devrimin engellenemeyeceğini söylüyordu. Buna inandığı için, ölüme gitmiyor muydu zaten? İnanıyordu; çünkü, Türkiye solu, '80'lerden bu yana dünyada eşine ender rastlanır bir çizgi izlemişti. Bu çizgide, ölümün yenilmesi, ölüme meydan okuyuş vardı. Bu meydan okuyuşun içinde de devrime, sosyalizme inanç vardı. Bu geleneğin Türkiye toprağında yeşermesi, yayılması bedelsiz olmamıştı. (...)Berdan devam ediyordu; "Şu anda bir savaşın içindeyiz. Kazandığımız, kazanacağımız yeni mevzi-

15

lerin bir yandan coşkusunu yaşarken, bir yandan da nasıl büyüdüğümüzü, nasıl geliştiğimizi hiç unutmayacağız. İşte böyle büyürüz. Buna üzülecek miyiz? Yoo savaş böyle büyüdü. Bundan sonra da böyle olacak arkadaşlar. Aslanlar gibi yeneceğiz düşmanı." Saat dört olmuştu. Berdan konuşmaya devam etse de kelimeleri tam telaffuz edememeye başlamıştı. Berdan herkese, inancını, yaşamını, eksiklerini sorgulatıyordu. Çekilen en büyük acılardan biri buydu. Berdan'ın sergilediği inanç, yüreklerini bıçak gibi kesiyordu. (...)Onu bu halde seyretmek dayanılmaz geliyordu artık. İlk defa bir insanın ölümünü seyrediyordu. Gözleri kıpkırmızıydı. Berdan, bilincini kaybetmeye başlamıştı. Yoldaşlarına cevap veremiyor, söylediklerini duymuyor, anlamıyordu. Anlaşılmayan konuşmalar içinde, anlaşılan bir slogan attı Berdan; "Yaşasın Küba, Yaşasın Ölüm Orucu Direnişimiz!" Slogan atarken, sol kolunu havaya kaldırmaya çalıştı ama gücü yetmedi. (...)Berdan'ın nefes alma aralığı gittikçe uzuyordu. Kafası yana düştü Berdan'ın. Bitkinliktendir sandı O. Sabah, sayıma koğuş almak için giren Başgardiyan o an Berdan'ı gördü. Berdan'ın ağzından kan boşaldı. Sağlıkçı, sorumlusuna baktı. O da kalkıp, Berdan'ı alnından öptü. Yüzünü çarşafla kapattı. Koğuş dar geliyordu O’na. Havalandırmaya çıkmak için ilerledi; son kez baktı Berdan'a. O aşağıya inerken; yoldaşları, Berdan'ın yanına koşuyordu. Savaşçıları rahatsız etmemeleri gerektiğini bilmelerine rağmen, onu son kez görmek istiyorlardı.✔ (Bu yazı, “Devrim Kuşağının Kahramanları- Direniş Ölüm ve Yaşam isimli kitaptan alıntıdır.)


an› seval

alp

birlikte seyredece¤iz do¤an günün güzelli¤ini... llerimizde al bayraklarla yürüyoruz mezarlığın içine. Telsiz sesleri karışıyor düşlerime. Her adımda, biraz daha yaklaşıyorum sana, size. Megafondan gelen sese eşlik ediyorum ama sigara vurgunu ciğerlerim buna daha fazla müsaade etmiyor. Başımda bir şapka var, görsen gülerdin. Hani o şarkıda diyor ya “Güneş alnımızı yakıyor, beş bin kardeş yürüyor güneşe” Beş bin yokuz ama güneş gerçekten alnımızı yakıyor. “Beşli kortej oluşturalım” uyarısıyla “beşli” olmaya çalışıyorum. Megafondan yine aynı ses, “Selam olsun bininci günde direnenlere!” Alkışlarla geliyoruz, ıslıklarla. Bin gündür direnmek için aslan gibi bir yürek taşımak gerek göğüs kafesinde. Bizim aslanlar burada yatıyor. Ellerimi iki yana açıp bağırmak istiyorum. “Cebeci!... Cebeci bak yine bayraklarla geldik sana!” Cebeci Mezarlığı’nın göğsü kalabalık. Her bir düşenimizi bir kahramanlık nişanı gibi takıyoruz Cebeci’nin sol göğsüne. Mağrurluğu bundan. Koynunda yiğitler barındırdığından. Yokuştan aşağı iniyoruz, kalabalık. Bayraklar, bayraklar... Kızıl bayraklar. Devrimin sembolü bayraklar. Rüzgarda o kadar güzel dalgalanıyor ki... Bundan bin gün önce, ilk sizi getirdik buraya; soğuk bir kış günüydü. Ellerimiz kavuşmuyordu birbirine. Siz ağır ağır ilerliyordunuz cenaze arabasında, biz ağır adımlarla ardınızda. İlle de yumruklarımız... Havada sımsıkı. Yürüdük ağır ağır. Bazen hiç konuşmadan öyle susarak voltaya durduğumuzda olurdu. Sanki voltadaydık mapusta. Yürüdük,

E

söyleştik. Söyleştik yürüdük. Üç yıl oluyor sizi buraya getireli. Sonra... Kimleri taşıdık al bir gelin gibi zılgıtlarla? Bayraklı tabutlarla. Karanfillere bezediğimiz kimleri kimleri?.. Birer birer öptük alınlarını... Kiminin “Mezarımın başında türkü yakın.”dı vasiyeti; kiminin davullu, zurnalı halay. Sizi getirdiğimizde, çok yağmur yağdı. Sel aldı Gazi’yi. Bulutlar ağlıyordu sanki ama hep dik tuttuk başımızı. İki damla yaş aktıysa gözümüzden, karışıp gitti o deli yağmurlara, aldırma. Yağmur dosttur adama, saklar gözyaşını. Tam tepenin başında yolumuzu kesen haramiler, göremedi gözyaşımızı. Bin gün olmuş sizi buraya getireli. Bin gün, dile kolay. Sen orada yatıyorsun, yanında Rıza Poyraz. Başucunda Şenay, Gülsüman. Aşur, Fırat, Şefo az yukarıda. Nilüfer, Seyhan yan yana. İkisi de kafa kafaya vermiş gülümsüyor gibiler. Bin gün olmuş, bin gün. Bin açlık günü. Bin gündür aç ama onurlu kalmak. Aslan gibi yürek işi. Her gelişimizde, sanki Cebeci alkış tuttu bize. Bir devrimci daha düştüğünde toprağa, hüznünü takıp bir kuşun kanadına, dağlara yolladık. Dimdik durmalıydık. Öyle sizin gibi, aslan yürekli. Daha çok tabut taşıyacaktı bu omuzlarımız. Omuzlarımız nasır tuttu da bin gündür eğilmedi bu baş. Mapustaki halayları hatırlarım hep, yolumuz Cebeci’ye düştüğünde. Ortada yanan ateşin alevi, yüzümüzü yalardı. Ter içinde kalırdı halaylarımız. Öyle halaylardasınız yi-

16

ne. Size karanfil getirdik. Baş ucunuza koyduk. Mezarcı çocuklar yine gelip sokuldu yanımıza. Utangaç, ezik yüzleriyle. Ellerinde eski, yıpranmış pet şişeler. Para istediler; verdim bütün bozukları. Tam, sizin en çok olduğunuz yerde, tam da Cebeci’nin kalbinin attığı yerde; tam, senin ve Zeliha’nın olduğu yerde, kocaman bir pankart açtık. “Sonuna, sonsuza, sonuncumuza kadar direneceğiz” yazıyordu. Gazeteciler, ardı ardına basıyordu deklanşöre. Grup Yorum vardı yine türkü türkü. “Bize Ölüm Yok” diyordu, haklıydı. Direnenlere ölüm yoktu. Gerçekten ölenler, yaşarken çürüyenlerdi. Kör, sağır, dilsiz olanlardı. 107 tabutu, diri diri yakılanları görmezden gelenlerdi. Ölenler onlardı. Senin yanına geldim sonra. Dokunmak istedim gece karası saçlarına. Halaylarda savrulan, ay ışığının düştüğü saçlarına. Sen, o gömütün içinde miydin ? Buna hiç inanmadım. Çünkü, o fotoğrafında gülüyordun hala. Hak etmişlikti bu ömrü, ekmeğine doymuşluk. “Üstü kalsın” diyebilecek kadar sunabilmekti bir ömrü kavgaya, kavgamıza... Bin gündür yatıyordu burada bizimkiler. Bizim kardeşimiz, evladımız, yoldaşımız, anamız, yarimiz. Bizimkilerdi Cebeci’nin bağrındakiler. Her geldiğimizde ıslıklarla ve alkışlarla geleceğiz. Ama ille de bayraklarla aşacağız o tepeyi. O bayraklar ki, bir gün dikilecek zulmün burçlarına. Her biriniz, ellerimizde bayrak bayrak. Birlikte seyredeceğiz doğan günün güzelliğini. Sancısını birlikte çektiğimiz gibi...✔


