Ekimkasim2012

Page 1

ıssn 1303-9113 • 2012 / 10-11

ekimkasimkapak.indd 1

• sayı 124

• 2.25 TL(KDV’li)

11/6/12 9:57 AM


ekimkasimkapak.indd 2

11/6/12 9:57 AM


01-02 merhaba_1-2 merhaba ve icindekiler 10.11.2012 00:32 Page 1

a y l ı k

s a n a t

d e r g i s i

Merhaba

Sahibi Tavır Yayınları adına Bahar Kurt Genel Yayın Yönetmeni Gamze Keşkek Sorumlu Yazıişleri Müdürü Yeliz Yılmaz Yayın Danışmanı Veysel Şahin Yazışma Adresi İstanbul Mahmut Şevket Paşa Mah. Mektep Sk. No: 4-B Okmeydanı - Şişli - İstanbul Tel: (212) 238 81 46 Faks: 238 82 49 e-posta: tavir2007@gmail.com www.tavirdergisi.org Ankara İdilcan Kültür Merkezi Eski 1. Cadde 636. Sk. No: 207/2 Tel: 0 541 336 65 37 Hesap no (TL) 1042- 0596147 Gamze Mimaroğlu İş Bankası Parmakkapı/İST. Hesap no (EURO) 1042- 0129062 Gamze Mimaroğlu İş Bankası Parmakkapı/İST. Fiyatı (DÖVİZ) Almanya: 5 Euro Fransa: 5 Euro Hollanda: 5 Euro Avusturya: 5 Euro İsviçre: 7.5 Frank İngiltere: 4 Sterlin Posta Çeki Hesap no Selma Altın 515 72 82 Baskı Ezgi Matbaa Sanayi C. Altay Sok. No: 10 Çobançeşme / İstanbul Tel: (0 212) 452 23 02 Yayın türü: Yerel Süreli

“Bizim özgürlük getirdiğimiz bir ülkede nasıl olur bu?” diye buyurdu zulmün tanrıçası. Hillary Clinton, yani Amerikan Dışişleri bakanı, Libya’ya büyükelçi olarak gönderdikleri CIA ajanının cezalandırılmasından sonra, şaşkınlık içinde böyle diyordu gazete-TV muhabirlerine. Öyle ya Libya’ya özgürlük(!) getirmişlerdi, Kaddafi’nin zulmünden(!) kurtarıp Libyalıları özgürlüklerine kavuşturmuşlardı... Ama artık kanmıyor dünya halkları emperyalizmin yalanlarına. Çektiği acıların sebebini çok iyi biliyor, zalimin kim olduğunu çok iyi biliyor. Biliyor ve hiç unutmuyor. Gün geliyor hesap soruyor zalimden, halkların hafızasının öyle unutkanlıkla malul olmadığını kanıtlarcasına. Emperyalizm kana doymuyor. Irak ve Libya’dan sonra şimdi de Suriye halklarını katletmek için adına “Hür Suriye Ordusu” dedikleri katil sürüsünü işbirlikçisi Türkiye Cumhuriyeti ile besliyor, eğitiyor ve Suriye halkının üzerine salıyor. Irak ve Libya halkının emperyalizme karşı onurlu direnişlerine tanık oldu tüm dünya. Bugün de Suriye halkının direnişine tanık oluyoruz. Diren Suriye! Diren Suriye halkı! Umut için, yarın için, vatan için diren! Diren ki yenilsin zulüm. Diren ki soğusun yüreklerimiz, acıdan kavrulurken. Diren ki çiçekler açsın her renkten umut bahçemizde! Kanımızla, canımızla sizinleyiz... Yüreğimizde acılara daha çok yer var. O kimsenin kimseyi sömürmediği yarınlara kadar neler koyacağız oraya bilinmez. Her ölüm erken ölümdür demiş şair, doğru... Bozkırın tezenesi de sustu. Türkülerin, bozlakların bir ustası daha bağlamasının perdelerine dokunmayacak artık bir daha. Neşet Ertaş, Türkiye halklarının ezgi bahçesinde ölümsüz bir çınar şimdi. Halkın ayağının tozu, toprağı, gönüllerinin hizmetçisi olacak kadar mütevazı bir aydın, bir halk sanatçısıydı o. Örnekti, öyle de kalacak ve yol göstermeye devam edecek bundan sonra da ozanlarımıza... İrfan’ın adı adaletin diğer adıdır. Halkın ekmeğinin adıdır İrfan. Ekmek kadar, su kadar gerekli adalet. Ne için yaşıyoruz ki zaten. Ezel kadar eskiye uzanan bir arayıştır bu. Ezenin ortadan kalktığı gün bir daha aramaya gerek kalmayan... O güne olan özlemimizle... Ve Grup Yorum. Halkın ve haklının onurlu ezgileri. Tutsak ve sürgündeki üyelerine yenileri eklenmek isteniyor. Onlarca yıllık hapis cezalarıyla yargılanıyor ve yargılama daha başlamadan ev hapsiyle cezalandırılıyorlar. İstiyorlar ki Yorum’un sesi halkın sesiyle birleşmesin! İstiyorlar ki türkülerin onurlu sesi sussun! 26 Kasım’da bir kez daha görecekler Çağlayan Adliyesi önünde. Grup Yorum halktır susturulamaz! Grup Yorum, kocaman bir yürektir hücrelere sığmaz! Grup Yorum’u hapsedemeyecekler! İnternet sitemizi yeniledik. Artık “www.tavirdergisi.org” adresinden dergimize ulaşabilirsiniz. Bir sonraki sayımızda görüşmek dileğiyle... Dostlukla...


01-02 merhaba_1-2 merhaba ve icindekiler 10.11.2012 00:32 Page 2

İÇİNDEKİLER

10-11/2012

3 5 8 9

12 18 20 25 28 32

DENEME grup yorum bu nasıl istanbul, her evi zindan? GÜNCEL fazıl aktaş “ayağınızın turabı oluyum” ŞİİR bertolt brecht halkın ekmeğidir adalet ARAŞTIRMA av. behiç aşcı beşar esad, vatanını ve halkını emperyalistlere satmıyor DENEME deniz korcan mahkeme kürsüleri ve aydın namusu MAKALE duygu ekin zalimden hak dilenilmez, alınır DEĞERLENDİRME idil kültür merkezi “tiyatro çalıştayı”nda mücadele sözü MAKALE levent karakaya sanatımız milyonların kardeşliği içindir RÖPORTAJ ankara idilcan kültür merkezi bir türkü çınarı: hüseyin çırakman DEĞERLENDİRME ahmet nehir sırça köşkteki portakal

34 38 39 42 43 48 49 55 57 60 62

DENEME mahmut kara “huzur sokağı”nda maneviyat tüccarlığı yapmak DENEME reis çelik tecrit ve f tipi film üzerine RÖPORTAJ tavır “f tipi film” üzerine... MAKALE gülnaz bıçakçı kocaman yürekli adam ARAŞTIRMA eren buğlalılar devrimin tiyatroları AYIN FOTOĞRAFI FOSEM DEĞERLENDİRME cemil karaçay ruhi su pınarı ALBÜM tavır karadeniz müziğine yeni bir ses: muço pa ELEŞTİRİ devrim savaş “bir çocuksun sen!” SİNEMA nevin temel bu “toprağın çocukları”ydı onlar... HABER

ARKA KAPAK TABLO: İRFAN ERTEL


03-04 bunasilistanbul_sablon 11/7/12 2:54 PM Page 3

deneme

deneme

bu nasıl istanbul, her evi zindan? grup yorum

Halk için sanat, diyerek yola çıkışımızdan bu yana tam 27 yıl geçti. 27 yıl boyunca devrim mücadelesinde kocaman yürekli; halkının mutluluğu için, adalete susamış yürekleri ferahlatmak için canını feda etmiş nice devrimcilerin türküleri geldi dilimize. Sazımızın, sözümüzün gücü onların o kocaman yüreklerinden, düşünen beyinlerinden süzülüp geldi. Kimi satırlarımız onların ağızlarından dökülen umuttu, kimi ezgilerimiz onların yürek ezgileri... Halkımızın çileli yaşamı, özgürlüğe ve insanca yaşama dair düşleri onlarda demlenip, aktı şarkılarımıza... Kolektivizmimizin beslendiği temeller; devrimci mücadelenin gelenekleri, değerleri, destansı kahramanlıkları oldu. Hapishanelerde, dört duvar arasında umudunu yitirmeyen, tüm heyecanı ile, büyük bir moralle üretmeye devam eden özgür tutsaklar bizlere tek başına da olsak, dört duvar arasında da olsak nasıl üretilebileceğini öğretti. Onlardan

öğrendikleri ile üretti hapishanede Yorum. Nice umutlu şarkılar çıktı düzenin köhnemiş duvarları arasından. Otuzuncu yılına yaklaşan Yorum'un ve dinleyicilerinin yaşadıklarını, onlara yaşatılanları herkes bilir. Bu süre içinde baskının onlarcasını yaşadı, yaşamaya devam ediyor. Kasetleri toplatıldı, konserleri engellendi, elemanları hapishanelerde yattı, dinleyicileri işlerinden okullarından oldu onu dinlediği için, konser çalışmaları yaptıkları için hapse atıldılar... Tutsaklık, Yorumcu olmanın bir bedeli… Şimdi Seçkin ödüyor bu bedeli. Daha sahneye bile çıkmadan… Devrimci sanat geleneğinin bir öğrencisi olması ve bu okulda eğitmesi devrimci sanat ruhunu, yetti onlar için… Seçkin şimdi hapishanenin soğuk hücrelerinde üretiyor. Seçkin içeride... Dışarıdıki Yorumcular 74 yıllık cezalarla yargılanmaya devam ediyor. Tüm bunlar yetmedi. Egemenler yeni

yeni uygulamalarla bize dünyayı dar etme peşinde. Bu zamana kadar verdiği cezalarla yetinmeyip, hızını alamayan iktidar, şimdi de yepyeni bir uygulama ile çıktı devrimci sanatımızın karşısına. “Denetimli serbestlik. -Konut terketme yasağı." Hakim, kaçma şüphesi olmadığına kanaat getirip serbest bıraktı Yorumcuları, fakat verdiği karar içine sinmemiş olacak ki, hem iyi niyetli görünüp hem de ait olduğu adaletsiz düzenin çarklarını çevirmek istemiş olacak ki, bu kadar özgürlük neyinize diyerek, temsil ettiği sınıfın kini ile konut terk etme yasağı ile denetimli serbestlik uygulamaya karar verdi. İlk bakışta tutuklulukla kıyaslanınca daha iyi gibi görünen bu karar neden verildi? Bu kararla ne diyor bu ülkenin "adaleti"nin yasaları? "Denetim altındasın ve serbestsin. Fakat evinden dışarı çıkamazsın. Ser-

ekİm-kASIm 2012 | TAVIR | 3


03-04 bunasilistanbul_sablon 11/7/12 2:54 PM Page 4

bestsin fakat kapıdan çıkıp, en demokratik hakkın olan bir basın açıklamasına katılamazsın. Mesela kayıp Ayhan Efeoğlu'nun bulunması talebi ile yapılan basın açıklamalarına katılamazsın. Serbestsin, fakat halkımızın yıkımlara karşı her akşam yaptığı yürüyüşlere katılamazsın, asla. Serbestsin, ama işten atılan işçilerin yanında yürüyemezsin her Cumartesi. Bak sana söylüyorum serbestsin, yalnız dikkat et, bayramlarda seyranlarda cenazelerde sevdiklerinin yanında olamazsın. Sen yine de serbestsin, fakat bu, müzik çalışmaların için evden çıkabileceğin, müzikal faaliyetlerini dışarıda sürdürebileceğin anlamına gelmez. Yani sen tabi serbestsin fakaaat ’ konserlere katılamazsın’. Serbestsin buna izin veriyorum, hatta "bahşediyorum" amaa otur oturduğun yerde. Ben özgürlükler hakimiyim, serbestsin. Yine de sen, sen ol pastaneye, postaneye, hastaneye…vs benden izinsiz gitme, sakın ha. Ama sen yine de serbestsin. Ama denetimdesin."

4 | TAVIR | ekİm-kASIm 2012

İktidarın derdi ortada. Tüm ülkeyi hapishaneye çevirmenin derdinde... Neredeyse tüm illere, hem de hastanesi mahkemesiyle birlikte kampüs halinde yaptıkları ve içlerini tıka basa doldurdukları hapishaneler yetmedi... "F tipleri, M tipleri, D tipleri, E tipleri... Daha, daha... Tüm halk suçlu, tüm ülke hapishane... Hatta artık evler bile. Ev tipi hapishane... Ev yok, hapishane çok olacak... Her ev bir hapishane olmalı. Oturduğumuz yerden kimin ne zaman çıkacağını, nereye gideceğini, nereye gitmeyeceğini, nerede kalacağını, kalmayacağını denetleyelim... Uzaktan kumanda ile, elektronik kelepçelerle, kapı önlerine diktiğimiz polisle vs... Denetim, denetim… Dur nefes alma, yürüme, koşma, bakma, yazma, çizme, okuma, söyleme..." İşte AKP’nin demokrasisi, özgürlüğü... Bu 27 yıl, onlara da çok şey öğretmiştir elbette. Yorum'un sesini böyle susturamayacaklarını öğrenmiş olmaları gerekir. Hatta bildiklerine eminiz. Boşa çırpınmalar de-

vam ediyor. Dört duvar, on dört duvar, kırk dört duvar… Mani olamamış işte. Umutlu ezgilerin yürekten yüreğe akışını da engelleyememiş. Şimdi gelmiş ev hapsi diyor. Bir yandan da tüm halktan yana sanat yapan sanatçılara, halkımıza gözdağı veriyor. Rahat durun yoksa "evinizi size zindan ederim". Ya da hayatı… Sanata düşman, halka düşman, düşünen insana düşman tavrı… Kulaklara, parmaklara indirilen darbeler; yürekte ve beyinde sıçramalara sebep oluyor. Yorum'un kulağı, Yorum'un parmakları yüzlerce çoğalıyor. Her evi bir hapishane yapmaya çalışan yasalar ise, asıl olarak o yasayı koyanın da uygulayanın da kendi beyinlerinde ve yüreklerinde kalın duvarlar örüyor. Dinlemeye, söylemeye, üretmeye, yürümeye, koşmaya devam hiç durmadan… o


05-07 ayaginizin turabi oluyum_sablon 11/7/12 2:57 PM Page 5

güncel

güncel

“ayağınızın turabı oluyum” fazıl aktaş

Sabahın tan vakti... Ankara'nın emekçileri, bulabildikleri tüm araçlarla işlerine gitmek için çabalıyorlar. Kıştır, ayaz içlerine işlemektedir. Minibüse doluşanların kulağına hoş bir ses gelir dolmuşun ucuz hoparlörlerinden. Tanıdıkları bir sestir. İçleri yumuşar, soğuğu unutuverirler. Çıt yoktur artık arabanın içinde. Muharrem Ertaş'ın insanın içine işleyen yanık sesiyle herkes ayrı bir yolculuğa çıkar. Memlekete, hasrete, ayrılı-

ğa, kavuşmaya, ölüme, kalıma, umuda, kavgaya, hayata, sevince, coşkuya, aşka… Ezgisi Kırşehir'e özgüdür, bozlaktır. "Kalktı göç eyledi Avşar elleri/Ağır ağır giden eller bizimdir" diyen bu ses Muharrem Ertaş'tır. Bozlağın unutulmaz sesidir duydukları... Göçüp gitti bir gün bu ellerden ağır ağır Muharrem Ertaş. Geride kendi ağzından bozlaklar okuyan bir evlat bırakarak. Mirasını onurla taşıyan bir ev-

lada sahip olmak, herkese nasip olmaz. Muharrem Ertaş şanslıdır. Neşet Ertaş, ona layık bir evlat olarak yıllar boyu oradan oraya koştu sırtında bağlamasıyla. Ve babası gibi yanık yanık okudu durdu türkülerini. Kimilerini kendisi derledi, kimilerini kendisi besteledi, kimilerine söz yazdı başkaları besteledi, kimilerinin yazdıklarını aldı yine kendisi besteledi, böylece binlerce türkülük bir repertuar oluşturdu.

ekİm-kASIm 2012 | TAVIR | 5


05-07 ayaginizin turabi oluyum_sablon 11/7/12 2:57 PM Page 6

Halkta ne varsa, Neşet Ertaş'ın türkülerinde, bozlaklarında o vardır. Hayatın içinde, halkın içinde yaşardı çünkü. İnsan yaşadığı gibi düşünür; o da halk gibi yaşıyor, onlar gibi düşünüyor, onlar gibi acı çekiyor, hüzünleniyor, seviyor, coşuyor, ağlıyor, gülüyordu. Halk da kendinden biri olan bu sanatçıyı yüreğinin en sıcak yerinde konuk ediyordu. Babası saz ustası Muharrem Ertaş, annesi Döne hanım. Annesinin ölümünden sonra babası ve kardeşleriyle birlikte kendi şivesiyle "Gırtıllar", gerçek adıyla "Kırtıllar" köyüne yerleşiyorlar ve çocukluğu bu köyde geçiyor.

