aralik kapak_kapaklar 12/5/11 10:05 AM Page 1
tavır kültür sanat yaşamı nda
ı ssn 1303-9113 • 2011/12 • sayı 115
•
2.25 TL(KDV’li)
⚫
gündelik yaşamda kapitalizm
⚫
sömürücü ve egemen bir kültür: yağma ve talan
⚫
bizim edebiyatımız
aralik kapak_kapaklar 12/5/11 10:05 AM Page 2
1-2 merhaba-2_1-2 merhaba ve icindekiler 12/5/11 11:47 AM Page 1
a y l ı
k
s a n a t
d e r g i s i
Merhaba
Yaraları sarmaktı muradımız bir parça da olsa. Van'da adına afet denilen planlı katliamın mağdurlarının yaralarına bir tutam merhem olmak... Gittik, gördük, yazdık bir kez daha... Sahibi Tavır Yayınları adına Bahar Kurt Genel Yayın Yönetmeni Gamze Keşkek Sorumlu Yazıişleri Müdürü Yeliz Yılmaz Yazışma Adresi İstanbul Mahmut Şevket Paşa Mah. Mektep Sk. No: 4-B Okmeydanı - Şişli - İstanbul Tel: (212) 238 81 46 Faks: 238 82 49 e-posta: tavir2007@gmail.com www.tavirdergisi.com Ankara İdilcan Kültür Merkezi Eski 1. Cadde 636. Sk. No: 207/2 Tel: 0 541 336 65 37 Hesap no (TL) 1042- 30000 596147 Gamze Mimaroğlu İş Bankası Parmakkapı/İST. Hesap no (EURO) 1042- 3010000 129062 Gamze Mimaroğlu İş Bankası Parmakkapı/İST. Fiyatı (DÖVİZ) Almanya: 5 Euro Fransa: 5 Euro Hollanda: 5 Euro Avusturya: 5 Euro İsviçre: 7.5 Frank İngiltere: 4 Sterlin Posta Çeki Hesap no Selma Altın 515 72 82 Baskı Ezgi Matbaa Sanayi C. Altay Sok. No: 10 Çobançeşme / İstanbul Tel: (0 212) 452 23 02 Yayın türü: Yerel Süreli
Kolay değildi. Yara derin, merhemse tedavi etmekten uzaktı çünkü. Daha büyük kucaklar gerek sarmak için Van'ı, Kürt halkını... Katiller rahat uyumasın diye kuş tüyü yataklarında, karşılarında mazlum ve her şeye boyun eğmiş, sessizleşmiş bir halkı görmesin diye Van'ı sımsıkı sarmamız gerek. Dayanışmanın; zulümden, sömürüden kurtulmanın yegane yolu, bu kardeşlik ormanını büyütmektir. Birlikte mücadele, birlikte kurtuluş! Gayrısını vaaz eden yalan söylüyordur. O kadar... Çürümenin tarihi kapitalizmle birlikte yazılmaya devam ediyor. Bay burjuvazi gelmiş geçmiş en büyük sömürü sisteminin bekası için askeri ve politik saldırılarının yanında kültürel olarak da halkın tüm değerlerini ortadan kaldırmaya çalışıyor. Kapitalizmin insanca yaşamanın önündeki en büyük engel olduğunu söylemek yanlış olmaz. Doğruluğu pratikte kanıtlanmıştır, kanıtlanmaya da devam ediyor. Sistem tıkanmış, halka terörden, yozlaştırma politikalarından başka verecek bir şeyi kalmamıştır. Kapitalizmin ortaya attığı her "yeni" şeyin, can çekişen sisteme biraz kan vermekten başka bir anlamı yoktur. Yaşam koçluğu, kariyer danışmanlığı, evlilik danışmanlığı... gibi, kendine bile yetecek hali kalmamış, güçsüz insanlara, büyük paralar karşılığında sunulan hizmetler, yozlaştırmanın başka adları oluyor bugün. Gündelik yaşamda her geçen gün bir "yenisini" gördüğümüz meslekler(!), farkında olmadan hayatımızı yönlendiriyor, bizi daha yalnız, daha güçsüz, daha örgütsüz kılıyor. Tam 11 yıl oldu... Gecenin sabaha evrildiği saatlerde katliam yüklü bulutlar çökmüştü 20 hapishanenin üzerine... 28 candı yitirdiğimiz, 28 devrim umudu... Karanlığın cellatları, teslim almaya geldikleri özgür tutsakları ancak katledebildiler. Bir kez olsun eğilmeyen başlar o gün eğilecek değildi elbet. O an 28 candı verdikleri tutsakların; zalime yenilmemek için 94 can daha verecek, 122 şehitle yazacaklardı direnişin onur tarihini. Aralık'ın 19'unu hiç unutmayacağız. Kanla sıvanmış mahpus duvarlarını, yoldaşlarının hayatını kurtarmak için fedaya duranları, halkların kurtuluş ışığı sönmesin diye genç ömürlerinden geçenleri ve onları elimizden koparıp alanları hiç ama hiç unutmayacağız. Unutmanın adı ihanet! Unutmayacağız! Bir sonraki sayımızda görüşmek dileğiyle... Dostlukla...
1-2 merhaba-2_1-2 merhaba ve icindekiler 12/5/11 11:47 AM Page 2
İÇİNDEKİLER
12/2011
3 9 11 14 17 23 24 26 29 30 32
İZLENİM tavır van’dan insan manzaraları HAPİSHANEDEN asya yazıcı afette tutsak olmak DENEME ayşa karatepe selanik’e ateş düştü dediler DENEME selami meşe taşın isyanı İNCELEME fethi demirci gündelik yaşamda kapitalizm AYIN FOTOĞRAFI anonim ŞİİR gülten akın yaz BİYOGRAFİ mehmet esatoğlu oyun ve müziğin yol arkadaşı: esin afşar ANI bilgesu erenus yol arkadaşlığı BELGESEL cansu ipekoğlu damında şahan İZLENİM filiz tanya haydi çal! barak havası olsun...
39 45 49 52 56 58 62
ARAŞTIRMA ümit zafer umudun babai hali TİYATRO gülnaz bıçakçı elma hırsızları MAKALE mahmut taşkın vicdanın sesini dinlemek ARAŞTIRMA hasan gökçe köroğlu’yum ben DENEME civan ekberad onurlu aydınlarımız üzerine İNCELEME ümit ilter bizim edebiyatımız HABERLER
03-08 vandan izlenimler_sablon 12/5/11 10:15 AM Page 3
izlenim izlenim
van’dan insan manzaraları tavır
23 Ekim... Öğlen saatleri... Yerin derinliklerinden kopup gelen bir uğultu, saniyelerce… ama sanki saatler sürmüşcesine. Van, merkez köyler ve Erciş… Yıkılan onlarca bina, yüreklere dolan acı, gözlerden boşalan yaş, ağızlardan dökülen ağıtlar… Evet, deprem bir kez daha yıkıp geçti yüreklerimizi. Bir kez daha hazırlıksızdık. Bir kez daha çaresiz kaldık. Bir kez daha biner biner öldük. Bir kez daha örgütlenmediğimizde, sorunlarımızın, acılarımızın hemen bitmeyeceğini anladık. Devlet… Toplumsal iş bölümünü, düzeni sağlayan örgüt. Yoktu Van’da da. Üstelik Van Kürtdü. Bu yüzden hiç olmadı devlet Van’da. Göstermelik bir-iki şov, bir-iki tane çadır… İşte bu kadar. Geri kalan her şey halkın omuzlarında.
ARALIK 2011 | TAVIR | 3
03-08 vandan izlenimler_sablon 12/5/11 10:15 AM Page 4
bardaktan boşanırcasına. Uçağın camından ilk gördüğümüzde aklımıza çadırlar geliyor. Gelirken havaların bozulacağını, soğuyacağını biliyorduk. Ama insan yağmuru görünce bu kadar da erken mi deyiveriyor içinden. BDP’li Van belediyesinin, belediye garajında kurduğu kriz masasına varıyoruz. Burası belediyenin itfaiye binası aslında, bir yandan bu iş için kullanılıyor. Daha önceden telefonla konuştuğumuz arkadaşlarla görüşüyoruz, başsağlığı ve geçmiş olsun dileklerimizi iletiyoruz. Deprem sonrası neler yaşandığını anlatıyorlar. Çok hareketli bir gece. Telefonlar hiç susmuyor, belediye yetkililerinin telsizleri hiç susmuyor. Bir karınca yuvası gibi. Gönüllü gelenler bilgisayara çektikleri fotoğrafları aktarıyorlar, ertesi günün planlarını yapıyorlar. Burada bulunanlarla sohbet ediyoruz, neler olup bittiğini dinliyoruz, sıcak çaylarımızı yudumlarken. Sonra yanımıza avukat arkadaşlar geliyorlar, ÇHD’li avukatlar. Bu arkadaşlarla Van’dan ayrılana kadar birlikte olacağız. Bizim ekibimizde de bir avukat var, Behiç Aşcı. Grup Yorum elemanları, Dev-Genç’liler ve yoksul gecekondulular da ekibin geri kalanları. Her yerden gönüllü gelen insanlar var, herkes bir telaş içinde. Ama gözümüze çarpan bir çaresizlik de yok değil, belki de şaşkınlık desek daha doğru olacak. Hazırlıksız yakalandı Van, her açıdan. Bunun yarattığı şaşkınlık her halinden belli. Depremin başından bu yana gelen yardımların engellendiği, özellikle halka çadır yardımının çok eksik kaldığı anlatıldı. Deprem olduğu günden bu yana çadır en temel ihtiyaç.
1. gün... Depremin ardından acıları birlikte göğüslemek üzere Van’a doğru yola çıkıyoruz. Çok şey duyduk, çok şeyler hissediyoruz. Bir acıyı, bir sızıyı dindirmek için neler yapmayız ki? İstanbul, Ankara, Trabzon, Hatay... nasıl bizimse Van da bizim. ......... İstanbul bugün ne kadar da güzel. Boğaz köprüsü üstündeyken metrobüsün içinden Karadeniz’e doğru dalıyor gözlerimiz. Marmara ne kadar sakin bugün, öfke biriktiriyor olsa gerek, dört bir yanını saran çirkinliklere. Düşünüyoruz, Anadolu İstanbul’un dan Van’ına ne kadar güzel. Haykırıyor Marmara, boğaz, İstanbul ardımızdan, “ Selam söyle Van’a, çok seviyoruz onları...” Hızla ulaşmak istiyoruz Van’a. Bunun da tek yolu uçak. 21:00 sularında Van’dayız. Yağmur karşılıyor bizleri…
4 | TAVIR | ARALIK 2011
2. gün… Bugün Erciş’e geçeceğiz. Van-Erciş minibüslerinin kalktığı garaja geçiyoruz, sabah erken saatlerde. Hepimiz merakla minibüsün içinden çevremize bakıyoruz, depremin yarattığı tabloyu görmek için. Köylerde yıkılan evler, damlar gözümüze çarpıyor depreme rağmen Van Gölü ışıl ışıl, bir okyanus gibi ucu bucağı yok. Erciş’e varıyoruz. Varır varmaz gözümüz çadırlara takılıyor, yüzlerce... Araç ilerliyor. Şimdi merkezdeyiz. Sıra sıra yıkılmış binaların önünden geçiyoruz, dişleri sökülmüş bir insanı andırıyor sokak. Yıkıntıların önünde iş makinaları, kurtarma ekipleri… Ama çok geç kalındı, kimbilir kaç kişi için. Yüreğimiz buruk ilerliyoruz sokaktan. Erciş otogarında iniyoruz. Otogarın da bir bölümü yıkılmış durumda. Erciş sokaklarında yürümeye başlıyoruz. O otogar öyle kalabalık ki, herkes kaçıyor Erciş’ten. Sokak boyu yürürken de elinde çanta, sırtında döşekleriyle insanları görüyoruz. Bombardımandan çıkmış bir Kürt köyü gibi. Ve binalar bomba yiyip yıkılmış, un ufak olmuş, öne eğilmiş, harap bitap olmuş Erciş. Bu kadar ucuz olamaz desek de işte bu kadar ucuz yoksulun ölümü. BDP kriz masasında çalışan Zeynel abi ile karşılaşıyoruz. O kadar acı ve telaşın içinde gözlerinin ışıltısıyla kucaklıyor bizi. Bu da Anadolu insanın mütavazılığı işte. Anlatıyor neler yaşandığını, çadırların verilmediğini, ihtiyaçların karşılanmadığını... Konuşa konuşa ilerliyoruz…
03-08 vandan izlenimler_sablon 12/5/11 10:15 AM Page 5
Sokak boyu evler ya yıkılmış, ya öne yatmış, ya da hasarlı. Yakından bakınca hasarlı olanların da oturulamayacak gibi olduğunu görüyoruz. Yeni baştan yapılacak diyoruz Erciş, görünen o. Şimdi Erciş merkezde Diyarbakır büyükşehir belediyesi tarafından kurulmuş olan yemek çadırındayız. Uzun bir kuyruk var ama belli bir düzen görülüyor, karmaşa yok. Sohbete devam ediyoruz. İhtiyaçların ne olduğunu soruyor, buraya yardım etmek için geldiğimizi söylüyoruz. En acil ihtiyaçlarının çadır olduğunu söylüyorlar. Valiliğin her şeye el koyduğunu anlatıyorlar. Eczane olarak kullanılmak üzere gelen barakalara da el konulduğunu anlatıyorlar. Burada her şey halka karşı, hele bir de Kürtsen. Nasıl bir zihniyettir bu? Aslında anlamak güç değil, tek kelimeyle faşist bir düşünce işte. Faşizm kendinden olmayan her şeye ve herkese düşmandır. Faşizm halka düşmandır. Kürtsen çadır, ilaç senin neyine, bizim karşımızda boyun eğmezsen işte böyle olur, boyun eğ önüne her türlü imkanı dökelim diyorlar. Bunun için de bütün olanaklarını kullanarak gelen yardımlara el koyuyorlar. Zaten günlerdir taş, molotof edebiyatı yaparak bu faşist anlayışı hakim kılmaya çalışmıyorlar mı?... Aslında bu nasıl bir vicdan deyip, hayıflanmaya gerek yok. Faşizmin vicdanı olmuyor işte, Güler Zere’yi de gözümüzün içine baka baka acı çektirerek öldürmediler mi?... O yüzden onlardan bir medet beklemiyoruz. Ne zaman bir halkın yarasına merhem olup, sızıları dindirdiler ki? Var mı yüzyıllar içinde tek bir örnek? Yaptıysa da çıkarı için, oy için değil miydi?... Devlet bir kez daha Van ve Erciş’te gerçek yüzünü ortaya koymuş oluyordu. Bir kez daha halkın kendisi için hiçbir öneminin olmadığını gösteriyordu.
ile ilgili ilaçlar ve çocuk aşısı gerekli diyorlar. Notlarımızı alıyoruz biz de, arkadaşlarımıza ileteceğiz. Görüşmek üzere deyip ayrılıyoruz. Erciş’te Çelebibağ beldesinde bulunan BDP’li belediyenin kriz masasına geçiyoruz. Çelebibağ belediye başkanı ile görüşüyoruz, o da bize depremle ilgili ayrıntıları, inşaat işlerinde yapılan hukuksuzlukları anlatıyor. Tabi bu arada gelen gidenin haddi hesabı yok, çalan telefonlar da cabası. Bu yüzden biz de fazla zamanlarını almamak için müsaade istiyoruz. Tekrar Erciş merkeze geliyoruz. Yemek dağıtılan çadırların oradayız. Orada bulunan görevli arkadaşlarla sohbete başlıyoruz, bize yemeklerinden de veriyorlar. Yorumcuların da aramızda olduğunu öğrenince çok seviniyorlar, gözlerinin içi gülüyor. Öbek öbek sohbet ediyoruz. Sohbet ettiğimiz arkadaşlar da hazırlıksız yakalanıldığı için eksikleri olduğunu, bu yüzden organize olmakta sorunlar yaşadıklarını anlatıyorlar. Sohbet bazen deprem dışına da taşıyor, Kürt halkının mücadelesi üzerine konuşuyoruz; güzel ve etkili bir sohbet oluyor. Güzel bir Kürt atasözü öğreniyoruz: “Kağnı tavşanı geçer”...
Yemek çadırının olduğu alanda bulunan sağlık çadırındaki doktor arkadaşlara bir merhaba diyoruz. Canla başla çalışıyorlar herkes gibi. İlaç ihtiyacından bahsediyor, özellikle kronik hastalıklar (böbrek, kalp vs..)
ARALIK 2011 | TAVIR | 5
03-08 vandan izlenimler_sablon 12/5/11 10:15 AM Page 6
Tabi bunun Kürtçe ifadesi var ama hatırlayamıyoruz şu anda. Kağnı çektiği arabanın tekerleklerinden çıkan sesle tavşanı korkutup hep geçermiş, tavşan da korkusundan böylece hiç öne geçemezmiş, kağnıdan çok hızlı olmasına rağmen. Kürt halkının da yaşadıklarını buna benzetiyorlar oradakiler. Aslında genel bir ülke tablosu değil mi bu? 90 yaşında bir dedeyi anlatıyorlar, daha doğrusu onun anlatımlarını. Erciş’te yaşanan katliamları görmüş dede. Ve bu katliamlar insanlarda öyle derin korkular açmış ki, ne mücadeleye karşı geliyormuş dede ne de bu düzene kötü diyormuş. Aslında herkes her şeyin o kadar farkında ki, şu korku olmasa. Sohbet sohbeti açıyor fakat artık ayrılma zamanımız geliyor Erciş’ten. Ayrılırken Zeynal abi Yorumculara, “Burada insanların morali çok bozuk, biraz zaman geçtikten sonra gelseniz buralara…” derken, daha sözü bitmeden mutlaka diyoruz, geleceğiz. Yorum türküleriyle bir nebze de olsa insanları rahatlatmak ne kadar da iyi olur düşüncesi içinde dostlarımızla kucaklaşıp ayrılıyoruz Erciş’ten. 3. gün... Tekrar Van’dayız. Aslında yapılacak çok şey var ama büyük bir düzensizlik olduğu için bir türlü başlayamıyoruz. Geri dönmeyi bile düşünüyoruz ama bırakıp gitmek olmaz. Misafirlere iş yaptırmak istemiyorlar belki de ama biz misafir değiliz. Misafirlikten bir an önce çıkmalıyız. Yeni güne işle başlıyoruz. Van merkezde en temel iş, gelen yardımların halka ulaştırıl-
6 | TAVIR | ARALIK 2011
ması. Bunun için de mahallelere giderek insanların ihtiyaçlarını belirlemek gerekiyor. Biz de bu işleri yapıyoruz. Van’ın Seyrantepe Mahallesi’ne gidiyoruz. Burada tek tek sokaklara giriyoruz ve insanların neler istediğini belirliyoruz. Yaklaşıkık 2-3 saat bu ihtiyaçları belirledikten sonra, tekrar kriz masasına geçiyoruz, listeleri temize çekiyoruz. Bir şeyler atıştırdıktan sonra doğru Organize Sanayi Bölgesi’nde bulunan poa gidiyoruz. 1000 metrekare genişliğinde ve 20 metre yüksekliğinde dev hangarlar burası. Ve hepsi tavana kadar dolu. Halk sahiplendiğinde böyle bolluk bereket oluyor işte. Ama eksik olan gelen yardımların düzenlenememesi. Hani bir halk tabiri vardır ya “her yer her yerde” diye, tam da böyle bir durum söz konusu. Deneyimsizlik, biraz şaşkınlık… gelen yardımların istenildiği gibi düzenlenmesinin önüne geçiyor. Neyse yapacak bir şey yok, bu kadar malzeme var, bir de depo dışında bekleyen yüklü onlarca tır, işimiz çok yani. Herkes harıl harıl çalışıyor, biz de başlıyoruz çalışmaya. Büyük mavi torbalara şeker, çay, bulgur, makarna, kuru fasulye, yağ, çikolota, çocuk bezi vs. malzemeleri dolduruyoruz. O kadar fazla malzeme var ki, her gün yüzlerce paket hazırlanıyor. Hazırlanıyor ama yine de tamamen halka ulaşmıyor depolardaki malzemeler, eksik kalıyoruz. Paketleri hazırlıyoruz, biraz da battaniye, hepsini küçük bir kamyonete yüklüyoruz. Dağıtımı gece yapacağız ve sessiz olacağız. Çünkü arabalar fark edilince insanlar alamayacağız kaygısıyla -ki yoksulluk çok uç boyutta Van’da- araçların etrafını sarıyorlar. Bu durumda kalmayı bizim insanlarımız hiç hak etmiyorlar. Bunun sebebinin yoksulluk olduğunu ve sorumlusunun emperyalizm ve işbirlikçileri olduğunu çok iyi biliyoruz. Bir kez daha o zalime lanet okuyoruz, bu toprakların insanlarını bu hale getirdiği için. Herkes sokakta; çadır bulabilen çadırda, bulamayan kendi imkanlarıyla bir şeyler yapmış, ama başlarına bu sefer de karaborsa çıkmış. Depremden önce metresi 2-3 lira olan naylonlar, deprem sonrası 10 lira olmuş. Nasıl bir soysuzluktur bu, yazıklar olsun. Sonra öğreniyoruz ki ekmeği bile karaborsaya düşürmüşler, 2 liraya ekmek satmışlar. Seyrantepe mahallesinin Arafat sokağındayız. Mahalleden bir arkadaş karşılıyor bizi. Sokağa giriyoruz, tek tek evlerin kapısına hazırladığımız paketleri ve battaniyeleri bırakıyoruz. Herhangi bir sorun yaşamıyoruz. İnsanlar bu soğuk kış gecesinde biraz da olsa ellerine erzak geçmesinden dolayı mutlular. Sokak boyu aracımızla dağıtımı yapıp, bitiriyoruz. Saat 24.00’e geliyor. Günümüzü bitiriyoruz. İçimiz az da olsa bir yara
03-08 vandan izlenimler_sablon 12/5/11 10:15 AM Page 7
sarmış olmanın rahatlığında, kalacağımız eve doğru yola çıkıyoruz. 4. gün... Sabah yine kriz merkezindeyiz. Günümüzü programlamaya çalışıyoruz. Yine depolarda çok iş var. İki arkadaş dışında depolara gideceğiz, erzak paketleme sonra dağıtım. Kalan iki arkadaş da ertesi gün yapılacak basın açıklamasının hazırlıklarını yapacaklar. Basına haber verilecek, pankart hazırlanacak ve tabii ki basın metni… Herkes işinin başına artık. Gün boyu depoda paket hazırlıyoruz, akşama kadar sürüyor bu işlem. Basın açıklamasının işleri de hallediliyor bu arada. Açıklamaya hazırlanan arkadaşlar da akşam depoya geçiyorlar. Şimdi hazırladığımız paketleri mahalleye götürüp dağıtacağız. O kadar çok insan var ki ihtiyacı olan, nasıl olacak bu işler belli değil. Araç bulmakta da zorlanılıyor. Neyse iyi kötü bir araç hazırlıyoruz. Bugün ısrarımız ve kararlılığımız sonucu ihtiyaçlarını bizim belirlediğimiz bir sokağa gideceğiz. Cecimler Sokak. Hangi eve girdiysek her ev yoksul. Neye ihtiyacınız var deme gereği bile duymadık ihtiyaçları belirlerken. İşte hazırladığımız yardımları bu sokağa götüreceğiz. Depodan yola çıkıyoruz. “Acaba yığılma olur mu, sorun çıkar mı?” diye düşüncelere kapılmamak elde değil..
5. gün... Bugün biraz daha heyecanlıyız. Van’da ilk defa bir basın açıklaması yapacağız. Bir gün öncesinden hazırlıklarımızı yapmıştık. Pazar günü kapalı olan fotokopiciye gidip pankartımızı da hazırladık mı işimiz tamam. Ha tabi basını bir kez daha aramak iyi olacak. Dün açıklama için hazırlık yaparken gezdiğimiz Van sokaklarında bizi tanıyan dostlarımızla da karşılaşmıştık. İnsan ne kadar mutlu oluyor, bilemezsiniz. Gördüğümüz bu arkadaşlara da açıklamayı söylemiştik, onları da bekliyoruz. Yani küçükten bir kitle çalışması da var. Sabah yine her zaman toplandığımız itfaiye garajından 11:30’da çıkıyoruz. Van’da en çok ölümün olduğu Nezir Baş binası denilen yere gidiyoruz açıklama yapmak için. Burada öğrenci evleri de varmış. Onlarca insanın cesedi çıkartılmış enkazlardan.
Ama yok diyoruz, olmaz, bu insanlar yoksul ve alamayacağız kaygısındalar yardımları. Bunu doğru anlamak gerek diyoruz, bizim insanlarımız yağmacı olamaz. Ki öyle de oluyor, sokağa giriyoruz ve sadece 15-20 dakika sürüyor dağıtım ve hiçbir sorun çıkmıyor. 3 gün önce gelmiştik bu sokağa ve geri geleceğiz demiştik. Şimdi gelmiş olmanın huzurundayız. Başka sokaklarda da “geleceğiz” dediklerimiz vardı. Ama onlara şimdilik ulaşamadık, bu yüzden de tabiî ki biraz da huzursusuz. Keşke organizasyon daha iyi olabilseydi ve geri geleceğiz dediğimiz her eve gidebilseydik.
Bugünü de yavaş yavaş bitiriyoruz. Artık yarın devam ederiz.
ARALIK 2011 | TAVIR | 7
03-08 vandan izlenimler_sablon 12/5/11 10:15 AM Page 8
Biz oraya gittiğimizde yıkılan binaların birinden hala dumanlar yükseliyordu çünkü deprem anında kalorifer kazanı açıkmış ve söndürülememiş. Her yer riskli, her an her şey olabilir burada. Binalar nasıl tuzla buz olmuş, insan şaşırıyor. Yıkıntıların arasında şimdi çocuklar var. Enkazdan geriye kalan demirleri, alüminyumları topluyorlar, daha doğrusu toplamaya çalışıyorlar. Çünkü kepçe de bir yandan çalışıyor. Arkadaşlarımız kendince müdahale etmeye çalışıyor, “kepçe çarpacak… durun…” diye ama dinleyen yok. Ölmemek için ölümü göze alan çocuklar bunlar, durun desek de bir yanımız da susturuyor bizi. Onları değil bir an önce Van halkını enkazlara gömenleri susturmalıyız, hem de bir an önce. Enkazın başındayız. Basından da gelen arkadaşlar var enkaz başında. Çağırdığımız arkadaşlardan da gelenler var. Çok seviniyoruz, çocuk gibi derler ya öyle... Artık açıklamaya başlayabiliriz. “Halkız Haklıyız Kazanacağız” sloganı Van sokaklarında yükseliyor bu kez; sonra “Van halkı yalnız değildir” diye haykırıyoruz. “Yıkılan van değil devletinizdir” yazıyor mütevazı pankartımızda. Kürt halkının nasıl cezalandırılmaya çalışıldığını, devletin depremi kendi çıkarı için kullanıp, tüm ülkede gecekondulara saldırı hazırlığı içine girdiğini anlatıyoruz. Bol bol fotoğraf çekiyoruz. Enkaza bakmaya gelmiş olan insanlar da dinliyor açıklamayı. Halkın hiçbir sorununu çözmeyen, bunun için kılını bile kıpırdatmayanların temsilcileri de orada. Kürt halkını katleden, çoluk çocuk demeden kurşunlayanlar da orada. Suçlarını yüzlerine vurmamızın rahatsızlığı ve hazımsızlığı ile sırıtıyorlar karşımızda. Bu sırıtışları iyi biliyoruz; korkan böyle sırıtır gizlemeye çalışmak için korkusunu. Açıklamamızı bitiriyoruz, tekrar itfaiye garajındayız. Buradaki çalışanlara aşinayız artık, onlar da bize tabi. Bugüne kadar onların hazırladıkları yemekleri yedik, çaylarını içtik, sağolsunlar. Yine öyle yapıyoruz. Yemeklerimizi yedikten sonra programımızı yapıyoruz. Erciş’e gitmek gerek diyoruz, daha çok insana ihtiyaç var orada. Kalabalığız nasıl olsa, bir kısmımızın Erciş’e geçmesine karar veriyoruz. TAYAD başkanı Behiç Aşcı ve konser için iki gün sonra İstanbul’a doğru yola çıkacak Yorumcular dışında herkes Erciş’e doğru yola çıkıyor. Sarılıyoruz, kucaklaşıyoruz… Van’da kalanlar bir yandan yaptığımız basın açıklamasının haberini yapıp basına gönderiyor, bir yandan da depo işleri için hazırlanıyoruz, daha doğrusu bekliyoruz. Bir arkadaşımız yardım için gönderilen çadırlar olduğunu öğreniyor ve çadırların indirilmesi için yardıma gidiyor, kısa bir süre sonra dönmesini bekliyoruz ama epey uzun oluyor gelişi, akşamı buluyor. Gece için de bir program olmayınca günü bir basın açıklaması ve Erciş’e gidişle noktalıyoruz. 6. gün... Bugün Yorumcuların son günü Van’da. Bugünü de iyi değerlendirmeliyiz. Sabahı avukat dostumuzla sohbet ederek geçiriyoruz. Bir hafta boyunca yaşadıklarımızı, düşüncelerimizi anlatıyoruz birbirimize. Laf lafı açıp gidiyor, akıyor zaman.
8 | TAVIR | ARALIK 2011
Keşke diyoruz bir konser sonrası, ya da güzel bir vesile için bulunduğumuz bir zamanda yapabilseydik bu sohbeti. Olsun diyoruz, Van halkı ile iyi günde de kötü günde de hep yürek yüreğe olacağız. Sohbetin ardından itfaiye garajına geçiyoruz yine. Depolara gideceğiz bu günde. Az kişi kalmış yardım için Van’da. Belediyeye ait bir otobüsle Organize Sanayi Bölgesi’nde bulunan depolara doğru yola çıkıyoruz. Bizimle birlikte depolara gelen dostlarımız Yorumdan türküler istiyorlar. Kırmak olmaz onları. Hep birlikte Gel Ki Şafaklar Tutuşsun diyoruz. Şarkılar ve sohbet eşliğinde depolardayız. Hemen işe koyulmak istiyoruz. Ama önce yine bir bekleme süreci oluyor. Sonra bakıyoruz olacak gibi değil, bir kısmımız malzemeleri bir yere toparlıyor, bir kısmımız da paketleme yapıyoruz. Yığınla yardımın içinden gıda malzemelerini ayırıyoruz. Yüzden fazla paket yapıyoruz. Bugün biraz daha kalabalığız, Seyrantepe Mahallesi’nden genç arkadaşlar da yardıma geldiler. Onlarla birlikte akşam Seyarantepe’ye gidecek yardımları hazırlıyoruz. Kalabalık olunca işler daha çabuk bitiyor. Yola çıkma zamanı. İçi malzeme dolu iki minibüs mahalleye doğru yola çıkıyoruz. Mahalleye varıyoruz ama herkes dışarıda, tabi ki istemediğimiz o yığılma yaşanıyor, biraz karışık da olsa yardımları dağıtıyoruz. Sonra bir aileye misafir oluyoruz, çay içiyoruz. Dışarıda hava soğuktu, biraz ısınıyoruz. Evin dışında çadırları da var ailenin ama çadırlar aileler için uygun değil. En azından gündüzü evde geçirmek istemişler. Gece yatmaya yine çadıra gidiyorlar. Zor bir durum, herkesin düzeni altüst olmuş durumda. Ama bu olanaksızlıklar içinde insanların elinden başka bir şey gelmiyor. Van halkı soğuk ve yoksullukla baş başa kalmış durumda. Misafirliği bitiriyoruz. Kim bilir Seyrantepe’yi bir kez daha ne zaman göreceğiz? Bir gün mutlaka, ama mutlu ve acının olmadığı bir Van’da, Seyrantepe’de olmayı çok isteriz. Bu dileklerimizle mahalleden ayrılıyor ve itfaiye garajına geri dönüyoruz. Böylelikle bugün de sona eriyor. 7. gün... Bugün Yorumcular İstanbul’a doğru yola çıkacaklar. Van’da sadece TAYAD başkanı Behiç Aşcı kalıyor, o da ertesi gün dönecek İstanbul’a. Yola çıkmadan önce Van merkezde kalanlar olarak bir hafta boyunca birlikte çalıştığımız arkadaşlarla vedalaşıyoruz. Van’ı özleyeceğiz ve aklımız hep orada kalacak biliyoruz. Artık Van’dan ayrılmamıza çok az kaldı. Otogar yine kalabalık, Erciş’e ilk vardığımız gündeki gibi. Saat 15.30’a doğru otobüsümüz ağır ağır çıkıyor perondan. Van yavaş yavaş arkamızda kalıyor artık. Gülümsüyor sanki bize Van. Ve arkamızdan güneş, çekerken perdesini Van’ın ve Erciş’in üstünden, Van ve Erciş’in dağlarının kulağına hoşçakal seni yüreğimizde götürüyoruz diye fısıldıyoruz. Oxırbê Wan… Em jî te hezdîkîn ( Hoşçakal Van. Seni seviyoruz.)
