Agustos2011

Page 1

ıssn 130-9113 . 2011/08

sayı: 111

. 2.25 TL (kdv’li)



ıssn 130-9113 . 2011/08

sayı: 111

. 2.25 TL (kdv’li)

a y l ı

k

s a n a t

d e r g i s i

Merhaba

Dağlarının doruklarında tarih yazılıyor bu toprakların. Tarih yazıcıları, ustalarının öğrettiği gibi, “en yumuşak karnı”ndan yürüyorlar üstüne zalimin. Zalim biliyor sonunun yaklaştığını. O da sınıfsal düşmanını ortadan kaldırmanın hesabını yapıyor ezenin ezilenin ortaya çıktığı günden beri... Sahibi Tavır Yayınları adına Bahar Kurt Genel Yayın Yönetmeni Gamze Keşkek Sorumlu Yazıişleri Müdürü Yeliz Yılmaz Yazışma Adresi İstanbul Mahmut Şevket Paşa Mah. Mektep Sk. No: 4-B Okmeydanı - Şişli - İstanbul Tel: (212) 238 81 46 Faks: 238 82 49 e-posta: tavir2007@gmail.com www.tavirdergisi.com Ankara İdilcan Kültür Merkezi Eski 1. Cadde 636. Sk. No: 207/2 Tel: 0 541 336 65 37 Hesap no (TL) 1042- 30000 596147 Gamze Mimaroğlu İş Bankası Parmakkapı/İST. Hesap no (EURO) 1042- 3010000 129062 Gamze Mimaroğlu İş Bankası Parmakkapı/İST. Fiyatı (DÖVİZ) Almanya: 5 Euro Fransa: 5 Euro Hollanda: 5 Euro Avusturya: 5 Euro İsviçre: 7.5 Frank İngiltere: 4 Sterlin Posta Çeki Hesap no Selma Altın 515 72 82 Baskı Ezgi Matbaa Sanayi C. Altay Sok. No: 10 Çobançeşme / İstanbul Tel: (0 212) 452 23 02 Yayın türü: Yerel Süreli

Ali de tarih yazmak için gelmişti buralara. Bir hain pusuda düştü toprağa. Adına “toplu mezarlık” denilen karanlık dipsiz bir kuyuya gömüldü arkadaşlarıyla beraber. Yeri belli. Açılmıyor mezarı, açmıyor Ali’nin katilleri... Onu almak için bir güzel insan yatıyor açlığın bağrına. Abisi Ali’nin. Yolu uzun. Ama almaya kararlı kardeşinin kemiklerini. Ya alacak, ya da onunla buluşacak toprağın altında... Gün ortasında şehrin göbeğinde bir dolmuşun önü kesiliyor camları simsiyah iki panelvanla. Dolmuşun içinde anasının kucağındaki bir çocuğun korkuyla büyüyor gözleri, karşısında maskeli onlarca adamı görünce... Maskeli timler, dolmuşun içindeki devrimciyi karga tulumba atıyorlar arabanın içine kaçırıyorlar. İnsanlar sahipleniyor devrimciyi, vermek istemiyorlar. Timler onların da üzerine yürüyor... Başka bir şehrin yine tam ortasında yine bir devrimcinin önü maskeli timlerce kesiliyor. Aynı şey. Üzerine atılıp, derdest edilip ticari bir taksiyle kaçırılıyor devrimci... Bir çadır. Gece yarısı yine maskeli timlerce basılıyor. Sokakta yürümenin bile bir güveni kalmadı görüntüsü veriliyor halka... Ben devletim, her şeyi yaparım, adam da kaçırırım, dağa da kaldırırım terörü bu... Eski bir filmin yeniden çevrimi sanki. Kaçırmaların, kayıpların en yoğun yaşandığı ‘90’lı yıllar geliyor gözlerimizin önüne. Sistem aynı saldırganlığı yeniden sahneye koyuyor şimdilerde. Amaç o yıllardakinden pek farklı değil; halk muhalefetini susturmak için önce öncülerin susturulması... Susmuyorlar işte. Kaçırılmalara, zulümlere, işkencelere, F Tipi tecritlere karşı seslerini yükseltiyorlar. Amaca ulaşmak için bedel ödemenin gerekliliğine inanmışlar bir kez. Bir kez sevmişler bu toprakları. Bir kez sevmişler bu halkı. Kurban olurcasına, candan geçercesine.... “Vatanıma bir can nedir ki!” mütevazılığıyla, ölümün her türüne rıza göstererek... Ali gibi... Gücü yetmiyor zalimin. Yetmeyecek de. Ali gibi gömseler de toprağın derinliklerine, ölümlerden yeniden doğmayı bilmenin Mahiri olduktan sonra ne gam! durduramayacaklar halkın coşkun akan selini... Bentler, barikatlar boşuna; silahlar kurşunlar etkisiz; katliamlar nafile... Umudun ordusu çıktıktan sonra tarih yazmaya Munzurlara, hiçbirinin gücü yetmeyecek o yazının yazılmasını engellemeye... Bir sonraki sayımızda görüşmek dileğiyle... Dostlukla...


İÇİNDEKİLER

08/2011

3 5 8 11 13 14 19 21 24 26 29

DENEME şahin demir ölüme yürümek MAKALE mehmet esatoğlu dersim’in bağrında kaç yiğit yatar? İZLENİM grup yorum türküler düştü yollara DENEME gülseren aydın grup yorum gerillaları ŞİİR deniz korcan açlığın kardeş kokusu DENEME paluri arzu kal demirçi bu maçı alıcaz başka yolu yok (mu?) DENEME naci toros sesimizi duyan var mı? DENEME kemal caner ölüler konuşur mu? DENEME av. evrim deniz karatana gönüllü “günah keçileri”: yargıçlar MAKALE ibrahim karaca başka bir şey ÖYKÜ filiz tanya badem ağacı dikili vatanım olsa

34 36 38 40 43 46 48 51

56 59 62

DENEME ümit ilter anadolu konuşur ŞİİR çiğdem şenyiğit bir gazete haberi mumpy DENEME deniz korcan benzinli battaniyelere sardılar seni DENEME zehra karatay “kıytırık fm başlıyor”... MAKALE sinan gümüş (t)elif dedim be dedim! ELEŞTİRİ ozan seğmen orhan pamuk’a güzelleme ÖYKÜ şahin doğan ayakkabı boyacısı ARAŞTIRMA eren buğlalılar devrimin tiyatroları - 2: ll. paylaşım savaşı öncesinde almanya KİTAP ümit zafer düzene uygun kafalar nasıl oluşturulur? SİNEMA sevgi duman yağmuru bile HABER


deneme

deneme

ölüme yürümek şahan demir

nın tam kalbine, toprağa karışmaya... Ölüm nereden bakarsan bak, doğanın bir kanunu. Diyalektik bunu böyle emrediyor. Doğuyorsun, bir süre yaşıyor, sonra yok oluyorsun. Aslında enerji olarak hiçbir zaman yok olmuyorsun ama insanlar için söylersek, bir daha ölen bir insan gibi biri toprağın altına gömülüyor. Sen kalmıyorsun geride fiziken. Sadece anıların kalıyor. Ölüm bazen senin hiç aklında yokken yakalıyor seni. Bir trafik kazasında örneğin. Ya da bir iş kazasında. Yediğin bir yemeğin zehrinde, içtiğin bir hapta. Düşüp de başını betona vurduğunda. Hiç habersiz. Geleceğini belli etmeden gelip yakalıyor ölüm seni.

Ölüm... Yaşamın diyalektik zıttı. Kalbin duruyor, nefes alamıyorsun, damarlarındaki kan akmayı durduruyor... Ve daha birçok şey... Bırakıp ardında koca bir yaşamı çekip gidiyorsun. Kimine göre cennete yahut cehenneme, kimine göre doğa-

Bu başka ama. Bu senin de zamanını az çok tahmin edeceğin bir uzaklıkta çağırdığın bir ölüm. Oruçla. Sahursuz ve iftarsız olanıyla. Gün gün eriyerek. Her gün biraz daha zayıflayarak. Bir deri bir kemik kalana dek aç kalarak çağırmak ölümü. Dersim’in orta yerinde, bir çadırda... Herkeslerin gözü önünde alnına kızıl bandı takarak... Tüm dünyaya özgür iradesiyle ilan ederek... Bir insan ölümü çağırıyor. Öyle dünyaları istemiyor kimseden. İstediği tek şey, yıllar önce katledilen ve kimseler görmeden arkadaşlarıyla birlikte toplu bir mezara konulan kardeşinin kalmışsa kemiklerini istiyor. Bir mezara koyup, taşına kardeşiymiş gibi sarılıp öpmek için... Ba-

AĞUSTOS 2011 | TAVIR | 3


şucuna gelip yılların hasretini eritmek için... Belki bir çiçek, belki bir çam dikip mezarının başına, gelip de onu sulamak, o çiçeğin açmasını, çamın yıllar içinde büyümesini görmek için... Anası da yanında... Onun da gizliden, açıktan yıllar boyu akıttığı gözyaşı dinsin diye, Dersim’in orta yerinde, bir çadırda bir insan ölümü çağırıyor. Kimseden hakkı olmadığı bir şeyi değil, ana sütü gibi helal olanı, en doğal hakkı olan kardeşini istiyor. Yeri belli. Kardeşinin şu an arkadaşlarıyla birlikte yattığı yer belli. O mezarın açılması gerekiyor ama açılmıyor. Sebebi belli bir suçluluk, halka düşmanlık söz konusu. Kardeşini oraya gömenler, suçluluk telaşındalar. O mezarın açılması, ortaya onlarca insanın kemiklerinin çıkması demek, suçlarının açığa çıkması demek. Ve elbette o mezar gibi daha onlarcası, belki yüzlercesi, binlercesinin açılmasının da önünün düzlenmesi, aradaki engellerin ortadan kalkması demek. Var çünkü. Bu ülke topraklarında daha ortaya çıkmamış yüzlerce, binlerce toplu mezar var. Bu ülkede on binlerce kayıp var ve onların nerelere gömüldüğü şimdilik bilinmiyor. Ama Ali’nin gömüldüğü yeri bilen birileri orayı söylediler. Ve Hüsnü Abi kardeşinin artık kendilerine verilmesini istiyor. Bunun için yattı ölüm orucuna. Dersim’in orta yerinde, bir çadırda, bir insan, öldürülmüş kardeşinin artık bir mezarı olmasını istiyor. Yaşlı anasının artık teselli bulması için; Ali’nin kemiklerini aldığında onun belki ölümden beter acı yaşayacağını bile bile kardeşini istiyor Hüsnü Abi. Ölümü kutsadığı için değil, yaşamaktan bıktığından da değil; sadece kardeşinin o bilinmezde daha fazla yatmasını istemediği için... Kör, karanlık yerde sadece kardeşinin de değil, onunla birlikte yatan diğer civan delikanlıların, şahanların da tertemiz mezarlarda, arkadaşlarının, ailelerinin yaptığı mezarlarda yatmaları için... Geride iki çocuğunu bırakacağını bilerek yatıyor ölüme. Bu ülkede artık unutturulmaya çalışılan insani değerleri unutturmamak için biraz da onun eylemi. Bencilliğin kol gezdiği sefil bir yaşamın değil, vefanın, paylaşmanın, fedakarlığın hakim olması için... Yakıp yıkmanın değil, hep güzel şeylerin üretildiği, insana dair düşlerin hayata geçtiği bir dünya yaratmanın öne çıkması için... İdil’e getirirdi kızını Hüsnü Abi. Gitar öğrensin diye. Belki göremeyecek onun bir piknikte ya da sene sonu etkinliğinde gitar kursundaki arkadaşlarıyla birlikte küçük bir konser verdiğini. “Baba”diye kimseye seslenemeyecek belki çocukları onun bir süre sonra. Amcalarının kemiklerini almak için yattığı oruçtan sağ çıkamayacak belki babaları... Budur işte bu ülkenin muktedirlerinin bu vatanın insanına reva gördüğü. Budur işte insanlık adına tek bir değerin kalmadığının kanıtı. Yer sağır, gök sağır. Hüsnü Abi’nin haykırışını duymuyor, duymak istemiyorlar. Bir baba, bir insan Dersim’in orta

4 | TAVIR | AĞUSTOS 2011

yerinde dünyanın en onurlu sesiyle kardeşinin kemiklerini istediğini söylüyor. Haykırışı göğe karışıyor, kuş kanatlarıyla ulaşıyor insan yüreklere. Tepeden tırnağa yürek, tepeden tırnağa insan, onurlu bir dünyanın özlemiyle direniyor. Dersim’in orta yerinde, bir çadırda onur büyütülüyor. Umut her daim yemyeşil, her daim taptaze. Ali’nin ektiği umut tohumlarını şimdi abisi Hüsnü büyütüyor. Aynı toprağa alınterlerini döküyor iki kardeş. Belki kavuşma yer üstünde değil, toprağın altında olacak! İnsan onuru için can verecek belki Hüsnü abi. Her şeylerini çarşı pazar eden muktedirler, bu fedakarlığı anlayamazlar. Bunu anlayacak yüreklerini çoktan yitirdiler çünkü. Artık dünyanın en gerici, en alçak, en baskıcı sisteminden alıyorlar güçlerini. Kendi yarattıkları sömürü ve zorbalık imparatorluğu sayesinde emiyorlar insanların kanını. Bu imparatorluğun gücüyle yürüyorlar insana dair tüm güzellikleri savunanların üzerlerine. Ali’nin ve onun gibi o toplu mezara gömülen diğer savaşçıların üzerine kurşunlar yağdırırken, bu yaptıklarının hiç açığa çıkmayacağını düşünüyorlardı belki de. Ama hayır, işte Dersim’in orta yerinde, bir çadırda direnen bir insan gerçek yüzlerini ortaya serdi. Kaçamadılar. Gerçek, her zaman olduğu gibi tarihin çarkları arasında öğütülemedi. Gerçek güçlüdür çünkü. Bir gün ortaya çıkmasını engelleyememeleri bundan. Bir ülkede, bir insan, kardeşinin kemiklerini almak için ölüme yatıyorsa; açlığının 50’li günlerindeyken bile onun yarasını sarmak, talebini yerine getirmek için kimse kolunu kıpırdatmıyorsa, orada söz hükmünü çoktan yitirmiştir. Bunun adı nedir? Sözlüklerde buna karşılık gelen çok kelime var ama, hangi birini söylesen eksik kalır. Ne söylesen yüreğini soğutamazsın. Ne söylesen bunun karşılığını bulmaz. Zulmün önünde eğilmeyenlerin, halklarının acılarını ta yüreklerinde hissedenlerin, onlara duydukları sevgiyle bir gün bilinmeyen bir yerlerde toprağın altında kaybolmayı göze alanların, Ali’lerin mezarları olmalı artık. Toprağın altındaki ölülerimiz açığa çıkmalı. Cenazelerimizi, katiller değil, biz vermeliyiz toprağın bağrına. Ölümü çağırmak. Öyle büyük, kocaman şeyler için değil, belki üç-beş kemik kalmış bir kardeş adına. Öyle olsa da, bu yalnızca Ali için değil, bu her şeyden önce bir insanlık meselesidir. İnsana has değerlerin korunması mücadelesidir. Dersim’in orta yerinde, bir çadırın içinde ölümü çağırmak... Ötelere, Munzurların doruklarına yatırarak gözlerini, geçen her bulutta Ali’yi görerek... Uçan her kuşun kanadında biraz daha büyüyen umuda sarılarak... Gün gün eriyerek ama büyüyen dostluklarla her geçen gün çoğalarak ölümü çağırmak, karamsarlık değil aksine yaşamı savunmaktır. Ödenen her bedelde yarını görmektir. Ali’lerin kemiklerinde geleceği, eşit, özgür, bağımsız, ortakça bir dünyayı görmektir. Ölümün bağrında yaşamı örmektir... Hüsnü Abi’nin yanında olmak, ölümü değil umudu çağırmaktır. o


makale

makale

dersim’in bağrında kaç yiğit yatar? mehmet esatoğlu

Sıcak temmuz günleri. Ülkede bir seçim yapılmış kırkbeş gün önce. Meydanlarda bin bir vaat savrulmuş ortaya. Bir çoğu da “size havadan para vereceğiz” üzerine kurulu. Seçim bitmiş büyük kalabalıklarda şairin dediği gibi “cep delik, cepken delik”. Ülke gündemi altüst. Futbolundan politikasına, eğitiminden sağlığına her yanı çürüyen sistemin kimi yerleri dikiş tutmuyor. Bir yerlerinden pislik fışkırıyor. Tepedekiler en küçük ayrıntısına kadar bildikleri pisliklerin ortaya saçılışını şaşarak izliyorlar. Köşe yazarları büyük bir “adalet” duygusuyla yazılar kaleme alıyorlar. Hukukçular açıklamalar patlatıyorlar. Sonra. Sonrasında “kayıkçı kavgası” bitecek. Herkes kendi köşesine.

bereket” diye ortalığı inletenler “keriz”lerin oylarını aldıktan sonra başlıyorlar eteklerindeki taşları dökmeye: “Kriz var! kriz her an gelebilir” Dersim’in orta yerinde ise başka bir rüzgar esiyor. Bir adam kardeşinin mezarını arıyor. Çadır kurmuş kentin ortasına. Açlığa yatırmış bedenini. Her gün yeni bir yalan uyduran yöneticilerden kardeşinin bedenini istiyor. İstanbul’un Okmeydanı’nda oyun üreten oyuncular var. Bütün bir yıl perde açıp oyunlar üretiyorlar. Sahnelerinden sert, yumuşak bir dolu gerçek akıp geçiyor. Onlar da bu sıcak yaz günlerinde ülkedeki aptal gündemle uğraşmak yerine insanların yaşadıkları acılara çeviriyorlar gözlerini.

Meydanlarda “hedef, bolluk,

AĞUSTOS 2011 | TAVIR | 5


Kardeşini arayan adamın günlüklerini okuyarak başlıyorlar yeni oyunlarının çalışmalarına. Dışarıda alev alev bir temmuz güneşi var. Etrafta bir dolu insan “bu havada” diye başlayan cümleler kurarken oyuncular bir an şöyle düşünüyorlar: Hava çok sıcak ya da soğuk olunca gerçekleri anlatmaktan, mücadele etmekten vazgeçer mi insan? Birden gözlerinin önüne geçen kış geliyor. Şubat’ın son günleri. Ortalık kış ayaz. Kışın en soğuk günü belki de. Yazar Orhan İyiler yaşamını yitirmiş. Devrimciler onu toprağa vermek için toplanmışlar. Kentin yoksullar mahallesinde bir mezarlıkta. İyiler’in bir de vasiyeti var. “Bize Ölüm Yok” türküsünün toprağa verilirken okunmasını istiyor. Cenazeye katılanlar yürüyorlar. Kimi elinde pankart, döviz, fotoğraf taşıyor kimi de ağır bir ses cihazı. Taşıyanların nerdeyse parmakları donacak.

de adı yasak. İnsanları potansiyel suçlu ilan edilmiş Dersim’in. Ne yapsalar suç. Düğünleri de cenazeleri de çocukların doğumu da “suç” işleme alanları.

Kar acımasızca savruluyor havada. Hiç kimse bir adım geri atmıyor.

Adı yasak ülkeye gelen devlet görevlileri de oraya görev yapmaya değil adeta acı çektirmeye geliyorlar.

Orhan İyiler ömrünü sosyalizm mücadelesine adamış bir yazar. Onlarca kitap yazmış, en zorlu günlerde devrimci Sinan Cemgil’e ve arkadaşlarının mücadelesine sahip çıkmış. Şimdi böyle bir sanat insanı koşullar ne olursa olsun ona en yaraşır bir biçimde toprağa verilecek. O gün, o cenazeye katılan devrimciler de aynen öyle davranıyorlar. O soğuğun altında ona karşı sevgi ve saygılarını fedakarca ortaya koyuyorlar.

Bir ilçeden bir ilçeye giderken arabalar durduruluyor, aranıyor. Tipi, duruşu hatta soluk alması sakıncalı görünenler sıraya çekiliyor.

Oyuncular tepede temmuz güneşinin yakıcılığı altında kolları sıvıyorlar. Önlerinde adeta Dersim’in yemyeşil tepeleri duruyor.

Eski zamanlarda tiyatro; gerçeği yalnızca sözlerle anlatıyor. Oyuncular sahne üzerinde parlak sözlerle izleyiciyi etkilemeye çalışıyorlar.

Oyunculardan biri yükseltinin üstüne çıkarak adeta o tepelere doğru şöyle haykırıyor:

Ekonomik ve toplumsal gelişme tiyatro estetiğini de etkilemeye başlayınca sahne üzerinde aksiyon da söz kadar etkileyici olmaya başlıyor.

“Bu dağların bir dili vardır. Dersim dağlarının rüzgarı söyler, haykırır, anlatır. Bulutları dert yüklüdür. Güneş, sabahın ilk saatlerinde geceden kalmış acıları aydınlatır” Dersim’in dağlarının bir dili var mı? Mutlaka var. Dünyanın “adı yasak” illerinden biri Dersim. Her bir ilçesinin

6 | TAVIR | AĞUSTOS 2011

Temmuz sıcağında ter döke döke hazırlanacak oyun bütün bu gerçekleri ortaya koymalıydı. Oyunda bir gerçek nasıl ortaya konur?

Yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde ise Brecht sahneye sosyal jesti öneriyor. Oyunu kurgularken bütün bu süreç oyunun değişik yanlarına damgasını vuruyor. Kimi bölümlerde söz, kimi bölümlerde söz ve eylem birlikteliği kimi bölümlerde sosyal jest öne


geçiyor. Adı yasak ülkeyi konu alan oyunda insan, devlet, militarizm ilişkisi üzerine sahneler oluşmaya başlıyor.

Çeyrek asrı aşkın bir süredir bu topraklarda çocuklar silah ve bomba sesleriyle büyüdü. Baskınlar saldırılar zulümlerle geçti çocuklukları ve gençlikleri.

Oyunun başında doğacak çocuğunu hastaneye yetiştirmeye çalışan babanın telaşını görüyoruz. Karşısına kaskatı militarizmle iç içe geçmiş bir bürokrasi dikiliyor.

Kimilerinin babalarının ağabeylerinin ablalarının ölüp ölmediği bile bilinmiyor.

Kimbilir ülkemizde kaç bin insanımız bu katılıklarla boğuşurken yaşamını, yakınlarını yitiriyor.

Uzun bir mücadele tarihinin kimi parçaları da bu topraklarda yaşanıyor.

“Dur”, “yasak” sözcükleri önüne dikiliyor insanca her talebin.

Spartaküs’ü de, Che Guavera’yı da, Deniz Gezmiş’i, Mahir Çayan’ı, İbrahim Kaypakkaya’yı da isyan ettiren aslında aynı zulüm. İnsanı insanca yaşatmayan zulüm.

Dersim toprakları tüm Cumhuriyet tarihini bu baskılarla geçirdi. Anaların yüreği ise dayanamıyor zulme acıya. Kimi ana çaresizlikle yanıp dururken kimi ana da isyan ediyor. Oyunda iki ana şöyle haykırıyorlar yüreklerindeki acıyı: 1. Ana: Dokuz ay on gün karnımda taşıdım. Kanımla besledim, dişlerimle kalsiyum verdim, kemiği oldum. Karnımın içinde kafasını hissettim. Ayağı dayandı karnımın tam burasına. Gece içimde uyudu. Sabah tekmeledi durdu “Uyan ana uyan” dercesine. Tuttum karnımı gelecek misin dedim. Gelecek misin, bu acı dolu dünyaya? Doğma Ali dedim, doğma. Çok şiddet var çok zulüm var.

Dersim’in acılarını ve bir ağabeyin direnişini anlatan “Bu Dağlara Bahar Gelsin Diye” oyunu bir dolu bilinen, bilinmeyen öyküyü sergiliyor. Oyunun sonunda ise oyuncular izleyicilere şöyle bir çağrı yapıyorlar ve oyunu noktalıyorlar. “Ey ahali dönün bakın etrafınıza. Bir adam var yanınızda, yörenizde. Kardeşi yiğit Ali’yi arıyor. Dersim’in, bu dünyanın yiğitlerini arıyor. Eğer bulursa kolkola verecekmiş. İşte size bir destan. Biz bu dünyayı insana yaraşır kılana dek kim bilir böyle kaç destan yazılacak?” o

2. Ana: Doğurmazsan, o zaman kim isyan edecek? Çok zulüm var, çok acı var, ama ne zaman yükselmişse acılar, analar da evlatlar doğurmuş. Büyümüş evlatlar acıların ortasında. Sonra her biri isyan ateşi olmuş. Oyunda mezarı bile bilinmeyen bir Ali’nin hikayesi anlatılıyor. Adı yasak Dersim’de dünyayı değiştirmek için yola düşmüş, gençliğini bile yaşayamamış bir Ali bu. Acaba çevresinde ilk zülmü nasıl gördü Ali? Bunu bilmiyoruz. Ama Dersim toprağında ve benzer coğrafyalarda çocuklar ana kucağında hatta ana karnında tanışıyorlar olup bitenle. Çocukların hırçın olmaması için onlara klasik müzik dinletin diyen çocuk doktorlarının önerileri böylesi topraklar için ne kadar geçerli.

AĞUSTOS 2011 | TAVIR | 7


izlenim izlenim

türküler düştü yollara grup yorum

Türküler düştü yollara... Doğup beslendiği yollara, denizlere, yazılara, yarlara, koyaklara selam ederek; her gördüğü derede yunup, her pınardan bir yudum alarak, her gönüle hatır sorup, her hasretliğe selam edip; ağıtlara yoldaş, şenliklere zılgıt olup gezdi türküler. Biz de türkülerin ardından yollandık. Yine torbamızda güneşte pişmiş çocuk gülüşleri, dalında ballanan sevinçler, dal kıranlara karışan öfkemiz... Oldukça yoğun geçen kış ve bahar aylarının ardından bu yılın ilk turnesine çıkıyoruz. İçimizde uzun zamandır göremediğimiz memleketleri, dostları kucaklayacak olmanın heyecanı var. Ayrıca omuzlarımızda farklı kültürlerden halkların ortak mücadelesini vurgulamak, her yerde bunu anlatmak, türkülerimizi marşlarımızı bu duygularla söylemek sorumluluğu da var. Yani basit bir “konserler dizisi”nden öte, halkın bir parçası olan Grup Yorum’un halka karşı görevini yerine getirmesidir bu turne. İlk durağımız Akdeniz’in ortasında kardeşliğe ve mutluluğa hasret Kıbrıs oluyor. Burada en son üç yıl önce konser vermiştik. Konserden bir gün önce geldik Mağusa’ya; bu sayede basınla ve diğer kurumlarla görüşme fırsatı yakaladık. Türkiye’de pek duyulmamış olsa da ülke gündeminde Doğu Akdeniz Üniversitesi’nin AKP’ye yakın olduğu bilinen bir kuruma satışı vardı. Öğ-

8 | TAVIR | AĞUSTOS 2011


renciler, öğretim görevlileri ve öğrenci aileleri kampüsün ortasına bir çadır kurmuş, nöbet bekliyorlardı. Arkalarında kocaman bir pankart : “Bu okula halk tarafından el konulmuştur”... Buralara gelmişken uğramamak olmaz deyip bağlamayı gitarı aldığımız gibi yanlarına vardık. Kıbrıs ve Türkiye gündemlerini, yorum’un çalışmalarını uzun uzun konuşup türkülere bıraktık sözü. Hep bir ağızdan çıktıkça daha da güçlenir türküler. Hep bir ağızdan söyledik “Dağlara Gel’i”, “Haklıyız Kazanacağız”ı... Konserde görüşmek dileğiyle ayrıldık oradan. 5 Temmuz günü tüm hazırlıklarımızı tamamlayıp konseri vereceğimiz Salamis Harabeleri’ne gittik. Konser saati yaklaştıkça Kuzey Kıbrıs’ın çeşitli şehirlerinden gelen yüzlerce dinleyicimiz açık hava tiyatrosunu doldurdu. Konser boyunca dillerde hem türküler hem de kardeşçe, hakça, eşit ve özgür bir yaşam isteği vardı. Türkçe, Yunanca, Kürtçe türkülerle halkların ortak mücadelesi ve kardeşliği haykırıldı. Bu kardeşliğin bir nişanıymış gibi halaylara duruldu. Adadan ayrılırken konser için emek harcayan dostlarımızla kucaklaştık. İkinci durağımız, sırtını Toroslara yaslamış bozkırın ortasında küçük güzel bir kasaba olan Niğde-Ulukışla. Ulukışlalılar ve çevre köylerden gelenler büyük bir sıcaklıkla karşıladılar bizleri. Aralarında Yorum’u hiç tanımayanlar da vardı, daha önce hiç dinlemeyen de... Ama onlar bizi birleştiren, ortaklaştıran değerlere dayanarak kucakladılar bizleri. Bizi birer birer tanımasalar da, hatta hiç Grup Yorum dinlememiş olsalarda neden orada olduğumuzu biliyorlardı. Neyi temsil ettiğimizi, hangi umutları taşıdığımızı... Çocukların ve köy pazarında kiraz satan teyzelerin gözlerinde bunu görmek bizi hem duygulandırdı hem de heyecanımızı artırdı. Ulukışla’nın nüfusu beş bin altı yüz. Diğer ilçelerin ve köylerin katılımıyla konserin yapıldığı meydana yaklaşık altı bin kişi geldi. Çünkü bu türküler yabancı değil onlara. Genci yaşlısı herkes devrimcileri tanıyor, onları sahipleniyor. Bu yüzdendir ki Kızıldere türküsünün ilk notaları duyulur duyulmaz bütün meydan dalgalandı. Büyük bir alkış koptu. Ve altı bin kişi bu hiç unutmadıkları ve ezbere bildikleri bu türküyü hep bir ağızdan söyledi. Gençler Mahirler gibi olma arzusuyla coşkulu, odönemleri hatırlayan yaşlılarsa kendileri için ölüme giden bu delikanlıları anarak gururla eşlik ettiler. Gençler her zaman olduğu gibi sahnenin önünde kol kola, omuz omuzaydılar. Halaya durdular, marşlarda tek yumruk oldular. Konser sonunda bol bol sohbet ettik Ulukışlalılarla uzun yıllar görüşememenin hasreti bir türlü dinmiyordu ama bizim de yolumuz uzundu. Tekrar görüşmek üzere ayrıldık Ulukışla’dan. Günün ilk ışıkları Dersim dağlarına ulaşıp hava aydınlamaya başladığında Elazığ Ovası önümüzde uzanıyordu. Bu kez Dersim’e, çok tanıdık topraklara gidiyorduk. Grup Yorum’un Dersim’de onlarca konseri olmuştur ama bu kez farklı bir durum var. Ücretsiz bir halk konseri vereceğiz bu sefer. Konserin adı ise “Devrim Yürüyüşümüz Sürüyor”. Baskılara, operasyonlara, tutuklamalara rağmen yürüyüşlerini hiç ara vermeden sürdüren Dersimlilerle söyleyeceğiz türkülerimizi. Munzur Doğa ve Kültür Festivali’nin hemen öncesin-

de stadyumda ücretsiz bir konser vermek cesaret işi. Fakat buradaki arkadaşlar öyle yoğun bir çalışma yapmışlar, öyle emek harcamışlar ki; ilçelerden köylere konseri duymayan bir kişi bile kalmamış. Kelimenin gerçek anlamıyla dağ-taş konser afişleriyle, pankartlarıyla donatılmış. Dersim’e geldikten sonra ilk uğradığımız yerlerden biri, kardeşini toplu mezardan çıkarmak için mücadele eden ve süresiz açlık grevinin otuzlu günlerinde olan Hüsnü Yıldız’ın direniş çadırı oldu. Ali Yıldız bir devrimci, bir gerillaydı. Katledildikten sonra binlerce devrimci, demokrat, aydına yapıldığı gibi bir toplu mezara gömüldü. Ali Yıldız’ın cenazesinin bir toplu mezarda olduğu bilgisi geldiği günden sonra ağabeyi Hüsnü Yıldız ve Ali’nin yoldaşları harekete geçtiler. Biz de Hüsnü Yıldız’ın gayet haklı, insani talebine destek vermek, ona türküler söylemek için yanına gittik. Hüsnü abi bizi ayakta, büyük bir sevinçle karşıladı. Uzun uzun sohbet ettik, çay içtik. Hüsnü abi kendisine Anadolu’nun ve dünyanın dört bir yanından gelen destekten bahsetti. Konser günü erkenden Dersim Atatürk Stadyumu’na gittik. Sahnenin iki yanında Ali Yıldız’ın ve devrimci mücadelede düşenlerin fotoğrafları vardı. Gün karanlığa kavuşurken, sahne ışıkları yandı ve alkışlarla sahneye çıktık. Dersimliler bizleri, biz onları alkışlıyorduk. Ellerimiz birbirine karıştı. Kardeşliğimizi, mücadelemizi alkışlıyorduk. Munzur suyu bizi alkışlıyordu, stadı dolduran binlerce kişiyi. Dersim dağları bizi alkışlıyordu; Ali’yi, onun kavgasını sürdüren yoldaşlarını. Ve “dağlar sözümüz var, doruğunda izimiz var” diyerek başladık konsere. Coşku iyice arttı bundan sonra. Kıbrıs ve Niğde’den getirdiğimiz selamları ilettik. Akdenizden Toroslara, Toroslardan Munzura ortak düşümüzü ve mücadelemizi anlattık. Konserin sonlarına doğru sabırsızlık artıyordu. “Ceemo, Ceemo” sesleri duyulmaya başlamıştı. Dersim dağlarında şahan olmuş Cemolar için söyledik tek bir ses olup. Alkışlar, sloganlarla sona erdi gece. Samandağ konserine epey bir süre olduğu için konserden sonra Dersim’de kaldık. Bir günümüzü Hüsnü Yıldız’ın çadırında, ona destek olarak geçirdik. Bu hem bize hem de ona moral oldu. Gün boyu çadıra gelen ziyaretçilerle sohbet ettik. Hüsnü abinin günlük işlerinde ona yardım ettik. Akşam da çadırın önünde basına bir açıklama yaptık. Ve Dersim’den de ayrılık vakti gelmişti. Geride yoğun bir gündem içinde koşturan dostlarımızı bırakarak, Hatay-Samandağ’a doğru yola çıktık. Samandağ’da bunaltıcı sıcağa rağmen Evvel Temmuz heyecanı ve koşuşturması vardı. Bu çok eski bayramın içeriği son yıllarda politikleşmiş, günün sorunlarının tartışıldığı ve mücadelenin geliştirilmesine yönelik çalışmaların yapıldığı günler haline gelmiş. İlk önce; şehit ailelerimizden birisinin cenazesinin olduğunu öğreniyor ve oraya uğrayıp başsağlığı dilemeden geçmeyelim diyoruz. Harbiye’ye uğruyoruz. Konser deniz kenarında yapılacak, burası Türkiye’deki en geniş, en uzun kumsallarından biri. Sahne buraya kuruluyor. Bu arada şehirde başka etkinlikler de devam ediyor. Başka şehirlerden de birçok katılımcı var. Bu topraklar birçok yiğit yetiştirmiş, nice destanlara imza atan kahramanlar barındırmış. Her yere sinmiş onların izleri. Çocukların isimlerinde gözle-

