merhaba
Eylül ayına yoğun bir gündemle giriyoruz. İktidarın, Irak’a, Amerikan askerine kalkan olarak asker göndermek istemesi tartışılıyor. Dışişleri Bakanı, çıkarlarımızın Anadolu’ya hapsedilemeyeceğini vurguluyor. Kimin çıkarı? Tekellerin çıkarları için, Kore’ye nasıl sürüldüyse gençlerimiz, şimdi de Irak’a, işgalciye direnen kardeş halkın karşısına dikilmek için gönderilmek isteniyor. Amerika’yla bozulan ilişkilerini gençlerimizin kanıyla düzeltmek istiyor iktidar. İşbirlikçiliğin ve uşaklığın sınırı yok. Halkımız bu kararı kabul etmiyor. 16 Ağustos akşamı, Harbiye Açık Hava Tiyatrosu’nda tarihi bir gecede buluştuk İnti İllimani ile. Latin dağlarından kopup gelen şarkılar, Anadolu’yu dolaşıyordu. Grup Yorum ve Moğollar da aynı gece sahneye çıktılar. Birlikte söylendi türküler. Acının dili aynı... ve isyanın... İnti İllimani ile tarihsel buluşmaya, dergimizin sayfalarında geniş yer ayırdık. Grubun tarihi, 16 Ağustos gecesi yaşananlar ve İnti illimani ile yaptığımız söyleşiyi beğenerek okuyacağınızı umuyoruz. Coca Cola, kaybettiği imajı yeniden kazanma gayretiyle ülkemizde Rock’n Coke isimli bir festival düzenliyor. Coca Cola, Amerikan emperyalizminin sembollerindendir. Bunun için, dünyanın her yanında, Amerika’ya duyulan tepki Coca Cola’ya da yöneliyor. Coca Cola, kaybolan imajını, festivallerle göz boyayarak kazanmaya çalışadursun; ülkemizden ve yurtdışından muhalif rock sanatçılarının katılacağı alternatif bir festival düzenleniyor, Sarıyer Bahar Suyu Piknik alanında. Bu festivale katılan sanatçılarla yaptığımız röportajlara sayfalarımızda yer verdik. Eylül ayındayız.. Eylül deyince ne gelir akla? Yaşları yetenler, 12 Eylül’ün baskı dolu yıllarını hatırlar. Genç kuşak ise onun sancılarıyla büyüyor. 12 Eylül 1980’de de zulüm, ülkemizin her yanını sarmış; baskının ve işkencenin en yoğun yaşandığı yerler yine ülkemizin hapishaneleri olmuştu. Bir halkın umudu, tutsak edilmiş, sindirilmek isteniyordu. 12 Eylül 1980’de de devrimciler direniyordu. 12 Eylül 2003’te de... Metris Hapishanesi’nde hakları ve onurları için direnenler kaleme almıştı “Bir Direniş Odağı Metris” isimli kitabı. 12 Eylül’ün yıldönümünde, bu kitaptan derlediğimiz bir bölümü aktarıyoruz. Futbol ligi başladı. Yenilenen adıyla, Süper Lig. Daha sezon öncesi yaşanan tribün olaylarında bir taraftar hayatını kaybetti. Ligin ikinci haftasında Trabzon’da yaşananlar, “tribündeki teröristler” tartışmasıyla halen sürüyor. Görünen o ki, ligin bu yıl gündemi hakemler değil, taraftarlar olacak. Hakan Dilek, dergimize hazırladığı yazıda, Türkiye’nin en büyük taraftar çatışmasını, Kayserispor-Sivasspor maçında yaşanan olayları arka planında yaşanan gerçekleriyle anlatıyor. Önümüzdeki sayılarda da bu konu ile ilgili güncel dosyalar hazırlayarak sizlere sunacağız. Vedat Özdemir’in yasaklanan filmi “Pardon”, mahkeme kararıyla gösterim hakkını kazandı. Bu konuyla ilgili yapımcı, yönetmen ve filmin yargı aşamasındaki avukatlığını üstlenen Avukat Ercan Bahadır ile görüştük. Dergimiz, önümüzdeki aylarda da güncel olanı, sanatsal ve kültürel düzlemde tartışmaya ve tartıştırmaya devam edecek. Ekim sayımızda buluşmak üzere...
tavır
Dostlukla...
tavır Aylık Sanat Dergisi ISSN 1303-9113
3 yang›n yerine dönen dünyada türkiye ayd›n›
6 harbiye’ de tarihi gece 8 röportaj-‹nti ‹llimani 10 bir direnifl oda¤› metris 13 röportaj-flanar yurdatapan 14 öykü 16 röportaj- rock müzisyenleri 18 dersim’de da¤lar›n türküsünü söyledik
21 hayat bir film de¤il 23 herkesin bir öyküsü vard›r 24 sivas bir duçar flehir 26 pardon’a bir pardon daha!
28 röportaj - ümit cin güven 29 haber yorum
Sahibi: İdil Kültür Yayın Org. Rek. Film. Tic. Adına: Muharrem Cengiz Genel Yayın Yönetmeni: Gamze Mimaroğlu Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Ahu Zeynep Görgün Yazışma Adresi: İdil Kültür Merkezi İstiklal Cad. Aznavur Psj. No: 212 Kat: 6 Beyoğlu/İstanbul Tel/Fax:(212) 245 00 70- 244 31 60 e-mail adresi: tavir@grupyorum.net Ankara: İdil Can Kültür Merkezi Fahri Korutürk Mah. 8. cad. No: 85-1 Mamak/Ankara Tel: (312) 370 11 98 Hesap No: (TL):1042- 30000 596147 Gamze Mimaroğlu İş Bankası Parmakkapı/İST. (EURO): 1042- 3010000 129062 Gamze Mimaroğlu İş Bankası Parmakkapı/İST. Ofset Hazırlık: TAVIR YAYINLARI Baskı: ASPAŞ Dağıtım: D-B-R
güncel tavır
yangın yerine dönen dünyada türkiye aydını ergimizin Eylül sayısını yayına hazırlarken, özellikle Türkiye’nin burjuva milliyetçi ,işbirlikçi, ulusal cephesinde kurulan birlik çokça tartışılıyordu. “Kızıl Elma” namıyla maruf bu oluşum, gerek medyada, gerek siyasetle de meşgul aydın çevre içinde bir tartışma konusu oluşturmuştu. Biz de bu tartışmalar üzerinden, meselenin farklı bir boyutuna değinmek istedik. Özellikle, Avrupa Birliği sürecinin gelişmesiyle birlikte, Türkiye aydın çevrelerinin tartışma gündemi, “sol” olarak bilinen aydın çevrelerin sürece yaklaşımları ve Türkiye’deki aydın tipinin kendine model seçtiği perspektife ilişkin bir kaç söz söylemekti niyetimiz. Fakat, tüm bu yazdıklarımızı kuramsal olmaktan çıkaracak, yazımıza ve tartışmamıza yeniden şekil vermemize sebep olacak birkaç küçük etken, yazımızı yeniden ele almamıza sebep oldu. Öncelikle, Dünya Felsefe Kongresi maalesef yazı gündemimiz içinde gözden kaçmıştı. Neyse ki bu toplantıların gidişatını takip ederek bu ayıbımızı kapattık. Ancak, ne mutlu ki Adam Sanat Dergisi bu ayrıntıyı kaçırmamıştı. Dergi, çeşitli felsefecilerle bu konu üzerine söyleşiler yapmış, bazı felsefecilerden de toplantı vesilesiyle yazılar almıştı. Tüm bunlarla birlikte yazımıza yeniden şekil verme ihtiyacı hissetmiştik ki, dergimize bir darbe de TAYAD’lı ailelerden geldi. Şöyle ki, Kongre’nin kapanış gününde, iki TAYAD’lının yaptığı eylem, yazımızı birkez daha ele almamıza vesile oldu. Felsefe Kongresi boyunca tartışılan konulara, TAYAD’lılar noktayı koymuştu. Özellikle bu eylemle birlikte, salonda bulunan Türkiyeli felsefecilerin gösterdiği tepki, Türkiye’deki felsefecilerin eğildiğikonula-
D
rı, ilgi alanlarını, tahammül sınırlarını gayet iyi betimliyordu. İki ak sakallı TAYAD’lı, aydınımızın gerçeğini, felsefenin değilse bile felsefecinin sefaletini, Lütfi Kırdar’ın orta yerine seriyordu. İlginçtir ki onları salondan çıkaran da kendileri gibi bir sakallıydı. Ancak, aydın sakalı, karışmış ak sakaldan büyük bir kültürel ve ideolojik farkla ayrılıyordu. Tepki gösteren felsefecimiz, salondan ite kaka çıkarılan iki TAYAD’lıya toplantı nezaketi üzerine ayaküstü söylev veriyordu. Yaşlarına başlarına bakılmaksızın salondan çıkarılanlar nezaket gösterilmeyi sanırız haketmiyordu. Burjuva ahlakının biçimlendirdiği nezaket kuralları, geleneksel ikiyüzlülüğünü sergiliyordu. Şaşılacak bir şey yok; olsa olsa ibret alınabilir. Çünkü, batı nezaketinin gelişimi yozlaşmanın üzerindeki örtüyü andırır.
3
Uluslararası Felsefe Kuruluşları Federasyonu Başkanı İonna Kuçuradi, “Yine yaptınız yapacağınızı, burası bunun yeri değildi!” diye sitem ederken, Amerikalı felsefeci Smith, bir kağıda yazdığı yazıyla bu durumu protesto ediyor ve “Türk komünistlerini niye dışlıyorsunuz?” diye soruyordu. Belki kendisi de bir komünistti, belki de değildi. Belki, davetli kimliğiyle bu eylemi yapma hakkının varlığına inanıyordu. Bunun demokratik bir hakkı olduğu gerçeğini sindirmişti belki ama onun sonu da TAYAD’lılardan farklı olmadı. Yine sahte nezaket kuralları çerçevesinde salondan çıkarıldı. Bu ülkede, düzenin bozulamayacağının bir mesajı. Toplantı düzeni olsa dahi... Ancak, bu eylemle birlikte, gösterilen tepki üzerine salonu terkeden başka yabancı felsefecilerin varlığını da biliyoruz.
Felsefe Kongresi Üzerine Birkaç Söz 22. Dünya Felsefe Kongresi bu yıl ülkemizde yapıldı. Beş yılda bir yapılan kongrenin Türkiye’de düzenlenmesinde, Federasyonun Başkanı Kuçuradi’nin yoğun çabalarının payı var. Bu elit toplantının giriş ücretinin 120 dolar olarak belirlenmesi, ardından, talebin azlığı sebebiyle 50 milyon liraya düşürülmesi, tartışmanın hedef kitlesinin kimler olduğunu somut bir biçimde gösteriyor. Haydi bunu es geçelim, -gerçi geçilecek gibi değil ya!- ama toplantı boyunca tartışılanlar Marks’a rahmet okutturacak düzeydeydi. İstisnaları görmezden gelmiyoruz. Ancak, dünyanın sorunlarını tartışan felsefeciler, buradan emperyalizmin gidişatı, tek kutuplu dünyanın sakıncaları üzerine kaygılarını iletmelerinin ardından, yine emperyalizme yol yordam gösterecek önerilerini iletmekten geri kalmadılar. Bakınız, İonna Kuçuradi, Kongre öncesi Adam Sanat’a verdiği mülakatta ne diyor. “Birinci türden problemlerin en önemlisi, yoksulluk ve terörizmdir. İkinci türden problemlerin en önemlisi ise insan haklarının korunmasıdır.“ Felsefe camiasının popüler bir ismidir diyebiliriz Kuçuradi için. Popülaritesi saygınlığından ileri gelir yanlış anlaşılmasın. Bir dönem, İnsancıl’daki yazılarından da Kuçuradi‘yi takip edebiliyorduk. Bu sözleri bizi şaşırtmadı
dersek yalan olur. Kendisine çok büyük misyon yüklemişte değildik muhakkak; ancak, meseleyi böyle anti-bilimsel olarak ele alacağı da hiç aklımıza gelmezdi. Öncelikle, kendisinin terörizm olarak adlandırdığı olgunun tanımı konusunda açıklama yapma gereğini bile hissetmiyoruz. Ancak yoksulluk ve terörizmi tehlike olarak koymasının, bilimin temel nedensellik ilkesi içinde nasıl yer bulduğunu da merak ediyoruz. Yoksulluğun yarattığı bir olgudan sözediyorsak, bunun adına nasıl terör deniyor bunu anlayamıyoruz. Ülkemizin saygın bir düşünürünün bu bakışı bizi üzmekten öteye götüremiyor. Tabi ki durumu açıklayacak bazı tespitler de oluşuyor fakat, biz buna yazımızın ilerleyen bölümlerinde değinmeyi tercih ediyoruz. Kuçuradi‘nin ikinci türden problemlerin en büyüğü olarak sunduğu insan hakları ihlallerine baktığımızda, hedefin, iktidarı elinde bulunduran güçler olduğunu görüyoruz. Terörizme karşı yapılan mücadelede temel kazanımlardan biri olan insan haklarının ihlalinden endişeleniyor Kuçuradi. Buna karşı verilen mücadeleyi haklı buluyor ve yalnızca toplumun bu mücadele sırasında mağdur edilmemesi gerektiğini savunuyor. Görünen o ki, varolan dengelerin değişmezliğinden hareketle, statükonun değişmezliğine inanarak, bunun içinde doğacak ihlallerin temel problemini yaşıyor. Bir felsefecinin, bu çağda; evet, bu çağda diyoruz. Çünkü çağdan kastımız, proleter devrimlerin gerçekleşmesiyle ilgilidir. Düşünsel ve bilimsel anlamda; iktidar, devlet, toplumların dönüşümü üzerine bunca söz söylemiş ve pratik yaşanmışken aydın beyninin çağının bunca yıl gerilere düşmesi. Değişmezliğe yada değiştirilemezliğe bunca inanması, hapsolması anlaşılabilir bir durum değildir. Liberallerin temel kıstası. Orjinal bir durum yok. Gazetelerin köşe yazarlarının sıkça dile getirdiği bir temenni. Aynı Aydınlar, Eskimeyen Hastalıklarıyla Yeniden Sahne Alıyor Marks’ın Feuerbach üzerine Tezleri’nin onbirincisinde, “ Filozoflar dünyayı yalnızca değişik biçimlerde yorumladılar; sorun onu değiştirmektir.“ şeklinde ifade ettiği; düşünürün ya da genelleştirerek bakarsak, felsefenin yani teorinin değiştirme gücüne yaptığı
4
vurgu, kuşkusuz bugünlerde popülaritesini kaybetmiş bir yaklaşım. Çünkü dünyanın gidişatı, reddiyelerin hakim olduğu anlayış, bilimi bile inkar noktasında ilerliyor. İdealizm, düşünce ve fikir hayatını, günlük yaşamı alabildiğine kuşatıyor. Ancak, Marks‘ın bu sözünün dönemsel olarak düşünce hayatında popülaritesini kaybetmesi, onun tarihsel doğruluğunu kaybedeceği anlamına da gelmez tabi. Denir ya, “ Altın yere düşmeyle pul olmaz.“ Durum biraz bunun gibidir. Bugünkü sosyalizm algısı, ideolojilerin bittiği yargısı ve bunun bilimsel bir gerçeklik olarak sunulması, muhaliflerin yeni arayışlara yönelirken geçmişin birikimlerini tümden reddi, yanlışların doğrulanması anlamına gelmeyecektir kuşkusuz. Yanlış, gerçeğe ne kadar yakın görünürse görünsün, ne kadar cilalanırsa cilalansın özündeki yanlış olma niteliğini kaybetmez. Ancak, ülkemizde fikir hayatına, siyasete yaklaşımları sunması gereken asla onu şekillendireceği fikrini kastetmiyoruz- aydının kendi dinamiğini oluşturamaması, Osmanlı‘dan bu yana Avrupalı davranması, ideolojik gıdasını Avrupa‘dan alma eğilimi değişmediği için, toplumsal konulardaki yaklaşımı, ayaklarını kendi gerçekliğine basmadan hareket etmesini sağlar. Burada, bu konunun tarihselliğine girme gerekliliğini görmüyoruz. Durumu bugünkü haliyle –trajik haliyle de denebilir- incelemek daha çarpıcıdır bizce. Marks’ın devrimci tavrı ne kadar özgüvene dayalıysa, bizim aydınımızın edilgenliği ve kendi halkına, toprağına, dinamiğine güvensizliği o orandadır. Ve maalesef daimi yorgundur. Sömürünün had safhaya vardığı noktalarda bile başını çektiği barışçı oluşumlarla, aklın sınırlarını zorlayan davranışlar sergilemektedir. Barış kavramının, anlamını bizim ülkemizdeki kadar kaybettiği başka bir ülke daha var mıdır, gerçekten bilmiyoruz. O barış vurgusunun altında yatan, kendisinin bile yürütmediği bir savaştan duyulan yorgunluk, rahatsızlıktır. Kuçuradi, aynı söyleşi içinde, öyle bir noktaya vurgu yapıyor ki, tüm akademik kariyerinden kuşku duymadan edemiyoruz. Dünyanın biz müdahale etmesek bile değiştiğini söylüyor. Bu, içinde imgeselliği barındıran ama son derece somut bir söylemdir. Kuçuradi‘nin yaptığı gibi sadece soyutlamaya indirgenemez. Kuşkusuz doğa boşluk tanı-
mıyor ve kimsenin müdahale etmediği yerde iktidar aygıtını elinde tutanlar değişimi öyle ya da böyle sağlıyor. Yoksa dünya kendi başına değişmiyor ve maalesef gezegenimizin böyle bir yetkinliği bunca yaşına rağmen gelişmemiştir. Değişim, hayatın akışıdır ve bu hayata müdahale eden güçlerce değiştirilebilir. Düşünürümüz bu sözüyle, kendini ve kendi gibileri meseleden soyutlayarak, sorumluluk almaktan kaçıyor. Daha doğrusu alanının bu gibi meselelere bulaştırılmamasını istiyor. Bunun için TAYAD‘lılara kızıyor ve “ Burası bunun yeri değildi.“ diyor. Siyaseti tartıştıkları kongrede siyaseti dışlıyor. Temel mesele, tüm bu gidişat içinde kendi statükosunu ve yine anlamı dejenere edilmiş bağımsızlığını korumak. Böyle bir düzen içinde bağımsız kalmak ne oranda mümkündür bunu sormak bile istemiyoruz. Belirttiği, gibi kişinin kendisinden bağımsız olarak bile, hakim güç kendisine bağlıyor. O zaman hangi bağımsızlık? Değişimi yorumlamakla yetinen zamana müdahale edemeyen bir düşünürün, bilimsel algılarından nasıl şüphe etmeyiz. Eğer bu kabullenmecilik hep varolagelseydi, bilimler nasıl ilerleyecekti? Toplumsal değişim ve dönüşümler nasıl sağlanacaktı? Devrimler nasıl olacaktı? Her ne kadar artık devrimler çağının bittiği iddia edilse de bilime vakıf birinin meseleye bakışı böyle mi olmalı? Meseleye bu noktalarından bakmazsak, aydınımızın neden duyarsızlaştığına homurdanıp durmaktan başka bir şey yapamayız. Aydınımız, maalesef akli melekelerini yitiriyor. Zamana uymayı temel kıstas haline getirdikçe, rüzgara göre yelken açtıkça aydın, düşünür ve eylemci kimliğini kaybediyor. 1970‘lerin devrimci dalgasını arkasına alıp, mümkün olduğunca bağımsız ve örgütsüz devrimcilik yapmaya çalışanlar, bugün liberalizmi, Avrupa Birliği’ni keşfediyorsa; buradaki temel sorun yenilen darbeler, yaşanan yenilgiler olamaz. Sorun beyindedir. Meseleleri içselleştirememektir. İradenin yokoluşudur. Memlekette düşünen beyinlerin azlığından, genç kuşakların kültürel birikiminin zayıflığından, entelektüel gelişmelerin yok denecek kadar az olduğundan yakınıyor birçok aydın. Fakat, şu var ki başta aydın kesimin kültürel birikimi düşüyor. Beyinlerini emperyalizmin ideologlarına teslim ediyor-
lar. Orijinal olmayı, marjinal olmakla karıştırıyorlar. Böyle olunca da, adı konmuş ve bitmiş meseleleri, hiç olmamış gibi yeniden yorumluyorlar. Hayat ve bilim, küçülen elektronik aygıtlar meselesine indirgeniyor. Üreten, düşünen beyinlere, yargılarının ardında sonuna kadar duran aydınlara bizim değil bu ülkenin ihtiyacı var. Azalan her şey değerlerimizden kaybettiklerimizdir. Ezilenlere, gerçeğin devrini savunan, zamanı tersine çeviren aydın tipi gerekiyor. Çarkın dişlileri arasına kapılmış olanlar değil. Dünya yoksulluğun ve sömürünün pençesinde boğuşurken, dünyanın temel problemini ekolojik dengenin bozulması olarak tespit edip, mücadele veren bir kesimin analitik zekasından kuşkulanmamak mümkün müdür. Yoksulluğu sadece para meselesi ve paraya sahip olmak gibi dar bir çerçeveye hapsedersek, ekolojik mesele de başlı başına bağımsız bir sorun olarak algılanır. Nedenler, sonuçlar üzerinden düşünemiyor. Böylece anlayamadığı bir fikrin de militanı olamıyor. Çünkü, ortaya koyduğu bilgilerle bazı şeyleri açığa çıkarmanın, vazifesini yerine getirmek olacağını savunuyor. Bunu ortaya koyup yerine geri dönüyor aydınımız. Doğru veya yanlış fikrinin, davasının adamı olmuyor, olamıyor. Yoksulluk, açlık, zulüm, emekçileri yoramıyor. Onlar hala didiniyor. Ancak, bizim aydınımız, zamanın ağırlığını taşıyor beyninde. Bin yılların yorgunluğunu. Bunun için hayattan soyutluyor kendini. Marks, sadece fikirlerle belirli bir maddi durumun ötesine geçilemeyeceğini savunuyordu. Aydınımız, sadece fikir üretiyor. Üstelik, bilimsellikten uzak fikirler. Marks, fikirlerle yani teoriyle pratiğin bağlantısından yanaydı. Bunu, bütünü oluşturan parçalar olarak yorumluyordu. Yaşananalara baktığımızda, haklı çıktığını da görüyoruz. Marks, o güne dek ayakları havadaki felsefeyi, yere indirip, bunu adaletli bir dünyanın hizmetine sunmanın kavgasını veriyordu. Emperyalizm, zamanı tersine çevirmenin derdinde. Aydınlarımız her şeyi baştan alıyorlar. Düşünceyi hayattan koparıyorlar. Böylece, kendi düşünme yetilerini de kaybettiklerini farkedemiyorlar. Bakın, yılların Selahattin Hilav’ı, felsefenin görevini nasıl açıklıyor. “Bugün de gerçek felsefenin yapması
