2003 21 kasim

Page 1



merhaba

Komplolorla, baskılarla, hak gasplarıyla örülmüş bir süreci yaşıyoruz. Medya; yargılıyor, sorguluyor, hedef gösteriyor. Egemenlerin ve onların önemli kuvveti medyanın, şimdiki hedefi avukatlar. “Küçük Burjuva Aydın Adaleti” başlıklı yazımızda bu konuya yer verdik. Gençlik, geleceğine sahip çıkıyor. “İşgal Ortaklığına ve Tecrite Son!” diyerek düştüler, Ankara yollarına. Daha en başından, dövülüp, gözaltına alındılar. Durum anlaşıldı. Koşa kucaklaya, sara sarmalaya, yumruklaya yumruklaya varacaklar Ankara’ya. Son söz, 6 Kasım’da söylenecek! Gençliğe yönelik baskılar, bununla sınırlı değil. Eylemleriyle, cübbeleri kalabalık akademisyenlerin, aydınların da maskelerini düşürüyorlar. Bunun için de baskıya maruz kalıyorlar. Tecrit sürüyor. Alın bandını kuşananlar, bir kez daha meydan okuyorlar zulme. Yalın yürek, dimdik başlarıyla. Uzun ve zorlu yola çıktıklarından bu yana, üç yıl dolmuş. Tecrite karşı direniş, dördüncü yılında. Dördüncü yılında, direnenlere selam olsun! Armutlu’ya götürdü adımlarımız bizi, katliamın ikinci yılında. Armutlu, yiğit evlatlarına hala sahip çıkıyor. Direnişçilerin bıraktığı anıları ve değerlere sahip çıkıyor. Irak’a asker göndermek için hazırlanan tezkere, Meclis’ten geçti. Amerikan yalakalığında son perde. Bu onursuzluğa karşı çıkanlar, bu vatanın ve halkın satılmasına göz yummayanlar meydanlarda yine. “İşgal Ortaklığına ve Tecrite Son!” haykırışlarıyla meydanları dolduran binler, gözaltına alınıyor. En demokratik haklarımız gaspediliyor. Sosyalizmin adası Küba, 44 yıldır direniyor önderi Fidel’le birlikte. Fidel, beyazperdeden meydan okuyor emperyalizme. Ezilenlere o güzel yüzüyle gülümsüyor. Sosyalizmden vazgeçmektense adayı batırmaya kararlı kişiliğini izliyoruz, “Commandante”de. Lenin’in “sosyalizmin meşalesi” diye tanımladığı, dünya proletaryasının büyük öğretmeni Engels’i, ölümünün 108. yılında saygıyla anıyoruz. Dünya proletaryası ve halkların bilincinde yaşıyor, yaşayacak. Dünya halkları, öğretmenlerinin, önderlerinin ışığında emperyalizme meydan okumaya devam edecek. Aralık sayımızda buluşmak dileğiyle.

Dostlukla...

tavır

Ön kapak:Jose Balmes (Chile 1975)


tavır Aylık Sanat Dergisi ISSN 1303-9113

3 engels’ten gerçekçilik üzerine 5 makinelerin ayaklan›fl› 7 maskeler düflerken 9 kukla 11 küçük burjuva ayd›n adaleti 12 binlerce sen 13 fliirsel adalet 16 armutlu sokaklar›nda 18 1938’lerden yadigar dersim 20 ad›m ad›m ankara ya yürüyoruz 21 yar›n daha gelmedi 23 reklamlar asmal› konak’› sunar 25 fidel: kumandan ve yoldafl 27 hababam s›n›f› forever 29 haber yorum Sahibi: İdil Kültür Yayın Org. Rek. Film. Tic. Adına: Muharrem Cengiz Genel Yayın Yönetmeni: Gamze Mimaroğlu Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Ahu Zeynep Görgün Yazışma Adresi: İdil Kültür Merkezi İstiklal Cad. Aznavur Psj. No: 212 Kat: 6 Beyoğlu/İstanbul Tel/Fax:(212) 245 00 70- 244 31 60 e-mail adresi: tavir@grupyorum.net Ankara: İdil Can Kültür Merkezi Fahri Korutürk Mah. 8. cad. No: 85-1 Mamak/Ankara Tel: (312) 370 11 98 Hesap No: (TL):1042- 30000 596147 Gamze Mimaroğlu İş Bankası Parmakkapı/İST. (EURO): 1042- 3010000 129062 Gamze Mimaroğlu İş Bankası Parmakkapı/İST. Ofset Hazırlık: TAVIR YAYINLARI Baskı: ASPAŞ Dağıtım: D-B-R


mektup frederich

engels

engels’ten gerçekçilik üzerine Proleterya ideolojisinin mimarlarından Engels’i ölümünün 108. yılında İngiliz edebiyatçı Margret Harkness’e yazdığı mektupla anıyoruz. Engels’in gerçekçiliğe ve sanat bakışını içeren bu mektubu ilgiyle okuyacağınızı umuyoruz. Sevgili Bayan Harkness, Sayın Bay Vizetelly yoluyla bana “Şehirli Kız”ı gönderdiğiniz için, size çok teşekkür ederim. Büyük bir zevkle ve hevesle okudum. Çevirmeniniz, dostum Eichhoff’un da dediği gibi, gerçekten küçük bir sanat yapıtı. Kendisi şunu da ekliyor, ki içiniz rahat etsin; herhangi bir atlama ya da üzerinde oynama, aslının değerini bozabileceği için; çevirisinin, ister istemez, kelimesi kelimesine olması gerekiyormuş. Öykünüzde, bana en çok çarpıcı gelen şey, gerçekçi doğruluğu dışında, hakiki sanatçının yürekliliğini göstermesi. Niçin, Kurtuluş Ordusu’nun 1, halk kitleleri üzerinde böyle bir etkisi olduğunu; belki de ilk kez, sizin öykünüzden okuyup, öğrenecek olan; o burnu havada yüksek sosyeteye rağmen; Kurtuluş Ordusu’nu ele alma tarzınızla değil sadece, asıl, daha çok orta sınıftan bir erkeğin baştan çıkardığı proleter kızının o eski öyküsü; yalın, yapmacıksız bir biçimde, bütün kitabın ekseni haline getirmeniz. Orta ayar bir yazar olsa, bu bayatlamış hikayeyi, bir onun ortada görünmesinin önüne geçemezdi. Sizse, eski bir hikaye anlatma işine girişebileceğiniz; çünkü, yalın bir biçimde, hakikate bağlı kalarak anlatmakla; onu, yeni bir hale getirebileceğinizi anlamışsınız. Herhangi bir eleştiride bulunmam gerekiyorsa eğer, o da şu olacaktır sanıyorum. Her nasılsa, öykünüz tam gerçekçi değil yeterince. Bence gerçek-

3


Bence, gerçekçilik, ayr›nt›lar›n do¤rulu¤undan baflka, tipik karakterlerin tipik durumlar içinde do¤ru bir biçimde yeniden verilifli demektir. çilik, ayrıntıların doğruluğundan başka; tipik karakterlerin, tipik durumlar içinde, doğru bir biçimde yeniden verilişi demektir. Sizin karakterleriniz, çizdiğiniz kadarınca yeterince tipik ama içinde bulundukları ve hareket ettikleri ortamlar o derece değil. ‘Şehirli Kız’da; işçi sınıfı, kendine yardımdan aciz ve kendine yardıma bile yanaşmayan, edilgen bir kitle olarak görünüyor. İçinde bulunduğu kör sefaletten çekip çıkarmak için bütün çabalar dışarıdan, yukarıdan geliyor. Bu, 1880’ler ya da 1810’lar için, Saint-Simon ile Robert Owen’ın yaşadığı günler için, doğru bir çizim olurdu ama savaşan emekçi sınıfın birçok kavgasına katılmış olma onurunu 50 yıldır taşıyan bir adam, 1887 yılında böyle göremez bunu. İşçi sınıfının kendini saran baskı çevresine, direnerek karşı koyması; yeniden insan statüsünü kazanabilmek için, yarı bilinçli, yarı bilinçsiz çırpınan çabaları tarihe malolmaktadır ki bundan dolayı, işçi sınıfı gerçekçilik alanında da bir yeri olduğunu iddia etmelidir. Sizin, katıksız bir sosyalist roman; biz Almanların, yazarın, toplumsal ve siyasal bakış tarzını yüceltmek için söylediğimiz gibi bir Tezli roman yazmamış olmanıza hiçbir kusur bulmaya çalışmıyorum. Demek istediğim şeyle hiçbir ilişkisi yok bunun. Yazarın görüşleri ne denli gizli kalırsa, sanat yapıtı için o denli iyi olur. Benim sözünü ettiğim gerçekçilik, yazarın kendi görüşlerine rağmen, kendine bir geçit bulabilir. İzninizle bir örnek vereyim. Gerçekçiliğin; geçmiş, şimdi ve gelecekte, bütün Zolalardan çok daha büyük bir ustası saydığım Balzac; “İnsanlık Komedyası”nda, 1815’ten sonra, kendine yeniden çekidüzen vermiş ve elinden geldiği kadarınca, eski fransız nezaketi bayrağını yeniden dikmiş soylular topluluğu karşısında; yükselmekte olan burjuvazinin 1816 ile 1848 arası gittikçe ilerleyen atılımlarını, bir tarihçe biçiminde, neredeyse yılı yılına anlatarak; Fransız “sosyetesi”nin, harika gerçekçi bir tarihini verir. Bu; kendisince örnek toplumun son kalıntılarının, paralı, bayağı, sonradan görmelerin saldırısı karşısında, nasıl yavaş yavaş yıkıldığını ya da onlarca yozlaştırıldığını; sırf, bir kendini

gösterme aracı olarak, eşine sadakatsizlik ile kendi evlendiriliş tarzı birbirine tam uyan bir ‘hanımefendi’nin para pul karşılığında, kocasına boynuz taktıran burjuvaziye nasıl yenildiğini çizer ve bu ortaya çıkan resmin çevresine, bütün bir Fransız toplumunun tarihini dizer. Öyle ki ekonomik ayrıntılarda bile (sözgelişi, devrimden sonra, menkul ve gayrimenkul mülkiyetin yeniden bölüştürülmesi konusunda) bütün o dönemin meslekten tarihçilerinden, iktisatçılardan ve istatistikçilerden öğrendiklerimden daha fazlasını ondan öğrendim. Hiç kuşkusuz; Balzac, siyasette bir lejitimistti2. Büyük eseri, hatırlı toplumunun kaçınılmaz çöküşü üstüne sürekli bir ağıttır. Göçmeye mahkum sınıfadır bütün yakınlığı ama bütün buna rağmen, en derinden yakınlık duyduğu o adamlarla kadınları, yani soyluları hareket etmeye başlattırınca, yergisi, en acı yergi; alayı, en acı alay olur. Gizlemediği bir hayranlıkla, her zaman sözü-

‹flçi s›n›f›n›n kendini saran bask› çevresine, direnerek karfl› koymas›; yeniden insan statüsünü kazanabilmek için, yar› bilinçli yar› bilinçsiz ç›rp›nan çabalar› tarihe malolmaktad›r, ki bundan dolay› iflçi s›n›f› gerçekçilik kalan›nda da bir yeri oldu¤unu iddia etmelidir.

nü ettiği insanlarsa, kendi en sert siyasi muhalifleri, o sıralarda (1830-1836) gerçekten halk kitlelerinin temsilcileri olan Cumhuriyetçi Cloitre Saint Mery3 kahramanlarıdır. Balzac’ın böyle, kendi sınıfsal yakınlıklarını ve siyasal önyargılarını çiğnemek zorunda kalmasını, sevgili soylularının göçmesinin gerekliliğini görmüş ve onları bundan daha iyi bir sonu hak etmeyen kimseler olarak çizmiş olmasını ve geleceğin gerçek insanlarını, o zaman için kimler olabilecekse artık onları görmüş olmasını; bunu ben, gerçekçiliğin en büyük zaferlerinden biri ve koca Balzac’ın en görkemli yönlerinden biri olarak kabul ediyorum. Sizi savunmak için şunu da itiraf etmeliyim ki uygar dünyanın hiçbir yerinde, Londra’nın Doğu Yakası’ndaki kadar az etkinlikte direnme gösteren, alınyazısına edilgin bir biçimde boyun eğen, sersemlemiş işçiyle yetinip, etkin yönünü bir başka esere saklamışsınızdır belki de ve bunun için çok da iyi gerekçeleriniz vardır; onu

4

bilemem! İster devrimden önce gizli derneklerde ya da basında, ister sonra resmi görevlerde, harekete önderlik etmiş kimselerin4 tüm yaşayan canlılıklarıyla, tam Rembrandt tarzı resmedilmele-

Yazar›n görüflleri ne denli gizli kal›rsa, sanat yap›t› için o denli iyi olur. Benim sözünü etti¤im gerçekçilik, yazar›n kendi görüfllerine ra¤men, kendine bir geçit bulabilir.

ri kadar arzu edilecek şey olamaz. Bu kişiler, gerçekten nasıllarsa öyle çizilmemişler; hiçbir zaman, hep ayaklarında tiyatrovari çizmeler, başlarında haleler, resmi kılıklar içinde çizilmişlerdir. Bu idealleştirilmiş, Raphaelvari resimlerde bütün gerçek benzerlik ortadan kaybolmuştur. Buradaki iki kitapta, Şubat Devrimi’nin “büyük adamları”nın şimdiye kadar üzerlerinde görülen tiyatrovari çizmeler ile haleler bir yana bırakılmış. Kitaplar, bu insanların özel yaşamlarının içine giriyor; onları, çevreleri çeşitli insanlarla dolu bir hale, içyüzleriyle gösteriyor. Yine de buna rağmen, kişileri ve olayları gerçek, dürüst bir biçimde göstermenin çok uzağında. Yazarlarına gelince, biri, LouisPhilippe’in ipliği çoktan pazara çıkmış bir muhbiri; öbürüyse, meslekten eski bir entrikacı; polisle ilişkileri aynı biçimde, hiç belli olmayan ve Rheinfeld ile Basel arasındaki “o gümüşten dorukları gözleri kamaştıran sıra sıra; harika Alpleri”; Kehl ile Karlsruhe arasında da “dorukları ufukta kaybolan Ren Alpleri”ni gördüm diye iddia edişiyle, gözlem gücünün ne olduğu hakkında hemen karar verilebilecek biri. Bu gibi insanlardan, hele kendilerini haklı göstermek için yazıyorlarsa eğer, hiç kuşkusuz, Şubat Devrimi’nin az çok abartılmış bir utanç tarihçesi beklenebilir ancak.✔ (1); Kurtuluş ordusu; 1965’te, İngiltere’de, din adamı W. Booth tarafından kurulmuş bir burjuva hayır örgütü(1990’de, askeri bir biçimde yeniden örgütlenişinden sonra bu adı almıştır.) (2); Lejimitistler;1792’de Fransa’da devrilen Bourbons’lara bağlı olan ve toprak aristokrasisinin çıkarlarını temsil den kimseler. (3); Engels, 5 ve 6 Haziran’da, Paris’te, Coitre Saint-Mery yakınlarında, İnsan Hakları Derneği’ne bağlı isyancılar ve Vatandaşlar, Cumhuriyetçi Parti’nin Sol kanadı ile Lois Philippe birlikleri arasında geçin bir barikat savaşına değinmektedir. (4); Burada, 1848-49 devriminin küçük burjuva demokrat liderlerine değinilmektedir.


inceleme bülent

ünya için, tabiiki ileri bir noktayı işaret eden sanayi devrimi, kapitalizmin doğuşunu temsil ederken, dünyaya yeni bir sınıfı armağan ediyordu: Proletarya. Sanayi devriminin ve beraberinde vahşi kapitalizmin gelişimi, dünyanın o güne dek geçirdiği evreleri, neredeyse başlı başına ileri sıçratıyordu. Tarihteki bu yeni sınıfta, misyonu gereği üstlendiği karakterle, Marks tarafından en ileri topluluk düzeninin, komünizmin oluşumunda, öncü gücü temsil ediyordu. Proletarya ideolojisi, bilimsel bir bakışla, dünyayı yorumlarken; proletarya sınıfı da özlenen dünyayı doğuracak yegane sınıftı ve bunu vereceği mücadeleyle yaratacaktı. Sovyetler Birliği, bu umudun ilk meyvesiydi. Dünyanın tüm ezilenlerine ışık olan bu devrim, kısa süre içinde yayılmış ve dünyanın önemli bir kısmını emperyalizmin denetiminden çekip almıştı. Artık, kapitalizmin boyunduruğuna karşı, halkın iradesinin temsil edildiği topraklar vardı. Halklar, başka gökler altında umudu büyütenlere umudunu katmak için savaşıyordu. Gerek devrimini yapmış ülkelerde, gerekse de bu mücadeleyi sürdüren ülkelerde, meseleye sınıfsal temelde bakan sanatçıların eserleri de bu anlayışla şekillenmeye başladı. Proletaryanın ilerici misyonu, sinemadan edebiyata, resimden plastik sanatlara kadar birçok alanda etkisini gösterdi. Bu, bazen sosyalist gerçekçilik adı altında kategorize edilse de, gerek yaşanan sanayileşme ve tekniğin gelişim hızı, gerekse de toplumsal hareketlerin şekilllenişi başka sanat akımlarının da oluşumunu sağlamıştır. Fütüristler (Gelecekçiler) buna bir örnektir.

D

Fütürizm Üzerine Gerekli Birkaç Açıklama Gelecekçiler, o güne dek geçerli olan bütün kuralların yıkıldığını, bundan sonra yeni ve devrimci bir yaşam biçiminin geçerli olduğunu, ilan ettikleri bildiride açıklamışlardır. Gelecekçiler, pasifist gör-

dükleri aydınları eleştirerek, alışılmış yaşam değerlerinin yerine, çağdaş olanın yanında yer almaları gerektiğinin çağrısını yapmıştır. Çağdaş olana duydukları bu inanç, onların, teknolojiye ve makinelere duydukları aşırılığa varan tutkuda görülmektedir. Yine, yeni yetişen neslin yaşamının bir anlatımı olarak yorumladıkları öfkeli söylemleri, dikkat çekici özellikleridir. Eşzamanlılık ilkesini temel alan bu akım, aynı zamanda, bütün öncü sanat akımlarının temel ilkesidir. Eşzamanlılık fikrinden yola çıkarak, tarihi ve zaman akışını yadsımışlardır. Burada, yanlışta olsa tarihe duyulan bir öfke vardır. Öyle ki, tüm tutkuların ve umutların kaynağı, gelecekte ve makineleşmede görülmüştür. Rus fütüristlerinin etkisinde kalan önemli şairler, Nazım Hikmet ve Mayakovski de bu temelde eserler vermiştir. Nazım’ın, bir yabancılaşma efekti olarak yer verdiği “trum trak” dizeleri ve “makineleşmek istiyorum” söylemi bu akımın etkisinde ifade edilmiş duygulardır. Yani Fitüristler ilgi çekici yanlarda taşıyordu. Tehlikeye karşı duydukları sevgiyi, enerjiyi; atılganlığa duydukları yakınlığı yüceltmek isteyen gelecekçiler; eserlerinde, saldırgan devrimi, ateşli uykusuzluğu, koşar adımı, ölüm taklasını, tokadı ve yumruğu övmüşlerdir. Yayınladıkları bildiride, “Dünyanın güzelliğinin, yeni bir güzellikle, daha da zenginleştiğini açıklıyoruz. Bu güzellik, hızın güzelliğidir. Karoserinin, içine çektiği havanın etkisi ile patlayacakmış görüntüsü veren, yılan benzeri boruların süslediği bir yarış arabası, Samothrakeli Nike'dan daha güzeldir.” sözleriyle, makinelere duydukları tutkuyu dile getirmişlerdir.