fliir seda

demir

insanl›¤›ma Bin gündür soluk soluğa hücre, Yalnız ve kendisiyle söyleşen Bin gündür açlığa vuruyor zaman Ve bin gündür Camlara çarpıp kendini, Dışarda kalıyor hayat. İçerisi çekmiş restini, Girme diyor içeri, girme! Bu bir yangın. Bir orman yangını, Birlikte yok olurcasına Ve birlikte yaşayacakmışçasına Unutulmuş zamanlar, Yarım kalmış sözcükler ağızlarda Dile geliyor ateş; Görüyor musun diyor, Görüyor musun bağrımda koşturan vahşi atı? Eğmez başını. Bu bir yangın bağrımda. Dumanı çöküyor dağlara. İnliyor kuytusunda bir sürüngen Tan ışıdı ışımak üzere! Dayan bedenim dayan, Yetiş yüreğime! Öyle bir insanca sevdaya kesti ki yüreğim, Diz çöktü yaşama dürtüm insanlığıma... 17


kitap deniz

engin

yaflatmak için öldüler YAŞATMAK İÇİN ÖLDÜLER ŞENAY DÖNMEZ BORAN YAYINCILIK üçükarmutlu’da, 2001 yılında, yaşanan ölüm orucu direnişini anlatan kitap, tek tek, direnişçilerin öykülerini seriyor önümüze. Belleklerimizde hala taze olan direniş süreci,Armutlu semtinden çıkıp tüm ülkeye yayılan bir okul olmuştu. Armutlu tepelerinin mütevazi halkı; kendi mahallelerinde, kapı komşuları olan Gülsüman ve Şenay’ın tanıdıkları, bildikleri direnişçilerin, inandıkları değerler uğruna an an, saat saat yaşadıkları direnişe tanıklık ederler. Aylar süren direniş boyunca Armutlu halkının direnişe olan ilgisi oldukça büyüktür. Direnişin son noktası olan 13 Kasım 2001’ de yapılan ve dört kişinin ölümüyle sonuçlanan katliam operasyonunda dahi, Armutlu halkı kurulan barikatlarda nöbetçi, barikat başındakilere dosttur. Bu yazının hazırlandığı ana kadar ölüm orucu direnişi sürüyordu. Ve Armutlu, bu direnişin önemli bir bölümünü oluşturuyor. TAYAD’lı aileler, hapishanelerde sürdürülen direnişin dışardaki sesi, soluğu olurlar. Yetmez, kendi bedenlerini de açlığa yatırırlar. Hapishanelerdeki tecrit politikaları kalkana, insanca yaşam koşulları sağlanana dek... Her biri, direnişin değişik safhalarında hayatlarını kaybeder. Dünyanın değişik ülkelerinden, ellerinde kameralarla, fotoğraf makineleriyle, kayıt cihazlarıyla gelen gazeteciler, insan hakları savunucuları bu direnişi belgeler. Her biriyle dost, arkadaş olurlar. Bu direniş, onların da belleğine kazınmıştır. Ve Sevgi Erdoğan... Gülen gözleri Boby Sands’ın vatanı İrlanda’ da bir duvarı süsler

K

boydan boya. Ellerinden geleni yapacaklarına söz veren insanlar, kendi ülkelerinde, Armutlu’daki direnişçilerin sesini duyurmaya çalışır. Armutlu Direniş Mahallesi’nin ilk şehidi olur Gülsüman Dönmez. Armutlu’da yaşayan bir tutuklu yakını, bir çocuk annesi, bir emekçidir. Mahalle halkının ve devrimcilerin dostu, yoldaşı, ablasıdır. Yirmibeş yıllık devrimci bir hayattır Sevgi Erdoğan. Bir ömür devrimcidir Osman Osmanağaoğlu. Koca bir ömrü devrimcilik yaparak geçiren Sevgi Erdoğan’dan, 19 yaşında Canan’a kadar pek çok direnişçiye ev sahipliği yapar Armutlu.Yayınevinin notuyla, Armutlu “kendi başına bir

18

destan” dır. Direnişçiler ise yaşamları ve ölümleriye bir kez daha sorgulatır hayatın gerçeklerini. Yaşamı ve ölümü. Armutlu’da, direnişin herhangi bir aşamasında hayatını kaybeden herkes, halkın kalbine gömülür. Düşen her direnişçi, Armutlu’nun sokaklarında gezdirilir omuzlarda. Kitabı okurken, gün gün, hücre hücre eriyen direnişçilerin; onlara refakat edenlerin, ziyaretçilerin öfkesini, hüznünü ve coşkusunu bulacaksınız. Fedakarlığı da, ihaneti de göreceksiniz. Kahramanlığı da, alçaklığı da. Ve bir kez daha sorgulayacaksınız belki, “Yaşayan kimdir gerçekte ölen kim?”✔


sinema ibrahim

köro¤lu

tanr›kent: brezilya’n›n bilinmeyen yüzü ir ülke düşünün; dünya futbol piyasasında, adları geçtiğinde şapka çıkarılan yıldızları yetiştiriyor. Dünya futbol liglerine ithal ettiği yıldızların sayısı, binlerle ifade ediliyor. Yine bu yıldızlarıyla, düzenlenen dünya şampiyonalarına tam beş kez kazanıyor. Futbol ve etrafında dönen ekonomiyi hesapladığınızda, ortaya çıkacak tabloyu hayal edin sonra. Hayal edin; çünkü geçtiğimiz yıl, bizim ülkemizin milli futbol takımı, bu kupada finale oynarken sürekli sözü edilen turizm getirisinden ve futbolun ülke ekonomisini nasıl kalkındıracağından hareketle, sanırız bu konuda oldukça geniş bir bilgiye vakıf olmuşsunuzdur. Bir ülke düşünün; danslarıyla, insanlarının dinamik, hareketli yapısıyla ve neredeyse tüm dünyanın bildiği festivaliyle, bahsettiğimiz turizm getirisine damgasını vurmuş bir ülke. Sonra, hayallerinizde bu iki ülkeyi birleştirin. İnsan başka ne ister ki değil mi? Herkesin rahatça yaşadığı, ufak tefek sorunları olsa da bu sorunların bir biçimiyle aşılacağı bir ülke. Siz öyle sanın! Bugüne kadar tanıdığınız Brezilya tablosu, futbolu ve Rio de Jenerio Festivaller’inden ibaretse, cennet mekan bir Brezilya tasavvur etmiş olabilirsiniz ama ya futbolcu olamayanlar? Ya, asla bir Ronaldo, Rivaldo, bir Roberto Carlos olamayanlar ve asla olamayacak kişiler?.. Ya işi kılıfına uydurup, temiz bir vurgun yapamayanlar ve bir baltaya sap olamayanlar?.. Fernando Meirelles, Tanrıkent’te, Brezilya’nın akla hayale gelmedik öyküsünü anlatıyor bize. Futbolun ve sambanın gizlediği, yoksul Brezilya’nın çürümüş yanlarını... Rio’da yoksullar için hükümet tarafından özel bir

B

projeyle oluşturmuş gettoya götürüyor bizi. Gelecek hayali kurma şansına bile sahip olmayan insanların, çocuk yaştan itibaren, nasıl nefret edilesi suçlular çetesine dönüştüklerini anlatıyor. Tanrıkent, Brezilya’nın görünmeyen yüzüdür. Ancak, görmesini bilene, açlığın ve sömürünün kucağına itilmiş tüm halkların çocuklarının, yoksulluğun pençesinde nasıl bir suç şebekesine dönüştüğünü anlatıyor. Tanrıkent, kimsenin yaşam güvencesinin olmadığı bir yer. Tanrıkent’te öldürülmek için, bir çeteye üye olmak gerekmiyor. Tanrıkent, kör kurşunun gelip sizi bulduğu yerdir. Adıyla tezat, ilahi adaletin asla işlemediği, toplumsal dönüşümünü sadece yeni şefler ve yeni çetelerin sirkülasyonuyla sağlayan yerdir Tanrıkent. Tanrıkent’te öldürülmek için, bir kaçan tavuğu yakalayamamak yeter.