5
gereken iş, insanca ve hakça bir dünyayı gerçekleştirmek için mücadele eden halk kurtuluş hareketlerine, savaş karşıtlarına, gençlik hareketlerine ışık tutmaya çalışmaktır.” Birçok felsefeci bunun yanından geçmiyor. Bunlar olmadığında sözü proleter aydına getirmenin ne faydası var, yer işgalinden başka. Geçmişte, aydının proleterleşmesi için verdiğimiz kavgayı, şimdi bilimsellik ve onurlu olma temelinden tartışıyoruz maalesef. Bunlar değişebilir şeyler. Değişebilmesinin önemli koşulu ise devrimcilerin, kendi militan, aydın hattını geliştirmesinden geçiyor. Doğruyla yanlışın çatışması o zaman daha radikal bir hatta ilerleyecektir. Devrimciler bu kanalı yaratmıştır. Ortaya çıkan sayısız örneği vardır. Ancak, bu bize yetmez. Bu kanalı, bu hattı daha da geliştirmeliyiz. Başka çaresi yok. Bu gidişatı değiştirmenin en önemli yolu, doğru şekli geliştirip yaygınlaştırmaktan geçiyor. Bunu da tarihsel ve bilimsel olarak gerçekleştirebilecek tek güç devrimcilerdir. Siyaset arenası bugün bu gerçeği çırılçıplak gösteriyor. Devrimciler, tarihsel misyonları olan ilericilik bayrağını hala ellerinde taşıyor. Gerçek aydın, bu hat üzerinde gelişecektir. Bir yandan eskiyle kavga ederken, diğer yandan da onu değiştirecek dönüştürecektir. Bunun zorluğu bakidir ancak, devrimin temel gücü değiştirmektir, bunu inkar ederek aydınlanamayacağı da aşikardır.✔
konser tavır
harbiye’de tarihi gece... Yıl önce geldiklerinde tıklım tıklımdı açıkhava. İlk o zaman gelmişlerdi Türkiye'ye. Ve o gün bugündür Türkiye'de kendilerini dinleme olanağını bulamamıştık. İntiİllimani'den bahsediyoruz kuşkusuz. Latin Amerika'nın, Şili'nin on yıllardır ezilen halklarının sesi olan, halkın yaşadıklarını müziğine taşıyan İnti-İllimani'nin bunca zaman sonra ülkemize gelmesi herkesi heyecanlandırıyor. İnti-İllimani'nin tarihine baktığımızda, birçok ağır dönemden geçerek bugüne kadar geldiklerini görebiliyoruz. Şöyle kısaca bir göz-atıp, daha yakından tanıyalım bu grubu isterseniz. Grup ilk olarak 1966 yılında biraraya geliyor. Grup üyelerinin tamamı üniversite öğrencisi ve bu işi de daha çok bir hobi olarak ele alıyorlar. Asıl amaçları birer mühendis olmak, ders dışı zamanlarda üniversitenin müzik grubu olarak sahne alıyorlar. Ancak üniversite rektörü grubun devrimci olduğunu söyleyerek yasaklıyor. Çünkü grup üyeleri arasında Öğrenci Federasyonu Folklor Sekreteri olanlar da vardır. Henüz isimleri konulmamıştır. 6 Ağustos 1967'de, Bolivya'nın Bağımsızlık Günü’nde konser vermek üzere çağrılırlar; ama grubun bir ismi olmadığı için isim bulmak gerekir. Sol de İllimani La Paz, Bolivya'nın başkentindeki dağın adıdır. İnti ise And Bölgesi’nin halk dilindeki ismidir. Gruba bu isimlerin birleşimi olan İnti-İllimani ismi konulur. Ve bu isimle birlikte yıllarca sürecek olan serüven de başlar. Grubun artık kalıcı olmasına karar verilir. Mühendislik planları bir kenara kaldırılır. Bu dönemde gruptan ayrılanlar, yeni katılanlar olur ve grubun asıl kadrosu da oluşur. İlk kayıt 1968'de yapı-
12
lır. İnti-İllimani 1968'den 2001'e kadar 60 albüm çıkarır. Grup üretimlerinde devrimci yazarlardan, şairlerden ve ülkenin devrimci mücadelesinden beslenir. Viktor Jara grubun ilk yıllarında sanat danışmanlarıdır. Şili'de yaşanan kanlı 1973 darbesinde Victor Jara'nın öldürülmesi üzerine onun müziklerini tüm dünyaya tanıtmaya karar verirler. 1973 darbesi yaşandığında grup Avrupa turnesindedir ve İtalya’da konser vermektedir. İtalya konseri, Şili’deki askeri darbeye karşı büyük bir gövde gösterisine dönüşür. Konserde tam 400 bin insan vardır. Grubun darbe karşısındaki tavrı nettir: El Pueblo Unido Jamas Sera Vencido. Yani Örgütlü Bir Halk Asla Yenilmez... Grup yıllarca ülkesine giremez. 1973-1988 yılları arası sürgün yıllarıdır. Grup bu süre içinde İtalya'da yaşar ve konserlerine buradan devam eder. 1988 yılı ülkelerine giriş özgürlüğünü kazandıkları yıldır. On binlerce
6
Şili’li onları havaalanında karşılar. Karşılayanlar arasında Sting, Peter Gabriel, Tracy Chapman ve Bruce Springsteen oradadır. Şili’ye girişleriyle birlikte “Büyük Şili Turnesi” başlarlar. Grubun bugüne kadar birçok elemanı değişir. Asıl değişiklik 1997 ve 1998 yıllarında yaşanır. İşte İnti-İllimani'nin kısa tarihi böyle. Bu tarih aslında bize çokda yabancı değil. Birebir aynı olmasa da biçim olarak bu tarihin Grup Yorum'un tarihiyle de benzerlikler taşıdığını görüyoruz. Belki Grup Yorum, İnti-İllimani kadar eski bir grup değil ama kurulduğu günden bugüne kadar yaşadıkları da yine İnti-İllimani’den aşağı kalır değil diyebiliriz. Grubun kuruluş biçiminden tutalımda; örgütlenmeye başlamasına kadar, darbe karşısındaki tavrından tutalımda; ezilen halkın sesi olma hedefine kadar birçok konuda görebiliyoruz bu benzerliği. İnti-İllimani’ye yıllarca ülkesine girmesi ya-
saklanıyor, Grup Yorum'un ise konserleri yasaklanarak, kasetleri toplatılarak, elemanları tutuklanarak bir nevi aynı yasak uygulanıyor. 16 Ağustos akşamı İnti İllimani, Grup Yorum ve Moğollar’la birlikte Harbiye Açıkhava Tiyatrosu’ndaydı. O akşam Harbiye hınca hınç dolmuştu. Yaşı kırka varanlar, gençliklerinin ateşli dönemini anmaya gelmiş gibiydi. Ancak Açıkhava Tiyatrosu o akşam her yaştan dinleyiciyi toplamıştı. İlk grup Moğollar’dı. Seslendirdiği şarkılarla kitleyi coşturuyor. Ardından Grup Yorum sahneye çıkıyor ve en sevilen şarkılarından oluşan kısa bir konserle, o da programını noktalıyor. Yorumcular bu akşamın kendileri için de mutlu bir akşam olduğunu, İnti İllimani’yle aynı sahnede olmanın mutluluğunu yaşadıklarını belirtiyorlar. Latin Amerika’dan, Anadolu’ya ezilmişlerin benzerliklerini sıralıyorlar. Ezilmişlerin, sömürülmüşlerin sesi olan müzisyenlerin dillerinin ortaklığını vurguluyorlar. Herkesin heyecanı doruk noktada. Yorumcular da bir an önce konseri noktalayıp dinleyiciler arasındaki yerlerini almak ve İnti-İllimani'yi seyretmek için sabırsızlar. Bu yüzden şarkılarını bir solukta okuyup noktalıyorlar. İnti-İllimani'nin sahne performansı herkesi büyülüyor. Her eleman adeta bütün enstrümanları ustalıkla çalıyor. Sahnede sürekli bir sirkülasyon var. Hangi kişinin hangi enstrümanı çaldığını, dahası kimin solist olduğunu takip etmekte zorlanıyoruz. Herkes her şarkıda başka bir enstrüman çalıyor ve işin ilginci herkes solistlik yapıyor. Yıllardır hiç bozmadan büyük bir disiplinle sürdürdükleri günde 12 saat çalışma temposunun sonuçlarını, meyvelerini topluyorlar.
Eski ve yeni şarkılarından oluşan repertuarlarında, en çok ilgiyi eski parçalar topluyor. Bunda Türkiye’li dinleyicilerin, daha çok eski albümleri dinleyebilmiş olmasının da payı var tabi. Grup, Violetta Parra’dan, Mercedes Sosa’dan söz ederken salon alkışa boğuluyor. Şarkılar, Latin dağlarını turlarken, Simon Bolivar’a ve Latin Amerika’nın devrimci geleneğine bir saygı duruşu gibi dinleyicilerin sessizliği. “O Denizden Geldi” şarkısının hikayesini anlatıyor Horacio Duran. Öğretmenler Sendikası Başkanı’nın askerler tarafından evinden alınıp, parçalanışı ve cesedinin denize atılışı. Ama deniz kaybolmasına razı olmadı diyor. O’nu tekrar kıyıya, toprağına iade etti. Ve sonra şarkı başlıyor. Bir ağıt bu. Tüylerimizi diken diken eden, öfkeli bir ağıt. Bizim hikayelerimiz gibi bir hikaye dinliyoruz, sözlerini anlamasakta. Bütün salon aynı duyguyu yaşıyor. Şarkı bittiğinde, sözbirliği etmişçesine ayakta alkışlıyor. Dakikalarca... Grup şaşkın. Aynı duygularla karşılık veriyor. Elleri göğsünde saygıyla cevap veriyor. Konserin final bölümünde Moğollar ve Grup Yorum elemanları, İnti-İllimani elemanlarına birer bağlama hediye etmek için sahneye çıkıyorlar. Herkeste coşku doruk noktasında. Seyirciler, İnti-İllimani, Yorum, Moğollar, herkesi sarıp sarmalıyor heyecan dalgası. Ve hep birlikte okunuyor, El Pueblo Unido Jamas Sera Vencido... Seyirciler bıkmadan haykırıyor, Venceremos diye. Fakat grup bu şarkıyı okumayı düşünmüyor. Yıllardır hiçbir konserlerinde okumuyor-
7
larmış. Bu marşın parti marşı olduğunu, çok özel bir yeri olduğunu ve bir saygı ifadesi olarak konserlerde okumadıklarını sonradan öğreniyoruz. Ancak, kitle ısrarını sürdürünce, İntiİllimani yıllardır uyguladığı kararını birazda şaşkınlıkla birlikte bozuyor ve okumaya başlıyor Venceremos’u. Bu şarkıya hazır olmadıkları şarkıyı, çalarlarken de belli oluyor. Venceremostaki ısrarı tam olarak anlayabilmiş değiller. Bu marşın Türkçe’ye çevrilip okunduğunu, en sevilen marşlardan biri olduğunu konser sonunda öğreniyorlar... Grubun Venceremos’u söylediği sırada binlerce izleyici Türkçe eşlik ediyor parçaya. Grup sahnede şaşkın. Şarkının arasında susup seyirciyi dinliyorlar. Birbirlerine gösteriyorlar izleyicileri. Konserden sonra Yorum ile İnti-İllimani elemanları arasında büyük bir dostluk gelişiyor. Kuliste birbirlerine enstrümanlarını hediye ediyorlar. Yorumcular onlara bir kaval ve CD’lerinden oluşan bir set hediye ediyor. Zaten kaval ve bağlama grubun büyük merakını uyandırmış konser öncesinde. İnti-İllimani'de bir Peru flütü olan Pito’yu ve yine CD’lerinden oluşan bir set hediye ediyor. Enstrümanların nasıl çalındığına ilişkin, nota düzenine ilişkin birbirlerini bilgilendiriyor, bunları kağıtlara not alıyorlar. Bağlamalar için de sürüyor bu durum. Daha sonra hep birlikte fotoğraflar çekiliyor, karşılıklı birbirlerinin iletişim adreslerini alıyorlar. Belli ki iki tarafta bu gelişen dostluktan son derece memnun ve bu diyaloğun burayla sınırlı kalmadan sürmesini istiyorlar. Ne de olsa ikisi de aynı ezilen halkların müziğini yapıyor, aynı diktatörlere karşı mücadele ediyorlar...✔
röportaj tav›r
önemli olan ruhunuzdur...
ili’deki bir teknik okulun bodrumunda yan yana geldiklerinde, birbirlerinin derdinden anlayan bir grup olacaklarına ilişkin ilk sinyalleri vermişlerdi bile. “Bir ülkenin şarkısını söylemek, o ülkenin bütün dertlerine, sevinçlerine, hüzünlerine, acılarına, kattığınız anlamla daha bir güzel.” demişlerdi. Okul müdürü kısa zaman sonra, birbirinden güzel şarkılarla etrafına Şilili gençleri toplamayı başaran bu gruba ültimatomu vermişti; “Dağılacaksınız! Çünkü, devrimcisiniz!” Kendilerinden önce düğün alayla-
Ş
rında söylenen türküleri, oyunların folklorik öğelerini değerlendirecekler; bütün İnka ve Maya kültürüne ait motiflerden yararlanacaklardı. Öyle de yaptılar. Bunu “ayaklarını ülke topraklarına basmak” olarak yorumladılar. La Paz’da, Bolivya’nın Kurtuluş Günü’nde söyledikleri şarkılara on binler katılmış, büyük bir koro çıkıvermişti ortaya. Başkent La Paz’daki Del Sol İllimani adlı dağın eteklerinde tutuşan şarkılara inat onlara bu dağın adını verdiler; İllimani. “Dağ gibi söylüyorlar, rüzgar gibi esiyor-
8
lardı.” Bir İnka yerlisi onları dinlerken çıkardıkları seslerin dağa ait olduklarını söylüyordu. Grubu oluşturanların çoğunluğu birer yoksuldu. Grubun kurucularından Berru sırtına vurduğu gitarıyla bir gemiye atlayıp 1962 Şili Dünya Kupası’nı izlemeye gelmişti. Şili’de onu, müzik ve ülke aşkı tutuşturmuştu yeniden. 1973 yılında darbe oldu ve bütün Şili halkı çizmelerin altında özgürlük türkülerine uzun bir süre veda etmek zorunda kaldı. İnti İllimani de ülkesine... Ülke kadar sevdikleri şar-
kılarını yanlarına alıp, Avrupa’ya ayak bastılar. Yıllarca İtalya’da yaşadılar. “Yasak çalgılarla yasak şarkılar söylediler!” Allende öldürüldü. Gruba bütün varlığıyla katılan Victor Jara katledildi. Bütün bir stadyumu hapishaneye çevirenlere inat gitarını çalarken. Onu dinleyenler, “Sadece söylediği şarkıları değil, ruhunu dinliyorduk!” dedikleri Jara yoktu artık. İnti-İllimani, yol arkadaşını yitirmişti. 1973 yılında, Roma’da, 400 bin kişiye seslenirken bütün dünya aynı şarkıyı söyleyecekti; “El Pueblo Unido Jamas Seras Vencido!” Zamanla, grupta değişiklikler oldu. Müzikal açıdan, And Dağları’nın ardından seslendikleri her ülkeye ulaştılar. Onları devrimci kılan ya da eskitemeyen şey için, bugün grubun en yaşlı üyesi Horacio ile dertleştik. Klasik bir söyleşi, sohbet o kadar tat vermeyecekti. Saat “sabahın üçüydü”. Birbirini uzun zaman görmemiş ama karşılıklı mektuplaşan dostların samimiyeti ile konuşuyorduk. İllimani bir dosta gönderilen mektup gibiydi. O sıcaklık ve yakınlıkla başladı sohbetimiz ve devam etti. La Paz, komşumuzdu İstanbul kadar; Andlar yakındı ki Toroslar kadar. Yakın ve birbiri ardına söylenen türküler gibiydik... Öncelikle hoş geldiniz ... Merhaba! İlk bu sözcüğü öğrendim. Merhaba! (gülümsüyor) Hemen ve tez elden bunca yıl biriktirdiklerimizle başlamak istiyoruz. Bir ülkenin çektiklerine yabancı kalmamak gerekir anlamında şeyler söylemiştiniz yolun başında. Bir defa, halkla birlikte olmak gibi bir şey var. Biz onlardan ayrı duracağız ya da onlarla içiçe olacağız diye bir özel durumdan söz etmedik. Biz zaten oradaydık, onların içinde. Kaldı ki onlar ve biz diye bir durum yoktu. Biz bunu farkeden müzisyenlerdik ve şarkılarımızı onların da söyleyeceği bir perdeden sunduk. Bir mücadele anlayışı olarak
müzik, Latin halkları için ayrı bir önem taşıyor. Bizde de muhalif bir anlamı var türkülerimizin. Peki ama müzikal bir çalışmayı aslında mücadeleye ortak yapan şey nedir? Onu nasıl algıladığınıza, değerlendirdiğinize bağlı... Siz nereden nasıl beslendiğinizle ilgiliyseniz, gelir söylediğiniz şeylerin ortasına düşer zaten. O orada bir yerde vardır. Çok üzüntülü bir parçayı çok farklı bir enstrümanla da çalarsınız ama tını denen o müthiş sihir var mıdır? Buna bakmak gerekir. Peki o sihri, o müthiş tınıyı yakalatan şey nedir insana? Bütün kanallarıyla sanattan beslenmek. Sanatın sihrini gözlemleyebilmek. Siz istediğiniz kadar şöyle bir müzik yapıyorum deyin, önemli olan ruh birleşmesini, düşünsel birliği sağlayabilmektir önemli olan şey. Farklı ülkelerde olsak bile bu ruhsal arayışın ortak noktalarını yakalamak mümkün gibi.. Biraz önce söylediğimiz gibi önemli olan ruhsal birlikteliği yakalayabilmektir aslolan şey. Siz bir yerde buluşursunuz böylece. Latin geleneği devrimci bir özü saklıyor içinde. Bu düşünüş bir yansıma buluyor resimde, heykelde ve müzikte... Resim için daha çok Meksika’dan söz etmek gerekir. Kullandığınız simgeler, şarkılarınızdaki o öz denilen şey buralardan çıkar. Siz nasıl bir dünya hedefliyorsunuz? Bu soruyu sorar ama müzik ve resimin içindeki sihri de bununla buluşturursunuz. İşte Latinlere özgü dediğiniz içerikte ve görüntüdeki sihir de buradan gelir. O sihir sizi etkiler ya da etkileneceğiniz biçimde içinde durur. Resim olarak ortaya koyduğunuz şey o ruhun yansıması olur. Ama tabi ki öncelikle iyi bir resim olmak zorundadır. Kendi pentür sorunlarını çözmüş olmalı resim. Yoksa beğenilmez. Peki Şili bugün de o mücadeleci
9
yapısını devam ettiriyor mu? Ya da eski geleneklerine bağlı bir mücadele anlayışı hala sürüyor mu? Bir çok anlamda hayır. Ama bazı anlamlarıyla da... (Elini kaldırıp devam ediyor, “eh” anlamında bir hareket yapıyor). Aydınlar ve sendikalar bir anlamda bir geriye çekiliş yaşadılar. Biz yıllarca sürgünde kaldık. Bizim sırtımızdan çıkarılamayacak bir acıdır bu. Çok acı çekti insanlar. Çok direndiler, mücadele ettiler. Bu mücadele sonucunda biz ve başkaları da ülkemize geri dönebildik belki. Bir zaman sonra geriledi bu. Eski havasını bulamıyor artık Şili’deki mücadele. Aydınlar biraz daha mesafeli oldular. Uzak duruyorlar diyelim. Eskiden şairler, yazarlar daha sıkıydı (gülümsüyor). Onlar, şimdi ülke sorunlarından çok kendi dertleriyle uğraşıyor... Gruba değişik isimlerin katılması müziğinizde bir değişikliğe, farklılaşmaya yol açtı mı? Bunu şöyle değerlendirmek gerekir. Bir müzik grubu, içindeki insanların ruhuyla yapıyordur işini. Fakat, bağlı bulunduğu bir ortak nokta; geçmişten kalan şeyler sürer. Bunları geleceğe gönderebiliyorsanız, hala etrafınızda sizi dinleyen insanlar varsa ve beğeniliyorsanız, o ruhu yakalamanızdadır bunun sırrı. Daha önce de söyledim; kafalar uyuşmalı. Şimdi grubumuzda Kübalı dostumuz var. Biraz Akdeniz, biraz Küba, Peru belki... Bunlar artık içimizde var. Bu gerçek. Biz bu gerçeği yanımızda tutuyoruz. Bu durum bizi rahatsız da etmiyor. Ama hep söylemek istediğim gibi önemli olan ortak bir noktada buluşmak. Bizi dinlenir kılan şey ortak noktayı bulmamızdır. Enstrümanlarda özel bir seçim yapıyor musunuz? Çok eski, neredeyse bin yıllık çalgılar da kullanıyorduk. Şimdilerde bir teneke kutuyu çalgı haline getirebiliyoruz ya da sahnede farklı enstrümanlara yönelebiliyoruz. Daha dinamik bir sahnemiz var şimdi (gülümsüyor)..✔
12 eylül tav›r 12 Eylül Cuntası’nın, baskı ve depolitizasyon politikalarının en yoğun uygulandığı alanlardan biri de hapishanelerdi. 12 Eylül cuntasına karşı, hapishanelerde büyük bir direniş gerçekleşti. 12 Eylül’ün, 23. yıldönümünde, “Bir Direniş Odağı Metris” isimli kitaptan derlediğimiz bir bölümü yayınlıyoruz.