5

yetifl

“İdeal ekseni, kendi yörüngesinde hızla ilerleyen; dünyayı dolaşan dümeni, elinde bulunduran insanı yüceltmek istiyoruz.” sözleriyle de bu makineleşme tutkusu içinde, temel vurgunun hayata olduğunu belirtmişlerdir. Çağımızın en son aşamasına geldiğimizi savunan gelecekçiler, zaman, mekan ve dün kavramlarının yok olduğunu ileri sürerek, mutlak olanda yaşadığımıza inanmışlardır. Çünkü artık, sonsuz ve her zaman için var olacak olan hız yaratılmıştır. Son derece nihilist çıkışları olan gelecekçiler, doğru bir perspektif taşımasalarda konumuz içerisinde, sanayileşmenin, bilimsel gelişmelerin, dönemin sanatçıları için ne denli umut verici olduğunu göstermesi bakımından önemlidir. Dediğimiz gibi, her ne kadar aykırı bir akım gibi görülse ve lanetlense de Nazım Hikmet ve Mayakovski gibi önemli ozanlar, bu duygunun seline kapılmadan edememişlerdir. Gelecekçiler, seçkinci bir ideolojiye dayanmış, bu yanlarıyla da özellikle Sovyetler Birliği’nde yoğun bir biçimde tartışılmışlardır. Ancak, dönem içerisinde yarattıkları zenginlikte gözardı edilmemelidir. İşin enteresan tarafı, bu akım burjuva ve sosyalistleri benzer şekilde etkilerken, İtalyan gelecekçiliği, faşizmin şekillenmesine de katkıda bulunmuştur. Tüm bunlar, gelecekçilik akımının çelişkilerini göstermesi bakımından önemlidir.


Varolmayan Bir Ülkenin Ütopyasından, Her şeyin Mahvolduğu Distopyaya Ütopyacı bir sosyalizmden yana olan Thomas More’dan daha eskiye dayanır. Bedreddin’in ortakça yaşam özlemi. Anadolu’da, adı konmamış bir sosyalist düzenin nüveleridir, Bedreddin’in savunduğu toplum düzeni. Ancak, Avrupa merkezli felsefecilerin görmediği, göremediği toplumsal bir harekettir onunki. Avrupa için en ciddi çıkış, Thomas More’un Ütopyasıdır. Ütopya, sosyalist bir toplumun özlemini dile getiren bir eser olarak yazıldığı dönemin en önemli belgesidir. More’un, 1516 yılında yazdığı bu eser, 18. Yüzyılın sonuna kadar, sosyalist düşünce alanında yazılmış en önemli eser olma niteliğini korumuştur. İngiltere’nin sosyo-politik yapısını, özel mülkiyetçiliğe dayanan sistemi, ilk kez derinlemesine eleştiren More, kamu mülkiyetinin hüküm sürdüğü bir sistemi tasvir eder. More’un eserinde, Ütopyalılar, günde altı saat çalışır; kalan zamanlarını, bilimsel ve sanatsal etkinliklerle uğraşarak geçirir. Thomas More, bu eseri nedeniyle Kral’ın emriyle öldürülmüştür. Ütopyacılığın eksik kalan yanları mevcuttur. Öncelikle, bu savunulan sosyalist anlayışın gerçekleşmesi için toplumsal ve teknolojik dinamiklerin oluşmadığı gerçeği aşikardır. Ancak, insanın gelecek için beslediği düşlerin önemli bir verisidir elimizdeki. Günümüze geldiğimizde ise tüm bu umutların yerini, gelecekten duyulan kaygı almıştır. Özellikle, Amerikan edebiyatında belirgin eserler yaratan bu anlayış, ütopyacılığın tam zıttını, distopyacılığı geliştirir. Gelecek, insanların makineler tarafından esir alındığı, yokedildiği bir gelecek olacaktır. Dünya, yaşanılası bir yer olmaktan çıkacak; insanoğlu, yaşamını başka gezegenlerde sürdürmek zorun-

da kalacaktır. Tabi ki bu da bir avuç seçilmişin şansı olacaktır. İnsanlık, tarihin başladığı dönemden daha geriye gidecek, sefalet içinde yaşamaya mahkum olacaktır. Dünyayı ve insanları bekleyen gelecek, kuraklık, kaos, sefalettir. Bir başka kehanettir, tekellerin denetimi altında, dünyanın korkunç bir yer olmasıdır. Bu yazarların kaleminden çıkan öykü ve romanların birçoğunun filme alındığını da düşündüğümüzde, okuyucularımızın bu konulara pek yabancı olmadığını düşünebiliriz. Hele hele ortalığı kasıp kavuran Matrix’i düşündüğümüzde, konu o kadar yakınımızda durmaktadır ki. Matrix filmlerine giriş niteliği taşıyan Animatrix filmlerinde, filmin başladığı döneme gelen kadar bir başka kehanet olan sürecin anlatıldığı İkinci Rönesans başlıklı iki film, bu anlayışın tipik örnekleridir. Önüne geçilemez makine tutkusu, insanlığın mahvına sebep olmuştur. Yine Matrix Reloaded’da geçen diyalogta varılan noktanın çelişkilerine işaret ederken, makineler için ne onlarla ne onlarsız yapılabiliyor manasına gelen sözlerin edildiği bölüm de çarpıcıdır. Çarpıcıdır çünkü, Zion’da da yaşamın temel kaynağı yine makinelerdir. Makineleşme, Wachowskiler’in temel kaygısıdır ve tüm filmi bu savaş üzerine kurmuşlardır. Amerikan distopik edebiyatında, en çok ve en yaratıcı eserleri veren Philip K. Dick, yarattığı atmosferler ve hikayelerle hem bilim kurguya özgü geleceği tasvir ederken, hem de çok yakın bir geleceği anlatır. Yarattığı dünya bizim bildiğimiz dünyadır ama anlatılan bugün değildir. Dick’in eserlerinin bunca sevilmesinin ve Hollywood’un bunları filme çekmesinin sebebi de eserlerindeki bu gerçekçiliktir. Zaten bilim-kurgunun temel çıkış noktası, bugündür ve bugünkü çelişkiler ve çıkmazlar içinden bir gelecek tablosu yaratılır. Günün çelişkileri keskinleştirilir ve olumsuz anlamda sonlandırılır. Hikayeler, bunun üzerinden şekillenir. Philip K.Dick’in, sinemaya aktarılan bazı eserleri, Bıçak Sırtı, Gerçeğe Çağrı ve Azınlık Raporu isimleriyle filme alınmıştır. Bu popüler filmlerle de Dick’in nasıl bir dünya tasarladığı görülecektir. Peki ne oldu da böyle oldu? Yani, 100150 yıl önce, sanayileşme böyle büyük bir tutku yaratırken, neden şimdi böyle umutsuz bir ruh hali oluşuyor? Ya da bu ruh hali nerelerde doğuyor? Dikkat edilirse, böylesi bir edebiyat

6

akımı bizim ülkemizde yoktur. Zaten, koşulları da yoktur. Daha, doğru dürüst bilim-kurgu romanının yazılmadığı bir yerde, distopik hikayelerin beklenmesi mümkün değildir. Kaldı ki ülkenin teknolojide vardığı nokta, kimseyi böyle bir kaygıya sürükleyecek düzeyde değildir. Bu, daha çok emperyalist ülkelerde ya da şöyle diyelim Amerika’da doğan bir anlayıştır. Sınıfsal bir hareketin olmadığı yerde, devrimciliğin olmadığı yerde umutsuzluk vardır. Ne kadar genel bir söz gibi görünse de distopik bir anlayışın gelişmesinde direk böyle bir faktör etkilidir. İzlediğimiz filmlerin aksine, alındığı romanların hepsinin daha karamsar, karanlık finalleri vardır. Hollywood mantığı, sinemadan çıkan izleyicinin mutlu ayrılmasını istediği için, bunları uzlaştırıcı bir yerde, çatışmanın olumlu anlamda çözüldüğü finallerle bağlamıştır. Yani, yazarlarına göre geleceğin karanlığı asla ışımayacaktır. Bu çok zor bir durumdur. Umut yok, devrim ideali yok; devrim idealinin gelişmesi için, yürütülmesi gereken akıl yo. Doğal olarak ortaya çıkan bir mücadele de yok. Böyle olunca ortaya böyle karanlık, gelecekten umudu olmayan eserler çıkıyor. Evet, kabul etmek gerekir, yaratıcılık düzeyi yüksek ürünlerle karşı karşıyayız. Ancak, değiştirme gücünü yadsıyan; emperyalizmin, gelecekte her şeyi mahvedeceği, bizim de bunun mağdurları olmaktan öte işlevimizin olamayacağı tezine dayanan bir anlayışla karşı karşıyayız. Bugün, Amerikan sinemasında en popüler filmlerin yaydığı anlayış budur. Hepimizin gözüne soka soka korkuyu dayatıyor, gelecekten yana umudumuzu kesiyor. Matrix, Azınlık Raporu gibi filmler kuşkuuz daha da çoğalacak, çünkü makineler büyüyor, gelişiyor. Fakat, dünyanın geri kalan kısmından habersizler, yoksullar da çoğalıyor, açlıkta çoğalıyor. Emperyalizmden nefret eden ama çaresiz kalan distopyacı yazarları yanıltacak gelişmeler belki, onları şaşırtacak ama makineler kadar mı bilemeyiz ama açların öfkesi de terminatör (yokedici) bir işleve sahiptir. ✔


güncel fuat

ürkiye’de, çoğunlukla karıştırılan bir tanımlamadır aydın olma kavramı. Birçok zaman, sanatçılar ve aydınlar aynılaştırılır. Sanatçı eşittir aydın gibi bir durum çıkar ortaya ki maalesef yanlıştır. Aydın olma tanımı, -her ne kadar pratik olarak bu alan Türkiye’de giderek daralsa da- daha geniş bir kapsama sahiptir. Hoş, ülkemizde, şarkıcılıkta sanatçılıkla aynı düzlemde dile getirilmektedir ya neyse. Konumuza dönecek olursak; aydın olma kıstasının tarihçesi, aydın misyonu, bu dergide sıkça dile getirilse de es geçilen bir alana, konunun güncelliğinden ötürü, girmek iyi olur diye düşünüyoruz.

T

Kaç zaman oldu aydınlanmayalı akademilerde? Çok değil, yakın tarihe baktığımızda dahi, üniversitelerin Türkiye fikir hayatında önemli bir yere sahip olduğunu görürüz. Üniversiteler, eskilerin tabiriyle aydın nesiller yetiştirmekle yükümlü ilim irfan yuvalarıydı. Üniversiteler, kağıt üzerinde yine bu misyona sahip olsa da 12 Eylül gibi bir travmayı yaşamış kurumların işleyişindeki arızalar, özel incelemeyi hakedecek niteliğe sahip yerler haline gelmişlerdir. Zaten sıkça da bu incelemeler yapılmaktadır. 12 Eylül’ün, öğrencilere ve öğretim üyelerine armağanı olan YÖK, kendisiyle mücadele edile edile bugüne dek geldi ve maalesef, kendi kuşağını yetiştirdi. Öğrenci kesimi içinde de, öğretim üyeleri içinde de YÖK, kendi kimliğini geniş bir kesim içinde oturttu. Topluma aydınlanmış insan yetiştirme misyonu lafta kalmanın ötesine geçti bile. Öğrencilerin yirmi yıldır mücadele ettiği YÖK; bugün, iktidarla üniversite seçkincilerinin savaşının odağında. AKP iktidarı ve üniversite seçkincileri, bugünlerde yoğun bir savaş veriyor. Amerikancı iktidar, YÖK’ün varlığını iyiden iyiye sorgulamaya başladı. Meseleye vakıf olmayanlar açısından, ileriye doğru bir gelişme

gibi algılanabilecek bu yaşananlar, YÖK’ün varlığının sorgulanmasını dahi içermiyor. Hanedan zihniyetindeki iktidarın, bu kurumu yeni sürece ve kendine göre şekillendirmesi niteliğinden başka bir anlam ifade etmiyor. Karşısında duranlar da öyle bir direniş sergiliyor ki yine perdenin ardından ilerici yanlar taşıdığı hissi uyandırabilir. Kemalizm adına kurulan bu set, maalesef 12 Eylül politikalarının ve MGK zihniyetinin kahramanca savunulmasından başka bir şey değil. Üniversitelerin başında bulunan, profesör, doçent etiketli bu “aydınlar” kendi dinamiklerinden yoksun, sırtlarını MGK’ya dayayarak, yalancı bir savaşın askerleri oluyor. YÖK gidecek, yerine YEK gelecek. YÖK’ün kuruluşunun yıldönümüne rastlayan bu günlerde, alevi sönmeyen bu tartışmada, sözüne kulak asılmayan tek kesim, yine bu kurumların baskıcı idareleri altında eğitimini sürdürmek zorunda kalacak olan, öğrenciler oluyor. Seslerini duyurmaya çalıştıkları zeminlerde, nelerle karşılaştıklarına aşağıda değineceğiz tabi. Üniversiteye biçilen misyon, mesleki eğitim veren bir meslek akademisi gibi görünürse bir sorun yok. Bu işlevini, ülkenin kendi dinamiğiyle kör topal da olsa sürdürüyor üniversiteler. Yani okuldan çıkanı, bir meslek sahibi yapıyor. Kör topallığı ise şuradan geliyor; mesleğini icra edeceği bir iş bulamıyor mezunlar.” Olsun, elinde bir işi var derseniz, bunu da bilimsel bir düzlemde görmediğinden ötürü ancak düşe kalka öğrenme şansına sahip oluyor. Fakat, akademinin işlevi bu mudur? Akademi, zanaatkar sıfatında insanlar mı kazandırır topluma? Burada, YÖK’ün baskıcılığı gündeme giriyor işte. Mesleki eğitimini bile tam veremezken, topluma, eğitimli, donanımlı insan yetiştirme misyonunu bilinçli olarak itiyor. Donanımsız, edilgen kişilikler halinde, mezun ediliyor öğrenciler. Yani, kuruluşunun yirmi ikinci yılında, YÖK ve iktidar arasındaki

7

köklü

savaşta arada ezilenler yine öğrenciler oluyor. Maskeler Düşerken Ülkemizdeki devrimci muhalefetin gelişiminde, önemli bir yere sahip olan gençlik; üniversitelerdeki baskıcı, tek tipleştirici eğitime karşı sürekli mücadele ediyor. Halk için, bilimsel bir eğitim istiyor. Kuşaklar değişiyor ama bu sisteme karşı mücadele hiç bitmiyor. Yani, okullara başladıkları andan itibaren, gerçek aydın misyonunu bu devrimci öğrenciler üstleniyor. Sayıları artsa da azalsa da bu misyonu taşımanın gururunu temsil ediyorlar. Bakın, bu yıl, İstanbul Üniversitesi açılışında, aydın gibi geçinenlerle, gerçek aydınlar nasıl bir mücadele verdi. Rektörlüğün düzenlediği, İstanbul Üniversitesi açılışında, cübbeleri ve akademik kariyerleriyle öğretim üyeleri, dekanlar ve bil cümle devlet-i ali erkanı varken; okulun en kitlesel gücü, öğrenciler yoktu. Yoktu, çünkü onların ne yaşayacağını, ne düşüneceğini, ne isteyeceğini düşünen de yoktu. Dünya, yangın yerine dönmüşken; işgal, tecrit, açlık, yoksulluk almış yürümüşken; onlar, orada yalandan nutuklar atacak, günler öncesinden hazırladıkları sert nutukları okuyacak ve kahraman sayılacaklardı. Fakat, törene gelen öğrenciler, bu maskeli baloyu ait olduğu çöplüğe gönderirken, akademisyenlerimizin, toplumumuzun aydınlarının maskesi düştü, yaldızları döküldü. Ellerindeki pankartta, “İşgal ortaklığına ve tecrite hayır!” diyen öğrenciler, Türkiye’nin ve dünyanın meselelerini dile getiriyorlardı. Ancak, yalancı bir resmiyetin hüküm sürdüğü salonda, bu büyük bir öfkeye neden oldu. Çünkü, istenilen tablo, yaratılan düzenek bozulmuştu. Bozulması demek, tiyatronun aksamasına sebep olacaktı ki iktidarla sürdürdüğü savaştan dolayı antrenmanlı bulunan akademisyenlerimiz, militan bir öfke duyup saldırdılar öğrencilerin üzerine. O çok savundukları, sözün eylemi bitmişti. Mi-


litan öğrencilere anladıkları dilden cevap veriyorlardı. Ellerindeki pankartlar çekiştiriliyor, öğrencilere, hakaretler ediliyordu. Salona polis çağrılmasına gerek görülmemişti. Ne gerek vardı ki, onlar polis olmuştu zaten. Polis daha ötesini yapamazdı. Bu karmaşanın ortasında, bayan öğrencilerden biriyle, yaşlı başlı öğretim üyesinin tartışması ilgiye mazhardı doğrusu. “Ne F Tipi?” diyordu, “Burada F Tipi mi var? Git bu eylemi mecliste yap, Ak Parti’ye yap!” Bak bak, akıllı ya! Kendisi Ak Parti’yle çatışıyor ya. Bir tek o cesur ya. Memleketin ana gündemi, onun statüsü ya. Herkes o cephede birleşmeli. Mecliste eylem yapmak zor ya, sıkar ya; o yüzden bu öğrenciler burada eylem yapıp işin kolayına kaçıyor ya, o da lafı yapıştırıveriyor. O tartışmanın içinde denecek söz değil ama şimdi denebilir. Efendi! Bu insanlar dört yıldır tecrite karşı mücadele ediyor! Değil meclis, Çankaya Köşkü onların sloganlarını duydu. Dünya duydu! Belli ki bir sen duymamışsın; Sen hazırolda beklerken! onlar yaka paça sürükleniyordu; gözaltına alınıyordu. Bak, torunun yaşında bir öğrenci, sana hayat dersi veriyor görüyor musun? Suratındaki o aydın maskesini, çekip alıyor. Bu devrimciler, enteresan insanlar. Felsefeciler toplanır, orada biterler. Onca yıllık kariyerlerini orada bitirirler, bu akademisyenlerin. Okul açılır, öğrenciler bitiverir törende. Öfkeden kudurtur toplumun saygın akademisyenlerini. Gerçekten çok abartıyorlar. Sayın hocamız diyor ki, “Burada F tipi mi var?” Var tabi ya! Ne zannettin? Hem de hapishaneleri kurulmadan öncesinden beri var! Öğrencileri hayattan tecrit ettiğnizden, tek tip hale getirirken, kılık kıyafet kuralları koyduğunzdan, MGK tipi okullar inşa ettiğinizden beri var. Oraya, okul denecek hal mi bıraktınız? Tabi F tipi var. Orada, o salonda, senin kafanın içinde, bir sürü F Tipi var. “Git Ak Parti’ye yap” bu eylemi diyor. Uyanık ya. Onlar, Ak Parti’yi de takmıyor. Ya sen, sen yapabiliyor musun MGK’ya karşı bir efelik; el pençe divan durmaktan öte. Bak, ülkenin çocukları Irak’a ateş hattına sürülüyor. Yok mu senin bir sözün? Nasıl olsun ki? Yani sözün özü, aydın olmak öyle memleket meseleleri üzerine yazıp çizmek, masa başında ses yükseltmekten öte bir şeydir. Aydın olmak, kravat takıp düzgün cümle kurmakta değildir. Aydın olmakta, artık ateş hattında sınanmaktan geçiyor. Bunu kollarının yenleri kalabalık cübbeli kesimden beklemekte bir hayale dönüşüyor. Yangın yerinde yananlar, üstleniyor yine bu işi. İktidar ve YÖK atışadursun, 6 Kasım geliyor. Öğrenci gençlik ikisine birden sözünü söylemeye hazırlanıyor.✔