19

Ya da sadece tavuk olmak. Her şeyden uzağa kaçmak, acı çekmeyeceğin anlamına gelmez. Kız arkadaşının güzel olması, öldüresiye dayak yemene, kız arkadaşına tecavüz edilmesine ve bütün ailenin yok olmasına sebep olabilir. Nakavt Ned’in hikayesinde olduğu gibi. Filmin kahramanı Roket’in de dediği gibi, Nakavt Ned’in başına gelenler sonrası yöneldiği intikamcı hesaplaşma ve sonrasında gettodakilerin gözünde büyümesi, onun bir devrimi başlatacağını düşündürür. Ancak, Ned’in tek seçeneği, karşı çetede yükselmesi olacaktır. Hem de hiç istemediği halde. Hiçbir masumu öldürmeme şartı koştuğu halde. Kendisi, istisnai durumlarda masumları öldürür. Kısa bir süre sonra, istisnalar kural olur. Ned’in ölümü de, ironik bir biçimde, öldürdüğü bir koruma görevlisinin oğ-


lunun ellerinden olur. Karşı çetenin lideri Li’l Dice de nasıl daha küçücük bir çocukken kendinden büyükleri, gettodaki çete bozması abilerini öldürerek yükselip ustalaştıysa, ölümü de küçük çete Bücürler’in elinden olur. İlahi adalet, belki sadece burada yüzünü gösterir. Belki, sadece suya yansıyan bir akisten söz edilebilir ya neyse. Tanrıkent’te kimse doğal nedenlerle ölemez. Her şey Tanrıkent’in kendine özgü doğallığı içinde olur. İçlerinde, aldatılmışlığın, açlığa ve yoksulluğa mahkum edilmişliğin öfkesini, ezilmişliğini yaşayarak büyüyen çocuklar, haksız yere kazananlardan nefret ederler. Onları soyarak zenginleşmeyi bir erdem sayarlar ama bu o kadar kolay değildir. Öfke ve ezilmişlik yatağını bulamazsa, iktidarın temsilcilerinden, örneğin polislerden alabildiğine korkarken kendi gibilere zulmederek yozlaşır. Tanrıkent’te, kendi gibilere satarlar kokaini. Zenginleri zehirlemek onları aşar. Onlardan nefret ederken, onlar gibi yaşamaya özenirler. En yufka yürekli çete reisi Bene, onlar gibi giyinmek için avuç avuç para döker. Gettonun playboyu olmak ne çok hoşuna gider. Tanrıkent’te iyi çete reisleri de iyiliklerinin bedelini ölerek öder. Uzaklara gitme hayalleri, veda partisinde kendi kanlarında erir gider. Tanrıkent’ten çıkış yoktur. Fernando Meirelles, yaşanmışlıklardan hareket ederek, Roket’in anlatımlarıyla bize Tanrıkent’in hikayesini sunuyor. Roket ve elindeki fotoğraf makinesi, hem başka bir karakterin gelişim sürecini anlatırken, hem de onun tanıklığını bu makineyle birleştirerek güçlendiriyor. Bütün hikaye, bu makine ve Roket’in anlatımlarından aktarı-

lıyor bize. Tanrıkent’i, bir Brezilya dizisi gibi izleyemezsiniz. Tanrıkent, hepimizin hikayesini anlatıyor. Geçmişi, bugünü veya geleceği. Herkesin bilmesi, görmesi ve önüne geçmesi gereken bir hikayeyi. Latin Amerika’dan, Sinemaya Sert Darbeler Tanrıkent, yönetmeninin ilk filmi olmasına rağmen, ustaca bir anlatıma, alışılmış diye tabir edilen kurgu diline aykırı dinamik bir tarza sahip. Geçtiğimiz yıllarda izlediğimiz Meksika filmi, “Paramparça Aşklar, Köpekler” filminin ardından, ülkemizde ve Batı’da, Latin Amerika sinemasının etkisi hissedilip tartışılmaya başlandı. Farklı öyküleri, farklı bir şekilde öyküleyen sinemacılar, dikkatleri de üzerlerine çektiler. Tanrıkent’te, bu kez Brezilya’dan bir hikayeyle, bu sinemanın arayışlarına, vurgularına tanık olu-

20

yoruz. Hem geçtiğimiz aylarda gösterildiği İstanbul Film Festivali sonrası, hem de gösterime girdiği günlerde tartışılmaya başlanan kurgu anlayışı üzerine birkaç şey de biz söylemek isteriz. Filmin, kısa planlara ve hızlı bir anlatım diline sahip olması, bazı çevrelerce, MTV tarzı klip diline sahip olmakla değerlendirilmiş; bu tespitle de, film, hafifsenmiştir. Yönetmenin bu konuda söyledikleri dahil olmak üzere, bizim de merak ettiğimiz bir noktadır bu. Politik filmler dingin anlatımlara, uzun planlara, hatta plan sekanslara dayalı olmak zorunda mıdır? Hikayenin anlattıkları, coğrafyası hiç önemli bulunmaz mı? Avrupa sinemasının armağanı olan bu anlatım, hala Avrupa’ya özgüdür. Avrupa insanının, bunalımlı, durağan yaşantısını, tabi ki hızlı planlarla anlatmak olanaksız gözükür. Bu tarz, sadece suç öyküleri ve aksiyon tarzına has bir anlatım olarak kabul görür. Oysa Tanrıkent, Brezilya insanın ritmine, yaşam tarzına ve öyküsüne uygun bir ruhla çekilmiş bir film. Doğal olarakta ortaya müzikleriyle birlikte –ki yoğun müzik kullanımı da bu Latin tarzının bir ifade biçimi sayılabilir. Dinamik bir film çıkmış. Kastlaşma ve statükoculuk, her yerde olduğu gibi sinemada da karşımıza bu şekliyle çıkıyor. Hatırlanacağı gibi, geçmişte omuz kamera lanetliydi. Bugün ise hızlı kurgu. Elitistler her yerde, her biçimde karşımıza çıkıyor. Öyküsü, derdi ve cesareti olanlar da, tüm bu setlerin üzerinden atlayıp kafalarındakini görselleştirip, seriyorlar önümüze.✔


spor hakan

dilek

maksat spor olsun! ransa’da oynanan Konfederasyon Kupası maçları sırasında, sahada yığılıp kaldı Vivian Foe. Kamerunlu futbolcu, örtük bir milli mücadeleyi taşımak istiyordu sahaya. Belki de bir üst düzey kazancın peşindeydi. Öyle ya da böyle, kapitalizm yarıştırırken öldürüyor da. Foe ilk değild. Böyle giderse, son da olmayacak. Vivian Foe, sahanın ortasına yığıldığında, herkes ne olduğunu anlamadı önce. Ölüm haberi, arkadaşlarına maçtan sonra iletildi. Gökyüzüne çıktı Foe. Bunu, aynı takımdan olmasalar bile, futbolcu ‘arkadaşlarının’ -bir mecaz yapıp biz onlara futbol emekçileri diyelim- attıkları golleri, parmaklarıyla gökyüzünü göstererek Vivian Foe’ye ithaf etmelerinden anlıyoruz! Anlamanın, içimizi acıtan bütün anlamlarıyla. Foe, gencecik bir futbolcuydu. Ulusal formanın yanında kariyerini İngiltere’de sürdürüyordu. Hastaydı. Rivayet o ki Foe dizanteri tedavisi görüyordu. Karısı, maçtan önce bu turnuvada oynanamaması gerektiğini söylemiş. Foe, meşin yuvarlağa duyduğu sevgiden mi, galip geldiklerinde alacağı primlerin yaşam standardını ne kadar yükselteceğine duyduğu meraktan mı bilinmez, maça çıktı. İlk yarının ortalarına doğru, santra yuvarlağının içinde bir kez daha üzerinde koşmamacasına ayrıldı çim sahadan. Foe ilk değildir tek de olmayacak. 1980’lerde, Eskişehirspor’un genç milli kalecisi Sinan, askerden geldiği gün çıktığı idmanda, kalp krizi geçirip ölmüştü. Sahada biten başka bir örnek de yakın zamanda yaşandı. Muğlasporlu bir genç, “göğüs istobu” yaparken yığıldı sahaya. Trafik kazalarından ölenleri, vaka-i adiyeden sayar olduk. O ölümler başka bir terörizmin mağ-

F

durları. Derdimiz, sağlık kontrollerinin yetersizliği. Futbolcuların ülkedeki statüleri zaten belli değil. Bundan bir kaç yıl önce, bir yetkili, dok işçileriyle aynı statüde sayıldıklarını, sigorta kesintilerinin normal işçide olduğu gibi yansıdığını ve 50-60 yıllık sigorta baremini doldurduklarında, emekli olabileceklerini söylemişti. Sevsinler. 50-60 ha!!! Bir futbolcunun en çok kırk yaşına kadar futbol oynayabileceğini daha doğrusu, fizik açıdan ancak kırk ve do-

