2004 23 ocak

Page 1



merhaba

Yeni bir yıla girdik. Beklentilerimizi, özlemlerimizi hayallerimizi yükleyeceğiz 2004’ün sırtına. 2004, umutlarımızın büyüdüğü bir yıl olacak yine. Tavır’ın sayfaları yine kavganın sanatını anlatacak. 2004 de bizim olacak. Geçtiğimiz ay, gündemimiz yine doluydu. Bundan üç yıl önce gerçekleşen o büyük katliama, 19 Aralık 2000’e bu sayımızda geniş yer ayırdık. Anaların hüznünü ve öfkesini kattık satırlarımıza. Tepkilerimizi, eylemlerimizi, duygu ve düşüncelerimizi bir çok yazımızda sizinle paylaşmak istedik. Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyin, ABD tarafından esir alındı. Esir alındıktan sonra, televizyonlara yansıyan görüntüleri, emperyalizmin çürüyen halini somutluyordu. Her katliamdan, baskından sahte zaferlerden sonra attıkları çürümüş yalanları saydılar yine. Bu yalanlar, bize tanıdık geldi. Psikolojik savaşın bir parçasıdır yazılan senaryolar, oynanan oyunlar. Irak halkının direnişi sürüyor. İşgalciyi topraklarından kovana kadar sürecek bu direniş. Tarih, bunu defalarca gösterdi, bir kez daha gösterecek. Grup Yorum, yeni albümü “Yürüyüş”le, dinleyicilerine “merhaba” diyor. Grup Yorum’un yeni albümünü anlattığı yazısını okurlarımızla paylaşıyoruz. “Hapishaneden” köşemizi, ölüm orucunda hayatını kaybeden, Gülnihal Yılmaz’ın kalemiyle sunuyoruz bu sayımızda sizlere. İç kapağımızı, Küba Devrimi’nden bir fotoğrafla süsledik. Küba’lı gerillalar devrimin coşkusuyla yürüyorlar, yorgunluklarına aldırmadan. 45. yılında, sosyalizmi yaşatanlara selam olsun. Yeni bir yıla girerken, bütün okurlarımızın yeni yılını kutluyoruz. Şubat sayımızda görüşmek dileğiyle....

Dostlukla...

tavır


tavır Aylık Sanat Dergisi ISSN 1303-9113

3 4 6 7

yeni bir y›la merhaba on dokuz aral›k sabah›nda yere bakt›k toprak “carandiru”dan ülkemize 9 foto¤rafç› gözüyle 10 yine geliriz 11 hele anadolu topraklar›na ayak basal›m 12 resmi tarihin anti kahraman› 15 fidel’e flark› 16 yürüyüfl 18 dans›n bir baflka ifadesi 19 emperyalizmin psikolojik savafl› 21 kürtçe yay›n yasallaflt› m› 22 kap› komflumuz 23 türsak baflkan› ile röportaj 25 mustafa arslan ile röportaj 27 kahramanlar ölmez

Sahibi: İdil Kültür Yayın Org. Rek. Film. Tic. Adına: Muharrem Cengiz Genel Yayın Yönetmeni: Gamze Mimaroğlu Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Ahu Zeynep Görgün Yazışma Adresi: İdil Kültür Merkezi İstiklal Cad. Aznavur Psj. No: 212 Kat: 6 Beyoğlu/İstanbul Tel: (212) 245 00 70 - 244 31 60 Faks: 244 81 02 e-mail adresi: tavir@grupyorum.net Ankara: İdil Can Kültür Merkezi Fahri Korutürk Mah. 8. cad. No: 85-1 Mamak/Ankara Tel: (312) 370 11 98 Hesap No: (TL):1042- 30000 596147 Gamze Mimaroğlu İş Bankası Parmakkapı/İST. (EURO): 1042- 3010000 129062 Gamze Mimaroğlu İş Bankası Parmakkapı/İST. Ofset Hazırlık: TAVIR YAYINLARI Baskı: ASPAŞ Dağıtım: D-B-R


yeni bir y›la merhaba! Yaklafl›k 19 y›ld›r, kültür ve sanat alan›nda mücadele ediyoruz. Bu 19 y›l›n içinde, yüzlerce olayla karfl›laflt›k. Defalarca, bask›ya, fliddete ve tehdite maruz kald›k. Kimi zaman hedeflerimizin gerisine düfltük ama asla ideallerimizi gerçeklefltirmekten geri durmad›k. Egemenler bizle u¤raflt›, biz de onlarla u¤raflmaktan b›kmad›k. Süren, hayat›n içinde, egemenlerle bizler aras›ndaki, ideolojik mücadeleydi. Her flart alt›nda ayakta kalabilmek için, ülkemizin her yerinde örgütlenmeye çal›flt›k. Kültür merkezleri açt›k; müzik gruplar›, koro, tiyatro çal›flmalar› yapt›k. Bölgesel kültür sanat dergileri ve koro çal›flmalar›yla hep gündemde kald›k. Denilebilir ki bu anlamda, 19 y›l boyunca, nerede, ne olmuflsa mutlaka bizim de bir eme¤imiz geçmifltir. Öyle ki sadece kendi alan› ile s›n›rl› kalmayan, hayata ve politikaya müdahale eden bir örgütlenme ve mücadele tarz› yaratt›k. 2004 Y›l›nda, büyümek için ne yapmal›y›z ? “Her fleyin bafl› emek.” diyorsak, hemen flunu söyleyebiliriz. Geçmifl bütün y›llardan daha fazla üretken olmal›y›z. Geçmifl bütün y›llardan daha fazla, egemenlere karfl› ideolojik mücadele sürdürmeliyiz. Emperyalizm ve iflbirlikçilerinin, 70 milyona dayatt›klar› yozlaflmaya, çürümeye karfl› en üst perdeden cevap vermeliyiz. Sadece elefltirmekle kalmayarak, alternatif kültür sanat politikam›z›n ne oldu¤unu ortaya koymal›y›z, yaymal›y›z. Kasetlerimizle, Tav›r Dergimiz’le, ‹dil Yap›m›m›z, FOSEM’imizle, Koro’muzla, tiyatro çal›flmalar›m›zla... sanat›n her alan›ndaki çal›flmalar›m›zla, dimdik ayakta olmal›y›z. Hiç ama hiç duracak zaman›m›z yok. Bunun için, bugüne kadar yapt›klar›m›z›n özelefltirisini vererek, daha fazla nas›l büyümeliyiz düflüncesini yaratmal›y›z. Bu, kitleleri kültür ve sanat yaflam›na ve politik mücadeleye katma noktas›nda önemli bir ad›m olacakt›r. 70 Milyon’a ulaflmadan durmak yok! Bunun için, alan›n tüm olanaklar›n› de¤erlendirmek ve geniflletmek gerek ama bu da yetmez. Örgütlenmede, kültür merkezimizin d›fl›nda kalan tüm ilerici, demokrat, yurtsever sanatç›lar›n bu kavgaya kat›lmas› gerekiyor. Kültür Merkezi’miz, burjuva ideolojisine karfl› bir cephe olacaksa ki olmas›n› istiyoruz, tüm devrimci ve demokratlar bu cephenin izinde, düflünceleriyle, ürünleriyle elefltirileriyle yeralabilmelidir. Herkese ça¤r›m›zd›r! Gelin, 2004 y›l›nda, Kültür Ve Sanat Cephesi’ndeki her fleyin üretimini, birlikte büyütelim. Yeni y›lda, kültür cephesini daha da büyütmek için, hedeflerimizi büyütmeliyiz! Kap›lar›m›z, halklar›m›za aç›kt›r!

3


y›ldönümü seval

sabah, kan ter içinde uyandık uykularımızdan. Acı bir tat vardı ağzımızda, yüreğimiz buruk. Hani, çok istersiniz haykırmayı ama haykıramazsınız bir türlü; sesiniz kısıktır ve böyle uyanırsınız kabustan. Böyle bir kabustan uyanır gibiydik; 2000 yılının 19 Aralık sabahında. Ağıtlar karıştı, Bayrampaşa’nın üzerinde yükselen yanık insan eti ve gaz bombaları kokusuna. Genzi yakan ağır bir duman, alıp götürüyordu insanlık adına ne varsa. Elimizi uzatsakta ulaşamadığımız, görüş kabinlerinden gülen gözlerini seyrettiklerimiz öldürülüyordu. Birsen Kars, yanmış vücuduyla ambulanstan indirilirken haykırıyordu:

O

“Altı kadını diri diri yaktılar!” Altı kadındı yanan, kül olan. Dile kolay bunu söylemek. Sadece dile kolay. Acılar tarifsizdi. Dipsiz bir kuyuya atılan taş gibiydi Birsen’in sözleri. Birsen haykırıyor, haykırdıkça, biz yanıyorduk. Birsen haykırıyor; haykırdıkça kanıyordu yüreğimiz. Kör olan görürdü Birsen’in gözlerini; sağır olan kulaklar duyardı o haykırışı. “Altı kadını diri diri yaktılar!” Altı kadın dedik, ne yaptılar acaba o anda? Altı kadın, gülümsediler belki; belki haykırdılar. İnandıkları ne varsa, çıkarıp yüreklerinden paylaştılar. Birbirlerinin yaralarını sardılar. Altı kadın, birbirlerine sarıldılar. Altı kadın... Alevlerin içinde kaldılar... Nilüfer, Seyhan, Şefinur, Özlem, Gülser, Gülseren... Yaşları 20 ile

4

alp

30 arasında değişen altı kadın. Yüzleri güleç, altı kadın... .............. “Saat: 05:00 Şefinur’un sesiyle uyandım. Gözümü açtığımda, Şefinur giyiniyordu. “Operasyon!” dedi. Etrafıma baktım, herkes uyanmış giyiniyordu. Ben de giyinmeye başladım. Çatıda, elleri silahlı, özel giyimli, maskeli timler görünüyordu. Üst koridor ve mazgallardan ayak sesleri geliyordu. Her taraftan, aynı anda girdikleri anlaşılıyor. Silah ve bomba sağanağı başlıyor. Peşpeşe gaz bombaları atılıyor, ateş ediliyor. Şefinur, ‘Halkımız ne yapıyor acaba?’ diyor. ‘Çoktan dayanmışlardır kapıya, yalnız bırakmazlar bizi.’ diyorum.


Şefinur gülümsüyor, ‘Ah halkımız, halkımız...’ diyor. ‘Halkımız çok acı çekti, onların yüzünü güldürmeliyiz.’ Yüzünde, halka duyduğu güven ve sevgi daha da belirginleşiyor.” ............... “Gülseren nasılsın?” “............” “Gülseren, iyi misin, cevap ver.” “İyi değilim, nefes alamıyorum.” “Havluyu yüzüne kapat Gülseren. Hadi!” Nefes almakta zorlandığı için, gayri ihtiyari, havluyu açıp, pencereden hava almaya çalışıyor. Ancak, gaz yukarıya yükseldiği için böyle daha fazla etkileniyor. Gülseren’e yere eğilmesini ve havlusunun açık yerlerini kapatmasını söylüyorum. Tehditler devam ediyor: “Hepinizi öldüreceğiz!” .................... “Seyhan yakınımda. Her zamanki neşeli ve heyecanlı tavrıyla, her tarafa koşturuyor. Atılan gaz bombalarını alıp dışarı atıyor ama ağzını hiç kapatmıyor. ‘Seyhan havlu kapat, gaz sıkıyorlar. ‘ ‘Gaz bana bir şey yapmıyor ki...’ ‘Yahu nasıl yapmıyor, ağzını kapat.’ ‘Tamam arkadaşlar ben kendimi ayarlıyorum.’ Ah Seyhan! Yine yapıyorsun yapacağını. Hepimiz, O’na bakıyoruz; bombaları bir bir alıp atışını izliyoruz. Gaz umurunda değil. Seyhan yoldaşlarını düşünüyor ve kimseye zarar gelmemesi için çırpınıyor. İşte ciğerleri Seyhan’a isyan ediyor ve gazdan nefes alamaz oluyor. Camın yanına yaklaşıp, nefes almaya çalışıyor. Bir yandan da ‘İyiyim arkadaşlar, iyiyim’ diyor. Koğuş öyle yoğun gazla doldu ki açılan pencerelerin hiç bir faydası olmuyor.” ........... “Bombalar hiç durmadan atılıyor. Ben hala kendime bir havlu bulamadım. Şefinur ne aradığımı soruyor. ‘Havlu’ diyorum. ‘Havlunu ne yaptın?’ diye soruyor. ‘Bombanın üzerinde’ diyorum. Kendi havlusunu açıp, bir ucunu bana veriyor. ‘Al bunu, ağzına tut; iyi kapat.” Koğuştan çıkana kadar, aynı havluyu kullanıyoruz.

Nilüfer olanca sakinliğiyle yanımızda. Hepimiz sırılsıklam durumdayız.” ................ “Öğlen oldu ve artık koğuşta daha fazla duramayacağımıza karar veriyoruz. Biz koğuşun arka kısmındayız. Ön taraftan ‘Çıkalım arkadaşlar!” seslerini duyuyoruz. Bizim koğuştan çıkacağımızı fark edince, koğuşu da yakmaya başlıyorlar. Öncelikle de çıkacağımız kapının önünü yakıyorlar. Hepimizi diri diri yakmaya çalışıyorlar. Oturduğum yerden kalkamıyorum. Ellerimden yanmış deriler sarkıyor. Mine mutfağa geliyor. ‘Koğuşa giremiyoruz, Gülserenler yukarıda kaldı.” ‘Gülseren!’ diye haykırıyorum. ‘Hayır, hayır kurtaralım onları!” ‘Alevler her tarafı sardı, yaklaşamıyoruz...’ Gülseren... Alnı kızıl bantlı gelinimiz... Şefinur... Deli dolu yoldaşım. Yoldaşlığın en güzelini paylaştığım ortağım. Nilüfer... Sakin, saf ve temiz... Seyhan... Her zaman canlı ve neşeli... Özlem... Kara kızımız. Kara gözlerinde sonsuz sevgi... Gülser... Hep emekçi...” * Ümraniye’den, Ceyhan’dan, Çankırı’dan, Uşak’tan, Buca’dan, Çanakkale’den, Bursa’dan birer birer, beşer onar geliyordu ölüm haberleri. Oradan oraya koşturuyorduk evladını kaybeden analar gibi. Öyle ya, yaşanan acı evlat acısıydı. Evladını morglarda arıyordu analar. Hükmünü kesiyordu tarih. Onlar için her şey bitmişti! Böylesine bir vahşete imza atanlar, kanlı elleriyle nasıl böleceklerdi ekmekleri? Kimdi bunlar? Çoluk çocukları var mıydı? O kanlı elleriyle, nasıl okşuyorlardı çocuklarının baş-

5

larını? İnsan mıydılar? Evet, insandılar. Bunu bilinçli yapan, sistemin koruyucusu insanlık sıfatını hak etmeyen insanlardı bunlar. Bir savaş alanında, teknolojinin bütün olanaklarını seferber ederek, insan kıyımı gerçekleştiriyorlardı. Katildiler... Katillerin karşısında, dimdik duruyordu kahramanlar. Başka hayatların damarına kan oldular, tutuşturdukları bedenleriyle. Feda kuşağının kahramanları, alınlarındaki yıldıza ihanet etmeden direndiler. Hapishaneler yanmış, yıkılmış; tutuklu ve hükümlüler hücrelere konulmuştu. Hapishanenin kör hücrelerine atılanların üzerinden, günlerce geçmedi gaz kokuları. Görüş kabinlerinde karşılaştıkları evlatlarını tanıyamadı analar. Nasıl bir acı, nasıl bir cefaydı bu? Başka yolu yoktu, hepsine dayanılacaktı. Sınanan, bir insanlığın onuruydu... Bu sınavı hala veriyor tutsaklar. 19 Aralık’ın üzerinden geçen üç yılda, 107 ölü, yüzlerce sakat insan var. Tecrit hala sürüyor. Tecrite karşı direniş de...✔

* (Aktaran Gülizar Kesici “Hapishanelerde Katliam” Anadolu Yayıncılık syf 20-30)


hapishaneden gülnihal

y›lmaz

yere bakt›k toprak... Önümüz boylu boyunca ba€l›k bahçelik... Bahçenin en güzel çiçekleri sab›r çiçekleriymifl. Her bir çiçe€in tohumunun dikilmesi için yüzy›llar›n bilgeli€i gerekmifl. Sab›r çiçeklerinin menevfleleri gülen çocuklar›n gözlerinden gelmeymifl. Sab›r çiçekleri o menevfleleri gülen çocuklar›n, yoksul çocuklar›n gözlerinden, ezilmiflli€in perdesini kald›rarak dermifl; kendi özsuyu ile birlefltirip yapraklar›na ifllemifl. Özsuyu, umudunu hiç yitirmeyen insanlar›n döktü€ü kandan gelmeymifl. Hakl› bir dava u€runa, kandan al›nan özsuyu; özsuyunu almas›n› bilen çiçe€i, f›rt›nalarda bükülmez k›larm›fl. F›rt›nalarda bafle€meyen sab›r çiçekleri; her f›rt›nadan, güzelliklerine güzellik katarak ç›karm›fl. "Çiçek dedi€in, süsten baflka ne ifle yarar!" diye düflünen yan›l›r. Bizim bahçemizde gördü€ümüz sab›r çiçekleri, insano€lunun bütün dertlerine deva bir ilac›n hammaddesiymifl.

Yere bast›k toprak... toprakta, kan›n gücü var. Gö€e bakt›k yaprak... yaprakta, halk›n sevgisinin rengi var. Topra€a bast›k, yapra€› aralad›k; gö€e, gözümüzü vard›rd›k. Sab›r çiçeklerini kanatlar›na yüklemek için bekleyen atefl kufllar›n› gördük. Biz, kufl dili bilen insanlardan de€ildik ama kufllar bizdendi. Konufltuklar› dil, bizim dilimizdi. Bütün insanlar›n dilinden, derdinden anlad›klar› için; ateflten bir kufl olup, gö€ün dokuz kat üstüne varanlardand›... Bir yanda, gözümüzün bakmaya, gönlümüzün sarmaya k›yamad›€› görkemde sab›r çiçekleri; öbür yanda sab›r çiçeklerini kucaklamaya sab›rs›z atefl kufllar›... Yere bast›k toprak ... toprakta, kan›n s›cakl›€› var. Gö€e bakt›k flafak... fiafakta yükünü almak için bekleyen atefl kufllar›n›n k›z›ll›€› var. Yere bast›k toprak... Topra€›n sahibi halk.

