ISSN1303-9113
2003/22
Say›: 22 1.750.000 TL(KDV’li)
merhaba
2003 yılının son ayına girerken tavır sayfaları yine ülkemizin gündemiyle dolu. Dergimiz baskıya hazırlık aşamasındayken Kültür Merkezi’mizin arka sokağındaki İngiliz Konsolosluğu’na yönelik bombalı eylemi çok yakından hissettik. Patlamada binamızın bütün camları kırıldı. Olayda, yirmiyi aşkın kişi hayatını kaybetti. Alışveriş yaptığımız esnaflardan bazılarının da, hayatını kaybettiğini öğrendik. Hayatını kaybeden halktan insanların yakınlarına baş sağlığı diliyor, dökülen kanın sorumlusu Irak’ı işgal eden Filistin’de kan döken İsrail, emperyalizm, onlarla işbirliğini sürdüren AKP hükümeti olduğunu bir kez daha yineliyoruz. Olaydan sonra kopan terör yaygaraları devam ediyor. Şimdiye kadar Amerika’nın, İngiltere’nin, İsrail’in terörünü lanetlemeyenler, şimdi terör ve şiddet demagojisi yapıyorlar. Terör, emperyalizmin terörüdür. Geçen ay tartışılan bir konuydu “edebiyatta lobileşme”. Konuya bu sayımızda yer vermeyi düşündük. Sorun tekellerin kurduğu lobi sorunu değil emperyalizmin yaydığı yozlaşmadır. Grup Yorum, yeni albümü “Yürüyüş”le “yola devam” diyor. Yürüyüş, o büyük güne duyulan özlemdir. Yürüyüş o büyük gün için verilen kavganın öyküsüdür. Grup Yorum, stüdyo anılarını bizimle paylaştı. TAYAD’ lı Aileler “Tecrite ve İşgal Ortaklığına Son” talebiyle açlık grevindeydiler Ankara Abdi İpekçi Parkı’nda. Günlüklerinden bir bölümü sizlerle paylaşmak istedik. Bu sayımızda hapishanelerden gelen yazı ve şiirleri yayınlayacağımız “hapishaneden” isimli bir köşe oluşturduk. Hapishanelerde tecrit altında tutulan okurlarımızın ürünleri bizim için önemli. Onların ürünlerine bu köşede yer vereceğiz. Devrimci Sol Ana Davası 23 yıl aradan sonra Yargıtay tarafından bozuldu. Bu dava, 23 yıl boyunca şunu söyledi: “Haklıyız Kazanacağız” Hala sürüyor direniş. O büyük katliamın yıldönümünde, 19 Aralık 2000 tarihinde de dördüncü yılını sürüyor. Haklı olanlar, kazanacaklarına olan inançla direniyorlar. Yeni bir yılda; Ocak sayımızda buluşmak dileğiyle
Dostlukla...
tavır
tavır Aylık Sanat Dergisi ISSN 1303-9113
3 bir gün yine gelece¤iz 4 edebiyat lobisi 6 modern kültür televole 8 kalbim da¤lardad›r 9 açl›k grevi günlü¤ü 14 direnmektir insan› özgür k›lan
15 ›srarla inatla ankara’ya 16 stüdyo çal›flmas›yla “yürüyüfl” 18 kan paras› 20 y›ld›r›m türker’in dengelerle beslenen sadakati 22 ya¤murun öyküsü 23 edward said 24 matrix 26 fliir 27 yurdum benim flahdamar›m
28 nota 29 haber yorum
Sahibi: İdil Kültür Yayın Org. Rek. Film. Tic. Adına: Muharrem Cengiz Genel Yayın Yönetmeni: Gamze Mimaroğlu Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Ahu Zeynep Görgün Yazışma Adresi: İdil Kültür Merkezi İstiklal Cad. Aznavur Psj. No: 212 Kat: 6 Beyoğlu/İstanbul Tel: (212) 245 00 70 - 244 31 60 Faks: 244 81 02 e-mail adresi: tavir@grupyorum.net Ankara: İdil Can Kültür Merkezi Fahri Korutürk Mah. 8. cad. No: 85-1 Mamak/Ankara Tel: (312) 370 11 98 Hesap No: (TL):1042- 30000 596147 Gamze Mimaroğlu İş Bankası Parmakkapı/İST. (EURO): 1042- 3010000 129062 Gamze Mimaroğlu İş Bankası Parmakkapı/İST. Ofset Hazırlık: TAVIR YAYINLARI Baskı: ASPAŞ Dağıtım: D-B-R
y›ldönümü seval
alp
bir gün yine
gelece¤iz
“Bir gün yine geleceğiz dostlar... Vedasız gittik buradan, selamsız döneceğiz... Gecenin bir yarısı bıraktığımız Gözlerinden öpeceğiz yavrumuzun Sonra, ellerinden tutup gezdireceğiz, Gezdireceğiz yıkanmış toprağını yurdumuzun Doğan günle birlikte akıp gitmiş olacak acılarımız... “ Gece sabaha devretti nöbeti... Ölüm Orucu eyleminin 61. Gününde gün ışımadan daha fırladık yataklarımızdan... Dumanlar yükseliyordu hapishanelerden... Yanan, yakılan can kokusu sardı ülkemizin dört bir yanını... Can yandı, yaktı yüreğimizi... Yürek köz oldu... Göklere yükseldi ana babaların feryadı; göklere yükseldi, çocukların, eşlerin feryadı... Kurşunlanmış, yakılmış yirmisekiz canımızı verdiler bize, yıktıkları kendi hapishanelerinden... Çoğunun cesetleri teşhis bile edilemedi... Kazıdık beynimize, kömürleşmiş ceset görüntülerini... Kazıdık beynimize yaşatılan acıları... Kazıdık beynimize, canlarımız yanar-
ken, kahkahalarla gülenleri... Kazıdık beynimize korkup sinenleri, cesetlerimizin üzerine basarak ucuz politikalar yapan, bittiler naraları atanları...Kazıdık beynimize yarı yolda bırakanları, ihanet edenleri... Kazıdık beynimize seni 19 Aralık 2000 tarihi. Hiç unutmayacağız... Devrimcileri yok etmeye yönelik emperyalizmin politikalarının ülkemizde hayata geçirildiği tarihtir 19 Aralık 2000. Emperyalizm ve işbirlikçilerinin ülkemizde yenilgiye uğradığı gündür aynı zamanda. Dört duvar arasına hapsettiği insanlara “ya teslim olacaksınız, ya öleceksiniz” diyordu işbirlikçi iktidar. Ya zafer ya ölüm cevabı onların yenilgisinin ilanı oldu... Tecrit edildi sağ kalan tutsaklar... Ve... 19 Aralık’tan bu yana, ölüyor insanlarımız, her biri bir fidan; her biri kurtuluşa özlem... Ölüyor insanlarımız, öğreterek... Ölüyor insanlarımız... Dördüncü yılında, her biri, farklı bir yılın farklı bir mevsiminde... Farklı bir mevsimin, farklı gününde, saatinde ölüyor insanlarımız... Ölüyor insanlarımız... kimi dışarda, kimi içerde direnerek zulme... Sen açlıktan ölen güzel bebek... Sen yer altında ekmek parası için çalışırken, bilmem kaçıncısında grizu patlamasında ölen maden işçisi, sen banka kuy-
3
ruklarında, hastane köşelerinde ölen yaşlı amca... Ölüyor insanlarımız, senin ahın kalmasın diye yerde ... Ölüyor insanlarımız, ardına bile dönüp bakmadan... Yayından fırlayan ok gibi saplanıp zulmün kalelerine ölüyor insanlarımız. Bir lokma ekmek girsin diye kursağınızdan, ömür tüketenler, aylarca aç kalarak ölüyor insanlarımız... Mevsim kışa döndü. ‘Soba yanacak, ısınacak çocuklarım!” düşleri kuranlar; yakılarak öldürüldü insanlarımız... Ölüm sessizliğine meydan okurcasına, kendini feda ederek, dağıttı sessizliği insanlarımız... Parsel parsel satılan güzelim vatanımızın her karış toprağında onların bedeni var... Bizim de vatanımızın her karış toprağını can pahasına savunmak için bir nedenimiz daha var... Onların gözü arkada kalmayacak! Dördüncü yılında sürüyor ölüm yolculuğu... Bu yolculukta yenileniyor insan... Bu yolculukta her şey lekesiz tertemiz... Ve hayat... Hayatın da nabzı var. O nabız, şimdi bu yolculukta atıyor. ✔
güncel sevim
çal›k
“ edebiyatta lobi ” tart›flmalar› ve kültürel yozlaflma ezmi Ersöz ve Nihat Genç’in başlattığı, “edebiyatta lobileşme” tartışmaları, geçtiğimiz ay belirli bir gündem oluşturdu. Cezmi Ersöz’ün, Yeni Harman Dergisi’yle yaptığı röportajdan sonra, hararetlendi tartışmalar. Edebiyatta, bir lobinin varlığından sözedenlerin, 'Bunlar aynı yerlerde oturuyorlar!' iddiasına, farklı farklı yerlerde oturduklarını delil! göstererek; gay (eşcinsel) olduklarına yönelik iddiaya “Bakın ben gay değilim.” diyerek; “kolejli beyaz türk” iddiasına, içlerinden sadece birinin kolejli olduğu açıklamasıyla cevap vererek ,böyle bir lobinin olmadığını ispatlamış (!) oldular. Yani sonuç olarak, tezler böyle cevaplanarak, lobi iddiası da o cephede çürütülmüş! oldu.
C
tirdiği, gay mi bilmem ne mi olduğuydu! Tartışılan bunlar değil, bir lobinin varlığı ya da yokluğuydu. Bu tartışmayı başlatanlar bunun ne kadar farkında bilmiyoruz ama, esas sorun bu da değildi. Buna yazımızın devamında değineceğiz. Okuyucu, bu noktada kandırılıp kandırılmadığının farkında mı bilinmez ama, tekellerin edebiyat dünyasında da konuşlandığı bir gerçek. Çünkü, sistem kendinden olmayanlara düşmandır. Bütün bunların yanı sıra, bizim yazımızın asıl konusu
edebiyatta bir lobinin varlığı ya da yokluğu, bu lobi dışındakilerin ne yaptığı falan değil. Sorun, kültürel bir yozlaşmanın bütün hayatı ele geçirme çabasıdır. Soruna, bütünlüklü bakmak gerekir. Sistemin, muhalif olanlara karşı oluşturduğu ideolojik mücadele araçlarından biridir bu. Lobiler de kurulur, kültür mafyacılığı (kendilerine ait bir tanımlamadır) da yapılır, her yol denenir ve uygulanır. Emperyalizm, propaganda araçlarını kendi yaratıyor ve bu propa-
Cezmi Ersöz; “beyaz lobi” diye adlandırdığı kişilerin, medya gücü ve ilişkileri aynı zamanda iktidar yaltakçısı özelliklerini kullanarak, bir çıkar grubu haline geldiğinden, bu olanaklardan yoksun edebiyatçıları yok saydığından söz ediyordu. Nihat Genç ise yine bu Aydın Doğan tayfasının edebiyatta bir lobi oluşturduğu iddiasına katıldığını ve yazarın bağımsız olması gerektiğini belirtti. Tartışmalar bu şekilde özetlenebilir. Sanki, sorun bu lobide bulunanların nerede oturduğu, hangi okulu bi-
Cezmi Ersöz
4
leri aynıdır. Yozlaşmanın batağındadırlar. Beyinleri birinci elden satılmıştır emperyalizme. O çok değerli, vazgeçilmez olan köşelerinde, zaman zaman kritikler yaparlar ve solculuk taslarlar ve gerektiğinde devrimci değerlere saldırmayı hiç ihmal etmezler.
Perihan Ma¤den
gandif silahlarıyla beynimizi bombardımana tutuyor. Yediğimize, içtiğimize, giydiğimize, söylediğimiz türküye dahi kendi etiketini yapıştırıyor. Kültürel değerlerimizi dejenere edip, cilalayıp, bize sunuyor. Bizi, etki altında tutmaya çalışıyor. Kendi ideolojisini dayatıyor. “Ben dünyanın hakimiyim; herkes, benim dilimden konuşacak; benim gibi yaşayacak.” diyor. İmparator konuşuyor. Konuştukça, kirletiyor. Kirleniyoruz, kirletiliyoruz. Kendimize ait olmayan bir kimliğimiz ve kişiliğimiz oluyor. Hergün, bin çeşit propaganda aracıyla, beyin hücrelerimize nüfuz eden kültür, bize ait değildir. Birey olmanın halka ve halkın sorunlarına yabancılaşmış ahlaksızlığın, yeni trend diye sunulduğu bir kültürü alıyoruz; “Televole kültürü”nü. İstiklal Caddesi’nde dolaşan, yalpalaya yalpalaya barlardan çıkan, alkolden ve uyuşturucudan sararıp solmuş yüzleri inceliyoruz. Kılık kıyafeti, oturuşu, kalkışı, konuşması, üslubuyla, yaşadığı mahallesindeki, memleketindeki, köyündeki halkından kopmuş bir gençlik duruyor gözümüzün önünde. Onları bu hale getiren ne? Beyinlerini bu denli uyuşturan ne? Hiç düşünüyor muyuz? Yoksa, sadece onları mı suçluyoruz? Peki, ya o satılmış kalemler? Plazaların tepesinden halkı inceleyip, tahlil edenler? Devrimci değerlere, Fidel’e, Küba’ya saldıran Yıldırım Türker ve onun gibileri? Zaman zaman da muhalif gözükürler ama öz-
Kapitalizmde, her şey metadır. İnsanı var eden kültürel, ahlaki değerlere sahip olmazsak, her şey para ile alınır ve satılır. Sorun, ideolojik bir mücadeledir. Kapitalizmin çürümüşlüğünün karşısına, neyi ve hangi ideolojiyi koyacağız? Yozlaşmanın karşısına hangi kültürle çıkacağız? Kapitalizmin çürümüşlüğünün karşısına sosyalizmi, yozlaşmanın karşısına ise halk kültürünü ve değerlerini koyacağız. Edebiyatta, tekelleşme vardır. Bu yeni bir şey midir? “Ben tekellere sırtımı dayamıyorum, Aydın Doğan’ın kucağına oturmuyorum, kendi gücümle varoluyorum, benim binlerce okurum var, ama yok sayılıyorum” demekde yeterli değildir. Burada yine bir “ben” vardır. Herkes, kendi açısından bir “ben”dir ama tek başına hiçbir güç değildir. Sistem, kendine karşı mücadele vereni, direneni bırakalım, muhalif olanın bile sesini boğmak ister. Tecrit politikasının, edebiyat cephesindeki yansıması da budur. Bu noktada tecrit politikasını kavramak ve buna karşı mücadele etmek gerekir. Tecrit, sadece hapishanelerde tutukluların hücrelere konulması değildir. Tecrit, emperyalizmin dayattığı ve ülkemizde de uygulamaya koyduğu bir politikadır.
Y›ld›r›m Türker
de örgütlenmelidir. Sadece eleştirmek yetmiyor. Bu tartışmanın başlatılması bir olumluluktur. Şimdiye kadar neden olmadığı, ayrı bir konu. Fakat sadece tartışma boyutunda kalmamalı, bu, kapsamlı bir mücadeleye dönüşmelidir. Aydın namusuna sahip olduğunu iddia eden kim varsa, bu mücadelenin içinde yerini almalıdır. Kültürsanat cephesini yaratarak, halk kültürü savunulmalıdır. Geliştirilmeli, yaygınlaştırılmalı, paylaşılmalıdır. Yaşananlara, anında tavır geliştirilmelidir. Halkın yaşadığı sorunlara yüz çevirmek, yok saymak ya da sadece sorunları dile getirmek değil, bizzat sorunları paylaşarak ve verdikleri mücadelenin içinde olarak verilebilir bu mücadele. Bu da bir örgütlenme sorunudur. Unutmayalım ki tekeller her çeşit örgütlülükle her zaman karşımızdalar...✔
Bu tartışmalar, kısmen de olsa sorunun tespitidir. Mesele, nasıl mücadele edileceğidir. Bu mücadeleyi ise yüzü halka dönük aydın ve sanatçılar yapabilir ancak. Halk kültürünü yaygınlaştırıp, geliştirmek, emperyalizmin yükselen değerlerinin yerine, halka ait olan değerleri savunmak gerekir. Yozlaşmaya karşı tavır almak, sadece eleştirmek ya da memnuniyetsizliği dile getirmek değildir. Biraz olsun aydın namusuna sahip yazarlar, tekellerin hakimiyetine boyun eğmemelidir. “Cazip” tekliflere yenik düşmemelidir. Bu hakimiyete tavır almalıdır. Bu noktada, Cezmi Ersöz ve Nihat Genç’in başlattıkları tartışma bir tavırdır. Aydın namusu taşıyan her yazar hakları çerçevesin-
5
Murathan Mungan
yozlaflma ulafl
cengiz
modern kültür televole ve
kültürel de¤erlerimiz ıllar önce, bir televizyon kanalında, bir futbol magazin programı boy göstermeye başlamıştı. İsmi, “Televole”ydi. O kadar ilgi çekiyordu ki, izlenme oranlarında ilk sırayı alıyordu. Konusu, ağırlıklı olarak futbol ve futbolcuların yaşamlarıydı. Derken, kapsamı biraz değişti. Sadece futbol ve futbolcular yetmiyordu. Onların sevgililerine ve aşklarına da yer vermek gerekiyordu. Böyle olunca da iş iyice genişleyiveriyordu. Artık, daha geniş kitleler izliyordu. Mankenler, defileler, “gece” hayatları, kaçamaklarla olaya “renk” katılıyordu.
Y
Halk mı bu şekilde olmasını istiyordu? Yoksa, birileri mi halkın böyle düşünmesini istiyordu? Bir yandan, hızlanarak, büyüyerek devam ediyordu; bu “önü alınamayan”, aynı zamanda önü açılarak kabul ettirilmeye çalışılan şeyler... Yavaş yavaş alışkanlıklarımızdan biri haline gelmeye başlıyordu. Onlarsız olmazdı sanki. Yoksa, biz mi öyle hissediyorduk? Böyle bir durum olunca da bir iki kanalda birden yayınlanmaya başladı. “Gerçek Televole”, “Hakiki Televole”, “En Hakiki Televole”! Bir dönem, “Saklambaç” gibi yarışma programlarıyla, insanlara, kız ya da erkek arkadaş bulmaları sağlanırken; Televole ve benzeri magazin programlarıyla da izleyenler, sahte hayatlara, yapmacık, bencil duygulara özendirilmeye çalışılıyordu. Kendisinin zerre kadar yaşamadığı; hatta kendisini zerre kadar “ilgilendirmeyecek” kişilerin hayatları, insanları artık ilgilendirir hale geliyordu. Bunlar, günlük yaşamın bir parçasıymış gibi yansıtılıyordu. Karşı çıkanlar yok muydu? Belki de azımsanmayacak bir kesim sevmeyerek, eleştirerek, dudak bükerek de olsa seyrediyordu. Bu programları seyretmeyenler olsa da yükselişleri en-
6
gellenemiyordu. Şimdilerde ise “Biri Bizi Gözetliyor” kepazeliğinin ardından, “Ben Evleniyorum” isimli yarışma konuşuluyor. Evet, bir yarışma bu. Yarışmayı kazananlar, sadece o evde görüş-
tükleri kadarıyla birbirlerini tanıyor ve evleniyorlar! Yarışma başlar başlamaz, aşık olma turları da başlıyor. Bu programda, yarışmacılar birbirlerine ‘aşık’ olmak için yarışıyor. Kim daha iyi aşık olursa, kazanıyor. Aşk yarışması yani. Yarışma sonunda da kazananlar evlendiriliyor. 50 milyar lira para ödülüne, bir ev, bir otomobil, bir devre mülk, bir balayı, bir de düğüne hak kazanıyorlar. En az altı yıl evli kalmaları gerekiyormuş tabi. Ömür boyu düşünülen ‘evlilik’ kurumu, böylece bir yarışmayla karara bağlanıyor, meta haline getirilmiş olu-
yor. Yarışmacıların özel hayatları, hepimizin gözleri önünde didik didik ediliyor. “Aşk kazansın!” diyor, ‘Ben Evleniyorum’un sunucusu hanım ama... Neredeyse saatlere sığan aşklar, anlık değişen sevgiler, sevgililer, bayılma sahneleri, iltifat yağmurları, hırslar, hırçınlıklar, sabahlara kadar çalışan dedikodu makineleri; meydana çıkan foyalar... Bir yandan da kişilerin hayatları, gelecekleri, verilen oylar üzerinden yönlendirilmeye çalışılıyor. Kişiliği çürütülmüş insanlar, kameralar karşısında neyin üzerine bir gelecek kuruyor? Hangi aşk ve neyin sevgisi bu? Bırakın kültürel değerleri; insanın, insan olma nitelikleri alaşağı ediliyor. Bunlara göz yummanın ödülü de var tabi; para, ev, araba, devremülk! Yine bunun yanında, “Popstar” yarışması var. Bunda da yarışmacılar “star” olmak için birbirleriyle yarışıyor. “Star” gibi hareket etmeyi öğreniyor, onlar gibi şarkı söylüyor ve onlar gibi şımarıyor. Yarışmacıların karşısındaki jüri, onlarla dalga geçermiş gibi ve sanki Türkiye’de müzik konusunda danışılabilecek tek merciymiş gibi oturuyor. Bazen yarışmacıları aşağılayarak, bazen onlara inanılmaz “yağlar” çekerek zaman geçiriyorlar. Oradan kendileri gibi çarpık, şekilsiz, “kopuk” tipler yaratıyorlar. “Ben Evleniyorum” ve “Popstar”... Son dönemde ortaya çıkan iki yeni yarışma. Aslında, sadece ikisi. Her dönem, televizyonlarda bir öncekini de aşan (aratan) yeni yarışma programlarıyla karşılaşıyoruz. İşte bunlardan ikisi “Ben Evleniyorum ve Popstar”... Biri evlilik pazarı, diğeri de popstar üretme çiftliği görevi görüyor. Bunlar, sadece şu anda popüler olanlar. Daha önceki dönemlerde de; ‘Saklambaç’, ‘Çok Özel’, ‘Paparazzi’, ‘Televole’, ‘BBG’ydi popüler olanlar.