Halkın hep içindeydi. Hiç düşmedi onlardan ayrı. Gurbetliği de oldu hayatında ama o hiç kopmadı vatanından, halkından. Hele de türkülerinden hiç kopmadı. Gurbette biraz daha yanıktı türküleri, bozlakları biraz daha içli… Gurbet bu kolay değil, hasret bir hançer yarasıdır kanar durur yüreğin tam ortasında. Özlem, koca bir orman yangınıdır, yakar kavurur içini insanın. Memleketten yeni gelenlere kıskançlıkla baktırır insanı. Gidememenin, gidip de hasret giderememenin acısıdır kıskançlığı doğuran. Neşet Ertaş, çocuk yaşta eline aldığı sazıyla hem vatan topraklarında gezmedik il, varmadık el bırakmamış, diyardan diyara dolaşmış ama geçim derdi uğruna gurbete de gitmiştir Almanya'ya… Uzun müddet orada kalmış, orada kendi gibi hasret çekenlerin hasretlerini gidermeye çalışmıştır. Ve bir gün vatan hasreti ağır basmış, dönmüştür Tükiye'ye "bozkırın tezenesi"… Artık vuslat zamanıdır. Leyla ile Mecnun'un, Kerem ile Aslı'nın buluşma6 | TAVIR | ekİm-kASIm 2012

sıdır sanki yaşanan. Anadolu, yarine kavuşmuştur sanki. Her yandan "gel bizim de yüreğimizdeki hasreti söndür" çağrıları gelir. Hiçbirini geri çevirmez çünkü onun da sönecek hasreti vardır. Hürmet, saygı Anadolu halklarının özelliğidir. Neşet Ertaş, değerlerini korumuştur, kapitalizmin tam göbeğinde. Dinleyenlerine son derece saygılıdır. Varlığının sebebi onların sevgisidir çünkü. Bunu bilir, vefalıdır. Dinleyenlerine, "Ayağınızın turabı oluyum" derken Anadolu halklarının bir güzel özelliğini daha dile getirir, mütevazılık. Halkın ayakkabısına bulaşan toz-toprak olacak kadar mütevazıdır o. Halkın kendisine duyduğu sevgiye karşılığı bu güzelim deyimle verir. Halkın sanatçısı böyle olunur. Aydın, halk için vardır, onu yaratan halktır. İlk başta bunu aklından çıkarmamalıdır kendine halk sanatçısı diyenler. Neşet Ertaş öylesine içselleştirmiştir ki halkın sanatçılığını; kendini "devlet sanatçısı" unvanıyla satın almaya kalkanları, "Ben devletin değil, halkın sanatçısıyım" diyerek reddetmiştir.

Neşet Ertaş, çocuk yaşta tanışıyor enstrümanlarla. İlkokul çağında önce keman, sonra da bağlama çalmayı öğreniyor. Babası Muharrem Ertaş ile birlikte yörenin düğünlerinde saz çalıp türküler söylemeye başlıyor. Ertaş, etkilendiği tek kişinin babası Muharrem Ertaş olduğunu söylemiştir her zaman. Kendi ifadesi ile bunu şu şekilde ifade eder; "Babamla ben aynı ruhun insanlarıyız" Neşet Ertaş, 1949'un sonunda İstanbul'a geliyor ve ilk plağını "Neden Garip Garip Ötersin Bülbül" adı ile babası Muharrem Ertaş'a ait bir türküyle çıkarıyor. Halk çok beğeniyor bu plağı ve ardından diğer plak, kaset ve halk konserleri geliyor. Daha sonra Neşet Ertaş Ankara'ya yerleşiyor. Burada yaşadığı sağlık sorunları nedeniyle kardeşinin daveti üzerine Almanya'ya gidiyor. Tam 23 yıl sonra gelebiliyor Türkiye'ye. Ağır bir sağlık sorunu yaşıyor, kendi deyimiyle parmakları "dutuluyor", bunun nedenini de alkole bağlıyor. Alkolden sıyrılıyor ve 2000 yılında tekrardan sahnelere dönüyor.


05-07 ayaginizin turabi oluyum_sablon 11/7/12 2:57 PM Page 7

UNESCO tarafından "yaşayan insan hazinesi" kabul edilmişti Neşet Ertaş; 25 Nisan 2011 tarihinde de İTÜ Devlet Konservatuarı tarafından fahri doktora ödülüne layık görülmüştü. "Yaşayan insane hazinesi" idi gerçekten o, ama UNESCO dedi diye değil, bunu ona halk layık gördüğü için öyleydi. Bu "ödülü" ona halk çoktan vermişti zaten, onun UNESCO'nun vereceği ödüle ihtiyacı yoktu. 2000'den bu yana sayısız konser verdi Ertaş. Yüzbinlerce dinleyeni oldu bu konserlerde 12 yıl boyunca. Peşini bıraksa hastalığı, kalmak isterdi eminiz sahnede ölene kadar. Olmadı ama. 25 Eylül 2012 tarihinde İzmir'de tedavi gördüğü hastanede, ileri aşamada prostat kanseri nedeniyle gözlerini yumdu hayata. Tezene sustu. Onun gibisi gelir bir daha mutlaka dünyaya ama onun yeri hep ayrı olarak kalacak bu halkın yüreğinde… Yok muydu yanlışı, eksiği-gediği? Vardı elbette. Kavgadan uzak kalma isteği örneğin... "İnsan sevgisi"ni burjuva hümanizminden alması, “insan insanla konuşarak sorunlarını çözmeli kavgayla değil” demesi… Menderes'e de acıması ve ona türkü yakması, Kıbrıs'ın Türk ordusu tarafından işgaline ve Türk-Rum halklarının birbirine düşman eden şovenist politikalara destek olmak için destan yazması… Muharrem Ertaş Dadaloğlu'dan, Köroğlu'dan koçaklamalar söylerken, kavga türkülerinden hiç okumaması… Biliriz ki Ertaş halktan yana, mazlumdan taraftadır. Biliriz ki, boğazından gram "haram lokma" geçmemiştir. "Namerde muhtaç olmayacak kadar kazansam yeter, ötesi fazladır" diyecek kadar da mala-mülke değer vermemiştir, onu da biliriz. Ama ozan, acılarını dile getirdiği halkın sorunlarının nedenlerini hiç sorgulamaz mı? O

nedenlerin ortadan kalkması için bir şeyler yapmaz mı, bu konuda türküler yakmaz mı? "Bu kadar kusur kadı kızında da olur" demeyeceğiz elbette. Doğru neyse dosdoğru söylemektir bizim şiarımız. Usta nihayetinde eleştiriden muaf değildir herkes gibi. Albümleri: 1957 - Neden Garib Garib Ötersin Bülbül 1957-1979 Yılları arasında kendisinin bile bilmediği bir çok plak albüm yapmıştır. Bazıları şunlardır: Hareli Gelin Toplanmış Hakimler Dediler İdam (Adnan Menderes’e yazmış olduğu türkü) Çoban Diloylu Halay Havası Varıp Bir Kız On Yaşına Değince Şeytanın Atına Binip Yeldirme Bir Leyla Misali Yardan Tatlısı Bulunmaz Engeller Koymuyor Yar Sana Varsam Ceylan Bir Çift Turna Gördüm Kıbrıs Destanı (Kıbrıs Barış Harekatı’ndan sonra yazmış olduğu türkü) Giyindim Kuşandım Gittim Düğüne Aşk Elinden Ağlayan Sar Leyla Leyla Hasta Düştüm 1960 – Gitme Leylam 1979 – Türküler Yolcu 1985 - Sazlı Oyun Havaları 1987 - Türkülerle Yaşayan Efsane Deyişler Bozlaklar Türküler 1988 – Gönül Ne Gezersin Seyran Yerinde 1988 – Kendim Ettim Kendim Buldum 1988 – Kibar Kız 1989 – Hapishanelere Güneş Doğmuyor 1989 – Sazlı Sözlü Oyun Havaları 1990 – Gel Gayri Gel 1992 - Şirin Kırşehir

Her şeye rağmen Neşet Ertaş halktır, halkın sanatçısıdır. Bizden biridir. Halkın sanatını yapmıştır, onu savunmuştur. Anısı, mirası çok değerlidir ve onlar ancak devrimin sanatını yapanların, halkın sanatını savunanlarındır, bizimdir!o

1993 – Kova Kova İndirdiler Yazıya 1995 – Seçmeler 2 1995 – Seçmeler 3 1995 – Seher Vakti 1995 – Altın Ezgiler 3 1995 – Benim Yurdum 1997 - Nostalji 1 1998 - Ölmeyen Türküler 2 1999 - Ölmeyen Türküler 3 1998 – Gönül Yarası Neşet Ertaş Külliyatı 15 seriden oluşmaktadır: 1999 – Zülüf Dökülmüş Yüze 1 Kayıt tarihi:1969-1974 1999 – Gönül Dağı 2 Kayıt tarihi:1969-1974 1999 – Muhur Gözlüm 3 Kayıt tarihi:1969-1974 1999 – Zahidem 4 1999 - Neredesin Sen 2000 - Garibin Dünyada Yüzü Gülemez 5 Kayıt tarihi:1969-1974 2000 - Niye Çattın Kaşlarını 6 Kayıt tarihi:1969-1974 2000 - Çiçekdağı 7 Kayıt tarihi:1969-1974 2000 - Ayaş Yolları 8 2000 - Sevsem Öldürürler 9 Kayıt tarihi:1974-1986 2000 - Ağla Sazım 10 Kayıt tarihi:1974-1986 2000 - Hata Benim 11 2001 - Dostlara Selam 12 2001 - Sabreyle Gönül 13 2002 - Yar Gönlünü Bilenlere 14 2005 - Vay Vay Dünya 15 2003 - Gurban Olduğum 2008 - Neşet Ertaş 2008

ekİm-kASIm 2012 | TAVIR | 7


şiir

halkın ekmeğidir adalet bertholt brecht

Bilin: Halkın ekmeğidir adalet. bakarsınız bol olur bu ekmek, bakarsınız kıt, bakarsınız doyum olmaz tadına, bakarsınız berbat. Azaldı mı ekmek,başlar açlık, bozuldumu tadı,başlar hoşnutsuzluk boy atmaya. Bozuk adalet yeter artık! Acemi ellerle yuğurulan, iyi pişirilmemiş adalet yeter! Yeter katıksız,kara kabuklu adalet! Dura dura bayatlayan adalet yeter!

Ekmek her gün nasıl gerekliyse nasıl, adalet de gerekli her gün, hem o,günde bir çok kez gerekli. Sabahtan akşama dek,iş yerinde,eğlencede, hele çalışırken canla başla, kederliyken, sevinçliyken, halkın ihtiyacı var pişkin, bol ekmeğe, günlük, has ekmeğine adaletin. madem adaletin ekmeği bu kadar önemli, onu kim pişirmeli, dostlar, söyleyin? Öteki ekmeği kim pişiren?

Bolsa insanın önünde ekmek,lezzetliyse, gözler öbür yiyeceklere yumulsada olur. Ama her şey bollaşmaz ki birdenbire...

Adaletin ekmeğini de kendisi pişirmeli halkın, gündelik ekmek gibi.

Bilirsiniz,nasıl bolluk doğurur ekmek: Adaletin ekmeğiyle beslene beslene.

Bol,pişkin,verimli.

8 | TAVIR | ekİm-kAsIm 2012


09-11 esad_sablon 11/7/12 3:07 PM Page 9

araştırma

araştırma

beşar esad, vatanını ve halkını emperyalistlere satmıyor! av. behiç aşcı

Suriye, nerede ise her gün haberlerde izlediğimiz bir ülke haline geldi. Oysa iki yıl öncesine kadar haberlere bu kadar konu olmazdı. Çünkü Suriye iki yıldır emperyalizmin saldırısı altında. Dünyayı ve öncelikle de Ortadoğu’yu –nedense hep buradan başlarlar– özgürleştirmeye(!) sevdalı emperyalizm şimdi de Suriye halklarını özgürleştirme işine soyunmuştu. Çünkü Esad ve Suriye yönetimi halkına zulüm yapmakta idi! Esad diktatördü! Zaten emperyalizm de halkları özgürleştirme işine başlamıştı! Daha önce Afganistan, Irak, Libya özgürleştirilmişti! Bu ülkelerin tamamı diktatörler tarafından yönetiliyor, halklarına zulüm yapıyorlar, kitle katliamları yapıyorlardı! Öncelikle şunu kesin olarak kabul etmek gerekir, emperyalizm kimseye diktatör diyemez, kan dökücü diyemez. Halkların kanını emen ve döken emperyalizmdir. Sadece son 70 yılda dünya halklarından bizce en az 300 milyon insanın kanını döken emperyalizmdir. Ülkeler yeraltı ve yerüstü

doğal kaynakları için, petrol yatakları için, kalay madenleri için işgal edildi. Ülkelerin halk tarafından seçilen yönetimleri CİA, darbeleri ile devrildi. Halkların kanını döken kontra çeteleri emperyalizm tarafından desteklendi, silahlandırıldı ve eğitildi. Lojistik destek sağlandı. Gerici, faşist çeteler, kontrgerilla örgütlenmeleri emperyalizm tarafından desteklendi. Kontrgerilla örgütlenmeleri, NATO ve Amerikan projesidir. Amaç da halkı komünizm zehrinden korumaktır! Irak’ta ambargo ile 500 bin çocuğun katledilmesini meşru gören ve isteyen/destekleyen Amerika kimi özgürleştirecek? Libya petrol kaynaklarına el koymak için katliam yapan Amerika, Avrupa Birliği ve Fransa kimi özgürleştirecek? Ve en önemlisi de Amerika’ya dünyayı özgürleştirme görevini kim verdi? Bu konuda kendilerini o kadar meşru görüyorlar ki Libya’da Amerikan elçisi öldürüldüğünde “… Oysa biz onları özgürleştirmiştik…” diyebiliyorlar. Halkları katlederek özgürleştirmek!.. Emperyalizm bunun için devasa propaganda-yalan makinesini harekete geçir-

di. Suriye üzerine yalan haber yapmak serbestti artık. İşbirlikçiler ayaklanan muhalifler olarak gösterildi. İşbirlikçilerin kafa kesmesi, karın deşmesi, göz oyması, beyin dağıtması silahsız/barışçı gösteriler olarak gösterildi. İşbirlikçilerin halka yönelik saldırıları Suriye ordusuna mal edilmeye çalışıldı. Irak’ta, Libya’da yapılan katliamların görüntüleri Suriye’de ordunun yaptığı katliamlar gibi gösterildi. Emperyalizm bu konuda kendisini o kadar haklı ve meşru hissediyor ki yalan haberlerden dolayı özür bile dilemediler. Yalan haberleri ortaya çıktıkça, bize verilen bilgi böyle dediler. Sanki gerçeği araştırma zorunlulukları yokmuş gibi. İsrail’in Filistin halkına yönelik katliamları “… Kendini savunma hakkı…” olarak kabul edilirken Suriye ordusunun vatanını koruma savaşı, katliam olarak gösterildi. Oysa Suriye saldırı altında idi ve Suriye halkının, ordusunun, hükümetinin vatanlarını, topraklarını koruma hakkı tartışılmaz bir haktır. Ve bugün Suriye halkı ve ordusu bu hakkını kullanmaktadır. ekİm-kASIm 2012 | TAVIR | 9


09-11 esad_sablon 11/7/12 3:07 PM Page 10

paralı hale getirilip, sağlık alınıp satılan bir meta hale getirilirken; Suriye halkı için bir haktır. •Suriye’de eğitimin her aşaması bedavadır ve devlet güvencesi altındadır. •Suriye laik bir ülke olup her din ve inançtan halk, birlikte ve kardeşçe, aralarında hiç sorun yaşanmadan yaşamlarını sürdürmektedirler...

