Ekim2011

Page 1

ıssn 1303-9113 • 2011 / 10

• sayı 113

• 2.25 TL(KDV’li)



a y l ı

k

s a n a t

d e r g i s i

Merhaba

Düzene alternatif olmanın şartları vardır. Alternatif olmak en başta, değiştirmek istediğin düzene karşı çıkacak örgütlenmeleri yaratmayı gerektiriyor. Başka türlü bu düzeni değiştirmek mümkün değildir zaten. Her ordu önce silahlanmak zorundadır. Aydınlar ve sanatçılar da bu doğruyu, kavgalarında uygulamak durumundadır. Sahibi Tavır Yayınları adına Bahar Kurt Genel Yayın Yönetmeni Gamze Keşkek Sorumlu Yazıişleri Müdürü Yeliz Yılmaz Yazışma Adresi İstanbul Mahmut Şevket Paşa Mah. Mektep Sk. No: 4-B Okmeydanı - Şişli - İstanbul Tel: (212) 238 81 46 Faks: 238 82 49 e-posta: tavir2007@gmail.com www.tavirdergisi.com Ankara İdilcan Kültür Merkezi Eski 1. Cadde 636. Sk. No: 207/2 Tel: 0 541 336 65 37 Hesap no (TL) 1042- 30000 596147 Gamze Mimaroğlu İş Bankası Parmakkapı/İST. Hesap no (EURO) 1042- 3010000 129062 Gamze Mimaroğlu İş Bankası Parmakkapı/İST. Fiyatı (DÖVİZ) Almanya: 5 Euro Fransa: 5 Euro Hollanda: 5 Euro Avusturya: 5 Euro İsviçre: 7.5 Frank İngiltere: 4 Sterlin Posta Çeki Hesap no Selma Altın 515 72 82 Baskı Ezgi Matbaa Sanayi C. Altay Sok. No: 10 Çobançeşme / İstanbul Tel: (0 212) 452 23 02 Yayın türü: Yerel Süreli

Aydınların, sanatçıların, düzene alternatif bir kültürün taşıyıcısı olmak gibi bir misyonla yüklenmiş olmaları, bu doğrultuda da halka örnek bir birlikteliği örgütlemelerini zorunlu kılıyor. Geçen sayımızda yazmıştık. Düzene muhalif tüm sanatçıları çatısı altında toplayacak bir cephenin kurulmasının mutlaka başarılması gerekiyor. Çünkü kaybedecek tek bir dakika bile kalmadı. Zaman hızla geçerken, her alanda kendi kurumlaşmalarını yaratan egemenler, artık en küçük bir muhalif sese bile tahammül göstermiyor, zulmünü her geçen gün artırıyor. Yaşam hakkı tanımıyor egemenler. Kendilerininkinin dışında bir şey düşünen her kim olursa ona hayat hakkı tanımıyor. Bunu, kimi zaman sesini boğmakla, baskılarla, yasaklarla yapıyor, kimi zaman da kelimenin gerçek anlamıyla öldürerek yapıyor. Diri diri yakıyor örneğin tutsakları. Bazen hapishanede üzerlerine bilinmeyen gazlar sıkarak, bazen de bir teneke kutunun içerisinde yüzlerce kilometre öteye sürgün ederken yolda kutuyla birlikte ateşe vererek... "Vahşet" sözcüğünün bile masum kaldığı bir şey bu. Düşmanlık böyle bir şey işte. İyiye, güzele, doğruya, mutlu yarınlara ve bunları yaratacak olana düşmanlık bunu yaptırıyor düzenin sahiplerine... İki genç kız, iki can parçası... Birbiri ardına ölüm kucaklarken açlıkta, geride gözü yaşlı değil fakat dimdik bir baba bıraktılar. Canan ve Zehra'nın babası, Ahmet Kulaksız yeniden anlatıyor kızlarını, onların ölümü gülerek kucaklayacak kadar güçlü inançlarının kökenlerini... Tecriti, insanı yaşarken ölü haline getirecek inançsızlaştırmanın politikasını asla unutmamak gerekiyor. "Her Şeyin Başladığı Yerden", bunun için okunmalı. Doğru yerde durmak, eğilip bükülmemek, bilimsel olmak, bilmekten, bilgiyi doğru yerden almaktan geçiyor. Bunun en birinci yolu da okumak. Kitap okumak... Kitabı bir korku nesnesi haline getirerek bilginin gücünden yararlanmasının önüne geçilenler olarak, bundan bir an önce sıyrılıp okumalıyız. Deli gibi okumalıyız. Yutarcasına... Kitap her an elimizin altında, başlıca bilgi kaynağımız olmalı. Bilerek, neye ihtiyacımız olduğunu bilerek okumalıyız. Ve kitabı herkese ulaştırmanın da bir yolunu bulma görevini yerine getirmeliyiz... Tavır, bunu kendisine görev olarak bilecek her daim... Bir sonraki sayımızda görüşmek dileğiyle... Dostlukla...


İÇİNDEKİLER

10/2011

3 6 8 11

14 16

20

24 31 35 37 40

MAKALE yusuf zengin bilgi güçtür ÖYKÜ cem kalender bir cenderede yanıyorum DENEME kevser sarıca açlığın gözleri DENEME merve taşçı özgürlük üzerine bir deneme yazmak ŞİİR erhan sezer gördüklerim, hissetiklerim BİYOGRAFİ ferit karatepe uzlaşıcıya red, savaşa evet: antonio maceo ARAŞTIRMA eren buğlalılar devrimin tiyatroları: augusto boal ve güney amerika İZLENİM filiz tanya van denizi’ndeki halkların öyküleri-2 KİTAP sevinç soydağ “her şeyin başladığı yerden” kitabına dair DENEME ümit zafer liseliyiz ÖYKÜ berivan doruk şahan RÖPORTAJ tavır ham gümüşle yazılan şiir: telkari

44 47 51 55 57 58 62

DENEME meryem ince cevahir’in şiiri DENEME senem durmaz tarihe güzellikler resmeden usta İNCELEME evren ozan tarih silahla yazılır: aurora zırhlısı DENEME umut yılmaz şapka ŞİİR mecit çelik yeniden doğuyorsun MASAL derya taştan kahraman efe HABERLER


makale

makale

bilgi güçtür yusuf zengin

Geçen ay dergimizde kitap halka ulaşmalı, başlığı altında yayınlanan yazımızda, kitabı halka ulaştırmak için önümüzde hiçbir engelin olmadığını yazmıştık. En çok ihtiyacı olanlara, en yoksulların mahallelerine giderek kitabı onlara ulaştırabileceğimizden söz etmiştik. Eylül ayında yapılan 2. İstanbul Tavır Kültür Sanat Festivali’nde bu konuya ilişkin bir söyleşi yapıldı. “Kitabı halka ulaştırmak ve alternatif kitap fuarları yaratmak” konulu söyleşiye, Pencere Yayınları adına Muzaffer Erdoğdu, Yar Yayınları adına Osman Yeşil, Gerçek Sanat Yayınları adına Güngör Gençay, Tavır dergisi adına Ali Aracı katıldı. Yayıncılığın sorunları ve çözümleri tartışıldı, dinleyiciler de sorularıyla, değerlendirmeleriyle tartışmaya yoğun olarak katıldılar. Kitabın halka ulaştırılması önemli bir sorun olarak karşımızda duruyor. Ancak tek başına “kitap satmak” bir anlam ifade etmiyor. Çünkü esas olarak kitabı okutmak lazım. Rafta herhangi bir eşya gibi duran kitabın hiçbir faydası yok. Diğer taraftan çok önemli bir sorunla daha karşı karşıya kalıyoruz; binlerce “çok satan” ve bilgi çöplüğü diyebileceğimiz kitapların içinde, faydalı kitapları bulmak, hangi kitapları okuyacağmıza karar vermek de ayrı ve çok önemli bir sorun olarak karşımızda duruyor. Bu konuya bir sonraki sayılarımızda da değinmeye devam edeceğiz. Faydalı ve öğretici olduğunu düşündüğümüz söyleşiyi okurlarımızla da paylaşıyoruz.

Muzaffer Erdoğdu: 1975’te başlayarak yayıncılığı öğrendim. O zaman kitabevleri sözünde duran bir tutumdaydı. o zaman a kitabevine yüz tane vs. gönderirsin. senet menet de yoktu. bir iki ya sonra satılanları parası gönderilirdi. 1980 e kadar böyle devam etti. Darbeden sonra kitaplar yasak olduğu için; kitaplarla silahlar aynı masaya suç unsuru olarak konduğu için korkulan bir şey oldu, 1982’den itibaren yeniden kitaplar artık yasak bir şey haline gelince, okuyanlar da azaldı. 1975’te 20 bin basınlan kitap 3 bine düştü. 1990’da korsancılar çıktı. En çok satan ne ise, kitabı korsan olarak basılıp satıyor. Artık parası olanın yayıncılık yaptığı bir duruma geldik. Holdingler duruma el attı. En büyük holdingler kitap yayınlamaya başladı. Anadoluda 1988 de 1300 kitabevi varken, şimdi 500 yoktur. D&R vs. açıldı, diğerleri kalktı. Kitap eskiden olduğu gibi değer verilen bir şey olmaktan çıktı, canı isterse ilgi duyarsa okunulacak bir şey haline geldi. Kim reklam veriyorsa onun kitabı tanıtılıyor. Bu da kapitalizmin kanunu, imkanın varsa, reklam veriyorsan, kitabın gündeme geliyor satıyor, yoksa bin tane basıyorsun, on sene sonra elinde üçyüz kalıyor, on yılda yedi yüz satılıyor. İnsanlar okumuyorlar, okuyucu sayısı çok az. Türkiye’de yayıncılık zor iş, para kazandırmayan bir iş. Yayıncılık tamamen holdinglerin eline geçecek, Avrupa’da olduğu gibi. Ne isterse onu basacak, başka şeyleri basmayacak. Güngör Gençay: Ben de kitaptan yola çıkarak birkaç laf ede-

EKİM 2011 | TAVIR | 3


yim. Kitap hem bir eşya hem bir aydınlanma aracı. Sosyalizm ve bilinç düzeyi yüksek olan insanlar kitabın bu yönünü işlerler. Toplumların değişip dönüşmesinde kitapları araç olarak kullanırlar. Kapitalist emperyalist toplumlarda, kitap her zaman bir meta olarak görülmüştür, sadece kitap değil, kitapla birlikte insana dair bütün değerler bir meta olarak görülmüştür. O taraf geliştirilmiştir. Bu insanlar kitaba toptan düşman mıdır? Hayır, kitaba toptan düşman olduğunu söyleyemeyiz, takiye yapıyorlar biliyorsunuz. Kur’an’ın ilk sözü ikra diyor, oku. Oku diyor ama Kur’an neyi oku diyor, Albert Einstein’in “izafiyet teorisi”ni, yahut Darwin’in “evrim teorisi”ni mi oku diyor, hayır. Din ile kişinin bütünleşmesi açısından gerekli olan ne kadar kitap varsa onu oku diyor. Ülkemizde de bu olgu giderek gelişiyor. 1950’lerde Yapı Kredi Bankası kendi mevduat sahiplerine, belli mevduatın üzerinde parası olanlara kitap hediye ederdi. Şimdi bakıyorsunuz, Yapı Kredi Bankası, bütün solcuların kitaplarını almış, Sabahattin Ali, Nazım Hikmet, Orhan Veli, Yaşar Kemal kimi aklınıza getirirseniz getirin, büyük bir yazar çoğunluğunu kendi tekeli altına almış bir durumda. Dolayısıyla, vurgunu vuruyor.

4 | TAVIR | EKİM 2011

Şimdi bu saptamalardan sonra, kitabı halka ulaştırmak nasıl olur diye söze girersek; kitabı halka ulaştırmak yeter mi? Yetmez. Kitabı ulaştırdığınız kişi, kitabı okuması lazım. Kitabı televizyonun yanına, rafın yanına koyduğu zaman metadan öte bir anlam ifade etmez. O nedenle kitabı mutlak ve mutlak okutmak lazım. Bireysel örnekler genelde bir okumayı sağlar mı, sağlamaz. Her şeyden önce örgütlü bir çaba lazım. 5 yaşındaki o çocuğa ulaşacak bir kitap, ilkokuldan başlayarak, halka yaygınlaştırılması gerekir diye düşünüyorum. Tabi bu festival gibi Tavır’ın yaptığı çalışmalar da yöntemlerinden bir tanesi. Kitapla tanışmak önemli bir şey, Osman Yeşil; Eskiden, pazar yerinde, sokaklarda kitaplar vardı. Kitap alır okurduk. Şimdi zaman içinde, emperyalist tekeller gelişince bu olanaklarımız elimizden alındı. Bir örgütsüzlük, tartışmasızlık var. Tartışmayınca bilgiye ihityaç kalmıyor. Böyle olunca ne sunulursa onu kabul ediyoruz. Örgütlülükler tartıştırarak yeni fikirlerin ortaya çıkmasını sağlayabilir. Son dönemde bu tür tartışmalar azaldı. Kitap büyük tekellerin elinde kaldı, biz tartışamıyoruz, biz fukara edebiyatı yapıyoruz. Bu bir örgütlenme ihtiyacı, devrim sorunudur. Devrimci hareketler zayıflarsa okuma da zayıflar. 12 Eylül’den önce büyük tartışmalar yaşanırdı, altta kalmamak için, fikir tartışmaların-


da geri kalmamak için okurdu. Dolayısıyla tekellerin gücünü kırararak, mücadeleyi yükselterek yürütebiliriz. Ali Aracı; Fakir Baykurt’un bir romanı var, gerçek, yaşanmış bir olayı anlatır. Eşekli Kütüphaneci, ulaşılması zor köylere eşekle kitap götürüyor. Kitabı ulaştırıyor. Biz ise İstanbul’dayız, 15 milyon insan yaşıyor ama yayınladığımız kitaplar raflarda ya da depolarda kalıyor. Büyük oranda TÜYAP Kitap Fuarı bekleniyor. Kitap almak sadece fuarlara ertelenmiş bir iş gibi kalıyor. Kitaba ulaşmaya ihtiyacımız var, kitabı halka ulaştırmaya ihtiyacımız var. En yoksullara, düşünmesi için bile zaman bırakılmayan milyonlara kitabı ulaştırmalıyız. En yoksul semtlerde oturanlara ulaşmak için, çok özel mekanlara ihtiyacımız olmadığını düşünüyoruz. O eşekli kütüphaneci gibi, biz de köy derneklerinde, kahvelerde, bu festivali, bu fuarı götürebiliriz. Yazarların, şairlerin halkla buluşmasını sağlayabiliriz. İstanbul’un her semtinde yapılabilir. Türkiye’nin her yerinde yapılabilir. Halkın yaşadığı yerlerde gezici kitap fuarını taşıyarak, mütevazı standlar kurabiliriz. Yazarlar, şairler oralara gider ve kitaplarını imzalarlar. Okurun kitapla, yazarla buluşmasını sağlayabiliriz. Kapitalizm, her türlü yöntemle beynimizi kirletmeye ve sömürü ağlarının ihtiyacı olan kalıplara sokmaya çalışıyor. Biz de bilgiyi halka taşımak için yöntemler denemeliyiz, kitabı halka ulaştırmalıyız. Güngör Gençay: Bir istatistik okudum Türkiye’de kişi başın on yılda bir kitap okunuyormuş. Kitap okunmadığında bir boşluk oluyor. Cahil cesareti derler, cinayetlere bakın, bilgisizliğin getirdiği bir şeydir. Benim söylemek istediğim, kitabı ulaştırmanın yanında kitabı okutmak gerekir, bunu toplu olarak tartışırsınız, çeşitli yöntemler, arayışlar bulmak gerekir diye düşünüyorum. Muzaffer Erdoğdu: İlkokul ortaokul çocuklarını getiren öğretmenlerle ilgili konuşmak istiyorum, çocukları sıraya sokuyorlar, sakın birbirinizi bırakmayın, ayrılmayın, el ele tutuşun, sakın oraya bakmayın. sadece kendi mantıklarına uygun yayınevlerine götürüyorlar. Özellikle dinciler faşistler iyi örgütlüyor bunu. sadece buradan kitap alabilrisiniz diyor. Çocukları öğrencisi gibi değil, onların başında askeri komutan gibi tutum alıyorlar. Osman Yeşil: Kitap kitlelerle buluşuyor, önceden markalar, reklamlar yapıyorlar, kitabı sattırıyorlar, ama okutmuyorlar. Dikkat çekmek istedim. adam geliyor, kitapçı diyor ki şu kitaptan yüz kitap sattım, yövmiyemi doğrulttum, senin kitabını yük olarak görüyor.

Sennur Sezer; Hep alışverişten söz ettik. Oysa bizim özlediğimiz, kitap okuru çocukların harçlıkları kitap almaya yetmez. Ben bütün hafta yaya giderdim İstanbul Kız Lisesi’nden Kasımpaşa’ya. Harçlığım kitap almaya yetmediği için, yol paramı kitaba verirdim. Bu işin çaresi kütüphanelerdir. Bu semtte kütüphane var mı? Kitapların satılma yeri kütüphanelerdir. Dünyanın her yerinde kütüphaneler vardır. İki milyonluk Finlandiya’da bin tane kitap basılıyor. Çocuklar kütüphanelerde okuyacaklar, semt kütüphaneleri isteyeceksiniz. fuardan fuara kitap isteyerek olmaz. Adnan Özyalçıner: Kağıt ana sorun. Devlet şunu yapıyor, edebiyat kitaplarının hammadesi kağıdı indirimli vermeli. Kitapçılarımız karaborsadan kağıt alıyor. Yayıncı yüzde onla elektriğini vs. karşılıyor. Yazar yüzde beşin üzerinde bir şey almıyor. DEvlet kağıdı yayıncıya, matbaaya indirimli vermeli. Güngör Gençay; Devletten bekliyoruz, mümkün mü? Sürü psikolojisi yaratmak istiyor, bu iktidara yaptırmak zor gibi geliyor bana. İlk önce bu iktidara karşı olmak lazım diyerek sözü tekrar aldı. Ahmet Kulaksız: Meseleyi bu düzenin içinde izin verdiği ölçülerde çözüm noktasında zorluyoruz gibi. Alternatif olarak ne yapılabilir, nasıl okuma alışkanlığı kazandırılabilir. Devlet kütüphanesi yerine başka bir şey yapmak gerekir. Kağıt ucuz alınabilir, vs. bunlar dilek, temenni olacaktır. Yasa da çıksa, kütüphane de açılsa, yine Arapça kitaplar olacak, yine “Türk’üm! Doğruyum!” ile başlayacak. Şu an için daha çok mücadele etmeliyiz diye düşünüyorum. Sennur Sezer: Biz devrimi bekleyemeyiz, çocuklarımız büyüyor, biz yerel yönetimlerden kütüphane istemek zorundayız. Ben isteyen yerlere yapılan kütüphaneleri gördüm, Biz belediyelerden kütüphane istemek zorundayız, etüt odaları, kütüphaneler istiyoruz demeliyiz. Dayatmak zorundayız. Bir izleyici: Mahallemizde devrimciler kütüphane kurdular, herkes evinden kitap getirdi. Ancak, devlet baskı kurdu, buna izin verilmiyor. Düzen içinde bir şey öğrenilmesi zordur. Bu izleyicinin konuya ilişkin görüşlerini ifade etmesiyle söyleşi son buldu... Sonuçta, yayıncılarımız da, biz de kitabın öneminin farkındayız. Bilgi güçtür şiarıyla yolumuza devam ederek, kitabı halka ulaştırmanın yolunu mutlaka bulacağız. Bu konuda herkese çok önemli görevler düşüyor. Tavır olarak bu konunun önemini biliyoruz ve bundan sonraki yayın hayatımızda, etkinliklerimizde bu sorumlulukla hareket edeceğiz...o

EKİM 2011 | TAVIR | 5


öykü öykü

bir cenderede yanıyorum... cem kalender

Bu benim hikâyem. Benim ve yanmış bedenimin hikâyesi. Her şey bir gün apansız tutsak edilmemle başladı. Nasıl, niçin tutsak edildiğimi anlatmayacağım. Yargılama süreci devam ettiği için söyleyeceğim her söz bu ülkenin adaletsiz hukukunun karşısında anlamsız kalır. Ama bütün dünya ulusları hukukunda olmazsa olmaz bir kaide vardır: Her birey suçu ispatlanana kadar masumdur. Masumiyet karinesi yani. Benim de suçum yargı tarafından sabit görülmedi. Yani hukukun gözünde ve mahşeri vicdanda masumum. Van Kapalı Hapishanesi’nden İstanbul Metris Hapishanesi’ne nakil olmak için ring aracına bindirildiğimizde başımıza nasıl felaketlerin geleceğini hiç birimiz bilmiyorduk. Topu topu beş tutukluyduk. Değişik sebeplerden dolayı götürülüyorduk İstanbul’a. Kimimiz duruşma için getirilmiştik Van’a, kimimiz İstanbul Metris’e nakil için. Ben de duruşma için getirilenlerdendim. Uzun beklemeler, eziyetler sonunda nihayet duruşma bitmiş, ellerimiz kelepçelenmiş ve nakil aracına konulmuştuk. Araç bir mağaraya benziyordu. Karanlık ve havasız… Araca bindiğimiz anda kendinizi cenderede hissettiğimiz için aracın adını cendere koymuştuk.

6 | TAVIR | EKİM 2011

Yolun uzun ve yorucu olduğunu biliyorduk. Onun için kedimizi uzun soluklu işkenceye ruhen ve bedenen hazırlamıştık. 1637 km ve yaklaşık 25-30 saat sürecek bir yol vardı önümüzde. Nakil aracı, yani cendere üç bölmeden oluşuyordu. Her bölümdeki kapı kasma kilitlerle kilitlenmişti. İki şoför ve bir astsubay önde, bir uzman çavuş ve yedi er arkada olmak üzere toplam on iki görevli vardı. Onların oturdukları yer geniş ve havadardı ama biz demirden cenderenin içindeki birkaç metre kare alana sıkışmıştık. Üstelik benim de astımım vardı. Beni en çok korkutan da buydu. Cenderenin içinde hissettiğimiz sıcaklık yaklaşık 25-30 dereceydi. Yolculuğumuzun ilk birkaç saati olağan geçti. Sonra içerideki sıcaklığın arttığını ve normalin üzerine çıktığını hissettik. Kolumuzdaki kelepçe ve ayağımızdaki zincir gittikçe ağırlaşıyor ve etimize batıyordu. Ama önde oturan rütbelinin ve şoförün keyfi oldukça yerinde gözüküyordu. Yüksek sesle sohbet ediyorlar, kahkaha atıyorlar ve ardı ardına sigara yakıyorlardı. Öndekiler kadar olmasa da arkadaki jandarmaların da keyfi yerindeydi. Cehennemin dibinde olan bizdik. Her geçen dakika sıcaklık artıyor ve astımın da etkisiyle nefes almaktan gittikçe zorlanıyordum. Askerlerin kendi aralarındaki konuşmalarından Bingöl sınırları içinde


olduğumuz anlaşılıyordu. Elazığ’a geldiklerinde mola vereceklerini öğrenince tahliye olmuş gibi sevindik. Yemek yiyip su içecek ve geçici bir süre de olsa cehennem sıcağından kurtulacaktık. Dinlenme yerine geldiğimizde tam bir hayal kırıklığı yaşadık. Naylon poşet içinde ekmek, peynir, domates ve bir şişe suyu önümüze atıp gittiler. Başımıza iki nöbetçi bırakmayı da ihmal etmediler. Cenderenin durması bizi iyice perişan etmişti. Şimdi sıcaklığı daha fazla hissediyorduk. Sıcak ve havasızlık bir fırındaymışız hissi veriyordu. Nöbetçilere biraz hava almamız gerektiğini, yoksa havasızlıktan ve sıcaktan öleceğimizi söylediğimde “Olmaz, bizim buna yetkimiz yok, komutan gelince ona söylersiniz” diye karşılık verdi nöbetçi askerler. O anda komutanın dinlenme tesisinde oturduğu sandalyeye yayılışını ve sipariş ettiği yemekleri ağzından salyalar akarak bekleyişini hayal ettim. Belki kuzu pirzola, belki dana kuşbaşı, belki de tavuk kanat sipariş etmişti. Biz ise bu cehennem sıcağında iki nefes oksijene muhtaç bir durumda ümitsizce ölümü bekliyorduk. Komutan ne yemişti bilmiyorduk ama keyifli hali ve ağzındaki kürdanı, tahmin ettiğimiz gibi kırmızı et yediğini gösteriyordu. Komutan emir verip cendere tekrar hareket ettiğinde içerdeki hissedilen sıcaklık 40-45 dereceye ulaşmıştı. Artık nefes alamıyorduk ya da içeride alacak nefes kalmamıştı. “Nefes alamıyorum. Astım hastasıyım.” diye bağırdım. Önce biraz şaşırdılar sonra komutan: “Pencerelerden hava gelmiyor mu? Nasıl nefes alamazsın?” diye çıkıştı. Diğer tutsaklardan biri “İçerisi çok sıcak, yanıyoruz burada” dediğinde arkada oturan uzman çavuş “Ulan hepimiz aynı araçtayız, siz yanıyorsunuz da biz havuzda keyif mi yapıyoruz?” diye höykürdü. Aynı araçta olduğumuz doğruydu ama bizim bölüm tamamen kapalıydı. Avuç içi kadar yere eğimli birkaç pencere ancak hayatta kalmamızı sağlıyordu. Demirlerin yaydığı cehennem sıcağında bunalıyorsun, ellerin kelepçeli. Zorla elinin tersiyle terini siliyorsun. Vücudunda karıncalanmalar başlıyor. Terlemenin etkisiyle kaşıntı hissediyorsun. Oturduğun demir bank ısısını artık etinden kemiklerine doğru yaymaya başlıyor. Şöyle bir doğrulmak istiyorsun ama kafan demir tavana değiyor. Ufak bir yel esse yüzüme diye umut ediyorsun. Bir yel esse, kirpiklerimi, gözümü, dudaklarımı yalasa. Belki bir saniye… Bu bile yeter diye ünlüyorsun. Kafanı kaldırıyorsun gözüne demirden mavi bir tavan çarpıyor. Tavan gökyüzü mavisi ama gökyüzü değil. O tavanın gökyüzü olması için neleri vermezsin. Terden tuzlanan ve acımaya başlayan gözlerinin üzerine bir fil gibi çöken göz kapaklarını zor bela kaldırıyorsun. Islak gözlerine bir pencere takılıyor. Pencere de değil aslında, sen onu pencere sanıyorsun. Gözlerin bile sığmıyor bakmak için. Ama olumsuzu olumlamaya çalışıyorsun. Neticede hala hayattaysan hala nefes alıyorsan ümit var diyorsun. Ümit bir tutsak için gökyüzüne açılan pencereden başka ne olabilir ki?

Hayatla bağını bir elin dahi sığmayacağı küçücük pencerelerde sağlıyorsun. Küçük pencere ancak küçük ümitler vaat ediyor sana. Küçük ve uzak ümitler. Ama uzak ümitlere ulaşacak vaktin var mı? Cenderede sıcaklık 45 dereceyi de geçmiş. Su kaç derecede kaynıyordu sahi? Bedenimizde kaynayıp buharlaşacak su da kalmadı. Artık yanarsa etimiz yanacak ve sonra kemiklerimiz. Mesafe çok uzun ve daha gidecek yüzlerce kilometre yolumuz var. Galiba Gürün’deyiz. Sivas’ın mı ilçesiydi? Psikolojik sınır Gürün. Pınarbaşı’na gelirsek Kayseri’ye geldik demektir. Sonra Kırşehir, Ankara, Bolu İstanbul... Pınarbaşı’nı geçersek güneş etkisini kaybedecek. O zaman etimizi eriten sıcaktan kurtulacağız. Yorgunluk hücrelerimizi uyutmuşken biz uyuyamıyoruz. Cendere sanki bizi cehennemin dibine doğru götürüyor. Her kilometrede sıcaklık bir derece daha artıyor. Diğer tutsaklar da benim gibi rüya görüyor herhalde. Rüyada zebanileri kolumuzu, bacaklarımızı zincirlemiş bizi cehennemin merkezine çekiyorlar. Ateşe yaklaştıkça direniyoruz. “Neden?” diyoruz. “Neden bizi cehennem ateşine götürüyorsunuz. Bunun için gerekçeleriniz olmalı.” Zebaniler birbirine bakıyor, çok komik bir şey söylemişiz gibi kahkaha atıyor. “Bizi dinlemeniz gerekiyor. Suçluysak dahi bizi mahkeme etmeniz gerekiyor. Kendimizi savunmak istiyoruz” diyoruz. Yine kahkaha atıyorlar. Sonra biraz dinlenmek için bekliyorlar. Sabahtan beri bizi sürüklüyorlar ya yorulmuşlar. Önde yol gösteren zebani bize dönüyor, küfreder gibi yüzümüze bakıyor ve ağzındaki kürdanı çıkartıp, “Bu öğlen çok güzel yemek yedik sayenizde. Büyüklerimiz sizi cehenneme atmamız için harcırah verdi. O harcırahın bir kısmıyla kuzu pirzola, dana kuşbaşı, tavuk kanat yedik. Onun için biz de size iyi davranıyoruz, kıymetimizi bilin. Zaten az bi yolumuz kaldı. Birbirimizi üzmeyelim. Haydi, yürüyün şimdi.” Alevlere az kalmıştı. Artık biz de direnmiyorduk, pes etmiştik. Direnmeye takatimiz kalmamıştı. Ateş alevlerini etimize doğru sürüyordu. Yanacaktık. Önce derimiz, sonra etimiz ve sonra kemiklerimiz yanacaktı. “Aracın motoru alev aldı’’ diye boğuk bir ses duyduk. Sonra aniden cenderenin durduğunu hissettik. Hepimiz yarı canlıydık zaten. Bir yandan alevin sesi ve sıcaklığı diğer yandan panikle araçtan inme sesi geliyordu. Dışarıdan bağırışlar, panik halinde sağa sola koşuşan zebanilerin ayak sesleri duyuluyordu. Zebaniler bizi cehennem alevine yuvarlamıştı bile. Önce derilerimiz alev aldı sonra etimiz tutuştu ve en sonunda kemiğimiz eridi. Zebaniler görevlerini çok iyi yapmış ve aldıkları harcırahı kuruşuna kadar hak etmişti. Derimiz alev alıp, etimiz tutuşup, kemiklerimiz erirken aklımdan geçen son cümle “Gürün’ü geçip Pınarbaşı’na ulaşabilseydik güneş etkisini kaybeder, bizi de yakmazdı.” oldu. o

EKİM 2011 | TAVIR | 7


deneme deneme

açlığın gözleri kevser sarıca

Kimi “Değil birkaç değil beş on otuz milyon aç bizim! Onlar bizim! Biz onların! Dalgalar denizin! Deniz dalgaların!.. … Açlar dizilmiş açlar! Ne erkek, ne kadın, ne oğlan, ne kız sıska, cılız eğri büğrü dallarıyla Eğri büğrü ağaçlar!.. … Bunlar! Yürüyen parçaları O kurak toprakların! Kimi kemik dizlerine vurarak Yuvarlak bir karın taşıyor!

8 | TAVIR | EKİM 2011

Deri…deri! Yalnız Yaşıyor Gözleri!..” (Nazım HİKMET-1922)

İşte, bu gözler anlatmaya yetiyor her şeyi. Yarı açık. Dosdoğru, yalansız. Somalili bu çocuğun gözleri, sözcüklere ihtiyaç duymadan anlatıyor her şeyi… Ağlıyor bu gözler. Çünkü Somali ağlıyor. Somali aç. Somali açlıktan ölüyor. Günde 2000 insan, 6 dakikada bir, bir çocuk ölmeye baş-


ladığında fark ediliyor açlık. Sanki birdenbire olmuş, yeni bir şeymiş gibi. Somali’de çocukların üçte biri ölmeye başlayınca, BM resmen “açlık” ilan ediyor. Açlığı onaylamasına gerek varmış gibi… Son 60 yılın en yakıcı kuraklığı sadece Somali’yi değil; Uganda, Etiyopya, Eritre, Cibuti ve Kenya’yı da vuruyor. Buralarda yaşayan 12 milyon insanın hayatı kuraklık, yoksulluk ve açlık nedeniyle tehlike altında. Ölümün eşiğinde 12 milyon insan, 12 milyon aç! Nazım’ın şiirindeki gibi. Yalnız gözleri yaşayan, kemik üzerine deri örtülmüş yuvarlak karınlı vücutlarıyla o kurak toprakların yürüyen parçaları onlar. Şimdi yaşayan gözleri de kapanıyor bir bir hayata… En çok da çocuklar nasibini alıyor bu felaketten. 5 yaşın altında, 29 binden fazla cılız, güçsüz, aç çocuk; 90 gün içinde ölüyor bir bir Somali’de. Habiba adlı bir kadın anlatıyor. Yiyecek bulma umuduyla Somali’nin başkenti Mogadişu’ya yürüyor beş çocuğuyla beraber. Kuraklık kurbanları için kurulan bir kampa ulaşmak için... Tam 200 kilometre yürüyor. Çocuklarından ikisini, 2 ve 5 yaşındakileri yolda açlıktan ölüyor. Habiba çocukların cesetlerini öylece yol boyuna bırakıyor. Onlara mezar kazabilecek mecali bile yok çünkü. Başka bir anne... Amina, 1,5 yaşındaki oğlunu sırtına bağlayıp kampa 50 kilometre yürüyerek ulaşıyor. Fakat sırtından indirdiğinde, oğlunun artık yaşamadığını görüyor.