21

layındaki yaşlara kadar ayakta durabileceğini bilmesek inanacağız. Durum futbolun lortları için farklı elbette ki. Onlar trilyonların sahibi. Ama mutlu bir azınlık olarak varlar. Türkiye’de özelikle ikinci ve üçüncü liglerin, en iyi durumdaki takımlarını çıkarırsanız, yoğun bir işsizler ve geleceği olmayanlar ordusu çıkarabilirsiniz ortaya. Amatör futboldan ya da spordan hiç bahsetmiyorum. Bu ülkede, kimse-belki yakın za-


manda biraz daha titizler- futbolcu sağlığı ya da spor sağlığı diye bir şeyi aklına bile getirmez. Bir sektör olarak futbolun olmazsa olmazı, bu sağlık kontrolleridir. Ancak, o gün sağlık kontrollerine gelemeyen bir futbolcu için hastanede bulunan müdür ya da başka bir arkadaşının yerine sağlık kontrollerine girdiğine bire bir şahidim. Gerçi sağlık kontrollerinin nasıl yapıldığını anlatmak ayrı bir yazının konusu. Aslında bu tür yarışmaların çünkü yapılan bir tür yarışmadır. Birinin diğerine galip gelmesini sağlayacak bir yarışma- insan yaşamında tuttuğu yer, bir kez bu yarışmadan galip çıkıldığında yaşanılacak üstünlük duygusu. Bu galibiyetin yaşam standartlarında sağlayacağı iyileştirici etki, yazımızın ve bu ölümlerin konusudur; nirengi noktasıdır. Çünkü aşırı efor, kendini aşmak adına yaratılan ve ortaya çıkartılmaya çalışılan enerji, fizik kapasiteyi zorlar ve olmayacak durumlar çıkartır ortaya. Kar etme ve tek yönlü kazanma hırsının sahaya yansımasıdır bu. Rakip üreten -rakip zaten aynı amaçlarla vardır - ve karşısındaki rakibi, her ne olursa olsun yenmeye altetmeye koşullanmış bir toplumsal ilişki ağının içinde durur futbol da. Ne bir eksik, ne bir fazla. Bütün şekillenişini kapitalizmin kar hırsından alan bu yarışma anlayışının erdemle uzaktan yakından ilintisi yoktur. Birinin diğerini, altetmeye çalışmasının; bir sınıfın, diğer sınıfı altetmeye çalışmasının dışında, görece hiçbir anlamının olmadığı, olamayacağı gibi... Yarışma etiği, fair-play diye adlandırdıkları şeyin, yasa koyucuların kazasız belasız bir yarışma istemlerinin karşılığı olduğunu biliyoruz. Bilmenin bütün anlamlarıyla. Sakatlanan farklı bir takımdan da olsa, artık top bir süreliğine en azından sakatlık geçiren futbolcunun tedavisi yapılana kadar oyun dışına atılıyor. Bir jest oluyor bu. Kardeşçe yarışma adına. Fakat, sakatlık için oyunun durduğu zamanlar, yarışmanın -oyun demeye dilimiz varmıyor aslında- sonuna ekleniyor. Yani bu +2, +5’ler oradan geliyor. Yani yarışmanın kazanma üzerine kurulan ahlakından bir gram taviz verilmiyor. Çürük elma mutlaka ayıklanacak. O nedenle, oyun oyun olmaktan çıkmış, birinin diğerini altetmesine dayanan bir yarışma olmuştur. Müsabakacı futbolcu deniyor son zamanlarda. Eskiden ya da bir zamanlar, sporcu ya da fut-

bolcu deniyordu. Yarış atı gibi, sezonun hemen ardından başlayan maçlardan- sponsorlara, kulüplere ve menajerlere para kazandırmak amacıyla yapılan maçlarda- arta kalan zamanda, kendini nasıl onaracağını bilemez futbolcu. Bu alt kategorideki futbolcular için çok da böyle değil belki ama artan rant, pay büyüklüğü az müsabaka bile yapsa, o zaman dilimine sıkıştırılmış mesaisini ‘en iyi, en yarışmacı ve en emre amade’ şekilde geçirmek ister futbolcu. Peki, sosyo-kültürel gereksinimleri? Onları es geçiniz! Sahalardaki ölümlerin bir yanı da futbolcuların yetersiz sosyo-kültürel beslenme dolayısıyla, bir sporcunun nasıl yaşayacağına ilişkin en ufak bir bilgisinin olmadığında yatmaktadır. Kimse, sadece futbolcuları nasıl yaşayacaklarını bilmeyen insanlarmış gibi göstermesin ama. En ‘ileride’ görülen meslek grubu mensuplarının da bundan pek farkı yok. En büyük cahillerin, görgüsüzlerin nerelerden çıktığını hepimiz biliyoruz- Kontrollerin sıklığı, dopingin ortadan kalktığını da göstermez . Sürekli kazanmaya koşullanmış her sporcu, eninde sonunda dopinge başvurur. ‘Sahalarda görmek istemediğimiz türden olayların’ nedeni budur. Hasan Şaş, yoksul bir aileden gelmenin ve iç sarsıntılarını bununla ortadan kaldırmaya adamış bir delikanlının hezeyanları içinde değil mi? Almanya’dan yurda kesin dönüş yapmış ve ezilmişliğini kendi ülkesinde, çocuklarının başarısında arayan bir anne-ba-

22

banın çim sahadaki halidir İlhan. Babası bir atlettir; anne bir fabrika işçisi. Yol olur Almanya’ya giderler, yıl olur Almanya’dan dönerler. İlhan, önce Marmaris sonra da Gençlerbirliği takımlarında “adamdan” sayılmaz. Bütün o agrasyon, adamdan sayılmadığı dönemlere isyandır aslında; “Bir zamanlar kapınızdan kovduğunuz bir genç vardı!” Kapılardan kovdukları genç, bir türlü sakatlıklardan kurtulamıyor. Nedeni gerginlik. Dönelim başa. Foe, esmer Kamerun’u var etme çalışan bir sporcuydu. Var olmakla yok olmak arasındaki mücadelesini, milli düzeylerde daha bir katlanılabilir kılan futbol takımlarında yer buldu kendine. Bir savaş cephesinin farklı bir versiyonuydu stadyumlar. Üstü örtük bir milli kalkışma olarak algıladığı o maça çıktı Foe. Hastalığına ve yetmezliğine karşın. Bundan sonra da sahada yığılıp kalmalar olacak göreceğiz. Bu ülke tarihi böylesini görmedi. Gencecik insanların bu kadar erken yaşlandığı ve umudunu bu kadar erken yitirdiği bir süreçte, kendini kanıtlama çabasının bu kadar arsızca yaşandığı bir süreç daha yaşanmadı. Maksat spor olsun deyimini çoktandır kullanamıyorum. Maksat ‘spor’ olmaktan çıkalı çok oldu çünkü. Şöyle şeyler yazıyor futbol dergilerinin logolarında; "Endüstriyel futbola karşıyız!" Endüstrileşmiş aşk, endüstrileşmiş sevda, endüstrileşmiş kavga olmaz. Olacağı yer yürektir. İnsan yüreğini iyi korumalı.✔


y›ldönümü can

y›ld›r›m

fliflko ve ufakl›k agasaki’de, beyaz, keçi sakalıyla, yaşlı mı yaşlı bir dede, aynı saatlerde, “hey gidi günler” diye torunlarına pirinçten yapılan yemeklerin en güzelini ballandırarak anlatıyordu. Açlıktan yuvalarına kaçmış minicik zeytin karası gözleri fırlayacakmış gibi masalın sonunu bekliyordu. Manhattan’da, aylar öncesinde, bir sarayda toplanmış devşirme Nobel ödüllü “ölüm ebeleri”, harıl harıl çalışmış, birazdan doğacak “çocuklarına” verecekleri adı tartışıyordu. Demir kanatlarla gökyüzüne salındıklarında, adları konulmuştu bile. “Şişko ve Ufaklık”*, gelecek adına gökten “barış ve adalet” yağdırmakla görevlendirilmişti. Ağustos sıcağında, Japonya semalarından üç elma yerine iki ölüm topu düştü. Hiroşima’da, annesinin kucağında, bir damla süt bekleyen çocuğun umudu dondu. Annelerinin dizi dibinde dinledikleri masal, gökten üç elma düşmeden yarım kaldı diğerlerinin. Çocuklarının sadece biri; korkunç bir masalın sonunu görebildi. Fujio Tsujimato 5 yaşındaydı. Kendine gelir gelmez, “Beni geçmişime götürün. Annemi istiyorum. Babamı istiyorum. Kardeşlerimi istiyorum!” diye ağladı, feryad etti. Yüreği, sağır ölümün sesini duymayacağından bihaberdi. Nagasaki’de dedenin anlattığı masal da farklı bitmedi. Yamada Hirotami, yanıbaşında kıvranıp duran dedesi, ninesi, kardeşlerini öylece seyretmekle yetindi. Ölüm sofrasında donup kaldılar. “Annem öldü. Kardeşlerim öldü. Uzun uzun ölündü ama ölümlerin acısını hissedemedim o an.” diyordu yıllar sonra.