6

Gö€e bakt›k flafak... fiafa€›n sahibi halk. Gözümüzün bakmaya k›yamad›€› sab›r çiçeklerini yükledik atefl kufllar›n›n kanatlar›na; topra€›n ve flafa€›n sahibine hediye ettik. “Bütün dertlere deva olsun.” dedik. Sab›r çiçekleri, atefl kufllar›n›n aflk›yla yan›p tutufluyordu çoktan. Biz, atefl kufllar›n›n kanatlar›na, sevdayla yanm›fl yürek yükledik. Sab›r kufllar›n›n, f›rt›na kuflu oluflunu gördük. Me€er, çiçekler sevdaya bulan›nca kanatlan›rm›fl... Yere bast›k toprak... toprakta, sab›r çiçeklerinden ayr›lman›n hüznü var. Gö€e bakt›k flafak... flafakta, sevdayla yananlar›n sevinci var.✔


sinema tav›r

“carandiru”dan ülkemize uzanan köprü...

lkemizde, 19 Aralık günü gösterime giren bir filmdi Carandiru. Brezilyalı Yönetmen Hector Babenco’nun, 1992 yılında, Brezilya’nın Sao Paulo Hapishanesi’nde; “9. Koğuş Katliamı” olarakta bilinen; 111 kişinin ölümüyle sonuçlanan katliamı konu alan filminin 19 Aralık günü gösterime girmesi bir tesadüf müydü? Belki öyle, belki değil. Bu önemli de

Ü

değil. Fakat böyle bir günde gösterime girmesi filme ayrı bir anlam kazandırıyordu. 19 Aralık Katliamı’ndan yaralı kurtulanların yargılandığı mahkemenin 19 Aralık gününe denk gelmesi gibi. Bu tesadüften memnunduk! Filmin herkes tarafından 19 Aralık’ta izlenmesi anlamlı olacaktı. Bu konuda açıklamalar ve çağrılar yaptık kendi cephemizden. Tarihle aramızda kurulacak bu

7

köprü, belki bizi yakın geçmişimize götürecek, unutturulmak istenen bir katliamı yeniden hatırlatacaktı. Daha önce Cannes Film Festivali’ndeki gösterimini saymazsak filmin ilk gösterimi ülkemizde ve 19 Aralık tarihinde yapılıyordu. Babenco’nun filmini izlemek için koltuklarımıza kurulduğumuzda, o günün 19 Aralık olduğunu hiç unutmadan, zaman zaman üç yıl öncesine, 19 Aralık Katliamı


gününe gidip gidip, geldik... Tarihle aramızda bir köprü kuruluyor ve bu köprü bizi, 1992 yılının Brezilya’sına götürüyordu. O köprüden geçerek, 2000 yılının 19 Aralık’ına gidiyorduk. Sao Paulo Hapishanesi’nde çıkan isyan, tutuklular tarafından sona erdirilmesine rağmen, hapishaneye uzun namlulu silahlarla dalan Brezilya polisi, 111 silahsız mahkumu kurşunlayarak öldürür. Tesadüfen sağ kalanlardan ise çırılçıplak soyarak nedamet getirmesini ister. 111 kişi ölmüş, onlarca insan yaralanmış, yüzlercesi işkenceden geçirilmiş ve hapishanede “asayiş” sağlanmıştır. 19 Aralık 2000’in Türkiyesi’nde ise 20 hapishaneye operasyon düzenlenmiş, çatılar delinerek içeri yüzlerce gaz bombası atılmış, tutsaklar açılan deliklerden sıkılan kimyasal gazlarla ve kurşunlarla katledilmiş, yakılmıştır. Kan gölüne dönmüştür Carandiru. Kan gölüne dönmüştür Bayrampaşa, Ümraniye, Çanakkale... Brezilya’dakiler, adli mahkum; katledenlerin gözünde birer AİDS’li, katil, adi suçlu, hırsız, serseridir. Ülkemiz hapishanelerinde katledilenler ise vatan haini, terörist.Hangimizin yarası daha fazla kanamıştır? Hangi yara daha derindir? İkisi de birbirine benzer. Brezilyadakiler suçlu ya da suçsuz birer insandır. Ülkemizdekiler ise hep katledilen ve katledilmeleri meşru sayılan devrimcilerdir.

Filmi izlerken hemen farkediyorsunuz katillerin yüzlerinin ne kadar da birbirine benzediğini. Öldürme istekleri, yoketme istekleri. Katletme yöntemleri, işkenceleri. O kadar aynı ki... 19 Aralık Katliamı’ndan sağ kurtulanların anlattıkları geldi aklımıza bir bir. “Hepimizi soydular, ‘Yaşasın Türk Devleti’ dedirtmek istediler.” “İstiklal Marşı okutmak istediler.” “Elimiz kolumuz bağlı olan bizlere, ‘Teslim Olun!’ diyorlardı” “ Altı kadını diri diri yaktılar!” 1992 Brezilya... 2000 Türkiye... Carandiru, Bayrampaşa, Ümraniye, Çanakkale, Uşak... Farklı coğrafyalardaydık ama aynı kader reva görülüyordu bize. Kaderlerimiz ve yüzlerimiz benziyordu birbirine. Onlar da benziyordu, yüzlerini gizleseler de... Benziyoruz Brezilya ile birbirimize... Emeğimizi sömürünler, kanımızla besleniyor. Sömürenler aynı kanı taşıyor. Katledenler, aynı damardan besleniyor. Bu hikaye bize tanıdık geldi, Babenco’nun filmini izlediğimizde. Son karelerde ise Sao Paulo, halkın verdiği isimle ‘Carandiru’nun “son”una tanık olduk. O büyük katliamdan sonra 10 yıl daha ayakta kalan bina, “Gençlik Parkı” yapılmak üzere yıkılıyor. Carandiru’nun yıkımını yine Hector Bobenco’nun kamerasından izliyoruz... Peki ya bizimki? Bizim “filmin” sonu

8

ne olacak? Daha çekilmemiş olsa da biliyoruz sonunu. Carandiru’yu yok edip, yerine cıvıl cıvıl bir “Gençlik Parkı” yapmak isteyenler, geçmişin izlerini böyle silmek istiyor. Altı kadının diri diri yakıldığı Bayrampaşa Hapishanesi ise “üniversite” olacakmış. “Kandan Kına Yakılmaz” demiş, Hasan Hüseyin. Egemenler, Bayrampaşa’yı “ilim yuvası”na dönüştürmek istiyor. Kan kokan hapishanede eğitecekler gençliği. Diri diri insan yakılan hapishanenin kurulu olduğu topraklarda. Benziyoruz Brezilya ile birbirimize... Bütün ezilenler ve ezenler birbirine benzer. Biz de benziyoruz. Hikayelerimiz kardeş. 19 Aralık Katliamı’nda direnenler, gelecek kuşaklara unutulmaz hatıralar ve gelenekler bırakıyordu. Birgün, tarih sayfalarını karıştıranlar, 19 Aralık 2000’e gelince duraksayacak. “Bu ülkede bunlar da olmuş.” diyecekler. Katledilenlerin, direnenlerin adı kalacak tarihe. Carandiru’yu izleyenler belki, tarihle kurulan bu köprüden geçtiler. Bugün, 19 Aralık operasyonu sonrası, F tipleri’ne doldurulan tutuklu ve hükümlülerin direnişi sürüyor. 19 Aralık Operasyonu’nda, 28 kişi ölmüştü. Şimdi ise bu sayı 107 oldu. Ülkemizin 19 Aralık’ı, bir günle sınırlı kalmadı. Hapishanelerin tecrit hücrelerinde, 19 Aralık ve tecrit sürüyor. Umuyoruz ki Carandiru, bu gerçeği bir kez daha hatırlatır izleyicilerine.✔


izlenim mustafa

evrenizde olan biteni gözlemlemek aslında en zor işlerden biridir. Onlarca şey görürüz gün içinde fakat bazı anlar vardır ki olan bitenden daha fazlasını görmek zorundasınızdır. Her yanıyla görmek duygusudur bu. Açığa çıkarılmamış olan hisleri bile fark etmelisiniz. O anların, ve bir de onların fotoğraflarını çekmek gibi bir iş yapıyorsanız işte o an en zor olanı budur işte. O günlerden biridir Cebeci; 19 Aralık iki bin üç anması. Gün aslında 21 Aralık’tır ama bundan üç yıl önce bu günleri düşündükçe... O soğuk kış gününü, o taşın bile donduğu, insan hayatının en güzel olan çağlarının birer birer soğuk sular altından geçirilip, yanmış parçalanmış bedenlerin tabutlara konulduğu, bazılarının tabut kapaklarının bile kapanmadığı o iki bin

Ç

yılının insanlık adına utanç verici katliamının birer görgü şahidi olmak ne acıdır aslında. Bu katliama seyirci kalmayan o katliama karşı duran bedenlerin hala yanyana durabilmesi ve bu gün de hala direnebilmiş olması, insanlık tarihinin gördüğü en büyük direniştir aslında. Bu destansı direnişin tanıklarıdır hemen önünde duran analar, babalar, çocuklar... İşte yanyanasınız, onların arasında. Sımsıkı, omuz omuza duran bedenleri daha başka duygulara götürüyor insanı. Otobüslerden birer ikişer inen insanlar, ellerine aldıkları kızıl flamalarıyla üç renk oluşturuyorlar yerle gök arasında. Toprak kırmızı, gök mavi, birde rüzgarın hırsı eklendi mi buna dalgalı deniz gibi kızıl flamalar... Beşerli kortej oluşturup, yürüyüşün başlamasıyla birlikte en önde analar, o önde

9

gündo¤an

olmaktan övünç duyan çocuklarının ilk evleri onlar. Çocuklarının son evlerine doğru dimdik yürümenin asaletiyle başlarına bağladıkları; şehit anasını ifade eden beyaz tülbent üstüne kızıl bantlarıyla en önde onlar... Analar atılan sloganlara, yılların içinde hiç eskimeyen o sesleriyle hep birlikte eşlik ediyorlar... Mezar taşları soğuktur. Evladın yüzüne benzemez. Analar, babalar evlatlarının mezar taşlarına yüz sürüp, öpüyorlardı o gün. Gözlerinden dökülen yaşlar bu soğuk mermerin üzerine damlıyordu. Ben tanıktım, elim titremeden deklanşöre basmak zorundaydım. Şundan emindim ki insanlık tarihi bu belgeleri saklayacak. Anaların, soğuk mermerin üzerine damlayan gözyaşlarını...✔


fliir denef

demiray

yine geliriz

Yine geliriz Gecenin boran›n› geçirip üzerimize Eseriz flehirlerin üzerinde kavga kavga Sokulup da¤lar›n oyuk yaralar›na U¤ul u¤ul yine geliriz Sonumuz kuflkusuz lalezar Ay›fl›¤› ve zafer - bahar –

Ço¤ala ço¤ala Yine geliriz Afl›r›p y›ld›zlar› gö¤ün aln›ndan Gö¤ün kanl› aln›ndan Gö¤ün kan›ndan Y›ld›z y›ld›z Bayrak bayrak Yine geliriz

Yine geliriz Bir dü¤ün konvoyunun ard›nda Sal›n›r ifllemeli mendillerimiz Daha güçlü vur davula Daha güçlü vur Daha güçlü Daha... .... geliriz. Daha daha geliriz

Yeryüzü bir çoban›n düflü flimdi fiimdi yeryüzü safi yeflil Dal›nda k›zarmay› bekleyen bir meyve gibi fiimdi yeryüzü tedirgin uykuda, olgunlaflacak K›rm›z›ya bürünecek tüm meyve bahçeleri Sanma giden gelmez Yine geliriz Yüre¤imiz Mitralyöz...

10


enel direniş sonrasında, Ümraniye Cezaevi’nin hükümlülere açılmasıyla talebimizi kazandıktan sonra sevk günleri yaklaştığında Mecit, sık sık şu sözü söylüyordu: “Hele Anadolu topraklarına ayağımızı basalım…” Evet; Anadolu toprakları Mecit‘in dilinde soyut bir söylem değil, özgürlüğün ve direnişin simgesiydi. O, kahramanca direnişi ve şehitliğiyle bunu kanıtlayacaktı... 48 kişi, Ümraniye’ye sevk olmuştuk. Mecit’le, 24 kişilik ring aracındaydık. Ümraniye’ye geldiğimizde, ilk bizi indirdiler. Nizamiye’deki arama bölümünde, üst araması yapılıp koğuşlarımıza yerleşecektik. Ancak, kısa bir süre içinde, amacın arama olmadığını anladık. Önce beni koparıp almışlardı. Asker “ Soyun; bak burada kimse yok.” diyordu. Ancak, cevabını alıyordu. Ben boğuşurken, bir arkadaşı daha yaka paça içeri getirmişlerdi. Yüzünü göremiyordum. Sesimizi bastırmak için yaptıkları gürültüden, diğer arkadaşların sesini alamıyordum. Ancak, zaptedemedikleri anlaşılıyordu. İkimizinde direnişinden korkmuş olacaklar ki beni içeriye, başka bir bölüme atıp, sonradan getirdikleri arkadaşıma saldırmaya devam ediyorlardı. Çok uzun sürmedi, onunla da başa çıkamayacaklarını anlayıp, benim bulunduğum bölmeye atmışlardı. İçeride, sonradan çoğunun faşist olduğunu anladığımız gardiyanlar vardı. Sus pus olmuş bizi seyrediyorlardı… İçeriye giren Mecit’in öfkesi dinmemiş, hala bağırıyordu. Öylesine öfkelenmişti ki camları yumrukluyor, sloganlarımızı haykırıyordu. Yoldaşlarıyla birlikte direnirken de, saldırıyla yüz yüze kaldığı koşullarda da direnerek, hiçbir koşulda teslim olmayacağını haykırıyordu. “İşte Böyle Kardeşim Biraz da Biz Konuşalım” O, hep gülen, neşesi, coşkusuyla yoldaşlarına moral, hasmına korku veren, örnek bir arkadaşımızdı. Bu kişiliğini, günlük yaşamının her alanında görmek mümkündü. 40 günlük sürecimiz, onun kişiliğinin aynası olmuştur. Boş durmayı sevmez, üretmeye çalışırdı. Bir yandan, kendisini eğitmek için, genel eğitim çalışmalarımızın dışında bireysel olarak da çalışıp, okurken, bir yandan direni-

G

şe ve kavgaya hazırlanıyor; neyi, nasıl silah olarak kullanırız diye düşünüyor, kafa yoruyordu. 13 Aralık günü koğuşta bir araya geldik. “Yoldaşlar! Kapıyı üzerimize kapadılar, açılmıyor! Uslu uslu oturun demek istiyorlar, şunlara bir ders verelim. Bizim kim olduğumuzu gösterelim.” diyordu bir arkadaş. İşte o an; Mecit, kapıyı zorlamaya başlamıştı bile. Söktüğü başka bir kapı ile kapıyı kırmaya çalışıyordu.Yoldaşlarını gayrete getirmek için bir yandan kapıya yüklenirken, bir yandan da sloganlarımızı haykırıyorduk. Çok kısa bir süre içerisinde kapıları patlatmıştık. Mecit “İşte böyle kardeşim, biraz da biz konuşalım.” diyerek ifade ediyordu coşkusunu. 13 Aralık’ta, cezaevinde girip çıkmadığı, dolaşmadığı yer kalmamıştı. Malta’da dokuz saat süren çatışmada neşesi, coşkusu, öfkesi, kararlılığıyla en öndeydi. Mecit, mücadelemize her şeyini katmaya çalışıyor, her şeyini silaha dönüştürüyordu. Balyozlarla barikatı parçalamaya çalışıyordu. Barikatlık hiçbir malzememizin kalmadığı koşullarda, bu kez bedenini barikata dönüştürmüştü. “Sağ taraf sağlam, siz sola dikkat edin.” diyordu. Orada Mecit yoldaş vardı... Onun neşesi, öfkesi, rahatlığı, yaratıcılığı silahtı… Direncimizi kırmak için, tazyikli su sıktıkları bir anda, Mecit barikat başında, bir elinde uzun demir sopası, tazyikli suya karşı sırtını dönmüş; kollarını açmış, siper olurken, “Hele bir sigara verin de içelim.” diyordu. Saatlerce süren tazyikli sudan, koğuş dizlerimize kadar suyla dolmuştu. Su, her yanımıza işlemişti. Belki daha sonra, barikatımızı aşacaklar, bizi katledeceklerdi. Her şeyimizle direniyorduk. Yediğimiz sudan dolayı titremeye başlamıştık. Dişlerimiz birbirine vuruyor; dizlerimiz, vücudumuz, soğuk suyun etkisiyle sarsılıyordu. Tam o an Mecit; “ Amma titriyoruz ha, Gürcü’sü de, Kürt’ü de, Türk’ü de, Çerkes’i de… hepimiz Lazlar’a döndük.” dedi. Titrememizi Lazlar’ın o hareketli oyununa benzetmişti. Hepimiz, gülmeye başladık. Çatışmayı falan unutmuş (!) Mecit’in esprisine kahkahayla gülüyorduk. Zulmedenlere acımayacaktı. O zalimler ki yoldaşlarımızı katleden, halkımıza zulme-