8


güncel levent

karakaya

kukla erede bir solcu, nerede hak ve özgürlükler adına bir eylem olsa, sık sık duyardık: “Kökü dışarda!” Sonra, elleriyle bozkurt işareti yapanlar, sokağa çıkardı bir avuç. Kendilerine öğretildiği üzere bağırırlardı: ”Komünistler Moskova’ya!” Şimdi değişen ne acaba? Duymaz olduk bu haykırışları. Ülkede komünist mi kalmadı? Solcular mı tükendi? Yoksa... Yoksa, kendi gerçekliklerinin farkına mı vardılar? Komünistler, solcular hala bu ülkede. Hemde kafaları, vücutları, bütün benlikleriyle. Bedel ödemeye de devam ediyorlar bu ülke uğruna. Medyanın bütün suskunluğuna, 107 ölüme, bütün zorluklara, tecritteki yalnızlığa rağmen devam ediyorlar. Tecrite, işgale, emperyalizme karşı mücadelelerine devam ediyorlar. Evet; devrimciler, işgale karşı ve bunun için bedel ödüyor. İşgal karşıtı gösterilerde coplanıp, gözaltında işkence görüyorlar. Protesto için, İstanbul Üniversitesi’nin kapısına kendilerini zincirleyen öğrenciler, gözaltına alınıp tutuklanıyor. Her şeye rağmen, onlar bu ülkede ve dün olduğu gibi bugün de bu ülkenin onurunu, halkların kardeşliğini savunuyorlar. Ya onlar? Onlar da her şeye rağmen onursuzluğa ve vatan hainliğine devam ediyor. Satıyorlar vatanlarını, vatan evlatlarını. Kan parası, 8.5 milyar dolar kredi. Satıyorlar, kardeş halkların kanını. Karşılığı, Irakta, Türk işadamlarının yapacağı yatırımlar ve Amerikaya biraz daha yaranmak. Kaybedeceğimiz şeref, haysiyet, onur... Kim istiyor bu savaşı; işgale ortak olunmasını. Türkiye halkları mı? Irak mı? Türkiye’de halkımız istemiyor. Irak’ta da kimse istemiyor. Geçici Konsey bile, “Irak’ta, Türk askeri istemiyoruz!” diye açıklama yapıyor. Tek isteyen Amerika. Onlar da Geçici Konsey’in yaptığı bu açıklamanın ardından, “Bizim böyle bir açıklamamız yok.” diyor. Ve bununla da “Irak’ta bizim dediğimiz

N

olur.“ demeye getiriyorlar. Yani Geçici Konsey’in de bir kukla olduğunu gösteriyor herkese. Öyleyse ne oluyor? Nasıl oluyor? Bilindiği gibi, Irak’a girmeden, daha doğrusu saldırmadan önce; ABD ve yandaşları bazı yalanlara başvurdular. Bunlardan bazıları, “Irak’ta kitle imha silahları var!”, “Saddam bir diktatör, Irak’a demokrasi gelmeli!” idi. Şimdi, bunların koskoca birer yalan olduğunu şöyle veya böyle kendileri de itiraf ettiği halde ne diye duruyorlar hala? Halkın, orada işgal güçlerini istemediği, her gün yapılan eylemlerle ortada değil mi? Tam da bu noktada kel görünüyor. Amerika’nın tek istediği Petrol. Hem de yüzlerce binlerce Iraklı’nın kanı pahasına. Petrol için girdiği Irak’ta, kendi “demokrasi”sini kurmak için, hala kan akıtmaya devam ediyor. Hem de yasa, hak, hukuk gözetmeden. Kimin umurunda. Amerika bu; demokrasiyi çok sevdiği için, Irak’a demokrasi getirmeden çıkmaz! Bu arada kendi askerleri de ölür. Askerlerin ölümüne üzülmez, umursamaz ama ya sonrasında, kendi ülkesinde, ‘Ne oluyor?’ sesleri yükselmeye başlarsa? Hal böyle olunca da bir kukla arar. O kukla ki kendi askerleri yerine

9

ölmeli, Irak’ta kendisine yönelik tepkileri azaltmalı... Kim olabilir diye düşünme gereği yok; Türkiye iktidarları. Türkiye bir çok defa, Amerika’ya kendini ispatlamıştır. Kore’de, Bosna Hersek’te... Amerika ne zaman istese, o hazır ve nazırdır. Ne de olsa o, ipleri Amerika’nın elinde bir kukladır. Bu yüzden Amerika, çok sevgili “müttefiğin”den Irak’a asker göndermesini ister. Türkiye, bu konuda oldukça hassastır. Ne de olsa 1 Mart’ta tezkere sorunu yaşanmış ve Amerika’ya karşı mahçup olunmuştur. Hemen yeni bir tezkere gündeme gelir, ama hakkını vermek ge-


rekir. Bu arada sıkı bir pazarlık yapmayı da unutmaz. Tezkere geçerse, Amerika’dan 8.5 milyar dolar kredi sözü alır. Bu sefer, Amerika’yı utandırmayacaktır. Bunun için, elinden geleni yapar. Nihayet, tezkere geçer. Hem de halkın bütün tepkisine rağmen. Hem de “demokrasi ve barış” adına. Öyle ki kendi ülkesindeki insanlarla barışık olmayan bir iktidar, başka bir ülkeye barış adına gider. O da Amerika’nın, Irak’a girmeden önce yaptığı gibi bir çok yalan ve demagojiye başvurur. Mesela, “Kuzey Irak’ta, Kürt egemenliğini önlemek için orada olmamız şart.”tır. “Savaş için değil Barış için gidiyoruz!” derler ama kimseyi inandıramazlar. Hatta, tezkerenin geçmesinden bir hafta sonra, Türkiye’nin Bağdat Büyükelçiliği önünde bir feda eylemi olur. Herkes “şaşkındır”. Çünkü onlar, barış için gidiyor. Üstelik, o kadar güvenlik önlemi olmasına rağmen, böyle bir “terörist” saldırı olabilmiştir. Gerçekten ne oluyor? Hadi, Amerika dünya imparatorluğuna oynuyor. “Afganis-

tan’a girerim, Irak’a da girerim kimse de sesini çıkaramaz” havasında. Ya “bizimkiler”e ne oluyor? Sırf Amerika istedi diye, biraz da pastadan bir iki dilim kaparım diye mi bütün bu pervasızlık? Üstelik, zaman zaman, “İç işlerimize karıştırtmayız!” diye veryansın edenler, niye şimdi başkalarının işlerine karışıyorsunuz? Hem bu yaptığınız, komşu ülkenin katliamına ortak olmak, sömürülmesine ortak olmakken, nasıl, “koştura koştura gidelim!” diyebilirsiniz? Oraya gidince, Ramazan’da pide dağıtmak, şeker dağıtmak sizi ne kadar kurtarabilir? Kaldı ki siz nasıl bir müslümansınız? Dini bile, bir ülkenin –hem de müslüman bir ülkenin- işgaline, bir halkın katliamına karşı kullanabilirsiniz? Sonra, nasıl camiye gidip secdeye varabiliyorsunuz? Yoksa, siz başka bir şeye mi secde ediyorsunuz? Mesela Amerika’ya... Yoksa; müslüman, müslümanın kardeşi değil mi? Peki ya, orada ölecek olan askerler, şehit mi olacak? Şehit olursa, kimin şehidi ola-

10

cak? Türkiye’nin mi, Amerika’nın mı? Aldığınız 8,5 milyar dolarlık krediyi ne yapacaksınız? “Şehit” olan askerlerin ailelerine mi vereceksiniz bu parayı? Yoksa, her zaman olduğu gibi, üç-beş kişi ve kurum arasında pay mı edeceksiniz? İşte tüm bunlar, bir zamanlar “Komünistler Moskova’ya!” diye bağıran mantığın bir gerçekliği. Ve ne yazık ki bu gerçekler içinde hiçbir saflık yok. Her şey çok bilinçli... Yazının başında da belirtiğimiz gibi, aslında bütün çırpınışları, onların bugün, dünden çok daha fazla teşhir olmuşluğundandır. B u yüzden, sadece halkı kandırabilmek için daha fazla yalan, halkı susturabilmek için daha fazla şiddete başvururlar. Evet, her şeye rağmen, işin içinde bir kuklalık vardır. Ve kuklalar, kendi iradeleriyle hiçbir şey yapamazlar. İpler nereye çekilirse oraya gitmek zorundadırlar. İpler de Amerika’da olduğuna göre... Fakat Türkiye halkları, Irak’a girmenin ne anlama geldiğini biliyor. Kendi çıkarının, dünya halklarının çıkarının Amerika’ya karşı durmaktan geçtiğinin farkında. Öyleyse, son söz olarak; işgale ortak olma ya da “Kuklalar Amerika’ya!”✔


güncel güzin

karaduman

küçük burjuva ayd›n adaleti eçtiğimiz günlerde gazetelerin manşetinde yer aldı. Konu şuydu: Küçükarmutlu’da yapılan operasyon sonrası tutuklanan ve yaptığı ölüm orucunu bırakan Eylem Göktaş’ın davasına bakan avukatların davadan çekilmesi. Buraya kadar bir problem yok gibi gözüküyor. Bir avukat, bir davadan çekiliyor. Kendine aydınım diyen bir grup için ise mesele bu kadar basit değildi. İHD Yöneticisi Kiraz Biçici bu yaraya ilk parmak basanlardan. Biçici’nin açıklamalarının ardından Hürriyet Gazetesi’nin 22 Eylül tarihli sayısında, ‘Örgüt Adaleti’ başlığıyla verilen haberde, Eylem Göktaş’ın avukatlarının örgüt avukatları olduğu ve davadan örgüt adıyla çekildiği belirtiliyordu. Kiraz Biçici böyle bir oyuna alet olurken, İstanbul Barosu Başkanı Kazım Kolcuoğlu da yine kendi meslektaşlarını zan altında bırakmakla kalmayıp soruşturma başlattı. Kendisine aydınım diyen bu zatlar, tekel medyasının pis oyunun bir figüranı oldular. Bu konuda, Işıl Özgentürk de Cumhuriyet Gazetesi’ndeki köşesinde yorum yapmaktan geri kalmadı. Öyle ki, Al Gözüm Seyreyle Işıl Özgentürk yaz başında Kekova da küçük bir teknede “örgüt adaletini” düşünüyordu. Büyük teknedekiler içki içip histerik kahkahalarla soyunmaya başlıyor, erkekler de daha aç daha aç diye bağrıyorlardı. Al gözüm seyreyle misali, küçük teknenin karanlığında gizlenmiş seyrediyordu onları Işıl Özgentürk. “Dağlarda, karanlık mapushanelerde ölen yüzlerce genç, bu halkı bu manzarayı iyi ki görmediler” diyor. Ne kadar da yanılıyor. O yüzlerce genç, senin hayatın boyunca, bir köşede izlediğin, o bir avuç insanlıktan çıkarılan güruh olmamak için onurlu yaşamı seçtiler. O yüzlerce genç, senin gibi bir köşede sinip, Al Gözüm Seyreyle demediği için öldürüldüler, katledildiler. O soyunup dökünüp bedenlerini pazarlayan kadınlar gibi olmayı reddediği için yüzlerce kadın, dağda, ölüm oruçlarında, hapishanelerde katledildi. Ölümü se-

G

vip sevmemekten söz ediyor Işıl Özgentürk yazısında. Onlar ölümü sevmediler. Önlerine konulan iki seçenek vardı. Ya onursuz yaşam, ya ölüm. İnsandılar, ikincisini seçtiler. O büyük teknedekilerin içtikleri kandır. Dökülen kanlar, onların sefahati içindir. Sen ve senin gibi aydınlar bunu bilirsiniz. Ama biz yine de hatırlatalım istedik. O küçük teknede, onların yanıbaşında değil de Cebeci Mezarlığı’nda, Gazi Mezarlığı’nda olsaydın örneğin, acıdan saçlarını yolan anne babaları görürdün. Toprağa çocukları diye sarılan, kanlı gözyaşları akıtanları görürdün. “O acılar bitsin diye ölüyor yüzlerce genç” derdin belki. Yoksullukla büyüttükleri çocuklarının, kömürleşmiş paramparça bedenlerine sarılanların acılarını görseydin “Direnin çocuklar. Sakın vazgeçmeyin” derdin belki. Açlıktan ölen bebeklerin, gelecekleri çalınan milyonlarca gencin olduğu ülkemize baksaydın, bakıp da görebilseydin onların çaresizliğini anlardın, ölüme nasıl koşarak gidildiğini. Kim yaşıyor şimdi? Ülkemiz tam bağımsız, herkes eşit olsun diye öldürülen yüzlerce genç mi, yoksa büyük teknede ki reziller mi? Yoksa küçük teknelere sinip onları gören, seyreden sizler mi? Halkımız, milyonlarca dünya halkı katlediliyor. Dönüp bakmayacak mısınız artık? F tiplerinde tecritte insanlar yalnız bırakılarak gün gün öldürülüyor, görmeyecek

11

misiniz? Ölüm orucu 4. yılında. Ölen yüzlerce gence, yüzlercesi daha katılıyor. Her biri birer çığlık oluyor kulakları parçalayan, duymayacak mısınız? Bunca yaşanan acının ortasında; halkını, onurunu, arkadaşlarını bir tas çorbaya satan bir haini görmeyi tercih ettiniz. Dört duvar arasında, tecritte tutulan yüzlerce insana avukatlık yapan bir insanı, hedef göstermeyi tercih ettiniz. Alın size küçük burjuva aydın adaleti. Hürriyet Gazetesi, İHD’yi ve sizi seyretti ve gördü. Manşete taşıdı insan duyarlılığınızı örgüt adaleti diye. Onu, diğerleri izledi. Bir avukat hedef gösterilmiş, devrimcilerin avukatı. Tutuklansa Hürriyet Gazetesi’nin çıkarı olur mutlaka. Ya İHD’nin ya sizlerin ne çıkarı var bundan? Kan deryasından çıkardığınız o haininin yaşama şansı yok. Ya da sizin gibi yaşama şansı var diyelim ne kazandınız. Halk kimi sahipleneceğini, ve kimin adaletine güveneceğini bilir. Bakın kavga sürüyor. Halkın bağrından çıkan yüzlercesi sahipleniyor yaşamı. Sizler neyi sahipleniyorsunuz?✔


fliir ahmet

eren

binlerce sen giderdin, günbatımı bekleyişler koşardı ardından sözcükleri kırılgan bir çocuk susuşuyla dönerdim yürüyüşlerden gece kavuşmaları anlatırdı yoksul kondularda binlerce seni kucaklarken direnenler bir ana oğluna duyduğu sevgiden ağlar derdin çoğun saçlarıma sıkışan anılarımı bırakıyorum sana, direnen ellerimi tren istasyonlarına sallanan ak mendiller gibi bırakıyorum çocukluğumu nehir kenarı karanlığında soyunduğum gözlerimi dünyaya bitmek tükenmek bilmeyen bir inançla anıyorum yaşananları bitmek tükenmek bilmeyen bir inançla kendini vursun bu kentin acıları şimdi bitmek tükenmek bilmez bir inançla sarılıyoruz yaşama bitmek tükenmek bilmez bir inançla

12


röportaj tav›r

“fliirsel adalet”...

bienali halka sorduk!

stanbul Kültür Sanat Vakfı’nın düzenlemiş olduğu 8. İstanbul Bienal’i sürüyor. Kültür sanat dergilerinde ve gazetelerin kültür sanat sayfalarında geniş yer bulan bienale, biz de başka bir pencereden bakmak istedik. Elimize mikrofonu ve fotoğraf makinamızı alarak, Bienal’in İstiklal Caddesi üzerinde sergilenen eserlerini izleyenlere sorduk. Aldığımız cevapların çarpıcılığını aşağıda göreceksiniz. Burjuvazi; sanatı kitlelerden koparıyor. Bunu zihniyette yapıyor. Her ne kadar, aleni sergilense de halkın hayat içinde sanata yabancılaşması, sanatçının seçkinci tavrı bu sonuçları doğuruyor. İşte sonuçlar:

İ

*** ( Selim Keleşoğlu - Sanat yönetmeni Bienal Görevlisi) Bu yapıyı anlatabilir misiniz bize? Nedir bu? Bienal kapsamında bir iş. Brezilyalı bir sanatçının eseri. Sanatçının yaşadığı dönemde; ülke, askeri rejimle idare ediliyormuş. Sistem karşıtı bir takım işler yapmaya başlamış sanatçı ve yaptığı işleri galerilerde ya da herhangi bir müzede sergilemek yerine, böyle aktif alanları tercih etmiş. Bu işte de kamuya ait olan bir alan üzerinde, özel bir mülkiyet sergiliyor. İşte, bizim bildiğimiz ev mantalitesinin ötesinde, bir bütün olan evi parçalara bölüyor. İki oda içerisinden tramvay geçiyor, onlarca insan geçiyor. Gelip geçen insanların uğradığı bir

ev. Kavramsal bir dil kullanılmış.

Herhangi bir estetiği yok.

İnsanların tepkileri, ilgileri, size sorulan şey ne? İlgilerini çeken bir şey var mı? Soru tipi bir kere çok kısır. Yani, böyle anlatılası bir dil değil. Yani, soru tipi çok farklı. Bir çok insanın da anlatmamıza rağmen, anlayarak gittiklerini sanmıyorum. İnsanlar, genelde yapının malzemesine takılıyor. Kavramı anlamaya çalışmıyor ama yine de anlayanlar oluyor.

*** (Mendil satan bir çocuk) Şu anda elini nerede yıkadığını biliyor musun? Evet Taksimde, Galatasaray’da.

*** (Ertuğrul - Mimar - 28 Yaşında) İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın düzenlemiş olduğu, 8. Uluslararası Kültür Sanat Bienali hakkında ne düşünüyorsunuz? Bu yapıyı gördüğünüzde ne düşündünüz? Yapıyı, ilk olarak İstiklal Caddesi’nden geçerken gördüm. İçine girip, gezmek istedim. İçindeki dekora baktım. Dekor dikkatimi çekti. İçinde resimler var, ayna var. Teknoloji kullanılmış bence. Sonuçta Ytong tuğla kullanılmış. Ne bileyim ben, mimar olduğumdan bunları düşünebiliyorum. Sanat açısından baktığınızda neyi çağrıştırıyor? Sanat açısından baktığımızda, kübik bir yapı. Başka ne diyebilirim? Başka bir şey bilmiyorum. Bence sanat açısından değeri yok. Yatak, koltuk, bildiğimiz şeyler.

13

Bu yapı hakkında bilgin var mı? Yok. Mesleğin nedir? Çalışıyorum. Nerede çalışıyorsun? Mendil satıyorum. Kültür Sanat Vakfı’nın düzenlemiş olduğu bienal hakkında bilgin var mı? Yok. *** ( Hayri -Pazarlamacı - 34 Yaşında) Bu yapı hakkında ne düşünüyorsunuz? Zaten halkımız zor durumda. İşsizlik falan... Belediyenin, böyle bir şey yapması gayet normal. Halk, gelip burada elini yüzünü yıkıyor. Belki biri yere düşer, yaralanan olur. Gelir elini yüzünü yıkar. Bu görmüş olduğunuz yapının içinde koltuklar var, aynalar var. Sizce, belediye bunları ne için yapmış olabilir?


*** (İsmail- Alüminyum Doğramacı- 42 Yaşında) Bu yapı size neyi çağrıştırıyor? Valla hiç bir şey bilmiyorum. Ne için yapılmış olabilir sizce? Kimsesiz çocuklar için yapmışlar. Sokak çocukları için değil mi? *** (Osman- Simitçi- 43 yaşında) İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın düzenlemiş olduğu bienal için ne düşünüyorsunuz? Bir şey görmedim henüz. Hakkında bilgim yok ama sadece televizyonda seyretmiştim. İlginç eserlerin olduğunu düşünüyorum.

Onu valla pek bilmiyorum. Yani, bunları belediye yaptı diyorsunuz öyle mi? Halka hizmet için. Belediye değil halk yaptırdı. Halk mı yaptırdı? Tabi. Peki İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın hazırlamış olduğu bienal var. Bu yapı da bienal kapsamında sergilenen eserlerden biri. Bilginiz var mı? Hayır, bilgimiz yok. *** (Mehmet - Memur - 38 yaşında) İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın düzenlemiş olduğu, 8. Uluslararası İstanbul Bienali’ni takip ediyor musunuz? Bilmiyorum.

girdim. *** (Gürkan- Öğrenci- 20 Yaşında) Bienali takip ediyor musunuz? Yoo hayır. Peki, ne olduğunu biliyor musunuz? Bienali duydum fakat, ne olduğunu bilmiyorum. Peki bu yapı size neyi çağrıştırıyor? Yok; ilk kez, bunu gördüm. Anlamadım yani. Ne olduğu hakkında pek bir fikrim yok. Size yardımcı olamayacağım. Aklınızdan hiç bir şey geçmiyor mu? Bunlar ne için yapılmış olabilir sizce? Bunlar sanat vakfının kapsamında... Anladım. Tahmin ediyorum da yani, ne olduğu hakkında pek bir fikrim yok.