bir direnifl oda¤›: metris Mayıs ayının ilk günlerinden biriydi. Sayım için gelen subay, isim listesini okumaya başladığı anda, Metris’e sevk edileceğimizi anladım. Zaten, bir süreden beri, hepimiz aynı beklenti içindeydik. Metris’e yolculuk yakındı. “Ha bugün ha yarın.” diyorduk aramızda. Sevk listesinde adımın okunduğunu duyunca hiç şaşırmadım ama hiç heyecanlanmadım diyemem. Az da olsa bir heyecan kapladı içimi. Ne de olsa, yeni bir hapishaneye gidecektik. Nelerle karşılaşacağımızı bilemediğimiz bir yere. Bizden önce gidenler, dayaktan, işkenceden geçirilmiş. Son aile görüşümde annem anlattı bunları bana ve uyarmayı ihmal etmedi. “Aman oğlum dikkatli ol. İşkence yapıyorlarmış.” 29 kişilik listeyi okuyup bitirdikten sonra çekip gitti subay. Sessizce hazırlığa giriştim. Koğuşu tedirginlik ve telaş karı-
şımı bir hareketlilik kaplamıştı. Sevki okunanlar, torbalarını hazırlamanın acelesiyle hareket ediyor, bir an önce hazırlığını bitirmek istiyordu. Bir öteye, bir beriye koşturuyordu herkes. Bulunduğumuz bölüm, hapishanenin kısmen iyi sayılabilecek bölümlerinden biriydi. Hem kışlanın iç kısmını -burayı kaplayan ağaçları, yeşil çimleri- seyredebiliyor, hem de karşımızda serili gibi duran şehrin kenar mahallelerini görebiliyorduk. Özellikle geceleri, koğuşumuzun manzarası bir başka güzel oluyordu. İnsanın içini dolduran bir güzellikti bu. Böyle bir yerden ayrılacaktım. Her gün yediğimiz dayağa, gördüğümüz işkenceye rağmen, koğuş yine de kendine çekiyordu beni. Belki de bir alışkanlıktı bu. Bir an için sevki okunmayan arkadaşlara baktım. Gıpta ile seyrettim onları. O an koğuşumdan; birlikte mücadele etti-
10
ğim arkadaşlarımdan ayrılmanın hüznü ile doldu içim. Hazırlıklarımız bitti. Toplandık bir araya. Söyleşiye koyulduk sağdan soldan... Birlikte geçirdiğimiz günler, direnişlerimiz, gideceğimiz hapishanelerde hangi arkadaşlarımız ile buluşabileceğimiz... Sürüp gidiyordu söyleşimiz. Gideceğimiz yerde karşılaşacağımız durumu konuştuk yeniden. Direnme azmi ve kararlılığımızı bir kez daha vurguladık birer birer. Zulmün temsilcilerinin umutlarını tüketmeye kararlıydık. Siyasi kimliğimizi ve devrimci onurumuzu korumak için kenetlenecektik birbirimize. Zaman zaman küçük te olsa, bir korku duymuyor değildik. Her insanın, hatta her devrimcinin yaşamında bir korku payı vardır. Olmalıdır da... Aşırı ve hesapsız güven, her zaman narsist bir duygu olarak gelmiştir bana... Hepimizi kaplayan tedirginlik te bundan olsa gerekti. Oligarşinin, yeni bir dönemde, yeni bir zindanda cepheden saldırısında ayakta kalmayı başarabilecek miydik? Sevk listesinin okunmasından bir süre sonra, bizleri almak için askerler doluştu koridorlara. Askerlerin yüzlerindeki ifadeden, daha o an nelerle karşılacağımızı anladık. Her dayak öncesi aşina olduğumuz yüzlerdi bunlar. Özel seçilmiş askerlerden oluşan operasyon ekibiydi karşımızdaki. Her zamanki gibi, bizlere karşı şartlandırılmış olmanın da bir sonucu olarak, yüzlerini nefretle germişler; gözleri fıldır fıldır dönüyordu. Saldırıya geçmenin sabırsızlığı içinde, yerlerinde duramıyorlar. “Birazdan görürsünüz siz!” gibilerinden laf atmadan da
edemiyorlardı. Sevki çıkmayan arkadaşlar, bizleri uğurlamak için, iki sıra halinde dizilerek koridor oluşturdu. İnsan koridoru içinde yürüyor, tek tek vedalaşıyorduk arkadaşlarımızla. Ve tabi, her zamanki geleneğimize uygun olarak, devrimci marşlarımızı topluca söyleyerek... Bir arkadaşın hepimiz adına söylediği “Her durumda ve her koşulda devrimci onurumuzu, inanç ve kararlılıkla koruyacağız!” sözlerinin ardından, eşyalarımızla birlikte çıktık koridordan. Eşyalarımızı alıp, arandıktan sonra, ayrı bir arabaya; bizi ise ziyaret yapılan yere koydular ve hemen arkasından askerlerin saldırısı başladı. Falaka da olmak üzere cop, tekme... Bir saat dövüldük orada. Slogan atıyorduk sürekli olarak. Sesimizi işiten koğuşlardaki arkadaşlar da bizi slogan atarak destekledi ama gerekli hazırlığı önceden yapmış olan hapishane idaresi onlara da saldırdı. Her operasyondan sonra olduğu gibi, bir çoğumuzun kafası gözü yarılmıştı. Dayak faslının ardından tek tek kelepçelendik. Buna kelepçe takmak denirse tabi. Kelepçelenmekten çok mengene ile ellerimiz sıkıştırılmıştı sanki. Üstelik arkadan. Bileklerimiz hemen uyuştu. Ellerimiz kan toplamaya başladı. Sonra, metal yığınından yapılmış dört yanı kapalı arabalara doldurulduk. ”Ring” deniyordu bunlara. Üst üste yığıldık içine... Bir saat kadar hapishane önünde bekletildik. Nereye gideceğimizi az çok tahmin ediyorduk ama yine de sormadan edemedik subayın birine... Aldığımız cevap, tehdit ve alay dolu idi. “Kuş olup kaçamayacağınız, hatta kuşları bile göremeyeceğiniz bir yere gideceksiniz.” Metris’e gideceğimiz belli olmuştu. Nasıl bir yerdi Metris? Günlerdir üzerinde konuşulanlar, anlatılanlar ne ölçüde doğruydu? Yeniden bunları düşünmeye başladım. Sıcaktan sırılsıklam terlemiş haldeyken ve bileklerimi sıkan kelepçenin sıkan acısı beynimi kemirirken, arabanın motor gürültüsünü duydum. Hareket etmiştik. Kaldırım taşları üzerinde neredeyse midemiz ağzımıza gelecek gibi ilerliyorduk. Bizi taşıyan “ring“ belirli aralıklarla duruyor. Önce asker, sonra subaylar yeniden bizleri sayıyor, telsizle mesajlar iletiyorlardı. Bense bir an önce varacağımız yere varmaktan başka bir şey düşünmüyordum. Göz ucuyla da olsa arabadaki küçük deliklerden dışarı bakınıyor, ilgimi topluca söylediğimiz
marş-türkü ve şarkılara veriyordum. Nasıl olsa bir yere varacak ve karşıma çıkanı göğüsleyecektim. Nihayet, Metris denilen zindana vardık. Arabadaki küçük deliklerden dışarıyı süzmeye başladım. Demir parmaklıkların önünde durduğumuzu anladım. Kapının hemen yakınında, bir kontrol kulesi; içinde, dikkatli gözler ile etrafı sürekli tarayan bir er. Sağlı sollu uzanan tel örgüler dikkatimi çekti. İki katlı, kirli beyaz sıvalı, hemen hemen penceresiz bir binaydı karşımda duran. Dışardan bakınca, hiçbir girintisi çıkıntısı, ayrıntısı olmayan bir dikdörtgen kutu... Sadece çatıda, bloklara bağlı olarak kiremit sıraları fark edilebiliyordu. Çevresindeki tel örgüleri, dev bir canavarın bacakları gibi korkunç gözüken dört nöbetçi kulübesiyle ve kirli beyaz renkli, içiçe geçmiş bloklarının labirenti andıran görüntüsüyle Metris... Filmlerde gördüğümüz toplama kamplarından farksızdı. Bu toplama kampı, siyasi tutsakları öğütmek için, özel olarak yapılmıştı. Bu mimaride 12 Eylül faşizminin niteliğini çözümlemek mümkündür... Ünü gibi yüzü de ürkütücüydü “ Metris, Metris “ dediklerinin... Kim bilebilirdi ki böyle bir kapalı kutunun içinde, apayrı tahmin edilemeyecek bir dünya olduğunu? Halkımızın en değerli umutlarını, özlemlerini, heyecanlarını burada barındırdığını?.. 12 Eylül cuntasının en iğrenç yüzünün, direnişlerin, yılgınlıkların burada yaşanacağını?... Kapı önündeki bekleyişimiz saatlerce sürdü. Ayakta duracak halimiz kalmamıştı artık. Ringin kapısı açıldı birden; iki iki, dört dört içeri almaya başladılar. İnenler gözden kayboluyordu birden... Sanki bir dehliz yutuyordu onları... Sonunda sıra bana geldi. Her yanına kan oturmuş ellerimi hareket ettiremez hale gelmiştim. Kendimi adeta ringden dışarı attım. Kapı eşiğinden içeri adımımı daha yeni atmıştım ki, bir anda neye uğradığımı şaşırdım. Sağlı sollu tekmeler, coplar yağıyordu üzerime. Yıkılmamak için çaba gösterdim ama boşuna oldu bu çaba. Zaten, Davutpaşa’da yediğim dayaktan, sımsıkı kelepçeden ve araba içindeki boğucu sıcaktan yeterince bitkin düşmüştüm; üstelik, kelepçeler hala bağlı duruyordu bileklerimde. Basamaklara ulaşıncaya kadar, birkaç kez kapaklandım yere. İki yana, tek sıra halinde dizilmiş askerlerin oluşturduğu “koridor“ içinden yürütülüyorduk. Tekmeler, tokatlar, elektrikli coplar arasın-
11
da... En adi küfür ve hakaretler yağdırılıyordu bize. Bir yandan da sesleriyle bağırıyorlardı... - Demek siz devrimcisiniz ha !.. - Erim’i siz vurdunuz ha! - Dikleri siz vurdunuz ha! - Sizler mi karakol bastınız ? - Bunların hesabını vereceksiniz. Slogan atmaya başladım... - Kahrolsun Faşizm, Kahrolsun Faşizm.. Tekme, tokat, cop sağanağı daha da yoğunlaştı. İkinci kapıdan zorlukla geçtim. Atıldığım yer havalandırmaymış! Gözüme ilk çarpan havalandırmanın tepesini ince cam gibi örten açık mavi, yumuşak gökyüzü oldu. Hava çok güzeldi... Metris’in iki değil, üç katlı olduğunu farkettim sonra. Uzunlu kısalı demirlerden parmaklıklar takılmış, pencereler, güneş ışınlarını yansıtıyor, gözlerimi alıyordu. Etrafıma göz attım. Yalnız benim değil, herkesin yara bere içinde olduğunu gördüm. İlk karşılama buysa gerisinin nasıl olacağını düşündüm. Yıkılmayacaktım, yıkılmayacaktım... Özveri ne denli büyük olursa olsun, katlanacaktım. Her şeye karşı koyacaktım; onurumuza yönelik her saldırıya... Kendi kendime söz verdim bir kez daha; “Yıllar sürse de bu baskı, yıllar sürse de bu zulüm,“pes“ demeyeceğim. Boyun eğmeyen bir devrimci nin haklı gururunu daima duyacağım içimde”... Havalandırma kapısı açıldı. Kısa boylu, topluca bir yüzbaşı girdi içeriye. Birkaç arkadaş, kelepçelerin bileklerini kestiğini söyledi; kan içindeki ellerini gösterdi ve işkenceye son vermelerini istedi ondan... Buz gibi bir sesle. - O eller, devlete karşı gelirken iyi miydi? Ve ardından sürdürdü konuşmasını. - Beyler! Burası, Metris Özel Askeri Ceza ve Tutukevi! Burada her şey başka... Burada her şeye milimi milimine ayak uyduracaksınız. Sizin için her şey bitti artık. Sizler anarşistsiniz, teröristsiniz. Girişte başınıza gelenler, hepsi birer halk çocuğu olan erlerin size karşı normal tepkileridir... “ Sen halk düşmanısın!“ diye kesti sözünü bizden biri. Hepimizin tepkisini dile getirmişti o an... Yüzbaşı bu cevap üzerine sustu. Dikkatle süzdü bizi ve bağıranın kim olduğunu anlamaya çalıştı, sonra da çıkıp gitti... Bir süre sonra askerler geldi havalan-
dırmaya. Kelepçelerimizi çözmeye başladılar. Biraz olsun soluk alabildim. Aynı anda, havalandırmaya taşınan eşyalarımız da aranmaya başladı. Sözde arama yapılıyordu. Arama değil, adeta talandı yapılan... Birbirine karışan eşyalar, düzinelerce... Arama sonrası, havalandırma kapısında yeni bir subay gözüktü. Elinde bir liste isim okumaya başladı. İsmi okunan, kendinden önce çağrılanı izleyerek gidiyor. Ben de önüm sıra yürüyeni izledim. Havalandırmaya açılan kapıdan daha yeni geçmiştim ki emreden bir sesle uyarıldım: - Soyun! - Niçin? - Soyunacaksın işte! - Sırıtma ulan dişini s.....ğim! Bir anda dört-beş asker tepeme bindi. Üstümde başımda ne varsa -dondan başka – çekip çıkardılar. Hemen karşıda üç tahta sıranın arkasında doktorlar ve kayıt yapan görevliler gördüm. Çay içiyorlardı. Karşılıklı görüşmelerinden anlaşılan o ki, gönülleri şen... Doktor kontrolü başlıyor. Arkadan, askerin biri, elektrikli copla dürtüklüyor. -Vücudunun herhangi bir yerinde yara, ameliyat izi var mı? İyi iyi turp gibisin maşallah... Sinirlerimin ayaklandığını duyumsuyorum. Hipokrat yeminli doktor, tekmelenen, elektrikli copla dürtüklenenlere, hastasına karşı olağan muayene yapıyormuşcasına bir umursamazlık içinde... “İşte işkencecilerin suç ortağı!” diyorum kendi kendime... Doktoru böyle olursa, subayı nice olur diye kıyaslama yapmaktan alamıyorum kendimi... Doktorun kontrolü biter bitmez, kollarıma giren iki asker, bir odanın önüne sürüklercesine götürüyor beni. Havalandırmada bize, “anarşistsiniz” diyen yüzbaşı kapının önünde yine. Askerlere “Buna özel muamele!“ diyor. İtilerek odaya sokuluyorum. İlk anda, on civarında asker çarpıyor gözüme. Tekme, tokat, cop sağanağı yine başlıyor. Yere yığılıyorum. Bayılmamak için kendimi zorluyorum. Slogan atarak daha dirençli olmaya çalışıyorum. Dayak yerken askerlerin ağır hakaret ve küfürlerini de duyuyorum. Bir süre sonra dövmeye ara verip, ayağa kaldırıyorlar beni. Bu kez aşağılamak, küçültmek için ellerinden geleni yapıyorlar. - Doğru bak ulan piç! - Doğru bakıyorum! - Olmaz, bu bakışları değiştireceksin! - Hazırola geç ulan!