Bir diğeri... Sakow Abdullahi, 5 çocuğuyla Kenya sınırındaki Dadaab kampına ulaşmaya çalışırken mola veriyor. Moladan sonra 4 ve 5 yaşındaki iki çocuğu yerinden kalkamıyor. Sakow, diğer üç çocuğu sağlamken kalan son suyunu ölmek üzere olan iki çocuğuna veremiyor. Ve çok zor bir seçim sonrası, bu iki çocuğunu bir ağacın altına bırakmaya karar veriyor. Diğer üç çocuğunu yaşatabilmek için!... Elindeki 5 litrelik son suyunu, yaşama ihtimali yüksek olanlara veriyor... Bu kararı verirken çok fazla vakti de olmuyor Sakow’un. Çünkü her geçen an, kendinin ve diğer çocuklarının hayatta kalma ihtimalini giderek azaltacak. Bu bir anne için nasıl bir duygudur? Tarifi var mıdır bu kişilik bölünmesine bile sebep olacak kadar büyük bir acının? Açlığın ve çaresizliğin yol açtığı bu insanlık ayıbının sorumlusu kimdir ve bu acıları bu analara kim reva görür? Bunun gibi binlerce hikayesi var Somalili anaların ve onların çocuklarının... O ağlayan gözlere bakıyorum tekrar. Hüzün dolu bir bakış bu. Ama biraz da şaşkınlık, kızgınlık var o bakışlardaki parıltılarda... Nasıl anlatsam o çocuğa, ne söylesem? Neden aç olduğunu; etrafındaki çocukların, belki arkadaşlarının, belki abisinin, ablasının, belki annesinin, babasının, kardeşinin, amcasının, teyzesinin… Bir bir neden öldüklerini nasıl anlatsam ona? Kaderin bir cilvesi mi yaşananlar? Ya da yüce Allah’ın takdiri mi reva görülen bu açlık? Küresel ısınmanın yarattığı kuraklık mı asıl sebep? Yoksa yeryüzü sıcaklığındaki yaklaşık 1 derecelik artış mı onu aç bırakan? Yok; yok değil hiçbiri. Somali’de 1970’lerde, ’80’lerde de ara


yon insan günde 1,5 doların altında bir parayla geçinmek zorunda. “Hızlı büyüyen ekonomi” de çare olmuyor açlığa, yoksulluğa. Koca bir yalan çünkü bunlar. Büyüyen emperyalistlerin kasalarındaki para miktarı sadece, başka bir şey değil. Ülke ekonomisi bir avuç uşağın elinde olduğunda, onların ceplerini dolduruyor, servetlerini büyütüyor. Ekonominin büyümesi sonucu aç olan daha da aç, yoksul olan daha da yoksul oluyor işte… Somalili kara gözlü güzel çocuğun ülkesi için herkes seferber olmuş görünüyor şimdi. Yardım kampanyaları düzenleniyor. İnsansız savaş uçakları ya da gelişmiş füzelere milyarlarca dolar ayıran ülkeler, göstermelik yardımlarla geçiştirmeye çalışıyorlar durumu. Bir korkuları var herhalde kim bilir! Türkiye’de de düzenleniyor yardım kampanyaları, SMS’ler atılıyor Somalili açlar için. Dini duyguların yoğun yaşandığı Ramazan ayının hürmetine cömert bağışlar isteniyor zenginlerden. Reklamını yapa yapa, bağışladığı paraları duyuruyor büyük holdingler.

ara yaşanıyordu kuraklık. O zaman böyle açlıktan kırılmıyordu orası. 1991’de, hükümet devrilmeden az önce oraya yerleşen ABD petrol devleri olabilir mi acaba bu kara gözlü çocuğun açlığının sebebi? Ya da ’80’lerde IMF ve Dünya Bankası’nın aldığı tedbirler sonucu tarımın bitirilmesinin en verimli tarım topraklarının bürokratlara, ordu mensuplarına, hükümete bağlı tüccarlara peşkeş çekilmesinin bir etkisi olabilir mi acaba bu ölümlerde? Yine verimli tarım alanlarının yabancı yatırımcılar tarafından satın alınarak ya da 80-90 yıllığına kiralanarak endüstriyel tarım için kullanılması Somali’deki açlığın sebeplerinden olabilir mi? Peki ya, suyun ticarileştirilmesi, sağlık hizmetlerinin özelleştirilmesi? Evet evet, Somalili bu güzel çocuğun açlığının sebebi tam da bunlar!.. Sanılmasın ki, sadece Somali’de yaşanıyor böyle şeyler. Sanılmasın ki sadece orada ölüyor çocuklar bir bir. Burada da var açlık, yoksulluk. Sayıları şimdilik bini bulmasa da açlıktan ölen Kübra bebekler var. Burada var ABD uşakları, IMF ve Dünya Bankası tedbirleri, özelleştirmeler, peşkeş çekilen verimli araziler, doğal zenginlikler... Kısacası henüz doğmamış bebeklerin bile ekmeğini çalan, hakkını yiyenler var burada da. Emperyalizme bağımlılığın “doğal” sonuçları yani açlık, yoksulluk, bir lokma ekmek, bir yudum su bile bulamadan ölmek... BM’in yayımladığı son rapora göre “dünyanın en hızlı büyüyen ekonomilerinden biri” olarak gösterilen Hindistan’da da farklı değil durum. Orada da yoksulluk yüz milyonların “kader”i. Nüfusun 1 milyar 350 milyon olduğu ülkede 500 milyondan fazla insan, yoksulluk sınırı altında yaşıyor. Yarım mil-

10 | TAVIR | EKİM 2011

Ama biliyoruz ki SMS’ler çare değil o kara gözlü çocuğun açlığına. Yapılan yardımlar sonsuz bir çözüm değil yoksulluğa, açlığa, ölümlere… O çocuğun ve daha milyonlarca aç çocuğun ekmeğini çalan birileri var oldukça, açlık da hep olacak!.. Emperyalistlerin, o kan içicilerin yaptıkları her şeyi onaylama merkezine dönüşen BM’in raporuna göre, Somali’de ölüm sınırındaki 12 milyon insanın açlıktan ölmemesi, bulunacak 800 milyon dolara bağlı. Büyüyor açlık tüm dünyada da. Nazım’ın 90 yıl önce yazdığı şiirdeki gibi 30 milyon değil artık, 826 milyon kişi aç dünya genelinde. Tüm dünyadaki açlığı yok etmek için ise 44 milyar dolar gerekli. Değil dünyada, kendi ülkemizdeki birkaç zenginin serveti bile yetiyor yeryüzündeki açlığı sonlandırmaya. Emperyalizmin adaleti, vicdanı bu işte. Bu kadar onun “insanlığı”... Somali’de ve dünyadaki her ülkede açlık ancak ve ancak sosyalizmle yönetilmeye başladıklarında bitecek. Ancak o zaman sonsuza kadar çözülecek açlık sorunu. Ancak o zaman, yoksulluk diye bir şey olmayacak. Ancak o zaman o kara gözlü çocum böyle ağlamayacak! Tıpkı Türkiye’deki gibi. Tıpkı tüm ülkelerdeki gibi… Aynı şarkıdaki gibi... “Aç çocuklar doysun diye, Gülmeyi öğrensin diye, Ekmeği tuza banıp, Çöktük kardeş sofrasına Kucak kucak umudu, Saçtık ülke toprağına”


deneme

deneme

özgürlük üzerine bir deneme yazmak... merve taşçı

“- Bugün ne yapıyorsun? - Elimdeki kitabı bitirmeyi düşünüyorum. - Peki kitap bitince tanıtımını yapacak mısın? - Yok hayli hızlı okudum kitabı, öyle tanıtımını yapacak gibi not almadım pek… Bu nedenle düşünmüyorum. - Dergiye gönderilecek yazılar bitti mi? - Evet hepsi hazır ama şu cepheli romantiktir yazısı epey zorladı beni… - Sen Tavır’a hiç yazı gönderdin mi? - Yok hiç yollamadım. - Bir deneme yazıp yollasan çok iyi olurdu… Hem çok güzel yazacağına eminim. - Bu şekilde mi kandıracaksın beni? - Yok be… Valla diyorum… Yazarsın sen.’’ Sabah sayımıyla birlikte havalandırmanın kapısı açılınca voltada başlayan sohbetin bir bölümüdür yukarıdaki bu satırlar. Devamı da oldu ama ben hemen sonuca geleyim. Bir yazı hazırlamam konusunda ikna oldum. Tabi bu iknada önüme konulan iki koca defterin büyük bir payı olduğunu da söylemeliyim. “Bu iki defterde, kitaplardan aldığım notlar var. Belki deneme için işine yararlar.” denilince ikna olmayıp da ne yapacaksınız değil mi?

Denemenin konusu henüz belirlenmiş değil. Defterlere göz atıp öyle belirlemeyi düşünüyorum bakalım… Defterlerden birini alıp masaya oturuyorum. Hemen ilk sayfayı okumaya başlıyorum. Okuduğum ilk satırlar şunlar: “Anti emperyalist, anti oligarşik devrimin muhtevası şunlardır: 1.Emperyalizmi kovmak ve tüm bağımlılık ilişkilerini tasfiye etmek. 2.Faşizmi yok etmek. 3.Toprak sorununu çözmek. 4.Ulusal sorunu çözmek.” Sayfaları çevirip okumaya devam ediyorum. Mao’nun Teori ve Pratik kitabından alınmış şu satırlar dikkatimi çekiyor: “Dünyanın en gülünç insanları, kulaktan dolma ham bilgilerle kendisini ‘allameyi cihan’ sanan çok bilmişlerdir. Bilgi sorunu bilimsel bir sorundur, bu konuda ne samimiyetsizliğe ne de böbürlenmeye yer vardır. Asıl gerekli olan, tersine içtenlik ve alçak gönüllülüktür.” Mao’nun sözleri ve anti emperyalist, anti oligarşik devrimin muhtevasına dair yazılanlar çok yerinde, doğru şeyler fakat bu alıntılardan nasıl bir deneme çıkar bir türlü karar veremi-

EKİM 2011 | TAVIR | 11


Son alıntı ise Orhan Hançerlioğlu’ndan: “Dünyamızdan ve onun gerçeklerinden uzaklaşmak çağdaş anamalcı ekonominin başlıca özelliğidir.”

yorum. En iyisi bir taraftan düşünüp diğer taraftan deftere bakmak deyip çeviriyorum sayfaları… Lenin’in proleterya kültürü isimli kitabından şu satırlar gözüme çarpıyor: “Paranın gücü üzerine kurulmuş bir toplumda bir avuç zengin asalak bir ömür sürerken, emekçi kitlelerin sefalet içinde kıvrandığı bir toplumda gerçek ve tam bir özgürlük olamaz.” Birkaç sayfa çevirdiğimde ise Engels’ten şu alıntıyı görüyorum: "Gerçek özgürlük asla başına buyrukluk değildir, evrende var olan zorunluluğun bilinmesinden ortaya çıkan bilinçli eylemdir.” Bu alıntı galiba Anti-Duhring’ten. Acaba diyorum Lenin ve Engels’ten yapılan bu iki alıntıdan yola çıkıp özgürlük konusunda bir deneme mi yazsam? Sonra en iyisi notlara biraz daha göz atayım deyip sayfaları çevirmeye devam ediyorum. Kırmızı kalemle kutu içine alınmış beş ayrı alıntı var bu sayfada. İlki Kant’tan: “El dışarıya doğru uzanmış bir beyindir.” diyor Kant. Diğer üç alıntı Marks’tan. Birincisi: “İnsan toplumsal ilişkilerin toplamıdır.” İkincisi: “Emek süreci insan varlığının değişmen temelidir.” Üçüncüsü: “İnsanların dünyasının değersizleşmesi nesnelerin dünyasının değer kazanması ile orantılı olarak artar.”

12 | TAVIR | EKİM 2011

Bu satırların her birinin emekle kazanılmış bir dünya görüşünün yansımaları olduğu belli ama bir deneme yazısında bu sözleri nasıl işleyebilirim henüz bilemiyorum. Ve defteri okumayı sürdürüyorum. O da ne… Dayı’dan yapılmış alıntılar adeta ışıldıyor önümde… Üstelik öyle çok ki: “İnançları için halkları ve vatanları için kendini feda etmeyi, sıradan bir görev haline getirenler dünyanın en korkutucu ve tehlikeli gücüdür.” “Devrimci olmak, devrimi ülkeyi ve halkın kurtuluşunu her an beyninde yaşatmaktır.” “Daha çok silah, daha çok savaşçı, daha çok kitle temel şiarımız olmalıdır.” “Çok şehit ve tutsak verdik. Hala da veriyoruz, vermeye de devam edeceğiz. Çünkü savaşmakta kararlı ve devrimde iddialıyız.”... “Burjuvazi ve devrimciler arasındaki duvar kalın ve aşılmaz olmalıdır.” diyor sevgili Dayı’mız. Şu dikkatimi çekiyor. Dayı’nın sözleri kararlı, güçlü ve açık ki; içimin yine cesaretle, heyecanla dolduğunu hissediyorum. Bunların üzerine ne söylenebilir ki diye geçiriyorum aklımdan. Acaba devrimci coşku üzerine bir şeyler yazmayı mı denesem? Ama buna hiç kalkışmamak en iyisi. Duyguların tarif edildiği yazılar kaleme almak benim için çok zor. Gerçekten duygu ve imge yüklü deneme yazılarını okudukça nasıl yazılmış, nereden bulunup kurulmuş bu cümleler hep şaşarım… Defteri taramaya devam ediyorum. Bu defa kimi düşünürlerin zırvalıkları ile karşılaşıyorum. İlk zırvayı bu işte çok becerikli olan Nietzsche söylemiş: “İyi bir aileden doğmadıkça hiçbir ahlak mümkün değildir. İnsanın her ilerleyişi aristokratik toplumdan gelir.” diyor Nietzsche ve devam ediyor. “Bence hakkaniyetli hüküm şudur: İnsanlar eşit değildir, olmamalıdır da. Eğer böyle demeseydim insanüstü sevgim ne olurdu.” Bir insanüstü lafı tutturup gidiyor Nietzsche… Tabi insanüstüne en iyi örnek de kendisi. “Maymuna göre insan neyse, insana göre insanüstü odur.” diyor megalomanlık derecesinde bir kendini beğenmişlikle. Kadınları sürekli küçümseyip aşa-


ğılıyor. Böyle buyurdu Zerdüşt kitabında şöyle diyor: “Kadın şereften pek anlamaz. Erkek ruhunun derinliğinde kötüdür sadece; oysaki kadın berbattır. Kadının ruhu sığdır.” İnsanüstü erkeği Nietzsche’nin deyimiyle, “Milyonlarca salağı ortadan kaldırarak geleceğin insanını kalıba dökmektir… Bütün bir ulusun yoksulluğu bir insanüstünün acı çekmesinden daha az önemlidir.” Burada şunu belirteyim Nietzsche’nin insanüstüsü Hitler faşizminin liderlerinden Himmler’e de esin kaynağı olmuştur. Öyle ki Himmler, Alman olmayan tüm insanlar için “alt insan” deyimini kullanmış ve 1937 yılında Alman dış siyasetinin amacını “dünyadaki bütün alt insanların yok edilmesi” olarak açıklamış. Bir başka zırvalamayı da Stanley Jewons yapıyor. Onun zırvası ise ekonomik bunalımların nedenlerini göklerde araması ve güneşteki lekelerin çoğalmasıyla açıklamaya kalkması. Platon ise şöyle soruyor: “Köleler olmazsa çömlekçiliği kim yapacak?”. “İnsanın insaf yahu Platon onu da sen yapıver.” diyesi geliyor değil mi? Daha birçok alıntı var defterde ama ben hala nasıl bir deneme yazmalıyım karar veremedim. Lakin emek harcandığında bu işi başaracağımı biliyorum. Tabi emeği kolektifleştirmek verimi daha da arttırır değil mi? O halde şu an havalandırmada volta atan yoldaşlarımın fikirlerine başvurayım. Voltaya katılıp hemen söze giriyorum: - Deftere biraz göz attım ve şu şu alıntılar (yukarıda yazan alıntılar) dikkatimi çekti. Sizce hangi konuda bir deneme yazalım? - Bence özgürlük konusunda bir deneme yazabilirsin diye bir yoldaşım başlıyor söze. Ama özgürlüğe değinip de özgür tutsaklığa değinmemezlik etme sakın diye de ekliyor. Diğer yoldaşım, - Özgürlüğe dair yazmak iyi tabi ama bence konuyu sade bir şekilde anlatalım. Dört başı mamur yazıya, konunun her yerinden değinmeye gerek yok. Anlaşılır, mesajı açık olsun ve akıcı bir dille anlatılsın yeter diyor. Bu sohbet sürerken diğer yoldaşım voltayı bırakıp hücreye, kitapların olduğu yere gidip elinde bir kitapla geliyor. “Bu kitapta özgürlüğe dair çok güzel yazılar ve bazı düşünürlerin özgürlükle ilgili görüşleri var. Bir bak belki işine yarayacak şeyler vardır.” deyip kitabı bana uzatıyor. Bir iki öneriyi daha dinledikten sonra kitabı alıp içeri geçiyorum. Yoldaşlarım voltaya devam ediyorlar. Sohbet konusu özgürlük tabi. Onlar sohbete devam ededursun ben şu kitaba bir göz atayım. Sayfaları hızla çeviriyorum... Özgürlüğün Latincede libertas, servus olmayan yani köle olmayanın durumunu belirtiği yazılmış. Eski çağda liber olmak yani özgür olmak üst sınıfların insanları için kullanılıyormuş. Orta Çağ’da da durum pek de-

ğişmemiş. Ama gelişen burjuva sınıfı siyasi, kültürel ve iktisadi anlamda özgürlüğü savunarak ortaya çıkmış. Özgür toplum ve özgür birey düşüncesi de sanayi devrimiyle olgunluğa erişmiş ve Fransız Devrimi ile yaşama geçmeye başlamış. Özgürlük fikri yasa düzeni fikri ile birlikte gelişmiş ve J. J. Rousseau’nun “toplumsal sözleşme” kavramıyla anlamını bulmuş. Mesela Montesquie, “Özgürlük, yasaların izin verdiği şeyleri yapma hakkıdır” diyor. Nicola Berdiaeffis de, “Özgürlük bir hak değil zorunluluktur.” diyerek konuya farklı bir açıdan bakıyor. Tabi özgürlüğün ne olup olmadığı, nasıl elde edileceğine dair tartışmalar, farklı düşüncelerin ortaya çıkmasını sağlıyor. Örneğin Napoleon Bonaparte “Size özgürlük verdik bunu kullanmayı bilin.” derken, İ. Silone “Özgürlük size armağan edilmiş bir şey değildir. İnsan kendi özgürlüğünü başkalarından dilenemez. Özgürlük halkların alın teriyle kazanabilecekleri emektir.” diye ekliyor. Bu satırları okurken voltadaki sohbet de koyulaşıyor. Öyle ki bir arkadaşım içeri gelip sosyalizmin alfabesi kitabını alıyor. Orada 17. başlıkta özgürlüğü ele almış Leo Huberman… Bunu nereden mi biliyorum şu an kitap önümde duruyor!.. Voltada gerekli yerler üzerine sohbet edildikten sonra “Bak burada da işine yarayacak şeyler var.” diye masaya bırakıyor yoldaşım. Önceki kitabın arasına bir ayraç koyup bu kitaba (Sosyalizmin Alfabesi’ne) göz atmaya başlıyorum. Şu satırları birkaç defa okuyorum: “Özgürlük zor ve baskının bulunmamasından çok daha fazla bir şey demektir. Özgürlüğün insanların çoğunun derin anlam ve önemi olan olumlu bir yanı vardır. Özgürlük yaşamı bütünüyle yaşamak demektir; yeterli beslenme, giyinme ve barınma konusunda bedenin gereklerini karşılamak için ekonomik olarak ayrıca aklın etkinlik amacını genişletmek, kişiliği geliştirmek ve kişiliğini ortaya koymak için etkin fırsat ve olanaklara sahip olmak demektir. Bu özgürlük anlayışı, istekleri daima tatmin etme ve zihinsel yetilerini geliştirme olanağına sahip olmuş kimseleri şaşırtabilir. Bunlar için özgürlük, yalnızca haklarına müdahale edilmemesi ile ölçülür. Oysa insanların büyük çoğunluğu için özgürlük haklarla değil, ekmek, tatil ve dinlenme, güvenlikle ölçülür. Bu daha geniş anlayışın geçerliliğini saptamak için birkaç soru sormak yeterlidir. İşsiz ve aç bir insan özgür müdür? Kitap ve kültür dünyasının kapıları kendisine kapanmış, okuma-yazma bilmeyen cahil bir insan özgür müdür? Yılın 52 haftasında çalışmak zorunda olan, dinlenme, tatil, gezmek için birkaç gününü bir araya getiremeyen insan özgür müdür? Gece-gündüz iki yakasını bir araya getirme tasasında olan bir insan özgür müdür?” o

EKİM 2011 | TAVIR | 13


şiir şiir

gördüklerim, hissettiklerim erhan sezer

Ve bir ezgidir söylenen usulce. Güç ve cesaret gerektirir gereğince. Atılır orta yere, yanar sloganlar bin yıldır sönmeden yükselircesine dumanı ağızlardan göğe, dört bir yana… Şairler kıraathanesindeyim. Kelamları şairlerin umut üzerine, sevda üzerine özgürlük ve kardeşlik üzerine. Kulağım her birinin bir diğerinden güzel sohbetinde. Ve içlerinden biri, ve diğerlerinden yok bir farkı, ki şair Karaca hakkını verircesine işler dizelerini yaşamın ve dökülür notaları şiirin sarı samanlı kağıtların nakışlı tarihine.

asla susmamış ve susmayacak olan ağızlardan, dünyanın en şerefli ve en ümitli anıdır. Ve kuşkusuz ki ölmek de sevdadandır anacağım. Sevdadandır ölümlere gitmeler. Kurtulsun, ah bir kurtulsun diye şu güzelim halkım karanlıktan… İzahı vardır dünyanın ve yedi kat göğün, Ama anlatamam sizlere nasıl koca bir yüreğe sahip olduğunu onun. Sarıldım Ahmet Kulaksız’a ve kızlarıdır yaşayan bunca sene kitapta, türküde, insanda, ve kavgada. Konuşmak istedim ve belki de azıcık teselli.

‘‘Şairin gerçek olanı en önünde yürüyenidir kalabalığın Ve en tutkulusudur elbet özgürlüğün ve de halkının…’’

Dinlemek kıymetli sözcükleri

14 | TAVIR | EKİM 2011

Ne mümkün! Kaldırmaz mı ansızın düşmüş omuzlarımı yukarı. Ve o anda belki de o şaşkınlıkta anlamış bulundum gerçek olanın ve kuvvet veren şeyin


inanmak olduğunu yarınlara, yüreklice, onurluca… Şairler kıraathanesinde yurdumun güzel düşleri yatırıldı tekrar ak bir güvercin gibi her an havalanmaya hazır yüreklere. Ve son sözleri ozanların ilk sözleri ve de daima olacak olan sözleriydi. ‘‘Şairin gerçek olanı en önünde yürüyenidir kalabalığın. Ve en tutkulusudur elbet özgürlüğün ve de halkının…’’

19 Eylül 2011 / İstanbul

EKİM 2011 | TAVIR | 15


biyografi biyografi

uzlaşıcıya red, savaşa evet: antonio maceo ferit karatepe

savaşma kararlılığına sahip olmaktan geçer. Bundan olsa gerek Granma yatından yalnızca 12 kişi sağ kurtulup savaşmak için bir araya geldiğinde “Şimdi savaşı kazandık” (2) dedi Fidel Castro. Ve yine bu yüzden askeri olarak yenilgiye uğranılsa da teslimiyet karşısında, “Biz buraya dönmeye değil, ölmeye geldik” deme kararlılığını gösterenler o savaşı kazanmışlardır. Bugün halklar için bir umut ve onun bayrağı olan yeşil timsah Küba’nın kurtuluşu da böylesi bir uzlaşmazlık emeği sergileyen önderlerin yarattığı bilincin eseridir. Bağımsızlık için Küba’da verilen ilk savaş 1868 yılındadır. “10 yıl savaşları” olarak bilinen ve önderliğini toprak sahipleri, ayak ve zanaatkarların yaptığı ama Siyahi kölelerin ve ardından halkın tamamının girdiği bir savaş vatanseverlik duygularının perçinlenmesini sağlamış, bir ulus olarak Kübalıların vatanları için dövüştüğü ilk savaş olmuştur. Küba halkının onurlu tarihine, bu savaş sırasında kazanılan tecrübeler, bir de bu savaşta öne çıkan yiğit vatanseverler kalır. Antonio Maceoye Grajales onlardan biridir. “Barıştan söz etmek, ancak savaş kazanmış bir devrimci hareketin hakkıydı. Neden derseniz, kamuoyu ve onların barış istekleri seferber edilebilir. Bunun olanak kazanması için, ilk önce istibdat ve sömürünün bozguna uğratılması gereklidir. Ama savaşın yenilgiye yüz tuttuğu anda barıştan söz etmek, barış adına bozguna boyun eğmek demektir.” (1) İşte bu yüzden bir savaşı kazanmanın -hele de askeri ve teknolojik gücü büyük bir düşmansa karşısındaki- en önemli yanı

16 | TAVIR | EKİM 2011

Maceo Bağımsızlık Savaşı’na Katılıyor Antonio Maceo, 1845’de Küba’nın Santigo şehrinde doğdu. Bir toprak sahibinin oğluydu. Çocukluğu Oriente eyaletinde babasının çiftliğinde geçen melez Antonio, özel öğretmenlerden ders alarak öğrenimini tamamladı. Antonio, ilk kez 1864 yılında, Santoago’da bir mason locasına girerek yurtseverlerle ilişki kurdu. 12 Ekim 1868’de başlayan ve 1. Bağımsızlık Savaşı olarak da


bilinen “10 Yıl Savaşları”na, Kurtuluş Ordusu’nda bir asker olarak katıldı. Gerilla Savaşında Yeteneği ve Cesaretiyle En Öndeydi Savaşın başında uzlaşma yolları arayan İspanya, bu uzlaşıyı reddeden isyanlarla karşılaşınca, tüm sömürgeci yönetimlerin başvurduğu zor ve baskı yöntemleriyle bağımsızlık savaşını ezmeye çalıştı. Gönüllüler Birliği adında bir kadro örgütlenmesi kurarak kanlı eylemler yaptı. Artan halk desteği karşısında komplolar kurarak, 8 üniversite öğrencisini bir soylunun mezarını kirlettikleri yalanıyla astırdı. Tüm bunlar yetmeyince bugünkü Terörle Mücadele Yasası’nı andıran yasalar çıkardı. İsyan önderleri ve onlara yardım edenler yargılanmadan idam edilecekti. Küba yakınlarında silah ve cephane taşıyan gemilerde yakalananlar öldürülecek, ikamet alanları dışında yakalanan ve bu durumlarını açıklayamayan 15 yaşından büyük tüm erkekler ölüme mahkum edilecekti. Tüm bunlar on binlerce Kübalının adayı terk etmesine neden olduysa da, özgürlük ve bağımsızlık için savaş başlamıştı ve her koşulda savaşanlar da vardı. Maceo Savaşın Önderi Oluyor Antonio Maceo, yarattığı kahramanlıklarla liyakat ödülleri almış ve rütbesi artmıştı. 1872’de general olan Maceo, bağımsızlık savaşının önderlerinden biri olmuştur. Cüssesi, ten rengi ve yiğitliğinden dolayı ona “Tunç Titan” deniliyordu.

San Ulqurere tepelerinde San Quentin Taburu’nu yok eden ve bununla savaşın en büyük askeri zaferlerinden birini elde eden Antonio Maceo. Maceo, Baragua Kampı’nda 15 Mart 1878’de general Martinez Campos’la görüştü. Bağımsızlık kazanılmadan ve köleliğin ilgası olmadan barışmayı kesin bir şekilde reddetti. Baragua Reddiyesi, Küba’nın en onurlu sayfalarından biriydi. Silahını bırakmadı Maceo, savaşı sürdürdü. Maceo’nun bu onurlu duruşu yalnız o günle kalmadı, tarih boyunca uzlaşı ve pasifizm karşısında savaşı, yeni halkın kurtuluş savaşını seçen herkes için örnek olmuştu. Yıllar sonra 1960’larda Fidel Castro, pasifist Venezüella Komünist Partisi’nin uzlaşıcı tavrı karşısında devrimci hareketi partiden ayırıp savaşma kararlılığını gösteren Douglas Bravo’yu desteklediği için eleştirildiğinde, o eleştiriler karşısında “Devrim için savaşmayana komünist denmez” dediği açıklamasında Antonio’yu örnek göstererek şöyle anlatır: “Tarihimizde bize öğretmenlik edecek ne çok şey var! Antonio Maceo, Martinez Campos’a görüşmek istediğini bildirmiş ve İspanyollarla barışı kabul etmeyeceğini açıklamıştı. Küba tarihinin parlak sayfalarında, bunun gibi hayranlık verici daha kaç olay gösterebilir? Bu öyle bir davranıştır ki, sahibine geçmiş, yaşayan ve gelecek bütün kuşaklar önünde dünya kamuoyunu önünde ölümsüzlük kazandırmıştır.” (2)

Kübalılar, karşılarında güçlü bir ordu olsa da büyük bir kahramanlıkla savaşı sürdürüyordu. Elinde bulunan her şeyi bir silah olarak kullanıyor, machete adı verilen palalarla sömürge birliklerini basıyorlardı. Fakat sağlam bir önderlikten mahrum olmaları, kendi içlerinde de ırkçı-bölgeci yaklaşımların var olması, sağlam ve disiplinli olmalarını engelliyordu, bu da yenilgiye neden olacaktı. Jose Marti’nin “İç çatışmaları fırsat bilen İspanya, topla tüfekle kazanamayacağı bir savaşı kazanabildi.” diyerek bu savaştaki yenilginin nedenini de açıkladı. Çelişkilerden faydalanan İspanya, ılımlı bir tutum sergileyip af çıkararak geçmiş dönemde yapılan katliam ve zulümleri unutturarak kölelere bireysel haklar vererek vatanın kurtulması için mücadeleden vazgeçirmeye çalıştı. Sömürgecilerin “havuç ve sopa” politikası gereği bir yandan papaz rolünü oynarken, diğer yandan da silahlı güçlerini arttırdı, sonunda kimi reformlar uğruna toprak sahipleriyle savaşı bitirme konusunda bir uzlaşı sağladı. Zanjon Paktı adı verilen 10 Şubat 1878 tarihli barış anlaşması, hak kırıntılarını kabul edip bağımsız ve özgür bir Küba’dan vazgeçişin adıydı. Bir onursuzluk belgesiydi. Uzlaşının Reddi Kişiye Ölümsüzlük Kazandırır Bu nokta tarihsel bir dönemeci de içinde barındırıyordu. Vatan ve halkın kurtuluşu sağlanmadan yapılan uzlaşıydı Fidel’in bahsettiği bozgun hali. Bu bozgunu kabul etmeyen bir kişi çıktı. Masa başında toprak sahipleri İspanyollarla el sıkışırken

EKİM 2011 | TAVIR | 17


tiyordu ve ona ulaşana kadar yüzlerce, binlerce denemeden de geçse aynı istek ve coşkuyla atılacaktı öne. Garcia’yla birlikte başlattıkları savaş başarısız olunca Orta Amerika’ya geçti. Kısa bir süre Dominik ordusuna katıldı. Ardından 1884 yılında Maximo Gomez ile birlikte yeni bir hareketle ortaya çıktı. Jose Marti’nin de desteğini almıştı. Ama Marti, bu hareketin otoriter bir şekilde örgütlendiği gerekçesiyle desteğini bir süre sonra geri çekti. 1886 yılındaysa yapacakları ayaklanma başlamadan başarısızlığa uğradı.