Bu eserler hakkında ne düşünüyorsunuz? Bunlara daha yeni bakıyorum. Oda görünümünde yapılar var. İçine girip bakamadık. Bakacağız birazdan. *** (Abdullah- Esnaf - 38 Yaşında) Bu yapı hakkında ne düşünüyorsunuz? Bir taş yığını olarak, ben de yaparım bunu. Ben de kalıbını döker, ben de yaparım, bir şey değil ki? Peki sizce bunlar ne için yapılmış olabilir. Bakın tuvalet var, mutfak var... Beyoğlu’nun güzelliğini bozmak için, başka bir şey değil. Dünyanın hangi tarafında görülmüştür? İstiklal Caddesi’nin göbeğinde, böyle kulübeler... Gecekondular, daha nasıl rahat yapılır diye tarif ediyorlar işte. Peki bunların sanat eseri olduğunu

Peki bu yapı size ne çağrıştırıyor? Seyyar banyo herhalde. İleride görmüş olduğunuz yapının içerisinde koltuklar, aynalar var... Yani nasıl kullanılacak ki? Ne amaçla yapılmış olabilir sizce bunlar? Bence, parayla kullanılsa, seyyar tuvaletler gibi... Güzel olur yani. *** (Hasan - Öğrenci - 19 yaşında) Bienal hakkında ne düşünüyorsunuz? Hiçbir şey düşünmedim. İlk defa gördüm. Bir şey öğrenip, ondan sonra konuşmak lazım. Bilmiyorum yani. Peki, yapının içinde gezdiğiniz zaman ne düşündünüz? Neleri çağrıştırdı size ? Bilmem; böyle bir şey düşünmek için girmedim içeri. Sadece, bir bakmak için

14


söylesek ne dersiniz? Bunun sanatı olmaz! Bak; eski sanatlar nasıl? Binalar da belli. Hani bunun nerede sanatı? Dört tuğlayı üst üste koymak bir sanat mıdır? *** (Mustafa - Seyyar Satıcı - 44 Yaşında) Kolay gelsin. İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın düzenlediği İstanbul Bienali’ni takip edebiliyor musunuz? Etmiyorum valla; ne yalan söyleyeyim... Bu yapılar, bienalin bir parçası. Bienal kapsamında gösterime sunuluyor. Ne düşünüyorsunuz bu yapılar hakkında? Valla bu yapılar satışı engelliyor. Çünkü, bize mani oluyor; onu söylemek lazım. Sizce ne için yapılmış olabilir bu yapılar? Valla; ben, Çaycı Hüseyin’in evine benzetiyorum. Peki, bunların bir sanat eseri olduğunu söylesek? Mimariye dönük... Öyle olduğunu zannediyorum. Bence bir sanat eseri değil. *** (Cihan - Öğrenci - 19 Yaşında) Merhaba! Sanırım çok yorgunsunuz. Koltukta oturduğunuza göre?... Yorgunluk değil. Sadece bakıyorum. Yorgun olsam, yatardım! İçinde bulunduğunuz yapı hakkında ne düşünüyorsnuz? Sanırım şu; yani, hayat gayet basite indirgenebilir. Bunu anlatmaya çalışmışlar. Başka da bir şey yok. Yani, hayat basit yaşanır, ama beğendim. Diğer eserleri de gezeceğim. Bence bu bir sanat. *** (Fahri - Emekli Memur - 55 Yaşında) Sizce, bu yapı niçin yapılmış olabilir? Herhalde ilkyardımla ilgili bir şey. Peki diğerleri? Mutfak, lavabo ? Onu görmedim. Sizce onlar niçin yapılmış olabilir? Olabilir yani. Şimdi, insana bir kriz gelse, su ihtiyacını karşılar; elinizi, yüzünüzü yıkarsınız, ne bileyim ?... Bir sanat eseri gözüyle bakarsanız? O zaman iş değişir tabi. Çeşitli malzemeler kullanılmış ve gayet güzel. Rahat, çabuk, pratik bir yapı. ***

(Levent-Makina Yük. Müh. - 45 Yaşında)

Bienali takip ediyor musunuz? Etmeye çalışıyoruz. Neler söyleyebilirsiniz bienalle ilgili? İstanbul gibi bir kentte, sanatın böyle yaygınlaşması çok hoş. Şu an içinde bulunduğunuz yapı hakkında ne düşünüyorsunuz? İlginç! *** (Ramazan - Tekstil işçisi - 30 Yaşında) İstanbul Bienal’i hakkında neler düşünüyorsunuz? Takip ediyor musunuz? Medyadan takip ediyorum. Bu yapı harika olmuşta depremle ilgili herhalde. Kocaeli depremi oldu ya... Onunla ilgili herhalde. Onlara, herhangi bir yardımı oluyor mu bu kurum, ya da kuruluşun? Bunların bir sanat eseri olduğunu söylesek? Ha! depremle ilgisi yok. Çok harika bir şey! *** (Nusret - Elektronikçi - 47 Yaşında) Bu yapı hakkında ne düşünüyorsunuz? Çok kötü bir yapı bu ne böyle ya ! Görev yazıldıkça takip ediyoruz. Polis olarak bir şey takip edemiyoruz ki; zaman yok.

Öyle mi? Evet. Ne olabilir sizce bunlar? Nasıl ne olabilir? İstanbul Bienali’ni takip ediyor musunuz? Sadece görüyoruz, kapsamını bilmiyoruz. Peki, bu yapılanların bir sanat eseri olduğunu söylesek, ne dersiniz? İnanamayacağım! Çünkü, böyle bir sanat eseri olabilir mi? Yani, çok absürd bir şey bence. Gecekondularda bile böyle bir şey yoktur bence. *** (İki Polis Memuru) Bienal hakkında bir kaç soru sorabilir miyiz? Bu yapılar niçin yapılmış olabilir sizce? Hiç bir fikrim yok. Evin bir kaç bölümü var, odalar var... Sağlam olması için mi? Depreme karşı? Estetik açıdan güzel yani. Ne açıdan güzel, estetik derken? Almanya’da mı ne bir program vardı. Cam bir fanusun içinde yaşayan bir çift vardı. Onunla mı ilgili acaba? İstanbul Bienali’ni takip ediyor musunuz?

15

Bunların bir sanat eseri olduğunu söylesek? Ben simitçiden duydum sanat eseri olduğunu. Hiç bir sanat yok bana göre. Sanat eserinden ne beklersiniz? Eski yapılar gibi olmalı sanat eseri. *** ( Murat - Emekli- 45 yaşında) Bu yapılar ne olabilir sizce? Valla eskimo evlerine benzettim. Ne amaçla kurulmuş olabilir sizce? İnşaatlarda şantiye evi olarak... Bunlar birer sanat eseri. Süpriz oldu. Hiç öyle düşünmemiştim. Peki o gözle bakarsanız ne dersiniz? Şimdi, o gözle bakarsam, tabi olay değişir. Çünkü, ben öbür türlü düşündüm ama bize onu çağrıştırmadınız. Yani, bize öyle yansıtmadınız. Niye yansıtmadınız? Biz Tavır Dergisi’nden geliyoruz. Bienalle bir ilgimiz yok. Mesela, İTÜ’de camdan bir tuvalet var. Bu konuda ne düşünüyorsunuz? Aaaa yok yok! Uygulamaya konulması tamamen mantık dışı. Hiç düşünemiyorum yani. İnsanın en özel yeri. Sizce hoş bir şey mi yani? Düşüncesi bile çok itici. ✔


an› gülsüm

ki yıl... Tam iki yıl sonra, Köyiçi durağında iniyorum otobüsten. Armutlu... Tepeden tırnağa muzaffer kent. Başı dimdik. Bombalanmış, çiğnenmiş bedeniyle ayakta duran; iki elini yumruk yapıp direnen mahalle. “Bizim Armutlu” burası. Her zaman bizim kalan... Adımımı bastığım her yerde bir hatıra gizli, “bizim olan” Armutlu’da. Gökdelenlere mağrur bakan, yoksul ocağı, dar günün dostu Armutlu... Otobüs son durağına yanaştığında; ben, kıyıları döven deli bir dalga gibi salıyorum kendimi sokaklara. İndiğim yer, Armutlu son durak. Tam da buradan uğurladık onları. “Son Du-

İ

rak”tan. Ambulansa bindirip, var gücümüzle alkışladığımız yer burası. Onlar’ı, Ali Rıza’ları yani, Gülsümanlar’ı, Ümüşler’i, Zehralar’ı işte tam buradan uğurladık. O büyük, o güzel günde kavuşmalara kestik randevuları. Tam da burada, tam da ‘Son Durak”ta. Sanki; bir filmi, sonundan başına doğru izliyor gibiyim. Cemevine götürüyor ayaklarım beni. Cemevine varan taşlı yoldan geçiyorum. “Son görev”di onlar için burada düzenlenen tören. İncecik kalmış bedenlerini; al bayraklarla bezeyip, bir soluk dinlendirdiğimiz yer burası. “Armutlu Cemevi”... Sokak sokak dolaşıyorum Armutlu’da. Tanıdık, bildik yüzler gülümsüyor bana. Ateşler yaktık sokaklarında. Sevdaları kuşanıp, yollara düşenlerle yalın yürek dolandık. Yumruklarımızı aynı anda sıktık. Gün oldu, gözümüzden süzülen yaşları sakladık hasmımızdan. Gün oldu sesimiz kısılana dek haykırdık umudun adını, bu sokaklarda. Direniş evine

16

öztürk

varıyorum. 2001 yılının 5 Kasım’ı gelip yerleşiyor gözümün önüne. Alev alev, duman duman direniş evi. Direniş evini yakıyorlar. İçeriden slogan sesleri geliyor belli belirsiz. “Yaşasın Direnişimiz!” Ateşler sarıyor, Armutlu sokaklarını. Barikatlar kurulmuş. Barikatlar yanıyor. İki elini zafer yapıp, dimdik duruyor Armutlu. Sultan’ı görüyorum. Kara saçları savruluyor. Barikattan barikata koşturuyor. “Ayakkabılarının bağcıklarını iyi sık Sultan!” diyorum. Plastik mermi kullanıyorlar şimdilik. “Dikkat et Barııış!” diye bağırıyorum. Bülent vuruluyor, gözlerimin önünde. Uzanmak istiyorum, uzanamıyorum... Taş topluyoruz yerlerden. Öbek öbek birikiyor taşlar. Panzer yanıyor. Panzer tepe üstü gömülüyor barikatın içine! Zılgıtlar çekiyoruz. Ölüme tilili... Genzimi yakıyor barut kokusu. Sultan’ı görüyorum belli belirsiz. Yerlerde sürüklüyorlar şimdi. “Sultaaaaan!” diye bağırıyorum. Sesim kısılıyor. Kulaklarımda çınlıyor o türkü. Semah dönenler var durmadan. “Benim kabem insandır/ hele nenni nenni dost nenni Kuranda kurtaranda/ dünyayı insanlardır” Ali Rıza, son nefesini veriyor. Gülümsüyor Ali Rıza. Biz varız başucunda, Ruhi Su var o tok sesiyle, bir de Ahmed Arif. “Gör nasıl yaratılırım/ Namuslu genç ellerinle/ Kızlarım oğullarım var gelecekte/ Her bi-


ri vazgeçilmez cihan parçası/ Kaç bin yıllık hasretimin goncası/ Gözlerinden/ gözlerinden öperim/ Bir umudum sende/ Anlıyor musun? Bir alnından bir de gözlerinden öpüyorum Ali Rıza’yı. Direniş evinden içeri giriyorum. Kıpkızıl gelinliği ile karşılıyor gelenleri Zeynep. Omuzlar üstünde, barikata uzatıyoruz Zeynep’i, al bayraklara bezeyip. Güle güle Zeynep, yine gel. Umudunu al da gel. Allara bürün de gel. “Hey dev Genç’li Hey Dev Genç’li Savaş vakti yaklaştı Al silahı, vur beline Emperyalizme karşı” Gülay, Ümüş ve Abdülbari göçüp gideli günler olmuş. Yıllar olmuş Zehra ile el ele sohbet ettiğimizden beri. Sevgi Abla’yı uğurladığımız eve varıyorum. O kocaman, dipdiri, o gülen, o sorgulayan gözleriyle karşılıyor beni. İncecik bir gül dalı Sevgi Abla. Sevgi Abla, kocaman bir tarih. Bir ömür, Sevgi Abla. Tepeden tırnağa devrim. Zehra’yı getiriyoruz omuzlar üzerinde. Sevgi Abla ile vedalaşacak Zehra. Karanfilleri bir bir atıyor Zehra’ya. Bir tarih yatıyor boylu boyunca katafalkta. Gözleri son ana kadar ışığını yitirmiyor. Uğurluyoruz Sevgi Abla’yı. Gözleri, bizimle kalıyor. “Canan, Zehra Ölümsüzdür!” diyor, Ahmet Kulaksız. “Kahraman Kızlarım” diyor. Omuz verdiği katafalkı sokak sokak dolaştırırken mahallede. “Kahraman Kızlarını“ anlatıyor, kendisine uzatılan mikrofonlara. Gözyaşını içine akıtıyor. “Kazanacağız” diyor. Telsiz sesleri karışıyor, slogan seslerine. Armutlu konuşuyor hala. Armutlu hiç susmadı ki... Osman Abi son nefesini vermek üzere. Refakatçisi; çok sevdiği papatya kokulu

çaydan damlatıyor ağzına. Konuşsam anlar mı? diyorum. “Anlar” diyor. “Osman Abi, bak ben geldim. Sana büyük ailemizin selamlarını getirdim. Seni çok seviyor, seninle gurur duyuyoruz. İbili, Veli Dayı, Aşur, Fidan seni almaya gelecekler. Karadeniz’in şahanları ellerinden tutuyor. Hasretini çektiğimiz nazlı zaferimizin gamzelerinden öpeceksin. Haydi yolun açık olsun.” diyorum. Sözlerimi bitirir bitirmez bir gülümseme yayılıyor yüzüne. Elimi sıkıyor son gücüyle, “Anladım.” der gibi. Avazım çıktığı kadar bağırıyorum: “Kahramanlar Ölmez! Halk Yenilmez! “Şenay Hanoğlu ölümsüzdür!” Erdem’in gözleri görüyor olup biteni bir bir. Pınar’ın dilinden dökülüyor annesinin en sevdiği türküler. Başucundalar ikiside. 19 yaşının tüm güzellğiyle gülümsüyor Canan. “Zafer” diyor. Emekçi elleriyle, örüyor dünyayı

17

yeniden Gülsüman. Direniş evi yanıyor hala. “Ne için direndin Hülya?” diyorum. “Başağın hakkı için.” diyor. “Doyuran toprağın hakkı için.” Yanık bir Anadolu türküsü Hülya. Pir Sultan bakışlı. Direniş evi yanıyor. Arzu’nun gözleri kapanıyor usulca. Yolculuk Dersim’e. Dersim’de şahan uçurmaya. Ambulans sirenleri çalıyor. Dumanlar içinde kalmış mahalle... Kapıyı çalıyorum. Kapı açılıyor. Sarılıp kucaklaşıyoruz. “Yok” diyor. “Ben anlatamam, bana o günleri yaşatma tekrar” Yüreği dolu besbelli. Dayanamıyor sonra, başlıyor konuşmaya. “Sabaha karşı operasyon başlamıştı. Biz; bir gün önce, gazetelerde çıkan haberlerden, bir şeyler olacağını sezmiştik. Haber alıp Şenay’ın evinin önüne gittiğimde, polis yığınağını gördüm. Bir süre sonra Bülent’in ve Sultan’ın öldürüldüğünü duyduk” Derin bir nefes alıyor ve “Armutlu halkı” diyor, “ çok büyük bir yükü omuzladı. Hala da bu değerleri taşımaya devam ediyor. Armutlu, bu onura layık.” Sultan’dan bahsediyor, Bülent’ten, Arzu’dan. Armutlu; uğruna düşenleri, unutmamış. Neredeyse akşam olacak. Yol boyunca bana eşlik ediyorlar. Vedalaşıyorum onlarla ama, düşünceler, anılar bırakmıyor beni. Sultan ve Arzu arkamdan sesleniyor sanki. Uzun uzun bakıyorum sokaklara. Bir gün çıkıp gelecekler diyorum. Hesabını sormak için açlığın, zulmün, bunca acının. Zaten hep buradalar, hiç gitmediler diyorum sonra. Hepsinin anısı belleklerde taze hala. “Hoşçakal Armutlu!” diyorum giderken. Ama “şimdilik” hoşçakal. Seni hiç yalnız bırakmadık, unutmadık. Toprağına, özgür günlerin adını yazdık. Ayak bastığımız bir karış toprak, yüz çevirmez bize; vefalıdır. Bilir kadrini kıymetini dökülen kanın. Toprak, uğruna ölen varsa vatandır...✔


tarih ömer

çelik

1938’lerden yadigar dersim - Nerelisin? - Manisa ama aslen Dersimli'yim. - Ne zaman çıktınız Dersim'den? - 1938 Dersim sürgününde dedemler buraya gelmişler. Buna benzer sohbetlerle, değil Anadolu’da, dünyanın birçok yerinde karşılaşabiliriz. Bunun sebebi, Dersim’in kendi tarihi boyunca baskı altında tutulması, direnişlere tanıklık etmesi, isyancı ruhunun olmasıdır. Bu yoğun baskılar ve etkilerini anlatan tarihlerin içerisinde, Dersim tarihinde ve Dersimliler'in hayatında, 1937 Dersim ayaklanması ve ardından başlayan sürgün politikası, önemli bir ayrım noktasıdır. Genelde isyanın tarihi de '38 olarak anılır. Fakat bu tarih sürgünler ve baskı politakalarının yoğun bir şekilde uygulanma tarihidir. Ayaklanma '37 senesi içerisinde başlayıp 6-7 ay sürerek sona ermiştir. ‘80’lerden sonra, tüm Türkiye'yi kapsayan değiştirme, dönüştürme, "ıslah" politikası, Dersim'de, 1935'lerde yoğun olarak başlamıştır. Bugüne kadar da bunun etkileri açığa çıkmıştır. Ancak, tüm bunlara rağmen iktidar, uyguladığı politika sonucunda, oradaki direniş ruhunu, muhalif bilinci yokedemediğini görmüştür. Baskı ve yok sayma politikasına karşılık, 1920'de, Alişer önderliğinde, Koçgiri Ayaklanması, 1925'te birçok Kürt ilini de kapsayan Şeyh Sait İsyanı’nı yaşanmıştır. 1935 yılında, bütün Dersim'i tek merkezden denetim altında tutup, özel bir şekilde "ilgilenmek" için, Egemenler 'Tunceli Kanunu' çıkarmıştır. 1940 yılına kadar sürecek olan bu kanunla birlikte, bölgede, vali ve komutanlara tam ve sınırsız yetkiler verilmiştir. Bu kanun, 1936 yılın-

da, yürürlüğe girer. Ardından, şehrin her tarafında yoğun inşaat faaliyetlerinin ardı arkası kesilmez. Yollar yapılır, köprüler yapılır, binalar yapılır. Yapılan propagandada her ne kadar halk için, Dersimliler'in ulaşımı ve rahatı için olduğu söylense de; yapılma amacı, sürekli başgösteren isyanlara veya herhangi bir olaya anında müdahele edebilmek, daha önce ulaşılamayan yerlere ulaşabilmek, takviye için yeni yollar açmaktır. Yapılan binalar da askeri hizmetler ve asker barındırma işlerine yarayacaktır. Daha sonra da kitle iletişim araçlarını, halkın düşüncelerini değiştirmek, yönlendirmek için, teslim almak için , halkı Dersim'e sokacaklardır. Bu tip teknik imkanların olması, ulaşım imkanlarının olması tabii ki gereklidir, insanların hakkıdır ama bu yöntemleri teslim alma aracı olarak kullanmışlardır. O dönem, Sıdıka Avar isimli bir kadın, müdire olarak Elazığ'a atanır. Bu bilinçli bir atamadır. Amaç, öğrencilere, ailelere Türk'lüğü aşılamak; onların muhalif, isyankar yanlarını törpü-