11

den, yaşlı analarımıza, çocuklarımıza, genç kızlarımıza saldıracak kadar alçaktı, ahlak ve namustan yoksundu. Zulmendenlere acımak yoktu. Böyle diyordu Mecit. 13 Aralık ve 4 Ocak direnişinde de bu öfkesini gösteriyordu. Barikat başında sopasını ustaca kullanırken bize karşı kullanacakları silahlara karşı uyarıyor, dikkatli olmamızı sağlıyordu. 13 Aralık’ta bir çok işkenceci, Mecit’in sopa darbeleriyle yaralanmıştı. Devlet güçlerinin 4 Ocak saldırısına yeni bir katliam için geldiklerini anlamış, kendisine ve yoldaşlarına silah olarak kullanabilecek malzemeler arıyordu koğuşta. Askerler, arama yaptıktan sonra, sayım alıp çıkmıştı. Bir çoğumuz yemekhanede toplanmış hazırlık yapıyorduk. Mecit, yatakhane bölümüne çıkmış, malzeme ayarlamaya çalışıyordu. Az sonra, hem alttan hem de üstten onlarca asker koğuşa doluşmaya başladığında, Mecit’in hazırlamış olduğu dolap kapaklarıyla, onlara iki yönden birden saldırarak koğuşun dışına atıyorduk. Mecit, bu ilk saldırının püskürtülmesinde ve mevzilenmenin sağlanmasında başlıca role sahipti. O, Ümraniye’nin kahramanıydı. Pervasızdı, cüretliydi. Yüzlerce asker, ilk saldırıdan geri kaçarken Mecit, askerlerden birini koğuş içine çekip, rehin almayı başarıyordu; düşmana acımıyordu… Yoldaşlar! Bize Ölüm Yok! 4 Ocak… Yüzlerce askere karşı yüreğimizle, şehitlerimizle direniyorduk. Cüretliyiz; onlara meydan okuyoruz. Belki bizi katledecek. Ölüme hazırız. Birbirimizle vedalaşıyoruz. Mecit’in her tarafı kan içindeyken, düşmana meydan okuyan sesi, direnişin simgesi oluyor o anda. “Cesetlerimizi çiğnemeden içeri giremezsiniz!”, “ Varsa Cesaretiniz Gelin!”, “ Bize Ölüm Yok!”, diye bağırıyordu. Hepimiz Mecit’in attırdığı sloganları atıyorduk. Son nefesine kadar cüreti, coşkusu sürüyordu yoldaşımızın. Bir subayın “Seni öldüreceğiz!” deyişine aldırış etmiyordu. Kanının son damlasına kadar savaştı. Şehit düşünceye kadar da kolunda kırmızı-siyah, tek erkek amblemli, 1978’lerde kullanılan DEV-GENÇ pazu bandını kolundan düşürmedi..✔ * Bu yazı Boran Yayınlarından çıkan “Cezaevi Direnişleri 2 - Ümraniye” adlı kitaptan alıntıdır


inceleme ibrahim

köro¤lu

resmi tarihin anti-kahraman›

HASAN SABBAH- (1) arihe dönüp bakıldığında, tarihsel olayların değerlendirmesinde, tarih bilimi, bize en başta şunu söyler. Hiçbir tarihsel olay, yaşandığı dönemden bağımsız ele alınamaz. Tarihsel olayları, bugünden değerlendirmek, tarih biliminin genel hareket ve düşünce kuralına aykırıdır. Bu bilimsel geçerlilik, kağıt üzerinde hala geçerliliğini korusa da, popüler tarihçilik bu kavramı inkar etmemekle birlikte çalışma alanı üzerinde hiçe saymaktadır. Yaşadığımız günler, bunun bariz göstergesidir. Bu genel kurala ek olarak söylenen ve bizim de kabul ettiğimiz bir gerçeklik vardır. Bu da bu yazıda ismi geçen kahramanla sıkça ilişkilendirilmiştir. Hiçbir tarihsel olay, dönem, gerçeklik, kurmacayla harmanlanmış tarihsel romanlara indirgenemez. Yine, yaşadığımız günlerde, yazarının hayaliyle hayat bulmuş bu romanlar, tarihe bakışımızı çarpıtmak amacıyla kullanılmaktadır. Romanların yeniden yarattığı bu tarihsel kişilikler ve dönemler maalesef, tarihi ve bilimsel algımızı köreltmeye başlıyor. Tarihsel romanlar önemli birer kaynaktır. Ancak, bunların önemi, tarihi inceleme ve yargılarda bulunmada referans teşkil etmesinden dolayı değildir. Bizzat, bu romanların yazarlarının da belirttiği gibi, tarihi sevdirme gibi bir işlevi taşıyabilirler. Bir de yazarlarının bu olguları yorumlama şekillerini göstermeleri bakımından dikkate değerdir. Kasım ayının ortalarında, İstanbul’da yaşanan iki olay, gündeme “terör” kavramıyla birlikte bir tarihsel kişiliği de taşıdı. Bugüne kadar sınırlı bilgilerle, genel yaşayış ve ahlak kurallarını yerle bir ettiğine inanılan önemli bir kişiliği, Hasan Sabbah’ı yeniden gündeme taşıdı. Fakat, alışılageldik popüler tarih üslubu, Hasan Sabbah’a bakışta bilinçli bir çarpıtma anlayışıyla yürüttü yayınlarını. Usame Bin Ladin, El Kaide ve bu yapının eylem anlayışı, felsefesi, Hasan Sabbah ve onun başını çektiği Alamut Fedaileri’yle özdeşleştirildi.

T

Kimdir Hasan Sabbah? Tarihte tuttuğu yer kadar cani, vahşi ve sapkın bir kişilik midir? Bu söylenenlerin doğru olduğunu kabul etsek bile, hangi düşünceyle böylesi bir eyleme ve anlayışa yönelmiştir? Neden, biz bu arka plandan yoksun bırakılıyoruz? Bu yazı, bir polemik niteliği taşımadığından, bombalamalar üzerinden yürütülen tartışmaya değinmeyeceğiz. Amacımız, bugüne kadar edindiğimiz bilgileri harmanlayıp, akıl süzgecimizden geçirerek okuyucularımıza Hasan Sabbah hareketinin gerçek niteliğini aktarmak. Önemli noktalarını incelemek. Tarih, tekerrürden ibaret değildir. Tarih, yaşananlardan ders çıkarılması itibariyle önemlidir. Geçmişi bilerek, geleceği çizme noktasında önemli bir işleve sahiptir. Bugün toplumsal örgütlenmenin önüne çıkarılan düşünsel alandaki en büyük engellerden biri de, tarihsel bağlarından koparılmaya çalışılmasıdır. Bu, Hasan Sabbah hareketi ve dönemin felsefi düşüncesi üzerine kafa yoran yazarlardan Faik Bulut’un dediği gibi, bir ‘akıl tutulması’ yaratmaktadır. Faik Bulut’un araştırmaları, yazımızda, değerlendirmelerimizi yapma noktasında önemli bir işleve sahip olmuştur. Fakat burada belirtmek isteriz ki yazarın düşüncelerine çoğu yerde katılmıyoruz. Sebeplerini de yazımızın ilerleyen bölümlerinde belirteceğiz.

12

Hasan Sabbah’la ilgili, lise tarih kitaplarına dek giren değerlendirmelerde, kendisinin bir batıni olduğu belirtilir ve batıniliğin de sapkın bir anlayış olduğu vurgulanır. Yine bu kitaplarda, batıniliğin ne olduğuna dair tek bir cümle bulunmaz. Bilinmesi istenen tek şey, batiniliğin sapkınlık olduğudur. Buradan çıkan anlayış, toplumsal hayattada karşımıza bu derecede sığ bir şekilde gelir. Batini Hasan Sabbah!.. Öyleyse, Batini Hasan Sabbah ve Vahabi Usame Bin Ladin, aydınlarımızın gözünde hangi ortak noktada buluşuyor? Bu merak konusudur. Batınilik Akımının Değerlendirmesi Batınilik, dinin ve felsefi metinlerin bir yorumlama biçimidir. Kökü, islamdan ön-


ceye dayanan hatta, tek tanrılı dinlerden de önce varolan bir yorumlama şeklidir. Bu, görünenin arka yüzüne eğilme, görünenin arkasındaki gerçeğe yönelme, onu arama anlayışıdır. Batini, kelime anlamı olarak içsel olarakta ifade edilebilir. Yani, bir başka deyişle ‘öz’dür. Bu düşünce sisteminde, özellikle kutsal metinlerin bağlayıcılığı reddedilir ve bundan bağımsız hareket edilmesi fikri savunulur. Bu, yorumlanan metnin etkisi altına girmeden onun gizini çözmeye yönelik bir felsefedir. Zahiri, yani görünen olanın aksine, satır aralarına gizlenmiş gerçekliği bulma gibi bir kaygıyı taşır. Yorumlamada, aklın emrettikleri esastır. Bölümün başında da belirtildiği gibi, dini metinlerle sınırlı olmayan bu yöntem, felsefi metinler için de geçerlidir. Faik Bulut, kitabında, Homeros’u örnek verir. Sokrates’in öğrencilerinden Anthisthenes’in, Homeros’un şiirlerini tevil yoluyla yorumladığını yazar. İslam dünyasında Batiniliğin kökenlerine baktığmızda ise Ortadoğu ve Mezopotamya’daki, İslam öncesi dini inanışların etkisinin olduğu görülebilir. Öyle ki buralarda yaşayıp İslam dinini benimsemiş topluluklar, aidiyetine girdikleri bu dine, eski kültürlerinden gelmiş inanç ve alışkanlıklarını da getirmişlerdir. Bu da kabul edilmemesi mümkün olmayan bir gerçekliktir. Bu toplulukların, bir anda bu inanç ve geleneklerinden vazgeçmeleri mümkün değildir. Hatta, islamiyet öncesindeki inançların da birbirinden etkilenmesi gibi bir durum söz konusudur. Çünkü bu topluluklar, iç içe yaşayan ve kültür alışverişinde bulunan topluluklardı. Mecusilik, mazdekilik, zerdüştlük gibi köklü inançlardan bahsediyoruz. Öyleyse, bu etkileşimi kabul etmek durumundayız. Batıniliğin, islamiyete yönelik yorumu da bu dinin hak ve adalet yolunu taşıdığından hareket eder. Özellikle, İsmaililik bölümünde ele alacağımız gerekçelerde ise bunun bile bir ayrışma noktası olarak değerlendirileceğini görürüz. Çünkü, İslamiyet, içeriğindeki kurtuluş ve mazlumların dini olması itibariyle böyle bir nitelik taşısa da sınıflı toplum gerçeğini değiştirmemiş ama aynı zamanda bir yönetim biçimi olduğu içinde, dini temelde bile sınıfsal çatışmaların hareket kaynağı olmuştur. Bunu, İsmaililik akımının da doğmasını sağlayan Halife Hz. Ali’nin öldürülmesi ve ardından başlayan ayrışmalarda da görebiliriz. Batini felsefe konusunun kendisi bile burada uzun uzadıya anlatılabilir ancak, bir dergi yazısı olması itibariyle yazımız, bu konuyu bu ebatta tartışmaktan yoksun kalacak. Ancak, düşünce sistemi olarak Batinilik, kökeninde mistik ve metafizik düşünceyi barındırmaktadır. Ancak, arayışı farklı noktalardadır. Bu da Ortadoğu’daki düşünsel ve felsefi zenginliği göstermesi bakımından önemlidir. Engels, ‘Köylüler Savaşı’ isimli çalışmasında, feodal düzendeki devrimci muhalefetin kimi zaman mistik, kimi za-

man açık mezhep sapkınlığı, kimi zaman da silahlı ayaklanmalarla kendini gösterdiğini vurgular. İsmaililikin Ortaya Çıkışı Özellikle Abbasi döneminde, İslami yönetim biçimi, en istikrarsız sürecini yaşıyordu. Bu dönemde fikirsel, dinsel, mezhepsel çelişkiler ve bunun yarattığı çatışmalar yoğun olarak yaşanıyordu. Abbasi egemenleri ve onların desteğini sunduğu kesimler (büyük toprak sahipleri, tüccarlar kabile ileri gelenleri) bu çatışmaların boy hedefiydi. İslami şeriatı rehber edinen Abbasiler, şeriatı hak ve adalet yolunda kurtuluş sistemi olarak görenlerin umutlarını boşa çıkarmış, sınıfsal karakteri olarak yoksul kesimlere cephe almıştı. Örneğin köylüler, ürünlerinin vergilendirilmesi konusunda insafsız uygulamalara maruz kalıyordu. Bu durumlar karşısında biriken tepkiler, özünde sınıfsal karaktere sahip olsa da dönemin koşulları gereği kendisini dini felsefeyle ifade ediyordu. Yukarıda alıntıladığımız Engels tespitinde de görülebileceği gibi, bu durum hareketin ilerici karakterini değiştirmez. Bu karmaşık dönemde çeşitli ayaklanmalar gelişmiştir. Özellikle, batıni fikriyat çerçevesinde gelişen bu ayaklanmalar, irili ufaklı sıralanabilir. Ancak, ayaklanmaların yarattığı etkiden çok, örgütlenme biçimleri dikkate değerdir. Bir bakıma denebilir ki ayaklanmanın karakterini ve etki gücünü belirleyen ölçüde önemli bir örgütlenme modelinden sözedilebilir. Özellikle, Abbasiler döneminde tasavvufi hareketler önemli derecede güç kazanmıştır. Bu örgütlenme modelleri içinde, bu hareketlerin yön göstericiliği önemlidir. Örneğin, şehirler ve kasabalarda esnafların örgütlenmelerinin yanısıra, bu kesimin dışında, halkın oluşturduğu milis güçleri, vardır. Bu milis güçleri sistemle bağlarını tam olarak koparamamalarına rağmen, ilk adımın atılması noktasında dikkate değer işleve sahiptir. Zamanla, bu hareket içinde bazı ayrışmalar olmuş ve eşitlikçi eğilimi güçlü olan kesimler, bu milis hareketinin örgütlenme modelini devam ettirerek yeni bir yapı oluşturmuştur. Bu, sistemle bağlarını koparma noktasında daha radikal adımlar atan bir hareketti. Bu hareketin adı Ayyarun ve Şuttar’dır. Abbasiler’e, büyük toprak sahiplerine karşı ayaklanmalar örgütlenmişlerdir. Bu hareketin, halk hareketi olmak gibi temel bir özelliği görülür. Faik Bulut’un, İslam Komüncüleri isimli kitabında, tarihçi Taberi kaynaklı bir alıntıyı görürüz. 819 yılındaki Bağdat kuşatmasına ilişkin Taberi şunları yazmıştır. “Askerler boyun eğip, çarpışmaya seyirci kaldı. Seyyar satıcılar, baldırı çıplaklar, hapishane kaçkınları, ayaktakımı, başıbozuklar, yankesiciler ve çarşı esnafı pes etmedi.” Taberi’nin sözünü ettikleri, Ayyarun ve Şuttar hareketinin sırtını yasladığı kesimlerden başkası değildir. İslam tarihçisi, bu

13

direnen kesimleri aşağılamaya çalışırken, onların sonuna kadar direndiği gerçeğinden kaçamamaktadır. Ayyarun ve Şuttar hareketi, kendi içinde sosyal ahlakını ve disiplinini geliştirmiş bir harekettir. Yoksulları gözetmek, kadınları korumak gibi ahlaki temeldeki anlayışları birer kural haline getirmişlerdir. Bu yıllarda ortaya çıkan Zenci isyanı da dönemin önemli isyanlarındandır. Ancak, bu ayaklanma niteliğinin darlığı yüzünden başarıya ulaşamamıştır. Daha çok siyahların yeraldığı bu ayaklanma, toplumun diğer kesimleriyle kucaklaşamayınca, yalıtılmış ve imha edilmiştir. Ancak, bu ayaklanma da önemli dersler içermektedir. Hem niteliği ve diğer kesimler tarafından sahiplenilmemesiyle, hem de bu eksiklerine rağmen merkezi iktidar üzerinde yarattığı sarsıntıyla Zenciler İsyanı olarak bilinen isyan önemlidir. Abbasiler’in çöküntüye girdiği yıllar ki 940 yıllarını kapsayan yıllardır; bu yılları tarihçiler “Yıkıntı Yılı” diye tanımlarlar. İşte İsmaililik anlayışının filizlendiği yıllar da bu yıllardır. İsmaililer, İmam Cafer-i Sadık oğlu İsmail’in imamiyetine inananlardır ve geleneksel şii anlayışından bu anlamda kopuş gösterirler. Cafer-i Sadık’ın iki oğlundan biridir İsmail. Diğer oğlu ise Musa El Kazım’dır. İmam Cafer oğlu İsmail, daha babası hayattayken ölmüştür. Bu konuda çeşitli görüşler vardır. Fakat, ayrışmanın temeli sayılan görüş, babasından imamlığı devralmaması için öldürüldüğü yönündedir. Fakat, tüm okuduklarımızdan, bu ölümün yorumlanışında, eşitlik arayan kesimlerin dönemin ihtiyaçlarına göre duydukları kutsal figür ihtiyacını karşıladığını görürüz. Daha köklü düşünce ayrılıklarının simgesi olarak görebiliriz, İsmail’i ve ona yüklenen misyonu. Yine, kökeninde islami düşünceyi önemli ölçüde taşıyan ismaililer, dini yorumlarken, toplumsallığı esas aldı. Hak ve adalet özlemini giderecek, toplumu kurtuluşa götürecek bir anlayışla, Kuran’ı yorumladı. Bu durum şimşekleri üzerlerine çekmek için yeterli bir sebepti. Bu da daha ilk dönemlerinden itibaren bu kesimin gizlilik esasıyla faaliyet yürütmesine sebep oldu. Tüm örgütlenmesini bu temelde ele aldı ve yürüttü. Bu örgüt, tüm üyelerini yetkinleşmiş bir hale gelinceye dek eğitiyordu ve bir kadro hareketi niteliği taşıyordu. Batı ve doğu felsefesini üst düzeyde öğrenip ve bununla da kalmayıp bu metinleri tevil yoluyla yorumluyorlardı. Tüm bu eğitim, kendileri için önemli bir işleve sahipti. Örgütlenmeyi büyütme ve genişlemeye... İsmaili Felsefeden Yola Çıkan Fazilet Toplumu Yazımızın başında da değinmiştik; Batınilik, kutsal metinlere tevil yoluyla yorumu içerir. Buradan hareketle, madem ki is-