Savaşa Devam! Kurtuluşa Kadar! Antonio silahını bırakmadı fakat birliklerin dağınıklığı, savaşı sürdürmesini fiilen engelliyordu. Bu yüzden 2 ay sonra savaşı bitirdi. “10 Yıl Savaşları” böylece sona erdi. Ama Maceo için bağımsızlık savaşı bitmemişti. Bağımsızlık savaşı, vatan kurtulana kadar sürecekti. Buna hazırlık yapmak gerekiyordu. Ve hiç beklemeden yeni savaşlar için hazırlığa girişti Maceo. Bunun için önce Jamaika, ardından New York’a geçti. Antonio Maceo’nun 19 kardeşi vardı ve bunların tamamı savaşa katılmıştı. 15’i savaşarak ölmüş, babası bir çatışma esnasında öldürülmüştü. Bunun üzerine ise annesi Mariano Grajales dağa kaçıp savaşın ardından sürgünde ölmüştü. Küba’nın bu ilk devrimci kadınının oğlu Maceo ise, 1878 yılı bitmeden Calixto Garcia İniguez ile birlikte yeni bir savaşa hazırlandı. Ağustos 1879’da Gidano Santiago’da isyanı başlattılar ve Küba’nın doğusundaki dağlara çıkıp saldırıya geçtiler. Orta bölgelere de yayılan ayaklanma Maceo ve Garcia’nın yollayacakları silah ve malzemelerle daha da güçlenecekti. Fakat bir ihbar sonucunda Maceo silah ve paraları İspanyollara kaptırmış ve adaya gelememişti. Garcia adaya geldiğinde ise silah ve cephanesi olmayan ayaklanmacılar üzerinde İspanyol hükümetinin propagandasının etkili olduğunu gördü. Reform yapılacağı yolundaki söylentilerle beraber bir taraftan da ayaklanmacılar içinde ırkçılığı yayan söylentiler hareketi bitirmişti. Antonio Maceo’nun da bir “zenci cumhuriyeti” kuracağı yolunda söylentiler yayılmıştı. Bu da büyük bir kısım savaşçının silahını bırakmasına neden olmuştu. Garcia da silahlı kimseyi bulamayınca teslim oldu. Yapılan reform söylentileriyle ırkçı söylemler 2 binden fazla silahlı, 4 binden fazla da silahsız kişinin İspanya’ya teslim olmasına neden olmuştu. Vatanseverler arasında birlik tam olarak sağlanamamıştı. Antonio Maceo ise bir isyankardı. Çünkü bağımsız Küba’yı is-

18 | TAVIR | EKİM 2011

Maceo, Jose Marti ve Maximo Gomez’le Birlikte 2. Bağımsızlık Savaşı’nın da En Önünde Antonio Maceo elini kolunu bağlayarak oturamazdı. Maceo için savaşın önderliğini kimin yaptığı önemli değildi. Daha önce kendisinin başlatacağı ayaklanmaya destek vermeyen Jose Marti’ye karşı alınganlıkla yaklaşmamıştı. Onun için önemli olan tek şey Küba’nın kurtuluşu için savaşmaktı. Ve bu savaşı kimsenin örgütlemediği koşullarda kendisi denemekten vazgeçmediği gibi, örgütleyen bir önderlik çıktığında da onunla omuz omuza savaşmasını bilirdi. 24 Şubat 1895’te 2. Bağımsızlık Savaşı başladı. Maximo Gomez ve Jose Marti, yayınladıkları Monte Cristo Manifestosu’yla ayaklanmanın amacını duyurdular. Kısa süre sonra Maceo da onlara katıldı. Nisan ayında devrimci önderler adaya ayak basarak ülke çapında ayaklanmayı yaymak için örgütlenmeye başladılar. Maceo önderliğinde Oriente’de ayaklanma başladı. Bundan kısa bir süre sonra 19 Mayıs’ta Jose Marti İspanyollarca öldürüldü. Bu olay militanları biraz sarstı ancak savaşın sorumluluğunu Maceo ve Gomez birlikte yüklenerek savaşı devam ettirdiler. Maceo, Oriente’nin her tarafına yaydı çatışmayı. Hakim olduğu kentlerde toprak ağalarını vergilendirdi ve birçok çatışmada başarılı oldu. Batı bölgesinde ayaklanmanın yayılması için harekete geçen Maceo, Ekim’de uzlaşmamanın simgesi Baragua’dan 1400’ü aşan askerle yürüyüşe başladı. Gomez’le birleşti daha sonra. Daha fazla ilerlemek için silah ve cephaneye ihtiyaçları vardı. Asker başına 2 mermi düşüyordu çünkü. Maceo, “cephanemiz yok, savaşı sürdüremeyiz” demedi, birliklerinin cesaretine güveniyordu. “Cephane bulmak için savaşmalıyız” dedi. 3600 kişilik Kurtuluş Ordusu, 8000 kişilik İspanyol birlikleriyle Las Villas’ta karşı karşıya geldi. Ve düşmana çok kayıp verdirerek cephane elde edip savaşa son sürat devam ettiler, 8 kenti ele geçirdiler.


Antonio, 1896’da Pinar del Rio’da İspanyol birliklerine karşı büyük başarılar kazandı. Buradaki harekatı kolaylaştırmak için Gomez, Havana’da İspanyol birliklerinin dikkatini “La Lanzedero” taktikleri ile dağıttı. Mekik taktiği birliklerinin kafasını karıştırma özelliği taşıyordu. Bu hareket için yabancı bir uzman “yüzyılın en cesur askeri harekatı” demişti. “Halk Bir Kez Özgürlüğünü Kazanmak İstedi mi, Uçaklara Taşla Karşı Koyar” Askeri olarak da, teknolojik olarak da daha güçlü bir düşman karşısında kimi hile yöntemleri ama asıl olarak da cesaret ve fedakarlıkla savaşıyordu Antonio Maceo. Vatanını da, halkını da seviyor, onlara güveniyordu. Halkın yaratıcılığı, fedakarlığı düşmana yöneldiğinde her türlü imkansızlıkların yok olacağını biliyordu. Bunu bizzat savaşın içinde de görmüştü Maceo. Bunu Antonio Maceo’nun kurmay başkanı Mino Argenter şöyle anlatmaktadır: “Çoğunun elinde silah olarak yalnızca palalar bulanan Kübalı köylüler, kuvvetli İspanyol hatları üzerine atılarak kendilerini ölüme terk etmişlerdi. Bunlardan bazıları İspanyollar üzerine tabancasız, palasız ve hatta küçük bir bıçak bile olmaksızın yumrukları ile saldırmışlardı. Bu kişiler silahsız savaşmışlardı. Giysileri sağlamdı. Karınlarının üzerinde tenekeden yapılmış su kapları sarkmaktaydı. Biraz ileride ise İspanyollara ait bir at ölüsü bulunuyordu. Atın üzerindeki koşum takımı ve malzemeye hiçbir şey olmamıştı. Bütün bu gördüklerimizi bir araya getirerek orada meydana gelen olayları şu şekilde toplamıştık. Yürekli komutanları Yarbay Pedro Delgedo’yu izlemekte olan bu savaşçılar, ellerinde hiçbir şey olmaksızın kendilerini süngüler üzerine fırlatmışlardı. O civardan işitilen şıngırtı sesleri ile ellerindeki su kaplarının düşman atlarının eyer başlıklarına çarpmasından meydana gelmişti. Maceo gördüklerinden dolayı oldukça duygulanmıştı. Ölümün her çeşidini görmeye alışık olan bu kişinin ağzından o anda övgüler çıkacaktı: ‘Hayatımda böyle bir şey görmedim. Eğitimsiz ve silahsız savaşçılar ellerinde silah olarak yalnızca su kapları ile İspanyolların üzerine atılmışlar. Bense su kaplarını ordu ağırlığı malzemelerden sayardım.’ Ve Fidel tarihi savunmasında bu olayı anlatarak şöyle der: ‘Özgürlüğünü kazanmak istedi mi, halk iste böyle savaşır; uçaklara taşla karşı koyar, tankları elleriyle devirir.’...” (3)

özgürlüğü için savaşmaktan vazgeçmedi. Defalarca yenildi, defalarca imkansızlıklarla, olanaksızlıklarla karşılaştı. Her defasında daha fazla savaşma kararlılığıyla atıldı öne. Çünkü halka güveniyordu, çünkü vatanının bağımsızlığını kazanacağına inanıyordu. Er ya da geç mutlaka kazanılacaktı, yeter ki savaşmaktan vazgeçilmesin. Küba 1 Ocak 1959’da bağımsızlığını kazandı. Havana’ya o gün giren gerillalar arasında Maceo da vardı. O ölümsüzdü. Tarih, uzlaşmaktan barışmaktan değil; savaşmaktan ve halkların kurtuluşundan yana olanlara ölümsüzlük nişanı verir çünkü... o KAYNAKLAR: • Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi •Küba Tarihi, Prof. Jose Canton Navarro, Yazılama Yayınları ALINTILAR (1): Fidel Castro, Devrim İçin Savaşmayana Komünist Denmez, Yar Yayınları Syf:246 (2): A.g.e, Syf: 57 (3): “Dinle Yankee Tarih Beni Beraat Ettirecektir”, Yar Yayınları Syf: 246

Antonio Maceo Ölüyor 900’den fazla çatışmada bulunmuş, 28 yıl boyunca bir fiil savaşmış yiğit ve yurtsever komutan, yeni bir saldırı hazırlığı içindeyken Aralık 1896’da Maximo Gomez’in oğluyla beraber San Pedro’da konakladığı sırada karargahı kuşatıldı ve çatışarak öldü. Vücudunda 26 yara izi bulunan Antonio Maceo’nun ölümünü birliklerinin kabullenmesi güç oldu. O, sömürünün, işgalin karşısında uzlaşmayı reddederek bağımsızlığı kazanana kadar savaşma iradesi gösterip halkının gönlünü kazandı. Tüm yaşamını Küba’nın bağımsızlığına adadı. Vatanı ve halkının

EKİM 2011 | TAVIR | 19


araştırma araştırma

devrimin tiyatroları: augusto boal ve güney amerika eren buğlalılar

Bu dönem sınıf mücadelesini yürütmenin biçimlerinin de değiştiği bir dönem oldu. Mahir Çayan’ın deyişiyle evrim ve devrim süreçleri iç içe geçmişti artık. Silahlı mücadele yalnızca devrim anında devreye sokulacak bir araç değil, bütün mücadele sürecini belirleyen, diğer bütün demokratik, kültürel, ekonomik ve politik mücadelenin tabi olduğu bir strateji biçimini almıştı. Çin Devrimi Mao’nun geliştirdiği “halk savaşı” stratejisiyle gerçekleşmişti.

Dünyadaki devrimci tiyatro deneyimlerini aktarmaya çalıştığım ilk iki yazımda Sovyetler Birliği ve Almanya’ya odaklanmış, bu ülkelerin Birinci ve İkinci Paylaşım Savaşı arasında, hatta savaştan sonra bir süre daha dünyadaki devrimci tiyatronun öncülüğünü yapmaya başladığını belirtmiştim. Bu durum 1950’lerin ortalarından itibaren değişmeye başladı ve 1959 Küba Devrimi’nin ardından dünyadaki devrimci mücadelenin ekseni yeni sömürge ülkelere doğru kaymaya başladı.

Bütün bu değişimler, doğal olarak devrimci kültür alanında da bir değişimi getirdi. 1960’lar boyunca dünyadaki devrimci tiyatrolar da farklı biçimler almaya başladı. Buna devrimci tiyatronun ikinci dalgası da diyebiliriz. Bu ikinci dalga politik sanatın geliştirildiği ülkeler de, silahlı mücadelenin yükseldiği Güney Amerika ve Güneydoğu Asya ülkeleri oldu. Güney Amerika’daki devrimci tiyatroyu dönüştüren iki figürün ikisi de Brezilya’da doğdu: Paulo Freire ve Augusto Boal. Yöntemlerinin temelini ise önce Brezilya’da, daha sonra da Güney Amerika’nın çeşitli yerlerinde çalışarak geliştirdiler. Onların yaşadığı dönemde ulusal kurtuluş mücadeleleri, sı-

20 | TAVIR | EKİM 2011


nıf mücadelesiyle iç içe geçiyor; öte yandan bu mücadele kendi düşünürlerini, aydınlarını yaratıyordu: Frantz Fanon, Che Guevara, Paulo Freire, Amilcar Cabral, Kwame Nkrumah. Çoğunun vurguladığı nokta ise aynıydı: Yeni sömürgecilik. Sömürgeciliğin iktisadi sonuçları. Sömürgeciliğin psikolojik etkileri, kitleleri edilgenleştirmesi, kendi kültürüne yabancılaştırması. Ve buna karşılık zihni ve bedeni sömürgeleştirilmiş, beyaz maskeler ardına saklanan siyah yüzlerin nasıl özgürleştirileceği, onların temel konuları olmuştu. Brezilya da bu sömürgelerden biriydi. ABD’nin 2. Paylaşım Savaşı’nın ardından izlemeye başladığı yeni sömürgecilik politikası Brezilya’ya 1955-1961 yılları arasında bağımlı bir kalkınma politikası olarak yansıdı ve çarpık kapitalizm ülkede böylece gelişti. Willys Overland, Ford, Volkswagen ve General Motors gibi emperyalist şirketler Brezilya’daki fabrikaları aracılığıyla ülkedeki otomobil üretiminin %78’ine hakim hale geldiler; bu oran 1968’e geldiğinde 3 şirketin üretimin %90’ına hakim olmasına dönüştü (Fausto, 1999, s. 256). Ülke sanayileşir ve kentleşirken, küçük köylü mağdur oldu. Giderek topraksızlaşıyorlardı. Topraklarına el konulmasını engellemek, angaryaya karşı çıkmak ve kır emekçilerinin çalışma saatlerinin azaltılması gibi taleplerle 1955 yılında örgütlenmeye başladılar ve ilk köylü birliklerini kurdular. Bu birliklerin gelişimiyle 1963 yılında kır emekçilerinin resmi statüsü tanındı ve çalışma saatleri, asgari ücret, tatil günleri ve ücretli izinler gibi haklar güvence altına alındı (Fausto, 1999; s. 265266). Sanayileşme kentli işçi sınıfı nüfusunu da arttırdı ve halk sınıflarının politikleşmesi işçiler üzerinde de etkili oldu. İşçilerin en güçlü silahı olan grev 1958 yılında 31 kere kullanılırken, bu sayı 1963 yılında 172 oldu. Dahası grevler salt ekonomik eylemler olmaktan çıkıp, siyasi talepler de yöneltmeye başladılar. Aynı dönem artan öğrenci nüfusunun da politikleştiği ve örgütlendiği bir dönem oldu. Öğrenciler 1959 yılında Ulusal Öğrenci Birliği’ni kurdular ve bütün sol güçler burada bir araya geldi. Küba Devrimi’ni izleyen yıllar boyunca, üniversite öğrencilerinin örgütlenmelerinin neredeyse tamamı sol ideolojilerin etkisi altındaydı ve Brezilya Komünist Partisi gibi örgütlerle ilişki içerisindeydiler (Therry, 1965). Bu dönüşümden Katolik kilisesi de etkilendi. Başlangıçta çok sert bir anti komünist tavra sahip olan kilise, Küba Devrimi’nin, gençlik hareketinin ve işçi-köylü örgütlenmelerinin etkisiyle kendi içinde bölünmeler yaşadı ve Katolik Üniversite Gençliği adında bir birlik kuran genç dindarlar sosyalist harekete yakınlaşmaya başladılar. Bu hareket daha sonra giderek Kilise’den bağımsızlaşacak Halkçı Eylem (Ação Popular) adlı bir siyasi örgütlenme yarattı (Lowy, 1996, s. 42). Boal’i etkileyen Paulo Freire de bu din insanlarından biriydi. Yükselen bu halk hareketi karşısında Brezilya oligarşisinin ABD

emperyalizmiyle birlikte aldığı önlem 1964 yılında bir askeri darbe yapmak oldu. Darbe halk örgütlenmelerini dağıtmayı hedefliyordu ve ilk yaptığı işlerden birisi, sendikacıları ve işçi önderlerini tutuklamak oldu. Ulusal Öğrenci Birliği’nin merkezi işgal edildi ve kundaklandı; köylü ve kır emekçilerinin örgütlenmeleri dağıtıldı; devlet bürokrasisi ve ordu içerisindeki sol unsurlar tasfiye edildi (Munck, 1984; s. 156, 161; Fausto, 1999; s.274, 281-282). 1964 sonrasında Brezilya’daki halk mücadelesi yeni bir dönemece girdi. Demokratik yasal alanların giderek daralması halk muhalefetini illegaliteye ve silahlı mücadeleye itti. 1966 itibariyle kilisenin ilerici çevreleri darbeye karşı sesini yükseltmeye başladı, öğrenciler Ulusal Öğrenci Birliği etrafında tekrar toparlandılar. 1967 yılında Havana’da yapılan OLAS Konferansı’nın ardından Brezilya Komünist Partisi içerisinde bölünmeler gerçekleşti ve stratejik olarak silahlı mücadeleyi benimseyen gruplar ortaya çıktı. 1968 yılının Mart ayında askeri polisin bir öğrenciyi öldürmesiyle gerilim tırmandı. Aynı ay Sao Paulo’daki ABD Konsolosunun ofisi bombalandı. 1969 yılında devrimciler Rio de Janeiro’daki ABD Büyükelçisini kaçırdı ve bunun karşılığında 15 siyasi tutsak Meksika’ya gönderildi (Quartim, 1971; s. 143-147; Fausto, 1999; s. 287-292). Brezilyalı tiyatrocu Augusto Boal işte bu ortamda tiyatro yapan bir sanatçı olacaktı. Sanatçı 1950’lerin ortasında ABD’de öğrenim gördüğü tiyatro okulundan ülkesine döndüğünde henüz diyalektik materyalizmle tanışmamış, Alman sosyalist tiyatrocu Brecht’le pek ilgilenmemişti. Eğitimini ABD’de aldığı için, o ülkedeki deneysel tiyatro biçimlerinden ve sokak oyunlarından etkilenmişti. Ancak Brezilya’ya döndüğü yıllarda halk hareketi henüz yükselişte olmadığı için, bir küçük-burjuva aydın olarak Brezilya halkıyla daha sıkı bağlar kurmak gibi bir isteği de olmamıştı Boal’in. Ne zaman ki, Küba devriminden kısa bir süre önce, Brezilya’da grevler patlak vermeye ve diğer halk sınıfları hareketlenmeye başladı, Boal’in çalıştığı Arena Tiyatrosu da o zaman halkla daha sıkı bağlar kurmayı hedefler oldu. Arena Tiyatrosu halk örgütlenmelerinin yükselişiyle birlikte yabancı oyun yazarlarının gerçekçi oyunlarını sahnelemenin yanında, Brezilya halkının sorunlarını sahneye taşımak için bir oyun yazarlığı atölyesi kurdu. Boal’in değişimi 1959 yılındaki Küba devrimiyle ve Brezilya toplumundaki huzursuzlukların artmasıyla hızlandı. Brezilya Komünist Partisi aydınlar arasında giderek popülerleşiyor, sanatçıların sanatlarına yönelik sorgulamaları artıyordu: Tartışmalarımız estetik değil, daha ziyade politik tartışmalara dönüşmeye başladı. Üzerinde en çok durulan konu şuydu: Tiyatromuz kime seslenmeliydi? … İşçi sınıfından olan karakterleri temsil edip, onları orta sınıfın ve zenginlerin masasına akşam yemeği mezesi olarak sunmanın manası neydi? Seyircilerimizin halktan olmasını arzuluyorduk… Bu gizemli ve çok sevilen “halkın” hizmetinde olmak istiyorduk… ama biz halk değildik. (Boal, 2001; s. 175)

EKİM 2011 | TAVIR | 21


taya koyuyordu. Eğitmen ve din adamı Paulo Freire işte burada işe dahil oldu. Eğitim bilimci Paulo Freire, daha önce Brezilya’da yaptığı çalışmalarla okuma yazma bilmeyen 300 kişilik bir topluluğa yalnızca 45 günde okuma yazma öğretmeyi başarmıştı. Şimdi de Peru’da ALFİN projesi içerisinde halka dil öğretecekti.

Böyle ifade ediyordu durumu sanatçı. Sanatçıların gündeminde artık yeni bir konu vardı. Halk olmak... 1960’lar boyunca halk olmak Augusto Boal’in en önemli kaygısı haline geldi. İlk devrimci oyunlarını 1960’ların ilk yıllarında sahnelemeye başladı. Halkla kurduğu bağlarını güçlendirmek için Brezilya’nın köylerini dolaşmaya başladı. Zaten o dönem bütün solcu entelektüeller halk olmak istiyorlardı. Örneğin bir rahip olan eğitmen Paulo Freire de Brezilya köylüleriyle ilk çalışmalarını gerçekleştirmeye başlamıştı. Freire yukarıda bahsettiğim ve solcu rahipler tarafından kurulan Halkçı Eylem örgütün bir üyesiydi. Boal rahip Freire ve onun eğitim yöntemiyle tanışmış ve çok etkilenmişti. 1964 yılında darbe olup, faşizm baskı ve sansür uygulamalarını sıkılaştırmaya başlayınca ülkede politik tiyatro yapmanın koşulları giderek ağırlaşmıştı. Darbe olduğu yıl cuntacılar Freire’yi tutukladılar. Boal ise birkaç sene daha ülkede kalmaya devam etti. Ancak 1971 yılında sokakta yürürken polis tarafından kaçırıldı ve işkenceli bir sorguya alındı. Brezilya hükümetine yönelik uluslararası baskının ardından serbest bırakılan Boal, daha sonra Arjantin’e kaçarak orada 5 yıl yaşadı. Boal’in tiyatrosunu dönüştüren şey ise, 1973 yılında Peru’nun solcu hükümetinin bir okuma yazma kampanyası başlatması oldu. 14 milyon nüfuslu ülkede 3-4 milyon civarında okuma-yazma bilmeyen, ya da çok az bilen insan vardı. Ve yapılan bir araştırma ülkede 45 ayrı dilin konuşulduğunu, bu 45 dil arasından 2 dilin de 41 ayrı diyalekte sahip olduğunu or-

22 | TAVIR | EKİM 2011

Freireci eğitim yaklaşımının üç noktası, Boal’in tiyatrosu için önemlidir: 1) Eğitim sömürgeci kültürün uzantısı olmaktan çıkarılıp, bütün iletişim araçlarından yoksun bırakılan halklar için bir özgürleşme aracı haline getirilmelidir. 2) Sömürgeci eğitim, insanlarda bir sessizlik, edilgenlik kültürü yaratmıştır ve buna karşı insanlara eylemlilikleri tekrar geri kazandırılmalıdır. 3) Eğitimi mevcut düzenin “boş kafaları doldurma”, “öğretmen anlatır ve öğretir; öğrenci dinler ve öğrenir” anlayışından kurtarmak ve ona herkesin aynı anda öğrenci ve öğretmen olduğu bir karakter vermek gerekir. Bunu Freire’nin pratiğine uygulayacak olursak da şu olguyla karşılaşırız: Devrimci bir eğitmen, dil öğretmek istediği kişilere sömürgecilerin yaptığı gibi tepeden inme bir şekilde, onların gündelik yaşam deneyimlerini göz ardı ederek yaklaşamaz. Devrimci eğitim insanların günlük yaşamda en çok girdikleri ilişkilerden, yaşadıkları yerlerden, maruz kaldıkları zorluklardan soyutlanarak ve tepeden inerek değil, bunların tam içerisinden çıkarılmalıdır. Devrimci ideoloji halka tepeden dayatılmamalı, onun kültürünün olumluluklarından yola çıkarak inşa edilmelidir. Örneğin ALFİN kapsamında bir mahallede halka fotoğraf makinesi dağıtılarak, onlardan sömürünün fotoğrafını çekmeleri istenmişti. Bir çocuk, duvardaki bir çivinin fotoğrafını çekmiş, “işte benim için sömürü bu” diyerek öğretmenine vermişti. Öğretmen ve diğer yetişkinler bunun ne olduğuna başlangıçta anlam veremediler. Fakat mahalledeki çocuklar bunun ne demek olduğunu anlamışlardı. Tartışmalar sonunda ortaya çıktı ki, mahallenin çocukları okul dışındaki zamanlarında ayakkabı boyuyorlardı. Yalnız evleriyle okulları arasındaki mesafe çok uzak olduğu için, sabah evden çıkmadan boya sandıklarını yanlarına alıyor, okula böyle giremeyecekleri için sandıkları şehir içindeki esnaflara bırakıyorlardı. Her esnafın duvarında bu sandıkların asılabileceği çiviler vardı ve esnaf bu çivileri saat karşılığı çocuklara kiralıyordu. İşte sömürü o ayakkabı boyacısı çocuklar için o esnafın duvarındaki çiviydi. Boal buradan şu sonucu çıkarıyordu: Tiyatrocu insanlara yok-


sulluğu, sömürüyü ve emperyalizmi anlatmak için çok uygun olduğunu düşündüğü bazı semboller ya da olay örgüleri keşfedebilir ancak bunların halkta hiçbir karşılığı olmayabilir. Halk zengin deneyimiyle bambaşka ve daha etkili semboller geliştirmiş olabilir; sanatçı onlara karışıp bu sembolleri öğrenmediği, olay örgülerini halkın yaşadıklarından çıkarak geliştirmediği sürece, sanatın halklaştırılması, halk için yapılması mümkün olmaz. Boal de tiyatro anlayışını bu doğrultuda ve önceki tiyatro biçimleriyle tartışarak şekillendirecekti. Şöyle diyordu Boal, “Ezilenlerin poetikasını anlamak için onun asıl amacı akılda tutulmalıdır: İnsanları –yani seyirciyi’, tiyatro fenomeninin pasif varlıklarını- özne, oyuncu, dramatik eylemin dönüştürücüleri haline getirmek. Umuyorum ki farklılıklar nettir. Aristoteles seyircinin iktidarı dramatik karaktere devrettiği ve böylece dramatik karakterin seyirci yerine eyleyip düşünebildiği bir poetika önerdi. Brecht’in poetikası seyircinin iktidarı kendi yerine eyleyen karaktere devretmesi ama düşünme hakkını kendine saklaması, bunu da çoğunlukla karakterle ters düşerek yapmasını önerir. Ama ezilenlerin poetikası eyleme odaklanır: İzleyici kendi yerine eylesin ya da düşünsün diye karaktere ya da oyuncuya hiçbir iktidar devretmez; tam tersine kendisi baş oyuncu olur, dramatik eylemi dönüştürür, sonuçlar dener, değişim planlarını tartışır –kısacası kendisini gerçek eylem için eğitir. Bu durumda belki tiyatro kendinde devrimci değildir ama devrim için bir provadır. Özgür seyirci, tüm bir insan olarak eyleme başlar. Eylemin kurgusal olması bir şeyi değiştirmez; önemli olan bunun bir eylem olmasıdır!” (Boal, 2008, p. 97-98) Bir başka yerde de şöyle diyecekti: “İnanıyorum ki bütün gerçek devrimci tiyatro grupları tiyatronun üretim araçlarını halka devretmelidir, ki halk da bunları kullanabilsin. Tiyatro bir silahtır ve bu silahı kullanması gereken halktır” (Boal, 2008, s. 99). Bu düşüncelerle birlikte Augusto Boal ünlü “Forum Tiyatrosu” tekniğini geliştirdi. Forum tiyatrosu oyuncuların aksiyonu bir yere kadar getirdikleri, tam kilit noktada oynamayı bırakarak seyirciye “Siz olsanız nasıl çözerdiniz?” diye sordukları bir tiyatro biçimiydi. Seyirciler daha sonra söz alarak sahneye çıkıyorlar ve oyuncu olarak sahnedeki sorunu çözmeye çalışıyorlardı. Tabii ki de bu durumun düzen içerisinde çözülemeyeceği bilincine sahip olan oyuncular, bu türden fikirler süren seyirciler karşısında işi çıkmaza getirerek, nihayetinde bütün çözüm yollarının tüketildiği, çözümün düzen içerisinde mümkün olmadığı bir noktaya ulaşıyorlardı seyirciyle birlikte. Tiyatronun bir bilinç yükseltme aracı olarak daha da mükemmelleştirilmesi, bir silah olarak daha da sivriltilmesi Piscator’dan bu yana bütün politik tiyatro teorisyenlerinin temel sorunu olmuştu. Ve aslında Brecht de dahil hepsi oyuncu-seyirci ayrımını ortadan kaldırmak için yöntemler geliştirmeye de ça-

lışmıştı. Örneğin Piscator seyirciyi bilinçlendirmek için bütün araçların seferber edildiği bir “bütünsel tiyatro” yöntemi geliştirmeye çalışmıştı. Brecht “Öğreti Oyunları” yazarak kendi tiyatro grubu içerisinde eğitim faaliyetleri yapmaya başlamıştı. Ama hiçbir tiyatrocu bunu Boal kadar net bir şekilde teorileştirmemişti. Boal’in tiyatrosuna tam anlamıyla devrimci denilip denilemeyeceğinden pek emin değilim. Her şeyden evvel, Boal örgütsüz biriydi. Geçmişten getirdiği küçük-burjuva alışkanlıkları nedeniyle de tutarlı bir devrimci sanat yapabilmek için Marksist-Leninist bir yapı içerisinde yer alma zorunluluğunu kabul etmek istemiyordu. Örneğin kitaplarında Küba’daki silahlı mücadeleyi ve devrimi halk adına ama halktan kopuk bir eylem olarak niteliyordu. Bu nedenlerden dolayı Boal’in faşizm karşısındaki tavrı tutarsız olmuştur. Bir yandan oyunlarıyla insanları devrime çağıran, mücadele bayrağını yükseltmeyi propaganda eden bir sanatçıyken, öte yandan Brezilya’da ya da Arjantin’de iktidar faşist yüzünü gösterip katliamlara başlayınca, Paris’e kaçmakta tereddüt etmemiştir. Burada sanatçı açısından ahlaki bir ikilem vardır: Halka direnmeyi, teslim olmamayı telkin eden bir sanatçının, mücadele koşulları şiddetlendiğinde de bu tavrı onurlu bir şekilde savunması beklenir. Halkın sanatçısı olabilmenin koşullarından biri de budur. Şurası kesin ki Boal’in bu davranışının altında onun yeterince ahlaklı olmayışı değil, örgütsüz kalmak konusundaki ısrarıdır. Nihayetinde faşizmin örgütlü şiddeti karşısında yalnız kalmış örgütsüz bir sanatçının çaresizlikten başka bir şey hissetmesi mümkün değildi. Ancak tüm bu tartışmaya açık yanlara rağmen, Boal’in tiyatrosu mevcut devrimci tiyatro geleneğini bir adım öteye taşımakta belirleyici öneme sahip olmuştur. Yeni-sömürgelerde şehir merkezlerine ve tiyatro salonlarına hapsolmuş binlerce sanatçı Boal’in tiyatrosundan çok şey öğrendiler. Onun geliştirdiği “Ezilenlerin Tiyatrosu” yöntemi, halk olmak isteyen ama halktan uzak olmaktan rahatsızlık duyan bütün tiyatro sanatçılarını 1970’ler ve 80’ler boyunca büyük bir dönüşüme itti. YARARLANILAN KAYNAKLAR: Boal, A. (2001). Hamlet and the Baker's Son. Routledge. Boal, A. (2008). Theatre of the Oppressed. Pluto Press. Fausto, B. (1999). A Concise History of Brazil. Cambridge University Press. Lowy, M. (1996). War of Gods. Verso Books. Munck, R. (1984). Politics and Dependency in the Third World. Zed Books. Quartim, J. (1971). Dictatorship and Armed Struggle in Brazil. (D. Fernbach, Çev.) NLB. Therry, L. D. (1965). Dominant Power Components in the Brazilian University Student Movement Prior to April, 1964. Journal of Inter-American Studies , 7 (1), 27-48. o

EKİM 2011 | TAVIR | 23


izlenim izlenim

van denizi’ndeki halkların öyküleri - 2 filiz tanya

pencerelerinden, camı kırık orta kapısından bile ellerini dışarı çıkarmış zafer işaretleri yapıyorlar. Yoldaki diğer araçlar da onları selamlıyor. Sandık ki güzel bir haber var. Yolun kenarına çekmiş, konvoyu zafer işaretiyle selamlayan araçlardan birine yaklaşıp soruyoruz, “Ne olmuş?”... Aracın içindeki adam bizi bir garipsiyor önce, sonra “Hiçbir şey olmamıştır, festival var, millet konserden geliyor” dedi. Şaşırıp kaldık, bunca şamata, coşku, bunca tantana bir konser için miydi? Her gün birilerinin öldüğü bu topraklarda güzel bir şey olduğunda, insanlar böylesine coşku duyuyorlar demek ki. Kalacağımız yere gitmeden önce festival alanına uğrayıp oradaki coşkuyu paylaşmak istiyoruz ama ertesi gün gidilecek uzun yollar olduğundan insanları sokaklarda bırakıp çekiliyoruz aralarından. Doğunun gizemli yolları gecenin karanlığında Nemrut’un eteklerinden Tatvan’a sürüklüyor bizi. Ortalık adeta şenlik yeri gibi; yollardan kornalar çalan, sevinç çığlıkları atan konvoylar geçiyor. Önümüze geçen otobüsün içini dolduran gençler, otobüsün