Bütün bunları biliyorduk. Çünkü emperyalizmi tanıyorduk. Emperyalizm sınıfsal olarak tekellerin yönetim aygıtı olup dünya halklarını özgürleştirme işine değil, tekellerin karlarını daha da büyütme işine sevdalıdır. Görevi budur. Halkların çıkarları ve tekellerin çıkarları uzlaşmaz bir çelişkidir. Tekellerin karlarının artması, halkların yoksullaşmasına bağlıdır. Ve zaten bugünkü pratikde böyledir. Genel olarak dünya halklarının yoksullaştığı oranda tekellerin karları artmaktadır. Gerçekte dünyada ve “özgürleştirilen” ülkelerde de olan budur. Irak’ın işgal edilmesinin asıl nedeninin zengin petrol kaynakları olduğunu bizzat Amerikalılar itiraf etti. Daha Libya’ya yönelik saldırı başlamadan Fransa ile işbirlikçilerin anlaşma yaparak Kaddafi’nin devrilmesinden sonra Libya petrolünün % 30’unun Fransa’ya bırakılacağı konusunda anlaştıkları ortaya çıktı. Yani dünya halklarını özgürlüklerinin baş düşmanı emperyalizm kimseyi özgürleştiremez. Suriye’ye saldırmalarının nedeni de özgürlük değildir. O sadece asıl niyetlerini gizleyen bir örtüdür. Suriye’ye saldırılmaktadır, Çünkü;

10 | TAVIR | ekİm-kASIm 2012

•Suriye, emperyalizme boyun eğmeyen bir ülkedir. Suriye hükümeti ve Esad emperyalizme iradesini teslim etmemiş, emperyalizmin denetiminin dışında kalmaktadır. •Suriye’de hiçbir emperyalist üs ve asker yoktur. Suriye emperyalizmin denetim ve Pazar alanının dışındadır. Bu gerçeği Esad “… Biz ülkemizde radar üssü kurulmasına izin vermedik. Bu nedenle saldırıya uğradık…” şeklinde açıklamıştır. AKP hükümeti Kürecik ’teki radar üssü yetmemiş gibi Hatay’da bir Amerikan radar üssüne de izin vermiştir. İncirlik üssü Amerikalıların istediği şekilde kullanmalarına açılmıştır. Türkiyeli yetkililerin Amerikalı bir çavuştan izin almadan giremedikleri bu üste CIA’nın işkence uçakları cirit atmaktadır. •Suriye, emperyalizmin Ortadoğu’daki politikalarının önünde engeldir. Filistin halkının haklı ve onurlu mücadelesini desteklemekte, devrimcilere destek olmakta, İsrail’in karşısında durmaktadır. •Suriye’de sağlık halka için, her aşamada bedavadır. Bu yönüyle de iyi bir örnek değildir. Türkiye’de sağlığın her aşaması

İşte biz böyle bir ülkeye 2012 Nisan’ının sonunda gittik. Suriye Ulusal Öğrenci Birliği ile görüşmeye gittik. Suriye’nin başkenti Şam’da iki gün kaldık. Biz gittiğimizde savaş ve saldırılar bu kadar artmamıştı. Bu nedenle Hatay’dan tarifeli otobüsle gidip geldik. Görüştüğümüz örgütlenme ile yeni tanışmıştık. İlk defa Halk Cephesi tarafından düzenlenen Eyüp Baş Emperyalist Saldırganlığa Karşı Halkların Birliği Sempozyumu’nda görüşmüştük. Ve şimdi saldırı altında idiler. Savaş koşullarında olmalarına rağmen bizi ağırlamak için ellerinden geleni yaptılar. Tabi bu koşullar aynı zamanda günlük yaşamlarına da yansıyordu. Sokaklarda bazı noktalarda ordu barikatları gibi. Ama günlük yaşam da devam ediyordu. Biz Şam sokaklarını gezdik. Dikkatimizi çeken ilk şey savaşta olmalarına rağmen polislerin silahsız gezmeleri idi. Daha doğrusu biz silahsız zannediyorduk. Çünkü silahları görünmüyordu. Sonra öğrendik ki polislerin halka silahlarını göstermeleri yasakmış. AKP hükümetinin Başbakanı Erdoğan sürekli demokratikleşme çağrıları yapıyordu. Sormak gerekli demokratikleşmesi gereken kim acaba? Türkiye’de polis, halkın kafasını daha iyi kırmak için demir copla donatılırken Suriye’de polisin halka silah göstermesi yasak. Sokaklarda olağanüstü bir zenginlik göremedik. Açlık da görmedik. Yoksulluk vardı, ama açlık yoktu. Ve halkın yöneti-


09-11 esad_sablon 11/7/12 3:07 PM Page 11

me, Esad’a sevgilerini gördük. İşbirlikçilerin saldırıları başlamadan önce yönetime destek % 50-60 civarında iken şimdi % 100 olmuş. İşbirlikçiler, saldırıları başladıklarında yaptıkları saldırıları üstlenmemişler. Bu saldırıları ordunun, Suriye hükümetinin yaptığı yalanını yaymışlar. Şiilerin Sünnileri katletme operasyonuna başladıkları yalanını yaymışlar. Bir dönem halkın kafasını karıştıran bu yalan ve dedikodular, gerçekler ortaya çıkmaya başladıkça etkisini yitirmiş ve halkın tepkisi ve öfkesi işbirlikçilere yönelmiş. İşbirlikçiler yakalanıp itiraflarda bulunmaya başladıkça halk her şeyi öğrenebilmiş. Örneğin bir İslamcının dini duyguları kullanılmış ve cennete bilet verilmiş. Üzerinde bomba patlatma eylemini yaptığında cennete gideceği söylenmiş ve hocalar tarafından da cennete bilet kesilip cebine konulmuş. Yakalandığında üzerinde de bu bilet çıkmış. Başka biri üzerinde patlamaya hazır bombalarla yakalanmış ve hedefi de Hıristiyanların yaşadığı mahalleler imiş. Yine bir başkası, kullandığı otomobil bomba yüklü olarak yakalanmış. İşbirlikçilerin, yaptıkları eylem başına para aldıkları da ortaya çıkmış. Yani aslında askerlik yapıyorlar. Suudi Arabistan, Katar tarafından parasal destek sunulan askerler muhalif olarak gösteriliyor. Bugün artık kesin olarak ortaya çıktı ki Suriye hükümetini devirmek için savaşan işbirlikçiler Suudi Arabistan, Katar, Libya’dan gelen paralı askerler. Dünya Doktorları Örgütü’nden bir Fransız Doktor, 2 hafta kadar Halep’te bir hastanede çalışmış. Burada tedavi ettiği ve muhalif denilen işbirlikçilerin yarısının yabancı olduğunu söylemişti bu doktor. Yani Suriye halkının özgürleştirilmesi operasyonunda Suriyeliler yok. İşte böylesine saldırı altında olan bir ülkede dostlar arasındaydık. Sevgi ve saygılarını gördük, Türkiyeli devrimcilere sevgilerini gördük ve hissettik.

lerin işledikleri suçların delilleri vardı. İşbirlikçiler tarafından çekilen katliam görüntüleri… Paralı askerler ancak yaptıkları eylemi kanıtlayabilirlerse para alabiliyorlarmış. Bu nedenle de paralı askerler eylemlerini cep telefonlarına, fotoğraf makinelerine kaydetmeye başlamışlar. Kontrollerde bu görüntülerin bir kısmı yakalanmış. Suriye televizyonları ve gazeteleri de bu görüntüleri yayınlamış ve halk işbirlikçilerin yaptığı katliamları gözleriyle görmüş. Bu nedenle de işbirlikçilerin destekleri gittikçe azalmış ve zaten bugünkü durumdan da anlaşılacağı üzere nerede ise hiç yok. Burada AKP’nin rolünden de bahsetmek gerekir. AKP Amerika adına Suriye’ye saldırının içinde etkin olarak yer almaktadır. Türkiye toprakları adeta işbirlikçilere açılmıştır. İşbirlikçilerin üslerini topraklarımıza kurmalarına izin verilmiştir. Özellikle Suriye sınırındaki Hatay tamamen işbirlikçilerin üsleriyle doldurulmuştur. İşbirlikçiler burada eğitilmekte, silahlandırılmaktadır. İşbirlikçilerin silahlandırılması işini de CIA ajanları yapmaktadır. Bu ülkenin milletvekillerinin giremediği topraklara CIA ajanları istedikleri zaman girebilmektedir. İşbirlikçiler için Hatay’da geçici hastaneler kurulmuş, sonsuz destek verilmiştir. Bun-

dan cesaret alan işbirlikçiler Hatay halkına da saldırmaktadır. Lokantada yedikleri yemeğin parasını ödememekte, bindikleri dolmuşun ücretini ödememekte, halkı tehdit etmektedirler. Alevi halkımıza “… Sıra size de gelecek, sizi de keseceğiz…” diyenler onlardır. Halklar arasında Alevi – Sünni çatışması çıkarmaya çalışanlar onlar ve AKP’dir. Açık ki bu, AKP’nin politikası değildir. Amerikan talimatları, AKP tarafından eksiksiz yerine getirilmektedir. İşbirlikçiler otobüslerle Suriye’ye taşınmakta, çatışmalardan sonra da geri Türkiye’ye getirilmektedir. Ambulanslar bile işbirlikçilere silah ve para taşınmasında kullanılmaktadır. Suriye halkı böylesine alçakça bir saldırıya karşı direnmektedir. Suriye halkının direnişi sadece kendi toprakları için değildir. Biliyoruz ki Suriye son değildir. İran, Venezüella, Küba, Kuzey Kore emperyalizmin saldıracağı ülkeler sırasındadır. Devrimci örgütlenmeler emperyalizmin saldırısı için sıradadır. Suriye halkı kendi toprakları için değil, bizim için de direnmektedir. Sıradaki diğer ülke halkları için de direnmektedir. Direnişleri haklı ve meşrudur. Desteklemeliyiz ve destekliyoruz.o

Yukarıda belirttiğim gibi bizzat işbirlikçiler, suçlarının delillerini vermeye devam etmişler. Suriyeli dostlarımız bize bir dosya vermişlerdi. Bu dosyada işbirlikçi-

ekİm-kASIm 2012 | TAVIR | 11


deneme deneme

mahkeme kürsüleri ve aydın namusu deniz korcan

“Baktı Sokrat mahkeme heyetine, sakindi ne konuşacağını iyi biliyordu çünkü, netti. Dedi: “Dostum, herkes gibi ben de bir insanım; Homeros'un dediği gibi, tahtadan veya taştan değil, etten, kandan yapılmış bir varlığım; benim de çoluğum çocuğum var; evet, Atinalılar, biri hemen hemen yetişmiş, erkek olmuş, ikisi henüz çocuk, üç oğlum var; böyle olduğu halde, sizden beraatımı dilemeleri için, hiçbirini buraya getirmeyeceğim.” Sustu yargıçlar, Sokrat konuşmaya devam etti: “Niçin? Küstahlıktan ya da size karşı saygısızlıktan dolayı değil. Ölümden korkup korkmadığım da ayrı bir konu, şimdi bundan söz açacak değilim. Ancak, bence böyle bir davranış, ken-

12 | TAVIR | ekİm-kAsIm 2012

dimin, sizin ve bütün devletin onuru- nun duvarlarına çarparak, Sokrat’ın kulaklarına girdi. Durdu baktı, karısıyna aykırıdır.” dı bu. Diyordu ki ona: “Seni haksız yere Bu sözleri duyan mahkeme heyeti kar- götürüyorlar. “Sokrat hafif bir tebesşılarında dik duran bu adam karşısın- sümle ve haklılığıyla karısına cevap da iyice sinirlenmişlerdi. Sokrat savun- verdi: “Haklı yere götürselerdi daha mı masına devam edip onları çaresiz iyi olurdu?”Mesele başka diyordu bırakıyordu. Savunma bittikten son- Sokrat, gerçekten de başkaydı mesera yargıçlar birbirine baktılar, bu söz- le. ler üzerine diyecekleri bir şey yoktu. Fazla sözü uzatmadılar ve hükmü Sokrat yalvarmadı karşısındakilere, verdiler. Ki hüküm daha öncesinden suçsuzum demedi. Haklı olduğunu verilmişti. O savunma yapmıyordu o biliyordu ve asla boyun eğmeyecektam tersine mahkeme heyetini yargı- ti. Mahkeme salonunda yargılanan lıyordu. Baldıran zehiri ile idam edi- değil yargılayan olacaktı. Ve böylece lecekti. Sokrat sakindi çünkü daha ön- Atina oligarşisine karşı açtığı savaşı ceden biliyordu hakkındaki hükmün mahkeme salonlarında devam ettirene olacağını. Sokrat haklı olmanın ver- cekti. Ona yapılan hiçbir teklifi kabul diği gururla başı dik yürüyordu, Ati- etmedi. Onun için düşünceden vaznalı oligarklar ise ona lanetler okuyor- geçmek uğruna pazarlık edilmezdi, du. Bir kadın sesi, mahkeme salonu- etmedi de. Dili keskindi çünkü ilkele-


Bruno’yu. Çünkü değil bu zindan ya da Venedik, dünya bile küçük kalıyordu onun ufku karşısında. Hal böyle olduğundan, o güneş görmez esaretinde bile, özgürdü. Deyim yerindeyse, bir özgür tutsaktı Bruno. Ve Engizisyonun sekiz hafta süren işkencelerine direndi. Cellatların iftiralarını reddetti. Düşüncelerini savundu ve boyun eğmedi. Papazlardan oluşan engizitörler, işlerinde ustaydılar. Ama hepsi boşunaydı. Bruno nedamet getirmedi, cellatlarından af dilemedi ve bilimi savunmaktan vazgeçmedi…

ri de keskindi. Atina oligarşisi yenilmişti.” (Tavır-Nisan 2012 SavunmaVolkan Koyutürk) Sınıflar mücadelesi boyunca her daim ezilenler ezenlerin mahkeme kürsülerinde bulunurlar. Egemenler ezilenleri bu kürsülerde “yargılarlar”; iki sınıf arasındaki çatışmanın bir alanıdır sadece mahkeme kürsüleri. Mahkeme kürsüsünde oturanlar, var olan düzenin sac ayağından birini oluştururlar. İşte burada da bir savaş başlar. Egemen sınıflar hukuk sistemini kendi sınıflarının çıkarlarını korumak için kurmuşlardı. Dolayısıyla burada yapılan yargılama süreci tarihsel olarak haksızdır Sokratın dediği gibi ve burada hukuk aramak mümkün değildir. Çünkü altında bir sınıf kini yatmaktadır. Bu nedenle düşünenlere üretenlere ezilenlere kısacası onlarca yıllara varan hapis cezaları istenmesi bu nedenledir.

Sınıflar mücadelesi boyunca ezenle ezilenin karşı karşıya geldiği yerler olan mahkeme kürsülerine birkaç örnek daha verelim. Örneğin Bruno, kendini bilime adayan onurlu birisidir. Ortaçağ karanlığının Roma kilisesi Bruno’ya düşmandır bu nedenle. Bilimsel çalışmaların yurdunda sürdürebileceğine inandırılır; tutuklanır, işkencelerden geçirilir. Ama Bruno, akıllı ve inançlı birisidir. Karşısında hiç kimse, onun düşüncelerini çürütemez. Dolayısıyla Roma kilisesi ondan kendisini inkar etmesini ister. Ama başaramazlar. Boyun eğdirip, vazgeçiremezler savunduğu doğru düşüncelerden. Sonunda çaresiz kalıp Bruno’yu ateşe atarak yakarlar. Aslında bu, kilisenin Bruno karşısındaki yenilgisidir. Bruno’nun hikayesine bir göz atalım yine Tavır’ın sayfalarından... “Zindana atılmış olması yıldıramadı

Venedikli engizitörlerin başarısızlığını gören Papalık, Bruno’yu Roma’ya getirtti. Şanslarını deneyecek ve eğer mümkün olursa, teslim alma başarısını kendi hanelerine yazacaklardı. Bunun için, tam altı yıl boyunca uğraştılar. Altı koca yıl boyunca, Bruno’yu bilimsel düşünceler taşıdığına pişman ettirmek için, ellerinden geleni yaptılar. Ama başaramadılar, teslim alamadılar… Elbette, fiziken Engizisyonun elindeydi zaten. Ama bu, muktedirler için yeterli değildi. İstedikleri zaman öldürebilirlerdi, ama bu haliyle gene de teslim almış sayılmazlardı. Çünkü, esas olarak fikren teslim olmasını istiyorlardı. Bunun yolu ise, Bruno’nun kendi kendisini çürütmesi, dün savunduklarını bugün inkar etmesiydi. Engizitörler, Bruno’nun ateşini söndürmek için, nedamet getirmesini istiyorlardı. Ki ancak böylesi bir kusmuk içinde boğulan Bruno’yu teslim almış olurlardı. Fakat, yine başaramadılar... Tartışmalarda Bruno’nun fikirlerini çürütebilecek bir filozof daha dünyaya gelmemişti. O halde Bruno kendi kendisini çürütmeliydi. Ölümden ekİm-kAsIm 2012 | TAVIR | 13


önce, kendi öğretisini kendisi öldürmeliydi. Bilimi öven, savunan Bruno’dan, herkesin gözleri önünde, sevgilisi bilimin yüzüne tükürmesini, onu lanetleyip ondan vazgeçmesini istiyorlardı. Ama Bruno’ya bunu yaptırabilecek işkence yoktu dünyada… Bruno bu son sınayışa çoktan hazırdı zaten. Defalarca kendi kendisine şu sözlerle seslenmişti: ‘Dayan, mert ol, cahillerin yargısı seni tehdit etse bile fikrinden dönme. Işığı karanlıktan ayırabilecek yüksek bir akıl mahkemesi vardır. Sadık, vefalı tanıklar ve avukatlar senin davanı savunacaklar. Düşmanlarınsa, kendi vicdanlarından kendi cellatlarını ve senin intikamını alacak birini bulacaklar.’ İşte koridorda yine adımlar duyuldu. Kapı açıldı. Bruno’nun önünde Dominiken generali, ihtiyar bir papaz du- Tarihler 17 Şubat 1600’ü gösterirken, Roma’nın Çiçekler Meydanı’nın ortaruyordu. sına odunlar, etrafına da ahali yığılPapaz Bruno’ya öğretisinin din kural- mıştı. Papa, kilise büyükleri ve çeşitlarına aykırı olduğunu kabul etme- li elçilerden oluşan muktedir zevat, sini, yanlış fikirlerinden dönmesini bir yakma törenini izlemek için hazırdılar. Diri diri yakılacaktı yine bilimin ışıdaha teklif etti. ğı ve aşığı. Ama birazdan yükselecek Bruno, son derece büyük mertlikle ateşler, yakanların tarihsel yenilgisicevap verdi: ‘Fikrimden dönemem ve ni de aydınlatacaktı. O gün orada dönmek de istemem. Döneceğim toplanan güruh ve cellatlar, bu gerçeğin farkında değildi ama Bruno farhiçbir fikir yok zaten…’ kındaydı. Bruno’nun sözleri, Engizisyonun bu tarihsel davayı kaybettiğine dair, bir Ateşte diri diri yakılmak suretiyle hüküm olarak yazıldı insanlığın bah- ölüme mahkum edilen Bruno, korktına. Engizitörler’in kaybettiği gele- madan insanların gözlerinin içine bacekti ve bunun yarattığı tahammül- kıyor, cellatsa yüzünü bir maske alsüzlükle açıkladılar, diri diri yakma ka- tında gizliyordu. rarını. Dinledi bu kararı Bruno ve sonra konuştu: ‘Siz kararınızı bildirirken Odunlar tutuşturuldu. Yel, ateşi köbile korkuyorsunuz ama ben, onu rükledi. Alevler Bruno’nun ayaklarına yaklaştı, elbiselerini sardı. dinlerken korkmuyorum.’ 14 | TAVIR | ekİm-kAsIm 2012