AĞUSTOS 2011 | TAVIR | 9


rinde görebiliyorsunuz onları. Etrafımızda Yusuflar, Berdanlar koşuşturuyorlar; Bediiler, Erdinçler, Gülnazlar ellerimizden tutup bizi oyuna katıyorlar. Konser saati geldiğinde alanında yaklaşık otuz bin kişi vardı. Bu muazzam kalabalığa alışkın Samandağlılar. Bundan önce de böylesine kalabalık Yorum konserleri oldu buralarda. Ama yine de hem biz hem de dinleyenler oldukça heyecanlıydık. Yolculuğumuz boyunca yaşadıklarımızı, gördüklerimizi, konserlerimizi paylaştık. Yine farklı dillerden türkülerimizi söyledik. Arap diyarında olup da Arapça türküler söylememek olmaz. Le Beirut ve Haydi Tenruh’u büyük bir koroyla seslendirdik. Bir olumsuzluk vardı konserde, o da ses sisteminin bu kalabalığa yetmeyişiydi. Maalesef arkalardaki dinleyiciler istediğimiz ölçüde duyamadılar bizi fakat herkes o kadar büyük bir coşkuyla eşlik ediyordu ki şarkılara bu olumsuzluk kimseyi etkilemiyordu. Bir daha ki senelerde böyle bir şey yaşamamak için bir ders almış olduk böylece. Buradan ayrılmadan önce ölüm orucu şehitlerinden Yusuf Aracı’nın mezarını ziyaret ettik. Onun anısı önünde “Biz Ölüm Yok” dedik. Bir demet karanfil kucağında, uğurladı bizi Yusuf. Turnenin son durağı Tokat’a, Almus Dağlarına selam gönderdi. Anadolu’nun en verimli topraklarından Kazova’nın doğusunda yükseliyor Almus Dağları, bulutları aşıyor, kar sularıyla besleniyor ve bütün serinliğini bırakıyor dağ köylerine. Bir yanında Ordu bir yanında Sivas Dağları... Her yan yayla çiçeği, gelincik, yavşan otu... Ve bir zaman bu dağlarda yanan ateşlerin közü duruyor hala. Her koyakta, her patikada hissediliyor. Öğle saatlerine doğru Almus Barajı’nı geçerek Durudere (eski ismiyle Filtise) köyüne geldik. Filtiseliler, yayla şenliklerinin bu yıl ikincisini düzenliyorlar. Biz ilkinde de onlarla beraberdik. Biz de geçen

10 | TAVIR | AĞUSTOS 2011

yıldan tecrübeliyiz. Köye vardığımızda etkinlikler cevam ediyordu. Köy içindeki şenlik alanında yerel sanatçılar, ozanlar türküler seslendiryordu. Üç etekli kadınlar “Ellik” ve “Alaçam” oynuyorlardı. O gece köyde ağırlandık. Hava hissedilir derecede serindi. Ertesi sabah erkenden şenliğin yapıldığı “Sinebeli Yaylası”na gittik. Sahne bir gün öncesinden kurulmuştu. Erken saatlerde sanatçılar çıkmış, oyunlar ve semahlar başlamıştı. Burada dostlarla bol bol sohbet etme fırsatımız oldu. Yayla şenlikleri Türkmen geleneğidir ve yüzyıllardır sahiplenilir, sürdürülür. Kimi şenlikler yozlaştırılıp gericileştirilse de bu şenliklerin gerçek içeriği, yani köylülerin dayanışması, imecesi, sosyal ve ekonomik değerleri unutulmuş değildir. İşte burada da köylüler çok iyi tanıdıkları devrimcilerle birlikte sahiplenip örgütlüyorlar bu şenliklerini. Konser başladığında sahne önü kalabalıklaştı. Şarkı aralarında sık sık sloganlar atıldı. Devrimciler anıldı. Yanıbaşımızdaki Kızıldere Köyü’nden de gelen misafirler de vardı şenlik alanında. Onlarla birlikte Mahirleri andık ve Kızıldere’ye de selam gönderdik. Haklıyız Kazanacağız marşı okunurken şenlik meydanında yumruklar sıkıldı, kocaman bir halka kuruldu. Konserlerimizde görmeye alışkın olduğumuz bu görüntü çok daha heybetli bir biçimde karşımızdaydı. Adımlar hızlı ve sert iniyordu toprağa: “Silahımız söyleyecek son sözü...” Konserden sonra biz de girdik Ellik oyununa, bütün köy, misafirler hep birlikte oynayarak bitirdik şenliği ve yine hep beraber traktörlerde, römorklarda türküler söyleyerek indik köye. Bu turne böylece sona erdi. Bir kez daha görmüş olduk ki, coğrafya ne olursa olsun; diller, kültürler ne kadar farklı olursa olsun, halkın yaşamı bir, derdi bir, acıları, yoksulluğu, kaderi bir. Bu turnede de sık sık vurguladığımız gibi biz ancak bizi birbirimize bağlayan köklü değerlerimize sarılırsak özgür ve mutlu olacağız. Biz o günlere dek türküler söylemeye devam edeceğiz. o


deneme

deneme

grup yorum gerillaları gülseren aydın

Dağlar bizi önüne katmış götürüyordu. Öylesine hızlı, heyecanlı varmak üzereyiz Dersim’e. Birkaç gün sonra Dersim’de, Yorum’un bir konseri olacak. Yine kucaklaşacağız Dersim halkıyla dağlar koynunda... Sahnemiz sırtını dağlara vermiş. Tam karşımızda yine dağlar, sağımızda, solumuzda dağlar. Nereye baksak dağlar, nereye baksak Ali... Ali Yıldız, 14 yıl önce kaybolan bir gerilla. Akıbeti bir süre önce ortaya çıktı. Meğer öldürülüp bir toplu mezara gömülmüş. Hitler’in torunları Ali ve katlettikleri diğer gerillaları bir çukura gömmüşler. Ali 14 yıldır orada... Bu acı gerçek ortaya çıkar çıkmaz ağabeyi Hüsnü Yıldız, Dersim şehir merkezinde çarşının ortasına bir çadır kurarak açlık grevine başladı. Konser olacağı gün otuzlu günlerinde olacak... Geçtiğimiz yollarda, barakalarda, köylerde, bir ağaçta Yorum’un afişleri el sallıyor adeta bize.

AĞUSTOS 2011 | TAVIR | 11


natın savaşçıları. Daha ne ola ki... Bir gerilla birliği gibi hazırlanıyorlar savaşa. Sazlarını akortluyorlar, son hazırlıklarını yapıyorlar, tepelerinden helikopterler geçiyor ve başlıyorlar dağların ortasında savaşa: “Dağlar sözümüz var/doruğunda izimiz var/dalga dalga geliyoruz artık...” Dalga dalga geliyor Grup Yorum gerillaları. Onlar günlerdir sarı-kırmızı önlükleriyle “türküler susmaz, halaylar sürer” diyerek devrim yürüyüşlerini sürdürdüler. Konser günündeyiz artık. Çim saha doluyor. Sahnede Ali Yıldız’ın gerilla kıyafeti üzerinde kocaman bir resmi karşılıyor gelenleri. Sanki bir dostu görmüş gibiyiz. Afişlere öyle bir güneş vurmuş ki renkleri solmuş. Ancak ısrarla gülümsüyorlar bize, “hoşgeldiniz” der gibi.

“Hoşgeldiniz” diyor Ali.

Arabanın penceresinden sarkarak bağırasım geliyor: “Haberiniz var mı dağlar, devrim yürüyüşümüz sürüyor!”

Bu dağlarda izim var. Bu kavga türkülerini söyledim ben dağlarda. Kaybolmadım. Yitip gitmedim. Sizlerle birlikteydim hep. Atıldığım o çukurda hep sizi bekledim. Geldiniz demek... Hoşgeldiniz, safalar getirdiniz. Bugün bayram günüdür. Hasretin dineceği gün de gelecek. Siz varsanız çünkü, halkım var...”

Konserimizden kurdun kuşun bile haberi var. Kavga türkülerini haykıracağız hep bir ağızdan, dağlar halaya duracak. Haberiniz var mı dağlar, Ali’mizi alacağız! O’nu omuzlarımızın üzerinde taşıyacağız. Kırmızı bayraklara saracağız. “Bize ölüm yok!” diyeceğiz. Haberiniz var mı hey dağlar...

“Ben halk savaşçısı Ali Yıldız.

Herkes Ali’nin gözlerine bakıyor. Ali dağlara sevdalı. Ve ateeşşş diyor devrimci birliklere Ali, Ateşşş! Munzur Dağı patlıyor, Cemo patlıyor art arda. Ve Çav Bella...

Pertek’teyiz... 60 yaşlarında bir ana ile dertleşiyoruz. Oğlu 8 sene önce PKK saflarında şehit düşmüş. Derdini kucak kucak döküyor yüreğime. Oğlunun mezarına gidiyoruz birlikte. Hemen yanında Kenan Mak yatıyor. Mezarlarına su döküp, mum yakıp helalleşiyoruz. Onlara Ali’yi anlatıyorum. “Ali’yi alacağız” diyorum. “Sizin gibi bir mezar taşı olacak, üzerinde kahramanlar ölmez yazacağız” diyorum. Yüreği yanık ana bana bakıyor. Ve birden soruveriyor: “Grup Yorum’un gerillası var mı?” Hiç beklemediğim bu soru karşısında şaşırıp kalıyorum. Yorumculara bakıyorum. Gözleri umut dolu. Yorumculara bakıyorum, asırlar ötesinden geliyorlar, bakışlarında Pir Sultan. Yorumculara bakıyorum, dağlara bakıyorlar. Yorumculara bakıyorum, sırtlarında silahları: Gitar, bağlama, flüt... Savaşın tam ortasında devrimci bir birlik gibiler. Bir gerilla birliği gibi kucaklaşıyorlar halkla. Grup Yorum diyorum... Evet onlar gerilla. Var ana onların gerillası var, onlar gerilla... Onlar devrimci sa-

12 | TAVIR | AĞUSTOS 2011

“eğer ölürsem ben partizanca çav bella çav bella Sen gömmelisin ellerinle beni ellerinle toprağıma” diyor Ali. Grup Yorum gerillaları halaya duruyor. Aklıma yine şehit anasının sorusu geliyor: “Grup Yorum’un gerillası var mı?” Sahanın içinde halaya duranlara bakıyorum. Sol yumruk havada “türküler susmaz halaylar sürer” diyenlere bakıyorum. Sahnenin önünde sürekli haykıran kırmızı önlüklü gençlere bakıyorum. Başlarında yıldızlı berelerle... “Evet ana var, Grup Yorum’un gerillası var” diyorum, “burada 10 bin kişi var, 55 bin kişi, 150 bin kişi, yarın ise milyonlar olacak. Ve vuracak dağlardan, şehirlerden gerillalar. Ülkemiz özgür olana dek.” O zaman haydi şimdi “Ateeeşşşş”...o


şiir

şiir

açlığın kardeş kokusu deniz korcan

dersim dört dağ içinde dağlar var oğul saklı içinde dersim'de çarşı içinde bir çadır kurulu açlık kokar seni düşündükçe göğümde yıldızlar kanar dersim'in gözleri ne renktir Ali? kaç renktir çiçekleri açlığa düşen bedenleri sana hasret türkü yakar dersim'in gözlerinden yıldızlar akar dersim'in ortası çarşı bir çadır kurulu dağlara karşı bir ana oturur içinde acı bir yanı bir oğuldur açlık kokar bir yanı çiçektir hasret açar kardeş kokar açlığın nefesi gözlerinden direnç akar

AĞUSTOS 2011 | TAVIR | 13


deneme deneme

bu maçı alıcaz başka yolu yok (mu?) paluri arzu kal demirçi

"Trabzonspor’u tutmak sadece o yörenin çocuğu olmakla açıklanabilecek milliyetçi bir davranış değildir. En güçlülere karşı koyan ve herkesi yenen hayali kahramandı. Öyle bir kahramandı ki statükoyu bile devirmişti. Bendeki Trabzonspor sadece futbolu temsil etmiyor, zaten etmemeli de... Trabzonspor, Türkiye’de sürekli şampiyon olanlar dışında olan her şeyi temsil ediyor. Statükonun karşısında yer alması, statükoyu parçalaması, güçlülere karşı güçsüzlerin var olduğunu ve

14 | TAVIR | AĞUSTOS 2011

onların da bir şeyler yapabileceğini göstermesidir. Şimdi modern zamanların birtakım ilişkilerini yaşıyoruz. Trabzonspor, modern zamanların kendine dayattığı ilişkilere girdiği andan itibaren çöküşü de başladı. Biz, varlığımızı anlamlandıran değerlerimizi unutmaya başladıkça ne anlama geldiğimiz de anlaşılmıyor. Eğer kendimizi üç büyük kulübün yanında dördüncü kulüp olarak adlandıracaksak, alınacak şampiyonlukların da bir anlamı olmayacak. Trabzonspor olarak, o eski değerlerimizin peşinden koşmalıyız. Aslında futbol, dünyanın en kolektif toplu hareket ve eğlence biçimidir. Ancak hangi güçlerin elinde olduğu çok önemlidir. Ve bugün de kötü niyetli kişilerin elinde olduğundan, futbol zarardır... Futbol üstünden siyaset yapanlar, ihaleler alanlar, inşaatlar yapanlar varsa, futbol içinde çok günah barındıran bir gerçek olarak karşımızda durmaktadır. Bunlara rağmen futbolu çok seviyorum ve Trabzonspor’u tutuyorum. ” Kazım Koyuncu (Trabzon Dergisi10/05/2004-Aytekin AKAY)


İnsanların özellikle son 30 yıldır futbol denen afyonla bilinçli uyuşturulması ve futbolun ticari bir sektör olarak bir rant kapısı haline geldiği noktada dünyada ve Türkiye’de bu sektörde en çok kazananlar kimler? 1. Messi 31 milyon Euro 2. Cristiano Ronaldo 27.5 milyon Euro 3. Manulu Wayne Rooney 20.5 milyon Euro Dünyadaki en pahalı futbolcularda ilk üç sıra bu şekilde. Hocalarda ise lider, yıllık 13.5 milyon Euro kazancı ile Portekizli teknik adam Jose Mourinho. İkinci sıradaki Guardiola’nın geliri ise yıllık 10.5 milyon Euro. Benitez ise 10.2 milyon Euro ile 3.sırada. 1. Arda Turan / Galatasaray - 16 milyon Euro 2. Diego Lugano / Fenerbahçe - 13.4 milyon Euro 3. Elano / Galatasaray - 12 milyon Euro Türkiye’deki en pahalı futbolcularda ilk üç sıra bu şekilde. Hocalarda ise Fatih Terim en çok kazananların başında geliyor. 1996 yılında yıllık 850 bin dolar alan Terim, 15 yıl sonra Galatasaray’ın başına yıllık 2.8 milyon dolara döndü. Galatasaray’daki ikinci dönem görevinden ayrıldıktan 1 yıl sonra Milli Takımın başına geçen Fatih Terim, Türkiye Futbol Federasyonu’ndan aylık 110 bin TL maaş aldı. Yıllık 1 milyon 320 bin TL (1 milyon dolar) alan Terim’in maaşına 2008 yılında zam yapıldı. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde tartışılan bu zamla Fatih Terim’in maaşı 260 bin TL’ye yükseltildi. Böylelikle Terim’in yıllık ücreti 3 milyon 120 bin TL’ye (1.8 milyon dolar) çıktı. Fenerbahçe ve Trabzonspor’un teknik direktörlerinin yıllık ücretleri de hemen hemen aynı. Fenerbahçe Teknik Direktörü Aykut Kocaman takımından yıllık 1 milyon dolardan fazla para alıyor. Trabzonspor’un Teknik Direktörü Şenol Güneş’in de primler dışında yıllık net kazancının 1 milyon doları geçtiği belirtiliyor. Beşiktaş’la yeni sözleşme imzalayan Tayfur Havutçu’nun ise yıllık ücreti henüz açıklanmadı.

liğin bir yansımasıdır. Türkiye’de futbolun kemikleşmiş üç büyükleri var. Bu üç kulübe havuz sistemi, vergi imtiyazları, kamu borçları için uzlaşma, basın ve federasyondaki adaletsiz uygulamalar gibi konularda haksız imtiyazlar sağlandığı herkesin malumudur. Bu üç büyük köklü kulüp dışında bir Anadolu takımının şampiyonluk yarışına ortak olması, bunlara kafa tutması ve aşık atması kolay rastlanır bir durum değildir. Çoğu zaman da farklı güç dengeleri ortaya çıkar ve rüzgar birilerinin istediği yerden eser. “Bizim üç kulübümüz için futbolcu yetiştirme hiçbir zaman önemli bir amaç olmamıştır. Anadolu takımlarında gözlerine kestirdikleri futbolcuları parayla, şöhretle kandırıp aklını çelerler. Bazen de futbolcuları transfer dönemi öncesi kaçırıp gözaltına alırlar ve imza attırırlar. Medyada sesleri hep ön plandadır. Televizyon yayınlarından aslan payını bunlar alır. Bir Anadolu takımına yenildiklerinde tüm medya ve özellikle bu kulüplerin amigo yazarları akıl almaz bahanelere sığınırlar, hakemlere yüklenirler. Maçlarda bu üç takım aleyhine kolay kolay düdük çalınmaz. Tersi olursa günlerce gazetelerde ve medyada talihsiz hakemin özel hayatına kadar her şey didik didik edilir. Federasyon yönetiminde bu takımların temsilcileri vardır. Yine bu takımlar devlete vergi borçlarını pek ödemezler, ikide bir bunlar için özel indirimli vergi tarifeleri yürürlüğe girer ya da ödeme kolaylığı getirilir, borçlar zamana yayılır. Devlet bunlara karşı yumuşak karınlıdır. Gazetelerde belirli bir takıma endeksli amigo yazarlar bulunmaktadır. Görevleri takımla ilgili, taraflı bilgi aktarmak ve yorum yapmaktır…” (Prof. Dr. Metin Kazancı. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi) Gelinen noktada, geçirilen süreç gözlemlendiğinde bunun bilinçli bir yönlendirme olduğu açıkça görülebilecektir. 1980 sonrası birçok alanda başlayan yozlaşmanın en be-

Bahsedilen rakamların en düşüğü yıllık 1.000.000 Amerikan Doları, yani 1.650.000 TL, yani yıllık net asgari ücretin 218 katı. Bahsedilen rakamların en yükseği ise 31.000.000 Euro, yani 71.920.000 TL yani yıllık net asgari ücretin 9.513 katı. Rakamlar dudak uçuklatacak türden. Bu kadar büyük paralar dönen bu spor nasıl bir ticari sektör haline geldi? Her şeyden önemlisi bu yüksek rakamlar için her yol mubah mı oldu? Bu maçı alıcaz başka yolu yok (mu?) Tarihsel olarak baktığımızda futbolun İngiltere’de ortaya çıkış ve ilk kitleselleşme döneminde bir işçi sporu olduğu gerçeği yadsınamaz. Kriket ve polo gibi masraflı aristokratik sporlara oranla çok daha az masraflı, kuralları daha net ve anlaşılır olan futbolun oynanma biçimi de fabrikadaki kolektif-

AĞUSTOS 2011 | TAVIR | 15


lirgin olduğu konulardan biri de spor, özelinde futboldur. “Ne sağcıyım ne solcu, futbolcuyum futbolcu” sözü temel ilke edinilmiştir. Toplumsal muhalefetten ve örgütlenmeden uzaklaştırılan gençler depolitizasyon sürecinde bilinçli olarak futbola yönlendirilmiş, futbolla beyinleri bilinçli olarak uyuşturulmuştur. Bu süreçte ekmek kavgası yerine taraftarlık bilinci ön plana çıkarılmış, farklı takım taraftarları arasında kin ve nefret yaratılmış, taraftarlar birbirlerine karşı tahammülsüz ve saldırgan hale getirilmiştir. Yaratılan kutuplaşma ile insanlar tuttukları takım renklerine göre saflaşmış ve taraftarlığı her şeyin üstünde, baş değer olarak ortaya çıkarmıştır. Emekçiler futbol fanatizmi kullanılarak ırkçı-faşist-milliyetçi bir düşmani politikanın merkezinde bırakılmışlardır. Askeri yönetim gençleri “terör belasından” uzaklaştırmak için futbolun çekiciliğinden yararlanmış, depolitizasyon sürecinin sağlanması için futbol ve futbol sahaları kullanılmıştır. Toplumu düzen ve intizam içinde tutma düşüncesi futbol sahalarına da sirayet etmiş ve stadyumları dolduran taraftarların nasıl davranmaları gerektiğinden, saha içindeki futbolcuların sakal-bıyıklarına kadar pek çok alanda etkili olmuştur. Dünyada eşine az rastlanacak bir kararla Ankaragücü’nün Evren’in talimatı ile birinci lige alınması da yine bu dönemde gerçekleşmiştir. 12 Eylül’ün Türk spor medyasına etkisi, haberlerin askeri bir dil, militarist bir söylem kullanılarak verilmesi biçiminde bugün de hala devam etmektedir. … 1980’li yıllar futbolun iktidar tarafından ön plana çıkartıldığı ve futbolun siyasetin boşalttığı alana ikame edilmeye başlandığı yıllar olmuştur. Bu dönemde uygulanan neo-liberal politikaların geniş kitlelerle buluşmasında futboldan da yararlanılmış ve bu oyun üzerinden yaratılan gerçeklik kurgusu (medya-iktidar partisi-futbol otoritelerinin etkisi ile) aracılığıyla yeni ekonomik anlayışa uygun bir çerçevede örgütlenmesi sağlanmıştır. Futbolun bu aşamaya getirilmesinde Türkiye’nin Özal hükümetleri sonrasında tanıştığı tüketim toplumu anlayışı ve bu anlayışın değerlerini içeren politikaların uygulanması yatmaktadır. … 12 Eylül yönetiminin futbolun yaygınlaştırılmasını amaçlayan uygulamalarını kaldığı yerden sürdürmeyi görev edinen ANAP, her alandaki ‘iş bitirici’ anlayışını burada da sürdürmüş ve o yıllarda ‘politik lig’ olarak adlandırılan 3.ligin kurulmasına karar vermiş ve kararını gerekli alt yapıyı oluşturmadan uygulamaya koymuştur. İstisnasız her kentin, büyük ilçelerin takımlarının bu ligde mücadele etmesinin sağlanması ile “herkes futbol sevdasına dalacak, kafalar başka hiçbir şey için yorulmayacaktır”(Kozanoğlu,169). Bu dönemde özellikle Güneydoğu illerindeki gençlerin ‘yıkıcı-bölücü’ faaliyetlerden uzaklaştırılması için bu yörelerdeki emniyet müdürleri; yöre takımlarının kurulmasının sağlanması için iktidardan destek isteyecekler ve bu destek sadece bu dönemde de-

16 | TAVIR | AĞUSTOS 2011

ğil daha sonraki yıllarda da katlanarak verilmeye devam edecektir. Futbola adeta toplumumuzu bir arada tutan tutkal işlevi yüklenmiş ve devlet gençleri ‘futbol’ kanalıyla kazanmaya çalışmıştır. Bunun sağlanabilmesi için de olağanüstü hal valileri, emniyet müdürleri devreye sokulmuş, terörün açtığı yaralar futbol ile sarılabilmesi için devletin her türlü olanağı seferber edilmişti. Tansu Çiller’in başbakanlığı döneminde Cizrespor yöneticileri başbakana gençlerin dağa çıkmasını engellemek için kulüplerinin küme düşmesinin engellenmesi gerektiğini bir mektupla anlatmışlar ve gereken yerine getirilmiştir. Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinin takımlarının 1. ligde yer almamasından kaynaklanan hassasiyet ile bu yöre takımları devletin en üst mercilerince desteklenmiş ve bu şekilde ilk önce Vanspor’un birinci lige çıkması gerçekleşmiştir. Vanspor’un birinci lige çıkarılmasında büyük emeği bulunan dönemin Van Valisi Mahmut Yılbaş, ki adı daha sonra Van şehir stadyumuna verilecektir, şu açıklamayı yapacaktır: ‘Bu zaferle ülke ve dünyada kuru bir kimlik peşinde koşmanın ne kadar hayal olduğunu ispat ettiniz. Terörü unutturup halkı birlik ve beraberliğe sevk ettiniz. Size ne kadar teşekkür etsek azdır. Ne kadar öğünseniz hakkınızdır. Sizler birlik ve beraberliğin sancağını Van’a diktiniz.’” (Bir Meşrulaştırma Aracı Olarak Futbolun Türkiye'de Son 25 Yılı / Ahmet Talimciler) 80 Sonrası nesilde öncelikle futbolcu olma hevesi, ardından holiganlığa varan taraftarlık ve hiçbir toplumsal olaya, yaşadıkları açlık, sefalet ve yoksulluğa tepki göstermezken bir maç galibiyeti ya da şampiyonlukta çılgınca sokaklara dökülme ve karşı takımın taraftarlarıyla adeta savaşma en çok yaşanan durumlardır. Zaten egemenlerin istediği tam olarak da budur. Bu kutlamalarda her türlü taşkınlık serbesttir. Hiçbir güvenlik birimi müdahale etmez. Sokaklar trafiğe kapatılır, insanlar sokaklara dökülür ama olsun ne de olsa tek dertleri futbol ve kazanılan şampiyonluğun kutlanmasıdır. Bu durum egemenleri rahatsız etmez hatta işlerine gelir, daha önemli birçok konu bu kutlamanın gölgesinde kalacak ve unutulacaktır. İnsanların birincil sorunları ya da ilgilendikleri futbol olmuş ve kendileri ile ilgili en önemli sorunlara bananecilikle yaklaşan insanlar futbolla yatar kalkar olmuştur. Emeklerinin sömürülmesi, adaletsiz ve eşit olmayan yaşam şartları, kıt kanaat geçim zorluğu, sağlık ve eğitim gibi en temel ihtiyaçların parasız karşılanması gereken en temel vatandaşlık hakkı olduğu halde parasız eğitim istedikleri için gençlerin aylarca haksız yere tutsak edilmeleri ve yaşamdan koparılmaya çalışılmaları bir yana herkesin en büyük derdi nedense futbol fanatizmidir. Evet gelinen noktada bu bir fanatizm halini almıştır ve tehlikeyi görmezden gelmek kuma kafasını gömen devekuşundan farksız durumda olmaktır. Bu fanatizm kendisi ticari bir sektör oluşturduğu gibi birçok


yan sektör de yaratmıştır. Futbolcular ve teknik adamlar yazının başında belirttiğimiz astronomik rakamlara, en fazla parayı veren takıma transfer edilmekte ve çoğu zaman bu durum açık artırmalara dayanmaktadır. Bu rakamlar bu insanların emeğinin karşılığı mıdır? Onların emekleri mi çok değerlidir, yoksa bizimkiler mi çok değersiz? Maçların stadyumlarda izlenmesinde astronomik bilet fiyatları, biletlerin çoğu zaman karaborsaya düşmesi, içkili içkisiz kafeteryalar ile kahvehanelerde maçların toplu gösterime sunulması ve özellikle derby olarak adlandırılan maçlarda yeri ve konumuna göre çok yüksek bedellerle maçların izlettirilmesi yeni yeni rant kapıları yaratmıştır. Futbol Federasyonu tarafından yapılan ve 2010-2011 sezonundan itibaren dört sezon için televizyon yayın hakları konusundaki ihaleyi Digitürk kazanmış ve canlı yayın hakları için 321 milyon dolar ücret ödemiştir. Futbolun uzantısı olarak oluşan her bir rant kapısındaki rakamlar hiçbirimizin ömür boyu çalışarak bir arada görebileceği meblağların yakınından dahi geçmemektedir. Evlerinde maçları canlı izlemek isteyenler o yıl gösterim hakkını elde eden kanala yıl boyunca aylık abonelik ücreti ödemek durumundadırlar. Gelinen bu tutkulu ve hırslı taraftarlık noktasında başka bir rant kapısı daha oluşacaktır. Takım “store”ları. Bu da taraftar forması, çakmağı, tokası, bayrağı, hatta iç çamaşırları gibi saymakla bitmeyecek aksesuar ve giysilerin, formaların satıldıkları dükkanlardır. Sırf tutulan takımın renkleri ve logosu olduğundan gerçek değerinin katbekat fazlasına satılan bu ürünler özellikle de şampiyonluğa oynanan zamanlarda hele bir de şampiyon olunduktan sonra çılgınlar gibi satın alınmakta, kitleler korkunç bir tüketim çılgınlığına itilmektedir. Çocuğu olan fanatik bir taraftar öncelikle bebek odasını takımının renkleriyle hazırlar ve mutlaka bebeğe zıbın, tulum gibi bebek giysileri taraftar mağazasından alınır. Çünkü o bir “doğuştan fanatik!”tir. Okul çağına gelindiğinde çantası, kalem kutusu, ayakkabısı, giysileri gibi doyumsuz ve sınırsız tüketim çılgınlığı bebekliğinde ailesinin başladığı gibi devam eder.