- Asker değil, siyasi tutukluyum! - Biz seni hazır ola sokmasını biliriz! Yeniden tekme, tokat, cop darbeleri yağıyor. Slogan atmaya başlıyorum. Yere kapaklanıyorum. Bir süre darbeler peş peşe geliyor vücuduma. Artık hissetmiyorum çoğunu. Acıya karşı çelikten bir zırh kaplamış sanki vücudumu. Tekrar ayağa kaldırıyorlar ve yeniden başlıyorlar. - İstiklal Marşı söyle! - Söylemem! - Kelime-i şahadet getir ulan! - Devrimcilere küfret! Yeniden darbeler, darbeler, darbeler... Külçe gibi yere yığılıyorum. Bayılmışım. Kendime gelir gibi olduğumda, arkadaşlarımın kollarında, koridordayım. Askerler, sağlı sollu yine sıra oluşturmuş copluyorlar... “Şırak, şırak, şırak...“ Peşpeşe patlayan sürgü sesi duyuyorum. Bir koğuşa itiliyoruz. Ayakta duramıyorum. Yüzükoyun yığılıyorum. Yatağa kaldırıyor biri beni... Vücudumun her yeri simsiyah... Ovuyorlar... Gözlerimi açtığımda hava neredeyse kararmıştı. Yıllar boyu kanıksayacağım koğuşa, ilk göz atma olanağını o zaman buldum. Koğuşta, sekiz ranza, on altı yatak var. Kalın bir toz tabakasıyla kaplı her yan. Aylarca, hiç canlı eli değmemiş gibi... Işık konusunda pek güven vermeyen dört pencere, hastane odası rengi duvarlar... Benim gibi aynı işkenceden geçen yeni arkadaşların gelmesiyle, sayımız artıyor. Karşı koğuş camlarında kimse gözükmüyor. Oraların boş olduğunu düşünüyoruz bir an.
12
Kısa bir süre sonra kapı açılıyor. - Yemek al!.. - Almıyoruz!.. Çünkü, Metris’e, çeşitli hapishanelere sevk olan herkes gibi biz de “genel kararı“ biliyoruz: “Baskı, işkence varsa, beklenmeden açlık grevine başlanacak.” Aynı şekilde, koğuş mazgalını açarak “Çay istiyor musunuz ?” diyen askere de aynı cevabı veriyoruz. - Almıyoruz!.. Sanki, biraz önce ağzı köpürerek cop sallayanlar onlar değilmiş gibi, şimdi gayet kibarca çay isteyip, istemediğimizi sorabiliyorlar. Her şey ayarlanmış... Açlık grevinin engellenmesi için ellerinden geleni yapıyorlar. Koğuşu gözetlediklerini anlıyoruz. Pencereden karşı koğuşlara, “Kimse yok mu?“ diye bağırmamız üzerine, askerin emreden sesini işitiyoruz, küfür ve hakaretlerle karışık... - Konuşmak yasak!.. Dinlemiyoruz, bağırmaya devam, ediyoruz karşı koğuşlara. - Kim var orada ses verin! El-kol hareketlerini de devreye sokarak büyük harflerle cama harfler çiziktirmeye başlıyoruz. Bir süre sonra, insan değil de kartona yazılı harfler çıkıyor karşımıza : Önce A, sonra Ç, ardından L ve I, K, G, R, E, V, İ, N, D, E, Y, İ, Z... “Biz de açlık grevindeyiz” diye bağırıyoruz...✔ (Bir Direniş Odağı Metris syf: 37- 51) Metris Tarihi Yar Yayınları
röportaj tav›r
bask›, karfl›s›nda “sanatç›lar›n çevik kuvveti” SSS’ yi bulmal› - SSS şeklinde formüle ettiğiniz bir girişimin hazırlıkları içindesiniz. Bu girişimin sanatsal, kültürel çalışmalarla ilgilenen kişilere nasıl bir güç katmasını hedefliyorsunuz? SSS girişimi, aynen Uluslararası PEN'in "Hapisteki Yazarlar Komitesi"nin yazar ve gazetecilerle sınırlı olarak yaptığı destek çalışması gibi ama daha geniş bir alana, sanata ve kültüre yönelik her türlü baskı, sansür ve bunun doğurduğu otosansürle mücadele etmek için oluşturuldu. Bu tür baskılara karşı, tek tek olaylara yoğun ve toplu tepkiler gösteriliyordu. Fakat uzun çalışmalar sonunda ve doğal olarak gecikerek verilen bu tür tepkiler, o olay çözümlenince ya da tavsayınca dağılıyor, yeni bir baskıya tepki göstermek için bütün çalışma sil baştan yeniden yapılıyordu. Şimdi, bu birliği çok gevşek bir yapı içinde de olsa, kalıcı bir şekle dönüştürmek istiyoruz. Özetle, bir kişiye yönelen baskı daha o gün tüm sanatçıları ve onların "Çevik Kuvveti" SSS' yi karşısında bulmalı. - Şu ana kadar, bu girişime katılanlar veya destek verenler kimlerdir? İmza toplanmasına şimdi başlanıyor. 12 Ağustos’ta Erzurum DGM'de görülen Ferhat Tunç, Rojin ve Murat Batgi'nin duruşmasında, SSS'yi ilan etmek amacıyla, ilk anda ulaşılabilen ilk imzacılar 11 kişiydi. O arada, internet üstünden ulaşan adlarla birlikte: Ali Nesin, Elif Şafak, Engin Alkan, Ferhat Tunç, Grup Yorum, Halil İbrahim Özcan, Haluk Bilginer, Handan İpekçi, Lale Mansur, Mahir Günşiray, Melike Demirağ, Meltem Savcı, Metin Cengiz, Murat Batgi, Murat Uyurkulak, Mustafa Ziyalan, Müge Sökmen, Niyazi Zorlu, Orhan Alkaya, Roni Marquilez, Rojin, Serra Yılmaz, Suavi, Şanar Yurdatapan,Tarık Günersel,Vecdi Sayar, Zafer Diper, Zuhal Olcay. - Herhangi bir baskı, engelleme biçimiyle karşılaşıldığında nasıl bir ref-
leks geliştirilecek? Bunu biraz açabilir misiniz? - Sanat ve kültür yaşamına yönelik yeni bir sansür ya da baskıyla karşılaşıldığında, önce diğer insan hakları kuruluşları ve meslek örgütleriyle (Yazar ve Yayıncı Birlikleri, Meslek Odaları, PEN) sürekli internet bağlantısı içinde olarak durumu iç ve dış dünyaya ileteceğiz. Yetkili merciilere ulaşarak yanlışın düzeltilmesi için çaba göstereceğiz. Medya hemen bilgilendirilecek. Gerekirse, bir basın toplantısı düzenlenecek. Bu toplantıya, daha önceleri olduğu gibi “elden geldiğince çok sayıda ve elden geldiğince çok popüler” sanatçıların katılması şart olmayacak. Durumu uygun olan iki-üç sanatçının katılımı yeterli olabilecek. Yani o gün hangi arkadaşlarımız uygunsa, hepimizi temsilen seslenebilecekler kamuoyuna. Daha ötesi gerekiyorsa, durumu uygun arkadaşlarımızdan küçük bir heyet oluşturulup Ankara’ya gidilerek, gerekli görüşmeler yapılacak. Kültür Bakanlığı, TBMM İnsan Hakları Komisyonu, İçişleri ve Dışişleri Bakanlıkları ve önemli olaylarda Başbakan ve TBMM Başkanı ile. Bu çabalar, o konu kesin çözüme ulaşana kadar aralıksız sürdürülecek. - Bu girişim, farklı organizasyonlara da destek verebilecek mi? Şu anda değil belki ama Coca Cola’nın düzenlediği festivale alternatif olarak düzenlenen Barışa Rock festivali gibi, ya da bu girişimin üyesi olmadığı halde, girişimle fiili bağı bulunmayan bir başka sanatsal yasaklamada bu girişim çalışmalar yapabilecek mi? - Birinci sorunun yanıtı hayır. Sanatçılar, kendi dünya görüşlerine ve politik inanç ve eğilimlerine uygun tepkilerini başka platformlarda verebilirler. SSS, sadece sansür, baskı ve otosansür saçayağını hedefliyor. Çünkü bu çizginin ötesindeki konularda farklı farklı düşünen
13
Şanar Yurdatapan
sanatçılar, sanata baskı yapılmasına karşı yanyana gelebiliyorlar. Biz bu ortak alandaki boşluğu doldurmayı başarabilirsek yararlı bir çalışma yapmış sayabiliriz kendimizi. İkinci sorunun yanıtı ise, tabi ki evet. Burası, özel bir kulüp değil ki sadece üyelerinin sorunlarıyla uğraşsın. Şu noktanın altını tekrar tekrar çizmek istiyoruz. Bizler "Ne sanattır, ne değildir?" gibi görece konulardaki polemikle hiç ilgilenmeyeceğiz. Kendimizi hakem ya da sanat komiseri olarak göremeyiz. Her kim ki kendini -ama ustaca, ama acemice- sanat yoluyla ifade ederken bir baskıyla, sansürle karşılaşırsa, en ünsüzünden en ünlüsüne kadar tüm sanat ve kültür insanları onun yanında yer almalıdır. – Sanatçılara, dostlarınıza ne söylemek istersiniz, onları bilgilendirmek, onlara çağrı yapmak anlamında. Sanata ve kültüre yapılan baskılar, demokratlığı kimseye kaptırmak istemeyen tüm yönetimlerce yıllar yılı yürütüldü, hala da yürütülüyor. Sansürün açıkça ilan edilmediği sahalarda bile, “birilerinin” hoşuna gitmeyen kitapların, dergilerin, oyunların, konserlerin, kültürel toplantıların önce yasaklanması, yasaklanmamış olanların da sonradan kovuşturmalara, tutuklamalara, dava ve mahkumiyetlere neden olması, nerdeyse kanıksadığımız acı bir gerçek. Sanat ve kültür insanları bu yollarla bezdirilip yıldırılmaya çalışılıyor. Sansür sonradan cezalandırma ve otosansürün birbirini tamamlayan bir “şer üçgeni” olduğunu düşünüyor ve hepsine birden DUR diyoruz.✔
öykü seda
demir
yürü yaslı kervanım ocuk, pencerenin pervazına dayanmış; ayaklarını, arkada çaprazlamış, pencereden dışarı bakıyordu. Kadın, kalın küt parmaklarıyla, gergin gergin bir agelin kenarlarını işliyordu. Sinirle fırladı yerinden; pencereden indirdi çocuğu. Yan odadaki abisinin yanına gönderdi. Bağırtılar, silah sesleri... “Yeter artık!” diye fısıldadı. Cama dayadı kafasını. Dışarısı çok karanlıktı. Ay, sadece Gelye Mışkan✱ Vadisinin dar, kayalıklı yolunu aydınlatıyordu. Kervansız, öksüzdü vadi. Bağrında dolanıp duran yabancılardan rahatsızdı. Tanklar;
Ç
tanklar çok bacaklı böcekler gibi kemiriyordu vadinin göğsünü homurdana homurdana... Üşüdü kadın. Daha önce, hiç üşümediği kadar. Bir tank dişlerini gıcırdattı yine. Bir köpek, uzun uzun havladı. Tekrar o sesleri duydu. Gürültü, gittikçe büyüyen bir çığ gibi üstüne geliyordu. Büyüyordu, büyüyordu... Kadın, perdeyi çekti panikle. Kapının önüne dikildi. Hareketsiz, iki eli yanda, gelecek kıyameti bağrıyla durduracakmış gibi bekliyordu. Ayak sesleri, bağrışmalar... Kapı kırılırcasına vuruldu. Hırıltılarla sarsılıyordu kapı. Menteşeler titriyordu. Canavar, kana susamış, sabırsızlanıyordu. Tüm gücünü toplayıp, açtı kapıyı kadın. Hışımla girdiler içeri. Bir tanesi tuttu kadını kolundan. Anlamadığı bir şeyler söyledi. Kadın kıpırdamadan yere bakıyordu. Asker, “Ali” dedi. “Ali Ömer!” Kadın kaldırdı başını ve bağırdı usu parçalanana kadar; “Bıl ruh, bıl dem neftik ya Irak!” Kin ve öfkeyi tükürdü sonra askerin yüzüne. Asker, tüm ezilmişliğiyle tokatladı
14
kadını. Ali Ömer, fırladı odadan. Küçük çocuk ise avazı çıktığı kadar bağırıyor, askerlerin üstlerine atlıyordu. Halk, kapıda birikmiş, içeri girmek için çabalıyordu çığlık çığlığa. Birden, bütün sesleri bastırdı bir silahın sesi. Ali Ömer, kanlı göğsünü tutarak, yavaşça yığıldı yere. Annesine çevirdi başını hafifiçe. Yeni yetme bıyıkları, kara perçemleri tere bulandı. Baktı Ömer. Annesini ilk görür gibi. Baktı ilk kez görür gibi. İlk ve son kez baktı. Gözlerini emanet etti anasına, titreyerek. Kadın sustu. Çocuk sustu. Halk sustu. Ağırlaştı zaman. Tiz bir çığlık yırttı geceyi, tam ortasından. Gelye Mişkan Kayalıkları’nda gölgeler kaynaştı. Bir kartal silueti aktı gitti Dicle’ye doğru.Thuluya Kasabası ağır ağır kaldırdı başını yırtılan göğe, doğan güne karşı.. Gün doğuyordu, keskin acıyı ışıldatarak. Kadın, odanın ortasında; kadın, şehrin ortasında; kadın, evrenin ortasında, kıpırdamadan oturuyordu. Yavaş yavaş kalktı ayağa. Küçük oğlunu kucakladı. Çıktı dışarı. Üç kadın daha çıktı diğer evlerden. Dört kadın, dört yaralı ana... Dört genci öldürmüştü askerler. Öfkeyi en keskin kıvamına kadar bilemişler, intikam yeminini tüm dillere dolamışlardı. Kasabanın üstüne sıçramış kan lekeleri gibi, parça parça duran askerlere aldırış etmeden, kasabanın erkekleri meydanda toplandılar. Yüklendiler tabutları, sloganlar eşliğinde, mezarlığın yolunu tuttular. Öfke ve acı kıvrılarak mezarlığa akıyordu. Kadınlar, ağıtlarıyla uğurluyordu onları.; “yürü yaslı kervanım
yürü yürüyebildiğin kadar götürürsün oğullarımızı götürürsün canlarımızı Ama biliriz döneceksin Bir gün döneceksin özgürlüğün çocuklarıyla Kucak kucağa bize Yürü yaslı kervanım Yürü yürüyebildiğin kadar” ****** Dicle Nehri, yatağında usulca ihanetin sahibini bekliyordu. Kıyısında oturmuş Semira, oğlunun acısını ılık yele fısıldıyordu; “Kim yapabilir bunu, söyle rüzgar? Susuz toprak, senin adını verir mi yağmura? Oğullarımızın adını kim verebilir, kendi toprağının düşmanına? Söyle rüzgar, sen bilirsin bu toprakları. Gece gündüz dolanırsın dağı taşı, bu halk, Irak halkı kaldırır mı bu ihaneti?” Kadının arkasından, sessizce yaklaştı Kerbul. “Başın sağolsun ana.” dedi, gözleri dolu dolu. Kerbul, Ali Ömerin en iyi arkadaşının ağabeyiydi. İri gövdesiyle, bir ağaç gibi kımıldamadan dikildi kadının karşısında. Sonra, hızlı adımlarla yürümeye başladı. Semira arkasından ağlamaklı seslendi; “Sizler de benim oğullarımsınız, sakın unutmayın!” Kerbul yürümeye devam etti. Kadın, biraz daha oturdu Dicle’nin kucağında. Kimsenin yanında ağlamak istemiyordu. Kuruyana kadar göz pınarları gelecekti, Dicle’yi ve yelini ziyarete. Etrafına bakındı. Çözdü çarşafını, örgülü kara saçlarını; yüzü-
nü ıslattı nehrin serin suyuyla. Tekrar sarındı çarşafına ve kapkara bir hüzün gibi süzüldü kasabaya. Semira’nın önünden, bir genç koşar adımlarla geçip, aceleyle kahveye girdi. Yaşlı bir adamın kulağına, bir şeyler fısıldadı. Adam, elindeki bastonu yere düşürdü. Bir süre, bir noktaya baka-kaldı. Sonra, üzgün gözlerle köşede oturan Mehdi’ye baktı. Yerinden yavaşça doğruldu. Bir eve girdi. Evden üç kişi olup çıktılar. Başka bir eve girdiler, yedi kişi oldular. Başka bir ev... On kişi, on beş, yirmi... Öfkeli kalabalık gittikçe arttı... Kahveye doluştular. Kısık sesli cümleler dolanıyordu duvarların arasında. “İhbar!” “Doğru mu?” “Kerbul...” Bütün gözler Mehdi’ye çevrildi. Mehdi, olanları anlamaya çalışıyordu. Dinledi, dinledi. Sarhoş gibi, yalpalayarak kalktı yerinden. “Kerbul mu?” dedi. Sessizlik cevap verdi. Zorlanarak indi merdivenlerden. Kafasını kaldırdı gökyüzüne. Akşam bastırıyordu. “Ben nasıl yaşarım?” diye söylendi kendi kendine. “Ölseydim, duymasaydım.” Dikilip kaldı bir süre kahvehanenin bahçesinde. Sonra hışımla kahveye geri döndü. “Ne yapacağız peki?” Sessizlik tekrar cevap verdi; “Ya sen, ya biz. İhanet af edilmez.” Gönlü sıkıştı; nefesi sığmaz oldu göğsüne. Adam, yüz ölümü yaşadı beş saniyede. Teni bile ağır geldi bedenine. “Ben...” dedi çıktı kahvehaneden. Yol büyüdü, ayakları küçüldü adamın. Hava, önce sıvılaşmaya sonra katılaşmaya, büyük bir kütle gibi ağırlaşmaya başladı... O yürüdü, gök karardı... Ziftten gecenin altında, nefessiz kaldı adam. Eve girdi zorlanarak. Küçük oğlu Seyf’i kaldırdı önce. Sayıklar gibi anlattı. İkisi, Kerbul’un odasına girdiler sessizce. Odaya girer girmez bir öfke kapladı yüreğini. “Kalk!”diye bağırdı ömrünün en karışık duygularıyla. Kerbul, kocaman açtı gözlerini. Doğruldu yataktan. Hiçbir şey sormadı... Anladı. Usulca giyindi. Seyf ise uykuda gibiydi. Abisinin en iyi arkadaşını ihbar ettiğine, düşmanla işbirliği yaptığına inanamıyordu. Hayır bu affedilemezdi. Üçü çıktılar evden. Dicleye doğru başladılar yürümeye. Onlar yürüdü. Kasaba yürüdü. Onlar .
15
Kasaba. Kıyısında durdular Dicle’nin Karşı karşıya. Semira, Kerbul’a baktı. Kerbul toprağa. İşlediği ageli uzattı Semira. “Bunu sana işlemiştim, yüreğine sararsın diye. Hani geceleri kayalıklara gittiğinde üşüyordun ya, Ali Ömer istemişti bunu senin için.” Mehdi, alnını hınçla tokatlayıp doğrulttu silahını..Önce yüreği, sonra dizleri ve elleri sıtmaya tutulmuş gibi titremeye başladı. Bağırarak ağlamak istedi yapamadı. Ve yumup gözlerini, bastı tetiğe. Bir kez daha, bir kez daha. Düştü yere. Kerbul titreyerek yere yığıldı... Babasına çevirdi başını, baktı. Mehdi çevirdi kafasını. Kerbul gözlerini aradı babasının. Baktı baktı. Bulamadı... Semira’daydı babasının gözleri. Mehdi’nin gözleri, Ömer’in emanetinin bekçisiydi. Yapayalnız bir karanlığa kapadı gözlerini Kerbul. Bir halka ihanetini bir tek canıyla değil, bir de yanlızlığıyla ödedi. Dicle Nehri bile döndü sırtını. Aktı gitti vadiye. Vadi yine acıyla homurdandı. Gelye Mışkan Kayalıkları’nda gölgeler kaynaştı.Bir kartal silueti aktı gitti Dicle’ye doğru. Thuluya kasabası ağır ağır kaldırdı başını, yırtılan göğe, doğan güne karşı.... Yürü yaslı kervanım Yürü yürüyebildiğin kadar. Çek götür ihaneti İhanete yer yok bu topraklarda. Yürü yaslı kervanım Yürü yürüyebildiğin kadar ✱ fare ini
röportaj tav›r
“bar›fla rock festivali”ne kat›lan rock müzisyenleriyle görüfltük... ruz. Savaş kültürüne karşı, barışı savunuyoruz. Sanki çok masummuş gibi görünmelerine sinir oluyoruz. Paranın egemenliğine karşı dayanışmayı savunuyoruz.