24 | TAVIR | EKİM 2011

Van Denizi’nin kenarında uyanılan güzel bir sabahın ardından, günü kovalamaya başlıyoruz. Geri dönmek yok; yolumuz, yönümüz Ahlat’a. Ahlat, tarihin en eski şehirlerinden biri belki de. Kuruluşunun M.Ö. 16. yüzyıla gittiğini söyleyenler var. Urartular buraya “Halads”, Ermeniler “Şaleat”, Süryaniler “Kelath”, Arap-


lar “Hil’at”, İranlılar ve Türkler ise “Ahlat” demişler. Yüzyıllar boyunca birçok devlet hüküm sürmüş bu topraklarda. Ahlat’ı bugün ilginç kılan ise Selçuklu döneminden kalma mezarlar ve eserler. Birçok yerde Selçuklu mezarı var. Neresi ilginç diyebilirsiniz ama buradaki mezarlar görmeye alışık olduklarımıza benzemiyor pek. Çok büyük bir alana yayılmış, Ahlat’a özgü kahverengi taştan yapılmış, nerdeyse iki metreden daha uzun ve kocaman mezar taşları var. Sanırsınız içinde devler yatıyor. Çok büyük bir araziye böyle kocaman mezar taşlarının yayıldığını görmek biraz ürpertiyor bizi. Ahlat, Selçuklular döneminde çok önemli bir merkez olmuş. Şehirde mezarlardan başka yapılar da var. Camiler, türbeler, kümbetler... Ama türbelerin çok olması bizde ölüler şehrine düşmüşüz hissi uyandırıyor. Ona rağmen mezarların arasında, taşların üzerine oturup etrafın sessizliğini dinlemekten alamıyoruz kendimizi. Kentte gezilecek çok yer var ama bizim de gidilecek yolumuz... Müze müdürlüğünden eski mağara yerleşimlerini de görmemiz tavsiye edildiği için, hızlıca eski mağara yerleşimlerine gidiyoruz. Bizden başka üç-beş kişilik bir grup daha var. Biz mağaralara oyulmuş eski evleri gezerken, gruptan biri yanımıza yaklaşıp “burası bizim evimizdir” diyor. “Nasıl yani, özel mülke izinsiz mi girdik?” diye takılıyoruz karşımızdakine ama o gayet ciddi, “Estağfurullah hoş gelmişsiniz, gezebilirsiniz tabi, herkes geziyor” deyince bir gariplik olduğunu anlıyoruz. Meğer orası gerçekten adamın tapulu eviymiş, orada doğup büyümüş. Devlet, “Burayı tarihi eser yapacağız, kamulaştıracağız” diye insanları evlerinden çıkarmış ama o gün bugündür kamulaştırma falan olmamış. Onlar da ara sıra gelip evlerine bakıyorlarmış böyle. Keşke bugünü burada geçirseydik diyerek, arkamıza baka baka Süphan Dağı’nın eteklerine doğru yola koyuluyoruz. Sağ tarafımızda Van Denizi, sol tarafımızda Süphan. Bu dağ kızdığı zaman taşlar fırlatırmış etrafına, hem de alev topundan taşlar. Anadolu’nun volkanik faaliyetlerinin en yoğun olduğu bölgede geziyoruz. Artık hepsi sönmüş de olsa, o kadar yakınından geçerken insan az biraz ürküyor. Ama bizi asıl ürküten, yanımızdan geçen askeri araçlar. Bir tank ve yürüyen bir makineli tüfek var. Biz o aracın adını bilmiyoruz ama uçaksavar cinsi bir şey gördüğümüz. Bir daha karşılaşmamayı dileyerek araçların yanından hızla geçiyoruz. Erciş’e geldiğimizde şehrin ortasında kocaman bir tank bizi bekliyor, namlusu da bize doğru dönmüş. Bunları arkamızda bırakmamış mıydık? Buradaki askeri binaları, lojmanları hemen fark ediyoruz. Hep-

sinin önünde üst üste yığılmış kum torbaları ve silahlı askerler var. Sadece onların mı canı tehlikede? Ya diğerleri… kimi kimden koruyoruz, düşman kim, biz kimiz? Deniz kenarından ayrılıp kuzeye doğru tırmanmaya başlıyoruz. Çünkü Doğubeyazıt’a gideceğiz. İshak Paşa Sarayı’nı görmek istiyoruz. Aslında İshak Paşa Sarayı’nı görmekten de öte oraya giden yolları, yol kenarlarını, tarlaları, köyleri, köylüleri görmek istiyoruz. Bu yolda geceye kalmamamız Tatvan’da bile tembihlendi. Anadolu’nun en yüksek geçitlerinden birini aşmamız gerekecek, hem de İran sınırına çok yakın yol alacağız. Yollar çok düzgün, geniş fakat o kadar az araç var ki, sanki tek başımıza yolculuk yapıyor gibiyiz. Hele Tendürek Geçiti’ne doğru çıkmaya başladığımızda uçsuz bucaksız bir ıssızlıkta gibiydik. Dağların arasında bir biz varız sanki. Ama bu yol hiçbir yere çıkmasa da gitmeye değer. Her taraf göz alıcı renklerle süslenmiş çayırlarla örtülmüş sanki. Ve Tendürek… Bu volkanik dağ son öfkesinin izlerini her yere saçmış sanki. Dağın tepesinden aşağı akan lavların bugünkü halini görmek mümkün. Gidilen yol güzel olunca hiç bitmesin istiyor insan. Hep gitmek hep gitmek istiyor çünkü her durakta bizi başka bir şey bekliyor. Issız yollarda giderken en sonunda bir insan izine rastlıyoruz. Yolun iki kenarında üst üste yığılmış kum torbalarının ardında askerler var. Bir kontrol noktası olmalı ama bizi durdurmuyorlar. Biz İran sınırını göreceğimizi beklerken Tendürek Geçiti bitiyor, başındaki bulutlarla Ağrı Dağı karşımıza dikiliyor. Sanırım Ağrı Dağı en güzel buradan görünüyor. Doğubeyazıt’ta, İran’dan Afganistan’dan malların geldiğini düşündüğümüz çarşıları gezdik ama her yerde Çin malları çıkıyor karşımıza. Bu çarşılarda da çoğunlukla Uzakdoğu üretimi mallar satılıyor. Doğubeyazıt’tan İshak Paşa Sarayı’na doğru çeviriyoruz yolumuzu. Artık Anadolu’nun en doğusuna doğru gidiyoruz. Doğubeyazıt’tan çıkar çıkmaz bir askeri kışla başlıyor. Ama ne kışla; içeride o güne dek hiç görmediğim kadar çok tank ve askeri araç vardı. Etrafı tellerle çevrili olduğu için rahatlıkla görebiliyoruz. Belki 100’den çok. Birden üstümüzdeki rahatlık uçuverdi. Çok yakında bir yerde savaş var. Sanki şimdi hepsi üstümüze yürüyüverecek. Neyse ki kendimizi bir kartal yuvası gibi sarp kayalar üzerine kurulmuş İshak Paşa Sarayı’na atıyoruz. Bu sarayda güvende miyiz acaba? Surlar bizi o tankların toplarından koruyabilir mi? Bu saray aslında bir bey kalesiymiş. 1600’lü yıllarda Osmanlılar döneminde yapılmış. Ama etrafına, karşı kayalıklara

EKİM 2011 | TAVIR | 25


baktığımızda çok daha eski dönemlere ait olduğunu düşündüğümüz başkaca kale kalıntılarını görüyoruz. İnşasına Doğubeyazıt Sancak Beyi Çolak Abdi Paşa tarafından başlanmış ama ancak oğlu Çıldır Valisi İshak Paşa ve torunu Mehmet Paşa tarafından bitirilmiş. Tam doksan dokuz yıl sürmüş inşası. Bu saray görünümlü kale, uzaktan muhteşem görünüyor ama kapısından içeriye girdimizde büyük bir hayal kırıklığına uğruyoruz. Çok kötü bir restorasyon yapılmış; saraya aslına uygun olmayan eklentiler yapılmış. Bu yüzden içimiz acıyor. Son zamanlarda eski eserler üzerinde restorasyon adı altında, ehil olmayan kişilere iktidar tarafından nemalanmak için tadilat yaptırılıp, restorasyon olarak sürüyorlar önümüze.

Sarayın işlemeleri, oymaları, süslemeleri onca çabaya rağmen hala çok ihtişamlı. İçeride oldukça uzun kalıyoruz. Onca çabaya ve uğraşıya rağmen hala ihtişamını koruyan bir yer. Bey kalesi, günümüzün aç gözlü beylerine ve onların müteahhitlerine de iyi direnmiş. O akşam Van’a dönmek zorunda olduğumuzdan yola çıkmak için acele ediyoruz. Tendürek Geçiti’nden hava kararmadan geçmeliyiz. Tabi ki o güzelliği tekrar gün yüzüyle görebilmek için de... Bu sefer yolda durup etrafın keyfini çıkarıyoruz. Bu kadar seyrek araç geçmesi bizim şansımıza mı yoksa her zaman mı böyle anlayamıyoruz. Giderken bizi durdurmayan askeri noktada bu sefer biz duruyoruz. “Burası İran sınırı mı?” diye soruyoruz. Asker suratımıza “Bu da ne biçim soru?” der gibi bakıyor önce. Haritaya göre İran sınırının yanından geçmeliyiz ama hiç tel örgü, sınır falan görmemiştik. Sınır meğerse sol yanımızdaki tepelerin sırtlarından geçiyormuş. Kafamızı çevirip dikkatle baktığımızda o sarp tepelerdeki gözcü kulübelerini görüyoruz. Arazi çok dağlık ve sarp olduğundan tel örgü falan yoktu. Biz solumuzdaki her tepede silahlı askerlerin olduğunu görünce etrafımıza bile bakmadan yola devam ediyoruz. İlk soluğu Muradiye Şelalesi’nde alıyoruz. Güzel bir soluktu, köpük köpük akan bir soluktu. Şelalelerin karşısında rahatlamış bir şekilde manzarayı seyir için oturuyoruz. O da ne, karşı yamaçta upuzun bir cebri boru. Hemen garsona sesleniyoruz. O da içeceklerimizden memnun kalmadığımızı düşünerek koşup geliyor. Karşı yamacı gösterip soruyoruz: “Bu ne?” Bakıyor ve bir şey diyemiyor. “Sizin gibi dirençli insanlar, derelerinize bu hidroelektrik santrallerin (HES) yapılmasına nasıl müsaade ettiniz? Bunlar sularınızı çalıyorlar sizin. Bakın sularınızı borulara hapsediyorlar, o sular bir daha böyle köpük köpük çağlayamayacak. Sularınızın özgürlüğünü çalıyorlar, nasıl izin verdiniz?” diyorum. Sanırım ilk kez böyle bir şey söyleniliyor ona. Şaşkınlığı geçmemiş olsa da, “Çok karşı çıktık ama bir uyarına getirip yaptılar” diyor. Bütün günün o görkemli keyfini karşımızdaki HES yıkıp geçiyor. Bu dağlara kadar mı gelmişler, bu sarp kayalıklar arasından coşup çağlayan bu sulara da mı dizgin vurulmuş? Bu dağların suları da mı tutsak şimdi? Bu aç gözlü dünyanın tırnaklarını geçirmediği bir yer kalmadı mı? Ertesi sabah Van mavisinin gözümüzü kamaştırmasıyla uyanıyoruz. Günlerdir koştururcasına geziyo-

26 | TAVIR | EKİM 2011


ruz. Bugün artık Van kahvaltısıyla kendimizi ödüllendirmenin zamanı. Sabahın bir vakti insanlar kahvaltı salonlarını doldurmuşlar. Burada bir alışkanlık, sabah kahvaltılarını bu salonlarda yapmak. Yer bulmak için sıra bekliyor insanlar. Bu sıkı kahvaltı bizi nice yeni diyarlara götürecek enerjiyi verdi gerçekten. O zaman durmak olmazdı, “yol gidene yakışır” diyerek çıktık yola. Biraz da güneye inelim diye Van Kalesi’ndeki rehberimizin tavsiye ettiği Hoşap Kalesi ve Çavuştepe Kalesi’ni görmek üzere Van Hakkari yoluna çıktık. Bu yol biraz daha hareketliydi. Her yerde yol çalışmaları vardı. Etrafımızdan askeri araçlar geçip duruyordu. Hoşap Kalesi’nde Bahattin amcayı bulmamız gerek. Van Kalesi’nden buraya sürgün gönderilmiş. Kaleyi uzaktan gördüğümüzde, gerçekten bu yolları tepip buraya gelmek gerek diyoruz. Kalenin kapısını bulmak için kayalıkların tepesine kurulmuş bu kaleye biraz tırmanmamız gerekiyor. Kapı da tam kale kapısı. Yarı açık ve üzerinde kocaman bir kilit duruyor. İçeriye kafamızı uzatıp “Bahattin amca!” diye sesleniyoruz ama hiç ses seda yok. Kale, sanki yeni saldırıya uğramış ve tüm sakinlerini kaybetmiş. Birkaçımız içeriye girip etüt yaparken, birimiz de dışarıda kalıp etrafı kolluyor ama böyle olmaz deyip arkadaşım kalenin kilidini çantasına atıp “hadi girelim” diyor. Biz “Ne yaptın da kalenin kilidini aldın?” derken bir tünelden kalenin içine çıkıyoruz. Etraf uzun boylu kurumuş otlarla dolu. Issızlıktan ürktüğümüze sürekli “Bahattin amca” diye bağırıyoruz, sanki kırk yıldır tanıyoruz. Kalenin üst tarafından bir grup geliyor içlerinden birisi: - “Ne bağırıyorsunuz?” diyor. Biraz mahçup: - “Bahattin amcayı arıyoruz” - “Ha, ne yapacaksınız?” - Bizi Van Kalesi’nden Recep gönderdi, selamı var, deyince Bahattin amca diğer gruba yolu gösteriyor. Bizi gezdirmeye, kalenin tarihini anlatmaya başlıyor. Bu sırada bu kaleye yeni geldiğini her şeyi çok iyi bilmediğini de ekliyor. Kale, Urartulardan kalma. Aynı zamanda içerisinde yerleşim yerleri de var. Bazı kısımları Horasan çamurundan yapılmış. Bana Alamut Kalesi de böyle bir yer olmalı dedirtiyor. Kaledeki kazı çalışmaları hala devam ediyor. Bize kazı alanlarını gösteriyor.

Bir süre sonra -artık tanışık olduktan sonra kendisiyle- kalenin tarihini bırakıp sohbete başlıyoruz. Kimsiniz, necisiniz, nereden geldiniz derken konu milletvekili seçimlerine geliyor. Oylarımızı kimlere niçin verdiğimizi tartışıyoruz. Kendi kuşaklarının hoşgörülü, misafirperver, kendisinin de demokrat olduğunu söylüyor. Yeni kuşağın ise bu hoşgörüden ve sabırdan uzak, savaş ve katliamlar ortamında yetiştiğini, yaşananların da yeni kuşağı olumsuz etkilediğini, onların daha keskin, daha bilenmiş olduğunu söylüyor. Bir oğlu polis, bir oğlu öğretmen, bir kızı da hemşireymiş. Hepsi başka şehirlerde çalışıyormuş. “Seneye belki ben de emekli olurum” diyor. “Ne güzel, köyünüze gider, keyfinize bakarsınız” diyoruz. Ama o biraz hüzünlü, biraz kırgın “Yok, buralarda duramam, İzmir’e yerleşeceğim” diyor. “Aman yapma ne işin var İzmir’de böyle güzel memleket bırakılıp İzmir’e gidilir mi?” diyoruz. Umutsuz bir şekilde “Burada rahat vermezler bana” diyor. Üstüne bir söz söylemeyip hemen konuyu değiştiriyoruz. Sıra bizim niye oralara geldiğimize geliyor. Aramızda şöyle bir sohbet geçiyor: - Van’ın çiçekleri, denizi, insanları çok güzelmiş, en çok da ters laleyi görmek istedik ama zamanı geçmiş. - Ters lale asıl Yüksekova’da biter. Çiçek dedin mi oraların dağlarını göreceksiniz asıl. Oralar buradan daha yüksektir, şimdi çiçeklerin tam zamanıdır. Burası o yolun yarısı sayılır buradan oraya gidin o zaman. - Ama herkes bizi çok korkuttu, yollar tehlikelidir dedi.

EKİM 2011 | TAVIR | 27


Kazı başkanının “Bu çok zor iş, sen öğrenemezsin” demesine rağmen öğrenmiş. Yaş haddinden emekli olmasına rağmen, şimdi gönüllü olarak burada çalışıyor. Bize kaleyi gezdirirken büyük bazalt parçalarına yazılmış Urartu yazıtlarını okuyor. Aynı zamanda küçük bazalt parçalarına çivi yazısı yazıyor -kazıyor-, hediyelik eşyalar yapıp satıyor. Uluslararası birçok toplantıya davet edilmiş. Yurt içinde sergiler açmış. Kaleyi çivi yazısının ustasıyla birlikte kapatıp ayrılıyoruz oradan. “Bugün gün bizden yana daha kararmasına vakit var, bir yere daha uğrayabiliriz” diyerek Gürpınar yakınlarındaki Yedi Kilise’ye gitmeye karar veriyoruz. - (Gülüyor) Bir şey olmaz. Burada her yer çok güvenlidir diyor. Yirmi yedi yıldır oluk oluk kan akan toprakların nasıl güvenli olabileceğini düşünüyoruz bir an. Bahattin amcanın sohbetine dalıp saatleri uçurmuştuk. Buradan Çavuştepe Kalesi’ne gideceğimizi öğrendiğinde “Orası kapanmak üzeredir yetişemezsiniz” dediğinde, birden telaşa kapıldığımızı görünce “Ben sizi yolda bırakır mıyım hiç?” diyor ve Çavuştepe Kalesi’nin görevlisini arıyor, bizi beklemesini söylüyor. Burada herkes birbirini tanıyor. Evine gidecek görevliyi yolundan etmiştik. O yüzden hemen yollara düşüyoruz. Ayrılırken kalenin kilidini de teslim edip tekrar görüşmek üzere yeni yollara koyuluyoruz. Çavuştepe Kalesi’ne geldiğimizde “Bizi Bahattin amca gönderdi” diyerek görevliyi buluyoruz. Neyse ki kalabalık bir yabancı grup var gezdirdiği, yalnızca bizi beklememiş adamcağız. Bu kalenin bekçisi de Mehmet Kuşman; dünyada Urartu dilini bilen çok az insandan birisi. Ondan başka otuz altı kişinin daha olduğunu söylüyor. Mehmet Kuşman yıllar önce bu kalenin bekçisi olarak başlamış işe. Burası Urartuların en önemli en eski merkezlerinden biriymiş. İçinde bir tapınak olan kale. Burada kazılar başladığında kendisi kazı ekibine yardım ediyormuş. Kazı uzun yıllar sürünce, ekibin bir parçası olan bekçi Urartuca hem okumayı hem yazmayı öğrenmiş. Bu dille ilgili birçok araştırma yapmış.

28 | TAVIR | EKİM 2011

Gürpınar’a geldiğimizde bir kahvenin önünde durup Yedi Kilise’nin yerini soruyorum. Kahvenin içinde gülme seslerine benzer sesler duyuyorum ama bizim arka koltuktaki kızlar da gülüyor. Çünkü kilisenin yerini sorduğumuz adam tabureye oturmuş elinde ibriğiyle abdest almak üzere olan bir imam. Başındaki beyaz fesi ve ibriği görmemiştim. Ama hiç tepki göstermeden bize tarif veriyor. Oradan uzaklaşıp ve yolumuzu kaybedip ilçe merkezine doğru geliyoruz. Yine bir konvoy var, bir düğün konvoyu. Arabaların pencerelerinden başlarını uzatanlar çeşitli sloganlar atıp ellerinde sarı kırmızı yeşil mendilleri sallıyordu. Gelin arabası da bu renklerden oluşan tüllerle süslenmiş. Etrafımıza baktığımızda üç gündür dolaştığımız yerlerden farklı bir yer olduğunu fark ediyoruz. Evlerin duvarları sloganlarla dolu. Yolumuzu bulmakta güçlük çekiyoruz çünkü başka konvoylar da çıkıyor karşımıza. Biraz daha ilçenin dışına çıktığımız bir yerde tekrar yol sormak için duruyoruz. Pencereyi indiriyorum, iki çocuk var yolda. Yolu bileceklerini düşünmediğim için biraz daha bakınıyorum etrafa. O sırada karşıdan gelen daha büyük bir çocuk diğer iki çocuğa “bu arabayı taşlayın” deyince bir soğuk ter atıyorum. Hemen hareket edip uzaklaşıyoruz oradan. Havanın kararmak üzere olduğunu da düşünüp kiliselere gitmekten vazgeçiyoruz. Bahattin amcanın yirmi yedi yıldır savaş içinde büyümüş yeni nesile ilişkin sözleri bir kez daha çınlıyor kulaklarımızda. Biraz yol alıp sakinledikten sonra yol kenarında bir düğün evi görüyoruz. Düğüne bakmak için duruyoruz ve müziğin coşkusuyla biraz kendimize geliyoruz. Yol kenarında yaban-


cı görülür de, düğüne davet edilmez mi? İçeriden gelen bir kadın arkadaşlarımı davet etmiş; sonra bir adam geliyor yeğenin düğünüymüş ısrarla davet ediyorlar. “Geç olur daha Van’a gideceğiz” derken, Van’a yakın bir yerde olduğumuzu öğrenince biz de düğünün davetlisi oluveriyoruz. Düğün alanında bir de sahne kurulmuş. Belli ki zengin düğününe düştük. Sahnede bir değil birkaç şarkıcı ve orkestra var. Yanımızdaki kadın, şarkı söyleyen kadını göstererek, “Elif Biyani, kasetleri vardır” diyor, “yanındaki de Hozan Remzi.”... Arasak bulamayız böyle bir fırsatı. Muhteşem bir müzik şöleni başlıyor. Benim saf arkadaşım kadına halay çeken insanların elindeki sarı kırmızı yeşille harelenmiş büyük mendilleri gösterip “O poşular nerede satılıyor?” diye soruyor. Kadında aynı saflıkla “A kızım sen ne yapacaksın ki onu, o Kürt bayrağıdır” diyor. Gece ilerliyor, bizse ayrılmak istemiyoruz. Hatta istek türküler bile gönderiyoruz sahneye. Bizi kırmıyorlar, ne istesek söylüyorlar. Grup Yorum’un halkların dilinde ezgi olmuş şarkılarını söylüyorlar. Biz de onlara eşlik ediyoruz. İlk başta fotoğraf çeksek kızarlar mı derken, bir bakıyoruz ki hep birlikte fotoğraf bile çektiriyoruz. Biz bir süre sonra yoruluyoruz. Onlarsa halayın ateşini hiç söndürmeden, devam ediyorlar. Sahneden hiç ara vermeden birbirine eklenen türküler söyleniyor. İnsanlar hiç bıkmadan halay çekiyorlar. Bir halka türkülerini, düğünlerini, dillerini yasaklarsan bu halk neler yapmaz diye düşünüyorum.

ğımız yerden ayrılacağız. Valizimiz elimizde vakit geçirmeliyiz. Ne yapalım derken Van Kalesi’ndeki dostumuz Recep geliyor aklımıza. Hem orayı tamamıyla gezememiştik. Kaleye gittiğimizde Recep’in o gün izinli olduğunu söylüyorlar. Ama biz hep tanışığız ya, yan taraftaki gümüşçü dükkanındaki kız, valizlerimizin orada kalabileceğini söylüyor. Biz de girmişken gümüşlere bakamadan edemiyoruz. Dükkanın duvarında cama vitrayla işlenmiş Şahmeran gözümüze takılıyor. Kız “Hepimizin evinde vardır, ihaneti simgeler, insanın ihanetini, her baktığımızda hatırlamamız içindir” diyor. Bizim için cama vitraylı bir Şahmeran yoktu ama gümüş bir yaka iğnesine işlenmiş şahmeranı alıyorum. Şahmeran hikayesini anımsayarak gezimize devam ediyoruz. Kalenin Van Deniz’i kenarına bakan eteklerine gidememiştik. Kalenin altı düzlük, ağaçlık, sulak bir alan. Sular nereden mi geliyor, Gürpınar yakınlarındaki Erek Dağı’ndan. Nasıl mı geliyor, Urartuların su ihtiyaçlarını karşılamak için, Erek dağından Van’a kadar döşedikleri su kanallarıyla. Van Kalesi’nin kurulduğu dağın altından fışkıran sular var. Yeraltından çıkan doğal kaynak sanıyoruz ama dikkatle baktığınızda suyun eski toprak borular içinden geldiğini görüyoruz. İşte bu su Şamran Suyu. Türküde geçen Şamran bu. Efsanevi suyu bulunca kana kana içiyoruz, ayaklarımızı çıkarıp içine bile giriyoruz. Suyun aktığı yerler insanlarla dolu. Kimi piknik yapıyor, kimi yün yıkıyor, kimi halı yıkıyor... Biraz ileride de Van Denizi görünüyor. Daha vaktimiz var. Bu güzelliğin keyfini çıkarıyoruz.

Saat gecenin on biri olduğunda artık kalkmamız gerektiğini söylüyoruz. Bizi yanından ayırmayan teyze, arabamıza kadar geçiriyor. Amcaya da hoşçakal diyoruz; onlarsa saatin daha çok erken olduğunu söylüyorlar. Teyze de, “Gitmeyin kocaman evimiz var, kalın” diyor. Halimizden çok memnunuz ama isteksizce ayrılıyoruz oradan. Van’a geldiğimizde yan tarafta bir düğün daha olduğunu görüyoruz. Burada ise Türkçe ve Kürtçe karışık türküler söyleniyor. Bu düğün de Türkmen düğünüymüş. Van Denizi’nin dört bir yanında acılar, katliamlar, ölümler sevinçler, doğumlar, düğünler, türküler, halaylar sürüp gidiyor. Her halk kendi dilinde kendi türküsünde. Ama yan yana. Van’da son sabahımıza uyanıyoruz. Kaldı-

EKİM 2011 | TAVIR | 29


Yün yıkayanlara, halı yıkayanlara “kolay gelsin” diyoruz. Hepsi oturmamız için davet ediyor. “Etrafı dolaşalım sonra” diyoruz. Dönüşte bir bakıyoruz ki yün yıkayan kadınlar çayı demlemişler bile. Zahmet olacak diye, “sağolun, gidelim biz” diyoruz ama bakıyoruz ki yüzleri düşüyor. Çaylarımızı içip sohbete başlıyoruz. Bizim keyfimize diyecek yok. Günlerdir koşturmaktan yorulmuşuz. Bu yorgunluk en güzel böyle atılır. Yün, yakında evlenecek genç kız için yıkanıyor. İki hafta sonra düğünü varmış. Hazır sodalı gölleri varken niye burada yıkadıklarını sorduğumuzda, gölde çamaşır yıkamanın yasak olduğunu öğreniyoruz. Van’ı beğenip beğenmediğimizi, nereden geldiğimizi soruyorlar. Büyük gezi serüvenimizden anekdotlar aktarıp, bir de akşam gittiğimiz düğünü anlatıyoruz. Kızın yengesi, “Ee onlar bizim gibi geline yün yıkamazlar, hazır döşeklerde yatarlar. Bizse bu yünü yıkamazsak yatacak yatak bulamayız” diyor. Evet aynı coğrafyalarda bazı gelinlere altın kemerler takılırken, diğer gelinlere yatak yapmak için yünler yıkanıyor. Aşiretlerin ileri gelenleri çok zengin ve çok geniş topraklara sahipler. Ama diğerleri hep maraba. Ama yenge her şeye rağmen çok büyük nimetlere sahip olduklarını, dünyanın en güzel yerinde yaşadıklarını söylüyor. Zamanında kocasıyla İstanbul’a göçmüşler. Bir ev almışlar, güzelce döşemişler. İyi bir de iş bulmuş kocası ama kadın İstanbul’un havasına, suyuna alışamamış. “Ne ekmeği ekmek, ne suyu su. Yemeden içmeden kesildim. İğne ipliğe döndüm, canım çekildi. Baktık ki bana yaramadı İstanbul, topladık göçü, geri geldik buraya. Burada canım geri geldi” diyor. Buranın havası hiçbir yerde yokmuş. Biz de bunun üzerine içimize derin bir soluk çekiyoruz. Bir yandan da gözümüz halı yıkayanlarda çünkü onların da gözü bizdeydi. Onlar da çay demlemişlerdi bizi bekliyorlardı. Halı yıkayanlar sitemliydi “Biz sizin çayınızı demlemiştik, gittiniz önce orada içtiniz, bizim çay acıdı vallahi” diyor ailenin gelini. Kaynana da yanımızda oturuyor. Halıyı da evin erkeği yıkıyor. Şaşırdığımızı belli etmeden yandan yandan bakıyoruz. Adam halıyı durulayıp “Anne bunu da bitirdim” deyip yanımıza geliyor. İlk defa böyle bir şey görüyoruz ama bununla ilgili hiçbir şey soramıyoruz. Çaylar içilip karpuzlar kesiliyor. Herkes meraklı; sormak, konuşmak, anlatmak istiyor. Burada her şeyi konuşmak serbest sanki. Kimse bir şey konuşurken tedirgin değil. Seçimleri, kimlere oy verildiğini, oradaki silahlı mücadeleyi, her şeyi çok rahat konuşuyoruz. Bu aile bir Türkmen ailesi, çok güzel gezdiğimizi, her yerde çok hoşgörüyle, misafirperverlikle karşılaştığımızı anlatınca

30 | TAVIR | EKİM 2011

adam içerleniyor. “Tabi size iyi davranırlar, siz yabancısınız sizinle bir dertleri yok ama bizi nerede görseler itelerler, aşağılarlar” diyor. Türkmenlerin yoğunlukla Van merkezinde yaşadığını, Kürtlerle de aralarının çok iyi olmadığını söylüyor. Düğüne bile gittiğimizi, çok iyi davrandıklarını söylediğimizde aynı düğünü onun da gördüğünü anlıyoruz. “Biraz zengin düğünüydü, sanatçı bile vardı” dediğimizde, “Evet onlar buranın zenginlerindendir, biz onların yanına yanaşamayız; hep çalışırız çalışırız ama bizim emeğimiz zengin olmaya yetmez” diyor. Karpuzlar boğazımıza diziliyor, yutkunamıyoruz bir süre. Ne yaparsan yap değişmez bir kaderden bahsediyor. Karşılıklı önyargıların hüküm sürmesine bir kez daha sinirleniyor insan ister istemez. Ve bir kez daha kahrediyoruz halkları birbirine düşman etmeye çalışanlara... Konuşa konuşa zamanlar tükeniyor. Yollara düşme vakti. Emanet valizlerimizi de alıyoruz. Düşüyoruz yollara. Ardımızda Van Denizi, çevremizde kızdıklarında dile gelen dağlar, bir yöre bizi uğurluyor. İnsanlığın binlerce yıl önce yaşam kurduğu, insanca yaşamak için binlerce yılını verdiği topraklar şimdi öksüz, yetim. Birçok insan, savaş ve katliamlarda bir sevdiğini yitirmiş. Halklar ağır bedeller ödüyor. Van Denizi’nde gün batıyor. Sabaha yeni gün doğacak. Hep birbirlerini kovalayacaklar. Güneş her gün yeniden doğacak, ya da her gün yeniden batacak. Hangisinin peşinden koşacağımızı biz seçeceğiz. Biz yollara düşüp bu coğrafyayı arkamızda bıraktığımızda ölüm haberleri geldi ardımızdan. İçimiz titredi “Acaba selam verdiğimiz, çaylarını içtiğimiz o güzel insanlardan biri mi?” diye. Halbuki bunun ne önemi var, giden her bir can aynı. Bir halk özgür olmak için ne bedeller ödüyor. Bu gezi bize çok şey öğretiyor. Ön yargılarımızı bir yana bırakıp insanın insana güvenmesi gerektiğini öğretiyor. Şahmeran’ın Camsap’a verdiği şansı hatırlatıyor. Van’da birçok yerde asılı Şahmeranlar görmüştük. Unutmamak için hep karşılarındaydı Şahmeran. Belki insanın ihanetini unutmamak için asıyorlar ama biz de unutmayalım ki, Şahmeran, insanoğlunun bir gün ihanet edeceğini bile bile Camsap’a özgürlüğünü verir. Çünkü hep bir umudu vardır. Umut her zaman vardır. o


kitap

kitap

“her şeyin başladığı yerden” kitabına dair sevinç soydağ

Ahmet abi, Canan ve Zehra’nın babası. Canan ve Zehra Kulaksız kardeşler Büyük Direniş’in 122 kahramanından ikisi. Onlar birbirlerinin ayak izine basarak yürüyüp menzile vardılar. Bir gün Ahmet abi kızlarının tutsak yoldaşlarına, yani bizlere şöyle bir mektup yazdı. Baba olmanın ötesinde, politik bir insanın mektubu böyle oluyormuş dedik, onun kaleminin gücünü fark ederek.... “Canan’ı düşünüyorum, Zehra’yı düşünüyorum. Bir de Karadeniz yiğidi Sadık Mamati’yi düşünürüm. Onlar Karadeniz’i ve Rize’yi daha bir güzelleştirdiklerinden ve bu topraklara sevgiyi ve onuru kattıklarından ötürüdür ki, daha bir güzeldir bizim topraklarımız. Mezarını ziyaret ettim kahraman kızlarımın. Uzun uzun sohbet ettik. Bir demli çayımız eksikti dertleşirken. Aslında onu da yudumladık, hiç ortalıkta görülmemesine rağmen. (…) Beni konuşturmayı pek severlerdi benim canlarım. ‘Baba’ dediler, ‘sanma ki fiziki olarak aranızda olmamamız sizleri istemediğimiz anlamına gelmesin. Yanımıza gelirken bile ayak sesinden sen olduğunu anlarız.’ Zehra hapishanedeki dostlarını özlemiş. ‘Keşke yeniden onların arasında olabilsem’ diyor. Hapishane hapishane dolaşıp onları selamlıyor. ‘Dayanın yoldaşlar’ diyor, ‘umudun sesi olmaya devam edin!’ Hücrelere misafir oluyor sırasıyla. Sonra amcasının kaldığı hücreye bir göz atıyor. Sessiz sakin izliyor. Amcasıyla koyu, uzun bir muhabbete oturuyorlar. Ne konuştuklarını, birbirlerine neler söylediklerini tam olarak kimse öğrenemiyor.