09-10 afette tutsak olmak_sablon 12/5/11 11:50 AM Page 9
hapishaneden hapishaneden
afette tutsak olmak asya yazici
Van depreminin ardından televizyon haberlerini izlemeye başladık. Yerinden oynayan eşyalar, devrilen dolaplar, telaşla korkuyla dükkanlardan, evlerinden dışarıya fırlayan insanlar…Sonra iskambil kağıtları gibi yıkılan binalar, ezilen bedenler; haykıran, hıçkırıklara boğulan, yakınlarını beton duvarların altında arayan komşular, eş dost akrabalar… Her depremden sonra yinelenen TV spikerlerinin bildik yorumları… Kullanılan dayanıksız demirlerden, deniz kumundan, toprak gibi ufalanan betonlardan, denetimlerin yeterince yapılamadığından, müteahhitlerin özensizliğinden söz edilir boyuna. Yine depreme hazırlıksız yakalanılmıştır. Konuşulur tartışılır, öneriler getirilir. Ve bir dahaki depreme kadar bunların hepsi unutulur, unutturulur. Siz yine de bütün ayrıntıları dinlersiniz.
ARALIK 2011 | TAVIR | 9
09-10 afette tutsak olmak_sablon 12/5/11 11:50 AM Page 10
Peki ya, dört duvar arasında kilitli tutulanlar? TV kanalları bu depremde onlara da yer verdi ama haber değeri olan konu onların can güvenliklerinin olmaması değildi. Konu yıkılan duvardan dışarı çıkan tutsaklardı… Ailelerini merak etmiş, beton duvarlar altında kendileri de ezilmeden can havliyle dışarı çıkmışlardı. Daha sonra bir kısmı geri döndü. Ve adeta tabutluk içinde kaldılar. Çıkamasınlar diye ağır hasarlı hücrelerde kilitli tutuldular. Kendinizi onların yerine koymayı denediniz mi? Biz tutsaklar bunu yaptık. Çünkü depremde tutsak olmanın ne demek olduğunu yaşayarak öğrenmiştik. 1999 Marmara depreminde Sakarya Hapishanesi’ndeydik. Bir gece vakti, hem de uykumuzun en derin yerinde, kendimizi önce bir elekte eleniyormuş gibi sallanırken bulduk. Sonra sanki halı gibi çırpıldık. Ve beşik gibi sallanmaya başladık. Tüm bunları yaşarken koğuşta 30 kişi kadardık. İlk şaşkınlığın ardından hepimiz alt ranzalara inmiştik. Ranzaların üst katıyla tavan arasında 1,5 metre kadar mesafe vardı. Ve ilk sarsıntıda tavan öylece üstümüze çökecek sandık. Gidebilecek hiçbir yerimiz yoktu. Havalandırma kapısı kilitliydi; koridora açılan koğuş kapısı da... Ranzaların üstünde öylece beklemeye başladık. Derinliklerden gelen uğultu, devrilen dolaplar, çarpan demir kapılar, yerinden fırlayan kalorifer petekleri… Birazdan ya alt kata çökecektik ya da tavan üstümüze çökecekti. Koğuş duvarı yarıldı; eğer yıkılsaydı zeminde oynayan ranzalarla beraber üst kattan havalandırmaya düşecektik. Çoğumuzun aklına şu gelmişti: Birazdan hepimiz öleceğiz. Oysa daha farklı olacaktı gidişimiz. Dağ başlarında, sokaklarda, vuruşa vuruşa verecektik son nefesimizi. Yahut bir barikatta, bir direnişte… Karşı koğuşlar “20 gitti, 20 gitti” diye bağırıyordu. 20 bizim koğuşumuzun numarasıydı. Çatımızın havalandırmaya yıkıldığından habersizdik, daha yaşıyorduk. 45 saniyelik ilk sarsıntının ardından havalandırmaya doğru koşmaya başladık. Havalandırma kapısı kilitliydi. Kırmaya çalıştık, başaramadık. Acele ediyor, bir an önce açık bir alana ulaşmaya çabalıyorduk. Bu defa koğuştan dışarı maltaya yöneldik. Ancak maltaya açılan kapı da kilitliydi. Alt katı yemekhane üst katı yatakhane olan koğuşta öylece sıkışıp kalmıştık. Ta ki başka koğuşlardan yoldaşlar maltaya çıkmayı başarıp bizim kapının kilidini kırana dek. Onlarca tutsak birkaç havalandırmada toparlandık. Artçı sarsıntılarda duvarlar sallanıyor ve sanki her an yıkılacakmış gibi üzerimize üzerimize geliyordu. Ne yapabilirdik? Can güvenliğimiz yoktu. Yaşayabilmek için dışarı çıkmak istiyor, çıkamıyorduk. Açılan yarıkların öte tarafında askerler “güvenlik” alıyordu. Bizim değil tabi, hapis-
10 | TAVIR | ARALIK 2011
hanenin güvenliğini... Namlularını bir insanın geçemeyeceği ufaklıktaki yarıklardan içeri sokup “Buradan uzak durun, diğer köşede bekleyin” diyorlardı.İçeride tek bir görevli yoktu. Hapishanenin etrafı çepeçevre askerle sarılmıştı. Yarı enkaz halindeki binadan kimsenin çıkmaması için “güvenlik” alınıyordu. Artçı sarsıntılarda betonları dökülen, çatlayıp yarılan, yer yer yıkılan binadan tam iki gün sonra çıkarılıp başka hapishanelere gönderildik. Gittiğimizin ertesi günü hapishanenin tamamen yıkıldığını öğrendik.Afetlerde tutsak olmak işte böyle bir şeydir. Ne kadar işlevli olduğu tartışılsa da zaman zaman okullarda, evlerde, işyerlerinde deprem, yangın tatbikatları yapılır. İnsanların neler yapması gerektiği anlatılır. Acil çıkışlar için önlemler alınır. Tutsaklar bu programa dahil değildir. Çünkü ona, yaşadığı mekan yerle bir olsa da bulunduğu mekandan çıkma hakkı tanınmaz. Afetlerde tutsak olmak seçeneksiz bırakılmaktır. Çok değil daha 2011’in Eylül’ünde Van’dan İstanbul’a mahkeme için beş tutuklu ve hükümlü yola çıktı. Kayseri’de ring aracının içinde diri diri yanarak can verdiler. Hepimiz ekranlardan izledik. “Kanımız dondu” diye gazeteler haber yaptı. Araç cayır cayır yanarken kimse içerdekileri kurtarma, yangını söndürme çabası içinde değildi. Çünkü gözden çıkarılmışlardı. Afetlerde tutsak olmak, gözden çıkarılmak, insan yerine konmamaktır.
11-13 selanik_sablon 12/5/11 11:52 AM Page 11
deneme
deneme
selanik’e ateş düştü dediler ayşe karatepe
İnsan olmak ne garip şey. Tüm duyguları yüreğinde barındıran, nice acılara katlanıp ayakta durabilen bir varlık. Annem hep söylerdi; dünyanın nice dertlerini dağa taşa vermişler de çatlamış, insana vermişler de ayakta kalabilmiş. Hayata devam etmiş. Biz de senin haberini almadan önce, arkadaşımızın tahliyesini kutluyorduk. Gülüşüp birbirimize sarıldık. Tahliye olan arkadaşımız yoktu ama, o heyecanla halaydaydık… Hani derler ya, ağlamak ve gülmek kardeştir diye. Biz o gün onları yalnız bırakmadık. Ayırmadık! Bizim de gülüşümüz uzun sürmedi. Bana senin haberini getiren arkadaş, inanılması güç olanı söylüyordu. Duyması, konuşması imkansızı söylüyordu. Bir patlama olmuş, bir canımız daha düşmüş toprağa. Evet tam da senin adını zikrediyordu. Hocamız, Mehmet’imiz, abimiz Mehmet Başbağ. Nasıl anlatılır bilemiyorum. Senden önce de nice yiğitler düştü toprağa. Hem de hep erken, zaman-
ARALIK 2011 | TAVIR | 11
11-13 selanik_sablon 12/5/11 11:52 AM Page 12
sız. Yüzlercesi, binlercesi tıpkı senin gibi, vatanın bağımsızlığı için, özgürlük savaşçısı oldular. Bunu çok iyi biliyorum. Bir de yeni öğrendiğim bir şey var, çok acı olduğu. Ben ilk kez bu kadar yakından tanıdığım birini kaybediyorum. Şimdi bu kalem, bu kağıt seni yazmaya koyuldu. Bir gün seni yazacağımı hiç düşünmemiştim. Evet savaş gerçeği vardı, sen de o savaşın tam ortasında durmaya kararlıydın. Bu sonun bu şekilde, karşına çıkacağını bilmeliydim. Ama nedense, ölümü yakıştıramadım sana… Yüreğime bir kor düştü, bilir misin abi… Nasıl yandım! Kendimi nereye savursaydım da içimdeki ateş sönseydi... Bu duygu nasıl da ağır geldi bana. Şimdi abim, anlatayım diyorum seni. Tanıyan, tanımayan herkese. Bendeki yerini, bizdeki önemini ifade edeyim diyorum. Boğazım düğümleniyor, sanki hiç ölmemişsin gibi geliyor. Bunları yazmak öyle zor ki… Karadeniz; hırçın Karadeniz bu kez ağla. Ama hırçınlığı elden de bırakma. Düşman dalgaların durulduğunu göremesin. Evet bizim fahri Karadenizlimiz. Kemençe sesiyle, bir hamsi gibi salınmasını bilen Dersimli. Lahana çorbasına, mısır ekmeğine bizden önce koşan adam. Ne kadar da bizden. Ne kadar da Karadenizli. Karadeniz’de her ev, bizim uşak diyordu. Eee horonu da kıvırınca tam olmuştu.Bu kadar bizden. Bu kadar saf ve doğal. Çalışma alanına bağlı. Çalıştığı yere bu kadar ayak uyduran…Karadenizlimiz, Mehmet’imiz… Daha dün gibi, seninle ilk tanışmamız. O zamanlar çok kalabalıktı oralar. Fakat sen hepsinin içinden seçiliyordun. Duruşun, konuşman, yaklaşımın farklıydı. Hatta ailem bile, büyük ailemizle tanıştığında, bak bu çocuk diğerlerinden farklı demişlerdi. Ne farkı, hepsi aynı der dururdum. Ama zamanla, seni ve büyük aileyi tanıdıkça farkı çözümleyecektim. Evet beklenen adam… Sana tam da bu ismi takmıştım. Kurumumuzda herkes seni beklerdi. Yolunu gözleyen nice insanlar olmuştur. Geldiğinde de, kurumumuzda bir hareketlilik olurdu. Coşkunu, inancını yaymasını çok iyi biliyordun. Bir şekilde, uzağa düşmüş insanları bile toparlardın. Sana olan saygı ve sevgi bizleri harekete geçirirdi. Herkesi anlamaya çalışan bir yapın vardı. O yüzden hep beklenirdin. Bizi dinle, anla ne varsa sorunu çöz diye. Hep de öyle olurdu, çözülürdü. Sende çözümsüzlük yoktu. Bir insanı önemsemek, en büyük farkındı. Gerçek anlamıyla tam da böyle yapıyordun. Ve herkesin bildiği dilden, anlayabileceği tarzda konuşmasını bilirdin. Zaman zaman abim farklı tezleri üzerine tartışmalarımızda ben kestirip atardım. Sen bu duruma kızıp, ikna olana kadar anlatırdın ona. Mutlaka konuyla ilgili kitaplar, yazılar ve tüm araştırmaları önüne yığardın. Sakin ve sabırlı kişiliğinle anlatırdın. Anlatmaktaki ısrarın ve bitmez tükenmez enerjini hayretle izlerdim. Doğru ne varsa, ısrarla anlatacağız derdin. Önce kendimiz, ailemizden
12 | TAVIR | ARALIK 2011
başlayacağız değiştirmeyi diye ısrarla anlatırdın. Tüm aile fertleri seni öyle sahiplenirdi ki ben bile şaşar kalırdım. Hatta ne çok gülmüşüzdür. Abim senin Samsun’a geldiğini duyunca, mutlaka tatlısını alır derneğe gelirdi. Senin sayende tatlıları yerdik. Bizim evdeki hallerin geliyor aklıma, annemle magazin izleyip ve çoğu konuya vakıf olup, yorum yapmana hayretle bakardım. Sonrası, sonrası da yozlaşmayı anlatan, mücadeleyi ifade eden inançlı, ısrarlı konuşmalar. Ben durumun ne kadar farklı boyutlara vardığını, sezinlemiştim. Bir keresinde sana, “Her aileden bir kişi arkadaş!” demiştim. Çok gülmüştük… Sonrasında ise, tek tip haliyle abim, 1 Mayıs alanında ablam ve annem. İşte öğrettiklerinle, attığımız her adım, pratikte hayat buluyordu. Ve en değerli yanın, güven verici olmandı. Evet bu aile doğruydu ve herkes güvenilirdi. Fakat senin hissettiklerin, daha öncesinde ve sonrasında yazamadıklarımdı. O güven bende, bizlerde o kadar güçlüydü ki; göz altındaysam o şehirde olman bile beni daha güçlü kılıyordu. Arkamda abimiz, Mehmet’imiz var diyordum. Olacaksa da kötü bir son, o beni zulmün elinden, eninde sonunda alır derdim. Varsan sırtımız yere gelmeyecek gibi. Seni hissetmek bizlere güç veriyordu. Attığın her adım öğretici ve eğiticiydi. Mekaniklikten ve sekterlikten uzak, doğallığında gelişen süreçte gösterirdin. Bu duruma uygun en iyi örnek şu olacak sanırım: Dernekteyken, yapmadığımız bir kurul toplantısında ve birkaç sorundan kaynaklı, derneğin, geçici süreyle Dernekler Masası’na geçeceğini öğrenmiştik. Biz tam olarak ne olduğunu anlamamıştık. Bir gün sonraydı sanıyorum, kapıda bir adam kendini tanıtarak derneği boşaltmamızı, tüzükte uygunsuzluk vs. problemleri sıralıyordu. Elinde de evraklarını getirmişti. Biz ne yapacağımızı kestirememiştik. Daha önce karşılaşmadığımız bir sorundu. Adam, problemi halledin, açarsınız demişti. Hiç anlam veremiyorduk fakat durumu da kabullenmiştik, dernekten çıktık. O gün bizim ev dernek olmuştu. Tam da o günün akşamında Samsun’a gelmiştin. Beni arayıp derneğin neden kapalı olduğunu sormuştun. Arkadaşlar da, ben de çok mahcuptuk. Fakat yine de bilmeden oldu, tam bilgimiz olmadığı için vs.’lerin arkasına çoktan sığınmıştık hatta, annem halimize acımıştı “Şimdi Mehmet geldiyse halleder, üzülmeyin” demişti. Daha sonra, durumu konuştuğumuzda ne kadar kızmıştın. O zamanki eleştirilerini hiç unutmuyorum. Ben ısrarla günler sonrasında bile, “bilmeden oldu”diye ısrar edince, sen “Kurum düşmana bırakılır mı, bir düşün!” demiştin. Evet haklıydın, orası mevziydi; ben ve arkadaşlarım yanlış yapmıştık. Ertesi gün, sorunu gerçekten de hallettin. Ev sahibiyle yeni
11-13 selanik_sablon 12/5/11 11:52 AM Page 13
kontrat imzalayarak tabelayı indirerek, kilidi değiştirip derneği iyice kontrol ettikten sonra girebildik. Tekrardan kapıya gelen memur ve polisleri nasıl azarladığın gözümün önünden gitmiyor. “Onlar oturmuyor kardeşim, burası benim evim, defolun gidin. ” demiştin. Sonrasında, bu olaydan ders çıkartmamızı çok iyi göstermiştin. Aklımızdaki yasallık ve meşruluk temelini çok tartışmıştık. Yine gelmiştin ve sorunu çözmüştün. Ne kadar da güçlü, ne kadar da yıkılmaz gelirdin bana. Öyleydin de… Umutsuz olduğunu hiç görmedim. Umursuzluk yerine öfkeni daha çok perçinlerdin. Bizim yapamadıklarımız üzerine, neden sonuç alamadığımızı anlatırdın. Hep sakin, hep sabırlı ve hep gülen yüzünle... Yine o gülen gözler karşımdaymış gibi… Ne tuhaf… Biliyor musun, ben seni hiç ağlamaz zannederdim. Niye öyle düşünürdüm bilmiyorum. Halbuki en saf, en temiz, en doğru şeyleri düşünen büyük aileydi. Sen de o ailede, o duyguları en insanca yaşayan adamdın. Evet, o an ağladığına ilk kez tanık oluyordum. Çok üzülmüştün. O an çok acı çektiğini anlamıştım. Yoksa sen ağlamazdın. Eyüp Beyaz’ın şehitliği seni üzmüştü. Dernekte yaptığın o konuşmada sesin titremişti. Mücadelede, Eyüp abiyi anlatmıştın. Ne kadar mütevazı olduğunu, ne kadar fedakar olduğu anlatmıştın. Yan yana çok eylemde olduğunuzu ve her saldırıda ne kadar kararlı yanıt verdiğini söylemiştin. Sonrasına devam edememiştin. Sen ne kadar da, o an kendini anlatmışsın meğerse! Mütevazılık, fedakarlık, kararlık ve ısrar…
yanından, gitmesen olmaz mı? Senin dediğin tek şey ise, “Burada sadece sen bekliyorsun beni. Halbuki beni bekleyen daha niceleri var. Yapılması gerekenler ve yetiştirilecek işler var.” demiştin. Boynuna sıkıca sarıldım. Bir daha görüşemeyecektim, biliyorum. Baksana, şimdi de son vedamızı gerçekleştiriyoruz. Bu sefer de dışarıda olamamanın, elleri kolları bağlı olmanın hırsını yazıyorum. Yoksa, son bir kere de olsa, sana sarılmak isterdim. Şimdi vedalaşma zamanı geldi. Şimdi sana son kez “hoşçakal” diyeceğim. Ama şunu unutma ki, öğrettiklerin ve hissettirdiklerin hayatta attığım adımlarda ve kararlarda hep geçerli olacaktır. Daha ne anlatayım abi, Selanik’e ateş düştü dediler. Benim ve bizlerin yüreğine de o ateş düştü.Hoşçakal Fahri Karadenizlimiz… Hoşçakal canımız, ciğerimiz… Hoşçakal beklenen adam. Ama bu kez sen bizi bekleyeceksin… Hoşça kal, güzel gözlerle gülen ve hep güven veren insan.. Hoşça kal güzel insan… Bıraktıkların önünde saygıyla.
Her ne kadar elinde patlasa da o bomba, yine de düşmanın beyninde yankılanmıştır, diyorum. Orada aynı zamanda, netlik ve kararlılıktan fitillenmiştir. Şimdi ben nasıl devam edeyim. O zamanlar, sen, Eyüp abi için yanıyordun. Şimdi ise benim içim yanıyor. Adın geçince bile dayanılmıyor. Ve sen daha nicelerini tanımışsındır, toprağa düşenlerimizden. Nasıl dayanılıyor abi, ben bu konuda başarılı olamıyorum. Hatırlarsın, seni en son ben yolcu etmiştim. Oturup uzun uzun konuşmuştuk. Araba kalkış zamanına kadar, çok şey sığdırmaya çalışmıştık. Yine bugün olduğu gibi, çok yağmur yağıyordu o zamandan bu zamana, çok şey değişmedi. Sen giderken de, ben yine böyle gözü yaşlıydım. Son bir kere, kızacağını bilsem de sana “Abi gitmesen olmaz mı? Hep bizimle burada kalsan. Yine eskisi gibi”… dedim. Bu sefer kızmamıştın. Bana gülümseyerek “Bana kim bakacak o zaman?” demiştin. Ben bakarım abi, ayrılmam
ARALIK 2011 | TAVIR | 13
14-16 tasin isyani_29-30 ellerimi tut 12/5/11 11:56 AM Page 14
deneme deneme
taşın isyanı selami meşe
Ellerim cebimde, dudağımda bir ıslık umarsızca yuvarlıyorum bir taşı asfaltın üzerinde. Birden “şşşt” sesi duydum, sağa sola baktım ama kimse yoktu. Sonra bir daha duydum “şşşt... şşşt”... Ses asfaltın üzerinden geliyordu. Yere baktım bir gazete parçası vardı gözüm ona ilişti. Kocaman puntolu harflerle “Kardeşinin mezar taşı için ölüme yatan abi” yazıyordu. Bir abi iki çocuğunu bırakıp 15 yıl önce kaybedilmiş kardeşinin kemikleri için ölüme yatmış. “Ölenle ölünür mü? Hem mezar dediğin dört parça taş değil miydi? Değer miydi?”... Bu düşüncelere dalmışken biri bana “hey arkadaş” diye seslendi. Gazetenin altından geliyordu ses. Kaldırdım gazeteyi ucundan tutup. Az önce yuvarladığım taştı bu. “Allahım işsizlik kafama mı vurdu yoksa” deyip parmağımı kulağıma sokup hızlıca salladım. Usulca taşa eğilip “Sen mi konuştun?” dedim. Taş da “evet” dedi, “Sadece insanların dili yoktur, evrenin de bir dili vardır”. Ben, “Ama bu nasıl olur sen sadece bir taşsın” deyince taş öfkelendi: “Öyle ya ben senin için sadece basit bir taşım. Peki ya bu gazetenin üzerindeki abi için neyim biliyor musun? Yıllardır hasretle yolunu gözlediği, sesini duymayı beklediği, dokunmak istediği kardeşiyim”... Aldığım cevap iyice allak bullak etmişti beni. Taş acıdı galiba halime, sevecen bir ses tonuyla, “Evet arkadaşım tanışalım artık. Ben ne memleketi ne de yaşı olan, milyonlarca yıldır oradan oraya sürüklenen bir taş parçasıyım”. Taşın hikmetine kapılmıştım ve kutsal bir anıtın önündeymişçesine başımı saygıyla öne eğip “Ben de şu gördüğün mahallede oturan Ahmet’im. Ve sizinle tanıştığım için kıvanç içindeyim” dedim. Sonra ben sustum, taş konuştu. Ve ben taşın isyanını soluksuz dinledim.
14 | TAVIR | ARALIK 2011
Evet, sevgili okuyucu, taş dile gelmişken bize de Ahmet gibi kulak vermek düşer onun binlerce yıllık öyküsüne. “O büyük patlamayla oldu her şey. Güneşten kopmuş, soğumuş dünya denen parçanın içinde ufacık bir parça olarak savruldum evrenin karanlık sonsuzluğuna. Yalnız değildik. Üzerimizde kıpırdaşan canlılar vardı. Yıllar geçiyor. Hiç görmediğim canlıları görüyordum. Ve siz insanları gördüm bir gün. Siz farklıydınız… O güne kadar hiçbir canlının yapmadıklarını yapıyordunuz. Bir gün bizi birbirimize sürtüp, güneş renginden kıvılcımlar çıkarttınız. Bir kıvılcımla yaktığınız ateşle yeni bir çağ açtınız. Dünyayı karanlıktan kurtardınız. Bu hepimizin baştan yaratılacağı bir yenilenmeydi. Ateşin aydınlığı, sıcağı insanı değiştirirken insanlık da beni akıllarının ve emeklerinin güzelliğiyle şekilden şekile sokuyordu. Yontuyor, cilalıyor, yuvarlıyorlardı. İnsan emeği üretkenleştikçe ben güzelleşiyordum, işe yarıyordum. Biz insanla böyle kardeşçe yaşarken benden yaptıkları sabanla sürüp kazandıkları, ekip biçtikleri topraklardan, ihtiyaçlarından fazlasını toplamaya başladılar. Ve o fazla malın adı mülk oldu. Bazıları mülkün sahibi olup artık çalışmazken bazıları da mülk sahibinin mülkü olup daha fazla çalışıp daha az kazanmaya başladı. İşte o zaman bu zamandır inat ederim üretilen o fazla mala, onu sahiplenen budalaya. Mülk sahibi ezenler, mülkü olmayanlar da ezilenler diye ay-
14-16 tasin isyani_29-30 ellerimi tut 12/5/11 11:56 AM Page 15
rılanda, insanlık için kah zulüm, kah zafer oldum. Ezilenin elinde ahlak düşkünü üç paralık çürük et ve kan kokusu yayan bir taşken. Ezilenlerin elinde namus, onur, emek ve leylaklardan da öte ter kokan bir taş oluyordum. Kanla yıkanıyordum, ezenin kanıyla yunduğumda zafer, ezilen kardeşlerimizin kanı üzerime akınca zulüm oluyordum. Ezen aldı beni ilkin eline benden saraylar yaptı. Sarayların önüne benden koca koca heykeller yapıp koydular. Ezilenlere dediler ki; ‘Tapın bu ulu taşa. Bunlar bizim tanrılarımızdır. Gösterin tanrıya bağlılığınızı ve neyiniz varsa adayın onlara.’... Ezilen kardeşlerimi aldattılar, aldılar elinden neyi var neyi yoksa. Yetmedi, ezenler hep daha fazlasını istediler. Güçlü, yenilmez olduklarını ilan edeceklerdi tüm dünyaya ve koydular tanrıları benden yaptıkları mezarlara. Ezilen kardeşlerim çölün ortasına yaparken piramit denen bu mezarları, kaldılar altımda. Binlercesini ezdim, kanı bulaştı her bir parçama. Suya, ekmeğe hasret ince bedenlerini ezdim hem de hiç istemeyerek. Yani o görkemli mısır piramitleri benim utancımdır çünkü harcı insan etidir. Kardeşlerim öldükçe açılıyordu gözleri. Uyanıyorlardı gerçeğe. Bu kölelik, zulüm, efendilik hep böyle gitmedi. Günü geldi, yiğitler döküldü meydanlara. Vurdular ilk darbeyi ezenle-
rin saraylarının surlarına. Ben paramparça oldum surlar yıkıldıkça ama her zaman onurlu. Bağırıyordu ezilen kardeşlerim ezenlere, ellerinde benden yaptıkları silahlarla; ‘Almaya geldik alın terimizi, insan onurumuzu. Efendi değil, cellâtsın, hırsızsın sen ve almaya geldik canını!’ Ellerinde mızrakları, tırpanları, baltaları yürüdüler, yıkılmış surları çıplak ayaklarıyla eze eze. Ezilenlerin elinde silah olan ben bulandım kana. Saraylı haramzadelerin kanına bulandıkça arınıyordum tüm ayıplarımdan. Ben de elleri nasırlı, baldırı çıplak, bileklerinde zincir izleri olan kardeşlerime atıyordum naraları ama ortalık toz, duman, kan iken duymuyordu canlar sesimi. Zalim korkak ki ne korkak. Ayaklar baş olmuş ve başlarını alıyorlar omuzlarının üzerinden. Ve saldırdı zalim tüm gücüyle kardeşlerime. Tutsak etti onları. Yine benden örülmüş kapısız, penceresiz, ışıksız, kör zindanlara. Ve ben kardeşlerimin kırbaçla parçalanmış bedenlerinden fışkıran kanla kirleniyordum bir kez daha. Biliyor musun ne kadar da zordu benim için tarihe böylesi tanıklık etmek. Yüz yıllar boyu sürdü ve hala sürüyor bu savaş. Ve 1917’nin soğuk bir kış gününde zafer diye haykırdık. Ezeni bir kez daha yenmişti kardeşlerim. Fabrikalarda, tarlalarda, çalışan kardeş-
ARALIK 2011 | TAVIR | 15
14-16 tasin isyani_29-30 ellerimi tut 12/5/11 11:56 AM Page 16
lerim, ’Sömürü, zulüm değil adalet, eşitlik, emeğimizin hakkınızı istiyoruz’ deyip, devirmişti çarı. Ve ben tarihin ölümsüz destanı, halkın kaybolmayan belleği olan ben, bu şanlı devrimin yaratıcısı Lenin olup yükseliyordum şehirlerin meydanlarında. Sonra Stalin oluyordum, faşizme vuruyordum. Beni oyup onların heykelini yaptıklarında ‘Yine safımdayım, yine onurluyum’ diyordum içimden. Arınmıştım yüzlerce yıllık kirimden, pasımdan... Ben yine kardeşlerime güç veriyordum. O meydandan Lenince, Stalince halkı selamladıkça egemenler hırslanıyorlardı. Ve ben başım gökte bağırıyordum onlara; ‘Ben bir taş değilim. Ben senin sonunum, ben vatanım, ben bağımsızlığım, ben sosyalizmim, halkın umudu, direnciyim.’ diye... Ve ezen tarihsel ömrünün sonuna gelmedi henüz. Saldırıyor bir kez daha. Beni haydutça parçaladıklarında halkın belleğini silebileceklerini sanıyorlar acizce. Ama yanılıyorlar. Onlar vurdukça ben çoğalıyorum. Her zerremde Lenin, Stalin oluyorum. Akıyorum Volga’dan Nil’e, Nil’den Amazon’a, Amazon’dan Coonj’a, C o o n j ’d a n Dicle’ye... Yeşilırmak’a bereket gibi yağıyorum sömürü ve işgal altındaki topraklara. Anadolu’dan Latin Amerika’ya dağlarda halkın adaletini arayan eli silahlı kardeşlerime ev oluyorum. Karda kışta üşütmesinler, düşmana görünmesinler diye yurt oluyorum onlara. Sarp kayalık olup düşmana tuzak kuruyorum. Filistinli küçük generallerin eline ne de yakışıyorum. Onlar beni o küçük ama tarih yaratan parmaklarıyla fırlattıkça, hedefine kilitleniyor, çarpıyorum Siyonistlerin son model tanklarına meydan okurcasına. Kürt çocuklarıyla Kürtçe konuşuyorum, oligarşiye inat zalimi öyle bir korkutuyoruz ki hapishaneye atıyorlar küçük bedenli, aslan yürekli kardeşlerimi. Onlara ‘taş atan çocuklar’ diyorlar. Ve ben suçlarına ortak olduğum için mağrur bakışlarla seyrediyorum, atalarımın bin yıllar öncesinden yerleştiği Mezopotamyayı. Ve işte Ahmet, mezar taşı oluyorum. Başı dik, alnı açık, köküne kadar özgürlük sevdalısı, kardeşlerimin cansız yatan be-
16 | TAVIR | ARALIK 2011
denlerinin başında nöbette duruyorum. Gelene geçene beyaz taşıma yazılı siyah yazılarla ‘öldüler, yenilmediler’, ‘kahramanlar ölmez, halk yenilmez’ diyorum. Ve kardeşlerimin o sevdalı bakışlı fotoğraflarını takıyorum başımın üstüne. Ben yine onura kesmiş, ben yine umut oluyorum halklara. Ve bu yüzden geceleri korkakça karanlık yüzleriyle ezenlerin köpekleri parçalıyor ak göğsümü. Ama ben şimdi ‘Şehitlerimizin mezarında ot bitmeyecek, ölülerimizi mezar taşsız bırakmayacağız’ diyenlerin ve dediğini yapanların elindeyim. Zalim hala yaşıyor Ahmet. Gayrı durmak yakışmaz sana. Haydi Ahmet bakma öyle. Al beni eline savur depremlerde beni sizlerin katili yapanlara. Savur Ahmet’im, savur ki gitsin kulağımdaki acılı inleme sesleri. Beni yeniden yıkayın zalimin kanıyla. Al seninim, her zaman senindim, sizlerindim. Öyle bakma baldırı çıplaklığıma, damarlarımda akan kanım kuşanmıştır en onurlu kıyafetini tarihin. Biliyorum Ahmet ben yine yükseleceğim göğe doğru. Anadolu topraklarında Mahir olacak, Dayı olacağım şehirlerin meydanlarında. Biliyorum Ahmet kalmayacak ayıbım, kardeşçe, hakça, özgürce yaşayacağız yine. Haydi Ahmet al beni gir kavgaya, sürükleme hayatını, onurunu, beni sürüklediğin gibi yerlerde. Kavga devam ediyor dağlarda, sokaklarda yaşıyor başı dik namusluca. Haydi Ahmet, davran beynine...” Evet sevgili okuyucu taşın anlattıkları şimdilik bitti. Ama öyküsü bitmedi daha. Taş sustu ama Ahmet konuşuyor şimdi. Sen ne durursun, haydi sen de Ahmet gibi al eline, al bir taş bekleme taşın bir kez daha dile gelmesini. Onun isyanı ona, tarihi sana yeter. Taşı çaresizce taşıdığı ayıplardan, kendini açlıktan, yoksulluktan, adaletsizlikten, zulümden kurtarana kadar bırakma beni elinden. Haydi, sen de çek yüreğinin tetiğini yatır korkuyu, çaresizliği, bencilliği. Haydi davran yüreğine durma.