N

Toprak, gökten yağan ölümle beslendi. Ölüm, bir sel gibi, sulara, nehirlere sıcak bir rüzgar olup dağlara, ovalara uzun uzun yürüdü. Sokak sokak, ev ev; çalınmadık kapı, yürünmedik cadde bırakmadı Hiroşima’da. Nagasaki’de, boylu boyunca uzanan delikanlıların, genç kızların adı oldu. Doymadı; baykuş gibi dumanı tüten viranelere, ağaçlara tüneyip, yıllar boyu uğursuzca öttü karanlık gecelerde. Kimsede kovacak mecal kalmamıştı. Ölümlerin ardından, nehirler gibi gözyaşı döküldü. Hiroşima ve Nagasaki’den sonra da durmak bilmedi. Adalet, barış ve daha adını duyunca tüylerimizi diken diken erdemler(!) adına, gökyüzünde gezinip durdu. Vietnam ve Irak, Afganistan ve daha nice yerlerde, çocukların masallarını yarım bıraktı aynı “göksel adalet”. Kimi annesinin koynunda, kimi oyunlarının yarısında. Ve her nedense(!) ölüm hep umutlarına dört elle sarılan çocukların doğup büyüdüğü topraklara yağdı. Oralardan uzak diyarlarda, haramiler saltanatına güvenip, her tarafa zulüm ve ölüm gönderip, işlerine yarayacak ne varsa alıp getirmeleri için emirler yağdırıp durdu. Çok yıldızlı bayrağın dalgalandığı topraklarında, saltanatlarının ne kadar mukaddes ve sonu gelmez kudrete sahip olduğunu anlatan, dağ dağ yoğrulan yalan hamurundan ibaretti masalları ve başı sonu yoktu. Şişko ve Ufaklık’ın, Hiroşima ve Nagasaki’ye ölüm yağdırdıkları günlerden on yıllar sonra, bir Eylül günü bezirgan saltanatlarının tepe-

23

sine üç ateş topu düştüğünde, kuyruğuna basılmış itin acısıyla saldırdılar. Önce, Afganistan yerle bir edildi; sonra, Irak. Ve Bağdat... İstilalarla yatıp kalkmış, defalarca tacı tahtı başına geçrilmiş uslanmaz(!) asi kent, on yıl öncesinde olduğu gibi, günler, geceler boyu bombalandı. Postal ve tank paletleriyle ezildi meydanlar, caddeler, sokaklar. Cennetin zümrüt tepelerinden fışkırıp gelen iki büyük nehir’den, Fırat’tan kan aktı, Dicle’den gözyaşı. Ali İsmail Abbas’ın ve ailesinin başına ölüm yağdı bir gece vakti. Oyuna doymamış eli kopup, ayrı düştü. Kanadı kırık yavru kuş gibi. Hastanede kendine geldiğinde, “ Kolumu verin bana, kolum olmadan doktor olamam ki.” diye ağladı. Hamile annesinin, babasının ve kardeşlerinin öldüğünden bihaberdi henüz. Bağdat’ın dilinden anlamaz, Bağdat’ı bilmez, tanımaz baykuş sürüsü, “Bağdat Düştü !” diye müjdeledi; el etek öptükleri efendilerine. Oysa, bu kaçıncı ölüm haberiydi, kaçıncı kursaklarda kalmış zafer sevinci. Bağdat’ı biz biliriz, biz tanırız. Dicle ve Fırat’tan akan kan ve gözyaşı, Şattül Arap’ta birleşip, kin ve öfkeyle beslememiş’miydi Basra kıyılarını? İşte, Bağdat bir kez daha doğruluyor. Şimdi Hiroşima ve Nagasaki’nin öfkesini de yükleniyor. Kavgaya girişti yine.✔

*Şişko ve Ufaklık: Hiroşima ve Nagasaki’ye atılan atom bombalarına ABD’li kurmayların verdiği isim.


güncel metin

u¤ur

ad›: “N.” soyad›: “Ç.” üçücük bir çocuk; oyun çağını aşmış bir olgunluğu taşıyor bedeninde. Küçücük yaşıyla sorguluyor sessizliği, kokuşmuşluğu. Sesi bir hançer gibi yırtıyor karanlığı. Yüreği dar geliyor yaşadıklarına. Onun için durmaksızın anlatıyor. Derdi, konuşmakla çare bulunmaz türden. Adı N, soyadı Ç. “Kapatmayın gözlerimi.” diyor gazetecilere, kapatmayın ki görsün gözlerimi herkes. Görsün karasına biriken acıyı. Gözlerinin karası acıyla bilenmiş bir hançer. “Beni mi, ailemi mi koruyacaksınız bunca yaşananların ardından? Ailem dağıldı, benim ise bir geleceğim yok artık, diyor.. Bu ikiyüzlülüğe meydan okuyor. Hayatı zindan olmasın diye kapatılıyor gözleri, yazılmıyor ismi.Bu ikiyüzlülüğe isyanı. Bunca zamandır neredeydiniz dercesinebakıyor bantın altından. Nerede? Bingöl’de, yoksul bir ailenin kızı.O. Daha 12 yaşında bir çocuk. Açlığı öğrendi önce, sonra parasızlığı. Ne oynayacak bir bebeği vardı, ne de kendisine sunulan bir geleceği. İnsan yerine konulmamıştı hiç, sevgiyi tanımamıştı. Parayla satın aldılar çocuk bedenini. Askerler, iş güç sahibi büyükbaşlar, babası yaşındaki adamlar, ahlaksızlar sürüsü yani. Tecavüz ettiler ona. Örselendi yüreği. O yüzden böyle çabuk büyüdü 12 yaşındaki çocuk. O yüzden böyle rahat konuşuyor, O yüzden söyledikleriyle utandırıyor herkesi. O yüzden herkese insanlığını sorgulatıyor. Biliyor musun çocuğum, tüm iyiniyetinle yardım istediğin Adalet Bakanının makamında kaç ananın gözyaşı, bedduası var. Senin gibiler çocukluğunu yaşasın

K

diye, ölen çocuklarına akıttılar gözyaşlarını. Sinelerini dövdüler... Senin çocuğun olsa ne yapardın diye sormuşsun O'na. Sana verecek cevabı yok, onun. Bir cevap bekleme vermez, veremez. Nasıl da aklandılar gördün. Seni sever görünenelere bir bak, bir de o şirin, güzel giyimli gazetecilere. Nasıl da yalan akar bir gör. En çok onun gibilerden kork . Çünkü, ABD askerlerine gencecik kızlarımızı sermaye yapmak için çırpınıp durur onlar. Senin sırtından kazanacakları paranın hesabını yaparlar. Herkes seni yazıyor. Sana tecavüz edenleri unuttular neredeyse, nasıl olduğunu anlattırıyorlar sana ayrıntılarıyla ve onları yazıyorlar yine ayrıntılarıyla. Raiting uğruna, tiraj uğruna etinden ve ruhundan para kazanmaya devam ediyorlar. Senin acıların bir ibret öyküsü değil onlar için. Ağızları sulandıracak bir fantezi öyküsü. Yana yakıla aradıkları öykü. Sen acılarını anlatıp yaranı sarmaya çalıştıkça, onlar, ağızları sulansın diye okuyanların, ballandırıyorlar acılarını. Kork onlardan çocuğum. Herkes kaçıyor gerçeklerden. Bir tek sen değilsin ki bunları yaşayan.

24

Üzerine giderlerse yaşadıklarının altından her şeyiyle çürümüş bu düzen çıkacak, çürümüş bir iktidar çıkacak. Sana, bu ülkeyi koruyacak denenler tecavüz etmedi mi? Sana, senin benim sırtımdan para kazananlar tecavüz etmedi mi? Seni üç kuruş paraya satan o kadın nasıl geldi bu hale? O ahlaksızlar nasıl bakıyor eşlerinin, çocuklarının yüzüne? Malesef bakıyorlar, bakacaklar. O gözleri oymak günah mıdır? Cevap verme sen çocuk. Bu soruların cevabını seni o çok seven yazar çizer takımı versin. Cevabı doğuya barış gelecek diye, her türlü ahlaksızlığın, katliamın mimarı ABD ile pazarlık masalarına oturanlar versin. Ama sen sakın susma... Senin yaşadıklarını yaşamasın diye ülkemizde çocuklar sen sakın vazgeçme yaşamaktan onurunla, yapabilir misin bunu bilmiyorum ya da izin verirler mi sana.✔