… ’Sevgimizi ilet’ diyor Canan, ‘onları unutmadığımızı… Devrettiğimiz bayrak onurla taşınacak biliyoruz. Arada bir çıkacak çorbacı hainlere aldırmasınlar. Umudu büyütmeyi bizden sonrakilere emanet ettik. Emanete ihanet etmemeyi en iyi bizimkiler bilir. Onlar Bedreddin’in torunu, Çayanların mirasçılarıdır’...” Mezarı başında kızlarını böyle dinliyor bir baba. Bu mektuptan yıllar sonra Ahmet Kulaksız’ın Boran Yayınevi’nden yeni bir kitabı çıktı: “Her Şeyin Başladığı Yerden”... Neden böyle bir isim kullandığı, kitap okununca daha iyi anlaşılıyor. Ve kapak… Sanki devrimci bir ruhu var bu kapağın. Solda Mahir Çayan, Canan ve Zehra, sağda kızıl bayraklar ve bir karanfilimizin naaşı. Yıldız yıldız umudumuz çiçeklerle işlenmiş. Arka kapaktaysa 122’lerimiz. Bu ülkenin özgürlüğü ve bağımsızlığı için yaşamlarını feda eden kahramanların öykülerini bu ülkeden beslenen, bu ülkenin suyunu içen yazarlarımızın, şairlerimizin yazmasını diliyor ağabeylerimiz. Ama olmuyor işte ve iş başa düşüyor. Ahmet abinin bu kitabı yazma fikri, henüz özgür olduğu günlere dayanıyor. Ki sonrasında Kızıldere’deki anmada yaptığı konuşma nedeniyle tutsak düşecektir. Bir tarafta kendisinin ve çevresinin yaşadığı büyük depremi, diğer tarafta önemsiz olaylar yaşamış insanların yazdığı kitapları geçirmiş aklından. “Nasıl yazacağımı düşündükçe kendimi yorgun hissediyorum” diyor kitabın girişinde. Kitap yazmak kolay bir iş değildir. Ancak imkansız da değil-

EKİM 2011 | TAVIR | 31


tadan kaldırmak için sabırla ve kararlılıkla mücadele etmekten başka çaremiz yoktu. İşte bu kitabın kimi bölümlerinde gerçeklerin üzerinin nasıl perdelendiğini ve bu perdeyi ortadan kaldırma mücadelesini somut örnekleriyle göreceksiniz. İçinde yer yer fotoğrafların ve Ahmet abinin birkaç şiirinin de olduğu kitap, 167 sayfadan oluşuyor. Toplam 27 başlık var. Burada geniş bir özet yapmak mümkün değil. Ki su gibi akıp giden bir kitap için buna gerek de yok. Ancak bazı başlıklara ve kimi yaşananlara kısaca değinmeden geçmek olmaz.

dir. Bu yüzden tutsaklığı sürecinde yoğun bir emekle bu kitabı yazan Ahmet abimize sonsuz teşekkürler. Onun mektuplarını okumuştuk, konuşmalarını takip ediyorduk. Ama “Canan ve Zehra” kitabının ardından ikinci kitabını da elimize almak, aramızda ayrıca canlı bir bağ oluşturdu. Çünkü bu kitabı kendimizi onun yerine koyarak okuduk. Yazılanlar buna yöneltti bizi. Kitabın ön sözünde, “Kardeşi ömür boyu hapis cezasıyla tutsak olan bir baba, iki kızını Büyük Direniş’te şehit veriyor. Kaçımız kendimizi Ahmet Abi’nin yerine koyarak onu anlamaya çalıştık?” diyor. Bu kitabı okuyanların bunu yapacağına hiç kuşku yok. Devamında, “hıçkırıklar boğazınıza düğümlenecek” deniliyor. Ki her ne kadar bastırmaya çalışsak da yer yer gözyaşlarımızın süzülmesine engel olamadığımızı belirtelim. Çünkü bu kitapta Cananlar ve Zehralar, Gülsümanlar, Şenaylar, 122’lerimiz var. Bir babanın duyguları, yaşadıkları var. Satırları okudukça çoğunlukla hak verdik o babaya. Yeri geldi “Hayır hayır böyle yapma, böyle konuşma” deyip içten içe sitem ettik. Sanki baba ve kızlarının gözlerinin içine bakıyorduk. Onlar tüm gerçeği olanca sadeliğiyle bizlere anlatıyordu. 2000-2007 yıllarında gerçeklerin nasıl çarpıtıldığına dair çokça tanıklığımız oldu. Egemenlerse bu tarihi ters yüz etmek için az çaba sarf etmediler. Üzerimize oklarını yağdırdılar. Bu arada kimi dostlarımızın, dost bildiklerimizin de hedefi olduk. Marks’ın ifadesiyle, gerçeklerin üzerini örten tül perdeyi or-

32 | TAVIR | EKİM 2011

“Ben tarafım” deniliyor ilk başlıkta. Tarafsızlığın, kendini her türlü politik görüşün dışında, uzağında tutmanın, yaşananlara bir birey olarak tek kişilik pencereden bakmanın reklamının yapıldığı bir süreçte “ben tarafım” diyebilmek cesaret ister. Egemen zihniyetin, dava kaçkınlarının, reformist zihniyetin, hatta kimi yakınlarının suçlayıcı yaklaşımlarına karşı o, evlatlarının kararına saygı duymuş ve “ben tarafım” diyebilmiştir. “Evet Zehra’nın ve Canan’ın babasıyım ama nihayetinde politik bir insanım. Ve başımıza gelen bu acımasız olayların siyasi bir karşılığı vardır. Bunların yeterince anlaşılması, kızlarımın dünyaya bakış açılarıyla beraber anlaşılmalıdır… Son nefesini yanı başımda verenler, tabutlarını omuzladığım, uzun yolculuklar sonrası Anadolu’nun bir köyünde toprağa verdiğimiz kahramanlar… Bu kitabı bir taraf olarak yazmak istiyorum. Tarafım; özgür bir ülkeyi savunan, bunun için mücadele eden, sırası geldiğinde gözünü kırpmadan yaşamını feda edenlerin tarafıdır. Şu anda hücremi paylaştığım, mücadele içinde oğlunu yitirmiş dostumun tarafıdır.”(1) Ahmet abinin tarafı emperyalizmin hizmetindeki iktidar güçlerinin karşısında halkın saflarıdır. Ve ona göre 122’lerin yazdığı destanı unutturmaya çalışanlar karşısında taraf olmak gerekiyor… “Bu halktan adam olmaz” diyenlerin karşısında, ödenen bedellerin boşa gittiğini iddia edenler karşısında taraf olmak gerekiyor… Destanımızda yer alan kahramanlar için kalem oynatmayı gereksiz bulanların, kültürü ve ahlaki değerleri, dostluk ve dayanışmayı modası geçmiş gelenekler olarak görenlerin karşısında taraf olabilmek gerekiyor… Bu yüzden de o, sözünü gerçekten ölerek kanıtlayan feda kuşağının öyküsünü safını belirleyerek kaleme alıyor. Adımları onu Armutlu’ya götürüyor. Yürüyüş Armutlu’da bir gecekonduda sürdürülüyor. Burası uluslararası heyetlerin, yabancı gazete-


cilerin uğrak yeri. Gelenler arasında farklı ülkelerin tecrit hücrelerinde uzun yıllar tutsaklık yaşayanlar da var. Konuklar hapishanelerde ölüm orucu yapıldığını duymuşlardı. Ama böyle bir yürüyüşün özgür bir ortamda özgür insanlar tarafından sürdürülmesi inanılır gibi değildi. Üstelik üç devrimci de karanfilleşmişti. Yaşananları kavramaya çalışıyorlardı. Bu Avrupalı konukların anlayamadığı bir şey daha vardı ve şöyle sormuşlardı: “Bu kadar büyük bir kentte neden daha merkezi bir yerde, daha geniş bir yerde bu direnişi sürdürmek yerine küçük gecekonduyu tercih ettiniz?” (2) Nasıl bir cevap verileceğini bekliyoruz ama sorunun cevabının birazdan yanına gidecekleri insanlarda olduğu söyleniyor. Odaya girdiklerinde içerideki tablo bambaşkadır. Ölüme yatmış bu insanlar birbirleriyle şakalaşıyor, ağız dolusu gülebiliyorlar. El işi yapanı; gazete, kitap okuyanı, bulmaca çözeni… Sanki bunlar onlar değildi. Ne kadar da rahatlardı… Kapının üzerindeki yazı tercüme edilince ilk baştaki sorunun cevabı da anlaşılmış oluyordu. “Biz ölüm orucunu sürdürenler, hiçbir parti, sendika ve kitle örgütü yer vermediği için direnişimizi burada, bu gecekonduda sürdürmek zorunda kaldık.” (3) Kitabı okurken, tekrar tekrar bu yürüyüşün nasıl zorlu koşullarda yaşandığını bizlerde yeniden hatırlıyoruz. Kısa boylu, kumral saçları ve iri gözleriyle Ahmet abinin güzel kızı Zehra da o gecekonduda. Henüz 19 yaşındaki diğer kızı Canan ise İzmir’de sürdürüyor yürüyüşümüzü. Bir süre sonra İstanbul’a, ablasının yanına getirilecek Canan. Bu arada Ahmet abi zaman zaman evlatlarının yanında gaf yaptığını da düşünüyor. Zehra’yla konuşurken Canan’ın yanında fazla kalamayacağını, İstanbul’da yapacak işlerinin olduğunu söylüyor. “Bir yanda TAYAD, bir yanda dükkan…” vardır. “Kızlarım ölüm orucundayken dükkanımı düşünmek ne kadar çirkin bir düşünceydi. Lanet ettim kendime… Bu arada yanına oturmuş saçlarını okşuyor, yüzünü seyrediyordum. Sessiz, sakin…” (4) Anne babalar, dostlar, yoldaşlar böylesine hassasken Zehralar kendileri dışında bir yaşamın sürmek zorunda olduğunu iyi bilirlerdi oysa.

“Neden ikiniz birden? En azından biriniz… Hiç değilse biriniz geri dursaydınız. Ben ne yaparım siz olmadan hiç düşünmediniz mi?” (5) Kalbinde böyle fırtınalar kopan bu baba kızlarının kalbini kıracağı endişesiyle duygularını ifade etmeye cesaret edemiyordu. İstanbul’a getiriyor Canan’ı. Canan bir çiçekçinin önünde durmalarını istiyor. Çünkü ablasının ve diğer canlarının yanına eli boş gitmek istemiyor. Karanfiller alınıyor. Yavrusunun ne kadar da ince düşünceli olduğunu gözlemliyor babası. Ahmet abi bu kitapta sadece kızlarını anlatmıyor. O döneme dair kimi konulara ve tanıklıklarına yer veriyor. İsrail Siyonizmi’nin Filistin halkına karşı uyguladığı katliamlara, ABD-Türkiye ilişkilerine, Tekel işçilerinin eylemlerine... 26 Eylül 1999’daki Ulucanlar’da on tutsağın ölümü ve kırktan fazlasının yaralanmasına, 19 Aralık 2000 operasyonuna… Bu operasyon sırasında Bayrampaşa’da kalmakta olan kardeşini hastanelerde aramıştı. Morg önünde diğer ailelerle birlikte beklemişti. Evlatlarının siyah torbalar içinde getirilmesine hep beraber isyan etmişlerdi. Televizyonlar, basın, kendilerine dikte ettirilen haberlerle meşguldü. Tutsak aileleri konuşurken kameralar indiriliyordu. “Bu operasyonun sorumluları televizyonlarda bir bir arz-ı endam ediyor, ölenleri suçluyor, bütün sorumluluğu onlara yükleme yarışına giriyorlardı. Herkes konuşuyordu. Ama ölenlerin avukatları yoktu ekranlarda. Ölenlerin arkadaşları hiç yoktu.” (6) Tutsakların F Tipi hücrelere kapatılması sonucu değiştirme-

Sabahın ilk ışıklarıyla İzmir’e giden Ahmet abi, doğruca kızının bulunduğu binaya yöneliyor. Uzun boyu, melek yüzü, gözünde gözlüğüyle bu kız onun küçük kızıydı. Ne zaman büyümüş de direnişçi olmuştu. Alın bandından öpüp kucakladı, saçlarını okşadı… Bu küçük kız daha çok ablasını merak ediyor, babasına sürekli ablasını soruyordu. Babaları iki kızının da direnişe başladığını duyduğunda epey öfkelenmişti.

EKİM 2011 | TAVIR | 33


mişti. İçerisi ve dışarısı tek yürek olmuş yoluna devam ediyordu. Gülsüman ve Şenay bu yolculuğa dışarıda başlamışlardı. Dışarıda Küçük Armutlu’da karanfilleştiler. “Zenginlerin kalbine bir hançer gibi saplı duran” bu mahalleyi ve karanfilleşenleri okuyoruz kitaptan... “Yeşil Yol” filmini izlemişti o gece. Neden izlediğini bilmeden… Sabah telefonu çaldı. Üzgün ve acılıydı karşısındaki. Canan sabaha karşı şehit düşmüştü… Hiçbir anne ve baba bu haberi duymak istemezdi. İnsanlar ölecekti ama muhtemelen kendi çocuklarına sıra gelmezdi. Nasılsa “insanlık izin vermez”di. “Bencilce gelebilir” diyerek yaşadıklarını, düşündüklerini olanca yakınlığıyla anlatıyor bizlere. Sonunda karar verdi Ahmet abi. Hiç kimse zayıf olduğunu, çöktüğünü göremeyecekti. Kızına yakışanı yapacaktı. Canan için, geride kalan bu kızı Zehra için direnecekti. Bu yüzden katafalkta yatan Canan’ın alnından öperken “dayan yüreğim dayan” diyordu. Canan ve Zehra, iki kız kardeş sadece on beş gün beraber kalabildiler. On beş günde kardeş kardeşe doyar mıydı? Bir süre sonra Zehra ağırlaşmaya başlar. Kızının yanında zayıf düşmemeye çalışan baba ne olursa olsun kızına sormak ister. Yolun sonuna yaklaştığını, kendisinin de bunun farkında olduğunu ve dönmek için hala şansının bulunduğunu hatırlatır. Kızını kaybetmek istemediğini söyler. Ve “Ne dersin kızım?” der. Güçlükle konuşabilen Zehra sadece, “Komik olma baba” diye cevaplar bu soruyu, başka söze gerek duymaz. Zehra, küçük kardeşi Canan’a kavuştuğunda babası megafonu alır: “… Cananı kaybettiğimde kendi kendime dayan yüreğim dayan demiştim. Zehra’yı da kaybetmek endişesiyle geceler boyu acı çektim. Onu kaybedersem hiç çocuğum kalmayacaktı… Tecrit kalksın, bu ölümler son bulsun diye mücadele etmeye gayret gösterdim… Madem bütün verdiğimiz mücadeleler kızlarımın yaşamda kalmasına yetmedi, bundan böyle kaldığım yerden daha fazla çaba göstermek zorundayım. Eşi benzeri görülmemiş bir feda örneği gösterdiler… Bugünden sonra onların bıraktığı yerden onlarla beraber mücadelemi sürdüreceğim… Onların sesi olmak boynumun borcu olur…” (7) Ahmet abi kızlarının sesini gittiği her yere taşır. Gerek yurt içinde, gerekse yurt dışında sürekli kızlarını, kızlarının mücadelesini anlatır. Onlara omuz verir. Çünkü düşenlerin yerini yenileri alarak yola devam ediliyordur. TAYAD’lı aileler devrimci tutsakları sahipleniyor, eylemden eyleme koşuyordu. Bir toplantıda faaliyet raporunun okunması tam kırk beş dakika sürmüştü. Çünkü oligarşi onları yıldıramamıştı. En puslu havalarda bile onlar evlatlarına sahip çıkmıştı. TAYAD’lı ailelerimizin tutsakları nasıl sahiplendiğini, nasıl canla başla çalıştıklarını bir kez daha anlıyoruz satırlardan. Kitabın sonlarına doğru yaklaşıp da 136. sayfaya geldiğimizde güzel bir başlıkla karşılaştık. Şimdiye kadar çokça tartışı-

34 | TAVIR | EKİM 2011

lan konulardan birini ele alıyor. Yürüyüşünden vazgeçenlere, arkadaşlarını yarı yolda bırakanlara neden “hain” dendiğini anlatıyor. Başlık şöyle: “Hızır Paşa’yı lanetlemeden Pir Sultan’a olan sevgimizi nasıl savunacağız?” Aslında fazla söze gerek de yok. Duygu ve düşüncelerimize tercüman oluyor bu başlık. Dünya avukatlar gününde “Savunma hakkının bittiği yerde ölüm orucuna başlıyorum.” diyen Avukat Behiç Aşcı’nın alın bandını takıyor Ahmet Kulaksız. Şişli’de bir apartmanın dördüncü katında basına açıklama yapılıyordu… Belirtelim ki o avukat aynı zamanda bu kitabın önsözünü yazan kişi. “Okuduklarınız canınızı acıtabilir. Acıtsın. Canımız acısın ki harekete geçelim. Başkalarının canlarının yanmaması için harekete geçelim” diyor. Bu önsözü yazabildi çünkü 22 Ocak 2007’de zafer kazanılmıştı. 45/1 No’lu genelgenin pratikte uygulanabilirliğini görebilmek için bu yürüyüşe ara verilmişti. Tutsak aileleri verilen sözlerin takipçisi olacaktı. Çünkü bu yürüyüş esnasında karanfilleşen 122 cana verilmiş sözleri vardı… Yürüyüşe sadece ara verilmişti ve yarının nelere gebe olduğu yaşanarak görülecekti. Sonuç olarak diyoruz ki Ahmet abi iyi ki yazmış bu kitabı. Henüz tutsaklar dışındaki etkisini görme imkanı olmadı. Ancak bir önceki “Canan-Zehra” kitabının etkisini biliyoruz. Yıllar önce kaldığımız hapishanede bitişiğimizde çocuk koğuşu vardı. 18 yaşına kadar olan adli çocuklar orada kalıyordu. CananZehra kitabını duvarların üstünden gönderdik onlara. Topluca okumuşlar, sonra da bize şunları yazmışlardı: “İki kardeşimiz şehit olmuşlar, inanın çok üzüldük. Hak Teala inşallah yerlerini cennet eder. Bize biraz daha onlardan bahsedin. Devrimci olmak nasıl bir şey? Mesela biz de onların yolundan gidebilir miyiz?” “Her Şeyin Başladığı Yerden” kitabı da eminiz ki okuyucusunun düşünmesine, sorgulamasına vesile olacaktır… Arka kapakta Ahmet abinin şöyle bir sözü yer alıyor: “Tarihin önünde yaptıklarımın onurunu yaşamak bir yana, yapamadıklarım için yargılanmaktan korkuyorum.” Diyoruz ki içeride, dışarıda, okulda, fabrikada, tarlada… Kim olursak olalım bizler de onun gibi yapamadıklarımız için yargılanmaktan korkalım. Tarihin ve insanlığın önünde üzerimize düşeni yapalım. (1) Her Şeyin Başladığı Yerden / Sayfa:20 (2) A.g.e sayfa:30 (3) A.g.e sayfa:42 (4) Ag.e sayfa:48 (5) A.g.e sayfa:60 (6) A.g.e sayfa:99 o


deneme

deneme

liseliyiz... ümit zafer

“Gör, nasıl yeniden yaratılırım Namuslu, genç ellerinle Kızlarım Oğullarım var gelecekte, Her biri vazgeçilmez cihan parçası. Kaç bin yıllık hasretimin koncası, Gözlerinden Gözlerinden öperim. Bir umudum sende, Anlıyor musun?’’ Ahmed Arif

1... Bu gençler umudun gençliğidir. Duruşlarındaki onurdan, tebessümlerindeki coşkudan bellidir. Ama en çok, gözlerindeki umudun ateşinden bellidir bu. Başeğmez delikanlıdır her birisi. İşte yine oradalar. Halk sofralarının hudut boylarındalar. Hep oldukları yerde, hep oldukları gibiler. Çünkü onlar DevGenç’liler. Ve yozluğa, uyuşturucuya, fuhuşa, yabancılaşmaya ve her türden alçaklığa karşı, halkın haysiyet barikatlarını yüceltmektedirler. Emperyalist çakalların yozlaştırma politikaları varsa, halkın da Dev-Genç’lileri var. Ki o gençler, açtıkları pankartları ve Kızıldere’nin gürül gürül sesiyle haykırıyorlar: ’’Liseliyiz! Mahallemize, Kültürümüze, Geleceğimize Sahip Çıkıyoruz…’’ Doğru söylüyorlar. Geleceğe sahip çıkmak, bugünü savunmaktan geçiyor. Günü savunmak ise, yozlaştırma dayatmalarının karşısına dikilmektir. Onlar da bunu yapıyorlar. Artık mahalle içlerine, sokak aralarına kadar sokulan uyuşturucu, fuhuş, çeteleşme bataklığına karşı yeni bir taarruza kalkıyorlar. Yozlaştırma saldırısını, tam da yöneldiği yerde ve herkesin gözleri önünde göğüslüyorlar. Açtıkları masa, astıkları pankart ve kurdukları çadır, aşılmaz birer mevzidir artık. O pankart ge-

leceğin sancağı, o masa geleceğin basamağı, o çadır da geleceğin çatısıdır. Ve eğer, halk olarak, insanlık onuruna yaraşan ve emeğimizin bereketine sahip olunan bir geleceğimiz olacaksa, o geleceğin yolu işte buradan geçiyor şimdi. Ki o pankart, geleceğin işaret tabelası sayılır. Beyaz Saray, CIA ve Pentagon’un kirli masalarında halkımızı düşkünleştirmek, yozlaştırmak için binbir plan yapan Mister Co’ların karşısında Dev-Genç’liler var. Hep olduğu gibi. İşte onlardan birisi, kampanyalarına dair şöyle diyor: ‘’ Biz çalışmamızı, ‘Girmedik ev, çalmadık kapı bırakmayacağız’ diyerek başlattık…’’ Bu büyük bir iddiadır. Dev-Geçliler’de var olan halk sevgisinin büyüklüğüyle doğru orantılıdır bu iddiaları. Ve dahası da şu ki, Dev-Gençlilerin “Girmedik ev, çalmadık kapı bırakmayacağız.’’ deyişi, Lenin’in ‘’Kapıları çalın, açılacaklardır!’’ deyişiyle aynıdır. Bakın Lenin, Bolşevik öğrencilerin faaliyetlerine dair ne demiş: ‘”... öğrenciler hiçbir koşul altında böyle bir çalışmadan vazgeçmemelidir. Ve bu iş bugün ne kadar güçlüklerle dolu olsa da, şu ya da bu ajitatör, şu ya da bu üniversitede, birlikte, dernekte, vb. başarısızlıkla karşılaşacak olsa da -diyeceğiz ki: Kapıları çalın açılacaklardır!-... Politik ajitasyon faaliyeti hiç-

EKİM 2011 | TAVIR | 35


Ve diyorlar ki: “… ‘Mahallemize, kültürümüze, ve geleceğimize sahip çıkmak için’ sloganı ile başladık bu kampanyaya. Mahallelerimizdeki yozlaşmayı durdurmak için… Her insana ulaşmaya çalışıyoruz. Ayrıca kapı kapıda dolaşarak insanlara kampanyayı anlatıyoruz…’’ (Yürüyüş / Sayı:284 / syf:39) Hakikat dervişi olup gerçekleri halka taşıyorlar. Ve gerçeği ne kadar çok insana ulaştırırlarsa o kadar kazanıyorlar geleceği. Ki gerçeğe sahip çıkanlar, geleceğe de sahip çıkmış oluyorlar. Ahmed Arif’in o şiirini yaşıyorlar, hem de bütün anlamıyla. Ve şiir, Dev-Gençliler’le soluk alıp veriyor. Evet, şiirler de soluk alıp verirler, ölümsüz şiirlerdir bunlar ve “Anadolu” böyle bir şiirdir. İşte o pankart soruyor herkese şimdi: “Anadolu’yum ben / Tanıyor musun?”

bir zaman boşuna değildir. Başarısı bir çırpıda çoğunluğu kazanıp kazanmadığımızla veya politik eylem için hemen onay alıp almadığımızla ölçülmez. Bir çırpıda bunu başaramayabiliriz; ama biz bu yüzden örgütlü proleter bir partiyiz; geçici başarısızlıklarla kafamızın karıştırılmaması, tersine işimizi bu zor koşullar altında dahi durmadan, dinlenmeden inatla sürdürmemiz içindir…’’(Gençlik Üzerine / Lenin-Stalin / syf:39 / Evrensel Basım) Lenin diyor ki: Kapıları çalın açılacaklardır! Dev-Gençliler diyor ki: Çalmadık kapı bırakmayacağız… Ve sonra, Lenin, aynı yazısının ilerleyen satırlarında şunu da söylüyor: “…. Biz devrimden önce yıllar, on yıllar boyunca çalıştık, devrimci sloganlarımızı önce çevrelere, sonra işçi kitlelerine, ardından sokaklara, sonra da barikatlara taşımayı bildik…’’ ( Age-syf:41) Lenin, geleceğe sahip çıkmanın muzaffer tecrübesiyle konuşurken, Dev-Gençliler de bu gerçekliği somutlamaya devam ediyorlar: “Liseliyiz! Mahallemize, Kültürümüze, Geleceğimize Sahip Çıkıyoruz…’’ Mister Co’lar ve cümle ceberrutlar iyi bilsinler ki, geleceğimiz sahipsiz, mahallemiz kimsesiz, kültürümüz de güçsüz değildir… 2… Anadolu’nun “Bir umudum sende / Anlıyor musun?’’ sorusuna hem bir cevap hem de bin selamdır Dev-Gençlilerin varlığı ve dahi kampanyası! Anadolu’nun işgal edilmemiş yegane mevzisidir her birinin yüreği ve eylemi. İyi bakın o gençlere ve kulak verin seslerine: “Anadolu’yum ben / Tanıyor musun?’’ diyor aslında onlar.

36 | TAVIR | EKİM 2011

Şiir devam ediyor ve her sorusunun içinde bir cevap büyüyor. “Öyle yıkma kendini / öyle mahzun, öyle garip’’ derken, “Anadolu sizsiniz” diyor önce Arif, sonra Mahir olacaklara. Şiir konuşur mu? Söz konusu olan bizim şiirlerimizse, konuşurlar. Konuşuyor işte Anadolu şiiri: “Yürü üstüne üstüne / Tükür yüzüne celladın / Fırsatçının, fesatçının / Hayının…” Ve o pankart diyor ki: Ayağa kalk yoza, yozluğa… Ve o pankart diyor ki: Baş kaldır zora, zorbalığa… Ve o çadır diyor ki: Boyun eğme haramiye, zalime… Şiirin konuştuğu yerde, masalar da yürür. Hem de durduğu yerde ve durarak yürürler. Söz konusu olan bizim masalarımızsa, yürürler. Hem de kırmızı kırmızı. Hem de dalga dalga. Hem de yürek yumruk. Yürürler üstüne üstüne fırsatçının, fesatçının, hayının… 3… Kültüre sahip çıkmak nedir, nasıl olur? Uzun söze ne hacet, şair söylüyor işte: “Nasıl severim bir bilsen Köroğlu’nu, Karayılan’ı, Meçhul askeri… Sonra Pir Sultanı ve Bedreddin’i…’’ Ve işte o delikanlılar, sahip çıkıyorlar bütün bunlara. Köroğlu oluyorlar, haksızlığa karşı çıktıkça. Karayılan oluyorlar, Mister Co’ların karşısına dikildikçe. Ve bir Pir Sultan oluyorlar, Hızır Paşaların yozluğunun üstüne yürüdükçe. Sonra Bedrettin oluyorlar, halkın umudunu, onurunu büyüttükçe… Ve bu gençler, bu umutlu varoluşlarıyla diyorlar ki; emperyalizmin gücü herkese yetmez. Burjuvazinin yozlaştırması herkesi kirletemez. Çünkü biz varız. o


öykü

öykü

şahan berivan doruk

İşte yeni bir gün daha. Annem yine erkenden kalkmış, evi ocağı toparlamış. Gözlerimi ovuşturarak mutfağa girdim. Dam yine gece boyu akmış olmalı ki annem o sabah yine sinirliydi. Bir yandan sabah ezanıyla iş bulmak için Malatya merkezine inen babama söyleniyor, bir yandan da küçük kız kardeşimin saçlarını tarıyordu. Ekmek arasına birkaç zeytin koydum, domates ve biraz da biber. Tüm kahvaltımız buydu. Domatesi yine üstüme damlattım, annem kızmasın diye de üzerine biraz tuz döktüm. Böyle yapmayı yaz başında ölen dayımın ardından tapu işlerini tamamlamak için köye gelen dayımın oğlu Hasan abiden öğrenmiştim. Çok güzel kırmızı arabası vardı. Onun köyümüzde geçirdiği üç gün boyunca o kırmızı arabaya bakıp bakıp durmuştum. Kendisine kahvaltı hazırlayan anneme şöyle demişti Hasan abi; “Vallahi hala, çok şanslısınız, İstanbul’da böyle çeşit çesit peynir yiyemiyoruz. Bi zenginlerin sofrasında var bir sizin...” İstanbul, zenginler ve biz... hiç unutmam Hasan abi tuvalete girer girmez gözlerimi kocaman açıp anneme, “Ana biz zengin miyiz?” diye sormuştum. Annem de hadi oradan, der gibi iki yana sallamıştı başımı...

*** Annem, altını temizleyip karnını doyurduğu Berfin’i kucağına aldı. Bana da elişi torbasını taşıttırdı. Mamo dayı, Kefre’ye gidiyormuş, hasta anasını görmeye. Bizi de alacaktı minübüse. Annemgilin köyüdür Kefre, devlet adına Arıca demiş... Biz de hem Mamo dayının yaşlı anasını hem de kendi akrabalarımızı ziyaret edecektik. En sevdiğim yeğenim Mahmud orada idi. Dört yaş büyüktü benden. Okumuş yazmıştı. Kitaplar okurdu durmadan. Bana görüp de anlam veremediğim olayları, duyup da içinden çıkamadığım kavramları, her şeyi o anlatırdı. Sömürü, katliam, yoksulluk, ağalar, devlet... “Jandarma babamı karakola almış. Ne işi olur ki babamın onlarla. Bir de ölesiye dayak yemiş” derdim. Olasılıkları anlatırdı Mahmud da. O anlattıkça, “Ben de” derdim, “ben de, babam gibi dayak yesem de...” Hep bir öç alma duygusu kaplardı çocukluktan beri içimi. Sanki öç almak için doğmuşum gibi. Mahmud da öyleydi. Bizim köylüler hep böyle yaratılmış der, geçerdik. *** Sabah 9’da Kefre’ye vardık. Ancak jandarma yine kesmişti yol-

EKİM 2011 | TAVIR | 37


ları. Köyün girişinde trafik vardı. Kimlik kontrolü yapıyorlar, insanlara Türkçe bağırıp çağırıyorlardı. Yaşlı başlı adamlar kendilerine bağıran gencecik askerlere tek bir kelime dahi edemiyorlardı. Öyle sessizce geçip gidiyorlardı. Bir kaç kelime diyecek olanın üstüne yürüyordu askerler. Demek babamı bu yüzden dövüyorlardı, onlara cevap verdiği için. Kendimce bulmuştum cevabı. Ve bunu bir an önce Mahmud’a anlatmalıydım. Ama önce Mamo dayının anasını görmek için onların eve gittik. Kapının önü ayakkabı doluydu. Kadınlar hasta kadının başındaydı. Ağır bir soğan kokusu vardı evde. Çok havasızdı. “Sağlam adam bile hasta olur” diye söyleniyordu annem. Bir yandan da beni çekiştiriyordu. Beyaz çarşafların içinde beyaz başörtülü bir kadın yatıyordu. Korktuğumu hatırlıyorum. Sanki bir mezarlığın içini görüyordum. Gözlerimi kocaman dikmiştim. Dikkat kesilmiştim. Kıpırdarsam kalkıp yanına alacaktı o yaşlı nene beni. Kadınların anneme yer vermelerini ve annemin kadınların arasına sıkışıvermeye çalışmasını fırsat bilerek kaçtım.

Mahmudların ev yani teyzemler on beş dakikalık bir mesafedeydi. Yol boyunca hiç susmadan anneme bir şeyler sorduğumu hatırlıyorum. Hafızamı ne kadar zorlasam da tam olarak ne konuştuğumu çıkaramıyorum. Ancak çok büyük ihtimal ahiretten, cennet ve cehennemden, ölülerden konuşmuş olmalıyız. Ki ölen bir insanın başka bir dünyada yeniden yaşayacağı düşüncesiydi asıl olarak bizi korkutan. İşte bu yüzden öcü gibi görünürdü gözüme hasta yatağındaki o zavallı kadın. Teyzemgilin ev görünür görünmez annemin elinden çıkıp koşturmaya başladım yokuş aşağı. Mahmud’un kız kardeşi Kevser bahçeyle uğraşıyordu. Ancak o kadar hızlı koşmuştum ki ona sarılmak için kendimi durduramadım. Soluğu teyzemin gürül gürül yanan ocağının başında aldım. Bu, mecburi bir duruş oldu benim için!