Papazlar dikkat kesilmişti. Bruno hiç olmazsa bu son dakika da pişman olup fikirlerinden döner miydi acaba? Fakat umutları boşunaydı. Bruno aman dilemeyecekti. Ağzından ne bir söz, ne bir inilti çıkacaktı. Bruno bilincini kaybetmemişti. Duyduğu acıyı bastıran, iniltilerini açığa vurmamasına yardım eden kuvvet neydi? Hayatının bu son dakikalarında Bruno’nun ne düşündüğünü bilmiyoruz, ama çok daha önce, ölümünün kaçınılmaz olduğunu sezerek yazmış olduğu şu sözleri biliyoruz: ‘Zaferin elde edilebilir olduğunu düşünerek mertçe savaştım. Fakat ruhuma verilen kuvvet, bedenimden esirgenmiş… Yine de bende, gelecek yüzyılların kabul edecekle-


ri bir şey var. Gelecek kuşaklar: ‘Ölüm korkusu bilmezdi. Karakter gücü bakımından, herkesten yüksekti ve gerçek uğruna savaşmayı, tüm yaşama zevklerinden üstün tutardı.’ diyecekler…” (Tavır-Mart 2009-Sibel Çamlı/Bilgi Güçtür) Bir kez de Anadolu’dan Bedreddin yazar hükmü: “Yer Osmanlıydı bu kez, hünkarlar kurmuştu yine mahkemelerini. Çıkardılar karşılarına bilge ve önder Bedreddin’i ve dediler ‘Biat et, tövbe et ve boyun eğ hünkara.’ Bedreddin tarihten aldığı güçle şunları dedi onlara: ‘Karanlık aydınlığı hiçbir zaman yenmemiştir. Bir gece boyu başarmış olması, gündüzün gelmeyeceği anlamını taşımaz. Belki kişiler için öyledir. Gün doğuşunu görmeden yitenler için. Ama, biz biliyoruz ki, karanlık nice koyu, karanlıkçı nice bağnaz olursa olsun, aydınlık yırtıp geçer onu’…” (Azap Ortakları/syf: 410/Yaz Yay.) Bedreddin yasa ve düzen arasındaki bağı da şöyle ifade ediyordu: “Yasalar soygunun, çapulun ve insan köleliğinin korunması üstüne konulunca, onlara uymak, düzene uymak demektir. Düzene karşı olan, ilkin yasalarına karşı dikilmek zorundadır.” (age. Sy.401) Kendisini yargılayanlar ona hükmünü verdiler ve Bedreddin darağacından seslendi günümüze: “İnsanlar… Tanık olunuz ki bu gün olmazsa yarın, mutlaka sömürünün tüm çarkları kırılacak, nice direnirse dirensin, sömürgen yer yüzünden kalkacaktır. Tanık olunuz ki, bunu kaç kez söylediğimiz gibi yine belirtiyoruz. Yaşamı bugünden yarına kendi küçü-

mencik ömrüyle bir tutanlar belki anlayamazlar. Ama tarihin geleceği insanlığı buna hazırlamaktadır. Tüm toprak işleyenin, tüm tezgahlar üretenin, tüm sular kullananın ve dahi tüm egemenlik salt emekçilerin olacaktır. Siz çocuklarınıza iletiniz, bugün olmazsa bile çocuklarına iletsinler. Hükümdarlıklar, taçlar nice görkemli görünseler de, üstünde durdukları başlar için giderek taşınmaz olmaktadırlar. Bir gün mutlaka, insanlar başlarından egemenleri atacaklardır. Sultanların, kralların, ruhbanların yerini, birbirine kenetlenmiş, dayanmış ve her işini danışma üzerinde kurmayı alışkanlık haline getirmiş emekçilerin egemenliği olacaktır.” Bedreddin darağacında düşüncelerinin ve inancının netliği ile konuşuyordu. Yani kendi dilince Hakikati söylüyordu ve o hakikat Bedreddin’in haklılığı demekti. egemen düzene göre Bedreddin haklı değildi. Düzene karşı çıkmıştı ve katli vacipti. Astılar Bedriddini daracında vurulan Bedreddininn fani boynuydu oysa hakikat hep yaşayacaktı. Bedreddin savaşı kazanmıştı. Anadolu toprakları ezenle ezilenin kavgasına tanık oldu yüzyıllar boyu... Çağımızın aydınları da mahkemelrde yargılanan değil yargılayan olmuşlardır: Yılmaz Güney de bunlardan biridir. “74'le birlikte yeniden özgürlüğüne kavuşan Yılmaz Güney sinemamızın parlak filmlerinden biri olan “Arkadaş’ filmini çekmeye başladı. Sonra da Adana'da pamuk ırgatlarının sorunları anlatan ‘Endişe’ icin kameralarını çalıştırdı. Ama Adana Yumurtalık Savcısı Sefa Mutlu'yu öldürmekle suçlanarak bir kez daha tutuklandı. Düzenin adaleti bundan yola cıkarak onu iyice ezme ve halktan uzaklaştırma amacı güdüyordu. 25 Haziran 1976'da Ankara Birinci

Ağır Ceza Mahkemesi'nde savunmasını yapan Yılmaz Güney ise yargılayanlara şöyle yanıt veriyordu: ‘Biz, kitlelerin devrimci mücadelesine inanır ve dayanırız. Bizi bir sokak intikamcısı gibi göstererek kitleleri aldatmak isteyen kişiler yakınlarımızda pusudadır. Onlardan sakınırız. Önümüzde hukuki ve insani değerleri çiğneyen Ali Elverdi gibi bir örnek var. Ali Elverdi üç devrimcinin idamında onlarca devrimcinin en ağır cezaya çarptırılmasında bir maşa olmanın mükafatını AP şaşırında milletvekili olmakla görmüştür. Bizim için o mükafat; halkına ihanet etmenin, halk cocuklarının kanına elini bulamanın, sömürücülere uşaklık etmenin karşılığıdır. Şerefsizlik belgesi olarak devrimcilik tarihimize lanetlenmiş bir leke olarak yazılmıştır.(...)” (Onurlu Aydın Biyografileri/Tavır Yayınları/syf: 158) 1990 ‘lı yıllardır. 12 Eylül karanlığında bir umut ışığı olan Grup Yorum vardır bu kez de mahkeme kürsülerinde... 12 Ağustos 1992 ‘de Konya Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde yargılanacaklardır.Mahkeme kürsülerinde aydın namusunu koruma sırası bir kez de onlardadır artık... Bu görevi onurla yerine getireceklerdir. ve şöyle yaparlar savunmalarını: “Bu mahkemede sanık sandalyesindeyiz! (...) Bugün bu duruşmaya, insanlık tarihine önemli kazaımlar olarak yazılmış bir tavrı sürdürmeye geldik. Roma arenalarında, Ortaçağın Engizisyon mahkemelerinde, Osmanlı zindanlarında, Nazi toplama kamplarında ve anti komünist soruşturma Komiteleekİm-kAsIm 2012 | TAVIR | 15


rinin karşısında yargılanan Phyinichus’un, Pir Sultan’ın, Paul Robeson’un, Nazım Hikmet’in, victor Jara’nın ve daha binlerce sanatçının oturduğu sandalyede oturuyor; çıkarıldığı kürsüden konuşuyoruz:İnsani değerleri, erdemi, onuru yücelten bu mirasa sahip çıkmaya çalışacağız. Bu ülkede sanatçılarında çağdışı karanlıklara ve yasakçı yasalara karşı direnme geleneğini yaratabileceğini kanıtlayacağız. Bunun için buradayız! Tutuklama kararları, zindanlar, baskı ve işkence bizi yıldıramaz! Sanatımız, büyük insanlık davasına sahip çıkmaya devam edecek. Emekçi yığınların, özgür, eşit ve kardeşçe bir dünya kurma mücadelesine; bağımsızlık, demokrasi, sosyalizm mücadelesine katılmaya devam edecek türkülerimiz. Bu mahkemede sanık sandalyesindeyiz. Çünkü , baskıya ve sömürüye karşı boyun eğmezliğin, başkaldırının türkülerini söylüyoruz. (...) Bu mahkemede sanık sandalyesindeyiz! Tıpkı bundan 2486 yıl önceki gibi. Yazılı tarihin bugüne değin bulunabilmiş ilk cezası bir sanatçıya verilmiştir. Bundan 2486 yıl önce yani İsa’nın doğumundan 494 yıl önce, tıpkı Grup Yorum gibi, bir sanatçı ve sanatçı topluluğu ellerinde sazlarla, eski Yunan kentlerinde dolaşıyor, oluşturdukları 50 kişilik koroyla hem dans ediyorlar, ham da oyunlar oynuyorlar, hem de lirik şarkılar söylüyorlardı. İlk epik tiyatronunu kurucusu diyebileceğimiz Phryinchus, 494 yılında Atina’da Persler adlı bir oyun oynadı. Konusu Millet Kentinin, Persler tarafından nasıl alındığı. Bu tarih, Millet kentinin Persler tarafından acımasızca ele geçirili16 | TAVIR | ekİm-kAsIm 2012

şi, kentin yağmalanması, insanların öldürülmesi, ve tutsak edilerek Persepolis’e götürülmesinin birinci yıldönümü. Phryinchus ve topluluğu atinalı yöneticileri, Millet kentinin ezilen, öldürülen halkına yardıma koşmamakla suçluyor, onların bencilvurdumduymazlıklarını eleştiriyordu. Atinalılar, asya İonlularını, kendi başlarına koskoca Pers ordusu karşısında yalnız bırakmakla, suçluydular. Atinalı yöneticiler, koskoca bir kent halkının öldürülmesi karşısında, suçluluklarını sergileyen bir sanatçıya tarihin yazılı ilk cezasını vererk cezalandırılmışlar; sazlarıyla, korolarıyla kent kent dolaşan topluluğun bundan 2486 yıl önce tıpkı grup yorum’a yapıldığı gibi oyunları , türkü söylemeleri yasaklanmış ve o zamana değin görülmemiş bir para cezası ile 1000 drahmi iye phrynichus’u cezalandırmıştır. Bu neyi gösterir? Apaçık şu gerçeği, sanat doğuşuyla birlikte cezalarla karşılaşmıştır. Çünkü sanat sömürülen, ezilen, öldürülen insanların yanında olmayya birlikte doğmuştur. Özgür düşüncenin insan haykırışının ilk çığlığı santta, sanatçıda kendini biçimlendirmiştir. Ve tüm cezalara, yıldırmalara karşın, insanın direnişi, sanatçıda kendini belirleyerek tüm aşamalardan geçe geçe günümüze değin gelmiştir. (....) Nazım Hikmet, ‘Bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine’ yaşamak istediği için, çeşitli davalarda 61 yıl 6 ay hapis cezasına mahkum edilmişti. ‘Ben yanmasam, sen yanmasan, biz yanmasak, nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa?’ diyen ozan iyi ve güzel günler göreceğimiz inancını yitirmeden toplan 18 yıl yattı cezaevinde. (....)

Alger Hiss, idam cezasına çarptırıldı. Rosenbergler bu cadı kazanında öldürüldüler. Ancak Mc Carty dönemi, tarihe ilericiler, devrimciler açısından direniş mirası da armağan etmiştir. Şarkıcı Paul Robeson ‘Asıl Amerika’ya karşı çalışanlar sizlersiniz. Ben kendi halkımın. bu ülkede hahaklarına kavuşmasını istediğim için buradayım’ diyordu başeğmeden oturduğu sanık sandalyesinde. Senarist John Howard Lasson, düşüncelere sınır çizmek ve haberleşmeye sansür koymak amacını güden, bu amacını tutanaklarda da belirten kimselerin saldırısına uğramaktan onur duyduğunu söylüyordu. Tarihin her sayfasında , yasak ve zulüm varsa, direniş de vardır. (..) Victor Jara, 12 Eylül 1973 Çarşamba günü teknik üniversite öğrencileri ve işçilerle birlikte Şili stadyumuna getirilir. Üniversite, hava akınlarına uğramış ve bombalanmıştır. Subaylardan biri, onu tanıyarak üzerine atılır. Ünlü halk şarkıcısı ve tiyatro yönetmenine yapılan işkenceler böyle başlar. Dipçklerle rastgele, karnına , başına, neresine gelirse vururlar. Victor Jara yalnız kollarıyla korunur, kesinlikle bağırmaz. İşkencecilerin komutanı, ‘kesin ellerine’ diye emreder. Havacı subaylar ve askerler salonun bir kenarına sürükleyip ellerini tel örgülere geçiririler ve hep birlikte parmaklarını parçalarlar. O gün 5 binden fazla insan vardır stadyumda, hepsi de bu olayın tanığıdır. 15 Eylül cumartesi sabahı trübünden alıp yoldaşların arasına kattıklarında yeni şiiri ‘Stadyum Şili’yi yazmaya başlamıştır bile. Victor Jara’yı uzun işkencelerden sonra, kırk işçiyle birlikte kurşuna dizerler. ama bir direnişçi-


Grup Yorum usta bildiklerinin yüzünü kara çıkarmayacak yine. Şimdi susturulanlar adına gür bir ses bekliyoruz mahkeme kürsülerinde Fazıl Say’dan. Çünkü ezilenlerin safındadır. Bunu unutmamalıdır. Aydın kişi yok sayılma pahasına hatta yok edilme riskine bile aldırmayan kişidir, aydın olmanın sırrı budur. Aydın, düşüncesi ve birikimiyle, halkın hem bir adım önünde, hem de onunla birlikte olmasını bilendir. Geleceği bugünden kuracak olan kadroların yetişltirilmesinin, yani başka bir dilde söylemek gerekirse, içerisindeyer aldığı emekçi halkın, ezilenlerin geleceğini bugünden kurmanın birinci dereceden aktörüdür... Halkın aydını savaşçıdır; en önde olmayı, en ağır bedelleri göğüslemeyi, yeri geldiğ¤inde kılı kıpırdamadan ölümü bile seve seve kabullenmeyi bilendir. nin şarkısında, ‘Varsın güç olsun yolum, dönmeyeceğim, biliyorum ve inanıyorum. amaca ereceğim’ demeyi sürdürür Jara gibi direnenler. Devirimci sanatçılar mahkeme kürsülerinde ve zindanlrda Victor Jara’nın elindeki direniş bayrağını sürdürecekler. İşte bu inancı savunduğumuz için sanık sandalyesindeyiz.!” İşte böyle diyordu Grup Yorum Konya Devlet Güvenlik Mahkemesi’nin yargıçlarına. Tıpkı yargılanan ve geri adım atmayın aydın namusunu koruyan Sabahattin Ali’ler, Rıfat Ilgazlar, Ahmed Arifler,

Enver Gökçeler, Aziz Nesin’ler, gibi... Şimdi yine sanık sandalyesinde oturuyor aydınlarımız. Müjdat Gezen’ler Ferhat Tunç’lar, Pınar Aydınlar’lar... Ve Fazıl Say... Şimdi aydın namusunu koruma sırası onlardadır. Tarih onlara böyle bir sorumluluk yüklemiştir. 26 Kasım’da Grup Yorum mahkemede! Bir kez daha mahkemede demek daha doğru olacak.