17-22 gundelik kapitalizm_sablon 12/5/11 12:00 PM Page 17
inceleme
inceleme
t
gündelik yaşamda kapitalizm fethi demirci
Adına modern zamanlar dedikleri bu çağda hayat ne kadar da hızlı değil mi? Herkesin farklı farklı şeylere yöneldiği, herkesin bir şeylerle uğraşmaya çalıştığı, hızlı bir hayat: İşe gidenler, işten dönenler, iş hayatı kuranlar, evlenenler, boşananlar, sınava hazırlananlar, müzikle, sanatla uğraşanlar, okula gidenler, çeşitli amaçlarla çeşitli kurslara gidenler, eğlence mekanları, diziler, sosyal alanlar, konserler… Gerçekten de, çok moda olan bir ifadeyle söylersek, “baş döndürücü” bir hız. Bir önceki şeyin hatırlanmadığı, bir sonrakinin ise bilinmediği, “şimdi”nin hükmettiği bir hayat; sürekli bir hareket, bir devinim, bir koşturmaca ve kaos hali… “İnsanın tüm edimleri kendi hayatını daha anlamlı kılmaya ve özgürlüğünü inşa etmeye yönelmelidir.” derler. Evet, insan anlamlı yaşamayı ve mutlu olmayı ister. Ve bunun için de kendi yaşamındaki sorunları çözmeye uğraşır. Peki ama böylesine hızlı bir dünyada, baş döndürücü bir hareketliliğin içerisinde yaşarken, bu “değişmezlik ve aynılık” nedendir o zaman? Neden bir şey bulamadan kalır birçok arayış? Anlamlı kılmaya ve “özgürleştirmeye” çalışılan hayatlar, neden hep daha fazla anlamsızlaşır ve
ARALIK 2011 | TAVIR | 17
17-22 gundelik kapitalizm_sablon 12/5/11 12:00 PM Page 18
ğü ve kendi dünyasında kendine özgü yaşadığı söylenebilir. Mevcut zenginlik kaynakları, iktidarın biçimini bununla sınırlıyordur.
daha derin bir tutsaklığa sürüklenilir? Bu hareket neden bir kısır döngünün içindedir, neden döner döner de başladığı yere sürüklenir? Bunca kalabalık dostluklar yaşayanlar, neden geceleri derin bir yalnızlığın içinde bulurlar kendilerini?... Kapitalizmin alanları Yaşam içerisinde karşılaştığımız sorunlara nerede çare aradığımız bize birçok şeyi anlatacaktır. Çünkü sistemin en önemli özelliklerinden biri de insan yaşamını, kendi iktidarının var olduğu ve gerçekleştiği alanlar haline getirme konusundaki ustalığıdır. Bunu daha yakından gözlemleyebilmemiz için, sistem açısından sadece baskı ve zor mekanizmasını değil, aynı zamanda bir teşvik mekanizması olduğunu da fark etmemiz gerekir. İktidarlar, sınıfsal karakterlerine göre ve hakim olan üretim ve üretim ilişkilerinin niteliğine göre farklı gerçekleşme biçimlerine sahiptirler. Toprak mülkiyetinin ve tarımsal artık-ürünün gasp edilmesi temelinde gerçekleşen feodal karakterli iktidarların köylülükle oluşan ilişkisi –kapitalizme nazaran- kısmi olarak dışsaldır. Köylülüğün üretim sürecinde toprakla ve üretim aletleriyle kurduğu ilişki, kendi içerisinde yaşadığı toplumsallık, adetleri, gelenek ve görenekleri, kendilerine özgü yaşam tarzları kısmen içe kapanık olarak değerlendirilebilir. Dolayısıyla, feodal iktidarın köylülük “üzerinde” bir iktidar olduğu, köylülük içerisindeki tüm insanlarla bire bir değil de, bir bütün olarak, blok halindeki köylülükle bir iktidar ilişkisi içerisinde olduğu söylenebilir. Nihayetinde feodal iktidar açısından önemli olan daha çok üründür, yani sonuçtur. Elbette ki kendi sömürüsü temelinde var olan üstyapı kurumları -zihniyet biçimleri, inançlar, yasa ve hukuk- her iktidarın olduğu gibi feodal iktidarın da vardır. Yine de kapitalist iktidarla kıyaslanırsa, esasen köylülük olan halkın bir içedönüklü-
18 | TAVIR | ARALIK 2011
Teknik devrim sonrasındaki makineli seri üretimciliğin zamanı ise daha farklıdır ve kendine özgüdür. Üretimin her aşamasına, yeni zamanların iktidarı olan burjuvazi tarafından direkt müdahale edilmiştir ve üretimin her aşaması, kapitalist kar kanununa göre yapılandırılacaktır. Feodal dönemdeki gibi, sadece gasp edilecek ürün ve hasat sonucu değil, üretimin bütün bir süreci kapitalist tekellerce düzenlenecektir. Cezalandırma, ikna etme gibi anlık müdahalelerin yanı sıra, süreci bir bütün olarak kontrol edecek iktidar mekanizmaları da icat edilecektir. Gözetleme, teşvik etme… Çalışma saatleri dışındaki zamanın nasıl geçirileceği dahi burjuvazi açısından önemlidir artık. İngiliz işçi evlerinin ve semtlerinin mimari özellikleri ile ilgili “bir mimari yapıdan öte, yeni bir yaşamın dayatılması” şeklindeki değerlendirme, aslında bu gerçeği işaret etmektedir. Çünkü burjuvazi, emekçi sınıfın yaşamının her anını artık kapitalist iktidarının tahakkümü altında tutmaya mecburdur. Ve feodal karakterli iktidardan farklı olarak, hem bütünsel anlamda kitlelerle kurulan ilişki, hem de tek tek bireylerle kurulan ilişki önem kazanmıştır. İnsanların -sadece birey olarak dahi- yaşamları, alışkanlıkları, davranışları, dinlenme saatlerindeki etkinlikleri, sosyalleşme biçimleri, diğer insanlarla kurdukları ilişkiler… Bu yeni çağın iktidarı açısından son derece önemlidir. Öyleyse bu koşullarda, emekçi kitlelerin kendi toplumsallığını yaşaması pek de mümkün değildir. Yasalar, kurumlar, silahlı güçler gibi yaptırım kurumlarının yanı sıra, sanat anlayışı, eğlence mekanları, moda gibi teşvik kurumları da ihtiyaçtır. Ve özellikle bu teşvik kurumları kapitalizmin hem kaleleri, hem gözetim ve denetim merkezleri, hem de kar alanları olarak birçok işleve sahip olarak oluşmaya başlayacaktır. Kültürde, sanatta, inanç ve zihniyet dünyasında, düşüncede, toplumsal davranış biçimlerinde, yaşam alışkanlıklarında kendilerini yavaş yavaş var edeceklerdir. Ve bu kendini var ediş, yerleşik kültürel özelliklere ve halkın değer yargılarına kök salabildiği ölçüde kendilerini daha güçlü kılacaklardır. “Anlam”a hükmedilmesi Tabi ki hem bir bütün olarak halkın, hem de tek tek kişilerin kendi yaşamlarıyla kurdukları bir ilişki vardır. Bu ilişki toplumlar ve kişiler açısından anlam denen ve daha çok idealist felsefelerle anılan olgudur. Sistemin insanı elde edebilmesinin koşulu, o insanın hayatla kurduğu ilişkiyi teslim alabilmesi-
17-22 gundelik kapitalizm_sablon 12/5/11 12:00 PM Page 19
ne bağlıdır. Öyleyse iktidarın -özellikle de herkesle “ilgilenmek” zorunda olan kapitalist iktidarın- tahakküm altına almaya çalışacağı, ehlileştireceği ve içini istediği gibi doldurarak kendi varlık alanına çevireceği bir alandır anlam alanı. Anlam, savaş arenasıdır. Ve burjuvazi, anlam sorununa kendi çözümlerini, çarelerini, tanımlamalarını, reçetelerini sunmaktadır. Yaşamla kurulan ilişki yok sayılamayacağı için, anlam da yok sayılamaz. Öyleyse yapılandırılmalı ve iktidar tarafından tanımlandırılmalıdır. Sevgi, mutluluk, evlilik, sağlık, başarı, özgürlük… İnsan hayatındaki tüm duygular, değerler, insanı “kendi özgürlüğünü inşa etme”ye götürecek tüm yollar tanımlanmalı, içleri doldurulmalıdır; herhangi bir boşluk bırakılmamalıdır. Yola yeni tabelalar koyulmalı, yönelim kontrol altında tutulmalıdır. Ki özellikle de bu yola birey olarak çıkılması sağlanmalı, yaşamın anlamı bireysel olarak tanımlanmalı, bireysel istekler halinde kabul edilmelidir. Ev-evlilik Kürt dilindeki birçok türküde, ağıtta, şiirde duyduğumuz, hatta birçok ağıtta bir nida, bir ünlem haline gelmiş deyişler vardır: “oy mala mın!” Mal, malbat gibi sözcükler sıkça duyulur. “Mal” sözcüğünün kelime anlamı “ev”dir. İlk akla gelen anlamının, yani mülk, bina, içinde yaşanılan mimari yapı gibi anlamlarının daha ötesini düşünmemiz lazım bu deyişi anlayabilmek için. Evet, ev; ama aynı zamanda, ve bundan daha da fazla olarak, aynı mekanda yaşayan, aynı yaşamsal süreci paylaşan, üretim ilişkileri içerisinde ortak bir kadere sahip, birbirleriyle yaşam ortaklığı kurmuş, yaşama ortak anlam bağlarıyla bağlı olan insanlar… Yani toplum! Ki savaş, doğal afet gibi birçok acı olayın ardından yakılan ağıtlarda “oy mala mın!” ünleminin tekrarlanması, bir binanın, yapının gördüğü hasarla değil; o acı verici olayın tüm toplumu üzdüğü ifade edilir. Yaşam ortaktır, acılar da ortaktır. Ve tüm sevinçler ve acılar, toplumsal bir mahiyette yaşanır. Üretimde, yaşamda, sevinçlerde ortak olan toplumsal yapı (malbat), acılarda da ortaktır. Ve yine “mala mın xerabu! (evim yıkıldı!)” sözü, kelimenin tarihsel- toplum gelişimi içerisinde nasıl bir yerde durduğunu vurgular.
linde, ortak değerler temelinde bir araya geliyorlarsa eğer, sevgi’nin mutlaka bir anlamı olmalıdır. Sevgi anlayışı kişinin toplumsal kimliği, kültürü ve hayat içerisindeki duruşu ile ilgilidir. Evet, kişiler sevgiyi ararlar. Ve tam da bu arayış, burjuvazi tarafından istismar edilen, yönü saptırılan bir arayışa dönüştürülür. Hayat sevgiye, sevgi bireysel duygulara, bireysel duygular kişisel bir aşka indirgenir. Tüm yaşam böylece hiçbir niteliği olmayan bireysel hislerle sabitlenir. Ve bu hislerin yegane gerçekleşme yeri olarak da “evlilik kurumu” yeniden tanımlanır. Kapitalist yaşamın geçer akçesi olan piyasa kurallarıyla yapılandırılarak, sistemin nefes borularından biri haline getirilir. Kendi hayatının ilerleyişini kendisi belirlemeyen, duyguların ne olduklarından bile bihaber olan, kişiyi maddi geliriyle, yaşıyla, oturduğu evle, yaşadığı yerle, arabasının markasıyla tanımlamaya çalışan insanların yuttukları bir zoka haline gelir evlilik. Ve yaşamının hiçbir niteliği olmayan, iddiasız, bir araya gelebilmek için hiçbir sebebi, hiçbir ortak zemini olmayan insanların bir araya geldikleri bir platform olarak
Ev’in böyle bir anlamı varken, evlilik konusunun da bunun dışında düşünülmemesi gerekir. Evlilik, mevcut toplumsallık içerisinde, halkın değer yargıları ve hayatı anlamlandırma biçimi çerçevesinde, yeni bir toplumsal birimin kurulması olarak da görülebilir öyleyse. Burada amacımız, burjuva aile biçimi ile feodal aile arasında bir tercih yapmak, ya da birini diğerinin alternatifi gibi görmek değil elbette. Evliliğin bir anlam, yol arkadaşlığı, bir yaşam ortaklığı olarak yaşandığını halk kültürü içerisinde gözlemlemektir. Çünkü kişiler sevgi teme-
ARALIK 2011 | TAVIR | 19
17-22 gundelik kapitalizm_sablon 12/5/11 12:00 PM Page 20
Dest-i İzdivaç v.b. paketlerle en yoksulların, en çok sömürülenlerin -halkın- yaşamının orta yerine indirilir. Halkın geleneklerine de arada bir göndermeler yapılarak -helal süt emmiş olmak, evinin reisi olmak, çocuklarının anası olmak v.biyice “bizden” hale getirilir. Öyle ustalıkla ve el çabukluğuyla bizden hale gelmişlerdir ki bu programlar, oturup ailece izlemekte bir beis görmeyiz… Sevgi böylelikle artık kapitalist sistem içerisinde tanımlanmış, sistem içerisinde bir yere oturtulmuştur. Ve kitleleri de burnundan yakalayıp bu tanımın içine yerleştirmiştir artık ve yerleştiğimiz bu konumun içerisinde sevgiyi, aşkı, evliliği tartışıp dururuz artık. Ve bu konum içerisindeki her fikir, her görüş, her tartışma vesilesiyle sistemi bir kere daha üretmiş, sistem içerisine biraz daha yerleşmişizdir artık. Aynı hızla ve aynı ciddiyetsizlikte gerçekleşen boşanmalar sonucunda da bazen şaşırırız, bazen taraflardan birine ya da ötekine kızıp dururuz; neden çabuk bittiğine üzülüp “suç”u herhangi bir yerde ararız. Oysa bitiş; sevginin, yol arkadaşlığının, aşkın kapitalist yaşam parametreleri içerisinde tanımına teslim olduğumuzda başlamıştır… Başarı, kariyer, yaşam koçluğu Bir televizyon programında, kendisini profesyonel yaşam koçu olarak tanıtan biri “Kişi yaşam koçuna başvurduğu andan itibaren kendisini, yalnızca kendisini seçmiştir” diyor. Gayet sağ-
20 | TAVIR | ARALIK 2011
lıklı görünen, genç, başarılı olduğu her halinden belli olan biri bu. Ve tanıtım reklamı öyle bir hazırlanmış ki, terapi sonucunda garanti edilen “başarılı insan” sonucu, tanıtımı yapan yaşam koçunun şahsında sergileniyor adeta. “Ben başvurdum, kazandım ve kariyerinin doruğunda olan mutlu bir insanım; sen de başvur, senin de olur!” mesajı, ekranlara yansıyor. Sağlık sorunları olanların aradığı sağlık ve güzellik, gülmeyi unutmuşların hasret kaldıkları mutlu mesut gülümseme, ancak Hollywood yıldızlarında görebileceğimiz gıcır gıcır, ütülü elbiseler… İddia gayet büyük, vaatler çok fazla. Konuşmanın devamında ise yaşam koçumuzun bir şirketin insan kaynakları müdürlüğünü yaptığını öğreniyoruz ve politikayı daha açık seçik görmeye başlıyoruz tabi ki. Nitekim, yaşam içerisinde herhangi bir sorun yaşayabileceği bir yerde değil; tam tersine, yüzbinlerce insanın hayatını bir sorun yumağına çeviren tekellerden birinin yönetim kademesinde bulunuyor yaşam koçumuz. En tabanda yaşayan, hayatın tüm cefasını çekip sefasını süremeyen kitlelerin, özellikle gençlerin insanca yaşam haklarının gasp edilmiş olduğu da düşünülünce, koçumuzun kimlere seslendiği daha iyi anlaşılır. Verilen emeğin, çekilen çilenin karşılığının alınamaması “başarısızlık”, dünyada bir yer edinememe, insan sayılmama “kariyersizlik”, bir türlü kendi mecrasını bulamayan, kendi yatağına oturamayan hayatlar da “yaşam koçu ihtiyacı” olarak tanımlanıyor. Bu tanımlama, teşhis sonrası, tedavi olarak tekelci kapitalizmin reçeteleri öneriliyor. Böylelikle aslında ikili bir işlev -ucuz emek gücü ihtiyacı ve potansiyel halindeki alternatif arayışlarının sistem içerisinde tutulması- sağlanmış oluyor. Yani sistem açısından hem bir nefes borusu, hem de muazzam bir pazar alanı. Ve en az bunlar kadar insanca yaşam hakkının, emeğin karşılığını alamamanın, yoksulluğun ve yaşam yoksunluğunun birer sistem sorunu oldukları gerçeğinin örtbas edilmesi… Geriye kalan ise modern, güler yüzlü kapitalizmin kurumlarından medet umar hale getirilmiş kitleler. Danışma Merkezleri-Psikolojik Hizmetler Psikoloji bölümünden bir öğrenci “Psikoloji sözcüğünü şöyle bir karıştırın, kendinize uygun en az on hastalık göreceksiniz.” diyor. İnsan kişiliğinin tüm özellikleri, duygularımız, hayattan beklentilerimiz, bizi sevindiren, üzen, öfkelendiren her türlü şey… Kısacası tüm insanlığımız modern terapi aygıtı ta-
17-22 gundelik kapitalizm_sablon 12/5/11 12:00 PM Page 21
rafından bir şekilde tanımlanmıştır, psikolojinin terimleri ve tanımlamaları arasında mutlaka bir yerimiz vardır. Ve bu, bir anlamda bizi akıl hastalıkları ve ruhsal bozukluklar terminolojisiyle tanımlamak olduğu için kabul etmemiz gereken bir gerçek ortaya çıkartır: Hepimiz aslında hastayız! Öncelikle bunu kabul etmeliyiz. Daha sonra bu teşhis çerçevesinde reçeteler sunulacaktır: Stresten uzak olma, çevre değiştirme, okuduğun kitaplara ara verme, seyahate çıkma, yeni şeyler yapma, yeni hobiler bulma, hoşlandığın şeyleri daha fazla yapma… Elbette ki buradaki esas meselemiz psikoloji disiplininin bire bir kendisi değil. Sorun, tıbbi ve psikolojik terimlerin, tüm yaşamımızı anlamlandırma sürecinde, fark ettirmeden bizim temel düşünce sistemimiz haline getirilmeye çalışılmasıdır. İnsanın yaşam içerisinde karşılaştığı sorunların sonuçlarını kendi duygularında, genel olarak moral motivasyonunda yaşaması mümkündür. Hele hele kapitalizmin insanları derin bir yabancılaşmanın, yalnızlığın, içinden çıkılabileceğine hiçbir ihtimalin verilemediği sorunlar yumağının ortasına attığı çok bariz bir gerçektir. Bunların hepsi birer sonuç olarak psikolojik karakterli olabilir, psikoloji zemininde bazı sonuçlar muhakkak ki vardır. Burada meselemiz sonuç değil, daha çok sebeptir. Sebebin ve çözüm önerilerinin salt psikolojik bir mesele olarak dillendirilmesi, kapitalist pazar mantığının psikoloji disiplini ile arasındaki ilişkiyi göstermektedir. Ki kapitalist kar kanunu açısından her insanın bir kullanım ve meta değeri vardır. Her şey -insanın kendisinden öte, insana ait birçok ayrı ayrı özellik, parçalar halinde: bedeni, düşünceleri, duyguları, emeği v.bmetalaştırılabilir. Ve bu metalaştırma gerçekleştirilirken benliğin bütünlüğü parça parça edilmiş, insan öğelerine ayrılmış, her bir öğesi-parçası ayrı bir sömürü alanı olarak pazarlaştırılmıştır. Ve yine her bir ayrı parça sistemin var olduğu, işlediği alanlar haline getirilmiştir. Morali bozuk olan birine bu durumun sebebi sorulduğunda “Psikolojim bozuk, depresyondayım” gibi kerameti kendinden menkul teşhis-cevaplar alınması, oldukça yaygın bir durum haline gelmiştir. Depresyon, psikopatoloji, depresif gibi “akıl hastalığı”nın kavram alanına giren ifadelerin gündelik konuşmalardan tutun da şarkılara, modaya, sanat anlayışlarına bile sızmakta olduğu düşünülecek olursa, bunların birer kimlik biçimi haline getirilmeye çalışıldığı da fark edilecektir. Öyle ki bir psikoloğu ya da terapisti olmayan insanlar gittikçe azalmaktadır. Ve psikoloğa veya terapiste gidiliyor olması, sosyal bir etkinlik olarak, yaşamın ritüelleri arasında yer alan sıradan bir şey olarak anlatılır hale gelmektedir. Psiko-
lojik bir rahatsızlığı olmak, anti-depresan v.b. ilaçlar kullanıyor olmak, sanki bunun tersi anormal ve yadırganacak bir durummuş gibi rahatlıkla, hatta gizli bir gururla söylenmeye başlamıştır. Bu anlamda, psikolojik rahatsızlık denilen durumlar, kapitalizm tarafından adeta pozitif birer tür, birer kimlik biçimi haline getirilme eğilimindedirler. Bize şefkatini psikolojinin kavram alanıyla gösteren kapitalist sistem, bizi psikolojik özneler-kimlikler haline getiriyor yavaş yavaş. Yani kapitalizm psikoloji eliyle yeni var olma biçimleri ve varolma zemini sunuyor bize. Bu noktadan sonra, insanların psikoloji alanında tanımlanmasının ve psikolojik birer özne olarak teşvik edilmesinin kurumları olarak karşımıza çıkarlar aile danışmanlığı, psikolojik hizmetler v.b. Tekrar vurgulayalım ki bu söylediklerimiz psikoloji disipliniyle ilgili eleştiriler değil (bu bambaşka bir konudur), kapitalizmin toplumsal yaşama ve halk kültürüne sızma
ARALIK 2011 | TAVIR | 21
17-22 gundelik kapitalizm_sablon 12/5/11 12:00 PM Page 22
biçimleriyle ilgili değerlendirmelerdir. Belki de psikoloji açısından talihsizlik, birey bazında araştırmaları mümkün kılan bir disiplin olmasıdır. Nitekim kapitalizmin yakından ilgilendiği ve özellikle teşvik ettiği bir ideolojidir bireycilik. Ki insan sağlığına zararı herkesçe bilinen sigaranın dahi “temiz bir cilt, çekici gülüşler” bağlamında ele alınması, bireyin bir savaş sahası, bireyciliğin ise kapitalizmin kişiye özel tutsaklık biçimi olduğunu daha açık gösterir. Sonuç: Anlam Hayatın anlamı konusunda oldukça geniş bir literatüre sahibiz. Birbirinden faklı onlarca yaşam tarzı, onlarca fikir, sanat akımı v.s. Ki burjuvazinin medyadan açık açık pompaladıkları daha da fazla: Kendin ol, kendini gerçekleştir, özgürleş, trendi yakala, kendi tarzını yarat… Henüz genç yaşlardayken, düşünce ve gerçeklik ilişkisini sorgulayan Marks “Bende düşünen toplumdur” demişti. İnsanın kendine sorduğu sorular, aslında o çağın insana sorduklarıydı ve cevabı doğru verebilmek için tarihsel toplumun birikimine yaslanmak gerekiyordu. Ve Marks, düşünce-gerçeklikanlam konusunda bir cevap “yaratmaktan” öte, hayatın diyalektik anlamını öğrenmeye çalışmaya başlamıştı. Bundan sonra da anlama hükmeden, “kendi” anlamını “kuran” bir insan olmayı değil; hayatın diyalektiğinden öğrenen, onu anlamaya çalışan bir öğrenci oldu. Nitekim gerçeklik, anlam, hakikat insan tarafından dizayn edilemez, kurulamazdı. Ki dünya halklarına miras kalan Marks da ardında külliyatlar bırakmış bir “yazar” değil, hayatı cüretle, hakkını vererek yaşamış bir yaşam okulu öğrencisi olmaktı. Yaşamın gerçekliği kitaplara hapsedilemezdi, yazılı metinlerden ibaret olamazdı. O kitaplar ve metinler, yaşamı doğru tanıttığı ve değiştirme olanaklarını sundukları kadar değerliydiler. Bu, tam da yazdıklarını nehre döküp, bundan sonra hakikati kitaplarda değil yaşamın içinde bulup yaşamaya karar veren Bedrettin’in ruh haliydi. Evet, Bedrettin
22 | TAVIR | ARALIK 2011
de hakikat hakkında söz söyleyen biri değil, hakikat ve adalet için savaşan bir insan idi. Çünkü hayatın üzerine çıkıp hayat “hakkında” söylenebilecek bir anlam yoktu. Anlam hayat “zemininde” yani hayatın diyalektik bütünselliği içindeydi. O devinimin, o akışın, o diyalektik ilerleyişin içinde “Hareket kemale doğru değil, kemal içre” idi. Ve sırtına binip yol alacağın yegane şey, yaşamın diyalektiği idi. Burada, adına post-modern denilen onlarca anlayışın yanına yeni bir tane daha koymayacağız -zaten fikir ve sanat pazarı seçenek bolluğundan geçilmiyor- . Çünkü yaşamın diyalektik anlamı, seçenekler arasından herhangi biri değildir. Öyleyse bizim açımızdan esas olan, kapitalizmin yaşam reçetelerini, kullanma kılavuzlarını, çözüm yollarını, “özgür yaşam” ilkelerini toptan reddetmektir. Nitekim kapitalizm yaşamın sorunlarına çözüm bulamaz, olsa olsa kendi krizlerine çözüm yolları bulur. Bir tarafta özgür yaşamın varolduğu düşünülecek olursa, kapitalizm tam da bunun karşıtıdır. İçinden çıkılması ve kurtulunması gereken yaşam biçimlerini bağrında taşıyandır kapitalizm. Ve insanlar için gerçek çözümler sistemin dayatmalarını, çözüm yollarını reddetmekle, onun etki alanından çıkmakla, toplumsallığı, kolektivizmi, dayanışmayı yetkin bir şekilde yaşamakla başlayacaktır. Tarihe güzellikler resmeden ustanın dediği gibi: “Gerisi hayat”…
23 ayin fotosu_sablon 12/5/11 12:02 PM Page 23
ayın fotoğrafı
ayın fotoğrafı
ARALIK 2011 | TAVIR | 23
24-25 yaz_29-30 ellerimi tut 12/5/11 12:03 PM Page 24
şiir şiir
yaz gülten akın
24 | TAVIR | ARALIK 2011
24-25 yaz_29-30 ellerimi tut 12/5/11 12:03 PM Page 25
Sevdiğim yaz geldi yine Karıncalar ve sineklerle çıktık yeryüzüne Barbunla lüferle marulla zeytinle Uzaklarda kaldı nisanları basan sis, bun, yağmur Karadeniz'de bir mavi, çocuklar sevinsin diye Şairler sevinsin diye sevdiğim, yaz geldi yine Altmış sekizdeyiz. Kırkı ve elliyi gördük. Altmışın içinde yaşadık, suç işledik Bildiriler. Beş Mayısta Saat Beşte Kızılay'da Ve hepimiz biryerlerde işi olan Ankara devrime üs kimliğinde Yedi yaşındaydık kırklarda, üç yıl gittiler askere Övündüler savaşa girmedik diye, hâlâ övünmedeler Yedi yaşında kuraldır aç gitmek okula Çürüyen buğdayların yanında, kürklerin ve pırlantaların yanında Aç gitmek okula, öğlen belki bir simit bir portakalla Sıska olmak, çirkin olmak, utanmak ayağından -Ki sürer gider etkileri sonraDişlerdeki hastalıkla saçlardaki hastalıkla Ellerde sırasız titreme ve çarpıntı Ürkme utanmaktan utanmaktan Şeker bulamama top bulamama bebek bulamama Defter kalem kitap günler süren ağlamalarla -Ki her yalnızlıkta sürer gider sonraÖvündüler: -Savaş bizden uzakta Savaş bizden uzakta, bizim hünerimiz ve aklımızla Öyleyse bir villa daha, bir kürk daha, bir avrupa daha Kara taşıtlarda bembeyaz besili kahkaha Bir demet maydanoz bir sepet yumurta bazan da Aylık elli lira ve asker tayını doksan kuruş karşılığında Kara kara kara Ankara Dışarda savaş.Yeni bir roma yapılırken Eski bir roma yıkılmada Kurtların türküyle gezindiği bir dünya Ve köpekler uzun bir bahar kızgınlığında Kan, ateş, bitmeyen açlık, çürüyen Avrupa Tröstleri, bankaları, borsalarıyla
Erdem ve yiğitlik ve kancıklık en keskin yanlarıyla Ve Asya, Asya ağır bir kuştur uzun uykularda Pay verir bir yerlerinden, uyusun diye boyuna. Yıl Elli. Yaz gelmişti sevdiğim yine Sanmam ki yaş onyedi olsun o yaşlılığımızla Sanmam ki o kadar olsun çocuk kalmışlığımızla Kim karıştırdı herşeyi, ne hakla, ne diye Nasıl birikmiştik bu kadar acele Sevgiyle, utançla, boşvermeyle, kinle Bağışlamayla, bozan sulandıran bağışlamayla Mayıslar güzeldir. Yiğittir taş yontucular Suları delikli taşlardan geçiren Türkücüleriyle, küfürbaz balıkçılarıyla Mezar kazıcılarıyla, salyangoz devşiren kızlarıyla Geveze ve güleç kadınlarıyla, yün iğiricileriyle Kıran görmüşleriyle, açıkgöz pazarcılarıyla Hele devrimcileriyle, hele devrimcileriyle Yanıla yanıla yanılmaz olan devrimcileriyle Mayıslar güzeldir. Oynar sabahlara dek baylar ve bayanlar kanser adına Acınır körlere ve yoksullara makbuz karşılığında "Eşsiz insan ve değerli" kara manşetler İşsiz işadamlarına Yaz geldi sevdiğim naftalinli giysilere Küflenmiş turşulara bozulmuş reçellere Otura otura kokmuş bilinç uzmanlarına -Ey kendini kimya sanan o geçersiz kimyaAptalıyla, âşığıyla, dertlisiyle Kalem kaşlısıyla başı bitlisiyle Naylon çoraplısı uyuz atlısıyla Yaz geldi Anadolu'ya Anadolu'ya Ey kendini kimya sanan o geçersiz kimya Sen otur yerinde, sakın kıpırdanma Bir toplumcu İsa gibi uğra arada bir Kıyıda dur, ortada bulunmak için sırasında Mayıs kendi sularından iner Anadolu'ya Mayıs kendi dağlarından iner Anadolu'ya Sevdiğim yaz geldi yine
ARALIK 2011 | TAVIR | 25
26-28 esin afsar_29-30 ellerimi tut 12/5/11 12:04 PM Page 26
biyografi biyografi
oyun ve müziğin yol arkadaşı: esin afşar mehmet esatoğlu
Ülkemizde sanat yaşamının gelip geçtiği yollar içinde adı köşe taşı olmuş sanatçılar vardır. Sanatın herhangi bir dalından söz ederken onların adlarını anmamak olanaksızdır. Oyuncu, müzikçi Esin Afşar da bu isimlerden biridir. Sanatsal serüveniyle, üretimiyle, duruşuyla özel yeri olan sanat insanlarımızdan biridir. Esin Afşar’ın sanat için kollarını sıvadığı bin dokuz yüzlerin ikinci yarısı ülkemizin ekonomiden, politikadan sanata her alanda sancılar içinde olduğu yıllardır. Dünya, İkinci Paylaşım Savaşı’ndan henüz çıkmıştır; ancak savaşın ve ekonomik, politik yıkımın acıları yeryüzünün dört bir yanında yaşanmaktadır. Ülkemiz savaşa girmedi. Ama dünyadaki yıkımdan nasibini aldı. Savaş sonrası ABD emperyalizmi dünyada yeniden kapitalizmi organize ederken ona bağımlı bir ekonomi ve politika yolunu seçmiş; ülkemizin iktidar sahipleri, bu rol dağılımında yer kapmak için çırpınmaktaydı. Ülke aydını, gençliği, halkı ise dünyada yaşanan ekonomik ve politik trajedinin, acıların ayrıntılarını öğrendikçe farklı bir yol arayışı talep ediyordu.
Ülkedeki bu çatışmadan sanat alanı da etkileniyordu. Müzikten, plastik sanatlardan tiyatroya, dansa her alan geçmişini ve geleceğini sorgulamaya ve yeni yollar aramaya koyulmuştu.
Ülkenin işadamları ve onların politikacıları, iktidarın yöneticileri ise ABD emperyalizminin yolundan gitmekte kararlıydı.