18

lemektir. Sıdıka Avar da görev süresi boyunca, bunu en üst derecede hırsla yapmaya çalışmış ve başarılı da olmuştur. Sıdıka Avar, o bölgenin 'Ana'sı olmayı kafasına takmıştır. Öğrencilere, ılımlı yaklaşmış; bir takım baskılara o da karşı çıkıyormuş gibi görünmüş; öğrencilerine ve ailelerine ilgili, sıcak davranarak kendini sevdirmeye çalışmıştır. Böylece, insanların kafasına bir takım şeyleri aşılamak için zemin bulacaktır. Aynı zamanda hedefi, anaları değiştirip dönüştürmektir. Böylece, aileleri, nesilleri etkileyebileceğini hesaplamıştı. Bu mantık, perspektif birçok alanda ve dö-


nemde de kullanılmaya devam etmiştir. Her şeye rağmen, bugüne kadar bir şekilde o direniş, isyancı ruh ayakta kalabilmiştir. Tabii ki "başarılı" oldukları birçok şey vardır. Fakat "ıslah" politikaları bu anlamda tutmamıştır. Bugüne kadar, Dersimliler, kendilerine özgü özellikleriyle, gururlarıyla, hemşehricilik duygusunun ağır basmasıyla, yiğitlikleriyle, konuşma üsluplarıyla hep ilgi çekmiştir, konuşulmuştur. Yüksek ovalarındaki kıl çadırları, şehrin ortasından geçen efsaneleriyle anlatılan Munzur suyu; karı, yaz kış eksik olmayan, etrafını çeviren dağları; bir yol gibi giden, düşmandan saklayan, dosta kucak açan dağları, Dersim'i simgelemiştir. Sadece 1937 değil, birçok isyan yaşamıştır Dersim toprakları. Koçgiri İsyanı, Şeyh Sait İsyanı, Koçuşağı Direnişi gibi... En son, 1937'deki Seyid Rıza ve arkadaşlarının önderliğindeki direnişte Seyid Rıza tutuklanıp idam edilmeden önce, son sözlerinde şunları söylemiştir: "75 yaşındayım, şehit oluyorum. Kürdistan şehitlerine karışıyorum. Dersim mağlup oluyor fakat,Kürtlük ve Kürdistan yaşayacaktır. Kürt genci, intikam alacaktır. Kahrolsun zalimler! Kahrolsun kahpe ve yalancılar!" Sert adımlarla sehpaya yürüyen Seyid Rıza ipi boynuna kendi geçirmiş cellada fırsat vermeden ölümü tekmelemiştir. Seyid Rıza; Dersim'de, Hasanan aşiretindendir. Babası olan Seyid İbrahim'in ölümünden sonra, Tujik Dağı eteklerindeki Ağdat köyüne yerleşir. Kişilik olarakta, her zaman insanlara, sorunu olanlara yardım etmeyi seven; birlikteliği, örgütlülüğü savunan bir kişiliğe sahiptir. Katıldığı toplantılarda, arkadaş sohbetlerinde hep, "Kürtler'in birliğini; özgür bir vatan uğrunda, gerekirse ölünebileceğini" vurgulamıştır. Ermenilerin gördüğü zulüme karşılık, onlara elinden gelen her yardımı yapmış, onları kardeş gibi görmüştür. 1937'de; Newroz gecesi, TunceliErzincan yolu üzerindeki bulunan Pah köprüsü, Demenan ve Haydaranlı aşiretler tarafından yakılarak, direniş başlatılmıştır. “Gönül, gel gezelim Dersim dağını, Ne hoş memlekettir eli Dersim'in, Seyran eyleyelim Sultan bağını.

Ne hoş çiçekler var gülü Dersim'in, Nice padişahlar geldi cihana Bunu almak için düştü gümana, Her birinin bir çeşit atı bir yana, Kesilmedi kolu, kılı Dersim'in” Kendi memleketinde aç kalmamak için, hor görülmemek için, adaletsizliklerin olmaması için başkaldırdı Dersim halkı. Zulme karşı, geçmişten gelen isyan bayrağını yere düşürmediler. Onurları için, namusları için atıldılar kavgaya, yöneldiler aydınlıklara. Yusufan, Demenan, Heydaran, Şıx Hesenan, Kalan, Karabalan, Kewan, Lolan, Keçelan, Kozan, Koçgiri ve Bahtiyaran ve Kureyşanlılar'ın bir kısmı toplanır ve birlikte mücadele kararı alırlar. Köprüler yakılır, karakollar basılır, pusular kurulur. Direniş yayılır. 6-7 ay boyunca, çok kısıtlı sayıda silahlarıyla direnir Dersimliler, özgürlükleri için. İktidar, toplarıyla, uçaklarıyla, bombalarıyla saldırır. Her tarafı bombalar. Binlerce kişiyi katleder. O dönem, ilk kadın pilot olan, M.Kemal'in manevi kızı Sabiha Gökçen, ilk marifetlerini Dersimliler üzerinde sergiler, deneyim kazanır. Katliam sonrası da hiçbir şey olmamış gibi övünerek anlatır. 'Ufak çapta bir başkaldırıydı, fazla hasarsız çözdük.' gibilerinden... 1937 Eylül'ünün ikinci haftası ellerine düşer Seyid Rıza. İsyana katılan diğer arkadaşlarıyla birlikte idam edilir. O dönem, bölge emniyet müdürü yapılan katliamcı İhsan Sabri Çağlayangil, Seyid Rıza'yı, bir haftasonu mahkemesiz, yargılamadan, aceleyle M.Kemal, Dersim'e gelmeden astırmıştır. İhsan Sabri Çağlayangil, formalite icabı da olsa "Devleti'nin adaleti"ni göstermek için, mahkemenin göstermelik olarak kurulması gerektiğini biliyordu. Bu nedenle; hakimin, mahkemenin ancak pazartesi günü yapılabileceğini öğrenmesi üzerine, “Bu dediğiniz gün Atatürk geliyor, maksat hasıl olmuyor ki.”der. Hakim, 'Başkaca bir şey yapılamaz!' diyerek, kestirdi atar. Çağlayangil, hakime sorar: - Sizin saat 05.00'ten sonra davaya devam ettiğiniz olmuyor mu? - O, çok oluyor. - Eee, sonradan beş saat ihlal ediyorsunuz da, baştan beş saat ihlal et-

19

seniz olmuyor mu? Yani pazar akşamı, sahurdan sonra mahkemeyi açarız." - Elektrikler kesiliyor. - Ona da çare bulduk. Otomobil farlarıyla hapishaneyi aydınlatırız. Halkevine lüksler koyarız. - Samiin yok. - Ona da çare bulduk. Samiin de getiririz. - Kaç kişi asılacak? - Onu karardan önce söyleyemem ama Savcı 27 kişinin idamını istedi. - Biz, ona göre mi hazırlığımızı yapalım? - Bilemem... İhsan Sabri Çağlayangil, hem Elazığ'a gelmek üzere olan M.Kemal'in gözüne girmek için, hem de ola ki bir engel olur diye; bir an önce, haftasonu tatili içerisinde, daha mahkeme karar almadan idamı gerçekleştirmiştir. "Ben yalan ve hilelerinizle başedemedim. Bu bana dert oldu. Ben de karşınızda diz çökmedim. Bu da size dert olsun." Böyle demiştir Seyid Rıza katillerine. Belki, direnişi kıracaklardır ama Dersimliler'i teslim alamayacakları, beyinlerine işlemiştir artık. ‘37 Katliamı’nda, Seyid Rızalar’ın asılmasının ardından, gerekçeler bitmemiştir. Bir süre sonra, isyanın baş aktörlerinden birinin de Kalan aşireti olduğu gerekçe gösterilerek, Kalan mıntıkasında katliam yapılmıştır. İsyanlardan, direnişlerden, yiğitlikliklerden yadigar kalan Dersim, hiçbir zaman teslim alınamayacaktır. Çünkü, direniş tohumlarının kökleri çok derinlerdedir. Ruhunda vardır.✔


röportaj tav›r

ad›m ad›m ankara’ya yürüyoruz Gençlik Adım Adım Ankara’ya Yürüyor! Gençlik Dernekleri Federasyonu Girişimi, 6 Kasım YÖK protestosu için Ankara’ya 23 Ekim’de yürüyüş başlattı. Gözaltılarla başlayan Ankara yürüyüşüne ilişkin, İstanbul Gençlik Derneği kurucu üyesi Derya Özkaya ile görüştük. Neden Ankara’ya yürüyorsunuz? YÖK, üniversite gençliğinin geleceğini en çok tehdit eden kurumlardan biri. Bu nedenle kuruluşundan bu yana bütün öğrenciler tarafından protesto ediliyor. Geleceğimize ilişkin alınan tüm kararlar ise, Ankara’dan çıkıyor. O nedenle bizler de tepkimizi göstermek için Ankara’ya adım adım yürümeye karar verdik. Artık; sesimiz duyulsun, bizim de alınan kararlarda söz hakkımız olsun istiyoruz. “YÖK’e, Tecrite ve İşgal Ortaklığına Hayır!” demek için adım adım Ankara’ya yürüyoruz. Yürüyoruz; çünkü YÖK’e karşıyız; yürüyoruz; çünkü, ülkemiz hapishanelerinde, F Tiplerinde tecrit var. Yürüyoruz; çünkü, Irak Halkı’nın toprakları işgal altında ve iktidar, bu işgalin ortaklığını yapıyor. Bizler de ülkemiz gençliği olarak; bize düşen sorumluluğu yerine getirip, geleceğimizi ABD ve işbir-

likçilerine bırakmayacağız. Ankara yürüyüşüne katılan arkadaşlarınız gözaltına alındı. Gelişmelerden söz eder misiniz? 14 gün süreceğini planladığımız yürüyüşümüze, 23 Ekim’de yaptığımız bir basın açıklamasıyla başlayacaktık. Polis engeliyle karşılaştık. En demokratik hakkımız engellendi. Arkadaşlarımız, dövülerek, yerlerde sürüklenerek gözaltına alındılar. Bir gün gözaltında tutulduktan sonra

serbest bırakıldılar. Yürüyüş sırasında engellemelerle karşılaşacağımızı biliyoruz; ki bu, yürüyüşe başladımız andan itibaren belli oldu. Ama, bu engellemeler sonuç vermeyecek. Gerekirse, yeni yürüyüş ekipleri oluşturarak yolumuza devam edeceğiz. Her koşulda, 6 Kasım’da Anadolu’nun dört bir yanından gelecek olan arkadaşlarımızla Ankara’da buluşacağız. Yürüyüşünüz nasıl gerçekleşecek? Gündüzler yürüyerek geçecek; akşamları ise, yol güzergahında kurulacak çadırlarda kalacağız. Bir çok demokratik kitle örgütü ve sendika bizlere kapısını açacak. Kocaeli ve Sakarya il merkezlerinde basın açıklamaları yapılacak. Bu illerde bulunan gençlik derneklerinin katılımıyla yürüyüşümüze devam edeceğiz. 14 günlük yürüyüşten sonra, 6 Kasım’da, Ankara’da olmayı planlıyoruz. Ayrıca gençlik dernekleri ve dernek girişimlerinin bulunduğu 30’u aşkın ilden arkadaşlarımızla da Ankara’da bir araya geleceğiz. 6 Kasım’da ise, Ankara Kızılay Meydanı’nda yapacağımız kitlesel basın açıklamasının ardından, Meclis Eğitim Komisyonu ve bazı milletvekilleriyle görüşmeler yapıp taleplerimizi ileteceğiz.✔

20


öykü ümit

zafer

yar›n daha gelmedi ylül’le tanışman 1980 yılında oldu. Biraz genç, biraz çocuktun. İkisinin ortasında yani. Eylül gibi. O da öyledir ya. Biraz yaz, biraz güzdür. Gündüzü yaz, gecesi güzdür. Aynı o gece gibi... O gece kimse uyandırmadı seni. Ev içinde dolaşan fısıltılı telaşa uyandın. Küçücük kasabanın ortasından, kocaman tanklar geçiyordu. Ağır ağır ve gıcırtılı manevralarla, sanki bir şeyleri eziyorlardı. Sen; banyo sobasında kitaplar, dergiler, broşürler yakıyordun. Sobaya attığın son kitabın adı, “Ne Yapmalı”ydı. Belki bir soru olduğu için bu ismi unutmadın... Ablan hamileydi. Enişten o sabah götürüldü. Bir an durdu götürülmeden “Merak etmeyin!” dedi. Giden, kalanlara moral vermeye çalışıyordu. Seni götürmediler. Belki de çok çocuk olduğundandı. Ve gideni çok merak ettiniz... Antakya’nın bir kasabasındaydınız. Ev sahibi hıristiyan Araplardandı. Çok iyi insanlardı. Sizi yalnız bırakmadılar. Ablan sancılandı bir gece. Kürt, Türk, Alevi ve sünni kanı taşıyan bir çocuk; Arap ebenin eline doğdu. Küçücüktü. Adını, “Savaş” koydunuz. “Huzur ve güven ortamını tesis edeceğiz.” diyordu Evren, televizyonda. Sen, Savaş’ın adına iki kelime daha ekliyordun; “Kurtuluşa kadar...” Her şey biraz daha “Dallas” oldu, Eylül’den sonra. Ayakkabı boyaları bile. Giderek ayakkabı boyatmaz oldu insanlar. Yoksul kahvelerin gedikli müşterisinin ayakkabı boyatacak mecali yoktu zaten. Hali vakti yerinde olanlar ise senin ilk kez gördüğün Shoe Cream’lerden alıyorlardı. Süngerli ayakkabı boyası yani. O zaman bunlar bakkalda değil, süpermarketlerde satılırdı. Süpermarketler yeni açılıyordu zaten. Ve bir çoğunun adı “Dallas” tı. Hatta, “Ceyar Süpermarket” adını koyan bile vardı. Bu nasıl bir imrenme, nasıl özenme ve nasıl bir komplekstir, o zaman bilmiyordun. Bildiğin şuydu ki, senin düşmanın olan süngerli ayakkabı boyalarını süpermarketler satıyordu. Adı ecnebi ve avrupai olan her şeyi alanlar, bu Shoe Cream’lerdende alıyorlardı. Sen gıcık oluyordun. Çünkü, kahvelerde, park-

E

larda, çay bahçelerinde dolaşan bir ayakkabı boyacısıydın... *** “Kim yazdı bunlarıııı?” diye kükrüyordu müdür. Orta sondaydın. Ceketinin kolları biraz kısa, kravatı lastikli bir öğrenciydin. Lastikli kravatı annen yapmıştı. Pratikti; çünkü, gömleğin altında kalan bölüm lastikli olduğu için, bağlama derdi yoktu. Pantolonun diz vermişti yine ama ayakkabıların herkesinkinden parlak olurdu. Müdürünkinden bile. Ama sadece ayakkabısı parlak olan çocuklara bakmıyordu kızlar. Baştan ayağa parlak çocuk olmak lazımdı. Oysa senin, bir ayakkabıların, birde gözlerin parlaktı. Ve okulun müdürü hala bağırıyordu; “Kim yazdı bunlarııı kiiiim!” Sen yazmıştın. Hafta sonu hasılatının hepsini süngerli boyalara yatırmıştın. Üzerinde “Shoe Cream” yazıyordu. İşte o boyalarla yazmıştın. O yazılarla donatmıştın okulun duvarlarını. Bu keşfine sevinmiştin; çünkü, ellerinde boya izi kalmıyordu. Senin ellerin de herkesinki gibi temizdi. Kontrol için sıraya soktular herkesi. Polisler de gelmişti. Ve müdür hala bağırıyordu: “Bu duvarlara kim yazdıysa, çıksın ortaya!!!” Ortaya çıkmadın. Bir ayakkabıların, bir

21

de gözlerin parlaktı. El kontrolü değil, göz kontrolü yapılsa kesin yakalanırdın. *** Sezen Aksu dinlemeyi severdi herkes. Git... Gitme... Geri Dön. Firuze... Sen Ağlama. O Eylül sonrasının, ağır havasında uçuşuyordu. Fakültede bir sen sevmiyordun bu şarkıları. Her konuda olduğu gibi, bu konuda da tartışma çıkarırdın. “Bir aşk yarası taşımayan insanları bile, meçhul bir aşk hüznüne boğuyor bu şarkılar” derdin. Aslında haklıydın ama bir yanıyla da herkeste bir


Eylül yarası vardı sanki. Narkoz niyetine melankoli iyi geliyordu belki yaraya... “Geri dön” diyecek kimsesi olmayanlar bile, belki de Firuze’ye “Geri dön, geri dön!” diyebiliyordu. Madem ki Firuze dönmüyordu, o zaman gitsindi. Ama hayır gitmesindi. N’olsundu peki? “Sen ağlama dayanamam”dı. Böyle deyip dalga geçiyordun. Sana göre Sezen, bir Eylül çocuğuydu. “Peki biz ne çocuğuyuz?” demeye korkuyordum. Çünkü, en olmadık cevapları verirdin. Sonra da gülerdin. Kahkahaların kantinde yankılanırdı. Seninle sohbet eden herkes sirayet ederdi bu kahkahalara. O aralar PTT’nin ve“Arkadaşım” birahanesinin önünde, akşam dokuzdan sonra kitap ve kart tezgahı açıyordunuz. O saatte zabıtalar olmuyordu. Polisler ise kitapları kontrol edip gidiyordu. Che’nin kitapları o zaman yasaktı. Sen de onları Taksim’de değil, Beyazıt’ta satıyordun zaten... O gece seni gördüğümde, gülüyordun yine. Okul tatildi. Ben, yüksek lisans sınavlarına hazırlanıyordum. Birkaç arkadaş, Çiçek Pasajı’na kafa dağıtmaya gitmiştik. Dönüşte karşılaştık. Gülerek bir şey anlatıyordun yine etrafındakilere. Gülerek kucaklaştık. Hoşbeş ettik biraz. Yine iğnelemeye başladın. “Yazık kalıbına.” diyordun. Sonra birden kolumdan çekiştirip “Gel” dedin. “Gel, sana hayatının ilk anti-emperyalist eylemini yaptırayım.” Cevabı beklemeden, kolumdan çeke çeke durağın arkasındaki kafetaryaya soktun. Kalabalıktı. Görevliler aşina olduğu için bir şey demiyorlardı. Doğru tuvaletlere yöneldin. Ve “hadi” dedin. “Hadi Amerikan emperyalizminin içine edelim.” İşeyip çıktık. Çıkarken girdiğimiz yerin neonlarına baktım. “Mc Donalds” yazıyordu. Yeni açıldığını ve açıldığı ilk günden beri içine ettiğini gülerek anlattın. Senin kahkahalarının aksine, arka birahaneden “Sen ağlama... dayanamam...” diyordu Sezen. Sen gülüyordun.... Sen haklıydın. Benim Firuze’m yoktu ki, bu ne melankoliydi. Firuze bizi melankolik yapacaksa, bu ne aşktı? Sonrasını biliyorsun. “Sıyrılıp gelmektedir seher” yani. Ve her şeyin bir ilki vardır ya, Mc Donalds’ın içine etmemiz bir ilk oldu; sonrası malum... Senin için her şeyi yaparım ama... ‘ama’dan sonrası yoktu. Daha doğrusu ‘ama’dan sonra kucaklamanı ve başını göğsüne bastırmanı isterdi. Sen yapmazdın. Onun adına cümleyi tamamlamakla yetinirdin sadece. “Ama aynı yolda yürüyemeyiz ben yapamam...” Yapma zaten. Gönül işi bu. Gönüllülük işi. Senin gönlün o kadar dar ki, benim sevgim sığmaz. Sığamaz oraya. Sığdırmaya kalkarsan ufaltırsın, küçültürsün, alçaltırsın. Söylesene, benim için naparsın alllah aşkına? Ben... Ben... Ben... bu bencilliğin üzerine hangi hayatı inşa edebiliriz düşünsene... Sen böyle konuştukça, o ağlardı. Sen susardın sonra. O ağladıkça, aklına Nazım’ın o şiiri gelirdi. “Çıkmasın bizimle yola...” su-

sardın. Belki kavgan kendinleydi. Kendinden vazgeçip, kendini bulmanın ayrımındaydın. Bir kopuşun, bir bütünleşmenin çatalındaydın. Sözlüydünüz. Aileler okul bitince evlendirecekti sizi. Henüz okuyordunuz. Kendinizi “solcu” sayardınız. Ama hepsi bu. Sayılırdı yani ama değildi. Sen her geçen gün bunu daha iyi anlıyordun. O ise artık başka hayaller kuruyordu. Ya da o hep aynı gerçeği yaşayamadıklarını anlıyordun artık. Anladığını anlatamıyordun ama. Ya da anlamak istemiyordu. Sanırım anlamak istemiyordu. Bundan kaçıyordu. ve senin de kaçmanı istiyordu. Onun için solculuk, konserlerde halay çekmekti sadece. Arada, dergiye gözatmak; bazen de bir mitinge katılmaktı. Ya senin için neydi? Bunu kaç kez sordun kendine ve kaç kez cevapladın. Her doğum sancılıdır ama bebeğin ilk ağlaması, annenin yüzünde tebessüm olur. O misal, bir süredir rahattın. Senin bu rahatlığın, onun rahatsızlığıydı. Ve o günden bu yana, her tartışmanız, işte bu “ama...” ile bitiyordu. Önceleri uzun uzun anlatmaya çalışıyordun. Sonraları kızmaya başladın. O hala ağlıyordu; sen ise suskunluğunu bozdun. Kucaklayıp başını, sinene yasladın. “Seni” dedin, “Ferhat gibi sevmek isterim” Bunu biliyorsun zaten. Düne kadar, bu romantik olduğu kadar da sembolikti. Oysa, artık ikimiz de biliyoruz ki, Ferhat gibi sevmek “Sevgi” olmakla mümkün. Yani ben “Sevgi” gibi sevmek istiyorum. Senin engellemek istediğin bu. Sevgi’yi yaşamayı, öğrenmeyi, büyütmeyi göze alamıyorsun. Ötesi, kendimizi kandırmak olur. Ben seni yarın aldatmak istemediğim için bugün gidiyorum. Bu aşağılık ve alçak düzene daha fazla ortak olmak istemiyorum. Var mısın? Yoktu ve bunu biliyordun zaten. O günden sonra, konserlere gitmedin. Aslında o güne kadar gittiğin hiç bir yere gitmez oldun ama hep sokaklardaydın. Çok yoruldun. Aç kaldığın da oldu ama çok mutluydun artık. “Büyük aşklar yolculuklarla başlar/ Ve Serüvenciler düşer yollara...” Büyük bir aşkın yollarındaydın artık... Bu koşuşturmaca içindeyken, bazen eski bir tanıdığa uğruyordun. Son uğradığında, onun nişanlandığını söyledi. Uzak akrabalarından bir tüccarın oğluyla nişanlanmış. O gece, vicdanının o sayfasındaki bir sızının silindiğini hissettin. Sevincin belki de bundandı. Yine de “aptal” dedin içinden. “Aptal kız şimdi kocası için, her şeyi yapar.” sonra bari mutlu olsa... diye düşünürken uyuyakaldın... “Bari mutlu olsa...” deyip uyuyakalmanla, “Senin için her şeyi yaparım ama...” cümlesini duyman arasında tam bir yıl geçmişti. Acaba kocasına da böyle diyecek miydi? Niye desin ki? Onların herşeyi vardı zaten; seninse umutlarından başka hiç bir şeyin yoktu... Rüyanda gülümsüyordun. “Ey Cemaat!” diyordu imam, merhumeyi gömerken.