Bu programların isimlerini yan yana getirince ve içeriklerini düşününce; aynı zamanda bir kültürün içinde bulunduğu durumu, değişimi hakkında da az çok bilgi sahibi oluyoruz. Bahsettiğimiz kültür, Anadolu’muzun kültürü mü, halkımızın değerleri mi? Adını, popüler kültür koydukları; vurdum duymazlığın, kuyu kazmacılığın, kirliliğin, karmaşık düşüncelerin olduğu, sorgulamayan beyinlerin içinde yaşadığı kültür. Egemenlerin halka dayattığı, o her zaman bahsettiğimiz yoz kültürdür. Hep “12 Eylül sonrası süreç” dedik. Fakat, çözüm noktasında veya somutlaştırma anlamında kafa yorduk mu? O programları bir yandan kızarak, bir
yandan dalıp giderek, kendimizi kaptırarak izlememizin nedenini sorduk mu? O dalıp gitme esnasında, aklımıza soru işaretleri takılıyor mu? “Ben şu anda bunu ne için izliyorum?” gibi... Her şeyi kendi akışına bırakamayız elbette. Birilerinin, kurdukları planı uygulayabileceği şekilde bizi yönlendirmesini izleyemeyiz. Bu tip programlar, birbirlerinden habersiz ortaya çıkmadı. Aşama aşama halka kabullendirildi, halk nezdinde meşrulaştırıldı. Sonra, gençlik özendirildi; böylesi uçuk, sorumsuz, bencil yaşamlar, örnek olarak sunuldu insanlara. Önceleri, “Paparazzi Kültürü” kavramı ortaya çıkmıştı ve bir bakışı ortaya koymak için, o terimden faydalanıyorduk. “Televole Kültürü” tanımlaması, sohbetlerimizde, bazı şeyleri uzun uzadıya anlatmaya gerek
7
duymadan kısaca ifade ediyordu. Şimdiyse, ‘Biri Bizi Gözetliyor’, ‘Ben Evleniyorum’, ‘Popstar’ vb. programlarla, ismi daha koyulmayan yeni bir “kültür” döneminin içindeyiz... O kadar hızlı değişiyor ki değerlerimiz, kültürlerimiz, özentilerimiz, inançlarımız, yaşam biçimimiz; farkında olmadan, bir de bakmışsınız ki değişik şeyler hissediyor, takip ediyor, düşünüyor ve izliyorsunuz. Bu derece fikir, zikir değiştiren, yönlendiren güç; sebepler nedir? “Modern dünya”, “Yeniçağa ayak uydurmak”... Peki bunların, yaşamımızdaki karşılığı, yaşadığımız gerçekler, yüzyüze geldiğimiz olaylar içerisindeki yeri nedir? Modernlik veya yeni dünya düzeni demek; kişiliğimizin, insanı insan yapan özelliklerin hop oraya hop buraya zıplayarak değişmesi, kirlenmesi mi? Kişilik veya ruh hali bozukluğu mu? Nedir gerçekten bu kavramların beynimizdeki, geçmişimizdeki, geleneklerimizdeki ve kültürümüzdeki karşılığı? Bu soruları sorduğumuzda ve karşılaştırmalar yaptığımızda hem kendi kişiliğimiz üzerinde hem de insanların yaşamı üzerinde, nasıl bir sonuca varıyoruz?✔
hapishaneden
kalbim da¤lardad›r İnsanın çok halleri vardır ki en güzeli Adalı halidir. Umutlu bir haldir bu ve onurlu. Düşüncelerin, düşlerin ve anıların bileşkesinden, yağız bir duruşla ayakta kalmaktır. Üstüne üstüne gelen her şeye karşı dik durabilmektir mesela. Yoksa, kepaze eder adamı. Cüdam eder ve rüsva. Adalı olmaksa; üstüne gelenin, üzerine üzerine gitmektir. Deryada şahlanan dalgalar gibi, karalara çarpmaktır yani. Çarpa çarpa, çarpışa çarpışa, karaları ada yapmaktır. Yürek olup, karaları parçalamanın halidir bu. Kalbin çarpması ve çarpışmasıdır. Aynı, bizim şarkımızdaki gibi... “Fakat nehirlerin akıyor, dağların rüzgarlıdır Bak, yine çarpıyor kalbim ortasında kavganın” “Adam olmak” diyorsun ya, et ve kemik olmak değildir ki sadece. Ya da yaşamak mesela. Ve bilirsin ki hatırlanmaya değer anıları ve gerçekleştirmek için bedel ödemeye değer düşleri olanlar “yaşadım” diyebilir ancak ki diyenler Adalı’dır, dağlıdır. Kalbim dağlardadır. Çorum bir bozkır şehridir. Nohut yetişir kıraç toprağında. Ki, leblebisi çok meşhurdur. Karanfil kokulusu bile vardır. Sonra şehrin ortasında eski bir saat kulesi, zamanı gösterir. Zaman içinde bir yerlerden kalma kalesi vardır, Çorum’un. Surlarının içinde ve dışında çok kan akmıştır. Hititler’den, Celaliler’e... Ve kundaktaki bebenin çığlığına aldırmadan, boğazlandığı o günlere dek. Bakma, bozkır bir mazlum şehridir, köklerinde bir isyanın ateşleri yanar. Bir rüzgarda harlanacak gibi. İçten içe, usul usul... Bugün, Çorum yine leblebisiyle meşhur, ama artık şahanlarıyla onurlu. Bir kentin onuru, toprağına can veren yiğitlerinden gelir. Şen olasın Çorum şehri, Adalılar sana da ulaştı. Ve toprağına, umudun kanı bulaştı. Bozkır, yeşillenir artık. Sen şen olasın Çorum şehri. Bozkırında karanfillerin var artık... Karanfillerinde bir kalbi vardır. Çarpar ha çarpışır, dağlarda. Bu bir aşk halidir. Çünkü kalbim çarpışıyor. Dalgalar, dağlar gibi yükselip karaları dövüyor. Adalıların aşk halidir bu. Benzemez, cıvık çamur romantizmine öyle. Ki, zorbalıktan kaçışın adıdır o kalp ağrısı. Çünkü, ne başka bir acı taşıyabilir, ne de başka ağrı çekmeye mecali vardır. Tam da bu nedenle, aşkı da taşıyamazlar. Aşk dediğin, Adalılar’da şık durur. Ve kalp dediğin çarpa çarpa, çarpışa çarpışa kazanır aşkı. Yine bizim şarkımızdaki gibi yani... “Ey sevda kuşanıp yollara düşen Bilesin bu yollar dağlar dolanır Yare ulaşmadan düşersen eğer Yarına sesinin yankısı kalır” Haklısın, dağların da bir sesi vardır. Şimdi rüzgarı dinleme zamanıdır. Dağlar konuşuyor ve dağlılar soruyor. Dağlılar ki, yükseklerden bakarlar aşağılık kepazeliğe. Kentler, köyler, “Kime Ez?” diyor. Kimim Ben? Ve, yüz yaşındaki Cigerxwin cevap veriyor: “Kurde Serfiraz” Dağların onurlu ve bilge sesi yankılanıyor. Duyuyor musun? Dağlarında bir sesi vardır, yüreğinle dinlemelisin. Sadece “Kurde” değil, “Kurde serfiraz” Bizim şiirimizdeki gibi. Ki, bir Adalı halidir onur. Yani boyun eğersem; yerlisi, yabancısı hele Amerikan işgalcisine, boynum kopsun diyebilmektir. Secde edersem emperyalizme, başım yerden kalkmasın yeminidir. Ve bu topraklarda yemin, bir inanç meselesidir. Yeminini bozana iyi gözle bakılmaz. Onur, ki bir yemindir, yüreğine kazınmış. Ol sebepten, insanın Adalı halidir “Kurde serfiraz”. Yani, şarkın, şarkılarındaki gibi... “Çıkıp Dersim dağlarına, türkü söylemek var ya...” bir onur, bir umut, bir Adalı halidir işte..
8
açl›k grevi sezgin
gündüz
TAYAD’l› ailelerin açl›k grevi günlü¤ünden...
17 Eylül 2003 1.gün Aileler çıkarıldıkları mahkemece saat 17:30'da serbest bırakıldı. Fakat polis tarafından el konulan pankart ve çadırları teslim edilmedi. Adliye dönüşü parka uğrayan TAYAD'lılar, konut sorunlarına çözüm isteyen deprem mağdurlarını ziyaret etti.
Yine düştük Ankara yollarına. "Sesimizi duyan var mı?" diyeceğiz. Sağır kulaklara, vicdanlara. *** Vardık Ankara'ya. Açlık Grevi yapacağımız yere doğru yola koyulduk. Parka vardığımızda bir polis yığınağıyla karşılaştık. Önce çadırı almaya çalıştılar. Vermedik. Tartışmadan sonra çekildiler. Pankartımızı, dövizlerimizi açıp, önlüklerimizi giydikten sonra basın açıklamamızı yaptık. Çadırımızı açıyorduk ki, polis şefi "Çadır açarsanız müdahale ederiz.” diyerek polisi çevremize yığdı. Çadır açma izni verilene kadar da oturacağımızı ve beş kişi olarak
açlık grevine başladığımızı duyurduk. Battaniyelerimizi serip oturmaya başladık. Çevreden geçen insanların ilgisini çekiyorduk. Gelip, tecritin ne olduğunu eylemimizin amacını soranlar oldu. Polis şefleri gelip gidip hem uzlaşma yolları arıyor, hem de tehdit ediyordu. Saat 15.30'da saldırmadan önce tekrar tehdit ettiler. Biz de direneceğimizi söyleyip oturduk. Pankartımızı önümüze alıp kol kola girerek oturduk ve "Çözün Tecriti Kaldırın", "İşgal Ortaklığına ve Tecrite Hayır!", "İnsanlık Onuru İşkenceyi Yenecek!" sloganları atarak direndik. Yaka paça, zor ve şiddetle bizleri birbirimizden koparıp çevik otobüslerine attılar.
9
20 Eylül 2003 4.gün Ankara'da bulunan tutsak yakınları da ailelere katıldı. Altı açlık grevcisi ile birlikte yirmi kişilik bir grup oturma eylemini sürdürdü. Ayrıca Anadolu'dan gelen TAYAD'lı Feridun Osmanağaoğlu ve Özkan Özgür de açlık grevine başladı. Aileler şu anda, gözaltı ve soğuğun neden olduğu sağlık sorunları yaşıyorlar. Ayrıca battaniye ve dışarıdan getirilen çaylara müdahale edilmesi sonucu sürekli gerginlikler yaşanıyor. 21 Eylül 2003 5. gün Dün gece yine bir battaniye gerginliği yaşansa da dört beş battaniye daha alabildik. Sabah güneşiyle kemiklerimizi ısıtmak için güneşte oturduk. Mazlum-Der Başkanı sigara getirdi. Pazartesi gününden sonra birer kişi de nöbetçi bırakacağını söyledi. Akşamları soğuk kendini hissettiriyor. Şimdi misafirlerimiz geldi. Yaşlı bir çift. Emekli öğretmenlermiş. 22 Eylül 2003 6. gün Bugün sabaha karşı epey soğuktu. Hatice Ana’nın geldiğini öğrenince karşı-
lamaya gidildi. Hatice Ana’yı çiçek demetleriyle karşıladık. Esenler halkından mesaj geldi. Mesajlarında; “Zafere olan tüm inancımızla hepinizi selamlıyoruz. Sevgilerle ” diyorlardı. Şahin Amca’yı İstanbul’a uğurladık. Arkadaşlara selamlarımızı gönderdik. Ölüm orucu şehidimiz Serdar Karabulut’un abisi ve yengesi bizi ziyaret etti. Saat 15.20’de Ankara Temel Haklar ve Özgürlükler Derneği’nden bir arkadaşımız TBMM-İnsan Haklarından vekillerle görüşecek ve taleplerin, tecritin, işgalin gündeme getirilmesi için uğraşacak. Sezai Abi bugün yine THIV’e gitti. Kulağındaki akıntının sebebi, aldığı darbe olabilirmiş. Yarın yine gidecek. Akşam saat 18:00 civarı Emniyet’ten polis geldi. Cuma günü yaptığımız başvurunun sonucunu getirdi. Olumsuz tabi. Komik gerekçe ve önyargılı yorumlar yapılarak reddedilmiş. Gece çok fazla soğuk değildi galiba, rahat uyuduk. 23 Eylül 2003 7.gün Sabah saat 07:30 civarı kalktık. Gece soğuğunu üzerimizden atmak için güneşleniyoruz. Bugün tekrar Demokratik Kitle Örgütlerini, sosyalist basını ziyaret etmeyi düşünüyoruz. Şu ana kadar TTB’den kimse gelmedi. Duymamış olamazlar. Yedi arkadaşımız ilk günden beri açlık grevini sürdürüyor, en azından gelip açlık grevi yapan arkadaşlarımızı kontrol edebilirlerdi. Bugün de gidip görüşmeyi düşünüyoruz. Eski MHP’li şu anda AKP’li iki vatandaş ziyaretimize geldiler. 12 Eylül sonrası kendilerini kandırılmiş hissetmişler. Yılgınlar. Saat 13.00’te İCP’den gelen bir heyet bizi ziyaret etti. İnsan hakları savunucusu bu grupla röportaj yaptık, sohbet ettik. Yaşananları ve direnişi ülkelerinde anlatacaklarını ve uluslararası kamuoyuna gündem yapmaya çalışacaklarını söylediler. Niyazi Abi’ye sabah açlık grevini bıraktırdık. Hatice Ana sabah açlık grevine başladı. İbrahim Abi ve Yayla Abla’yı da uğurladık. Açlık grevinde altı kişi kaldı. İstanbul’a gidenlerle sayımız onbire düştü. Mehmet Özer geldi fotoğraflar çekti. Şu anda dört avukat var. Oturmuş sohbet ediyorlar. Yine her gün ziyaretimize gelen abla burada. Termos getirdi. Oturduğumuz yer esiyor. Güneş ötemizde. Akşam üzeri genç bir arkadaş yanaştı yanımıza ve cebinden bir gül çıkarıp Hatice Ana’ya verdi. Neden açlık grevinde olduğumuzu sordu. Öğrenci olduğunu, ayrıca çalıştığını da ekledi sözlerine. İnsanların habersiz bırakıldığını, sessizliği
ve sansürü anlatıp bir ihtiyacımız olup olmadığını sordu. Gerek olmadığını, desteğinin bizi mutlu ettiğini söyledik. Kalkarken utanarak ve sıkılarak elime para sıkıştırıp gitti. Öyle tuhaf oldum ki. Beş milyondu avucuma sıkıştırdığı para. Öyle ya koca koca kurumlar, kişiler yalanlar dolanlarla yanar döner davranırken, böylesi insanların dostluğu ve dayanışması daha bir güç veriyor insana ve tarifsiz duygular yaşatıyor. 25 Eylül 2003 9.gün Saat 11:00’de Güvenlik Şube’den iki memur gelip Emekli astsubayların basın açıklaması yapacaklarını bir sorun çıkabileceğini söyledi. Bir saatliğine depremzedelerin yanına gidip gitmeyeceğimizi sordu. Biz de bir sorun olmaz, gitmeyiz dedik. Bir tanesi “Neden!” deyip tartışmaya girince diğeri arkadaşına müdahale etti. Biz de üç arkadaş emekli subayların yanına gidip kendimizi tanıttık. Polisin aramızda gerginlik yaratmaya çalışabileceğini anlattık. Ne için burada olduğumuzu anlattık. Subaylar ise kendilerinin sözcü olmadığını söyleyip o anda polisler ile konuşan birini gösterip “Sözcümüz o arkadaş” dedi. “Bunların hepsi demokratik taleplerdir niye saldıralım.” dedi. O sırada sözcüleri geldi. Burada yaparsak bunların reklamını yaparız deyip ses düzeni aracını bizim görünmeyeceğimiz bir noktaya aldılar. Yaşadığımız tecrit ve çifte standardı en açık örneğini görüyoruz. Bir battaniye, pankart, megofonu saldırı gerekçesi yapan Vali, Emniyet Müdürü; kurulan ses düzenine hiçbir şey demiyor. Saat 11:30’da Yapı-Yol Sendikası Gençlik Başkanı ziyaretimize geldi. Daha önce Valiliğe izin başvurusuna çağırdığımız kişi ve kurumlardan tek bu arkadaş gelip bizimle beraber gelip taleplerimizi desteklediklerini belirtmişti. Batman Petrol-İş’ten üç avukat arkadaş ziyaretimize geldi, genel kurulları varmış. Ankara’ya gelince burada olduğumuzu duymuşlar. Akşam 20.30 civarı bir kişi eşi ve iki çocuğu ile geldi. Sağcı olduğunu söyledi. 40 yaşlarındaydı. Mahalle arkadaşlarından solcular varmış. Komünist Sebo dedikleri arkadaşı akşam kahvede “Oğlum bırakın bu sağcılığı gidin Abdi İpekçi’de heykelin altında insan görün. İnsanlık nasıl olur öğrenin”demiş. O’da çocuklarını eşini alıp gelmiş uzun süre bizi seyretmiş. Önce Yanımıza gelmeye çekinmiş. Yarım paket sigarası vardı onu verdi. Yine geleceğini söyledi. 26 Eylül 2003 10. gün Sabah kalktım. Her zamanki rutin işleri yaptık oturuyoruz. Saat 09.00’ da Atılım’dan iki muhabir geldi. Birtan Altun-
10
baş’ın mahkemesine gittiler. Alınteri muhabiri ziyaretimize geldi. Mahkemeye giden arkadaşlar geldi. Mahkeme davalı sanıkların gelmediğinden ertelenmiş. Bugün Ulucanlar katliamının yıldönümü. İçimizden iki arkadaş Ankara Gençlik Derneği, Temel Haklar ve Ankara TAYAD ile beraber Ulucanlar Hapishanesi’ne basın açıklamasına gittiler. Oradan Karşıyaka Mezarlık ziyaretine gidecekler. SES’liler ile ben konuşmuştum. Arkadaşlarımızın açlık grevinin 6. gününde olduğunu, yaşlı ve ölüm orucu gazileri olduğunu TEM’de işkenceye maruz kaldıklarını, gelip kontrol etmelerini rica etmiştik. Geleceklerini söylemelerine rağmen bugün açlık grevinin 11. günü SES’den ne bir ses ne bir seda var. Şu anda saat 17:25 Kalabalık bir grup geldi. Bizlere F Tipi ve tecritle ilgili sorular sordular. İçlerinden bir bayan haklı olduğumuzu fakat bu toplumla bir şey yapılamayacağını polislerinde görevini yaptığını söyledi. Fakat biz de polisin bize saldırgan davrandığını, görevinin bu olmadığını anlattık. Gruptaki diğer insanlar bizim haklı olduğumuzu söyleyip başarı dileklerini dile getirerek ayrıldılar. Çok zaman geçmeden 10 metre ilerimize şüpheli bir çanta bırakıldı ve bize yerimizi terk etmemiz söylendi. Gerekçe sözüm ona can güvenliğimizmiş! Biz yerimizi terk etmeyeceğimizi söyledik. Daha sonra çantada bomba olmadığı aksine çantanın kendilerine ait olduğu anlaşıldı. 27 Eylül 2003 11.gün Bugün gene 07:30 civarı kalktık. Hatice Anamız açlık grevine ara verdi. Bu sabah 08:00 civarı Volkan Ağırman’ın amcası İsmet Ağırman aramıza katıldı. İki günlük destek açlık grevine başladı. Şu an üç arkadaşımız açlık grevini sürdürüyor. Saat 11:00’de İsrail Konsolosluğu’na Ankara Gençlik Derneği ve Ankara Temel Haklar ve Özgürlükler Derneği ile biz de iki kişi basın açıklamasına gittik. Oradan 1.5 km ilerisindeki Filistin Büyükelçiliği’ne desteklerimizi iletmek için sloganlarımızla gittik. Üç kişilik heyetimiz Büyükelçilikle görüşüp emperyalizmin tecrit ve zulmünü lanetleyip Filistin halkının işgalcilere karşı taşla ülkelerini savunmalarını, kendimize rehber edindiğimizi, Filistin halkının yanında olduğumuzu belirttik. Konsolosluktan çıktıktan sonra basına sözlü açıklamada bulunup Abdi İpekçi Parkı’ndaki ailelerimizin yanına döndük. Ziyaretçilerimiz yoğun. Tesettürlü dört genç bayan geçerken bizi görüp ziyaretimize geldi. Direnişimizi selamladıklarını ve yine geleceklerini söylediler.