Spor kulüplerinin hisselerinin bir kısmının halka arz yoluyla borsa sistemine katılmasıyla ayrı bir kar kapısı oluşmuş olmaktadır. Reklam veren firmalardan alınan sponsorlukla, bahis sektöründeki oyunlardan kulüplere belirli pay verilmesiyle de kulüpler hızla ve sporun bire bir içinde olmayan yan sektörlerden para kazanmaya başlamışlardır. Bunun yanında loto, toto, iddaa gibi şans oyunları ile insanlar bu sektör üzerinden kolay yoldan para kazanmaya teşvik edilmekte ve yine futbola dayalı diğer bir rant kapısı gelişip yerleşmektedir. Dar gelirliler izledikleri ve hayran oldukları milyon dolarlarca paralar kazanan bu futbolcular gibi rahat bir hayat sürebilmek için çalışıp emekleriyle bunu elde edemeyeceklerine göre yapabilecekleri tek şey şans oyunlarından medet ummaktır. Ezilen ve sömürülen emekçi kesim futbol ile uyuşturulmaya çalışılmakta, ezen ve sömürenlere başkaldırıp haklarını aramaktansa futbol ile eğlendirilmekte ve asıl sorunları unutturularak taraftarlar arası kavgaya ve kolay para kazanma hır-

AĞUSTOS 2011 | TAVIR | 17


sına itilmektedir. Bu da faşizmin güçlenmek için başvurduğu en önemli yöntemlerdendir. Futbol takımlarının taraftar telefon hatları, “aradıkça takımın kazansın” sloganlarıyla bir diğer sektörü işaret etmektedir. Bankalar da bu fırsatta geri kalmamış ve spor kulüplerinin renk ve logolarıyla hazırlanmış taraftar kredi kartlarını sunmuştur. Kapitalizm sınır tanımaz ve aklın alabileceği her şeyi paraya çevirme konusunda korkunç bir beceriye sahiptir. Ne de olsa gölgesini satamayacağı ağacı kesecektir. Oysa bu ağacın değil gölgesi, ağaca giden her bir toprak zerresi paraya dönüştürülebilmektedir. Sadece spordan oluşan gündemleri ile spor gazeteleri çıkmıştır. Tüm gazeteler ve özellikle spor gazeteleri önemli maçlar sonrası, bazen insanları faşist söylemlerle gazlayan, bazen birbirlerine karşı kışkırtan, bazen maç yapılan yabancı ülke takımlarını aşağılayan manşetler bulma konusunda birbirleriyle yarışmaktadırlar. “Biz büyük milletiz”, “Avrupa’nın En Büyüğü Biziz”, “Naber Dünya! İşte Türk İşte Türkiye, Dünya Deviyiz”, “İşte Türkün gücü, Ne Güzel Bir Şey Türk Olmak” “Çılgın Türkler Viyana’da”, “Bir Türk Destanı”, “Hilal Parlıyor”, “İşte Türkün Gücü”“Bu şampiyonada şunu gördük ki, millî takımın coğrafyası Türkiye ile sınırlı değil… Avrupa, Balkanlar, Orta Asya’daki Türk Cumhuriyetleri ve Kuzey Afrika’dan Arabistan’a bütün İslâm Dünyası kapsama alanımızda!”(!) Gazete manşetleri gibi stadyumdaki tezahüratlar da ya sinkaflı küfürlerden, ya da karşı takımla alay etmekten ibarettir. Tabii hakemler de bu küfürlerden payını alır. Binlerce kişinin tek ses küfür etmesi nasıl bir yozlaşmadır? Küfürlü tezahüratların yanında insanları tamamen kavgaya ve saldırganlığa yöneltenler de vardır. Bunların en bilineni ve yaygın olanı “Vur, kır, parçala, bu maçı kazan”dır. Bu söylem hem sahadaki futbolcuyu daha sert ve saldırgan oynamaya hem de izleyicileri karşı takım taraftarına karşı kışkırtmaktadır. Spor yazarlığından sonra spor yorumculuğu diye bir meslek de türemiştir. Bunlar çoğu kez eski futbolcular, hakemler ya da teknik adamlardır. Kendilerini film artisti sanmak mümkündür çünkü havaları bunu çağrıştıracak cinstendir. Bir de işin magazin boyutu vardır. “Televole” gibi magazin programlarında ünlü futbolcuların aşk kaçamakları, gittikleri gezdikleri tatil köyleri, barlar, giydikleri pahalı giysiler ve kullandıkları son model arabalar insanlara izlettirilmektedir. Dalga geçer gibi “sizin tutkunuz, hırsınız ve ilginizle bu insanlar işte bu hayatları yaşıyor” denmekte fakat ne yazık ki insanlar öylesine yozlaştırılmış ve uyuşturulmuş ki bunu anlayacak yerde bu gösterilenleri de büyük bir ilgi ve merakla takip etmektedirler. Bu programların hazırlanması ve sunulmasının ve bunlar üzerinden kazanılan paraların yine bu sektörün dolaylı, yan kolları olduğu bir gerçektir. Bin türlü kapitalist çarkın tıkır tıkır döndüğü, aynı zamanda kara para aklama, vergi kaçakçılığı, hile ve şike gibi dolap-

18 | TAVIR | AĞUSTOS 2011

ların çevrildiği bu sektörde fanatizmi yoksul ve ezilen emekçi kesim yaşamakta başroldekiler ise en çok parayı veren rengi, giydikleri formanın değil, aldıkları paranın rengini sevmektedir. Ergenekon, Balyoz ve artık neredeyse literatürde sözcük bırakmamacasına yüzlerce kelimeden oluşan operasyonların bir benzeri şeklinde, bir anda kamuoyu gündemine düş(ürül)en Şike Operasyonu’nu yukarıda anlattığımız gerçeklerin dışında düşünmek en hafif deyimiyle cahillik olur. Olay çok boyutludur. Hukuki ve sporla olan yanı malum. Peki madalyonun diğer yüzü neyi gösteriyor acaba? Her yanıyla kirlenmiş bir sistem, böyle animasyonlarla safralarını atıyor ve temizleniyor, Ergenekon’la demokrasinin önü açılıyor, Balyoz’la darbeciler derdest ediliyor kazanan yine demokrasi oluyor, İsrail’e “One minute” denilerek Filistin kurtarılıyor, daha basılmamış kitaplar evler basılarak bilgisayarlardan silinerek vatandaşın beyninin yıkanmasının önüne geçiliyor; yasal dernekler, dergiler sabaha karşı basılarak maazallah yurttaşların teröristlerce kışkırtılması engelleniyor!!! öyle mi? Bütün bunlar, faşizmin gerçek yüzünü gizlemenin, oynanan demokrasicilik oyununun artık iyice teşhir olmuş, klasikten öte bir hal almış varyasyonlarından başka bir şey değildir. “Bu maçı alıcaz başka yolu yok” şiarından hareket eden sistemde, içinde şike de dahil her yol mubahtır! o


deneme

deneme

sesimizi duyan var mı? naci toros

1... Ağustos'un sıcağında büyük bir gürültü ve korku ile uyandık yataklarımızdan. Yerin derinliklerinden bir uğultu duyuldu, sonra sallanmaya başladık. Her şey üzerimize geliyordu. Kimimiz kurtardı canını, kimimiz kaldı göçük altında. Günler, haftalarca yıkıntılar arasında aradık komşularımızı, kardeşlerimizi, sevdiklerimizi… "Sesimizi duyan var mı?" haykırışı ile yankılandı Marmara semaları ama bir yanıt alamadık sorumuza. Ölüm kuyularından çıkardık kimilerini; kimine bir mezartaşı bile yapamadık, kimilerinin izine bile ulaşamadık. Peki ya bir canı ile göçük altından sağ çıkmayı başaranlarımıza ne oldu dersiniz? “Nasılsa canları sağ, gerisini yeniden yaparlar, bir sahip çıkan bulunur” muydu? Yıllarca canımız sağ olsun demeyi öğrendik kötülükler, felaketler karşısında. Yeter ki canımız sağ olsun yıkılanı yaparız alimallah deyip moralimizi bozmadık en zor şartlarda bile. 17 Ağustos'ta da bu zor gün sözlerini hatırlayıp onca acıya, yıkık altındaki yakınlarımıza, başımızı sokacak bir çatının olmamasına rağmen hayatımızı sürdürmeye çalıştık. Gidenlerimiz, kayıplarımız olsa da şu canım memlekette tek başımıza değildik nasıl olsa deyip sarıldık yaşama... Yaşam... Yaşamak... Yalnız olmamanın gücü ile tekrardan sarıldık yaşama 17 Ağus-

AĞUSTOS 2011 | TAVIR | 19


ruz: "Yeryüzüne çıkmamak kaderimiz mi?" Her sabah, “Acaba evime dönebilecek miyim?” kaygısı ile çıkarız kapıdan. Çocuğumuza, anamıza, babamıza her gün, “Acaba bir daha sarılabilecek miyim?” kaygısıyla sıkıca sarılırız. Sevdalımıza söylediğimiz her sözü “kısmet olursa” diye tamamlarız. Çünkü biliriz ki ölüm yerin altında bekler bizi. Adı kimi zaman grizu patlaması olur, kimi zaman göçük ama ille de gelen ölümdür. Patronun havaladırma deliği masrafından ucuz gördüğü hayatımızı gelip de alır ölüm. Ederimiz bir havalandırma sistemidir ya da bir duvar, patronun gözünde. Bunun için ucuzdur ölümümüz.

tos'un yıkıntıları arasında. Beraber olmanın gücü; sevdiklerimizi toprağa vermenin de, enkaz altında kalmanın da, her şeyimizi kaybetmenin de yaşattıklarından daha büyüktü. Güç olduk birbirimize. Bu güçle sarıldık yaşama. Umut ettik, bunca yıl hizmet ettiğimiz, sahiplendiğimiz devletimiz bizi bu zor durumda sahiplenir diye bekledik. Kumanyalar dağıtıldı, Kızılay çadırları kuruldu, yaşlıların yarası sarıldı, prefabrik evler kuruldu... Başımızı sokacak bir yer, içecek bir tas çorba bulduğumuzu, devletimizin "Sesimizi duyan var mı?" çığlığımızı duyduğunu sandık. Çocuklar gibi sevindik ama bu sevincimiz uzun sürmedi. Bir gün yanıldığımızı gördük, kapımıza devletin polisi dayanıp da "Çıkın, boşaltın" dediğinde. Bu hak mıdır, reva mıdır bize? Bir ana-baba gibi kollarının altına sığındığımız devlet bunu yapar mıydı halkına? Bir ana nasıl ki evladını zorluklar karşısında tek başına bırakmazsa, baba diye belletilen devletten de aynısını bekledik. Ama yaşadıklarımız bize babamız diye bildiğimizin düşmanımız olduğunu gösterdi. Tırnaklarımızla kazıp çıktığımız enkazdan niye çıktın diyor bize... Peki gerçekten çıkmış mıydık o enkazın altından? 2... "Sesimizi Duyan Var mı?" Sesimizi duyurmak için yerin derinliklerinden haykırıyoruz. Zonguldak Karaelmas'tan Karadon Madeni’nden, Balıkesir madenlerinden... haykırıyoruz:

Yer üstünde etimizi yiyen akbabalar, ölümüz toprağın altındayken, yerin kilometrelerce altında bizi bulan bu ölüme “kader” diyor. Yerin derinliklerinde bizi bulan bu ölümler kaderimiz midir gerçekten?... Değildir elbet. İşte şimdi bu yazgımızı değiştirmek için söylüyoruz şarkımızı: "Yerin derinliklerinden geldiler Ellerinde susmak bilmeyen bir yer altı güneşiyle Ne kadar diplere bastırılsa O kadar boğulmak bilmez yankısıyla yüreklerinin Ağır ağır geldiler..." Geldik yeryüzünün sıcak ve aydınlık diyarına ve şimdi tekrar söylüyoruz: "Sesimizi duyan var mı?" 3... Evet sesinizi duyuyoruz yeraltından seslenen madenciler, depremzedeler ve bilcümle ezilen halklar. Duyuyoruz, emek emek kokan nefesinizle yayılan sesinizi duyuyoruz. Duyuyoruz çünkü sizin sesiniz bizim sesimiz. Biz siziz. Ama duymayanlar, duymak istemeyenler var sesimizi. Sesimize kulak tıkayanlar var. Devlet-i Ali duymuyor sesimizi. Korkuyor sesimizden. Bu korkuyla yaşıyor yıllardır. Bizim sesimizin gücüdür onun korkusunu büyütecek olan. Sesimizin gücü titretecek onun korku kalelerini. Onun için hep bir ağızdan diyoruz ki onlara: Siz bizim sesimizi duymasanız da biz sesimizi duyuracağız size. Aç kulağını ve iyi dinle ezilenlerin sesini. Bir gün sen de kalacaksın göçük altında. Ve o zaman senin sesini duyan olmayacak. Ağa babaların; yardımına gelemeyecek duyup da senin çığlığını...

"Sesimizi duyan var mı?" Canımızı emanet ettiğimiz baretlerimiz kafamızda bağırıyo-

20 | TAVIR | AĞUSTOS 2011

Çünkü biz 70 milyon emekçi, en gür sesimizle "Bu Vatan Bizim" diye haykırıyor olacağız. o


deneme

deneme

ölüler konuşur mu? kemal caner

Günlerdir çaresizlik içinde başucumda bekliyorlar. Son umut da yok olup gitti. Annem, babam, yoldaşlarım günlerdir çok acı çekiyorlar. O kadar çok tanıdık insanı bir arada daha önce görmemiştim. İşin en acı yanı da; ben avazım çıktığı kadar bağırıyorum ama kimse bir tepki vermiyor. Tek görebildiğim ne kadar çok gözyaşı döküldüğü... Binlerce yoksul insanı olimpik buz pistinde daha önce hiç görmemiştim. İşin doğrusu ben de hayatımda hiç buz pistine gitmedim. Bizim eve yakın olan bu buz pistinin önünden yüzlerce, belki de binlerce kez geçtim. Ama hiç merak edip de içine girmedim. Zaten merak etmeye de zamanım yoktu. Ev, okul, dergi dağıtımı derken günler hızlı ve dolu dolu geçiyordu. Şimdi bu buz pistinde iki ablam ve bir de amcamın kızıyla beraberiz. Normalde buzların soğuk olması gerek. Ama burada ben de dahil, insanların hepsi soğuk ve buzlar sımsıcak. O kadar sıcağa rağmen buzlar erimiyorlar. Ben hikayeme buz pistinden hikayemin sonundan başladım. Siz hikayemi okudukça daha rahat anlayacaksınız. Buz pistine ilk beni getirdiler. Daha sonra Aynur, Kadriye ve Selma’yı… Dikkatinizi çekmek isterim buraya; kendimiz gelmedik, bizi getirdiler. Şimdi burada dört kız kardeş ve binlerce insanız. Biz hayatımızı acılarımızın içine gömdüğümüz için acının dışındayız. Yani bir nebze olsun acı hissetmiyorum. Ama sevenlerimizin acı çektiğini, çok acılar çektiğini görüyoruz. Me-

AĞUSTOS 2011 | TAVIR | 21


sela babamın saçları birkaç günde beyazladı, annemi anlatmaya gerek yok, hala kendine gelmiş değil. Sizce ölüler konuşur mu? Ya da ölüler konuşursa kim duyar? Biz sizleri duyuyoruz. Ne olur siz de duyun bizi. Önce biraz Selma’yı anlatayım. Selma benim bir büyüğüm, Kadriye evin en büyük kızı. Selma ve Kadriye’nin arasında Mehmet abim var. Aynur da amcamın kızı olur. Ben de evin en küçük kızı olurum. Selma ablam küçükken bir hastalık geçirmiş. Ve felç kalmış, sadece görebiliyor ve duyuyor. Elleri ve ayakları tutmuyor, birkaç anlamsız kelimenin dışında konuşamıyor. Herkese anlamsız gelen o birkaç kelimeyle bizlere çok şeyler anlatıyor. Bu kelimeleri sizlere aktaramayacağım. Selma’nın gözleri yıldızlardan daha parlak, pırıl pırıl parlıyor. En mutsuz olduğum anlarda Selma’nın gözlerine bakarım. Babam yıllardır Selma’yı doktor doktor gezdirir. Hemen hemen götürmediği doktor kalmamıştır. Falcı–büyücüye inanmadığı halde; bir umut onlara da götürmüştür. Selma’nın ne kadar değerli olduğunu anlamışsınızdır. Bir de, benimle Selma arasında ortak iki yanımız var: Benim hayatım boyunca giyindiğim elbiselerin aynısını Selma da giyindi. Babam ve annem aynı elbiseden hep iki tane aldı. İkinci ortak yanımız ise; aynı buz pistinde son yolculuğu bekliyoruz. Kadriye ablam evin en büyüğü ve devlet hastanesinde “Baş Hemşire” olarak çalışıyor. Ablamla aramızdaki en önemli yanımız; ikimiz de insanları çok seviyoruz. Ablamın hiç tanımadığı hastaları için çok ağladığını bilirim. Her şeye rağmen işe hep umutla gitti. Hastalarına ailesinden biriymiş gibi davranırdı. Kadriye ablam da aynı Selma ablam gibi, yanımda malum sonu bekliyor. Hepimiz bir arada olduğumuz halde neyi bekliyoruz? Aslında ben biliyorum. Size de söyleyeyim: Mehmet abim Kırklareli’de asker, onun gelmesini bekliyoruz. Hayatımda askere giden insanlara hep kızmışımdır, halkımız için askerlik yapın derdim. Abimin bugün askerde olmasına seviniyorum. Nasıl bir tezatlık değil mi? Bugün askerde olmasaydı o da bu buz pistinde yanımızda olacaktı… Zaman o kadar hızlı geçiyor ki kimse bir anlam veremiyor. Bundan 12 yıl önce, bir yaz gecesi dipten gelen derin bir uğultuyla başladı her şey. Gün boyu çok mutlu ve sevinçli dolaşmıştık. Amcamın kızı Aynur’la telefonda konuştuktan sonra buluşmuştuk. Akşam eve gittiğimizde annem her zaman ki gibi güzel yemekleriyle uğraşıyordu. Sadece babamın gelmesini bekliyorduk. Babam gelmeden sofraya oturulmazdı. Babam 20 yılı aşkın bir süredir aynı işle meşguldü. Derince körfezinde küçük bir kebap salonu vardı. 20 yıl boyunca her gün sabah 5’te işe gider, akşam 8-9 arası gelirdi. Derince’de baba-

22 | TAVIR | AĞUSTOS 2011

mı tanımayan yok gibidir. Kimisi Hasan abi der, çoğu da Kebapçı Hasan der. Babamın bütün çabası bizim rahat edebilmemiz içindir. Daha önce Tütünçiftlik’te oturuyorduk. Benim okulum ve ablamın işine yakın diye bu evi satın aldık. Tam 12 yıl önce 17 Ağustos gecesi başladı benim size anlatacağım hikayem. Hepimiz bu tarihi büyük Marmara depremini, ya da Gölcük depremi olarak bilirsiniz. On binlerce insan ölümünün saniyelere sığdığı gecedir o gece… Ve benim de… Ve ablalarımın da… Babam ve annemin enkazdan nasıl çıktığını bilmiyorum. Bizim aileden geriye babam, annem ve askerdeki abim kaldı. Babam ve annem çaresizlik içinde elleriyle, tırnaklarıyla kazıyorlardı enkazı. Ben ve Aynur bir odada birbirimize sarılmış, Selma ablam ve Kadriye ablam diğer odada birbirlerine sarılmış bekliyorlar. “Kötü haber erken ulaşır” diye bir söz vardır. Bizim haberimiz de erken ulaşmıştı. Evimizin üstü, yani sokağımız mahşer yeri gibiydi. Bir kişi çok erken gelmişti. Nasıl haber almıştı bilemiyorum ama enkazın başına ilk gelen oydu… Sonra okul arkadaşlarım, akrabalarım, diğer yoldaşlarım derken herkes gelmişti. Depremin ikinci günü ilk beni çıkardılar. Önce toprağın üzerine uzattılar. Yoldaşım yanı başımdaydı, paramparça olmuş bedenimi itinayla sarıyordu. Sanki beni duymuş gibi saçlarımı okşadı ve alnımdan öptü. “Sen rahat uyu, hesabın sorulacaktır” dedi. “Ceset torbası” denilen bir torbaya koydular ve olimpik buz pistine götürdüler beni. Sonra yani benden saatler sonra Aynur’u getirdiler. Amcamın oğlu olimpik buz pistinde hiç yanımdan ayrılmadı. Cesetler karışmasın diye hep yanı başımızda bekledi. Depremin dördüncü günü Kadriye ve Selma ablamı getirdiler. Bana “Hayatında en çok neyi istersin?” diye sorsalar; hiç tereddüt etmeden “devrim” derim. “Hayatında ikinci olarak neyi istersin?” diye sorsalar, Selma’nın yürümesini, konuşmasını isterdim. Selma 21 yıl boyunca bunların hiçbirini yapamadı. Neye üzülüp, neye sevindiğini hep gözlerinden, mimiklerinden anlamaya çalıştık. Babam ve annem akıbetimizi biliyor. Babam feryat figan ediyor. Haklı olarak Allah’a sitem ediyor. Abimi düşünmek dahi istemezdim. Abim her gün evden ayrılırken dolu dolu öperdi bizleri. Onun o koca yüreği bu acıları ne kadar kaldırır bilemiyorum. Yaşadığımız acıların tüm nedenlerini biliyorum. Bozuk düzende sağlam çark olmadığı gibi, bozuk düzende sağlam ev de olmaz. Elbet evlerimizi bize mezar edenlerden sorulacak hesabımız vardır. Yoldaşlarım bu hesabı ahirete bırakmazlar. Tuhaf bir telaş başladı. Kapıda bir hareketlilik var.


Bu ses, ben bu sesi çok iyi tanıyorum. Mehmet’in sesi bu. Ağlama diyemiyorum abime. Yoldaşım bir koluna girmiş, öbür koluna diğer yoldaşım. Abim yıkılmış. “Abi ağlama” diyemedim. Aslında dedim ama duyan olmadı.

tım burada? Bu mezarlığın adı “deprem mezarlığı”, burayı iş makinalarıyla açmışlar. Benimle, bizimle beraber yüzlerce insanı buraya gömecekler. Kimimiz genç, kimimiz yaşlı, kimimiz çocuk… On binlercemizi alıp götürdüler.

Günlerdir annem, babam “Kızım sesimi duyuyor musun?” diye bağırıyordu. Babama ses veremedim. Yoldaşlarım “Eliiiif” diye bağırdılar. Ses veremedim. En ufak çıtırtıda büyük bir heyecan oluşurdu. Enkazdan gelen her ses için nefesler tutuluyor, derin bir sessizlik oluyordu. Sonra tekrar umutla enkaz kaldırma devam ediyordu.

On binlercemizi alıp götürdüler pis karları için. Evlerimizi bize mezar ettiler. Yüz binlerce insan haykırıyordu “Sesimizi duyan var mı?”… Evet “Sesinizi duyan var!!! Sesinizi duyan bizimkiler”.

Sona doğru yaklaşıyoruz. Sadece sabah olunması bekleniyor. Abim Mehmet ve yoldaşım İsmail yanı başımızda bekliyorlar. Arada bir diğerleri gelip gidiyorlar. Gecenin geç saati abimi alıp götürüyorlar. Ayakta duracak hali kalmadı abimin. Sadece yoldaşım ve biz dört kız kaldık geride. Yoldaşım şu saate kadar ağlamadı ama artık o da dayanamıyor ve yanaklarından yaşlar süzülüyor. Tekrar gelip gelip alınlarımızdan öpüyor. Son kez saçlarımızı okşuyor. Sadece “Siz rahat uyuyun, elbet bunun hesabı sorulacaktır” diyor.

- Ölüler konuşur mu?

Artık tahta tabutların içinde omuzlarda gidiyoruz. Son kez bakmak istiyorum Çenesuyu Mahallesine. Az mı Kurtuluş dağıt-

Size tekrar soruyorum:

- Ölüler konuşursa kim duyar? Ben Elif Karaman. 19 yaşımda yüreğimde umutlarla, ordumla giremeden son büyük kavgaya 17 Ağustos 1999 depreminde öldüm. Ben Elif Karaman. 19 yaşımda, 12 sene önce öldüm. 12 yıldır fiziken yaşamıyorum. Ama sizlerin yüreğinde yaşıyorum. Beni yaşatmaya devam edin. Beni kavganızda yaşatın. o

AĞUSTOS 2011 | TAVIR | 23


deneme deneme

gönüllü “günah keçileri”: yargıçlar... av. evrim deniz karatana “İnsansız adalet olmaz Adaletsiz insan olur mu? Olur, olmaz olur mu! Ama, olmaz olsun” (Özdemir Asaf)

“Siz benim yerimde olsaydınız ne yapardınız Avukat Hanım?”(*) Ben hiç sizin yerinizde olmayı istemedim sayın yargıç! Yoksul bir ailenin ferdi ve ezilen bir halkın efradı olarak büyürken, yalnızca savunmada olmaktı hayalim. Benim dinleyerek büyüdüğüm türkülerde, “hakim bey”lere değil avukatlara umut bağlıyordu halk… “Zaten boynum kıldan ince / Kalem sende kır hakim bey” dizelerindeki, masumun halinden anlamayan “kahramanı” değil, “Deniz mahkemeye düşmüş avukatı ben olaydım” sözleriyle dile gelen umudu sevdim ben.

İtiraz ediyorum… Öyle Amerikan filmlerindeki gibi afili hareketlerle değil… Beş beyaz sayfa üstüne on iki punto yazıyla… İtiraz ediyorum; müvekkilim serbest bırakılsın… Uzatıyorum dilekçemi… Karşımda kağıtları imzalayıp dosyasına göndermeye hazırlanan bir yargıç… O, kağıda değil kalemine bakıp işini bitirmeye hazırlanırken dayanamayıp söyleniyorum; “Kararınız hukuksuz!..”

24 | TAVIR | AĞUSTOS 2011

En haklı, en meşru talepleri dile getirdi diye karşınıza çıkarıp, 2 metre yüksekten baktığınız müvekkillerimin, karşınızda dimdik duruşunu izlerken, “savunma”da olmaktan mutluluk duydum. Kürsünüz çok yüksek sayın yargıç! Siz yukarıdan avını parçalamaya hazır bir şahin gibi dikiyorsunuz müvekkillerime gözlerinizi… Oysa gözlerinin içine bakabilseniz, yüreklerini görürdünüz! Ama bulunduğunuz yeri seçerek görmemeyi tercih ettiniz. “İnsanların maddi yaşam koşullarını belirleyen onların bilinçleri değildir, bu maddi koşullar onların bilinçlerini belirler”. diyor bü-


yük usta Karl Marks. Halka tepeden bakan bir sistemin, tepeden bakılan kürsüsündesiniz. Bu yüzden bulunduğunuz koşullara uygun davranıyorsunuz. Hemen her gün birilerini tutukluyor, bir telefon hakkında dinleme kararı veriyor, bir yerin aranmasına izin veriyor, sistemin bekası için aralıksız imza atıyorsunuz. Aşınan yalnız kalemleriniz değil sayın yargıç! Aynı sıralardan geçip öğrendiğimiz hukuk ve adalet kavramlarını belleğinizden her geçen gün biraz daha siliyorsunuz… “ Biliyorsunuz, bu mahkemeler siyasi mahkemeler avukat hanım…” Evet, Sayın Yargıç! Çok iyi biliyorum… Sizinle bildiklerimiz aynı ama inandıklarımız başka… Siz evladını açlığın koynunda yitirmiş bir anneyi, kızının fotoğrafını taşıdı diye cezalandırmaktan hicap duymuyorsunuz. Kızıyla her an yan yana olmak isteyen bir annenin hislerini anlayamıyorsunuz. Çünkü baktığınız yer yalnızca yüksek değil, aynı zamanda karanlık sayın yargıç! Bir ananın doğurup büyüttüğü evladını elinden alan karanlığın tam da ortasında oturuyorsunuz. Beyninizde yer edenler; “suçun vasıf ve mahiyeti, dosya kapsamı ve delil durumu” cümlelerinden ibaret! Ezbere bildiğiniz kanun maddeleriyle “tutuklanmasına” karar verdiğiniz bir insanın özgürlüğüne ve hatta geleceğine vurduğunuz darbe, aklınızın ucundan bile geçmiyor. Siz sayın yargıç, baskı ve şiddetle sindirilemeyen halkı, cüppelerinizle hizaya çekmeye çalışıyor, muktedirin eli, kolu ve hatta sopası oluyorsunuz. “Biz bu sistemin günah keçileriyiz avukat hanım” Hayır sayın yargıç! Siz herkesin, boynuna günahını asıp çöle saldığı savunmasız keçi kadar zavallı değilsiniz. Siz, orada olmayı seçtiniz! Orada olup hukukçuluğunuzu unutmayı, adaleti arşivlere kaldırıp ezberlediğiniz kanun maddelerini faşist histeriyle harmanlamayı tercih ettiniz. Bu yüzden günah keçisi değil, günahın sahibisiniz. Parasız eğitim istemeyi suç sayarak, basın açıklaması yapanları F tiplerine göndererek, diri diri yakılan kadınların hesabını sormak yerine katliamı yazanları tutuklayarak, toplu mezarları yaratan katilleri cezasız aileleri mezarsız bırakarak amel defterinizi epey şişirdiniz. Günah, bilinçli bir eylemin sonucudur sayın yargıç! Topu attığınız yerlerin ve kişilerin masum olmadığını bildiğimiz kadar iyi biliyoruz sizin de günahkar olduğunuzu… Kapitalizm tüketir, kapitalizm sömürür, kapitalizm öldürür ve siz cezalandırırsınız tekellerin ihtiyaçları için… İşte sizin konumunuz ve oturduğunuz koltuğun anlamı… “Bu işi çözecek olan biz değiliz, siyasiler avukat hanım” Böyle bir ön kabulle başladığınız işi nasıl bitireceğiniz ortada sayın yargıç! Hala ısrar ve inatla hukukçu gibi davranmaya zorluyoruz sizi… Her seferinde bunu hatırlatıyoruz. Hal-

kın anayasasını yapmak isteyenler geçti en son önünüzden, yine aklınızı ve vicdanınızı bir kenara bırakarak, cezaları kestiniz. Üstelik “işkenceyi ve işkence aletlerini ortadan kaldıracağız” dedikleri için devletin kurumlarının aşağılandığına karar verdiniz. İşkencecilerin ödüllendirildiği bir ülkede sizden bekleneni yerine getirdiniz. Bu işi çözecek olan “siyasiler” değil sayın yargıç… İşkenceciyi ödüllendiren, katliamcıyı terfi ettiren, ölülerine bir mezarı çok gören, hırsızı, dolandırıcıyı bakan yapan “siyasiler” salık veriyor zaten size hakkını arayanın başını ezmenizi… “Biz hukukçuyuz avukat hanım, gerisine karışmayız” Evet sayın yargıç! Biz sadece bu kadarına razıyız da siz sadece hukukçu gibi davranmıyorsunuz. “İleri demokrasi”mizin kanunlarında yazılı olanlar bile size fazla geliyor. “Devletin bekası söz konusuysa hukuk mukuk dinlemem” diyen de sizlersiniz. İşte öğretilmiş, kanıksatılmış çaresizliğiniz… “Hukukun üstünlüğü” masalına inandırılmaya çalışılan halka, biz de inanmıyoruz cevabını veriyorsunuz. Üstün olan “hukuk” değil üstün olan egemenlerin çıkarıdır sayın yargıç! Hukukçu olduğunu söyleyip hukuka inanmayan sizler, şizofrenik sancılar çekiyorsunuz. Son olarak; “Sanık müdafiinden soruldu, eksik hususlar giderilsin dedi” Öyle çok eksik husus var ki sayın yargıç, tutanağa bize gerçekten sormaksızın ezbere geçirdiğiniz bu cümlenin, gerçek muhatabı olmadığınızın farkındayız. Bir türlü toparlanamayan eksik evraklar kadar eksik adaletiniz… Sizden adalet talep etmeyecek kadar iyi bildiğimiz adaletsizliğinizi yüzünüze vurmak ise asıl işlevimiz. Kürsünün “sol yanında” duruyoruz. Müvekkillerimizin göz hizasında… Ne uyukluyor, ne sıkılıyor, ne de ezberden konuşuyoruz. Haklı olanın hakkını savunmaktan geliyor meşruluğumuz. “Ne diyeyim avukat hanım, siz bir itiraz edin, değerlendireceğiz” Bir şey diyemezsiniz sayın yargıç! Bir şey yapamazsınız… Adalet yanınızdan geçip gitti. Adalet sizden en az iki metre aşağıda… Adalet, halkın umudunda, halkın işinde, ekmeğinde, adalet halkın avazında… Adalet, ölülerimizin bıraktığı mirasta… Adalet bugünlerde, Ali Yıldız’ın cenazesini isteyen abisi Hüsnü Yıldız’ın alnındaki kızıl bantta… “Suçun vasıf ve mahiyeti, dosya kapsamı, delil durumu ve suçun CMK 100. maddede sayılı katalog suçlardan olması sebebiyle tutukluluk halinin devamına…” o *İtalikler tümüyle gerçektir. Mahkeme tutanaklarında mev-

cuttur.