lam bir yaşam biçimidir ve bir yaşayışı düzenleyen en üst örgütlenme biçimi devlettir; batinilik de doğallığında yorumlayışını bir yaşamı örgütleme üzerinden yürütür. Gerçi, tarihte aynı yorumlayışın daha tasavvufi ve reformcu olanlarına rastlanmıştır ama incelediğimiz İsmaililik, buna yepyeni bir dünya kurulması gibi bir içerikle yaklaşmıştır. Kültürel, siyasal ve felsefi açıdan kendilerini geliştirmiş olan İsmaili propagandacılar, -ki bunlara dai denir- yepyeni bir düzenin örgütlenmesi için çalışırken, bir yandan da dine yönelik açılımlar getiriyordu. Bu yanları, geleneksel anlayışın şimşeklerini üzerlerine çekmiştir. Örneğin, şii inancındaki imamlık, din ve varlığın merkezi, iman ehlinin kıblesi olarak yorumlanır. İmam, kalplere ulaşan en açık yoldur. Hatta, Allah’ın uzayan gölgesidir. Bu düşüncede, İmam bilinmeden ve rehberliği olmadan yapılan amel fayda vermez. Namaza yönelik düşünce de geleneksel inanıştan köklü bir biçimde ayrılır. Bu düşünceye göre namaz, İmam içindir. Çünkü imamlar, her zaman halkın kıblesi olmuştur. Namazdan oruca, zekattan Allah adının yorumlanmasına dek her şeyin İsmaili öğretide bir yorumlanışı vardır. Bunlar ne kadar metafizik ve dinsel içerikler taşısa da yorumlama biçiminde dünyevi bazı noktalar görüyoruz. Yani, toplumsal yaşayışa ilişkin bir yorumlama biçimine tabi tutulmuşlardır. Faik Bulut’un da kitabında önemli bir yer ayırdığı İhvan-ül Safa Hareketi de bu batıni ve özellikle İsmaili fikirlerinden etkilenerek oluşmuş bir yapıdır. Tam adı, Arınmışlık Kardeşleri ve Vefa Dostları olan bu hareket, Basra ve Bağdat’tan, Mısır’a kadar yayılmıştır. Abbasiler’in yarattığı ve yorumladığı islamı yozlaştıran bu ortamda, inançlarını kaybedenleri doğru yola çağırmak gibi bir misyonu bulunan bu hareket, bilimsel ve manevi anlamda dini saf biçimde yorumlamaya ve bu doğrultuda hareket etmeye davet ediyordu. Gizlilik temelinde örgütlenen bu yapı, ulemanın elinde tuttuğu bilgiyi halka yaymayı hedefliyordu. Bu konu üzerinde yapılan çalışmalarda çeşitli görüşler ortaya atılmaktadır. Kimileri, bu hareketi felsefi bir hareket olarak yorumlarken, kimileri de bu hareketi geleneksel çete suçlamasıyla tanımlıyor. Öyle ya, egemen olan güçler hele de yozlaşmanın hızlandığı günlerde tüm alternatif anlayışları bilinen sıfatlarla karalarlar. Fakat, eldeki bilinenlerden çıkardığımız kadarıyla, bu hareketin, inandıkları çerçevesinde, bilgiyi öne çıkararak ve yayarak iktidarı hedeflediğini görüyoruz. Savundukları Fazilet Toplumu projesi, adıyla bile bir iktidar anlayışını simgeler. Bu anlayış, toplumun örgütlenmesini ve bilincin değiştirilmesini savunur. Bu-

nun için de ayrıntılı bir örgütlenme modeli yaratılmıştır. Hatta, seslenecekleri kitleye yönelik, ayrıntılı bir programları vardır. Her yaş grubu için bir program oluşturmuşlardır. İnsanın doğasının değişime yatkınlığından hareket ederler. Propagandanın başlayacağı çekirdeği, aileden başlatırlar. Ailesini değiştirip dönüştüremeyen bir propagandacının bilimine ve eylemine kuşkuyla yaklaşıldığını görüyoruz. “Propaganda, kuş dili kullanma tarzıyla olabildiği gibi, hikayeler anlatılıp kıssadan hisse çıkarma yöntemine de dayanmalıdır. Sözlü ya da yazılı propagandanın hedef kitlesi çok geniş olmalıdır. Cami cemaatine, halk sohbetlerine, ilim-irfan sahiplerine, yerel yöneticilere, komutanlara, kadılara, memurlara, vezirlere ve sultanlara yönelik, değişik propaganda yöntemleri kullanılabilir.” Yukarıdaki alıntı, günümüzdeki propagandanın erdemini keşfeden yapıların çok öncesinde oluşturulmuş bir projedir. Örgütlenme modeli içinde temel bir kadronun özelliği günümüz devrimci yaklaşmıyla benzerlikler taşımaktadır. Belki de aynı derecede lanetlenmemizin sebepleri buralardan gelmektedir. “Her tabaka, sınıf ve kesimden insanlarla temas kur. Sabırlı ol. İnsanlara sevgi ve tatlılıkla yaklaş. Onlarla, yemekteki tuz gibi kaynaş. İyi bir mürşid ol, irşad eyle; iyi bir mürid ol, talep eyle” Halkın, hem öğrencisi, hem de öğretmeni olarak tercüme edilebilecek bu son cümle, dikkat çekicidir. Yine, yazımızın başına dönecek olursak, tarihin tekerrürden olmayacağı tespitini destekleyen bir cümledir bu. Tarih, dersler çıkarıldığı ve özümsendiği ölçüde, yararlı bir bilim olacaktır. Toplumsal bir hareketin niteliği, sınıfsallığında yatar. Fazilet Toplumu projesinin temel dayanağı yoksul halktır. Geniş bir perspektife sahip olmakla birlikte, yönelmek istediği kesim, yoksullardır. “Her sınıfa ve kesime hitap et ama ille de yoksulları, ayak takımını, evsiz barksızları, egemenler tarafından malı mülkü elinden alınmışları yanına çekmeye bak. Bunu yapabilmek için, hakir bir kulübeye bir çul atıp, orada beklemen yeter. Çünkü, bu kulübe onların uğrak yeri ve senin örgütlenme merkezin haline gelir.” Örgütlenmenin bazı aşamalarında takiyyeci yaklaşımın olumlandığını görüyoruz. Bugün çokça duyduğumuz takiyyeciliğin, esas anlamı neredeyse kaybolmuş, kullanıla kullanıla dejenere edilmiştir. Birçok kez katliama maruz kalmış bu insanlar, propaganda faaliyetlerinde çok dikkatli davranmak durumundaydılar. Takiyyecelikleri bu noktada devreye girer. Yani, inançlarını belli bir dönem gizleyerek faaliyet yürütmüşlerdir. Takiyyecilikleri bu durumda anlaşılır bir durumdur. İhvan-ül Safa risalelerinde dile getirilen Fazilet Toplumu ise bu örgütlenme faaliyetinin nihai noktasıdır.

14

Kardeşlik ve Fazilet Şehri adıyla anılan bu şehir, Thomas More’un Ütopya’sını andırır. Bu şehir, ayrı düşenlerin kavuşabileceği, cemaatin toplanabileceği, kendi kararlarını kendilerinin verebilecekleri bir şehir olarak tasvir edilir. “Hayattan soyutlanmış insan, hakirdir. İster şehirli, ister köylü olsun, insanlar işbölümü sayesinde ihtiyaçlarını karşılamak üzere imece yolunu seçerler. Bu şehirde, bütün bedenler ve ruhlar birdir. Tüm düşmanları, şeytan yandaşlarını alteden bu ruh birliğidir. Fazilet Şehri insanları, faziletli kardeşlerden oluşur. Bunlar arasında dostlar, şerefliler, iyiler ve bilginler de vardır. Birbirlerini sever, öğütleşir ve yardımlaşırlar. Her biri, diğerinin iyiliği için çalışır. İlişkileri, gizli ve açık sadakat üzerine kuruludur.” Görüldüğü gibi ahlaki ve bilimsel temelde erdemli değerleri içeren bu hareketin ana kaynağı İsmaililik’tir. Öyleyse, bugün hala dile getirilen, zındıklık, insanlık düşmanlığı hangi temelde şekilleniyor? Gerçek şudur ki bilgiyi halkın elinden alırsanız ve onlara bilgi adına yalanı sunarsanız, toplumu, değer yargılarını bu temelde şekillendirirsiniz. Durum basit olarak budur. Hasan Sabbah ile ilgili popüler tarih anlayışının ve resmi tarihçiliğin girmediği, değinmediği nokta budur. Hasan Sabbah hareketinin üzerinde yükseldiği fikir ve eylem birikimidir. Bunlar dile getirilmeden, bu hareketi oluşturan dönem gözönüne alınmadan Hasan Sabbah’ı doğru anlatmak mümkün değildir. Buradan şu sonuç çıkmasın tabi, biz Hasan Sabbah’ı tümüyle olumlayan bir noktada değiliz. Böyle olmamız da beklenemez. Çünkü bizim de üzerinde durduğumuz bir tarihsel birikimimiz var. Doğal olarak dönem ve birikim, bundan çok ileridedir. Ancak, bilinmelidir ki üzerinde yükseldiğimiz tarihsel birikime, bu hareket ve onun felsefesi de dahildir. Bu durumu olumsuzlasak dahi yukarıda açıkladığımız nedenlerden ötürü bunu inkar edemeyiz. Öyleyse bilmemiz gereken bu tarihin ayrıntılarıdır. Sebep ve sonuçlarıyla doğru biçimde değerlendirmeliyiz. Bu entelektüel bir birikimden öte yaşam içindeki pratiğini o zaman bulacaktır. Çıkarılması gereken dersler, örnek alacağımız noktalar, eleştirel üslubumuzu kaybetmeden rehber edineceğimiz yanlar da olacaktır. Kaldı ki yukarıda bunun örneklerini gördük. Kısıtlı da olsa İsmaililik ile ilgili bilgileri ilettiğimizi düşünüyoruz. Öyleyse, İsmaililik’in Nizari koluna bağlı Hasan Sabbah ile ilgili meseleye geçebiliriz. Bu konu da yazımızın ikinci bölümünün temel noktası olacak. Hasan Sabbah hakkında üretilmiş türlü spekülasyonlara hangi pencereden bakmalıyız ve bu hareketten ne anlamalıyız? Bizce tarihin her döneminde olduğu gibi bu dönemde de önemli dersler mevcuttur. (Sürecek)✔


fliir che

guevara

fidel’e flark› Haydi gidelim, ateflli peygamberi flafa¤›n, gizli patikalarda buluflal›m o yeflil timsah› kurtarmaya, aflkla sevdi¤in.

Ve yerini buldu¤unda bunca eme¤in sonunda Zalime karfl› do¤rulu¤un u¤rafl›, orada yan›bafl›nda, mücadelenin getirdiklerini korurken bulacaks›n bizi.

Haydi gidelim, isyankar ve marsl› y›ld›zlarla dolu cepheyle afla¤›lamay› bozguna u¤ratarak zafere eriflmeye ya da ölümle buluflmaya yemin edelim.

Yaral› bö¤rünü yalad›¤› gün canavar yurtsever bir m›zrakt›r onu orada vuran, orada yan›bafl›nda, gururlu yüreklerimizle, bulacaks›n bizi. Sanma ki bozabilirler bütünlü¤ümüzü rüflvetle kuflanm›fl yald›zl› bitler, tek istedi¤im bir tüfek, mermiler ve bir siper. Baflka hiçbir fley.

Duyuldu¤unda ilk at›fl sesi ve uyand›¤›nda çal›l›klar bakirelere yaraflan bir flaflk›nl›kla orada, yan›bafl›nda, olgun savaflç›lar olarak, bulacaks›n bizi.

Ve flayet engellerse yolumuzu demir, Amerika tarihine geçen gerillalar›n kemiklerini örtmek için bir mendil isteriz Kübal›’lar›n gözyafllar›ndan. Baflka hiçbir fley.

Saç›ld›¤›nda sesin dört rüzgara do¤ru adalet, ekmek, özgürlük, tar›m reformu, orada yan›bafl›nda, ayn› vurgularla, bulacaks›n bizi.

15


tan›t›m grup

ekleyiş, zamanın dostu mudur, yoksa düşmanı mı bilinmez. Adımlarını ağırlaştırır zamanın. Gidilecek yere varamayışın adıdır bekleyiş. Bekleyişler hep genç tutar zamanı. Bekleyiş, zamanın dostu mudur, yoksa düşmanı mı bilinmez. Bunun cevabını en iyi zamanın kendisi verebilirdi; eğer dili olsaydı. Bekleyiş, ömrümüze törpü gibidir. Zaman, gençliğiyle yaşlandırır bizi. Beklemek mutsuzluktur. Beklemenin tek katlanılır yanı, zamanın akışkanlığıdır. Ancak o zaman umut duyulur beklemekten. Bilinmezlikten çıkış anında, yüreğin hızla çarpmasıdır. Belki, zaman daha ağır atar adımlarını ama zamanı ait olduğu hıza kavuşturacak bir adımın umududur bekleyiş. Bekleyişler, ancak bir yerlerde yürünüyorsa katlanılır olur. Birileri zamanı gerçek hızında yaşıyorsa teselli verir. Çünkü, bekleyeni o azaptan kurtaracak olan da bu yürüyüştür. Bekleyişin azap verdiği anın çözülüşüdür, Yürüyüş. Uzakta, bu türküleri bekleyenlere uzatılmış bir eldir. Yüzünden habersiz kaldığımız insanların, bize uzattığı köprüde adımla-

B

maktır. İki yıl boyunca verilen emeğin, küçük bir ifadesidir. Sevdiğine verilmiş küçücük bir hediyedir. En zor dönemlerde, gözleri ışıtan bir teselli cümlesi; düşeni kaldırmak için sıvazladığımız bir sırttır. Bu anda söylenen umut dolu bir cümledir. “Hadi aslanım!” diyebilmek kadar basit ama bir o kadar da içten bir sözdür. Söylenebileceklerin en zoru, en yalını... Sevgi, samimiyet, özveri, o cümlelerin arasında gizlenmiştir. Onu bulacak olanlar, o sırra erenlerdir. Ancak ıstırabı tadanlar bulur onu. Acı tatmış ama yenilmemiş olanlar bilir onu. Onlar çekip çıkarır o

16

yorum

duyguları ve basarlar bağırlarına. Yürüyüş’ün türküleri... Ne güzel söylenir hep bir ağızdan. Nasıl da candan... Çünkü, yangın yerinde büyüdü sözleri. Acılı yürekler dövdü onu tavında. Anaların gözyaşında çe-


likleştirdi. Bir göz kondunun huzurunu bile taşımayan tek göz hücrede sardı sarmaladı onu Ümit. Gözü gibi korudu onu. Sonra, turna kanadına yükledi, selamıyla birlikte. Koca bir dünyada, harfine zarar gelmeden korumak düştü bize. Dizeleri yanık kokuyordu. 19 Aralık’ın yanığı. Dumanı, isi içinde taşıyordu. Dizeleri umut kokuyordu. 10 bölük asker göndermiş ve bir bir düşmüş bir eylem karargahının umudunu... Dizeleri öfkeyi soluyordu. Belki kötü ama etkili bir silah. Belki, kötü ama insanı güçlendiren bir silah. Kıyamete bırakılmayacak bir bedduanın kararlılığını; mırıldanınca şarkı olan bir özlemi, hasreti taşıyordu. “Bu Ülkeyi Yangın Sarar”, F tipi hapishanede, tecrit hücresinde şiirler de yazan Ümit İlter’in ulaştırdığı şarkı sözünden bestelendi. Onca yaşanmışlığın biriktirdiği öfkeyle, yangın büyüsün isteyen bir dileğin dizeleri olarak aktı geldi bize. Bu dileğe, efkarlı bir umudu katıp ulaşıyor size. Sevgi, insanların içinde büyüyünce; aynı şeylere ölene dek gülebilince, üzülünce güzelleşiyor. Devrimciler, bir ömre sığdırıp taşıyor büyütüyorlar onu. Bir fotoğrafın bile taşınmadığı ceplerde, anılar biriktiriliyor. En zor zamanda, o anılara bakıp, o yüzü seçip ayağa kalkıyorlar. Sevgi ve yokluk; sevgi ve hasret; sevgi ve özlem... Ezilmiş duyguları büyütüyor devrimciler. Sevgi denince en son anılanları, en başa yerleştirmişler. En zor zamanların sevdalıları, kendi sevdalarıyla, kalabalıkların hasretini bir yaşıyorlar. Yokluğun acısını, kimseye belli etmeden biriktiriyorlar; sevgilerini asla zalimleştirmeden. Sevgiyi, sevgiyle büyütüyorlar ve böyle dayanıyorlar... Sevgilerinin ölçütünü, birbirleri için vazgeçmeye hazır olduklarıyla belirliyorlar. Belki de vazgeçecekleri kendileri, belki de birbirleri... Özlem, sevgilerini canlı tutuyor. Bir devrimcinin sevgisi ve özlemini anlattık “Özlem”de... Kürtçe türkü, “Yara mina Bedewe” de yine bir sevda türküsü niteliği taşıyor. Hiçbir kişi ya da topluluk, yenilgiyi, zayıf olduğundan tatmaz. Zayıf olduklarından dolayı yokolmadı o koca imparatorluklar. Devirlerini mi tamamladılar? Belki ama bir şey eksik. Varlıkları, bir adaletsizlik üzerine mi kuruluydu? Belki ama ya onları yıkanlar, çok daha adaletli miydi ki?