İki kişi geldi. KESK Van ve Hakkari temsilcileriymiş. Aynı zamanda Van DEHAP İl Yöneticisiymiş. ”Yolcu olmasaydık, inanın kalırdık” dediler. Onlarla konuşurken bir kişi de çiçekle geldi. Çiçeği Mehmet amcaya verip elini öptü. Eskiden Gündem muhabiriymiş. TAYAD’ın yerini sorup gitti. Saat 22:00 civarı parktan geçen 8 kişilik bir grup bizleri alkışlayarak geldi. Hava iyice bozdu. Birkaç damla yağmur döküldü. Gökyüzü kapkara bir bulut ile kaplı bizde yağmurdan korunabilmek için naylon barınak yapmak istedik. Güvenlik Şube Komiseri engel oldu. Bir gerginlik yaşandı. Yağmur yağınca gideceğimizi sanıyorlar. Biz de ne olursa olsun kararlığımızı göstermek için yere naylon serip battaniyelerimizi açıp yüksek sesle marş-türkü söylemeye başladık. Çocuklarıyla gelen tekel işçisi aile de gitmedi. Bizle oturuyor. Gece saat 03.30’da yağmur yağmaya başladı. Ayşe Abla’nın akşam evden getirdiği naylonu ve nalburdan aldığımız 4x5 metre naylonu battaniyelerin üzerine serdik Yağmur kısa sürdü.
28 Eylül 2003 12. gün Bugün Filistin'li bir aile, önümüzdeki afişleri okuyarak geçerken, genç kızları bizimle konuşmak istedi. Anne babası kolundan çekerek götürmek istese de, genç kız gelerek bizimle konuştu. Kendisinin Filistin'li olduğunu gayet iyi bir Türkçe ile söyledi. "Filistin'de katliama ve İşgal Ortaklığına Son" yazan dövizi okuduğunu söyledi desteğimiz için teşekkür etti. F tipi hapishanelerdeki tecriti ve yaşananları anlattık. Direnen halkların kazanacağına inandığımızı söyledik. Bizlere başarılar dileyerek ayrıldı. Gece, bir bayan, bir erkek gelip, sohbetimize katıldı. Ankaralılar. Delikanlı, F tipinde jandarma olarak askerlik yaptığını ve Edirne F tipinde görevli olduğu dönemde subayların, tutsakların psikolojilerini bozmak için kendilerine sürekli ses yapmaları doğrultusunda emirler verdiğini anlattı; F tipi hapishanelerin kötülüğünden bahsetti. Börekçilik yapıyormuş. Ziyaretimize tekrar geleceğini söyledi. Nöbetçilerimizi belirleyip, yeni bir gün için uyuduk. 29 Eylül 2003 13.gün Gece 24:00’te, üç arkadaş açlık grevine başladı. Sezai, Özkan ve ilk günden beri yanımızdan ayrılmayan Ankara’lı arkadaş Yurdum Ali. Postexpress Dergisi’nden bir muhabir geldi. Daha sonra gelip röportaj yapacağını belirtip gitti. Saat 14:20 bu satırları yazarken sivil polisler ile tartışılıyor. Yanımızda oturan
iki gence buradan kalkın dediler. Bizde o gençlere sahip çıkıp, onları oradan kaldıramayacaklarını, böyle bir hakları olmadığını söyledik “biz kaldırmıyorduk, yanlış anladılar” gibi demagoji yapmaya başladılar. Tartışma devam ediyor. Bülent ve Sezai onlarla konuşuyor. İstanbul'dan Özgür Radyo aradı, direnişimizle ilgili haber programı için bilgi aldı. Mardin'li bir amca ve yeğeni hastaneye gelmişler, bizi görünce yanımıza geldiler. Uzun süre sohbet ettik. Bir paket selpak almışlardı onu da bize bıraktı. Cebindeki paradan 8 milyonunu dönüş yol parası olarak ayırıp geri kalan 5-6 milyonu bize bıraktı. Tüm ısrarlarımıza rağmen almazsak kırılacağını, yol parasının kendisine yeteceğini söyleyip gitti. 1 Ekim 2003 15.gün Bugün her zamankinden daha erken kalktık. Kalktığımızda Samsun'dan gelen arkadaşlarımızın günaydınlarıyla uyandık. Polisler diğer illerden gelineceğini bildiği için gece bütün asayişi Abdi İpekçi Parkı’na topladı. Biraz bekledikten sonra gitmeye başladılar. Ayrıca bu gece bazı ziyaretçilerimiz bizlere destek amacıyla yanımızda kaldılar. Sabah Samsun'dan sonra Dersim, Malatya, Elazığ'daki arkadaşlarımızla buluştuk, onlarla türküler marşlar söyledik, sloganlarımızı attık. Daha sonra İzmir, Mersin ve Antakya geldi onları da ıslıklarla, zılgıtlarla karşıladık. En son olarak İstanbul geldi. Biz kalabalıklaşmaya başladıkça etrafımız sarılmaya başlandı. Artık hepimiz biraradaydık ve "Öldüren Meclis İstemiyoruz!" sloganıyla başlattık eylemimizi. Yaklaşık bir buçuk saat boyunca parkta türkülerimizi söyledik, sloganlarımızı attık. Mektup götürecek arkadaşlar mektuplarını hazırlarken, polis de bizimle pazarlığa başladı. Bizler Meclise hepimiz gideceğiz ve mektuplarımızı vereceğiz dedik. İlk önce kabul etmediler. Başörtülerimizi çıkarmamız şartıyla gidebileceğimizi söylediler. Daha sonra beşerli gruplar halinde yürümeye başladık. Yol boyu devamlı göz önünde tutuyorlardı bizi. Meclise vardığımızda her yeri sarmışlardı. Beşer kişi mektuplarını bırakmaya Meclise girdi. Mektuplarımızı bıraktıktan sonra "Tecrite ve İşgal Ortaklığına Son" yazılı pankartımızı açtık. Ardından basın açıklamamızı yaptık. Pankart açma konusunda biraz müdahale etmeye çalıştılar ama yine de engel olamadılar. Bizlerden sonra Meclisin önüne Gençlikteki arkadaşlar basın açıklaması yapmak için gittiler. Onlara hemen müdahale edip gözaltına almışlar. Gece çevik polisleri bilinçli bir şekilde kola kutusuyla top oynayıp durdu. Amaçları taciz ve bizi uyutmamak. Umursamadık. Uyumaya devam ettik....
11
2 Ekim 2003 16.gün Stajer bir hakim ziyaretimize geldi. Başarılar diledi. Çevremizdeki polisi göstererek "Göreve geldiğimde ilk döveceğim bunlar olacak. Bunları iyi bilirim" dedi. Çünkü öğrenciyken polisin saldırısına uğramış.... Hakan isimli bir arkadaş, dün gece saat 23:00’te geldi. Sabah sizinle Meclise yürüyeceğim, sabah kalkamam korkusuyla geceden geldim dedi ve bizimle geceyi paylaştı ve biz direnişçileri onurlandırdı. Meclis yürüyüşünden sonra vedalaşıp gitti. Anarşist Gençlik Federasyonundan bir arkadaş gelmiş. Karşılamak için ne gibi ihtiyaçlarımızın olup olmadığını sormuş. Hapishanelere göndermek için Abdi İpekçi fotoğraflarımızın bir kısmını çoğalttırmıştık. Onlar da geldi. Umut güzel resimler çekmiş. 04 Ekim 2003 18. gün Sezai Abi ve Özkan bayağı öksürüyordu kalkışta. Geceden çok, gündüz üşüttüklerini düşünüyorum. Fahrettin Amca ve Figen Abla kurumları ve aydınları dolaşmaya gidecekler. Radyo'dan, Yeni Şafak'ta, bizlere ilişkin haber olduğunu öğrendik. Adalet ve İçişleri Bakanlıkları karar alıp, F tiplerindeki “terör suçlularının” (tanımlama kendilerine aittir) ailelerine mektuplar yazmışlar. Gelin bize başvurun, yazın çocuklarınızı nasıl kurtarırız birlikte karar verelim” diyerek pişmanlığa çağırıyorlar. Birazdan Mehmet amca, Figen Abla 20 gündür onların bize nasıl şefkatli (!) davrandıklarını anlatacaklar ve de çözümün tecritin kaldırılmasında olduğunu açıklayacaklar. Yarın da basın açıklaması yapmayı düşünüyoruz. Fahrettin Amca ile Figen Abla Yeni Şafak gazetesine gittiler. Bugün gazetedeki haberleri üzerine konuşmuşlar. Yaşadıklarımızı yaşanılanları konuşmuş ve muhatapları olduğumuzu, bize sormalarını, bizim de söyleyeceklerimizin olduğunu söyleyip parka davet etmişler. Onlar da geleceklerini söylemişler. Bekliyoruz. Figen Abla ile Fahrettin Amca Hüsnü Öndül'ün yanına gittiler. Daha sonra dünden kalan DKÖ'leri dolaşacaklar. Forum için Akın Birdal'ı aradık. İstanbul’daymış. Aradığımız için memnun olduğunu söyledi. İstanbuldaki arkadaşlar görüşecek. Akın Birdal biz Abdi İpekçi’dekilere sevgi ve selamlarını iletti. Tekel işçisi olan abi eşi ve çocuklarıyla ellerinde iki poşet eşyayla yanımıza gelip dört-beş saat bizimle oturup sohbet ettiler. Abla başörtü ve kızıl bantta taktı. Halayada kalktılar. Umudunun bizde olduğunu söyledi. Çocuklarını ve eşini bi-
Ferdi ile tanıştık. Dün seyyar tezgahına zabıtalar el koymuş. İşsiz kalmış. Neden burada durduğumuzu ilk dün farketmiş. Ziyarete gelmiş. Saz çalıyor. Arabesk söylüyor. 19 yaşında. Ferdi akşama sazıyla gelecek. Hapishaneleri, ölüm orucunu konuştuk. Cemal “Sivas Dağları”nı söyledi. O da asker için bir bestesini söyledi. Ayrıldı. Top sakallı bir genç dikkatle dövizlerimizi okuyordu “Merhaba biraz daha yakına gelir misiniz?” diyerek sohbet kurduk. F tipleri nedir? dedi. Özkan da F tipi tabutluk gibi bir şey dedi. Yalnız başına yıllarca kalmak hergün yemeğin, suyun verilsin insan yine de ne hale gelir? diye sordu. Kars-Kağızmanlı genç “delirir” dedi. Akşam 20:30’da EKB’li kadınlardan kalabalık bir grup daha ziyaretimize geldi. Figen Abla, Özkan ve ben açlık Grevinin ikinci gününde ara veriyoruz. Figen Abla bu gece İstanbul’a dönüyor. Hepimiz iyi yolculuklar diledik. lerek yanımıza getirdiğini anlattı. Bu arada ziyaretçilerimiz akşam üzeri daha bir kalabalıktı. 05 Ekim2003 19. gün Yapacağmız basın açıklaması için hazırlıklar yapıyoruz. Polis basın açıklaması başlamadan birkaç saat önce yığınak yaptı. Herhalde eylemi bitireceğimizi, yürüyeceğimizi ya da çadır açacağımızı sandılar. Öyle ki 4-5 çevik otobüsü ve her birimden polisler vardı. Çevikleri yakınımıza kadar getirip dizdiler. Şaşırtıcı olan hemen tüm TV’lerin olmasıydı. Televizyonda gösterirler mi ayrı konu. Dövizlerimizin arasında Yeni Şafak’taki haberin büyütülmüş iki küpürü de vardı. Basın açıklamamızı sloganlarla bitirdik. 06 Ekim 2003 21.gün Sabah Şahin amca, Feridun Abi, Ünzile Abla ve Naime Ana geldiler. Bir kadın yanımıza geldi. Kaç gündür açlık grevinde olduğumuzu sordu. Neler yapıyorsunuz dedi. 21 gündür tecritin kaldırılması için açlık grevi yaptığımızı söyledik. Bize, “Allah yardımcınız olsun, o köpeklere lanet olsun” dedi. Ünzile, Yıldız Meclise gittiler bugün, kurumları da gezecekler. Tüm Bel-Sen 1 No’lu, 2 No’lu Şubeleri “Ödenmeyen Maaşlarımız İçin Yürüyoruz!“ yazılı önlükleriyle yanımıza geldi. Yaklaşık 20-30 kişi vardı. Gelirken "Anaların Öfkesi Katilleri Boğacak!" sloganıyla ve alkışlarla geldiler. Hepimizle el sıkıştılar. Eylemimizi desteklediklerini söylediler. Çadır izni verilene kadar ve tecrit kalkıncaya kadar burada oturma eylemi ve açlık grevine devam edeceğimizi anlattık. Desteklerinin ve ziyaretleri-
nin devamını beklediğimizi söyleyip, uğurladık. Şu anda Feridun Abi bir bayanla sohbet ediyor. Bayan “Siz burada açsınız, akşam yemek yerken bile sizler aklıma geleceksiniz” dedi. Başarılar dileyip gitti. TMMOB Polen İnşaat Mühendislerinden bir kişi geldi. Ben buraya kişi olarak geldim. Duyarlılığımı gösterdim dedi. İnsanlarla konuşup buraya desteklemeye geleceğini söyledi. İki amca yaklaştı bizlere tecritin ne olduğunu sordu. Anlattık. Bizlere başarılar dilemekten başka bir şey söyleyemiyorum deyip gittiler. Genç biri geldi ve Avrupa’da sosyal yaşamın Türkiye’dekilerden daha yüksek olduğunu söyledi. Özkan da “Öyle olabilir ama Avrupa F tiplerini yaptırdı onay verdi. 19 Aralık katliamının planlayıcıları da emperyalist ülkelerdir. “ dedi. Bir ziyaretçi Diyarbakır Cezaevi 2. Müdürü olduğunu ve müdür olarak Artvin cezaevine tayin olduğunu ve bizlere başarılar dilediğini söyledi ve gitti. Şahin amca ile Naime ana biraz sonra kurumları gezecekler. Mehmet Amca ile Ayşe Abla’da Meclisin önündeki savaş karşıtı basın açıklamasına katılacaklar Cumartesi günü 04 Ekim 2003 günü Yeni Şafak gazetesi muhabiri ile yaptığımız söyleşinin haberini bugün okuduk ve değerlendirmesini yaptık aramızda. Şimdi yaşlı, bastonlu bir amca geldi. Yıldız‘la sohbet ediyor. İki oğlunun da Almanya’da olduğunu ve solcu olduklarını söyledi ve ”Şu bastonum bu devletten daha iyidir”. Bunları yazarken bastonlu amca bir daha geldi bize 10 şişe pet su almış getirdi. Merhaba diyerek Çorum Sungurlu’lu
12
07 Ekim 2003 22. gün Sabah 07:00’da kalktık. Olağan hazırlıklarımızı yaptık. Daha sonra açlık grevinde olan arkadaşlarımızın ihtiyaçlarını karşıladık. Yıldız’ı TİHV’e gönderdik. Depremzedeleri ziyaret ettik. Oraya gittiğimizde yapmış oldukları eylemidesteklediğimizi ve yanlarında olduğumuzu ifade ettik. Hollandalı bir kişi tercümanı vasıtasıyla bizlerin burada ne yapmak istediğini sordu. Bizler kendisine verdiğimiz mücadeleyi anlattık. Fotoğraf çekti. Bu sorunu ülkemde dilim döndüğünce aktarmaya çalışacağım. Size başarılar dilerim” dedi. ODTÜ’den yirmi kişiden oluşan grup bizlerle şimdiye kadar neler olduğunu, ne gibi programımızın olduğunu sordular. Sorularını cevapladık. Büyükşehir Belediyesi’nden işçiler yanımıza gelerek başarılar dilediler. ihtiyaçlarımızı sordular. 08 Ekim 2003 23. gün Sabahın erken saatinde kalkıp, yataklarımızı topladıktan sonra çevremizi temizlemeye başladık. Bu sırada 60 yada 70 kişilik ESP’li arkadaş grubu geldi. Ankara’ya tezkereyle ilgili eylemliklere katılmak için gelmişler. Buraya gelmişken hep beraber bizleri de ziyaret etmeyi düşünmüşler. Geldiklerinde şimdiye kadar nelerle karşılaştığımızı anlattık. Ardından hep beraber marşlar söyleyip halay çektik. Giderken mücadelenizde başarılar, kalbimiz sizinle deyip ayrıldılar. Türbanlı bir bayan Maraş’tan Ankara’ya sağlık sorunlarını halletmek için geldiğini söyledi. Dünde bizlerin önünden geçip kendi kendine düşünüp bizlere çiçek vermeyi tasarlamış. Ve bugün çok
güzel bir buket yaptırıp bizlere sundu. Peşinden şu sözleri ifade etti. Elimden bu buketi vermekten başka bir şey gelmiyor. Mücadelenizde başarılar, kalbim sizlerle birlikte atıyor dedi. Bizler ise senin yapabileceğin çok şey var, Maraş'a gittiğin de bütün Maraş halkına bizlerin neden burada olduğunu, kimler için mücadele ettidiğini anlatabilirsen çok şey yapmış sayılırsın dedik. Saat 13:00 sıralarında yanımıza bir beyefendi yaklaştı kendisinin Erzurum’lu olduğunu ve orada doktorluk yaptığını ve hatta sağ görüşlü olduğunu bulunduğu yörede sosyal olarak çok yoğun bir çalışmanın içinde yer aldığını ve bizlerin neden burada açlık grevi ve oturma eylemi yaptığınızı açıklar mısınız? dedi. Anlattık. Bunun üzerine bizlere şunları söyledi. Ben şimdiye kadar oyumu hep sağ partilere verdim. Hangi yapıdan olursa olsun haklı yapılan şeylerin tarafsız açıdan desteklenmesi gerekir dedi. Sohbet ilerledikçe bizlere kendi yazmış olduğu şiir kitabını verdi. Bunun üzerine bizler de çıkarmış olduğumuz kitabı kendisine sunduk. Peşinden mücadelenizde başarılı olursunuz inşallah deyip yanımızdan ayrıldı. Saat 14:00 sıralarında Mühendisler Odasından 3 kişilik heyet geldi. Yanlarında ihtiyaçlarımıza uygun malzemeler getirmişler. Teşekkür ettik. En kısa süre içerisinde tekrar bizleri ziyaret edecekleri söyleyip ayrıldılar. 20 kişilik EMEP’li bir grup ziyaretimize geldi. Güncel ve politik gelişmeler üzerine konuştuk. Son olarak tecrite karşı olduklarını, mücadelemizi desteklediklerini, her zaman yanımızda olacaklarını söyleyip ayrıldılar. Nejla adında, tesettürlü genç bir kız poşetinden bir buket gül çıkarıp zulme karşıyım, hukuk öğrencisiyim, yanınızda olduğumu belirtmek için bu çiçeği getirdim, sizinleyim yine arkadaşlarımla geleceğim, Allah yardımcınız olsun dedi ve gitti. 09 Ekim2003 24. gün Dün çok aşırı şekilde rüzgar vardı. Şimdi ise çok kötü bir şekilde rüzgarla birlikte yağmur yağıyor. Yağmurun yağmasıyla insanlar ıslanmamak için koşuşturmaya başladı. Havanın aşırı soğuk ve yağmurlu olması ziyaretçilerin azalmasına neden oldu. Belirli bir süre sonra yağmur kesildi. Ama soğuk hava devam ediyor. Açlık grevinde olan arkadaşlarımız bizleri ziyaret eden kişilerle beraber halaylar çekiyor, peşinden türküler söylüyorlardı. Kişilerdeki bu kararlılık, soğuk havanın olmasına rağmen yüzlerdeki gülümsemeler hiç eksik olmuyor. Gelen ziyaretçileri sıcak havada oturuyor hissine sokuyorlar.