IŞIĞIN YANSIMASI Coca Cola’nın düzenlediği festival ve karşısında Barışa Rock. Neden Barışa Rock Festivali’ni tercih ettiniz? Coca Cola'nın ''Rock'n Coke'' adı altında bir rock festivali düzenlemesi birçok soruyu beraberinde getiriyor. Birincisi, paranın egemenliği rock ve rock kültürünü satın alabilir mi? Parayı bastıranın, dünya çapında gücü olsa bile; ülkeleri, hükümetleri, özgürlükleri yerle bir edebilse bile, rocku ve rock müzisyenlerini satın alabilir mi? ''Hayır'' dedik... Rock'un doğası gereği, bir karşı duruşu vardır. Rock dinleyenlere, sevenlere, yapanlara, o kendi ''trendy'' kalıplarıyla yaklaşmalarına, rock sözcüğünün bizdeki karşılığını, kendi kola kapaklarının altına hapsetmeye çalışmalarına, bu sözcüğün anlamının içini boşaltmalarına hoş bakamadık. Sinir olduk... Bu, bir anlamda Woodstock'un, ‘68 kuşağı rock mirasının, uluslararası Amerikan sermayesi tarafından üzerine oturulması demek bizce. Yani yok edilmesi... Bu mirasın üzerine oturmaya çalışanların, neyi temsil ettiğini biliyo-
Peki hazırlıklarınız nelerdir? Karşı rock festivaline katılan bireyler ve gruplarla birlikte, kamuoyuna bu sesi duyurmaya çalışıyoruz. Basın toplantıları ve çeşitli radyo programlarında Cola Cola'nın ne anlama geldiğini anlatıyoruz. Festivalin nasıl geçmesini bekliyorsunuz? Daha festivale gelmeden, rock kültürünü kavramış insanların kucaklaştığı duyarlı bir ortam oluştu bile. Ciddi örgütlenmelerle bile başarılması zor şeyler, insanların sırf tepki duymaları yüzünden bir karşı güce dönüşüyor. Paranın, uluslararası sermayenin herşeyimize rahatça ve yüzsüzce saldırısına karşı. Bu festivalin, rock ve barışın yanyana olduğu güçlü bir sese dönüşeceğini düşünüyoruz. Dev kola şişelerinin etrafında tepinmek yerine, kendi gücümüzle, kendi müziğimizi yapmak bizim için yeterli olacaktır. Ancak, durum gösteriyorki; bu karşı hareket, barıştan yana büyük bir inisiyatife dönüşecektir. Sesimizin ve müziğimizin, bu oluşum içinde yer almasının onuru bizim için yeterli.
VEDAT SAKMAN Emperyalizmin kolay gördüğü ülkelerde çekinmeden uyguladığı haksız rekabete karşı bir tavırdır tercihim. Rock müziğin dünyadaki oluşumun-
16
da ciddi bir duruşu vardır. Coca Cola, kendi ülkesinde veya batılı ülkelerde neden rock festivali yapmıyor da burada yapıyor. Köy bakkallarımızda dahi su bile Coca Cola firması tarafından satılmakta ve bu ülkenin su kaynakları, doğası aşağılanmaktadır. Aslında, bu konuda sadece rock müzik yapanlar değil, sağduyulu ve aydın, herkesin bu konuyu ciddi şekilde ele alması ve halkı aydınlatması gerekir. Karşıt festivali düzenleyen arkadaşların çalışmalarına, direktiflerine uyuyoruz. Detaylı bilgileri onlardan alabilirsiniz. Festivalden beklentileriniz nelerdir? Tabi ki kalabalıklar bekliyoruz. Bu sefer olmazsa, başka seferlerde, ta ki o kalabalıklar olana kadar bu tür çalışmalarımız sürecek. Çünkü, geleceği aydınların önderliğinde halklar belirler. Coca Cola gibi markalar değil.
Bu kararın üzerine çok fazla konuşmak istemiyoruz; zira eylem zaten kendini yeterince ifade ediyor ve üzerine konuşup konuyu dallandırıp budaklanmak bize pekte anlamlı gelmiyor.
MOR VE ÖTESİ Türkiye’de böyle bir festival anlayışına pek alışık değiliz. Olumlu bir adım. Siz neler bekliyorsunuz bu çalışmadan? Sanatın, müziğin, rock müziğin, kitleleri ne kadar ve ne yönde harekete geçirdiği tartışılabilir ama bir harekete geçirme potansiyeli olduğu açık. BarışaRock gibi etkinlikler, hak ettikleri ilgiyi görmeleri durumunda, bu potansiyeli hayata geçirebilir ve insanların dünyanın çıkarına ortak bir ses çıkarması uzun vadede kimse için kötü olmaz. Çünkü, bu şekilde yaşamaya, savaşmaya ve tüketmeye devam edersek, insanlık büyük bir karanlığa gömülmeye mahkum. Daha önce Coca Cola'nın düzenlediği festivalin programında adınızı gördük. Ancak daha sonra çekildiniz. Böyle bir tercih yapmanızın nedeni nedir? Rock'n Coke festivalinden çekilmemizin en önemli sebebi, festivalin sunumu, tasarımı, adı ve zamanlaması ile ilgili içimize sinmeyen hususlar bulunmasıdır. Sponsorluk kurumunun, kültür-sanat etkinliklerinde neredeyse vazgeçilmez bir önemi olduğu yadsınamaz; ancak, marka, etkinlik ve sanatçı arasındaki ilişkilerin genel anlamda sanatçının ve etkinliğin lehine geliştirilmesi önemlidir. Çünkü, kalıcı ve daha önemlisi insanlık için vazgeçilmez olan şey markalar değil sanattır. Bugüne kadar, içinde değişik sponsor firmaların bulunduğu birçok konserde sahneye çıktık ve yine birçok etkinlikte yerimizi alacağız. Fanta'nın ana sponsorluğunda 23 (17+6) konsere çıkmamızın nedeni web sayfamızda 23 Nisan 2003’te yaptığımız bir duyuru ile açıklanmıştır. Turnede artı hanemize yazan nedenleri Rock'n Coke’ta göremediğimiz için, çıkmama kararı aldık.
BULUTSUZLUK ÖZLEMİ Ben büyük bir rock festivali yapıldığını, gittiğim bir konserde, tv muhabiri sandığım kişilerin bana yönelttiği sorulardan öğrendim önce. Bana “Büyük bir rock festivali düzenlenirse buna karşı tavrınız nasıl olur diye sordular; ben de “Her rock grubu, böyle büyük bir festivalde iyi bir sahne ve ekipman ile konser vermek ister” diye cevaplandırmıştım soruyu. Röportaj bitince " Böyle bir festival mi var yoksa" dediğimde bunun bir meşrubat firması tarafından düzenlenmesi düşünülen bir festival olduğunu öğrendim. Daha sonra Rock'n Coke olduğu ortaya çıktı. Ve katılan grupların isimleri de sonradan açıklandı. Bu kadroyla da rock müziğin bağımsız, eleştirici, daha başka ve barış içinde bir dünya düşleyen geleneksel yaklaşımına uymayan, yabancı ve yerli isimler ortaya çıkması bende bir tepki doğurdu. Ayrıca Mor ve Ötesi gibi yardımlarımı esirgemediğim, birlikte barış etkinliklerine katıldığım bir grubun da kadroda yer alması onlar adına beni üzmüştü. Keşke onların ismini orada görmeseydim demiştim. Ve tüm bu düzenlemeleri yapan kişilerin hep aynı dar çerçevede benzer işler yapan, alternatif müziklerle ilgili gibi olupta, sosyalizm lafını duyunca tüyleri diken diken olan tiplerden oluşları da olayın sevimsizliğini arttırıyordu. Tam bu sırada, Rock adı altında yapılan ve genç insanlara sulandırılmış, daha doğrusu kolalandırılmış bir rock anlayışını çok iyi bir organizasyonla sunulacak olması-
17
na kafam iyice bozulmuşken, Dilek Dindar isimli hoş bir bayan beni buldu. Bu konudaki benzer sıkıntıları dile getirerek, “Aynı tarihlerde başka bir festival düzenliyeceğiz. Sizi de aramızda görmek isteriz” dediğinde, her şey kendiliğinden oluştu. Hummalı bir şekilde hazırlıkları sürdürüyor arkadaşlar. Ben, karşımızda her şeyi uzman ekiplere bol paraları karşılığında yaptıracak olan Rock'n Coke’tan aşağı bir organizasyon yapılmaması, sahne ve diğer bütün organizasyonun gayet güzel olması gerektiğini her aşamada belirttim. Hatta mümkünse yurtdışından da alternatif müzik yapan bazı grupların katılmasının çok iyi olacağını söyledim; çalışmalar sürüyor. Festivalden beklediğime gelince; çok iyi iki sahne ve ses tesisatı, çağdaş modern bir görüntü ve düzenleme olmalı. Ulaşım, sağlık, güvenlik gayet güzel hallolmalı; en ufak bir falso olmamasına çalışılmalı; siyasi slogan atma dar anlayışının ve kendine yontma anlayışının yer almamasını isterim. Ve oranın, bu ülkede var olduğuna inandığım duyarlı güzel insanlar tarafından tıka basa dolmasını isterim. O Kola festivalinin de umarım çok az kişinin olduğu sönük bir şey olmasını ve bir daha yapma cesareti bulamamalarını isterim. Adı, Rashid (züppelikten mi böyle yazılıyor bilmiyorum) olan ve öyle olmadığı halde punk, düzen karşıtı havalarda olup, Bulutsuzluk Özlemine de sataşan grupların Kola bayramına katılarak ne olduklarının ortaya çıkması, Rock'n Coke’tan beklentim. Bu arada da Mor ve Ötesi grubunun Kola bayramından çekilmelerini takdirle karşıladığımı belitmek isterim. ✔ Festival 6-7 Eylül tarihlerinde Bahçeköy Yolu- Bahar Suyu Piknik Alanı'nda yapılacak. Irak’ta Savaşa Hayır Koodinasyonu ve Grup Yorum da Festivali desteklediklerini açıkladı.
an› grup
yorum
dersim’de “da¤lar›n türküsü”nü söyledik... ir dizi problemle geçirdiğimiz Ege Turnesi’nin son durağı Bodrum’dan Dersim’e doğru yola çıkıyoruz. Dersim’in türküsünü söylemeye, kaldığımız yerden devam edecek olmanın heyecanını duyuyoruz. Dersim’in, dağların türküsünü söylemeye gidiyoruz. Dersim... Türkülerini söylediğimiz, şahanların türküleştirdiği Dersim... Yıllardır bize yasaklıydı. Sevdaya yasak konur mu? İki ay önce kırdık yasak zincirini. Çıktık dağlarına. Munzur’dan, tasla olmasa da avuç avuç su içtik. Yüksek dağlarına, dağların doruklarına bakıp, şahanların hikayelerini dinledik yıllarca. Ve şimdi kahramanların diyarına doğru yollardayız. Heyecanımız, sabırsızlığımız bundan. Birkaç saat sonra yolda geçen 24 saati dolduracağız. Hala varamadık Dersim’e; sabırsızlığımız artmış. Son feribotu kaçırdığımız için Mazgirt yolundan gidiyoruz. Giderek yaklaşıyoruz Dersim’e. Azalan, sadece yol değil sabrımızda azalıyor. Üstelik, bekleyenlerimiz var. Yol boyunca, birbiri ardına telefonlar geliyor. Bekleyen arkadaşlarımız gecikmemizden dolayı meraklanmış. Ve jandarma noktası. Gerçi biliyorduk. Her ne kadar olağanüstü hal kalktı deseler de. Giriş çıkışta, ilçeden ilçeye, köyden köye geçişlerde kimlik kontrolü yapıldığını biliyorduk. Sanki başka bir ülkeye giriyormuşuz gibi. İhsan’ın askerlik problemi olduğu gerekçesiyle alıkoyuluyoruz. İhsan içerde, biz dışarda bekliyoruz. Jandarma erlerinden birisi Yorum dinleyicisi çıkıyor; “İnanmıyorum! Ben şimdi Yorum’la mı konuşuyorum?” diye şa-
B
kınlığını ifade ediyor. Ona kalsa hiç bırakılmayız herhalde. Neyse ki bir süre sonra sorun çözülüyor. Dersim’deyiz... Burada kurulan standımıza gidiyoruz. Bekleyenlerimizle buluşma yerimiz burası. Çok geç olmasına rağmen bekliyorlar bizi. Özlemle kucaklaşıyoruz. Kalacağımız evler hazır. Gülseren Beyaz ve Fatma Ersoy’un ailelerinde kalacağız. Geçen gelişimiz de de onlarda kaldığımız
18
için, adeta evin çocukları gibiyiz. Çocuklarını karşılar gibi karşılıyorlar bizi. Geciktiğimiz için biraz sitemliler. Yolda başımıza gelenleri anlatıyoruz. Uzayan, 24 süren bir yolculuktan sonra bu karşılama bize yorgunluğumuzu unutturuyor adeta. Ertesi gün standımızdayız. Konsere kadar buradayız. İdil Kültür Merkezi standına ilgi yoğun. Fotoğraf çektirmek isteyenler, imza isteyenler...
Konser saati geliyor. Sahne, stadın ortasında. Sahneye, görevlilerinde yardımıyla ancak ulaşabiliyoruz. Programa göre Ferhat Tunç’tan önce çıkacağız. Fakat komiteden en son çıkacağımızı bildiriyorlar. Yaklaşık 30 bin kişilik bir kalabalık coşkuyla bizi karşılıyor. Munzur Dağları’nın dibinde, yıldızların altında... Binlerce yürek hep bir ağızdan söylüyoruz türkülerimizi. Bir özlemi, bir hasreti gidermeye çalışıyoruz. Sonraki gün yola çıkıyoruz. Bu kez Dersim’in içine yolculuğumuz. Dersim’in nice yiğitler yetiştiren köylerine gidiyoruz. Yol boyunca Dersim’in güzelliklerini görüyoruz. Önceki gelişimizde yemyeşil tarlalar, şimdi biçilmiş, sapsarılar. Arkamızda bir toz bulutu...
İlk durağımız Bargin... Burada Ağuçan Türbesi var... Köye geldiğimizde bir kaç kişi bizi karşılıyor ve Ağuçan’a gidiyoruz. Biz türbedeyken dışarıdan sesler geliyor. Anlamıyoruz... Dışarı çıkıyoruz. Şaşkınız, çünkü neredeyse bütün köy, yaşlısı, genci, kadını, erkeğiyle türbenin dışında birikmiş. Yanımızdaki Dersimli ölüm orucu gazimiz Cengiz, bizim için geldiklerini söylüyor. Bir köylü: ”Haydi! Söylemeyecek misiniz?” diye soruyor. Bağlama ve gitarı arabadan indirip orada, türbenin bahçesinde mini bir dinleti veriyoruz. Önce semah söylüyoruz. İki yaşlı anamız türbenin bahçesinde semah dönüyor. Arada bizim arkadaşlarımızı da çekiyorlar semaha. Ama bizimkilerin bildiği bir semah değil bu. Sonra; “Şu Dersim’in
19
Dağları...” Birlikte söylüyoruz. Özellikle gençler daha coşkulu katılıyor. Bittiğinde biraz buruklar... Yine de “Sizin buraya kadar gelmeniz bile çok güzel bir şey” sözleriyle duygularını belirtiyorlar. Sonra bir eve götürüyorlar bizi. Bir sofra hazırlanıyor. Hemen her türlü süt ürününün bulunduğu bir sofra bu... Evdekilerle sohbet ediyoruz. Tarım ve hayvancılıkla geçindiklerini öğreniyoruz. Gezimize devam ediyoruz. Amacımız gidebildiğimiz kadar çok köye gitmek ,köylülerle tanışmak, türkülerimizi onlarla birlikte söylemek. Az biraz gittikten sonra yolda birisi el ediyor. 30-35 yaşlarında. Traşsız yüzü, başında şapkasıyla, uzun boylu, zayıf bir köylü. Duruyoruz... “Nereye abi?” Cevap bizi şaşırtıyor: “Bir yere gittiğim yok! Asıl siz nereye?” Şaşkın şaşkın bakıyoruz yüzüne, o devam ediyor: “Yukarıya gelmişsiniz, bize uğramayacak mısınız?” Mesele anlaşılıyor. Bu köydeki bazı kişilerle yurtdışındaki konserlerimizden de tanışıyoruz. Burada da karşılaşmak hoş bir süpriz. Dersim’in bir ayağı yurtdışında. Hemen her köyde bir gurbetçi var. Zamanında birçoğu ülkesini, toprağını bırakıp gitmek zorunda kalmış. Sohbet esnasında, buralarda bir zamanlar oldukça sıcak çatışmaların yaşandığını öğreniyoruz. Evin hemen 100 metre aşağısını gösteriyorlar anlatırken. Anlatırken bile sanki o anı yaşıyorlar gibi. İç geçiriyorlar biraz hüzünlü; “Bir sürü şahan düştü buralarda. Bir sürü kahramanlığı gördük, yaşadık” diyerek. Kahramanlar yine kol geziyor, dağlarda. Şehitler, kalbimizde. Sohbet sırasında şimdiye kadar içtiğimiz belki de en güzel ayranı içiyoruz bu köyde. Adeta doymak bilmiyoruz ayrana... Zor da olsa Mezela Sıpi’den ayrılıyoruz. Gideceğimiz daha çok köy var. Hıdır Damı’ndayız. Bu isim bir çok kereler haberlerde duyduğumuz bir isim; Hıdır Damı... Tepede güneşin altında, çıplak bir köy. Aynı sıcak karşılama burda da var. Kucaklaşmalar... Hoş sohbetler... İnan’la akşam buluşma yerimiz burası olduğundan “Nasıl olsa akşam yine görüşeceğiz.” Diyerek erken ayrılıyoruz buradan. Zewe’deyiz... Dağın yamacında, Hıdır Damı’na göre daha yeşil bir
köy. İlgiyle takip eden gözler arasında yavaşça köye giriyoruz. Köy meydanında oturuyoruz. Etrafımıza yine birçok köylü toplanıyor. Bir arkadaşımız bizim kim olduğumuzu anlatıyor. Sıcak, içten bir “Hoşgeldiniz” oluyor ilk sohbet başlangıcı. Çoğu bizi, Grup Yorum’u biliyor. Kim olduğumuz öğrenilince, etrafta bir koşturmaca oluyor. Kimisi fotoğraf makinesini, kimisi kamerasını getiriyor. Kimisi de kasetlerimizi getirip imza istiyor. Tabi misafirler Yorumcu olunca türkü söylemeden olmaz. Yine çalıp söylüyoruz. Köy ortasında bir sofra daha kuruluyor. Hem fazlasıyla tokuz, hem de köy ortasında kurulan bu sofradan, açta olsak utancımızdan bir şey alacak durumda değiliz. Buradan da ayrılmak zorundayız. Arabayı İnan alıyor. Festivalde sahneye çıkacak Hilmi’ye eşlik etmek için Merkez’e dönecek. Biz yakın bir mezraya yürüyerek devam ediyoruz Gittiğimiz köy iki dağın yamacında kurulmuş. Bu yüzden daha bir yeşil. Köye girerken selamlaşıyoruz köylülerle. Gideceğimiz yere vardığımızda, evin gelinini ekmek yaparken görüyoruz. Bazı arkadaşlarımız da meraklanıyor hevesleniyor. Burada da bir sofra hazırlanıyor. Kimseyi tok olduğumuza inandıramıyoruz. İnansalar da; “Misafirsiniz, ağırlamadan göndermeyiz” diyor; biraz sonra köylüler de toplanmaya başlıyor. Türkülerimizi söylüyoruz. Hava kararıyor. Hıdır Damı’na, geri dönmemiz gerekiyor. Aracımız yok, yol da uzun. Traktörle götürüyorlar bizi. Bayanlar traktörde, erkekler römorkta. Hıdır Damı’nda, İnan’ı bekliyoruz. Bu arada çaylarımızı içiyor, sohbet ediyoruz. Daha çok gün boyu başımıza gelenleri anlatıyoruz birbirimize. Arada bir elektriklerimiz kesiliyor. En yakındakine direği tekmeletiyoruz, o zaman elektrikler geliyor. İnan gecikiyor. Bir grup Bargin’e traktörle devam ediyoruz. Bir grup ise İnan’ı orada beklemeye devam edecek. Sabah Bargin’de buluşuyoruz. İnan Hilmi’yi de getirmiş. Gezerken bir binanın önüne geliyoruz. “Burası nedir?” diye soruyoruz. Köylüler burayı yıllar önce kendi elleriyle yaptıklarını ve bir zamanlar okul olarak kullanıldığını söylüyor. “Peki şimdi boş mu?” diye soruyoruz. “Hayır. Fakir aileleri yerleştirdik!” diye cevap veri-
yorlar. Dersim’in birçok köyü bu halde. Zaten dağınık olan yerleşim, bir de nüfus göçüne uğrayınca köyler boşalıyor. Birçok yerde, yıkıntı halindeki evlerle karşılaşıyorsunuz. Çocuklar, ilçelerdeki okullara gidiyor. Köylü yoksul. Geçim kaynağı, tarım ve hayvancılık; bir de yurtdışındaki akrabalar. Birçok köyde tuvalet yok. Su ihtiyacı, çoğu yerde köy çeşmelerinden taşınarak sağlanıyor. Gecikmemek için tekrar yola çıkıyoruz. Programımız biraz sarktığı için gitmeyi düşündüğümüz yayla köyünü iptal etmek zorunda kalıyoruz. Aşağı Kürmeç’e gidiyoruz. Yolda, yıkılmış bazı evler görüyoruz. Buraların boşaltıldığını artık kimsenin yaşamadığını söylüyorlar. Bu durum, Dersim’in bir çok yerinde görülebiliyor. Burada Nurhan Azak’ın mezarını ziyaret ediyoruz. Sonra Yukarı Kürmeç’e gidiyoruz. Burada, Adalet Yer’in ailesi var. Gittiğimizde anne ve baba keçileri sağdığından evin kızı karşılıyor bizi. Önce tanımıyor bizi ama oldukça saygılı buyur ediyor. Sonra tanışıyoruz. İnanamıyor. Koşarak anne ve babasına bildiriyor. Yanımıza geliyorlar. Babayla bir oturak kavgası yaşanıyor adeta. “Senin oturduğun yer iyi değil!” diye oturduğu kürsüyü vermeye çalışıyor ısrarla. Bizi kısacık konuklukta memnun edebilmek için ne yapacaklarını şaşırıyorlar. “Açsınızdır size bir gıdik keseyim” diyor. Vaktimiz olmadığını söyleyerek zor vazgeçiriyoruz. Yine de yemeksiz bırakmıyorlar bizi. Bu iki gün boyunca bütün süt ürünlerine fazlasıyla doyduk. Köy dağın eteğinde. Dağda askerleri görüyoruz. Bulunduğumuz evin hemen arkasından başlayıp karşımızdaki dağa kadar uzanan aralıklı asker konvoyu. Temel Haklar ve Özgürlükler Derneği’nin açılışına yetişmek üzere ayrılıyoruz bu köyden.