Belki de onları içten içe kemiren ve yıkıma götüren kendilerini olduklarından daha güçlü zannetmeleriydi. Belki de bu yüzden yokolup gittiler. Mazlumları ezmeyi güç bilenler, yıkılıp gittiklerinde, ezilenler oradaydı. Yeniden yeniden ve hep sömürülenler oradaydı. Hiç bıkmadan usanmadan ölenler, onlardı. Yakıldılar, kılıçtan geçirildiler, kurşuna dizildiler... Ezilenler, hep oradaydı. Tarih, gözlerinin önünden geçip gitti. Onların bildiği ama sömürenlerin bilmediği bir gerçek vardır. Gemiyi taşıyan su onu yutanla aynıdır. Yaşadıkları, kimileri için makus bir talihti. Ezilenler için değişmesi gerekendir o. Değişene kadar var olacaklar, işte tam burada, gözümüzün önünde. Gürsel, hayatı yol eyleyendi. Toprağından kalkıp, el kapılarına düşmüştü. Ta ki yüreğindeki yangın büyüyüp, soluğunu kesene dek. Tekrar döndüğünde; yurdunda, yurdunun dağlarındaydı. Dağların ardı neresidir ki? Yepyeni bir yaşam. Gürsel, oraya varmak için yaktı kurşunlarını. Gürsel, hayatı yol eyleyendi. Herkesin payına bir şey düşer yaşamda. Gürsel’e mahpusluk düştü. Gürsel, nerede inat, oradaydı. Gürsel, dağları düz edendi. Mahpusu aşan bir soluk. Yumduğunda gözlerini, 107’nin bir can parçası oldu. Gürsel, Köroğlu’yla bir yatar kalbimizde. Şiirleri gibi. “Nice yiğitler beslenir dağlar koynunda.” Gürsel Akmaz’ın yazıp bestelediği, “Dağlar Koynunda”, albümümüzde birkaç küçük değişiklikle yeraldı. O da bizim müziğine kattığımız birkaç küçük notadır. Feda’da, Sadık Mamati’nin şiiri “Sürmenelim” ve Fırat Tavuk’un yazdığı “Bir Mevsim”den sonra, Gürsel Akmaz’ın yazdığı “Dağlar Koynunda”, şehitlerimizin size ulaşan soluğudur. İşgal altındaki Filistin topraklarında, her gün bir beden ateş topuna dönüşüyor. Ölümden beterdir, işgal altındaki bir gökyüzünü solumak. Ölümden beterdir, işgalci postalının kirlettiği toprağı ekmek... Ölümden beter günler yaşanırsa, ölüm aranır. Ölümü arayanlar, kendi korkusuzluklarıyla, düşmanı öldürür. Düşmanın yüreğine, hiçbir şey korkusuzluk kadar büyük bir korku salamaz. Filistinli fedailerin,düşmanlarının yüreklerine saldığı korku, öldürülme korkusu değildir. Mutlak ölümden du-

17

yulan korkudur. Budur onları felç eden. “Zafere Kadar” ve “Kalbu Falestini”, direnen Filistin halkı için hissettiklerimiz ve söylediklerimizdir. “Kendi selameti için hürriyetten vazgeçmek isteyenler, ne selameti ne de hürriyeti haketmişlerdir.” Onlar hürriyetleri için kendi canlarından vazgeçiyor. Gerçeği, yanlıştan ayıran bir kıl kadar ince bile olsa yanlış yine de yanlıştır. Doğrunun sesini kim dinler ki? Onlar, yapayalnız kalma pahasına hürriyetin yoluna koşuyor. Ezilenlerin yüreğinde yaşıyorlar sadece. “Kahramanlar Ölmez”, hürriyetin yolundan koşanlar için, bu yolda düşenler için yapıldı. Onu kitleler besteledi. Şehitlerinin ardından haykırırken bestelediler. Bize düşen, bu sesi duymak oldu. Nazım Hikmet’in yıllar önce sorduğu soru, gelip yapışıyor yakamıza. Bunun cevabını bulacak olanlar mıyız? Bunun hesabını soracak olanlar mı. Bu hesabı sormak için yeniden sesleniyoruz. “Beyler! Bu vatana nasıl kıydınız?” Hangi ana büyüttü sizi? Hangi ana, nasıl dayandı sizin gibi evladı büyütmeye? Hangi toprak doyurdu sizi? Hangi toprağın vicdanı elverdi, sizi doyurmaya? “Beyler! Bu vatana nasıl kıydınız?” Geçmiş ve yarın olmasaydı, hayat ne kadar rahat olurdu. Biz hiçbir şey bilmeseydik. Hiçbir şey hayal etmeseydik. Ne güzel sömürürdü bizi egemenler. Geçmiş ve yarın olmasaydı, rahat uyurdu zulmedenler. Ancak, geçmiş de yarın da var. Hatırlıyoruz, hayal ediyoruz. Biz geçmişimizle, geleceği düşlüyoruz. Öğrendiklerimizle büyüyoruz. “Keskin Bıçak Yarası” ve “Önce Analar Düşer”, anlattıklarıyla birlikte, köklerimizle kurduğumuz kopmaz bağları yansıtması açısından önemlidir. Bu toprakların insanlarıyız. Bu toprağın kurtuluşu için yakıyoruz türkülerimizi. Bu iki türkü de bu duygularla harmanlanmış, yoksulluğu ve acıları, konuştuğu dilde anlatmıştır.Bekleyiş, zamanın dostu mu, yoksa düşmanı mı bilinmez ama biz bekleyişin ne olduğunu iyi biliriz. Yürüyüş’ün, bitmek bilmez hazırlıklarıdır bekleyiş. Dinleyicilerimizin, kuşkulu ve umutlu sorularıdır. Bekleyiş bitiyor; çünkü emek var. Yürüdükçe, çiçeklenecek bir hayat var.✔


dans volkan

arslan

dans›n bir baflka ifadesi: “hürrem sultan” ansın Sultanları” ile başlayan, dans üzerine kurulu organizasyonların bir yenisi Hürrem Sultan, 12 Aralık’ tan itibaren izleyicileriyle buluşuyor. Hürrem’in gelişi, “Dansın Sultanları” kadar sansasyonel olmadı. Doğal olarak, o dönem olduğu kadar yankı uyandırmadı. Buna rağmen, yapılan reklamlar işe yaramadı denilemez. Çünkü, şu ana kadarki bütün gösterimlerinde Mydonose Showland'i tıka basa doldurdular. Hürrem Sultan’ın kadrosu, bir yılı aşkın süredir çalışan Türk, Ukraynalı, Alman, Hollandalı, Bulgar dansçılardan oluşan toplam 65 kişilik bir topluluk. Çalışmalarına, Yeditepe Üniveritesi’nde başlayan topluluk, sıkı bir kamp döneminden sonra Mydonose Showland'e taşındı. Hürrem Sultan, konu olarak tarihsel bir dramı işliyor. Ukraynalı bir papazın kızı olan Roxalana’nın Kanuni’ye sunulması ile başlayan serüven; Roxalana'nın, istemeden evlenmesi ve daha sonra nefretini iktidara taşıyarak Osmanlı Hanedanı’nın bir dönemini derinden etkilemesi üzerine, Hürrem Sultan'a uzanan hikayesi. Hürrem Sultan, modern dans ve balenin ağırlıklı olduğu, halk oyunlarının bazı figürlerin tamamlayıcı olarak kullanıldığı bir gösteri. “Sultanların dansı kadar dans mı? Halk oyunları mı?” gibi tartışmalara yol açmayacak bir yapıda. Şunu belirtmek gerekir ki “Dansın Sultanları” tarzı bir gösterinin beklentisi ile izlemeye giderseniz hayal kırıklığına uğrarsınız. Çünkü, tamamen farklı bir anlatım var. Bu anlatımı ile seyircilere biraz yabancı geldiği bir gerçek. Genel olarak, modern dans ve bale ile ilişkisi çok fazla olan bir toplum değiliz. Sanırım, gösteriyi organize edenler de bu işi çözerek sesle anlatımı da işin içine katmışlar. Bu anlatımlar olmadan, sadece dans ile konuya ne kadar muvaffak olunabilirdi bu da ayrı bir tartışma konusu. Genel anlatım içinde, çok vurucu ve güçlü sahnelerin olmaması bir eksiklik olarak göze çarpıyor. Çünkü anlatılan bir dram ve dram içermesi gereken sahneler güçlü değil. İzleyiciyi duygu olarak yo-

“D

ğunlaştırmıyor. Tabi bu duygu eksikliğine yol açan en büyük etken, müzik. Hürrem Sultan'ın müziği, kurgusuna ve verilen emeğe yakışmayacak kadar amatörce. Klavyeden başka hiç bir enstrümanın (bazı sahneler hariç) kullanılmadığı, hatta bazı sahnelerde kulağı tırmalayacak kadar kötü olduğu dikkati çekiyor. Unutulmamalı ki dansın anlatımını güçlendiren unsur müziktir. Zaten biri olmadan diğeri anlamsızdır. Böyle büyük bir boşluk nasıl bırakıldı anlayamadım. Buna en yakın zamanda bir çözüm bulunacağını düşünüyordum ki; gösteriden sonra herkes bu konuda aynı şeyi düşünüyordu. Elimizdeki bir tek örnek “Dansın Sultanları” olduğu için, mecburi bir kıyaslamaya gideceğiz. Hürrem Sultan’ın çizgi ve kareografileri diğerine göre daha zayıf. Özellikle, halk oyunlarının olduğu sahneler için geçerli. Dansçıların çoğunun modern dans ve bale kökenli olması bu sahneleri etkilemiş. Modern dans, bale ve halk oyunları üç ayrı branş. Türkiye'de her şey çorba olduğu için, bu tip gösteriler de doğum sürecinde bu sıkıntıları taşıyor. Bu tarz organizasyonlar cesaret ister ve ileriki zamanlarda dansın, dansçının önünü açacak yapıdadır. Henüz yeni yeni birşeylerin oluşmaya başladığını her zaman düşünmeliyiz. Hürrem Sultan eleştirilirken, bu da düşünülerek eleştirilerde titiz davranılmalı. Çünkü, henüz taşların yerine oturmadığı gösteri dünyasında Hürrem Sultan, ne yaptığını bilen bir iş olarak duruyor karşımızda. Bu tip gösterilerle birlikte, dansçı kimliği yavaş yavaş tanınmaya başlandı. Bu, tüm camia için çok önemli. İster balerin,

18

balet; ister modern dansçı, halk oyuncu olsun, işin meslekleşmesi ve profesyonelleşmesi açısından çok çok önemli . Ancak, bir gerçek var ki Türkiye'de halk oyunları, bu tarz organizasyonlardan, sahneleme ve tarz olarak çok ilerde. Hakettiği değer verilmediği, sadece dekor olarak kullanıldığı için değersizleşiyor. Yıllardır, halk oyunlarının sırtına yapışmış keneler, bu işi böyle değersizleştiriyor. Bilhassa yarışmalarda öyle güzel işler çıkıyor ki dekorsuz, sahnesiz, muhteşem işler yapılıyor. Hürrem Sultan gibi asgari ücrete yakın fiyatlarla sunulan gösteriler, her zamanki gibi halka değil parası olana izlettirecek kendini. Ancak, alternatifsiz değiliz. Yarışmalar bedava. Ben söylemiş olayım da!..✔


güncel levent

karakaya

psikolojik savaflta saddam harekat› merika’nın aylardır süren Irak işgali ve yine bu işgale karşı sürdürülen direniş, yeni bir boyut kazandı. 14 Aralık’ta Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyin, işgal güçleri tarafından esir edildi. Bu yeni boyut, emperyalistler cephesinde psikolojik saldırı olarak kendini gösteriyor. Medyanın yayınları, bu savaşta her zaman olduğu gibi silahlı güçlerin önünü açan öncü bir güç görevi üstleniyor. Saddam’ın esir düştüğü günden itibaren sürdürülen yayınlara bakarsak, bu savaşın ne denli ciddi, büyük bir savaş olduğunu görebiliriz. Saddam’ın yakalandığı yer, bu yerin özellikleri; bu mekandan hareketle Saddam’ın psikolojik durumu; medyaya dağıtılan Saddam görüntüleri bu savaşın kurşunları vazifesini görmektedir. Böylesi durumlarda, politika yürütmek için beklemek en doğru olan yoldur ama bazı durumlar vardır ki bekleyip görmek bile gerekmez. Savaş, kendi çizgisinde ilerler. Saddam Hüseyin ile ilgili esir düştüğü günden itibaren sürdürülen manüplasyonlar, ‘bilgi’ bombardımanları, durumu kavramak için beklemek gerektiğini ortaya koyuyor. Ancak, direniş beklemeye gelecek cinsten bir politika değildir. Psikolojik savaşın Saddam halkası, Saddam’ın yakalandığı gün başladı. Bu savaş öyle kurallarla yürütülür ki bellek tümüyle zayıflatılır. Algı düzeyi en aşağılara çekilir hatta bu terapiye maruz kalanlarda medya ağzıyla konuşma kendini gösterir. Yani, bu yayınlar uzun süreli izlendiğinde görülür ki bu yayınlara maruz kalanlar kendi çözümleme yeteneğini kaybettiği gibi, kendi konuşma dilinden de uzaklaşıp ona sunulanı aynen tekrar eder hale gelir. Böyle bir durumda, elindeki silahlarla, algıları köreltip yeni bir bilinç oluşturma sürecine yöneldi emperyalistler. Şöyle bir hafıza tazeleyelim: İşgalin hemen ardından Saddam’ın ülkeyi terk ettiği, Amerikalılar’la anlaştığı ve Rus-

A

ya’ya gittiği el altından basına yansıtıldı. Amaç, çok açıktır. Direnişin moral motivasyon değerlerini yoketmek. Direnişin içindeki Baasçılar’a yönelik, bu direnişi sürdürmenin anlamsızlığı fikrini yansıtmak. Ancak, direniş artarak sürdü. Amerikalılar ’ın kayıp vermediği gün yok gibiydi. Direniş, askeri alanda olduğu gibi politik alanda da Amerika’yı zorlamaya başladı. Ülke içindeki muhalif kesimler tekrar seslerini yükseltmeye başladı. Amerika içinde işgal sorgulanmaya başladı. Bununla birlikte, emperyalistler yepyeni, taze yalan haberleri yaymayı sürdürdüler. Bir önceki yalan haberlerle taban tabana zıt olması hiç önemli değildir bu haberlerin. İsmi açıklanmayan bir yetkili, haberi yenilemiştir sadece. Kimyasal silahtan, El Kaide’yi besliyor cinsten haberlere kadar birçok spekülasyon, zaman içinde gerçekliğini kaybedince hızla sümen altı edilmiş, böyle bir iddia ortaya atılmamış gibi pişkince yeni iddialarla ortaya çıkılmıştır. Örnek mi? İşgalin ilk günlerinde sürekli, Saddam Hüseyin’in saraylarının ihtişamı vurgulanıyordu. Saddam lüks içinde yaşarken, halk açlıktan kırılıyordu. Şimdi, adalet yerini bulacak ve bu ih-

19

tişamı halk paylaşacaktı. İddiaya göre, halk böylesi bir bolluğu yaşayacaktı. Oysa, bir başka gün, bir başka haberde bu sarayların ABD askerlerinin kışlası haline getirildiğini gördük. Saddam’ın esir düşmesiyle birlikte başka bir felsefe aynı ağızlardan dillenmeye başladı. Saddam’ın yakalandığı mütevazi evi gösteren Amerikalı generaller, böyle bir yerden sürdürülen direniş önderliğinin önderlik sayılamayacağını söyleyerek, Saddam’ın nasıl çaresiz olduğunu anlattılar bize. Yani bu nasıl bir şeydir ki önderlik saraydan da, kulübeden de yürümüyor.


Birini yaparsan cani, diğerini yaparsan aciz oluyorsun. Dedik ya kıyaslama yapmadan kabul ederseniz, hepsi elle tutulur, mantığa uygun açıklamalardır bunlar. Saddam’ın esir düştükten sonraki tavrına ilişkin açıklamalar da böylesi bir bombardımanla sunuldu bize. Suskun Saddam, işbirlikçiliği; sert, agresif, Amerikalılar’la tartışan Saddam ise öfkeli, çaresiz, saldırgan kişiliği yansıtıyordu. Bu görüntülerin olmazsa olmazı ise düzenin psikyatrik güçleridir. Bu kişileri tüm haber bültenlerinde görebilirsiniz. Eldeki görüntüye bakarak tahliller yaparlar. Bir göz seğirmesinden türlü manalar çıkaran bu “bilim adamları”, hiç bilmedikleri, asla anlamayacakları bir kültürü ve yaşamı yorumlarlar. Her şeyi burjuvazinin standartlarına göre yorumlayan bu psikiyatrlar, düzenin politikalarının bilinçlerde yerleşmesi için bilimi alaşağı ederler. Televizyon ekranları bir anda MOSSAD, CIA sorgu odalarına dönüşür. Yüzüne bile bakılmayan bu psikiyatrlar, anlık şöhretlerinin tadını çıkarır, bizimle alay edercesine yaptıkları yorumlarla. Tüm bunlar bir direnişin bitirilmesi için planlanıyor. Uslu, boyun eğmiş bir Irak, boyun eğmiş bir dünya yaratmak için planlanıyor tüm bunlar. Irak halkının emperyalistlere karşı direnişi Saddam’la başlamamıştır ve Saddam’la da bitmeyecektir. Dünyada, hiçbir direniş böyle bir hat izlememiştir. Direniş, bir halk gerçeğidir. Saddam Hüseyin bu direnişin gerçekten önderiyse, direniş kan kaybeder belki ama tüm direniş hareketlerinde olduğu gibi yeni önderler bu direnişi sürdürür. Eğer Saddam’ın rolü bir moral değer olmaktan öte bir anlam taşımıyorsa, o zaman da moral değerlerini yitirir hareket. Kazanılması en kolay olanı yani. Bir direnişin moral değerleri direnerek yükseltilir. Yani, tartışma noktamız şudur. Saddamlı veya Saddam’sız, bu direniş süre-

cektir. Önemli olan, psikolojik savaş silahlarını da altedip sürmesidir. Bu Savaştan Kim, Nasıl Etkilendi? Psikolojik savaş için yukarıda, aklı dumura uğratan bir etkiye sahip olduğunu belirtmiştik. Bu bir gerçektir. Ancak, bunu boşa çıkarmanın yolu sağlam bir bilinç ve bu bilinç yürütülecek politikadır. Yaşadığımız günler, çeşitli çevrelerin bu etkiye nasıl kapıldıklarını gösteriyor. Anti-emperyalistleri de kapsayan bir çok çevre, maalesef bu etkiye kapılmıştır. Biz, Saddam Hüseyin’i tartışmıyoruz. Biz, Amerika’yı işgali tartışıyoruz. İşgalin haklılığını tartışıyoruz. Bu işgal içinde yürütülen onlarca küçük politikayı tartışıyor ve onu boşa çıkaracak hamleleri tartışıyoruz. Oysa, görüyoruz ki tam da emperyalistlerin yönlendirdiği üzere Saddam’ı tartışanlar var. Direnişi gerçekten O mu yoksa bir başkası mı yönetiyor, bunu tartışıyor sol. Saddam, direniş gösterdi mi göstermedi mi bunu tartışıyor ve göstermediğini belirtiyor. Hemen de ekliyor. En onurlu tavır, ölümdür. Ne garip; tüm bu kesimler yanı başında onurlu bir yaşamdan vazgeçmektense ölmeyi tercih edenleri çağdışı bir romantizmle eleştiriyor. Ölümüne sürdürülen direnişlere, burun kıvırıyor. Yüzündeki endişeye bakıp hükme varıyor. Kılığı kıyafeti bir yargıyı belirleyebiliyor.