Bahçeye çıktım. Ancak görmesem de annemin ardımdam fırlattığı bakışların farkındaydım ve hasta ziyaretinden sonra yiyeceğim cimciklerin de. Yine de beni hiçbir tehdit o odada tutamazdı. Annemin ziyareti bir türlü bitmemişti. Bense Mahmud’u görmek için sabırsızlanıyordum. Top oynayacaktık daha. Aşık atacaktık. Misketlerim cebimdeydi. Misketlerim! Annem çıkana kadar misket oynayabilirim! Benle yaşıt iki çocukla daha misket oynarken içerden kardeşim Berfin’in ağlama sesi geliyordu. Acıkmış olacak ya da benim gibi canı sıkılmıştı onun da. Sesi ortalığı yıkmaya başladığında annem mecburen erken bitirmek durumunda kaldı ziyaretini. Bir kaç gün sonra da zavallı kadının cenaze haberi geldi. Yaşlıların ölmesi olası, ya bizim gibi çocuklar... ***

38 | TAVIR | EKİM 2011

Teyzem şaşkın bakakaldı bana, “Mahmud nerede teyze?” diye sordum. Önce öptü yanaklarımdan, “Kaçırdın Mahmud’u, Mexere’ye koyun otlatmaya gittiler, biraz geç gelirler” dedi. Ayaklarımı yere tepip “Ya ben de gideyim, n’olur ben de gideyim” diye ortalarda gezinmeye başladım. “Oğlum nereye gideceksin, kim götürecek seni oraya, gelir gelmez başladın mızmızlanmaya” diye söylenerek annem girdi içeri. Ne kadar yalvardıysam da izin alamadım Mahmud’un yanına gitmek için. Sinirimden ilk önce misketleri fırlattım sağa sola. Sonra yastıkları yerlere attım. Sonra bahçeye çıkıp elma ağacının altında iki kolumu göğsümde birleştirip haya-


ta küstüm. Kevser ablanın yanında duran Berfin şaşkın şaşkın ne yapmaya çalıştığımı anlamaya çalışıyordu. Ya da o an bana öyle geliyordu. Bir müddet Mahmudların yanına nasıl gidebileceğimin yollarını düşündüm. Ama yolu bilmiyordum ve yollarda askerler olabilirdi. Tutuklanabilirdim! Ben böyle kara kara düşünürken teyzem anneme çıkışıyordu, “Bacım sakın gelmeni istemediğimi falan düşünme ama böyle bir zamanda ne diye yollara düşüp de buralara kadar vardın? Görmedin mi askerleri? Geceleri yine silah sesleri, uçak sesleri uyutmaz oldu bizi. İki gün önce muhtarla birlikte 4 genci alıp götürdü askerler. Üçünü vurmuşlar meydanda. Daha körpecik yavrular. Mahmud’a da gitme dedim bugün koyun otlatmaya ama dinletemedim. Kaç gece uyumadı o da. Geceleyin hıçkırıklarını duydum yavrumun, bugün sabah olunca da kalktı çıktı evden. Kevseri ise bahçeden dışarı koymuyorum.

Cesedini tanımak imkansızdı, koca bir kömür parçasıydı Mahmud. Teyzem de emin olamadı. Test mest yaptırdılar sonunda. Mahmud çıktı. O günden sonra Mahmud’a hiç ağlamadım. Mahmud olsa ağlamazdı dedim, tuttum kendimi, ağlamadım. Cenazeden haftalar sonra birkaç gerilla inmiş köye. Teyzem açmış kapıyı, Mahmud’un arkadaşlarıyız demişler. Kendilerini tanıtmışlar önce, bu dağlardaki ilk cephe gerillaları olduklarını anlatmışlar. Sonra da zamanları sınırlı olduğundan kısaca da olsa bir ihtiyaçları olup olmadığını sormuşlar. Ve sessizce uzaklaşmışlar. Konuşmalarının ayrıntısını anlatmadılar biz çocukların yanında ama teyzem o geceden sonra Mahmud’a “şahanım, ben de onlar gibi bir şahanın anasıyım” diye ağıt yaktı. Mahmud’u hiç unutmadım. Onu vuranları da... o

Çocukların cenazelerini dahi vermemişler gavurlar. Anaların içi kor gibi yine. Her ateşte daha çok harlıyor öfke. Sen de dur dur, böyle bir günde çık gel. Hiç olacak iş mi? O Mamo’da da bir gram akıl yok, alıp geliyor sizi.” “Üçünü vurmuşlar meydanda...”... Demek yolda gelirken inceden duyulan o ağıtlar, o yiğitlere yakılıyordu ha. Demek vurmuşlardı üçünü, az önce bizi durduran askerler. Demek o yaşlılara bağıranlar öldürmüştü o gençleri. Demek Mahmud yine öfkelenmiş, yine vurmuştu kendini yollara. Şimdi Mahmud’un yanında olmak vardı. Birlikte sormak vardı, “Ne diye hep bizi katlederler ki!” *** Vurulan her arkadaş, yakılan her köy, katledilen her gerillayla erkenden büyüyordu Mahmudlar. Büyüyorduk. Öfkemiz de büyüyordu. Mahmud öfkesini de, sevincini de bir hayli uzun zamandır yeni arkadaşlarıyla paylaşır olmuştu. Tabi o zamanlar ben bunu bilmiyordum. Kendini dağa vurur, börtü böcekle konuşur bilirdi herkes. Duygulu, anası gibi hisli çocuk derlerdi. Sorunca da taş kesilir, taş taşlığından geçer ses olur da Mahmud sır vermezdi. Meğer börtü böcek değilmiş konuştuğu, muştusunu da öfkesini de anlatmak için gerillaya koştururmuş. Umutsuzluğunu yeni arkadaşlarıyla paylaşır, umudu sırtlanır gelirmiş köye. O gün de işte öfkesinden duramamış. Koyun otlatıyorum diye vurmuş kendini dağa. Mehmetgili atlatmış yolun ortasında, yeni arkadaşlarının yanına varmak için. Varamamış Mahmud. Dağların, ovaların üzerine yağmur gibi yağdırılan o bambalardan biri parçalamış beynini.

EKİM 2011 | TAVIR | 39


röportaj röportaj

ham gümüşle yazılan şiir: telkari tavır

kadar neler yaptınız? Bize kendinizden bahseder misiniz biraz?

Suphi Usta Mardinli bir telkari ustası. Süryani. Onu Mardin’deki atölyesinde ziyaret ettik. Telkariye dair, sanata dair sorularımız vardı. Biz sorduk, o cevapladı… Önce sizi tanımak istiyoruz. Kendinize dair bize neler söyleyeceksiniz, ne zamandır bu sanatla uğraşıyorsunuz, şimdiye

40 | TAVIR | EKİM 2011

Adım Suphi Hindiyerli. Mardinliyim. 68 yaşındayım. ’74 senesinde Mardin’den ayrıldım. İskenderun’a gittim kuyumculuk yaptım. Yine İstanbul’a gittim, Kapalıçarşı’da kuyumculuk yaptım. ’97’de tekrar döndüm. Geri dönmemin sebebi, telkariyi yaşatmak. Telkariyle ilgili şöyle bir açıklama yapayım. “Tel” Arapça ve Türkçede aynı anlama geliyor. “Kar, kari” sözcükleri ise Farsçada ve Kürtçede iş, iş yapmak, çalışmak gibi anlamlara gelir. Yani tam çevirdiğimizde, telkari için “ince el sanatı” diyebiliriz. Telkarinin M.Ö. 3000’li yıllarda Mezopotamya’da yapıldığını tespit etmişler. Yani 5000 yıllık tarihi olan bir sanat. Bizim ülkemiz topraklarında da bu sanata en çok kim sahip çıkmış? Mardin ve Midyat. Belki Mısır’da da var, Irak’ta da var, Suriye’de de var ama esas olarak Mardin ve Midyat merkezdir. İşte benim geri gelmemin sebebi de bu aslında. Tabi ben İskenderun’da ve İstanbul’da yaşadığım zamanlarda da Mardin’e gidip geliyordum. Memleketimizdir sonuçta, gidip geliyorduk. Ama buraya gidip gelirken, baktım ki ustalar yavaş yavaş yok oluyor. Çırak yok. Telkari yok olmaya yüz tutmuş. 1950’li yıllarda bu sanat, sanat okullarında bir ders olarak okutuluyordu. Nasıl marangozluk, doğramacılık varsa, tel-


kari de ayrı bir bölümdü. Ama hiç kimse mezun olduktan sonra bu işi yapmadılar. Devlet dairelerinde memur oldular. Ticaret yaptılar ama bu sanatla ilgilenen pek olmadı. Bu bambaşka bir şey. Peki bunun eğitimini alanlar neden kendi sanatlarına yönelmediler de bu tür işlere yöneldiler? Tabi zor bir durum. Sonuçta para yok. Resmiyete bakarsanız çok muazzam paralar yatırılmış görünüyor. Ama ortada hiçbir şey yok. Yediler tüm paraları. Yani ben yetiştirmeye çalışıyorum usta ve çırak elden geldiği kadar ama... Tabi onları da soracağız ama bazı temel şeyler var şu an sormak istediğimiz. Mesela Mardin dedik. 5000 yıldır Mardin’de ve Mezopotamya ovasında bu sanat var. Neden acaba başka bir yer değil de Mezopotamya? Tabi ki sadece Mardin değil; Mezopotamya desek daha doğru olur. Biz Mardin diye alışmışız ama, Mardin kent olarak öne çıkmış. Ama Mezopotamya desek daha doğru olur. Şöyle diyebiliriz. Aslında telkariye özgü bir şey değil bu durum. Birçok sanatın, kültürün ve hakim dünya uygarlığının kaynağı burası. O tarihlerde bugün bildiğimiz şekliyle Avrupa var mıydı, yok muydu? Zaten Amerika hiç yoktu. Beş yüz yıllık bir tarihi var Amerika’nın. Yani birçok şeyin olduğu, gibi gümüş sanatının da doğum yeri burası. Bizde, bu bölgede gümüş madeni yok; gümüş dışarıdan geliyor. Gümüş ta eski dönemlerde kralların, şahların sahip olduğu bir mal. Lüks bir mal.

Çok daha önceleri vardır muhakkak. Ama bugün sanatkarın kendi ürettiği motifler daha çok. Hissettiği, içinden gelen… Yetmiş, seksen yıldır yapılan motifler var. Mesela bir motif getirip onu yapmamızı da istiyorlar bazen. Yani benim kendi yaptığım motifler de çoğunlukta. Ben aynı motifin göğüs iğnesini, kolyesini, küpesini yaptım mesela. Hangi medeniyetlere ait bu sanat? Yani hangi medeniyetler telkari sanatını icra etmişler? Şimdi tabi araştırmak lazım onu. Beş bin yıldır hangi kavimler, hangi medeniyetler geldi geçti, tam bilmek lazım. Ama burada kim yaşamışsa tüm uygarlıklar bu mirasın üzerine kurulmuş ve bu sanatı yapmışlar. Yani tek bir devletten çok bu topraklar çıkarmış. Ama dediğim gibi bugün de yoksul halk kullanamıyor o aletleri. Tabaklar, çanaklar, ev süslemeleri falan… Peki bugün çırak yetişiyor mu? Yani bu sanat devam edebilecek mi? Ben yetiştiriyorum. Şimdiye kadar üç usta, altı kalfa yetiştirdim. Umarım ben göçüp gittikten sonra da bu sanatı devam ettirecekler. Benim dışımda da çok az kaldı çünkü ustalar. Türkiye’deki en yaşlısı benim. Telkari ustaları, sanatçıları olarak kendi aranızda bir dayanışma var mı, dernek ya da sendika benzeri bir örgütlenme?

Bir tarihçi “krali mallar” diyor bunlar için… Evet tabi. Tanrı-krallar. Hatta firavundan da önce olabilir. Zenginlere ait olan, zenginliği simgeleyen mallar. Gösteriş, lüks, acayip bir zenginlik... Yoksul halk kullanamaz tabi. Bugün de böyledir. Ufak tefek takılar, kolyeler dışında çok da kullanamaz halk. Mesela bir ekmeğe herkesin ihtiyacı vardır. Ama gümüş kap kacağa herkes ihtiyaç duymaz. Bu lükstür. E kralda para çok. İstediğini yapar. Ve kralın gösterişe ihtiyacı var. Bu kadar şatafatın, lüksün olması bundandır herhalde. Yapılan süs eşyaları, kap kacakların işlemeleri… hepsi bundandır. Peki işlenen geleneksel motifler nasıl? Onların anlamı nedir, buranın tarihinde, kültüründe bir yeri var mıdır?

EKİM 2011 | TAVIR | 41


Şu an maalesef yok. Olması da lazım. Bu şart. Ben çok istedim. Arkadaşlarımın çoğu da Midyat’ta. Oradaki arkadaşlarla konuştum ben. Bir yer tutalım, aramızda bir dayanışma olsun. Ama bu gerçekleşemedi. Beş altı kişiyiz. Çoğu kişi bırakıyor bu işi. Gidip sigara satıyorlar. Geçinemiyorlar çünkü. Sonuçta bu bir sanattır, bu topraklara ait bir kültürdür. İftihar edilecek bir şey. Buna değer verilmesi gerek. Korunması ve gerçekten desteklenmesi gerek. Sen mesela Tavır dergisinde çalışıyorsun, sen de bilirsin. Sizin önünüzdeki ekonomik engeller, diğer engeller kalkarsa daha kaliteli kültür-sanat çalışmaları yaparsınız mesela. Eğer sanatçıların para kaygısı kalmazsa bu sanat da diğerleri gibi güçlenir, gelişir ve devam eder. E işte sahipsiz kalmış sanatçılar... Telkariye aktarılan kaynaklar da kayboldu gitti arada. Devletin, hükümetin bunun hesabını sorması lazımdı. Bunun zemini hazırlanmalı. Ben on yaşındaki çocukları çırak olarak alıyorum. Sonuçta herkes memur olmayacak. Sanatçılarımız da olsun. Genç nüfusun çoğu işsiz, güçsüz. Boş… Bunların çalışabileceği koşulların olması lazım. Sanata yönlendirilmeleri lazım. “Maalesef” diyemeyiz. Bunu yapacaksın arkadaş. Yani her yerde, köylerde bile kültür-sanat merkezleri olmalı; insanlar işe yaramaz değiller. Bunun yapılabilmesi lazım… Peki el emeği ile piyasadaki seri üretimcilik arasında nasıl farklar var? Büyük altın gümüş tekelleri bu sanat üzerinde nasıl etkilerde bulunuyor? Dağlar kadar fark var aramızda. Ama maalesef para onda, direksiyon da onda. Biz tamamen el emeği ile yapıyoruz. Şu makinenin adı tel makinesidir. Ya da “astar makinesi” de derler. Eskiden, elli sene önce falan ustalar bunu elle çeviriyorlardı. Şimdi motor gücüyle çevriliyor bu makineler. Yani teknoloji olarak sadece bu makinenin bizim gücümüz olmadan çalışması var. 1000 ayar saf gümüş ve yüzde yüz el emeği! Bu dünya standartlarının üzerinde bir şey. Mardin’de olsun Midyat’ta olsun, gümüş işi ile alakası olmayan insanlar, bir yerden büyük bir sermaye bulmuşlar. Açmışlar bir dükkan, koymuşlar içeri elli kilo gümüş, satıyorlar. Oysa tamamen dışarıdan getirilen ve kopya edilmiş mallar. Hazır kalıplardan döküyorlar. Sevgililer günü takıları falan… bunların hepsi hikaye. Tabi saf gümüş olduğu bile kesin değil bunların. Bir sürü şey karıştırılmış. Bakırla yapıp gümüş suyuna batıranlar da var. Bizim emeğimiz üzerinden kar yapıyorlar. Eğer bir sistem sanatına ve kültürüne sahip çıkarsa böyle para derdi olanlar ortada kalmaz. Sanat da sanat olarak kalır. Bu bir sanattır, ticaret değil. Adam mesela aşağıda, caddede domates satıyor. Benden çok kazanıyor belki ama… Cebini düşünen sanatçı olamaz! En fazla satıcı olur. Bizim ustalarımız da mesela çok zorluklara rağmen yetiştirdiler bizi. Öldüler, ama isimleri kaldı. Biz mesela ressamlar gibiyiz. Diğer sanatçılar gibiyiz. Onların da parası yok. Bizim ülkede kıymet vermiyorlar. Sıfır kıymet! Mesela Barcelona’da el sanatları sergisi oluyor her sene. Beni de davet ettiler. Ama nasıl gideceğiz ki. Yurt dışında, mesela Şikago’ya gittiğimde, bu sanata hayran kaldı bir sürü insan. Fotoğraf falan çektiriyorlar bizimle. Ama bu ne acı bir şey…

42 | TAVIR | EKİM 2011

Ülkemizde kimsenin umurunda değil. Bu sanat Mezopotamya’da icra edilirken Amerika’nın nerede olduğu bile bilinmiyordu yüzyıllar boyu. Ama daha beş yüz yıllık tarihi olmayan bir devlet, parası bol olduğu için bu sanatla ilgileniyor. Aslında sanatın tanımını da yapmış oldunuz şimdi. Ticaret başka bir şeydir. Sanat değildir. Peki sizin bir sanatçı olarak, ürettiğiniz bir eserle aranızdaki ilişki nedir? Bu anlatılabilecek bir duygu değil. Çocuğun gibi bir şey. Çok farklı bir duygu. Parayla ölçülebilecek bir şey değil. Başka bir şeyle mukayese edebileceğin bir duygu değil bu. Ben bir eser üzerinde çalışırken küçük bir yanlış yaptığımda, o çalışmayı hemen bitiriyorum ve onu hurdaya atıyorum. Tam olmalı, kusursuz ve fevkalade olmalı. Ben en güzelini üreteceğim ki bu, diğer insanlara da hitap etsin. Onlar için de bir güzellik olabilsin. Bir kolye yapıyorsun. O, basit bir kolyeden öte bir şey oluyor senin için. Farklı bir duygu bu. Anlatılamaz. Mesela bir kolyeyi beş liraya satıyorsun. Alan kişi beş lira verip alıyor ve gidiyor. Ama bu bizim için beş liradan çok daha öte bir şey oluyor. Sanatın anlamını bilenler bilir bu duyguyu. Hatta satmak bile istemiyoruz bazen. Ama ne yapalım… Akşam eve giderken ekmek alıyoruz… Bize son olarak söylemek istediğiniz şeyler nelerdir? Tavır dergisinin tüm emekçilerine… yazar olsun, dağıtıcı olsun, çaycısı olsun, Tavır dergisindeki tüm arkadaşlara sevgilerimi ve saygılarımı gönderiyorum. Hepinize çok teşekkür ederim. Dergideki herkese. İsminiz çok güzel: Tavır. Ama bence değiştirin “Keskin Tavır” yapın adınızı. Keskin Tavır?... Evet, sisteme karşı Keskin Tavır. O kadar! Biz de size çok teşekkür ederiz, zaman ayırdığınız için…


TELKARİ YAPIM TEKNİĞİ Tel Çekme Külçe halindeki gümüş veya hurda gümüşler potada eritilerek ince çubuklar halinde dökülür.Daha sonra bu çubuklar silindirlerden ve haddelerden geçirilerek istenilen inceliğe getirilir. Model Hazırlama Yapılacak ürün önce ana hatlarıyla 1 / 1 ölçekte bir kağıt üzerine çizilir. Ürünün ana iskeletini oluşturacak parça esas alınarak hangi kısımlarında kaç mikron kalınlığında tel kullanılacağı, iç kısmının ne şekilde, hangi desenlerle doldurulacağı belirlenir ve taslak üzerine yazılır. Tavlama Haddelerden çekilen ve bükülen gümüş süratle sertleşir ve işlemede büyük kolaylık sağlayan yumuşaklığını kaybeder. Bu tellerin yumuşaklıklarını tekrar kazanmaları için asbest bir tabaka üzerinde ısıtılarak tavlanmaları gerekir. Tellerin çekilmeleri ve ürüne işlenmeleri sırasında tavlama işlemi sık sık yapılır. Kesim Herhangi bir ürün yapılacağı zaman gerekli bütün teller taslak üzerinde belirlenen kalınlık ve uzunluklara göre kesilerek hazırlanır. Şekil Verme Ürünü oluşturan ana iskeletin kesilmiş ve yassılaştırılmış parçaları çizilmiş olan taslak üzerine konularak şekillendirilir ve belirli yerlerinden kaynakla birleştirilir. Sonra ince teller yerleştirilerek iskelet tamamlanır. İskeletin içerisindeki boşluklar işin tekniğine göre daha ince tellerle doldurulur ve sıkıştırılır , gerekli yerlerden kaynakla birleştirilir. Bu şekilde içleri doldurularak hazırlanmış parçaların her birine bükülerek yada çukurlaştırılarak son şekil verilir ve parçalar ara bağlantılarla birleştirilerek bir araya getirilir. Ayrıntıların Yapımı Telkâride bir ürünü oluştururken ana parçaların dışında bu ana parçaları birleştirmede ve süslemede çeşitli parçacıklar kullanılır. Örneğin "geverse" adı verilen minik küreler yapılırken matkap yardımı ile bir çivi üzerine sarılan ince teller makasla kesilir ve küçük halkalar elde edilir. Bu halkalar bir kömür parçası üzerinde ısıtılıp eritilerek minik toplar haline getirildikten sonra iki ağaç blok arasında sıkıştırılıp döndürülerek yuvarlaklaştırılır. Böylece 1-2mm çapında içi dolu kürecikler elde edilir. Daha büyük küre ve topları yaparken gümüş plaka önce presle değişik çaplarda daireler halinde kesilir. Birleştirme ve Kaynak Telkâri tekniği ile yapılan her ürünün tamamı telden yapılır.

Bunun için bir ürün binlerce parçadan bükülerek ve birleştirilerek oluşturulur. Bu yüzden bu teknikte kaynak önemli bir yer tutar. Kaynak materyali olarak gümüş - pirinç karışımı bir alaşım kullanılır. Ağartma Bütün parçaları birleştirilmiş bir ürün son şeklini aldığı zaman ısıtma, kaynak ve diğer işlemler nedeniyle kirlenmiş, kararmış ve oksitlenmiş durumdadır. Ürünün doğal parlak rengini alabilmesi için ağartma işlemi uygulanmaktadır. Bu uygulamada bütün ürünler bir bakır kap içine konulur ve üzerlerine nitrik asitli su ilave edilir. Ürünler doğal renklerini alıncaya kadar birkaç dakika süreyle kaynatılır. Daha sonra bol su ile durulanır ve kurutulur. Son İşlemler Ağartılan ürünler deterjanlı (eskiden deterjan yerine çöven kullanılırdı) su ile tekrar yıkanır ve ince telli bir fırça ile iyice fırçalanır. Yüzeydeki fazlalıklar ve kaynak artıkları temizlenir; ürünlerin yüzeyi düz bir çelik parçası ile parlatılır. TELKARİ ÇEŞİTLERİ Hasır Telkari "Örgü işi" veya "Trabzon işi" olarak da bilinen bu teknikte, ürün tellerin örülmesi ile ortaya çıkarılmaktadır. Daha çok Trabzon yöresinde uygulanan bu teknikte altın ve gümüş teller sekiz santimetreye kadar ende örülerek şeritler haline getirilmektedir. Daha sonra silindirler arasından geçirilen bu örgüler ezilerek tam bir örgü şerit haline getirilir. Bu şeritler uygun uzunlukta kesilerek bilezik ve kolye yapılır. Kakma Telkari Bu teknikte bir taş, maden veya ağaç yüzey üzerine kazınan şekil ya da oyukların içine tel yerleştirilir. Tel kakma yapılacak yüzey üzerine çizilen şekil, kazıma veya asitle oyma tekniği ile yüzey üzerinde çukurlaştırılır. Bu çukura yerleştirilen çoğunlukla köşeli tel çekiçle vurularak sıkıştırılır ve şekil içerisine gömülür. Yüzeyden taşan kısımlar alınır, eğelenir, perdahlanıp parlatılır. Bu teknikle silah kabzaları, bıçak sapları, şemsiye sapları, zarf açacakları, yazı takımları, kaşık sapları, tespihler, nalınlar, ağızlıklar, baston sapları, şamdanlar, vb. eşya süslenir. Kafes Telkari Bu teknikte tellere şekil verildikten sonra kaynakla birleştirilerek bir ana iskelet oluşturulur. Bu iskeletin içi daha ince tellerle doldurulduktan sonra yine kaynak yapılır ve gerekirse ürün minik kürelerle ve toplarla süslenir.Bu teknikle kül tablaları, çakmak kılıfları, sigara ve mücevher kutuları, şamdanlar, tepsiler, şekerlikler, vazolar, ağızlıklar, nargile uçları, çiçekler, sigara tabakaları, fincan, bardak, sürahi vb. eşya kılıfları, abajurlar, çeşitli tabaklar, düğmeler, kol düğmeleri, küpeler, tepelikler, kolyeler, broşlar, bilezikler, kemerler ve yüzükler üretilir. Beypazarı'nda telkâride bu teknik kullanılır.

EKİM 2011 | TAVIR | 43


deneme deneme

cevahir’in şiiri meryem ince

Dersim’de daha “Tunç Eli Harekatı”nın kanları derelerden akmaya devam ediyordu. Laç deresi ölüleri, toprağa karışmamış, yeni yeni çürüyordu. Dağlarda katliamdan kalan cesetler yayılmış, açıktaydı. Mağaralara sığınmış yaralılar, kadınlar, çocuklar ve keçiler... Ağır bir hava vardı Dersim’de. ’38 kan ve katliam yılı olduğu kadar “Senin oyunlarınla baş edemedim bu bana dert oldu ama ben de sana boyun eğmeyeceğim, bu da sana dert olsun” diyen heybetli Seyit Rıza’nın şahanlık yılıydı aynı zamanda. 7 yıl geçmişti henüz. Yaralar kabuk bağlamamış, yüreklerdeki hınç, öç almak için çoğalmıştı. Dersim Mazgirt’in Şöbek köyünde bir Cevahir geldi dünyaya, yıl 1945’ti. Fatıma kadının canına bir ay parçası düşmüştü bahar cemreleriyle. Kybele’nin hayatı ve hayatın taşıyıcısı insanı doğurması gibi, bir Cevahir bebek dünyaya geldi. Top ve mavzer ateşiyle parçalanmış, düşman çizmesiyle aşağılanmış Dersimliler dikmişler gözlerini Mazgirt’ten alazlanan bu ışığa… Bebeğin cevahir yüreği bir kor yumağı, bir alev topu! Dersimliler, yaşlı, genç, yaralı, asi ve kaçak, tüm halk fısıldamışlardı Cevahir’in kulağına: “Sor bunların hesabını sor… Kazığa geçirilen bebeler Yağmalanan davarlar, ambarlar Evler için Dağlarda kurda kuşa terk edilen Seyit mevtaları için Onuru ve soyu kırılan Kürtler için Kirletilen kızlar ve analar için…

44 | TAVIR | EKİM 2011


Dara çekilen Baba, oğul Seyit Rıza için… Sor bunların hesabını sor!” Cevahir bilge idi. Mütevazı ve insancıldı. Şiir gibi bir çocuktu. Okuyunca yüreği ferahlatan bir şiir!.. Hele bir haksızlık görsün, hayınlık görsün yırtıcı bir atmaca, bir Hitit aslanı gibi heybetlenirdi. Bilim ve Ali’nin yolundan gidenlerin toprağından almıştı mayasını. Edebiyatı, sevgiyi ve insanı özümsemişti. Bu yüzden herkes onu “Seyid Beyi” olarak tanımıştı. İlkokulu Darikent’te, ortaokulu Pülümür’de ve liseyi Erzincan’da okudu. Yaşlı, genç tüm halkın ağıtlar yaktığı bu zamanda şiire heves etti. Kendisinin halet-i ruhiyesi’ni ve kırımdan geçirilmiş halkının ahvalini cana getiren tiyatroya gönül verdi. 1961’de İstanbul’da Tıbbiye’ye girdi ve 1964’te okulu yarıda bıraktı.. “Hayvanlara yapılan korkunç deneyleri kaldıramadım” diyordu Tıbbiyeden ayrılırken. Doğru bildiğini yapmakta ısrarlı, karar verince dönmeyecek radikal ve katı karakteri oturmuştu. İstanbul’dayken de insanların ve kavganın içindeydi. 50 yıllık karabasanın ardından geleceğe dair yeni umutlar filizleniyordu. Bu diriliş TİP’te (Türkiye İşçi Partisi) vücut buluyordu. Cevahir bir fidan olarak TİP Üsküdar İlçe Örgütü’nde kavganın içindeydi. Her yönden kendini geliştiriyordu. Paris Komünü’nde barikatlarda yazılan manifestoları kendi şiarı yapmıştı. TİP kavgayı nereye kadar götürür, muğlaktı. Ama Cevahir netti: Sonuna Kadar! Kurtuluşa Kadar! Okuyordu. Liverpool işçileri, Moncada Kışlası baskını, Komün, Sarı Nehre yol alan Vietkong, Lenin’in işaretiyle ayaklanan partizanlar… Baldırı çıplakların bilcümlesinin yoldaşıydı. Seyit Rıza’ya, Alişer’e yakılan içli ağıtları paylaşıyordu onlarla. Sene 1964’te tanıştı kavganın ve halkın Mahir’iyle. 15 yoldaşıyla denize batırılan Mustafa Suphi’lerin toprağında büyüyen Mahir Çayan’la birlikte başladılar Ankara Siyasal’a. Buğday Pazarı’nda ipe çekilen Seyit Rıza ve Karadeniz’in kara sularına batırılmış Mustafa Suphi’nin vuslatı gibiydi Mahir ile Cevahir! Bozkırın kavruk çocuğu, erenlerin soyundan gelen aslan parçası Ulaş da oradaydı. Devrimin ve sosyalizmin yaşam üçlüsü birleşmişti. Kızıl bir nehrin üç kolu, binlerce irili ufaklı derenin de birleştiği su kavuşumu olmuştu Siyasal Bilgiler Fakültesi! Dövüşken bir nehir gibi çağlayacaklar, Anadolu’ya can

vereceklerdi. SBF’nin “Baba”sıydı o. Bilge ve olgundu. Üç dinler, bir hakikat söylerdi. Gönül dili konuşuyordu. Şiirler yazıyordu kavgaya ve insana dair. Sabırlı ve emekçiydi. Derinden akan su gibiydi. Hakikatin ve geleceğin kavgacısı DEV gibi GENÇ’ti. Kalemi, bileği ve aklı halkının hizmetindeydi. Verimden kesilmiş, içi kurt tutmuş eski tüfeklerin, masa başından ülkeler yıkıp kuran bilgiçlerin, saman alevi gibi parlayan, devrimin trafik polisliğini yapanların safında olmadı hiç. Kavganın mahiri olunmalıydı. DEV-GENÇ’i yaratanlardan oldu. Başlamıştı ve sürüyordu kavga; "Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek!" Ve Cevahir, tutkulu yaşamalı kavgayı insan, diyordu. Elinde bir bidon benzin, Yankee’lerin yuvalandığı Yardım Deposu’nun (AID) alevlerinden; 28 Nisan 1970 gecesi Turan Emeksiz’in kanı için Amerikan Yardım Deposu’ndan umudun ateşini harlamıştı. Her kavgada ölen Cevahir’di. Her kadın toprağı tırnaklayarak doğururdu onu… Faşist, Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’nin (CKMP), SBF’deki panosunu tahrip eden, Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni zapt eden, Sebahattin KURT’un yediği kurşunun acısını canında hisseden , ODTÜ yurdunda direnip tutsak edilen Yusuf Aslan’ın can yoldaşı… Hepsi Cevahir’di. Bir Dev-Genç’imiz, birçok Cevahir’imiz vardı. Madem ki vazgeçmişti eski dostlar kavgadan, dost olamazlardı o zaman. Parlamento sandalyelerinde “Kurtuluş”u keş-

EKİM 2011 | TAVIR | 45


fedenler varsa TİP genel merkezinde hesap soran Mahir’ler, Cevahir’ler de vardı. Dost, kötü dost ve düşman seçiliyor, yarının yolu önündeki sisler dağılıyordu. Orak çekiç cuk oturuyordu al yıldızın içine. Cevahir bir doğum daha gerçekleştiriyordu. “Dönen dönsün” diyen , “dağlar bizimdir” diyen bir doğum!... 30 Mart 1972’ye gidecek savaş ve özgürlük mekanizması, kurtuluşun ocağı Parti-Cephe cana geliyordu. Kürdistan, Türkiye ve dünya ihtilalinin partisi… Cevahir’in bedeninde gelmişti. Şanlı 15-16 Haziran günlerinde grev ve çatışmadaydı. “Küba Devrimi” yazısıyla yol gösteriyordu umudun neferlerine. Beş parmak dağlarında zeybeğe, Caniklerde horona, Munzur’da karaçola duruyordu. Kızıldere’ye giden zafer yolunu arşınlıyordu. Ünye-Cevizdepe’de bir kaçak, Samsun’da bir örgütçü, İzmit’te bir militan, Dersim’de hakikat dervişi, Akdeniz’de bir asi yörüktü. Fatsa’nın, Sinop’un, Gerze’nin sokakları çok iyi tanırdı Cevahir’i. Ama asıl Ankara tanıştı Cevahir’in dövüşkenliğiyle. Ekim 1970’te Ankara mahpusundan bakıyordu alıcı bir kuş gibi. Yankee Yardım Deposu’nun hıncını alıyordu oyunbaz Osmanlı. Ama nafile; ateş tutuşmuş, bilgi ve hakikat akla, yüreğe yuvalanmıştı. İçeri de kavga yeridir Cevahir’e. Durmamıştır yok! Yolu İzmir’e düşmüştür. 26 Aralık 1970’te faşizme karşı Açık Oturum’da konuşur Ege Üniversitesi’nde. Tez vakitte Ankara’dadır, yine kavgaya durur; faşist yuvası Niğde Öğrenci Yurdu dağıtılır. Kavga büyür, SBF yurdunda işgal ve barikattadır. 307 yoldaşıyla işkenceden geçirilir. Her şey vardır direnişte; mermi, molotof, demir çubuk, tuğla-kiremit! Tarih defterine not düşülür, bu Cevahir’in silueti, diye. Aliağa santral şantiyesinde işçilerle bir, koyun koyuna uyumuştur, sonradan şehit düşecek Cengiz Zapçı ile. Ve Mahir’le ant içmişlerdir; “Kurtardığımız bir şehre, Cengiz adını vereceğiz” diye. “Zaman akar Kavga büyür Thomson’uyla yazar Cevahir şiirleri Attı mı vurur Ve artık ana konusunu bulmuştur şiiri Yüreğinden bastığı tetik Devrimi yazar dize dize” Şubat’ın 12’si. 1971’de! Ankara Küçük Esat Ziraat Bankası’dır hedef. Halkın kurtuluşu içindir kamulaştırılan her kuruş. Halk düşmanlarına sıkılacak mermi masrafıdır, soygunculardan sahibinin eline geri dönen para! Başlar İstanbul günleri! Kavganın başkentine yakışır dövüşken Cevahir. Türk Ticaret Bankası Erenköy şubesinde görünür