AĞUSTOS 2011 | TAVIR | 25


makale makale

başka bir şey ibrahim karaca

kadar kalabalık olduğunu soruyor arkadaşına. “Lan oğlum bugün 1 Mayıs ya…” cevabını alıyor. “Yaa çok acıyom şu polislere, işleri çok zor, Allah yardım etsin” diyor sonra. Delikanlı için bugün Taksim Meydanı’na gitmek dağa çıkmak gibi bir şey olmalı. Yoksa dağda ölen bir akrabadan niye söz etsin durup dururken. Daldan dala atlıyor konuşmalar. Belli ki işe gidiyorlar. Aynı yerin işçileri. Gariban çocuklar.

Adına “Metrobüs” dedikleri uzun otobüse binmişiz, Avcılar’dan Mecidiyeköy’e yol alıyoruz. Ayaktayız. Binenler inenlerden çok. Kalabalıklaşıyoruz. Belli ki çoğu Taksim yolcusu. Bugün 1 Mayıs.

Anlamak için insanın kendine soru sorması gerekmese de soruyorum. Gelip geçiyor. Taksim’i dağ yapan delikanlı yerine koyuyorum kendimi. Dağlara ölmek için mi gidilir john lennon hep? Ernesto’yu hatırlıyorum. Savaş Anıları ve Bolivya Günlüğü’nü okuduğum günler geliyor aklıma. Bu çocuklar kadardım en fazla. “Dağ bir sonuçtur” diyor içimdeki ses. Oraya çıkmaya can atılmaz. Dağ kendini dayatır, mecbur kalırsınız. Önemli olan sizin ne için orada olduğunuzdur.

Sağ yanımdaki delikanlı, bu Pazar sabahı otobüsün neden bu

Diyor ya şair: Dağlarda tek tek ateşler yanıyordu…

26 | TAVIR | AĞUSTOS 2011


Dünyanın neresinde olursan ol, ister dağda ister bağda. Bir kavganın içindeysen ölmek bir ihtimaldir senin için. Yaşamak da... Asi, şaki, terörist sayılacaksın. Terörizm çaresizliktir. Oysa haklı kavgaların teröristi olmaz, kurtuluş savaşçısı olur. Ha Orta Doğu, ha Orta Amerika. Hakkını veren var, eksik bırakan var. Eğer kızılacaksa sana kurtuluş savaşçısı olduğun için değil, olamadığın için kızılmalı. Direnmek hayatın emridir ve ölme ihtimali bunu yok etmez. En masum hak talepleri şiddetle susturulan insan, yaslanacağı o dağı çölde de olsa bulur, şehirde de. Bazen zararla oturacağını bilse bile öfkeyle kalkar. Bu işlerde kar zarar hesabı olmaz. Şu sözlere kulak verin: Üzgün olmaktansa öfkeli olmayı yeğlerim. Çok güvenli görünüyorsunuz. Fakat sanmayın bu böyle gidecek. Öfke ve nefret büyük geminizin makine dairesinde terden geberenlerle birleşecek, biliyorum. Şimdi cesedimi kaçırıp sakladığınızı, kapıyı avukatlarıma kapattığınızı görür gibiyim. Ulrike Meinhof kendini astı diyeceksiniz. Cesedi incelemek yasak, soru sormak yasak. Ama kendi korkunuzu yasaklayamazsınız. Her katile özgü korkuyu yasaklayamazsınız. Cesedim bir dağ gibi ağır olacak. Ulrike Meinhof’u öldüremeyeceksiniz. (Ulrike, 9 Mayıs 1976’da hücresinde ölü bulundu. Alman devleti onun intihar ettiğini açıkladı). Kuru sıkı milliyetçi laflar, hiçbir ezilmişliğe çare değildir. “Milliyetçilik, kendisine yalnızca bir omurilik yetebilecekken yanlışlıkla kocaman bir beyin sahibi olanların aptalca yurtseverliğine dayanır.” diyor Albert Einstein. Ey yıllardan beri bu dünyanın sefasını süren birbirinin kopyası muhteremler. Millici olmak başka, milliyetçi olmak başkadır. Milliyetçiliğin makrosu da birdir, mikrosu da. Tabloda seçilen bir rengi değil, tablonun kendisini savunmaktır doğru olan. Sizinle aynı soydan gelmeyenlerin size sadece secde etme hakkı yoktur. Bir halk sürekli esas duruşta tutulmaz. Ona sürekli Orta Asya ve Dede Korkut masalları anlatılmaz. Hiç kimseye kendi damarlarında akan kanın şırıltısı suç olmaz. Bir dili var, kültürü var. Yok sayılmaz. Bir halk yasaklanmaz. Soycu milliyetçilik dayatması işleri Arap saçına çevirdiğinde; en az senin kadar yerli olan o halk bu kez din kardeşliğiyle tavlanmaya çalışılmaz. Otuz yıl helikopter sesleri altında uyanan kardeşe açılım ve saçılım tiyatrosu oynanmaz. “Bakın hepinizin çarığı var, niye memnun değilsiniz?” diye sorulmaz. Çarık devri geçti çoktan. Milliyetçilik böler.

Dincilik böler. Biri diklemesine, biri yanlamasına. Önemli mi? Daha bir hafta önce çatışmada insanlar ölmüş. Askerlik zorunlu olmasaydı belki hiçbiri orada olmayacak olan gencecik delikanlılar. Cemaatçi yazarın yazdıklarına bakın: “Aslında 13 değil 12 şehidimiz vardır. Hataylı asker Alevidir. Alevilerden şehit olmaz. Onların bastığı yerde namaz dahi kılınmaz.” Bunun adı nedir? Bu yazar hangi büyük kalabalığın duygularına tercümandır? O duygular hangi eğitim sürecinde çoğalmıştır? “Halk arasında kin ve nefret duyguları uyandıran…” diye başlayan yasalar nerededir? Onu görmeyelim, başımızı bu tarafa çevirelim, “Ermeni’yi vuran” katile 20 yıl, cinayetin peşini bırakmayan gazeteciye 32,5 yıl isteyen adalete bakıp kendimizi iyi mi hissedelim? Uçan kuşu bile kendinize benzetme telaşı nedir? Size Enternasyonal’i hatırlatıyorum, başka bir kardeşlikten bahsediyorum. Haydi bana zındık deyin. Bir şey olacaksanız Türkiye’ci olun. Türk olmak başka bir şeydir. Emperyalist barbarlığı kapitalizmden ayrı düşünmeyin. Onlara karşı olmak vatandan yana olmaktır. Devleti kutsamayın. Her bakımdan egemen bir etnik olarak ikide bir Türk’e vurgu yapmak milliyetçiliktir. Hayatı soy-sop ile yorumlamayın. İçinizdeki faşizme geçit vermeyin. Bakın, eski Diyarbakır Askeri Cezaevi gardiyanı intihar etmiş. Bu belki basit bir gazete haberidir. Bu haberde durun ve geriye doğru gidin. “Bir bardak su isteyecektim, gözümü açtığımda kendimi ıslak ve karanlık bir odada çıplak olarak buldum. Karşımda yüzbaşının köpeği Co, dudağım yırtılmış, üstümde üç kağıt var. İstiklal Marşı, And ve Onuncu yıl Marşı. Sabaha kadar ezberlemeliydim” diye anlatan mazlum bir kadın sesi duyacaksınız. Kürt dili ve kültürünü geliştirmek için mesai harcamak Kürtçülük sayılmaz. Laz kültürünün ölmemesi için verilen emeklere Lazcılık denmez. John Lennon bir şarkısında söylüyordu: “hayal et cennetin olmadığını denersen kolaydır cehennem yok altımızda üstümüzde ise sadece gökyüzü tüm insanların bugün için yaşadığını hayal et ………

AĞUSTOS 2011 | TAVIR | 27


1 Mayıs Marşı’nın karşısına İstiklal Marşı’nı koyuyorsunuz. Oysa cüzdanlarınızın bir gözü Amerikan Doları, öteki gözü Euro ile kabarmış. Zor kapatıyorsunuz çıtçıtı. Altın torbalıyorsunuz lüks villalarınızda. Birçoğunuzun yerli-yabancı şirketle açık-gizli ortaklığı var. İstiklal Marşının yazarı, Sevr’i imzalayan padişahın satılmış olduğunu söylemişti. Şair ciddi bir geçim sıkıntısı yaşadığı halde ödül yerine verilen parayı kabul etmemişti. İlave olarak şapka giymemiş, ibadetin Türkçe yapılmasına karşı çıkmıştı. Bu ilave, Akif’i sizin yanınıza koyar mı? İstiklal Marşı yarışmaları düzenliyorsunuz. İki yıl önce babası Kürt annesi Rum 11 yaşındaki Marina marş okurken ağlamış, sizi de ağlatmıştı. Hatırlayın. Gurur duymuştunuz. Oysa on yıl önce Gökçeada’daki evleri üç asker tarafından kundaklanmış, dört yaşındaki Alexander ölmüş ve 15 aylık Marina ile annesi ve anneannesi zor bela kurtulmuştu. Marina ve onun annesi ve onun da annesi bu toprakların çocuğuydu. Bunu da hatırlayın. Bir şey olacaksanız dinci değil insancı olun. Dindar olmak başka bir şeydir. Her bakımdan egemen bir din olarak ikide bir İslam’a vurgu yapmak dinciliktir. Hayatı din ile yorumlamayın. Onu hayatın bütün hücrelerine sokmayın. İnanca göre toplum mühendisliğine soyunmayın. Her şeyde dini referans göstermek dinciliktir. Bunu BOP nezaretinde yapmak, Beyaz Saray dinciliğidir. hayal et malın mülkün olmadığını ne açlık var ne açgözlülük insanların hepsi kardeş tüm insanların tüm dünyayı paylaştığını hayal et” “Abeceyi öğrenmek için önlüğümüzü giyip okula başladığımızda, annemiz sandı ki önlükle fark edilmeyiz, kayboluruz okullu çocukların arasında. Ayağımızdaki ayakkabı, bir de şivemiz verdi bizi ele. Önce sıra arkadaşımızı ayırdılar yanımızdan, sonra bizi sınıftan. Biz daha o yaşlarda keşfettik, hayat boyu üstümüzden çıkaramayacağımız bir başka önlüğümüzün olduğunu” diyen Çingene yurttaşlarınız da var sizin.

28 | TAVIR | AĞUSTOS 2011

Camiye, havraya, kiliseye gitmek dincilik sayılmaz. Kilisedeki papazın, camideki imamın yaptığı şey dincilik değil. Aleviler adına Cem Evi istemek dincilik değil. Her boş alana cami yapmayı dayatmak dinciliktir. Okullarda bacak kadar çocukları zorunlu din dersine tabi tutmak dinciliktir. Hot-zot ile yaratılan mezarlık huzuru huzur değildir. O “huzurlu” yol da başka yollara kavuşur bir gün. Hayatın hiçbir rengini soldurmayacaksınız. Bir arada yaşamın bayrağını sallayacaksınız. İnsanı, içinde yaşadığı kültürel coğrafya ve doğa ile birlikte savunup kucaklayacaksınız. Buna gönüllü değilseniz, dedikleriniz belki hoştur ama boştur. o


öykü

öykü

badem ağacı dikili vatanım olsa filiz tanya

Evlerimiz minicik küçücük, sırt sırta, üst üste, omuz omuza. Sokaklarımız kargacık burgacık, daracık. Üstleri kablo perdeleriyle örtülü. İki kablo arasından görebildiğimiz kadar gökyüzümüz var. Ne kadar uzaklaşırsan uzaklaş hep aynı sokaklar. Başka dünyalar, daha büyük sokaklar var ama bizim gitmemiz yasak. Biz yurdumuzdan kovulmuşuz. Annem öyle diyor. Ama babam diyor ki “Bizim yurdumuz dünyanın en güzel yeri, bir gün mutlaka oraya gideceğiz”. Ağabeylerim bunun için uğraşıyormuş ama annem “boş hayal bunlar” diyor. Annemle nenem inanmıyorlar o güzel yurdumuza gideceğimize. Büyüyünce ben de ağabeylerim ve babam gibi savaşçı olmak istiyorum. Düşman Yahudilerle karşılaşıp onları yurdumuzdan kovmak istiyorum. Ama annem bir Yahudi’yle karşılaşmamı istemiyor. Ben de büyüyünce ağabeylerim gibi bu mahalleden dışarıya çıkacağım. Ama bunu kimseye söylememem gerek. Bizim hiçbir şeyi hiç kimseye söylemememiz gerek. Hele yardım getirenlere hiç. Annem “Sadece teşekkür et onlara.” diyor, “Sakın ağabeylerinden babandan, amcandan bahsetme, sorarlarsa ‘para kazanmak için işe, hamallığa gittiler’ de” diyor. Ama ben biliyorum, bizim güzel yurdumuz için savaşmaya gidiyorlar. Bazen gece geliyorlar, silahlarını saklıyorlar. Evimiz küçücük ama bir sürü insan yaşıyoruz orada; iki ablam, üç abim var. İki tane de amcam, bir de nenem var. Bazen tanımadığım misafirler de geliyor. Hep beraber yerde büyük yataklar yapıyoruz. Sonra o gelenler, geldikleri gibi sessizce bir

gece vakti gidiyorlar. Annem bunu da kimseye söyleme diyor. Hele bize yardım getirenlere hiç söyleme diyor. Bunu hiç anlamıyorum, bize yiyecek, ilaç, giysi veriyorlar. Neden korkalım onlardan anlamıyorum. Hele içlerinde bir tane Maria hemşire var o kadar güzel ve iyi ki. Sokaktaki çocuklar onların bizden olmadığını, gavur olduğunu söylüyorlar. Ama Yahudi değillermiş. O zaman onlardan niye korkuyoruz anlamıyorum bir türlü. Hem Maria hemşire çok iyi yürekli. Eğer bütün gavurlar onun gibiyse niye sevmeyelim ki onları? Hem yalnız o bana çikolata getiriyor. Bir silahım olsa ben de ağabeylerim gibi korkusuz olurdum. Yukarı mahallede on yaşındaki çocukların tüfekleri var. Ben de on yaşıma geldiğimde asker kıyafeti giyip tüfeğimi omzuma takarsam, korkusuz olurum işte o zaman. Ama biz yukarı mahalleyle kavgalıyız. Oraya gitmemiz yasak. Nenem “onlar bizim kardeşimiz” diyor ama babam “onların yolu yol değildir” diyor. Halbuki onlar Yahudi de değil, gavur da değil. Bizim gibi Arapça konuşuyorlar, hem onlar da Filistin’den gelmiş bizim gibi ama “yolları yol değil” miş. Babam ve ağabeylerim her şeyin doğrusunu bilir tabiî ki. Ben bir an önce büyümek istiyorum, buradan çıkmak istiyorum. Bir kahraman olmak istiyorum. Geçen gece babam abime diyordu “sen de kahraman olabilirsin, cesaretini topla, kardeşlerimiz için, uçur o Yahudileri havaya”... Ama abim korkuyor galiba. Önce okulunu bitirip doktor olmak istiyormuş. “Halkımıza böyle daha faydalı olabilirim” diyor.

AĞUSTOS 2011 | TAVIR | 29


- Nene, biz ne yaptık Yahudilere? Bizi neden kovdular yurdumuzdan? - Ee hadi sen kalk git çocuklarla oyna, bunlar senin işin değil, büyü sıra sana da gelecek nasıl olsa, bu acele nedir böyle? İşte herkes böyle söylüyor, nenem bile. Nenem ki benim en sevdiğimdir. Çünkü o bizim yurdumuzda büyümüş. Geceleri yatmadan önce hep oraları anlatır. Limon bahçelerimiz, badem ağaçlarımız varmış. Bademler bahar geldiğinde bembeyaz çiçekler açarmış, sonra yeşil çağlalar verirmiş. O çağlaların çok güzel bir mayhoşluğu varmış. Tadına doyum olmazmış. Her bahar badem ağaçlarının altında çağla koparabilmek için diğer çocuklarla yarış ederlermiş. Ah ben olsaydım hemen uçururdum o Yahudileri havaya. Sonra benim resimlerimi asarlardı Şatila’da tüm duvarlara. Annem “Sen de abin gibi okula gidip doktor olacaksın” diyor. Bense kahraman olmak istiyorum. Kapının önünde canım sıkkın oturuyorum. Nenemin ayak sesini duyuyorum. Elini omzuma koyuyor: - Beşir neyin var, neden diğer çocuklarla oynamıyorsun? - İstemiyorum. Canım çok sıkılıyor, ben buradan dışarı çıkmak istiyorum. Yeni dünyalar görmek istiyorum. - Bak ben de görmüyorum. Hem görmek de istemiyorum. Yeni dünyalar görüp ne yapacaksın? Biz dışarı çıkarsak ölürüz. - Neden nine, neden bizi dışarıda öldürürler? Sen de mi dışarı çıkmak istedin, senin gözlerini de dışarıdakiler mi aldı?

Geceleri rüyalarıma o yeşil çağlalar giriyor. Mayhoşluğundan ağzım sulanıyor, ekşiyor. Çıtır çıtır çağla yiyorum. Ağaçların tepesinde geziyorum. Hem yiyorum hem aşağıdaki çocuklara çağla atıyorum. Ceplerimden her yerimden çağlalar dolup taşıyor. Bir uyanıyorum ağzımda bir mayhoşluk. Ceplerime etrafıma bakıyorum hiçbir şey yok. Evimizin etrafında hiç badem ağacı yok. Ben hiç çağla yemedim. Dışarıdaki sokaklarda çağla varmış, el arabalarında parayla satılıyormuş. Her gece rüyalarımda çağla yiyip sabahları ağzımdaki mayhoşlukla uyanıyorum. O sabah yine ağzımda hoş bir mayhoşlukla uyandım. Canım hiç yemediğim çağlalardan istiyor. Gidip nenemi uyandırıyorum. - Nene, nene kalk, uyan.

- Ah oğul, benim de gözlerim vardı elbet. Güzel yurdumuzdayken senin gibi her yeri görürdüm. Ama işte bu Sabra ve Şatila cehenneminde aldılar gözlerimi. Öyle şeyler gördüm ki. Artık hiçbir şeyi görmek istemem. Sen de boş ver dışarıda görülecek güzel bir şey kalmadı bizim için. - Ama yurdumuz, yurdumuz güzel değil mi? - Ah yurdumuz, elbet orası çok güzeldir ama şimdi Yahudiler almıştır yurdumuzu. Tüm güzelliklerini yok etmişlerdir. Biz oraya gidemeyiz yavrum. Bizim için artık yurt falan yoktur. Sadece hayatta kalabilme mücadelesi vardır.

30 | TAVIR | AĞUSTOS 2011

- Ne oldu çocuk, ne istersin sabah sabah? - Şimdi bizim yurdumuzda çağlalar olmuş mudur? - Ah oğul şimdi bizim yurdumuzun en güzel zamanıdır. Limonlar çiçek açmıştır. Kokusu sarhoş eder insanı. Çağlalar da tüylenmiştir, çekirdekleri su gibi tazedir daha, tam zamanıdır şimdi çağlanın. - Nene hadi kalk gidelim yurdumuza, bana çağla ağaçlarını göster, hadi gidelim.


- Aa oğul benim gözlerim görmez ki, nasıl gideriz, hem biz bu kamptan dışarı çıkamayız, dışarısı bizim için çok tehlikelidir. Hadi sen git arkadaşlarınla oyna. Çağlalar olmuş demek ki. Şimdi bizim çağlalarımızı Yahudiler yiyor. Buna bir son vermeliyim. Bizim çağlalarımızı Yahudilerden kurtarmalıyım. Artık bu kampın dışına çıkmalıyım. Bunu kafama iyice koymuştum. Kahvaltımı yapmalı, yanıma biraz yiyecek alıp yola koyulmalıyım. Yurdumuz çok uzakta mıdır, ne yöne düşer acaba, neyse onu da neneme sorarım. O sırada annemin beni çağıran sesini duyuyorum. Sofrada yerimi almıştım bile. Annem: - Ne o bugün çok hızlısın, ikiletmedin. - Hiç! Canım sıkkın biraz gezmek, dolaşmak istiyorum.

için bu sokakları göstermişler. Bu sokakların dışı başkasının yurdu, bizi aralarında görmek istemiyorlar. Hep bu cehennemde yaşayalım istiyorlar. Ama biz bir gün bütün bunları yıkacağız, bu kamptan kurtulacağız. Sen sadece inan yeter. - Abla peki bizim yurdumuz ne tarafta? Bana aşağı tarafta olduğunu söylüyor. Yolumu öğrenince hemen gizlice mutfaktan bir parça ekmek ve biraz kuruyemiş alıp kendimi sokağa atıyorum. Çok heyecanlıyım, hem ilk defa yaşadığımız kampın dışına çıkacağım, hem de o güzel mayhoş çağlalarımızdan yiyeceğim. Hem annem ve nenem onlara yurdumuzun çağlalarını Yahudilere bırakmayıp, toplayıp onlara getirdiğimi görünce çok sevinecekler. İleride bir kahraman olacağımı o zaman anlayacaklar.

- Nereyi gezip dolaşacakmışsın bakalım? - Anne bizim yurdumuz çok mu uzak? - Eeh uzak tabi, arada başka ülkeler var şimdi. - Biz nerdeyiz peki, burası kimin yurdu? - Burası Beyrut, başkalarının yurdu, biz geçici olarak sığındık bu mülteci kampına ama ne olur ilerideki halimiz bilinmez. Kalıcı mıyız, göçücü müyüz bilmiyoruz. - Anne bizim yurdumuz aşağı tarafta mı, yukarı tarafta mı? - Ah yavrum bizim yurdumuz mu kaldı, her tarafı işgal altında. O sırada herkes sofraya üşüşüyor. Sofradan kalkarken ablama soruyorum, çünkü o her gün okula gidiyor; - “O da nerden çıktı şimdi, yoksa sen de mi yurdumuzu kurtarmak için şehit olacaksın? Acele etme bir gün hepimize sıra gelecek” diyor. Annem kızgınlıkla, - O ne biçim laf, artık benim hiçbir çocuğum ölmeyecek. - Anne bize ölmeden zafer yok. - Saçma saçma konuşma! Siz acıyı yaşamadığınız için bu laflar kolay geliyor. Bir düşmanla burun buruna gelin de o zaman göreceğim sizi. Keşke ölsek diyeceksiniz.

Mahalleden geçerken ardımdan seslenen çocuklara “işim var” diyorum. Artık bilmediğim yerlere gelmiştim. Mahallemizdekilerden çok daha büyük bir yolla karşılaştım. Çok geniş ve bir sürü araba geçiyor. Aşağı tarafa doğru gitmeliyim. Yurdumuz o tarafta, onun için de bu yolu geçmeliyim. Ama arabalar çok hızlı geçiyor, korkuyorum. Bir türlü karşı tarafa geçemiyorum. Sonra kendime dedim ki “sen bir kahramansın”. Kapadım gözlerimi o geniş yolun karşı tarafına doğru koşmaya başlıyorum. Yanımdan hızla geçen arabaların rüzgarı ensemi yalayıp geçerken arabaların düdükleri ortalığı yıkıyor. Kendimi yolun karşısında bulduğumda tam bir kahraman gibi hissediyorum. Ağabeylerimin dediği gibi dışarısı gerçekten tehlikeliymiş. Aşağı doğru yürümeliydim ama girdiğim yol hep yukarı doğru gidiyor. Aşağı gideni yok, nasıl çıkacağım bu yoldan. En iyisi birisine sormak. Erkekler tehlikeli olabilir bana kızabilirler en iyisi bir kadına sormak. Yolda çocuğuyla yürüyen bir kadına “teyze bizim yurdumuz Filistin ne tarafta” diye soruyorum. Kadın bana “çocuğum git evine burada böyle şeyler konuşma, hadi hemen evine git” diyor. Halbuki ben yurdumuza gitmek istiyorum kimse beni anlamıyor. Yolun sonunda kocaman duvar vardı. Duvarın etrafında yürüyorum yürüyorum o da ne; yine aynı yere geliyorum. Bu da nasıl bir şey diye duvarı tekmeleyip ağlamaya başlıyorum. Artık çok yoruldum, suyum da yok. Hıçkıra hıçkıra ağlıyorum. Yurdumuza gidemeden Yahudiler çağlalarımızı yiyip bitirecekler. O sırada bir ses geldi, derin bir kovuktan gelir gibiydi. Ses duvardan geliyordu.

Annem bu konular açıldığında hep böyle kızıyor. Kapının önünde ablamı yakalıyorum;

- Hey kim var orada?

- Abla bizim dışarı çıkmamız neden yasak?

- Şişşt sakin ol, kimse yok, benim sana seslenen.

- Hay akılsız çocuk tabiî ki yasak değil ama bize yaşamamız

- İyi de duvarlar konuşmaz ki.

AĞUSTOS 2011 | TAVIR | 31


- Ben bir duvar değilim, bir stadyumum, bak şu kapıdan gir içeri. Duvarın dediğini yapıyorum, gösterdiği kapıdan içeri giriyorum. Aman tanrım o da ne, yemyeşil kocaman bir alan, bir sürü koltuklar, oturma yerleri var. “Beni niye buraya çağırdın?” diye soruyorum: - Ben çağırmadım, sen kendin geldin; buraya kadar gelmişken burayı görmeliydin, burası sizin için önemli bir yer. - Bizim için mi? Sen bizi tanıyor musun ki? - Ben uzun yıllardır buradayım. Siz Filistinli mülteciler de şu karşıdaki kampta Sabra ve Şatila’da yaşarsınız çok eskiden beridir. Sizinkilerin oraya ilk gelişlerini bile hatırlarım. Kadınlar, çocuklar, erkekler perişan haldeydiniz ilk geldiğinizde. Yurdunuzdan kovulmuş yersiz yurtsuz kalmıştınız. O küçücük, kargacık burgacık evleri nasıl yaptığınızı ben bilirim. - Sen bizim yurdumuzu da biliyor musun? Ben oraya gidiyorum bana yardım eder misin? - Ben sizin yurdunuzu bilmem ama orası için verilen savaşları iyi bilirim. Yüzyılların meselesi bu. Ama bir gün var ki hiç unutamam, 1982 yılıydı, yani sen doğmamıştın daha. Sizin yurdunuzu işgal edenler bu topraklara da saldırdılar. Beyrut’u işgal ettiler. Her şey o kadar karışıktı ki. Her yerden silah sesleri, insan çığlıkları geliyordu. Bense sizin yaşadığınız şu kampa bakıyordum. Düşmanların istedikleri oradaydı. Sizi oradan çıkarmak istiyorlardı. Dediler ki orada birilerini arıyorlarmış. Sizinkiler de onları saklıyormuş. - Bizim kahramanlarımızı mı, bazen nenem anlatır. Bizim de kahramanlarımız, ölümsüz şehitlerimiz varmış. Düşmanlar gelip onları buralarda bile bulup öldürmek istermiş. - Evet sizin kahramanlarınızı istiyorlardı. Ama onlar kampa saldırmasınlar diye çoktan gitmişlerdi. Ben gördüm, bir gece gizliden silahlarını da alıp gittiler. Ama düşmanlar kan istiyordu. İçeride sizler çok korkuyordunuz. Bir tek yaşlılar, kadınlar, çocuklar kalmıştınız. Bir gece buraya doğru bir sürü askerin, tankın geldiğini gördüm. Tanklar kampın etrafını sardı, askerler mahallelerin içine doğru girmeye başladı. Sonra birden gökyüzü aydınlandı. Aydınlatma fişekleri atıyorlardı havaya, gökyüzü gündüz gibi oluyordu. Önce herkes kutlama var sandı ama… - Sonra, sonra ne oldu?... - Çok kötü şeyler oldu, sabaha doğru kamyonlar gelmeye başladı, üzerime doğru geliyorlardı. Kapılarımı açtılar, Kasaları yaralı, ölü insanlar, kopmuş kollar bacaklar, kafalarla doluydu. Üç gün boyunca kamyonlar geldi bir sürü insan ve insan parçası taşıdılar. Yemyeşil saham kırmızıya boyandı. Sahamda ha-

32 | TAVIR | AĞUSTOS 2011

yatta kalan bir sürü insanı eziyet ederek öldürdüler. - Hayır inanmıyorum sana, sen kötü bir duvarsın, bizim mahallede duvarlar, konuşmaz zaten sen yalancısın. - Hayır değilim, nenene sor, nenenin neden gözlerinin olmadığını sor. Gece vakti gökyüzü aydınlandığında ilk o çıkmamış mı fişeklere bakmaya, sonra gözlerini kim almış, inanmıyorsan nenene sor. Hatta git şu ilerdeki parka, git orada her şey. - Sen kötü bir duvarsın. Düşman bile olsalar bu kadar kötü olamazlar. Sadece yurdumuzu, limon bahçelerimizi ve badem ağaçlarımızı aldılar. Duyduklarıma inanmamıştım. Kim niye bu kadar kötülük yapsın. Biz ne yaptık ki onlara. Bütün badem ağaçlarını ve yurdumuzu bıraktık zaten. Bir daha niye kötülük yapsınlar? Ağlayarak çıkıyorum stadyumdan. Önüme bile bakmadan koşuyorum... Sesler duydum, kulağıma bir sürü ses geliyordu. “Beşir, Beşir…”... Beni çağırıyorlar. Bir süre sonra bir yeşilliğin önünde buluyorum kendimi. Fotoğraflar asılmıştı etrafa. Fotoğraflarda bir sürü ölü insanlar var. Karınları deşilmiş kadınlar, çocuklar... Sesler “biz buradayız” diyor. Kendimi bir ağacın altına atıyorum, ağaç başlıyor konuşmaya: - Korkma, onlar yabancı değil, hep seni beklediler. - Niye, kim bekliyor beni. Ben yurdumuza gidiyorum, çağlalarımızı toplayacağım. - Şu stadyum var ya, bir gün oradan kamyonlar gelmeye başladı. Burası yeşil güzel bir parktı. Kocaman bir çukur açtılar. Kamyonlarla getirdikleri cesetleri bu çukura doldurdular. Onlarca kamyon geldi. Bir sürü kadın, çocuk ve erkek cesetleri ve parçaları. Sabra ve Şatila’da öldürülen binlerce kişi bu çukura dolduruldu. Hepsi topluca yatar burada. - Peki neden, neden öldürüldüler? - Ah çocuk sömürüyü ve zulmü yaratanlara sormalı bunu. Kendi çıkarı için her şeyi yıkmaya, herkesi katletmeye hazır olanlar olmasaydı, sen de badem ağaçlarına kavuşurdun. - Ama neden hep biz yeniliyoruz. Neden bizim hem yurdumuzu alıp, hem de burada yaşamamıza izin vermiyorlar. Kimseye inanmıyorum! Ağlayarak koşmaya başlıyorum, neden hep biz öldürülüyorduk. İçimde kocaman bir yumruk oluşmuştu sanki. Ne kadar koştuğumu hatırlamıyorum. Birden tüm dünya değişmişti. Pırıl pırıl büyük binaların olduğu, tertemiz sokakların koca-


man ışıklı bakkalların olduğu bir yerdi. Başka bir dünyaya gelmiştim. Evet işte burası bizim güzel yurdumuz olmalıydı. Ağzımı burnumu silip gözlerimi iyice açıyorum. Etraf çok güzel arabalar, tertemiz giysili insanlar, çok güzel dükkanlarla dolu.. Ama badem ağacımız neredeydi? Sokaklarda dolaşmaya başlıyorum, yurdumuzu bulduğuma göre ağaçlarımızı da bulacaktım. Yurdumuzun bu kadar güzel olabileceğini hayal edemezdim. Yolda yürüyen bir kadın ve çocuk görüyorum. Çocuğa sorabilirdim, yaklaşıp “bizim badem ağaçlarımızı görüp görmediğini” soruyorum. Çocuk bana cebinden küçük, yeşil tüylü, bir şey verdi. Çağlaydı bu, bizim badem ağacımızdan… Ama annesi beni fark edince birden çok kızıyor. Sokağın başında duran askerlere sesleniyor, “İmdat, bir Filistinli, bir mülteci piçi, yardım edin”. Askerler beni yakalayıp vurmaya başlıyorlar. Ne olduğunu anlayamıyorum. Düşmanlara yakalanmış olmalıyım. Çocuk ağlıyor “anne vurmasınlar, bir şey yapmadı bana”. İkimiz de ağlıyorduk. Düşmanlar beni tekmeleyip, yumrukluyor. Bense çağlayı avucumda sıkı sıkı tutuyorum. Yere düştüm, ayaklarıyla üstüme basıp beni arabalarına sürüklediler. Bir daha nenemi göremeyeceğim üzülüyorum. Onlarla kahramanca savaştım ama ellerinden kurtulamıyorum. Beni karargahlarına götürüyorlar. Bir komutan nerede

oturduğumu soruyor. Cevap vermeyince suratıma tokadı yiyorum. Artık dayanamayıp ağlamaya başlıyorum. Şatila’da oturduğumuzu söylüyorum. Komutan bir tokat daha atıyor suratıma: “Ulan piç kurusu, yurdunuzdan kopup geldiniz, sizi kapıda bırakmadık Beyrut’un ortasında yer gösterdik, otursanıza oturduğunuz yerde. Ne işin var Beyrut sokaklarında. Bunları geldikleri yere göndereceksin, o zaman görecekler günlerini. Bunlara iyilik yaramaz” Ne demek istediğini anlayamıyorum ama askerler beni alıp kampımıza geri götürüyorlar. Annemle nenem kapıda ağlaşıyorlardı. Herkes beni bekliyordu. Ama üstüm başım yırtılmış, her yerim dayaktan mosmor olmuştu. Annem sarılıp ağlıyor, herkes çok korkmuş. Kendimi bir kahraman gibi hissediyorum. Onlara yurdumuza gittiğimi söylüyorum ama hiçbirisi inanmıyor. Nenemin kucağına oturuyorum, oyuk gözlerini seviyorum; “Neneciğim sen inan bana, gerçekten yurdumuza gittim, inanmazsan bak, ne getirdim sana” Nenem avucuna koyduğum çağlayı yokluyor. Kalbi hızla atmaya başlıyor, duyabiliyorum heyecanını. Göz oyuklarından birkaç damla yaş süzülüyor. Ninem inanıyor yurdumuza gittiğime. Bir şey söylemese de anlıyorum. O inanıyor yurdumuza gittiğime. o

AĞUSTOS 2011 | TAVIR | 33


deneme deneme

anadolu konuşur ümit ilter

“Hiç sanduka konuşur mu?” El cevap: Bu topraklarda sandukalar da konuşur. Bir şeyler anlatırlar. Dinleyene elbette… Kalelerden kulelere, dağlardan sandukalara, kilim motiflerinden halk oyunu figürlerine… Anadolu konuşur. ZAMAN: 13. yüzyıl. Anadolu’da Moğol işgali yaşanıyor. Selçuklu soyluları, Moğolların maşasına dönmüş durumda. Bir yandan kendi aralarında iktidar çatışması yaşarken, diğer yandan en iyi işbirlikçinin kendileri olduğunu kanıtlama derdindeler. AHİLER: İşgale karşı çıkanlar da var elbette. Hep olageldiği gibi, bir yerde işgal varsa direnenler de olacaktır. Moğol işgaline karşı direnenlerin başında da Ahiler ve Anadolu Bacıları gelmektedir.