Geçmişte Cumhuriyet’in yöneticileri sanatın her alanına “gereken ehemmiyet”i vermek üzere çeşitli girişimlerde
26 | TAVIR | ARALIK 2011
26-28 esin afsar_29-30 ellerimi tut 12/5/11 12:04 PM Page 27
bulunmuşlardı. Ancak resmi çatıların altında sanat ellerinde patlayan bir bomba haline gelmişti. Sanat iyiydi hoştu ama bir de muhalif yanı vardı. Resmi çatılar altında muhalif yanı budanan, biçimi iktidarın gerici zevklerine göre şekillendirilen sanatsal alan, moda bir deyimle adeta bir “ucube”ye dönmüştü. 60’lı yıllarda müzik alanında, halk türküleri kentlerde yok sayılıp bir yandan Osmanlı saray müziği uzantısı bir müzik yaygınlaştırılırken öte yandan da klasik batı müziği dar bir kesimin beğenisi ve desteği ile soluk almaya çalışıyordu. Ülkenin müzikçileri konuşup tartışıyorlardı. Bir yol arıyorlardı. Ortada bir dolu öneri kol geziyordu. Kimileri tek ses-çok ses ikileminde sıkışıp kalırken, kimileri söz-müzik üzerinden bir yol bulmaya çalışıyordu. Kimileri müziğimizi batı enstrümanlarıyla icra edip önce batıya ardından bütün dünyaya tanıtmak için çabalıyordu. Ülke insanına nasıl bir müzikle gidilmesi gerektiği ise çok gündemde değildi. Bu müzikal kargaşa döneminde büyüyen Esin Afşar, Ankara Devlet Konservatuvarı’nda müzikal yaşamına başlarken ünlü opera sanatçıları Leyla Gencer, Maria Callas gibi isimlere öğretmenlik yapan Madam Hidalgo, Madam Böhm gibi isimlerden ses ve şan dersleri alarak çocuk yaşlarda batı müziği ile tanıştı. 1940'lı yıllarda piyanist olarak girdiği Devlet Tiyatroları’nda, Muhsin Ertuğrul'un desteğiyle 12 yıl oyuncu olarak yer aldı. Ankara Meydan Sahnesi'nde konuk oyuncu olarak çalışırken tekrar müziğe yöneldi.
ben de, açık bir şekilde olmasa da, aranjmana karşı çıkanlardan biriydim. Bir kere isim yanlıştı. Aranjman demek, düzenleme demektir ve her müziğin düzenlemesi vardır. Çok yanlış bir tanımlama! İnanılmaz bir yanlışlık aslında! Ancak, aranjman adıyla radyolarda bol bol çalına çalına, bu çalışmalar popüler oldu ve hayatımıza yerleşti. Bu şekilde, birtakım yabancı şarkılar, her yerde Türkçe sözlerle söylenmeye başladı. Yine aynı dönemlerde türküler moda oldu, türkülerde çokseslendirme çalışmaları başladı. Gerçi bizden önce, Tülay German’lar yapmışlardı bu tür çalışmaları; ama ondan sonra unutuldu bunlar. 1969’da benimle birlikte tekrar başladı bu çokseslilik olayı.” Ruhi Su’nun yolundan giden Afşar tekses yerine çoksesi, tarz olarak da halk müziğini seçer. Yaşayan ozanlardan Âşık Veysel’den etkilenir. Onunla tanışıklığını Afşar şöyle anlatıyor: “Benim Âşık Veysel’le dostluğum vardı zaten. Ben konservatuvarda öğrenciyken, o geldi sazıyla türkülerini söyledi ve ben de aynı gün orada onun şiirlerini okudum. Derken yıllar sonra ‘Güzelliğin On Para Etmez’, ‘Kara Toprak’la başlayarak, Âşık Veysel’in türkülerini çoksesli yapmaya başladım ve de aynı sahneyi paylaştık. Beni çok severdi, ‘Aferin Afşar, ağzına sağlık!’ derdi. Çokseslilikten yanaydı, ileri görüşlü de bir ozandı! Bir gün Âşık Veysel’e demişler ki, ‘Esin Afşar, Hümeyra, Fikret Kızılok senin türkülerini başka türlü söylüyorlar.’ O da, ‘Valla kimi elmayı dalından koparır öyle yer; kimi de alır kompostosunu yapar!’ demiş. Çok esprili de bir ozandı. Ben o zaman, kendisi için ‘yaşayan en büyük ozan’ derdim.” Otantik olanı yinelemek yerine ona yorum katarak yeni bir boyuta taşımaya çalışan Afşar, kendi yolunu şöyle şekillendiriyor: “Ben de bu tür çalışmalar yaptım; ama türküyü o çok bilinen haliyle, türkücüler gibi söylemedim hiçbir zaman. Formunu
Afşar’ın şarkı söylemeye başladığı günlerde müzik alanımızda yaygın modalardan biri de “aranjman müziği”ydi. Müzikçilerin itirazlarına rağmen bu terim ’80’lerde yaygınlaşan “özgün müzik” terimi gibi alanın başına uzun yıllar bela oldu. Yabancı dillerde üretilmiş şarkılara Türkçe sözler yazılarak seslendirilen bu şarkılar; kendi dilinde şarkı dinlemek, söylemek isteyen kent insanı arasında hızla yaygınlaştı. Afşar da müziğe başlarken bu tarzda şarkılar söylemek önünde tek seçenek gibi duruyordu. O günlerde tüm kesimlerin yoğun bir biçimde dinlediği radyolar ve kırkbeşlik plaklarla “aranjman müzik” yaygınlaşırken müzikçi Ruhi Su bağlamasıyla başka bir yoldan ilerliyordu. Onun önünde iki yol vardı ya piyasaya teslim olacaktı ya da zor olanı seçecekti. Afşar kendisiyle yapılan bir söyleşide o günleri şöyle anlatıyor: “Evet, aranjmanlar üzerine bu tür tartışmalar yapılırdı. Aslında
ARALIK 2011 | TAVIR | 27
26-28 esin afsar_29-30 ellerimi tut 12/5/11 12:04 PM Page 28
bozmadan, kendi yorumumu getirmeye çalıştım. Çünkü bu türküleri dejenere etmeye de hakkımız yok; ama bir türkücü gibi de söyleyemem. Tavır olarak daha çağdaş söyleme tarzım var.” Emperyalist kültürün bir dayatma halinde halklara yöneldiği bir dönemde sanatçılarımız halkın kendi bağrında biriktirdiği zenginlikleri bulup çıkartıp paylaşmaya koyuluyorlar. Afşar, müziğini oluştururken önüne konan “batı” dayatmasına, “Bizim folklorumuz, dünyanın en zengin folkloru. Şarkılar olsun, danslar olsun… Cahilce, ‘Aman şu folklor da, tu kaka!’ deyip abuk sabuk şeyler yapmanın âlemi yok” diyerek karşı çıkıyor. Müzikte kendine doğru bir yol aramaya çalışan müzikçilerimiz dönemin esen politik rüzgârlarının da etkisiyle güçlü, vurucu müzikler için vurucu sözlerin de peşine düşüyorlar. Uzun yıllar yasaklar dolayısıyla basılamayan daktilo ile pelür kâğıtlarına yazılmış bir biçimde elden ele gezen, ’60’larda kitaplaşma özgürlüğüne kavuşan Nazım Hikmet’in, Rıfat Ilgaz’ın, Hasan İzzettin Dinamo’nun dizeleri tüm sanat alanlarını olduğu gibi müzikçileri de etkiliyor. Bu dizeleri bestelemek üzere denemeler yapılmaya başlanıyor. Esin Afşar da bu yola giriyor. “Türkülerin dışında, tabii kendi bestelerim de vardı. Ya da işte çağdaş bestecilerden de söyleyebiliyordum. Mesela Nazım Hikmet şiirleri besteledim; Mevlana, Ahmet Yesevi şiirleri besteledim” diye anlatıyor bu yönelişini. Afşar, ürettiği müziği bir yandan ülke izleyicisiyle paylaşırken öte yandan da başta Fransa olmak üzere dünyanın dört bir yanına taşıyor. Oyuncu Esin Afşar ise bu büyük müzik koşturmasının arasında zaman zaman ortaya çıkabiliyor. Ankara Devlet Tiyatrosu’nun orkestra çukurunda piyanosunu çalarken sahnede buluyor kendini. On küsur yıl değişik rolleri büyük bir özenle oynuyor. Özellikle Garson Kanin’in “Dünkü Çocuk” ve usta oyuncu Yıldırım Önal’la sahne paylaştığı Edmund Morris'in “Tahta Çanaklar”, Ankara Meydan Sahnesi’nde Kartal Tibet’le karşılıklı oynadığı “Poker Partisi”, Ankaralı izleyicinin uzun süre belleğinde kalıyor. Dilimize kazandırdığı Andersen Masalları’ndan oyunlaştırılmış “Kırmızı Papuçlar” adlı çocuk oyunu ise hem o günün çocukları hem de büyükleri arasında adeta bir “efsane” oluyor. Yıllarca sahneleniyor. Televizyon için çekimleri yapılıyor. “Fantastik” müzikalinde oynarken tiyatrodan kopup müziğe yönelen Afşar’ın yeniden tiyatro sahnesiyle buluşması ’80’li yıllarda oluyor. Yazar Bilgesu Erenus’un kaleme aldığı “Kelaynaklar” oyunu Mehmet Akan’ın yönetiminde sahneye geliyor. Oyuncu, mim sanatçısı Ali Erdemci ile oynayan Afşar’a sahnede vurmalı çalgılarda film yönetmeni Ezel Akay eşlik ediyor. “Kelaynaklar” oyununda sahnede hem oyuncu hem şarkıcıdır. Bir Kelaynak kuşu eşliğinde uzun bir yolculuğa çıkarır izleyiciyi Afşar. Oyunun finalinde 12 Eylül karanlığında zor günler yaşayan izleyiciye umudun bitmediğini, bitemeyeceğini fısıldar.
28 | TAVIR | ARALIK 2011
Afşar’ın sanatında öne çok çıkmayan bir de yazarlığı var. Gençlik yıllarında tiyatro ve müzik için yeryüzünün dört bir yanına koşarken bir yandan da küçük notlar alıyor. İleriki yıllarda bu notlar karşımıza “Esintiler”, “Anılar Yanıltır mı?” ve “Sefername” kitapları olarak çıkıyor. 90’lı yıllardan sonra Esin Afşar gibi sanatçılar için “zor yıllar” başlıyor. Sanat ortamına büyük sermayenin saldırısı yoğunlaşıyor. Medyatik bombardıman ortasında onun gibi özel duruşu olan sanatçılara artık yer yoktur. Para ve mülk uğruna herkesin şekilden şekile girdiği bu ortamda onlar yeni yetişen kuşak için birer olumsuz örnektir. Afşar örneğine bulaşmadan geçen bir dolu sanatçı piyasayı kaplarken dünyayı değiştirmek isteyen kimi sanatçılar da onun gelip geçtiği yola ve ilerlediği çizgiye baktılar elbette. Kimileri onun gibi zor yollara soyunurken kimileri kolaycılığı seçip onun modelini görmezden geldiler. Esin Afşar kendi başına yetişmedi. Çevresinde Âşık Veysel’den İlhan Selçuk’tan, Ruhi Su’dan, Bilgesu Erenus’a bir dolu ilerici, mücadeleci aydın ve sanatçı vardı. Onlardan aldı, kendi yoğurdu ve ülkenin her döneminde dik durmayı bildi. 60’larda çizgisini belirleyen ve üreten, her zaman halkının ve haklının yanında yer alan, ’80’lerde 12 Eylül cuntasına karşı çıkan aydınlarla omuz omuza veren, dinci-gericilerin tehditlerine karşın bildiğini okuyan bir Esin Afşar yaşadı. Biz onun bu güzel anısını ve duruşunu selamlıyoruz, onu unutmayacağız. O da o güzel duruşu ve ürettikleriyle aramızda hep yaşayacak.
29 yol arkadasligi_sablon 12/5/11 12:09 PM Page 29
anı
anı
yol arkadaşlığı bilgesu erenus
İnsan yol arkadaşlarına farklı bağlanıyor. Esin Afşar’la yolumuz üç kez kesişti. Bir; Uluslararası Emperyalizmin 1980 cuntasına hemen aynı yıllarda karşı çıkarak, kökü toprakta üç elma -emek, barış ve insanca dayanışma- öneren Kelaynaklar oyunumda... İki; yine aynı cuntaya karşı bilim insanları ve sanatçıların tepkisini duyuran Aydınlar Bildirgesi’ni köşke ve meclise taşıyan heyette… Üç; geçen yıl yitirdiğimiz ortak arkadaşımız müzisyen Tarık Öcal’ın hastalığı sırasında Acıbadem’deki anne evinde... İki-üç ay önce ise, Büyükada’da Esin’le bir süre birlikte kalıp, bu üç yol aracılığıyla günümüzde iyiden sağlamlaşan dostluğumuzun tadını çıkardık; her gün biraz daha uzaklara yürüdük, çalıştığı yeni kitabı, Kelaynağa Mektupları, çocuklarımızı ve torunlarımızı konuştuk; onu aralarında görmekten sonsuz mutluluk duyan Büyükadalı dostların da katılımıyla, güldük, şarkılar söyledik, Ne Esin ne biz... Hiç birimiz bilmiyorduk... Meğer Büyükada uzun bir veda imiş... Hastanede henüz yoğun bakıma alınmadığı günlerden birinde şakalaşırken, spontan zekası biz odadakilerin toplamını aşıyor olduğundan emindim; birden ciddileşip, “Biliyor musun, Tarık’la konser vereceğiz” dedi. Yanlış anladığımı sandım. Nerede, dedim, hastanede mi? Yok canım, orada, dedi... O gün çok itiraz ettim ama şimdi inanıyorum. Esin’le Tarık’ın, kökü toprakta üç elmasına Yeryüzü kadar, Gökyüzü’nün de ihtiyacı var! Biri emek, Biri barış, Biri insanca dayanışma yani... Esin, Güzel İnsan!... Kendi aramızda seksenden bu yana gittiğimiz yolun bir arpa olduğunu söylesek de, sanatın, doğanın, bilimin düşmanlarını sevindirmeyelim... Otuz altı yıllık eşin, sevgili Cocon, ölümünden sonra, gözlerini kapatmakta güçlük çektiklerini söyledi: morgda bile saatler sonra hala pırıl pırıl bakıyormuşsun. Halk deyimini doğrular gibi gözleri açık gitmişsin ama sakın üzülme: ülkemiz aydını nice uzun onurlu yollar kat etti, hiç kuşkun olmasın, yine ederiz, üzülme!
ARALIK 2011 | TAVIR | 29
30-31 daminda sahan_29-30 ellerimi tut 12/5/11 12:10 PM Page 30
belgesel belgesel
damında şahan cansu ipekoğlu
“Dağında şahan, damında hapis Darında deniz olduğum Canım memleket Şahidimsin Yek kere eğilmedi başım Bahtiyarım…” ümit ilter
Başını hiç eğmeyenler isimlerini tarihe kazımış oldular. Bu büyük bahtiyarlığı yaşamanın yanı sıra; en güzel dayanışmaya da, en büyük sahiplenmeye de tanık oldular. Ve kendinden sonra gelenlere hep ışıklı bir yol bıraktılar. Direnişin zafere dönüştürülmesinde hep bu "başeğmeme" geleneği vardır. Son yıllarda başeğmezliğiyle halkın birçok kesiminden insanı tek bir slogan altında toplayan ve uzun, zorlu bir süreç sonunda zaferle tanıştıran bir isim oldu Güler Zere… Bir hasta tutsaktı Güler. Çocukluğundan beri insanca bir yaşam düşlemiş, bunun için mücadele vermiş ve nihayetinde hapis edilmişti. Ve hapishane koşullarında hastalanmış, damak kanseri olmuştu ki birçok insan için Zere'yle tanışıklık bundan sonra başladı. Israrlı bir mücadelenin ürünü olarak adeta "koparılıp" alınmıştı Güler. Son günlerini dışarıda dostlarıyla yaşadı ve hasta tutsaklar için mücadeleyi geride kalanlara miras bıraktı. Zere'nin avukatlarından Oya Aslan bu yolda "Damında Şahan / Güler Zere" belgeseliyle bir adım attı...
30 | TAVIR | ARALIK 2011
30-31 daminda sahan_29-30 ellerimi tut 12/5/11 12:10 PM Page 31
Hatırlayacağınız gibi “Güler Zere’yi hapishaneden çıkarma sürecinde” 121 günlük bir direniş gerçekleşmiş, bu kapsamda her Cuma akşamı İstiklal Caddesi’nde yürüyüşler düzenlenmiş, Adli Tıp kurumu önünde çadır kurulmuş, sayısız açıklama yapılmıştı. Bu eylemler sonunda Güler, hapishaneden sökülüp alınınca, bu konuda mücadele eden kişi ve kurumlar elde etikleri zaferin mutluluğunu yaşarken; ısrarlı bir direniş olmadan istenenin alınamayacağını da bir kez daha göstermiş oldular. Bu süreç içerisinde Güler Zere’nin avukatları da hem hukuksal anlamda hem de bu durumun tüm halka duyurulması noktasında emek harcadılar. 29 Kasım günü ilk gösterimi yapılan “Damında Şahan / Güler Zere” belgeseli de bu amaç doğrultusunda hazırlandı. Belgesel hazırlığı Güler Zere’nin tahliyesinin de öncesine uzanıyor. Belgeselin yönetmenliğini yapan, çekim ve montajın hemen her aşamasında yer alan Aslan, amacının bu mücadeleyi çok daha geniş kitlelere ulaştırmak olduğunu söylüyor. Filmde Güler Zere’nin tahliye olması ve hayatını kaybedene dek dışarıda geçirdiği günlerin yanı sıra bu mücadeleye destek veren kişilerin anlatımları ve Zere’ye gönderilen mektuplar, şiirler ve onunla ilgili birçok fotoğraf da yer alıyor. Filmin ana kurgusunu; bir masa etrafında oturan, Güler Zere’nin hastalığı ve tahliyesini içeren dönemi tartışan Zere’nin avukat ve dostlarının sohbeti oluşturuyor. Anlatımlar sadece bu masayla da sınırlı değil. Sık sık farklı zaman ve mekânlarda geçen; Güler’in ailesi, arkadaşları, sanatçı, aydın, doktorlardan oluşan birçok kişinin anlatımını da içeriyor. Bazen de Güler'in dışarıya gönderdiği ve aldığı mektuplar, hem Güler'in hem de onu hapishaneden almak isteyen dostlarının duygularını çok yalın bir şekilde hissettiriyor izleyicilere. Bazen de seyirci, Güler'in kaleminden dökülen umut dolu sözcükleri anlatıcıdan dinlerken; kar altındaki ovalara, bozkırlara gidiyor. Bir şahin süzülüyor karlı yollar üzerinde... Filmin gözler önüne serdiği bazı gerçekler var. Bunlardan biri Türkiye'de "adalet" kavramının kişiye ve duruma göre değişmesi ve dahası kimi zaman iktidarlar tarafından adeta bir silah olarak kullanılmasıdır. Filmde bunu destekleyen birçok anlatım ve örnek yer alıyor. Özellikle de adli tıp süreci tam bir savaş senaryosu gibi. Bu yüzden hasta tutsaklara özgürlük isteme mücadelesinde ismi pek hayırla anılmayan "Adli Tıp" kurumu da önemli bir mevzi olmuş durumdadır. Bir diğer gerçek ise insanların taleplerini güçlü bir şekilde ısrarla haykırmasının, kararlılığının sonuç getirmesidir. Umudu tükenmiş birçok kişinin elde edilen zaferle birlikte güvenleri yerine gelmiştir. Birçok kesimi, demokratik kitle örgütünü, meslek gruplarını bir araya getirmiş aynı talep altında birleştirmiştir. Birçok kişi "hasta tutsak" kavramını Güler Zere ile öğrendi. Oya Aslan bu konuda "tecrit"in hastalık üreten, sağlıklı bir insanı birkaç senede ölümcül hastalıklara düşürebilen bir mekanizma olduğunu söylüyor. Ve son 10 yılda yaklaşık 1800 kişinin hapishanelerde yaşamını yitirdiğini belirtiyor. Güler Zere
için eylemlerin yoğunlaştığı dönemde diğer hasta tutsakların tedavileri ve hastanelere sevkleri ile ilgili adımların atıldığını, sağlıkçıların bu konuyla daha yakından ilgilendiklerini; fakat bugün hasta tutsakların çok da fazla hatırlanmadığını, durumun yavaş yavaş eskiye döndüğünü söylüyor Aslan. Oysa ki bugün tecrit altında birçok hasta tutsak var. Bunların birçoğu acilen tahliye edilip tedavilerinin gecikmeden yapılması gerekiyor. Aksi halde hapishanelerde ölümler durmayacak her geçen gün yeni isimler eklenecektir. Filmin ilk gösterimi, 29 Kasım akşamı Beyoğlu Sineması'nda yapıldı. Salon kapasitesinin çok üzerinde davetli geldi geceye. Kalabalık İstiklal Caddesi'ne taştı. Tıpkı Güler için yürünen günlerdeki gibi. Gösterimden önce filmin yönetmeni Oya Aslan bir konuşma yaptı; ardından, hasta tutsaklar eylemlerinde en önde yer alan TAYAD ve filmin yapımcı kurumu İdil Kültür Merkezi adına birer konuşmacı izleyicilerle duygularını paylaştı. Son olarak filmin danışmanlarından biri olan Sırrı Süreyya Önder bir konuşma yaptı.
Filmin künyesi:
Yönetmen: Yapım: Danışmanlar: Kamera: Kurgu: Müzik:
Oya Aslan İdil Yapım Sırrı Süreyya Önder-Ümit İlter Oya Aslan - Arda Erkmen Fırat Yavuz - Koray Kesik Elif Ergezen Grup Yorum
ARALIK 2011 | TAVIR | 31
32-38 baraklarin selami_29-30 ellerimi tut 12/5/11 12:19 PM Page 32
izlenim izlenim
haydi çal! barak havası olsun... filiz tanya
Anadolu’nun mozaiğini, halkların kültürlerini ne kadar tanıyoruz? Bu mozaiğin parçalarını oluşturanlar kim, bu halklar kim?... Ne kadarının adlarını sayabiliyoruz? Ne kadarını tanıyoruz? Halklarla yan yana gelmeden, kol kola girmeden tanımak, tanışmak zor. Kör bir biçimde yemeli-içmeli, hoplamalı-zıplamalı “turistik” geziler yerine halklarla tanışan, onların tarihini, acılarını, mutluluklarını, kavgalarını sorgulayan yolculuklara çıkmak gerek. Çünkü öyle bir çağda yaşıyoruz ki hepimiz birbirimize benziyor, daha doğrusu benzetilmeye çalışılıyoruz. Tek model insan tipi, tek model yaşam tipi hepimize dayatılan. Farklı olanlarımız ya soykırıma uğratılıyor ya da asimile ediliyor. Egemen ulus kendi kültürünü dayatırken, diğer kültürleri yok sayıyor ya da kendisininkine benzetiyor.
Anadolu’nun neresine gitseniz birbirinden farklı, birbirinden değerli halklar var, kültürler var. Dağlara sığınmış; ovalara, vadilere yerleşmiş; kıyıları mesken tutmuş halkların kültürleri var.
Kaybolan meslekler, kaybolan gelenekler, kaybolan adetler, kaybolan ezgiler derken kaybolan kültürleri de görmeye başlıyoruz. İnsanı kemiren merak bizleri de kemiriyor, Anadolu’da bilmediğimiz, görmediğimiz yerlere gitmek, farklı kültürleri tanımak ve tanıtmak için yön belirleyip düşüyoruz yollara.
Anadolu’nun mozaiği diyoruz, halkların kardeşliği diyoruz. Peki
Anadolu mozaiğinin en zengin parçalarından birini görmek,
32 | TAVIR | ARALIK 2011
32-38 baraklarin selami_29-30 ellerimi tut 12/5/11 12:19 PM Page 33
anlamak için Antep’teyiz. Bu kez biraz da çevresini, kırsalını görmek üzere yola koyuluyoruz. Ünlü Barak Ovası’na gidiyoruz. Birecik’ten başlayıp Fırat’ın aşağısı, Karkamış, Nizip, Oğuzeli arasına Barak Ovası deniyor. Buradaki Barak köylerinden birine konuk olacağız. Barak kültürünü tanımaya çalışacağız. Yol boyunca büyük düzlüklerden, ovalardan geçiyoruz. Her yer fıstık ağaçlarıyla kaplı. Fıstık ağaçlarının yeşil dalları arasından kızarmış fıstık salkımları görünüyor. Ve isot tarlaları. Biberler kızarmış. Yeşil ve kırmızının uyumu da bir başka güzel görünüyor gözümüze. Yol kenarlarında tek katlı damsız evler, kimi çamurla sıvanmış. Küçük avlularında kış hazırlıkları yapılıyor. Biber kazanları kaynıyor. Kurutulacak sebzeler iplere diziliyor. Mor patlıcanlar, kızaran biberler, beyaz kabaklar, acurlar… renklerin kardeşliği aynı ipte buluşuyor. Köye vardığımızda akşam olmak üzere. Güzel ve bakımlı bir evin önünde duruyoruz. Burası bize rehberlik edecek Bahattin abinin evi. Kendisi ziraat teknisyeni olduğu için evinin avlusu diğer evlerinkinden hemen ayırt ediliyor. Bahçeyi değişik bitkiler ve ağaçlarla süslemiş. Çölün ortasında vaha gibi. Ev sahipleri gelen konuklar için tatlı bir telaş içindeler. Bizse onları daha yakından tanımak istiyoruz. Evin verandasında oturan büyükannenin yanına gidip elini öpüyoruz sırayla. Dizinin dibine oturup masal dinlemeye hazırlanan çocuklar gibi diziliyoruz yere. Büyükanne dediysek öyle bildiğimiz pamuk ninelerden değil. Yüzü, gözleri, elleri kolları her yeri dövmelerle kaplı bir masal ninesi gibi.
Hepimiz şaşırıyoruz Baraklardan çok büyükannenin dövmelerini merak etmeye başlıyoruz. Büyükanne anlatıyor: “İlk yaptıklarında yedi sekiz yaşındaydım, o zaman bütün kız çocuklarına yapılırdı.” Ellerinin üstündekileri göstererek, “Bunlar ceren, herkese yapılır, bu da Barak mührüdür” diyor. Barak mührü sol yüzük parmağının üstüne yapılırmış. Gözlerinin kenarına kadar dövmeler yapılmış. Ninenin dediğine göre kız çocuklarını erkek çocuklardan ayırmak için yapılırmış. Öyle bir seferde de bitmezmiş. Gurbatlar gelip gidip devam ederlermiş. Kız çocuklarda ayak bileklerine gerdana, hatta göğüs aralarına bile yapılırmış. Aslında erkek çocuklara da yapılıyormuş. Onlara üç nokta şeklinde yapılırmış. Bu bölgede uzun süre inceleme yapan Ali Rıza Yalgın, “Cenupta Türkmen Oymakları” adlı araştırmasında, “Barak aşiretleri, 1000–1010 tarihleri arasında Feriz Bey’in idaresi altında Orta Anadolu’dan sürülerek yerleştirilen seksen bin hanelik Türkmen’lerin bir oymağıdır” diyor. Yapılan araştırmalar bunun dört bininin halk arasında Abdal olarak bilinen çalgıcılar olduğunu söylüyor. Kırıkkale’nin Keskin ilçesinde yapılan araştırmalara göre yöredeki Abdal çalgıcılar Barak aşiretine mensup. Feriz Bey’in çalgı takımının elamanları olduklarını ısrarla vurgularlarmış. Barak, “tüylü köpek” anlamına geliyor. Bazı kaynaklar buraya göçen Barak aşiretlerinin Horasan’da Şamanizm inancına sahipken totemlerinin köpek olduğu, bundan dolayı Barak
Büyükanne bu köye Birecik’ten gelin gelmiş. Barak adetlerine göre her kız çocuğuna küçükken dövmeler yapılırmış. Sorduğumuzda: “Ben küçükken bunları anam yaptırdı. Benim yaşımdaki herkese yaptırılırdı. Köye Gurbatlar gelir onlar yapardı” diyor. “Acımıyor muydu?” diye soran arkadaşıma gülüyor “Acımaz olur mu, bağırdım küfür ettim, kaçtım ama fayda etmedi” diyor. Biz, “Gurbat ne?” demeden, büyükannenin kızı Ayşe başlıyor anlatmaya: “Gurbat diye gezgin abdallara deriz biz. Onlar da bizim gibi Horasan’dan göçmüşler. Köyden köye gezerler, çalgı çalar düğün yaparlar. Bizler de onlara un, bulgur ne isterlerse veririz. Dövmeleri de onlar yaparlar. Bir profesör geldi annemin dövmelerine baktı, inceledi. Kolundakiler Göktürk yazıtlarındaki harflerle aynıymış. Ne yazdığını da çözecekmiş.”
ARALIK 2011 | TAVIR | 33
32-38 baraklarin selami_29-30 ellerimi tut 12/5/11 12:19 PM Page 34
Büyükanneye Barakların inancını, geleneklerini soruyoruz. “Biz Sünniyiz” diyor. Alevi Barakların da olduğunu söylüyoruz ama o ısrarla Barakların hiçbir zaman Alevi olmadıklarını, hep Sünni olduklarını söylüyor. Biz sohbete dalmış gitmişken veranda bayağı kalabalıklaşmıştı. Komşular ve diğer arkadaşlarımız da gelmişti. Arkadaşlarımızdan biri “Barak havalarının ünlü olduğunu duyduk, bir tane söyleseniz de dinlesek” diyor. En gençlerinden komşu Songül’e istek yapıyoruz ama o da söylemiyor. Öyle herkes söyleyemezmiş bu havaları. Bahçeden konuşmamızı duyan ninenin oğlu aynı zamanda bize rehberlik eden Bahattin abi; “Durun ben size birisini bulup getireyim” diyor ve gidiyor. Ama yalnız dönüyor. Getireceği kişi pekmez yapıyormuş, tavasının başından ayrılamazmış.
adını aldıklarını da söylüyor. Tüm bunlar anlatılırken Gabriel Marquez’in “Yüzyıllık Yalnızlık” adlı romanı gözümün önünden geçiyor. Orada da Çingeneler vardı. Kasabaya yılda bir kez gelen, dünyadan yeni icatlardan haberler getiren. Gurbatların belli yerleri yurtları yokmuş. O köyden bu köye göçer, müzik yapar, halkın düğünlerini yapar giderlermiş. Ama şimdi onlar da yerleşik olmuşlar ve hala dövme yapıyorlarmış. Büyükannenin dediğine göre ondan sonraki çocuklara dövme yapılmamış. Yani dövmeli kuşağın son temsilcilerinden kendisi. Ayşe bize açıklamalar yapıyor: “Barak kızları için, burnu hızmalı, ayağı halhallı, alnı dövmeli denir” diyor. Gerçekten hepsinin burnunda delik var, büyükannenin burnunda bile. Arkadaşım “Ne güzel gelenek, ben burnumu deldirsem annem çok kızar, hele dövme yaptırmama asla izin vermez” diyor. Gülüyoruz hep birlikte. Dövmelerin hepsi haki yeşile çalan tek renk. Başka renkler yok. Nasıl yapıldıklarını sorduğumuzda oldukça ilginç bir cevap alıyoruz. Yedi tane iğneyi birbirine bağlayıp ateşte kızdırıyorlarmış. İğneleri ateşte is tutan kazanların siyah kurumlarına batırıp sonra hayvanların öd ve safra sularına batırıyorlarmış. Yöntem içimizi ürpertiyor.
34 | TAVIR | ARALIK 2011
Barak köyünde mevsim kışa dönmeye başlayınca hazırlıklar başlarmış her yerde. Üzümler pekmeze, biberler domatesler salçaya, sebzeler kuruya, buğdaylar una bulgura, tarhanaya dönermiş. Bahçede kurulan yemek masasında toplandığımızda, avlunun kapısında az önce sohbet ettiğimiz yan komşu Songül bana eliyle işaret ediyor. Yanına gidiyorum, “Akşam sizleri yatıya evlere alacağız, siz bana gelin size cibinlik kuracağım” diyor. Masaya dönünce kızlar soruyorlar “Ne oldu?” diye. “Gece evlere dağıtılacakmışız, Songül de bizi kendi evine çağırdı, yan evmiş, cibinlik kuracakmış” diyorum. Hepimiz “Bu cibinlik de ne ola ki acaba?” der gibi bakıyoruz birbirimize. Masada sohbet iyice koyulaşmıştı. Bahattin abi Baraklar’la ilgili bildiklerini anlatıyor. Baraklar 15. yy.’da Horasan bölgesinden İran ve Anadolu içlerine göç etmişler. Barak Türkmenleri Feriz Bey’i kendilerine lider seçmişler. Feriz Bey’in önderliğinde Anadolu’ya gelen Baraklar, 16. yüzyılın başlarında Yozgat ve civarına yerleşmişler. Bu göçü Barakların ünlü ozanı Dedemoğlu şöyle anlatıyor:
32-38 baraklarin selami_29-30 ellerimi tut 12/5/11 12:19 PM Page 35
Kalktı sökün etti piri zadeler Çan çalar mayalar bozlaşır gider Arap ata binmiş gelinler kızlar Onlar da hub dilinden söylenir gider
nunda Feriz Bey daha fazla dayanamayıp oymağın yarısını alarak Horasan’a göç etmiş. Geride kalanların bir kısmı Antep çevresinde, diğerleri de Anadolu’nun çeşitli yörelerine dağılmışlar.
Katara çekerler mayanın hası Bağrını hun etti çanının sesi İkindi namazı göçün arkası Onlar da birbirin gözleşir gider
Bahattin abi, hem araştırmacı hem de bilge biri. Baraklarla ilgili birçok araştırma yapmış, hatta elinde aileden kalma bir el yazma kitap bile olduğunu söylüyor. Baraklarla ilgili yazılanlarda kimi yanlışlar olduğunu, her kaynağın güvenilir olmadığını söylüyor.