46 | TAVIR | EKİM 2011

önce. Aynı günün akşamı halk düşmanı Celal Bayar’ın evinin önünde ABD’li çavuşun arabasını tutuştururlar. Halkın isyanının ateşi halk düşmanlarının kapısına dayanmıştır. Hedef ve eylem çizgisi nettir. Geri dönüş yoktur. Asalak Mete Has’ı rehin alır halkın savaşçıları 4 Nisan 1971’de! Uzak Asya’dan, Ortadoğu’ya, Vietkong katili, mazlum halkların can düşmanı Elrom’a halkın adaleti tecelli etmiştir 22 Mayıs 1971’de. Enternasyonal bir dörtlük daha ekler şiiri ne. Ve dünya halkları derin bir oh çekmiştir. “Cevahirim; Diyorsun ki kardeşse dünya halkları, Midemizdeki açlıktan kazınma Çalınan alın terimizin hırsızı birse Kurşuna dizilirken tüm dünya da halklar, katili birse Napalm bombası, Fosfor bombası ve atom… Panzer paletleri hep aynıysa Ortadoğu’dan Sandino’nun Bolivar’ın Amerikasına Afrika’nın susuzluktan çatlayan kara dudakları Ve petrol için, maden için katledilenlerin bakışları birse Biz de biriz Dersim’den Tibet’e, Nepal’e, Tamil’e, Şili’ye Diyorsun ki bu böyle, kalubeladan beri böyle Hepsi için Bas tetiğe…” 30 Mayıs 1971’de, Beyaz Saray’ın kiralık tetikçileri sardılar sizi. Yanında Mahir ve en güzel türküsüyle. Orhangazi Caddesi, Küçükbağ Sokak, numara sekiz Maltepe’de! Devrim denilen düğüm çözülüyor direnişinizle. 51 saat tamı tamına! Ve kurşunlara hedef olmasın diye “güvenli köşe” yaptığınız Sibel dinliyor sizi, en güzel şiirinizi! 2 Haziran 1971’in sıcağında en berrak, en güzel şiirini. Mahir okuyor oligarşinin kahpe hücresinde: “… Garip bir andır bu an Bu an karanlık cücelerin, insanlığa dönüş anıdır. Cüceler kavuşmazlar bile bu an Büyülenmişlerdir iki adalının havaya kalkmış sol yumrukları ile. Ve kaybolup gitmişlerdir ikili koronun nameleri arasında. Koro susar, büyü bozulur, görevlerini hatırlar cüceler. Eller tetikte tarrrrr… Ve Cevahir’ini kalbine gömüp dönerim hain hücreme.” (Mahir Çayan) O şiir mirastır, ışıktır, ilhamdır bize…o


deneme

deneme

tarihe güzellikler resmeden usta... senem durmaz

“Bazı insanlar hiç ölmez O kadar güçlü, kuvvetli, yoğun Bir ustalıkları vardır ki, öldüklerini Yok olduklarını düşünmek imkansızdır” Fidel Castro

Sancısını çekiyorum kaç gündür o günü anlatabilmenin. Farklı bir sancı bu. Tüm vücudumda hissediyorum sanki. Durup durup “Nasıl yazmalı?” diye soruyorum kendime. Zor olduğunu biliyorum ama “anlatmalıyım” diyorum. Kızıl bir bayrak deniziydi o gün Gazi. Yer gök bayrağa kesmişti. Gazi Mahallesi’nin sokakları alışıktır kızıl bayraklara, atılan sloganlara, çekilen zılgıtlara, alkışlara... Ama o gün bir başkaydı her şey. Farklı atıyordu yüreklerimiz. “Metin ol” demişti bir ses, haberi duyduğumda ve son görevimizi yerine getirmemiz gerektiğini anlatmıştı. Zordu o anı yaşamak. Altından kalkabilir miyim kaygısıyla beraber, hemen giriş-

miştik hazırlıklara. Üç gün sürdü her şey. Geriye dönüp bakıyorum şimdi. Üç yıl geçmiş aradan. O üç yıla o kadar çok duygu sığdırmışız, o kadar yoğun geçmiş ki, bugün gibi hatırlıyorum. İlk gün, insanlarımızı bilgilendirme telaşı ve nasıl bir düzenleme yapacağımızın kaygısıyla başladı. Ve senin Gazi sokaklarına geleceğinin akşam saatlerinde netleşmesiyle birlikte, sokaklarımızda ayrı bir rüzgar esmeye başladı. Sokaklar sana kesti! “Sen yürürsün rüzgar yürür Sabahlar sığmaz olur gözlerine Her adımda çözülür bir karanlık Şafaklar çiçek sunar ellerine” Seni Gazi Mezarlığı’na, canlarımızın yanına yerleştirecektik. Bu durumu öğrenince, “Neresi olur, nasıl olur?” diye yer bakmaya, araştırmaya başladık. Her duyanda ayrı bir öfke, ayrı bir acı! “Devrime onsuz ama onunla yürüyeceğiz” diyorduk şimdi. Devrim o kadar bütünleşmişti ki seninle, şimdi bu anı yaşamak zor geliyordu. Hazırlıklarımız hızlanmaya başladı. 14 Ağustos’ta ülkemize geleceğini öğrendik. Ve o an anladık ki, yarın başka bir gün ola-

EKİM 2011 | TAVIR | 47


Öğleden sonra geldiğinin ve TAYAD’lı ailelerimizin seni karşıladığının haberini alıyoruz. Diyoruz ki “Birazdan burada olacak Dayımız.” Birazdan onca yıllık vatan hasretin sona erecek. Sığmıyoruz kabımıza. Haberleri izleyen cem evi önüne, derneğimize koşuyor. TV’ler, radyolar senden bahsediyor. Ülkemize döndüğünü söylüyorlar. “Hiç gitmedin ki” diyorum içimden. Fiziksel ayrılık vardı sadece, o da bitecek birazdan. Zaman yaklaştıkça ayrı bir telaş başlıyor hepimizde. Gazi’ye girdiğin an, girişte seni karşılamak istiyoruz. Konvoyun giriş yaptığını öğrendiğimiz an, etrafımızda toplanan yüzlerce insanımızla beraber harekete geçiyoruz. Sana doğru geliyoruz.

caktı. Başka bir yer olacaktı Gazi. Adını duyan koşuyordu yanımıza. Ve taşıdığımız yükün bilinciyle, her ayrıntıyı hesaplamaya çalışıyorduk. Tarihler 14 Ağustos’u gösterdiğinde heyecanımız daha da arttı. Seni getiren uçağın, öğleden sonra ülke toprağına ineceğini öğrendik. Seni karşılamaya gelecektik. Gazi’ye geldiğinde ise cem evinde beklemeni istedik. Tüm sevenlerin seni orada karşılayacaktı. Ve sen de; sana susamışları, yıllardır adını duyup da sana hasret kalanları, özleyenleri, yolunu gözleyenleri orada karşılayacaktın. Gazi, kıpır kıpırdı o gün. Herkeste acı, hüzün, öfke ama en çok da seni görebilecek olmanın heyecanı vardı. Hepsi iç içe geçmişti o an. Tüm duygular bizden yanaydı. “Gün tutuşur, dağlar aydınlanır Yeniden aydınlanır Yeniden canlanan bu yaşam Türküler düşer saçının tellerine” Bir düğün yapılacakmış gibi yapıyoruz son hazırlıklarını. Hiçbir şey eksik kalmasın istiyoruz. Bir yandan da merak içindeyiz. Düşmanın tavrı nasıl olacak diye düşünüyoruz. Düşman bu, belli olmaz. Fırsat bulursa saldırır. “Nasıl olacak acaba?” diye konuşurken görüyoruz adın bile korkutuyor onları. Yapılan açıklamada belirtilen saatler olması gerektiği gibi akıyor. Herhangi bir engelleme çabası, ciddi bir girişim yok şu an. Bizse gümbür gümbür o anı bekliyoruz.

48 | TAVIR | EKİM 2011

“Sen yürürsün rüzgar yürür Dallar eğilir Yapraklar secde eder yürüyüşüne Sular kabarıp dalgalanır Köpüklü başlarıyla selamlar seni Ne tanrılar kalır önünde Ne beyler, ne krallar Seninle yazılır en büyük destan En güzel tarih seninle başlar” Kızıl bayraklarımız ellerimizde. Sloganlarla, alkışlarla, zılgıtlarla sana doğru koşuyoruz. Dalga dalga akıyor kortej. Ayrı bir heyecan sarıyor bizi. Tepeden tırnağa titriyoruz. Değişiyor, yeni insanlar oluyoruz sanki. Kimse elini kolunu nereye koyacağını bilmiyor. Sarsılıyoruz koştukça. Biz sana sen bize doğru geliyorsun. “Oh be” diyoruz hep birlikte. Sorunsuz girdin ya bu topraklara, gayrı gerisi teferruat... Tamamen geldin artık. Bu topraklarda yoldaşların var senin. Bu topraklarda senin adınla büyüyen bebeler, sana içini açan analarımız var. Senin söylediklerinle, seninle dolu Gazi. Ve yolunu gözleyenler onca şey yaşadı, gördü ve o kadar beklediler ki, sana olan susuzluklarını giderecekler artık. Rahatlıyoruz. Yürüyüşü daha da hızlandırıyoruz. Koşar adım geliyoruz yanına. Ve cem evinin aşağısında köşe durağında buluşuyoruz seninle. Öpenler, kucaklayanlar, önünde eğilip sana sarılanlar. Sanki sapasağlam karşımızdasın. Öyle sarılıyoruz tabutuna. O anları anlatmak öyle zor ki! Nasıl tarif edilir bilmiyorum. Tek bildiğim şu an kalemin anlatmaya yetmiyor olduğu. Seni de aramıza alarak, sana sarılarak cem evine doğru gidiyoruz. Dillerdeki sloganlar hiç durmuyor. Daha öncesinde onca canımızı uğurladığımız cem evi bu kez seninle doluyor.


Dışarıda arkadaşlar güvenlik önlemlerini almaya başlıyor. Tarihi bir zamana tanıklık edecek o cem evi. Herkeste bu anı yaşamanın bilinci, ağırlığı. İç içe geçiyor her şey! Tıpkı senin öğrettiğin gibi, her zamanki gibi… “Sen yürürsün rüzgar yürür Mahpuslar soluğunla umutlanır Toprak çatlar Gökyüzü bıçak bıçak şimşeklenir” Tabutunu açma, yüzüne bakma zamanı geliyor. İçeriye girdiğimizde, o kadar heyecanlıyız ki, dokunsak bozacağız sanki tüm büyüyü. Dokunsak alt üst edeceğiz her şeyi. Abimiz var yanımızda. Eyüp abinin bilgeliğiyle yaklaşıyoruz senin yanına. O yol gösteriyor hepimize. O günü düşündüğümde bir sen, bir de Eyüp abi asılı kalıyor kafamda. Onun koşturmacası, uğraşı, pratikliği gözümün önüne geliyor. Arkadaşlarımızın hazırladıkları tabutunu açıyoruz birlikte. Karşımızda bayrağımıza sarılmış bedenin. Gözlerimiz doluyor. Öyle incelmiş ki yüzün, vücudun bir kez daha lanet okuyoruz bu düzene ve onun yarattığı tüm illetlere. Canımız yanıyor. Sana dokunuyoruz ama incitmeden, usulca hazırlıyoruz katafalkını. Onca acıyan canını bir de biz acıtmak istemiyoruz. Bayrağımızla ve kafanfillerle kaplıyoruz her bir yanını. Çiçek bahçesi sanki o an orası. Yanında son görevimizi yapmak için beklemeye başlıyoruz. Her karanfil, senden önce uğurladıklarımızdan miras bize. Onlar adına, onları senin yanına getirmiş gibi, bırakıyoruz üzerine. Tutsaklarımız için de bırakılıyor karanfiller. Biliyoruz şu an içlerinde fiziken yanında olamamanın acısı var. Son görevlerini onlar adına biz yerine getiriyoruz. Yanımızdalar işte. Birlikte karanfillerle sarıyoruz seni.

Marşlar söyleniyor. Tarihimizin anlatıldığı kurgular izletiyoruz gelip gidenlere. Sabaha kadar bekliyoruz yanı başında. Öyle yoğun ki tüm duygularımız. Soluğumuzu tutup öyle hareket ediyoruz. Cem evi etrafında barikatlarımız kurulmuş durumda. Nöbet orada da devam ediyor. Barikat başındaki çay sohbetleri hiç bitmiyor. Sabah saatlerinde son hazırlıkları yapıyoruz artık. Bugün 15 Ağustos. Bugün uğurlayacağız seni vatan topraklarına. Düşmana karşı verdiğimiz irade savaşını da kazandık. İstediğimiz mezar yerini vermek istemiyorlardı. “Gerekirse kendi ellerimizle fiili olarak kazarız” dedik ve geri adım atmak zorunda kaldılar. Daha bir huzurluyuz şimdi. Seni istediğimiz yere götürebilmenin huzuru bu! Ve öğlene doğru bir curcuna başlıyor. Yüzünü açacağız ve geçiş töreni düzenlenecek. Yanı başındaki nöbet de devam ediyor bu arada. Geçenler sol yumruklarını kaldırıp, sana bakıyorlar. Dokunmak, öpmek yasak o an için. Herkesin yüzünde ayrı bir bakış. Gözler birbirinin benzeri olmuş. Aynılaşmış tüm anlamlar. Tüm duygular birleşip yüzümüze yansımış. Saygı duruşunda bulunmak isteyen o kadar çok insan var ki! Kuyruk bitmek bilmiyor. Bir yerden sonra ise iradi olarak geçişleri hızlandırıyoruz. Öğle namazının ardından uğurlayacağız seni. Yavaş yavaş o an geliyor. Başlıyor yürüyüşümüz. “Sen yürürsün rüzgar yürür Bir sevinç boylanır dünyada Çocuklar korkusuz büyür

“Görkemli bir yürüyüş başlar içimde Ve bir tan vakti Kırılır bütün güzellik yasaları Ağaçlar aşk açar bahçelerimizde…” Akşam saatlerinde programı açıklıyoruz toplananlara. Seni görmek isteyenler olduğunu biliyoruz. Düzenlemeleri ona göre yapacağız. Ve nöbetimiz başlıyor. Yanı başında bekliyor, ellerinde umudun simgeleri olan yoldaşlarımız. Baş ucunda saygı nöbetindeler. Düzenli aralıklarla değişiyor bekleyenler. Sabaha kadar sürüyor bu değişim. Kapıları sabah açacağız. Ama kimse evine gitmek istemiyor sanki o gece. Cem evi dolup taşıyor. Ülkemizin dört bir yanından gelen yoldaşlarımızı konuk ediyoruz. Gözlerinde aynı sevgi, aynı hasret. Cem evi bizim o gece.

EKİM 2011 | TAVIR | 49


Kan boğulur, susar Dokunup geçtiğin her karanlık Yemyeşil bir vadiye dönüşür” Sen önde biz arkanda etrafında yürüyoruz. Adımlıyoruz birlikte Gazi sokaklarını. İsmet Paşa Caddesi’nden akıyoruz adeta! Burası 1995 yılındaki Gazi Katliamı’nın başlangıcında kahvehanelerin tarandığı cadde. Tanıyorsun sen de her yeri. Bugün kıpkırmızı olmuş caddeler. Yürüdükçe sayımız artıyor. Sen yanımızda oldukça durduracak yok bizi biliyoruz. Yürüyoruz. Binler akıyor sokaklara 15 bine ulaşıyor sayımız. Kortej, derneğimizin olduğu sokağa yöneliyor. Önümüzden geçerken gülümsüyorsun içeriye. Kapımızın önünde hep asılı duran kızıl bayrağımız seni selamlıyor. Sonra o da korteje katılıp geliyor peşin sıra. Alt sokaklardan dönen kortejin sonu görünmüyor o an. Böyle bir kalabalık görmedi Gazi sokakları eminiz. Bir ara, kızıl denizin ortasında kortejin başı neresi, sonu neresi karıştırıyorum. Gözüm senin olduğun yeri arıyor. Koşuyorum yanına doğru! O gün Gazi’de sadece sen varsın. Hayat durmuş sanki. Dükkanlar kapalı. Korteje katılmayanlar da pencerelerden bakıyor. Kortejin önünde bir arabadan anonslar yapılıyor. Yükselen ses “DHKP Genel Sekreteri Dursun Karataş, sizin için yaşadı, sizin için öldü, gelin katılın umudun kortejine” diyor. Önce camiye, sonra da mezarlığa gideceğiz. Korteje katılanlar gitgide artıyor. Durup durup düzeltiyoruz sıralarımızı. Sana yakışır, disiplinli bir yürüyüş olsun istiyoruz. Camide “helal olsun” sesleri duyulduktan sonra yol mezarlığa çıkıyor artık. Önde resmin, sonra pankartlarımız, sonra sen ve ardından analarımız. Ellerinde yine resimlerin ve uçsuz bucaksız kızıl bayrak denizi. Akıyoruz sanki. Gürül gürül oluyor geçtiğimiz her sokak. Mezarlığa doğru kitlenin

50 | TAVIR | EKİM 2011

içinde ellerinde bayraklar olan yoldaşlarımız geliyor. Umudun simgeleri onlar. Geçtikleri yerlerde kitle açılıp yol veriyor. Senin yanına gelip, seni de selamlayarak kortejin önüne geçiyorlar. Yarattığın tüm güzelliklerle birliktesin o an. Karşımızda Gazi Mezarlığı. Tüm şehitlerimiz tek tek selamlıyor seni. Sen öğrettin bize şehitlere sahip çıkmanın namus olduğunu. Onların yanına götürüp onlara emanet edeceğiz seni. Yürüdükçe bir bir karşımıza çıkıyorlar. Gazi Katliamı’nın şehitleri karşılıyor seni. Sezgin 17’sine sığmayan yüreğiyle, koşup kucaklıyor. Ali Haydar yer açıyor hemen yanına. Mustafa Bektaş ve Muharrem Karakuş’a dayıyorsun sırtını. Az ileride Nail’imiz var. O da gülümsüyor sana. Ve diğer canlarımız bir bir “Hoş geldin, yerin hazır” diyorlar. Seni uğurladıktan 1 yıl sonra ise Eyüp abimiz geliyor yanına. Yerini önceden ayırtmış gibi. Seni uğurladığımız o gün bizimle birlikteydi abimiz. Tüm törenin en önünde, tüm çalışmaların en başındaydı. Hep birlikte karşılayacaksınız gelenleri. Ve tören başlıyor. Konuşmalar, son sarılmalar, ağıtlar, sloganlar… yavaş yavaş yerleşiyorsun toprağına. O toprağın bir parçasıydın sen. Kalbin yıllarca vatan özlemiyle, vatan için attı. En sonunda 38 yıllık devrimci bir yaşantının sonunda, kavuştun sen de vatanına. Toprak bağrına basıyor seni, özlemle kucaklıyor. Sonrası topraklarımıza kavuşmanın rahatlığı Sonrası yüreğimizin hep senin yanında atması Sonrası seninle ama sensiz yürüyen bir kavga! Tarihe devrimi nakşeden Tarihe güzellikler resmeden usta!.. Bizimlesin yine İçimizde, yüreğimizde, bilincimizde, kavgamızdasın... Sensiz kalmayacağız hiç, biliyoruz. Öpüyoruz seni son kez alnından bir gün kavuşacağız diyerek… “Sen yürürsün rüzgar yürür Bizi bu deprem günlerinde İnan ki bir şiirsiz yaşamak Bir de sensiz savaşmak öldürür” -------0-----Şiir: Adnan YÜCEL o


inceleme

inceleme

tarih silahla yazılır: aurora zırhlısı evren ozan

Anlar vardır tarihte, tüm çelişkilerin belirli bir noktada düğümlendiği ve bir tetikleyici ile yeni bir yaşamın doğduğu anlar!... Bardağı taşıran son damla gibi zamanlar. Yaraların kabuk bağlayıp, sancılardan sonra yeni bir cana kavuşmanın dönüm noktası... Moskova ve Petrograd Sovyeti’nde Bolşevikler çoğunluğu ele geçirirler, Ağustos-Eylül aylarına doğru, 1917’de. Lenin o engin sezgisi ve bilinciyle “halkın çoğunluğu bizden yanadır” der. Sovyetler iktidarı almalıdır. Geç kalmak, tarihe geç kalmaktır. Proletaryayı yaralarıyla başbaşa bırakıp, omuzlarında biriken “Çarlık” denilen irini akıtmamaktır… 7 Ekim’de Lenin Finlandiya’dan döner ve Bolşevik Merkez Komitesi 10 Ekim’de ayaklanma kararı alır. Bu karar, yüce insanlığın tarihi sancılarını dindirmek için Rusya’da başlayan bir operasyondur.

EKİM 2011 | TAVIR | 51


pratikte “Tüm iktidar Sovyetlere” sloganından vazgeçmek demekti. Bolşevik Merkez Komitesi birçok bölgeye temsilci gönderir. Görev, askerler arasında çalışma, yerel parti yöneticilerine ayaklanma planını anlatma ve ayaklanmayı yürütüp Petrograd ayaklanmasını desteklemektir. Zamane dervişleri arasında Voroşilov, Molotov, Jerjinski, Orjonikidze, Kirov, Kagonoviç, Kuybişev, Frunze, Yaroslavski gibi partinin, devrimin ve sosyalizmin teminatı ve önder kadroları vardır. İki sınıfın ideolojisi o kadar yalın ve netti ki, ara yol silinmişti. Petrograd Sovyeti’nde, Devrimci Askeri Komite kurulur ve burası ayaklanmanın legal karargahı olur. Karşı devrimciler buna, güç toplayarak, saldırı taburları kurarak cevap verdiler. “Subaylar Birliği” kuruldu ve 43 saldırı taburu ile “Saint Georgi Madalyası” almış katillerden özel harekat taburları oluşturdular. Şarttır! Zorunludur artık! Vakit sancılanmıştır, geleceğe gebedir. Avrupa’da sosyalizm yükselir ve Alman donanmasına kızıl bayraklar çekilir. Rus devrimine karşı emperyalistlerin birleşip devrimi boğma tehlikesi belirir. Ki, Rus burjuvazisi ile Kerenski Almanlara, Petrograd’ı vermek noktasında anlaşmışlardır. Lenin de ataktadır. Kabul edilmiş bir düelloda durmak olmaz. Sovyetlerdeki çoğunluğun devrimcileşmesini, köylü ayaklanmalarının artması izler. Halk tüm burjuva ve küçük burjuva partilerden ümidi kesip, Bolşeviklere güvenir olmuştur. Karşı devrimci Kornilov ayaklanmasının açıktan hazırlanması, Kazakların Minsk’i kuşatması ve Petrograd üzerine yürümesi burjuva cephesinin hamleleriydi. Tarihin sözüdür: “Korkak titrer, cesur savaşır” Bu tarihi anda titreyen Kamanev ve Zinovyev olmuştur. Burjuva demokrasisinin ilerisini düşünemeyip ayaklanmaya karşı çıktılar. Ve malum telallığı yapmaya başladılar; “Erken ve koşullar olgunlaşmadı.” Buna karşı Troçki ise, “Devrimci işçiler, Sovyetlerin ikinci kongresinden önce ayaklanmalı” diye tutturur. Troçki aceleciliği seçmiştir ve bu erken davranıp düşmanı uyarmak demektir… Vakitsiz öten horozun boynuna benzememelidir devrimci ayaklanmanın sonu. Bu iki farklı bahaneyle gelen itiraz

52 | TAVIR | EKİM 2011

İlk ateş açılalı çok olmuştu ve işçiler mevzilerinden başlarını Kerenski’nin hamlesini protesto etmek için kaldırmışlardı. Kerenski, Almanlara Petrograd’ı altın tepside sunabilmek için başkenti Petrograd’dan Moskova’ya taşımaya niyetlendi. İşçi ve askerlerin protestolarıyla buna engel olundu. 16 Ekim’de genişletilmiş merkez komite toplantısında ayaklanmayı yönetecek Parti Merkezi seçildi ve Stalin başına getirildi. Parti Merkezi, Devrimci Askeri Komite’nin karargahıydı. Stalin tüm ayaklanmayı ve tarihi, Sverdlov aracılığıyla Lenin’den aldığı talimatlarla yönetecekti. Zinovyev ve Kamanev, hakaretlerini ihanete dönüştürdüler. 18 Ekim’de, Menşevik gazete Novayo Jizn’de (Yeni Yaşam) ayaklanmayı açığa vurdular. Lenin bu hainleri partiden atmayı gündeme getirdi. Tarihin yürüyüşüne içten takılan bu çelme, karşı devrimcileri atağa geçirdi. Ayaklanmayı ve Bolşevikleri ezmek için gizlice toplandılar. 19 Ekim’de cephede emperyalist savaşa sürülmüş birlikleri geri çağırdılar. Şehirde baskı ve denetim kol gezmeye başladı. Sovyet Kongresi öncesi, yeni iktidarı alacak Sovyetler toplanmadan Parti Merkezi Smolni’ye saldıracaktı karşı devrimciler. Cepheden askerler bunun için çağrılmıştı.


21 Ekim’de, Devrimci Askeri Komite temsilcileri devrimci askeri birliklere gitti. Aurora Zırhlısı ve Zorya gibi savaş gemilerine özel ve belirli görevler verildi. Tarihin arifesinde sımsıkı olmalıydı her şey… Yumruk, çene ve yürek! Troçki, Petrograd Sovyet’i toplantısında boş boğazlık edip ayaklanma gününü ve saatini düşmana ifşa etti. Bunun üzerine iki şey kalıyordu: Daha hızlı hazırlanmak ve ayaklanmayı öne almak! Böyle yaptı insanlığın kurmayları ve Kerenski’nin hazırlıklarını boşa düşürmeye karar verildi. Ve işte, yeniden kaynıyordu kazan. Ama bu kez işçiler kararlıydı; aş, iş, özgürlük, iktidar, sosyalizm kaptırılmayacaktı… Kerenski, 24 Ekim (Yeni takvimde 6 Kasım) sabah erkenden Bolşevik merkez yayın organı Raboçi Put (İşçinin Yolu)’u kapattı. Gazete yönetim merkezi ve Bolşevik basımevinin önüne zırhlı otomobiller gönderdi. Göğüs göğüse dövüştü kızıl muhafızlar ve saat 10 gibi zırhlı otomobilleri geri püskürttüler. Zırhlı otomobiller dergi ve basım evini kuşattılar. İlk yenilginin zararını giderecek bir açık kollamaya başladılar. Dergi, Kerenski’yi ve onun geçici hükümetini devirmeye çağırdı işçi ve askerleri. Devrimci askerler ve Kızıl Muhafızlar Parti Merkezi emriyle Smolni’ye gönderildi.

nanma da ordudan geri kalmıyordu. Bolşeviklerin kalesi Kronstad, kızıl bayrağı gönderine bir daha inmeyecek şekilde çekti ve ayaklandı. Bin yılların çelişkileri çorap söküğü gibi çözülüyor, her dakikası on yıllara varan tarihi anlamlar ifade ediyordu. Basit ve kuru sözle değil emekle ve en zor anlarda kanla yazılır tarih… İnsan vardır içinde. Lenin yazıyordu tarihi bu kez… Gerçekler, Mecbur Eder Tarih, yazıldığı zamanın gerçeklerinden doğmazsa, serüvendir. Ama Rusya’da kalem hazır, kağıt hazırdı. Bir el dokunmalı ve yazmalıydı tarihi. Burjuvazi zayıf, az örgütlü ve politikada acemiydi. Devlet ihalelerinden geçinen burjuvazi, ekonomik buhrandan etkilenmiş durumdaydı ve politik tertipler, hileler düzenleyecek du-

Ayaklanma Başlıyor! Lenin, 24 Ekim gecesi Smolni’ye geldi. Tarih ile kahramanın buluşmasıydı bu. Lenin, ayaklanma yönetimini üzerine aldı. Smolni’ye gelen askeri birlikler ve kızıl muhafızlar tarihin emekçileri oldular. Yıllardır haykırılan “Tüm iktidar Sovyetlere / Kahrolsun Çar / Barış ve Toprak Reformu / Yaşasın Sosyalizm” sloganlarını gerçeğe çevirmeye yönlendirildiler. Hedef, Geçici Hükümet’in gizlendiği Kışlık Saray’dı. Burayı kuşatmak için başkentin merkezine gönderildi askerler. 25 Ekim’de (7 Kasım) Kızıl Muhafızlar ve devrimci askerler tren istasyonlarını, postaneyi, telgrafhaneyi, bakanlıkları, Devlet Bankası’nı ele geçirdiler. Kerenski’nin oyunu alan ve halkı aldatmak için, burjuvazinin çıkarı için var olan “Ön Parlamento” dağıtıldı. Parti merkez komitesinin önceden kararlaştırdığı üzere Smolni, devrimci savaş emirlerinin verildiği bir karargaha dönüştü. Parti ile kitlenin bütünleşip tek bir insan gibi davranabildiğinin en somut örneği gösterildi. Çünkü Smolni, Petrograd Sovyeti Merkezi (tüm ülke bu sovyetin ayaklanmasını desteklemiştir) ve Bolşevik Partisi Merkez Komite Karargahı olma onurunu yaşadı, ayaklanmanın karargahı oldu. Parti ve sınıf bütünleşmiş savaşıyordu. Petrograd işçileri, Bolşevik eğitiminden geçmiş devrimci askeri birlikler, kızıl muhafızlar omuz omuza dövüşüyor, emirleri yerine getiriyorlardı. Do-

EKİM 2011 | TAVIR | 53


rimciler halkın içindeki etkilerini kaybettiler. Burjuva geçici hükümeti paravansız, dayanaksız kaldı, halkı aldatmakta zorlandı. Savaşta çelikleşmiş işçi sınıfı vardır Rusya’da. Halkın öncüsü, iki devrim yapmış, halkın güvenini kazanmış, en sağlam kader ortağı köylülükle bağlarını kurmuş bir işçi sınıfı vardır. Her ferdi “Barış, Toprak, Özgürlük ve Sosyalizm” sloganlarını kendi yaşamında özümsemiştir. Yoksul köylü ve işçi sınıfı bağlaşık oldu, birleşti. Köylülerin sekiz aylık devrim deneyimi onlara çok değerli bir hazine kazandırmıştı. Köylüler tüm partileri denemişler ama toprak ağalarına karşı savaşımda hep ihanete uğramışlardır. Toprak ağalarına karşı savaşan tek Bolşevikler vardır. Bu durum işçi-köylü bağlamasının gerçek zeminini yarattı. Yoksul köylülüğün işçilerle birleşmesi, uzun süredir kararsızca bocalayan orta köylülüğün de Ekim Devrimi’nde, devrimin saflarına geçmesine yol açtı. Sınıfın göz bebeği, politik olarak zengin savaş deneyimine sahip parti vardı. Bolşevik Partisi son kavga için cesur, kararlı ve engel tanımayan bir partidir. Farklı devrimci hareketleri ortak bir sele, bir fırtınaya dönüştürebilmenin ustasıdır Bolşevikler. Emperyalist Savaşa Karşı Barış için Demokratik Hareketi, ağaların toprağını ele geçirmek için köylü hareketini, ezilen ulusların bağımsızlık ve eşitlik hareketlerini, işçi sınıfının burjuvaziyi devirme ve proleterya diktası kurmak için sosyalist hareketini orak-çekiçli kızıl bayrağı altında toplayabilmiştir. Tüm bu devrimci akımları birleştirmeden kapitalizme karşı zafer mümkün olamazdı. Emperyalistler, o günlerde henüz zorunlu entegrasyona gitmemişti ve aralarında kızgın bir savaş vardı. Emperyalistler birbirlerini zayıflatan iki kampa ayrılmış, birbirlerine karşı savaşıyorlardı. Bu yüzden “Rusya’nın işlerine etkin olarak karışma” ve Ekim devrimine etkin harekete geçme, onu boğabilecek halde değillerdi.

rumda değildi. Kurnazca uzlaşma geleneği yoktu, “İngilizce konuşma”yı bilmiyordu yani. Şubat Devrimi’yle çarı devirmişti ama ulusun mahvolması riskine rağmen Çar’ın emperyalist savaş politikasını güttü: “Zafere dek Savaş!” dedi. Köylüyü ezdi, toprak ağalarını korudu. Köylü bir dilim ekmek alabilmek için evinden bir tahta söküp satacak hale gelmişti. İşçi sınıfına Çar’ın zulmünü mumla arattı. Katliamlar, fabrikalarda kaba dayak ve işkenceler, kitlesel işten çıkarmalara ek olarak bir de patronlara lokavt hakkı getirdi. Burjuvazinin papyonu altında gizlenen vahşi yapısı açığa çıktıkça, “baba” maskesi altındaki Çar canavarıyla aynı olduğunu görmekte gecikmedi halk. Bu kez burjuvaziye karşı haykırıldı sloganlar: “Yaşasın Sosyalizm!” Gerçekler karşısında düzenbazlar, cambazlar da tutunamaz, yürür tarih. Menşevikler ve sosyalist dev-

54 | TAVIR | EKİM 2011

İşte bu gerçeklerin bilincinde olan Lenin, daha sonraları “Ya Barbarlık, Ya Sosyalizm” demişti. Binlerce yıllık çelişkiler çelik bir halat gibi gergin ve kırılmak üzereydi. Eğer düşmana vurulmazsa, kendini kesecek bir kılıçtı tarih Bolşevikler için. Silahla yazılmalıydı gerçekler… “Aurora Zırhlısı, Kışlık Saray üzerine çevirdiği topların gürlemesiyle, 25 ekim’de yeni bir çağın, Büyük Sosyalist devrim çağının başlangıcını ilan etti.” (Bolşevik Partisi Tarihi, Syf: 258) Barış imzalanması, Çar’ın toprağının köylüye verilmesi ve Halk Komiserler Kurulu’nun, yani ilk Sovyet hükümetinin başkanının Lenin’in olması, devrimin ilk adımlarıydı. Tüm iktidar Sovyetlere geçmişti. Aurora Zırhlısı’nın top atışının gümbürtüsüyle çözüldü tüm çelişkiler, yazıldı tarih: Güüüüüüm, güüüümmm, güüüm… o


deneme

deneme

şapka umut yılmaz

-Şapka, dedim heyecanla. -Ne şapkası? -O’nu da şapkayla anlatalım. Haftalardır başka başka zamanlarda, mekânlarda geziniyor aklım, düşlerim, düşüncelerim… Çocuklarımıza şehitlerimizi anlatmamız lazım. Onları çok sevdiği için gözünü kırpmadan ölümün üstüne yürüyen ateş yürekli, alev gözlü abla ve ağabeylerini öğretmemiz lazım onlara… Çocuklarımıza bakıyoruz. Neye bakıyor, ne tutuyor, neyle oynuyor bu çocuklar? Önce bunları gözlüyoruz bir süre. Sonra yavaş yavaş aklımızda şekilleniyor neleri kullanabileceğimiz. Eyüp Ağabey, fırça bıyık. Altın saç, Berrin. Zeytin göz, Sevgi Abla. Gözlük, Gülnihal Abla.