Halkın aydını cesurdur. Doğru bildiklerini hiç kimseden çekinmeden söyler, gereğini de yerine getirir. Yeri gelir, bir söz uğruna darağacına çekilmekten korkmaz. Bütün aydınlarımızdan aynı tavrı bekleriz. çünkü “tarih bir gün onları haklı çıkaracaktır” Fidel’in Moncado Kışlası baskınından sonra yargılamasında dediği gibi... Ezenler için ise hükmünü çoktan vermiştir tarih. Son sözü direnenler söyler her daim... Unutulmamalıdır...o ekİm-kAsIm 2012 | TAVIR | 17


makale makale

zalimden hak dilenilmez, alınır! duygu ekin

"Türkiye işçi sınıfına selam! Selam yaratana! Tohumların tohumuna, serpilip gelişene selâm! Bütün yemişler dallarınızdadır. Beklenen günler, güzel günlerimiz ellerinizdedir, haklı günler, büyük günler, gündüzlerinde sömürülmeyen, gecelerinde aç yatılmayan, ekmek, gül ve hürriyet günleri. Düşmanı yenecek işçi sınıfımıza selâm! Paranın padişahlığını, karanlığını yobazın ve yabancının roketini yenecek işçi sınıfına selâm!" *

Yine bir haber sitesi…“Yaşasın Cansel Malatyalı’nın onurlu direnişi” diyor haberde. Şöyle bir hafızamı yokluyorum Cansel Malatyalı ismini ilk ne zaman duydum diye. Havalar soğuktu ve yine haberlerden okuyorduk ki; Cansel Malatyalı, haksız yere işten atıldığı İnşaat Mühendisleri Odası (İMO)’nun önünde oturma eylemine başlamıştı. Havaların soğuk olduğunu çok çok iyi hatırlıyorum. Çünkü aynı zaman diliminde biz de Armutlu’da komployla tutuklanan arkadaşlarımız için kurulan çadırı ziyaret ediyorduk. Yani

18 | TAVIR | ekİm-kAsIm 2012

yine bir haksızlık vardı ve biz yine iş tekliflerini geri çeviriyor diyorlar“Haklıyız Kazanacağız” şiarından dı onun için… Ama bu karalamalar güç buluyorduk. onu vazgeçirmedi yolundan, yılmadı. Yalnız da değildi, yanındaydı Zalimden hak dilenilmez, sen zor- işçilerin, direnenlerin, devrimcilela alırsın elinden… Böyle olunca, rin desteği… Bir de desteğini çeaylarca Ankara’nın soğuğunda ak- kip direnişini bitti diye ilan edenler şama kadar çadır kuruyordu Cansel vardı. İşini geri alana kadar yanınMalatyalı. İnsan bu inançla ne üşür da olacağını söyleyen Tez Koop-İş ne hasta olur diyerek bir bardak Sendikası, İMO, Makina Mühendisçayla ısıtıyordu içini. Akşam olun- leri Odası (MMO) ve Elektrik Müca evine gidiyordu. hendisleri Odası (EMO) Genel Merkez yöneticilerinin çağırdığı bir Daha ilk günlerde başlamıştı İMO toplantıda ikna edilip(!) direnişi yönetiminin karalamaları… Gelen bıraktı. Tez-Koop-İş Genel sekrete-


ri ve örgütlenme sekreteri toplantı sonrası Cansel Malatyalı’yla yaptıkları görüşmede; açılan işe iade davasının 2 sene süreceğini, işe geri alınmayacağını, boşuna direnmemesi gerektiğini, davayı geri çekip çadırı kaldırması halinde mahkemeden alacağı tazminatı İMO yöneticilerinden temin edebileceklerini söyleyerek kendilerince kuyunun dibinin olmadığını göstermişlerdi. Çıkartıp attı TezKoop-İş önlüğünü üstünden… Sonra, tam da yolumuz Ankara’ya düştüğü sıralar dedi ki “Ben artık gece gündüz ayrılmam bu kapıdan, ta ki işimi geri alana kadar”. Herkes onun ısrarını biliyordu. Haksız yere işinden atılmıştı. Hem de kendini demokrat ilan eden kesimlerce alınmıştı “performans düşüklüğü” kararı. Ve aylar boyunca İMO yönetimi ısrarla direnişi karalamaya çalıştı. İMO barikatlarını ona karşı, onun hak arama talebine karşı kuruyordu. Devlet ağzıyla konuşuyor, polisi davet ederek onu ve devrimcileri gözaltına aldırtıyordu. İMO yönetimi iyi biliyordu ki; Cansel Malatyalı yalnız değildi. Gücünü haklılığından, kararlılığından ve direnişinden alıyordu “Direnişim ve işe geri dönme talebim bireysel değildir. Ben iş yerinde mobbinge uğrayan, haksız yere işten atılan, yaşamak için emeğini satmak zorunda kalan, işçi sınıfının bir temsilcisiyim. Güvenceli iş talebim ise milyonlarca işsizin ortak talebidir” derken ezilenlerin direniş tarihinde yerini alacak olan eylemini anlatıyordu. Çadırının yeri belliydi. Emekçinin yanında olan herkese gece gündüz açıktı kapısı… Bir sıcak çay, bazen de Çorum’dan gelen leblebiler eşliğindeki tatlı sohbetleri.

Hiçbir baskı engel olamadı bu direnişe. Defalarca gözaltına alındı Cansel Malatyalı ve direnişi destekleyen, Malatyalı’nın gece gündüz yanında olan devrimciler. İMO’da “İşimi Geri İstiyorum” pankartı açıldığında, polisin yaka paça gözaltına aldığı yine onlardı. Düzenin kirini pasını sola bulaştıran reformistlerin davetiyle, bir emekçinin meşru talebi “alçakça saldırı” oluvermişti. Teslim olanların geleneğinden gelmek, ideolojik olarak burjuvaziden beslenmek ve burjuvaziyle uzlaşmanın, işbirliği yapmanın vermiş olduğu pişkinlikle suç duyurusunda bulunuyordu İMO yönetimi. Kendisine demokrat diyenler sol diyenler devlet ağzıyla konuşup, devletin polisiyle saldırıyordu. Bu anlayış, bu tavır emekçinin önüne devletten önce barikat kurmaktır. Bu barikatı

aşmanın tek yolu ise direnmektir, vazgeçmemektir. Nitekim Cansel Malatyalı da böyle yapıyordu. Oturma eylemini, süresiz açlık grevine dönüştürdü. Bu karar aynı zaman da zafere ulaşmanın resmini çizecekti. Cansel Malatyalı tam 243 gün İMO’nun önünde oturmuş, 36 gün boyunca açlık grevi yapmıştı. Bir emekçinin tüm zorlukları göğüsleyerek, onurunun canından daha değerli olduğunu göstererek geçirdiği bu üç mevsim sonunda zafer kazanıldı. Zaferi yalnız Cansel Malatyalı değil tüm işçi sınıfı kazandı. Cansel Malatyalı’nın direnişi mücadeleye devam eden tüm işçilerin yolunu aydınlatıyor, “Haklıyız Kazanacağız” diyenlerin geleneği ise yeni zaferlerle devam ediyordu. o * Nazım Hikmet ekİm-kAsIm 2012 | TAVIR | 19


değerlendirme değerlendirme

tiyatro çalıştayı’nda mücadele sözü idil kültür merkezi

5 Ağustos 2012 tarihinde bir araya gelen, belediye şehir tiyatroları sanatçılarının, devlet tiyatroları sanatçılarının ve amatör tiyatrocuların kurduğu bir oluşumun adıydı Tiyatro Platformu. Kuruluş toplantısında alınan bir kararla 8-9 Eylül 2012 tarihlerinde Bursa’da bir Tiyatro Çalıştayı’nın düzenlenmesi, platformun ilk eylemi olarak tarihe geçecekti. Biz de, İdil Kültür Merkezi olarak, platformun kuruluşunda yer almıştık. AKP faşizminin sanata ve sanatçılara yönelik saldırılara karşı, tiyatrocuları bir araya getiren bir toplantıda olmayı görev bilmiştik. Çünkü biz de bedel ödüyorduk, AKP faşizmine karşı direniyorduk. Orada olmalıydık, direniş kararı alanlarla birlikte, faşizmin karanlığına karşı halkın sanatını ve halkın sanatçılarını savunmalıydık.

ve elbette daha güçlü hissetmek! Örgütlenmek de bunun için gerekli zaten. Bir araya gelip güçleri birleştirmek ve bundan doğacak enerjiyle daha da güçlenmek! Politikanın özü buna dayanıyor. Güçler dengesi hep bununla belirleniyor. Tek kişinin faşizm karşısında hükmü yoktur. Sistematik ve örgütlü bir güce karşı aynı şekilde mücadele edilir. Örgütlü olarak ve tabi ilkeli, disiplinli ve kurallı olarak!

Bursa’dayız. Kuruluş toplantısında olmayan ama yüreği orada olan yeni dostlar da var yanımızda. Tanışmalar, sohbetler, ortak anılar ve elbette AKP ve onun sanata saldırıları… Direniş yakınlaştırıyor herkesi birbirine. İnsanın doğasında var, kendi gibi düşünen insanlar arasında daha cesur, daha korkusuz

Bildirgeler iletiliyor kurumlar tarafından başlarken. Herkes kendi bakış açısıyla devlet-tiyatro ilişkisinin nasıl olması gerektiği üzerine konuşuyor. Aynı zamanda yazılı olarak da divana teslim ediyor. Bu, çalıştaya sunulan bildirgelerin daha sonra kitap olarak basılması için gerekli çünkü.

20 | TAVIR | ekİM-kASIM 2012

Zaman, tanışmalara çok fazla harcanacak kadar bol değil ne yazık ki. Bir an önce oturumlara başlamak gerekiyor. İŞTİSAN (İstanbul Şehir Tiyatrosu Sanatçıları Derneği) Başkanı Ragıp Yavuz, çalıştayın hangi amaçla düzenlendiğini açıklayarak iki gün sürecek bir maratonu başlatıyor.

Çalıştay, Bursa Nilüfer Belediyesi’nin yaptırdığı Nazım Hikmet Kültür Evi’nin toplantı salonlarından birinde düzenleniyor. Belediye burayı iki günlüğüne bize tahsis etmiş. Belediyelerin böylesi oluşumlara destek vermediği bilinir. Verilse de bunun partizan amaçları vardır mutlaka. Ancak Nilüfer Belediyesi, şimdiye kadarki uygulamalarıyla samimi görünüyor. Hoş bu bir lütuf değil asla. Halkın oylarıyla beldelerde iktidara gelenler, halktan aldıkları vergilerle maaşlarını alanlar, halka hizmet etmek zorundadırlar ve ellerindeki tüm olanakları halka sunmak zorundadırlar. Bu noktada kimsenin kimse önünde eğilmesine bükülmesine gerek yok ama her konuşmacı nedense belediyeye teşekkür üstüne teşekkür ediyor. Deklarasyonlar devletin tiyatrosu olur elbette diyor ağırlıklı olarak ama direnişe ve direnerek hak alınmasına pek vurgu yok! Bunun nedenini mücadele geleneğinin toplumun tüm kesimlerinde görüldüğü gibi sanatçılar arasında da olmamasında arayacağız. Eşyanın tabiatına aykırı bir durum aslında bu. Halkın sanatçıları, aydınları mücadele et-


mesini, direnmesini öğretirler, cephenin hep önünde olurlar ya da olması gerekir. Ama bizde tam tersi işte. Böyle gelmişse de böyle gitmez, gitmeyecek elbette! Değiştireceğiz bunu. Bu durumu tersine çevireceğiz. Çalıştaya sunduğumuz bildirgeyi bunun ilk adımı olarak görüyoruz: “Merhaba, İdil Kültür Merkezi olarak tüm katılımcıları sevgiyle selamlıyoruz.

den kurulacak bir direniş hattı bizi doğruya götürmeyecek, sonunda kazanacak olan da faşizm olacaktır, yani devlet! Evet faşizm var bu ülkede. Toplumun her kesiminin olduğu gibi sanatçılar da baskı altındadır, yasaklar altındadır, soruşturmalar altındadır, sansürün koyu karanlığı altındadır. Faşizm kendinden olmayan herkese düşmandır çünkü. Kendi gibi düşünmeyen herkesi de öncelikle teslim almaya çalışır, beceremediği noktada teröre başvurur. Bugün tiyatroya, tiyatroculara yapılan saldırı gibi!

Devlet-Tiyatro ilişkisi üzerine oturtulan bu çalıştayın, başta tiyatro alanı olmak üzere, en genelde demokrasi mücadelesine katkı sağlamasını diliyor, bunun gerçekleşmesi için de üzerimize düşeni layıkıyla yapmaya söz veriyoruz.

Türkiye, emperyalizme göbekten bağımlı yeni sömürge bir ülkedir ve yönetim biçimi de faşizmdir. İdil Kültür Merkezi olarak bizim sanatımıza yön veren dünya görüşümüz de bu sistemin alternatifi olan sosyalist ideolojidir.

Nasıl bir ülkede yaşıyor, nasıl bir ülkede sanat yapmaya çalışıyoruz? İnanıyoruz ki bu sorulara doğru cevap verme-

Faşizme karşı sanatımızla mücadele ediyor, yeni insanın sosyalist insanın bugünden yaratılmasında devrimci sanatımızı

hayata geçiriyoruz. Mütevazı bir katkı sağlayabilirsek ne mutlu bize. Bu düşüncelerle Devlet-Tiyatro ilişkisine bakacak olursak... Şehir Tiyatroları’na ve Devlet Tiyatroları’na AKP faşizminin sistemli saldırısı nedensiz değildir. Onlar da kendi kadrolarını yetiştirmek istiyor ve kendine muhalif gördüğü tüm kesimleri zapturapt altına almak için elinden geleni yapıyor. AKP faşizmi, sanatçılara kapıkulu muamelesini reva görüyor çünkü maaşını verdiği memuruna istediğini yaptırabileceğini düşünüyor. Bu kapıkulluğudur, başka bir şey değil. AKP, o çok sevdiği Osmanlıdan devşirdiği zihniyetiyle sanatçılara bu gözle bakarken; sanatçılar cephesinden, bugüne kadar AKP ve onun gibi iktidarlara karşı statükocu, hatta teslimiyetçi bir çizgi izlenmiştir ne yazık ki. AKP faşizminin pervasızlığının altında da biraz bu yatıyor zaten! KarekİM-kASIM 2012 | TAVIR | 21


şısında örgütlü bir güç görmeyen tüm siyasi iktidarlar, istedikleri gibi at koşturmuş, istedikleri repertuarları kabul ettirmiş, istedikleri sanatçıyı istedikleri yere sürgün etmiş, istediklerini de kapı dışarı göndermiştir. Bireysel direnişlerin ya da birlikte de olsa cılız birkaç direnişin faşizmi geriletmede başarılı olmadığını geriye dönüp baktığımızda çok açık olarak görüyoruz. Sanat Cephesi yeni bir sınav sürecinde. İşte faşizm yine halk düşmanı yüzüyle ve halktan yana sanata olan düşmanlığının sınır tanımazlığıyla saldırıyor sanata ve sanatçılara. Faşizm altında özgür sanat olmaz, devletin tiyatrosu olmaz, yerel yönetimler sanattan ne anlar, asfalt yapsınlar onlar gibi işin kolaycılığına kaçmayacağız en başta. Sorunu faşizm ve sınıf savaşımı gerçeğiyle birlikte ele aldığımızda, elbette faşizm altında özgür sanat olmaz diyeceğiz; ancak bu gerçek, faşizmin baskılarına, yasaklarına karşı mücadele etmeye, talepler öne sürmeye ve o talepleri somut olarak gerçeğe dönüştürmeye kesinlikle engel değildir! Devlet bugün ödenekli tiyatrolara istediği miktarda ödenek ayırmalı ancak bunun karşılığında sanatçılardan kapıkulu zihniyetiyle hareket etmelerini istemekten de vazgeçmelidir. Devlet Tiyatroları istedikleri oyunları oynamakta, istedikleri repertuarı oluşturmakta bağımsız olmalıdır. Ekonomik bağım22 | TAVIR | ekİM-kASIM 2012

lılık asla politik bağımlılığı, yönetsel bağımlılığı getirmemelidir. Devletin tiyatrosu olur elbette. Bizim kuracağımız sosyalist toplumda da olacak! Devlet-Tiyatro ilişkisinde, sanatın özgür olmasını belirleyen tek ölçüt, var olan devletin niteliğidir. Bu noktada bugünün faşist devletiyle, sosyalist devlet arasında taban tabana zıtlık mevcuttur. Bu sanata ve sanatçıya bakış açısında da kendini gösterir. Sosyalizmin sanata ve sanatçıya sunduğu olanaklar kapitalizmle kıyaslanmaz bile. Sanat ve sanatçı ancak sosyalist toplumda özgür olabilir! Peki bu böyle diye özgür olabilmek için sosyalizmi mi bekleyeceğiz? Asla! Faşist devletin politikalarına karşı direnecek, özlük haklarımız için de ve sanatımız üzerindeki faşist baskıları ortadan kaldırmak için de, toplumun tüm kesimleriyle birlik olarak mücadele edeceğiz. Nasıl parasız eğitim istiyorsak, nasıl parasız sağlık istiyorsak, nasıl güvenceli iş imkanı istiyorsak, tiyatrolar ve tiyatrocular üzerindeki baskıların kaldırılmasını da, tiyatroların mali ve idari özgürlüğünü de isteyebiliriz. Bunlar ayrıcalık talepleri haline gelmemeli, sanatçılar kendileri için istediklerini, ezilen tüm halk kesimleri için de talep etmeli ve bu taleplerin gerçeğe dönüşmesi için o kesimlerle birlikte mücadele etmenin gerekliliğine inanmalıdır. Tabi tüm

bunların bu sistemde hiçbir zaman tam anlamıyla hayata geçmeyeceğini, dönemsel olarak bazen elde edilebileceğini, bunun kalıcı olmasının tek yolunun sistem değişikliğinden geçtiğini bilerek! Bu gerçek, demin de söylediğimiz gibi mücadele etmenin önünde engel değil, örgütlenmenin önünde engel değil! Ki mücadele etmek demek örgütlenmek demektir. Örgütsüz mücadele yenilmeye, yok olmaya mahkumdur. Örgütlenmek de, öyle adı var kendi yok dernek, sendika veya vakıf kurmakla değil, kalıcı ve sınıfın penceresinden bakan örgütlülüklerle olur. Adı ne olursa olsun, sınıfsal bakış açısıyla mücadele etmeyen yapıların devlet üzerinde bir baskı aracı olamayacağı açıktır. Hayatın her alanı mücadelenin bir cephesidir. Sanat alanı da öyle. Ki sanatın, özellikle de tiyatronun, kitlelerle dolaysız ilişkisini göz önüne aldığımızda, bu alanın mücadele etmemesi, genel anlamda kitlelerin bilinçlenmesinin göz ardı edilmesi ve bu noktada devlete de dolaylı olarak yardım edilmesi anlamına gelecektir ki bu halkın aydınları ve sanatçıları için affedilmez bir suçtur! Suçtur evet çünkü bir aydın hakları için mücadele etmek ve mücadele etmekle de kalmayıp bu doğrultuda halka mücadele etmesi gerektiğini bulunduğu her alanda öğ-


retmek, buna öncülük etmek zorundadır. Aydın olmasının gereği de buradadır zaten! O, halkın ve tarihin önünde bu misyonu yerine getirmekle yükümlüdür. Bundan azade sayamaz kendisini. Sorun ortada, çözüm yolu da karmaşık ve gizemli değildir. Ne yapılması gerektiği gün gibi açıktır: Faşizme karşı örgütlenecek ve direneceğiz! Bunu nasıl yapacağız? O da basittir. Bir araya geleceğiz, ayrılıkları değil birliktelikleri büyüteceğiz. Ortak düşmana karşı birlikte direneceğiz. Unutmayalım ki tek başımıza bir hiçiz ama bir araya geldiğimizde devasa bir güç olduğumuzu hepimiz göreceğiz! Tartışılması gereken şey icazet mi direniş mi, yalvarmak mı yoksa haklarımızı söke söke almak mı? Hangisi? Bugün buna burada karar vermezsek yarın geç olacaktır! Buna vereceğimiz cevap, önümüzdeki süreci de belirleyecektir, bunu aklımızdan çıkarmayalım! Birlik olmadan direnmek mümkün müdür? Öncelikle diğer tiyatrocularla ve sanatçılarla, daha sonra da toplumun direnen bütün kesimleriyle karşılıklı alışveriş içine girmeden, onlarla ortak bir direniş hattı örülmeden, onlardan alıp yine onlar için sanat üretmeye yönelmeden kazanmak mümkün değildir. Emekçiler sanatçılarının kendileri için uğraştığını görecek, bilecek ki, zor zamanda elinden tutsun. Sanatçı da, emekçinin örgütlü bir biçimde arkasında durduğunu görecek ki, cesaret alsın, cüret bulsun. Direnen herkes böylelikle yalnız olmadığını görecek ve mücadele azmi artacaktır. Hayat, bize herhangi bir mücadele biçimini reddetme lüksü tanımıyor. Hiçbir mücadele biçimin reddetmeden ama mutlaka örgütlü olarak mücadele etmeliyiz. Diremeyen çürür, bilmeliyiz! İdil Kültür Merkezi”