Bizim beylerimiz düştüler yola Ala gözlerine ben olam köle Abbasi beşiği muaflar ile Atlar da çöl deyi sızlaşır gider Karardı geldi garibin pusu Silindi kalmadı kalbimin pası Türkmen kızları çektiler yası Teze gelin kızlar ağlaşır gider Yozgat’ta yaşayan Barak’ların devletle araları açılınca Antep’e bugün Barak Ovası denen yere sürülmüşler. Aslında bu sürgünün adı iskândır. Bu iskâna seksen dört bin hane katılmış. Baraklarda sözlü edebiyat çok güçlüymüş, her şey şiirlere, türkülere, söze dökülürmüş. Bu göçün hikayesini de Dedemoğlu yine söze dökmüş: Kalktık Horasan’dan eyledik sökün Düşürdüler bizi tozlu yollara Omuzda parlıyor uzun şelveler Aşırdılar bizi karlı dağlara Bölük bölük oldu yüklendi göçler Atlandı ihtiyar yayandı gençler Başımıza geldi gördüğüm düşler Düşürdüler bizi gurbet ellere Gâhî konduk gâhî göçtük yollarda Bilip bilmediğim gurbet ellerde Âlem dağlarında şu daz çöllerde Bu halimiz destan olsun dillere Toplandı aşiret geldik Culab’a Seksen dört bin hane gelmez hesaba Deve koyun çoktur insan kalaba Susuz hayvan inileşir çöllere Dedemoğlu der ki aşkın bağından Aşırdılar bizi Yozgat dağından Anadolu Sivas şehri sağından Bizden sonra bir nam kalsın ellere Baraklar Antep çevresine göçer göçmesine ama buradaki Kürtler ve Araplarla pek anlaşamamışlar. Bu anlaşmazlıkların so-
Bir yandan onu dinliyoruz, öte yandan aklımız Barak havalarında. Bize “Üzülmeyin yarın komşu köylere gideceğiz, mutlaka bir düğüne, derneğe rastlarız” diyor. Bu arada Ayşe bizi ninesinin çeyiz sandığını göstermek için çağırıyor. Bütün kızlar toplanıp gidiyoruz. Sandıkta çok eski kıyafetler var, örtüler var, ipekler var. Ninenin gelinliğini çıkarıyor. Gelinlik dediysek bizim bildiklerimizden değil. Renkli bir üç etek, başına da Ahmediye denilen turuncu ipek bir örtü bağlıyor. Ayşe’nin dediğine göre Horasan’dan göçerken lider kişi bu örtüyü eline alıp “Benden olanlar bu yana gelsin demiş” göçü öyle başlatmış. Bu örtü başa bağlandıktan sonra bir tüy takılıyormuş eskiden ama şimdi çiçek takıyorlarmış. Eskiden Barak kadınları baş örtülerine Feriz Bey turnayı çok seviyor diye turna tiyeği takarlarmış. Sonra bu tavuk tiyeğine, tavuk tiyeği de zamanla yerini çiçeğe bırakmış. Adana ve Tarsus’taki Tahtacı Türkmenler de başlarına Baraklar gibi tavuk tiyeği takıyorlarmış. Aslında bu geleneklerin altında biraz Şaman inancı yatmakta. Horasan’da yaşayan Baraklar Şamanizme inanıyorlar, Anadolu’ya geldiklerinde ise bir dönüşüm süreci başlıyor. Aşiretler Alevi oluyor ama Barak Alevilerini Anadolu Aleviliğinden ayıran birçok farklılık var. Osmanlı döneminde Baraklara İslam’a geçmeleri için baskı yapıyorlar. Bugün birçoğu Sünnileşmiş durumda. Gece kalmak için sözleştiğimiz Songül’ün kapısını çalıp içeri girdiğimizde yataklar çoktan yapılmıştı. Evin avlusundaki biraz yüksekçe verandada serili yatakta annesi yatıyordu. Cibinliği de vardı. Songül “Sizden önce çocuklu bir aile geldi, cibinliğin birini onlara kurdum, bir cibinlik kaldı” dedi. Biz üç kişiydik, nasıl olacak ki diye gülümserken evin damına çıkan merdivende pijamalarını giymiş bir çift arkadaşımızı daha gördük. Hınzırca gülümsüyorlardı. Sonbahar olmasına rağmen burada geceler hala çok sıcaktı. Evlere akrep girdiğinden damda yatıyorlarmış. Biz de böylece cibinlik neden çok gerekli anlamış olduk. Yatak çoktu ama cibinlik tek kalmıştı. Aramızda anlaşma yaptık; yere yan
ARALIK 2011 | TAVIR | 35
32-38 baraklarin selami_29-30 ellerimi tut 12/5/11 12:19 PM Page 36
yana yataklar serip cibinliğimizi paylaşmaya karar verdik. Ama dam bizden önce kapılmıştı.
ca ışık olsa, ses de geçiriyor” deyince bu kez yatakta kız kıza fısıldaşarak gülüşmeye ve söyleşmeye koyuluyoruz.
Bizden önce gelen aile küçük kızıyla yataklara serilmişti. Küçük kız biraz huzursuzdu. Ona gece yıldızların altında yatarsa, kayan kuyruklu yıldızlardan, yüzüne yıldız tozlarının düşeceğini söylüyorum. İnanıyor. Büyük bir rahatlıkla gözlerini kapıyor ve uyumaya başlıyor.
Evin tam yanında bir ağaç var. Dalları üstümüze değmiyor ama dallarında tünemiş kuşların fısıltıları duyuluyor. “Bu kuşlar kaçta uyur acaba?” diye tartışırken yan taraftan sesler geliyor. Yan evin damında yatan arkadaşlarımız bunlar. Böyle bir yerde insanın özeli falan kalmıyor. Bir bakıyoruz ki damdan dama muhabbet ediyor herkes. Bir ev sahibi komşularına “Oralarda fazla yorgan var mı?” diye sesleniyor. Belli ki kalanlara yorgan yetmemiş.
Pijamalarımızı giyip Songül’ün demlediği çayın başına oturuyoruz. Annesi de uyanıyor. Bu evde annesi ve babasıyla yaşıyor. Diğer tüm kardeşleri evlenip gitmişler. Annesi felç olduğu için o evlenmemiş, ailesiyle kalmış. Tek katlı, aslında betonarme olup dışı çamurla kaplı bir evleri var. O çamur sıvanın üzerinde eğer küçük delikler açılmışsa işte onlar akrep yuvalarıymış. “Seni hiç akrep ısırdı mı?” diye soruyoruz. Songül’ü fıstık toplarken ağacın altında dinlendiği sırada ısırmış. Annesi onu efsuncuya götürmüş. Efsuncu onun bacağından zehiri sağmış. “Efsuncu da nedir?” diye soruyoruz. “Onlar bilicidir, her şeyin nedenini, şifasını bilir” diyor. “Şifacı yani” dediğimizde, tepkiyle “Hayır kendilerine böyle denmesine izin vermezler, kızarlar, para karşılığında yapmazlar” diyor. “Neden doktora değil de efsuncuya gittiniz?” diye sorduğumuzda Songül, geçen yıllarda akrep sokan bir çocuğun hastaneye götürüldüğünü ancak bir türlü iyileşemediğini, sonra efsuncuya gidip iyileştiğini anlatıyor. Biz de bu efsuncu işine meraklanıyoruz. Başka neler yapabilir acaba? Songül’ün anlattığına göre, insanın korkularını, kötü talihini, uğursuzlarını da alabiliyor. Tariflere bakılırsa panik atağı bile tedavi edebilir bu efsuncu. Biz öyle meraklanıyoruz ki “Nerede yaşar bu efsuncular?” diye soruveriyoruz. Niyetimizi anlayan Songül bu mahallede bir tane olduğunu söylüyor. Hemen “Biz de gitsek” diyoruz. “Sizin neyiniz var ki?” diyor. Hakikaten bizim neyimiz var?... “Meraktan geldik” mi diyeceğiz? “Ben yılandan çok korkuyorum, dağlara, kırlara gidiyorum ama bazen önüme yılan çıkacak diye ödüm kopuyor” diyorum. Kızlar kıkırdıyor. Yaşlı anne ikide bir “yatın artık” diyor. İlk kez damda yatacağımız için heyecanlıyız. Gecenin karanlığında dama çıkıyoruz. Yan cibinliğin altında uyuyan küçük kız ve ailesini uyandırmamak için parmaklarımızın ucuna basarak yukarı çıkıyoruz ama o da ne bir inek bağırması! Birden zıplıyorum, sanki yanımızda. Songül korkmayın diyor, hayvanları ağıla sokmuyoruz. Bu sıcakta onlar da dışarıda. Damdan aşağı baktığım da, bana bakan inekler ve koyunlar görüyorum. Cibinliğimizin altına girip beş kişi yan yana dizildiğimizde hepimizi bir gülme alıyor. Evcilik oynuyor gibiyiz. Gökyüzünde çok güzel bir hilal parlıyor. Ben birden “Arkadaşlar ben ışıkta uyuyamam, bu cibinlik ışık geçiriyor” diyorum. Arkadaşım “Yalnız-
36 | TAVIR | ARALIK 2011
Ne zaman uykuya daldığımızı hatırlamıyorum ama daha gün ışımamışken bir horozun sesiyle uyanıyorum. Hava aydınlanmışken biraz daha uyumak için zorluyorum kendimi ama ne mümkün... Üstümü örten ağacın kuşları, horozla yarışır gibi cıvıldaşmaya başlıyorlar. Horoz sesi, kuş cıvıltısı derken inekler de hareketleniyor ve günün ilk ışığı gözlerimizi kamaştırmaya başlıyor. Arkadaşlarımı uyandırmamaya çalışıyorum ama o sırada yan cibinlikte yatan küçük kız uyanmış, annesine yüzünde yıldız tozlarının olup olmadığını soruyor. Annesi kızı ikna edemeyince söze karışıyorum: “Ama yıldız tozları gece görünür, şimdi görünmez ki” diyorum. Bu sefer bana kızıyor; gece yıldız tozları yağdığında onu niye uyandırmadım diye. Ne söylersem söyleyeyim kabahatliyim. O sırada bizim cibinliğin ahalisi de uyanıyor, her uyanan “Saat kaç?” diye soruyor. Altı buçuk olduğunu duyan inanamıyor. Sanki güneş tepeye çıkmış öğlen olmuş. Gece boyunca civarda bütün canlıların pıtırtılarını duymuştuk. Kimi horoza kızıyor, kimi ineklere, kimi yan damda yatanlara. Herkes birbirini uyandırıyor. Hayat burada erken başlıyor. Biz de buna uymalıydık. Hep bir elden cibinlikler toplanıyor, yataklar kaldırılıyor, yorganlar havalandırılıyor. Aşağıya indiğimizde Songül ve annesi çoktan uyanmışlardı. Oturduk biraz daha sohbet ettik, yatakları yüklüklere yerleştirdik. “Efsuncuya gideceğiz, vakit ayarlaması yapalım” diye konuşurken rehberimiz kahvaltımızı yapıp hiç oyalanmadan diğer köylere gideceğimizi söylüyor. Düğün varmış, oraya gidecekmişiz. Biz yalvarsak da nafile, program yapılmış. Kahvaltıdan sonra yola koyuluyoruz. İlk vardığımız köy, bir Alevi köyü. Gittiğimiz köyde çok sıcak karşılanıyoruz. Köyde dağılıp dolaşmaya başlıyoruz. Evlerde hep Hz. Ali resimleri var. Girdiğimiz evlerden birinde “Burada cemevi de var mı?” diye soruyorum. “Bizde cemevi olmaz. Biz evi geniş olanların evinde sırayla toplanırız. Bu ibadetlere de havuş denir” diye anlatıyorlar. Aslında inançları hala Şamanizmden kalıntılar taşıyor. Bu yüzden Anadolu Aleviliğinden farklılıkları var.
32-38 baraklarin selami_29-30 ellerimi tut 12/5/11 12:19 PM Page 37
Onlara “Barakların inancı nedir?” diye sorduğumuzda onlar da “Baraklar Alevidir, Sünni değildir” diyor. Sokakta dolaşırken ayak bilekleri dövmeli yaşlı bir teyze görüyoruz. Fotoğrafını çekmek istiyoruz ama izin vermiyor. Bize bileklerini de gösteriyor. Orada da dövme vardı ama bileklerine bir arkadaşıyla beraber heves edip Gurbatlar’dan gördükleri gibi kendileri yapmışlar. “O yüzden çok güzel olmadı” diyor. Yaşlı bir adam bizi görüp evine çağırıyor. İçi ve dışı masmavi badana edilmiş bir ev. Mavi renge akrep ve yılan gelmezmiş. Oturma odalarının duvarında boncuktan yapılma bir Şahmeran var. Biz “ne güzel” demeye kalmadan, “oğlum mahpusta yaptı gönderdi” diyor. Bir çek-senet olayı yüzünden içeri düşmüş. “Bir türlü kurtaramadık oğlumu. İki yaşlı insan bir başımıza kaldık, gücümüz bir şeye yetmez” diyor. Evde yaşlı teyzeyle ikisi varlar. Yemek üzeri gitmişiz, teyze yemek hazırlığında, bize de “kalın” diye ısrar ediyor ama gidilecek yollarımız olduğunu söylüyoruz. İkisinin de ellerinden öperek ayrılıyoruz oradan. Yakın bir köyde düğün varmış. O köy ünlü Ezo Gelin’in köyüymüş. Ezo Gelin hikayesini birçoğumuz bilir ama bir Barak kızı olduğunu pek azımız biliriz. Ezo çok güzel bir Barak kızıymış ve aynı köydeki bir başka delikanlıya berdel olmuş. Yani Ezo’nun evleneceği delikanlının Halası Ezo’nun erkek kardeşiyle evlenmiş. Bir bakıma karşılıklı kız değiştirme gibi bir şey. Evlenecek delikanlı sevdiği kızla evlenebilmek için verecek başlık parası olmadığında kendi ailesinden bir kızı evlenmek istediği kızın ailesinden bir delikanlıya evlenmesi için verir. Ezo berdel olarak gittiği kocasını çok sevmiş. Mutlu yaşarken Ezo Gelin’in erkek kardeşi eşinden boşanmış. Töre gereği berdel olan bir çift boşanırsa diğeri de boşanmak zorunda. Çok acımasız, kadını da, erkeği de aşkı ve sevdayı da yok sayan bir
töre bu. Ezo Gelin ve kocası töreye başkaldıramayıp razı olmuşlar kaderlerine. Ezo gelin baba ocağına dönmüş. Altı yıl kimseyle evlenmemiş ama en sonunda ailesinin de baskısıyla Suriye’de yaşayan teyzesinin oğlunu ülkeye yerleşmeleri şartıyla kabul etmiş ve evlenmiş. Suriye’de işler bir türlü yoluna girmemiş. Ezo Gelin memleketine hasret kalmış. Orada çoluk çocuğa karışmış ama memleket hasretinden ince hastalığa (verem) yakalanıp ölmüş. Vasiyeti köyüne gömülmekmiş. O zamanki koşullarda köyüne gömememişler. Ancak birkaç yıl önce mezarı köyüne getirilebilmiş. Bugün köyünde onun adına yapılmış bir kültür evi bile var. Ezo Gelin’in köyüne gittiğimizde düğün çoktan başlamıştı. Davullar, zurnalar çalıyor Barak havaları söyleniyordu. Barakların kendilerine has kültürleri var, bunun içinde sözlü edebiyat ve Barak havaları önemli bir yer tutuyor. Kültürlerine ait bilgileri bugünlere bu araçlarla ulaştırmışlar. Dedemoğlu, Kı-
ARALIK 2011 | TAVIR | 37
32-38 baraklarin selami_29-30 ellerimi tut 12/5/11 12:19 PM Page 38
var. Hemen arabamızı durduruyoruz. Kolay gelsin diyerek dalıyoruz bahçelere. Bizi neşeyle karşılıyorlar. Erkekler ağaçlardan fıstıkları topluyorlar, kadınlarsa toplananların içinden olgunlarını ve biraz daha ham olanlarını ayırıyorlar. İyice olgunlaşmışları pazara, biraz daha hamlarını kabuğundan ayrılması için fabrikaya gönderiyorlarmış. Ağaçların altına büyük bir örtü seriyorlar. Alçak olan ağaçlara çıkmak çok kolay. Fıstıklar küçük salkımlar şeklinde. Alçak dalları yerden toplayıp üst dallar için ağaca çıkıyorlar. Ağacı biraz sallayınca olgunlaşmış olanlar yerdeki örtüye dökülüyor..
lınçoğlu, Hurşit, Garip ve Karacaoğlan ünlü Barak ozanlarından. Barak kültüründe her türkünün bir hikâyesi var. Barak aşiretinin hayatı, bu türkülerin içinde. İskânı, konup göçmeyi, savaşı, mertliği, yiğitliği, acıyı, kederi, sevdayı, ölümü anlatır. Bu türküler ve hikâyeleri sözlü olarak nesilden nesile yazıya dökülmeden günümüze ulaşmış. Bir bakıma bu uzun havalar Barak Türkmenleri’nin yaşantılarının tanığı. Barakların tüm özellikleri bu türkülerle dile getirilmiş. Bu türkülerin yanık ve içli olmasının sebebi ise aşiretin sürekli konar-göçer olmasından kaynaklanmış. Acı ve keder konargöçerlerin hayatının bir parçası olmuş. Bir yerde tutunamamak, yurt edinememek, hep göçer olmak Barakların türkülerine böyle yansımış. Ayrıca Barak uzun havalarını davul zurna eşliğinde okumak gelenektenmiş.
Üstümüzden kuş sürüleri geçiyor. Göç mevsimi başlamış olmalı. Kuşlara baktığımızı gören fıstık toplayanlar, “Gökyüzüne bunlardan daha çok yakışanı yoktur, şu uçuşa bakın” diyor. Kelaynaklar bunlar. Kış gelmeden sıcaklara, Afrika’ya, Mısıra doğru uçuyorlar. Göçmezlerse soğuğa yenilirler, yaşamak için göçmek zorundalar. Kuşların kaderi ne kadar benzer insanların kaderine; hep göçmek zorunda olmak. Göç yollarında kaybedilenler, yitirilenler... Biraz ileride önümüze Fırat Suyu çıkıyor. Öyle büyük akıyor ki, “dur” desek, “bugün de akma” desek durur mu? Fırat, durmaz. Fırat akacak, denize kavuşacak, Kelaynaklar uçacak sıcağa kavuşacak. Ya bizler, biz insanlar?...
Düğünde, geldiğimiz köyde gördüğümüz çeyiz sandığındaki turuncu örtülerden takılmıştı başlara, -Horasan’dan göçerken elde sallanandan-... Başa sarılan bu örtülerin üstüne çiçekler de takılmıştı. Bu da çok eskilerden kalma bir gelenek. Biz de halaylarına katılıyoruz. Birlikte eğleniyoruz. Düğün evinin önünde büyük kazanlar kaynıyor, yemekler pişiriliyor. Burası damat evi, birazdan kız almaya gidilecek. Ama biz kız almaya gidemiyoruz. Artık geri dönmemiz gerek.
Hayatımda ilk kez bir fıstık ağacına çıktım, ilk kez damda yattım, ilk kez… Hayatta görecek, öğrenecek tadacak ne kadar çok şey var. Varlığından, acılarından, sevinçlerinden haberdar olmadığımız ne çok insan var. Tüm acıları, tüm sevinçleri bildiğimizi sanıyoruz ama daha tanıyacak ne çok insan var, ne çok kültür var. Giderek insanlık öyle bir hale geliyor ki emperyalist baskılarla tek kültür egemen olmaya başlıyor. Herkes bencilleşiyor, emperyalist kapitalist sistemin elinde bireycileşiyor.
Vakitlice yollara koyuluyoruz. Fıstık bahçelerinin içinden geçiyoruz. Tüm bahçelerde hummalı bir çalışma var. Fıstıklar olgunlaşmış, vaktinde toplamak gerek. Her ağacın başında insanlar
Kültürler yok edilmeden, türküler yakılmadan koşup yazmak, anlatmak lazım. Bizim malımız, mülkümüz yok. Tek zenginliğimiz halklarımız. Halklarımızın kültürü...
38 | TAVIR | ARALIK 2011
39-44 baba ishak_sablon 12/5/11 12:53 PM Page 39
araştırma
araştırma
umudun babai hali ümit zafer
“ Bugünlerden geriye Bir yarına gidenler kalır Bir de yarınlar adına direnenler” Adnan Yücel
Göynük, orman ve göllerin ortasında Bolu’ya bağlı güzel bir Anadolu kasabasıdır. Ve 19 Aralık’ta, Sağmalcılar Hapishanesi’nin kadınlar koğuşunda diri diri yakılan altı kadından birisi olan Nilüfer Alcan da Göynüklüdür. Göynük, aynı zamanda, Babai İsyanı’ndan geride kalanların da toplandığı bir yerdir. Yapılan araştırmalar bunu gösteriyor. “… Bu isyana katılan Türkmenler’e artık Babailer deniyordu. Bunların kurtulabilenlerinin, Anadolu’nun özellikle de Beylikler döneminde Orta, Batı ve Kuzey Batı Anadolu’nun muhtelif yerlerine gittiklerini biliyoruz. Ancak bunların yalnız kırsal kesimde değil, kasabalara bile yerleştiklerini, Irene Beldiceanu bir makalesinde ortaya koydu. 1487 tarihli Hüdavendigar Livası tahrir defterindeki Göynük’le ilgili kayıtlara dayanarak gerçekleştirilen bu ilginç makalede, adı geçen kasabadaki toplam yedi mahalleden ikisinin ‘Mahalle-i Babailer’ adını taşıdığı görülüyor. Yazar, aynı
ARALIK 2011 | TAVIR | 39
39-44 baba ishak_sablon 12/5/11 12:53 PM Page 40
Selçuklu sultanları, ülke topraklarını, kendilerine bağlı feodal beylere dağıtıp bunlardan düzenli olarak vergi almaktadır. O feodal beyler, sultana gönderdiklerinden çok daha fazlasını köylülerden ve konar-göçer Türkmenler’den haraç alarak toplamakta ve bu sömürü çarkı, böylece döndükçe halk iyice ezilip sefalete mahkum olmaktadır. Bir çare lazımdır halka… Bir derman… Bir kurtuluş yolu arar halkın gözleri ve kulakları, kurtuluş çağrısı duymaya hazırdır. Bir diğer ifadeyle, isyanın nesnel koşulları iyice olgunlaşmıştır. Subjektif koşullarını ise, Baba İlyas önderliğindeki Babailer hazırlar. Ve halkı örgütlemeye başlarlar.
kasabada Şeyh Bedreddin kıyamından arta kalanların da iskan edildiklerini, böylece iki isyanın birbirine bağlandığını da kaydediyor… (Ahmet Yaşar Ocak – Babailer İsyanı – Syf:138 – Dergah Yayınları) Köklerimiz derinlerdedir ve biz, Babai İsyanı’ndan bugünlere uzanan bir kavganın Mahirleri’yiz. Baba İshaklardan Alcan Nilüferlere eğilmemiştir zulmün önünde omuzlarımız üzerinde taşıdığımız haysiyet ve hakikat… Bir Derman... 1230’lu yıllar, Selçuklu Devleri’nin çürüyüp yıkılmaya yüz tuttuğu ve bu çürümenin dışavurumu olarak, halka yönelik sömürü ve zulmünü pervasızca arttırdığı bir dönemdir. Öyle ki, dönemin şahidi sayabileceğimiz Yunus Emre, egemenleri şöyle tasvir eder: “Yediği yoksul eti / İçtiği kandır...” Halk düşmanlarının genel karakteridir bu. Selçuklu egemenleri sefasını sürdükleri sömürü düzenlerini; saldıkları vergiler, topladıkları haraçlarla ayakta tutmaktadırlar. Bu düzenin ayakta durması ise sefalet içindeki halkın yerlerde sürünmesi demektir. Çelişki açıktır, egemenlerin zenginleşmesi halkın yoksullaşması üzerinde gerçekleşir. Bir yanda, saraylarda gününü gün eden sultan, bey, emir takımı… Diğer yanda, tarlalarda çalışan köylüler, sürülerinin peşinde koşturan Türkmenleri, kısaca, alın teri döküp üreten ama ürettiği zenginliğe sahip olamayan yoksul halk…
40 | TAVIR | ARALIK 2011
Egemenlerin sömürü ve zulüm düzeni varsa, halkların da bu düzene isyanı olacaktır elbette. Öyle de olur ve Babai dervişleri isyanı örgütlemeye girişirler. Bu yanıyla Babai İsyanı, halk içinde “kitle çalışması” yapılarak hazırlanan, örgütlü bir halk hareketi olarak 1239-1240 yılında tarih sahnesine çıkar. Umudun Babai Hali... Sömürü ve zulme karşı, halkların hak ve özgürlük kavgasının Ortaçağ’da aldığı biçim dini-mezhebi bir görünümde oluyordu. Engels’in dediği gibi; “… Feodalizme karşı devrimci muhalefet, tüm Ortaçağ boyunca devam etti. Bu muhalefet, kendini koşullara göre kimi zaman mistik, kimi zaman açık mezhep sapkınlığı, kimi zaman da silahlı ayaklanma biçimi altında gösteriyordu..” (F. Engels / Köylüler Savaşı / Syf:47 / Sol Yayınları) Böyle olduğu içindir ki, egemenler, kendi sömürü düzenlerini eleştirip muhalefet edenlere “dinsiz” , “zındık”, “kafir” diyerek karalamaya çalışmışlardır. Selçuklu egemenleri de Babailer için aynı karalamaları yapmışlardır. Ki sömürü ve zulme karşı Anadolu halklarının aradığı kurtuluş yolunu, Amasya’nın Çat köyündeki dergahında hakikat erenliği yapan Baba İlyas gösterir. “… Bir Horasan ermişi olarak Anadolu topraklarına ayak basmasıyla birlikte, Anadolu’nun kırsal kesimi olan Türkmenler’in arasında kendisini bulur. Yaşamı sıradan insan gibidir. Kerametleri, bilgisi, becerisi, yöneticiliği, kıvrak zekasıyla kısa sürede ününü Anadolu’nun dışına taşırmayı başarır. Bu ün onu insan üstü göstermez. Aksine o insanların arasına daha da çok karışır. Yeri gelir bir çiftçi, yeri gelir köyün dedesi, öğretme-
39-44 baba ishak_sablon 12/5/11 12:53 PM Page 41
ni, velisi, çobanı olur. Herkes ona dertlerini danışmaya, sorunlarını tartışmaya gelir. Türkmenler için bir umuttur Baba İlyas..” (Anadolu Erenleri / Gülağ Öz / Syf:56) Umudu büyütmek, elbette, örgütlü bir çalışmanın eseri olacaktır. Baba İlyas da öyle yapar ve içlerinde Baba İshak, Şeyh Edebalı, Emircem Baba, Ayna Dövle, Şeyh Osman, Hacı Mihman, Karaca Ahmet, Geyikli Baba ve Hacı Bektaş gibi yoldaşlarının olduğu halifelerini Anadolu halkları arasında kitle çalışması yapmak üzere görevlendirir. Baba İlyas’tan el alan halifeleri arasında öne çıkan ve isyanın baş komutanlığını yapan Baba İshak’tır. “… Şami, yani Şamlı lakabını taşıyan, Adıyaman yöresinde yaşamış ve propagandasını yürütmüş olan Baba İshak, olasılıkla Şam Bayadı Türkmenlerine mensuptu. Ancak onun yerli Hristiyanlardan ya da Kürt kökenli olduğu da ileri sürülmektedir…”(İsmail Kaygusuz / Babailer ve Babai Ayaklanması / Yol Dergisi / Eylül, Ekim 2000) Baba İlyas, hareketin fikri önderi ise, fiili önderi de Baba İshak sayılır. Ve hareketin düşüncelerini, çizgisini halkın içinde örgütleyerek güç haline getiren dervişlerin başında Baba İshak gelir. “… Baba İshak’ın öğretisini şöyle özetleyebiliriz: Baba İshak, Türkmenler’e uğradıkları haksızlıkları anlatıyor, buna karşılık Selçuklu Devleti ileri gelenleri ile zenginlerinin ahlak kurallarından ne denli uzaklaştıklarını gözler önüne seriyor, kendilerinin de, bütün insanların eşit haklara sahip oldukları halde, bu azınlık tarafından haklarının gasp edilmiş olduğunu bildiriyordu. Baba İshak, Selçuklu Devleti’nin yıkılacağını, yerine bu haksızlıkları giderecek yeni bir düzen kurulacağını Türkler’e vaad ediliyordu. Ne var ki, bu düzenin gerçekleşmesini sağlamak için bir ihtilal yapılması gerekiyordu, bunun için de Türkmenler onun işaretini beklemeliydiler. Bu fikrilerin kaçınılmaz bir sonucu olarak Baba İshak, Türkmenler dışında kalan öteki etnik ve dinsel gruplara da çağrıda bulunuyordu…”(Çetin Yetkin / Türk Halk Hareketleri ve Devrimler / Syf:85 / May Yayınları)
dar; Sünni Türk ve Kürt boyları ve Hristiyan gruplar arasında da propaganda yapılıyordu. Elvan Çelebi’ye göre Baba İlyas, Baba İshak’a kendi adına propaganda yapmak ve otoritesi altına çekmek için destur vermişti. Kendisini temsil eden simgesi ise Baba İshak’ın başına giymiş olduğu kızıl börküydü. Böylelikle halka güven sağlıyordu. Propaganda çok bilinçli bir biçimde üç yönde sürdürülüyordu: 1.Baba İlyas’ın peygamber ve kurtarıcılığı altında Kıyam’a durma (ayaklanma); dünyanın sonunu getiren kötüler ve zalimleri yok edip, yeniden yaratarak devr-i daimi (dönüşümü) sağlamak, canı ve malı bu uğurda harcamak (Alevi inançlı halklara) 2.Sultan Gıyaseddin Keyhusrev, Sünni Müslüman olarak Muhammed’in şeriatının koşullarını yerine getirmekte, içki ve işret saflarında eğlenmekten başka bir iş yapmamaktadır, dinden çıkmıştır (Sünni inançlı halklara). 3.Beylerin elinden alınacak topraklar, hayvan sürüleri ve elde edilecek diğer bütün ganimetler, ayaklanmaya katılan kim olursa olsun, ayırım yapılmaksızın eşit paylaşılacaktır (Gayrimüslüm haklara)… (İ. Kaygusuz / Age) İsyan Bayrağı Dalgalanıyor... Ve “baldırı çıplaklar” denilerek aşağılanan yoksul halklar, Babailer’in önderliğinde kulübe ve çadırlarından çıkıp sarayların üzerine yürümeye başladılar. Nicedir bugünü beklemiş, isyana hazırlanmış ve bu uğurda silahlanmışlardı. Ki zalimle-
Selçuklu egemenlerinin zulüm ve sömürü düzenine karşı, Babailer, halkın adalet talebine tercüman oluyor ve çalışma yürüttükleri bölgelerde yoksulların din, dil, mezhep ve etnik farklılıklarını kavga saflarında birleştiriyorlardı. Ortak düşmana karşı isyan cephesinde yek vücut oluyordu Anadolu hakları. Ki bunu sağlamak için, seslendikleri her kesime uygun bir dil kullanıyordu Babailer. “ … Kuzeydeki Çepni, Karaman; güneydoğudaki Agaçeri, Döger, Bayad Türkmenleri ka-
ARALIK 2011 | TAVIR | 41
39-44 baba ishak_sablon 12/5/11 12:53 PM Page 42
şeyin hakça olduğu yerde ise, haramilerin hakkı yoktur elbette. Ve o bayrak, Anadolu İhtilali’nin artık yere düşürülmeyecek olan isyan bayrağı olarak dalgalanmaya başlamıştır. Her din, mezhep ve kavimden emekçilerin harekete geçmesini; sarayın müneccimbaşısı şöyle tasvir eder: “… her ulustan katışanlar vardı. Din, ulus ayırt etmeksizin sürüler bir yere geldiler.” Halka “sürü” gözüyle bakanlar, isyanı hemen ezebileceklerini sandılar ama yanıldılar. Yoksulluklarının hıncını silah eyleyip yola düşenlerin adımları büyüdü, çoğaldı ve sertleşti. Sümeysat, Kahta ve Adıyaman, Babailer’in önderliğindeki halk güçlerinin eline geçti. Haramiler ve zalimler cezalandırıldı. Egemenlerin kılıcı varsa, halkında hıncı vardır. Asilzadelerin elindeki kılıçlardan daha keskindir halkın hıncı. Babai ordusunun her çarpışması, halkın kendine olan güvenini büyütür. Egemenlerin sancakları, artık halkı korkutamamaktadır. Çünkü, kendi sancaklarını kaldırmışlar, kendi kılıçlarını çekmişlerdir. Ya zafer ya ölüm diyerek, yürürler geleceğe. Selçuklu orduları, bu yürüyüşün önünde tutunamazlar. Örneğin, Malatya Subaşısı Muzaffereddin Ali-Şir komutasındaki Selçuklu ordusu bozguna uğrar. Subaşı yeni bir ordu toplar ama Babai güçlerine bir kez daha yenilir. Halk ordusu çarpışa çarpışa ilerler ve Sivas’ı da ele geçirir. Buradaki çarpışmalarda Hacı Bektaş’ın kardeşi Menteş şehit düşer. Babailer Sivas’ı ele geçirince kentin harami ve zalimlerini öldürürken, mazlumlarını da saflara katarlar… silahların gölgesinde sefa sürüyorsa, o saltanatı bozguna uğratacak olan da halkın silahlanmasından başka bir şey değildir. Babai dervişleri de, bu bilinçle, halkı örgütleyip silahlanmalarını sağlamışlardı. Sarayın adamı olan İbn Bibi, Anadolu halkının bu başkaldırısını şöyle tasvir eder:“… karınca ve çekirgeler gibi hemen ayaklanmış, sözleştikleri gün ve saatte isyan bayrağını kaldırmışlardır.” İbn Bibi’nin halkı aşağılamak için kurduğu cümle isyanın kitleselliği hakkında fikir de vermektedir. Evet, yoksullar, karıncalar gibi çokturlar. Ve onlar ayağa kalktılar mı, saraylar sarsılır. Halkı sömürürken harami, ezerken zalim olanların düne kadar hor görüp aşağıladığı yoksullar, isyan bayrağını kaldırmışlardır artık. O bayrakta “toprakta, tohumca hakça” yazmaktadır. Her
42 | TAVIR | ARALIK 2011
Baba İlyas Bayraklaşıyor... İsyan başlamış ve yayılarak ilerlemektedir. Askeri güçleriyle isyanı durduramayan Selçuklu egemenleri, isyanın fikri önderi durumundaki Baba İlyas’ı katletmenin planını yaparlar. Bu tuzağı haber alan Baba İlyas ve yanındaki yoldaşları, Amasya kalesine çekilir. Selçuklu sarayındaki Sultan İkinci Keyhusrev, korku içinde saltanat makamını bırakıp başkent Konya’yı terk eder. Babailer’in yaklaşıp yaygınlaşan adım sesleri, tahtlarını sarsmıştır. Bu korkuyla, Hacı Mubarızüddin Armağanşah komutasındaki büyük bir orduyu Amasya’ya gönderirler. Şiddetli çarpışmalardan sonra, Amasya kalesinde kuşatılan Baba İlyas ve yoldaşları katledilir. Baba İlyas’ın cesedi, kale burcundan aşağı sallandırılır. Tokat’ı da ele geçiren Babai halk güçleri, hızla Amasya’ya akın
39-44 baba ishak_sablon 12/5/11 12:53 PM Page 43
ederler. Önderlerinin cesediyle karşılaşmaları yılgınlığı değil, intikam arzusunu büyütür. Ve bu hınçla, Selçuklu ordularını bir kez daha bozguna uğratıp Armağanşah’ı da öldürürler. Babailer için, hedef, Selçuklu devletinin başkenti Konya’dır. Ya kazanacaklar ya da kanla tarih yazacaklardır. Bu kavganın geri dönüşü, uzlaşması, arası ortası yoktur. Yoksulluklarının bu haramilerden kaynaklandığını ve bu zalimlerden hesap sormadan gün yüzü görmeyeceklerini kavrayan halk, bu uğurda canlarını hiçe sayarak savaşmışlardır. Bu savaşımın zaferi, Konya’nın zapt edilmesi olacaktır. Bu yanıyla, Babai İsyanı, iktidar hedefli bir başkaldırıdır… Sadece Yarın Vardı... Hem Babailer hem de haramiler, son kanlı kavgaya doğru ilerlemektedirler. Sultan Keyhusrev, Erzurum taraflarındaki sınır birliklerini Emir Necmeddin komutasında toplar. Bu ordu hızla harekete geçip Konya’dan önce Babailer’i durdurabilmek için Kırşehir’de mevzilendi. Selçuklu ordusunda, parayla tutulmuş Frank askerleri de bulunuyordu. Babai güçleri, isyanın başlangıcından itibaren Selçuklular’ın ordularını değişik yerlerde on iki kez yenmişlerdi. Bu durum Selçuklu ordusunun ana gövdesini oluşturan Türkmen askerlerinde belli bir korkuya neden olmuştur. Nasıl bir ordu kurmuştu bu baldırı çıplaklar? Neden hiç yenilmiyorlardı? Koca koca orduları nasıl bozup dağıtıyorlardı? Oysa, hepsi halktan insanlardı, hepsi yoksuldu hiçbirisi profesyonel asker değildi. Yoksa, denildiği gibi Baba İlyas bir peygamber miydi? Yoksa, Babai dervişleri mucizevi güçleri olan büyücü müydüler? Ortaçağ gerçekliği içinde, bu ve benzeri düşünceler, Selçuklu ordusunun sıradan askerlerine belli bir korku veriyordu. Karşılarında kadın erkek, çoluk çocuk halk vardı ve bu yoksulların oluşturduğu ordu, Selçuklu ordularını dağıta dağıta buraya kadar ilerlemişti. Bu işin içinde bir sihir olmalıydı?! Hayır, ne sihir ne de ilahi güçleri vardı Babai kuvvetlerinin. Onlar, ayağa kalkmış halkın gücünü ve hıncını kuşanmışlardı sadece.