20
Akşam da, İstanbul’a döneceğiz. Merkez’de, standımızın bulunduğu yerde bir kargaşa var. Anlamaya çalışıyoruz. Açılışa izin verilmediğini söylüyor arkadaşlar. Valilik, önce komiteye onlar için uygun olup olmadığını sormuş. Uygun olmadığı cevabını alınca da yasaklamış. Mesele de bizim orada “illegal” bir şey yapıp yapmayacağımız. Tartışmaların ardından türkülerimizi söylüyor, basın açıklamamızı yapıyoruz. Sonrasında küçük bir imza günü düzenliyoruz. Akşam üzeri Serpil Yılmaz’ın ailesini ziyaret etmek istiyoruz. Evde sadece babası var. O karşılıyor bizi. Fazla kalamıyoruz burada. Acelemiz var. İstanbul’a döneceğiz. ancak kısa da olsa Cihan Taçyıldız’ın ailesini ziyaret edelim istiyoruz. Burada da sadece anne karşılıyor bizi. Yıllar öncesinden tanışmış olduğumuzu fark ediyoruz. Buradaki sohbetimiz fark etmeden biraz uzuyor. Kalkmak zorunda olduğumuzu belirtiyoruz. “Umarız bir dahaki sefer daha uzun görüşme imkanımız olur.” diyerek vedalaşıyoruz. Serpil Yılmaz ve Cihan Taçyıldız’ın ailelerini de ziyaret ettikten sonra; iki gündür bizim kahrımızı çeken “ailelerimizin” yanına gidiyoruz. İnan, Cihan ve Muharrem, Fatma Ersoy’un ailesinde kaldıkları için oraya; geri kalanlar da Gülseren Beyaz’ın ailesi Hasan Amcaya. Ailelerimizle vedalaşıyoruz. Ayrılmak çok zor geliyor. Ayrılsakta, Dersim’in, dağların türküsünü söylemeye devam edeceğiz. Hoşçakal Dersim...✔
11 eylül levent
hayat bir film de¤il erkes Amerikan filmlerini seyretmiştir. Bu filmlerde konular, olaylar, kişiler, hikayeler değişse de, değişmeyen, her birinde ortak olan bazı yanlar vardır. Bu ortak yanlar, istisnalar hariç, hemen her filmde kullanılır, sanki bir kural haline gelmiştir; dünyayı, kötülerden hep Amerika kurtarır. Amerikalıların karşısındakiler, hep kötü niyetli kişilerdir. Dünyayı ele geçirip, kötü emellerine alet etmek istiyorlardır. Fakat Amerika'nın gelişmiş teknolojisiyle, son derece üstün nitelikli silahlarıyla asla başedemezler. Bazen Amerika'nın iç hukukunu eleştiren filmler de yapılır ama bunlar her defasında bireyselleştirilir ve filmin sonunda Amerikan devleti, bayrağı kutsanır. Amerika hep özgürlüklerin, hürriyetlerin, demokrasilerin kaynağı olarak gösterilir. Kendini adeta dünya halklarının ve kendi halkının mutluluğuna adamış bir Amerikan devleti vardır karşımızda. Yani, her filmin sonunda, güçlü, çağdaş, demokratik bir Amerika çıkar karşımıza. Bütün bunlar birer film senaryosu olsa da, Amerika'nın yaklaşık 50 yıldır uyguladığı dünya üzerindeki politikalarını göstermesi yanıyla oldukça çarpıcıdır. Ama herşey bir yere kadardı. Tabiri caizse 'film' o gün, 11 Eylül’de koptu. Ne de olsa hayat film kareleri gibi değildi. Hayatın içinde kurgulanmış bir senaryo değil, bizzat gerçekler seni bekliyordu. Filmlerdeki imaja aykırı ilk pratik, o gün yaşandı. Ülkesine karşı savaş açanlara göz açtırmayan, en son teknoloji ürünü silahlarla meydan okuyan ve tehlikeyi son saniyede de olsa savuşturan çok eğitimli güvenlikçiler, askerler, polisler, dedektifler, istihbaratçılar; binalar ardı ardına dağılırken bin-
H
21
karakaya
lerce insan ölürken, ortalarda görünmüyordu. Hem beyni bu filmlerle doldurulmuş Amerikan halkı, hem de bu filmlerden etkilenerek Amerika’ya hayranlık duyanlar, ilk büyük şoku o gün yaşadı. Ne de olsa, Amerika 'süper güç’tü. Bu kadar açık bir eylemi bile engellemeye gücü yetmemişti. Fakat, filmlerde bir düğmeye bastıklarında bütün kötüler yok oluyordu. Demek ki Amerika gerçek yaşamda bunun çok uzağındaydı... Artık, bundan sonra yapılacak olan kahramanlık filmlerinin birer komedi filmi olmaktan öteye geçemeyeceği ortadaydı. Yani, bu filmlerin dönemi bir yerde kapandı. Artık, başka türlü filmler oynamanın zamanıydı. Amerikan yönetimi, kaybolan prestijinin de etkisiyle, özgürlük, demokrasi masallarını rafa kaldırdı. Kartlar, artık daha açık oynanacaktı. Filmlerinde hep konu olan, ‘dünyayı ele geçirmeye çalışan kötü gücün' aslında kendisinden başkası olmadığını açıktan söylemenin zamanı gelmişti. Fazla vakit kaybetmeden, dünya halklarına savaş açtı. Özgürlük, demokrasi nutuklarının yerini tehditler, şantajlar aldı. Karşısında duran kim olursa olsun, teröristti ve hedefiydi. Karşısında olmanız için de onu desteklemiyor olmanız ya da eleştirmeniz yeterliydi. Kayıtsız şartsız, ne diyorsa yapılacaktı. Önce, Afganistan'la başladı. Ne de olsa, 11 Eylül belası oradan gelmişti. Buradaki işini 'tamamladıktan' sonra bir “şer ekseni” yayınladı. Bunun ilk adımı olarak Irak seçildi. Hani, yine şu filmlerde gördüğümüz, 'kahraman rambolar' Irak halkının üzerine salındı. Hedeflenen kısa sürede zaferdi. Ardından parça parça 'dünyayı ele geçirme
planı' işleyecekti. Savaşın ilk zamanlarında yarattığı dalgayla birçok ülke yönetimini yanına almayı başardı. Verdiği mesaj çok açıktı; ya yanımda olacaksın, ya da sanada sıra gelecek. Amerika'nın bu pervasızlığı, tüm maskeleri, takkeleri, düşürdü. Ne 'islamcıyım' diyenin islamcılığı, ne 'demokratım' diyenin demokratlığı kaldı. Herkes, Amerika'nın dümen suyuna katıldı. Bu oyuna son veriliyordu ve herkes bundan böyle 'emirlere itaat etmekle' yükümlüydü. İşler yeniden karıştı. Filmlerde kazanan hep kendisiydi ama bir fark vardı. Orada iyi adam kendisi oluyordu. Yani, kötüler hep yeniliyordu. Şimdi, filmin kötü adamının, 'dünyayı istila eden kötü gücün' kendisi olduğunu hesaba katmamıştı. Kötüler daima yenilir kuralı işleyecekti... Zafer kazanmaya giden 'rambolar', zafer sarhoşluğuyla değil, mermi de-
22
likleriyle, tabutlarla dönmeye başlamıştı ülkelerine. Filmlerde, tek başına koca orduları deviren 'rambolar', gerçek hayatta ölüm sendromunu yaşamaya başlamıştı bile. Filmle gerçek arasındaki fark yeniden çıkmıştı karşısına. Direnme iradesinin, her türlü teknolojik üstünlükten çok daha güçlü olduğunu; akıllı bombaların, füzelerin her şey olmadığını görebilmekten çok uzaktaydı. Fakat bunu görmek zorundaydı. Kendisi göremezse, bunu, ona birileri mutlaka gösterecekti. Şimdi Ortadoğu halkları, bunu hem Amerika'ya, hem bütün dünyaya öğretiyor. Vatan kavramının, namus kavramının kendi yaşamından çok daha üstün şeyler ifade ettiği insanların topraklarını istila etmenin bedelini ödüyor Amerika. Afganistan, Filistin, Irak halkları, fiili olarak işgal altında olsa da yılmadan, bıkmadan direniyor. Topraklarını işgal edenlerin, halkını katleden, aşağılayanların yaşamını cehenneme çevireceğini ilan ediyor. Amerika’nın hesapları daha baştan bozuluyor. 'Dünya'ya hızla çeki düzen vereyim' diyerek, 'hızlıca' işe kalkışan Amerika, daha ilk hamlesinde ağır bir darbe alıyor. Niyeti, şimdiye kadar çoktan 'diğer arızaları gidermek' olmasına rağmen, ilk adımında batağa saplanıyor. İmparatorluk koşusu ağır bir yara alıyor. Film yeniden kopuyor. Hayat bir film değil. Hele Holywood filmleri gibi hiç değil. Halklar direnmek konusunda kararlı olduktan sonra, isterse 'Superman' gelsin, Amerika'yı kötü sondan kurtaramayacağı kesindir...✔
tan›t›m zerrin
kayal›
herkesin bir öyküsü vard›r... erkesin bir öyküsü vardır. Herkesin öyküsü yüzünde yazar.” diyor. Kim mi? Bir süredir Anadolu’nun Sesi Radyosunda, yayınlanan “Bizim Öykümüz” isimli programın yayıncısı. Tavır dergisinin desteğiyle yayınlanan programı, Gamze Mimaroğlu sunuyor. “Öyküsü olanlar emekçilerdir. Yaşadıkları sıkıntılar, yüzlerindeki çizgilerde, ellerindeki nasırda yazar. Ben onu okumak isterim, ölümü altedenler, yaşama farklı bir anlam yükleyenlerin öyküsü olmalı. Paylaştıklarımız ve mutlaka umut olmalı diyor programın yapımcısı. Evet mutlaka umut olmalı. Yaşamın kendisi ki umut; gülerek, ölüme giderken de umudu büyütenler var. Örneğin, Zehra’nın bir öyküsü vardır; yürek acıtır, öfkedir, kabına sığmaz, taşar. Kardeştir, paylaşılan kahpe ölümdür. Radyodan size ulaşan, onların öyküsü olmalı. Gecenin bir vaktinde, işyerinizde, evlerinizde, arabalarınızda onları dinlemelisiniz, tanımalısınız, anlamalısınız ki öykü yazabilesiniz; umudu büyütebilesiniz. Sevgi'nin öyküsünü anlatıyor. Tepeden tırnağa namustur Sevgi çünkü. Bunca namussuzluğun, yozluğun ortasında sıcacık, içimize yayılan bir öyküyü okuyor. Özlemi anlatıyor bu programda. Kalbi kanatan cinsten, sevdayı anlatıyor yaşama. Acıdır kimi zaman öykümüz; gözyaşı sel misali diyor ve radyo mikrofonlarından hissedilir bir yoğunlukta yüreğimize işliyor. Açlığın bir öyküsü vardır, yaşanır. Etinden, et koparırcasına can yakar. Direnişin bir öyküsü vardır. Yıllar süren, insanlık var oldukça süre-
H
cek olan bir öyküdür, insandır yaşayan. Yaşatan insanların öyküsü ulaşıyor sizlere. İhanetin, kahpeliğin de öyküsü vardır. Tarih, hesap sorulmadığına tanık olmamış, olmayacaktır. Sorulan hesabın, büyütülen umudun öyküsü anlatılıyor. Enkazdan çıkan annenin, çadırda yanan bebeğini anlatamadığı bir öyküsü vardır. Çocuğuna bebek alamayan babanın; annesi yerine, kaldırımlara sarılıp uyuyan sokak çocuğunun bir öyküsü vardır. Kömür madeninde çalışan işçinin; kara kaderini anlatan, yıllarca yük taşıyan hamalın öyküsü gibi, sizin de bir öykünüz vardır; paylaşılmamış... Öykümüz vardır. Ne kalem yazar, ne dil söyler, kalır bizde. Bu programda “kalmasın, sizde öyküleriniz, paylaşın” deniyor. Paylaşın ki, şairin dediği gibi “Acının bağrından mavi bir çelik gibi fışkıran öfke dünyayı değiştirecektir mutlaka Yani hayat kendini yeniden yaratacaktır ona sahip çıkan ellerde ve bu yüzden öfke sevda gibidir kimilerinde
23
Yüreğinin pas tutmakta olan kıvrımları Sarılsın bir an öfkenin gök gürültüsüyle Beyninin her hücresi bir gerilla gibi Kuşansın pusatlarını ve sokağa çıksın Ve bir hançer gibi saplansın Puştlukların, ihanetlerin bağrına Bak o zaman nasıl bitecek yanlışlar Ve cehennemleşen yalnızlığın Sevdalar duman olmayacak o zaman Hüznün isyan olmuştur çünkü Hüznün isyan olmalıdır... “ Kalem yazar. Alın elinize, bize yazın öykülerinizi. Anadolu’nun Sesi Radyosu’nda bir süredir öyküler okunuyor. Sizin öyküleriniz onlar; bizim öykülerimiz. "Bizim Öykümüz” Her Pazartesi saat 23:00'te, Cuma günkü tekrarıyla 92. 9 frekansında. ✔
futbol hakan
dilek
sivas; bir duçar flehir igin büyükleri, geçtiğimiz yıl aldıkları karadan çark edip, birbirleriyle yaptıkları maçlara taraftar götürmeye karar verdi. Şimdi temaşa çift taraflı seyreylenecek. birbirleriyle oynadıkları maçlara taraftar götürmeyecekler. İşin temaşa tarafı kalmadı gerçi. İslam Çupi ustayla, ölümünden çok az önce yaptığım söyleşide, seyircinin artık eskisi gibi olmadığını, birbiriyle kavga etmeye; kendini, şiddet uygulayarak kanıtlamak amacıyla maça giden insan topluluklarının, taraftarların yerini aldıkları mealinde şeyler söylemiş ve sonuna da eklemişti konuştuklarımızın; “Sevgi nedir? Takım tutma nedir? Renk aşkı nedir? Biz bunları planlamamışız. Çünkü, kültür seviyesi düşük adamlar maça gittikleri için, şunları koyamıyor ortaya; ‘Ben neden maça gittim? Neden bir aradayım?’ Bunların cevabı yok. ‘Niye takım tutuyorum? Neden buradayım? Niye böyle bir kavram var? Forma nedir?’ Adamlar dövüşmeye gidiyorlar. Cesaretlerini tescil etmeye gidiyor adam maça...” Birbirlerine palalarla saldıran ve en sonunda oturdukları tribünleri kırıp dökmeye başlayan bu insan toplulukları artık, futbol örgütlerinin tel örgüleri kaldırma tartışmaları yaptığı bir ortamda, birbirlerinin maçlarına gitmemeyi çözüm olarak sundular. Her maç bir araya sıkıştırılan bir slogan klasiği doğdu böylece; “Kadıköy’e gitmemiz engellenemez!” ya da “Sami Yen’e gitmemiz engellenemez!” İşin tadı kaçtı yani. İslam ustanın dediği gibi, renk aşkı ve taraftarlık ruhu tam oturana kadar, tek ayak üstünde cezalı addedildiler! Şakası bir yana, stadyum faciaları diye adlandırılabilse de, öyle azımsanmayacak bir mevzu. Yani, “stadyumlarda görmek istemediğimiz
L
türden münferit olaylar” boyutunu aşan durumların sayısı, seyrekte olsa canı yanan insan sayısı az değil. Trafik terörünün dışında, bir de kendi terörümüzle birbirimizi kırdığımız durumlar var. 17 Eylül 1967 tarihinde, Kayserispor-Sivasspor arasındaki maçta çıkan olaylar da bunun bir örneği. Beyaz Köşedeki Takımlar Sivas aslında bir duçar şehir. Önce, Timurlenk yürümüş üzerinden boyunlarını ipe çekerek insanların. 1978’deki büyük çatışmaları okuyorum o devrin gazete sayfalarında. 1993 “yangını”... Hep soğuk bir husumet rüzgarıdır Sivas’ın üstünde esen... Sivas’a maç yapmaya gittiğim yıllardan kalma bir tek şey var aklımda. Ne zaman Sivas’ı düşünsem, üşürüm. Soğuk... Evet soğuk. Husumetin, kavganın, ölümün yüzü soğuktur... Neyse... 1967 Eylül’ünün 10’una dönelim. Kayseri Havagücü-Sivas Dört Eylül takımları arasında bir maç yapılacak. Tamam yapılsın ama yapılan biraz maça benzemeyen bir havada oluyor. Sivas, Kayserili topçuların aşiline, tendonuna çalışıyor bi gayret. Kayseri Hava Gücü, iki ayağı kırık topçuyla geri çekiliyor. Geri çekiliyorlar çünkü, sahada bir arbede yaşanıyor. “Futbol bu, olur böyle şeyler!” denmeyecek cinsten ağır durumlar var sahada...