tart›flma tav›r

sansür:5 - faz›l:4 peki ya sonuç? okaklarda milyonlarca işsizin günü kurtarmaya çalıştığı, yarına dair beklentisinin kalmadığı bir hayat... Yoksulluk sınırının en alt seviyesinde biriken milyonlara her gün binlercesinin eklendiği dizginsiz bir sömürü... Geçmişten bugüne ağır bedeller ödenerek kazanılmış, her türlü hak ve özgürlüğün, her gün çıkan yasalarla, onların yetmediği yerde yetkili kurumlarin fiili uygulamalarıyla yok edildiği bir yasak cehennemi... Bir yandan, ‘demokratikleşme’ söylemlerinin dillerden düşürülmediği ucube nutuklar... Bütün bunların ortasında hayatın gerçeklerine dair söyleyecek sözü olan sanatçının incelikli çabalarıyla ürettiği bir eserin sansürüne şaşanlar!.. Nereden ve nasıl geldiğiyle değil, yeteneğini kanıtlamış olup yüreğinde ve düşüncesinde oluşanları en geniş yığınlarla paylaşmak isteyen çabasıyla sevildi Fazıl Say... Onu önce klasik batı müziğini dinleme, öğrenme olanağına sahip müzik çevreleri tanıdı; yani, toplumun genelinden kendilerini soyutlamayı seven bir elit çevre... Giderek, yeteneğiyle, piyano virtüözlüğüyle sanat eleştirmenlerinin gündemine girdi. Fazıl Say, bunları yeterli görmeyerek sanatını geniş yığınlara taşımak, onlarla paylaşmak istedi. Şehrin varoşlarına, 1 milyon liralık biletlerle klasik müzik taşımayı denedi. Sanat kurumlarından, belediye-

S

lerden ve bugüne kadar hiç karşı gelmediği devletten destek gördü. İnsani duyarlılığı ile çok sevdiği, aile dostu Metin Altıok’un da aralarında bulunduğu, Sivas’ta katledilenleri anlatmak istedi. Geniş bir orkestra, yetenekli bir koro, İstanbul Kültür Sanat Vakfı gibi, “saygın” bir kuruluşun olanakları birleşecek, Metin Altıok Oratoryosu’nu seslendirecekti. Arkada Sivas Katliamı gö-

25

rüntüleri, şiirler ve müzik... Bütün hazırlıklar tamamlanmıştı. Ancak... Şaşırdı Fazıl Say; burjuvazinin ‘ince ruhlu’ temsilcisi, Eczacıbaşı Holding’in sahiplerinden Şakir Bey telefonla aradığında... Ardından AKP iktidarının genç, dinamik, ‘çağdaş, ilerici’ bakanlarından, Kültür Bakanı Erkan Mumcu’dan ‘No!’ cevabı aldığında daha şaşkındı. Kimliği, etkinlik alanı, geldiği sı-


nıfsal kökeni ve yetenekleriyle el üstünde tutulan, ‘süper çocuk’, ‘virtüöz’ Fazıl Say, bugüne dek hiç tehlikeli görülmemişti. Nazım Hikmet şiirlerine müzik yaparken de devletin onu desteklemesinin nedenini anlamamıştı. Şimdi neden, nasıl sansürle karşılaşıyordu ki? Sayın Eczacıbaşı, ‘olağanüstü sanatsever kişiliği’ ile tanınırdı ya! Hayatın yasaları başka türlü söylüyordu işte. Burası Türkiye... Bu ülkede zulmün sahibiyken sanatsever kimlik takınmanın incelikli bir reklam yatırımı olması gerçeği vardı. Ve elbette onun da sınırları belliydi! Genç, dinamik, ‘çağdaş’ sıfatları bu ülkede burjuva siyaset mekanizmasının katliamcı vahşetine dokunulduğunda bitiverirdi... Ve bu ülkede kendinden sayıp el üstünde tutulan sanatçıların hareket alanı işte bu kadardı. Tersi, anında karşı taraf sayılıp cezalandırılmak demekti. Sevgili Fazıl Say, yanına yoksul çocuklarını alıp piyano ile oynarken ona olanak sunanlar çok farklı hesaplar içindeydiler. Ne kadar farkındaydı bilemiyoruz ve çabalarını bir başka pencereden olumlu karşılıyoruz. İşte o pencereden görünenler hayatın ta kendisidir. Kaç kez ne ucube gerekçeler uydurularak yasaklanmıştır konserler. Kaç kez gözaltına alınıp saz çalan, gitar tutan bileklerinden filistin askısına asılmıştır bu ülkenin sanatçıları... Kaçı yıllarca hapishanelerde tutsak edilmiştir. Ve bunlar asla ‘geçmişte ka-

lan’ olmamıştır.... Filmi yasaklayana ‘o zaman sahneye çıkmam’ diyecek kadar ilkeli ve öfkeliydi Fazıl Say. Ama olmadı, ‘emekler boşa gitmesin diye’ sahne aldı. Bu da onun gerçeğiydi işte.. Oysa o gün Sivas’ta yakılanlar boyun eğmeyi reddedenlerdi. Fazıl Say, Kavgasını sürdürdüğüne dair mesajlar verdi. ‘Ben bu eseri bir daha çalacağım: Sansürsüz’ dedi. İhtimaldir, sansürsüz de çalmasına izin verilebilir, çalabilir... ‘Demokratikleşme’ yalanının bir ayağı olmamayı başararak çalmaktadır aslolan. Bazı acı deneyimler vardır ki, insan ancak başına gelince anlayabilir. Oysa, bilim tam tersini söyler. Bakmak ve görmek, anlamak, dersler çıkarmak. Bunlar Fazıl Say’ın yaşam gerçeğine uzak şeylerdi. Şimdi yakınlaştı. Şimdi daha bir olgunlaştırdı onu. Şimdi tercihleri belirleyici olandır, yetenekleri değil. Kuşkusuz burada

26

Fazıl Say gerçeğine uzak çözümler önermek anlamsızdır. Ancak sanatçı kişiliğinin o’na dayattığı bir duruş vardır. Önemli olan bunun ne kadar hayata geçeceğidir. 8-0 veya 5-4... Yenilgi, yenilgidir. İnsan gerektiğinde yenilgiyi de bilir. Belki yaşaması gerekir, ancak önemli olan yenilgiyi nasıl yorumladığımızdır. Bu deneyimden sonra Eczacıbaşı hala sanat dostu olarak mı kalacaktır Say’ın gözünde. Sanatına nasıl bir yön çizecektir? Bazen en baştan ve en özgür olanından başlamak en güzelidir. Verdiği nimetleri tehdite dönüştüren Kültür Bakanlığı ne ifade edecektir Say İçin? Çalmasaydım, 8-0 yenilecektim diyor Fazıl Say. Acıyı derinden yaşamak, ipleri koparmak belliki yaşamında ancak karşı taraf ne kadar pervasız. Onlar ipleri tez eleden koparabilir. Dedik ya hayat en büyük nasihatini verdi Fazıl Say’a. Şimdi ipler onun elinde. Yeter ki o ne yapacağına karar versin. Hepimizin gözünde yetenekleri ve tercihleriyle yücelsin. Araf’ta oturmak en çok onu yıpratacaktır.✔


deprem sema

topçu

ezen ve ezilen “insan”d›... yuyordu sarı başlı yılan, süzülmüş bir tepenin ardına Göğü geceye teslim etmişti güneş. Gece, göğsüne yıldızları serpmişti. usul usul soluklanıyor ve oynaşıyordu denizle. Dağ ise kaval sesleriyle yüzüyordu. Gece denize yakamoz bırakırken ve uykudayken güneş, İstanbul, adapazarı, Gölcük ve yürürken dağ, kımıldattı ağır gövdesini, kaldırdı sarıbaşını yılan. Homurdandı toprak,sancılandı,bağırdı toprak. Sallandı acıyla, çığlık çığlığaydı evren. Çığlık çığlığaydı deniz, başı dönüyordu göğün. Dağ yürüyordu. 17 Ağustos... Ve insan insanın üzerine yıkıldı. İnsanın üzerine taş değil, toprak değil, etiyle kemiğiyle insan yıkıldı. Hırsızlığıyla namussuzluğuyla, yolsuzluğuyla,yıkılan insandı, insanın üzerine, ezen ezilen insan. 17 Ağustos... Uğultuyla ve derin bir sarsıntıyla geçen 45 saniye... Onbinlerce ölüm sığdırdı içine. Enkaz altındaki onbinlerce çaresiz yüreğin haykırışıyla inledi yer gök. Beyin’lerdeki her bir hücre’ye işledi o söz; “ Ben buradayım, sesimi duyan var mı?” Tonlarca ağırlığın altında ezilirken ve yanı başında yatan sevdiklerinin yavaş yavaş soğumaya başlayan bedenlerini hissederken bile yitirmediler umudu. Zaman birbiri ardına ilerlerse bile nafile. Beklediler... 17 Ağustos... yurdun dört bir yanından onbinler tek bir yürek olup Adapazarı’na, Gölcük’e, Yalova’ya ve İstanbul’a aktı. Dişleriyle, tırnaklarıyla kazdıkları yığınları kurtarmalıydılar. Yaşına başına bakmadan diline, dinine, cinsiyetine bakmadan kurtarmalıydılar. Kazıdılar... Aldırmadılar. Molozlardan paramparça olmuş, oluk oluk