20

Bilimsel düşünceden nasibini almış hiç kimse böyle bir değerlendirmeyi yapamaz. Devrimcilik, bu bilimsel temelin üzerinde kurulur. Görüyoruz ki devrimcilik kıstasında, kabe şaşmıştır. Gıdasını, ideolojisini nereden alacağını şaşırmıştır bu kesimler. Farkında olarak veya olmayarak emperyalist propagandalarla beslenmeye başlamıştır bünyeleri. Tekrar belirtiyoruz, mesele Saddam meselesi değildir. Bugün Saddam, yarın bir başkası. Dünü hiç saymıyoruz bile. Bir direniş böyle tahlil edilmez, bir süreç bu kadar basit, yüzeysel ele alınamaz. Önünüze sunulana bakın. Her sunulanı yemeyin. Şu nasıl bir tartışmadır ki içine aklı selim saydığımız kesimleri bile alabilmektedir. Saddam nasıl yargılanmalı, bu tartışılıyor. Irak’ta, Irak yasalarına göre mi yoksa, Amerikan yasalarına göre mi? Yoksa, BM’de savaş suçlusu olarak mı? Bu bir tartışmadır; gerçeklik üzerinden bir şey söylenebilir ama bir allahın kulu da çıkıp, “Yahu kim, kimi yargılıyor; hangi hakla?” diyemiyor mu? Bu yargılamanın hiçbir anı, iddiaların hiçbir tanesi adil değildir, bu kimse göremiyor mu? Yargılanacak olan, Irak halkının direnişi olacaktır, bu bilinmiyor mu? Bu kadar mı sessiz kalınır? Her şeyi realiteyle çözmeye çalışanlar, şu gerçeği de görmelidir. Amerika’nın, Irak’ı işgali ne kadar önemli bir gerçeklikse; Irak halkının direnişi de o denli önemli bir gerçekliktir. Tarihin akışını belirleyen de bu direniş gerçekliğidir. Psikolojik savaş, emperyalistlerin önemli bir silahı olabilir ama halkın direnişi, bu silahı yoketmeye yeter de artar bile. Çok mu modası geçmiş şeyler söylüyoruz? Belki öyle ama doğruluğu su götürür mü? ‘Eski sözler doğru sözlerdir.’ denir. Kulak veren olursa tabi.✔


güncel murat

demir

kürtçe yay›n yasallaflt› m›? eçtiğimiz aylarda, AB’ye Uyum Yasaları çerçevesine göre, Milli Eğitim Bakanlığı'nın yönetmeliği değiştirildi. "Türk Vatandaşlarının Günlük Yaşamlarında, Geleneksel Olarak Kullandıkları Farklı Dil ve Lehçelerin Öğrenilmesi Hakkında Yönetmelik", 5 Aralık'ta Resmi Gazete'de yayınlanarak yürürlüğe girdi. Yasalara göre artık, isteyen herkes Kürtçe Dil Kursu açabilecek. Bu kurslar da yabancı dil kurslarının tabi olduğu şartlara bağlı olacak. Öğretmenleri, Türk vatandaşı olmasalar da görev yapabilecek; öğrencilerin de Türk vatandaşı olma zorunluluğu yok... Doğuda, hemen Kürtçe kurs faaliyetleri başladı. Ancak, bir türlü bu kurslar açılamadı. İlk önce, kapıları beş santim dar olduğu bahane edildi. Bu kapılar genişletildi; pencereler yetersiz bulundu. Sonra, yangın merdiveni istendi vb. Sonuçta, kurslar uzun süredir açılamıyor. Aynı dönemde, RTÜK Kürtçe Yayın Yasası’nı, Başbakanlık’a gönderdi. Bu yasaya göre, Kürtçe yayın, sadece ulusal televizyon ve radyolardan yapılabilecek. Ancak, yerel radyoların bu yayını yapabilmesi için RTÜK'e başvuru yapması gerekiyor. Başvuru değerlendirilip, uygun görülürse, yayın hakkı verilecek. Bu adımlar, yumuşama olarak değerlendirilirken, Ferhat Tunç; Kürtçe bir şarkısına, Türkçe alt yazılı bir klip, çekti. Bu klip, CNN Türk’te yayınlandı. Programa katılan RTÜK Başkanı, tepki gösterdi. "Bunu yayınlayamazsınız, hakkınız yok!" dedi. Şimdiye kadar Kürtçe şarkı çalan birçok yerel radyo, RTÜK tarafından kapatıldı. Bir ceza daha ekleniyor bu yasayla. Yerel radyolar, Kürtçe yayın yapamıyor. Ancak RTÜK' ten izin alabilirlerse yayın yapabilecekler. Kürtçe yayın yapmak isteyen yerel radyoların önü tamamen kesiliyor. Avrupa Birliği'ne girmek için çıkardıkları yasalar bile yasaklarla dolu. Sözde, ulusal televizyonlara Kürtçe yayın hakkı ta-

G

nıyınca hakları tanımış olacaklar. Bu kanallara, haftada dört saat Kürtçe yayın hakkı veriliyor ki haklarını kullanacakları tartışılır. Farzedelim ki Kürtçe yayın yapacaklar; burjuva medyanın yayın anlayışı magazin ve şov üzerine kurulu. Bizim olmayan bir yaşamı anlatıyor. Ucube programlarla insanların beynini dumura uğratıyor. Onlarca kanal içinde oturup adam gibi izlenecek bir tek şey bile bulamazken, bu kanalların Türkçe’sinden ne hayır gördük ki Kürtçe’sinden bir hayır görelim. Birçok demokrat yerel radyo, yıllardır yayın hakkı için mücadele ediyor. Kürtçe çaldıkları için, radyolara yüzlerce gün kapatma cezaları verildi. Sonuçta, asıl olarak Kürt halkının kültürüne hizmet edecek olan bu radyolar, yayın yapmalıdır ama yerel radyolar ancak, RTÜK' ten izin alırsa yayın yapabilecek. Kapatma cezalarını veren RTÜK, bu başvuruları değerlendirirken önceki dönemden farklı düşünmeyecektir. Dil kursları için izin verilmişti. Aylar oldu, pratikte bir gelişme görmedik. Bu kurslar açılmadı. Onlarca gerekçe sıralanmış... Yangın merdiveni, kapı, pencere falan filan. Çok iyi biliyoruz ki birçok devlet okulunda, özel dershanede, üniversitelerde, ne yangın merdiveni var, ne de kapılar standartlara uygun. Birçok okulun kapısı, penceresi bile yok. Ancak, Kürtçe eğitim için bunların eksiksiz olması gerekiyor! Açıkçası, yasa var ama izin vermiyoruz deniyor. İbrahim Tatlıses, televizyon programında Kürtçe şarkı okuduktan sonra "Birinci adımı attık, sıra ikinci adımda."

21

demiş. Bunun, için başını MHP'nin çektiği faşistler, İbrahim Tatlıses'in ofisine gelip, "Sabrımızı taşırma", "Bir gece ansızın gelebiliriz" sloganları atıyor. Tek başına, İbrahim Tatlıses'e olan tepki gibi gösterilmeye çalışılıyordu ama saldırılar devam etti. Mezopotamya Kültür Merkezi'nin ve DEHAP'ın İstanbul Beyoğlu'ndaki binaları aynı gün taşlandı. Kürt halkına düşmanlıklarını her fırsatta gösteriyorlar. Faşist güruhun kendi başına bir iş yaptığı görülmemiştir. Şimdiye kadar, AB’ye Uyum Yasaları çerçevesinde çıkan yasaların hepsi sadece kağıtlarda kaldı. Grup Yorum'un Ege konserleri yasaklandı. Ferhat Tunç bir konserde yaptığı konuşmadan dolayı tutuklandı. Yurtdışındaki bir konserden dolayı, Haluk Levent hakkında soruşturma açıldı. Van'da, İHD tarafından asılan Kürtçe afişler toplatıldı. Kürt halkı, yıllardır ezildi, horlandı. Binlerce evladını yitirdi, köyleri yakıldı, yıkıldı. Birkaç göstermelik yasayla bunları yaşanmamış gibi göstermeye çalışıyorlar. Yasaklarla, katliamlarla Kürt halkını yıldırıp Kürtçe’yi yok edemediler. Bundan sonra da yok edemeyecek. Kürtçe konuşulmaya, Kürtçe türküler, ağıtlar söylenmeye devam edecek.✔


güncel deniz özlü

kapı komşunuz! fuhuş ve uyuşturucu... erede eski bayramlar...” diye başlayan sohbetler vardır, hepimizin mutlaka duyduğu. Küskünlerin barıştırıldığı, yoksulların doyurulduğu, birliğin ve beraberliğin, en güzelinin yaşandığı günlerdi bir zamanlar bayramlar. Büyüklerimizden öyle duyduk. “Nereden çıktı durup dururken bayram muhabbeti?” diyenler sabırsızlanmadan sadede gelelim isterseniz. Hani, sadece bayramlarda uzatılır mikrofonlar ve eski bayramlar anlattırılır ya oradan geldi aklımıza. Sıkı sıkıya sarıldığımız değerlerimiz nasıl da ellerimizden alınıyor. Bırakın yanımızdakinin yoksulluğunu düşünmeyi, kendi yoksulluğumuzu düşünemez duruma nasıl getirildik? Küskünleri barıştırmak bir yana, yaşama nasıl da küstürdüler bizi. Payımıza düşen işsizliğin açlığın ortasında, nasıl da bize eski bayramlarını anlattırıyorlar öyle değil mi? Yaşlıları dinlerseniz eğer, “Eskiden gençlerde saygı, sevgi vardı” derler. Yanlarında bacak bacak üstüne atmayan, bırakın eşiyle ilgilenmeyi çocuğunu bile sevemeyen, sigara içmeyen, ahlak-namus anlayışından söz ederler. Nerede kaldı sahiden onlar? Babasının üç kuruşuna göz dikip, uyuşturucu kullanan; ailesinin namusunu bir kenara itip fuhuş yapan, neredeyse ekmek parası getirsin de ne yapıyorsa yapsın diyen ve bunlara göz yuman anne-babalara nasıl dönüştürüldük? Eskilerde yaşanan çok geriydi de şimdi mi ileriye gittik? Eskiden bataklık denirdi, uyuşturucu, fuhuş sektörüne. “Kötü yol”du bunun adı. Kız evinden zengin olma hayalleriyle kaçar. Bunun koşulu da artist olmasıdır. Sonra uyuşturucuya alıştırılır, fuhuşa sürüklenir ve bir genelevin sermayesi olurdu Türk filmlerinde. Kötü yola düşmüş olurdu yani. Şimdi bu yollar evimize, yanıbaşımıza kadar uzandı. Kötü yola düşmek için ne şehir değiştirmek gerekiyor, ne de artist olma düşü. Nerede yaşıyor olursanız olun, kapınızdan dışarı adımınızı attığınızda fuhuş da uyuşturucu da size kapı komşunuz kadar yakın. İnanmak zor değil mi? Mutlu bir gelecek düşleri ellerinden alı-

“N

nan milyonlarca gencin yaşama ve değerlere tutunacak ne bilinci ne de gücü var. Bir lokma ekmek için, ömür boyu çalışmak zorunda bırakılan milyonlarca anne–babanın çocuklarına bırakacak hiçbir şeyleri yok artık. Kapitalizmin başında kullanılır, “vahşi” kelimesi. Vahşidir kapitalizm. Aşımıza, işimize göz dikmekle yetinmez. Onurumuza, değerlerimize, insan kimliğimize de saldırır. Gencecik yaşınızda, aldığınız yüksek dozda uyuşturucuyla bir köşe başında ölüp gidecek misiniz, etinizi mi satacaksınız, hiç önemli değildir. Düzeni değiştirmeye kalkmayın, devrimci olmayın da ne olursanız olun; politikanın özü budur. Çünkü, uyuşturucu madde kullanan insan, benliğinden uzaklaşır; itiraz edecek, kavga edecek gücünü, mantığını kaybeder. Bu düzen için, "zararsız" insanlar haline gelir. Halkın yüzyıllardır erdem kabul ettiği, yaşattığı değer yargıları çürütülmeye, yok edilmeye başlanmıştır. Cinnet geçirenler, intihar edenler, birbirini vuranlar, uyuşturucu bağımlısı olanlar, fuhuş yapanlar... Tüm bunlar kendiliğinden yayılmıyor. Açlık, yoksulluk, zaten doğal bir zemin hazırlıyor bu pisliğin yayılmasına ama bunun da ötesinde, bataklığın "iradi" olarak gecekondu semtlerine yayılması da sözkonusu. Yoksul gecekondu semtlerinin genç kız ve delikanlılarının uyuşturucuya, fuhuşa alışması, çeteleşmesi polis tarafından teşvik ediliyor. Çoğunluğun itirazlarına rağmen, fuhuş evleri, polis koruması ve kollamasında artıyor. Uyuşturucu, evlerde saklanıp her yerde aleni satılıyor. Bu evleri, ahlaksızların yaşadığı evler olarak tanımlayıp başı-

22

mızı çevirerek, ya da uyuşturucu kullanan gençleri “serseri” diye dışlayarak bu sorunu çözemeyiz. Özellikle, yoksul kesimden bağımlı yapılanlar, kısa süre sonra "satıcı" haline geliyor. Çünkü, uyuşturucu bulabilmek için önlerindeki tek yol bu. Bunları yaşayanlardan birinin bizim çocuğumuz olması, artık o kadar da uzak bir ihtimal değil. Bu yozlaştırma politikasını önleyebilmenin tek yolu, sorunu yaşatanları görmeyi başarabilmektir biraz da... Uyuşturucu ve fuhuşun arkasında halkları katletme politikasıyla, emperyalizm ve işbirlikçileri vardır! Emperyalistler, uyuşturucu ticaretini "yasadışı finansman" kaynağı olarak; uyuşturucunun kendisini de kitleleri uyutmanın, yozlaştırmanın bir aracı olarak kullanır. Uyuşturucu yaygınlaştırıldığında, hem düzene zarar veremeyecek insanların sayısı artacak hem de para kazanacaklardır. Bizim değerlerimiz, çocuklarımızın yaşamı onların zerre kadar umurlarında değildir. Ahlakımıza ve beynimizi uyuşturmaya yönelik bu politikaları yok etmek için tek yol kalıyor geriye, “Ah vah nereye gidiyor bu toplum?” yaygaraları koparmak yerine, emperyalizmin yaydığı bu kültüre karşı mücadele vermek.✔


röportaj tavır

türsak başkanı

engin yiğitgil’le röportaj Bu yılki festivalinizin ana teması "Medeniyetlerarası Diyalog ve İnsan Hakları"ydı. Daha önceki festival başlıklarınızda da böylesi politik temalar görüyoruz. Bu yıl ki temanızı belirlerken genel kıstaslarınız neler oldu? Evet bu yılki temamız, bir üçlemenin sonucu. İki sene evvel, "Hoşgörüsüzlük" temasıyla bu üçlemeye başladık. Geçen sene de "Dinlerarası Diyalog"du temamız. İnsan hakları, zaten bu festival kurulduğundan beri -ki bu sene altıncısını yaptık- ana bölümlerden biri. Hatta, festival içinde festival diyebileceğimiz bir bölüm. Onu sürekli işliyoruz ve işleyeceğiz. ''Medeniyetlerarası Diyalog" ve "Dinlerarası" gibi temalar, 21. yüzyılın başlangıcındaki dünya siyasal konjonktürü ve sosyal konjonktürü ile son derece örtüşen temalar. Biz burada dünyanın güncel aktivitelerini, siyasi ve sosyal olmak üzere takip ediyoruz. Bu bakımdan, sinemanın görsel gücünü bu temalarla örtüştürerek, tematik festivallerin sosyal platformdaki işlevini yerine getirmesi için çalışıyoruz.

Festival kapsamında seçtiğiniz filmler sizce bu temayı oluştururken tatmin edici miydi? Yoksa, getirmeyi isteyip, gösteremediğiniz filmler oldu mu ?

“Birlikte”

TÜRSAK olarak bizi genelde hiçbir şey tatmin etmez. En iyisini yapmak için daha çok çaba göstermek lazım. Bütün bu filmler, ana temaya uygun olmak şartıyla hem sanatsal gücü; yani, sinematografik yapısı sağlam filmler, hem de bu önemli temaya ilişkin konuları içeren filmlerden seçildi. Bu festivalde seksen film gösterildi. Yaklaşık dört yüz ile beş yüz film arasından seçilen önemli bir seçkinin sonunda seyircinin karşısına çıkartıldı. Özellikle yarışma konusunda tabi sert bir kriterimiz var. Genelde, istediğimiz filmleri bu festivalde gösterme ayrıcalığına sahip olduğumuzu söyleyebilirim. Sinema Tarih Buluşması, dünyada çok ilgi çekmiş bir festival olduğu için, genellikle istediğimiz filmi gösterebiliyoruz. Festivalin geçtiğimiz yıllarda ücretsiz olduğunu biliyoruz. Bu yıl sinema salonlarında düşük de olsa bir ücretle gösterime sundunuz. Şunu düşünebilir miyiz? Festival ekonomik olarak zor koşullarda ayakta kalmaya çalışıyor. Festivalin iddiasının genişlemesiyle sponsorların desteğinin yetersiz geldiği sonucunu çıkarabilir miyiz? Bir bakıma evet, bir bakıma hayır. Neden böyle bir cevap verdim hemen açıklayayım. Birincisi bu sembolik bir ücrete dönüşmesi, sadece finansman zorluklarından değil, salon sahiplerinden gelen bir istek üzerine oldu. Çünkü, salonlarda disiplini yaratmak amacıyla az da olsa bir üc-