Rivayet o ki, Tebrizli Şems’i Ahiler öldürmüştür. Bu bir cezalandırma eylemidir ve böylece, Ahiler, ah’larının, dökülen kanlarının hesabını sormuşlardır. Bu yazının konusu budur ve en sonunda söyleyeceğini en başında söylemesinin bir nedeni vardır. SORU: Tebrizli Şems, daha çok Mevlana Celaleddin Rumi’nin hocası olarak bilinir. Öyledir. Ve bir kalenderi şeyhi olan Şemsi Tebrizi’nin mezarı-sandukası Konya’da bir türbede bulunmaktadır. Peki, Tebrizli Şems’in sandukası bize ne anlatır? Denilebilir ki,

34 | TAVIR | AĞUSTOS 2011

Ahilik, bir tür esnaf diyebileceğimiz küçük üreticilerin örgütlü halidir. Bu örgütlenmeyi Ahi Evren ve onun hocası olan Şeyh el-Kirmani 1204’ten itibaren oluşturmuşlardır. Kayseri merkezli başlayan örgütlenme giderek Anadolu’nun geneline yayılmış ve ciddi bir güce ulaşmıştır. Emekçi kadınların örgütlenmesi olan Anadolu Bacıları (Bacıyan-ı Rum) da aynı süreç içinde örgütlenmiştir. Anadolu Bacıları’nın kurucu önderi olan Fatma Hatun aynı zamanda Ahi Evren’in karısı ve Şeyh Kirmani’nin de kızıydı. Ahiler ve Anadolu Bacıları, Moğol işgaline kadar işleriyle ilgilenen, üretimi örgütleyen, kendi iç eğitim ve alış-veriş denetimini sağlayan bir tür lonca örgütlenmesi iken, işgalle birlikte ve giderek muhalefet odağına dönüşmüşlerdir.


CAVLAKİLER: Kalenderi dervişlerine Anadolu’da Cavlakiler deniyordu. Zira, bunlar, saçlarını kazıtıyor ve yarı çıplak halde dolaşıyorlardı. İşgal öncesinde de Cavlakiler ile Ahiler arasında din eksenli ideolojik bir mücadele sürdüğü açıktır. Ahiler, çalışmadan yaşayan ve bir tür dilencilikle geçinen Cavlakiler’i asalak olarak görüp kızıyorlardı. Ahiler ile Cavlakiler’in İslamiyeti algılama ve yaşaması farklıydı. Bu farklılık, aralarında dini (ideolojik) tartışmalara neden oluyordu. Ahiler’in manevi önderi Şeyh el-Kirmani ile Kalenderi-Cavlakiler’in şeyhlerinden olan Tebrizli Şems’in tartışmaları biliniyor. Ahiler’in etkinliği Anadolu ile sınırlıyken, Kalenderiler daha geniş bir coğrafyaya (Horasan, İran, Azerbaycan, Anadolu) yayılmışlardı. Bu bölgeler, Moğol güçlerinin işgal ederek ilerledikleri güzergahı da oluşturuyor. Dolayısıyla, Moğollar daha Anadolu’ya gelmeden Cavlakiler’le tanışmışlardı. Moğollar şamanistti ve bu yüzden sihirli, olağanüstü güçleri olduğunu düşündükleri insanlara saygıyla yaklaşırlardı. Kalenderi müritlerine de böyle yaklaştılar. Zira Cavlakiler ateşte yürüyor, kendilerine şiş batırıyor ve dünya haline aldırmıyorlardı. Bunlardan daha önemlisi, Moğollar için işgal ettikleri yörelerde kendilerine dost bir tarikat olmasıydı. Böylece, işgalci Moğollar ve Cavlakiler arasında ittifak kuruldu. Hatta, kimi Cavlakiler Moğol ordusunda yer aldılar. Vurucu güç olarak hizmet ettiler, ki Tebrizli Şems ve müritleri de böyleydi. KAYSERİ: Moğollar, Kayseri’yi kuşattılar. Ama şehir ahalisi teslim olmayı reddetti. Ahiler, şehirde direnişi örgütlerken, Tebrizli Şems ve Cavlakiler, Moğol ordusunun içindeydiler. Moğollar kendi devasa güçlerine ve o güne kadar saldıkları korkuya boyun eğilmemesini hazmedemediler. Ve olanca güçleriyle saldırıya geçtiler. Saldıranlar arasında Tebrizli Şems ve müritleri de vardı. Ahiler ise direndiler. Direnişi örgütleyenlerin başında Anadolu Bacıları’nın önderi Fatma Bacı da vardı. Ahi Evren ise o sırada Konya’da tutsaktı. Kale düştüğünde, Moğollar zalimlik kibriyle şehri yakıp yıktılar. Ahiler ve Anadolu Bacıları katledildiler. Birçoğu da esir edildi. Fatma Bacı da alınanlar arasındaydı ve tam 14 yıl boyunca sürdü bu esareti. İşte tüm bu zalimliğin yaratılmasında Tebrizli Şems’in de payı vardı. Dökülen her damla kandan sorumluydu. Ahiler’in ve Anadolu Bacıları’nın ahını almıştı. Kayseri’de gerçekleştirilen katliamın hesabını boynunda taşıyacaktı artık, günü gelince ödenmek üzere.

MEVLANA: Bu sırada Mevlana ne yapıyordu peki? Hep yaptığını yapıyordu. Anadolu işgali, yağma, katliam yaşarken, Mevlana, tüm bunları gerçekleştiren Moğollar ile dostane bir ilişki yürütüyordu. Mevlana Celaleddin Rumi’nin maddi sorunlara karşı manevi çözümler önerdiği bilinir. Bu yüzden de düşünceleri yoksul halk içinde yayılmamıştır. Mevlana, daha çok karnı tok, sırtı pek olan zümrelerin manevi açlığını doyurmuştur. İşte bu çevreler de işgalcilerin dostu olduğu için, Mevlana da asla bindiği dalı kesmeye kalkışmadı. Hocası Tebrizli Şems’in Moğol işbirlikçiliğinin gölgesinde semaya durdu. Ve bir gün Tebrizli Şems öldürüldü. “… Mevlana’nın oğlu Sultan Veled, ‘Veled-Name’ adı verilen eserinde Konya’da Şems-i Tebrizi’ye muhalif bir çevrenin mevcut olduğunu ve bu çevrenin onu öldürdüğünü uzun uzun hikaye etmektedir. İşte Sultan Veled’in adını vermediği o çevre, Ahiler’dir. Aslında Mevlana ile Moğol yöneticiler arasında iyi ilişkiler bulunduğu bilinmektedir. Mevlana ile Moğollar arasındaki diyalogu kuran Şems olmuştur. Mevlana’nın ‘Fihi Ma Fih’inde Şems-i Tebrizi’nin de ‘Makalat’ında Anadolu’da Moğol aleyhtarlığına karşı mücadele yürüttükleri ve halkı Moğollar’a karşı itaat etmeye çağırdıkları açıkça görülmektedir. Moğollar’ın onlara külliyetli miktarda para verdiğine dair Eflaki’nin ‘Menakibü’l-arifin’de onlarca haber bulunmaktadır. Bir Kalenderi şeyhi olan Şeyh Şerefü’d-din-i Mavsili, Moğollar’ın Anadolu’daki hazinedarıydı. Ahmed Eflaki onun bir defasında Mevlana’ya 2 bin dinar getirdiğini bildirmektedir…” (Prof. Dr. Mikail Bayram- Bilim ve Gelecek-Sayı:17-Temmuz 2005-Syf:39) CEVAP: Başlangıçtaki sorunun cevabı, Konya’daki sandukanın kendisi sayılmalıdır. Ki Tebrizli Şems’in sandukası bize Ahiler’in ahını ve adaletini anlatır. Buna bir tür halkın adaleti de diyebiliriz. Tebrizli Şems, Ahiler ve Anadolu Bacıları’nın ahını almış olmanın hesabını ödemiştir. Açık olan şu ki, bu topraklarda ahali adaletinin kökleri derinlerdedir. İşte Konya’daki o sanduka, bize bu derinliği anlatır… KISSADAN HİSSE: Anadolu tarihi konuşkandır. Dinlemeyi bilene elbette. Dinledikçe köklerimizi hisseder, kendimizi buluruz. “Ot bile kendi kökünün üstünde biter” diyen halk haklıdır. Anadolu tarihi bizimdir, bize dairdir ve bize çok şey söyler. Yeri gelir, kadınların tülbentine işlenmiş bir oya motifi konuşur. Yeri gelir, bir kalenin göğsündeki mancınık yarası konuşur. Surlar konuşur, dağlar konuşur, sazlar konuşur, tulumlar konuşur, hatta meçhul ölülerimiz bile konuşur ve hayata dair küpeler takarlar kulaklarımıza. Yeter ki, dinlemeyi bilelim. İşte o zaman bir sanduka bile dile gelir. Ve der ki… o

AĞUSTOS 2011 | TAVIR | 35


şiir şiir

bir gazete haberi mumpy çiğdem şenyiğit

Mumpy on iki yaşında öldü. Ölüm nedeni, kendisiydi. Ölüm nedeni, sevgisiydi. Ölüm nedeni, çaresizliğiydi. Böyle söylüyordu sütundaki haber Üzüldüm Mumpy için, üzüldük hep beraber. Mumpy, yoksul bir Hint kızı tek göz bir barakada yaşayan Mumpy için yokluk dünyaya gelme bedeli. Bir de şu hastalık olmasa. Babası hasta, kardeşi hasta, organ lazım ikisine de... annesi yasta...

“Hindistan'da 12 yaşındaki bir kız, babası ve kardeşine organ bağışlamak için canına kıydı. Mumpy Sarkar isimli kızın babası gözünden, kardeşi de böbreğinden rahatsızdı. Onları kurtarmak isteyen küçük kız, kendince bir plan yaptı. Böbreğini kardeşine, gözlerini de babasına bağışladığını yazdığı bir not bıraktı. Ardından intihar etti.” panzeri altında kalan Sevcan gibi. Sevcan yedi yaşındaydı, Kübra iki... Ölüm, Samsunlu Kübra’nın kendi seçimi değildi Seçecek yaşta hiç değildi. Karnı açtı ağladı, ağladı, ağladı... gözyaşları çare olamadı açlığa. Süt lazımdı, mama... nerede hani o adil dünya...

Düşündü on iki yaşında dünyanın Hindistan’ında ne yapabilir Mumpy? Gündelikçiydi yarı aç yarı tok geçinen ailesi. Kardeşi böbreksiz ölecek, babası kör kalacak ve yaşam daha da zorlaşacak Mumpy ve annesi için.

Düşündü on iki yaşında Mumpy, ölümüyle hıncı harlayan Kübra adına... Dünyadaki tüm erken büyüyen yaşıtları gibi. İp atlarken düşündü, gülerken, arkadaşına küserken, öperken babasını...

Düşündü on iki yaşında, tıpkı her gece kondumuz yıkılacak mı diye kaygı duyan ve Armutlu’nun ortasında evini yıkanların

On iki yaşın verdiği derinlikle düşündü, saflık, tazelik, temizlikle... Önüne bir sürü “çare” serildi, dilen Mumpy sat etini... esmer parmağının ucuyla itti hepsini

36 | TAVIR | AĞUSTOS 2011


Daha henüz dünyasını kirletecek yaşta değil ki, Oysa sömürdükçe, halka yoksulluk kusanlara dünyayı dar edecek yaşta ya... Ah! Yazık ki, halkın kurtuluş ordusunu duymadı Mumpy... Duysa idi... alırdı yerini çoktan. Ki Sevcan’ın ardından nice Sevcanlar büyüdü, halkın cephesinde kurtuluş için yürüdü, ve yürümekte hala. Mumpy ise bilemedi otların tadını, namlu sıcaklığını, yoldaş bağlılığını. Bilseydi kuşku yok alırdı yerini. Fedakardı Mumpy, babası görsün istedi doğuracağı bebeleri, kardeşi tatsın istedi yoksul sofralarında ekmeği...

Zifiri gözlü inceydi, kına saçlı, düşünceliydi. Arkadaşlarından, oyunlarından, giymeyi çok istediği vitrindeki o kırmızı ayakkabıdan, bütün organlarından vazgeçecek kadar sevdi yaşamayı. Kör bir baba ve ölü bir kardeşle yaşam zor olacak Besbelliydi. İş bulmak umuttu ancak iş yoktu. Onursuzca yaşamaksa... iş çoktu. İstemedi. Onursuz yaşamak, Hiç yaşamamaktı Mumpy için... onurlu yaşamayı seçti. On iki yaşından vazgeçti.

AĞUSTOS 2011 | TAVIR | 37


deneme deneme

benzinli battaniyelere sardılar beni deniz korcan

Benzinli battaniyelere sardılar beni.. yanıyorum.. Her yanımda bir yangın... Derilerim dökülüyor, ey insanlar yanıyorum.

Benzinli battaniyelere sardılar beni.. yanıyorum.. Her yanımda bir yangın... Derilerim dökülüyor, ey insanlar yanıyorum. Ateşin insana ihaneti midir bu... İnsanlar ateşlere taptılar bir zamanlar. Ateş bin yıllardır aydınlatır. Zalimin elinde şimdi. Yanıyorum hala... Engizisyondan beri yanıyorum.

38 | TAVIR | AĞUSTOS 2011


Yakanlar konuşuyor. Benzinli battaniye verdik onlara diyor.

“Diri diri yaktılar... altı kadın”

“Bayanlar koğuş kapısını açmamızı istedi, ama biz bir şey yapmadık. Rütbeli arkadaşlar, yangına karşı attıkları yaş battaniyeleri suya değil, yanıcı maddelere batırdıklarını anlattı."

Altı kadın orada kaldılar. Anlatıyor, duyuyor musun? Sen yanıyorsun. Üzerinde benzine batırılmış bir battaniye. Yanıyorsun. O anlatıyor şimdi duyuyor musun? Yanıyorum, yanıyorsun...

Benzinli bir battaniyeye hiç sarılmadım. Sen de sarılmamışsındır daha önce kuşkusuz. Battaniye deyince aklıma ne geldi biliyor musun? İçerideki battaniyem. En kalın, en yünlü battaniyeyi bana vermiştiniz bronşitim var diye. Soğuk kış gecelerinde sarılıp uyurdum size sarılır gibi. Yoldaş sıcaklığı buydu. Hiç üşümedim. Senin üzerinde ise incecik bir battaniye vardı. Kendin de inceciktin. Yatağa yattığında orada bir insan var mı belli olmazdı. Eğer saçların da gözükmüyorsa birisi yatağı toplamaya geldiğinde seni fark ederdi altında. O benzinli battaniye üzerinde olduğu resmine bakıyorum. Yüzünde bir acı, yüzünde bir nefret. Yüzünde son gücünle bir haykırış.

“Biz de, İstanbul İtfaiye Müdürlüğü ekipleri de herhangi bir müdahalede bulunmadılar. Operasyon sona erdiğinde ve koğuşa girdiğimizde kadın mahkumların sayısını tam olarak hatırlamıyorum, gördüğüm kadarıyla koğuş içinde üç ayrı noktada kömürleşmiş derecede yandıklarını ve hayatlarını kaybettiklerini gördüm. İlk etapta bu derecede yanmaya bir anlam veremedim, çünkü koğuşta sadece yatak ve yorgan vardı ve yanan şahıslar yatak ve yorganlardan uzak noktalarda hayatlarını kaybetmişlerdi." Susturun şunu. Konuştukça yanıyorum. Çürümüş yalan perdesi birer birer açılıyor. Zalimler vicdan mı aklıyor yoksa? Ne dedin Özlem? Duyamıyorum...

“Biz altı kadın...” - Zalimin vicdanı yoktur. Altı kadının gözleri, gelmiş gözlerine oturmuş. Altı kadın yandılar. Saçlarından yandılar, açılan deliklerden ateşler tuttular. Altı kadından daha fazlası yandı. Altısı öldü... O gün orada etlerim yanıyordu. Giysilerim yanmıyordu ama etim yanıyordu. Bir yangın ki cehennemden sıcak. Neredeyiz... Ortaçağda mı yoksa Hitler’in Avrupasında mı? Neredeyiz bilen var mı? Yanıyorsun. Yüzün bembeyaz. O merhem sürülmüş bembeyaz yüzünden bile güzelliğin belli oluyor. Yüzünün güzelliği bu, senin güzelliğin. Direncin güzel kızı. Yanıyorsun... Yanıyorum. Benzinli battaniyelere sarmışlar meğer seni. İnsanlık insanlık olalı böylesine utanmamıştı. Battaniye. Soğuk kış gecelerinin en sıcak dostu. İnsanoğlunun ilk kucağı, kundak... Hayatın elleri gibi sarıp sarmalar bizi kundağımız. Ömür biter, kundağımız bir gün kefenimiz olur. Yine hayatın ellerinde düşeriz toprağa. Bir battaniye bazen böyle katil olur. Katillerle işbirliği yapar. Battaniye, soğuk kış günlerinin sıcak dostu. Demek artık hain oldun. O hain, o benzinli battaniyeye sarmışlar seni. Götürüyorlar. Sana bakıyorum, yüzün beyaz. “Diri diri yaktılar” diyebildin. O halde konuşabilmen bile bir mucizeydi. Belki son gücünle... Belki geride bıraktığın Özlem’in kara gözlerine, Yazgül’ün gülüşüne sığınarak... Şefo’nun inadıydı bel ki sendeki... Ne demiştin Birsen?

Biliyorum Özlem... Zalimin vicdanı yoktur. Evet Şefom, “Onlar yoksul eti yerler, içtikleri kandır”*. Elbette bugün hesap sorulacak zamandır... Kömür oldu o gün altı kadın. Vicdanı olanların içinde kömürleşmiş bir yanık yarası. Yangın hala sönmedi. Katliamın üstüne kat kat perdeler örtüldü de genzimizden o yanık insan etinin kokusu gitmedi. Ve şimdi yıllar sonra... bir benzinli battaniye sardı bedenimizi. Sardı ve yakıyor. Kavuruyor etimizi. Söylesene asker, bir teki aman diledi mi? Dilemedi değil mi? Yanıp kömür oldular da kendi canından geçtiler, omuz başında yanan canları için. Üzerinde benzinli battaniye. Bir kız gelip geçiyor içimizden. Acıtıyor içimizi. Saçları yanmış. Yüzü beyaz. Hala haykırıyor... “Diri diri yaktılar” Tutuklular yargılanıyor devlet malına zarar vermekten. Katiller tutuksuz. Bir ülke işte ayak bastığımız, hukuksuz. Yanıyorsun Birsen, benzinli battaniyelere sarmışlar seni... Yanıyorsunuz. Yanıyorum. o

* (şiir) Enver Gökçe

AĞUSTOS 2011 | TAVIR | 39


deneme deneme

“kıytırık fm başlıyooor”... zehra karatay

sonlarında yaz gelmedi Sincan'a daha... Kuş sesleri cıvıl cıvıl... Biri uçup diğerleri konuyor tel örgülere... Ben olmasam inecekler havalandırmaya. Gagaları, ıslatıp bıraktığımız ekmeğe batıp çıkacak... Kargalar yuva yapmışlar havalandırmanın sol köşesine. Çamurla sıvamışlar dalları. Ara ara kuru dallar ve toprak döküyorlar havalandırmaya kargalar; çirkin sesleriyle kovalıyor diğer kuşları. Yuvanın yanına yaklaştırmıyorlar. Voltadayım... Hızlanıyor adımlarım... Günlerden Pazar. Pazar gününün sessizliği... Sessizliği bozmak istercesine hızlanıyor adımlarım. Hızlandıkça sesler yükseliyor. Hızlandıkça geriye akıyor düşüncelerim. 10 yıl öncesine gidiyorum. Voltadayım... Voltanın o eşsiz sohbetinde… - Zeliha... Nasılsın? “Kıytırık FM başlıyoooor” - İyidir iyi... Canavar gibiyiz. Havalandırmadayım... Hızlandıkça adımlarım, kahkahalarımız yükseliyor. Havalandırma sessiz… - Ah kafama çarpacaktı az daha! Gökyüzüne bakıyorum. Bulutlar arasında yer yer mavilikler. Kara bulutlar biraz uzakta. Yine yağmur yağacak. Haziran

40 | TAVIR | AĞUSTOS 2011

Limon postasından günlük gazeteler geliyor...


- Aaa bu ne?

Sonra sessizlik...

- Size hediye yaptık.

- Arkadaşların hepsini aldılar mı?

- Çoook güzel.

- Yoook.

Sesler birbirine karışıyor.

- Nasıl?

- Kandıra'dan, Tekirdağ'dan mektup geldiii... Selamları var.

- Yıldız kaldı. Onun yerine Meryem ablayı aldılar.

Aradaki duvarlar yıkılıyor, mesafeler kalkıyor gülümsüyorum, yarım kalıyor gülümsemem.

Meryem abla geliyor az sonra.

Sonra hüzün. - Arkadaşlaaar... Ölüm orucu direnişçilerini alacaklarmış, haber geldi. - Ne zaman?

- "Alçaklara çaktırmadım ama bayanlardan biri beni tanıdı." diyor. Gülümsüyorum yine. Saatime bakıyorum. Zaman ne çabuk ilerliyor. Birazdan arkadaşlar seslenecekler. Pazar günleri yağmurun azizliği olmasa eğer türkü söylüyoruz hep birlikte.

- Birazdan alacaklarını söylediler. - İşte sesleri geldi. Herkes kapının altında... Tek tek ölüm orucunda olan arkadaşlara sesleniyoruz. - Zeynep seni seviyoruz.

- Arkadaşlaar... - Tamam...

Hep beraber cevap veriyorlar. - Biz de.

Tamam; buradayız, hazırız demek. Tamam; beraberiz demek. Tamam; burada bu havalandırmada paylaşım demek.

- Ümüş seni seviyoruz.

Tecrit mi?

- Biz de.

Başlıyorlar bir türküye... Ne söylediklerini anlamıyoruz. Biraz rüzgar olsa seslerini getirse bize. Ama yok. Karabulutlar ilerliyor yavaşça. Sakın yağma yağmur! Sonra...

- Gülay seni seviyoruz. - Biz de. Biz de sizi seviyoruz... Hem de ölecek kadar çok. Bekliyoruz gelecekler birazdan ve koparıp alacaklar kollarımızdan onları. Gözleri gözlerimize değiyor... Bir daha göremeyeceğiz. Elleri ellerimize bir daha dokunamayacak. Kimse duygusallık demesin buna. Bakın akmıyor gözyaşlarım. Ama içim... Canım yanıyor... Ama boğazım düğüm düğüm... Son kez kucaklıyoruz günden güne incelen bedenlerini. Geliyorlar... İşte kapı açılıyor. Otuz kişi doluşuyor hücreye. Bayan gardiyanlar arkada. Sıkıca kenetleniyoruz birbirimize. Sloganlarımız inletiyor koridorları. Tek tek koparıyorlar bizden. Savurup atıyorlar her birimizi bir yana, kapılar kapanıyor. Tüm öfkemizle, hıncımızla, direnişimizin gücüyle dövüyoruz kapıları. - Ölüm orucu savaşçıları onurumuzdur!

Kuşlar da sussa biraz... Kaçırmaya çalışıyorum kuşları olmuyor... Uzaktan sıranın bizde olduğunu belirten bir ses. Başlıyoruz biz de. "Buruk Acı"yı söylüyor Hülya abla. Hem de öyle bir söylüyor ki; sesi gitsin, varsın diye arkadaşlara, boynundaki tüm damarlar şişiyor. Ölüm orucu savaşçılarının çok sevdiği, istediği bir şarkı bu. Hülya abla da biliyor bunu. Kaç defa söyledi bu parçayı kimbilir. Dolu gözleriyle bakıyor yüzüme. Kıytırık FM geliyor aklıma. Tülay'ın, Zeliha'nın Kıytırık FM'i... Yine 10 yıl öncesine gidiyor düşüncelerim buruk bir acı ile. - Nereden buldunuz bu ismi yahu? - Eeee buradaki FM'ler, Kral FM, Show FM olunca bizdeki

AĞUSTOS 2011 | TAVIR | 41


teknoloji ile olsa olsa Kıytırık FM olur diyorlar. Biraz neşeli, biraz esprili, eğlenceli bir isim olur diyorlar.

Biz türküye başlarken İbo'muz, Çingenemiz hücrenin üst katına çıkacak. Çakmağını çıkarıp cebinden, ateşten giysisini giyecek. Sesi ses verecek Küçük Armutlu'ya.

Radyonun cıngılı da hazır... Tülay'ın en sevdiği şarkı bu.

- Aysun için söylüyoruz.

"Senden ve sevdamdan uzak Hasret bu yavrucağım Yedi kat yerden geliyor Sıcak selamın."

"Bekle bizi İstanbul" Aysun koşacak koridorda. Gardiyanların şaşkın bakışları arasında tek tek tüm hücrelerin mazgallarını açacak vedalaşacak. Ellerimizi tutup koşacak sonsuzluğa.

"Kıytırık FM başlıyooor...” Radyo spikerimiz Zeliha.

Siper yoldaşlarımızın da bu radyoda sesi olacak. Sibel'in, Nergis'in, Lale'nin. Onlar da bir türküde geçip yanıbaşımızda oturacak.

- Hadi radyo programı başladı. Minderlerimizi alıp kapı altına geliyoruz. Her hücreden türküler yükseliyor... Her söylenen türkü Kartal Hapishanesi'nden çıkıp diğer hapishanelere ulaşıyor. - Veli Dayı için söylüyoruz!... Söylerken biliyoruz. Veli Dayı yüzündeki gülümsemeyle önce gözlüklerini takacak... Sonra çıkaracak gömleğinin cebinden türküsünün sözlerini. Hep orada küçük bir kağıda yazılı... Başlayacak türküye. Elini kaldıracak "hep beraber" der gibi. Bütün hapishanelerden bir koro yükselecek: "Geçti dost kervanı Eyleme beni, eyleme beni"

Türkülerimiz coşkulu, türkülerimiz hüzünlü, içli. Her söylenen türkünün bir hikayesi var. Her türkü geçmişe yolculuk yaptırırken geleceği de adımlıyor. "Pencereden kar geliyor" türküsüyle Zeynep kara gözleriyle duracak karşımızda. Şarlo olmak ne güzel yakışmıştı ona. "Kınayı getir aney" türküsü Ümraniye Hapishanesi'nin konferans salonunda çınlayacak. Gülay'ın, Zeynep'in, Ümüş'ün avuçlarına işlenecek muratlar. "Kına muraddır, biz muradımıza erdik" diyecek Zeynep... "Ben gittikten sonra unutmayın ha Fırat türküsünü söyleyin” diyecek Gülay fısıltıyla. "Sarı çiçek sarartıyor dağları" türküsü her 1 Mayıs'ta aklımızda olacak Selma'yla.

- Ümüş için söylüyoruz! Türküler... Türkülerimiz. Hiç susmayacak. "Yozgat sürmelisi" - Ümüş hastane odasında küçücük kalmış bedeniyle dinleyecek bizi. O ses Küçük Armutlu'ya uzanacak sonra. - Ümit Günger için söylüyoruz!

Voltamız çok kalabalık şimdi. Duyuyorsunuz ayak seslerini değil mi? Türkülerde ağlatan da, güldüren de yaşanmışlıklar... Türküler art arda geliyor. Pazarın da, voltanın da sessizliği kalmıyor.

"Cilveloy Nanayda!" - Görüşürüz arkadaşlar! Veli Dayı'nın “Yümit”i... Veli Dayı'nın tok sesiyle uyanacak "arkadaşlar içtimaa" diye. "Hadi uyanın oyalanmayın"...

- Tamam!

Sonra Yümit'inin yanına varacak, saçını okşayıp, "Hadi Yümit'ciğim içtima, hadi aç gözlerini" derken fısıltıyla, kongre salonundan kahkahalar yükselecek.

- Görüşürüz Tülay, Zeliha...