U

kan akan ellerine aldırmadılar. Uykusuz geçen her bir günlerine ışık oldular, nefes oldular. 17 Ağustos... Büyük bir cinayetti işlenen. Katiller insan hayatını hiçe sayarak sadece cebini doldurma çıkarı gözeten soysuzlardı. Haftalarca verilen emekler belki istenilen boyutta olmadı. Ama göçük altından çıkan her bir solukla, gözlerdeki umut ışığı biraz daha aydınlanmıştı. Kazıdılar... Enkaz altından sağ kurtulan her bir can da katıldı bu çabaya. Kırık kollarına, kırık bacaklarına aldırmadan kazıdılar. Yığınların arasından kurtulmaya bekleyen binlerce soluk vardı. Biliyorlardı ve yılmıyorlardı. Zaman ilerledikçe kaygılar da artmaya başladı. Enkaz altından artık sadace cesetler çıkıyordu ve katil, katliamını belgelercesine toplu mezarlar yaptırıyordu. yığınların arasından içinde yüzlerce bedenin gömüldüğü ve başucunda ise tek bir taşı bulunan yüzlerce mezar. Mezar taşında yazıyordu: Katil: devlet. Cinayetin sorumluları suçlarını ört bas etmek için televizyonlarda sorunun altından kalkacaklarına dep-

27

remde zarar görenlere yardımcı olacaklarına dair uzun uzun konuştular. Sözler verdiler. Sözlerin hiçbiri tutulmadı. Kurtulmayı başaranlar başlarını sokacak bir yereden bile yoksun bırakıldılar. Yaşamak zorunda bırakıldılar. Konutlar onlara açlık ve sefalet getirdi yıllarca sırtlarından geçinen, ezen, katleden bir darbe daha vurdu onlara hunharca. 17 Ağustos.... Onbinler yitirildi. Dağ, deniz, gök ağladı. Omuz omuza ve yıldız bıraktılar şehirlerin üzerine. Yasını tuttular gidenleri. Gök kararttı yüzünü. Deniz sustu, dağ yürüdü. ✔



tavır TÜYAP Önünde, ABD Mallarını Boykot Çağrısı Yapıldı! 4 Temmuz’da günü İstanbul’da TÜYAP önünde, “ABD Mallarını Boykot” eylemi yapıldı. Irak’ta Savaşa Hayır Koordinasyonu’nun gerçekleştirdiği eyleme, yaklaşık 250 kişi katıldı. 4 Temmuz tarihinin, ABD’nin bağımsızlık günü olarak kutlanması sebebiyle anti-emperyalistler de bu tarihi ABD mallarını boykot günü olarak ilan etti. Bu çerçevede yapılan basın açıklamasının ardından aynı gece Eminönü Belediyesi Kadırga Kültür Merkezi’nde yine Irak’ta Savaşa Hayır Koordinasyonu tarafından, “ABD Mallarını Boykot Gecesi” yapıldı. Gecede, Özgür-Der Çocuk Korosu, Ekrem Ataer, Koma Asmin, Grup Kutupyıldızı, Grup Yorum da türküleriyle yer aldı. ABD mallarını boykot günü olarak ilan edilen bu tarihte, aynı zamanda dünyanın çeşitli ülkelerinde de etkinlikler, eylemler yapıldı. Özellikle belirli Amerikan ürünleri olan Mc Donald’s, Coca Cola, Marlboro gibi ürünlerin satışları da yapılan boykot uygulamasıyla ciddi anlamda düşüşe uğradı.✔

haber-yorum 1000. Günde Cebeci’deydik! 13 Temmuz’da günü Ölüm Orucu Direnişi’nin 1000. günü olması dolayısıyla Cebeci Mezarlığı’nda anma düzenlendi. TAYAD’lı aileler imzalı “Sonuna, Sonsuza, Sonuncumuza Kadar Direneceğiz” pankartı arkasında ellerinde kızıl bayraklar ve ölüm oruçlarında şehit düşenlerin resimleri olan 500’ü aşkın kişi, gruplar halinde şehitlerin mezarlarına kadar yürüdü. Burada yapılan basın açıklamasında, ölüm orucu direnişinin F Tipi hapishanelerdeki tecrite karşı yapıldığı ve çözüm için tecritin kalkması gerektiği söylendi. Basın açıklamasının ardından anmaya katılan Grup Yorum, türküler ve marşlar söyledi. Anma sloganlarla sona erdi.✔

Yazı İşleri Müdürümüz Gözaltına alındı!

Kübalı Sanatçı Compay Segundo, Yaşamını Yitirdi. Buenal Vista Social Club’la adını duyuran, Son dönemde tüm dünyada popüler olan Segundo bir süredir böbrek yetmezliği nedeniyle Küba’ da tedavi altındaydı. Küba’nın yerel şarkılarını seslendiren Segundo tüm popülerliğine karşın. son nefesine kadar amborgo altındaki Küba’da yaşamıştı..✔

29

26 Haziran Günü Üsküdar Emniyet Müdürlüğü’ne bağlı polis memurları, hakkında arama kararı olduğu gerekçesiyle Yazı İşleri Müdürü’müz Ahu Zeynep Görgün’ü keyfi bir şekilde evinden gözaltına aldı. Dergimizin Şubat 2003 tarihli, 12. sayısında çıkan “Biz de Ölürüz Ama Artık Yeter” isimli yazıya açılan dava nedeniyle, ifade vermediği gerekçe gösterilerek gözaltına alınan Yazı İşleri Müdürümüz aynı gün serbest bırakıldı. ✔

TAYAD’lı aileler Ankara’da! TAYAD tarafından konuya ilişkin yapılan açıklamada, “26 – 27 – 28 Temmuz’da Ankara’ya yürüyoruz! İşkenceye karşıysanız, Hak ve özgürlüklerden yanaysanız, 107 ölüm yeter diyorsanız, BİRLİKTE YÜRÜYELİM!” çağrısı yapıldı.✔


TAYAD’ın Kurucularından Sultan Çelik Vefat Etti! TAYAD’ın kurucularından Sultan Çelik yakalandığı kanser hastalığı nedeniyle aramızdan ayrıldı. 1942 yılında Trabzon’da doğan Sultan ana, 1978 yılında devrimcilerle tanıştı. Mücadele yaşamı boyunca, defalarca gözaltı, baskı ve işkencelerle karşılaştı. 12 Eylül politikalarının bir parçası olan tek tip elbise uygulamasını protesto ederken, Bayrampaşa Hapishanesi’nin önünden gözaltına alındı, tutuklandı. Sultan Ana aynı zamanda haklar ve özgürlükler mücadelesinde önemli bir yeri olan Özgür - Der ve DEMKAD’da çalışmalar yürüttü. Gözaltılar, çektiği çileler sağlığını olumsuz etkiledi. Kanser hastalığına yakalandı. Beş yıl boyunca kansere direnen Sultan anamız, 25 Temmuz günü aramızdan ayrıldı. Başımız sağolsun...✔

Ferzan Özpetek’e Özel Kariyer Ödülü Verildi! İtalya'nın Salerno kenti yakınlarında yapılan ve 22 ülkeden bine yakın çocuğun davet edildiği 33. Giffoni Film Festivali'nde. İtalyan ve Türk vatandaşı yönetmen Ferzan Özpetek'e ''Özel Kariyer ödülü'' verildi. Yaşları 9 ila 19 arasında değişen çocuklardan oluşan jüri, 19-26 Temmuz'daki festivalde, farklı kategorilerde sezonun en iyi filmlerini belirliyor. Özpetek'e verilen ödül, geçen yıl, Amerikalı ünlü sinema sanatçısı Merly Streep'e verilmisti. Ferzan Özpetek, ''Karşı Pencere'' (La Finestra di Fronte) adlı filmiyle, İtalyan sinemasının oscarları olarak kabul edilen David di Donatello'da 5 ödül kazanmıştı.✔

Özgür-Der Genel Başkan Yardımcısı Özlem Hicran Özyurt ve Av. Macide Göç Vefat Etti! Özgür-Der Genel Başkan Yardımcısı Özlem Hicran Özyurt ve Özgür-Der avukatlarından Macide Göç vefat etti... 8 Temmuz günü Malatya yolunda trafik kazası geçiren Özyurt ve Türkmen kaldırıldıkları hastanede vefat ettiler... Özlem Hicran Özyurt ve Macide Göç’ün ailesine ve arkadaşlarına başsağlığı, sabır ve metanet diliyoruz.✔