Şimdiye kadar sunulan bildirgelerden ayrı bir dil bizimkisi. Hemen ayrılıyor diğerlerinden. Diğer bildirgelerle kıyaslandığında, çok sert gelmesi muhtemel. İzliyoruz salonu, katılımcıların yüzlerini, gözlerini atlamadan. Çıt yok salonda. Herkes bu aykırı bildirgeyi pür dikkat dinliyor. Evet tanıyacaklar bizi. Şimdiye kadar duymadıkları dilimizi artık her yerde duyacaklar! Verilen arada çalıştaya katılan genç tiyatrocular geliyorlar yanımıza. Bildirgemizi çok beğendiklerini, mücadele etmeden hiçbir hakkın kazanılamayacağını söylüyorlar. Açıkçası bildirgemizin genç tiyatrocular üzerindeki etkilerini hemen görmek sevindiriyor bizi. Bir kişinin bile etkilenmesi ve direnmeyen çürür sözünü şiar edinmesi bile bizim için önemli. Emperyalizmin bireyci-yoz kültürünün yayılmaya çalışıldığı, her şeyin paraya endekslendiği, toplumun örgütlü tüm kesimlerine azgınca saldırıldığı ve herkesin örgütsüz bırakıldığı koşullarda, tiyatrocuların bir araya gelmeleri önemli bir adım gerçekten. Özelleştirme saldırısı 12 Eylül sonrası Özal iktidarı ile başlamış, ondan sonraki iktidarlar döneminde de aynı azgınlıkta devam ettirilmişti. AKP faşizmi de iyi bir varis olduğunu kanıtladı şimdiye kadarki özelleştirme politikalarıyla. Şimdi de tiyatroları özelleştirme çabasında. Konuşmalarda buna da vurgu yapılıyor. Direnmeyenin çürüyeceğini biz söyledik, direnen halk kesimleriyle sanatçıların birlikte hareket etmeleri gerektiğini de… Mehmet Esatoğlu, bizim söylemlerimize katıldığını vurguluyor ve bir an önce güçlü bir direniş cephesi kurmaktan söz ediyor konuşmasında. Bizden rahatsız olanlar da vardı çalıştay katılımcıları arasında. Statükocu ve icazetçilerin bizden rahatsız olmamaları mümkün değildi zaten. Onların etkilerinin de kırılacağı günler yakın aslında. Çünkü sanatçıların da proletarya gibi zin-

cirlerinden başka bir şeyleri kalmayacak faşizmin azgın saldırıları sonucunda. Bunu yaşamın kendisi öğretecek onlara. İkinci gün… Devlet-Tiyatro ilişkisi üzerine oluşturulan çalıştayda günlere bölünen oturumlar birbiri ardınca hayata geçiriliyor. Çok fazla zaman kalmadı artık. Sonuç bildirgesinin yazımı için bir komisyon oluşturuluyor ve onlar sonuç bildirgesini yazmak için bir araya gelirken, komisyon dışında kalanlar da içilen sıcak çayların eşliğinde koyu sohbetlere dalıyorlar üçlü-beşli gruplar halinde… Ne iyi ettik de buraya geldik. Çok fırsatımız olmadı bizim tiyatro sanatçılarıyla, ömrünü bu sanata adamış duayenlerle bir araya gelme ve onlarla zaman geçirme anlamında. Bugün bu açığı da kapatıyoruz biraz. İdil Tiyatro Atölyesi’ni anlatıyoruz; geçmişini, Ortaköy Halk Sahnesi’ni, Ayşe Gülen’i, Ayçe İdili’i, İdili adını alan kültür merkezimizi ve tabi yanımızda getirdiğimiz Tavır’ı… Tavır, özellikle ilgi çekiyor. Herkes istiyor artık düzenli olarak dergimizi. Adresler alıyoruz, göndereceğimizi söylüyoruz. Nihayet sonuç bildirgesi yazılıyor. Okunmak ve onay alınmak için çağrılıyoruz. Çok güzel bildirgeler kaleme alabilirsiniz. Adeta bir manifesto olan çok güzel bildirgeler yazabilirsiniz. Ancak bunun hayatta bir karşılığı yoksa, bir kağıt parçasından öte bir değeri yoktur. Tek gerçek var o da maddi dünya. Pratik yani. Samimiyetin ölçüsü hep pratik olmuştur bugüne kadar. Zaman gösterecek burada bulunanların samimiyet derecesini. Çok beğenmemekle birlikte sonuç bildirgesine bir şey demiyoruz. Pratiğe bakacağız biz. AKP faşizmine karşı radikal mücadele etmeyi vaaz edeceğiz her daim. Çünkü biliyoruz ki mücadele alanlarda, meydanlarda, caddelerde, sokaklarda verilir ve direnmeyen çürür! Bunu bilecek, bunu söyleyeceğiz… o

ekİM-kASIM 2012 | TAVIR | 23


TİYATRO ÇALIŞTAYI SONUÇ BİLDİRGESİ 1. Uygar bir ülkede devletin sanata desteği, insana yatırımdır, vazgeçilemez. 2. Bilim ve sanat özgürdür. Çağdaş ve uygar devlet, sanatın özgürce üretilmesini sağlar, ama sanatın nasıl olması gerektiğine karışamaz. Sanatın içeriği ve biçimi siyasal iktidarların günlük politikalarının konusu değildir, olamaz. Devletin, hükümetin ya da yerel yönetimlerin sanat kurum ve kuruluşları için sanat politikası oluşturması düşünülemez. Erk ancak, siyasi iktidarların değişiminden etkilenmeyecek kalıcı yönetim politikası ile sanata özgür ortam yaratmakla yükümlüdür. 3. Sanat ve kültür alanlarına destek; yandaş beslemeye yarayan bir yemliğe veya ihale ve rant sürecine dönüştürülmemelidir. Sanat kurum ve kuruluşlarının belirleyeceği objektif kriterlerle destek oranları oluşturulmalıdır. 4. Bakanlıklarda ve yerel yönetimlerde ilgili kuruluş olarak korunacak ve yeni kurulacak tüm sanat kurumlarının özerklik prensibi, Anayasa’da açık biçimde güvence altına alınmalı, uygulanmalıdır. 5. Tiyatroyu tiyatrocular yönetir. 6. Her bir tiyatro kendini yönetir.“Davul sanatçının boynunda, tokmak siyasetçinin elinde” durumu, tiyatro için ölümcüldür. 7. Özel, amatör ve ödenekli tiyatrolardaki "Edebi Kurul" ve "Repertuar Kurulu" gibi oluşumlar, tiyatroların sansür, baskı ve servis bataklığıdır. Bir zorunluluk olmaktan çıkmalıdır. Her bir tiyatronun ihtiyaç duyması halinde bu tür komisyonlara başvurmasının önünde zaten hiçbir engel yoktur.

8. Ödenekli tiyatrolarda yapılacak her türlü mevzuat değişiklikleri, iktidarların tepeden inmeci yaklaşımları ile değil, en demokratik biçimde çalışanları temsil eden meslek örgütleri ve konuyla ilgili uzmanların katılımıyla gerçekleştirilmelidir. Her türden ödenekli tiyatrolarımızın, modüler bir yapılaşma ile ve yerinden yönetim anlayışıyla düzenlenmesi; sanatsal çizgisini özgürce belirleyecek, enerji ve katkı denetimini kolayca gerçekleştirecek, sanatsal yarışa ve rekabete açık, çok renkli ve "çok sesli" bir tiyatro dünyası oluşturmanın yöntemidir. Bu modüler yapıda görev alacak sanat yönetmenlerinin göreve gelişinde, seçim veya seçilmişler arasından süreli olarak atanması ve repertuarlarını gerçekleştirme yöntemini saptaması bu kurumların toplumla daha iyi bağlar kurmasını sağlar. 9. Yine bu kuruluşlar için son zamanlarda sık sık dile getirilen kadrosuzlaştırma, mali açıdan cılızlaştırma düşünceleri ülkemizdeki tiyatro hareketini kısırlaştırmakla eş anlamlı olduğu için kabul edilemez. 10. Yaşadığımız cağda sansür ve yasaklamalar asla kabul edilemez. Bu bağlamda özel tiyatroların, amatör tiyatroların, çocuk ve gençlik tiyatrolarının kültürel ve sanatsal hayatımızdaki yeri ve önemi siyasi erk tarafından iyi kavranmalıdır. 11. Tiyatro platformunun tarihe karşı sorumluluğu vardır. İktidarların, özgür sanatın hayata geçmesinin engellenmesinde uygulayacağı herhangi bir zor asla kabul edilemez. Tiyatro platformu önümüzdeki süreçte bilgi gelişiminin, tartışma kültürünün artması için çalıştaylar yapmaya ve kendini kamuoyuna çeşitli eylem ve etkinliklerle ifade etmeye devam edecektir. o

Tiyatro Çalıştayı Sonuç Bildirgesi imzacıları: İŞTİSAN (İstanbul Şehir Tiyatrosu Sanatçıları Derneği) - Ragıp Yavuz, ASSITEJ (Uluslararası Çocuk ve Gençlik Tiyatroları Birliği) Türkiye Merkezi - Nurkut İlhan, TÜTİB (Türkiye Tiyatrolar Birliği) - Orçun Masatçı, TOMEB (Tiyatro Oyuncuları Meslek Birliği) - Erhan Gökgücü, Batı Karadeniz Tiyatrolar Birliği - Zafer Gecegörür, Amatör Tiyatro Çevresi - Mehmet Esatoğlu, DETİS (Devlet Tiyatrosu Sanatçıları Derneği) - Mehmet Ege, TEB (Tiyatro Eleştirmenler Birliği) - Metin Boran, KATİB (Karadeniz’e Kıyısı Olan Kent Tiyatroları Birliği) - Cem Kaynar, Belediye Tiyatroları Girişimi - Gökhan Bulut, Sanatçılar Girişimi - Orhan Aydın, Amatör Tiyatrolar Birliği - Özgür Başkaya,TAKSAV(ToplumsalAraştırmalarKültürSanatİçinVakıf)-Yener Aksu, İdil Kültür Merkezi - Gamze Keşkek, Direklerarası Seyircileri Derneği - Ömer Şahinbaş, Feminist Sanatçılar Platformu - Nazlı Masatçı TOBAV (Devlet Tiyatrosu Opera ve Bale Çalışanları Vakfı) - Bora Özkula, Yücel Erten, Orhan Alkaya, Yılmaz Onay, Eren Aysan,ŞenolTiryaki,TiyatroEğitimDerneği-KemalOruç,SamsunSanatTiyatrosu-YaşarGündem,KÜLTÜRSANATSENDİKASI -Vehbi Arslan, Sündüz Haşar, Tayfun Akçay, OYÇED (Oyun Yazarları ve Çevirmenleri Derneği) ve Tiyatro Gazetesi - Nazif Uslu, Prof. Dr. Nurhan Tekerek, Cengiz Korucu, Beşiktaş Çarşı - Halkın Takımı Dergisi, Tiyatro Dergisi Mustafa Demirkanlı


25-27sanatımızmilyonları_sablon 11/7/12 3:48 PM Page 25

makale

makale

sanatımız, milyonların kardeşliği içindir levent karakaya

Milyonlar türkü söylüyor. Kardesligin türküsünü. Kendi dertlerine, yaralarina henüz merhem bulamamislar ama ayni aciyi çekenler kendileri gibi yasayan insanlari bulmus ve biraradalar. Bundan sonra yeni bir sorun yasadiklarinda artik ortak ve aninda tepki verecekler. Tepkileri o kadar büyük ve o kadar örgütlü ki geri çektiriyorlar yeni bir zulüm yasasini. Bu bir hayal degil. Örgütlü olmanin getirdigi dogal bir sonuç sadece. Yikimlarin yapildigi, kentsel dönüsüm yalanlarinin uçustugu bir dönemde; artik el koyacak ve onu satacak bir seyin kalmadigi bir anda halkin oturdugu ve yasadigi yerlere göz diktiler. Tütünü, findigi, dagi, tasi, dereyi, ovayi sattilar. Simdi sira halkin kullandigi alanlara geldi. O halk ki bu ülke için canini verdi. Kütahyali köylünün dedigi gibi: "Yunani sokmadik bu top-

raklara, simdi sizi mi sokacagiz." Yikim ekiplerine böyle sesleniyordu. Çünkü onlari düsmanla bir görüyordu. Kendi topragina, vatanina göz dikmislerdi. Saglikta dönüsüm dediler; doktorlari patron, yardimcilarini da kasiyer yaptilar. Yani sistemden kaynakli iyice körelen hasta-doktor insani iliskisini daha da körelttiler. Halkin saglik hakkini yokettiler. Onlar için sanatçilar, isçiler, memurlar, ögrenciler, köylüler, komsu ülkeler her sey ve herkes düsman. Nazim'in dedigi gibi; Onlar ümidin düsmanidir, sevgilim, akar suyun, meyve çaginda agacin, serpilip gelisen hayatin düsmani. ... Ve elbette ki, sevgilim, elbet, dolasacaktir elini kolunu sallaya sallaya,

dolasacaktir en sanli elbisesiyle: isçi tulumuyla bu güzelim memlekette hürriyet... Zamlari bindiriyorlar, yargi paketlerini... Sokak ortasinda insanlari çekip vuruyorlar. Öldürmek, yoketmek hürriyetiyle. "Polisten baska yasa mi var bu ülkede." Iste bu nedir. Bütün bunlari söyle düsünün: Karsinizdaki düsman kiliç-kalkan kusanmis, hilalli migferleriyle Amerika için Allah Allah diyerek atlariyla, ordulariyla dört nal, kosar adim, kendi halinde çadirlarinda yasayan halkimizin,

ekİm-kASIm 2012 | TAVIR | 25


25-27sanatımızmilyonları_sablon 11/7/12 3:48 PM Page 26

bütün degerlerini, ahlakini, malini, mülkünü yoketmeye geliyor. Tecavüz ediyorlar, irz, namus birakmayarak. Kadinlara, çocuklara, yaslilara saldirmaya geliyorlar. Ayaga kalkan gençler ise örgütlü ve çok olmadigi için baslari kesiliyor. Bu böyledir. Düsmana öfkelenirken bu görüntüyü görecegiz.