Bir bayan ziyaretçi davamızda haklı olduğumuzu yürekten desteklediğini söyledi. Bizlere kendisinden de bahsetti. Kocasını kısa süre önce kanserden kaybettiğini, iki çocukla birlikte dul kaldığını, gecekonduda hayatını sürdürmekte olduğunu, kardeşlerinin bizleri iyi tanıdığı İdil Can'a sürekli gittiğini, çocuklarının bir tanesine isim olarak İdil koyduğunu ifade etti. Daha sonra sohbet koyulaştığında bizlere güzel sesiyle birkaç tane türkü söyledi. Bizlerle birlikte marşlar söyledi. Peşinden hep beraber halaya kalktık. 10 Ekim 20003 25. gün İki ana yanımıza yaklaşıp burada ne yaptığımızı sordu. Anlattık. Tam o sırada analardan bir tanesinin çocuğu F tipinde bizim davadan yatıyormuş. Oğlunun pişmanlık dilekçesi verdiğini bu hafta içinde kendisini bırakacaklarını ifade etti. Bunun üzerine pişmanlık yasasının bizim toplumla hiç bağdaşmadığını, insanlığa hiç yakışmadığını, bu yasayla ilgili dilekçe veren çocuklarımızın başları dik değil, tersine hep önüne eğik olarak hayatlarını sürdüreceklerini söyledik. İki ana “Söylemiş olduğun şeyler doğru bizler de bunun yanlış olduğunu biliyoruz ama çocuk kaynımızın oğlu onun için elimizden bir şey gelmiyor” deyip ayrıldılar. Bizler kendi aramızda sohbet ederken bir grup polis geldi. Burada saat 12:0016:00 arası Çimento İşçilerinin mitingi olacak, onun içinde sizlerin karşıya geçmesi gerekiyor dedi. Bizler de “mümkün değil“ dedik. Kendi kendilerine göre bir senaryo hazırlamışlar. “Bizler sizlerin can güvenliğinizi alamayız” dediler. Bizler de onlara, kendi güvenliğimizi alırız dedik. Ardından madem burayı terk etmiyorsunuz, miting bitene dek açmış olduğunuz dövizleri toplarsanız iyi olur çünkü mitinge sadece Cem Uzan'ın Çimento fabrikalarında çalışanların geleceğini bizim onlarla tam zıt kişiler olduğumuzu söyledi. Miting başlamadan önce bir yetkili geldi. “Bu miting yasal olduğu için sizlerin de aranması gerekiyor” dedi. Onun içinde aranma noktasına gitmemiz ve orada teker teker aranıp içeriye girmemiz gerektiğini söyledi. Bizler oturduğumuz yerden asla kalkmayacağımızı kendilerine ilettik. Bunun üzerine aralarında konuşup, yanımıza gelip sizleri oturduğunuz yerde arayalım dediler ve göstermelik bir üst araması yaptılar. Peşinden yanımızda bulunan eşyalarımızı aramaya kalkınca hep birden böyle şeye kesinlikle müsaade etmeyiz dedik. Bunun üzerine geri çekildiler ve bir tek arama köpeği ile göstermelik arama yaptılar. Miting başlamadan önce tekrar yanımıza gelip “İstiklal Marşı okunacak, okunur-
13
ken hepinizin ayağa kalkması gerekir” deyip çekildiler. Bizler de miting bittikten üzerine dövizlerimizi açıp oturduk. Kısa bir süre sonra ziyaretçilerle beraber sohbet etmeye başladık. Bir doktor arkadaş geldi. İsmi Çağrı. 19 Aralık katliamında çeşitli odalarla birlikte oda, heyetle cezaevlerini incelemeye gidenlerden birisiymiş. Demokratik kuruluşlardan toplu şekilde ziyarete gelenler var mı? Tecrit konusunda zorlayıcı girişimlerde bulundunuz mu? diye sordu. Bizler de doktor arkadaşa bütün kurumları dolaştığımızı ama maalesef istediğimiz sonuca ulaşamadığımızı söyledik. Kendisi bu konuda elinden geleni yapacağını, bulunduğu kurumu hareket haline geçireceğini söyleyip yanımızdan ayrıldı. Dün iki anamız iki buket çiçekle yanımıza geldiler. Kendilerine hoşgeldiniz derken; bu çiçekleri Sincan cezaevinde yatan evlatlarınız gönderdi. “Soğuk, yağmur demeden her türlü zorluklara katlanarak, her yerde bizlerin yanında, sesimiz kulağımız olup, bizlerin haklı olduğu davamızı bütün alanlara taşıyıp, omuz omuza kol kola yürümekten onur ve gurur duyduklarını” ifade ettiler dedi. Çiçeği getiren Fatma Ana. Gece yarısından sonra, bizler uyuyunca yağmur başladı. Beş nöbetçi arkadaş önceden hazırladığımız naylonların kenarlarından tutup havaya kaldırınca sanki kendimizi padişah otağında hissettik! Lüks bir otelin kral dairesinde kalanların bizim kadar rahat ve mutlu olamayacağını düşündük. Bir süre sonra yağmur dinince tekrar uyuduk. 11 Ekim2003 27. gün Doğan ile Mehmet amca satranç oynuyorlar. Feridun Abi sessiz izleyici bu defa. Güneş içimizi ısıtıyor. Saat 11'de yanımıza Kültür ve Sanat derneği konser düzenledi. Bu konser açık havada halka parasız olarak sunulmaya çalıştı. Konsere çeşitli grupların dışında semah ve tiyatro gösterisi de vardı. Gelen ziyaretçiler bizimle sohbet ettikten sonra yardımlaşma amacıyla sattığımız çakmak ve kalemlerden aldılar. Konser başlamadan önce konseri organize eden kişiler. Bizlerin yanına gelip halimizi ve hatırımızı sordular. Ve peşinden ister istemez bu gürültü sizleri rahatsız edecek onun için hepinizden teker teker özür diliyorum dedi. Her gün bizleri yalnız bırakmayan analarımız ve gençlerimiz yine yanımızdalar...✔
güncel meltem
gündüz
“ direnmektir ” insan› özgür k›lan... “Siyasal davalar; toplumda süren sınıf mücadelesinin, bir siyasal hesaplaşma aracı olarak, mahkeme kürsülerine taşınmasıdır. Yargılayanlarla yargılananlar; gerçekte, toplumda çatışma içinde bulunan sınıfların temsilcisi olarak, mahkeme salonlarında mevzilenmişlerdir. Egemen sınıflar, halkın mücadelesine ve örgütlü gücüne son vermek için, mahkemeleri birer araç olarak kullanırlarken; ezilen sınıfların temsilcileri, tarihsel olarak meşru görmedikleri bu mahkemeleri, onların teşhir edildiği bir kürsü haline getirirler.” Kısa bir süre önce, bir siyasal davanın; -Devrimci Sol Ana Davası- nın, Yargıtay tarafından bozulma kararına ilişkin haberler yer aldı gazete sayfalarında. Yargıtay’ın davayı bozma gerekçesi ise davadan 100 kadar klasörün kaybolmuş olmasıydı. Yargıtay, işin içinden çıkamıyor; sadece, davayı bozmakla yetiniyordu. Yazımızın başında kullandığımız alıntı, bu davanın öyküsünün anlatıldığı, Haziran yayınlarından çıkan, “Bir Savaş, Bir Dava ve Zafer“ isimli kitabın önsözünden alındı. Peki nasıl bir davaydı bu? 15 Mart 1982 tarihinde, spor salonunundan bozma mahkeme binasında, mahkeme kürsüsüne sıralanmış yargıçlar oturumu başlattıklarında, 23 yıl sonra bile, bu davanın süreceğini tahmin edebilmişler miydi acaba? Hiç sanmıyoruz. 15 Mart 1982 tarihinde, 23 yıl sürecek bir dava için start veriliyordu. Onyıllar boyu dişe diş mücadelenin verildiği bir davanın adı olacaktı: “Devrimci Sol Ana Davası”. Aradan 23 yıl geçecekti ve bu yıllar boyunca, bir “tarih“ yargılanacaktı. 15 Mart 1982 yılında, ilk oturumu başlatan yargıçlar; eğer yaşıyorlarsa, yargılamaya çalıştıklarının bir tarih olduğunu bu sürede farkettiler mi acaba? Bu bilinmez. Ancak, bu davayı açan egemen sınıflar bunun farkına vardılar. Yargılanmak iste-
nen, bir tarihti; bunu başaramadılar. O mahkeme salonunda yargılanan, bir halkın haklı davasıyken, yargılananlar 12 Eylül’ü ve uygulamalarını yargılıyor, bozuyorlardı. Bir halkın kurtuluş davasıydı yargılanan, mahkum edilmek istenen. Kurtuluş davasını sürdürdü halk o mahkeme salonlarında. Hem de dışarıda yaprağın kımıldamadığı korkunun, yılgınlığın kol gezdiği; 12 Eylül’ün işkence ve baskı politikalarının en yoğun yaşandığı yıllarda... İşte bu yıllarda başlayan Devrimci Sol Ana Davası, siyasal davalar tarihinde en önemli davalardan biri olacaktır.
Devrimci Sol Davası’nın tutukluları, yıllar boyunca karga tulumba getirildikleri o mahkeme salonunda, bir davayı, ne için mücadele verdiklerini ve neyin bedelini ödediklerini anlattılar. Bu bedeli on yıl ödediler. Yalınayak, don gömlek getirildiler mahkeme salonlarına. Çürük, yara bere içindeydi vücutları. Tek Tip Elbise dayatmasına karşı çıktıkları için çıplak ve kelepçeli getirilip, ring araçlarında saatlerce soğukta bekletildiler. Ağızlarından çıkan söz hiç değişmedi: “HAKLIYIZ KAZANACAĞIZ!”. Bu söz, mahkeme salonlarından taştı, dışarıya ulaştı. İşçilerin, memurların, yani emekçilerin doldurduğu meydanlara taşındı. İşkencehanelerde,
14
işkencecilerin yüzlerine çarpan bir tokat oldu. Okullarda, hak gasplarının olduğu her yerde umudun, direnişin sesi oldu. Mahkeme salonunda, kürsüden haykırılan bu ses, haklı olanların kazanacaklarına olan inançlarıydı. Bu dava 21 yıl boyunca; haklının değil, haksız olanın yargılandığı bir davaya dönüştü. Bir geleneğe dönüştü. Tarih bunu böyle yazdı. Cuntacılar, hapishanelere doldurdukları devrimcilerin boyunlarına geçirdikleri idam ipini, her an çekme tehtidinde bulundu. Direnişle cevap verdiler bu tehditlere: “İp de geçirsen boyunlarımıza Ya da bir kurşun alınlarımıza Asla soyunmayız inancımızdan” Boyun eğmediler zulme. Bu davayı, bir adli suç davası gibi görenlere ve göstermek isteyenlere; kendilerine bir adli suçlu muamelesi yapanlara; devrimciliğin ne olduğunu öğrettiler. Savunmaları sorulduğunda şöyle diyorlardı: “İşte suçlarımız! Tüm dünyaya ilan ediyoruz ki bu suçları işlemeye devam edeceğiz! Siyasi mücadelede yasalar değil, güç vardır. Yenenler ve yenilenler vardır. İşte siz bu kuralları kabul ettirmenin tarafı olmaya soyundunuz. Yenen taraf olmak, bu mahkemelere bağlıydı, başaramadılar; başaramadınız! İkincisi, tarihi yargılamaya kalktınız! Oysa, tarih yargılanmaz, yazılır. Ve tarihi yazan da hep ileriye doğru hamle edenler olmuştur. Siz, tarihi geriye çevirmek isteyenlerle birlikte tarihi yargılamaya kalktınız. “Nerede tarih?” demeyin. Tarih, bu salondaydı her zaman.TARİHİ YARGILAYAMAZSINIZ” (age syf: 164) Yıllar boyu sürecek tutsaklıklarına rağmen, her zaman özgür kaldılar. Çünkü, direnmekti insanı özgürleştiren...✔
gençlik nur
özen
inatla, ›srarla ankara’ya!.. urulduğu tarihten itibaren uygulamalarıyla düşünmeyen, sorgulamayan, üretmeyen bir gençlik yaratmaya çalışan 12 Eylül ürünü YÖK ve uygulamalarına karşı olduğumuzu, ülkemizde F tipi hapishanelerde ağır yaşam koşulları ve tecrit uygulamasını protesto ettiğimizi, yüzlerce insanın ölmesi karşısında, sessiz kalamayacağımızı; imparatorluğunu kabul ettirmeye çalışan ABD’nin Irak’taki işgalini reddetiğimizi ulaşabildiğimiz tüm insanlara anlatmak için, çıkıyoruz yola... Adım adım yürüyeceğiz Ankara’ya. Tüm bu kararların, alınıp uygulandığı muhataplarını bulacağımız Ankara’ya yürüyüp; adım attığımız her yerde taleplerimizi haykıracağız. On sekiz genç... üstümüzde, “YÖK’e, İşgal Ortaklığına ve Tecrite Hayır Demek İçin Ankara’ya Yürüyoruz” yazılı önlüklerimizle 23 Ekim’de, Kadıköy Haldun Taner Sahnesi önünde yaptığımız basın açıklamasıyla başlıyoruz yürüyüşümüze. Başlayacağız ama “Yürütmeyiz!” diyor. Biz de tüm kararlılığımızla “Yürüyeceğiz!” diyoruz. “Yürüyeceğiz; hem de adım adım...” 18 kişiyiz. Durum, kişi başına 5-10 polis düşüyor. Sadece bile bizlerin neler yapabileceğimi onlarında bu denli korktuğunu gösteriyor. Basın açıklamamızı yapıyoruz ama daha adım bile atamadan baldırıyor polis. Öyle bir saldırı ki bu sağlam bir yerimiz kalmasın istiyorlar sanki. Biliyorlar bizi hiçbir şekilde engelleyemeyecekler. Bu yüzden, hepimizi sakatlamak için yapmadıklarını bırakmıyorlar. Bu gözü dönmüş halleri, gözaltında kaldığımız her dakika sürüyor. Bizim kararımız net. Çıkınca daha da kararlı yürüyeceğiz. Birbirimizi sahiplenmemize dayanamıyorlar, çıldırıyorlar. Yine Kadıköy’deyiz: Bu kez, açıklamamızı yaptıktan sonra başlıyoruz yürümeye. Artık yürüyoruz ya, keyfimize diyecek yok. Çevredekilerin ilgisi de o kadar güzel ki... Fakat bu yürüyüş de kısa sürüyor. İki saat sonra, etrafımızı çeviren yüzlerce polis
K
tarafından, yine dövülerek, yerlerde sürüklenerek gözaltına alınıyoruz. Aynı coşku ve kararlılığımızla direniyoruz. Bu sefer de inletiyoruz Kadıköy İlçe Emniyet Müdürlüğü’nü slogan ve marşlarımızla. Bu kez daha kısa sürüyor gözaltı ama bu kez de hakim tehdit ediyor, bir dahaki sefere tutuklayacağını söylüyor. Gözaltından çıkıp, yine yürüyüşün planını yapıyoruz. 28 Ekim... Kaldığımız yerden, Bostancı Köprüsü’nden başlayacağız. Hakim, tehdit edip korkutmaya çalıştı ya bizi, biz de cevap olarak daha kalabalık çıktık yola. Hem sayımız fazla hem de kararlıyız. Yine, adım atamadan saldırıyor polis. Yine döverek alıyorlar gözaltına; ama bu kez karakolun içine bile sokmuyorlar bizi. En kısa zamanda bizden kurtulmak için, işlemleri hızlı yapıyorlar bu kez. Kontrol altına alamadıklarından dolayı uğraşmak istemiyorlar. Bu tablo karşısında biz de daha mutlu oluyoruz tabi. Mahkemeye bile çıkarmadan bırakıyorlar bizi. Bunca gözaltı ve dayak sonucunda bazılarımızın sağlık durumu bozulmuştu. Biraz dinlenmek ve yaralı arkadaşlarımızıntedavisiyle ilgilenmek gerekiyordu. Böyle olunca 14 günlük yürüyüş programımızın bir haftasını kaybedeceğiz. Yürüyeceğiz ama nasıl yetiştireceğiz? 6 Kasım’da, Ankara‘da olacağız... İşte bu yüzden yürüyüşümüzde otobüs kullanacağız bundan sonra 1 Kasım... Bu kez Beyazıt Meydanı’ndayız. Açıklamamızı yapıp otobüsümüze biniyoruz. Yolumuz uzun. İzmit, Sakarya, Bursa ve Eskişehir’e uğrayıp, öyle gideceğiz Ankara’ya... Gittiğimiz şehir merkezlerinde önlüklerimizle yürüyüp, basın açıklamaları yapıyoruz. Gittiğimiz yerlerde olumlu tepkiler alıyoruz. Yollarda, bizimle sohbet etmek ve yürüyüşümüzün nedenini öğrenmek isteyenler alkışlayanlar, bize hak verdiklerini söyleyenler... İnsanların tepkileri çok güzel. Ziyaret ettiğimiz kurumlar da yardımcı olmaya çalışıyorlar. Tüm bunların mutluluğunu taşıyoruz.