yanda Babai güçleri olarak kadın erkek, çoluk çocuk baldırı çıplaklar. Bir yanda sömürü ve zulüm, diğer yanda adalet ve berekete sahip olmak isteyen halk gerçekliği… Tarihsel bir karşılaşmadır bu. Her şey ve herkes yerli yerindedir. Sınıflar savaşının en çıplak halidir yaşanan. Halk ve halk düşmanları karşı karşıyadır. “… Nihayet, 1240 yılının muhtemelen Kasım’ı başlarında iki tarafın kuvvetleri Malya ovasında savaş nizamı aldılar. Bütün teşviklere rağmen Selçuklu ordusundaki Türk askerleri bir türlü hücuma geçmeye istekli görünmüyorlardı. Çünkü Baba İshak’ın kudretine, Türkmenler’in gözü pekliğine ve savaştaki maharetlerine dair kulaklarına gelen haberlerin etkisi altındaydılar. Durumun nezaketini kavrayan ve eğer yenilirlerse bu defa işin biteceğini anlayan Emir Necmeddin, ordunun önüne çelik zırhlı Frank askerlerini yerleştirdi. Ancak Franklar da Baba İshak’ın kerametlerinin şöhreti karşısında haç çıkarmaktan kendilerini alamamışlardı…” (A. Yaşar Ocak / Age / Syf: 137) Selçuklu egemenlerinin halk düşmanlığı bu boyuttaydı işte. Kendi halklarını katlettirmek için parayla tuttukları Frank askerlerinin kılıçlarından medet umuyorlardı. Söz konusu olan tahtın üstünde oturmaya devam etmek olunca, ne din ne de kavim kardeşliği tanıyorlardı. “… Nihayet muharebe Türkmenler’in canhıraş feryatlarla hücuma geçmeleriyle başladı. Bu herhalde görülmeye değer bir sahne olmalıdır. Tıpkı muntazam, mükemmel silahlı ve donanımlı Romalı lejyoner tabutlarının karşısında perişan kılıklı, derme çatma silahlarla başı bozuk bir şekilde karşı koyma-
Onlar için sadece yarın vardı. Kazanırlarsa, bereket ve adalet içinde yaşayacaklarını umut ettikleri yarın... Günü kurtarmaya çalışmıyorlardı, yarını kazanmaktı amaçları. Bunun için silahlanmış, ayaklanmış ve yola çıkmışlardı. Geriye dönecekleri bir yer, çekilecekleri bir kale değildi aradıkları. Ellerinde kılıç, yüreklerinde umutları ile hakça yaşayabilecekleri bir yarındı, uğruna savaştıkları. Ve şimdi, artık hepsi birer Baba İlyas’tı. Böyle Ölür Bizimkiler.. İki ordu, Kırşehir’in Malya Ovası’nda karşı karşıya geldi. Bir yanda haramilerin düzenli ordusu diğer
ARALIK 2011 | TAVIR | 43
39-44 baba ishak_sablon 12/5/11 12:53 PM Page 44
ya çalışan Spartaküs’ün kuvvetleri gibi; bir yanda aldıkları ücret için savaşan muhtelif milletlerden oluşturulmuş profesyonel bir muntazam ordu, öbür tarafta ise, her şeylerini yanlarında taşıyan, kendilerini mutlu bir hayatın beklediğine olan inançlarıyla buralara kadar gelmiş, varlarını yoklarını bu isyanın başarı ümidine bağlamış büyük bir başı bozuklar kalabalığı, çoluk çocuk, kadın erkek yürüyen bir insan seli…” (A. Yaşar Ocak / Age / Syf:137) Babai güçleri, karşılarındaki devasa orduya bakıp geri durmadılar ve olanca güçleriyle saldırıya geçtiler. İnançları, hınçları ve dökülen kanlarıyla çarpıştılar. Frank askerleri demir zırhlar içindeyken, Babailer özlemlerinin zırhını kuşanmışlardı. Atıldı Babailer öne, dövüştüler ve öldürüldüler. Malya ovası, Babai kanına doyup kızıla kesti o gün. “… Savaş, Selçuklu ordusunun Franklar sayesinde kazanılan kesin zaferiyle sonuçlandı. Türkmenler’in büyük bir kısmı (İbn Bibi’ye göre 4000 kişi) kadınlar ve çocuklar hariç olmak üzere kılıçtan geçirildi. Malya Ovası’ndaki bu cesetler denizinin içinde, Babailer isyanını aylardan beri fiilen yöneten, buraya kadar defalarca Selçuklu kuvvetlerine galebe çalan ve Baba Resul’ün en ileri gelen, en gözde halifesi sıfatını taşıyan Baba İshak da bulunuyordu..” (A. Yaşar Ocak / Age / Syf:137) Böyle ölür işte bizimkiler: Savaşarak! Dünün ve bugünün gerçekliğidir bu, böyle ölür bizimkiler…
44 | TAVIR | ARALIK 2011
Nilüferlere Selam Olsun... Selçuklu Devleti, Malya’daki savaşın ardından Babai olarak bilinen herkese karşı geniş çaplı bir takibat başlattı. Çoğu Babai dervişi, deyim yerindeyse illegale geçti. Hacı Bektaş da bunlardandı. Yakalanan Babai dervişleri işkencelere maruz kalıyor, inançlarını reddetmedikleri için katlediliyorlardı. Selçuklu güçleri tarafından Ayna Dövle’ye inancını reddedip Babai olmaktan vazgeçerse hayatının bağışlanacağı söylendi. Derviş inancından vazgeçmedi. Ağır işkencelere maruz kaldı. Ama tavrı değişmedi. Bunun üzerine Selçuklu güçleri kendilerine yakışanı yaparak diri diri derisini yüzerek katlettiler. Zalimler, en fazla bunu yapabilirler zaten. Öldürebilirler ama inancını ölümüne savunanları teslim alamazlar asla. Malya Ovası’nda da yaşanan bir teslimiyet, dolayısıyla “yenilgi” olmamıştır. İsyanın kendisi bir zaferdir. Dökülen kan geleceğin harcına, mayasına karışmıştır. Ki geleceği inşa etme yetenek ve irademizin özünde Babailer’in kanı da vardır. Babai dervişleri ölümsüz öğretmenlerimiz arasında yaşamaya devam ediyorlar. Ki öle kala, vuruşa çarpışa tarih yazan Baba İshaklar’a şükran, Göynüklü Nilüferler’e de bin selam. O Nilüferler ki, Babailer’in umudunu çağımıza taşıyan, ateşler içinde savunan, diri diri yakılsalar da Malya Ovası’nda olduğu gibi teslim olmayan Hakikat Bacılar ve umudun dervişleridir…
45-48 elma hirsizlari_sablon 12/5/11 12:34 PM Page 45
tiyatro tiyatro
elma hırsızları gülnaz bıçakçı
Adalet Nedir? “Nedir hukuk? Nedir Adalet? Nedir Ceza? Nedir mülkiyet? Nedir yargı? Nedir şikayet? Nedir hapis? Nedir müebbet?” Ankara Devlet Tiyatrosu’nun, İstanbul Küçük Sahne’de sergilenen “Elma Hırsızları” adlı oyununda, adalet, hukuk, suç ve ceza kavramları sorgulanıyor. Mehmet Baydur 1996 yılında, Prof. Dr. Faruk Erem’in “Bir Ceza Avukatının Anıları” isimli yapıtı üzerine “Elma Hırsızları” başlıklı oyununu yazmıştır. Mehmet Baydur “Yıllardır tartışır dururuz böyle... Adalet ile hukuk arasındaki görünmez uçurumu kapatabilmenin yollarını araştırır, kafa patlatırız” diyor. Prof. Dr. Faruk Erem de, “Uygar toplumlarda hukukla adalet birbirlerine yaklaşırlar” diyor. Bizler de adalet kavramının üzerinde titizlikle duruyoruz. Dayımız da, “Bize her şey diyebilirler ama
ARALIK 2011 | TAVIR | 45
45-48 elma hirsizlari_sablon 12/5/11 12:34 PM Page 46
öldürmek de bir işkencedir. Bazı insanlar bütün sevgilerini bir hayvana verirler. Ve o hayvanın öldürülmesi onlara yapılan en büyük işkencedir. İlk oyunda genç bir adam çok sevdiği güvercinini elinde sıkı sıkı tutmaktadır. Güvercinini övmekte ve onu canı gibi sevmektedir. Arkadaşı ısrarla güvercini, güvercinden anlayan kaba saba bir adama göstermesini ister. Genç adam arkadaşını kırmamak için gidip gösterir. O kaba saba adam gencin güvercininin alıp kafasını koparır. Genç adam da adamı öldürür. Çoğu öyküde suçu işleyen aslında suçlu değildir. Esas suçlu onları suça iten, onları suç işlemek için kullananlardır. Ama ne yazık ki ceza hep suçu işleyene verilir, işletene değil. adaletsiz diyemezler!” demiştir. (Yürüyüş, Sayı: 288, 2 Ekim 2011). “Adalet, cezayı hak etmiş, suçu halk nezdinde de açığa çıkmış olanlara yönelmeli, verilecek ceza suç ile orantılı olmalı, devrimci adalet konusunda kuşku bırakmamalıdır.” (Yürüyüş, Sayı: 288, 2 Ekim 2011, S.19, “Cepheli Adaletlidir”) “Suçluyu kazıyınız, altından insan çıkar.” Suç nedir? Suçlu kimdir? Bir suçu işleyen gerçekten suçlu mudur? Bir insanı yargılarken yalnızca işlediği suça mı bakılır? Peki ya onu suça iten nedenler? Ya da ona o suçu işletenler? İnsanı temel almadan katı bir şekilde hukuk yasalarını uygulayanlar adaletli mi davranırlar? Bir suçu değerlendirirken, onu işleyenin hangi koşullar altında bu suçu işlediği, kimlerin onu bu suça ittiği araştırılmadan yalnızca sonuca bakarak ceza veren yargıçlar gerçek bir hukuk adamı olabilirler mi? İnsanın içinde bulunduğu toplumsal koşullar incelenmeden verilen cezalar toplumda adaleti sağlayabilir mi? “Elma Hırsızları” iki perdelik bir oyun. İlk perdede sekiz öykü, ikinci perdede dört öykü vardır. Her öyküden sonra ceza avukatı Hoca ile asistanı tartışıyorlar. Suçu asıl işleyen kimdir? Suçu işleten mi, suçu işlemeye iten neden mi, yoksa suçu işleyen mi? Bir insanın sevdiği bir şeye zarar vermek, hatta sevdiği bir şeyi
46 | TAVIR | ARALIK 2011
Emperyalizm her ülkede insanları alabildiğine yozlaştırır, düşürür, hiçleştirir, değersizleştirir. İkinci oyunun baş kişisi de böyle bir kadındır. Zehra bu düzenin zalim çarkları arasında parçalanmış birisidir. Bir genelevde çalışmaktadır. Bir gün yastığının altında esrar bulunur. Aslında onun esrarla hiç ilgisi yoktur ama Zehra yargıçlara yalvarır: “Ömrüm, ömrüm Bir mum gibi söndüm Göndermeyin Reis Bey geneleve... Bir daha sitem etmem Allah’a bile....” Hukuk aslında bizi devlet baskısından ve devlet cinayetlerinden korumalıdır. Ama gerçekte hiç de böyle olmamaktadır ve devlet adına cinayet işleyenler hep cezasız kalmaktadır. Aynı Engin Çeber davasında Yargıtay’ın ağır hapis cezalarına mahkum olan katilleri koruması ve onların cezalarını bozması gibi mahkemeler devletin katillerini korumaktadırlar. Üçüncü oyun da devlet tarafından katledilen bir yazarı anlatıyor. Bu öykü Sabahattin Ali’nin öyküsüne benziyor. Birçok kez tutuklanan yazar yurt dışına çıkmak istemektedir. İki adam onu yurt dışına çıkarmak için gelirler ama onlar gerçekte polistirler ve yazarı sınırda katlederler. Kaçakçılık konusuna gelince, asıl suçlu zavallı insanları kaçakçılık işlerinde çalıştıran, onlara mayınları temizleten, mayınlar patlayınca da ölümlerine neden olan ağalar mıdır, yoksa bu ağalara karşı çıkanlar mıdır?
45-48 elma hirsizlari_sablon 12/5/11 12:34 PM Page 47
Dördüncü oyunda, yanı başında mayın patlayınca ölen arkadaşının payını onun çocuklarına vermek için ağadan isteyen Memo, ağanın alaylı alaylı “Hele çocukları büyüsün de o zaman düşünürüz” demesi üzerine ağayı öldürür. Beşinci oyunda masum olduğu halde idam cezasına çarptırılan bir tutsağın korkusunu görüyoruz. Hapishane müdürü onu yanına çağırıp tahliyesine karar verildiğini yüzüne okurken o, idama götürüldüğünü düşünür ve felç geçirir. Kapitalist devletlerde hukuk her zaman mülkü, yani devleti korur. Ceza avukatı bir şey anlatır. Fransa’da elma bahçeleri olan bir adam, elmalarını çalan çocuklarla baş edemeyip, bahçesinin etrafını çeviren tellere elektrik verir. Ve bir gün yedi yaşında bir çocuk ölür. Adamı hapse atarlar. Ceza avukatı hoca, elma bahçesi sahibinin suçlu bulunduğunu ama bunu devlet yapsaydı ölenin suçlu sayılacağını söyler.
latıyor. O polise silah çekerek kendisini polise öldürtür. Polis cezasını çeker. Çıkınca durmadan “Ben öldürmüş sayılmam değil mi?” diye avukata sorar. Günümüzdeki hükümetin dini sömürmesiyle insanlarda hocaların dediği saçma sapan şeylere inanma eğilimi çoğalmıştır. Bir ailede misafir edilen hoca, evin hanımından çocuk sahibi olur. Ama içinde cin var diye bebeği annesine babasına öldürtür. Cezayı bebeği öldüren aile alır, hocaya hiçbir şey olmaz. Hukuk gencecik insanları eğitecek yerde ölüme göndermiEn son oyun yine idama mahkum olmuş ama suçsuz bir genci anlatır. Oyunda, oyun boyunca sahnede kalan bir orkestra vardır. Oyuncular şarkı söyler, orkestra çalar. Şarkılardan biri hapishane yaşamının insan sağlığını nasıl bozduğunu anlatır. “...Çıkış günü her yerde aynıdır
Cinayetlerin birçoğu da, evli ve ahlaksız bir adamın eve başka bir kadın getirmesi yüzünden çıkar. Özellikle, Almanya’ya çalışmaya giden işçiler arasında böyle ahlaksızlıklar yapanlar çok görülmüştür. Yedinci oyunda da, Almanya’dan gelen kocası için baklavalar açan, hazırlık yapan Ayşe, eşinin hediyeleri atıp hemen yanında getirdiği alman kadınla deniz kenarına gitmek istediğini görünce kapının arkasına tüfeği asar ve eşini odaya çağırır. Kapı açılınca tüfek ateş alır ve Ayşe ölür. Kocasının öldürmediği kanıtlanır ve adam beraat eder. Kapitalist sistemde insanın insanla ilişkisi zayıflar, insan artık iki şey arasında bir aracıya dönüşür. Hiçleşir. Bu da insanın kendisine yabancılaşmasına ve psikolojik olarak hastalanmasına neden olur. İşte sekizinci oyundaki Erdem Usta da, on yaşından beri kaportacılık yapmaktadır. Bu işte otuz beş yıldır çalışmaktadır. Otomobil kaportası ve çekiç arasında bir aracı durumuna gelmiştir. Aklını kaybetmiştir. Artık arabalarda delik açmaya başlar. Ve kendisine kızan patronunu öldürür. Önce hapishanede sonra da akıl hastanesinde yatar. Kapitalist toplumda kendisine yabancılaşan insan yalanla dolanla yaşar. Kendisine yalandan yaptığı dünyada yaşamını sürdürür. Dokuzuncu oyunda da Turgay babasını öldürür ama aslında öldürdüğü babasının katili olan üvey babasıdır. Annesi idama mahkum olan Turgay’a gerçeği söylemeli miyim diye düşünür. Her gün gazete haberleri yoksulluk yüzünden cinnet geçiren ve tüm ailesini öldüren insanlarla dolu. Onuncu oyun da, eşini ve çocuklarını öldürüp de kendisine kurşun kalmayan bir adamı an-
ARALIK 2011 | TAVIR | 47
45-48 elma hirsizlari_sablon 12/5/11 12:34 PM Page 48
Erem yazmış. Oyundaki müzikler etkiyi doruğa çıkarmış ve hikayelerinin bir tür özeti olmuş. Orkestra’da piyano (A.N. Nihan Turnagöl), viyolonsel (M. Ulaş Tercan) ve yan flüt ( Ece Esen) kullanılması iyi seçim. Müzikler oyunu olumlu yönde destekliyor.Işık kullanımı da gayet iyi. Kostümler de olabildiğince sade tıpkı dekor gibi. Girilen rolün gerekliliklerine göre asıl giysilerin üzerlerine alınan parçalarla değişim sağlanmış.
Kalpte ümit Ciğerde tüberküloz”
“Elma Hırsızları” hukuksuzlukların ayyuka çıktığı günümüzde insanı temel alarak hukuk, adalet ve ceza kavramlarını sorgulayan bir oyun. Güzel şarkı ve müzikleriyle de seyirciyi sıkmadan düşündürüyor.
Faruk Erem çok iyi bir ceza avukatıdır ama sonuçta değerlendirdiği şey burjuva hukukudur ve düşüncelerinin sınırı bununla çerçevelenmiştir. Sınıfsal değerlendirmeden de uzaktır. Hukuk ve adalet kavramları ancak sınıfsallıkla birlikte değerlendirildiğinde anlam kazanabilir. Burjuva hukuku, adı üzerinde burjuvazinin hakkını korumak için işler. Ve devlet burjuva devleti olduğu için burjuvazinin devletinin bekasıdır önemli olan. Sosyalist devletlerde, sosyalizmde hukuk ve adalet kavramları burjuva hukukundan taban tabana zıt bir şekilde, halkın çıkarı için işleyecektir. Ve sosyalizmde insanı “suç”a iten kesinlikle sistem olmayacaktır. Sosyalizm “suç” kavramını ortadan kaldırmak için var olacaktır. Elma Hırsızları’nda oyuncular çok iyi. Hepsi gerçekten çok emek vermişler ve rollerinin üstesinden başarıyla gelmişler. Oyuncular birçok role giriyorlar. Ama özellikle sesi de çok güzel olan ve çoğu şarkıyı söyleyen ve çok çeşitli rolde olağanüstü performans gösteren Sinem Şahin’i kutlamak gerekir. Erkeklerde de, Oktay Dal oldukça başarılı.
künye yazan:
Faruk Erem
oyunlaştıran: Mehmet Baydur yöneten:
Volkan Özgöneç
oyuncular:
Ahmet Türkoğlu Oktay Dal
Dekor çok sade. Tahta bir sandalye çok işlevli olarak kullanılıyor. Öne doğru eğilimli bir platform var. Arkada yap boz gibi şekiller var. Her öyküden sonra, bir parçası düşüyor. Ama son iki parça yapışık kalıyor. Oyunun müzikleri Cem İdiz tarafından bestelenmiş, üç müziği “Bitimsiz Gece, Kardeşim, Hapishane Türküsü” Faruk
48 | TAVIR | ARALIK 2011
Edip Tümerkan Levent Şenbay Çağrı Evren Turan
49-51 vicdanın sesi_sablon 12/5/11 12:35 PM Page 49
makale makale
vicdanın sesini dinlemek mahmut taşkın
Bir deprem olduğunda ya da doğal afetler yaşandığında, “vicdanların ayağa kalktığını” söyleyenler olur… Acı, zulüm ve vahşet karşısında da benzer sözler duyulur: “Vicdanlar sızladı…” 13 yaşında çocuğa toplu tecavüz edenler ceza almadan kurtulunca, karara karşı “vicdanı sızlatan karar” diyerek ayağa kalkılır. Adeta bir vicdan tüccarlığı yapılır. Nasıl olur da işkence edenle işkence edilenin, patronla işçinin vicdanı böylesine eşitlenebilir? Nasıl olur da halkı her türlü güvenlikten yoksun evlerde yaşamak durumunda bırakanlarla, o evlerde ölenlerin vicdanları bir tutulabilir? Hangi anlayış, hangi düşünce 13 yaşındaki çocuğa tecavüz edenleri cezasız bırakan yasaları yapanların ve o yasalar yapılırken sesini çıkarmayanların vicdanını mağdurun vicdanıyla aynı tutabilir?Vicdan böylesine soyut, belirsiz bir şey midir? Vicdan için sözlükler şöyle diyor: “Kişiyi kendi davranışlarıyla ilgili olarak bir yargıda bulunmaya yönelten, kişinin kendi ahlaki değerleri üzerinde dolaysız ve iyiyi yapma yükünü de yükleyen içsel güç.” (1)Bu anlamda o içimizden bize seslenen bir ses, doğru yolu gösteren bir rehberdir. Her daim bize seslenir. Yanlışı ve doğruyu gösterir. Adaletin şaşmaz terazisi gibidir. O sesi dinlediğimizde, bizi ödüllendirir. Ödülü mutlu bir hayattır. “İçim rahat, huzurluyum” dememizin
ARALIK 2011 | TAVIR | 49
49-51 vicdanın sesi_sablon 12/5/11 12:35 PM Page 50
nedeni o sese kulak verişimizdendir. Tersi durumda, yani o sesi dinlemediğimizde, ruhumuz acı çeker. Huzursuz oluruz. Çekilen bu acılar bedensel acılara benzemez. Bazen bir ömür boyu yaşarız o acıları. O sesten kaçamayız. Kaçtığımızı düşündüğümüz anlar olur. O zaman insan kendini kandırmış olur… “Haberim yoktu” , “Elimden ne gelirdi ki?” gibisinden sözler o sesi aldatmak için söylenir. Bazen o sese kulak vermemize maddi yaşam kaygıları etkili olur. Korkularımız ise vicdanımızın üzerindeki kir-paslardır. Korkularına-kaygılarına yenilip o sesi dinlememek, kendine mazeret üretmek, özgürlüğünü kaybetmektir.
da vicdanlarını tatile çıkaranlardır. Borsadaki hisse senetlerinin değer kazanmasıdır onların vicdanlarını belirleyen. Halka yaptıkları yardımlarla allayıp pulladıkları vicdan şovları kimseyi aldatmamalıdır. Halkların yaşadığı açlık, yoksulluk, çocuğunu okutamayan aileler yıllarca iş arayan işsizler onları ilgilendirmez. “Sokak çocukları”na üzülürler(!) ama göz önünde olmalarına karşı çıkarlar. Onların “vicdanları” ancak bu kadarına izin verir. Köpeklere verdikleri değeri, ilgiyi; o çocukların sokaklarda neden yaşadıklarını araştırmaya göstermezler. Öyle ki kimi zaman çevreyi kirletenler kendileri değilmiş gibi kendilerini çevre dostu göstermekte sakınca görmezler.
Korkmak normaldir. Ama o sesi dinlemeyip korkulara esir olmak normal değildir. Korkmadığını söyleyen insan yüzü kızarmayanlardır. Vicdanın sesini dinlemeyen insan gaddar, zalim, bencil insandır. Ya da zalim ve gaddarların zalimliklerine ses çıkarmayanlardır.
Vicdanlı olmak, deprem gibi doğal afetlerde sadece yardım yapmak değildir. Neden böylesi doğal afetlerde ölenlerin, sakat kalanların, depremlere dayanaksız evlerde yaşayan halk olduğunu sorup cevaplamaktır. Sorumluları teşhir edip bir daha olmaması için mücadele etmektir.
O bizim mahcubiyet yanımızdır. Yapılması gerekip de yapılmayan bir işten sonra bizi mahcubiyete yönelten odur. Utanma duyguları olmayanların vicdansız, ahlaksız ve zalim olmaları tesadüf değildir.
Vicdanlı olmak, halk olmaktır. Halk deryasında bir damla olup, onun acılarına, özlemlerine ortaklık etmektir. Bu anlamda vicdanlı olmak, halka ve vatana duyulan sevgidir.
Vicdan denilen o ses de sınıfsaldır! Toplumsal koşullardan ayrı değildir. İçinden çıktığımız sınıf ve tabakanın özelliklerini taşır. Nerede durduğumuz, hayata bakışımız o sesi etkiler. Bunun için halkın vicdanıyla, egemen sömürücülerin vicdanı aynı değildir. Onların vicdanlarına yön veren kasalarında biriktirdikleri paralarıdır. Bencilliklerinin yön verdiği çıkarları her türlü vicdanlarını belirleyendir. Rahatlıklarından, zenginliklerinden vazgeçmezler. O zenginliklerini sağlayan vicdansız olmalarıdır. O sermayelerini, şatafatlı yaşamlarını işçileri azgınca sömürmelerine borçludurlar. Fabrikasında, işyerinde çalışan işçisinin evine ekmek götürememesi; o işçinin çocuğunu okutamayıp küçük yaşta çalıştırmak zorunda kalması patronların vicdanını zerre kadar ilgilendirmez. “Bu kadar vicdansızlık olur mu?” dediğimiz yerde, tam da burjuvazinin vicdansızlığından söz ediyoruz demektir. Onların vicdandan anladıkları, açlıktan gözleri yuvalarından fırlamış, yüzündeki sineği dahi kovacak takati olmayan Afrikalı kara çocukların başlarını adeta köpek sever gibi sevmek, yanlarında fotoğraf çektirmektir. O insanların aç kalmalarının nedenlerini gizlemek için vicdan tacirliği yapmaktan geri durmazlar. Onların vicdandan anladıkları, işgal ettikleri yerlerde yoksul halkı kadın çocuk demeden öldürmekte bir sakınca görmeyip, Gazze’de öldürülen çocuklar için timsah gözyaşı dökmekleridir. Onlara böylesine rahat, yüzleri kızarmadan yalan söyleten vicdansızlıklarıdır. Onların vicdanlarını belirleyen borsalardaki karlarıdır. Bir yargı kararıyla vicdanlarının sızladığını söyleyenler, işkencelerde sokaklarda coplarda, dipçiklerle dövülen insanlar karşısın-
50 | TAVIR | ARALIK 2011
Vicdanlı olmak, bir yanda sevgiyi yüreğin en sıcak yerinde taşırken, öte yanda zalime öfke duymaktır. Sevgi yanımız halktır. Vicdanımızı besleyecek, halka duyduğumuz sevgidir. Bizi yabancılaşmadan korur. Halka karşı ne kadar sevgimiz varsa, onu depremlerde, doğal afetler adıyla ölümlerine neden olanlara, ona zulmedip sömürenlere de aynı derece öfke duymalıyız. On binlerce insanı hapsedip işkence eden; devrimcileri, yurtseverleri katledip asan faşist bir generale ve onu savunanlara, öfke duyup kinlenmezsek; oğlunun akıbetini 30 yıldır arayan, çocuklarına sahip çıkıp, ak saçlarıyla yerlerde sürüklenerek devrilen analara olan sevgiyi nasıl açıklayacağız? İşkenceciye öfke duymayan yoldaşını nasıl sevecektir? Sevgimizi de, kinimizi de açığa çıkaracak olan içimizdeki o sestir, vicdandır. Vicdanlı olmak halka ve yoldaşlarına bağlı olmaktır. Onlara yapılanları unutmamak, hatırlamaktır. Unutmak, vicdanımızın üzerini kirletmektir. Unuttuğumuzda, vicdanımızın bir süre sonra körelmeye başlayacağı açıktır. Unutmak, zalimlerin zalimliklerine ortak olmaya başlamaktır. Vicdanlı olmak, emeğe sahip çıkmanın diğer adıdır. Zulme, adaletsizliklere karşı durmak, adaletli olmaktır. Sessiz kalıp, görmezden gelmek ise; halktan giderek uzaklaşmaktır. Bencilliğe, bananeciliğe doğru hızla yol almaktır. Ülken işgal edilmiş her yanı yağmalanırken, yanı başında mesai arkadaşların işten atılırken sessiz kalmak, içindeki o sesi dinlememektir. Ülkenin dereleri, nehirleri, yer altı-yer üstü zenginlikleri, sömürücülere peşkeş çekilirken vicdanının sesini dinlememek olmaz. Vicdanın sesini dinlemek, bu yağmaya, adaletsizliğe dur diyenlerin yanında olmaktır.
49-51 vicdanın sesi_sablon 12/5/11 12:35 PM Page 51
Arası yoktur bunun; ya içimizdeki sesi ya da egemenlerin o yağmayı, talanı yapanların sesini dinleyeceğiz. Bundan dolayıdır ki vicdanlı olmak, vicdanın sesi doğrultusunda zalimin zulmüne karşı mücadele etmektir. Sanatçılar, aydınlar halkın vicdanı olmalıdır. Halka hakikati anlatmalı, göstermeli, bunun sanatını yapmalıdır. Ne yardan ne serden vazgeçmeden, iki arada bir derede misali davrananlar halkın vicdanı olamazlar. Birkaç türkü-şarkı söyleyerek yapılan yardımlar vicdan tüccarlarının amaçlarına alet olmaktır. Halkın eşit, özgür, sömürüsüz bir dünya için mücadele etmeden yapılan her şey, göstermelik olmaktan öteye geçmeyecektir. Bu, halkı aldatmaktır. Böylesi vicdanlarının sesini dinleyenler küçük burjuva vicdana sahip olanlardır. Ki böyleleri soyut bir şiddet ya da ölüm karşıtlığıyla, sözde vicdanlı olduklarını söylerler. Egemenlerin şiddetine ses çıkarmayıp, bunca sömürü ve zulüm ortadayken, halkın haklı şiddetine karşı çıkmak hiç de vicdanlı bir tutum değildir. “Ezenlerle ezilenlerin şiddetini aynı kefede değerlendirmek” en hafif deyimiyle vicdanın adaletten yana olan sesini dinlememektir. Böyleleri emperyalist müdahalelere karşı çıkmayıp, işgalciden biraz daha insancıl olmasını beklerler. Halkın aydını, sanatçısı böyle davranmaz, davranamaz.