22

“Merhumeyi nasıl bilirdiniz?” Cemaat hep bir ağızdan cevap veriyordu. “Kocası için her şeyi yapardı ama, başka da bi bok yapmazdı!” İmama mı gülüyordun, cemaata mı, yoksa tüccarın gelinine mi? Bilmiyorum ama rüyanda gülümsüyordun nedense... *** Fırsattan istifade, avukatın telefonuyla evi aradın. Bu saatte, yaşlı annen dışında kimsenin olmadığını bilerek. Onca zamandan sonra, annen sesini tanıyamadı. “Valide Sultan benim ben” deyince, annenin suskunluğunun nasıl bir çığlık olduğunu anladın. Çünkü, annene senden başka kimse “Valide Sultan” demezdi. Adı “Sultan” dı annenin. Sonra, hızlı hızlı tutuklandığını söyledin bir çırpıda. Ayrıntısını arkadaşlar haber verirdi nasılsa. Duyduğun o sıcak, yaşlı ve ezgin ses sanki hiç bir şey anlamamış gibi, “Ne zaman gelicen, sana ne yapayım” dedi. Valide Sultan’ın şaşkınlığına muzipçe karşılık verdin. “Yarın gelicem Valide Sultan; çökelekli sıkma yap.” deyiverdin. Polisler yaklaştı ve telefonu sahibine verdin. Tutuklanmıştın... Bir ay sonra, ablan F Tipi hapishaneye ziyarete geldi. Hoşbeş içinde, Valide Sultan’ın; seni nasıl özlediğini anlattı. Yola dayanamaz diye yanında getirmemişti. Senin telefondan sonra her gün çökelekli sıkma yaptığını da anlattı... O telefon görüşmenizden sonra, Valide Sultan her akşam çökelekli sıkma hazırlıyordu. Senin en sevdiğinden hem de. “Ana bırak artık; o tutuklandı. Artık gelmez.” diyenlere, “Yarın gelecek” diyordu. “Yarın gelecek görürsünüz” Yarın geliyordu, sen gelmiyordun ama. Mahallenin çocuklarına dağıtıyordu yaptıklarını... “Ana hani gelecekti? Bak yine gelmedi. Bırak artık şunu.” diyecek olsalar, “Daha yarın gelmedi, yarın gelecek.” diyordu. Yarın yine geliyordu ama sen gene gelmiyordun. Bunun bir önemi yoktu. Valide Sultan için sen gelmeden, yarın gelmiyordu. Onun yarını sendin; sen gelince yarın olacaktı. “Bir fotoğraf çektir de mapusta olduğuna inansın.” dedi ablan. Fotoğraf çektirmenin yasak olduğunu anlattın. “Niye ki?” şaşkınlığına, izolasyon mantığını anlatarak cevap verdin. Sonra süre bitti. Vedalaştınız ardından. “Valide Sultan’ı sımsıkı kucaklayıp öp.” dedin, ayrılırken. Tek tutulduğun için “Ziyarete kim gelmiş” diyen de olmadı. Sen de volta attın tek başına... Bir kaç ay sonra aldın haberi. Valide Sultan vefat etmişti. Ablanın ziyaretinden sonra börek yapmayı bırakmış ama “Yarın daha gelmedi, yarın gelecek.” demeyi bırakmamış. Bir sigara yaktın. Konuşacak kimse yoktu yanında. Voltaya çıktın. Uzaktaki bir arkadaşın türkü söylüyordu. Türkü duvarları aşıp sana kadar ulaşıyordu: “Gün gelir kahpe savrulur/ Cemo ovaya inende” “Yarın daha gelmedi ama yarın gelecek Valide Sultan; Cemo ovaya indiğinde.” dedin kendi kendine. Yarın daha gelmedi...✔


sinema ibrahim

reklamlar,

asmal› konak’› sunar

ustafa Kemal, Cumhuriyet’in dümenini batıya çevirdiğinden beri yamalı bir bohça gibi sarılıyor hayatımız, alışkanlıklarımız batıcılığa. Muasır medeniyetler, ne yerse bizimkiler onu pislemeye hevesleniyor. Giyim, kuşam, konuşma, genel yaşayış ve ahlak kurallarından, toplumsal yaşayışımızı düzenleyen hukuk manzumelerine kadar her şey batı endeksli temelde şekilleniyor. Ortada doğru dürüst sanayiisi kurulmayan ama olsun diye heves edilen birçok alanda, çarpık çurpukta olsa batı taklidi çalışma yapılıyor, her şey olduğundan farklı gösteriliyor örnek mi, işte Asmalı Konak. Gösterildiği televizyon kanalında, 52 bölüm yayınlanan; hikayesi kadar, görselliğiyle de insanların severek takip ettiği dizi, Asmalı Konak; yoğun ilgiye ‘maruz’ kalınca dizinin yapımcıları hemen Amerikanvari bir uygulamayla finali sinemaya sakladıklarını açıkladılar. Batı taklitçisiyiz; eyvallah, anlaşılabilir bir durum ama bu kadarı Batı’da bile yok ki. Orada bile böyle cin fikirler üretilmiyor. Batı taklitçisiyiz ama şark kurnazlığı gibi illet özelliğimizden hiç mi hiç vazgeçmiyoruz. Yayınlandığı saatlerde, evlerde çıt çıkmadığını biliyoruz. Halkın her kesiminin ilgiyle izlediği bu dizi, sinemaya geldiğinde, yapımcılar için büyük bir karın ışığını tabi ki ta uzaklardan seçmişti. Böyle olunca da Batı’dan alınmış yoğun reklam bombardımanıyla film üzerindeki ilgi taze tutulmaya çalışıldı. Hatta, magazin programlarında, filmin fragmanlarından bölümler verilip, konu merak haline getirilmeye çalışılıyordu. Sonunda beklenen oldu ve Asmalı Konak gösterime girdi. Filmin girişinde, diziyi seyretmemişler için kısa bir girizgah var bilgilendirme mahiyetinde. Biz de bu tipten bir bilgilendirmeye girelim. Gerçi tüm okurlarımız biliyordur, kuşku yok ki ama... Bahar ve

M

köro¤lu

Seymen, Amerika’da tanışır ve birbirlerini sevip, evlenirler. Daha sonra da Ürgüp’teki Asmalı Konak’ta yaşamaya başlarlar. Amerika’da eğitim görmüş, batı adabını bilen ama doğulu yanlarından arınamamış; ve zaten, bu yanıyla idealize edilen Seymen’le, tipik küçük burjuva alışkanlıkları olan Bahar’ın (ve yine o da bu yanlarıyla fazlasıyla şirinleştirilmiş) bu konakta yaşadıkları hayat, çelişkileri, sıkıntıları anlatılıyordu. Dizi 52 bölüm olunca, ikilinin aşkı çeke uzaya, gidiyordu tabi. Muhakkak, yan karakterlerde unutulmamıştı. Fakat, bu öyle bir konak ki, her şey pembe tonunda, her şey kulak memesi kıvamında. Ezen, ezilen meselesi bu konağa uğramamış; konağın hanımı ve kahya arasında zerre sınıfsal çatışma yok. E nasıl olsun, buralara girilirse, TV izleyicisi kaçar. Her şey masal tonunda gidiyor. Araya yer yer yerleştirilen çelişkiler ve çatışmalar, 52 bölüm devam edebilmenin itici gücü. Yoksa, başka bir problem yok. Denebilir ki, “Masallara itirazınız var mı?”

23

Hayır, yok! Ancak, biraz da rüyalardan ve masallardan uyanmaya ihtiyacımız var. Masallar ve rüyalar, bazı zamanlar için gereklidir. Tüm hayata yayılırsa, onun adı Asmalı Konak olur. Neyse; siz, şimdi diyorsunuz ki, “Filme geç. Ondan ne haber? İyi mi kötü mü?” Geçeceğiz ama bu o kadar kolay değil. Filmi izle-


mek için, biz, tam 17 dakika reklam bombardımanına maruz kaldık. Siz de biraz yazı okuyun. Bakın, biz daha insaflıyız. Gerçi; Allah için, sinemaya girişte, uyarıyı, yazmışlar, 17 dakika reklam olduğuna dair ama biz, bir kere gitmiş bulunduk. Ne yapalım, iki türlü de boş oturacaktık; bari, salonda oturalım dedik. Yani, suç bizim. Bu reklam illeti, sinemayı iyiden iyiye esir aldı bu arada. Televizyondan kaçıp, sinemaya sığınanlara, orada da gün yüzü yok. Yağmurdan kaçıp doluya tutulmuşların dünyasında, reklamdan kaçıp, reklama tutulmak, enteresan bir durum sayılmaz. Neyse, filmimize başlıyoruz; patlamış mısırlarınızı hazırlayın. Gözyaşlarınız, inci gibi döküleceği için, mısırı tuzlamaya gerek yok. Gözyaşlarınızdaki tuz kafidir. Efendiiim; filmimiz, Kapadokya’ya ait turistik görüntülerle başlıyor ki Türkiye’nin doğal mekanları bil cümle dünyaya tanıtılıyor. Ardından gelen, mistik sahne ise en iyimser ihtimalle William Friedkin’in, “Şeytan” filmine gönderme niteliğinde. Hani vardır ya, Ortadoğu’nun sarı sıcak çölünde başlar ve gizemli bir şeyler olur. Ardından, Amerika’ya gider ve lanetin devamını orada izleriz.Bu minvalde bir gidişat işte. Bahar, kafasına kurşun sıkılmış, kimi kimsesi olmayan bir halde, bir hastane odasında yatar. Bitkisel hayattadır ama yaşayacağından umut yoktur. Seymen ise, divane aşık gibi dolanır New York sokaklarında. Saç sakal, mecnun kıvamında. Tanısını tam koyamadığımız bir akıl hastalığı geçirmektedir ki belirtileri neresinden tutsan elinde kalan cinsten. Olabilir, belki de bizim cahilliğimizdendir. Vardır böyle

enteresan hastalıklar. Neyse; olan olur, biten biter. Mesele açığa çıkar. Bir gece, gezmeye çıkan Bahar ve Seymen’in yolu tabi ki olması gerektiği gibi zenci gaspçılar tarafından kesilir. Boğuşma sırasında, Seymen yanlışlıkla Bahar’ı vurur. Bahar’ın vurulmasıyla da kendini yollara vurur Seymen. Şimdi böyle bir durumda, bu da filmin finalini teşkil ettiği için aklımıza sorular takılıyor; takılmadan edemiyor ne yapalım! Bu öyle bir aşk ki, Seymen’in deyimiyle ‘ölümüne’ bir aşk. Fakat Seymen, Baharı yanlışlıkla vurunca ne yapıyor? Deli gibi yollara düşüyor. Hikayenin inandırıcılığı ve yürümeyişinin temel sebebi burada. Bize; 52 bölüm öyle bir aşk anlattınız ki, bunlardan birine bir şey olsa, diğeri yaşayamaz diye beklerdik. Fakat, böyle olmuyor. Seymen, hafızasında geriye ittiği anılarını numaradan mı itmişti ki bu kadar çabuk hatırladı. Ya da doktorun yardımı mı getirdi, yaşadıklarını aklına. Film bize bunu anlatmıyor ki ne bilelim biz. Hadi, Seymen karısını öldürdüğünü zannettiğinde, kendine kıymasını, içimiz kaldırmaz. E bari tutup hastaneye götürsün, öyle delirsin. Yok o da olmuyor. Olursa film olmaz der ya eskiler. Ne diyelim böyle de olmamış. O şokla hastaneye götüremeyeceği aşikar değil mi ama yani? Aşikar da kaçmayı biliyor ama. “O kaçmıyor ki, kendini dağlara taşlara vuruyor.” demeyin lütfen. Hikayenin çatışması böyle anlamsız bir şekilde kuruluyor ve böyle olunca da çarçabuk çöküyor. Bize inandırıcılığı olmayan bir hikaye, inandırıcılığı olmayan oyuncular tarafından (Menderes Samancılar’ı burada ayırıyoruz.) sunuluyor. Son derece kötü oyuncu yönetimi, son derece

24

kötü bir hikaye. Geriye ne kalıyor? Sadece, iyi kotarılmış kadrajlar ve kamera açıları. Hikayenin gidişatı bu kadar sakat olunca, kurgucu da ne yapsın, her sahneyi, alakalı alakasız karartma yaparak sonlandırmış. Bir de dramı, sadece ağlamak zanneden bir anlayış kalıyor geriye. Bu kadar ağlayan adam, sinir bozmaktan başka bir işe yaramıyor o zaman da. Bizde, tüccarlar turnayı gözünden vurmak için ne gerekiyorsa yapar. “Bir film yapıcaz abi parayı kaldırıcaz!” durumu yani. Temel düşünce, filmin getirisi olunca, hikaye üstünkörü çekilmiş. Gidip sorsak, “Olur mu öyle şey!” denecektir. Olur! Hatta, olmuş ama iyi olmamış. Dizinin tutkunu falan değildik Allah için ama tutkunlarına sorduk, kan ağlıyorlardı. Bir de o kadar ticari hareket edip, öyle bir hata yapmış ki yönetmen; filmin neredeyse üçte biri İngilizce diyaloglardan oluşuyor. Bu diyaloglar da seyirciye altyazıyla veriliyor. İyi de böyle bir kitle filmi yapıyorsunuz; salona, yediden yetmişe seyirci topluluğu getirmeyi bekliyorsunuz. Peki, o seyirci çeker mi alt yazının kahrını ? Bu memlekette alt yazılı filmi sevenler genel yabancı film izleyicisi değil mi? Onların kaçı Asmalı Konak seyrediyorki ? Evet, inandırıcılık açısından doğru bir çözüm ama biz mantığı kavrayamadık. İnandırıcılığa bu kadar düşkünlerdi madem, öykü niye böyle bir halde, onu anlamıyoruz. Anlamayalım boşverin. Zaten, Asmalı Konak’ta ne yapılır ki? Doya doya üzüm yenir. Takılın kafanıza göre ! Neyse, reklamlardan geriye ne kalmıştı? Reklamlardan geriye, Asmalı Konak diye bir film kaldı. Neyse, yazımızı bitirelim artık. Reklamlar, Asmalı Konak’ı sundu!✔


sinema veli

göktafl

F‹DEL: kumandan ve yoldafl ğer, devrimi başaramamış olsaydın; şimdi,bir parkta oturup devrimi mi konuşuyor olurduk.” Fidel, bu soruya cevap verirken; bu ülkenin çok bilmişleri hangi devrimcinin aklına gelmez ki? Mücadelenin hatalarını sorgulayan, icazet getiren, yeni şeyleri keşfeden eski tüfekler bir parkta oturup konuşabilirler gerçekten. Bakın, Fidel, ne cevap veriyor: “Hayır; o zaman ölmüş olurdum!” Tek cümle içine sığan beş kelime; koca bir hayatın, 77 yılın özeti. Kararlılığın, güçlü bir kişiliğin özeti. Belki dikkatten kaçacak kadar çabuk geçen bu diyalog, bütün bir filmde anlatılan kişiliği özetliyor. Oliver Stone’un hazırladığı “Commandante” isimli belgeselden sözediyoruz. Gösterime giren ikinci adıyla, “Son Efsane”den. Bu ismin mantığını da anlamış değiliz ya, neyse. Oliver Stone’un Küba’da, Fidel Castro’yla yaşadığı üç günün ardından hazırladığı belgesel, Küba devrimi ve Fidel ile ilgili çok yalın, kapsamlı ama bir o kadar da başarılı bir anlatım sergiliyor. Niçin böyle düşündüğümüzü, aşağıda açıklamaya çalışacağız. Öncelikle, film çok özgün bir anlatım tarzı içermiyor. Yani, ilk bakışta, Oliver Stone gibi usta bir ismin, belgesel türüne çok farklı bir bakış getireceğini, Fidel’i anlatırken sinemasal anlatım tarzında önemli denemelere girişebileceğini düşünebilirsiniz. Bu beklentide de haksız sayılmazsınız; çünkü, Stone, hemen her filminde bize kadrajları, dili ve çarpıcı kurgusuyla bu tadı veriyor. Ancak, bu belgeselde böyle bir durum sözkonusu değil. Belgeselin içeriği gereği, en pratik yöntemi, dijitali benimsemiş. Birkaç küçük el kamerası, Fidel’i ve Stone’u takip ediyor. Tabi hakkını yemeyelim, filmde arka planda önemli bir yer tutan çevirmeni. Bu

“E

güncel takibi; kurgu boyunca arşiv görüntüleriyle beslemiş, yönetmen. Ancak, bu klasik anlatımın içinde önemli bir şey yapmış ve bunun bir film olduğunu; hatta bunu, yer yer, bir kurmaca filmin kamera arkası görüntüleri izliyormuş gibi bir duyguyu yaratan şekilde bize yansıtmış. Film boyunca kameraları görüyoruz. Çevirmenin sesini duyuyoruz. Yönetmen de her an Fidel’le yanyana. Belgeseli önemli bir yöne doğru iten de, bir noktadan sonra bu oluyor. Filmin başrol oyunculuğuna Fidel ve Oliver Stone birlikte soyunuyor. Yardımcı kadın oyuncumuz da çevirmenimiz. Bu format, ilk başta bir yabancılaşma yaratsa da birkaç dakika sonra, bu yargı siliniyor ve filmin içine girmeye başlıyorsunuz. İzlediğiniz bir belgesel ve bir devrimci önderin anlattıklarını dinliyorsunuz. An-