24
Olacak, bir hafta sonra da Kayseri’de Kayserispor-Sivasspor İkinci Lig Beyaz Grup karşılaşması var. O zamanlar renkle adlandırılıyor gruplar. Boks ringlerindeki köşeler hesabına, Kırmızı Grup diyelim, kırmızı köşe olsun, Beyaz Grupta, beyaz köşe. Beyaz köşede dövüşecek iki takımımız ringe yani, sahaya çıkıyor, ama öncesi var. Sivas-Kayseri hattındakı trenlerin vagonlarına yazıyorlar, birbirlerine meramlarını anlatmak için iki kentin takımını tutan taraftarlar. Ayrı bir güzellikte. Biraz şairane, biraz yöreye haiz, tumturaklı ve sin kaflı küfürlerle. Sivaslılar bir konvoyla Kayseri’de oynanacak maça yollanıyorlar. Yiğidolar’ın biraz kalabalık olması lazım o maçta. Böyle lakaplar çoktur oralarda. İnsanlar kadar ekipler, sülaleler ve sonunda futbol takımları. (Hani Gakkoşlar falan hesabı... Ne anlama geldiğini bir türlü çözemediğim adlandırmalar. Bilen varsa e-maillesin.) Neyse pastırma-sucuk diyarına yollanıyor bizim Yi-
ğidolar. Ben diyeyim beş, siz deyin on kilometrelik bir konvoy bu. -Araç konvoyu tabi ki- Yani, olay iki amatör takımın arasındaki maçta “görmek istemediğimiz türden münferit olaylar” olmaktan çıkmış. Maç ayağına birbirlerine yazılmak isteyen insan gruplarının havası var ortamda. Oteller, ağzına kadar doluyor maç öncesindeki gecede. Hatta, ufak yollu Sivaslı, Kayserili sürtüşmeleri yaşanıyor meskun mahalde. Mahal gerçekten meskun. Meskun çünkü, futbolun doğasında yok böyle yamuk durumlar. Fakat iki kentin makus talihini çizen eller biraz kaçırmışlar. Yamukluk oradan geliyor. 27 Mayıs sonrası, Anadolu kentlerinin makus talihini yenecek bir takım atılımlar içindeyiz. Bir atılıyoruz ki sormayın. Yine, hamili kart sahibi durumlarına göre bir atılım mevzusu dolanıyor ortalıkta. Mecliste ağır basan atılımdan daha çok yararlanıyor, daha çabuk büyüyor. Bu atılım programının içinde kentsel yatırım fazlasının Anadolu’ya aktarımı var; uygun ve ucuz iş gücünün taşrada yoğunlaşması var... Var işte. Hep derim, derin mevzular. Bir de futbol var oralarda. İkinci Lig diye bir şey kuruluyor. Pat diye kuruluyor. Yani, futbol devreye sokuluyor bir anlamda. Devreye sokuluyor ki taşradaki ucuz iş gücü yoğunluğu, tribünlerdeki bir baba hindi muhabbetine takılsın. Yerel yönetimlerde, hep eşraf söz sahibi olsun, aynı zamanda söz sahibi eşraf takımın yönetiminde de söz sahibi olsun. Yani, inisiyatif hep yönetimde olsun. Siz çalışın ve böğürün anlamına- Bölgenin ilikleri donmuş, gariban delikanlıları bir topun peşinde koşturup dursunlar ve kalabalıklar da bu “garibanlar temaşasının” ayrılmaz bir parçası olsunlar. Birbirleriyle kaynaşsınlar. Bu kaynaşma durumları, futbolun bir yaşam biçimi olarak algılandığı yerler için ne kadar iyidir ama o dönemdeki bu girişimin, sporun halet-i ruhiyesiyle alakası yok pek. Sivas’ın duçarlığı burada. Kayseri, her ne hikmetse daha fazla ve çabuk atılıyor. Bu ‘işbilir’ tutumları, onları Sivas’ın ekonomik yaşamında da ağır söz sahibi yapmıştı. İki yöre halkı, birbirlerine buradan takıntılıydılar zaten. -Biraz Honduras-El Salvador durumları. Honduras, El Salvadorluları, her ne kadar çalışmak maksadı taşısa da topraklarını yasa dışı işgal etmekle suçluyordu. Haziran 1969’da da iki ülke birbirine girmişti bir maçtan
sonra. Senaryo aynı gibi. Böyle bir arbede de 1969 Haziran’ında 3. Lig Kırmızı Grup takımları Kırıkkale-Tarsus İdmanyurdu arasında oynanan maçta yaşanmış, üç kişi yaşamını yitirmiştiHer neyse... 17 Eylül 1967 Pazar günü, Kayserispor-Sivasspor maçı başlar. Maçın 20. dakikasında, Kayserispor, Oktay’ın golüyle 1-0 öne geçer. İlk yarı böyle biter. İkinci yarı başlamadan, Kayseri amigosu, ağır tahrik yaratır ortamda. Bir hafta önceki maç, geçip giden kara trenin üzerine yazılan savaş sloganları, Sivaslı taraftarların bir gece önceki kavgaları, gol sonrasındaki olaylarda hakemin bir Kayserili topçuyu dışarı atıp, ardından geri alması, tribünleri boğma teli gibi gerer. Yusuf Ziya Söyler o maçta forma giyen Sivassporlular’dan. Yeniköy’de bir PTT emeklisi olarak sürdürüyor yaşamını. O günlere döndük birlikte; “15.30’da tribünlerde olaylar başlayınca, soyunma odalarına kaçtık. Gece 21.00’e kadar burada kaldık. Sadece çığlıkları duyuyorduk. Başımıza bir bekçi dikip gittiler. Tek bir bekçiyle korunduğumuzu bilseler, bizi herhalde öldürürlerdi. Stadyumdan çıktığımızda, hava kararmıştı. Türkiye Karayolları İşletmeleri arabalarıyla, Şeker Fabrikası’na götürüldük. Sonra da Sivas’a ulaştırıldık. Halk, sokaklarda bizi bekliyordu. Kimi oğlunu soruyordu, kimi kardeşini. Bir yandan, bizi suçlar gibiydiler. İki üç gün sokağa çıkamadık. Sonra, bütün futbolcular kentten ayrıldık. Bir hafta sonra geri döndük. İlk idmanımızda ağaçlara kadar seyirci doluydu. Korkunç bir tezahürat vardı. 1970’de de İstanbul’a döndüm. Olayların nedeni cahillik bence. Yazık, bir sürü insan öldü!” Amigo üzerine düşeni yapmış, taraftarlar birbirlerine taş atmaya başlamışlar önce; ardından da çığ gibi büyümüş kavga. Kavgaya karışmayan büyük çoğunluk kaçmaya çalışmış, içeri doğru açılan büyük demir kapının önünde biriken insanlar ezilerek ve havasızlıktan boğularak ölmüşler. kırk kişi. Dönemin -aynı zamanda- AP’li İl Başkanı Hüseyin Yıldırım ise o günleri şöyle anlatıyor: “Maçtan önce, Kayseri Valisi’ne telefon açtım. Tedbir alalım dedim. Yetersizdi tedbirler. Bir çok insan panikten öldü. Gece yarısı haber duyulduğunda, Sivas ayağa kalkmış. Kayserililer, Sivas ekonomisine hakimdiler. Çarşıda dükkanlar, oteller, küçük çapta fabrikalar hep onlarındı. Bunu çekeme-
25
yenler vardı. Maçta olanları fırsat bildiler. Ben aslında o zaman 2.Lig’e karşı çıkmıştım. Halk, henüz bu tür yarışmaları kaldıracak düzeyde değildi. Ama dinletemedik...” Sivas Ayakta Olayların duyulmasıyla birlikte, Sivaslılar böğürlerini döverek, saçlarını başlarını yolarak, ağıtlar yakarak döküldüler yollara. Kamyonlara doluşanlar, Kayseri’ye gitmek için yola çıktılar. Kentte kalanlar, Kayserililer’e ait dükkanları ve evleri yağmaladı. İnsanlar Kayserili olmadıklarını kanıtlamak için, nüfus cüzdanlarını camlara astı. Güvenlik güçleri, olayların önünü alamadı!.. Dönemin İçişleri Bakanı Faruk Sükan, Hükümet Konağı’ndan, halkı soğukkanlı olmaya davet etse de çağrısını kimse dinlemedi. Kente yayılan gruplar, Kayserili kafirlerin(!) mallarının yağmalanmasının Müslümanlık gereği, olduğunu vaaz ettiler. Yağma bir hafta sürdü, bin yıllık husumetin üstüne. Maçlar, bir hafta ertelendi Beyaz Grup’ta. Sivaslılar ölülerini gömdüler. Kayseri ve Sivasspor kulüpleri beşer ay ceza aldılar ve maçlarını deplasmanda oynadılar. İki takım arasında yarım kalan maç, 1968 yılında Ankara’da oynandı. Kayserispor maçı, 1-0 kazandı. Dönemin Beden Terbiyesi Genel Müdürü Ulvi Yenal, 2.Lig’i barış ve kardeşliğin tesisi için kurduklarını, böyle giderse ligi kaldıracaklarını açıkladı. BTGM Danışma Kurulu üyesi Rasim Adasel, olayların patlak vermesini, hakemin attığı oyuncuyu tekrar geri almasına bağladı. Yani, işin aslı futbol kurallarının ihlaliydi. Dönemin Sivasspor Başkanı Hüseyin Yıldırım, bugün İstanbul Mecidiyeköy’deki Katlı Otopark’ı, işletiyor. Onun söylediklerini daha anlamlı buluyorum; “Halk 2.Lig için hazır değildi!” İslam ustaya dönelim; “Sevgi nedir? Takım tutma nedir? Renk aşkı nedir? Biz bunları planlamamışız. Çünkü kültür seviyesi düşük adamlar maça gittikleri için, şunları koyamıyor ortaya; ‘Ben neden maç gittim?’ ‘Neden bir aradayım?’ Bunların cevabı yok. Niye takım tutuyorum? Neden buradayım? Niye böyle bir kavram var? Forma nedir?..‘ Adamlar dövüşmeye gidiyor; cesaretlerini tescil etmeye gidiyor adam maça...” Baba, bunu 2000 Ocak’ında söylediydi. Yani, aradan otuz küsur yıl geçmiş, değişen bir şey yok. Zamanında, iki kent yasaktı birbirine. Şimdilik tribünler. Neyse, derim hep, mevzuu derin...✔
sansür tavır
“pardon” a bir pardon! daha! kurlarımız hatırlayacaklardır. Aşağıda anlatacağımız durumu, Aralık sayımızda biraz mizahi bir şekilde aktarmıştık. Durum şuydu: “Pardon” isimli kısa metrajlı bir film yasaklanıyor ve ardından Kültür Bakanlığı’ndan bir yetkili bizi arayıp yasağı kaldırmak istediğini söylüyordu. Filmin ismi ”Pardon” du. Yönetmeni Vedat Özdemir. Süresi 30 dakika, festival festival gezmiş, Antalya’dan Jüri Özel Ödülü’yle dönmüş; İstanbul Kısa Filmciler Derneği Ulusal Kısa Film Yarışmasında, “En İyi Film Ödülü”nü almıştı. Daha sonra, CİNE5 Kısa Film Yarışması’nda da “En İyi Kurmaca Film Ödülü”nü kazanmıştı. İdil Yapım, filmi; VCD olarak yayınlanması, dağıtılması ve gösterimine izin verilmesi amacıyla, Sinema, Video ve Müzik Eserleri Kuruluna başvuruyor. Cevap: Red! Bu karar üzerine, idari mahkemeye başvuran İdil Yapım’ın avukatı Ercan Bahadır ile görüştük. İstanbul İdare Mahkemesi’ne işlemin iptali için dava açtıklarını ve bu davayı geçtiğimiz günlerde kazandıklarını söyledi. İşte şimdi, bu yazının başlığı yerli yerine oturuyor: “Pardon’a Bir Pardon Daha!” “Peki nasıl oldu bu ikinci Pardon olayı?” diye sorunca Av. Ercan Bahadır anlatıyor: “Bu davada, işlemin maksat, sebep ve konu yönünden sakat olduğunu ileri sürdük. Takdir yetkisinin, keyfi olarak kullanıldığı-
O
nı, subjektif kanaatler içerdiğini, denetleme kurulunun, totaliter rejimlerden gelen bir kalıntı şeklinde hala devam ettiğini,kendi başlarına öznel yargılarına göre karar verdiklerini... Bunların hepsini ileri sürdük davamızda...” Ve mahkeme kararı geliyor: “Yürütmenin durdurulması... “ Tebliğ tarihi, 4 Ağustos 2003. Bundan sonra yapılacak işlemler için, bir üst mahkemenin kararı bekleniyor... Pardon’un yasaklanması ile ilgili sorularımızı filmin yönetmeni ve yapımcısına da soruyoruz. Filmin yönetmenine ulaşmamız biraz zor oluyor. Yeni projeler peşinde ve Bolu’ da çekimde. En sonunda ulaşmayı başarıp soruyoruz: “Bu yasağın kaldırılmasını bekliyor muydunuz? “Bekliyordum” diyor. Hemen, “neden” sorusunu yöneltiyoruz kendisine. Yasağın kaldırılması-
26
nı yeni çıkan telif haklarıyla ilgili yasa maddesine bağlıyor. “Yasaklama gerekçesinin filme uygun olmadığını“ da ekliyor cevabına. Aynı soruyu filmin yapımcısına da soruyoruz. İdil Yapım’dan Muharrem Cengiz sorumuzu cevaplıyor. Filmin yasaklanmasına en fazla tepkiyi o veriyor. Ama bu tepkisi sadece ticari kaygılardan değil. “Sonuçta biz bir film şirketiyiz...” diye söze başlıyor. “Bu filmi en sıcak anında yasakladılar. Bu, doğal olarak bizi maddi olarak zarara soktu ama
bundan daha önemlisi, bize hiç bir gerekçe göstermeden filmi yasaklamalarıydı. Halbuki, bir film yasaklanırken, yasaklanan sahnelerin ne olduğunu söylemek zorunda Denetleme Kurulu. Bununla birlikte, mahkeme sürecinde, filmi yasaklamalarının sebebini mahkeme heyetine bile izah edemediler. Mahkeme heyeti, olaya hukuksal olarak baktığında, bu filmin yasaklanmasının çok anlamsız olduğunu gördü ve hakkı olan kararı verdi.” Bunun beraberinde olan soruyu ise yani, “Acaba neden kaldırdılar yasağı, AB’ye uyum yasalarıyla bir ilgisi olabilir mi?” türünden sorumuzu ise Av. Ercan Bahadır şöyle cevapladı: “AB’ ye uyum yasalarının tabi ki etkisi var. O yasalar olmasa bile, bizim hakkımız olan bir karadı bu. Türkiye’nin belki son 40- 50 yıldır süren yasalarıyla verildi bu karar. Bu yasayı bizim davayı açtığımız hakimler doğru değerlendirdiler ve müspet bir karar verdiler. Bu dava, on yıl önce açılmış bile olsa, aynı kararı vermeleri gerekirdi.” Sohbetimizin devamında AB yasalarının yargı üzerindeki psikolojik etkisinden bahsediyor. Aynı tespiti, yapımcı Muharrem Cengiz de yapıyor. Bu yasaların etkisinin psikolojik olduğu konusunda Av. Ercan Bahadır’la hemfikir. Sözü kendisine bıraktığımızda, bize şunları söyledi: “O yasayla hiç bir ilgisi yok. Çünkü biz bu mahkeme aşamasının ba-
vedat özdemir
şından itibaren şundan emindik. Bizim sunduğumuz belgeler, bu kararın yürütmesini durdurmak için yeterliydi. Kaldı ki mahkemenin kararında böyle bir şey yok. Yani, yeni çıkan yasalarla birlikte mahkemenin kararının değişmesi gibi bir durum sözkonusu değil. Aksine, mahkemenin gerekçeli kararında şöyle bir ifade var; kamu düzenine aykırı hiç bir şey olmadığı yönünde. Yani, kamu ahlakını bozacak bir şey yok. Yoksa, yeni çıkan yasa gereği konulan şeylerle bir karar verme süreci yok. Fakat yeni çıkan yasalar, hakimin kafasında bir takım yargılar yaratmıştır o başka bir şey... “ Neden yasaklanır ki bir film? Yönetmen, “muhalif olduğu için“ diyor. Yapımcı ise “Her muhalif film yasaklanmıyor ama bu filmin kendi içinde anlattığı bir şey vardı. Bu filmin çekildiği ve yayınlandığı süreç, hücreler politikasının da en yoğun yaşandığı, bir süreçti ve sanatsal alanda bunun bütün örneklerine bir şekilde engel konulduğu bir süreçti. İşte Hüseyin Karabey’in Sessiz Ölüm filmi, bir şekilde Adalet Bakanlığı’nın gündemine kadar geldi ve Bakan filmi eleştirdi. Grup Yorum’un kaseti “Feda”, aynı süreçte benzer gerekçelerle yasaklandı. Burada da filmin şöyle bir yanı var. Biraz gerçeküstü bir düzeyde, belirsiz bir süreç boyunca, gözaltında kalan - tecrit edilen bir anlamda - bir insanın giderek farklılaşması. Yani, oradaki yaşama uyması ama uyarken de birtakım özelliklerini yani akli dengesini kaybetmesi söz konusu. Temelinde bizce bu var ama filmde polisin kötü gösterildiği gibi bir vurgu var. Bu bile tam olarak söylenmiyor. Halbu ki böyle birşey yok filmde. Yani, filmde polisi iyi de, kötü de göstermiyor. Filmde bir işkence sahnesi bile yok. Sadece birtakım göndermeler var. Yarası olan gocunur misali, oradan polisin işkenceci olduğu kanaatine varmış olabilir Denetleme Kurulunda film. Çünkü bahsettiğimiz Denetleme Kurulu alt kuruldan film geçmediğinde üst kurula kalıyor. Üst kurulda da Milli Güvenlik Kurulu’ndan, Emniyet Müdürlüğü’nden ve bir de hakimin bulunduğu üç üye var. Sanatçılar daha azınlıkta kalıyorlar. Ve işin resmi olmayan, yazılı olmayan
27
Av. Ercan Bahadır
şöyle birşeyi var. Bu üç üye ‘Hayır’ dedi mi, oradaki ‘sanatçılar’ o karara katılmak zorunda hissediyor kendisini. En olumlu tavır, kuruldan çekilmek olabiliyor. Çünkü, burada resmi olarak, kimsenin kimseye oy hakkı üzerinde yaptırımı yok ama üst kurulda, özellikle resmi yetkililerin yetkilerini kullanarak diğer sanatçılar üzerinde ağırlık kullanmaları gibi bir şey söz konusu. Bu da bilinen bir gerçek. Vedat Özdemir’e soruyoruz. “İlk filminin yasaklanması seni nasıl etkiledi?” Bizi şöyle cevaplıyor: “Ben bu filmimle, düzene muhalif bir ses olduğuma inanıyorum. Vermek istediğim mesajı verdiğimi düşünüyorum. Bu yüzden yasaklanıp yasaklanmaması çok önemli değil!” Yeni projelerini merak ediyoruz; Konusu yoksulluk. Yaşadığı mahallenin insanlarıyla, bu mahallede geçen bir öyküyü çekiyor. Merak ediyoruz... Sanat, ezen ve ezilen ilişkisi varolduğu sürece sansüre uğramaya devam edecek bir biçimiyle. Bugünlerde, “pardon”lar çoğaldı! AB’ye uyum yasalarının psikolojik etkisinden midir nedir; Tavır, hakkında açılan iki davada beraat etti. Grup Yorum’un Ege turnesi kapsamında düzenleyeği konserleri önce yasaklandı, sonra izin verildi. “Düşünceye Özgürlük” davasında savcı beraat istedi. Dedik ya; bunlar bir şey ifade etmiyor. Bütün bunlar, egemenlerin yüzüne taktıkları “demokrasi” isimli bir maskeden ibarettir. Gerektiğinde takılır ve sahte bir tebesümle şöyle denilir: “Pardon!”✔