Uyuşturucunun, fuhuşun, kumarın, her türden yozlaşmanın yaşandığı bir yerde bana ne dememek, vicdanın sesini dinleyerek buna karşı mücadele etmektir. Evet, vicdanlı olmak, sadece acımak, üzülmek ya da gözyaşı dökmek değildir. Vicdanlı olmak dayanışmaktır. Bir daha halkların afetlerde ölmemesi, açların olmaması için mücadele etmektir. Vicdanlı olmak, birkaç mahkeme kararı karşısında üzülmek değil, gerçek anlamda adaletli bir ülkenin mücadelesini vermektir. TV’lerden gözümüzün içine baka baka yalan söyleyenlerin artık yalanlarına riyakarlıklarına kanmayıp bu gerçeklerini yüzlerine vurma cesaretini göstermektir. Vicdanlı olmak, onu her türlü kirden, pastan korumak için mücadele etmektir. Vicdansızlığın panzehiri de budur. (1)Arkadaş Türkçe Sözlük – Ali Püsküllüoğlu
Günümüzde halkın vicdanı olmak, tüm bedelleri göze alarak Yürüyüş’ü ev ev sokak sokak halka ulaştırmaktır. Sırtımızdan vursalar da; işkencelerde, hapishanelerde katletseler de bu çabadan vazgeçmemektir. Halkın vicdanı olmak, Ferhat Gerçek, Engin Çeber olmaktır. Halkın vicdanı olmak, ülkeyi emperyalistler için cennete, halk için cehenneme çevirmek isteyenlere karşı direnerek ölümsüzleşen 122’ler olmaktır. Özgür Tutsak kimliğiyle halkın sesi, soluğu olmaktır. Halkın çektiği acıları, yaşadığı zulmü onlardan başka böylesine derinden başka kim hissedebilir? Çünkü onlar halkın gerçek vicdanlarıdır. Bu ülkede vicdanlı olmak, kardeşinin cenazesini alabilmek için ölümü göze alabilmektir. Evlatları için coplanan, yerlerde sürüklenen analar, babalar, kardeşler bu ülkenin gerçek vicdanıdır. Vicdanlı aydın, sanatçı olmak halkın acılarını, öfkelerini notalara döküp, söylemektir. Bu konuda şiirler, romanlar yazıp, bunun mücadelesini vermektir. Baskılara, sömürüye sessiz kalmamak, yaşanabilecek bedelleri göze alabilmektir. Vicdanlı olmak, genç yürekleriyle emperyalizme karşı onurlu bir duruş sergileyen Dev-Genç’li olmaktır. Parasız eğitim isteyerek halkın vicdanı oldukları gibi sesi olabilmektir. Herkesin birbirinin sırtına basarak yükseldiği yerde onurun ve erdemin temsilcileri olan halkı ve vatanları için ölümü göze alanlardır halkın vicdanı…
ARALIK 2011 | TAVIR | 51
52-55 korogluyum ben_29-30 ellerimi tut 12/5/11 12:36 PM Page 52
araştırma
araştırma
köroğluyum ben hasan gökçe
Bolu Beyi’nin yılkısından, onun olan kıratı alıp tuttuk Çamlıbel yolunu. Köroğlu’yum ben… Celalidir soyum. Şeyh Celal’dir önderimiz. Bundan dolayı Celalidir ismimiz. 1500’lerde başlayıp 1600’lere kadar süren birçok ayaklanmadan biridir Celali Ayaklanması… Osmanlı’nın bize başıbozuk, kansız, arsız dediğine bakmayın… Yalandır hepsi… Ki bugün de Osmanlı’nın torunları aynıdır. Kendinden olmayanı yok sayar. Hakkını arayan, zulme karşı çıkan onlar için katli vacip zındıktır. Derdimiz Osmanlı’nın baskıları, vergisi, zulmüdür. Bu yüzden şeyhimiz şu çağrıyı yapmıştır: “Yoksul insanların, topraksız köylülerin, ağır vergiler altında ezilenlerin hayatını düzeltmek ve onlara mutluluk getirmek için ayaklanmalıyız”... Şeyhimizin bu sözüyle ayaklandık ve Celali Ayaklanmaları olarak geçtik tarihe… Köroğlu’yum ben… Ruşen Ali’dir gerçek adım. Bundan tam 500 yıl önce yaşadım… Koca Yusuf’tur babam. Bolu Beyi’nin seyisbaşı Koca Yusuf… Bolu Beyi’nin hak bilmezliği, emeğe ve emekçiye saygısızlığı, zalimliği, babamın gözlerini de almıştır. Kör kalmıştır bu alemde. Varı yoğu atlardır, atlardan gayrısına zaten amadır.
52 | TAVIR | ARALIK 2011
Köroğlu’yum ben… Bolu-Gerede civarıdır memleketim.. Osmanlının zulmüne Bolu’dan başkaldırdık. Paşalara, beylere kan kusturduk. Mertliktir özümüz, namertliğe meyletmedik… Halkımızı, dostlarımızı, yoldaşlarımızı reddetmedik.
52-55 korogluyum ben_29-30 ellerimi tut 12/5/11 12:36 PM Page 53
“Köroğlu çıkalım dağlar salına At sürelim mal yemezin malına Başım koydum arkadaşın yoluna Başı dert yoluna koyanlardanız” Köroğlu’yum ben… Dağlar, dostlar bilirsiniz… Arkasızlara kucak açar, yatak olur. Kendinden olanı korur. Dağlar her çağda adaletin, zulme başkaldırının, kurtuluşun adı olmuştur. Bu yüzden bizim de meskenimiz dağlardır. Dağlar her daim kucak açar yiğitlere… Gayrısı görülüp duyulmamıştır. Köroğlu’yum ben… Boşa değildir dağları mesken eyleyişimiz. Hesap sormaktır derdimiz. Öcümüz vardır alınacak, hesap vardır sorulacak. Babamın gözlerini alan Bolu Beyi, birçok halkı inim inim inleten Osmanoğulları, padişahın kadıları, beyleri hasmımdır. Nice gözler vardır, nice canlar, nice cananlar. Hepsinin öcü alınacaktır. Haramilerin saltanatı yıkılana kadar Köroğlu kıratıyla beylere, padişahlara karşı savaşacaktır. Köroğlu’yum ben… Çamlıbel’dir mekanım. Yoldaşlarımla bir olup zenginden alıp fakire verdim… Ki aldıklarım fakir-fukaranındır. Beylerin, paşaların halkı inim inim inleterek aldığı vergilerin karşılığıdır. Halkın olanı halka dağıtmaktır görevim. Halka eşit, özgür bir düzen kurmaktır. Beylere, paşalara meydan okumaktır. Çamlıbel yiğitlerin, mertlerin yatağıdır. Soysuzlara yer yoktur orada. Arsızlar, hırsızlar yakınından geçmeye bile cesaret edemezler. Adını bile anmazlar, kabustur onlar için Çamlıbel. Zulmün olduğu yerde dağlar bizsiz olmaz diyenlerin yegane mekanıdır. Yolu düşen mazlumlara hala kapıları açıktır.
Bolu Beyi’nden ve cümle beylerden hesap soran bendim. Hesap sormaya devam eden de ben. Köroğlu’yum ben... Hem halkıma aşığım, hem Nigar’a… Severim yürekten hesapsız, çıkarsız. Nigar, Bolu Beyi’nin kardeşi... Yoktur dünyada bir eşi. Bolu Beyi hasmımdır, hesap başkadır, sevda başka. Ve bilirsiniz ki sevdaya yasak koyana dünyada yer yoktur. Haktır Nigar ve hak olan alınır. Nigar’ın yeri Çamlıbel’dir… Sevdamız dillere destandır… Çünkü saf, temiz, berraktır. Benzemez çıkar, para üzerine kurulu sevdalara. Bizim sevdamız halka, hakikate sevdadır. Bu yüzden hala dillerden dillere anlatılır, yaşatılır, ölümsüzdür… Köroğlu’yum ben… Kıratımdan hiç ayrılmam ben. Kırat demek Köroğlu demektir. Sırtına binen gibi merttir, cesurdur. Zenginden alıp fakire verdiğim bu savaşta Kırat’ın da payı büyüktür. Kırat adalettir, kudrettir, merhamettir. Kıratlar, düldüller hakikattir. “Canım kırat, gözüm kırat Uçar çekilir gidersin Çift yanında çifte kanat Açar çekilir gidersin…” Köroğlu’yum ben… Haklının yanında haksızın karşısında bir sıra neferiyim… Haksızlıkların öcünü almak için dağa çıkanların yareniyim. Dünyanın neresinde olursa olsun bir mazlumun yüzüne atılan o tokadın acısını, öfkesini ta şuramda hissederim. Aman vermem haksızlıklara, göz yummam adaletsizliğe… Haklı olan bir gün kazanacaktır bilirim. Köroğlu’yum ben Ölmedim yaşıyorum hala… Dağları aşıyor, coşkun seller gibi ta-
Köroğlu’yum ben... Adalete susamış bir halkın avazıyım… Halkın adaletinin adıyım. Adaletin olmadığı, adaletin beyleri, paşaları temsil ettiği yerde, gerçek adaletin yalın kılıcı olarak ben varım. Gerçek adalet, halkın adaletidir bilirim. Ve bunca adaletsizliğin tek sorumlusu beyler, paşalar ve onların düzenleridir. Bunu herkese gösteririm. İşte bu yüzden kılıç kuşandım, işte bu yüzden mesken eyledim dağları, bu yüzden yine halkın olanı halka verdim. İşte bu yüzden katli vacip olanların gözünün yaşına bakmadan yılların öcüyle kellelerini vurdum. Baki olan tek adalet halkın adaletidir, gerisi yalandır. Köroğlu’yum ben... Bolu Beyi’nden hesap soran benim. Ben yoksul halkın bağrında büyüyen haysiyet ve hakikat kılıcıyım. Baş eğmem, aman dilemem, hakikat yolundan dönmem, hesabım tarihseldir. Beylerin, paşaların hepsi bir, padişahların hepsi muktedir(!) Ama hiçbiri baki değil. Yıkılacak düzenleri, alınacak başları, sorulacak hesapları hiç bitmez… Kırat’ım, yoldaşlarım ve kılıcımla karşılarındayım. Sorarım hesabımızı…
ARALIK 2011 | TAVIR | 53
52-55 korogluyum ben_29-30 ellerimi tut 12/5/11 12:36 PM Page 54
şıyor; halkımın adaletinde, vicdanında, hesabında savaşıyorum… Ölmedim yaşıyorum hala… Halk kurtuluş savaşçılarının öfkesinde, bilincinde, yüreğindeyim. Düşmana sıkılan her kurşunda, atılan taşta, dökülen her damla kanda ben de varım. *** Evet ben Köroğlu’yum… Ama sanmayın ki durduk yere Köroğlu oldum. Ruşen Ali iken sıradan, alelade bir insandım. Haksızlığa, adaletsizliğe boyun eğmeyende oldum Köroğlu. Haksızlığı sineye çekmemem, zulme karşı isyan etmem, haramiden alıp yoksula vermem beni Köroğlu yaptı. Halkların bilincine, beynine böyle kazındım. Böyle girdim zulme karşı isyan edenlerin hayatına; böyle girdim onurla, namusla baş eğmeyenlerin adalet dağıtanların yaşamlarına. Bolu’nun bir köyünde yaşayan yoksul bir köylüydüm. Dedem, Bolu’nun en büyük seyislerindendi. O öldü, babam devam etti seyisliğe ve bir gün Bolu Beyi’nin çağrısıyla Bolu Beyi’nin yılkısında seyis başı oluverdi. Orada tanıdım Nigar’ı o gün yazıldı yazgımız. Bolu Beyi bir gün bugüne kadar ona en iyi şekilde hizmet etmiş , yetiştirdiği atlarla ününe ün katmış babamın gözlerine mil çektirdi. Haksızlığın ilkini orada görüp yaşadık. Köroğlu’nun hikayesi de işte o zaman başladı. Kesin olan şuydu ki, beyden dost olmazdı. Bey’in adaleti adalet, vicdanı vicdan değildi. Bey ile kul bir olmazdı. İşte ben de bunu o gün anladım, adaletin ateşi o gün düştü yüreğime. O gün bu gündür de sönmedi. 500 yıldır yanıyor hala. Kıratımızdan, toprağımıza, halkımıza olan sevgimizden, haksızlıklara karşı baş eğmeyen boynumuzdan gayrı hiçbir şeyimiz yoktu. Bize sırtımızı dayayacak dağ gerekliydi. Çamlıbel yar diye koynunu açtı bizlere. Babamla beraber tuttuk Çamlıbel’in yolunu. Orada verdi Koca Yusuf son nefesini... “Senin adın bundan böyle Köroğlu’dur, Bolu Beyi’nden öcümüzü al” diyerek göçtü gitti. *** Köroğlu’nu, Köroğlu yapan babasının haksız yere gözüne mil çekilmesiyle uğradıkları haksızlıktır. Bolu Beyi’nin Koca Yusuf’un gözüne mil çektirmesi haksızlıktır. Ve bunu yaşayan ne ilktir Koca Yusuf ne de son. Beylerin kullarına reva gördüğü budur. Onların kitabında halk hak yoktur. Ve onların sunduğu hayat haksızlıklarla doludur. Haksızlıklara karşı hayat daima iki seçenek sunar önümüze; birincisi boyun eğmek, ikincisi sineye çekmemek... Köroğlu’nun tercihi nettir. Haksızlığı sineye çekmemiştir. Halk açlıktan kırılmakta, elinde, avucunda kalana da vergi adına el konulmaktadır. Dayanılır gibi değildir ki adalete susamış halk da dayanmamıştır. Ve Anadolu’nun dört bir yanında ayaklanmıştır. Köroğlu da onlardan biridir. Katlanılmaz olmuş bir zulüm ve babasının öcü…! Yani adalet arayışı özlemidir. Adaletli bir düzeni istemiştir. Adaletsizliği bu yüzden
54 | TAVIR | ARALIK 2011
sineye çekmemiştir Köroğlu. Haksızlığı sineye çekmemek, zulme karşı isyan etmektir. İsyan edilmiyorsa boyun eğiliyor demektir. Çünkü isyan, homurdanmak değil kılıç kuşanmaktır. Köroğlu bunu anlatır. Demek ki haksızlığı sineye çekmemek, haksızlıklara karşı savaşmaktır. Ki artık mesele Ruşen Ali’nin meselesi olmaktan çıkmıştır. Çünkü zalim herkese zulmetmektedir. Ve zulme karşı çıkmak, ister istemez halkın adalet arayışına dönüşür. Bunun bilincine varmak Ruşen Ali’yi de Köroğlu’na çevirir. Köroğlu haksızlıklara karşı halkın adaletinin kılıcıdır. *** Harami saltanatına karşıdır, ona karşı savaşır Köroğlu. Haramiden alıp yoksula verir. Arkası yoktur onun. Mazlumun ise arkasıdır. Beyler, paşalardır halka kan kusturan, açlığı, yoksulluğu reva gören. Onlar konaklarda, saraylarda sefa sürerken, halk cefa çeker. Az biraz ses çıkaracak olsa, bu sefer devreye zulüm girer ve açlık, yoksulluk, zulümle birlikte mütemadiyen sürdürülür. Ancak ve fakat halkın sabrının da bir sınırı vardır
52-55 korogluyum ben_29-30 ellerimi tut 12/5/11 12:36 PM Page 55
ve o sınır aşıldı mı yatağını bulan su gibi halk da kendi mecrasına akıp yolunu bulur. Ama her zaman Köroğlu’lar çıkar bu acımasız kavga içinde… Onlar ki halka öncülük eder, yol gösterir ve savaştırır. Köroğlu haksızlığa, adaletsizliğe karşı kılıcını çekip halkın adaleti olurken amacı haramilerin saltanatını yıkmaktır. Yolları kesip zenginin malına el koyarken, amacı zenginin yoksuldan çaldığını geri alıp fakire fukaraya geri vermektir. Köroğlu’nun hakikatten, adaletten anladığı budur. Hakikat halktır, hakikat o halkı açlığa, yoksulluğa, mahkum edenlerin, zulmedenlerin karşısına dikilip halkın adaletini uygulamak, hesap sormaktır. Sineye çekilmeyen haksızlıkların, sineye çekilmeyen adaletsizliklerin tezahürü halkın adaleti olup hesap sormaktır. Köroğlu halkın adaletinin adıdır. Tarih bize haksızlığa ve adaletsizliğe karşı ne yapmamız gerektiğini öğretir. Öğretmenimiz Köroğlu’dur bu derste. Babasının uğradığı haksızlığın öcünü almak için başlayan adalet arayışı, bir halkın çektiği acıların, zulmün hesabına dönüşmüştür. Tarih mertliği, yiğitliği, adaletli olmayı, onuru, namusu… Köroğlu ile birlikte bir kez daha kaydetmiştir direniş sayfalarına. *** İnsana olan sevgi, yoldaşlarına bağlılık, vatana duyulan sevgi Köroğlu’nun olmazsa olmazlarıdır. Halk için çıkmıştır dağlara, halk için dikilmiştir zulmün karşısına. Halkın olanı halka geri vermek için sarılmıştır halkın kılıcına. Yoksulluk, açlık, zulüm bu halka reva değildir. Reva görenler ise düşmanlarımızdır. Bu yolda yalnız değildir Köroğlu. Aynı duygularla, aynı inançla ve kararlılıkla bir araya geldiği yoldaşları vardır. Yoldaşlık gardaşlıktan ötedir. Onlar da halkına, vatanına bağlı oldukları gibi ölümüne bağlamışlardır, birbirlerine. Vatan namustur onlar için, vatanın gerçek sahipleri de onurlu, namuslu halktır. Sevdası bir alıcı kuştur yüreğinde. Halkına ve vatanına duyduğu sevgi kadar, güçlüdür sevdası. Temiz, namuslu, dürüsttür. Nigar’la, Köroğlu’nun sevdası da işte bu yüzden dillere destandır. “Yar yanağından gayrı her yerde, her şeyde, hep beraber”dir onlar. *** Köroğlu bir halk kahramanıdır. 500 yıl önce yaşamış ve hala halkın bağrında yaşamaya, yaşatılmaya devam eden bir yiğittir. Çünkü haksızlığı, adaletsizliği sineye çekmemiş, haksızlığın ve adaletsizliğin uygulayıcısı beylerin, paşaların karşısına dikilmiş, halkın beklediği, özlediği adaleti uygulamıştır. Ne yaptıysa içinden çıktığı halk için yapmış, hakça eşitçe bir düzen kurmak için mücadele etmiştir. Kavgası, mertliği, sevdası ve bağlılığıyla tarihe yazılmıştır. Tarih her şeyi yazar… Ancak tarihte her şey 500 yıl yaşamaz, Köroğlu yaşamıştır. Köroğlu tarihe nakış nakış işlenmiştir. Unutulmaz, unutturulamaz…
Koçaklama
Mert dayanır namert kaçar Meydan gümbür gümbürdenir Şahlar şahı divan açar Divan gümbür gümbürdenir
Yiğit kendini öğende Oklar menzilin döğende Sespe kalkana değende Kalkan gümbür gümbürdenir
Ok atılır kalasından Hak saklasın belasından Köroğlu'nun narasindan Her yan gümbür gümbürdenir
İşte bu yüzden“biz”ler birer Köroğlu’yuz… Köroğlular bu yüzden bitmez...
ARALIK 2011 | TAVIR | 55
56-57 onurlu aydınlarımız_29-30 ellerimi tut 12/5/11 12:38 PM Page 56
deneme deneme
onurlu aydınlarımız üzerine civan ekberad
Onlar işçisiydiler sözün… perdenin… notaların… renklerin… İşçisiydiler acının, dövüşmenin ve sevmenin. Ve ümit etmenin ustasıydılar. Omuzda şakırdayan ilk kırbaçtan, suratta patlayan o ilk haksız tokattan beri varlar. Ve sıkılan ilk dişten, ilk yumruktan beri… O günden beri yazıyorlar hayatı ve çetelesini tutuyorlar çekilenlerin ve sorulacakların. Kah dizeyle, kah sazlarıyla, meydan okuyan kahkahalarıyla, çekiçleriyle taşları yonta yonta, bir tuvale dağları, gölleri ve mutluluğu bile sığdıra sığdıra, bir gitarla cuntaların yüzüne tüküre tüküre, güldüre ağlata yazdılar hayatı ve geçip gittiler. Gelip geçtiler bu yaşlı dünyanın üzerinden; kalbimize onurlu hayatlarının ayak izlerini, çağlarının yangınlarını bırakarak. Onlar, aydınlarımız... Pir Sultanlar, Nazımlar, Sabahattin Aliler, Aziz Nesinler, Rıfat Ilgazlar, Ahmed Arifler, Orhan Kemaller, Turgut Uyarlar, Cemal Süreyalar, Ruhi Sular, Yılmaz Güneyler… Bu toprakların aydınlarıydılar; kemençenin, incirin, halayların, ağıtların, Gediz’in, Fırat’ın, turnaların, nazlı başakların; binlerce yıldır yağmalanan bu toprakların... Ama Nazım’ın dediği gibi, en sevdikleri memleket, yeryüzüydü. Acı her yerde acıydı; zulüm her yerde zulüm... Hapishanelere, darağaçlarına sığmayan yürekleri, bütün yeryüzünü vatan biliyordu kendine. Demişti ya Victor Hugo, “Sanatçı hayatın vicdanıdır” diye. Kolay değildi halkının aydını olmak; vicdanlı olmak. Gerçeği söylemek, haklıdan yana olmak, zulüm dağlarını karşına almak demekti.
56 | TAVIR | ARALIK 2011
56-57 onurlu aydınlarımız_29-30 ellerimi tut 12/5/11 12:38 PM Page 57
Kalemin bir onuru vardı; kolay değildi o onuru son nefese dek tertemiz taşımak. Yollarını darağaçlarıyla, hapisliklerle, sürgünler ve kurşunlarla döşemişti paranın nemrutları. Kaç kez gözlerinden bağlamışlardı kalemleri; kaç kez diri diri yakmışlardı kitapları; elektrik vermişlerdi her bir dizeye; ipte kaç kez sallanmıştı bağlama… Ama işte, asıldığı ağaçtan yeşerip dal uzatıyordu aydınlık. Zincir seslerinden, yaralarından şarkı yapıyordu esirler… Kurşunların delik deşik ettiği duvarlardan, kandan karanfiller açıyordu… Ezilenlerin sanatı, kuytularda, tarlalarda, kavgalarda, zaferlerde ve yenilgilerde, kan içinde ateşle yazılıyordu. Ezilenler kendi sanatının piyadelerini çıkarıyordu bağrından. O piyadeler hayatın savaş meydanında, kalplerini mühür gibi basacaklardı tarihin sayfalarına. Korkuyordu egemenler ve boşuna değildi bu korku. Sanat direnmek işiydi. Bir dize tutuşturabilirdi sokakları. “Güneşi içip, kayalardan kayalara kopabilirdi kartallar”. Öyle güçlüydü ki halkın sanatı, daracık ölüm hücrelerini, hayatın atölyesine çevirebilirdi. O hücrelerde bir tabure ayağı kaval olabilirdi, ilaçlar yasak renkleri içeri taşıyabilirdi. Efkar, mizaha dönüşebilirdi karikatürlerle. Nazım şiir okurdu, Orhan Kemal öyküsünü yazardı, Yılmaz Güney senaryolarını tamamlardı. Ahmed Arif’in karanfil kokan cigarası, dumanıyla baharı çizerdi, sıvası dökük mapus duvarlarına…
da sessiz sedasız dikilen bu kalemşörlere. Kabuğundan başını çıkarmayanların, kabuklarından başka anlatacakları bir şey de olamazdı, değil mi Rıfat Usta? Yaşamı kabuğu olanlar, o kabuğa esir olup kalacaklardı. Ne sigortası, ne güvencesi, ne de emekliliği vardı bu işin! Aşk işiydi sanat, emek işiydi. Sanatçı aklını ve yüreğini bir kazanda kaynatır, hayatı bambaşka bir tatta damıtırdı. Elimizden tutup bizi uzak köylere, dağ başlarına, sırça köşklerin akıbetine, arka sokaklara götürürdü. Her gün gördüğümüzü öyle bir gösterirdi ki bize, şaşakalır, tanıyamazdık. Kelimeler ılık bir yağmura da dönüşebiliyordu, sert bir yumruğa da… Kendimize gülüyorduk bazen; bazen başımıza gelenlere, çektiklerimize, saflığımıza şaşıp kalıyorduk… En zor anlarımızda notalara tutunuyorduk… Gülmek, bir halk gülüyorsa gülmekti, aydınlarımızdan öğrenmiştik, biliyorduk. Hangi yüzyılda olursa olsun, bu halkın aydınlarının eli, hep omzumuzdaydı. Bizi hiç yarı yolda bırakmadılar. Borçluyuz onlara. Kitaplarına, sazlarına, çizgilerine borçluyuz. Acılarına, sürgünlerine, emeklerine, yaşamlarına borçluyuz. Tek başına kalsalar dahi, içlerine çektikleri her soluğu, üretime çevirenlere borçluyuz.
Mapus, sürgün, işkence; zalimin zulmü, dinamit kuyusuna çeviriyordu kalpleri, bütün bir ülkenin kalbini. Korkusu boşuna değildi egemenlerin. Ve sanat cambazları vardı bir de… Gerçekleri görmezden gelmek, kafasını sakladığı kumu anlatıp durmak, padişahlara-paşalara güzellemeler yapmak da bir seçenekti. Bu cambazların kalemleri yoksul mahallelere uğramazdı, şarkıları ilaçsız çocukların alnını okşamazdı, fırçaları kalmazdı göçük altında; bir mindere yaylanırdı defleri, udları, şarapları; felekten en pervasız gecesini çalardı. Ne gereği vardı şimşekleri, fermanları, namluları üstüne çekmenin. İşin kolayı vardı: Lale bahçelerinde gezinmek, ilham perisine kur yapmak, yosun tutmuş duyguları miyavlayıp durmak!.. Kolay parlayan yıldızların, ayağı da kolay kaydırılıyordu şatafatın gökyüzünden. İşin kolayını, gerçeğin aydınlığı yerine yalanın ve bencilliğin karanlığını seçenleri hatırlayan yok! Rıfat Ilgaz, “korkuluk ol” diyecekti kan tarlaların-
ARALIK 2011 | TAVIR | 57
58-61 bizim edebiyatimiz_29-30 ellerimi tut 12/5/11 1:04 PM Page 58
inceleme inceleme
bizim edebiyatımız ümit ilter
“Yazarlar, İnsan ruhunun mimarlarıdır.” Joseph Stalin
lan Jean-Christopher Grange. Kitabın adı, piyasasına uygun: “Ölü Ruhlar Ormanı” İlandan öğreniyoruz ki, bu roman 50 bin basılmış ve “yüz binler onu okuyor” diye de vurgu yapılmış. İlanın alt tarafında ise içeriğine dair ipucu verilmiş: “Katili ormanda arıyordu. Oysa orman katilin içindeydi” Aman ne güzel! Jean-Christopher Grange, geçen yılın TÜYAP Kitap Fuarı’na konuk olarak katılmış ve kendisiyle yapılan bir söyleşide “Yazacak iki konu var: Aşk ve korku. Ben ikinciyi seçtim.” demişti. Bu sözleri, burjuva edebiyatın çürümüşlüğüne dair bir itiraf da sayabiliriz. Ki gerici burjuvazinin çürümüş edebiyatının başat iki konusudur bunlar. Evet, burjuvazi gericidir ve tam da bu nedenle, edebiyatı da bu gericiliğe hizmet edecek tarzda çürümüştür. Burjuvazinin kiraladığı, ödüllerle onore edip yaptığı reklamlarla herkese okutmaya çalıştığı yazarlar, bu “iş”i en yaratıcı, en çarpıcı, en “edebi” biçimlerde yaptıkça ihya edilirler.
nikolay ostrovski
I. Neredeyse, tam sayfa bir ilandı. Sucuk, banka, araba, tesettür ya da dekolte giysi reklamı değil, bir kitap reklamıydı bu. Doğan Holding’in piyasaya sürdüğü bir romanın reklamıydı söz konusu olan. Yazarı, “gerilimin efendisi” olarak sunu-
58 | TAVIR | ARALIK 2011
Ve böylece,“Masumiyet Müzesi”nden“Ölü Ruhlar Ormanı”na uzanan yelpazede ticareti yapılacak eşyalar çıkar ortaya. Amaç, hem para kazanmak hem de halkın okur yazar kesimlerinin edebi ilgisinden yararlanıp kendi çürümelerini “sanatın dili”yle empoze etmektir. Konular malum: “Aşk” adı altında bunalım ve sapkınlıklar, korku, pornografi, gizemcilik; “polisiye” adı altında şarlatanlık; “tarihsel roman” adı altında ya padişah haremleri ya da tarih çarpıtıcılığı… Bunlar vardır ama gerici burjuvazinin çürümüş edebiyatında halka ve kavgasına dair bir şey bulamazsınız. Peki ama neden?