25

cak, bir filmi seyrederken yaşadığınız duygu değişimlerini yaşamanız çok doğal. Bunu, hissettiren de Fidel oluyor. Bir an neredeyse filmi onun yönettiği hissini taşıyorsunuz. Bir ofiste yapılmış röportajdan sonra, Havana sokaklarında öyküsüne devam eden belgesel, Fidel’i,halkın ona sevgisini, ilgisini en yalın haliyle gösteriyor. Filmin tamamına hakim olan bu samimiyet, Fidel’in o sıcak ruhundan ileri geliyor. Küba devrimi, halkın ihtiyaçları ve kendisi sözkonusu olduğunda çok mütevazi olan Commandante, emperyalizm sözkonusu olduğunda tepeden bakan, alaycı bir kişiliğe dönüşüyor. Bir devrimci önderi tanıyoruz. Kuşkusuz, tam anlamıyla tanımamız imkansız; ancak, 90 dakika içinde anlatılabilecek şeylerin çok ötesinde tanıyoruz Fidel’i. Kendisi hakkında, önceden


bildiklerimizin üstüne çok şey ekliyor bu belgesel. Fidel’in hep anlatılan o esprili, cana yakın kişiliğini burada görüyoruz. Küba devrimini tanıyoruz. Devrimin amaçlarını, yarattıklarını... Filmin Amerika’daki eleştirmenlerin tepkisini çeken yanı da bu ya. Fidel’e propaganda şansı verdiğini söylüyor eleştirmenler. Onların en çok istediği; yönetmenin, Fidel’i köşeye sıkıştırması. Kaldı ki; Oliver Stone da zaman zaman ona bu tipten sorular sormuyor değil. Ancak, Fidel bunları başarıyla savuşturuyor. Gerçek zemine çekilen bir tartışma haline getiriyor, spekülasyonları. Devrimin eksiklerini, hatalarını kabul ediyor. Bunu inkar etmiyor. Oliver Stone’un, O’nun kişiliğini açığa çıkarmak için sorduğu soruları da zekice kavrayıp, esprili bir dille yanıtlarken, salonda duyulan kahkahalar görülecek cinsten. Zaten, filmi çoğunlukla, dudaklarınıza yayılmış bir tebessümle seyrediyorsunuz. Kendisi için diktatör diyenlerle dalga geçiyor ama aynı zamanda siyasi bir dille cevap vermekten de geri kalmıyor. Diktatörlüğün kötü olmadığını söyleyip ekliyor; “Eğer kötü olsaydı, ABD bu zamana dek diktatörleri desteklemezdi.” diyor ve Marks’ın proletarya diktatörlüğü üzerine söylediklerini ekliyor. Proletarya diktatörlüğü, beyaz perdede bu sözü duymayalı ne çok zaman olmuştu. Diline sağlık Fidel. Diktatör olduğunu da kabulleniyor Fidel, kendine karşı diktatör olduğunu söylüyor. Ancak, halkın kölesi olduğunu da ekliyor.

Öylesine güçlü bir kişilikle karşılacağını belki hesap etmiştir, belki de etmemiştir Oliver Stone. Elindeki arşivlerden öğreniyor, Fidel’in savaşma kararlılığını ve devrim azmini. “Ben kaybedersem her şeye yeniden başlarım ama Batista kaybederse her şeyi kaybeder.” Bu kadar basit işte. Yenilmek, yenilmek, yenilmek... Yenmek kadar yenilmeyi de bilmek. Büyük savaşları kazanmak için, küçük döğüşleri kaybetmeyi göze almak. Devrimci ruh. Soruyor Stone, “Hiç, bir psikiyatriste ihtiyaç duydunuz mu?” Cevap yine kısa ve net. “Hiç aklıma gelmedi.” Kapita-

26

lizme özgü depresyonların yapay çözücüsü psikiyatristleri hiç tanımamış, hiç ihtiyaç duymamış. Çünkü, sorunları nasıl çözeceğini biliyor. Neşeli bir halk var Küba’da. Bunu görüyoruz. Ancak, itiraf etmek gerekir ki halkın yaşadığı sorunları göremiyoruz. Görmeliydik. Bunları da bilmeliydik. Hiçbirimiz için bir mahsuru yok. Eğer o sıkıntı varsa, bunun sorumlunun devrimci iktidar olmadığı o ana kadar gördüklerimizle o kadar netleşiyor ki. Sonra, Fidel’in enternasyonalizm üzerine konuştuğu arşiv görüntüleri... Ne kadar etkileyici ve ne kadar devrimi anlatan yalın ifadeler. Emperyalistlerin bunu anlayamayacağını, onların sadece çıkar için yardım edeceğini ama devrimciler için bunun enternasyonalist bir görev olduğunu söylüyor. Belgeselin sonunda, Stone ve ekibini havaalanına dek bırakıyor, Fidel. Hepsine tek tek sarılarak vedalaşıyor. Kameramanların yüzündeki şaşkınlık görülmeye değer. Bush’un veya bir başka Amerikan başkanının sarıldığını hayal bile edemeyeceklerinden mi acaba? Tüm zorluklarına karşın emperyalizm karşısında dimdik duran bir halkın, devrim yaptığı için huzurla öleceğini söyleyen kararlı bir önderini izliyoruz bir buçuk saat boyunca. Che’yi kardeşi gibi gördüğünü söyleyen, yoldaş diyen bir devrimci önderi izliyoruz. Öğrenmek için, tanımak için, gurur duymak için bu belgeseli kaçırmayın.✔


röportaj tav›r

ayd›n ›lgaz’la sohbet:

“hababam s›n›f› forever!” üzerine... Hababam Sınıfı nasıl doğdu, anlatır mısınız? Babam, 1937 yılında öğretmen oluyor. Köy Enstitüsü mezunu. Muallim okulunu bitiriyor ve Akçakoca, Bolu civarlarında 16 sene öğretmenlik yapıyor. İlk altı sene, ilkokul öğretmeni olarak köylerde çalışıyor. Sonra, Gazi Terbiye’yi kazanıyor ve yüksek öğretmen oluyor. Şimdi, böyle anıları olan, böyle eğitimden geçen bir insandır babam. “Sınıf” adlı şiir kitabını yazarken, Server Tanilli’nin de söylediği gibi, Nazım’dan sonra İnsan Manzaraları’nı en iyi şekilde yansıtan Rıfat Ilgaz’dır. Babam, Yürüyüş Dergisi, And Dergisi gibi, o zaman var olan sosyalist dergilerde yazı işleri müdürlüğü yapıyor, sahipliğini yapıyor. Marko Paşa’yı; Sabahattin Ali, Aziz Nesin, Rıfat Ilgaz ve karikatürist olarakda Mim Uykusuz yayınlıyor. Yazı İşleri Müdürleri içeri alınıyor; biri çıkıyor, biri giriyor. En sonunda, 1948’de Sabahattin Ali öldürülüyor. Babam, bu Hababam Sınıfı’nı yazdı; çok tutuldu. Bunu Ulvi Uraz, tiyatro olarak sahneye koymak istedi. Babamı bulmuş, bu isteğini dile getirmiş. O zaman, babam, Karamürsel’de ucuz bir otele giderek tiyatro metni haline getirmiş. Hatta, daktilo makinesi olmadığı için oradaki mahkeme kapısında, arzuhal yazan adamla anlaşmışlar; ona yazdırmış. 1965 yılında sahneye konuluyor Hababam Sınıfı. Zeki Alasya, Metin Akpınar, Ahmet Gülhan, Ercan Yazgan, Ali Yalaz oynuyor. Suzan Ustan isminde çok yetenekli bir bayan da İnek Şaban’ı oynuyor. Hatta yıllar sonra, babamla ilgili anılarını anlatırken şöyle diyor: “Rıfat Hoca, önce kabul etmedi bir bayanın İnek Şaban’ı oynamasını ama gördükten sonra çok sevdi, beğendi.” O zamanlar, babamın günışığına çıktığı zamanlardı. Çünkü, yıllarca hep geride bırakılmış; ismi saklanmış, hapis yatmış. Epey oynadı oyun; iki dönem kapalı gişe. Sonra, İzmir’e, Anadolu’ya turneye çıktı. ‘74 yılında, Orhan Günşıray, bunu film haline getirmek istedi. Çok uğraştı-

lar. Sonra Atıf Yılmaz’la, -ki babamın çok yakın dostuydu.- birlikte çalıştılar. Fakat maalesef, Türkiye’nin o günkü siyasi iktidarlarının, filmleri denetlediği sansür kurullarındaki öğretmen kökenli bir bayan, “Ben Kel Mahmut dedirtmem! Ben isim taktırtmam!” diye, bunu sansürden geçirtmedi. Uğraştılar, uğraştılar olmadı. Bunun üzerine, Ertem Eğilmez bunu yapacağını düşünerek çıktı, uğraştı. Babam o sırada Cide’ye gitmişti. İpin ucu koptu... Babam, dört romandan bir film yapılması üzerine müsaade etmişti. İçeriğine bilhassa sadık kalınacağı üzerine söz alınmıştı. Fakat film pek istediği gibi olmadı. Daha o bitmeden, müthiş bir ilgi gördüğü için; Anadolu’dan gelen siparişlerle, film şirketi hiç fütursuzca ikiyi, üçü, dördü yapmaya çalıştı. Bunun üzerine babam, yapılan bu usulsüzlüğe karşı çıktı; “Dava açarım.” dedi. Araya giren bazı kişiler, “Bu genç sanatçılara biraz şans tanıyalım hoca.“ dediler, O’nun zaafından faydalanarak engellediler. Dikkat ederseniz, o filmlerin bazılarında ismi vardır, bazılarında yoktur. Yani sonuçta, bu bir yerde Rıfat Ilgaz’ın elinden çıktı.

27

Çok samimi söyleyeyim, babam televizyonda hiçbirini izlememiştir. Televizyonda gördüğü zaman, kapattırırdı bize. Babıali’de Rıfat Ilgaz’ın çok dikbaşlı biri olduğu söylenir. Çünkü düşüncesinden, görüşünden taviz vermezdi. Ölümüne kadar da öyleydi. Ben, babamda en ufak bir sapma, yaranma mantığı görmedim. Hani şunu şöyle yazayım da iktidar benim eserlerimi yayınlasın gibisinden. Mutlaka, yazdığı romanlarda bir şey bulundu, bir gerekçe. Derdi ki; “AİDS bile olsam yolda yürürken karşı kaldırımdan geçen bir arkadaşım en azından uzaktan bir el sallardı. Ama bundan bile mahrum bırakıldım. Çünkü, arkamda iki sivil polis devamlı dolaştığından, arkadaşlarım başım belaya girer diye görmemezliğe geliyor.” Şimdi biraz tuhaf gelecek “Ya, bu kadar mı berbattı?” denecek. Evet, bu kadar berbattı... Yani biz bunları söylerken Türkiye’de nelerin olup bittiğini hele “40 Karanlığı” diye Atilla İlhan’ın bahsettiği, gerçekten ülkemiz yararına faşizme karşı savaşarak karşı olmak.. Karakterler neyi anlatıyor? İnek Şa-


Forever ne demek bu arada? Hangi anlamda yani! “Sonsuza dek Hababam Sınıfı “ mı? Forever! Valla, 17 sene Amerika’da bulundum Havayolları’nda çalıştım. Ben daha onun anlamını çözemedim!

ban, Güdük Necmi, Kel Mahmut... Zaten, öne çıkarılması gereken; izlenen o bildiğimiz ‘74’ün İtalyan modasına uymuş çok oyunculu sistemi değil. Romanı kimse ele almıyor, izlemekten yola çıkıyoruz biz. Zaten, yanlış bir şey üzerinde tartışıyoruz. Yani, romanı hiç bir şekilde içerisine almayan... “Sınıfın ozanıyım mimli/ Hababam Sınıfı’nın ozanıyım ünlü.“ demiş Rıfat Ilgaz. İnek Şaban, biraz ezberlemek şartıyla başarılı olan, yani inekleyen bir tabirle. Aslında, Anadolu’nun bir çok köşesinden gelmiş, devlet okullarında okuyan halk çocuklarıdır. Onlara, devlet tarafından ayrılmış paralar olsa da aradaki kademeler tarafından bunların harcanmadığı ve bunlardan gelir sağlandığı; çocukların ihtiyaçlarının karşılanmadığı, çelimsiz, gıdasız, yetiştirildiği; onlara verilecek giysilerin, parasız olmasına rağmen, verilmeksizin, onları yırtık pırtık gezdirdikleri... Burada, okul dışında olup bitenlerin farkında olan, aydın bir öğrenci kuşağını gösteren bir tiplemedir. Burada en çok eleştirilen, eğitim sistemimizin yıllardır ezberciliğe dayandığıdır. Yıllardır, aşırı lüzumsuz askeri kurallarla yönetillir. Öğretmen sınıfa girince, herkes ayağa kalkar. Disiplin altında yaşayan öğrenci, artı kopyacı. Yani, öğrenci bunu, ancak kopya çekerek başarabilecektir. Biz bu noktada şunu tartışıyoruz. Bu, geçmişteki fimler tekrar yapılabilir mi yapılamaz mı? Aslında, yapılmayan bir şey var. Gerçek Hababam Sınıfı romanının, film olarak görsel olarak, topluma yansıtılmasıdır. Bu gözden kaçıyor. Hatta, birçok kişi de bu son zamanlarda Hababam Sınıfı’nın, bir Yeşilçam derlemesi, toplaması olduğunu düşünüyor. Bunun yazarı, çizeri belli değildir. Peki, Hababam Sınıfı üzerinde neden bu kadar çok duruluyor, insanlar bu kadar ilgi gösteriyor? Çünkü,

Hababam Sınıfı, Türkiye’de her insanın yaşadıklarını yansıtıyor. İnsanlar oyuncuların yerine kendilerini koyuyor. Kimisi öğretmen oluyor, kimisi öğrenci... Bunu saptırarak, daha popülerize ederek, suya sabuna dokunmadan bireylere indirgemek sorun sadece bir yatılı okulun patronundan ibaretmiş gibi göstermek... Özel okulların o dönemdeki eleştirisiydi belki. Şimdi, burada gözden kaçan şey, Hababam Sınıfı romanının içeriğinin, tümüyle boşaltılmış olması. Yeni yapılan filmde yani. Şimdi, ben bunu yapacağım diye kalkan bir arkadaşa, sanatçıya ben diyemem ki sen bunu beceremezsin... Koy bakalım çalışmalarını, senaryonu, oyuncularını, altyapını, kullanacağın teknolojiyi. Ondan sonra konuşuruz. Bunu sonuna koyduk biz. Bu anlaşma gereği sonunda senaryo bizim tarafımızdan onaylanacak. Onayladınız mı? Filmin çekimlerine başlanıyor... Yok. Şimdi buradaki ciddiyet önemli. Daha elime senaryosu gelmedi. Gelmeyen bir şey üzerine, nasıl onay verebilirim. Bana e-maille atılmış. Bana e-mail ile gelen senaryonun ne kadar ciddiyeti var, ne kadar yasallığı var? Şimdi ben alıpda o senaryoyu, orası olmamış burası olmamış” mı diyeyim? Çıktısı girdisi olmayacak bir senaryo. İsmi Forever!

28

İngilizce bir kelime ne kadar ifade ediyor Rıfat Ilgaz’ı? “Sev Türkçe’ni çocuğum/dilini sevenleri sev/ içinden yabancı kelimeleri ayıkla / bu da tarla gibi, bahçe gibi bakım ister” diyor Rıfat Ilgaz. Niye bunları bilmemezlikten geliyorlar. Neden, bir filme bu ismi verirler? Çünkü, bu prim yapar. Nereden prim yapar? Bu kelimeyi koyarak. Burada yapılmak istenen şey bu. Ben onu bir türlü anlamıyorum. Shaekspeare’nin, bir eseri vardır. “Hamlet“. Başı vardır, ortası vardır, sonu vardır; teması vardır kitabın içinde. Bu ya oynanır ya oynanmaz. Yani, “Bunu biz beğendik ama, şuralarını çıkaralım.” Bir ülkenin yasaları olmalı. Yazar bile topluma mal olmuş, bu kadar bilinen Hababam Sınıfı romanından para kazanmak için “Gelin çocuklar size müsaade edeyim içine de edin, ne yaparsanız yapın yeter ki bana paramı verin.” dese bile bu ülkenin sanat dünyası, kamu, buna sahip çıkmak zorundadır. Babam şunu derdi; romanı kızına benzetirdi. “Kızımı everdim ama hala namusundan ben sorumluyum.“ derdi. Birileri çıkıyor; Şaban, Şabaniye, İnek Şaban... Bir esere mal olmuş isim, başka bir eserde, farklı tarzda... Dişisini yaptılar, erkeğini yaptılar. Şaban dediler, Şabaniye dediler. Kızlar Sınıfı’nı yaptılar. Bir gecede. Birisi “Bizim Sınıf” dedi, birisi tiyatrosunu yaptı, birisi müzikalini yaptı, biri bilmemnesini yaptı. Diziler çoğaldı. Dizilerden bir tanesindeki bir kişi diyor ki “Ben Hababam Sınıfını yapmıyorum.” Kimse sana Hababam Sınıfını mı yapıyorsun diye soruyor mu? Bu bir reklamdır. Filanca okulu anlatan bir şey yapmış ama Hababam Sınıfı’na benzemeyecekmiş. Böyle bir reklam olur mu? Hani ortalık ayağa kalkar da adam bunu söyler anlarım. Prim yapıyor yani.. Evet! Bu konu öyle bir hale getirildi ki benim bunu yapmamam gerekir aslında. Oyuncular Derneği vardır, Tiyatrocular Derneği vardır, Yazarlar Sendikası vardır. Bunlara karşı çıkmak onların işidir.✔


tavır

haber-yorum Temel Haklar Derne¤i Gizli MGK Yönetmeli¤i Paneli Düzenledi! Temel Haklar ve Özgürlükler Derneği’nin “Gizli MGK Yönetmeliği” başlıklı paneli, 5 Ekim pazar günü yapıldı. Panele, TMMOB Yönetim Kurulu Üyesi Celal Beşiktepe, Eski İstanbul Baro Başkanı Yücel Sayman, Mihri Belli, ÇHD Yönetim Kurulu Üyesi Selçuk Kozağaçlı, DİSK ve KESK avukatlarından Necdet Okcan ve Temel Haklar Derneği Üyesi Hasan Biber, konuşmacı olarak katıldı. Panelde ilk sözü alan Mihri Belli oldu. Belli, basında çıkan, MGK’nın gizli yönetmeliğinin, aslında bilinenleri içerdiğini belirterek, “MGK’nın onayı olmadığı sürece, hükümet herhangi bir karar alamaz, hükümet, sözde tavsiyeleri de dikkate almak zorundadır.” dedi. Selçuk Kozağaçlı da MGK’n ın gizli yönetmeliğinin, bir anayasa suçu olduğunu belirtti. Celal Beşiktepe ise MGK’nın, sadece gizli bir yönetmeliğinin bulunmadığını, kendisinin ve sistemin baştan başa gizli bir yönetmeliğe sahip olduğunu ifade etti. Yücel Sayman’da, MGK’nın gizli yönetmeliğinin, ülkemizin bütün köylerine kadar etkili olduğunuda belirtti. ✔

40. Antalya Alt›n Portakal Film Festivali Sona Erdi. 1-5 Ekim tarihleri arasında düzenlenen festivalde, En İyi Film Ödülü’nü Ömer Kavur'un yönettiği "Karşılaşma" kazandı. ‘Karşılaşma’ filmine, En İyi Senaryo, En İyi Görüntü Yönetimi, En İyi Kurgu, Umut Veren Oyuncu ve Halk Jürisi Ödülleri de verildi. Festivalin En İyi Yönetmen Ödülü’nü de Ömer Kavur kazandı. En İyi Erkek Oyuncu Ödülü'nü Tarık Akan aldı. Akan, ödül töreninde yaptığı konuşmada, "40 yılda altıncı kez ödül almaktan ötürü çok mutluyum. Ancak, bu ödülü beklemiyordum. Burada genç oyuncular var. Ödülü, onlardan birinin almasını arzu ederdim. Sinemamızda, genç oyunculara ihtiyaç var" dedi. En İyi Kadın Oyuncu Ödülü’ne ise Meltem Cumbul layık görüldü. En İyi Müzik Ödülü'nü de "Abdülhamid Düşerken" filmiyle, Timur Selçuk kazandı.✔