15
Halaylar, horonlar, türküler, marşlar... Mola verdiğimiz yerlerde de herkese yürüyüşümüzü, taleplerimizi, derneklerimizi anlatıyoruz. Yoğun ve bir o kadar da güzelliklerle dolu bir haftalık yolculuğun sonunda, Ankara’dayız. Bizimle birlikte, tüm illerden gelen, Gençlik Dernekleri’nden arkadaşlarımız da burada. Ellerimizde, üzerinde Dev-Genç logosu bulunan kırmızı flamalarımızla toplanmaya başlıyoruz. Diğer öğrenci örgütlülükleri de toplanma yerinde. Biraz sonra Kızılay’a doğru yürüyeceğiz. Yine yüzlerce polis, panzerler, köpekler... Biz Kızılay’a girmekte kararlıyız, onlar da yürütmemekte. Kararlı, coşkulu, soganlarını dillerinden düşürmeyen bu gençleri, yürüyüşten vazgeçirmek hiçte kolay olmayacak. Bunun farkında olan poliste olanca gücüyle saldırıyor. Yüzlerce polis kasklarını, kalkanlarını takıp yerlerini alıyorlar. Her zamanki gibi kitleyi dağıtmak için biber gazı ve panzerle su sıkılıyor. Panzerin tazyikli suyu ve atılan biber gazlarına rağman ne sloganlarımıza ara veriyoruz ne de yerimizden kımıldıyoruz. İki saat boyunca, Ankara’nın sokaklarında gruplar halinde çatışma sürüyor. Böylesi çok uzun zamandır olmamıştı. Dağılmadan, arkadaşlarımızdan kopmadan, sloganlarımızı kesmeden; pankartımızı, flamalarımızı ellerimizden düşürmeden çatıştığımız iki saat... Çatışma sonunda, bir ara sokakta basın açıklaması yapıyoruz. Sonra da Ankara Üniversitesi Cebeci Kampüsü’nde şenliğimize katılıyoruz. Akşam, Yüksel Caddesinde bir basın açıklaması daha... Artık ayrılma vakti geldi. Tüm iller birbirleriyle vedalaştıktan sonra otobüslerine dağılıp yola koyuluyor. Kızılay’a giremesekte, bir dahaki seferin hazırlığını yapmış sayıyoruz bu seferi...✔
müzik grup
yorum
stüdyo çal›flmas›yla
“yürüyüfl”
ylardır sürdürdüğümüz beste ve düzenleme çalışmalarını nihayet tamamlıyoruz. Artık stüdyoya girmeye hazırız. Stüdyo öncesi çalışmalarımız oldukça yoğun geçiyor. Yaklaşık bir yıl süren ön çalışmalarımız süresince, birçok beste yapıyor; birçok söz yazıyoruz. Fakat, her defasında düşündüğümüz programa uygun bir hale getirmek için bozup, yeniden başlıyoruz. Her albümde olduğu gibi, bu albümde de aynı şeyleri yaşıyoruz. Yaklaşık 30 şarkı üretip albüme ancak yarısını koyabiliyoruz. Süre uzadıkça uzuyor. Dinleyicilerimizin artık, sabırsız olduğunun; bir an önce, albümün çıkmasını istediklerinin far-
A
kındayız. Aynı sabırsızlığı biz de taşıyoruz. Fakat, yine de en iyisini verebilmek için, aceleci davranmamayı tercih ediyoruz. Çıkacak olan albümümüzün eksiksiz olmasını, içimize tam olarak sinmesini ve ihtiyaca gerçek anlamda cevap verebilmesini istiyoruz. Bu yüzden, gösterdiğimiz özen, heyecanımızın ve sabrımızın önüne geçiyor. Artık, bestelerimiz hazır. Albüme hangi şarkılarımızı koyacağımızı tam olarak belirledikten sonra, şarkıların düzenlenmesi aşamasına geçiyoruz. Yurtdışında bulunan elemanımız Ufuk'la, ciddi bir mail-fax-telefon trafiği başlıyor. Yaklaşık dört hafta süren bu ça-
16
lışmada, telefon hatlarından akıyor notalarımız. Artık stüdyodayız. İlk günler elimizdeki düzenlemelerimizi stüdyo ortamında çalışılabilecek hale getirmekle geçiyor. Bizim stüdyo çalışmalarımız, en az stüdyo öncesi gösterdiğimiz özen ve titizlikle geçmiştir. Bu yüzden, stüdyo çalışmalarımız aylarca sürmüş, 500-600 saatlik çalışmaların ardından tamamlanmıştır. Bundan önce de bu konuda ne maddi bir kaygı ne de zaman sorunu yaşadık. Bu sefer de durum farklı değil. Sadece bir fark var. Stüdyoya girdiğimiz tarihten yaklaşık bir ay sonra yurtdışı
konserlerimiz başlayacak. Bu konserler yaklaşık bir ay sürecek. Konserler daha önceki tarihlerde belirlendiği ve tanıtımına başlanmış olduğu için erteleme şansımız yok. Ya her zamankinden daha yoğun çalışıp bir ay içinde tamamlayacağız ya da normal tempomuzla çalışıp yurdışına gidene kadar bir bölümü, geldikten sonra da diğer bölümü tamamlayacağız. Bu da bize en az iki ay kaybettirecek. Böyle yapmak istemiyoruz. Gitmeden önce bitirebiliriz diyor ve kayıtlara başlıyoruz. Şarkıların bilgisayarda düzenlenmiş halleri; yerini, canlı, akustik çalınmış enstrümanlara bırakmaya başlıyor. Yavaş yavaş şarkıların renkleri ortaya çıkmaya başlıyor.
Önce, akustik davul, ardından vurmalılar çalınıyor. Bu enstrümanların kaydı, en uzun zamanı alan ve en zahmetli kayıtlar oluyor. Çünkü, şarkıların temelini bu enstrümanlarla atıyoruz. Çalınacak her bir ritmi özenle belirliyoruz. Bu kayıtlarda, akustik davulu çalan Bülent ve diğer vurmalı çalgıları birlikte çaldığımız Ömer'le 'hararetli' tartışmalar yapıyoruz. Bazen kızıyor, bazen geriliyor, bazen de coşuyoruz. Bunların hepsi, en iyi ritmi bulmak ve bunu en temiz şekilde çalmak için. Bülent'le, daha önce de birçok kez çalıştığımız için, birbirimizi tanıyor ve ne istediğimizi biliyoruz. Ömer'le ise daha önceden tanışıyor olmamıza rağmen, birlikte çalışmamıştık. Bu kayıt çalışmasında aramızda iyi bir dostluk gelişiyor. Stüdyoda yaşanan bir takım teknik problemler, canımızı sıkıyor. Bu problemler, normal programımızın aksaması ihtimalini de beraberinde getiriyor. Bu da yurtdışına gitmeden önce albümü bitiremememiz demek. Bu yüzden; çalışmamızı kelimenin tam anlamıyla, gece-gündüz, 24 saat usulüne çeviriyoruz. Gündüz, enstrüman kaydı; gece, sabaha kadar da bu kayıtların toparlanması için teknik işlemlerle uğraşıyoruz. Tüm bu çalışmalar sırasında, tonmaisterimiz Mustafa çok büyük özverilerle çalışıyor. Gece gündüz demeden, günlerce uykusuz kalmak pahasına, kayıtları aksatmadan sürdürmemizde çok büyük bir rol oynuyor. Stüdyoya girdiğimiz andan itibaren, hemen her anımızı kameraya kaydede-
17
rek, görüntülüyoruz. Amacımız, bu görüntülerden bir kurgu hazırlamak ve çıkacak olan konser DVD'mizin içinde, dinleyicilerimizin de stüdyo çalışmalarımıza vakıf olmasını sağlamak. Yaklaşık 15 günlük bir çalışmanın ardından enstrüman kayıtlarımız tamamlanmış durumda. Artık, solo ve koro okumaları da yaparak, kayıtlarımızı tamamlayabiliriz. Bu kayıt işlemleri sürerken albümümüzdeki 'Yastadır Ey Deli Gönül' isimli ağıdı okuyan Nazlı Öksüz'ün kaydını Ankara'da bir stüdyoda yapıyoruz. İstanbul'da, ilk solo kaydımız Aynur Doğan'ın okuduğu 'Yara mına Bedewe' isimli Kürtçe şarkı oluyor. Ardından, sırasıyla solistlerimizin kaydı tamamlanıyor. Vurmalılardan sonra, oldukça sistematik ve hızlı geçen kayıtlar; solo kayıtlara geldiğinde yeniden hız kaybediyor. Şarkıların okumaları tekrar tekrar yapılıyor. Okumada oluşacak en küçük hata, şarkının kaderini etkileyeceğinden, bu konuda çok hassas ilerliyoruz. Zorlu bir çalışmanın ardından, bu kayıtlar da tamamlanıyor. Erkek koro vokallerinin kaydına başlıyoruz. Bu kayıtta, hemen her şarkıda bir çok kanal kaydı yaptığımız için, uzun sürüyor. Bayan koro vokallerini de kaydediyoruz. Tüm okumalar, yaklaşık 8-9 gün içinde tamamlanıyor. Mix aşamasını tamamlayıp, yurtdışına hareket ediyoruz. Son bir kez değerlendirmeden geçirip, albümü size ulaştıracağız. Bir stüdyo çalışmasını bitirmenin rahatlığı; yerini, albümün, dinleyiciye ulaşma heyecanına bırakıyor.✔
öykü ufuk
engin
kan paras›
H
ergün yeni bir cinayete daha tanık oluyoruz. Cinayetlere... Her şey gözlerimizin önünde olup bitiyor. Öylece bakıyoruz. Bakıyoruz sadece. Sanki, bir ovanın ışığına gözleri takılmış bir tavşan gibi. Ne kar üzerindeki kan izlerimizi, ne de avcının torbasında saklanan hemcinslerimizi görüyoruz. Öylesine bakıyoruz. Gözlerimiz görgü tanığı. Gözlerimiz şahit... ve gözlerimiz kör. O kadar tanık oldu ki gözlerimiz cinayetlere, artık görmüyor sanki. Sanki, göz çukurlarımıza
beton dökülmüş. Dünyanın bütün gözyaşartıcı bombaları sıkılsa, hiçbir şeye yaşarmayacak gibi duruyorlar, o çukurun içinde. Görmediği için, yaşarmıyor belki de. Belki de görüyor da görmezden geliyor. Oysa, er kişi olmak, bazen gözyaşlarında yıkanmaktan geçer. İlk gözyaşı damlası, çözer o betonu... Şimdi nereden çıktı bunlar değil mi? Hiç! Her zamanki sıradan olaylar. Cinayetler yani. Bir cinayete daha tanık oldum sadece. Profesyonelce tasarlanmış, ipucu bırakılmamış bir cinayet. O kadar
18
aleni ki... Gözlerimizin önünde her şey. Gözlerimiz nerede? Ne işe yarıyor? Neyi görüyor? Ya da neyi görmesi ve görmemesi isteniyor?.. ”Gitmeli buralardan” diyorum bazen. Nereye? Kalmalı buralarda. Nasıl? Bir şeyler yapmalı. Ne? O kadının acı çığlığı kafamda yankılanıyor; "Nerde bu çocuğun anası?" Nerede ha! Söylesenize, kravatlı adamlar, ayaklı riyalar! Kim öldürdü o kadını? Soruyorum ulan, ben soruyorum! Söylesenize, niye öldürdünüz o kadını ha? ***
Karısı hamileydi. İlk çocuklarını bekliyorlardı. Yaşadıkları, ilk çocuklarını bekleyen her ailenin heyecanıydı. Vakit geldi. Müstakbel anne sancılandı. Adam, apar topar hastaneye götürdü. Doğum uzun ve zor oldu. Daha bebeğine sarılamadan, kan kaybından komaya giren karısının telaşına düştü adam. Doktorlar, acil kan ihtiyacı olduğunu söyledi. İyi ya, orası hastane zaten, ihtiyaç varsa versinler hemen kanı. Evet, orası hastane. Antep Devlet Hastanesi. Hayır, kan veremezler. Kanı, hasta sahibi, yandaki Kızılay Kan Bankası’ndan alıp gelmeli. Mevzuat böyle...
Antep Kan Bankası’nın daha çok hakiki bir bankacıya benzeyen kadın müdürü; ertesi gün konuştu aynı kameralara. "Olayda, bir kusur yoktur. Bu konuda çok suistimal oluyor. Bu nedenle, mevzuat gereği, parasız kan vermiyoruz." dedi. O sırada cenazeden dönen bir kadın, yeni kudandaklanmış bebeği havaya kaldırdı ve bir soru sordu. "Nerede bunun anası?" Kadın, bu soruyu belki Allah'a, belki kadere, belki o yüzü hiç gülmeyen feleğe soruyordu. Allah'ın, kaderin ve feleğin cevabını bilmiyorum. Sadece o soru yankılanıyor kulaklarımda. "Nerede bunun anası?"
Gitti oraya adam. Anlattı durumu. Üç ünite kan istedi. “Acil!” dedi. “Karım...” dedi. “Ölecek” dedi. “Çocuk...” dedi. Adam derdini anlattı. Adam telaşlıydı. Karşısındaki görevli sakin. Giydiği önlük kadar beyaz dudaklarıyla, "Üç ünite kan, 250 milyon" dedi. Adamın cebinde, o kadar para yoktu. Kan acildi. Karısıydı. Ölecekti. Paranın şimdi ne önemi vardı. Görevli uzatmadı, "Mevzuat böyle" diyerek kestirip attı. Son çare kimliğini çıkardı adam. "Bunu alın, kanı verin, parayı sonra getirip kimliğimi alırım" dedi. Adamın gözlerine bakan çaresizliğin ne demek olduğunu görürdü. "Mevzuat gereği, bunu yapamayız beyefendi." dedi görevli. Adam, bey değildi efendi hiç değil. Adam çaresizdi. Çaresiz ve yoksul bir adamdı. Yalvarıyordu artık. Karısı ölmesindi. O’nsuz n'apardı?..
Hayat soruyor işte, "Nerede bunun anası? “Öldü” deme bana. Bu cinayetin katillerini göster. Sakın, "Burası Türkiye" deme. Burayı bu hale getirenleri işaret parmağının ucuna yerleştir. Ve sen cevap ver, nerede bunun anası? "...Bilmemem gereken şeyler öğrendim Sorular sordum, sormamam gereken Gördüm apaçık, görmemem gerekeni Söylenmezi söyledim Suçum büyük ve taammüden Heybesinde yılan işaretleri Ve yanında kav taşıyan ben Tekinsizim size göre İbret için yakılması gereken..."(*)
"Siz de bir yerden para bulup gelin canım!" dedi aynı görevli; akıl veriyor oluşunun rahatlığıyla. Hem o ne yapsındı. Mevzuat böyleydi. Parayı almadan, kan verip, başını derde mi soksundu yani. Görevini suistimalden, siciline kara leke mi gelseydi yani. Hem, hangi birine yardım edecekti ki... Adamın karısıydı. İlk çocuklarıydı. Çocuk doğmuştu. Anası ölmesindi. Daha değildi. Koştu adam. Mahallesinden, konu komşusundan bir çırpıda topladı 250 milyonu. Koştu adam. Üç ünite kan, karısına yetişmeliydi. Koştu adam, ecelsiz gelen Azraili geçmek için. Koştu adam ve yığıldı kaldı... "Nerede kaldın!" dedi doktorlar. "Geç kaldın." dedi hemşireler. "Başın sağolsun." dedi hastabakıcılar. Yığıldı kaldı adam. Ölen karısı; başı sağolması gereken, kendisiydi. "Olay" bekleyen muhabirler, adama doğrulttu kameralarını. Oysa adam, orada değil gibiydi. Neden sonra başını kaldırdı. Belki de; kendisine bir soru sorulduğunu sandı. Oysa sorulmamıştı. Adam, yine de cevapladı. Ağzından, sigara sarısı dişlerinin arasından tek bir kelime döküldü; "Yoksulluktan." dedi. Sadece bunu dedi ve başını öne eğdi yine...
Hayat, her gün soruyor insana. Acılarımız bir soru oluyor. Hasretlerimiz, dertlerimiz, çaresizliklerimiz bir soru... Yoksunluklar ve yoksulluklar, eninde sonunda hep aynı yere çıkıyor: Ne yapmalı? Bireysel çaresizliklerimiz, doğurur bir yerde kolektif çareyi. Soruların çoğalmasıdır, cevapları büyüten. Acılarımız büyük, sorularımız da. Cevaplarımız da büyük olmalı. Ama, önce sormalıyız; nerede bunun anası? Nerde ha! Ve sakın, "Öldü!" deme bana... Soru soran hayat, sadece yaşamaktan ibaret değildi. Nefes alıp vermek hiç değil. İnsan doğumluyu bir yaşam kazanmıştır zaten. Ama hayatı değil. Hayat başka bir şeydi kazanılması gereken. "Hayat denilen kavgaya girdik." denilmesi bundandır. Nasıl yaşanacağına, nasıl yaşandığına verilmiş bir cevaptır hayat. Bundan dolayı; her şeyden önce bir iktidar sorunudur. Mevzuatlar talidir bu bahiste. Mevzuatlar değişir, yoksulluk baki... Sen boş ver, lacinin sırıttığı ulemanın ve muktedirlerin dediklerini, koca koca laflarını. Laflar ki, böylesi cinayetlerin örtüsüdür sadece. Ve, mevzuat gereğiydi herşey zaten. Boş ver bunları, ecelsiz ölümlere bak sen. Yoksulluğun boynu büküklüğüne... Adı yasak çocukların mazlumluğuna bak. Hayata bak sen. Çünkü bir iktidarın niteliğini, hayat söyler sana. Ve, hayatı zindan edenlerin yüzlerine iyi
19
bak. Ve yüzleş. Ya bu cinayetlere, o kahrolası umursamazlıkla suç ortağısın... Ya da hayat denilen kavgaya gireceksin. Çünkü, hayat sorar insana. "Nerede bu çocuğun anası" der. Sakın, “Öldü” deme... Hayat, her gün sorar insana. Bu maaş ,ayın sonuna nasıl yetecek...Düzenli bir iş bulabilecek miyim... Sınavı kazanabilecek miyim? Akşama ne pişecek? Ürün fiyatı maliyetini karşılayacak mı? Bu çocuğun anası nerede? Basit ve sade sorulardır bunlar. Yalancı borsacıların aklı ermez bu sorulara. Bu soruların da borsada yeri yok zaten. Hayatın sorularıdır bunlar. Basit, sade ve bir o kadar da kaçınılmaz... Kaçsan, nereye kaçacaksın hayatın sorularından? Gitsen, nereye gideceksin. Gittiğin her yere, bir gölge gibi soruları da taşımıyor musun zaten. Unutmak isteyişin bile, soruların varlığından değil mi? Hayattan kaçış yok. Ve kandıramazsın hayatı. Aldanmak ve aldatmak insana özgüdür... Belki de; bu aldanışın, bu cinayetin gönüllü suç ortağısın. Mahkum edildiğin rolü, “gözlerimi kaparım vazifemi yaparım” gayretkeşliği ile oynuyorsun. En kötüsü budur. Belki de; hayattan muaf, sadece yaşayan, uçan ve uçarken pisleyebilme becerisine haiz kuşlar kadar özgürsün. Balıklar gibi mesela... Lakin özgürlük başka bir şey. Ne kuşa benzer ne balığa. Özgürlük, hayata dair ve halka özgüdür. Tek başına yaşanmaz yani. Su kirliyse, balık ölüdür. Kan, açlık ve riya kokuyorsa hava, kuşların kanadı kırık. "...Ah güzel Ahmet abim benim İnsan yaşadığı yere benzer O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer Suyun da yüzen balığa Toprağını iten çiçeğe Dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine (...) Gülemiyorsun ya, gülmek Bir halk gülüyorsa gülmektir Ne kadar benziyoruz Türkiye'ye Ahmet abi..." Haklı değil mi Cansever Edip? Boş ver, bir soru değil bu. Sadece bir cevap. Özgürlük de böyle işte. İnanma kek yapan telefoncu "özgür" kıza. Ait olduğun hal özgürse özgür sayılırsın sen de. Gerisi yalan. Özgürlük; hayatın sorularına, doğru cevaplar vermektir. Mevzuatsız, yalansız, dolansız, doğrudan ve doğru cevaplar vermek hem de. Hayat soruyor: “Nerede bunun anası?” Cevap, katilin elini kırmaktan geçiyor. ....Hayat, damla damla berraklaşıyor kara tende..."✔ (*) Metin Altıok
tart›flma tav›r
y›ld›r›m türker’in dengelerle beslenen sadakati! aşizmin düşünce sisteminin solu küçümseme manasında kullandığı terminolojilerden biri de solun müzmin muhalif bir karakterde olduğudur. Bu görüşten hareketle, en demokratları şöyle bir sav ileri sürerler: Bir ülkeye sol lazımdır ama sadece muhalif olarak. Bir ülkenin başına gelebilecek en kötü şey solun iktidarıdır. Çünkü sol, muhalefet etmeye öylesine alışkındır ki sıra yönetmeye gelince bunu yüzüne gözüne bulaştırır. Bunu, hafif alaycı demagojiyle de gayet başarıyla ifade ederler. Zaten iğrençliği de bu başarılı alaycılığından ileri gelir. Onlara göre solculara bir bakkal dükkanı bile emanet edilmez. Burayı bile başarıyla işletemezler. Gerçekten böyle midir? Solcular bir bakkalı bile ayakta tutacak ekonomik zekaya sahip değil midir? Solu CHP ve DSP’nin burjuva iktidarlarına bakarak değerlendirirsek, yerden göğe kadar haklı bir değerlendirmedir bu. Ancak burada bile bu olguyu yaratan sebepler bu yazının ana temasına sığmayacak ölçüde fazladır. Ancak, ne bu “sol” partiler soldur, ne de burjuvaziyle ilişkileri bilinen devrim ölçütleri çerçevesinde oluşan çelişkilerden ileri gelmektedir. Neyse, geçelim bunları. Olmayan solculuğun yönetim pratiğini tartışmak bizim değil, burjuva medyanın dolarla beslenen köşe yazarlarının işidir. Ancak, buralardan çıkan ve devrimcilere mal edilen, yönetememe ve müzmin muhalefet tespiti diş bileyici, kana dokunan bir demagojiyi içermektedir. Bir de yönetenler vardır. Binbir bedel ve emekle, bir yapıyı inşa edip, onu ayakta tutmaya çalışanlar... Yönetim pratiğini en zorlu koşullarda başaranlar... Yani, devrimini yapmış ve bugün bile türlü tehditlere rağmen bu ideallerinden vazgeçmeyenler. Küba gibi... Geçmişteki Sovyetler Birliği pratiği başarının simgelenmesi anlamında önemli verilerdir.