58-61 bizim edebiyatimiz_29-30 ellerimi tut 12/5/11 1:04 PM Page 59
Bu soruya verilecek doğru cevap, Jdanov’un 18 Ağustos 1934 yılında Sovyet Yazarları Birinci Kongresi’nde yaptığı konuşmada vardır: “… kapitalist ülkelerdeki işçi geleceğe güvenle bakamazken ve bir gün sonra iş bulup bulamayacağını bilmezken, köylü elindeki toprak parçası üzerinde ertesi gün de çalışabilecek mi yoksa kapitalist bunalım sonucu onu terk etmek zorunda mı kalacak bilmezken, kafa emekçisi bugün işsizken ve yarın da iş bulup bulamayacağını bilmezken burjuva yazarı yazacak ne bulabilir, neyi düşleyebilir, düşünceleri hangi coşkuda akıp gidebilir ve o coşkuyu nerede bulabilir?” (A. A. Jdanov-Edebiyat, Müzik ve Felsefe Üzerine-syf:16) Burjuva yazar, halkın sorunlarını ve kavgasını yazamaz. Böyle olduğu içindir ki “Aşk ve korku”dan başka yazacak bir şey bulamaz. Onları da değişiklik olsun diye en sapkın, en iğrenç halleriyle yazmak zorundadır. Çünkü, bunlar bayatlamış konulardır. Tadını değiştirmek için “Masumiyet Müzesi”nde Orhan Pamuk’un yaptığı gibi, “başarılı” sihirbazlıklar gerekir… II… Burjuvaziye hizmet eden yazar, halka sırtını dönmüş demektir. Halka sırtını dönmek, hayata gözlerini kapamakla aynı şeydir. Hayata gözlerini kapayan yazarların görüp görebilecekleri ise yatak odaları, vampirler ve bireyin bunalımlarından başka bir şey olmaz. Peki ama neden böyledir? Jdanov aynı konuşmasında diyor ki: “… Burjuva edebiyatı bugün artık büyük eserler yaratacak durumda değildir. Kapitalist rejimin çöküşünün ve yozlaşmasının ifadesi olarak burjuva edebiyatının çöküşü ve yozlaşması, burjuva edebiyatının ve burjuva kültürünün bugünkü durumunun belirleyici özelliğidir. Burjuva toplumunun feodaliteye karşı zaferini yansıtan burjuva edebiyatının, kapitalizminin ilerlediği dönemde yarattığı büyük eserleri verme zamanı bir daha geri gelmemecesine geçmiştir. Bu edebiyatın işlediği konular yazarlar ve kahramanları bugün genel bir yozlaşma içindedir.”(Age.) Bir diğer ifadeyle söylersek, burjuvaji gerici bir sınıf olduğu için, edebiyatının- sanatının hakim özelliği de çürümedir. Çürüme edebiyatının bol para kazandıran bir dalı da vampir romanlarıdır. Örneğin, Stephenie Meyer isimli yazarın “Alacakaranlık” isimli serisi bunun örneği sayılır. Serinin ilk kitabı, 2005 yılında basılmıştı. Hemen ardından Yeni Ay, Tutulma ve Şafak Vakti isimli kitaplar basıldı. Bunlar 37 dile çevrildi, reklamları yapıldı ve hatta filmleri çekildi. Vampir edebiyatının kitlelere yayılmasında Anne Rice’nin yazdığı ve 1976’da yayınlanan “Vampirle Görüşme” romanı dönüm noktası sayılır. Böylece, daha önceleri korkunç tipler olarak tasvir edilen vampirler, artık yakışıklı ve karizmatik kahramanlar olarak yazılır oldu. Nedensiz değildi elbette. Vampir edebiyatının hedef kitlesi, böylece, genç kızları da içine alacak tarzda genişletilmiş oldu. Bu arada, şunu da ekle-
meden geçmeyelim; Anne Rice, bu kitabından önce kadınlar için porno yazan biriydi. Sırasıdır, Jdanov’un konuşmasını dinlemeyi sürdürelim: “… Gizemciliğin ve softalığın alıp yürümesi, pornografi merakı, burjuva kültürünün çöküşünün ve yozlaşmasının belirleyici özellikleridir. Kalemini sermayeye satmış olan burjuva edebiyatının ‘ünlü kişileri’, artık, hırsızlar, ajanlar oruspular ve serserilerdir. “… Bütün bunlar, burjuva toplumunun soysuzlaşmasını örtbas etme çabasında olan, ‘Danimarka Krallığı’nda hiçbir şeyin değişmediğini, her şeyin iyiye gittiğini ve kapitalist toplumda hiçbir şeyin çürüme yolunda olmadığını boş yere kanıtlamaya uğraşan burjuva edebiyatının özellikleridir. Bu durumu en şiddetli biçimde hisseden burjuva edebiyatının temsilcileri karamsarlığa, yarından kuşku duymaya ve karanlık korkusuna kapılmaktadırlar. Onlar karamsarlığı, sanatın teori ve pratiği olarak yüceltmektedirler…” (Age) Evet, kalemini burjuvaziye satan yazarlar karamsarlığı, bunalım ve sapkınlığı, bireyin çaresizliğini yücelterek kitlelere taşınmasına hizmet ediyorlar. Bu bir salgın ve bu salgını yaygınlaştıran da burjuvazidir. Ki sınıf olarak gericileşmesi, her anlamdaki çürümesini de kaçınılmaz kılıyor… III… Bizim edebiyatımız, yani sosyalist edebiyat, gerici burjuvazinin çürümüş edebiyatının tam tersini yaparak, halkın ufkunu sanatsal açıdan açmıştır. Çünkü, sosyalist edebiyatın yüzü halkın hayatı ve kavgasına dönüktür. Çünkü, sosyalist edebiyat halkın kendi kendisiyle sohbet etmesidir. Halk, kendi kendisiyle nasıl konuşur? Elbette, sanatıyla… Sosyalist edebiyatın içinde yer alan romanlara baktığımızda, sıradan emekçi insanların zorluklar ve zorbalıklar karşısında gösterdikleri destansı tavırları görürüz. Sosyalist edebiyat, bu temel özelliğiyle, aslında halk edebiyatının çağdaş halidir. Halk edebiyatı, nasıl ki halkın kendi kendisiyle konuşması ise ve bu konuşma içinde Köroğlu’ndan Mem u Zin’e örnek hayatlar, kavgalar, sevdalar… aktarılıyorsa, sosyalist edebiyatın yaptığı da bu olmuştur. Halk ozanları Köroğlu’nu anlatmıştır, Yaşar Kemal “İnce Memed”i yazmıştır; devrimci edebiyat ise, örneğin, ölüm orucu şehidi Şenay Hanoğlu ve Gülsüman Dönmez’i “Yaşatmak İçin Öldüler”de anlatmıştır. Ki bunların hepsi, halkın kendi kendisine, yarattığı değer ve direnişleri aktarmasıdır. “… Çernişevski, sanatın görevinin, hayat hakkında bilgi vermenin yanı sıra, insanlara toplumsal olayları doğru bir şekilde değerlendirmeyi öğretmek olduğunu söylüyordu…” (JdanovAge-syf: 35) Gerici burjuvazinin çürümüş sanatı ise toplumsal olayların yanlış bir şekilde algılanmasına hizmet eder. Bir diğer ifadeyle, burjuvazinin edebiyatı, halka, çürümeyi “sanatın dili”yle em-
ARALIK 2011 | TAVIR | 59
58-61 bizim edebiyatimiz_29-30 ellerimi tut 12/5/11 1:04 PM Page 60
hikayemizdir. Ve neler yapabileceğimizin, hangi koşullarda nasıl davranacağımızın destansı bir anlatımı vardır bu romanda. Burjuvazinin istemediği de zaten bunları örnek alıp böyle davranmamızdır. Burjuvazinin istediği ise,”Masumiyet Müzesi”nin saplantılı kahramanı gibi davranmamızdır. Orhan Pamuk, işte bunun için “büyük” romancıdır. Çünkü, burjuvazi açıktan söylese bile kabul etmeyeceğimiz bir rol modelini, kafamıza “sanatın dili”yle söylemektedir. Hiç kuşku yok ki, ikincisi daha etkilidir. Orhan Pamuk’ların ihya edilmesinin nedeni de budur. Mitka Grebçeva’nın kaleminden çıkan “Seni Halk Adına Ölüme Mahkum Ediyorum” romanı, sıradan bir köylü kızının nasıl bir Yeni İnsan’a dönüştüğünün gerçek hikayesidir. Elbette, burjuvazi, bu romanın okunmasını istemez. Nedeni açık; çünkü, burjuvazinin kabusudur romana adını veren bu cümleyi duymak. Bu cümleyi, ancak ve ancak, halk savaşçıları halk düşmanlarının yüzüne söyleyip dokunurlar tetiğe. Gerçekten de, sıradan bir emekçi kızın devrimci olup kendilerini ezenlerin karşısına dikilip bu cümleyi kurmasıdır anlatılmaya değer olan.
m. gorki poze etmenin aracıdır. Nasıl ki, sosyalist edebiyat halkın kendi kendisiyle konuşmasıdır; burjuva edebiyat da burjuvazinin halkla konuşmasıdır. Burjuvazinin halka ne dediği, diyeceği ise malumdur… IV… Bizim edebiyatımız güçlüdür. Gücünü içerik ve estetik değerinden, işlevinden alır. Gerici burjuvazinin çürümüş edebiyatı yatak odalarında, hortlaklar dünyasında dolaşırken, bizim edebiyatımız, hayat denilen kavganın içinde sürdürülen yaşamları estetik bir biçimde yeniden üreterek paylaşır. Nasıl ki bir dengbej, çevresine oturan halka anlatıyorsa anlatmaya değer konularını; sosyalist edebiyatçılar da çağdaş dengbejler olmuşlardır. Maksim Gorki’den Jack London’a böyledir bu. Ki halkların kendi kendileriyle sohbet edişi deyişimiz de bundandır. Gerici burjuvazinin çürümüş edebiyatının en “sosyal” temalı olanları bile; bize, bizim bunalımlı, zavallı tipler olduğumuzu anlatır. Biz halktan insanlarız ve bu romanlarda, hayatımızın kaderin ördüğü ağlara takılmış sinekler gibi çırpınmakla geçtiğini okuruz. Sosyalist edebiyat ise, halktan insanların hayat denilen kavganın içinde nasıl Yeni İnsan olduklarını gözler önüne serer. Ve bunu abartısız, yalansız ve estetik bir biçimde yapar. Mesela, Arkadiy Vasiliev, “Saat Onüçte Sayın Generalim” isimli romanına yazdığı önsözde söyle der: “Bu roman gerçek tarihsel olaylara ve gerçek insan kaderlerine dayanmaktadır. Baş kahramanın adından başka, romandaki kahramanların hiçbirinin gerçek adı değiştirilmemiştir.” Bu romanı okudunuz mu? Okumadınızsa, mutlaka okuyun. Anlatılan, evet, bizim
60 | TAVIR | ARALIK 2011
Manuel Tiago kod adıyla yazılan “Yarın Bizimdir Yoldaşlar” romanını okudunuz mu? Evet, mutlaka okunması gereken romanlardandır bu da. Anlatılan yine bizim hikayemizdir ki adından da anlaşılır bu. Ama adından içeriğine halktan insanlara güç, güven ve coşku veren romanlar, burjuvazi tarafından yok sayılırlar. Çünkü, burjuvazi, halktan insanların “Yarın Bizimdir Yoldaşlar” kararlılığı ile yarınlar için mücadele etmesini istemez. Bu yüzden, burjuvazi, “böyle gelmiş böyle gider” içerikli edebiyatı özendirip yaygınlaştırır. İşte bizim hikayemizi anlatan bir kitap daha: “Ve Çelik Böyle Sertleşti”. Nikolay Ostrosvski’nin kendi hayat hikayesini anlattığı ne güzel romandır bu, okuyan bilir bunu. Ve fakat, isminden içeriğine bu romanımız da burjuvaziyi korkutur. Çünkü burjuvazi, halktan insanların çelik gibi sert bir iradeye sahip olmasını istemez. Ki sözkonusu olan devrimci iradedir. Ve bakın, Ostrovski ne diyor: “Çeliğe, büyük ısı ve ani soğutmayla tav verilir. Bu onu sağlam kılar, bu yüzden hiçbir şey onu kıramaz. Ve bizim kuşağımıza da öyle tav verildi mücadelede ve çetin sınavlarda. Hayatın saldırılarına karşı dayanmayı böyle öğrendik.“ (Selam Yaşam Ateşi-N. Ostrovski-syf: 82) Burjuvazi, saldırdığı halktan insanların dayanıklı olmasını istemez. Onun görmek istediği insan tipi, “Masumiyet Müzesi”nin sapkın karakteridir. Ostrovski ise, bakın, bizim karakterimizi nasıl özetliyor: “Dostluk, dürüstlük, kolektivizm, insancıllık- bunlar bizim yoldaşlarımızdır. Cesaret ve kahramanlığın eğitimi; devrime fedakarca bağlılık ve düşmana karşı nefret duymakbunlar bizim yasaklarımızdır.” (Age-syf: 62) Burjuvazinin yok etmek istediği kişilik özellikleridir bunlar. Burjuva düzeni için bireyci, bencil, korkak, haz düşkünü, yalancı, sadakatsiz, aciz tipler makbuldür. Fyodor Gladkov’un “Çimen-
58-61 bizim edebiyatimiz_29-30 ellerimi tut 12/5/11 1:04 PM Page 61
to” isimli romanını okudunuz mu? Romanın kahramanı Glep isimli bir emekçidir. Sovyet Devrimi’nin ardından yaşanan iç savaşta Kızılordu saflarında çarpışmıştır. Sonra da evine, işine döner. Roman bu dönüşle başlar ve Glep’in kendisinde Yeni İnsan’ı yaratma sancılarıyla hayatın içide ilerleyişine tanık oluruz. Romanın Önsöz’ünde şöyle denir: “Kendini devrime adamış, çalışan bir insanın bir emekçinin en değerli niteliklerinden biri de ruh gücüdür. Glep’in karşılaştığı güçlükler ve aşmak zorunda kaldığı engeller, onun yeni bir dünya yaratan militanlardan biri olma yolunda ilerleyişinde, temel itici güçlerdi…” Burjuvazi için “kendini devrime adamış” emekçiler, yok edilmesi gereken insanlardır. Ki bu insanların ruh gücünü, moral değerlerini tasfiye etmek için ellerinden geleni yaparlar. Bu çerçevede yapılanların başında “Çimento” gibi romanların yakılması da vardır. Elbette, artık Nazi döneminde ya da 12 Eylül’de olduğu gibi aleni yakmıyorlar kitapları. Daha çok yok sayarak, basılıp dağıtılmasını engelleyerek yapıyorlar yapacaklarını. Ki ilerici yayınevlerinin mali kuşatma altına alınması da böyledir.
V… Dünya halklarının devrimci edebiyatını okumalı ve okutmalıyız. Mahallelerimizde daha fazla kütüphane açarak bu eserleri halkımızla paylaşmalıyız. Okul ve işyeri arkadaşlarımızla tanıştırmalıyız Lenin’in fedaisi Kamo’yu. Bu eserler, halk için ve halkların aydın kalemleri tarafından yazılmıştır. Her birisi halkın aydınlanmasına hizmet eder. Ki devrimci edebiyat, aynı zamanda, büyük bir mücadele birikimi taşır. Maksim Gorki’nin “Ana”sı Sovyet Devrimi’nin bir kesitini gözümüzde canlandırır. Çin Devrimi’nin nerelerden geçtiğini “Kızıl Kayalar” dan, Vietnam’daki direnişin tutsaklık koşullarındaki halini “Direnme Savaşı”ndan, Küba Devrimi’nin şehirlerdeki halini “Kurdu Öldürmek İçin”den, Nikaragua Devrimi’nin özgünlüğüne dair kimi bilgileri de “Dağdan Kopan Ateş” romanından alırız. Ve daha nicesi, hep bizim hayatımızı, sevdamızı, kavgamızı… anlatır. Orada kendimizi buluruz, dünya halklarının kavgasını soluruz. İçimiz açılır, ufkumuz genişler, ruhumuz deneyim kazanır. O halde, iyi okumalar…
“Teslim Omayanlar Ölmez” romanı da, bizim maceramızı anlatır. Nikolai Chukovsky’nin bu eseri Naziler tarafından kuşatılan Leningrad direnişini anlatır. Ki yazarın kendisi de bu direnişin içinde yer almıştır. Vatan sevgisiyle ölümüne direnen insanlar, çarpıcı biçimde anlatılmaktadır roman boyunca. Emperyalist döneminin tabiatı gereği vatan haini olan burjuvazi için, vatan uğruna can veren yurtseverler “korkunç” insanlardır. Ne de olsa “hiçbir şey uğruna ölmeye değmez, hayat kutsaldır ve idealler uğruna ölümü göze almak ‘barbarlık’tır” öyle değil mi? Değil! Burjuvazi böyle ister ama halkların gerçeği başkadır. Halklar olanca vatanseverlikleriyle emperyalistlere karşı ölümüne dövüşürler. Ve bu kavga da teslim olmayanların ölmeyeceğini de kanlarıyla yazarlar tarihe. Burjuvazinin insanlığın bilincinden silmek istediği de budur. Ki kullandığı silgilerden birisi de, “Masumiyet Müzesi”, “Alacakaranlık” serisi ve “Harry Potter” gibi kitaplardır. Bu romanların “edebi” ve ticari değeri, söz konusu silgi işlevlerinin başarısıyla ölçülür burjuvazinin terazisinde. Ve fakat, ne tarihimizden ne de ruhumuzdan silemezler yarattığımız güzellikleri. Ki direnmek, insanlık onurunun güzelliğidir. İşte o güzelliği ele olan kitaplarımızdan birisi de yazar Themos Kornaros’un “Fırtına Çocukları”dır. Okuduğunuzda anlatılanın kimin macerası olduğunu hemen anlarsınız. Gördüğümüz, halkların ve adanmış hayatların gücüdür. Gerici burjuvazinin çürümüş edebiyatı bireyin bunalım ve zavallılığını, sosyalist edebiyat ise halkları ve halktan insanların zor ve zorbalık karşısındaki kahramanlığını anlatır. Burjuvazinin bilinmesini ve yayılmasını istemediği de budur. Madem ki öyledir, o halde görev bellidir: Halkların devrimci edebiyatını hem okuyacak hem çevremizle paylaşıp okutacak hem de yazacağız…
ARALIK 2011 | TAVIR | 61
62-64 haber_29-30 ellerimi tut 12/5/11 1:06 PM Page 62
haberler haberler Kamu Emekçileri ve Grup Yorum, Berivan DoÄ&#x;an İçin AçĹklama YaptÄą Ä°Ĺ&#x;yerindeki bilgisayarÄąnda Grup Yorum’a ait Ĺ&#x;arkÄą ve Ĺ&#x;arkÄą sĂśzleri bulunduÄ&#x;u gerekçesiyle hakkÄąnda 10 aylÄąk hapis cezasÄą verilen Berivan DoÄ&#x;an için basÄąn açĹklamasÄą yapÄąldÄą. 20 KasÄąm 2011 tarihinde, saat 13.00’te TĂœYAP Kitap FuarÄą ĂśnĂźnde, Kamu Emekçileri Cephesi ve Grup Yorum verilen cezayÄą protesto etti. YaklaĹ&#x;Äąk 200 kiĹ&#x;inin katÄąldÄąÄ&#x;Äą açĹklamadan sonra, Devrimci Memur Hareketi, arkadaĹ&#x;larÄąna destek olmak için, kitap fuarÄąnda bildiri daÄ&#x;ÄąttÄą. 25 KasÄąm’da da Kamu Emekçileri Cephesi, ÇaÄ&#x;layan Adliyesi’nde yaptÄąklarÄą basÄąn açĹklamasÄąnda, Grup Yorum dinlediÄ&#x;ini sĂśyleyerek kendilerini ihbar ettiler.
Bahar Kurt’un tutukluluÄ&#x;u devam ediyor TavÄąr YayÄąnlarÄą sahibi Bahar Kurt’un duruĹ&#x;masÄą 15 KasÄąm’da yapÄąldÄą. ÇaÄ&#x;layan Adliyesi’nde yapÄąlan duruĹ&#x;ma Ăśncesi TavÄąr okurlarÄą ve Grup Yorum, Bahar Kurt’un serbest bÄąrakÄąlmasÄą için basÄąn açĹklamasÄą yaptÄą. 6 aydÄąr BakÄąrkĂśy L Tipi KadÄąn Hapishanesi’nde tutuklu olarak bulunan Bahar Kurt, serbest bÄąrakÄąlmayarak mahkeme 19 Ocak 2012 tarihine ertelendi. YayÄąnevimiz sahibi Bahar Kurt’a ĂśzgĂźrlĂźk talebiyle katÄąlacaÄ&#x;ÄąmÄąz mahkemeye tĂźm TavÄąr okurlarÄąnÄą davet ediyoruz, Bahar Kurt’u sahiplenme çaÄ&#x;ÄąrÄąyoruz.
Yer: ÇaÄ&#x;layan Adliyesi 16. ACM Tarih: 19 Ocak 2012 / Saat: 10.30
Grup Yorum’un Genç MĂźzisyenler AtĂślyesi ÇalÄąĹ&#x;malarÄą Devam Ediyor Grup Yorum’un Gazi Mahallesi‘nde liseli mĂźzisyenler için baĹ&#x;lattÄąÄ&#x;Äą Genç MĂźzisyenler AtĂślyesi çalÄąĹ&#x;malarÄą devam ediyor. 24 KasÄąm PerĹ&#x;embe gĂźnĂź Gazi Mahallesi DĂśrtyol’da el ilanÄą daÄ&#x;ÄątÄąmÄą yapÄąldÄą. Grup Yorum Ĺ&#x;arkÄąlarÄą eĹ&#x;liÄ&#x;inde 1000 adet el ilanÄą daÄ&#x;ÄątÄąlÄąrken, liseliler yoÄ&#x;un ilgi gĂśsterdi. Grup Yorum, Gazi Mahallesi’ndeki genç mĂźzisyenlerle ßç aylÄąk bir çalÄąĹ&#x;ma yaparak gençlerimizin vereceÄ&#x;i bir konser dĂźzenleyecek. Grup Yorum bu çalÄąĹ&#x;mayla, gençlere dayatÄąlan yoz kĂźltĂźre karĹ&#x;Äą, sevdikleri mĂźzik tĂźrleriyle yeni bir kĂźltĂźrĂź kolektif bir Ĺ&#x;ekilde yaratmayÄą hedefliyor.
YĂśnetmen Ă–mer LĂźtfi Akad HayatÄąnÄą Kaybetti 1947’den bu yana sinema yĂśnetmenliÄ&#x;i yapan LĂźtfi Akad hayatÄąnÄą kaybetti. FransÄąz Sainte Jeanne d'Arc Okulu, Galatasaray Lisesi, Ä°stanbul YĂźksek Ä°ktisat ve Ticaret Okulu Maliye BĂślĂźmĂź'nĂź bitiren Akad, tiyatro ve sinema yazÄąlarÄą yazdÄą. Ă–mer LĂźtfi Akad, 19 KasÄąm gĂźnĂź hayatÄąnÄą kaybetti. 20 yÄąlÄą aĹ&#x;kÄąn sĂźredir ĂśÄ&#x;retim ĂźyeliÄ&#x;i yaptÄąÄ&#x;Äą Mimar Sinan GĂźzel Sanatlar Ăœniversitesi (MSGSĂœ) Sinema Televizyon BĂślĂźmß’nde 21 KasÄąm Pazartesi gĂźnĂź saat 13.00'te dĂźzenlenen tĂśrenin ardÄąndan Ulus MezarlÄąÄ&#x;Ĺ’na defnedildi.
62-64 haber_29-30 ellerimi tut 12/5/11 1:06 PM Page 63
“DamÄąnda Ĺžahan GĂźler Zereâ€? Belgeselinin Ä°lk GĂśsterimi YapÄąldÄą
GRUP YORUM g Ăź n c e
Avusturya’nÄąn 22 KasÄąm: Çapa ve Linz Ĺ&#x;ehrinde verdiÄ&#x;i CerrahpaĹ&#x;a’da çalÄąĹ&#x;an konsere 2000 kiĹ&#x;i katÄąldÄą. ĂśÄ&#x;retim Ăźyeleri, doktorlar, asistanlar ve saÄ&#x;lÄąk 12 KasÄąm: Fransa’nÄąn çalÄąĹ&#x;anlarÄąnÄąn yaptÄąÄ&#x;Äą baĹ&#x;kenti Paris’te yaklaĹ&#x;Äąk eyleme destek verdi. 2000 dinleyeniyle buluĹ&#x;tu. 25 KasÄąm: Kamu Emekçileri Cephesi’nin 15 KasÄąm: ÇaÄ&#x;layan ÇaÄ&#x;layan Adliyesi Adliyesi ĂśnĂźnde keyfi ĂśnĂźnde “Grup Yorum’u tutuklamalarÄą teĹ&#x;hir et- dinlemek suç deÄ&#x;ildir “ mek için yapÄąlan basÄąn yazÄąlÄą pankartla yapÄąlan açĹklamasÄąna katÄąldÄą. açĹklamaya katÄąldÄą. 4 KasÄąm:
Hapishanede damak kanserine yakalanan ve tahliye edildikten sonra hayatÄąnÄą kaybeden devrimci tutsak GĂźler Zere’nin avukatÄą Oya Aslan’Ĺn çektiÄ&#x;i belgeselin ilk gĂśsterimi yapÄąldÄą. 29 KasÄąm’da BeyoÄ&#x;lu SinemasĹ’nda yapÄąlan gĂśsterimden Ăśnce belgeselin yĂśnetmeni avukat Oya Aslan kÄąsa bir konuĹ&#x;ma yaparak, GĂźler Zere için verilen mĂźcadelenin ve yaratÄąlan birlikteliÄ&#x;in kazanÄąmlarÄąna vurgu yaptÄą. TAYAD adÄąna konuĹ&#x;an Lerzan Caner de GĂźler Zere’nin hapishaneden alÄąnÄąĹ&#x; mĂźcadelesini anlattÄą. TAYAD’lÄą Nagehan Kurt ise tutsaklardan gelen bir mesajÄą okudu. YoÄ&#x;un ilginin gĂśsterildiÄ&#x;i belgeselde salona sÄąÄ&#x;mayan izleyiciler, bir sonraki gĂśsterimi izlemek Ăźzere sinemadan ayrÄąlmak zorunda kaldÄąlar.
YozlaĹ&#x;maya KarĹ&#x;Äą Okan YÄąldÄąrÄąm Futbol TurnuvasÄą BaĹ&#x;ladÄą SarÄągazi Ă–zgĂźrlĂźkler DerneÄ&#x;i, YozlaĹ&#x;maya KarĹ&#x;Äą Okan YÄąldÄąrÄąm Futbol TurnuvasÄą dĂźzenledi. Turnuvaya katÄąlan 16 takÄąm 4 gruba ayrÄąldÄą. CoĹ&#x;kulu baĹ&#x;layan turnuva maçlarÄą hala devam ediyor. MaçlarÄąn oynandÄąÄ&#x;Äą Ekin HalÄą Saha Tesisleri ĂśnĂźnde Boran, Haziran, TavÄąr yayÄąnlarÄą ve YĂźrĂźyĂźĹ&#x; dergisi tanÄątÄąmÄąnÄąn yapÄąldÄąÄ&#x;Äą masalar açĹldÄą. Her pazar gĂźnĂź sabah saat 09.00’da baĹ&#x;layÄąp akĹ&#x;am 18.00'e kadar devam eden turnuvanÄąn final maçĹ SarÄągazi Ekin HalÄą SahasÄąâ€˜nda 11 AralÄąk‘ta oynanacak.
20 KasÄąm: TĂœYAP Kitap FuarĹ’nda yĂźzlerce Grup Yorum dinleyicisinin katÄąlÄąmÄąyla Ä°dil KĂźltĂźr Merkezi’nin standÄąnda imza gĂźnĂź dĂźzenledi.
26 KasÄąm: Gerze /YaykÄąl KĂśyĂź halkÄąnÄąn termik santrali protesto amaçlÄą yaptÄąÄ&#x;Äą mitinge katÄąldÄą ve miting sÄąrasÄąnda konser verdi.
duyurular Grup Yorum avrupa halk konseri ertelendi Gruhalle/Essen kentinde yapÄąlacak olan konser 2 Haziran 2012 tarihine ertelendi.
KĂźrt halkÄąmÄązla dayanÄąĹ&#x;ma etkinliÄ&#x;i Halk Cephesi, 11 AralÄąk Pazar gĂźnĂź saat 17:00’de Sibel YalçĹn ParkĹ’nda KĂźrt halkÄąmÄązla dayanÄąĹ&#x;ma etkinliÄ&#x;i dĂźzenleyecek.
19-22 AralÄąk KatliamÄą'nda hayatÄąnÄą kaybedenler hapishane ĂśnĂźnde anÄąlacak BayrampaĹ&#x;a Hapishanesi ĂśnĂźnde saat 11:30’da yĂźrĂźyĂźĹ&#x; ve basÄąn açĹklamasÄą yapÄąlacak, katliamÄą anlatan bir tiyatro oyunu oynanacak, Ĺ&#x;iirler okunacak ve marĹ&#x;lar sĂśylenecek.
Grup Yorum BostancÄą GĂśsteri Merkezi’nde 25 AralÄąk’da BostancÄą GĂśsteri Merkezi’nde Van halkÄąyla dayanÄąĹ&#x;ma amacÄąyla yapÄąlan konsere katÄąlacak. Ä°letiĹ&#x;im: 0(212) 238 81 46
62-64 haber_29-30 ellerimi tut 12/5/11 1:06 PM Page 64
kÄąsa... kÄąsa... kÄąsa... kÄąsa.. kÄąsa... kÄąsa... kÄąsa... kÄąsa... kÄąsa... kÄąsa... kÄąsa... kÄąsa... kÄąsa... kÄąsa...kÄąsa... kÄąsa...
Film Setinde Bir Ä°Ĺ&#x;çi HayatÄąnÄą Kaybetti BaĹ&#x;rolĂźnde Bruce Willis’in yer aldÄąÄ&#x;Äą ve çekimleri devam eden “G.I.Joe: Retaliationâ€? filminin çekildiÄ&#x;i ABD’nin New Orleans Ĺ&#x;ehrindeki sette, yĂźksek gßçle çalÄąĹ&#x;an makaslÄą kaldÄąrma platformunun Ăźzerine dĂźĹ&#x;mesi sonucu Mike Huber adlÄą set iĹ&#x;çisi hayatÄąnÄą kaybetti. Esin AfĹ&#x;ar HayatÄąnÄą Kaybetti MĂźzisyen ve tiyatrocu Esin AfĹ&#x;ar, 14 KasÄąm pazartesi gĂźnĂź bir sĂźredir lĂśsemi tedavisi gĂśrdĂźÄ&#x;Ăź Florence Nightingale Hastanesi’nde hayatÄąnÄą kaybetti. AfĹ&#x;ar için Cemal ReĹ&#x;it Rey Konser Salonu’nda sanatçĹ dostlarÄąnÄąn da katÄąldÄąÄ&#x;Äą bir tĂśren dĂźzenlendi. TĂśrenin ardÄąndan Karacaahmet MezarlÄąÄ&#x;Ĺ’na defnedildi. Bir dĂśnem Ruhi Su’yla da çalÄąĹ&#x;an AfĹ&#x;ar, birçok sanatçĹnÄąn BatÄą taklidi mĂźzik yapmasÄąna raÄ&#x;men “Bizim folkorumuz en zengin folklordurâ€? diyerek yĂźzĂźnĂź Anadolu halklarÄąna dĂśnmĂźĹ&#x;tĂźr. â€?Hangi Ä°nsan HaklarÄąâ€? Film Festivali BaĹ&#x;lÄąyor 2009'dan bu yana Belgesel HaftasÄą olarak dĂźzenlenen ve yoÄ&#x;un ilgiyle takip edilen “Hangi Ä°nsan HaklarÄą?â€? etkinliÄ&#x;i, ßçßncĂź yÄąlÄąnda film festivali adÄąyla baĹ&#x;lÄąyor. Bu sene 6-10 AralÄąk 2011 tarihlerinde yapÄąlacak olan festivalin ana temasÄą â€œĂ§ocuklar ve haklarÄąâ€?... DĂźnyada pek çok Ăźlkede dĂźzenlenen “insan haklarÄą film festivalleriâ€? aÄ&#x;ÄąnÄąn bir parçasÄą olan “Hangi Ä°nsan HaklarÄą?â€?nÄąn 2011 programÄąnda 40'a yakÄąn film gĂśsterilecek ve pek çok yan etkinlik gerçekleĹ&#x;tirilecek.
TĂœYAP 30. Ä°stanbul Kitap FuarÄą YapÄąldÄą TĂœYAP 30. Ä°stanbul Kitap FuarÄą 12-20 KasÄąm tarihleri arasÄąnda yapÄąldÄą. Ankara Dostlar Tiyatrosu Perdelerini AçtÄą 1969 yÄąlÄąnda Genco Erkal tarafÄąndan kurulan Dostlar Tiyatrosu; yeni sezonda, Karl Marx, Aziz Nesin ve NazÄąm Hikmet’i sahnesine taĹ&#x;Äąyor. Erkal’Ĺn; ĂślĂźmĂźnĂźn 15. yÄąlÄą nedeniyle Aziz Nesin’in ĂśykĂź, Ĺ&#x;iir, masal ve taĹ&#x;lamalarÄąndan uyarladÄąÄ&#x;Äą “Nereye Gidiyoruz?â€?, 35 yÄąllÄąk NâzÄąm Hikmet serĂźvenini, belgesel, tiyatro ve Ĺ&#x;iirle sahnelediÄ&#x;i “Kerem Gibiâ€? ve 2009 yÄąlÄąndan bu yana TĂźrkiye’nin birçok yerinde sahnelediÄ&#x;i “Marx'Äąn DĂśnĂźĹ&#x;Ăźâ€? adlÄą tek kiĹ&#x;ilik oyunlarÄą, yeni sezonda Dostlar Tiyatrosu’nda tiyatroseverlerle buluĹ&#x;acak. Grup Yorum Paris’te Konser Verdi Grup Yorum, 3 yÄąl sonra Fransa'nÄąn baĹ&#x;kenti Paris'teydi. Karanfil KĂźltĂźr Merkezi‘nin organize ettiÄ&#x;i konser 12 KasÄąm‘da Pavillon Baltard isimli tarihi konser salonunda yapÄąldÄą. Konserde Grup Yorum‘a Ĺ&#x;arkÄąlarÄąyla Erdal BayrakoÄ&#x;lu ve Burhan Berken; Ĺ&#x;iirleriyle ise Ä°brahim Karaca eĹ&#x;lik etti. KĂźrt EdebiyatÄą Emek Ă–dĂźlleri TĂśreni YapÄąldÄą 26 KasÄąm Cumartesi gĂźnĂź Batman'da, YÄąlmaz GĂźney Sinema Salonu'nda yapÄąlan, EÄ&#x;itim-Sen Batman Ĺžubesi'nin dĂźzenlediÄ&#x;i KĂźrt EdebiyatÄą Emek Ă–dĂźlleri'ni EhmedĂŞ HuseynĂŽ ve Kovara W; Şerzan Kurt Ă–ykĂź Ă–dĂźlleri'ni ise Kurdjan SorĂŽ ve EyyĂźp Ă–zdemir aldÄą.
TĂźrkçe Ă–ykĂź dalÄąnda Adnan Binyazar, Semih GĂźmĂźĹ&#x;, Ă–zcan Karabulut, Hasan Ă–zkÄąlĹç, Suzan SamancÄą, Nejla Kurt’tan oluĹ&#x;an seçici kurul tarafÄąndan, "Birinci Epigram Bedirhan" ve "Ä°kinci Epigram Yusuf" ĂśykĂźleriyle ĂśdĂźle katÄąlan EyyĂźp Ă–zdemir’e verildi. Ä°stanbul Modern Sinema’da Aki Kaurismäki ve Kati Outinen filmleri gĂśsteriliyor Ä°stanbul Modern Sinema, 3-18 AralÄąk tarihleri arasÄąnda “Aki ve Katiâ€? baĹ&#x;lÄąklÄą programla Fin sinemasÄąnÄąn en gßçlĂź yĂśnetmenlerinden Aki Kaurismäki’nin oyuncu Kati Outinen ile birlikte çalÄąĹ&#x;tÄąÄ&#x;Äą dokuz filmini gĂśsteriyor. ĂœnlĂź yĂśnetmen ve oyuncunun birlikteliÄ&#x;i, 1986 yapÄąmÄą Cennetteki GĂślgeler’le baĹ&#x;layÄąp, 2003 OscarĹ’na aday olan, Cannes’da JĂźri Ă–zel Ă–dĂźlß’nĂź alan ve Kati Outinen’e “En Ä°yi KadÄąn Oyuncuâ€? ĂśdĂźlĂź getiren “GeçmiĹ&#x;i Olmayan Adamâ€?la sĂźrmekte. Kati Outinen, 3 AralÄąk Cumartesi gĂźnĂź programÄąn açĹlÄąĹ&#x;Äąna katÄąlarak, Umut LimanÄą filminin saat 15.00’teki gĂśsteriminde Ä°stanbul Modern Sinema’da izleyiciyle buluĹ&#x;acak. Trakya KĂźltĂźr Merkezi’nde KÄąĹ&#x; DĂśnemi TĂźrkĂź Geceleri BaĹ&#x;ladÄą Trakya KĂźltĂźr Merkezi’nin dĂźzenlediÄ&#x;i ve gelenekselleĹ&#x;en kÄąĹ&#x; dĂśnemi TĂźrkĂź Geceleri programÄą, 26 KasÄąm Cumartesi gĂźnĂź saat 19.00’da yapÄąlan programla baĹ&#x;ladÄą. Trakya bĂślgesi ve Anadolu tĂźrkĂźleri hep bir aÄ&#x;Äązdan coĹ&#x;kuyla sĂśylendi. Program her Cumartesi saat 19:00‘da Trakya KĂźltĂźr Merkezi‘nde yapÄąlÄąyor.
aralik kapak_kapaklar 12/5/11 10:05 AM Page 3
aralik kapak_kapaklar 12/5/11 10:05 AM Page 4