röportaj tav›r
ümit cin güven: “metropol kabusu hiçli¤in filmi...” Sır Çocukları isimli ilk filminizin ardından, ikinci filminizi tamamlamak üzeresiniz. “Metropol Kabusu”nun hikayesi nedir? “Metropol Kabusu”nun iki paralel hikayesi var. Ancak, hikayeyi şu anda anlatmayı düşünmüyoruz. Hikayeyi insanlar, ilk Antalya’da görsünler istiyoruz. Kapkaç terörünü eleştiren, bir yandan da uyuşturucu kaçakçılığını eleştiren iki paralel hikayeden oluşuyor. Sokakta yaşayan, tiner kullanan çocuklar... Şimdi de kapkaç, peki üçüncüsü ne olacak? Bir üçleme mi olacak bu projeler? Üçleme gibi bir şey düşünmüyorum, ama ben sanatın toplum için olduğuna inanıyorum. Bu anlamda, projelerim “neden?” ve “niçin?”i soran projeler. Halkı aydınlatıcı. Film çeken insan ya da yönetmen diyelim, hikayesini beynine dolduruyor. Kendi hikayesini kafasında kuruyor. “Benim hikayem budur.” diye insanlara sunuyor. Sonraki projemiz, futbol fanatikliğini eleştiren bir konu olacak. Antalya’dan sonra başlayacağız. Geçenlerde, İstanbul Emniyet Müdürü yaptığı açıklamada, kapkaç olayları için “Bu hiçbir zaman bitmez.” dedi. Matematiksel bir tespit yaptı. Siz ne düşünüyorsunuz? Bence, herkesin söylediği kendini bağlar. Benim gözlemlediğim olay şu. Bu senaryo öncesi, tövbe etmiş kapkaççılarla sohbet ettim. Psikolojileri, topluma bakışları... Hepsi de sistem tarafından iş sahibi edilebilselerdi böyle olmazdı. Kimse doğduğunda kapkaççı olarak doğmuyor. Süreç, yaşam, bir şekilde hayat devam ettikçe, kendi konumu da ortaya çıkıyor. Bana çocukken ne olacaksın diye sorduklarında, “ya polis olacağım, ya da pilot olacağım” derdim, ama yönet-
men olmayı hiç düşünmemiştim. Kimse, “büyüyünce kapkaççı olacağım.“ demez herhalde! Demez! Bir şekilde açlığın getirdiği bir şey. Açlık mı, yoksulluk mu, zorunluluk mu, yozlaşma mı, kolay para kazanma isteği mi ? Açlık... Aç olan insandan her şeyi beklersiniz. Aç olan insan her şeyi yapar. O zorunluluk boyutuna taşıyor insanı. Mesela, düşünün; kedi bir köşeye sıkıştırılmış; canı yanıyor, tırmalar... Emniyet Müdürlüğü’nün bu noktada, “önüne geçilemez“ şeklinde açıklaması bu anlamda makul. Önce açlığı kaldırmak lazım. Yani koşulları değiştirmek lazım... Evet iş vermek lazım o insanlara Biraz filmden bahsedelim. İlk filminizin yönetiminde Aydın Sayman ile çalışmıştınız. Ve o dönem Aydın Sayman’ın deneyimlerinden oldukça faydalandığınızı söylemiştiniz . Bu filmi, sadece kendiniz yönettiniz. Bu bir zorluk mu yoksa rahatlık mı sağladı? Her iki seti karşılaştırdığınızda, artıları, eksileri nelerdir ? Bir filmi ortak yönetmek nasıl bir şey ? Aydın Sayman’la, “Sır Çocukları” filminde bir şekilde birlikte çalıştık. Birlikte çalışmak zorunda kaldık belki de. Sır Çocukları zor zamanlarda çekildi. Bu işe gerçekten yüreğini koyan insanlarla birlikte çalıştık. 17 Sahne çektik ama bundan dört yıl önce, altı buçuk milyar borca girdik. Ar-
28
kadaşlarım cep telefonlarını sattılar; ben, kol saatimi sattım babamdan kalan. 17 sahne sonrasında, bu işte bütçe olarak zorlanacağımızı düşündük. Aydın Sayman’la birlikte, yapımcı arayışına girdik. Kültür Bakanlığı’na başvurduk. 30 Milyar kadar teşvik kredisi verdi. Bir yönetmenin ilk filmi olduğu için, para vermezler diye düşündük. Tabi ki benim, Aydın Sayman’da beğendiğim ve ondan öğrendiğim şeyler oldu. “Metropol Kabusu” ise çok farklı. “Sır Çocukları” filminin asıl yönetmeni, Aydın Sayman’dır. “Metropol Kabusu”nda dilimi ve tarzımı yarattığımı düşünüyorum. Bu anlamda kafam çok rahat. Ukalalık ya da iddia anlamında değil bu lafım. Hakikaten “hiçliğin” filmi. Hatta “hiç” parayla çekilen, örnek filmlerin başında geliyor. Bunun altını çizmek gerekiyor. Sinemacılar, “Metropol Kabusu”nu izledikleri zaman, ne dediğimi anlayacaklardır. Bitti mi şimdi film? Montaj bitti. Dublajı ve müziği var. Gösterime ne zaman giriyor? Sanırım 40. Antalya Film Festivali’inde gösterilecek. Büyük olasılıkla, Aralık ayında gösterime girecek.✔
tavır
haber-yorum
Coca Cola Festivali’ne Karşılık Alternatif Festival Barış ve Rock kavramları çerçevesinde, 6 – 7 Eylül tarihlerinde, Sarıyer Baharsuyu Piknik Alanı’nda geniş katılımlı bir festival düzenlenecek. Festivalin amacı, Coca Cola’nın “Dünya Barış Haftası”nda düzenlediği, Rock'n Coke Festivali’ni protesto etmek. Festivali, Küresel Barış ve Adalet Komisyonu organize ediyor. Festivalle ilgili www.barisarock.com adlı internet sitesi de organizasyon hakkında ayrıntılı bilgiyi ilgilenenlere sunuyor. Sitede, festivalin amacı şöyle özetlenmiş: “Hepimiz biliyoruz ki, Coca Cola sadece bir içecek markası değil. O, bir hayat tarzı, bir duruş, bir küresel sistemin logosu! Bu bilgiden kaçış yok. Aslında, hepimiz farkındayız... Bizim, o küresel sistemle sorunumuz var. Dünyadaki adaletsizliğin ve savaşların sorumlusu, bizce, o sistem. İşte o sistemin kafamıza, hayatımıza çaktığı logolardan, en önde olanı Coca Cola!” BARIŞA ROCK Festivali’nde, aralarında Bulutsuzluk Özlemi, Cem Karaca, Kazım Koyuncu, Koma Rewşen, Moğollar, Vedat Sakman, Yaşar Kurt ve İlhan İrem gibi sanatçı ve grupların bulunduğu kalabalık bir program var.✔
İstanbul’da Uluslararası Felsefe Kongresi Yapıldı 21. Dünya Felsefe Kongresi, 12 – 17 Ağustos tarihleri arasında, İstanbul Lütfi Kırdar Uluslararası Kongre ve Sergi Sarayı’nda yapıldı. Kongreye, yerli ve yabancı yaklaşık 1600 felsefeci katıldı. Kongrede insan hakları, yoksulluk ve hukuk, ana temalar olarak öne çıktı. Özellikle, ABD’nin saldırgan politikaları ve ekonomik adaletsizlik dile getirildi. Avustralyalı felsefeci Peter Singer’ın, “ABD için barış, egemenlikten başka bir şey değil.” sözleri, kongreye damgasını vurdu. Öte yandan, kongrenin son gününde Milli Eğitim Bakanı’nın da katıldığı kapanış konuşmasında, TAYAD’lı aileler ingilizce olarak “TECRİTE SON-ÖLÜMLERİ DURDURUN” pankartı açtı. Bakan’ın korumalarının ve polisin ailelere yaptığı müdahale, salonda bulunan katılımcılar tarafından protesto edildi.Aileler, “İşte bakın, demokrasi; 107 insan öldü, yüzlerce insan sakat kaldı. Kendimizi böyle bir yerde bile ifade etmemize izin verilmiyor!” diyerek, polisin ve Bakanlık korumalarının saldırgan tutumunu kınayan sözlü açıklama yaptılar.✔
AB’ye Uyum ve Düşünceye Beraat “Düşünceye Özgürlük 2000” kitapçığına, ‘yayıncı’ olarak imza attıkları için DGM’de yargılanan 16 kişinin, AB’ye uyum adı altında yapılan düzenlemeler uyarınca beraati istendi. İstanbul 5 No’lu DGM’de görülen duruşmada, esas hakkındaki görüşünü açıklayan İstanbul DGM Cumhuriyet Savcısı Hadi Salihoğlu, 16 kişinin beraatini istedi. Duruşma, sanık ve avukatların, esas hakkındaki savunmalarını hazırlamaları amacıyla ertelendi.✔
29
40. Antalya Altın Portakal Film Festivali Başlıyor Bu yıl kırkıncısı düzenlenecek olan Antalya Altın Portakal Film Festivali, 1–5 Ekim tarihleri arasında gerçekleştirilecek. Festivalin bu yılki özelliği, ilk onursal başkanını seçmesi olacak. Belirlenen isim ise Yönetmen Atıf Yılmaz. Atıf Yılmaz, yönettiği filmlerle bu ödülü 11 kez kazanmıştır. Bu yıl, festivaldeki bir başka yenilikte, “40 Yılın En İyi Beş Filmi”nin seçilecek olması. Festival çerçevesinde verilen ‘Yaşam Boyu Onur Ödülleri’nin bu yıl ki sahipleri de belli oldu. Bu yıl sekizincisi verilecek ödüllere, Yapımcı Kadri Yurdatap, Yönetmen Tunç Başaran, Görüntü Yönetmeni Rafet Şiriner; oyuncular Çolpan İlhan, Muhterem Nur, Tanju Gürsu ve Süleyman Turan layık görüldü. AKSAV tarafından organize edilen ve 12 Eylül askeri darbesinin yapıldığı 1980 yılı dışında, 40 yıldır süren festivalin bir de belgeseli hazırlanıyor. Belgeseli, Nebil Özgentürk hazırlıyor.✔
4. Munzur Kültür ve Doğa Festivali Sona Erdi! 31 Temmuz – 3 Ağustos tarihleri arasında düzenlenen festivale, yurt içinden ve yurt dışından Dersim’e gelen on binlerce kişi katıldı. Çok sayıda sanatçı ve grubun katıldığı festivalde ilk kez yer alan Grup Yorum da burada yaklaşık 30 bin kişiye seslendi.✔
Ferhat Tunç'un, Erzurum DGM'de Yargılanmasına Başlandı "Örgüt propagandası yapmak" suçundan, Türk Ceza Kanunu'nun 169. maddesi gereğince, tutuksuz olarak 12 Ağustos'ta hakim karşısına çıkan Ferhat Tunç'u dört avukat savundu. Duruşma, konser tutanaklarının yeniden incelenmesi için ertelendi. Tunç, duruşmadan sonra, gazetecilere bir açıklama yaparak, "Ben o konserde barış ve kardeşlik mesajları verdim. Erzurum'a yargılanmak için değil, konser vermek için gelmek isterdim." dedi. Öte yandan, Rojin hakkında çıkarılan tutuklama kararı da kaldırıldı.✔
Irak'ta Savaşa Hayır Koordinasyonu’ndan Basın Açıklaması Irak’ta Savaşa Hayır Koordinasyonu, 17 Ağustos tarihinde TÜYAP önünde bir basın açıklaması yaptı. Ellerinde kırmızı flamalar ve çeşitli pankartlarla yürüyen yaklaşık 500 kişi, "Irak Halkı Yalnız Değildir!", "ABD Askeri Olmayacağız!", "Yaşasın Irak İntifadası!" şeklinde sloganlar attı. Koordinasyon adına basın açıklamasını, TMMOB Yönetim Kurulu Üyesi ve Temel Haklar ve Özgürlükler Derneği kurucu üyelerinden Mehmet Göçebe okudu. Yapılan açıklamada, Türk askerinin, Kuzey Irak'a gitmemesi gerektiği; hatta Kuzey Irak'taki tüm işgalci orduların o toprakları derhal terk etmeleri gerektiği belirtildi. Basın açıklamasına katılan Grup Yorum'un seslendirdiği, “Biz Varız” marşının hepbir ağızdan söylenmesinin ardından eylem sona erdi.✔
“SANDIK DAVASI” GÖRÜLDÜ İstanbul Temel Haklar ve Özgürlükler Derneği, ABD’nin, Irak’a saldırısından önce, referandum kampanyası başlatmıştı. İstiklal Caddesi’nde açılan sandığa oy atan ve aralarında İdil Kültür Merkezi çalışanlarının da bulunduğu 13 kişi gözaltına alınmıştı. Arkadaşlarımız hakkında açılan davanın ilk duruşması, 13 Ağustos 2003 tarihinde Beyoğlu 13. Asliye Ceza Mahkemesi’nde görüldü. İfadelerin alınmasının ardından, duruşma, 7 Ekim 2003 tarihine ertelendi.✔
Irak’ta Savaşa Hayır Koordinasyonu İmza Standı Açtı “Irak'ta Savaşa Hayır Koordinasyonu” tarafından, Taksim ve Bakırköy meydanlarında, “Irak’a asker gönderme” başlıklı imza kampanyası başladı. Taksim Postanesi önünde açılan standa, 20 Ağustos tarihinde, Grup Yorum da katılarak destek verdi.
Tomris Uyar Vefat Etti! Öykü Yazarı Tomris Uyar, yaklaşık bir ay tedavi gördüğü hastanede, yemek borusu kanseri sonucu, 4 Temmuz günü yaşamını yitirdi. Çağdaş Türk öykücülüğünün öncülerinden olan Uyar; öykülerinde, toplumun değişik kesimlerinden insanların kaygılarını, sevinçlerini ve özlemlerini dile getirirken; toplumsal yaşamdaki değişimi de yansıtıyordu. Edebiyat konulu dersler de veren Tomris Uyar, öykülerinin yanısıra, güncel deneyimlerini, okurlarıyla paylaştığı ve ‘gündökümü’ diye adlandırdığı günceleriyle tanınıyordu. Tomris Uyar, ardında 19 öykü kitabı, çok sayıda deneme ve çeviri bıraktı.✔
30
Ceza ve Tevkifleri Genel Müdürü Ali Suat Ertosun'a "Üstün Hizmet Madalyası" Verilmesi Kararlaştırıldı! Adalet Bakanı Cemil Çiçek, geçtiğimiz aylarda, Ertosun'a üstün hizmet madalyası verilmesini önermişti. Tüm bakanların imzaladığı teklife, Cumhurbaşkanı Sezer'in de onay vermesiyle Ertosun, devlet üstün hizmet madalyası almaya hak kazandı. Ertosun'un ‘hizmetler’i arasında, dünyanın en geniş çaplı hapishaneler operasyonu, 19 Aralık 2000de 28 kişinin yaşamını yitirdiği “Hayata Dönüş” operasyonu; F Tiplerinde yaşanan anti-demokratik uygulamalar ve halen tecrite karşı yapılan ölüm orucu eyleminde 107 insanın yaşamını yitirmesi yer alıyor. TAYAD’lı Aileler de konuyla ilgili bir açıklama yaparak; “Bir madalya yetmez, 107 tane verin!” dedi.✔
“BORAN” Locarno’da Gösterildi.
Hacıbektaş Yapıldı!
İsviçre'de bu yıl 55. kez düzenlenen Locarno Film Festivali'nde, müziklerini Grup Yorum’un yaptığı, Hüseyin Karabey’in yönettiği, “Boran” filmi de gösterildi. 1-11 Ağustos arasında düzenlenen festivalde, büyük ödül olan “Altın Leopar'ı”, Alman yönetmen Iain Dilthey'in "Das Verlangen" adlı filmi aldı.✔
Dergimizin 11. Sayısına Açılan Dava Beraatle Sonuçlandı! İstanbul 1 No’lu DGM’de 2003/39 sayılı dosya kapsamında görülen dava beraatla sonuçlandı. Dergimizin 12. sayısı hakkında verilen toplatma kararı da kaldırıldı. İstanbul 6 No’lu DGM’de 2003/63 sayılı dosya çerçevesinde görülen dava sonucunda, daha önce verilen toplatma kararı kaldırıldı.✔
31
Şenlikleri
Ülkemizden ve dünyanın dört bir yanından on binlerce kişinin katıldığı 14. Uluslar arası Hacı Bektaş-ı Veli’yi Anma ve Kültür Sanat Etkinlikleri 16 – 19 Ağustos tarihleri arasında yapıldı. Alevi halkımızın inancına göre düzenlediği etkinliklerde, Sivas Katliamı’ndaki tetikçilerin Pişmanlık Yasası ile serbest bırakılmak istenmesi atılan sloganlarla protesto edildi. Etkinliklerde çeşitli dinletiler, söyleşiler ve cem törenleri oldu. Devrimci – sosyalist basının standları için ücra bir yer ayarlanması da tepki topladı.✔
nokt haber
MUHARREM TEMİZ DOST İLE DEMLER Daha önceki Muharrem Temiz çalışmalarında olduğu gibi sade bir yorumlama var.Türkülerin çoğu Arguvan yöresinden seçilmiş. Albümde, iki uzun hava bulunuyor. Kalan müzik’in yapımcılığını üstlendiği bu albümün kaydını ve miksini Hasan Karakılıç yapmış. ✔
Grup Yorum 28 Temmuz 2003; Milas'ta verdiği konserde yaklaşık 600 kişiye seslendi.
İLKAY AKKAYA YİNE Bu albümde, İlkay Akkaya’nın daha çok yorumcu yanı ön plana çıkmış. İlkay Akkaya’nın tek şarkısının da bulunduğu albümde Yaşar Aydın imzası göze çarpıyor. Aranjörlüğünü Kemal Sahir Gürel, Gürsoy Tunç, İlhan Yabantaş’ın yaptığı albüm, Ada Müzik etiketiyle piyasaya çıktı.✔
29 Temmuz 2003; Bodrum Kalesinde gerçekleşen konserde yaklaşık 1500 kişiye seslendi.
31 Temmuz 2003; Munzur Festivali’ne katıldı
1 A¤ustos 2003; Munzur Festivali'nin 2. gününde yaklaşık 20.000 kişiye seslendi.
2-3 A¤ustos 2003; Dersim'in çeşitli köylerinde dinleti verdi.
10 A¤ustos 2003; İtalya'nın Forno di Massa isimli kasabasında İtalyanların komünistlerinin düzenlediği kampa katılarak konser verdi.
NECDET YAŞAR-2 (Arşiv Serisi) Necdet; Tamburi Cemil Bey’in oğlu Mesut Cemil, Münir Nurettin Selçuk ve Neyzen Niyazi Sayın’la birlikte de çalışmış bir üstad. Dünyanın çeşitli ülkelerinde, içinde bulunduğu ekiple birlikte sayısız konserler ve resitaller vermiş. Çeşitli ülkelerin üniversitelerinde yapılan musiki kongrelerinde “uzman” olarak çağrılmış ve çalışmalarını paylaşmış. Necdet Yaşar’ın ezgilere hakim olması ve müziğinin dinlendirici bir yanı olması, bu albümün kalitesini gösteriyor. Kalan müzikten çıkan bu albümde, eski kayıtların restorasyonunu da Rıza Okçu yapmış. ✔
15 A¤ustos 2003; İzmit Fuarı'nda gerçekleşen konserde yaklaşık 3000 kişiye seslendi.
NEŞET ERTAŞ -GURBAN OLDUĞUM Neşet Ertaş’tan bir başarılı albüm daha. Geçtiğimiz günlerde piyasaya çıkan, “Gurban Olduğum” albümüyle, Neşet Ertaş uzun bir aradan sonra bir kez daha dinleyicileriyle buluştu. Albüm Kalan Müzik imzasını taşıyor. Neşet Ertaş’ın kendine ait başarılı söz ve bestelerinin yanısıra, Muharrem Ertaş, Hacı Taşan ve Sadettin Kaynak’a ait besteler de var. Albümde, Neşet Ertaş’ın dinleyicilerine “hediye” mahiyetinde iki adet şiiri bulunuyor. ✔
16 A¤ustos 2003; Harbiye Açıkhava Tiyatrosu'nda İnti-İllimani ve Moğollarında katıldığı gecede yaklaşık 5000 kişiye seslendi.
32