F
Gelelim Küba’ya Dünyada, sosyalizme sadakatiyle, ezi-
lenler cephesinde saygıyla ve gıptayla izlenen Küba ve yaşattığı değerler, dünyanın her tarafındaki devrimciler için birer moral değerdir de aynı zamanda. Devrimci geçmişiyle, kumandanları, savaş pratiği ve yönetim tarzıyla, insanlarının devrimi sahiplenmesiyle, tüm zorluklara ve komplolara karşın sonuna dek destekledikleri önderleriyle Küba, ezilenlere umut saçmaya ve düşlediklerinin ütopik bir şey olmadığını göstermenin sembolüdür. Bu nitelikleriyle düşmanlarının bile saygısını kazanmıştır. Düşmanın saygını, en savaşılası ve önünde eğilinesi değil midir? Küba ve Küba’nın devrimci önderi Fidel Castro, Amerikalı sinema yönetmeni Oliver Stone’nun çektiği belgeselle ülkemizde de hatırı sayılır bir ilgi gördü. “Commandante” belgeseline ilişkin değerlendirmeler, Tavır’ın, Kasım2003 tarihli sayısında da yeralmış ve hakkında olumlu sözler söylenmişti. Tavır’ın sayfalarında gerek sinemasal yönüyle, gerekse politik açılımları ile yer alan belgeselin değerlendirmesi, kuşkusuz başka yayın organlarında da çeşitli bakış açılarıyla ele alınacaktı. Çünkü sözü edilen, dünyada “nesli tükenmiş bir ideolojinin” başını çekiyor, onu sonuna dek savunuyordu. Bu ilgiye değer bir durumdu. Hele, bir de bu Amerikalı bir yönetmenin elinden çıkmışsa. Belki de ilgiyi bir kat daha arttıran, Oliver Stone gibi Amerikan liberali, genel anlamda Amerikan politikalarına muhalif; ancak, her fırsatta anti-komünist olduğunu vurgulayan bir yönetmenin konuyu ele almasıydı. Çünkü, geçtiğimiz yıl İstanbul Film Festivali’nde, Kübalı Yönetmen Estella Bravo’nun çektiği “Fidel” belgeseli gösterilmiş ve nedense bu sadece festival gündemiyle sınırlı kalmıştı. İnkar etmeyelim, birkaç sinema dergisinde yönetmenle röportaj yapılmış ve belgeselin değerlendirmesine yer verilmişti. Neyse, belgeselin gösterilmesinin ardından iki köşe yazısı bir süre arayla Milliyet ve Radikal Gazeteleri’nde yer aldı. Ece
20
Temelkuran; Oliver Stone’un, Fidel önünde düştüğü durumu esas alarak bir yazı yazmış ve bir gazetecinin asla bu duruma düşmemesini salık veren bir içeriği esas almıştı. Üzerinde çok duracak değiliz ama Ece Temelkuran’ın yanıldığı bir nokta var ki, Stone bir gazeteci değil ve belgeseli de bu üslupla tasarlamamış. Onun için de benzetme daha baştan yanlış. Her belgesel sunumu yapan veya mülakatı gerçekleştiren gazetecidir gibi bir genelleme nasıl yapılabilir bunu Temelkuran’ın kariyeri açısından kendisine yakıştıramadık. Bu birikimden yoksun olduğuna da inanmıyoruz. Burada, ciddi bir dezenformasyon arıyoruz. Fazla mı komplo teorisi havası koktu? Ne yapalım son günlerde yaşananlardan sonra, o kadar çok komplo teorisyeni çıktı ki ya bize de bulaştı ya da biz kendimize bakıp, öküz altında buzağı arıyoruz. Belgesel ile ilgili bir yazı da Radikal Gazetesi’nin, 10 kasım 2003 tarihli sayısında yayınlandı. Gazetenin, muhalif karakterli yazarı Yıldırım Türker’di yazıyı kaleme alan. Bugüne dek, çeşitli konularda yazdığı yazılarla, iktidar temsilcilerinin tepkisini çeken Türker, bizim de yazılarını ilgiyle takip ettiğimiz bir yazardır. Çoğu kez görüşlerine katılmayız fakat, konuya yaklaşımı doğrudur. Bunda kendisinin, dramaturjiye olan hakimiyeti de muhakkaktır. Yıldırım Türker’in yazısı, “Fidel’in Sadakati” başlığını taşıyordu. Yazı, belgesel üzerinden yola çıkarak Fidel’i, iktidarını ve Küba Devrimi’ni sorguluyordu. İşte burada, Türker’in entellektüel birikiminden olmasa da aydın ahlakı ve namusundan kuşku duymaya başladık. Öyle, çünkü bu verilerin tümü bu yazının içinde mevcuttu. Türker diyor ki, “Fidel, eninde sonunda bir diktatördür. Kendisini, fazla uzun durduğu için, zamanla neredeyse sevimli bir ihtiyar olarak algılanmaya başlayan Franko’yla karşılaştırmak, teşbihte ifrat olsa da Fidel de zamanla can düşmanlarının bile saygısını kazanmış bir diktatördür so-
da bu cümleler?
nuçta. Popüler kültürün semalarında yükselen ‘cool’ bir markadır artık o inatçı adam.” Şimdi hangisinden başlayalım bilemiyoruz ki. Fidel’in diktatörlüğünden mi? Ya da utangaçça da olsa Franko’yla karşılaştırılmasından mı? Fidel bir diktatör müdür? Evet, bunu kendisi de reddetmiyor ki. Sosyalizm, bir proletarya diktatörlüğüdür zaten. Bunun nesi yanlış ki? Bunu belgeselde kendisi de açıklıyor zaten. Marks’ın proletarya diktatörlüğü tespitine, çok kısa da olsa değiniyor. Hatta, ironi yaparak, “Diktatörlük kötü bir şey olsaydı, Amerika diktatörleri bu kadar desteklemezdi.” diyor. Proletarya diktatörlüğünün ne olduğunu Yıldırım Türker’e anlatacak halimiz yok. Kendisi bu meseleyi, biliyoruz ki A’dan Z’ye kavrayan bir aydınımızdır. Burada olsa olsa inançsızlık durumu söz konusudur. Bu da olabilir, inanmayabilir ama karşılaştırmıyormuş gibi görünse de Fidel deyince aklına gelen Franko örneğini ahlaka aykırı bir örnek olarak değerlendiriyoruz. “Hangi ahlaka?” diye sorulacak olursa, “Bilimsel, entellektüel ahlaka.” diye cevaplıyoruz. Türker, tüm bu belgeseli, bir söyleşi simülasyonu olarak yorumluyor. İnançsızlık ve güvensizlik, Türkiye aydınının paçalarından akıyor. Üzülünecek bir durum ama gerçek bu. Gördüğü her gerçeği bilimsel kuşkuculuktan öte, inançsızlığın belirlediği bir anlayışla reddediyor aydınımız. Yıldırım Türker, her ne kadar farklı bir örnek gibi görülse de, aydınlar içinde sözünü sakınmayan cesur bir kişilik olarak değerlendirilse de özünde farklı değildir. Nüanslar sadece kişiye özgü olarak kalıyor. Temel meseleler karşısında söylemler hep aynı. Geniş yelpaze, bir anda kapanıp tek bir parçaya dönüşüyor. Fidel’i tanımlarken, söyleşi içindeki bir bölümü alıp, “düşmanlarına ne kadar benzediğinden” dem vuruyor. Kim düşmanları? Amerika ve bilcümle emperyalizm. Bu mu gerçekten? Betimleme, tasvir, tespit... adına ne derseniz deyin bu kadar kolay mı? Bu kadar kolay mı çıkar kelimeler ağızdan? Bu kadar kolay mı dökülür kağı-
Küba’nın ‘Hak İhlalleri’, Yazarımızı Derinden Kaygılandırıyor Türker, belgeselden bilmediği şeyleri öğrenemedeğini belirtip yakınıyor. “Tarafsızlığı konusunda en az kuşku duyulan insan hakları örgütlerinden Uluslararası Af Örgütü’nün son raporunda, bu yıl yaşanan toplu tutuklamalarda, haklarında bir dava açılmadan, kimilerinin nerede tutulduğu bile saklanarak hapse atılan bağımsız gazeteci, insan hakları örgütlerinin üyeleri, siyasi aktivistler ve diğer muhaliflerden oluşan kurban grubunun akibeti hakkında duyulan derin kaygı dile getiriliyor.” Kim bu ismi geçenler, siyasi aktivist, insan hakları örgütlerinin üyeleri diye belirtilenler? Böyle süslü cümlelerle, yuvarlak ifadelerle geçiştirilenler, en basit ifadeyle, karşı devrimcilerdir. Niye tutuklanmışlar? Halkın iktidarına karşı çalışmalar yürüttükleri için. Bunun nesi yanlış? Şu izni vermeliydi Küba öyle mi: ‘Siz, Amerikan desteğinde çalışmalar yürütün, bu halk iktidarını zayıflatın. Öyle sonsuz bir demokrasi var ki biz de gerekirse Nikaragua gibi çökertin bizi ne önemi var. Önemli olan emperyalist kurumlara şirin gözükmek.’ Kim Uluslararası Af Örgütü? Kim tarafsızlığından kuşku duymuyor? Emperyalistlerin, kendi dengelerini ve istikrar politikalarını sağlamak için oluşturdukları bu kurumlar ne zamandan beri güvenilir kaynaklar olmuşlardır. Diyelim ki öyleler, bunu kim bahşetmiştir, kim kanı pahasına bunları kazanmıştır? Türker bilmez, nereden bilecek? O tarafsızlığı su götürmez, İşkenceyi İzleme Komitesi, F Tipi Hapishaneler’e olumlu rapor verirken kıstası neydi? Kimin kurumu olarak bunu yaptı? Tarafsızlık neyi ifade ediyor o zaman? Tarafsızlık diye bir şeyin anlamı kalıyor mu? Kim, Türker’in özlediği tarafsızlığı yaşatıyor bu dünyada? Hiçkimse Küba bunu yapsın öyle mi? Yapsın ve batsın! Türker’e göre hava hoş. Taş atıpda kolu mu yorulmuş? İktidarın kirlettiği tezine dayandıracak ya, Che’yi temiz tutmak için bir parantez açıyor ve bu duruma da değiniyor. Che temizdir. Çünkü o devrimden kısa bir süre sonra Küba’dan gitmiştir. Türker’in penceresinden bakıyoruz. Che temiz filan değildir. Belki de Fidel’den daha kirlidir. Çünkü, o devrimin kurmayları içinde yeralmış, Fidel’le birlikte yeni devrimlerin hayaliyle başka gökler altında savaşmaya gitmiştir. Öylesine kirlidir ki bütün Latin Amerika, Küba gibi olsun diye hayatını feda etmiştir. Türker bunları niye yazamıyor? ‘Oha!’ diye bir tepki almaktan mı korkuyor. Ne olacak ki, o bir aydın her şeye rağmen fikirlerini yazmalı, söylemeli. Che’yi az çok okumuş biri savaş gerçekleri karşısında ne kadar katı ve acımasız olduğunu bilir. Türke-
21
r’in romantik Che’si elde silah gezen bir gerillaydı. Emperyalist literatürle, bir terörist, bir cani. O çabuk öldü iyi, Fidel ölmedi kötü. Bu mu yani? Yanlış anlaşılmasın, biz de “Küba’da her şey dört dörtlüktür.”demiyoruz. Ancak, eleştiri noktalarımız, Türker’den oldukça farklıdır. Eleştiriyi yaptığımız platform da öyle. Burjuva gazetelerinde bir süre önce yazılan “Tecavüzcü Sürüsü” yazısının dengesini sağlamaksa hedef, Türker bunu doğru yerde yapıyor. Doğan Medya’nın tahsis ettiği sayfalarda. “Devrimin, bir liderin arkasına saklanamayacak kadar ele avuca gelmez, kendi adına uygulanacak en ufak yasağı dahi hazmedemeyecek kadar alıngan ve işte tam da bu yüzden devrim olduğunu biliyoruz.” Küba’yı bir MHP sloganıyla özdeşleştirecek kadar ileri giden Türker, devrim hakkında ne bilirki? Onun için hangi bedeli ödemiştir ki onu kıskançlıkla savunabilsin? Türker için hava hoş, ‘Öyle olmaz, böyle olsun.’ Başka? Başka bir emriniz var mı aydın hazretleri? Bekara karı boşamak kolay. Oturduğumuz yerden ahkam kesmek de. Yahu devrimi teorize edenler senin bu dediklerini demiyor. Senin bahsettiğin devrimin bizimle ilgisi yok. Neden bize yamayıp böylesine pis bir politikayı yürütüyorsunuz? Bilgiçliği asla elden bırakmayanlardır onlar. Her şeyi bilen ve görendir onlar. Haşa huzurdan, Allah’ın yansımasıdırlar. Yazımızın başındaki müzmin muhalifliğe geliyoruz şimdi. Demişler ya bir bakkal dükkanı bile işletemezler diye. İşte, ortaya solcu diye bu kişilikler çıkınca değerlendirme de bu kıstaslar alınarak yapılıyor. Maalesef doğru çıkıyor. Hayatta hiçbir şeyi kurmayanlar, korumayanlar, vefakarlık, özveri nedir bilmeyenler, bu cüreti veriyor faşizme. Oysa bir çocuk sahibi anaya bakılarak bile ne demek istediğimiz anlaşılabilir. Çocuğunu korumaya çalışan annenin fedakarlığına bakıldığında ne demek istediğimiz anlaşılabilir. Devrimcilik bu değil. Devrimciliği bunlar temsil etmiyor. Bu aydıncılık oynayanlar bu cüreti nereden buluyor? Maalesef yine bizden. Çünkü bir sonraki hafta otururlar, iktidarı hedefleyen bir yazı yazarlar ve biz yine ne güzel yazdığından bahseder, haketmedikleri payeleri biçeriz onlara. En büyük zararın onlardan geleceğini bilmeden yaşarız. Güzel yazmak mı temel problem yoksa güzel yaşamak mı? Türker, yazısını şu cümleyle bitiriyor. “Hayır, Fidel’in sadakati devrime değil!” Biz de benzer bir cümleyle sonlandıralım yazımızı. “Yıldırım Türker, sen sadakat üzerine ne kadar yazabilirsin? Sen sadakat nedir bilir misin?”✔
yağmurunöyküsü Hadi gel ya¤murun öyküsünü dinleyelim. Bu, bir sa¤anak; hiç dinmeden ya¤›yor. Ya¤mur, bir fleyler anlat›yor. Dinler misin? Toprak ac›k›nca, bafllar ya¤mur. Durduk yere de¤il; nedensiz, hiç de¤il. Bir sebebi vard›r o ya¤murun. Ya¤mas› bofluna de¤ildir. Her damlas›, topra¤›n kurakl›¤a isyan›d›r. Ve o topra¤›n gözleri doluysa, damla düfler o buluttan. Ya¤mur ki damlalardan oluflur ama tek bir ya¤muru ifade etmez. Ya¤mur, damlalar›n hepsidir. Birey de¤il, ço ¤uldur, çoktur. Damlalar, ya¤murun kendisidir ki, düflen her damla, sözün a¤›zdan ç›kmas› gibidir. Geri dönmez. Ya¤murun da bir sözü vard›r. Her damlas› umut içerir... Bulutla toprak aras›ndad›r ya¤murun ömrü. Ömrümüz gibi yani. Ya¤mur, topra¤a düflünce ölmez. Bereketin ad›d›r ya¤mur. Ve sonra bollu¤un. All› yeflilli açacaksa o çiçek, topra¤›n ba¤r›nda; öncesi ya¤murdur. Sonras›, topra¤›n gülüflü, halk›n sevinci ve hayat›n zaferidir... O bulut, bu topra¤a sevdal›d›r. Ve aflk fasl›n›n maflukudur damlalar. Ve ya¤mur, bir özlemin kendisidir ki karfl›l›ks›z de¤il. Önce, ya¤mur düfler topra¤a. Yaflanan vuslat›n coflkusudur. Sonra, toprak ba¤r›ndan fidanlar› n› ç›kar›r. Ki o bulutun hasretiyle, fidanlar gö¤e a¤ar. Ve günefl bulafl›r dallar›na, fidanlar yanar... Nas›l birikmiflse bulutta, topra¤›n sinesinde öyle ço¤al›r ya¤mur. Ve bir yerinden parçalar zorba kayay›. Ya¤mur nehirdir art›k; topra¤›n gözlerinden akar. Nehir ki damlalar›n toplam›d›r. Yine, topra¤›n hayat damar›d›r. H›zl› h›zl›, a¤›r a¤›r ve ça¤layanlar›n fliddetiyle hedefine akar... Damlalar›n en h›rç›n ve asi halidir sel. Y›kar geçer bendi, engeli, yasa¤›. Ar›t›r hayat› bu ya¤mur. Ve hayat› kir leten ne varsa, sürükleyip atar bir çamur deryas›n›n içine... Deniz ki tuzludur. Belki, binlerce y›l›n gözyafl›d›r. Ve damlalar›n flenli¤idir. Omuz omuza halay›d›r damlalar›n, o dalgalar horonudur. K›y›lara çarpan damla deryas›n›n h›nc›d›r. Çarpt›kça çarpar... Ve bu destan... ve bu özlem... ve bu sevda... her bir ya¤mur damlas›n›n kalbinde yaz›l›d›r. Ki eski bir vecizedir ka yay› delen; damlalar›n süreklili¤idir. fiimdi, o ya¤murda bir damla olman›n vaktidir. fiehir flehir, sokak sokak, insan insan... Ya¤mura kar›flman›n vaktidir. Bir damla umut nereye düflerse, çiçek açar. Bu ya¤mur bofluna de¤il. Yolu yok, açacak bu çiçek. Çünkü, ya¤mur ya¤›yor. “S›k›ysa ya¤mas›n ya¤mur!” diyerek hem de...