Simdi de bütün hakkimiza, degerlerimize saldırmıyorlar mı? Elimizde hiçbir seyi birakmiyorlar. Vitrine oynuyorlar, dış cepheyi düzenliyor görünüyorlar ama düzenledikleri bir şey yok. İçte ise çürütüyorlar. Değerlerimize yönelik saldırılara karşı direnmeyeni ilk basta çürütüyorlar. Ekonomik büyüme diyorlar. Dogru, ekonomi büyüyor. Zenginlerin ekonomisi büyüyor. Agaoglu'nun ekonomisi büyüyor. Halkin, fakirin ekonomisi ise bitiyor. Ama onlar ekranlardan zengini boy boy, gazetelerde sayfa

26 | TAVIR | ekİm-kASIm 2012

sayfa her gün gösteriyor. Suriye meselesi de böyle... Muhalifler aliyor, yürüyor diyorlar, ama digerlerini göstermiyorlar. Angelina Jolie'yi gösteriyorlar. Muhalif dedikleri kendi halkini katleden, emperyalizm adina isbirlikçilik yaparak kafa, kol kese kese yukarida canlandirdigimiz tabloda oldugu gibi halkin yasadiklari yerlere giriyorlar. Kim onlar? İslam adina halkı katledenler; bir yandan özgürlük diyen ama öte yandan binlerce insanin yasama hakkını elinden alanlar... Suri-

ye içinde yasayan çesitli milliyetlerin, halklarin temsilcileri degiller. Emperyalizmin kuklaları, paralı askerleri, yağmacıları, çapulcuları bunlar... Yani haksizlik varsa, onu yasamis olan bir halkin veya kesimin temsilcisi degiller. Çünkü haksizligi yasayanlar bugün "muhalif" denen isbirlikçiler gibi kafa keserek, kol keserek, tecavüz ederek ülkeyi paramparça etmeye çalismiyorlar. Bu emperyalizmin bir oyunu ve AKP iktidarinin tam sadik isbirlikçiligiyle Su-

riye'yi parçalama ve çikar elde etme politikasidir. Ama onlar bunu boy boy, sayfa sayfa göstermezler. Sabah kahvaltilarinda kandirdiklari, öglen yemeklerinde aldattiklari dogru, gerisi yalan. Sanatçilari, Alevileri, Kürtleri, koca bir halki kandirdilar. Yalan söylüyorlar. Iste bunu dolu dolu haykirmanin tek yolu milyonlari örgütlemekten geçiyor. Bugünlerde halk, degisik mahallelerde tencereleri tavalari ellerinde birbirine vurarak haykiriyor, aksam

olunca sokaga çikiyorlar. Zamma, zulme, açliga karsi, AKP iktidarinin yalanlarina karsi sokaktayiz diyorlar. Iste bunu sindiremiyorlar. Geçenlerde bu eylemlerden birinde kitlenin üzerine araba sürdüler, bunu da serserilere, esrar çeken bir gruba yaptirdilar. Bir kisinin kolu kirildi, birinin burnu kirildi, insanlar ölümden döndü. Sonra baska bir mahallede serserinin birini kitlenin içine sokarak ona havai fisek attirdilar. Veya yüzlerce çevik polisini yigiyorlar bu eylemlere. Simdilik çok az


25-27sanatımızmilyonları_sablon 11/7/12 3:48 PM Page 27

sayida insan yürüyor. Ya büyürse ! Ya kivilcim yanarsa ! Çünkü ates dogru yöntemlerle, dogru yerde ve zamaninda yakilmaya çalisiliyor. Düsman da bunu görüyor. O nedenle korkuyor. Tipki Susurluk eylemleri sürecinde isik söndürme eylemleri gibi. Milyonlar uyanacak, hesap sormaya baslayacak. "Dur" diyecek. Öfkesini bulusturacak, ayni safta toplanacaklar. Bundan korkuyorlar. Kalabalik oldugumuzda, milyonlar oldugumuzda bütün halka saldiramayacaklar. Bunu da biz biliyoruz. Milyonlari örgütlemek; bir kisiyi de olsa örgütleme çabasi içinde olmalktir. Karsimizda her silahini kusanmis üzerimize atlariyla kosan bu orduyu, düsmanin ordusunu altedecegiz. Önce milyonlari, milyonlari örgütleyecgiz. Sonra biz onlari kovalayacagiz. Sözü Çek sair Vitezslav Nezval'e birakiyoruz: O GÜN GELINCE O gün bir gelsin bak, bize artik aç kalmak yok. Geçecegiz vitrinlerin, sergilerin önünden, küçülmeden. Portakallari yigacagim önüne senin, tepeleme, saraplari yigacagim, etli börekleri, salamlari. ... Sevgili isçi kadin, sapka yapan makine, artik bu elbiseler kaça diye sorma. Kumasi dokudun, elbiseyi diktin ya, giyinmek de hakkin. Artik kunduraci da yürümeyecek yalinayak karda. ... Bir kurtulalim hele tüm asalaklardan, nasil sevecegiz birbirimizi, siirler okuya okuya! Çekip gidince soyguncular, bir baska dünya kuracagiz. Yasamak neymis, yasamak, sen o zaman gör bak!

Sanatımız bir an önce halkın sorunla- yonlari örgütlemeyi naksetmelidir. Tipki bizden önce bunun mücaderına karışmalıdır... lesini veren ve bugün bize seslenen Ahmed Arif, Sabahattin Ali, Nazim, Fa- devrimci sanatçilar gibi. kir Baykurt'lar bizden milyonlari örgütSen önce mücadeleni ver, ondan lemede adimlar atmamizi bekliyor. sonra düsün; acaba falanca sanatçi Onlar söylediler sözlerini, girdiler bu gelir mi, filancasi buna ne der. Her kavganin içine. Hepimiz birarada ol- sey elden gidiyor. Gir hakli kavganin duktan sonra, içiçe, birlikte olduktan içine. Yoksa savasmadan biter, çürür sonra neyi kaybedecegiz. Her küçük ve tükenirsin. Hep beklemekten, topluluk kendi küçük mevzisinden "acaba"lardan tükenirsin. zayifça ve güçsüzce bagirmasin. Milyonlarin bagirmasi baskadir. Milyon- Bugün AKP iktidarının faşist uygularin "dur" demesi baskadir. Ve bunun lamaları karşısında; tabi ki Fazıl coskusu ve sevinci de baskadir. Fasiz- Say'ı sahipleneceğiz, Müjdat Geme dogru cümlelerle, onlarin ekmegi- zen'e soruşturma açıldığında desne yag sürerek degil, onlarin tarihsel tekleyeceğiz. Pınar Aydınlar, Fersuçlarini mesru kilan - savasa hayir, ba- hat Tunç, İsmail Beşikçi, Grup Yorum, ris istiyoruz - gibi cümlelere düsmeden Ragıp Zarakolu ve daha onlarca sakarsi koyacagiz. Karsi koyacagiz ki; natçıyı baskı düzeninin karşısında bütün halkin kafasi berrak olsun, bü- aynı cepheden selamlayıp faşizmin tün ezilenlerin tarihi de dogru yöne karşısında birlikte daha güçlü durayönelsin. Bütün aciyla yananlarin yü- cağız. Bunun için milyonları örgütregi serinlesin. Açikça haykirmaliyiz. leyeceğiz. Onlar artik yaptiklari her seyi açik açik yapiyorlar. Dünyamizin sorunlari, AYDIN MISIN? halkin sorunlari sanatçilar müdahale Kilim gibi dokumada mutsuzlugu ettiginde sonuca çözüme daha da ya- Gidip gelen kara kuslar havada kinlasir. Kirlilik, çevre sorunlari, HES'ler, Saflar tutulmus top sesleri gerilerAfrika'daki açlik, halkimizin sömürül- den mesi, halklarin kendi kültürü ve dille- Tabaninda depremi kara güllelerin riyle yasayamamalari, Suriye'deki isgal; Duymuyor musun tiyatro salonlarinin yikilmasindan, Kaldir basini kan uykulardan oyunlarimiza yasaklar getirilmesin- Böyle yürek böyle atardamar den, sarkilarimizin yasaklanmasindan, Atmaz olsun olanaklarin elimizden alinmasindan, Ses ol isik ol yumruk ol hakkimizda davalar açilmasindan, tu- Karayeller basina indirmeden çatini tuklanmamizdan, iskence görmemiz- Sel sulari bastigin topragi dönüm den, eserlerimize saygi gösterilme- dönüm mesinden bagimsiz, farkli degildir. Alip götürmeden büyük denizlere Biz bunlari birlestirecegiz. Bunlari bir- Çabuk ol lestirmedigimizde kendi mücadele- ... mize de yabancilasiriz. En önemlisi yal- Yollar kesilmis alanlar sarilmis nizlasiriz. Haksizlikla karsilastigimizda Tel örgüler çevirmis yöreni ve yanimizda birilerini görmek istedi- Firil firil alici kuslar tepende gimizde "hani nerde?" demememek Benden geçti mi demek istiyorsun Aç iki kolunu iki yanina için milyonlara ihtiyacamiz var. Korkuluk ol Sanatsal üretimlerimiz, bulundugu her alanda tüm bu hakliligi ve dogru- (Rıfat Ilgaz) o luguyla, öfkesiyle düsmana karsi mil-

ekİm-kASIm 2012 | TAVIR | 27


röportaj röportaj

bir türkü çınarı: hüseyin çırakman ankara idilcan kültür merkezi

Halk ozanı Neşet Ertaş’ı yeni kaybettiğimiz günlerde, onun can yoldaşlarından biri olduğunu bildiğimiz bir başka halk ozanı geliyor aklımıza: Hüseyin Çırakman. Ankara’da, dahası mahallemizde yaşadığını bildiğimiz için röportaj yapalım düşüncesiyle çıkıyoruz yola. Halk ozanları kendine “star-sanatçı” diyenler gibi halkın dışında sırça köşklerde yaşamadıklarından, kısa bir uğraş sonunda evinin adresini ve telefon numarasını bulmamız zor olmuyor. Arıyoruz ve ertesi gün için randevu veriyor bize Hüseyin amca. Elimize iki adet Tavır dergimizi ve fotoğraf makinamızı alıp yola çıkıyoruz ertesi gün. Şirintepe Mahallesi’nden çıkıp Dutluk Mahallesi’ne girerken, evin tam yerini çıkaramadığımızdan bir bakkala girip adresi soruyoruz. Bakkal, “Adresi bırakın da siz kimi arıyorsunuz onu söyleyin” diyor gülerek. Hüseyin Çırakman’ın evini aradığımızı söylüyoruz. Bakkal, önce Hüseyin amcanın kendi müşterisi olduğu için gurur duyuyor ve sonra öyle bir tarif ediyor ki yolu, evi elimizle koymuşuz gibi buluyoruz. Ve çalıyoruz kapıyı. Kapıyı açan yakını, gelişimizi haber verdikten sonra da içeri buyur ediyor bizi. İçeride ayakta karşılıyor bizi Hüseyin Çırakman...

28 | TAVIR | ekİM-kASIM 2012


-Hüseyin Amca, sizi bilenler daha çok “Hüseyin’im geçiyor gençlik çağları. Ya beni de götür, ya sen de gitme…” türküsünden bilir. Bilenler oradan biliyor daha çok. Bize biraz kendinizden bahseder misiniz Hüseyin Amca? Hüseyin Çırakman kimdir? Nerede doğmuştur, nerede büyümüştür?. Ne zaman saz çalmaya başlamıştır, niye saz çalmaya başlamıştır?... Yani, kendini tanıtır mısın biraz... Anlatayım kendimi. Şimdi dostlar, ben 1930’da Çorum’un Sungurlu ilçesinin Körkü köyünde doğmuşum. Orada işte, dar gelirli bir çitçinin çocuğuyum. Orada doğdum. Köyümüzde ilkokul yoktu. Okuma-yazmayı köyde okuma bilenlerden öğrendim, eskilerden. Odalarda toplandık. Orada ders gördük, okuduk. Ondan sonra, saza gelişim, sazı köyümüzde bilenlerden öğrendim. Okuma-yazmayı bilenlerden öğrendim. Oradan nasıl bir şey olduysa, arkadaşlarla konserlere katıldık. Kimdi o arkadaşlar dediklerin? Feyzullah Çınar vardı, Mahmut Erdal vardı, Muhlis Akarsu vardı rahmetli. Efendime şöyleyim, Ali Kızıltuğ vardı, hala yaşayan. Âşık Veysel, Dursun Ceylani. Çok vardı. 1964’te de dernek kurduk. Halk Ozanları Kültür Derneği. O derneğin 2 sene başkanlığını yaptım. Ondan sonra ayrıldım. Ben bir şeyini göremedim, tadını göremedim. Neden göremedim? Bu halk ozanı geleneğinde bir dürüstlük vardı. Bu dürüstlüğü aşılamaya çalıştım. Her dakika, her zaman. Amacım o oldu. Halka hem de sanatçılara. Baktım tutturamıyorum, ben ayrıldım. Ondan bu yana Halk Ozanları Kültür Derneği devam ediyor. Ama benden uzak. Ben onlardan uzak. Öyle işte. Halka da pek faydalı olamadılar. Ben de çeşitli aydın kişilerle diyalog kurdum. Tanıştım, konserlere katıldım yurt içinde. Tanıdık çoğaldı. Belediye başkanları, sendikacılar, maddi gücü yerinde olanlar yardım ettiler, 13 tane kitap yayınladım. Şiir kitabı. Hem kendimin, hem diğer arkadaşların. 13 kitabı böyle yaptık. Bir de albüm okuduk, 5-6 tane kaset yaptık.

Bir ozan niçin yazar? Haksızlık oluyor mu? Olmasın diye yazar. Baskı oluyor mu? Olmasın diye yazar. Halkın insanca yaşamasını ister. Birliği, beraberliği ister. Hüseyin amca, senin sazın ustası kimdir? Saz çalmaya seni özendiren, sevk eden… Köyde, Nesimi Caferi diye ustam vardı. Sazı ondan öğrendim. O da Allah rahmet eylesin, vefat etti. Onun bir odası vardı, saz orada asılıydı. Ben ne zaman gelsem oraya, çalardım, okurdum. Benim hayalimde bir saz vardı… İyiydi, alamadıydım. Bu, al dedi sazı. Yukarı gidiyordum, aşağı geliyordum, benim sazım diye. Rüyamda görüyordum böyle güzel sazı. O zaman böyle köyde destan yazdıydım. Köyde odası vardı ustamın. Bana serbestti çalması. Ustam o ya. Akşam bazen giderdim, bana bir makam gösterirdi. Ben ertesi gün o makama iki-üç gün çalışırdım. Üç-dört makam öğrendim. Ondan sonra başkasından duyduklarımı babam da güzel okurdu, çalmazdı da okurdu. Sesi güzeldi. Öyle giderken, ustam dinledi beni bir gün. “Ooo, benim ders vermeme gerek yok, sen sazı kavramışın” dedi. Nesimi Ağa da öyle bir ustalık yap-

tı bana. Bir de Abidin Ağa vardı. O da okuma-yazmayı öğretti. İşte öyle çıktık köyden. Ondan sonra ekip kurduk, derneği kurduk. Yurtdışına gittik. Avusturya, Yugoslavya, efendime söyleyim, Almanya, Fransa, İsviçre… Konserlere katıldık oralarda. İki-üç kere gittim. Öyle geçti günlerimiz işte. Neşet Ertaş içimi sızlattı. Geçen gün, cenazesine de katılamadım. Ben de hastayım. Sizin bilgisayarınız var değil mi, internetiniz?. Var. Eve varınca, Hürriyet’te “Hüseyin Çırakman” diye düğmeye basarsanız görürsünüz. Neşet Ertaş’la bir gece yaptık, 3 Mart’ta Bolu’da. Ben onunla sizin bir görüntünüzü hatırlıyorum. Bir konserde parçanın yarısında kalmıştı Neşet Ertaş. Geri döndü, “Hüseyin, yav neydi bunun devamı?” diye bir şey sorduydu… Ben hatırlıyorum onu. Sahnede parçayı unuttuydu. Haa, haa. O şeydeydi, Söğütözü’ndeydi. O gün Neşet’i buraya getirdim, burada yattı. (Oturduğu kanepeyi gösteriyor) Neşet bana çok saygı duyardı, ben de onu çok severdim. Şimdi ben dedim ki Neşet’e, -hürriyet onları yazmış, göstermiş- İzzet Baysal Üniversitesi’nde gece yapacağız. Neşet’e danıştım. Dedi, niye Bolu’da yapıyorsun? Diye. Ben de dedim, Köroğlu var orada, onun için. Geldi, karda kışta. Çok da kar vardı. Orada çaldı, çağırdı, hasta olduğu halde. Bizi kırmadı, sağ olsun. Orada kendi alacağı hakkı da bana devretti. Benim durumum iyi dedi. Neşet’in o yaptığını bana, hayatta, ben 82 yaşındayım, kimse yapmadı, gerçekten. Öyle bir dostumdu. Çünkü “benim bir sazınan altı yavru geçimi, bizim yaşantımız köle biçimi, ben bilirim kimse bilmez içimi, doktor diyor hiç üzülme, düşünme…” Öyle işte. Ben, BAĞ-KUR, emekli bir şey olamadım. Biriktiremedim. Gidiyom konsere, gelene kadar bakkalda borç birikmiş, onu ödüyorum bir şey kalmıyor. Öyle geçti işte. Gecekonduylan burada kaldım.