- İbrahim Erler için söylüyoruz.

- Görüşürüz Kandıra, Tekirdağ, Edirne...

"Eşkiya dünyaya hükümdar olmaz"

- Tamam!.. o

42 | TAVIR | AĞUSTOS 2011

- Tamam!


makale

makale

(t)elif dedim be dedim! sinan gümüş

Sanatçılar da tıpkı işçiler gibi, köylüler gibi, hayatın içinde emeğiyle geçinen tüm kesimler gibi üretimle yaşarlar ve ürünlerini halka arzederler. Bu ürün bazen bir müzisyenin yaptığı bestedir, bazen bir yönetmenin çektiği filmdir, bazen bir şairin kaleminden dökülen mısralardır. Hayatın içine arz edilmek üzere yaratılan diğer ürünler, işçiler tarafından üretildiği halde işçilere değil patronlara aittir. Patronlar da bu ürünleri belli bir “bedel” karşılığında -ki bu bedel kar getirmek zorundadır- alıcısına sunarlar. Bu kapitalizmin doğasıdır. Kapitalist ilişkiler kar etmeyi emreder. Yoksa yaşama şansın olmaz. Sanat alanında üretilen ürünlerde ise süreç biraz daha farklı işler. Burada üretilen ürünün yani sanat eserinin haklarını koruyan, yayılmasını ve dağıtımını kontrol altına alan çeşitli haklar vardır. Bu haklara “telif hakkı” denir. Bir şarkı, bir şiir ya da bir film, bu ürünün kimler tarafından ve nasıl bir biçimde yayılacağını ve dağıtılacağını bilmek, kontrol edebilmek, kimin kullanıp kimin kullanmayacağına izin vermek, sanatçının, yani bu eseri üretmiş olan kişinin en doğal hakkıdır. Telif hakkı da bu durumu koruduğu için esas olarak bir sorun yoktur. Çünkü sanat eserlerinin manevi ve hatta ideolojik boyutu da çok güçlüdür. Sanat eserleri halkın sorunlarını ve çelişkilerini de dile getirir. Böyle bir eserin halka düşman çevrelerce alınıp kullanıl-

AĞUSTOS 2011 | TAVIR | 43


masına, bir meşrulaşma aracı haline getirilmesine, halkın gözünün boyanmasına karşı çıkmak gerekir elbette. Ve telif hakkı, burada eser sahibine bu eserin kullanımına izin vermeme yetkisi verir. Telif hakkının bu aşamaya kadar olan boyutu “manevi” boyutuyla ilgiliydi. Ancak telif hakkı eserin sadece “manevi” değil, “maddi” haklarını da güvence altına alır. Maddi hakların da iki boyutu vardır. Birincisi, eser sahibinden bağımsız olarak bu eserin kullanımı ve dağıtımı vb ile ilgili başka kişilerin haksız kazanç elde etmesini engeller. Yani kimi kişilerin bu eserin popülaritesinden yararlanarak onu büyük paralar kazanacak bir biçimde kullanmalarını engeller. Bu yanıyla, eser sahibinin kimin hangi sınırlarda kullanacağına karar vermesini de sağlar. Telif hakkının maddi boyutunun ikinci maddesi ise, eser sahibinin kendisinin bu eser karşılığında ne kadar kazanacağını belirlemesini sağlar. Yani bu eserin üreticisi olarak istediği kişiye, istediği ücreti alarak satma hakkını verir. İstediği parayı almadığı koşullarda eserin kullanımını engelleme hakkı vardır sanatçının ya da varislerinin. Yani telif sadece kimin hangi koşullarda kullanacağına izin vermekle kalmaz, aynı zamanda sanatçının ne kadar kazanacağını da belirlemesini sağlar. Telif yasası ülkemizde tam anlamıyla oturmuş ve hayata geçmiş değildir. Hala çeşitli eksiklikleri vardır ve bu konuda çeşitli sanatçıların ve meslek gruplarının uğraşı da sürmektedir. Biz bu yazımızda, telif haklarının esas olarak ilerici ve devrimci sanatçılar ve çevreler arasındaki ilişkiyi nasıl belirlemesi gerektiğine ilişkin boyutuyla ilgileniyoruz. Telif hakkı bir yandan eserin üreticisine birtakım haklar verirken, diğer yandan bazı çarpıklıkları da beraberinde getiriyor.

44 | TAVIR | AĞUSTOS 2011

Teliften esas olarak anlaşılması gereken, sanatçının eserini kimlerin kullanıp kullanmayacağına ilişkin karar hakkı olmalıyken, günümüzdeki esas anlamı, sanatçıya ne kadar kazandırıp ne kadar kaybettireceği şeklinde ortaya çıkıyor. Yani sanatçılar açısından kimin hangi amaçla bu eseri kullanacağı, bu eserin bu kişilerce kullanımının ne getirip ne götüreceği değil, kimin kaç lira vereceği belirleyici oluyor. Bu da kapitalizme özgü bir yozlaşmayı ifade ediyor. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, kapitalizm ürün satıcısına “kar” elde etmeyi emreder. Sanat eseri de kapitalist ilişki ve kurallar içinde şekillendiğine göre, kapitalizme özgü yasalardan nasibini alıyor. Kimse para almadan başkasının kendi eserini kullanmasına izin vermiyor. Ya da kimse para almadan, bir etkinliğe katılıp şarkılarını söylemek istemiyor. Her şeyin, her eserin, her pratiğin bir parasal karşılığı olmasını istiyor. İlerici aydın ve sanatçılar içinde bu durum biraz esnese de ve daha olumlu bir noktada olsa da, yine de bu durumdan ciddi oranda nasibini alıyor. Bunu söyleyenlerin temel gerekçesi de “Biz aç mı kalalım? Tek yapabildiğimiz bu iş, bundan da para almazsak yaşayamayız” şeklinde oluyor. Evet kapitalist bir dünyada yaşamanın bedeli, maddi hakları da gözetmek zorunda bırakıyor sanatçıları. Bu bir noktaya kadar anlaşılır bir konu. Ancak bizim tartışmak istediğimiz nokta neden çıkardıkları albümleri parayla sattıkları, neden başka kullanımlardan para istedikleri ya da neden konserlerden para aldıkları şeklinde değil. Bir yandan bu süreç işleyecektir. Ancak kimi sanatçıların bu işi hiçbir istisna kabul etmeden devam ettirmesine anlam veremiyoruz. Yani sanatçı, işlerinin genelinde ücret de talep edebilir. Ancak öyle durumlar çıkar ki, burada paradan çok dayanışma


ön plana çıkar. Çağrılan bir etkinliğe katılmak ya da eserinin bir projede kullanılmasına izin vermek çok olumlu sonuçlara hizmet edebilir. İlerici misyonu edinmiş, sosyalist misyonu edinmiş bir sanatçının, halkın gözlerine çekilmiş perdelerin indirilmesine, halkın gerçekleri görebilmesine de katkı sunması beklenir. Sömürünün ortadan kalktığı, yoksulluğun bittiği ve bununla beraber aslında kendi sorunlarının da çözüleceği, kar denen canavarın insana ait her şeyi öğütmediği bir dünya için halkın örgütlenmesine katkı sunmak gerekebilir. Ülkenin herhangi bir yerinde yaşanmış bir katliama, bir drama tepki göstermek gerekebilir. Bazen yılgınlığın ve korkunun ortasında halka umut taşımak gerekebilir. Böyle durumlarda sanatın ve sanatçının tarihsel rolünü herkes bilir. İşte böyle durumlarda paranın bir önemi de kalmaz. Kalmamalıdır. Ancak öyle olmuyor. Bir şekilde her etkinlikten ücret talep etmek, bir eserin kullanılmasından bile para istemek sıkça karşımıza çıkan gerçekler. Para varsa o da var, para yoksa yok. Bu söylediklerimizi bir iki örnekle somutlayabiliriz.

edilemediler. Bu ozanın şarkıları bugün parayı bastıran herkes tarafından kullanılmaya devam ediyor. Halkımızda travma yaratmış çeşitli konularda değişik yerlerde birçok etkinlik yapılmıştır. Böyle özel dönemlerde, özel konularda yapılan ve ücretsiz olan birçok etkinliğe çağrılan sanatçılar, çoğu zaman istedikleri ücreti alamadıkları için katılmamaktadır. Ancak söyledikleri ücret ödendiğinde tam tersine önlerindeki tüm engelleri hızla kaldırarak etkinliğe katılırlar. Bu söylediklerimiz tüm sanatçıları elbette ki kapsamamaktadır. Birçok dostumuz da vardır ki, sadece o etkinlikte olmak gerektiği için, hiçbir ücret istemeden mutlaka katılmaktadır. Bizi rahatsız eden, genel tablodur. Bir şekilde “emek harcanacak, bu emeğin bir karşılığı olmalı” denilmektedir. Örneğin 19 Aralık'la ilgili bir konser yapılacak ya da bir film yapılacak. Bunun için bir emek harcanacak doğru. Ama “bu emeğin karşılığı” ille de para mı olmalıdır. Onlarca insan yakılarak katledilmiş, yüzlercesi işkencelerden geçirilmiş… Sonrasında yıllara varan tecrit işkencesi.

Grup Yorum'un İnönü Stadyumu'nda düzenlediği 25. yıl konseri Yorum açısından da, bu ülkedeki demokrasi mücadelesi açısından da tarihsel bir öneme sahipti. Böyle bir etkinlikte protest müziğe yıllarını vermiş, bu uğurda bedeller ödemiş kimi usta denebilecek müzisyen ve ozanlara da çağrılar yapıldı.

Hangi paradan bahsediyorsunuz? Bu katliamın çok daha etkili bir şekilde başka insanlara da taşınacak olması, hafızaları yenilemesi, insanlarda hesabını sorma bilincini yaratması bu emeğin karşılığı olamaz mı? Eğer olamayacaksa nerede kalıyor ilericiliğiniz, nerede kalıyor demokratlığınız?

Amaç onları bu tarihin onur konukları olarak sahnede Yorum'la birlikte söyleyecekleri bir şarkıyla, Yorum'un da onların şarkısını söylemesiyle misafir etmekti. Ancak çok traji komik gerekçelerle gelmek istemeyenler oldu. Bunların en ağırı da bunu yapmak için para istemeleriydi. Hem de ciddi miktarlarda paralar.

Kitlelerin ruh hali bizi ilgilendirmiyor, örgütlenme ihtiyacı bizi ilgilendirmiyor, halka umut taşımak bizi ilgilendirmiyor, ama oradan ne kadar para alacağımız çok ilgilendiriyor. Ama görüntüde en demokrat biz, en sosyalist biz! Böyle bir demokratlığın oldukça sakat bir demokratlık olduğunu söylemeye sanırız gerek yoktur.

Orada olmamızın bir karşılığı, bunun bir ödülü olması gerekir; bizi motive eden bir şeylerin olması gerekir diyorlardı, bizi hayretler içinde bırakarak.

Sanatçılar telif haklarını elbette korumaya devam etmelidir. Hem manevi anlamda hem maddi anlamda çarçur edilmesine kesinlikle izin vermemelidir. Hatta bu üretimleri sayesinde geçindikleri ve bu nedenle belli ücretler almaları da bilinmektedir. Ancak kimi istisnaları olmak zorundadır. Bahsettiğimiz anlamda projelere ya da etkinliklere katılmak, onları batırmayacak, aç bırakmayacaktır.

Oradaki halk denizi karşısında, onlarla birlikte şarkı söyleyebilmek, onların gülen gözlerinin içini görebilmek kadar güzel bir ödül olabilir miydi? Bundan iyi bir motivasyon kaynağı olabilir miydi? Ama bunu bir türlü anlatamadık ve bahsettiğimiz isimler bu konsere katılmadılar. Yıllar önce kaybettiğimiz çok değerli bir halk ozanımızın ölümünün ardından Grup Yorum, onun şarkılarından oluşan bir albüm yapmak istedi. Bunun için şarkılar seçildi, düzenlemeler yapıldı. Yorum halkımıza ait bir değeri sahiplenerek, adının yaşatılmasına ve büyütülmesine katkıda bulunmak amacındaydı. Ancak halk ozanının varisi olan ailesi, bu şarkıların kullanımı için öyle astronomik bedeller istedi ki, bu paraların yüz binlerce satıştan bile toparlanması mümkün değildi. Bu albümü neden çıkarmak istediğimiz anlatıldığı halde ikna

İlerici ve demokrat sanatçılar, ilişkilerini sadece para endeksli kurmamalıdır. Bu büyük bir kirlenme olur. Yeri geldiğinde büyük paralar verdiği halde halka saldırının bir parçası olarak gördüğü kişilere ya da kurumlara eserini vermemeyi bilmelidir. O etkinliğe katılmamayı bilmelidir. Yeri geldiğinde hiç kazanamayacağını bildiği etkinliğin en güçlü şekilde geçmesi için çalışabilmelidir. Öbür türlü telif hakkını sadece paranın belirlediği haliyle anlayanın, sadece ve sadece paranın gücüyle hareket edenin, kar peşinde koşan patrondan pek de farkı kalmaz. o

AĞUSTOS 2011 | TAVIR | 45


eleştiri eleştiri

orhan pamuk’a güzelleme! ozan seğmen

İnsan yaşadığı yere benzer; işçisi, memuru öğrencisi, çoluğu çocuğu, genci yaşlısı nasıl yaşarsa öyle düşünür. Onlarla beraber yaşayan, yazar da gördüklerini anlatır. Bilmediği, tanımadığı bir halkı anlatması mümkün değildir bir yazarın. Örneğin cumhuriyetin ilk yıllarında üretilen romanlar, İstanbul’un bunalımlı ruh halini vermektedir. İşgal altındaki İstanbul’da, batı kültürüyle mehtaplı gecelerin güzelliğini yaşarken, kendi iç dünyasında bunalıma sürüklenen aydınlar vardır romanlarda. Uzun yıllar Anadolu halkları girememiştir romanlara. Yazarlar kendi sınıflarının dertleriyle boğuşuyorlardı. Her sanat eseri tarafını seçer; ya ezenlerin sömürenlerin ekmeğine yağ sürmek için, kelime kelime, cümle cümle beynimizin kıvrımlarını teslim almaya çalışır ya da ezilenin, sömürülenin kavgasına hizmet eder. Orhan Pamuk, Nobel Edebiyat Ödülü’nü aldıktan sonra övgü dolu yazıları birçok yerde görmeye başladık, dönem dönem bütün televizyon kanallarında, gazetelerde boy gösteriyor, ardından bir süre ortalıkta görünmüyor. Yeni bir kitabı çıktığında magazin programlarından haber kanallarına kadar basının ilgi odağı oluyor. Batı romanın önemli özelliklerini, bireyin iç dünyasında boğulmasını Türk romanına “başarılı” bir biçimde uyarlaması yanıyla “büyük edebiyatçı”, “ünlü romancı” bütün halkımıza örnek olarak gösteriliyor. Orhan Pamuk kitabı okumamış olmak, büyük bir ayıp sayılıyor artık. Medya bize böyle söylüyor, edebiyat çevreleri böyle söylüyor. Bu anlaşılabilir bir şeydir, egemenler kendi sınflarına ait olan sanatı yüceltiyorlar. Ancak anlayamadığımız şey,

46 | TAVIR | AĞUSTOS 2011

bu tip övgülerin, güzellemelerin kendisine sol diyen bir edebiyat dergisi olan Evrensel Kültür’de yapılmış olması. Haziran ve Temmuz 2011 sayılarında Fethi Demir imzasıyla iki adet Orhan Pamuk yazısı yayınlandı bu dergide. Evrensel Kültür dergisinde Haziran 2011 tarihinde yayınlanan “Orhan Pamuk’un reklam ve medya ile imtihanı” başlıklı yazıda şöyle demiş Fethi Demir: “Yazarlığı profesyonel bir iş olarak algılaması, medyatikliği romanlarını yoğun bir etüt çalışmasının sonucunda kaleme alması, Doğu-Batı, kimlik, gelenek-modernlik gibi Türkiye’nin kadim meselelerine yeni bakış açıları sunması, postmodern romanın Türkiye’deki avangart örneklerini vermesi, burjuva bir aileden gelmesi, Türkiye’nin siyasi sorunları hakkında cesur fikirler ileri sürmesi gibi özellikleri sürekli tartışılır.” Fethi Demir’in, Orhan Pamuk’un özelliklerini sıralayıp, asıl tartışılması gereken yanları bir kenara bırakması anlaşılır değildir. Profesyonel romancılık, medyatiklik, burjuva bir aileden gelmesi... her cümlesi tek tek tartışılması, mahkum edilmesi gereken yanlarıdır. Ancak Evrensel Kültür dergisinde böyle bir eleştiriyi ve burjuva edebiyatının eleştirisini göremedik. Sonuç olarak yazısını şöyle bağlamış yazar: “Özcesi medya ve reklam ilişkileri konusunda ikircikli bir tutumu olan Pamuk’un medyadan ve reklamdan yararlanması aynı zamanda medya ve reklam sektörünün de Pamuk’tan yararlanması anlamına da gelir. Ki bu ilişkiden memnun olduğunu gizlemeyen Pamuk’un medyayla ve reklamla olan ilişkisi, yazar-edebiyat-reklam-medya tartışmalarının yoğun bir bi-


çimde sürdürüldüğü Türkiye’de daha uzun süre polemiklere yol açacak gibi görünmektedir.” Yazının bütününde, Orhan Pamuk’un başarılarını anlatmış ve sonucunda burjuva medyanın kendi içinde yaptığı polemiklere bağlamıştır. Peki Fethi Demir ve Evrensel Kültür dergisinin görüşü nedir? Biz de mi bu polemiklerin bir parçası olalım? Medyadan yararlanalım mı? Bir romacı hangi amaçla yazar, onu motive eden nedir? ... Daha birçok soru sorulabilir. Haziran sayısındaki yazının belki de hasbelkader yayınlanmış bir yazı olduğunu düşünürken, Evrensel’in Temmuz 2011 sayısında yine aynı yazarın “Orhan Pamuk’un anavatanı: İstanbul” başlıklı bir yazı daha yayınlanması, bu görüşümüzü tekzip eder nitelikteydi. Orhan Pamuk’un iddialı sözlerinden alıntı yapmış yazar; “Her şeyden önce İstanbul romancısıyım ve şimdiye kadar, hiç kimse benim kadar İstanbul’un bütününü yataylamasına ve dikeylemesine, yani derinlemesine, tarihine ve ruhuna işleyen ve konumunu, denizlerin üzerine yerleşimini uzanışını kapsayısıcı bir şekilde görmedi.” Ve Pamuk şöyle devam ediyor: “Benim için İstanbul Nişantaşı’nda başlar, Pera’da biter.” Aslında tek cümlede kim olduğunu açık açık ilan ediyor Orhan Pamuk, o Nişantaşı’nın, Pera’nın yazarıdır. O’nun İstanbul’unda yoksul gecekondu mahalleleri yok, işçiler, emekçiler yok. Tabi bizi asıl ilgilendiren, Orhan Pamuk’un tercihi değil, Evrensel Kültür dergisinin tercihidir. Bir burjuva yazara bu kadar övgü neden yapılıyor, neden dergi sayfalarında bu kadar yer ayırılıyor? Evrensel Kültür de, Orhan Pamuk’un gözleriyle mi bakıyor İstanbul sokaklarına? Nişantaşı’da başlayıp Pera’da biten semtlerde, kaç tane işçi mahallesi vardır acaba? Bizim bildiğimiz kadarıyla hiç işçi mahallesi yok. Sosyetenin ve magazin dergilerinin gündemini sıkça işgal eden bu sokaklar bizim mahallelerimiz değildir. Eğer Evrensel yazarları da buralarda oturuyorsa, bu yaşamı doğru buluyorlarsa ve savunacaklarsa, bunu açık olarak ifade etmeliler. Ancak sol, sosyalist bir yayın anlayışına sahip olduğunu söyleyen bir derginin sayfalarında burjuva edebiyatına güzelleme yapılmasını doğru bulmuyoruz, kabul etmiyoruz. Pamuk’a göre İstanbul “Eski çok dilli, muzaffer ve tantanalı günlerini kaybedip her şeyin kendi yerinde ağır ağır yıllandığı, tenhalaştığı, boş, siyah-beyaz ve tek sesli, tek dilli bir yere dönüşmüştür.” Sizce de İstanbul, boş, siyah-beyaz ve tek sesli, tek dilli bir yere mi dönüşmüştür? Sizin yaşadığınız İstanbul böyle ola-

bilir ama bizim yaşadığımız İstanbul hiç de öyle değil. Milyonlarca İstanbullu, hiç de siyah-beyaz ve tek sesli bir yerde yaşamıyor. Belediye otobüsüne binip bir semtten diğerine gitmek bile yeterlidir, hareketi ve çok sesliliği görmek için. Bunun için siyasi bilince de gerek yok. Bizim mahallelerimizde Türkler, Kürtler, Araplar, Çerkesler yaşar; Aleviler ve Sünniler yaşarlar. Düğünleri, şenlikleri, halayları, horonları birbirine karışır. Ve mahallemizde panzerler dolaşır, helikopterler geceyarısı korku saçar pervasızca. Yine de tenhalaşmaz, boş siyah beyaz ve tek sesli, tek dilli bir yere dönüşmez. Dönüştürülmeye çalışılsa da dönüşmez, çünkü direnir bizim mahallelerimiz, bizim İstanbul’umuz... O İstanbul ki, üzerindeki yorgunluğu atıp, adım adım zaptetmiştir 1 Mayıs alanını. Gittikçe çoğalarak, gittikçe sesler birbirine karışarak, beş bin Mehmet, on bin Mehmet ve yüz binlerce Mehmet olup akmıştır Mayısın 1’inde Taksime. Fethi Demir’in yazısının sonuç bölümünü başlı başına ele almak gerekir. Orhan Pamuk’un modern bir İstanbul imgesi geliştirmeyi başardığını ifade ederken, kendi kültürünü derinden eleştirmesi önceki yazarlardan ayıran bir özellik olarak gösteriliyor: “Ayrıca ruhunun bir kısmı geleneksel değerlerin kaybolması nedeniyle acı çekerken yine de masallardan çıkma ideal bir Avrupa hayalini koruyabilmek ve kendi kültürünü derinden eleştirebilmek, Orhan Pamuk’u kendisinden önceki yazarlardan ayrıştırır.” Eski İstanbul’un geleneksel değerlerinin kaybolması Orhan Pamuk’a acı çektiriyormuş. Yazar da bundan acı çekiyor mu, merak ediyoruz? Ancak “İlgi çekici bir İstanbul imgesi” yarattığını, bunun da “ilham verici” olduğunu söylüyor Fethi Demir. Yaratılan İstanbul imgesinin de, 2006 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’yle tescillendiğini belirtiyor. Nobel Ödülleri’ni İsveç Krallığı veriyor. Alfred Nobel savaşan ülkelere sattığı dinamitin parasını bağışlamış. O parayı her sene İsveç Krallığı’nın seçtiği insanlara dağıtıyorlar. Böyle bir ödülün edebiyatımıza ne gibi bir katkısı oluyor ki acaba? Sonuç olarak, devrimci sanatçıya ilham veren şey halkın mücadelesi olmalıdır. Bize ilham veren Nişantaşı’nın ışıltılı sokakları değil, milyonlarca yoksulun yaşadığı solgun ışıklarla aydınlatılan gecekondu mahalleleridir, öyle olmalıdır. Hoş Orhan Pamuk’tan, onun gibi İstanbul beyefendilerinden bunu beklemek olanaksız elbette ama Evrensel Kültür’ün bunu savunması gerekirken, Orhan Pamuk’a güzelleme döşenmesinin anlamını çözmekte zorlanıyoruz. Halkın kendi değerleri yerine burjuva değer yargılarının geçmesinin yeni bir örneği olarak okuyoruz Evrensel Kültür’ün satırlarını... Ve yanlış safta durmayı bırakıp halkın saflarına dönmesini salık veriyoruz!.. o

AĞUSTOS 2011 | TAVIR | 47


öykü

öykü

ayakkabı boyacısı şahin doğan

Bayraklı'nın sahili o gün ıpıssızdı. Hava gündüz olmasına rağmen karanlıktı, kışın en keskin soğuklarından biri yaşanıyordu. Etrafta bir tek insan yoktu. Martılar derin çığlıkları ile denizin üzerinde dört dönüyordu. Denizin üzerinde iki tane vapur ve hareket etmeyen bir yük gemisi vardı. Orhan, soğuğa aldırmaksızın sahilde oturuyordu. Görenin deli diyebileceği bir hali vardı; üzerinde ne kalın bir giysi vardı, ne de onu soğuktan koruyabilecek bir ekipmanı. Elindeki kitabın sayfalarını ağır ağır çeviriyordu, her sayfayı uzun uzun hazmederek okuyordu. " Bir İnce Memed ölür, bin İnce Memed gelir. Biz çokluk değil miyiz ya Hürü ana?" Orhan kafasını kaldırdı, kendini Torosların yarpuz kokulu koyaklarındaymış gibi hissetti. Torosun o yalçın kayalıkları, keskin uçurumlar, bir anda önünde beliriverdi. Yüzüne bir tebessüm yayıldı, derin derin nefes aldı. "Kırlangıç yapar yuvayı / Çamur sıvayı sıvayı / Bana İnce Memed derler / Zalım beylerden dolayı.. " Yaşar Kemal oldu bu sefer, kağıda döktü tüm coşkusunu. - Boyayım mı abi ? Gerçek dünyaya döndü Orhan. Önünde kara kuru bir çocuk, elinde boyacı sandığıyla belirmişti. Çocuğun üzerinde el örgüsü kırmızı bir kazak, üzerinde ceketten bozma bir giysi, altında da yırtık bir pantolon vardı. Eldivenleri eklem yerlerinden kesilmişti, parmakları dışarıdaydı. "Tamam, boya baka-

48 | TAVIR | AĞUSTOS 2011


lım " dedi Orhan. Çocuk hemen ayakkabılara yöneldi. Orhan birden havanın buz gibi oluşunu farketti. "Dur ayakkabıları çıkarma, vazgeçtim." Çocuk Orhan'a baktı, biraz kızgın, sinirlice. "Tamam bozulma ufaklık, boya parasını veririm sana. Gel otur şöyle bakalım, ne arıyorsun burada bu soğukta? " Çocuk bir an tereddüt etti, sonra boya sandığını kaptığı gibi yürümeye başladı. Orhan beklemediği bu hareket karşısında ikircikte kaldı, sonra çocuğun peşinden koştu. "Dursana yahu nereye gidiyorsun?" Çocuk ses çıkarmıyordu, hızlı hızlı yürüyordu. Orhan çocuğun kolundan tuttu, kendine çevirdi. "Neden çekip gittin, sana parasını verecektim dedim ya?" Çocuk tekrar öfkeyle baktı Orhan'a. - Ayakkabını boyatmadın, para filan istemiyorum senden! Orhan gülümsedi, bu gururlu çocuk onu biraz kendine getirdi. "Yahu tamam, seni kırdıysam kusuruma bakma. Hadi gel biraz sohbet edelim, hem sana bir tost ısmarlayayım şu karşıki büfeden." Çocuk sesini çıkarmıyordu ama eskisi gibi de surat asmıyordu. "Bak ben şimdi karşıdan tost alacağım sen beni burada bekle, ama hiç bir yere gitme olur mu? Bu ara-

49 | TAVIR | AĞUSTOS 2011

da adın ne senin, daha tanışmadık bile. Benim adım Orhan, senin?" Çocuk hiç beklemeden cevapladı; "Abdullah" Orhan, Altınyol'un o hızlı trafiğinin üstünden, köprüden geçti, karşıdaki otobüs durağının arkasındaki büfeden iki tane tost aldı. Tekrar geri döndüğünde Abdullah onu bekliyordu. Abdullah'ın gitmediğini görünce sevindi. "Abdullah gel şöyle sahile geçelim, ha üşüyorsan başka bir yere gidelim, ne dersin?" Abdullah göğsünü dışarıya çıkararak konuştu; "Yok abi ne üşümesi kocaman adamım ben!" Sahile döndüklerinde değişen hiçbir şey olmadığını farketti Orhan. Martılar yine denizin üstünde dört dönüyor, vapurlar yine seferlerini yapıyordu. "Abdullah, şu karşıdaki vapur sence Bostanlı'ya mı gidiyor, Karşıyaka'ya mı?" Abdullah bu soruya gülerek cevap verdi; "Bence Karşıyaka. Neden dersen ağzına kadar insan dolu baksana. Şimdi onlar vapurdan inip çarşıya hücum edecekler, çarşı yine ana baba günü olacak. Biliyorum ben." Orhan şaşırdı, bir soru daha sordu Abdullah'a; - Sen daha başka neleri biliyorsun Abdullah? - Mesela şu sol tarafta Melez Delta'sı var, orada piknik yapı-


yorlar. Bunu da bilirim. - Peki sen nerelisin Abdullah? - Mardin'liyim, Göllü köyündenim. - Ne zaman geldin İzmir'e? - Yedi yaşında geldim abi. - Nerede oturuyorsun? Hem neden geldiniz Mardin'den buraya? - Bak şu yukarı taraflarda oturuyoruz abi. Yamanlar Cemevi'nin hemen çaprazındaki ev bizimkisi. Yolun hemen sağ tarafında, beyaz ev. Askerler çıkardı köyden, biz de buralara göç ettik. Orhan şaşırmıştı, ne diyeceğini bilemedi. Sorulara bir süre ara verdi. Bu sırada Abdullah tostu bitirmişti, Orhan'ın tostuna bakıyordu. Orhan bunu farkedince elindeki tostu ona uzattı, Abdullah da heyecanla elini uzattı ve bir dakika içinde onu da bitirdi. "Kesene bereket abi." Orhan Abdullah'ın başını okşadı. "Afiyet olsun Abdullah, doymadıysan bir tane daha alayım. Abdullah başını yukarı kaldırarak hayır işareti yaparak istemediğini söyledi. Orhan'ın içine bir kurt düşmüştü, Abdullah hakkında bilgi edinmek istiyordu. Fakat çocuğun üzerine fazla gitmemek için çekiniyordu. En sonunda dayanamadı, sordu; - Abdullah, kaç kardeşsiniz, nasıl geçiniyorsunuz? - Bir kardeşim var abi altı yaşında, benden on yaş küçük. Babamı kardeşimin doğumunda gördüm bir tek, Almanya'da yaşıyor. Anam şu Bayraklı'nın arka tarafındaki atölyelerden birinde çalışıyor, kardeşime o gelene kadar komşular bakıyor. Ben de boyacılık yapıyorum, az çok biraz kazanıyorum. - Peki köyünüz nasıldı, o göç ettiğiniz günü hatırlıyor musun? - Hatırlamam mı abi, hiç unutur muyum? Ben o zaman yedi yaşındaydım. Karşımızda Abdülaziz dağı vardı, evin çatısından orayı izlerdim hep. Kapıda benim Kara Aslan'ım yatardı. Çoban köpeğiydi, bizim evimizi bekliyordu abi. Çok severdim onu biz gittikten sonra tek başına kaldı köyde. Tarlamız vardı, çoraktı. Üç tane ineğimiz vardı, başka da bir şeyimiz yoktu. Babam da artık para göndermiyordu bize. Anamın canına tak etti, bir gün tası tarağı topladı gidiyoruz dedi. Ben o gün çok üzülmüştüm Kara Aslan'ı burada bırakacağım için. Bizi köyün dışına kadar geçirdi Kara Aslan. Benim yanımda yürüdü yol boyunca. Çok ağladım ondan ayrıldığıma, anam teselli etti, sana gittiğimiz yerde alırız dedi. Tabi o zamanlar küçüğüm, inandım buna. Yine de içim kötü olmuştu köyden ayrılırken. Tam köyden çıkarken Abdülaziz dağına baktım. Biz dağın eteklerinden çiçek toplardık, aklıma o düştü. ‘Ana ne olacak o çiçeklere’ dedim, anam gözü yaşlı ‘Başka zaman tek-

rar çıkarlar’ dedi. Uzunca yürüdük, geceyi yan köyde misafir olarak geçirdik. Ertesi gün garaja gittik, anamın burada Yamanlar'da bir halasının kızı var, onun yanına geldik. İlk başlarda zor oldu tabi, sonra yavaş yavaş alıştık. Bir süre aynı evde oturduk, sonra anam bir iş bulunca kiraya geçtik. Ben de Yamanlar'a alıştım, buradaki çocuklarla beraber boyaya, peçete satmaya çıktım. O günden beri buradayız işte abi. Orhan Abdullah'ı sakince dinledi, bir tek kelimesini bile kaçırmamıştı söylediklerinin. Uzun uzun düşündü, ne diyeceğini bilemedi. Onun bu halini gören Abdullah, babacan bir tavırla Orhan'ın sırtına vurdu; "N’oldu abi üzüldün mü yav? O kadar kötü değil durumumuz, bak çalışıp gül gibi geçiniyoruz. Asma suratını iki dakika konuştuk diye." Orhan zor da olsa gülümsedi, Abdullah'a sarıldı. - Abi sana bak ne diyeceğim, bak bu Bayraklı'nın denizi gibisi yoktur ha. İlk buraya geldim, sabahtan akşama kadar denize baktım durdum. O kadar çok baktım ki, artık midem ağzıma geldi, kendimi denizin üstünde bir çöp gibi hissettim. İnan abi çok kötü oldum, hayatımda böyle bir şey görmemiştim. Hele ilk vapura binişim... Anam izin gününde bizi Karşıyaka'ya götürmüştü, oradan da Konak'a geçtik vapurla. Abi çok korktum vapur sallanınca, kimseye söyleme ama hıçkıra hıçkıra ağladım. Hem de çocuk değildim ha, dokuz yaşındaydım. Bak kimseye söylemek yok ha, sana güvendiğim için söyledim. Bak yemin et söylemeyeceğine ha? Orhan söz verdi, "Söylemeyeceğim Abdullah söz" dedi. Abdullah oturduğu yerden yavaş yavaş doğruldu. "Abi ben gideyim artık, hava kararıyor." Orhan bu yeni arkadaşının aniden kalkıp gitmesine itiraz edecekti fakat hava kararmaya yüz tutmuştu, kara bulutlar Bayraklı'nın üzerine doluşmuştu. "Tamam Abdullah tamam da, ben seninle tekrar görüşmek istiyorum, nasıl yapacağız bunu?" Abdullah sırıttı, "Abi ben buralarda boyacılık yaparım hep, burada karşılaşırız mutlaka. Sen canını sıkma, ben seni gelir bulurum." Orhan misafirini uğurlamak için köprünün altına kadar geldi, sonra ona sıkıca sarıldı. "İlk başta bana kızdın ama şimdi affettin değil mi?" Abdullah yok dercesine başını yukarı kaldırdı, "Yok abi affettim, kesene bereket bir güzel de doydum." Abdullah bir çırpıda köprünün başına geldi, ikişer ikişer merdivenleri çıktı. Arkaya dönüp uzunca el salladı, ondan sonra gözden yitip gitti. Orhan biraz bekledikten sonra tekrar sahile döndü, Abdullah ile konuştuğu sırada kitabını sahilde unuttuğunu farketti. Geriye döndüğünde kitap olduğu yerde duruyordu, kimse dokunmamıştı. Oturur oturmaz rastgele bir sayfa açtı. İnce Memed adaşı bir köylü çocuk ile karşılaşıyordu; - Sizin böyle ne güzel Allahınız var, bizim Allah bize hiç böyle yiyecekler vermiyor. böyle bir Allahınız varsa hiç sırtınız yere gelmez. Sizin Allahınız çok... o