edward said hüseyin
“ evet ! ir grup genç vardı, ellerinde taşlar. Yürümeye başlarken öğrendiler o taşları parmaklarıyla tutmayı, kollarını germeyi ve vücutlarını yay gibi gerip hedefe fırlatmayı. Onlar hakkında yazmayan kalmadı. Akıl verenler, uzun uzun tahlillerle eleştirenler ama hepsi de bir pencereden bakıyordu. Dünyanın hangi bölgesinden, hangi bilgilerle, nasıl donanmışlarsa önemli değildi. Hepsinin beyinlerinde bir pencere, gözlerinin önünde bir çerçeve vardı. O çerçeveye hapsederek baktılar onlara... “Ortadoğu” derken bile... “Doğu” nerenin doğusuydu? “Orta” neye göre “orta”ydı? Bir grup gencin arasında, ilerlemiş yaşına rağmen, onlar kadar genç, onlar gibi ahlaklı bir bilim adamı, bir aydın vardı. Elindeki taşı onlar gibi savurmayı öğrenmişti. “Evet, o bendim. Taş atarken, çok hoş duygular yaşadığımı inkar edemem. Galiba, bir tanesini de isabet ettirdim.” Edward Said’ di adı. Ön adı “Edward”ı da, öz adı “Said’i de uzun süre benliğine oturtamadı. 1935’te, Kudüs’te doğduğu ev, orta düzeyde bir ticaret erbabı babasının iki katlı eviydi. Baba, 1900’lerde Amerika’ya göç etmiş; 1920’de, Kudüs’e geri dönmüştü. Yazı makineleri araç gereçleri satıyordu ve oldukça da iyi kazanıyordu. 1948’de, İkinci Paylaşım Savaşı’nda zulmün en büyüğünü yaşamış yahudi halkı, yahudi büyük sermaye çevrelerinin tarihsel çıkarları için başlattıkları ve onyıllar boyu, en büyük vahşete neden olacak adımın aracı edildi. Onbinlercesi, gemilerle Filistin topraklarına getirilip, konduruldu: “Burası İsrail’dir” denildi. “birlikte yaşamak istiyoruz, bizi kabul eder misiniz?” diye sorsalardı, Filistin Halkı “Hayır! “ der miydi? Öyle olmadı. “Burası bizimdir!” dediler ve vatanlarından kovmaya kalktılar. Sürgün etmeye, yok etmeye... Baba Said, çocuklarıyla birlikte Kahire’ye taşındı. Edward orada iyi bir eğitim gördü. Daha sonra da, Amerika’ya, Priston ve Harward Üniversitesi’nde İngiliz Edebi-
B
gezgin
o bendim
yatı, karşılaştırmalı Edebiyat ve müzikoloji okumaya gitti. Kahire’de İngilizce eğitim veren okulda okurken hangi dilde düşünüp, hangi dilde rüya gördüğünü, çoğu zaman birbirine karıştırıyordu. Bilimin, insanlık kültürünü yalnızca Batı’daki gelişim ile sınırlı tutmadığını, hep hissederek öğrendi; gelişti. Batı’nın rasyonalist gelişiminin kapsayamadığı, kapsam dışı bıraktığı, giderek bir kalemde yok saydığı o kadar önemli ve o kadar geniş bir dünya vardı ki...
Profesör olup, kolombiya Üniversitesi’nde ders vermeye başladığında, bu sorunu daha sistemli ele almaya da karar vermişti. Bir aydın olarak, çağının insanlık sorunlarını; bir insan olarak, kendisini var eden kültürel kimliğini; bir namuslu bilim adamı olarak, adaleti hak ve özgürlükler meselesini gözardı edemezdi. Kendisi Amerika’daydı; yüreği Filistin’de. Kendisi, Hıristiyan kökenliydi; yüreği, çoğunluğu Müslüman olan Ortadoğu halklarındaydı. 1967’de “6 Gün Savaşları”nın ardından aktif politikanın içinde yer aldı. Filistin Ulusal Konseyi’ne temsilci olarak dahil oldu. “Adalet” dedi, tam 14 yıl boyunca. Ve Oslo Görüşmeleri’nde; Arafat, onursuz barış’a “He” deyince konseyden çekildi. Lösemiyle tam 10 yıl savaştı. Bu savaşın içinde, dünyayı dişlilerinin arasında öğütmeye çalışan zulüm makinesinin hegemon-
23
”
yasına karşı ideolojik ve kısmende pratik olarak direnişin yanında yer aldı. “Oriantalizm” adını verdiği çalışmasında, Batı’yı inceledi. Batı’nın, Doğu’ya nasıl baktığını; metod, kültür, kavramlaştırma gibi her açıdan ele aldı. Gördü ki Batı, kendi biçtiği elbiseyi giydirdiği bir Doğu yaratmış. Üstelik, Doğu’ya da bu kimliği benimsetmeye çalışmış... Ne kadar doğru değil mi? Anadolu zenginliğiyle, bu zenginliğin halk yaşamındaki kaynaklarıyla kaç aydın, ne kadar ilgilendi? İlgilenenlerin kaçı, batının dayattığı yöntem ve bilimin sınırlarını aşıp gerçeği daha boyutlu ele almaya çalıştı? Bir sonuç var ki hepsinin göstergesi: Kaç aydın sayabiliriz ki halkıyla bütünleşebilmiş, onun davasında onunla birlikte yürümüş? Halkı küçümseme, üstencilik, aşağılama... Tam da Batı’nın, Doğu’ya biçtiği çerçevedir bu. Said, 68 yıllık ömrünü tamamladığında; ardında, aydınların; kendisini, düşüncede ve vicdanında sorgulayacağı bir entellektüelizm anlayışı varetti. Entelektüel (aydın) olmanın kaçınılmaz rolünü nasıl kavramış geleneksel anlayış? Bütün statükoları ve olası tehlikeleri sıralamaya çalışmıştı. Tarihin ve hayatın; insanı, aydını da koşullayan bir kimliği vardır. Yolu yok o kimlik bir halka, bir kültüre aittir. Bu doğallık, saptırılmış milliyetçiliğe dönüşmeden nasıl taşınabilir? Sevmekle, halkını sevmekle... Bir başka kılık, bir başka düşünce ve yaşama biçimi abesliğinde olmayı hegemonya dayatıyor. Edward Said, Filistinli’nin nabzıydı bir anlamda. Daha ötede ise Ortadoğulu’nun, Doğulu’nun nabzı gibiydi. O nabız, dobra dobra, namuslu, inadına, kendini ve hayatı anlayıp anlattı. Hep düşleriz; ufkumuz, bu denli geniştir. Hangi meslekten olursa olsun, insanlar aydın olabilirler, olmalılar. Edward Said, kendi içinde eksikler ve hatalar taşıyor olabilir. Bir olaya karşı tavrı olaya bakışı vs. Bunlar hiç önemli değil. Onun kadar mücadele ederse aydınlar, o zaman tartışmaya değer tüm bunlar.✔
sinema ibrahim
köro¤lu
MATR‹X-REVOLUTIONS sen gerçek de¤ilsin! 99 yılının sonbaharında gösterime girmesiyle; popüler kültürün yeni anıtı olmayı başaran Matrix serisi, üçüncü bölümüyle sona erdi. Dört yıllık macerasının yarattığı gerginlikten midir, yoksa; yaratıcılarının, seyirci beklentisinin ağırlığı altında ezilmesinden midir bilinmez; karşımıza çıkan, üst düzey görsel kaliteye sahip olmasına rağmen klişe bir hikaye oldu. Fakat, bu yargımızı açacak bazı alt başlıkları da sunmak zorundayız. Yoksa, bize göre film, kendi içinde ele alındığında çarpıcı bir finale imza atıyor. En azından Neo’nun ölümü bile, seyircinin klasik uzlaşma finaline aykırı bir son. Tabi Wachowskiler uzlaşmayı başka bir platforma taşımışlar.
19
Tüketilen Matrix Kültürü Yazımızın başında, Matrix’in, 1999 yılından bu yana popüler kültüre nasıl taze kan olduğuna değinmiştik. Biraz açmak gerekirse, bunun sinema sektöründen edebiyata, hatta popüler kültürün en uzağında duran felsefeye bile etkilerini görebiliriz. Hatta, felsefeyi popüler kültürün hizmetine sunma gibi bir işlevi de üstlenmiştir. İlk Matrix filminin ardından yayınlanan felsefe kitapları, hatırı sayılır niteliktedir. Ve yine bu kitapların imzaları da dikkate alınacak isimlerdir. Durum böyleyken, sinema sektörü de Matrix’in oldukça etkili görsel efektlerini kullanmaktan geri durmamıştır. Özellikle aksiyon filmlerinin neredeyse vazgeçilmez görsel efektleri bu filmden esinlenerek tasarlanmıştır. Ancak, Matrix’in kullandığı bu görsel efektler ne kadar etkileyici olsa da, Honk Kong sinemasının vazgeçilmez figürlerindendir ve yıllarca B Tipi Film diye sektörde aşağılanmış, ancak sinema seyircisi içerisinde kendine hayran kitlesi edinmiştir. Matrix’in özgünlüğü, tıpkı Quentin Tarantino örne-
ğinde olduğu gibi, Uzakdoğu’nun bu filmlerine hakettiği saygınlığı getirmesidir. Bununla birlikte, bu türün yiyemediği ekmeği, en kaymaklısından afiyetle yemiştir. Klasik Amerikan sinema sektörünün hedeflediği sinema seyircisinin, haberi bile olmadığı bu tartışmalardan öte, bu kitleyi ne etkilemiştir de Matrix böylesine popüler olmuştur? Filmin yaratıcı ve yapımcı kadrosu, entellektüel bir başarının peşinde koşmaktansa, bu türden entellektüel tartışmaları, konu sıkıntısı çeken Hollywood’un hizmetine sokmaya karar vermişlerdir. Böylece, Hollywood’un vazgeçilmez altın kurallarından taviz vermeden esaslı bir film yapmayı başarmışlardır. Bir aşk hikayesi, aksiyon ve olmazsa olmazı, arınma ve uzlaşma... Böylece ge-
24
niş bir yelpazeyi salonlara çekmeyi başarmışlardır. İlk filmin yarattığı yoğun tartışmalar, hayranlıkların ardından, ikinci filmin merakla beklenmesi, izleyicinin ne tür yeniliklerle karşılaşacağı merakı ve konunun nasıl bir boyuta sıçrayacağıydı. Ancak, ikinci film, hemen herkes için tam bir hayal kırıklığı oldu. Olmaması da kaçınılmazdı. Çünkü, konu tam anlamıyla çuvallamıştı. Yarattığı felsefi tartışmaların altında ezilmiş, adeta; “Ben bir aksiyon filmiyim, beni böyle kabul edin!” diye haykırıyordu. Bununla birlikte, iki ve üçüncü filmin tek bir film olarak tasarlanması izleyicinin hevesini körelten bir faktör olmuştu. Böyle bir durumda, üçüncü film, Matrix serisinin tek şansı olmuştu. Seri filmlere bakış da, futbola bakış gibidir. Futbolda, nasıl dün yoksa, seri filmlerde de öncekinin başarısı önemsenmez, herkes için geçerli olan bugündür. Bu, popüler kültürün temel yasasıdır. Matrix, bunun dışında kalamaz elbette. Çünkü, onun da oyun sahası burasıdır. Nasıl burada palazlandıysa, yine burada batmayı da göze alacaktı. Üçüncü film biraz da bu yüzden beklentilerin altında kaldı. Çünkü, film ilk baştan beklentileri öyle yüksek tutmuştu ki ve yine popüler olma pahasına daha ilk elden tüm barutunu tüketmişti ki, sonrasında anlatılanlar–ki böyle bir şey varsaizleyiciyi haklı olarak kesmemişti.
kalmıştır. Bundan sonra, kardeşliğin yolları ayrılır. Neo, kendi kaderini aramaya ve son savaşa nokta koymaya, makineler şehrinin kalbine gitmeye karar verir. Büyük aşkı Trinity, onu bu yolculukta yalnız bırakmaz. Morpheus ise Zion şehrinin savunmasına katılmak üzere Zion’a zorlu bir yolculuğa girişir. Tüm bunlar olurken, asıl tehdit halini alan Ajan Smith, klonlanmaya devam eder. Bu durum, hem Zion hem de Matrix için tehlikeli hatta, yokedici bir hal almaya başlamıştır. Neo’nun yolculuğu Ajan Smith’e karşı bir teklif ve uzlaşma içermektedir. Neo’nun vereceği savaş aynı zamanda Matrix’in güvencesini de içeren bir savaş olacaktır. Bunun için, makinelerle bir anlaşmaya varır. Barış içeren bir anlaşmadır. Bu yolculuk sırasında Neo, önce gözlerini, sonra Trinity’yi kaybeder. Gerçi, Neo’nun gönül gözü görmeye devam eder. Filmin sonunda, Ajan Smith ve Neo arasındaki görkemli savaşı izleriz. Kimilerine göre, Zion savaşı mükemmelken, bizce, bu sahneler filmin görsel kalitesi zirveye ulaşan sahneleridir. Ajan Smith’le bir yandan dövüşen Neo, diğer yandan felsefi tartışmalarını sürdürür. Neyse, Smith’i yenemeyeceğini anlayan Neo, Smith tarafından klonlanmasına izin verir. Ardından, kendini yokeder. Bu, Smith’in yokolması anlamına da gelmektedir. Neo’ya karşılık, halklara özgürlük yani.
Üçüncü Film Neyi Anlatıyor? Matrix serisinin üçüncü filmi, ikincinin kaldığı yerden devam ediyor. İki dünya arasında, Araf diye tabir edilebilecek yerde kalan Neo, ikinci filmde edindiği düşmanı, Merovignian tarafından tutsak edilmiştir. Sentinellerle çarpışan Neo, tüm gücünü kaybetmiştir ve buradan çıkamaz. Onu kurtarmak, Morpheus ve Trinity’ye
Sonuç? İkinci filme dönecek olursak, Neo ile Zion konsül üyesinin makineler üzerine yaptığı tartışma bir yerde filmin temel önermesi oluyor. Makinelere karşı savaşılıyor ama onlarsız da olmuyor. Zion’un içinde bile makineler kullanılarak, Matrix’e karşı yürütülen bir savaş var. İkinci filmde dile getirilen bu paradoks, üçüncü
25
filmde uzlaşmayla çözümleniyor. Yani, barış içinde birarada yaşama öneriliyor. Neo, bu anlaşma karşılığı kendini feda ediyor ve hakettiği saygınlığı iki taraftan da görüyor. İkinci filmdeki seçilmiş kişi üzerine yürütülen tartışmalar da üçüncü filmde sonuçlanıyor. Evet, Neo seçilmiş kişidir. Bu, kuşku götürmeyecek bir gerçektir. Çünkü, tam beş kez yinelenen, sistemin kendini onarma gerçeğini tersyüz etmiştir. Ancak, bunu sağlayan tek kişi Neo değildir. Ajan Smith de bu gelişmeye karşıt cepheden hizmet etmiştir. Filmde, kahinin dile getirdiği bir denklemin iki ucudur Neo ve Smith. Eşitlenmesi gereken bir denklem. Koşulu, birinin yokolmasına dayanan bir eşitlik. Üçüncü film, tartıştırdığı olgularla birinciye yaklaşıyor. İki, bu anlamda sadece üçüncüyü besleyen bir işleve bürünüyor. Yine sinemasal anlamda, görselliğiyle gerçekten ekileyici ancak, şunu söylemek gerekir ki Matrix’in temel problemi yazdıklarımızın ötesinde varoluşsal bir problem. Filmin içeriğindekine benzer bir problemi taşıyor içinde. Matrix, kendini fazlasıyla ciddiye alan bir film. İzleyicinin kendisini ciddiye almasından öte de problem taşıyacak bir biçimde kendini ciddiye alıyor. Bunun çözüm yolu ise kendini Neo gibi yoketmesinden geçiyor. Eğer, dördüncüsü çekilecek olursa, fazlasıyla çekilmez bir film olacaktır. Üç filmin temel önermesi şu olsa gayet iyi olur: Kendini imha et. Zaten sen gerçek değilsin.✔
fliir mehmet
özer
yasemin kokulu kitaplar Kırık bir plak inatla şarkıya devam ediyor Umutsuzluk yasak. umutsuzluk yasak yasak umutsuzluk yasak Havada yanık insan eti kokusu Tank paletlerine sıkışmış insan iskeletleri ölümle yaralanmış insanlar Enkazlarda yitik parçalarını arayan askerler suların zehirlendiği Kuşların uçmaktan korktuğu kül şehirler Açlık ölüm çanıyla geziyor rüzgarsız uçurtma düşleri Oyunlara küs çocuklar kırık bir tarakla, başını kanatarak Saçlarını tarıyor kadınlar işgal postalları yağmalıyor Göğsümüz şarapnel yuvası göğsümüz yaralı bayrak Yaralı kuşlar havalanıyor yaralı düşlerden Gözlerimizde günbatımı öfke tahkim ediliyor barikatlar Kül ve enkaz altında kavı bikliyor Kıvılcım öfkeyi tutuşturabilir Küllerden ateş kartalları havalanabilir Her yurtsever ölü
Yumruklarımız bayrak gibi, dirilebilir. Şimdi kalbim Arap’tır. Kent ışıkları tek tek sönüyor Sise ve pusuya çekiliyor sokaklar Yorgun bedenini acıyla taşıyan hayat kadını Bankaların havalandırmalarına sığınan çocuklar Kolaj gibi duruyor kentin suretinde Aç çocukların gözlerinde yaşlanan erkekler Başkalarının kiriyle eskiyen kadınlar Zaman sarkacının umutsuzluğu yol aldığı anda Bir yağmur damlacığına sığınıyorum Yasemin kokulu kitaplar aralanıyor Açlıkla besleniyor umut Kalın duvarların ardında Gün ağarırken göğsünün üstünde bildiriler taşıyan İşçiler geçiyor Şarkıya başlıyor ayak sesleri, bir pencere açılıyor uzakta Pencerede günebakan.