‹flgale Karfl› 39 Ülkede Ayn› Saatte Eylem! 27 Eylül’de, Filistin İntifadası’nın yıldönümü olması nedeniyle, 39 ülkede, aynı saatte yapılan eylemlerde, aynı bildiriler okundu. Eylemlerde ABD’nin, Irak’taki işgale son vermesi; ve İsrail’in bağımsız Filistin Devleti’ni tanıması istendi. Eylemde Irak ve Filistin halkları üzerinde terör uygulamasına karşı çıkıldı.✔

Edward Said Yaflam›n› Yitirdi. Felsefeci, edebiyat uzmanı, yazar ve Filistinli Direnişçi Edward Said, yakalandığı kan kanseri nedeniyle, 26 Eylül günü hayatını kaybetti. Said; 1935 yılında, Kudüs’te doğdu. Columbia Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olduğu, Yale, Harvard ve Johns Hopkins Üniversiteleri’nde de ders verdiği için, hayatının büyük bölümünü ABD’de geçirdi. İsrail ile Filistin arasında yapılan Oslo Barış Anlaşması’nın imzalanmasının ardından, Yaser Arafat'ı, sert bir dille eleştiren Said; Filistin yönetimini, İsrail işgalciliğiyle işbirliği yapmakla suçlamıştı. Said aynı zamanda, Filistinli direnişçilerle beraber, 2000 yılında, İsrail’in, Lübnan’dan çekilmesi üzerine yapılan sembolik törende İsrail Karakoluna halkla birlikte taş atmış, bu da Amerika’da tartışma konusu olmuştu. Hatta, Said’in üniversitedeki görevine son verilmesi de istenmişti. Filistinli Şair Mahmud Derviş, Edward Said’in yaşamını yitirmesinin ardından şunları söyledi: “Adaleti, insanlığı, kültürler ve medeniyetler arasındaki birlikteliği savunarak, yeni dünya düzenine karşı direnmekten asla sıkılmadı. Bir Filistinli’ye, ‘Dünya karşısında neyinle övünürsün!’ deseler, ‘Edward Said’le!’ diye yanıt verecektir. Kendi topraklarında, ayaklar altına alınmış adaletin değerlerine olan vefasıyla; hayata ve özgürlüğe dair, evlatlarının hakkını savunmasıyla Said, Filistin’in sembol kişilerinden birisi olmuştur. Kaybımız ortak, gözyaşlarımız bir. Çünkü Edward, kalbinin canlı derinlikleri ve kültürel genişliğiyle; Filistin’i dünyanın; dünyayı Filistin’in kalbine yerleştirdi.” Edward Said’in Türkçe’ye çevrilen kitapları: ‘Oryantalizm’, ‘Filistin Sorunu’, ‘Kış Ruhu’, ‘Kültür ve Emperyalizm’, ‘Entelektüel, Sürgün, Marjinal, Yabancı’.✔

Elmas Yalç›n Mezar› Bafl›nda An›ld›! 28 Eylül 1994 tarihinde, Beşiktaş’ta polisler tarafından infaz edilen Elmas Yalçın, Fuat Erdoğan ve İsmet Erdoğan; Elmas Yalçın’ın feriköydeki mezarı başında anıldı. Anmada Temel Haklar ve Özgürlükler Derneği Memur Komisyonu adına konuşan Nazmiye Kaya, Elmas Yalçın’ın devrimci yaşamını ve memur mücadelesinin örgütlenmesindeki yerini anlattı. 80 kişinin bulunduğu anmaya Grup Yorum da marşlarıyla katıldı.✔

29


Grup Yorum Stüdyoda! Grup Yorum, ekim ayı ortalarında yeni albüm çalışmaları için stüdyoya girdi. Yeni albümün çoğu söz ve bestesi kendilerine ait olan parçaların arasında bir de anonim türkü var. Yeni albümde ayrıca bir Arapça, bir de Kürtçe parça yer alıyor. Grup Yorum, bazı parçaların düzenlemelerinde Levent Çoker’in de katkıları olduğunu ve albümde yine konuk sanatçılar olacağını belitiyor. Stüdyo ve teknik çalışmaların Kasım ayı sonlarına doğru bitmesini planlayan yorumcular, yeni albümün en geç Aralık ayı başında sevenlerine ulaşacağını müjdeliyor.✔

Tiyatro Sanatç›s› Kerim Afflar Yaflam›n› Yitirdi! İki yıldır, karaciğer yetmezliği rahatsızlığı bulunan Afşar; tedavi gördüğü Başkent Üniversitesi Hastanesi’nde 26 Eylül günü hayatını kaybetti. 1930 yılında, İstanbul’da doğan Kerim Afşar; “Çalıkuşu”, “Battal Gazi Destanı”, “Leyla ile Mecnun”, “Arkadaş”, “Bizim Aile”, “Kayıplar” gibi film ve tiyatro yapıtlarında rol almıştı. Afşar, “7. Uluslararası Ankara Tiyatro Festivali”nde “Onur Ödülü” ve “14. Ankara Uluslararası Film Festivali’nde “Sanat Çınarları Ödülü”ne değer görülmüştü.✔

TAYAD’l›lardan Yeni fiafak’a Yalanlama! Abdi İpekçi Parkı’nda, tecriti protesto etmek için açlık grevi yapan TAYAD’lı aileler, Yeni Şafak Gazetesi’nde çıkan “Terör Mahkumlarının Ailelerine Dostluk Eli” haberine tepki gösterdi. TAYAD’lıların yaptığı basın açıklamasında, şu ifadeler yer aldı: “Üç yıldır sürekli kapılarını çalmamamıza rağmen, bizimle görüşmeyen, randevu vermeyen Adalet ve İçişleri Bakanlıkları’dır. Şimdi, bu bakanlıklar, kendince aileleri muhatap aldığı iddiasında. Biz, Adalet ve İçişleri Bakanları’nın dost ellerini iyi tanıyoruz!”✔

Hasankeyf Kültür ve Sanat Festivali Yap›ld›. Batman Belediyesi tarafından düzenlenen, “1. Batman-Hasankeyf Kültür ve Sanat Festivali, 6-12 Ekim tarihlerinde gerçekleştirildi. Festivalin son gününde, Arif Sağ, Inti-Ilimani ve Ciwan Haco konser verdi. Arif Sağ ve Inti–Illimani’nin konserleri, Ciwan Haco’nun gölgesinde kaldı. Türkiye’de, ilk kez sahne alan Ciwan Haco; heyecanlı olduğunu ve en büyük özleminin, Diyarbakır’da sahneye çıkmak olduğunu söyledi. On binlerce izleyicinin katıldığı konser, yaklaşık bir saat sürdü.✔

Ulucanlar fiehitleri An›ld›! Ankara Ulucanlar Hapishanesi’nde, 26 Eylül 1999 yılında yapılan katliamda yaşamını yitiren 10 tutsağın anısına, hapishane kapısına karanfil bırakıldı. TAYAD ve İHD üyelerinin gerçekleştirdiği anmada bir açıklama yapan İHD Ankara Şube Başkanı Ender Büyükçulha, Ulucanlar Katliamı’nı gerçekleştirenlerin cezalandırılmasını istedi. ÇHD Ankara Şubesi üyeleri de Adliye Binası önünde bir basın açıklaması yaptı. Açıklamayı okuyan ÇHD Ankara Şube Başkanı Sait Kıran, 26 Eylül 1999 tarihinde gerçekleştirilen operasyonun, 19 Aralık Cezaevi Operasyonu’nun bir provası olduğunu kaydetti. İzmir’de, Konak Meydanı’nda, TAYAD’lıların yaptığı eylemde, katliam bir kez daha lanetlendi. İzmir Çankaya’da, İHD’lilerin yaptığı eylemde bir açıklama yapan İHD Şube Yöneticisi Ahmet Dağlı, katliam sorumlularının yargılanmamasının, siyasi iradeye ait olduğunu söyledi. Adana’da, ‘Ulucanlar Katliamını Unutmadık Unutmayacağız’ pankartı arkasında yürüyen İHD’liler de katliam sorumlularının yargılanmasını istedi.✔

30


‘Yurdum Benim fiahdamar›m’ Ahmed Arif’in yaşamını yitirmesinden 12 yıl sonra, ‘Yurdum Benim Şahdamarım’ isimli şiir kitabı yayınlandı. Kitapta, Ahmed Arif’in çeşitli tarihlerde yayınlanmış altı şiiri, el yazıları, çeşitli fotoğrafları, kendisiyle yapılmış bir söyleşi ve şiiri hakkında yazılmış iki yazı yer alıyor. ‘Yurdum Benim Şahdamarım’, Şair’in oğlu Filinta Önal tarafından düzenlendi ve Everest Yayınları’ndan çıktı.✔

Bas›n Aç›klamas›na Polis Sald›r›s›! Irak'ta Savaşa Hayır Koordinasyonu'nun, 19 Ekim Pazar günü Saraçhane'de yaptığı basın açıklamasına polis saldırdı. AKP'nin; ABD işgali altındaki Irak'a gençlerimizi göndermek istemesine karşı çıkılan basın açıklamasına, yaklaşık 1000 kişi katıldı. "Irak ve Filistin Halkları Yalnız Değildir", "İşgal Ortaklığına ve Tecrite Son", "Bu Vatan Bu Halk Bizim Kahrolsun Emperyalizm" sloganlarının atıldığı basın açıklamasının ardından, polis ekipleri dağılan kalabalığa saldırdı. Saldırı sırasında, biber gazı ve çeşitli gözyaşartıcı gazları kullanan polisler, coplarını da kullanarak çok sayıda eylemciyi yaraladı. Polis ekipleri, otobüs duraklarında bekleyen ve yoldan geçmekte olan birçok kişiye de saldırdı.✔

Çocuk Klasikleri de Yasak! Milli Eğitim Bakanlığı, çocuk edebiyatı klasiklerinin büyük bölümünü yasakladı. Peter Pan, Kimsesiz Çocuk, Aya Yolculuk, Robin Hood, yasaklanan kitaplar arasında. Eğitim- Sen Genel Basın Yayın Sekreteri Nazım Alkaya, Milli Eğitim Bakanlığı Talim Terbiye Kurulu tarafından çocuk edebiyatı klasikleri arasında yer alan çok sayıda kitabın yasaklandığını duyurdu. Yasaklanan kitaplarının Tebliğler Dergisi’nde yayınlanarak uygulamaya girdiğini belirten Alkaya, “Yasaklama gerekçesi olarak adı geçen kitapların eğitim ve öğretime uygun olmadığı ileri sürülmektedir. Asıl olarak bu yasakçı, gerici anlayış eğitim ve öğretime uygun değildir” dedi. Milli Eğitim Bakanı’nın felsefesinde, bilim kurgu, hayaller ve konuşan hayvanların yeri olmadığını anımsatan Alkaya, “Okullarımıza medrese eğitimi yerleştirilmek istenmektedir. Çocuk klasiklerini yasaklayan anlayış, çocuklarımızı insanlığın ortak değerlerinden uzaklaştırmayı hedefliyor” dedi. Yasaklı olan kitaplar ise şöyle; Nasrettin Hoca, Keloğlan, Falaka, Kaşağı (Ömer Seyfettin), Define Adası 1-2 (R.L. Stevenson ), Heidi (Johanna Spyri ), Pollyana ( Elenor H. Porter ), Aya yolculuk, Esrarlı Ada, Kaptan Nemo ( Jules Verne), Çocuk Kalbi ( Edmondo De Amicis ), Peter Pan ( J. M. Barrie ), Robin Hood ( Howardz Pyle ), Kimsesiz Çocuk ( Hecdor Mallot ), Üç Silahşörler ( Alexandre Dumas ), Alice Düşler Ülkesinde ( Lewis Corrol ), Karga ile Tilki ( La Fontaine )✔

TÜYAP 22. ‹stanbul Kitap Fuar› Aç›l›yor.

92.9 Anadolu’nun Sesi Radyosu Yeni Yay›n Dönemine Girdi! İstanbul ve çevresine 92.9 frekansından yayın yapan Anadolu’nun Sesi, 13 Ekim Pazartesi günü yeni yayın dönemine girdi. Anadolu’nun Sesi’nde günün ilk programı, hafta içi her sabah saat 08:00 – 09:00 saatleri arasında yayınlanan; ilk haber bülteninin okunduğu ve günlük gazetelerden haberlerin yorumlandığı ‘Güne Başlarken’. Her gün iki saatte bir haber bülteninin yer aldığı yayın akışında dinleyici isteklerine de oldukça geniş bir zaman ayrılıyor. Öykülerden eski kırkbeşliklere, gençlikten emek dünyasına, kültür-sanattan hukuka, yaklaşık 30 programla yeni yayın dönemine giren radyo, 24 saat yayın yapıyor. Hemen her yaşa, yaşamın her alanına hitap eden Anadolu’nun Sesi’nde, İdil Kültür Merkezi çalışanları da her Cuma 15:00 – 17:00 saatleri arasında ‘Pencere’ programını hazırlayıp sunuyor. Anadolu’dan yükselen bu sese siz de kulak verin...✔

31

TÜYAP Tüm Fuarcılık Yapım A.Ş. tarafından düzenlenen TÜYAP 22. İstanbul Kitap Fuarı, 25 Ekim 2003 Cumartesi günü saat 12:00'de Beylikdüzü'nde bulunan Tüyap Fuar ve Kongre Merkezi'nde açılacak. Yaklaşık 360 yayınevi ile sivil toplum kuruluşunun katılımıyla düzenlenen ve ana teması ‘Kent Kültürü ve İstanbul’ olan İstanbul Kitap Fuarı'nın, bu yıl ki Onur Yazarı Tahsin Yücel. İstanbul'un kent kültüründe önemli bir yeri olan TÜYAP İstanbul Kitap Fuarı'nda bu yıl da geniş bir konu yelpazesi içinde düzenlenecek konferans, söyleşi, ödül töreni ve açık oturum gibi 215 kültür ve edebiyat etkinliğinde, yaklaşık 750 yazar, sanatçı, bilim adamı, gazeteci ve politikacı konuşmacı olarak yer alacak. Fuar boyunca yüzlerce yazar imza günlerinde okurlarıyla buluşup kitaplarını imzalayacak. TÜYAP her yıl olduğu gibi bu yıl da çeşitli ülkelerden değerli yazarları konuk olarak ağırlayacak. Kitapseverler fuar süresince Ahmed Othmani (Fransa), Olivier Roy (Fransa), Zeruya Şalev (İsrail), Catherine Cusset (ABD), Dacia Maraini (İtalya), Hanan Avvad (Filistin), Mahmoud Darwish (Filistin), Ann Smith (İsveç), Cristina Sarbu (Romanya), Roy Mottahedeh (ABD), ve Thomas Matthaeus Müller (Almanya) ile tanışma olanağı bulacak. Fuar 02.11.2003 tarihinde son bulacak.✔


nokta haber Grup Yorum 17 Ekim 2003; ‹zmir’de bir konser verdi. Fuar Aç›k Hava’da gerçekleflen konsere yaklafl›k 5.000 kifli kat›ld›.

“ SEMAH ” GENÇ MÜZ‹K Semah oyununu herkes oynayamaz. Ancak helal olması gerekir. Kendisine haram olanlar oynayamazlar. Semah’ın helal olabilmesi için oynayacak kişinin müzikten anlaması, hoşlanması, etkilenmesi gerekir. Oyun, müzik üzerine kurulduğu için bu esastır ve aranır. Müzik, mevlevilerce tanrısal bir kaynaktır. Bu kaynağı ve tanrıyı övücü dua türünde yazılmış şiirler, ilahiler ve dörtlüklerin müzikle birlikte okunması zorunluluğu vardır. Müzik ve şiir, kişinin kendinden geçmesini – esrime durumuna gelmesini sağlar. İşte, mevlevilerde esrime durumuna gelmeye semah, yani uçup gitme, kendinden geçme denir. Bu etkiyi ve anlamı kavrayabiliyorsa kişi, semah oynamak kendisine helaldir. Albüm, Genç Müzik etiketi taşıyor.✔

PENCERELER GENÇ MÜZ‹K

Grup Özgürlük Türküsü 20 Ekim 2003; ‹stanbul Üniversitesi’nde“ Edebiyat Fakültesi Okuma Masas›”n›n aç›l›fl›nda, bir dinleti verdi.

20 Ekim 2003 ‹stanbul Gençlik Derne¤i’nden Ö¤rencilerin, Ölüm oruçlar›n›n 4. Y›la Girmesi nedeniyle, ‹stanbul Üniversitesinde gerçeklefltirdi¤i anmaya kat›ld›.

22 Ekim 2003; Y›ld›z Teknik Üniversitesi “Ö¤renci Aç›l›fl fienli¤i”nde yaklafl›k 300 kifliye seslendi.

SERG‹LER Acıyı Çizmek

"1956 yılında Elazığda doğdum. Beş altı yaşlarında bağlama ve kaval'ı öğrenmeye çabalarken müzikal seslerle, tınılarla tanıştım.(...) 1975 yılında tanıştığım sevgili Onat Kutlar ve Ruhi Su müzikteki hedeflerime rehber oldular." Birçok sanatçının albümünde aranjör, yönetmen ve besteci olarak emek harcayan Mustafa Budan, "2003 yılının penceresinden geçmişe yolculuğumun kısacık öyküsünü sizlerle paylaşmak istedim.” diyor. Kendisine ait bestelerin yanında anonim türkülerede yer vermiş.✔

HAFIZ AHMET UZUNGÖL - “ HOYRATÇI ” GENÇ MÜZ‹K Halkın her yörede dertlerini, elemlerini anlatış biçimi değişik, tabiat ve sevda konularıyla milli hislerini dile getirişi apayrı bir yorumdur. Urfalı, anlatmak istediği her şeyi hoyrat ve manilerle dile getirmiştir adeta. Hoyrat ve maniler çoğu zaman müşterek olan duyguları ifade ettikleri için büyük küçük herkesin rahatlıkla söylediği bir şiir ve müzik türü olmuştur . Kayıtlar, orijinal 1950 kayıtları.✔

1993 yılında kaybettiğimiz Abidin Dino, ölümünün 10.yıldönümünde, yurt içi ve yurt dışında çeşitli etkinlikler ve sergilerle anılıyor. 15 Ekim-22 Kasım 2003 tarihleri arasında Milli Reasürans Sanat Galerisi’nde gerçekleşecek olan “Acıyı Çizmek” sergisi bu etkinliklerden birisi. İlgililer için adres; Teşvikiye Caddesi 43-57 Teşvikiye.

Ara’da Sırada 5 Ara Kafe, “Ara’da Sırada” adıyla başlattığı Ara Güler fotoğrafları sergi dizisini 1 Ekim’den itibaren yeni bir sergiyle sürdürüyor. Sergide, Ara Güler’in 1982 yılında, Burma’da Mandalay, Pakokku, Bago gibi şehirlerde monkların hayatları üzerine yaptığı röpörtajların fotoğrafları yer alıyor. Sergi 30.11.2003 tarihine kadar gezilebilir.

VASS‹L‹S SALEAS - “ FOSMO ” YEN‹ DÜNYA MÜZ‹K Yunan Klarinet Sanatçısı Vassilis Saleas'ın yeni albümü FM Recorts lisansıyla Yeni Dünya müzik'ten çıktı. Dünyanın en iyi klarinet sanatçılarından biri olan Vassilis Saleas'ın bu albümü Öncekilere göre daha vasat bir çalışma olmuş. En dikkat çeken şarkı İmproisation.✔

N‹COS MED‹TERRANEO YEN‹ DÜNYA MÜZ‹K Yunanlı müzisyen Nicos'un albümü, FM Records lisansıyla, Yeni Dünya Müzik tarafından yayınlandı. Akdeniz müzikleri albümünde, İspanya, Yunanistan, Türkiye, Lübnan, italya, İsrail'in anonim şarkılara yer verilmiş. Enstrumantal bir çalışma olan albümde, toplam 12 şarkı bulunuyor.✔

32




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.