AĞUSTOS 2011 | TAVIR | 50


araştırma

araştırma

devrimin tiyatroları - 2: II. paylaşım savaşı öncesinde almanya eren buğlalılar "Ayağa kalk! Resim yap, bestele, yaz! Şarkıcı, şarkı söyle! Hatip, yükselt sesini! Ta ki bütün gözler görünceye, bütün kulaklar anlayıncaya kadar." Erwin Piscator / Sanatçılara Çağrı (1921) “Sanatın apolitik olması, egemenlerle işbirliği yaptığı anlamına gelir.” Bertolt Brecht 20. yüzyılın ilk yarısında Almanya’daki politik tiyatro hareketlerine bakıldığında iki dönemin öne çıktığı görülür. Birinci dönem Almanya’daki sosyalist hareketin yükselişini izleyen 1870 sonrası dönemdir. Ülkedeki mücadele bu yıllarda hızla büyüdü ve Almanya Sosyal Demokrat Partisi (ASDP) Avrupa’daki en güçlü sol parti haline geldi. Ne var ki, bu parti parlamenter duruşu nedeniyle zamanla çürüdü ve 1914 yılında Birinci Paylaşım Savaşı’na destek vererek Alman emperyalizminin yedeğine düştü. I. Paylaşım Savaşı öncesinde Almanya genel tiyatro altyapısı bakımından Avrupa’daki en ileri ülkeydi. 19. yüzyılın sonunda başlayan kapitalist sanayileşme atılımı kentlerin nüfusunu çoğaltmış, kentli entelektüelleri yaratmış, işçi sınıfını güçlendirmişti. Politik tiyatro hareketleri bu dönemde çoğunlukla ASDP’nin etkisi altında bulunan Volksbühne (Halk Sahnesi) adlı sosyal demokrat eğilimleri olan, devrimci ve mücadeleci bir duruştan uzak, oportünist bir tiyatro geleneği yarattı. Bu gelenek 1. Paylaşım Savaşı’nın sonlanmasına dek Almanya’daki en önemli politik tiyatro geleneğini temsil eder. Oportünizmine rağmen, Volksbühne’nin ülkedeki tiyatro sanatına hem maddi imkanlar, hem de düşünsel anlamda yaptığı katkıyla, daha sonraki devrimci tiyatronun zeminini hazırladığı söylenebilir. 1. Paylaşım Savaşı’nın ve Ekim Devrimi’nin ardından Almanya’da sol hareket içinde bir bölünme gerçekleşti. Devrimciler Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht öncülüğünde ASDP’den ayrıldılar ve Spartakistler Birliği’ni kurdu-

bertolt brecht

AĞUSTOS 2011 | TAVIR | 51


lar. Birliğin adı daha sonra Alman Komünist Partisi olarak değiştirildi. Marksizm Almanya’da tekrar güçlenmeye başladı ve söylemler daha da keskinleşti. Bu gelişme devrimci tiyatroların gelişiminde ikinci dalgayı yarattı ve çok daha radikal bir duruşa sahip olan topluluklar doğdu. Volksbühne geleneği daha sonra da kitleselleşerek sürmüşse de devrimci ve ilerici niteliğini artık kaybetmişti. Halk mücadelesinin tiyatrosuna yapılan katkı daha ziyade Volksbühne dışındaki Piscator ve Brecht gibi sanatçılardan ve Brecht’in yakın arkadaşı olan Hans Eisler’in de içinde bulunduğu “Kızıl Ses” gibi ajitprop topluluklardan gelmiştir. Bu dönemin belirleyici olaylarından birisi elbette 1. Paylaşım Savaşı’dır. 1914-1918 arasında meydana gelen bu savaşta 2 milyon Alman askeri öldürülmüş, 4.2 milyon Alman yaralanmış, bunlardan bazıları organlarını kaybetmiş, bazıları akıl sağlığını yitirmişti. Bacaklarını ve kollarını kaybeden askerler göğüslerine emperyalizmin taktığı madalyalardan başka bir avuntuya sahip değillerdi. Pek çok aydın ve sanatçı da bu savaşı yaşamış, siper savaşının karanlık yüzüyle tanışmış ve savaş karşıtı bir duruş geliştirmişti. Bütün bunlar, Kasım 1918’de başlayıp Ağustos 1919’a kadar süren ve Almanya’da fiili bir iç savaş durumu yaratan Kasım Devrimi’ni tetikledi. 1. Paylaşım Savaşı sona erdiğinde silah bırakan ve ülkeye dönen milyonlarca asker, Almanya’nın yenilgisi sonrası başlayan kriz ve savaş sanayinin durması ülkede milyonlarca işsiz ve öfkeli insan bırakmıştı. Almanya’da eskiden beri örgütlü olan sosyalistler Ekim Devrimi’nin de etkisiyle kapitalizmin krizini bir devrime çevirmek istediler ancak başarılı olamadılar. Ayaklanma Alman devleti tarafından kanlı bir şekilde bastırıldı. Devrimin önderleri Luxemburg ve Liebknecht de öldürüldü. Bu ayaklanma pek çok sanatçıyı ve tiyatrocuyu da geri dönülmez bir biçimde devrimin saflarına çekmişti. Almanya’da bu koşullar altında iki sanat akımının geliştiği söylenebilir. Bunlardan birincisi Alman dışavurumculuğuydu. Önce I. Paylaşım Savaşı’nın vahşetini ve daha sonra da devrimin yenilgisini ve sefaleti görmüş olan bu akımın sanatçıları umutsuz, nihilist ve hırçın bir sanat anlayışına sahiptiler. Öte yandan farklı biçim arayışları onlara kendilerinden önceki burjuva tiyatrosunu sorgulattı ve tiyatroya yeni biçimlerle geldiler. Sosyalist oyun yazarı ve tiyatro kuramcısı Bertolt Brecht de ilk döneminde Alman dışavurumculuğundan bir hayli etkilenmiş, fakat Berlin’e geldiği 1925 yılından itibaren Marksizme ve politik tiyatroya yönelmişti. İkinci akım ise daha çok devrimci tiyatrocular tarafından sahiplenilen ajitasyonun, propagandanın ve eğitimin ağır bastığı bir mücadele tiyatrosunun yaratılmasıydı. 20. yüzyıl tiyatrosuna damga vuran Brecht ve Epik Tiyatro anlayışı işte böyle bir ortamda yaratılacak ve Almanya’daki sınıf mücadelesinin bu tiyatronun şekillenişinde önemli bir rolü olacaktı. Alman Komünist Partisi, Nazilerin iktidara geldiği yıl olan

52 | TAVIR | AĞUSTOS 2011

1933’e kadar legal alanda mücadelesini sürdürdü. Parti pasifizm ve parlamentarizm gibi pek çok yanlış yapmış ve faşizmin gelişimini küçümseyerek ona alan açmış olsa da, Almanya’daki seçimlerde kayda değer oranda oy alıyor (5 milyon) ve 1932 yılı itibariyle toplam 300.000 üyeye ulaşıyordu. Bu durum aynı zamanda devrimci-ilerici tiyatro yapan sanatçıların seslenebileceği büyük bir seyirci kitlesi anlamına da geliyordu. Örneğin 1920’lerin sonlarında kurulan komünist işçi korolarının yarım milyon üyesi vardı. Sovyetler Birliği’nin desteğini ve o yıllarda dünyada oluşan genel devrimci atmosferi arkasına alan böylesi bir yapının aydınları etkilememesi imkansızdı. Kasım Devrimi’nin etkisi altındaki bir grup entelektüel 1919 yılında Berlin’de Proleter Kültür Birliği’ni oluşturdu. Çoğunlukla Rusya’daki Proletkült’ün etkisinde ve Bogdanov ve Lunaçarski gibi ideologların yazılarıyla beslenen, kendi ülkesindeki sınıf hareketi üzerinde yükselen bir çalışmaydı. “Sanatta, bilimde ve eğitimde, emeğin toprağında çiçeklenen yeni bir çağ” hayal ediyorlardı. Almanya’daki sosyalist hareketin entelektüeller üzerindeki etkisine bir örnek, Kassel kumpanyasının ismini Proleter Kassel kumpanyasına dönüştürmesi ve politikleşmesidir. Kumpanya 1926 yılında Almanya’daki başarısız devrim girişimine adadıkları “Dün ve Yarın” adlı bir oyun yaptı ve 1848’den o döneme kadarki uluslararası işçi hareketlerini ve Kasım Devrimi’ni anlattı. Alman yönetmen Piscator’un ve tiyatrosunun gelişimi, toplumsal hareketlerin tiyatro sanatının seyrindeki rolünü açık bir biçimde gösterir. 1919 yılına kadar sosyalist dünya görüşünden uzak kalan Piscator, Berlin’e geldiği tarihten itibaren çevresindeki sanatçıların ve gündemin etkisiyle yavaş yavaş sınıf bilinci edinmiş ve dönüşmüştü. Piscator’u değiştiren gündemlerden en önemlisi Kasım Devrimi olmuştu. Piscator’un 1919 yılında Königsberg’de kurduğu tiyatro Das Tribunal, kendisine seyirci olarak çoğunlukla orta sınıfı çekmesi nedeniyle sanatçıyı memnun etmiyordu. Bu nedenle Berlin’de daha farklı bir tiyatro kurmayı kendine amaç edindi ve bu amacını 1920 yılında Proletarya Tiyatrosu’nu açarak gerçekleştirdi. Piscator aynı yıl Rusya’nın Günü adlı, Ekim Devrimi’ni anlatan bir oyun sahneledi. Oyun sanatçının deneyimsizliğini yansıtmakla birlikte, tiyatroyu devrimci mücadelenin bir aracı haline getirmeye yönelik ilk çabaydı ve uluslararası gündemin Piscator üzerindeki etkisini açıkça gösteriyordu. Piscator bunun da ötesine geçerek 1924 yılındaki seçimlerde Almanya Komünist Partisi için Kızıl Revü adlı bir seçim propagandası oyunu hazırladı. Komünist Partisi ile kurulan bu bağ daha sonra Piscator’un geleneğini sürdüren ve ileri taşıyan tiyatro çevrelerinde de devam edecekti. Piscator’un öğrencilerinden biri olan ve epik-diyalektik tiyatrosuyla devrimci tiyatroda yeni bir çağ başlatan Alman oyun yazarı ve yönetmen Bertolt Brecht de gelişen sınıf mücadelesinin, yükselen faşizmin ve Almanya’daki zengin tiyat-


ro ortamının bir ürünüydü. Brecht’in Marksist yönelimli politik sanata yönelik ilgisinin çoğaldığı 1926 yılı, onun aynı zamanda Marksist literatürle tanıştığı ve Marx’ın Kapital’ini okuduğu yıldır. Bir yıl sonra Brecht Piscator’un Theatre am Nollendorfplatz adlı tiyatrosunda çalışmaya başladı ve burada politikleşmiş bir sanatçı çevresiyle tanıştı. Sanatçı Piscator’un sahnelediği Aslan Asker Şvayk ve Hoppala, Hayattayız! gibi oyunlarda çalıştı. Brecht daha sonra, kapitalizmin küresel kriziyle birlikte 1929 yılında yükselişe geçmeye başlayan Almanya Komünist Partisi’nin yayınlarını takip etmeye ve 1928-1929 yıllarında Marksist İşçi Koleji’ndeki derslere katılmaya başladı. Leninizmin Brecht’in üzerindeki etkisi 1930’dan sonra mücadele sertleştikçe artarak devam etti. Gerçi Brecht hiçbir zaman Almanya Komünist Partisi’nin kayıtlı bir üyesi olmadı, fakat dostları onu “Komünistlerle ittifak içinde olan tek kişilik bir parti” olarak tanımlıyordu. Parti’nin düştüğünü gördüğü yanlışlara rağmen örgütlü mücadeleyle olan bağlarını sürekli korudu. Bu nedenle Alman polisi kendisini “tescilli bir komünist ve Alman Komünist Partisi adına yazan faal bir yazar” olarak biliyordu. Brecht Almanya’da ve dünyada büyük değişimlerin yaşandığı 1925-1933 yılları arasını Berlin’de geçirdi ve sonradan klasikleşecek Adam Adamdır, Mahagonny Şehrinin Yükselişi ve Çöküşü, Üç Kuruşluk Opera ve Önlem adlı oyunlarını bu dönemde yazdı. Bu yıllarda tiyatro faaliyeti Almanya’da giderek sevilen, işçi-

lerin hem izleyici hem de sanatçı olarak rol aldıkları bir sanat kolu haline geldi. 1927 yılı sonunda, geçen ayki yazımda bahsettiğim Sovyet Mavi Gömlek ekibinin Almanya’yı ziyaret etmesi ise ülkede önemli bir dönüm noktası oldu. Bu grubun ziyaretinin ardından benzer ajitasyon ve propaganda toplulukları Almanya’da birdenbire çoğaldı. 1930 itibariyle Alman Komünist Partisi içinde 150 işçi tiyatrosu grubu vardı. Bunların en faallerinden birisi ise 6 işsiz Komünist Gençlik Birliği üyesi tarafından kurulan Berlin Kızıl Roketleri’ydi. Kızıl Roketler tiyatroya Komünist Partisi’nin örgütlediği “Kızıl Basın Günleri”nde oyun oynayarak başladılar. Parti yayını olan “Kızıl Bayrak” onlara destek oldu ve turlar yaptırdı. Kısa süre içerisinde bütün Almanya’da oyunlar oynamaya başlayan grup, Mavi Gömlek’ten öğrendiği teknikleri revü formuyla birleştiriyor, pantomim ve akrobasi kullanıyordu. Almanya’da önemli bir güç teşkil eden Almanya Komünist Gençlik Birliği’nin (KJDV) tiyatro faaliyetleri Almanya’daki siyasi tiyatro açısından önemlidir. 1925 yılı sonlarında Maxim Vallentin adlı tiyatrocunun Liebknecht-Luxemburg-Lenin anmaları için bir kültür gecesi yapma önerisi burada bir dönüm noktası oldu. Sovyetler Birliği’ndeki başarılı devrimci tiyatro uygulamalarıyla birlikte ve Vallentin’in gösterimlerinin çok sevilmesinin ardından 1927 yılında KJDV’nin ilk ajitprop grubu olan Kızıl Megafon kuruldu. Grubun ilk oyununun adı uluslararası halk mücadelelerinin sanatçılar üzerindeki etkisini gösteriyordu: Çin’den Ellerinizi Çekin. Topluluk daha sonra Selam Sana Genç İşçi (1928), Komintern’in On Yılı (1929) ve Sovyet İktidarı İçin (1931) adlı oyun-

AĞUSTOS 2011 | TAVIR | 53


ları sahneledi.

Nasıl Tiyatro Yapmalı?

Sovyet İktidarı İçin adlı oyun, görmeye alışık olduğumuz tiyatro oyunlarının yapısında değildi. Oyun Brecht’in gündeme getirdiği “öğreti oyunları”na benziyordu. Kesintisiz bir aksiyon yerine montaj, şarkı, dans ve ses efektlerinin birlikte kullanımıyla biçimsel olarak da bir hayli yenilikçi bir yerde duran oyun, devrimin mutlak bir gereklilik olduğu fikrini yayıyordu.

Devrimci tiyatroların böylesine çoğalması, Almanya’daki politik tiyatro yapan çevreleri hiç eskimeyen bir meseleyle karşı karşıya getirdi tekrar: Nasıl bir tiyatro istiyorlardı?

Oyunun bir sahnesinde işten atıldığını öğrenen bir işçiye, koro şöyle sesleniyordu: “Oh kurtuldun, serbestsin artık, bugün sen yarın o. İşten kurtuldun, Haktan, hukuktan, sosyal güvenceden, Kurtuldun yemekten, içmekten, yatacak yerden Hürsün artık, hür proleter, Seç bakalım özgürce: Hırsızlık – Soygun – Darağacı – İntihar Ya da Mücadele – sınıf kavgası, dayanışma ve ihtilal!” Sovyet İktidarı İçin, Sovyetler Birliği’nin ve Almanya’nın mevcut durumunu seyirciye iki ülkenin karşılaştırmasını sunan böyle montajlar yardımıyla göstermeye çalışıyordu. Seyirci bir atılım içinde olan Sovyetler Birliği’ne götürülüyor ve orada sosyalizmi inşa eden işçilerin hayatına tanık oluyordu. 1917 yılında Sovyetler Birliği’ndeki işçiler mücadeleyi ve devrimi seçmişlerdi. Daha sonra sahne Almanya’ya dönüşüyordu: İşsizlik, yoksulluk ve emperyalist savaş. “Seçin birini!” diyordu tiyatrocular sahneden.

Alman komünist Wilhelm Pieck 1928 yılında bu soruya şöyle yanıt veriyordu: “Sınıflarının bilincinde olan işçiler, sahnede tiyatro yapmak adına değil, sahne eylemleri yoluyla proleter sınıf savaşının propagandasına hizmet etmek adına bulunmalıdırlar.” Brecht’e göreyse bu bakış “sanata politika bulaştırmayın” diyenlerin bakışına benziyordu ve “politikaya sanat bulaştırmayın” dediği için biraz sorunluydu. Nasıl ki kimileri tiyatroyu sadece bir eğlencelik, bir rahatlama alanı olarak görüp, onun politikleşmesinden rahatsız oluyorduysa; seyirciye propaganda yapmanın eğlenceden ve tiyatrodan taviz vermek anlamına geldiğini savunanlar da benzer durumdaydı. Oysa Brecht’e göre bu ikisi birbirinden ayrılmazdı. Dahası burjuva sanatının verdiği eğlenme hissi ile ve estetik hazla devrimci tiyatronun verdiği eğlenme hissi ve estetik haz birbirinden tamamen farklıydı. Şöyle diyecekti Brecht: “Genellikle kişinin bir şeyler öğrenmesi ile eğlenmesi arasında net bir ayrım olduğu düşünülür. Öğrenmek faydalı olabilir gerçi, ama yalnızca eğlenmek zevklidir. Epik tiyatronun aslında zevksiz ve yorucu olduğuna ilişkin bu hiç katılmadığımız laflara karşı onu savunmamız gerekiyor. Diyebileceğimiz şu ki öğrenme ve eğlence arasındaki fark bir ilahi kanun değildir; bu geçmişte her zaman böyle olmadığı gibi, gelecekte de böyle kalmayacaktır. Öğrenme farklı toplumsal katmanlar için farklı işlevler görür. Bazı katmanlar vardır koşulların düzelebileceğini hayal etmez: Zaten bulundukları durumdan memnundurlar... O zaman bir şeyler öğrenmenin anlamı nedir? Ama bazı katmanlar vardır, koşullardan rahatsızdır, işin pratiğini öğrenmek onların çıkarınadır, her şeye rağmen nerde durmaları gerektiğini bilmek isterler, öğrenmezlerse kaybedeceklerinin farkındadırlar; işte onlar en iyi ve en hevesli öğrencilerdir... Yani öğrenmenin zevki pek çok şeye bağlı olmakla birlikte; zevkli öğrenme, neşeli ve militan öğrenme diye bir

54 | TAVIR | AĞUSTOS 2011


yevski gibi Rusya’da ve 19. yüzyılda sanat yapmış kişilerin biçimlerini aynen alıp 20. yüzyılın sanayileşmiş Almanya’sına uygulayabilirler miydi? O zaman gerçeği yansıtmış olurlar mıydı? “Gerçeklik değişiyor; onu yansıtabilmek için yansıtma biçimleri de değişmeli” diyordu Brecht. Brecht’in kendisinin getirdiği gerçekçilik önerisi ise bütün sanatçıların kulağına küpedir: “Gerçekçiliği varolan belirli eserlerden çekip çıkarmaya çalışmamalıyız; insanlığa gerçekçiliği kendilerinin hakim olabileceği bir biçim içinde vermek için eski yeni, denenmiş denenmemiş ve isterse sanat dışı bir alandan elde edilmiş olsun, her türlü aracı kullanmalıyız... Bizim gerçekçilik kavramımız geniş ve siyasi olmalıdır, tüm göreneklere egemen olmalıdır.” Görülebileceği üzere Brecht bir pratik insanı, üretken bir sanatçı olmanın dışında, çevresindeki ideolojik sapmalarla sürekli olarak yılmadan mücadele eden bir düşünürdü de. Sosyalist tiyatro ve tiyatro anlayışı onun fikirleriyle burjuvazinin sanat anlayışından koparak, kendi başına var olmak yolunda önemli bir adım attı. Bu adım Almanya’daki devrim heyecanının, Sovyetlerin getirdiği umudun, faşizmin karanlığının ve ona karşı direnişin izlerini taşıdı hep.

erwin piscator

şey vardır.” Brecht’in yürüttüğü bir başka tartışma ise ünlü sosyalist düşünür Georgy Lukacs’a karşıydı. Tolstoy, Dostoyevski ve Balzac gibi 19. yüzyıl romancıların gerçekçiliğinden bir hayli etkilenmiş olan Lukacs, devrimci sanatın içerikte sosyalist, biçimde ise tıpkı bu yazarlar gibi gerçekçi olması gerektiğini söylüyordu. Balzac gibi yazan, Tolstoy’un kaleminden çıkmış tasvirleri olan ama bu kez devrimi, sosyalizmi ve mücadeleyi anlatan yazar Lukacs’a göre en iyi yazar olacaktı. “Alman dışavurumculuğu burjuva sanatının ölüm dansıydı” ona göre. Brecht ise bundan biraz şüphe ediyordu. Elbette, diyordu Brecht, mesele dışavurumcuların yaptığı gibi halktan kopuk bir sanat kulesinde oturup biçimlerle oynamak değildir, “İnsanın insan olması kitlelerden bir adım önde gitmekle değil, onlara daha derin gömülmekle olur” ve ekliyordu: “Halkçı olmak şu anlama gelir: Geniş kitlelerce anlaşılabilir olmak, onların anlatım biçimlerini benimseyip zenginleştirmek.” Ama tüm toplumların sürekli değiştiklerini, sınıfsal çelişkilerin mücadele içerisinde sürekli çeşitlendiğini, yenilendiğini söyleyen Marksizm değil miydi? Sanatçılar Tolstoy ve Dosto-

Almanya, Sovyetler Birliği ile birlikte I. Paylaşım Savaşı sonrasındaki devrimci-ilerici tiyatro gelişmelerine en çok katkı yapan ülkelerden biri oldu fakat ülkedeki tiyatro hareketinin gelişimi Sovyetler Birliği’nden çok farklı bir ortamda gerçekleşmişti. Çünkü Almanya’da halihazırda gerçekleşmiş bir devrimi ilerletmek için değil, bir devrim gerçekleştirmek için tiyatro yapmak gerekiyordu. Ne yazık ki 1933 yılında iktidara gelen faşizm buna izin vermedi: Binlerce ilerici ve devrimci sanatçı toplama kamplarında ya da anti-faşist mücadelede öldürüldü, aralarında Brecht’in de bulunduğu birçok sanatçı canını kurtarmak için Almanya’yı terk etti, kitaplar yakıldı, tiyatro salonları bombalarla dümdüz oldu. Ama bunların hiçbiri faşizmi 1945 yılında sosyalizmin ordusuna diz çökmekten kurtaramadı. o Kaynaklar: Brecht, B. (1974). Brecht on Theatre. (J. Willet, Ed.) Methuen. Innes, C. (1972). Erwin Piscator's Political Theatre. Cambridge University Press. Kammrad, A., & Scheck, F. R. (1978). İşçi Tiyatroları: AJitprop Topluluklar. (Y. Onay, Trans.) İstanbul: İşçi Kültür Derneği Yayınları. Ed. Oskay, Ünsal (1985). Estetik ve Politika. Eleştiri Yayınevi. Rosenhaft, E. (2006). Brecht's Germany: 1898-1933. In P. Thomson, & G. Sacks (Eds.), The Cambridge Companion to Brecht (pp. 3-21). Cambridge University Press. Stourac, R., & McCreery, K. (1986). Theatre as a Weapon. Routledge. Völker, K. (1979). Brecht: A Biography. (J. Nowell, Trans.) Marion Boyars. Weitz, E. D. (2007). Weimar Germany: Promise and Tragedy. Princeton University Pres

AĞUSTOS 2011 | TAVIR | 55


kitap kitap

düzene uygun kafalar nasıl oluşturulur? ümit zafer

1... Küba Devrimi’nin kadın önderlerinden Hayde’e Santamaria, yoldaşı Ernesto Che Guevara’nın ardından şöyle der: “… Yarattığın her şey mükemmeldi, ama eşsiz bir yaratın daha vardı: kendini yaratmıştın. Yeni insanın mümkün olduğunu gösterdin, hepimiz yeni insanın bir gerçeklik olduğunu gördük, çünkü vardı, o, sendin…” Elbette, Che, tercihleri ve eylemleriyle, kendisini yaratan Yeni İnsan’ın kutup yıldızıdır. Hayde’e’nin sözlerinde yeni insanın sırrı da vardır: Kendini yaratmak… Kendini yaratmak… Bir heykeltıraş gibi… Hayat denilen bu karmaşa ve kavga içinde hem de… Saint-Exupéry’nin sözü, fikrimizin işaret fişeği sayılır: “Özlediğin insanı kendinde oluşturmaya başla…” Burjuvazi, kendinizi oluşturmanızı istemez. O zaten sizi oluşturmuştur. Bütün benliğinizle, tercih ve eğilimlerinizle, zevk, zaaf ve korkularınızla, siz, burjuvazinin eserisiniz. İşte bu gerçekliği kabul edip sorgulamadan, asla değiştiremezsiniz.

lur?” isimli kitabı, anahtar olabilir. Ki bu kitabın ilk paragrafı şudur: “… Okulda insanlar imal edilir. İnsan yapma olayına eğitim denir. Aile çevresi, sinema, televizyon, tiyatro, radyo, gazeteler, kitaplar ve afişler de bir anlamda okuldur. Yani tüm bilgi ileten yerler okuldur. Nesneler araçlarla yapılır. İnsan yapma aracı ise bilgidir.” (Syf: 5) 2… Çocukluğumuzdan itibaren bize yüklenen bilgilerle imal ediliriz: “… Bize verilen bilgiler, kafamızın içinde yargı ve kanaatlere dönüşür. Yargı ve kanaatler, davranışlarımızı yöneten mekanizmanın işleyişinin gerekli birer parçasıdır…” (Syf: 7) Davranışlarımız, birer sonuçtur. Ve bu sonuçların öyle değil de böyle olmasını belirleyen hayata dair edindiğimiz yargı ve kanaatlerdir. Peki, bunları nasıl edindik? Elbette, hayatın içinde sahip olduğumuz bilgilerle, değil mi? Peki o bilgileri, kim sundu bize, hem de çocukluğumuzdan itibaren? Bir dizi ideolojik tahakküm aracıyla, o bilgileri bize sunan burjuvazidir.

Buyurun, Eduardo Galeano’nun sözleri, kulaklarımızda çınlasın: “… Gerçeğin ne olduğuna bakmadan onu değiştirme nin sihirli bir formülü yok.

Hal böyle olduğu içindir ki, aslında davranışlarınızın gerçek yöneticisi siz değilsinizdir. Ama öyle sanırsınız. Burjuvazinin insan imalatının başarı ölçütü de budur. Davranışlarınızın tek yöneticisi olduğunuzu sanmanızdır.