26
kitap seda
demir
yurdum benim flahdamar›m ''Dağın pulat yüreğine işledim. Şimşeğin masmavi usturasına Sevdanı usul-usul Sevdanı mısra-mısra Lo ben seni hapislerde sevmişim. Ben seni sürgünlerde. Yurdum benim Şahdamarım....'' diyor Ahmed Arif. Vatan ve halk sevgisini, bir şahdamarı gibi yüreğinin ortasında taşıyarak. Usta’nın kitabını, oğlu Filinta Önal derlemiş. Kitapta, çeşitli dergilerde yayınlanmış ve ikinci kitabı için kaleme aldığı, altı şiiri bulunuyor Ahmed Arif’in. Halk dilinin tarihle, kavgayla, beslendiği; öfke ve isyanın, nazlı bir ezgi gibi salındığı; dağ çiçeklerinin kokusunu aşırmış altı şiir. Kitabın ikinci bölümünde, Veysel Öngören’in Ahmed Arif’le, Mart 1970’te Ankara Birliği Dergisi’nde yaptığı bir söyleşisi, Metin Demirtaş ve Adnan Binyazar’ın şairle ilgili anıları ve notları yer alıyor. Veysel Öngören’in bir sorusuna ''Halkımın, canlı, elvan ve gürül gürül dilinden hiç kopmadım ki şiirimden kopayım; Yozlaşıp, yabancılığa boğulayım.'' diye cevap veriyor Şair. Günümüzün, halk tarafından anlaşılamayan ve kısa sürede tüketilen sanat anlayışına, burjuva sanatına, iyi bir cevap Usta’nın sözleri. Ahmed Arif’in şiirlerini okurken, “Hasretinden Prangalar Eskittim” de rastladığımız, şiirin ezgisini duyuyoruz.
kırmızı kırmızı dalga dalgadır...'' Fonda, bir kaval dağ yeline karışır ve ağırından bir ritm. Sonra, bağlamayı alır eline şiir. ''işte sanki dağ yeli ve işte sanki meltem... kimse toz konduramaz kesip attığımız tırnağa bile sen en güzel kızısın bütün galaksilerin bense tözüyüm, prometheusu yakan kara sevdanın...'' Ahmed Arif’in, yürek doyuran sesi yankılanır içinizde... Ahmed Arif, kendine özgü yol belirlemiş ve bu kitabında da olduğu gibi bu yoldan ayrılmamış. Şiirini hiç
''Beni bir baskın götürür gerillanın şahdamarı halkıma Korkunç ve soylu bir tutkudur dayatma yalnız bu kadar da değil yarin hayali gibi üstelik nazlıdır, usuldur, ince, bilgedir, biz ki ustasıyız vatan sevmenin umut, saklımızda ölümsüz bayrak
bir zaman sıradanlaştırmamış; şiirleri, halkından olma ve halkına dönecek çocukları gibidir. 'Palmiro, Palmiro ey şanlı işçi' diye başladığı isimsiz şiirinin altına düştüğü nottaki, “Baltalanmış, boğazlanmış bir şiirdir bu. Erken doğumda ölen oğullarım var; hüngür hüngür ağladım. Onun gibi bir şey işte”cümleleriyle anlattığı iç dökme hali gibi yalındır. Bazen de vurucu ve keskindir şiiri, ama hep duyarlı, ince... Kendi tarzının nasıl oluştuğunu, şöyle ifade ediyor Ahmed Arif; ...Ben Doğulu’yum. ‘Az gelişmiş’ değil, sömürülmek için kasıtlı olarak geri bırakılmış bir ülkenin, aşiret töreleriyle yetişmiş bir çocuğuydum. Sömürgeci Fransız toplumunun, bohemi, serseriliği ve gerçekten kaçma çabalarını kutsayan şiirleri, elbette beni ırgalamazdı. Halkımın duygularına ve çıkarlarına yabancı ve aykırı olan bu moda akımından başka bir akım yok muydu? Vardı elbet. Nazım diye bir okyanus vardı. Rıfat Ilgaz, A. Kadir, Suphi Taşhan ve Abdülkadir Demirkan... Şiirimi günün modası olan etkilere kapadım. Göbeğimi, kendim kestim, kasaba minnet etmedim.' Ekliyor Şair; ''Kitabım çıktıktan sonra, günlük ekmek parasından kesip, onu alan binlerce yurttaşımın; özellikle Doğu mitinglerinde şiirlerim okunurken, ‘He kurban he!’ diye nağra atıp, yüreğini ortaya koymasını saygıyla anacağım.'' ''Yurdum Benim Şahdamarım''. Ahmed Arif’i tekrar ve tekrar yaşamak için, bohem ve anlaşılmaz şiirlerin arasında şiire doymak için, okunması gereken bir kitap. YURDUM BENİM ŞAHDAMARIM EVEREST YAYINLARI AHMED ARİF ✔
27
nota grup
Nice yiğitler beslenir Dağlar koynunda Alıcı kuşlar seslenir Dağlar koynunda
Dağa çıktım, serden geçtim Meclis kurdum, bade içtim Dağdan dağa konup, göçtüm Dağlar koynunda
Dolaştım dağlar başında Düşmanlar çıktı karşıma Kim dayanır savaşıma Dağlar koynunda
Dağa çıktım, türkü yaktım Gayrı bu canımdan geçtim Zalımlara benim kastım Dağlar koynunda
Söz: Gürsel Akmaz Müzik: Grup Yorum-Gürsel Akmaz
28
yorum
tavır
haber-yorum
“Gel ve Gör”ün Yönetmeni Elem Klimov Yaşamını Yitirdi! Filmlerinde, savaşın çirkin yüzünü en yalın haliyle ortaya koyan, Sovyetler Birliği döneminin ünlü yönetmeni Elem Klimov; 30 Ekim günü 70 yaşında hayatını kaybetti. Klimov, yönetmenlik kariyerine 1960’ta başladı ve ilk uluslararası başarısını, savaşın acımasızlığını sergilediği “Gel ve Gör” filmiyle elde etti. Elem Klimov, bu filmde, 13 yaşındaki bir çocuğun gözüyle Nazi Almanyası’nın Belarus’taki köyleri talan etmesi ve Belaruslular’ın katledilmesini işledi. “Gel ve Gör” filmi aynı yıl Moskova Film Festivali’nde ‘Büyük Ödül’ü alırken, iki yıl sonra Cannes Film Festivali’nde gösterimdeydi. Stalingrad’da 1933’te dünyaya gelen Klimov, 1964’te Devlet Sinema Enstitüsü’nden mezun olmuştu.✔
Küba Dostluk, Dayanışma ve Kültür Günleri Yapıldı! Jose Marti Küba Dostluk Derneği ve Küba Cumhuriyeti Büyükelçiliği işbirliği ile düzenlenen “Küba Dostluk, Dayanışma ve Kültür Günleri”, İstanbul’da yapıldı. Ernesto Che Guevara’nın oğlu Camilo Guevara March da İstanbul'a geldi. Küba Dostluk, Dayanışma ve Kültür Günleri’nin ana başlığı “Teslim Olmama Dersleri: Küba” olarak belirlendi. Etkinlik kapsamında paneller ve söyleşiler yapılırken, sinema gösterimleri ve dinletiler de sunuldu.✔
“Gereği Düşünüldü“ Filmi Yasaklandı! ‘Gereği Düşünüldü’; Gösterim İzni Verilmedi! Kültür Bakanlığı; yönetmenliğini Av. Remzi Kazmaz'ın yaptığı, Gazi Katliamı sonrasında Trabzon'da süren mahkeme sürecini anlatan 26 dakikalık “Gereği Düşünüldü” adlı filme, gösterim ve dağıtım izni vermedi. “Gereği Düşünüldü”, bu yıl 15. Ankara Uluslararası Film Festivali kapsamında gösterime sunulmuş, Altın Portakal Uluslararası Kısa Film ve Video Yarışması’nda da finale kalmıştı. Filmin yönetmenliğini yapan Av. Remzi Kazmaz, Türkiye’de sansürlenmesine rağmen, yurtdışındaki kimi festivallerde gösterime sunulmak üzere yola çıktığını belirttiği filmiyle ilgili verilen kararı, yargıya taşıyacağını söyledi. Müziğini Grup Yorum’un yaptığı film, yasaklanmasaydı İdil Yapım tarafından VCD olarak çıkarılması düşünülüyordu.✔
Temel Haklar ve Özgürlükler Derneği’nin 1. Olağan Genel Kurulu 7 Aralık’ta Yapılacak! Temel Haklar ve Özgürlükler Derneği’nin 1. Olağan Genel Kurulu 7 Aralık Pazar günü yapılacak. Dernek tarafından yapılan yazılı açıklamada, “Osmanbey Rumeli Caddesi’nde bulunan La Bella Düğün Salonu’nda saat 10:00 – 17:00 arasında yapılacak olan Genel Kurul’a tüm halkımız davetlidir” denildi. Ayrıntılı bilgi için: www.temelhaklar.org / temelhaklar@hotmail.com internet sitesini ve e-mail adresini kullanabilirsiniz.
29
TAYAD'lı Ailelerden Mezar Eylemi! TAYAD’lı Aileler 1-2 Kasım Pazar günü E-5 karayolu’nu trafiğe kapatarak Merter-Cevizlibağ'da eylem yaptı. Yaklaşık 250 kişinin katıldığı eylemde, “İşgal Ortaklığına ve Tecrite Son” başlıklı bir basın açıklaması yapıldı. Saat 13:00'te başlayan eylemde, 20 dakika boyunca yol trafiğe kapatılırken; F tiplerinde tecrite karşı yapılan ölüm orucuna dikkat çekmek amacıyla, ölüm oruçlarında yaşamını yitirenleri temsilen karayoluna dört beton mezar konuldu. Eylemde, temsili mezardaki dört kişi de dahil olmak üzere toplam 55 kişinin gözaltına alındığı bildirildi. Polis ekiplerinin, eylemden sonra, Merter-Cevizlibağ yolunda otobüsleri durdurarak kimlik kontrolü yaptıkları öğrenildi.✔
nokta haber Grup Yorum 9 Kas›m 2003; Temel Haklar ve Özgürlükler Derne¤inin düzenledi¤i “‹flgale ve Tecrite Son” konulu gecede yaklafl›k 800 kifliye seslendi. 16 Kas›m 2003; Almanya Köln’de yap›lan “2. Geleneksel Halklar›n Kardeflli¤i fienli¤i”nde 2000 kifliye seslendi.
Temel Haklar ve Özgürlükler Derneği: “Küba’nın Yanındayız!” Temel Haklar ve Özgürlükler Derneği, emperyalizme karşı direnen Küba'ya destek etkinlikleri yaptı. İmza kampanyası, panel gibi etkinlikler yapan derneğe çok sayıda aydın, sanatçı, sendikacı ve kitle örgütü de destek verdi. Temel Haklar yöneticileri "Yerimiz, direnen halkların yanıdır. Küba eşitliğin, adaletin, sömürüsüz bir ülkenin adıdır; Küba'nın direnişi tüm ezilen dünya halklarının direnişidir.” diyor. Türkiye halkının, Küba'yı yalnız bırakmayacağını düşündüklerini söyleyen Temel Haklar ve Özgürlükler Derneği, “Küba ve halkıyla bütünleşen Fidel direnecek." diyor. Temel Haklar ve Özgürlükler Derneği’nin imza kampanyasına destek verenler arasında şu isim ve kuruluşlar bulunuyor: DİSK, Türk-İş ve KESK'e bağlı sendikalardan çok sayıda sendikacı, TMMOB yöneticileri, İHD, Halklar ve Özgürlükler Cephesi, Grup Yorum, Ataol Behramoğlu, Mihri Belli, Cezmi Ersöz, Celal Başlangıç, Eşber Yağmurdereli, Vedat Türkali, Haluk Gerger. Dernek, 23 Kasım Pazar günü de ‘Küba’ kounulu bir panel düzenledi. Panele; şair Ruhan Mavruk, Haklar Özgürlükler Cephesi sözcüsü Şadi Özbolat, Halkın Hukuk Bürosu avukatlarından Behiç Aşçı ile TMMOB ve Temel Haklar yöneticilerinden Mehmet Göçebe konuşmacı olarak katıldı.✔
23 Kas›m 2003; Avusturya’n›n Viyana flehrinde, Anadolu Kültür Merkezi’nin düzenledi¤i gecede, 3000 kifliye seslendi. Gecede; K›v›rc›k Ali, Arzu, Ferhat Tunç da yer ald›. 24 Kas›m 2003; Almanya’n›n Stuttgart flehrinde, Zeybek Organizasyon’un düzenledi¤i gecede, 4000 kifliye seslendi. Gecede; Ferhat Tunç, K›v›rc›k Ali, Arzu, Bilgesu Erenus, Sümer Ezgü’de yer ald›. 27 Kas›m 2003; Ayçe ‹dil Erkmen’in mezar›n› ziyaret etti. Grup Özgürlük Türküsü 4 Kas›m 2003; ‹stanbul Gençlik Derne¤i ve Ö¤renci Koordinasyonu’nun düzenledi¤i ‹stanbul Üniversitesi aç›l›fl flenli¤inde 300 kifliye seslendi. 16 Kas›m 2003; Ekmek ve Adalet dergisinin düzenledi¤i ödül töreninde dinleti verdi.
30
Ankara'da, YÖK'ü Protesto Eden Öğrencilere Polis Müdahale Etti! 6 Kasım’da, Ziya Gökalp Bulvarı'nda toplanan yaklaşık 2000 öğrenci, Kızılay Meydanı'na girmek istedi.Öğrencilerin YÖK'ü protesto etmek için eylem yapmasına izin vermeyen polis ekipleri, öğrencilere gaz bombaları, panzerler, köpekler ve coplarla saldırdı. Öğrenciler de polislere taşlar ve sopalarla karşılık verdi. 'Öğrenciyiz, Haklıyız Kazanacağız', 'Yök, Polis, Medya; Bu Abluka Dağıtılacak', 'Yök'e, İşgal Ortaklığına ve Tecrite Hayır' sloganlarıyla altı kez Kızılay Meydanı'na girmeye çalışan öğrencilerden bazıları gözaltına alındı. İki saat 25 dakika sürdüğü belirtilen çatışma sonucunda, 30 öğrenci ile 10 polisin yaralandığı belirtildi. Çevik Kuvvet Şube Müdürü'nün de olaylar sırasında yaralandığı açıklandı. Öğrenciler, çatışmalardan sonra Cebeci Kampüsü'ne giderek, akşam saatlerinde Yüksel Caddesi'nde bir basın açıklaması yapacaklarını belirttiler. İstanbul’da ise Beyazıt Meydanı'nda yapılan eylemlerden ilkini “Kışla düzeni bitmeli, YÖK gitmeli” yazılı pankartıyla Özgür-Der yaptı. Daha sonra DEHAP'lı grubun yaptığı eyleme ise polis biber gazı kullanarak müdahale etti.✔
Dağıstanlı Şair Gamzatov Yaşamını Yitirdi. Dağıstanlı ünlü şair Resul Gamzatov, tedavi gördüğü Moskova Merkez Klinik Hastanesi’nde 2 Kasım günü yaşamını yitirdi. Gamzatov’un 9 yaşında yazmaya başladığı şiirler, Avarca çıkan devlet gazetesi “Bolşevik Gor”da yayımlanmıştı. İlk şiir kitabı 1943 yılında Avar dilinde yayımlanan Gamzatov, 20 yaşında Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği Yazarlar Birliği’ne üye olmuştu. Moskova’daki Maksim Gorki Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nden 1950 yılında mezun olan Gamzatov, üniversiteyi bitirdikten sonra, bugüne kadar sürdürdüğü Dağıstan Yazarlar Birliği başkanlığına seçilmişti. “Dağıstan’ın Kıymetli Sanatçısı” ünvanına sahip Gamzatov’un şiirleri, birçok dile çevrildi ve bazıları ünlü müzisyenler tarafından bestelendi.✔
Sting ve Santana ABD’yi Protesto Etti!
Sting
Carlos Santana
Rock müziğin iki ünlü ismi, İngiliz Sting ile Meksika asıllı Carlos Santana; ABD’nin Irak’ı işgal etmesini kınadı. Son albümü “Sacred Love”ı tanıttığı Hong Kong’da, 2 Kasım günü basın toplantısı yapan Sting, “Irak’a girilmesinden yana değildim” dedi. Carlos Santana da, 3 Kasım’da Hong Kong da verdiği konserde, ABD Başkanı George Bush’un dış politikasını kınamak için seyircilerden 30 saniye sessiz kalmalarını istedi.✔
31
tavır
kitap “FEDA” NIN DESTANINI YAZANLAR... F tiplerine karşı başlatılan ölüm orucu, 10. Ekiplerle hala devam ediyor. Gülnihal Yılmaz ve Fatma Tokay Kösede, ölüm orucunda hayatını kaybeden iki ölüm orucu direnişçisiydi. Onlar, ölüm orucunda son anlarına kadar birlikteydiler. Beş gün arayla hayatlarını kaybettiler. 1000’li günlerindeydi ölüm orucu... Gülnihal, “Ben devrimciyim, çünkü bu ülkede, bu ülkenin bozuk düzeni içinde doğdum, büyüdüm... Yüz ömrüm olsa yüzünü de aynı şekilde geçirmek isterdim.” dedi ve F tiplerine, F tipi hapishanelerde uygulanan tecrite karşı ölüme yatırdı bedenini. Fatma ise “Milyonlarca insanımızın çektiği acıların yanında benim yaşadıklarım neder ki?. Yoksul halkım, sömürge ülkem için devrimciyim.” diyordu. “Yaşama nedenim şehitlerimiz, halkımız, vatanımız...” Onlar bir destan yazdılar. Yüreklerinden, bedenlerinden akan bir destan... “Feda Destanı”, onların ölüm orucu boyunca birbirlerine yazdıkları şiirlerden oluşuyor. “Feda Destanı” ülkemizde hala devam eden direnişten sadece bir kesit...✔
yeni çıkan albümler
Onur Akın Firari Seyhan Müzik
Hüseyin Karakuş Evrenin Kahyaları Gövtepe Müzik
Ezginin Günlüğü İlk Aşk Seyhan Müzik
32
Sabahat Akkiraz Kaygusuz Akkiraz Müzik
yakında müzik marketlerde...
Uzun, çok uzun zaman önce başlayan bir yürüyüş adımlanıyor. İlk adımını, ne siz ne de biz gördük. Okuduklarımızdan biliyoruz ilk adımlarını. Tarihin en şanlı sayfalarından görüp, okuduğumuz bir yürüyüş. Biz, kendi çağımızda aldık yerimizi. Olgunlaşmış adımlarına kattık, genç adımlarımızı. Mağrur ve vakur çağında sarıp sarmalandık. Bazen, durup soluklanarak; bazen, koşa kucaklaya; bazen, sara sarmalaya süren yürüyüşün öyküsünü anlatmak düştü payımıza. Adımlarımızın sayısını unuttuk. Kalabalıkların görkeminde eridi gitti adımlarımız. Geçmişten gelip, geleceğe uzanan bir yürüyüş bu. Ezilenlerin, öfkeli kalabalıkların, yoksulların; fukara denip, altı harfli bir kelimeye sığdırılan, hor görülenlerin yürüyüşü. Keskin bıçak yarasını tenlerinde taşıyanların yürüyüşü. Öfkeleri, kalabalıkları kadar büyük olanların; her biri bir vatan parçası yiğitlerin ellerinde, kırmızı kırmızı, dalga dalga büyüyor yürüyüş. Şarkılarla, şiirlerle şenlenip, ağıtlarla hüzünleniyor yürüyüş. Yastadır ey deli gönül. Kıyılan, satılan vatanlarının ağıdını yakıyorlar. Ağıt, nefretle bileniyor. Beyler, bu vatana nasıl kıydınız? Onlar, kendi şiirini arıyor. Her biri için yazılmış tek şiir. Bir nehir gibi gürül gürül. Bir işçi gibi çalışkan. Öfkelerini durultacak, susuzluklarını giderecek şiiri arıyorlar; peşindeyiz, bulacağız. Yazılmış olanların en güzeli... ve yazılacakların... Ahlaksızlığın lekelemediği, saf bilgiyi taşıyor o şiir; dünyayı aydınlatacak ateşi besliyor. Bin yıllardır o şiirin peşindeyiz. O şiirin aşkına besteleniyor türküler. Kalabalıkların yürüyüşü, bizim yürüyüşümüz. Konaklamaları, bir taze soluğa hasretliklerinden değil; konakladıkları yerler, savaş alanları. Konakladıkları yerlerin mazlumlarını katıyorlar saflarına. Eğer, bir yerde ezilenlerin iniltisi yükseliyorsa ve oradan hala dumanlar yükselmiyorsa, bu daha savaşmaya başlamadıklarındandır. Ezilenlerin olduğu her yerden, savaş çığlıkları yükselir. Ezilenlerin sömürüldüğü her yeri, yangın sarar. İşgal altındaki toprakları, bir uçtan bir uca katediyorlar. Coşkuyla sesleniyorlar. İşte buradayız, şimdi burada! Pimi çekilmiş fedailer büyütüyor kalabalığı. Düşenleri eksiltmiyorlar aralarından. Onlar yaşadılar ve öldüler. Ölüm, sadece yaşayanları yakalar. Kucaklayıp ölülerini, gidecekleri yere taşıyorlar. Varılacak yere düşenlerle birlikte varılacak. Onlar da adımlayacak yürüyüşümüzde yolları, zafere kadar. Açlığın ve adaletsizliğin biriktirdiği bir öfkenin yürüyüşü bu. Ekmeğe ve adalete doyulacak bir zamana yürüyüş.
Irak’ı, Filistin’i işgal edenler, onlarca ülkede faşist iktidarları destekleyen, dünyanın her yanına üslerini kuran, tekellerine pazar alanları elde etmek için ülkeleri bombalayanlar dökülen kanımızın baş
sorumlusudur...