EKİM 2011 | TAVIR | 55


Şu an hiçbir şey onu bundan çok mutlu edemez eminim. Ne sevimli, ne sevecen bir şapka bu! Bir çocuğun mutluluğundan mutlu olan bir şapka. Hani sihirbazlar gibi bir çıkarıp sallasa o şapkayı, tavşan mavşan değil, sevgi saçılacak etrafa. İnsanda öyle bir izlenim bırakan bir şapka. Çok kısa bir zaman aralığında, ama yaşamımızın yoğunluğunda sıkça karşılaştık o şapkayla, şapkalıyla. Eylemde kullanacağımız dövizlere çıta çakarken… Kampta çadır sökerken… Çocuk severken… Çocuklara duyduğu sevginin bir ifadesi olarak, çocuklar için bir şeyler yaparken… Eylem sırasında kortejimizi düzenlerken… Tutsaklıkta tecriti parçalayan mektup sayfalarında çayı, kahveyi paylaşırken… Bize bıraktığın o “son” fotoğraftaki gibi elinde Ferhat’ın resmiyle hesap sorarken, direnirken… Şimdi bir öğretmen bu şapka. Çocuklara devrimcileri, devrimciliği öğreten bir öğretmen. Bizim de öğretmenimiz bu şapka. Düzenin bütün kiri üzerine bulaşmış olsa da mücadelenin arıtıcılığını öğretiyor kısacık hayat hikâyesinin satır aralarında. Bize öğrettiklerini öğretecek çocuklarımıza da. Fedakârlığı öğretecek. Emekçi olmayı öğretecek. “Çocuk sevmeyen gelecek için hayal bile kuramaz” deyip, sosyalizmi Engin, şapka. Şapka, Engin… -Merhaba, diyorum. -Merhaba, diyor, altından sımsıcak bir bakış çıkan bir şapka. Bizim sıcaklığımız, birbirimize bakışımız, bizim “merhaba”mız bu. Elinden sımsıkı tutan bir kız çocuğu var yanında. Soran gözlerle bakıyorum ona da. Cümle kurmaya gerek bırakmadan, sarıp sarmalayan bir samimiyetle anlatmaya başlıyor hemen: -Arzu bu, Nurtepe’den, bizim… Sakine Abla’nın tahliye olduğunu duymuş. Görmek istemiş. Ablayla tanışıyorlar, birbirlerini de çok severler. Ben de annesinden izin aldım, getirdim.

56 | TAVIR | EKİM 2011

özlemeyi öğretecek. Militanlığı, hakkını söke söke almayı, sokakları, dişe diş kavgayı öğretecek. En çok da, bu düzenin bir insana ne verebildiğini, buna karşılık devrimciliğin ne verebildiğini öğretecek. Hemen altında parlayan bir çift sevdalı gözle, iyice belirginleşen bir şapka. Adıyla özdeşleşen slogandaki gibi, insanlık onurunun işkenceyi yendiğini simgeleyen bir şapka: Engin. Seni mutlaka taşıyacağız geleceğe ve çocuklara. o


yeniden doğuyorsun mecit çelik

Ayhan ve Ali Efeoğlu’na Kara çocuk kara çocuk Top elinde oynuyorsun Annen dertte abin kayıp Gelsin diye bekliyorsun

Kara çocuk dilin ayrı Her dilde zulüm aynı Bunca keder yeter gayrı Savaşmak mı istiyorsun

Kara çocuk gözün kara Yoksulluk en büyük yara Bugün bana yarın sana Sen de bunu görüyorsun

Kara çocuk onca yiğit Kavgamızda düştü şehit Dillerde olmasın diye ağıt Sözünü mü tutuyorsun?

Kara çocuk yaşın küçük Bizim gibi derdin büyük Köhne düzen artık çürük Yıkılmaz mı sanıyorsun?

Kara çocuk cephen belli Düşmanına bağla kini Amerika itin biri Bunu sen de biliyorsun

Kara çocuk bizi üzen Adı belli bozuk düzen Hiç durma kaldır kazan Ölsen de doğuyorsun

Kara çocuk sevdan yaman Vatan yasta vatan talan Kurtuluşa sen de inan Bayrak bayrak koşuyorsun

Kara çocuk abin ölü Göğsünde açtı gülü İşkencede astılar onu Hık demedi duyuyorsun

Kara çocuk assalar da Haklıyız kesseler de Canımızdan etseler de Halka umut taşıyorsun

EKİM 2011 | TAVIR | 57


masal masal

kahraman efe derya taştan

Çok mutluymuş ada insanları. Çok da çalışkan. Hep beraber ekerlermiş topraklarını. Onlar çalışırken rüzgar onlara adanın hikayesini anlatırmış. O adada yaşayan efeleri. Nasıl savaştıklarını… - İşte dermiş, karanfil çiçeğinin bu kadar kırmızı olmasının nedeni bu yiğitlerin döktüğü kandandır. Ada halkı sevgiyle bakarmış karanfil çiçeğine o da mis gibi kokusuyla karşılık verirmiş onlara.

Başı sonu belli olmayan okyanusun ortasında, güzel mi güzel bir ada varmış. Bu ada sihirliymiş. Sihrini de ada var olduğundan beri orada olan karanfil çiçeğinden alırmış.

58 | TAVIR | EKİM 2011

Ürünler olduğunda hep beraber toplar, kocaman bir ambara taşırlarmış. Herkes oradan ihtiyacı kadarını alırmış. Ertesi gün de bir festival düzenlenirmiş. Kadınlar koca kazanlarda en güzel yemekleri yaparmış; genç kızlar en güzel giysilerini giyer defne ağacının yanına varırlarmış. Defne ağacının dallarına eşarp bağlar, dilek tutarlarmış. Bu dilekler hep iyilik güzellik içinmiş. Erkekler efe kıyafetlerini giyer, kılıçlarını bellerine takar, heybetli heybetli dolanırmış. Adada


yetişen ürünlerden birer tane bir sepete konur, adanın en yaşlısı bunları karanfil köküne bırakırmış. Karanfil bu ürünlerden güç alır, adanın çevresinde görünmez bir kalkan oluşurmuş. Adayı çevreleyen kalkana iyiler yanaşırsa sorun yokmuş, kendiliğinden açılırmış ama kötüler yanaşamazmış hiç.

Bulut yavaş yavaş yol almayadursun, bizim ada halkı yavaş yavaş toplanmış, karanfil çiçeğinin etrafında oturmuşlar. Hepsi gökyüzüne bakıyormuş. Masmavi gökyüzünde bir bulut adayı kötülerden temizleyen efelerin yüzlerine dönüşüyormuş.

Okyanusta sadece bu ada yokmuş tabi. Uzaklarda bir de zebellahın yaşadığı bir ada varmış. Zebellah çirkin mi çirkin, kocaman kafası, uzun pis bıyıkları, iri gövdesiyle dev gibiymiş. Zebellahın sihirli güçleri de varmış. Sihir yapar, kendine hizmet eden yaratıklar yaratırmış. Onlara “gebeş” dermiş. Gebeşlerin aklı yokmuş. Zebellah ne derse onu yaparlarmış. Hepsi küçük ama zebellahın kopyasıymış. Zebellah adada ne var ne yoksa bitirmiş ağaçları yemiş, taşları kayaları bitirmiş. Zebellah sihirle insan yaratırmış ama tek yapamadığı yiyeceklermiş.

- Bakın Mehmet Efe! - Erhan Efe de orada görüyor musunuz? - Yasemin Efe ne güzel değil mi?

Düşünmüş. Sonra gemiler yapmış. Gebeşleri geminin içine koymuş; - Hadi gidin başka adalar bulun, bana yiyecek getirin, demiş. Gemiler gitmişler gitmişler günler, haftalar sonra bakmışlar bir ada. Onların adaya hiç benzemez. Güneş tepede ışıl ışıl. Dağlarından şelale akıyor, rengarenk çiçekler üzerinde kelebekler oynaşıyor. Bu ada karanfil adasıymış. Gemileri hızla sürmüşler o yana. En önde giden gemi adaya yaklaştığında sanki bir duvara çarpar gibi parçalanmış, batmış. Bir gemi daha göndermişler. O da öyle. Anlam verememişler, geri dönmüşler…

Hepsini tek tek izlemiş, alkışlamışlar. Sonra efeler çıkmış meydana. Yanan ateşin etrafında başlamışlar zeybek oynamaya. Kolları iki yanda, başları dik. Dönüyor, sonra dizleri vurup yere selam veriyormuş adalılara. Birden gökyüzü kararmış. Herkes olduğu yerde kalmış. Anneler çocuklarını yanına almış. Gökyüzüne bakmışlar; kapkara bir bulut şimşekler çakıyormuş. Her şimşek çaktığında kanatlı gebeşler adaya iniyormuş. Sayıları çokmuş. Efeler çekmişler kılıçlarını önüne geleni öldürüyormuş. Gebeşler yiyeceklerin olduğu ambara saldırmaya başlamışlar. Sepeti alan gebeş bulutun içinde kayboluyormuş. saatler geçmiş. Yiyeceklerin hepsini almışlar. Sonra bulut hareket etmeye başlamış, gözden kaybolmuşlar. Karanfil bir süre önce gelen gemileri anlatmış. Kalkanı geçemediklerini söylemiş. Kalkan gökyüzünde etkili değilmiş. Yoksa güneş doğmaz, yağmur yağmaz, kuşlar uçamazmış. Herkes aklında bir sürü soruyla evine dönmüş. Bir tek Kahraman Efe kalmış ateşin etrafında.

Zebellah gemileri görünce sevinmiş. İki gebeş yaklaşmış yanına. Olanları anlatmış zebellah çok sinirlenmiş kovmuş onları. Kalkmış yerinden bir sağa bir sola dolanıp duruyormuş. Birden durmuş, - Denizden giremediysek biz de havadan gireriz. Hemen koşmuş kocaman kara kazanın başına varmış. Sihirli sular döküyor, anlamsız kelimeler mırıldanıyormuş. O konuştukça başının üzerinde siyah bir bulut oluşuyormuş. Bulut büyümüş büyümüş neredeyse adayı kaplamış. Zebellah gebeşleri çağırmış. Onlara da sihir yapmış. Gebeşler bir bakmışlar kanatları var. Gebeş gebeş gülmüş, sevinmişler. Zebellah almış onları bulutun içine yerleştirmiş. Sonra bütün nefesiyle üflemiş buluta... - O adaya gidin ve bana yiyecekleri getirin demiş.

EKİM 2011 | TAVIR | 59


Karanfile dönmüş demiş ki; - Karanfil çiçeği sen bu ada var olduğundan beri buradasın. Birçok savaş gördün. Anlat nasıl yeneriz bu yaratıkları. Karanfil çiçeği düşünmüş;

Doğru özleri bulmanın bir yolu olmalı demiş. Varmış karanfilin yanına. Karanfil gülümsemiş; - Kendine güven, yaşadıkların, hissettiklerin seni gerekli olan özlere götürecektir, demiş.

- Bir yol var, demiş. Kahraman Efe yerinden kımıldamış, heyecanlanmış; - Anlat, demiş. - Defne ağacının oraya git, köklerini kaz. Kökünde şişeler göreceksin. O şişelerde bugüne kadar bu ada için canlarını veren efelerin özleri var. Doğru özleri karıştırdığın zaman elindeki silahın karşısında kimse duramaz, demiş.

Kahraman efe anlamamış önce… sonra yaşananları, olan olayları ve ne hissettiğini düşünmeye başlamış. Gebeşler adaya indiklerinde çok öfkelenmiş… öfke olabilir mi ilk diye geçirmiş içinden. Şişelerin içinden “öfke” yazanı almış, bakmış “A” yazıyormuş. Çok yorgun olduğunu hissetmiş kalkmış. - Biraz uyumalıyım, sonra devam ederim demiş gerinerek…

Kahraman Efe fırlamış yerinden, karanfile teşekkür etmiş. Koşmuş, defne ağacının yanına varmış. Başlamış köklerini kazmaya. Kazmış kazmış. Bakmış yüzlerce şişe, işi hiç de kolay değilmiş.

Evinin yolunu tutmuş. Meydana geldiğinde gençlerin ateşin etrafında türküler söylediğini görmüş. Şakalaşıyor, gülüşüyorlarmış. Onları bu adayı ne çok sevdiğini düşünmüş.

- Hangilerini karıştıracağım acaba, demiş. Denemiş olmamış.

- İkinci şişe sevgi olabilir mi?

60 | TAVIR | EKİM 2011


Yorgunluğunu unutmuş. Fırlamış defne ağacının yanına. Nefes nefeseymiş, üzerinde sevgi yazan şişeyi almış. Bakmış “D” yazıyormuş. Onu da almış koymuş cebine. Hissetikleri ona yol gösteriyormuş. Doğru yolda olduğuna eminmiş. Eve dönmeye hali kalmamış. Uzanmış defne ağacının altında. Hemen gözleri kapanmış, uyumuş. Rüyasında gebeşler adaya saldırıyor, tüm ada halkı cesaretle savaşıyormuş. Kulağına biri eğilmiş ve “cesaret” diye fısıldamış. Birden gözlerini açmış Kahraman Efe, ayın ışığında “cesaret” yazan şişeyi bulmuş. Onun altında da “A” harfi varmış. Şişeleri koymuş yan yana “ADA” diye okumuş yüksek sesle, aradığım kelime bu mu? Düşünmüş, çevresine bakınmış. Defne ağacının yan tarafındaki mezarlığa takılmış gözleri. Kalkmış yerinden hızlı adımlarla o tarafa doğru yürümüş. Mezarları geçmiş tek tek. Her mezarın üstünde karanfiller varmış. “Hepsi bu ada için kendilerini ‘feda’ ettiler. Bizim mutlu yaşamamız için öldüler, şimdi sıra bende. Onlar nasıl bu güzel günleri yaşamamı sağladıysa, bende o gebeşleri yok edeceğim” demiş. Defne ağacının altında “feda ve inanç” yan yana duruyormuş. Feda “L” harfini, inanç “E” harfini işaret ediyormuş. Onları da almış. Şişeleri karıştırıyor, doğru kelimeyi bulmaya çalışıyormuş ama yok. Bir şey eksik. Onu da bulacağım kararlıyım demiş. Sonra havaya fırlamış; son şişe kararlılıkmış. Şişeleri dizince yan yana, gözleri parlamış sevinçten. İşte aradığım kelime bu: ADALET… - Öfke, sevgi, cesaret, fedakarlık, inanç, kararlılık… Boş bir şişe almış. Hepsinden bir damla damlatmış şişenin ağzını kapatmış. Koymuş cebine. Diğer şişeleri almış tekrar defne ağacının köklerine bırakmış. Üzerini toprakla örtmüş. - Bu gece rahat bir uyku uyuyabilirim artık, demiş. Eve doğru yola çıkmış, yolda gençlerle karşılaşmış. - Neredesin Kahraman Efe göremiyoruz kaç gündür yüzünü?

- Gelin, bekliyorum. Ürünlerin olduğu ertesi gün yani festival günü zebellahın adaya gelme günüymüş. O sabah erkenden kalkmış, efe kıyafetlerini giymiş. Kılıcını kucağına yerleştirmiş cepkeninin içine… Evden çıkmış meydana doğru yürümüş ağır ağır. Onu gören sinir oluyor, söyleniyormuş. - Ne oldu buna ya, sanki festival var. - Çok meraklı zebellaha yiyecek vermeye. Kimse ona bu halini yakıştıramamış. O herkese selam veriyor, gülümsüyormuş yine de… Meydandaki kalabalıkta bir uğultu başlamış. - Geliyorlar… Karanfil çiçeğinin köklerine yetiştirdikleri yiyeceklerden bırakamadıkları için gücünü iyice kaybetmiş. Adanın çevresindeki kalkan kaybolmuş. Zebellah rahatça yanaşabiliyormuş gemileriyle artık. Gemiden inmişler, meydanın ortasına gelmiş zebellah ve gebeşleri. Ada halkı sırayla elindeki sepetleri bırakıyormuş önüne. Sıra Kahraman Efe’ye gelmiş. Sepeti almış eline birkaç adım yürümüş. En çok gençler kızıyormuş O’na. Durmuş, arkasına bakmış Kahraman Efe. Elindeki sepeti yere bırakmış. Başlamış zeybek oynamaya. Dizlerini vurup yere ada halkını selamlamış. Kalkmış ayağa, son kez bakmış yüzlerine sevdiklerinin. Sepet elinde zebellahın yanına varmış. - Bu gösteri benim için miydi, diye sormuş Zebellah. Cevap vermemiş Kahraman Efe. Sepeti yanına bırakmış. Ceplerinden şişeyi çıkarmış. Ağzını açmış şişenin. Önce öfke çıkmış şişeden. Zebellah’ın gözleri kör olmuş bu ışıktan. Sonra sevgi bütün adayı sarmış. Herkes inanmış ona. Cesaretle Zebellah’ı tutmuş, kararlı öldürecekmiş onu.

- Biraz hastaydım deyip geçiştirmiş. O gün hepsiyle tek tek sohbet etmiş. Sarılmış, kucaklaşmış. - Ne o efe bir yere mi gidiyorsun? - Yoo... - Öyle bir sarıldın ki vedalaşır gibi… Kahraman Efe gözlerini kaçırmış. - Sizi ne zamandır göremedim ya, özlemişim.

Sonra bir ateş parlamış. Şişedeki son damla fedaymış. Zebellah geberince gebeşler de ortadan kaybolmuş. Ada halkı Kahraman Efe’ye bakmış. Vücudundan çıkan dumanlar gökyüzünde bir yazı yazıyormuş: ADALET. Gençler omuzlarına almış efeyi… Sonra kollarının üzerinde taşımışlar defne ağacının yanındaki mezarlığa. Özünü alıp defne ağacının köküne bırakmışlar. Üzerinde “vefa” yazıyormuş. Karanfil çiçeği şimdi daha kırmızı dimdik duruyormuş adanın ortasında. o

Bakmışlar ateş neredeyse sönecek, dağılmışlar evlerine, o gece Kahraman Efe güzel derin bir uyku çekmiş. Uykusunda sayıklıyormuş sürekli.

EKİM 2011 | TAVIR | 61


haberler

haberler

Hak Mücadelesi ve Hukuk sempozyumu yapıldı

“Boynu Bükük Öldüler” Adana Devlet Tiyatrosu’nda sahnelenecek Bu yıl 30. yaşını kutlayacak olan Adana Devlet Tiyatrosu (ADT), Yılmaz Güney’in "Boynu Bükük Öldüler" kitabını oyunlaştıracak.

Devrimci avukat Fuat Erdoğan anısına Halkın Hukuk Bürosu'nun düzenlediği uluslararası sempozyumun bu yıl ikincisi düzenlendi. Mimar Sinan Üniversitesi’nin Fındıklı'daki yerleşkesinde, Sedat Hakkı Eldem Oditoryumu’nda 17-18 Eylül 2011 tarihlerinde gerçekleşen sempozyuma Türkiye'den ve dünyanın birçok ülkesinden avukatlar ve konuklar katıldı. Sempozyuma; Chavez’in avukatı Manuel Vadell, Filistin Halk Kurtuluş Cephesi Genel Sekreteri Ahmet Saadat’ın avukatı Hassan Mahmud, Kolombiya’dan Bogota Baro Başkanı Av. Francisco Jouier Toloza Fuates de katıldı. “Haklar Nasıl Kazanıldı?”, “Siyasal Haklar”, “Sosyal Haklar”, “Olağanüstü Hal ve Haklar”, "Mücadele ve Deneyimler” başlıklı konuların ele alındığı sempozyuma; Yunanistan, Irak, Suriye, Lübnan, Almanya ve Türkiye’den hukukçular katıldı. Sempozyumun ikinci gününün sonunda ise; Grup Yorum ve Selçuk Balcı konserleri, Okmeydanı Sibel Yalçın Parkı'nda izlendi. 19 Eylül Pazartesi günü ise sempozyumun sonuç bildirgesi konukların katılımıyla ABD’nin İstinye’de bulunan başkonsolosluğu önünde açıklandı. o

62 | TAVIR |EKİM 2011

ADT müdürü Fırat Demirağ, yaptığı açıklamada şöyle dedi: "Çok titiz bir çalışma yapıldı. Romanın bütün dokuları, bütün renkleri korunarak, hiçbir özelliğini kaybetmemek kaydıyla sahneye uyarlandı. Berktay, Fatoş Güney ile birlikte bu projeyi yürüttü. Türk tiyatrosunda sahneye çıkmamış, Türk sinemasında filme alınmamış, ’Yılmaz Güney’ denilince akla gelen en özel, en iyi eserlerinden biri olan ’Boynu Bükük Öldüler’i tiyatroseverlerin karşısına çıkaracağız. Yılmaz Güney sağlığında bu eserini sinemaya uyarlamayı çok istemiş, ancak, ömrü vefa etmemiş. Filmi çekilmedi. Dramatik yapı içine hiç oturtulmadı. Edebiyat eseri olarak kaldı. Şimdi ADT kollarını sıvadı, bu eseri yaşatmaya çalışacak. Yılmaz Güney’e karşı vefa borcumuzu ödemeye çalışacağız. Onu unutmadığımızı göstermeliyiz”. o


2. İstanbul Tavır Kültür Sanat Festivali yapıldı

GRUP YORUM g ü n c e 4 11 Eylül 6. Gazi Şenliği’ne katıldı. Yozlaşmaya karşı düzenlenen şenlikte 3 bin kişiye seslendi.

4 25

Eylül Armutlu Güz Şenliği’nin kapanışında bir konser verdi.

4 25 4 18

Eylül Sibel Yalçın Parkı’nda düzenlenen, 2. İstanbul Tavır Kültür Sanat Festivali’nde 1500 kişiye seslendi.

2. İstanbul Tavır Kültür Sanat Festivali Okmeydanı Sibel Yalçın Parkı’nda 16-18 Eylül tarihleri arasında yapıldı. Kitap stantlarının, resim sergilerinin ve tutsak ürünlerinin yer aldığı festivalin ilk gününde “Gerilla’nın Barışı” adlı kitabın yazarı Metin Yeğin’le bir söyleşi yapıldı. Ardından Şair Mehmet Özer şiir dinletisi verdi. Festivalin ilk günü kısa film gösterimleriyle son buldu. İkinci gün yine ilk olarak stantlar açılıp park hazırlandı, Okmeydanı halkı gün içinde parka uğrayarak stantları dolaştılar, akşam olunca programa başlandı. İlk olarak saat 17.00’de yayın evleri sahipleri ile kitap dağıtımı, yayınevlerinin tekelleşmesi, bunun kitabın halka ulaşmasında ve kitap okuma kültürü ile yazarların yozlaşması üzerindeki etkileri, nedenleri konuşuldu. Günün sonunda İdil Tiyatro Atölyesi, “Bu Dağlara Bahar Gelsin Diye” adlı oyunlarını sergilediler. Festivalin son gününde 18.00’de "Şairler ve Yazarlar Kıraathanesi" olarak adlandırılan bahçede şairlerle, şiirin günümüzdeki önemi ve genç şairlerle sohbet konulu sohbet havasında bir söyleşi yapıldı. Söyleşi öncesi Tiyatro Simurg oyuncuları iki kişilik, şairleri anlatan kısa bir skeç oynadı. Son olarak parkın amfi bölümünde Karadeniz ezgileriyle Selçuk Balcı, ardından Grup Yorum sahne aldı. Türküler ve marşlar eşliğinde, binlerce kişinin katılımıyla bu seneki festival sona ermiş oldu. .o

4 20 Eylül Ölümünün 26. yılında Ruhi Su’nun mezar başında düzenlenen anmaya katıldı. 4 24

Eylül Sinop Uğur Mumcu Meydanı’nda yaklaşık 7000 kişiye konser verdi.

Eylül Şişli La Bella Düğün Salonu’nda düzenlenen TAYAD Genel Kurulu’na katıldı.

4 28 Eylül Feriköy Mezarlığı’nda Elmas Yalçın’ın mezar anmasına katıldı 4 1 Ekim Lefkoşa Atatürk Spor Kompleksi’nde 1500 Kıbrıslıyla türküler söyledi

9 Ekim Dev-Genç Kültür Şenliği, Sibel Yalçın Parkı / Okmeydanı 15 Ekim Grup Yorum konseri Gasometer/Viyana 12 Kasım Grup Yorum konseri Paris İdil Kültür Merkezi’nde Kurs Kayıtları... Bağlama, Gitar, Keman, Yan Flüt, Tiyatro, Grup Yorum Korosu, Çocuk Korosu, Halkoyunları kayıtları devam ediyor. Bilgi İçin: 0212 238 81 46

EKİM 2011 | TAVIR | 63


sa... kısa... kısa... kısa.. kısa... kısa... kısa... kısa... kısa... kısa... kısa... kısa... kısa... kısa...kısa... kısa...

46. "Yozlaşmaya Karşı" Gazi Halk Şenliği Yapıldı 10 Eylül Cumartesi günü başlayan ve birçok sanatçının katıldığı Gazi Halk Şenliği, 2 gün sürdü. Çeşitli stantların kurulduğu şenlikte Bulutsuzluk Özlemi, Burhan Berken, Erdal Bayrakoğlu ve Grup Yorum gibi birçok sanatçı konser verdi. Şenlik 11 Eylül akşamı sona erdi. 4 8. Armutlu Güz Şenliği Yapıldı Bu sene "Yıkıma ve Yozlaşmaya Karşı Gücümüz Örgütlülüğümüzdür" sloganıyla gerçekleşen Armutlu Güz Şenliği iki gün boyunca binlerce insanın katılımıyla yapıldı. İlk gün söyleşi ve panellerin yapıldığı şenlikte, ikinci gün ise Grup Yorum, Nurettin Güleç, İbrahim Karaca, Burhan Berken, Erdal Bayrakoğlu, Erdoğan Emir, Esra Öztürk, Gülfidan Aksoy, Armutlu Çocuk Korosu, Almus-Der Semah Ekibi sahne aldı. 4 Berivan Doğan'a Grup Yorum Dinlediği

İçin 10 Ay 'Ceza' Verildi Eğitim-Sen İstanbul 8 No'lu Şube eski yöneticilerinden Berivan Doğan’ın masasına, öğretmenlik yaptığı okulun müdür yardımcısı tarafından izinsiz bir şekilde, gizlice arama yaptırıldı. Bilgisayarında Grup Yorum'un Türkçe ve Kürtçe şarkılarının sözleri bulunan Berivan Doğan'a soruşturma açıldı. Soruşturmanın ardından İstanbul 9.Ağır Ceza Mahkemesi'nde açılan davada; Berivan Doğan, "terör örgütü propagandası" yaptığı gerekçesiyle 10 ay 'hapis cezası' aldı. Savcılıktaki dosyada gerekçe şöyle yer aldı: “Şüphelinin, Cağaloğlu’nda bulunan İl Milli Eğitim Müdürlüğü’ne ait binada kullanmış olduğu bilgisayarda, “İstanbul Berivan –Belgeler –Berivan Yeni klasör- Yorumdan ‘şarkı sözleri PDF” dosyasının bulunduğu ve bu dosya içerisinde Kürtçe, Türkçe şiir, şarkı,

64 | TAVIR |EKİM 2011

marşların, ayrıca yasadışı DHKP/C ve PKK terör örgütü üyelerinin genelde kullandıkları siyasi ve ideolojik içerikli yazılarla, şiirlerin yer alması nedeni ile şüphelinin bu şekilde internet yoluyla terör örgütü propagandası yaptığı, CMK 175. maddesi gereğince iddianamenin kabulüne karar verilmesi, şüphelinin atılı suçtan hareketine uyan TCK 220/8. Maddesi gereğince cezalandırılmasına karar verilmesi kamu hukuku adına talep ve iddia olunur.” TRT 6’yı açmakla övünen ve Kürt dilinin üzerindeki baskıları kaldırdığını öne süren zihniyetin aynı zamanda Kürtçe şarkıları “terör örgütü propagandası” saydığına dikkat çeken Berivan Doğan, şunları belirtti: “Bir ülke düşünün ki hem ileri demokrasiden söz ediyor, hem Kürt açılımı yapıyor sanatçılara çağrı yapıyor, 12 Eylül ile hesaplaşacağını söylüyor. Ama bir yandan da halkın türkülerini her dilde söyleyen ve son 150 bin kişilik konseriyle halka mal olmuş bir grubun seslendirdiği şarkıları bilgisayarımda bulundurmamı terör suçu sayıyor. Yargı değişen siyasi atmosfere göre karar veriyor. Önce beraat veren mahkemenin, Kürt halkına ve emekçilere saldırıların yoğunlaştığı bugünlerde bu kararı vermesi, tüm emekçilere gözdağı verilmesi anlamını taşıyor. Bu baskıları kaldırmanın tek yolu daha kararlı mücadele etmekten geçiyor.” 4 Filmekimi Başlıyor İKSV tarafından düzenlenen Filmekimi'nin bu yıl 10.’su gerçekleşiyor. Bu yıl ilk kez İstanbul dışında; İzmir, Diyarbakır, Bursa, Konya ve Trabzon'da da izleyiciyle buluşacak. 40'a yakın film; İzmir - YKM Cinebonus, Diyarbakır Avrupa Sineması, Bursa - Burç Sineması, Konya - Kule Site Sineması, Trabzon - Cinebonus Forum sinemalarında gösterilecek. İstanbul'da ise; Emek, Atlas, Beyoğlu, Cinebonus Maçka G-

Mall, Nişantaşı City sinemalarında gösterilecek. 4 Hamburg Film Festivali 30 Eylül’de başladı Almanya'nın Hamburg kentinde 8 Ekim tarihine kadar sürecek ve 3 Türk filminin de yer aldığı Hamburg Film Festivali başladı.

Festivalde Türkiye'nin de aralarında bulunduğu 30 ülkeden 39 film yer alıyor. Festival kapsamında "Bir Zamanlar Anadolu'da" (Once Upon A Time in Anatolia), "Basın" (The Press) ve "Ekümenopolis: Ucu Olmayan Şehir" adlı Türk filmleri de gösterilecek. 4 Adana Büyükşehir Belediye Belediyesi

tarafından düzenlenen 18. Uluslararası Altın Koza Film Festivali’nde ödüller törenle sahiplerini buldu Festivalin Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması’nda En İyi Film ve En İyi Senaryo ödüllerini Yönetmen Onur Ünlü’nün “Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikayesi” filmi aldı. SİYAD En İyi Film ve Yılmaz Güney Ödüllerine Özcan Alper’in “Gelecek Uzun Sürer” filmi değer görülürken, En İyi Yönetmen Ödülü “Eylül” filmiyle Cemil Ağacıklıoğlu’na gitti. Adana İzleyici Ödülü: Ruhi Karadağ (Simurg) Jüri Oyunculuk Kategorisi Özel Performans Ödülü: Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikayesi filminin oyuncularına verildi. 4 Aziz Nesin’in “Zübük” adlı oyunu tekrar

sahneleniyor. Ankara Sanat Tiyatrosu yeni sezona Zübük Oyunuyla hazırlanıyor. “Zübük” 17 23 ekim tarihleri arasında istanbulda da izleyiciyle buluşacak.o




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.