23

Engin Yiğitgil ret verilmesi kanısına vardık. Ücret veren kişi, o filme gelmemezlik etmez. Örneğin, daha önce ücretsiz olmasına rağmen, bir yer kuponu alınıyordu. Fakat, bazen bu kişiler gösterime gelmeyebiliyordu. Buna rağmen, birçok kişi içeriye girememe sıkıntısı yaşıyordu. Onlardan gelen tenkitler şuydu. ‘Biz görüyoruz; salonda, on-on beş kişilik bir yer var. Fakat siz bizi içeri almıyorsunuz. İşte, bunun önüne geçebilmek amacıyla sembolik bir ücret saptadık. Buradan gelen katkı, festivalin bütçesinde önemli bir yer tutmuyor. Geçtiğimiz yıl, ekonomik sebeplerle, böyle bir uygulamaya gidebileceğinizi söylemiştiniz? Şimdi Türkiye’de bu tip organizasyonları yapmaya çalışanların en büyük sıkıntısı para. Türkiye'de bu tip şeyleri yapmak için her türlü güç, her türlü imkan, her türlü yardımlaşma var. Fakat, ekonomik durumumuzdan dolayı ana sıkıntımız her zaman para oluyor. Yine


de sponsorlara teşekkür etmemiz lazım. Biz, sponsorlarımızdan az çok ne alırsak alalım; onu, bir şekilde toplumun diğer bireylerine de aktarmak durumunda olduğumuzu düşünüyoruz. Yani, bu sembolik ücret, her zaman sembolik kalacak. Çünkü hakkımız yok. Hem sponsordan para alıyoruz -hatta bunların arasında devleti de sayabiliriz- hem devletten al, hem özel sektörden al; ondan sonra da bilet ücretlerini yüksek tut. Buna, hiçbir sivil toplum örgütünün hakkı olmadığını düşünüyorum. İnsan haklarıyla ilgili filmlerin hepsi ücretsizdi biliyorsunuz. Bunu yaparken, hiçbir övünç duymuyoruz. Bunu yapmak durumunda olduğumuzu biliyoruz. Festivalin açılış törenine gelmek istiyoruz. Kültür Bakanı’nın konuşma yaptığı sırada salonda bir gerginlik oluştu. Seyirci, Bakan’ın konuşmasını protesto etti. Seyircinin tepkisini nasıl değerlendiriyorsunuz? Bakan’ın konuşması inandırıcı bulunmadı gibi. Kaldı ki bildiğimiz kadarıyla, Bakanlık’ın festivale desteği de hatırı sayılır ölçüde değil. Hiç doğru bulmuyorum. Şundan dolayı doğru bulmuyorum. Şimdi bu tip organizasyonlar Türkiye için çok önemli. Yani, bizde çok az festival yapılıyor. Başlığa baktığımız zaman, “medeniyetlerarası diyalog” diyoruz. Diyalog şöyle başlar; önce, biri konuşur; dinlersin. Sonra, siz söylersiniz. Protesto, demokratik ortamda her zaman saygı duyduğum bir şeydir. Ancak, protestonun da şekli çok önemlidir. Böyle bir festivale diyalogsuzlukla başlamak, bence biraz üzücüydü. AKP‘li değilim, olamam da zaten. Kültür Bakanı gelmiş, bir konuşma yapıyor. Konuşmasına, kelimesi kelimesine imzamı basarım. Çünkü, gerçekten bugün, batının yapmak istediği, o uydurma tez. Orada gerçekten canı gö-

nülden katılıyorum. Bir yerde paylaşım savaşı bu, medeniyetler savaşı değildir. Buna getirilmeye çalışılıyor. G-8’ler, Afrika'ya bir dolar yardım yapıp, iki dolar geri alıyorsa; dünyadaki altı milyar insanın beş buçuk milyarı, açlıkla, yoksullukla, sefaletle savaşırsa, bunun adına, paylaşım savaşı denilmez de ne denir! Türkiye’nin bence çektiği budur. İnsanlar önce dinlemesini bilmeli, sonra da cevap vermesini. Böyle bir davette olmaması gereken bir protesto olduğunu düşünüyorum. Bakanlık’ın desteği konusunu ise yanlış biliyorsunuz. Kültür Bakanlığı, başından beri bu festivali destekliyor. Festival'in jürisine baktığımızda, ağırlıklı olarak, Polonya ve Almanya'dan jüri üyelerinin baskın olduğunu gördük. Bunun sebebini öğrenebilir miyiz.? Özel bir sebebi yok, bu bir tesadüf. Agnieska Holland, Türkiye'ye gelmiş önemli bir yönetmendi. Jüri başkanı ola-

rak önemli bir statüsü olacağını düşündüm. Bazen, böyle dengesiz, yani bir ülkeden daha fazla yönetmen gelmiş gibi olabiliyor ama dediğim gibi bir de bu sene sevindirici olarak, bu bomba olaylarından sonra resmi hiçbir iptal olmadı. Sadece bir tanesinden şüphelendim. O arkadaşın da günahını almayayım, ‘Hastayım’ diye beyanda bulundu. Bize zaman ayırdığınız için size çok teşekkür ediyoruz ve çalışmalarınızda başarılar diliyoruz Ben teşekkür ederim. Şunu vurgulamak istiyorum. Çünkü, felsefeye ve sinemaya çok değer veriyorum. Her ikisiyle de örtüşen etkinlikler yapmanın doğru olduğu kanısındayım. Şu anda bir paylaşım savaşı yaşanıyor. Bu paylaşım savaşını da başka türlü yorumlamak doğru değil. Batıdaki değerli düşünürler de kendi ülkelerinde bunu haykırıyorlar. Yani, kendi iktidarlarına karşı. Zaten, halklar hiçbir zaman birbirleriyle savaşmaz. Savaşan, sadece ve sadece iktidarlardır. Adil olunması lazım. Yani, bütün insanların ekonomik refahının, kültür refahının, eşit dengeyle paylaşılması gerekir.✔

“Gipsy”

24


röportaj tav›r

“sultan gelin” müzikalinin yönetmeni mustafa arslan:

“türkü bizim ac›m›z, sevincimizdir; bu topraklarda yaflayan insanlar›n tarihidir.” Türküler; insanların acılarını, sevinçlerini, umutlarını, coşkularını dile getirir. Bu nedenle, bizce türküler yaşayan varlıklardır. Anadolu insanının yaratıp büyüttüğü değerler... Türküler diğer sanat dallarında da kullanılmalı diyoruz. Yerinde ve değeri verilerek. Sizin yapmış olduğunuz bu müzikal de bu anlamda önem verdiğimiz bir çalışma. Şu da bir gerçek ki, bugün birçok yerde, birçok dalda bizim türkülerimiz dejenere edilerek kullanılır durumda. Çıkarcı amaçlarla kullanılıyor. Peki, sizler bu müzikale başlarken hangi amaçlarla yola çıktınız, bu fikir nereden doğdu? Şimdi biliyorsunuz; Anadolu, çok eski medeniyetleri bağrında toplamış bir uygarlıklar beşiğidir. Urartular ’dan Akalar’a, Hititler’e kadar büyük bir medeniyet zenginliğiyle varolmuş. Biz Türkler, Orta Asya’dan buralara geldikten sonra, özellikle 1070’lerde, burada yaşayan halklarla kaynaşmışız. Kimini asimile etmişiz, kiminde de biz asimile olmuşuz ve bu şekilde bir ortak kültür platformu oluşturmuşuz. Oluşturduğumuz bu şey içerisinde türkülerimiz, Orta Asya’dan getirdiğimiz türkülerimizle birlikte, Anadolu’da var olan türkülerle, ezgilerle bir karmaşa ya da kardeşlik yaşamış ve onlardan günümüze kadar yaklaşık 1000 yıllık medeniyet içinde yaşam koşulları içerisinde farklı bir ses, bir çığlık, bir acı hissetmeye başlamışız. Çünkü, biliyorsunuz, 1000 yıl, insanlığın yaşamı boyunca, hiçbir zaman için sınıfsız toplum yoktu. İnsanlar yine acı

çekiyordu. İnsanlar yine sömürülüyordu. Ve çektiği bu acıyı ya da sömürüde duyduğu ezikliği neyle ifade edecekti? Tabi ki içinin çığlığı olan türküyle ifade edecekti. Türküyü ifade ederken nasıl, hangi koşullarda? Tek başına kaldığında mı? Ancak, birlikte olduğu zaman, acısını, çığlığını dile getirdiği an isyanını haykırabilir ya da o isyanın bir anlamı olur. Tek başına olursa, olmaz. Bu demektir ki; tiyatro da 5000 yıllık geçmişi içerisinde, gene insanlığın toplum içerisindeki yaşayışını sorgulayan, insanı insanla anlatan bir sanat. Ne demektir bu? Bireysel bir sanat değil, o da toplumsal bir sanat. İnsanın duruşunu, kendi kimliğini sorgulamasını, topluma karşı sorumluluğunu ve bireye kar-

25

şı sorumluluğunu sorgulamaya çalışırken, türkü formatında, (yani bu sözcüğü sevmiyorum ben; türkü formatı demek yani türkü bizim içimizde olan bir ses, bir çığlık ya da bir sevinç) onun içinde bulunduğu bir konseptte, tiyatroda bunu bezemeye çalıştık. Yoksa tiyatroda şarkı yok mu? Çok var ama ilk kez buna, tiyatrodaki şarkıya, türkü dedik. Çünkü türküler, gerçekten bizde bu anlamda değerlendirilmedi. Şunu övünerek söyleyeyim ki, Sultan Gelin Müzikali bizim için Türkiye’de ilk kez yapılmış bir müzikal. Özellikle folklorik anlamdaki halk danslarının modernize edildiği, Sultan Of The Dance gibi, Ney gibi, Hürrem Sultan gibi bazı örneklerini gösterilerde görüyoruz fakat, orada gör-


düğümüz şeyler, gerçekten çok folklorik mi acaba? Bence folklorik değil; tam bir postmodernizm çizgisinde duruyor. İşte, biraz batı figürleri, biraz Anadolu figürleriyle kaynaştırılıp, içine biraz da modern dans nüvesi katılarak başka bir biçime dönüşüyor. Kostümlerine dikkat edin, kostümleri de aynı şekilde, her biri Cemil İpekçi kreasyonu. Gerçekten, bizim Anadolu’da kendi öz kültürümüzü yansıtan; geleneklerimizi, göreneklerimizi yansıtan kostümler olmadığını şu an için iddia edebilirim. Aynı şey, bizim oyunumuzda da var mı acaba diye baktığımızda; hayır, bizim oyunumuzda böyle bir şey yok. Biz de tamamen otantik bir tarz yaratmadık. Sonuç itibariyle, bu türkülerin söylenip çığrılmaya başlanmasından en az 200 yıl, 300 yıl, 1000 yıl geçmiş. Geçtiği zamanki Türkiye’de, kendi yaşadığı koşullar içerisinde artık; feodalizm döneminden, Osmanlı’dan, cumhuriyetin kuruluş yıllarına, kapitalizme bir geçiş aşaması var. O aşamada, insanın kendine göre bir modernleşmesi var. Tabi postmodernizmin sapmalarına saplanmadan, kendi kimliğimizle, kendi etnik kültürümüzle, ama o etnik kültürü modern dünyaya taşıyarak var olmaya çalışıyoruz. Var olmaya çalıştığımız süreç içersinde de biz bu oyunu, bizim çığlığımızla var olan bir oyunu kurgulayıp, artık insanlığımızla paylaşabiliriz duygusuyla yola çıktık. Ancak, asla postmodern olmaya çalışmadan. Müzikalin oluşum aşamasından ve hazırlıklarından biraz bahsedebilir misiniz? Tabi, seve seve. Bu konuyla ilgili ilk Şükriye Tutkun aklımıza geldi açıkçası. ‘Böyle bir türkü müzikali olsa nasıl olur acaba?’, dedik. Genel Sanat Yönetmeni’miz Nurullah Tuncer’le –ben de kendisinin yardımcısıyım aynı zamanda– nasıl bir şey yapabiliriz dedik. Müzikalimizin, müzik tasarımcısı Murat Hasarı,

k a re o g r a f Murat Uygun’la birlikte, böyle beşli altılı komisyonlar halinde, bir iki ay kadar bir çalışma yaptık. ‘ Ye n i d e n bir oyun mu yazalım acaba?’ ya da ‘Eski tekstlere, var olan tekstlere mi dönelim?’ diye düşündük. ‘Köy seyirlik oyunlarından yola çıkarak birşey yapabilir miyiz dedim. Sonra birdenbire karşımıza raflarda, böyle terk edilmeye bırakılmış “Sultan Gelin” çıktı. Ki Cahit Atay da bizim için, Türk Tiyatrosu için çok önemli bir yazarımızdır. Teksti yeniden ele aldım. Yeni bir dramaturji çalışması yaptım. Klasik tiyatro kurallarına göre yazılmış olan oyunu, türkü formatı içerisine bezedim. Oyundaki türküleri neye göre seçtiniz? Aradığınız özellikler nelerdi? Tabi ki sahnelerin gelişimine dikkat ettik. Satın alınmasında diyelim, daha doğrusu Sultan Gelin’in başlık verilerek satın alındığı zamanki acısını ne ifade eder acaba diye düşündük. Ona göre bir türkü bulduk. İşte, ‘Sultan Kız nerede? Tarlada çalışıyor’ dendiği zaman aklımıza hemen Tokat türküsü olan Burçak Tarlası geldi. Müzikalimizde hem özgün anonim parçalarımız hem de bestemiz var. Demin söylediğim gibi, Murat Hasarı’nın çok özgün şekilde, türkü olarak bestelemiş olduğu parçalarımız var. Yani bunlardan bir kaçını sayabilirim. “Aşk Varsa Durma Git”, final şarkımız olan “Şu Yoksulluğun Gözü Çıksın”. Aynen, sanki bin yıldır söylenegelen türküler gibi oyunumuza oturdu bu türkülerimiz de. Sizce, Türkiye’de bu güne kadar böyle bir oyunun ortaya çıkmayışının sebebi nedir?

26

Tiyatroyla beraber türküyü hiç iç içe düşünmemelerinden kaynaklı kanımca. İkincisi de biliyorsunuz, tiyatro zaten batı kaynaklı bir sanat dalı. Aşağı yukarı, meşrutiyet yıllarından sonra bize geçmiş bir sanat dalı. Tabi, türküyü halk edebiyatı içinde düşüneceğimiz için, halk edebiyatıyla tiyatroyu bir arada düşünmek kavramı aydınımızda oluşmadı ya da şöyle diyelim, tiyatrodaki aydınlarımızda oluşmadı. Bu bize kısmet oldu. Bizde oluştu zannediyorum. Yani, mucize yarattık anlamında söylemiyorum. Tesadüf, bize denk geldi. Niçin böyle birşey yapmıyoruz? Türkü bizim acımızdır. Sizin söylediğiniz gibi, sevincimiz; bu topraklarda yaşayan insanların tarihidir. O halde, ‘Bu tarihi, bu acıyı, sevinci niçin sahnede yansıtmayalım?’ dedik. Buradan yola çıktık. Son olarak, müzikaldeki oyuncu kadrosunu da sorabilir miyiz size? Tabi. Başta, sevgili Şükriye Tutkun, son derece başarılı gerçekten. Sonra, Şükriye’ye destek olmak amacıyla oyunumuzda yer almış olan Şehir Tiyatroları’nın kıdemli oyuncusu Suna Pekuysal; yine, Türk tiyatrosunun önemli oyuncularından Seden Kızıltunç; yine, şehir tiyatrosu oyuncularımızdan Aslan Kaçar, Vildan Gürelman, Sevil Uluyol, Mehmet Bulduk, Mehmet Avdan, Öner Erkal ve altı kız altı erkekten oluşan halk dansları topluluğumuz... Cem Yıldız, aynı zamanda Şükriye ile beraber çok uzun zaman çalışmış. Yaşar Yıldız, özellikle mey ve zurnada çok usta bir arkadaşımız. Ömer Göktay var klarnette. Davulda da Murat Güreç. Size çok teşekkür ediyoruz Mustafa Bey. Çalışmalarınızda da başarılar diliyoruz. Ben teşekkür ediyorum. Ayrıca göstermiş olduğunuz ilgiden dolayı minnettarım.✔


nota grup

KAHRAMANLAR ÖLMEZ

Kahramanlar kufland› al›n band›n› K›nayla ifllediler avuçlar›n› Damla damla içtiler hayatlar›n› Kahramanlar ölmez halk yenilmez

Özgürlük tutkusudur tutsak edilmez Büyük halk sevgisidir efli bulunmaz Hofl gelir, sefa gelir ölüm korkutmaz Kahramanlar ölmez halk yenilmez

Avuçlardan nak›fl nak›fl k›na silinmez K›z›l bantlar›n›n ›fl›¤› sönmez Beyinlere iflleyen umut silinmez Kahramanlar ölmez halk yenilmez

Söz-Müzik: Grup YORUM

27

yorum


tavır

haber-yorum

15. Ankara Uluslararası Film Festivali Sona Erdi Dünya Kitle İletişimi Vakfı tarafından düzenlenen festivalde ilk olarak, Vakıf tarafından her yıl geleneksel olarak verilen Kitle İletişim Ödülü, İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı’nın gerçekleştirdiği İstanbul Uluslararası Film Festivali’ne verildi. Festivalde açılış filmi olarak ise Halit Refiğ’in 1964 yılında yönettiği “Gurbet Kuşları” izleyicilere sunuldu. Festivalin kurucularından Aziz Nesin’in adını taşıyan Emek Ödülü de Halit Refiğ’e verildi. Festivalde ‘Sanat Çınarı’ unvanı ise Cüneyt Gökçer’e verildi.✔

Selanik’te 44. Uluslararası Film Festivali Yapıldı! Selanik’te Düzenlenen 44. Uluslararası Film Festivali’nde Altın İskender’i, “Son Tren” isimli film kazandı. Festival kapsamında düzenlenen yarışmada, Gümüş İskender’i “I Dono” En İyi Senaryo Ödülü’nü ise, “Toplu Evlilik” isimli film aldı. En İyi Yönetmen Ödülü’nü de “Ana ve Diğerleri” isimli filmiyle, Arjantin’li Yönetmen Celina Murga kazandı.✔

CIA, Eminem Hakkında Soruşturma Başlattı! 'We as Americans' adlı şarkısında, ABD Başkanı George Bush'un ölmesini isteyen Eminem, Bush'u yerden yere vuruyor ve 'Ölü bir Başkan için de rap yapmak istemiyorum' diyor. Eminem'in, Bush hakkındaki şarkısının sözleri şöyle: “'Parayı boş ver/ Ölü başkanlar için rap yapmıyorum/ Başkanın öldüğünü görsem daha iyi olur/ Biz vatandaş gibi/ Kendimizi korumak zorundayız.'' CIA da bu şarkı kapsamında, Eminem hakkında soruşturma başlattı.✔

28

Ciwan Haco, Ocak’ta İstanbul’da!