Bir şeyi değiştirmek içinse önce ne olduğunu görmek gerekiyor. Buradaki sorun da bu, onu göremiyoruz, kendimize körüz çünkü…” “Bizi nasıl kör ettiler?” sorusunun cevabına giriş için E.A. Rauter’in “Düzene Uygun Kafalar Nasıl Oluşturu-

“… Bu yönetim mekanizmasının en önemli dişlilerinden biri, bazı istisnai durumlar dışında, ‘davranışlarımızın tek yöneticisi olduğumuz’ yönünde sahip olduğumuz kanaattir…” (Syf: 7)

56 | TAVIR | AĞUSTOS 2011


Bir akvaryuma kapatılmış isek, bir aşağı bir yukarı, sağa ya da sola, nereye istersek oraya yüzmemiz “özgür” olduğumuzu göstermez. “… Davranışlarımızı belirleyen koşulları biz saptamayız. Bu koşullar hakkında bildiklerimiz, bize verilen bilgilere bağlıdır. Bize hangi bilgilerin verileceği konusunda ise etkimiz sınırlıdır. Kendimizde eksikliğini duymadığımız bilgiyi aramayız. Belirli bilgileri kullanmaktayız…” (Syf: 15) 3… Kapitalist toplum içinde, burjuvazi tarafından imal edilen insanlar, hepsi birer sonuç olan davranışlarını tayin etmede “özgür” değildirler. Bu imalatın başarısı, mamulün kendisini “özgür” sanmasıdır. Eğer bu sanrı yaratılmazsa, koşullara itiraz ve hatta isyan kaçınılmaz olur. İşte bu durum, hem burjuvazinin insan imalatının iflası hem de insanın kendisini yaratmaya başlamasının zemini olur. Lenin, bu durumu şöyle ifade eder: “… köleliğin bilincine varmış ve kurtuluşu için mücadeleye başlamış köle, kölelikten yarı yarıya çıkmış demektir…” 4… Dede Koç, oğul Koç, torun Koç… ve böyle devam etmesi için, gereken nedir? Burjuvazinin Koç gibi kalması için, halkın kasaplık koyun olmaya razı edilmesi gerekir. Kapitalist toplum işte budur: Asalak bir azınlığın Koç gibi yaşamaya devam etmesi için, halk çoğunluğunun koyun gibi tutulması gerekmektedir. İşte bunu eğitimle sağlarsınız. Açık olan şu ki, sistem kendi sürekliliğini sağlamak için, insan imalatı yapmaktadır. Evet, bir tür “Matrix” içindesiniz. Ve şimdi: “… Nasıl yaşayacağımıza karar vermeye yetkimiz olmadığından yola çıkarsak, şunu sormalıyız: Neden yaşamımızı başkası saptar? (Syf: 85)

Neden? Hem de bize göstermeden… Koç’ların bu soruya vereceği gerçek cevap şu olacaktır: Koç olarak kalmak için… Biz “koyunlar”ın bu soruyu aklımıza getirmemiz, eğitimimiz nedeniyle, zordur. Bu zorluğu aştığımız oranda vereceğimiz cevap malumdur: Burjuvazinin Koç gibi kalması için, bizim koyun olarak yaşamamız gerektiğini saptamıştır. İnsanlardan koyun imal eden bu sistem, elbette, Koçlar’ın hakim olduğu bir “Matrix”ten başka bir şey değildir. “ Biz, ailemiz, arkadaşlarımız okulların ders programlarını ve kitle haberleşme araçlarının programlarını düzenlemiyorsak, yaşama biçimimizi başkaları saptıyor demektir…” (Syf: 85) Olan tam da budur. Peki, kim saptıyor? Fikir verici tarihsel bir cevap şudur: “… İlkokula benzer kuruluşların ilk çeşidi geçen yüzyılın (19. yüzyılın/bn) fabrikalarında ortaya çıktı: İşçiler İngiliz işverenlerine çok aptal gelmeye başlamıştı. Birazcık eğitim görmüş işçiler, sıradan işçilere oranla daha çok para getiriyordu. “… Üretim yöntemleri geliştikçe işçi çocuklarını eğitmek de giderek gerekli oluyordu. Bu işverene pahalı gelmeye başlayınca, fabrikatörlerin işini devlet üstlendi. Bugün bile patron derneklerinin “işveren sendikaları” düşünce ve öğütlerini almayan hiçbir resmi eğitim planlaması yoktur…” (Syf: 82-83) 5… Kapitalist sistem “köle” olarak kullanacağı insanlar imal eder. Ve böylece, sistemin devamlılığı için kölelerin rızası da sağlanmış olur. Bilinir, rızanın sağladığı hakimiyet, zorbalığın sağladığından daha etkilidir. Ve Koç’ların yazdığı kaderlerine razı koyunlar yaratmak, bu imalatın var oluş gayesidir. “… ‘Bu öğretiliyor da, öteki neden öğretilmiyor?’ sorusuna yanıt isteyen, ‘Öğretilenleri kim saptıyor?’ sorusuna yanıt bulmalıdır… Öğreneceğimiz konular, onları kimin seçtiğine bağlıdır… ‘Öğrendiklerimizi kim saptıyor?’ sorusuna verilecek yanıtı, eğitim sonuçlarına bakarak çıkarabiliriz. Eğitimcilere sormaya gerek yoktur. Eğitimcilerimiz de bizim gibi, aynı yöntemle ve aynı bilgilerle ‘imal edilmişlerdir’…” (Syf: 54) “… Çıkarların yönlendirmediği bir eğitim var mıdır? Çıkar peşinde olmak, belirli bir şeyi istemektir. Belirli bir şey istemeyen eğitim olamaz. Bizler bu belirli şeyleri yapmak ya da yapmamak doğrultusunda eğitiliriz. Bu, bizim bazı bilgileri almamız, diğerlerini de almamamızla sağlanır. Yapmamız be

AĞUSTOS 2011 | TAVIR | 57


yapmamamız gereken şeylere göz atarsak eğitim plancısının kim olduğunu ortaya çıkarırız. Yalnızca, yaptıklarımızın ve yapmadıklarımızın kime yaradığını araştırmamız yeter…” (Syf: 54-56)

Nasıl bir “Matrix” bu? Doğru, her zaman kırbaç zoru yok. Ve elbette davranışların, ne olup ne olmaması gerektiğini de çoğu kez açıktan emretmiyorlar. Sadece, istedikleri sonuçları yaratacak bilgilerle donatıyorlar çocukluktan beri.

“Kime yarıyor?” sorusunun cevabı bellidir. Öyle gizlisi saklısı yoktur. Gazeteler de açık açık yazıyorlar zaten bu cevabı: “Türkiye’nin en zenginlerinin yer aldığı FORBES 100 listesinde Koç ailesi mensupları geçen yıl 7.1 milyar dolar olan servetlerini 12.3 milyar dolara çıkararak birinciliği Sabancı ailesinden aldı…” (1 Mart 2011/HT Ekonomi Dergisi)

Şekillendirdikleri kültürel atmosfer içinde, sundukları bilgiler aracılığıyla yapıyorlar imalatlarını. Ne istiyorlarsa onu yarattıkları bir çark bu. Düzene uygun kafalar oluşturdukları kirli bir çark hem de...

Peki, sizin servetiniz kaç milyar dolara çıktı? Yoksa, siz hala anne babanız gibi, ayın sonunu getirmek için ter mi döküyorsunuz? Haklısınız, soru hiç komik değil…

7… Che olmak, işte o makinenin çarklarını parçalayan Yeni İnsan olmak demektir. O makinenin mamulü olmaktan çıkıp Yeni İnsan’ı yaratmak demektir Che olmak. Soru şuydu: Burjuvazi, nasıl insanlar istiyor?

6… Geçim sıkıntısı, işsizlik, yoksulluk, yoksunluk ve bunların neden olduğu sorunlarla kuşatılan insanların, bu kuşatmaya razı olmaları, bu rızayı sağlayacak tarzda imal edilmeleri ile mümkündür. Şimdi hep beraber tekrarlıyoruz: “… İnsan yapma olayına eğitim denir… Tüm bilgi ileten yerler okuldur… Nesneler araçlarla yapılır. İnsan yapma aracı ise bilgidir… Bir insanın davranışları yaşamının akışını belirlediği gibi, edindiği bilgiler de yaşama biçimini belirler… Bilginin niteliği, onun insan yaşamındaki etkisinin araştırılmasıyla kavranabilir… Eğer bir aracın niteliğini daha iyi kavramak istiyorsak, onun hangi amaç uğruna kullanıldığını bilmemiz gerekir. Aracı amaç belirler. Amaçsız bir araç olamaz. Aynı şekilde amacı olmayan hiçbir bilgi de yoktur… İnsan yapımında kullanılan bilgiler, ‘yapmak’ istediğiniz insan türüne uygun olmak zorundadır…” (Syf: 5-6) Burjuvazi, nasıl insanlar olmamızı istiyor? Emperyalizm, nasıl bir halk olmamızı ister? Cevaplar için aynaya mı bakmalıyız? Ayna, hayatın kendisi mi? Aynamız yaşama biçimimiz mi? Ne ve nasıl… “… Bir insanın davranışları, yaşamının akışını belirlediği gibi, edindiği bilgiler de yaşama biçimini belirler…” Davranışlarımızda özgür değil miyiz? Ama kırbaç zoruyla davranmıyoruz ki… “… Bize verilen bilgiler, kafamızın içinde yargı ve kanaatlere dönüşür. Yargı ve kanaatler, davranışlarımızı yöneten mekanizmanın işleyişinin gerekli birer parçasıdır…”

58 | TAVIR | AĞUSTOS 2011

Cevap budur: Burjuvazi, imal ettiği şekilde kalınmasını dayatıyor. Soran, sorgulayan, yanlışları eleştiren, haksızlıklara itiraz eden, giderek iğrençliğe başkaldırmayı öğrenip kendisini bu başkaldırı içinde yeniden yaratan, Che’lerin var oluşunda kendi yok oluşunu görür burjuvazi. İşte bu yüzden, Che’leri yok etmek için elindeki geleni fazlasıyla yapar. Hiç kuşku yok ki, Che bile, Che olarak doğmamıştır. Ve fakat mücadele içinde kendini yeniden yaratmıştır. Latin Amerika gerçekliğini en çıplak haliyle gördüğü motosiklet gezisi, Guatemala’da tanık olduğu Amerikancı faşist darbe, Meksika’daki demokrasicilik oyunu, kapitalizmin iğrençliğini kavraması, Marksizm-Leninizm’i öğrenmesi, öğrendiklerini pratiğe geçirmesi, Küba dağlarında ölümün üstüne üstüne yürüyerek zafere ulaşması ve bir bütün olarak burjuvaziye dair her şeyle her an hesaplaşmasıyla… Che, kendisinde Yeni İnsan’ı yaratmıştır… 8… Marks’ın ifadesiyle diyebiliriz ki; “… insan, kendi gerçeğini öğrenme yolunda ilerlerken, bir yandan da içinde yaşadığı dünyayı kavramaya başlayacaktır…” Kavradığı dünyanın haksızlıklarını değiştirmek için harekete geçtiğinde, kendisinden robot gibi davranmasını isteyen burjuvaziye de isyan etmiş olacaktır. İşte bu Büyük İnsanlık davranışıdır ve böyle davranmak Yeni İnsan’ın eylemidir. Demek ki, Büyük İnsanlık’ın vücuda gelmiş haline Yeni İnsan diyebiliriz… Sonuç olarak, bu bir kitap tanıtım yazısıdır... Kitabın adı: Düzene Uygun Kafalar Nasıl Oluşturulur?... Yazarı: E.A.Rauter... Yayın Evi: Bakış Kitaplığı – Ekim 1999... Kitapta kullanılan desenler Fransız karikatürist Kank’a ait... Eser, sadece 92 sayfa... o


sinema

sinema

“anlamıyorsun... su hayattır.” sevgi duman

"Mücadele ilk olarak çiftçiler ile başladı. Çiftçiler devletin yürürlüğe koymaya çalıştığı yasalar yüzünden su haklarının ellerinden alınacağını fark eden ilk grup olmuştu. Bundan dolayı onlar şehre ilk gelenlerdi ve eğer sessiz kalırsak yasanın geçeceğini belirtmişlerdi. Devlet, bizim su kaynaklarımızı, şehrin su sistemini, halka ait olan kaynakları, özelleştirecekti. Bu yüzden, çıkarılacak yasa hepimizi etkileyecekti. (...)Yüzlerce ve yüzlerce insan olup 14 Eylül Meydanı’nı ele geçirmeye çalıştık. Çünkü bizler, ‘Meydan bizim. Neden almaya çalışmayalım?’ diye soruyorduk. Ve bu, bir şeyi almak için verilen mücadeleden çok daha fazlasıydı; bize ait olduğuna inandığımız bir yerin fiziksel olarak işgali demekti. Direniş diğer insanlara ilham verdi, öğrenciler, civar bölgelerde yaşayanlar ve bizler hepimiz o Cumartesi günü buraya geldik. Nihayet meydanı ele geçirdik" Bu sözler, 2000 yılında Bolivya’nın Cochabamba şehrinde, kent için hayati önem taşıyan su kaynakları için yapılan destansı savaşın isimsiz kahramanlarından birine ait. 10 kişinin polis tarafından kurşunlanarak katledildiği bu Su Savaşları, Seattle Direnişi’nden hemen bir ay sonra gerçekleşmişti. Cochabamba sokaklarında hükümetin, suyu özelleştirerek satmak istediği Aguas Del Tunari adlı tekele karşı başlayan bu ayaklanma, bu su tekelinin Bolivya’yı terk etmesini sağlamış ve tüm dünyada emperyalist su tekellerine karşı verilen mücadelenin simgesi haline gelmişti.

AĞUSTOS 2011 | TAVIR | 59


duyarlılığı, zor anlarda bencillikle kolayca değiştirebilecek karakterde genç ve ihtiraslı bir yönetmendir. Filmin yapım sorumlusu ise, suları ellerinden alınan yerlilerin savaşımına tanık olduğunda insanlığını anımsayan Costa (Luis Tosar)’dır. Filmde oynayacak yerlileri belirlemek için yarışma düzenlerler ve orada hakkını sonun kadar arayan bir yapıda olan Daniel (Juan Carlos Aduviri)’i beğenirler. Daniel filmde Kristof Kolomb’a karşı direnişin önderi bir yerliyi oynayacak, aynı zamanda Bolivya’da Cochabamba’da su tekellerine karşı verilen Su Savaşları’nın doğal önderi olduğu için, filmin “kaderi” üzerinde etkin bir rol oynayacaktır.

Su Savaşları’nın verildiği bu süreçte, Bolivya’da tarihi bir film çekmek isteyenlerin öyküsünü izliyoruz Yağmuru Bile (Tambien la Lluvia)’de... Film, eski bir oyuncu ve şimdilerin yetkin bir yönetmeni olan Icíar Bollaín’in son uzun metrajlı filmi. Icíar Bollaín’i, kadına yönelik şiddeti konu aldığı Gözlerimi de Al (Te Doy Mis Ojos) filmiyle tanıdık. Oradaki yönetimiyle sadece İspanyol sinemasında değil dünyanın birçok ülkesinde isim yapmıştı. Bollaín, Yağmuru Bile’de, (Ken Loach’ın “kadrolu” senaristi Paul Laverty’nin akıcı ve etkili senaryosunun da yardımıyla), 500 yıl önce Kristof Kolomb’un Bolivyalı yerlileri kral adına köle haline getirmesini, altın madenlerini sömürmesini, Bolivyayı da bir sömürge yapmasını anlatmak için Bolivya’da film çekmeye gelen bir film ekibinin öyküsünü aktarıyor beyazperdeye. Kristof Kolomb’un 500 yıl önce Bolivyalı Kızılderilileri köleleştirmesiyle, Bolivya’nın bugününde yaşayan Kızılderililerin her çeşit zenginliklerine, hatta içme suyuna dahi el koyan emperyalist tekellerin arasında hiçbir farkın olmadığını anlatan ve bunu klişelere sarılmadan, doğrudan hayatın içinden aktaran Yağmuru Bile, yaz sezonunun ölü toprağı serpilmiş ruhunu adeta dirilten bir film. Sebastian (Gael Garcia Bernal), Kristof Kolomb’un Bolivya’yı İspanya kraliçesi adına sömürgeleştirmesinin hikayesini anlatmak için bu ülkeye gelen, taşıdığı küçük burjuva demokrat

60 | TAVIR | AĞUSTOS 2011

Film bir yerden sonra, film içinde film olmaktan çıkıp gerçeğin 500 yıldır değişmediğinin kanıtını gösteren bir belgesele dönüşüyor. “Belgesel” deyimini bire bir sözlük tanımıyla kullanarak filme haksızlık etmeyelim; Kristof Kolomb’a karşı yerli savaşının anlatıldığı film bile son derece çarpıcı sahnelere sahip ve sanki onlar da gerçeğin ta kendisi. Yönetmen de sanki bunu istiyor, yani gerçeklikten bir an bile kopmamızı istemiyor. Oyunculuklar da çok sahici ve doğal olunca, sömürü sorununa geçmişten bugüne değinen güçlü bir film ortaya çıkıyor. İspanyol sineması, politik sinemanın güçlü örneklerini sergilemede ve bununla birlikte de insana dair, yaşamın gerçeklerine dair konuları çekinmeden dosdoğru anlatmada da usta bir sinema olarak karşımızda duruyor. Yağmuru Bile, belki de geleceğin emperyalist savaşlarının temelini oluşturacak olan su sorununa vurgu yaparak, üstelik bunu aynı konunun Hollywood versiyonları gibi bilim-kurgu olarak değil, yaşamın tam ortasından vermeyi başararak öne çıkıyor. Gişe başarısı beklenmeyecek bir konu bu. Tekellerin de hoşuna gitmeyecek bir konunun filmini yaparak kendi sinema geleceğini de riske atan Bollaín, hayatın içinden, gerçek konuların izinden gitmek temelinde bir sinema yolculuğuna devam edeceğini söylüyor. Derelerin, yeraltı sularının ve içme sularının ticarileştirilmesi konusu, bugün için dünyanın en yakıcı sorunlarından biri haline gelmiş durumda. Emperyalistler, Dünya Su Forumu gibi kurumlaşmalarla suların ticari bir meta haline getirilmesi sürecini hızlandırmaya çalışırken; buna karşı çıkan yoksul halk,


KÜNYE: Yönetmen: Icíar Bollaín Senaryo: Paul Laverty Müzik: Alberto Iglesias Görüntü: Alex Catalán Oyuncular: Luis Tosar (Costa), Gael Garcia Bernal (Sebastián), Karra Elejalde (Antón/Cristóbal Colón), Cassandra Ciangherotti (Maria), Raúl Arévalo (Juan/Antonio), Juan Carlos Aduviri (Daniel/Hatuey), Milana Soliz (Belen) Yapım: İspanya-Meksika (2010)

dünyanın birçok bölgesinde savaş veriyor, kendi kurumlaşmalarını da yaratıyor. Ülkemizde de bu konuda bir araya gelen siyasi örgütlenmeler, DKÖ’ler, sendikalar, konfederasyonlar vb. Suyun Ticarileştirilmesine Hayır Platformu (STHP)’nu kurarak, emperyalistkapitalist sistemin halkın suyunu gasp etmesinin önüne geçmek için mücadele ediyorlar. Üç senedir suyun ticarileştirilmesi konusunda halkı bilinçlendiriyor, basın açıklamaları, mitingler, forumlar, sempozyumlar düzenliyor. Paul Laverty, Cochabamba Su Savaşları üzerine uzun bir süre araştırma yaparak oluşturmuş senaryoyu. İç içe geçmiş üç ayrı konuyu, belki üç ayrı filim demek daha doğru olur, çok doğal bir kompozisyonda birleştirmiş, çok rahat bir şekilde kaba ve güçsüz bir yapım haline gelebilecek bir kombinasyonu büyük bir ustalıkla etkili bir senaryoya dönüştürmüş. Bunun iyi bir yönetim ve güçlü oyunculuklarla desteklenmiş olması, ortaya izlenmesi gereken bir eser yaratmış. Yağmuru Bile filmini bir yandan sinematografik açıdan değerlendirirken, öte yandan modernizmin çağın sanatına ve sanatçılarına misyonsuzluğu vaaz etttiği bir süreçte, kör parmağım gözüne yapmadan, doğal bir şekilde taraf olunması gerektiğini anlatan bir film olarak, yani politik olarak da değerlendirmek gerekiyor.

Böylesi bir filmi çekmek, aydın olmanın ne demek olduğunu da göstemesi bakımından önemli. Yönetmen ve senarist filmin başından sonuna kadar Kızılderililerden yana, onlardan taraf. Filmi izlerken haklıdan ve mazlumdan yana olunması gerektiğini görüyor, duyuyor, hissediyor ve doğru buluyorsun. Sınıfsal olarak belki eksik bir bakış açısına sahip ama en azından yüzlerce Hollywood yapımı film gibi emperyalist-kapitalist sisteme güzelleme yapmıyor; bireyciliği, bencilliği, yozlaşmayı ve çürümeyi yaymaya çalışmıyor. Böylesi eli yüzü düzgün yapım bulmak artık çok zor sinemada. Bunun önündeki en büyük engel elbette emperyalizm. Çünkü her şeyin sektörünü oluşturan emperyalist-kapitalist sistem, sinemayı da çok büyük paraların döndüğü bir rant kapısı haline çoktan getirmiş durumda. Bunun önüne ancak örgütlenmeyle geçebilir halktan yana sanat yapmak isteyen aydınlar, sanatçılar... Yağmuru Bile, yakın çok yakın bir zamanda, ülkemizde de yaşadığımız ve daha büyük oranda yaşayacağımız su savaşlarını aklımızdan hiç çıkarmamak için izlenmesi gereken bir film... Daniel, filmde, su için eylemlere girip de gözaltına alınmasını eleştiren Costa’ya söylediği şu cümleyle suyun önemini çok güzel özetliyor zaten: “Anlamıyorsun... Su hayattır!” o

AĞUSTOS 2011 | TAVIR | 61


haberler

haberler

Ölüm yıldönümünde İdil Tiyatro Atölyesi İdil’in başucunda yeni oyunuyla Dersim’deydi

Ayçe İdil Erkmen... Devrimci, sanatçı, kadın... Devrimci sanatın ve devrimci sanatçılığın, Ortaköy Kültür Merkezi’ndeki ilk emekçilerinden ve öncülerinden... 1996 yılındaki ölüm orucu direnişinde inançları uğruna gün gün eriyerek, dünyanın ilk kadın ölüm orucu şehidi olarak tarihe geçen devrimci... Ayçe İdil Erkmen... Ayçe İdil Erkmen, ölümünün on beşinci yıldönümünde mezarı başında yoldaşları tarafından anıldı. Yanlarında çiçekleriyle geldiler İdil’in yanına. Önce suladılar toprağını, yıkadılar mezarını. Toz toprak içinde olmamalıydı yoldaşlarının mezarı. Sevindiler geçen yıl mezara diktikleri çamın büyümesine. Mezarından sarkacak kadar büyüyen çiçeğin yeşiline çok sevindiler. And içtiler bir kez daha İdil’in huzurunda. Yumrukları gökte, başları saygıyla eğilmiş. Ondan öğrendiklerini yarına taşımaya bir kez daha söz verdiler. Söz verdiler yolundan hiç ayrılmayacaklarına bir kez daha. Ona yaktıkları türküyü, Mitralyöz’ü söylediler önce. Sonra Düşenlere’yi... İdil)in gözlerinde dalgalanıyor yurdumun geleceği, masmavi... Masmavi bir umut parlıyor gözlerinde. İnancın, dupduru bir sevginin mavi mavi yansıması bu... Ve İdil, yoldaşlarını bir kez daha görmenin, içtikleri andı bir kez daha duymanın coşkusundaydı. Sıcacık baktı onlara öte geçelerden. Kapadı gözlerini... Uykudaydı, rahattı... İdil’in yoldaşları, mezarlıktaki diğer yoldaşlarının yanına da uğradılar. Hüseyin Fidanoğlu, Kahraman Altun, Hamdi Aygül, Ferit Eliuygun, Seher Şahin ve Olcay Uzun’un da yanına uğrayıp, öytüler mezartaşlarını. Açtıkları yoldan yürüyeceklerine bir kez daha onların huzurunda söz verdiler yüreklerinden... Gözleri onların üzerinde, onların yoldaşları olmaktan onur duyarak ayrıldılar mezarlıktan... o

62 | TAVIR | AĞUSTOS 2011

Toplu Mezarların anlatıldığı “Bu Dağlara Bahar Gelsin Diye” adlı bir oyun hazırlayan İdil Tiyatro Atölyesi, Munzur Kültür ve Doğa Festivali’ne katıldı. Dört gün süren festivalin ilk günü Pertek’te, ikinci günü Ovacık’ta, üçüncü günü Hozat’ta, son günü ise Merkez’de Hüsnü Yıldız’ın çadırının önünde oyunlarını sahnelediler. İzleyenlerin beğenisini kazanan oyunda, evlatları toplu mezarlarda kaybedilmiş anaların ve kardeşinin toplu mezardan çıkarılması için bedenini açlığa yatıran “kardeşimi bulana kadar bir lokma ekmek haram bana” diyen bir insanın hikayesi, iç içe geçmiş bir kompozisyonla verildi. Oyunu festival süresince yaklaşık 10 bin kişi izledi. o

Horon İsyandır’da “HES’lere hayır” sesleri Kalan Müzik’in 20. yıl etkinliği kapsamında 9 Temmuz Cumartesi günü Kuruçeşme Arena’da düzenlediği Horon İsyandır adlı geceye, Fuat Saka, İhsan Eş, Marsis, Cem Tarım, Ayşenur Kolivar, Karmate, Selçuk Balcı, Volkan Arslan katıldı. Suyun, ormanların, doğanın, yaşamın her alanının ticarileştirilmesine, HES’lere ve termik santrallere karşı seslerin yükseldiği dayanışma gecesinde “Yeni Çernobiller istemiyoruz” denilerek Çernobil’de hayatını kaybedenler anıldı. o


Otomatik Portakal bu kez müzikal olarak sahneleniyor Stanley Kubrick’in 1971’de romanı beyazperdeye uyarlamasının ardından, 1980’lerde Burgess’ın müzikal olarak düzenlediği eser, romanın 50. yıldönümü olan 2012’de ilk kez İngiltere’de sahnelenecek. Dünyada çok ses getiren romanın yazarı Anthony Burgess, Manchester'da perdelerini açacak müzikalin şarkı sözlerini de yazdı. Roman suçun kaynağına inmek yerine sonuçlarını irdeliyor, eleştiri oklarını düzene yöneltiyor. Modern dünyayı oluşturan dinamiklere, kurulu düzene hizmet eden liberal, lümpen, entelektüel tiplemesine; iktidarın birey yaratma uğraşlarının sonuçlarına, suç ve ceza, suçlu eğitiminin etiğine, aile yaşamına… sert ve eleştirel bir bakış atan Otomatik Portakal; hukukun, kuralların olmadığı bir toplumda şiddet yanlısı genç bir çete liderini anlatıyor. Eser, filmin yayınlanmasıyla birlikte aşırı şiddet sahneleri içerdiği gerekçesiyle uluslararası alanda büyük çapta protestolara yol açmıştı. o

Gülsuyu Gülensu’da geleneksel piknik Gülsuyu Gülensu Haklar Derneği’nin 3. geleneksel pikniği 24 Temmuz pazar günü Gülsuyu son durak ormanında yapıldı. Piknikte Ali Yıldız’ın büyük bir pankartı açılarak cenazesinin ailesine verilmesi için imza masaları kuruldu. Etkinliğe Kenan ve Şengül Kardeşler, Pınar Sağ ve Grup Yorum katıldı. Ali Yıldız’ın abisi Hüsnü Yıldız’ın direnişini bir üst boyuta taşıyarak ölüm orucuna dönüştürdüğnü duyuran Yorum elemanları demokratik mücadeleye yapılan saldırıları da anlattı. Piknik söylenen türkülerle sona erdi. o

GRUP YORUM g ü n c e

44-5 Temmuz Kıbrıs Gazi Mağusa’da Doğu Akdeniz Üniversitesi öğrencilerinin eylemine destek verdi. Ertesi gün Salamis Harabeleri’nde verdiği konserde 3000 kişiye seslendi

424 Temmuz Mersin Kazanlı’da Evvel Temmuz Festivali kapsamında bir konser verdi.

426 Temmuz Nurtepe’de sürdürülen açlık grevi çadırına ziyarette 4 8 Temmuz Niğde bulunup yapılan açıklaUlukışla’da düzenlenen maya katılarak bir dinlefestivalde 6000 kişiyle ti verdi. türküler söyledi. 426 Temmuz Ölümü410 Temmuz Dersim nün 15. Yılında Ayçe İdil Atatürk Stadyumu’nda Erkmen’in mezarı başınHalk Konseri verdi. Kon- daydı. sere 10.000 kişi katıldı 428 Temmuz 11. Mun411 Temmuz Dersim zur Festivali kapsamında Belediye Meydanı’nda Dersim Atatürk StadyuHüsnü Yıldız’ın açlık gre- mu’nda konser verdi. vi eylemine destek ver- Konseri yaklaşık 15.000 mek için bir basın açıkla- kişi izledi. ması yaparak türküler söyledi. 429 Temmuz Munzur Doğa ve Kültür Festivali415 Temmuz Saman- nin ikinci gününde Ovadağ’da yapılan Evvel cık’ta 5000 kişiye seslenTemmuz Festivali’ne ka- di tılarak 30.000 kişiye seslendi. 431 Temmuz Açlık Grevini Ölüm Orucuna çevi417 Temmuz Tokat Fil- ren Hüsnü Yıldız için birtise köyünün düzenle- çok sanatçıyla destek diği yayla şenliklerinde açıklaması yaptı, türküler bir konser verdi. Konse- söyledi. ri 3.000 kişi izledi. 424 Temmuz Gülsuyu Gülensu Haklar Derneği’nin bu yıl üçüncüsünü düzenlediği piknikte sahne aldı.

AĞUSTOS 2011 | TAVIR | 63


sa... kısa... kısa... kısa.. kısa... kısa... kısa... kısa... kısa... kısa... kısa... kısa... kısa... kısa...kısa... kısa...

4Altın Portakal'da “geç kalan” ödüller 8-14 Ekim 2011 tarihlerinde yapılacak olan 48. Antalya Altın Portakal Film Festivali, bu yıl bir ilke imza atıp 1979 ve 1980 yıllarının iptal edilen yarışma filmlerini festival programına alacak. “Geç Gelen Altın Portakallar”ın sahipleriyle buluşturulacağı ve filmlerin o yılların hayatta kalan kadın jüri üyeleri tarafından değerlendirileceği festivalin bu yılki temasının "ve kadın dünyaya dokundu" olarak belirlendiği bildirildi. 1979’da Sansür Kurulu’nun yarışmaya katılan 3 filme sansür uygulamak istemesi üzerine, yarışmadaki yapımcı ve yönetmenler festivalden çekilmiş, festivalin jüri üyeleri ise yarışmayı değerlendirmeme kararı alarak, Sansür Kurulu’nu

protesto etmişti. Bu jürinin 32 yıl sonra değerlendireceği filmler arasında Sansür Kurulu’na takılan üç filmin yanı sıra 12 film daha var. 1980’de ise 13 Eylül’de başlayacak festivalin 12 Eylül cuntası nedeniyle iptal olması üzerine 11 film değerlendirilememişti. 4 6. Geleneksel 1 Mayıs Mahallesi Kuruluş Festivali, 1-3 Eylül Tarihlerinde Yapılacak.

İdil Kültür Merkezi tarafından her yıl, "Biz bir dost sofrasında, bir de harmandalında diz kırarız" şiarıyla düzenlenen geleneksel Halk Sofrası pikniğinin bu yıl sekizincisi 4 Eylül tarihinde yapılacak. Sarıyer M.Akif Ersoy piknik alanında yapılacak piknikte sahneye Grup Yorum, Burhan Berken, Marsis, İdil Çocuk Korosu ve İdil Tiyatro Atölyesi çıkacak, ayrıca çeşitli yarışmalar yapılacak. Piknik alanına birçok mahalleden otobüs kaldırılacak.

4 Yozlaşmaya Karşı Gazi Halk Şenliği

Mahallelerimizde düzenin halkın tüm kesimlerine yönelik sürdürdüğü yozlaştırma ve çürütme çabalarına rağmen, halk kültürünü yaşatmak, büyütmek ve bu saldırılara karşı daha örgütlü durabilmek için her yıl düzenlenen "Yozlaşmaya Karşı Halk Şenliği"nin altıncısı 10-11 Eylül tarihlerinde yapılacak. 4 Armutlu’da Güz Şenliği Yapılacak

Yedincisi düzenlenecek olan Armutlu Güz Şenliği bu yıl yıkımlara karşı yapılıyor. Büyük zorluklarla ve yoğun emekle, ısrar ve kararlılığın sonucu bir süreklilik, geleneksellik kazanan şenlik; birçok sanatçının katılımıyla eylül ayında Armutlu cemevi bahçesinde yapılacak.o

DVD... VCD... albüm... DVD... VCD... albüm... DVD... VCD... albüm... DVD... 4 Bayar

Şahin

Gideli Esen Müzik

64 | TAVIR | AĞUSTOS 2011

4 Okan

Murat Öztürk

Sevda Sitem Götürmez Anadolu Müzik

4 Selçuk

Balcı

Patika Kalan Müzik

4 Gökhan

Birben

Bulutların Gözyaşları Cinan Müzik



temmuz_kapak.indd 4

8/3/11 11:51 AM


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.