4. Munzur Kültür ve Doğa Festivali’nin 31 Temmuz’ da Başlıyor! Bu yıl 4. Düzenlenecek olan Munzur Kültür ve Doğa Festivali 31 Temmuz - 3 Ağustos tarihleri arasında yapılacak. Grup Yorum’un da ilk kez yer alacağı festivalde çeşitli sanatçılar ve gruplar konser verecek. Ayrıca festival kapsamında söyleşiler ve konferanslar düzenlenecek. Öte yandan festivalin başlamasına 10 gün kala Tunceli Valiliği tarafından bir genelge yayınlandı. Valiliğin yayınladığı genelgeden bazı maddeler şöyle: “Madde 1 - Atatürk Stadyumu ve program yapılacak yerlere büyük boy Atatürk posteri dışında hiçbir pankart, afiş vs. asılmayacak. Madde 12 - Stad giriş ve içinde bakanlık genelgesi gereği tedbirler alınacak (folklor oynayanlar dahil herkesin kimlik bilgilerinin Emniyet’e bildirilmesini vb. içeriyor), en az 100 kişilik özel arama ekibi oluşturulacak, özel tişörtleri ve isimleri önceden Emniyet’e bildirilen bu kişiler, programdan iki saat önce yerlerinde olup, görevlerini terk edemeyecek. Madde 17 - Açık hava oyunlarının metinleri programdan en geç 48 saat önce Emniyet’e sunulacak.” Festivale on binlerce kişinin katılımı bekleniyor.✔

30

Venedik Film Festivali, Woody Allen ile açılıyor! Dünyanın en önemli sinema festivallerinden biri olan Venedik Film Festivali, 27 Ağustos ile 6 Eylül arasında altmışıncı kez düzenleniyor. Festivalin açılışı Woody Allen'in "Anything Else" adlı filmiyle yapılacak. Filmin başrollerini Jason Biggs, Christina Ricci ve Jeremy Fallon paylaşıyor. Usta yönetmen Allen, festivalin yönettiği filmle açılmasının kendisi için “büyük bir şeref” olacağını söyledi. Avrupa film takviminin en önemli organizasyonlarından biri olan Venedik Film Festivali'nde 1993 – 2001 yılları arasında Woody Allen’in filmleri gösterilmişti. Ancak Allen, festivale bizzat katılmamıştı. Festivalin yönetmeni Moritz de Hadeln “Onu burada görmek bizim için büyük bir zevk olacak” dedi. Bu yılki festival programında, haziran ayında yaşama veda eden Katharine Hepburn anısına özel bir bölüm de yeralıyor. Hepburn'ün başrolünü üstlendiği ve 1955'te Venedik'te çekilen Summertime bu bölüm kapsamında gösterilecek filmlerden.✔


İDİL KÜLTÜR MERKEZİ AĞUSTOS PROGRAMI MOMİ Yönetmen: Özcan Alper

KONSER

Senaryo: Özcan Alper, Özkan Küçük

Görüntü Yönetmeni: Aleksi Petri-Özkan Küçük Oyuncular: Nogay Alper, Burcu Usta-

ZEYNEL ABA 24 Ağustos Pazar Saat: 19:00

baş, Mommed Karaibrahimoğlu, Hatice Yenigül

BİR RÜYA İÇİN AĞIT Yönetmen: Darren Aronofsky Oyuncular: Marlon Wayans, Jennifer Connely Müzik: Clint Mannsel 8-21 AĞUSTOSS a a t : 1 7 :00-- 1 8 :30-- 2 0 :00

KONSER

GEREĞİ DÜŞÜNÜLDÜ (Özel Gösterim) Yönetmen: Remzi Kazmaz

YASEMİN GÖKSU

Kurgu: Hüseyin Karabey

30 Ağustos Cumartesi

17 AĞUSTOS S a a t : 2 0 :00

Saat:19:00

ŞATİLLANIN ÇOCUKLARI (Özel Gösterim) Yönetmen: Mai Masri

22- 31 AĞUSTOS Saat: Hafta İçi: 17:00-18:30-20:00 H a f t a S o n u : 1 5 :00-- 1 6 :00-- 1 7 :00

31


nokta haber Grup Yorum 27 Haziran 2003;

LÜTFİ GÜLTEKİN GÜL TÜRKÜLERİ Geniş bir solist kadrosuyla, söz ve müziklerinin çoğu Lütfü Gültekin'e ait olan albüm Kalan Müzik'ten çıktı. Ruhi, Gevheri, Emrah, Seyrani ve Karacaoğlan'ın yanısıra, günümüz şair ve ozanlardan Fedai, M. Yazıcıoğlu, Murteza Yalçın, H. Hüseyin Korkmazgil'in eserlerinden bestelenmiş olan türküler albümde yeralıyor. ✔

Mersin’ de düzenlenen konserde, 1500 kişiye seslendi.

MİKAİL ASLAN Kilite Kou-DAĞLARIN ANAHTARI

29 Haziran 2003; Mersin Tarsus’ta düzenlenen konserde yaklaşık 2000 kişiye seslendi.

Kalan Müzik tarafından yayınlanan albüm, Zazaca eserlerden oluşuyor. Mikail Aslan. aybüm kapağında Dağların anahtarını şu cümlelerle açıklıyor. “Ben dağların anahtarını kaybettim. Demanan aşiretinin liderlerinden birisinin sözleriydi bunlar. “ 38’ de yaşananları ifade ediyor bi sözler. Albüme de, bu hüzün duygusu hakim. Şu sözlerde de hüzün, albümün ruhunu somutluyor. “Yazıklar olsun sana derviş toprağı/ Seyid’ime bir parçalık yerin yok imiş..✔

2 Temmuz 2003; İstanbul Karacaahmet Mezarlığı’nda, Sivas şehitlerini anmak için Nesimi Çimen’in mezarına giderek türkülerini söyledi.

2 Temmuz 2003; Armutlu Cemevi'nde, Armutlu halkının düzenlediği, yaklaşık 400 kişinin katıldığı, Sivas şehitlerini anma etkinliğine katıldı.

4 Temmuz 2003; Irak’ta Savaşa Hayır Koordinasyonu tarafından, Amerikan Konsolosluğu yakınında düzenlediği basın açıklaması ve protesto gösterisine katıldı. Yine aynı akşam, Grup Yorum'unda bileşeni olduğu koordinasyonun düzenlediği “Amerikan Mallarını Boykot Gecesi”ne katıldı. Kadırga Kültür Merkezi'ndeki geceye yaklaşık 700 kişi katıldı.

5 Temmuz 2003; İstanbul Esenkent Rıfat Ilgaz Açık Hava Tiyatrosu’nda, Aysa Organizasyon'un düzenlediği konsere, yaklaşık 3000 kişi katıldı.

AHMET GAZİ AYHAN Yine Kalan Müzik Etiketiyle yayınlanan bu albüm, 5 Mart 1921 yılında Kayseri'nin Endrüklü köyünde doğan A. Gazi Ayhan’ın yorumladığı eserlerden oluşuyor. Albümde sunulan bilgilerden, A. Gazi Ayhan’ın kendi döneminde bağlamayı tek eliyle çalabilen başka birinin olduğu bilinmiyor. Gesi Bağları, Yarim Almanya'yı Mesken mi Tuttun? Sin Sin oyun havası gibi kulağa tanıdık ezgiler dikkat çekiyor. .✔

FERHAT TUNÇ NEREDESİN EY KARDEŞLİK

10 Temmuz 2003; Ferhat Tunç’un tutuklanmasını protesto etmek için, sanatçılarla birlikte, İstanbul İHD'de düzenlenen basın açıklamasına katıldı.

Sistem Müzik tarafından yayınlanan “Neredesin Ey Kardeşlik” 14 parçadan oluşuyor. Ferhat Tunç’un bir çok alb.ümünde olduğu gibi aranjörlük Osman İşmen’e ait.’Akşam Olanda” isimli anonim türkü ve Ciwan Haco’nun “Diyarbekir’i dışında tüm müzikler Tunç’a ait. Sözlerde ise Yusuf Hayaloğlu, Ahmet Can Akyol, Yılmaz Odabaşı gibi isimler görülüyor. Albümün dikkat çekici şarkılarından biri de “Zehra Kız, Canan Kız” isimli şarkı. Ölüm orucunda hayatını kaybeden iki kız kardeşe“Zehra kız Canan Kız/Alnınızda bir yıldız/ Vurdunuz canevimden uzaklara kanat-

19 Temmuz 2003; TAYAD’lı ailelerin Çağlayan AKP Merkezi önünde, ölüm orucunun 1000.günü ile ilgili düzenlediği basın açıklamasına katıldı.

landınız” sözleriyle sesleniyor Ferhat Tunç.✔

32




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.