18

18 Ocak 2003 tarihinde, İstanbul Abdi İpekçi Spor Salonu’nda düzenlenecek Ciwan Haco konseri. Sanatçıyı ilk kez, İstanbul’daki dinleyicileriyle buluşturuyor. Konseri, AYSA Organizasyon düzenliyor. Haco, daha önce, Batman festivalinde yeralmıştı. AYSA Organizasyon da bu konuda şunları söylüyor: “Yıllardır organizasyon yapan bir şirketiz. Grup Yorum, Ferhat Tunç, Hilmi Yarayıcı gibi değerli ve politik çizgisi olan sanatçıların, müzisyenlerin konserlerini düzenliyoruz. Ciwan Haco konseri yapmamızın özel bir nedeni yok. Müziği ve tavırlarıyla Avrupa ve yaşadığı bölgelerde etkisi olan bir sanatçı. İlk defa İstanbul’da bir konseri olacak. Bu, büyük bir konser ve oldukça riskli. Bu riskleri biliyoruz. Bizim tek uzmanlık alanımız, konser ve tiyatro organizasyonu; Türkiye’de büyük bir ilgi göreceğini düşünüyoruz. Batman konseri de bize kanıttır. Bu, bir kültür hizmetidir. Sanatçıyı ezmeden, seyirciyi ezmeden, başarılı bir konser yapmak istiyoruz. Organizasyon, kitle, sanatçı örtüşürse bu konser başarılı geçecek.”✔

2003 Cervantes Ödülü Şili’li Şaire Verildi! İspanya’nın en saygın Edebiyat Ödülü olan “Cervantes Ödülü”nü, bu yıl, Şili’li Şair Gonzalo Rojas kazandı. Rojas daha önce, Şili Ulusal Edebiyat Ödülü’nü de kazanmıştı. Şair Gonzalo Rojas; Şili’de, Santiago; Venezüella’da, Caracas ve ABD’de de Utah Üniversiteleri’nde edebiyat dersleri veriyor.✔


MESAM’ın Yeni Yönetim Kurulu Belirlendi! Türkiye Musiki Eseri Sahipleri Meslek Birliği (MESAM), 8.Olağan Genel Kurul Toplantısı’nı yaptı. Genel Kurul, 6-7 Aralık 2003 tarihlerinde Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Sarayı’nda yapıldı. Yapılan oylama sonucunda; Yönetim Kurulu, Haysiyet Kurulu, Denetleme Kurulu ve Teknik Bilim Kurulu çalışma ekipleri belirlendi. Buna göre, Yeni Yönetim Kurulunda; Ali Rıza Binboğa, Arif Sağ, Cahit Berkay, Faika Sarp, Faruk Demir, İlhan Şeşen, Murat Hasarı, Orhan Gencebay, Suavi, Turhan Taşan ve Uğur Başar yer aldı. Ali Rıza Binboğa başkanlık, Turhan Taşan ise başkan yardımcılığı görevi aldı. MESAM’ın şu anda, 3700 civarında eser sahibi üyesi bulunuyor. ✔

nokta haber Grup Yorum 6 Aral›k 2003; Fransa’n›n Paris flehrinde düzenlenen geceye kat›ld›. Yaklafl›k 3500 kifliye seslendi. Gecede, Ferhat Tunç, KIv›rc›k Ali ve Arzu da yer ald›.

19 Aral›k 2003;

Temel Haklar ve Özgürlükler Derneği’nin 1. Olağan Genel Kurulu Yapıldı 7 Aralık Pazar günü, La Bella Düğün Salonu'nda yapılan genel kurul, saat 12.00'de başladı. “Örgütlenme ve Mücadele, Emperyalizm, IMF, Kürt sorunu, Hapishaneler, Tecrit ve Eğitim” konularıyla ilgili konuşmalar yapıldı. Daha sonra yapılan oylamada, Temel Haklar ve Özgürlükler Derneği'ni iki yıllığına yönetecekler; Mehmet Göçebe, Nazmiye Kaya, Gülsen Salman, Tigin Öztürk, Özkan Köylüoğlu, Gülay Özpolat, Nergis Doğan olarak belirlendi. Yeni Yönetim Kurulu adına Mehmet Göçebe üyelere bir teşekkür konuşması yaptı. Yaklaşık 400 kişinin katıldığı 1. Olağan Genel Kurul saat 16.30'da sona erdi.✔

Alkazar Sinemas›’nda “Carandiru” isimli filmin gösterimine kat›ld›. Gösterimden önce filmi izlemeye gelenlere, bildiri da¤›tt›.

20 Aral›k 2003; 19 Aral›k Katliam›’n›n y›ldönümünde, Befliktafl AKP ilçe binas› önünde türkülü protesto eylemi gerçeklefltirdi.

21 Aral›k 2003;

İdil Kültür Merkezi Çalışanları Beşiktaş AKP Önündeydi! İdil Kültür Merkezi çalışanları, 20 Aralık Cumartesi günü, Beşiktaş AKP İlçe Binası önünde, 19 Aralık Katliamı’nı protesto etti. "19 Aralık Katliamı’nı Unutturmayacağız" yazılı pankart açılan eyleme, yaklaşık 25 kişi katıldı. Grup Yorum elemanı Hakan Alak'ın okuduğu basın açıklamasında, AKP iktidarının, önceki hükümetlerden hiçbir farkı olmadığı ve tecriti sürdürdüğü belirtildi. Hakan Alak, "AKP tecriti onaylıyor. AKP istiyor ki herkes ölüm orucunu, tecriti, 19 Aralık'ı unutsun. Unutmadığımızı göstermek için bugün buradayız. İktidar bu talepleri duyuna kadar sesimizi yükselteceğiz" dedi. Eyleme enstrümanlarıyla gelen Grup Yorum, "Kahramanlar Ölmez" isimli marşı söyledi.✔

29

‹stanbul Cebeci Mezarl›¤›’nda, 19 Aral›k Katliam›’nda hayat›n› kaybedenler için, TAYAD taraf›ndan yap›lan anmaya kat›ld›.

21 Aral›k 2003; ‹talya’n›n Floransa flehrinde, Tecrit konulu sempozyum çerçevesinde bir konser verdi.


Öğrenciler, 19 Aralık Katliamı’nı Protesto Etti!

19 Aralık’ta Katledilenler, Cebeci Mezarlığında Anıldı! 21 Aralık Pazar günü, saat 13:00'te Cebeci Mezarlığı'nda biraraya gelen yaklaşık 400 kişi, 19 Aralık 2000 tarihinde hapishanelere düzenlenen operasyonda hayatını kaybedenleri mezarları başında andı. Kortejler oluşturularak yapılan yürüyüşte, "Kahramanlar Ölmez Halk Yenilmez!", "Sonuna, Sonsuza, Sonuncumuza Kadar Direneceğiz!", “Yaşasın Ölüm Orucu Direnişimiz!”, "Tecriti Kaldırın Ölümleri Durdurun!" gibi sloganlar atıldı. Anmada yapılan konuşmalarda, 19 Aralık Katliamı’nı yapanların cezalandırılması istendi ve ölüm orucu eyleminin onuncu ekiple devam ettiği vurgulandı. Anmada, Grup Yorum da marşlar söyledi. Öte yandan, Gazi Mahallesi'nin giriş ve çıkışlarında arama noktaları kuran polis, anmaya katılmak isteyen İstanbul Gençlik Derneği Yönetim Kurulu Üyesi Hasan Selim Gönen'i gözaltına aldı.✔

19 Aralık günü, saat 13:00'te, Beyazıt Tramvayı'ndan inen yaklaşık 80 öğrenci; "19 Aralık'ı Unutmadık, Unutturmayacağız! Katiller Cezalandırılsın!" yazılı pankart açtı. 19 Aralık Katliamı’nda hayatını kaybedenlerin resimlerini de taşıyan öğrenciler, yolu trafiğe kapatarak, Beyazıt Meydanı'na kadar yürüdü. Beyazıt Meydanı'nda, İstanbul Üniversitesi’nden yaklaşık 70 öğrencinin de katılımıyla bir basın açıklaması yapıldı. Yapılan açıklamada, “Katiller Cezalandırılsın! Tecrit Kaldırılsın!” gibi talepler sıralandı. Basın açıklamasının ardından, “Ölüm Orucu Şehitleri Ölümsüzdür!”, “Kahramanlar Ölmez Halk Yenilmez!”, “İçerde Dışarda Hücreleri Parçala!” gibi sloganlar atıldı. "Bize Ölüm Yok", "Gün Doğdu" ve "Herne Peş" isimli marşlar söylendi. Öğrenciler, basın açıklamasının ardından, okullarına geri dönmek istedi. Ancak, okul çevresinde olağanüstü önlem alan polis, İstanbul Üniversitesi’ne giriş-çıkışları kapattı. Bunun üzerine öğrenciler, "F Tipi Üniversite İstemiyoruz!" sloganıyla, Merkez Kampüs’ten Öğrenci Kültür Merkezi'ne kadar yürüyüş yaptı.✔

Temel Haklar ve Özgürlükler Derneği Eylemlerle 19 Aralık Katliamını Ptotesto Etti! 20 Aralık Cumartesi günü, saat 12:00’de, Taksim Gezi Parkı’nda bir basın açıklaması yapan Temel Haklar ve Özgürlükler Derneği, 19 Aralık Katliamı’nın sorumlularının cezalandırılmasını istedi. Aynı gün, İstanbul’un birçok mahallesinde, AKP binalarının önünde yapılan basın açıklamalarıyla da 19 Aralık Katliamı protesto edildi. İzmir, Samsun, Malatya, Antalya, Adana’da da AKP il binalarının önünde basın açıklamaları yapıldı. Öte yandan, Gaziosmanpaşa’da, AKP İlçe Binası önünde yapılan basın açıklamasını izlemek isteyen Anadolu’nun Sesi Radyosu Genel Yayın Yönetmeni Selda Yeşiltepe, dövülerek gözaltına alındı. Yeşiltepe, ertesi gün Gaziosmanpaşa Adliyesi’ne çıkarıldıktan

Gümüşsuyu’nda Yol Kesme ‘Carandiru’nun İlk Gösterimine, İdil Eylemi ! Kültür Merkezi Çalışanları da Katıldı!

21 Aralık Pazar günü, saat 16:30’da, 19 Aralık Katliamı’nı protesto ettiklerini belirten yaklaşık 60 kişi, Taksim Gümüşsuyu'nda yol kesme eylemi yaptı. "Tecrite ve Sansüre Son" yazılı pankart açan eylemciler, ölüm orucunun onuncu ekiple devam ettiğini söyleyerek sık sık “Yaşasın Ölüm Orucu Direnişimiz!” sloganı attı. Eylem sonrası gözaltına alınan üç kişi, aynı akşam serbest bırakıldı.✔

Şanar Yurdatapan ve İdil Kültür Merkezi’nin duyurusuyla, çok sayıda izleyici, 19 Aralık günü Alkazar Sineması’nda gösterime giren ve 1992 yılında Brezilya Hapishanesi’ne yapılan katliamı konu alan “Carandiru” isimli filmi izledi. İdil Kültür Merkezi çalışanları, filmi izlemeye gelenlere, 19 Aralık Katliamı’na ilişkin bildiri dağıttı.✔

30


Uluslararası Sinema Tarih Buluşması’nın Altıncısı Yapıldı! TÜRSAK Vakfı’nın, geleneksel olarak her yıl düzenlediği ve bu yıl ana temasını “Medeniyetlerarası Diyalog ve İnsan Hakları” olarak belirlediği, “Uluslararası Sinema ve Tarih Buluşması”, İstanbul’da yapıldı. Festivalin açılış töreni, 12 Aralık’ta, İstanbul Lütfi Kırdar Uluslararası Kongre ve Sergi Sarayı’nda düzenlendi. Açılış Töreni’nde, İngiliz dansçı Michael Popper’in, festival için özel olarak hazırladığı, ‘Şimdi ya da Sonsuza dek’ isimli bir dans gösterisi sunuldu. TÜRSAK Yönetim Kurulu ve Festival Başkanı Engin Yiğitgil’in yaptığı açılış konuşmasının ardından festivalin ana sponsoru METRO Group’a, Kültür ve Turizm Bakanı Erkan Mumcu’ya ve Başbakanlık Tanıtma Fonu ve Avrupa Birliği Komisyonu temsilcilerine plaketler verildi. Erkan Mumcu sahneye çıktığı sırada alkışlarla protesto edildi. Festivalin açılışında, geleneksel olarak her yıl verilen ‘Onur Ödülü’, bu yıl Polonyalı Yönetmen Agniezska Holland ve Beykent Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Ünsal Oskay’a verildi. Bu yıl ilk kez verilen ‘Türk Sineması Emek Ödülü’ne ise Necip Sarıcı layık görüldü. Festivalin açılış filmi olarak Bernardo Bertolucci’nin ‘Hayaller: Tutkular ve Suçlar’ filmi gösterildi. Açılış törenine, yurt dışından da çok sayıda sinemacı katıldı. 13 Aralık Cumartesi günü, festival kapsamında Galatasaray Üniversitesi Konferans Salonu’nda, “Medeniyetler Buluşması” konulu bir panel düzenlendi. Prof. Dr. İlber Ortaylı’nın yönetiminde yapılan panele; Hollandalı Akademisyen, Sosyolog ve Antropolog Martin Van Bruinessen, Türkolog Irene Melikoff, Yazar ve Senarist Louis Gardel; Venedik Üniversitesi Türkoloji profesörlerinden, Giampiero Bellingeri ve İran Kültür Ataşesi Dr. Mohammed Ali Nevidi de panele konuşmacı olarak katıldı. Festivalin kapanış töreni de 19 Aralık Cuma günü, İstanbul Lütfi Kırdar Uluslararası Kongre ve Sergi Sarayı’nda düzenlendi. Ödül töreninden önce, Yıldız Teknik Üniversitesi Sanat ve Tasarım Fakültesi Öğretim Görevlisi Koreograf Zeynep Tanbay, ‘Kollara Dair’ adlı solo dans gösterisini gerçekleştirdi. Festivalde, En İyi Film Ödülü, Andre Techine’in “Uzak” (Fransa-İspanya, 2001) filmine verildi. Jüri, “Daha önce hiç görmediğimiz bir şekilde, mizah, sevgi ve neşe gibi unsurları kullanarak, içinde hiçbir ırkçılık öğesi ve klişe barındırmadan; Afrika üzerine oldukça kişisel ve orijinal bir yaklaşıma sahip olduğu...” gerekçesiyle de Laurence Attali’nin “Aşk Üçlemesi” (Fransa, 2003) filmine, “Jüri Özel Ödülü”nü verdi. Uluslararası jüri, “En İyi Sinematografi Ödülü”’nü, “Fil Yüreği” (Almanya, 2002) filminin görüntü yönetmeni olan, Judith Kaufmann’a verirken, SİYAD Jürisi ise aynı, ödülü Rolanda Colla’nın “Sınırın Ötesi/Oltre Il Confine” (İtalyaİsviçre, 2001) filmine verdi. En İyi Belgesel Film Ödülü, Rithy Panh’ın “Ölüm Makinesi Kızıl Kmerler” (Fransa, 2002) filmine; Jüri Özel Ödülü ise Paula Rodriguez’in “Pinochet’nin Çocukları” (İspanya-Almanya, 2002) filmine verildi. SİYAD Jürisi ise “En İyi Belgesel Film Ödülü”nü Stig Holmqvist’in “Fırtına Çocukları” (İsveç, 2001) filmine verdi. SİYAD Jürisi ayrıca, Heiner Stadler’in “Ye, İç, Yatma” (Almanya, 2002) filmine de Jüri Özel Ödülü verdi. Ödül törenin ardından, festivalde son olarak, Alman yönetmen Margarethe von Trotta’nın 2003 yapımı son filmi “Güller Sokağı”nın Türkiye’deki ilk gösterimi sunuldu.✔

Lübnanlı Sanatçıdan İntifadaya Şarkılar Lübnanlı sanatçı Julia Boutros, önümüzdeki günlerde çıkacak olan yeni albümünü, ikinci İntifada’da yaşamını yitiren Filistinliler’e adadı! Julia Boutros; “Çıkacak olan albümdeki tüm parçalar, Filistin halkının intifada sürecini işliyor. Bugün, televizyonlardaki görüntüleri izledikçe, iki farklı duygu yaşıyorum. Birincisi, İsrail’in vahşeti, ikincisi ise Filistin halkının onuru. İsrail, şarkılarımdan rahatsızlık duyuyor. Çünkü, şarkılarım Filistinliler’i intifadaya davet ediyor.” dedi. “Filistin ve Lübnan halkları için ne düşünüyorsam, Irak halkı için de aynı düşüncelere sahibim.” diyen Boutros, İsrail’in Filistin’e uyguladığı baskıcı politikalara rağmen, Lübnan gibi Filistin halkının da düşman işgalinden kurtulup özgürlüğe kavuşacağını söyledi. Lübnanlı sanatçı, daha önce de hapishanelerde bulunan Filistinli tutsaklar için şarkı bestelemişti.✔

31


TAYAD’lı Aileler, 19 Aralık’ta Bayrampaşa’daydı! 19 Aralık Cuma günü, saat 10:15'te, Bayrampaşa Hapishanesi'ne yapılan operasyondan, sağ kurtulan tutuklular hakkında "Devlet Malına Zarar Vermek" ve "İsyan Çıkarmak" suçlamalarıyla açılan davanın görülmesine devam edildi. Davanın görüldüğü Eyüp Adliyesi’nin önünde bir araya gelen Tutuklu ve Hükümlü Aileleri ile Yardımlaşma Derneği (TAYAD) ve Ezilenlerin Sosyalist Platformu (ESP) üyeleri ortak bir basın açıklaması yaptı. Yaklaşık 100 kişinin katıldığı basın açıklamasında, 19 Aralık’ta öldürülenlerin fotoğrafları taşındı. "19 Aralık'ı Unutmadık, Unutturmayacağız", "Sonuna, Sonsuza, Sonuncumuza Kadar Direneceğiz", "İçerde, Dışarda, Hücreleri Parçala" gibi sloganların da atıldığı basın açıklamasında, "Asıl yargılanması gerekenler, operasyonu gerçekleştirenlerdir!" denildi. TAYAD’lı Aileler, aynı gün saat 12:00'de ise Bayrampaşa Hapishanesi'nin önünde eylem yaptı. Yaklaşık 70 tutsak yakını, çeşitli sloganlar ve alkışlarla hapishanenin önünde toplandı. Yapılan basın açıklamasında, operasyon günü Bayrampaşa Hapishanesi'nde meydana gelen ölümlerin sorumlularının cezalandırılmaları istendi. Daha sonra hapishane önüne karanfil bırakan TAYAD'lı aileler, yaklaşık yarım saat boyunca oturma eylemi yaptı. Eylem bitiminde, hapishane önüne bırakılan karanfilleri, polislerin ayaklarıyla ezdiği görüldü.✔

yeni çıkan albümler

Ahmet Kaya Biraz da Sen Ağla Gam Prodüksiyon

Cevdet Bağca Simurg İber Müzik

Kubat Lokman Özdemir

32

Genco Yol Yorgunu Yol Müzik




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.