ekİM-kASIM 2012 | TAVIR | 29


Şimdi benim bura hazine arsası. İyi, hazine olduğu. Tapusunu alamadım, o da iyi. Ama hazineyi işgalden benden para istiyor hükümet. Ama tapusunu vermiyor. Tapusunu vermiyor. Hazineyi işgalden dolayı suç işlemişim. İşgalden dolayı işte. Öyle şey olur mu? Hem halk ozanı ol, kültüre hizmet et… Peki Hüseyin Amca, sizi türkü yakmaya, söylemeye iten nedenler nelerdi? Hangi duygularla siz türkü söylemeye başladınız? Bu, bizde gelenek halindedir, Anadolu’da. Ben Çorumluyum aslen. Şimdi bizim orada, genç ölenlere, hasta olup çok çile çekenlere, doğum yaparken ölenlere, başına acayip iş gelenlere şiir söylerler, ağıt yakarlar. Öyle yetişmişiz, şartları var. Sonra benim babam, çok çalar okurdu. Babamdan bana geçti işte dinleyerek. Usta âşıkların deyişlerini çalardık. Daha sonra ben de şiire başladım. İlk şiirimi, nişanlım öldüydü 54’te. Askere gittiğimde, nişanlım öldüydü. Ona yazdığım bir şiir vardı. Ondan sonra çuvalın ağzı açıldı, her şeye yazdım. Neşet Usta’yı uğurladık. O, bu halk ozanı zincirinin son büyük halkalarındandı gerçekten. Halk ozanı nasıl olmalıdır, halk ozanı ne yapmalıdır? Bu konudaki düşüncelerinizi bizimle paylaşır mısınız? Şimdi, gözünü sevdiklerim, halk ozanı üç şeye bağlı olmak zorunda. İnancı kendinin olsun. Halkının görür gözü, işitir kulağı, söyler dili. Neyi söyler? Her şeyi görür, her şeyi duyar, her şeye şiir yazar. Bir ozan niçin yazar? Haksızlık oluyor mu? Olmasın diye yazar. Baskı oluyor mu? Olmasın diye yazar. Halkın insanca yaşamasını ister. Birliği, beraberliği ister. Eskiden beri böyleydi. Seyit Nesimi, Fuzuli, Yemini, Borani… Buna benzer bir sürü ozanlar var. Hep böyle yapmışlar, halkın dertlerini savunmuşlar, kendileri dert sahibi olmuşlar. En sonunda Pir Sultan Abdal halkın dertlerini dile geti-

30 | TAVIR | ekİM-kASIM 2012

receğim diye Sivas’ta asılmış. Hızır Paşa, paşa yanlısı olmuş, astırmış. Yani, haksızlıklar karşısında insanlar insanca yaşasın. Aha şimdi, günümüzde, haber dinliyorum, gözüne kurban olduğum, sen devleti yönetiyorsun. Devletin içinde bakansın, başbakansın, idarecisin… Ayrım yapma, ayrım yapma. Başka yapanları da kına… Biz siyasileri nasıl severiz biliyor musun?. Bana değme de, kime değersen değ, olmaz… Halk ozanı, başkasına yapılan zulmü, haksızlığı, kendisine yapılmış kabul eder. O zaman, o da benim kardeşim, niye ona yapılsın?. O da insanca yaşasın, o da bildiğini söylesin… Biz Neşet’inen gece yaptık Bolu’da… Allahhh…. Ne kadar ağlasam yeri var yav… Oraya karda, boranda gittik, bir de zor girdik salona. Biz vardık salonda hiç kimse yok. Altıda girdik, saat yedide başlayacak. Bir tek adam yok. Saat yedi oldu, yedi buçuk oldu. Neşet dedi ki, rahmetlik, mekânı cennet olsun yavaştan başlayalım bakalım. Baktık ki ful dolu… Aman Allah… Arabalar zor geliyor şehrin dışından… Anca gelmişler. Çaldık, okuduk, çok memnun oldular. Neşet şeye gitti oradan, bir evi varmış İstanbul’da. Oraya arkadaşlarıylan geldi, onlarlan geri İstanbul’a döndü… Biz oğlumla beraber orada kaldık. Sabah oldu, yollar da açıldı. Ben Neşet’i çok severim. Ankara’ya geldi mi, beni bulurdu. O senin dediğin şey de, Söğütözü’nde, “ her gün akşam sabah bulgur pilavı, yemesem olmuyor, yesem olmuyor…” Onu kaset yaptı Neşet. Senin türkü mü o? Benim, benim. Çok iyi bir arkadaşımdı. Hiç aramızda, ikilik, kırgınlık olmadı. Böylece kardeş kardeş geçindik, gitti. Hiçbiriyle de kavgamız olmadı ya… Bir takım paradan şeyler oldu işte. Eserlerimize sahip çıkma kötülüğü yapmasını becerdiler. Ben de çektim aldım. Avukat tuttum. Ankara’dan İstanbul’a iki tane avukat gönderdim. Tanıdığım adam, benim eseri kendi adına okumuş.

1980 öncesi mücadelenin daha gelişkin olduğu dönemde, devrimci sanatçılar vardı. Ruhi Su’lar, Selda Bağcan’lar, Mahzuni’ler, Cem Karaca’lar… Onlarla görüşür müydünüz?. Mahzuni’yle çok arkadaşlığım oldu. Mahsuni, Feyzullah Çınar, Muhlis Akarsu… Çok beraber konserlerimiz oldu. Cem Karaca’ylan olmadı. O İstanbul’daydı, biz de Ankara’daydık. Buluşamadık, birlikte konserimiz de olmadı. Bu dönem devrimci sanatçılar olarak ön plana çıkan Grup YORUM var, duymuşsunuzdur belki. Geçtiğimiz Nisan ayında 350 bin kişilik bir Bağımsız Türkiye konseri düzenlediler. Daha önceki sene de düzenlemişlerdi. Geçen üyeleri gözaltına alındı, işkence gördüler. Bunları takip edebiliyor musunuz?.. Haberleri, haberiniz var mı bunlardan? Takip ediyorum. Ben haberi hiç bırakmam. İki elim kanda olsa, özetleri, haberleri hiç bırakmam. Cezaevinde kaldınız mı siz? Kaldım. 12 Eylül’de oldu. 12 Eylül’de 3 oğlum bir de ben, Deniz Gezmiş’lerin yattığı yerde yattık. Yani siz de bu baskılardan nasibini alan sanatçılardansınız. Tabii, tabi. Zaten şöyle düşünmek lazım. Devletin hapse atmadığı adam kendinden şüphe duymalı. Ben demek ki, iyi şeyler düşünmüyorum diye… Bizler de o hapishaneleri gördük, yaşadık. Hüseyin Amca, halk ozanlığı konusunda, yaşamınız, yaşadıklarınız konusunda bize anlatmak istediğiniz, yani bizim aracılığımızla okurlarımıza anlatmak istediğiniz başka bir şey var mı? Sizin sesiniz olalım bir anlamda. Teşekkür ederim, çok sağ olun. Şimdi, halk ozanı gördüğünü, duyduğunu yazmak zorunda. Ama taşlama, ama uyarı, ama eleştiri. Bunu kendi kıstasına göre yapsın. Don Kişot’luk yapmasın.


Hani Don Kişot yel değirmenlerine karşı çıkıyor ya. Yel değirmenlerini yakıyor, yıkıyor. Yel değirmeni ona bir şey yapmadı ki. Don Kişot’luk da iyi değil. Ama bir yanıyla da toplumsal anlamda örgütlenmeye de hizmet etmesi gerekli değil mi Hüseyin Amca? Hani örgütlülük bir güç oluşturmadığı sürece sorunlarımızın çözümünü sağlamaz ki. Gözüne kurban olduğum, Atatürk’ten bu yana örgütlü toplum yok muydu? Vardı. Hani 27 Mayıs ne yaptı? Kaldırdılar ya. 27 Mayıs’ta astıklarına ben de üzülüyorum ben de. Asmadan halletmeleri lazım. Hak yemiş mi, vatandaşın hukukunu çiğnemiş mi, ondan yargıla. Bir sürü karmaşa var Türkiye’de. Yanlış yapıyorlar bazen. Mesela, dört-beş seneden beri, haksızlığa karşı dilini yutmuşçasına ozanlar susuyor. Oysa susacak zaman değil, daha çok örgütlenme zamanı. Susuyor, susuyor. Susacak zaman değil.

Çocuk kaç tane Hüseyin Amca? Altı, altı. “bir sazınan altı yavru geçimi, bizim yaşantımız köle biçimi, ben bilirim kimse bilmez içimi, doktor diyor hiç üzülme, düşünme…” Şeyde bir, hastanede yattım da, Sanatoryumda. Orda doktor, hiç üzülmeyeceğiniz, düşünmeyeceğiniz, telaş etmeyeceğiniz diye taahhüt etti. O zaman bu şiiri yazdım. Ender Bozyaka da, başhekimdi. Beni attı hastaneden. Hem devlet hastanesinde yatıyon, hem de hastaneyi taşlıyon diye… Hüseyin Amca, bizi kabul ettiğin için, sohbet ettiğin için teşekkür ediyoruz. Halk ozanlarımız bizim, senin de söylediğin gibi, gören gözümüz, duyan bilincimiz. Onlara sahip çıkmamız lazım. Bu da toplumsal bilinç ve örgütlülükle ilgili biraz. Hüdai’nin son kıtasında diyor ki, “Hüdai’yim hüdamız var, muhabbetten gıdamız var. Dost elinden bademiz var, ölüm ölür biz ölmeyiz…” diyor. Bunu kimse çözemez. Anca tasavvuf ehli çö-

zer. Ölüm ölüyor, sen ölmüyorsun. Tabii canım der, elini sallar geçer. Doğru ama söyledikleri. Neyden biliyon mu?. Kahramanı öldürüyor adam, canını can çıkmadan Allaha teslim ediyor. Allahın yolunda yürüyor, kötülüklerden arınıyor hep. Peteğin içini balla doldurur gibi, kalbini, gönlünü hep allahla dolduruyor. Sevgiyle dolduruyor, o adam ölmez. Pir Sultan öldü mü yani? Astılar da. Şeyh Bedreddin öldü mü yani? Baba İshak’lar, baba İlyas’lar… Ölüm ölür biz ölmeyiz… Şeyh Bedreddin’e diyorlar ki, asılırkene… Benzin diyorlar, sarardı. Bedrettin de diyor ki güneşte batarken sararır… Teşekkür edip, yine görüşmek üzere müsaade istiyoruz Hüseyin amcadan. Artık iyice yaşlanan vücudunda titreyen bacaklarına aldırmadan kapıya kadar gelip uğurluyor bizi. Geçip gecekonduların arasından süzülüyoruz gecenin karanlığına, dilimize yerleşen Neşet türküleri eşliğinde…o

ekİM-kASIM 2012 | TAVIR | 31


değerlendirme değerlendirme

sırça köşkteki portakal ahmet nehir

Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin 49.’su geçtiğimiz Ekim ayında gerçekleşti. Yarışmanın jürisi yaz aylarında belirlenmişti ve bu seneki tema “Mizah, Muhalefet ve Demokrasi” üzerineydi. Yine onlarca film katıldı yarışmaya ve 12 Ekim gecesi ödüller dağıtıldı. Televizyon ekranlarında birçoğunuz izlediniz töreni. Peki tüm Türkiye çapında tanıtımı yapılan, gündem olan ve sinema dünyasını harekete(!) geçiren bu festivalde ne vardı? Biz filmlerin tamamını izlemedik. Zaten filmlerle ilgili bir değerlendirme de yapmayacağız. Dikkatleri çekmek istediğimiz nokta, festivalin yapılış amacı ve içeriğiyle ilgili. Festivale şöyle bir göz atınca ilk gözümüze çarpan şey final gecesinin

32 | TAVIR | ekİm-kAsIm 2012

magazinselliği oldu. Kırmızı halıdan halkı selamlayan oyuncular, yönetmenler, mankenler; çığlıklar eşliğinde patlayan flaşlar Amerika’da yapılan Oscar törenlerini hatırlattı. Peki sinemayla halk arasına neden bariyer örülür, neden sinema sanatçıları halka kırmızı halı üzerinden selam verirler? Bu sadece basit bir Hollywood özenticiliğinden kaynaklı olmasa gerek. Zira ülkemizde sanatçının halktan kopuk olma hastalığı yeni keşfedilmiş bir şey değildir. Sinema pazarını ellerinde bulunduran tekeller de zaten ulaşılmaz yıldızlar, popüler şöhretler yaratmak için kırmızı halıları ve bu kültürü yaygınlaştırma peşindedir. Bu nedenle yıllardır festivallerde gördüğümüz filmlerin neredeyse tamamı halktan, halkın gündeminden ve temel sorunlarından kopuktur. Bu nedenle Altın Por-

takal Film Festivali de halka bir şey katamaz. Böyle bir niteliği yoktur. Gösterilen filmlerden yapılan ödül törenine kadar her şey halka tepeden, kırmızı halılardan bakmaktadır. Tekrar belirtelim ayrıca film değerlendirmesi yapmıyoruz. Muhakkak, halka karşı sorumluluk hisseden sinemacılar da vardır fakat Altın Portakal Film Festivali bu sorumluluğu ne kadar yerine getirebilen bir kurumdur? Medya soytarılarının jüri başkanlığı yaptığı, sinemaya ve sinemanın sorunlarına karşı en ufak kaygı taşımayan bu festival; heyecanlı genç sinemacılara ne verebilir? Halka ne sunabilir?12 Ekim gecesi izledik. Jüri başkanı Hülya Avşar’dı. Hülya Avşar’ın Türkiye sinemasına ne gibi bir katkısı vardır da onlarca yönetmenin filmlerini hazırlayıp sunduğu bu yarışmada en yetkili söz sahibi olabil-


miştir? Bu festivalin tamamen sinema pazarının popüler nimetlerinden yararlanma çabasıdır. Ömür Gedik'e (Bu arada kimdir bu şahıs, hayatımızdaki, sinema hayatımızdaki yeri nedir de açılış gecesi sahneye çıkartılır?) şarkı söyletmeler, siyasetten konuklar, kırmızı halılar hep bu çabaların sonucudur. Oysa ki filmlerin tercih edilmesinden, sinemacıları yönlendirmesine, sinema üzerinden halkın bilincini aydınlatmaya kadar sorumluluk taşımaktadır festival. Fakat tercihler halkın ihtiyaçları yönünde değil, malum sinema pazarının istekleri doğrultusunda olmaktadır. Böyle olunca bu festivalin muhalefetten ya da demokrasiden bahsetmesi de festivale hiç de hak etmediği bir misyonu yüklemeye çalışmaktan başka bir anlam ifade etmiyor. Halkın en acil sorunlarına değinmeden, suya sabuna dokunmadan elbette demokrat, muhalif olunmaz. Bunun ayrımını ilkokul öğrencileri bile yapar. Peki bu festivalin demokratlığı nerededir? CHP´li belediyenin organizasyonunda gerçekleşmesi midir ona demokrat vasfını kazandıran, yoksa törene Kemal Kılıçdaroğlu'nun katılması mı? Demokratlık da, muhaliflik de sadece kötü bir makyajdan ibarettir. Sinema gerçekleri insanlara ulaştırmada çok etkili bir sanat alanıdır. Birden fazla duyuya hitap etmesi sinemayı öne çıkarır. Bu nedenle yaşadığımız sorunlar, ortak acılarımız, umutlarımız ve geleceğimiz; sinemamızın işleyeceği temel konular olmalıdır. Bir derdi de kültürümüzü, değerlerimizi yaşatmak ve gelecek nesillere ulaştırmak olmalıdır. Sürekli yenilenmeli, kendini aşmalıdır. Kabaca böyle. Fakat Türkiye'de hatta dünyanın bütününde bu pek de müm-

kün değildir. Çünkü sinema pazarını ve salonları ellerinde tutan tekeller böyle düşünmemektedirler. Onlar sadece ve sadece elde edecekleri karı düşünürler. Elbette bu tekeller örneğin işsizliği yada yoksulluğu anlatan filmlerin vizyonda olmasını istemeyeceklerdir. Ya da bu filmlerin yer alacağı festivallerin düzenlenmesini... Bu noktada Altın Portakal, üzerine düşen görevi yerine getirir. Festival bu

noktada halkın değil tekellerin yani burjuvazinin safındadır. Oysa ki festivallerin amacı halkın sanatçılarını desteklemek, önünü açmak olmalıdır. Bu anlamda Sovyetler Birliği deneyimi bize çok zengin örnekler sunmaktadır. Devrimden hemen sonra Sovyetler Birliği'nde sinema adeta atılım yapmıştır. Sosyalizmin yetiştirdiği yönetmenler, sinemacılar dünyaya örnek

olmuştur. Sinema halktan koparılmamış, aksine halklaştırılmıştır. Bunları uzun uzadıya anlatmaya gerek yok. Ülkemiz de sinemanın gelişimi açısından oldukça zengindir. Fakat bu, halkın sinemasını geliştirecek olan halkın iktidarı kurulduğunda olacaktır. Sinemanın temel sorunlarından biri de setlerdeki olumsuz çalışma koşullarıdır. Buna daha önce dergimizde değinmiştik. Set emekcilerinin ne koşullarda çalıştığı, hiçbir güvencelerinin olmaması, yaşanan kazalarda sakatlanıp ölebildikleri bilinmeyen şeyler değildir. Peki Altın Portakal hiç bunları dert eder mi? Bu soruna yönelik bir çalışması var mıdır? Bu soruların cevabını bulmak için çok fazla düşünmeye gerek yok. Sinema bunlar olmadan düşünülemez. İnsanların emeğinin sömürüldüğü yerde, sinema gerçek anlamıyla özgür olamaz. Bu özgürlük ancak ve ancak devrimle kazanılacaktır; o güne kadar da halkın sanatını, halkın sinemasını yapmak için bedel ödemeyi göze almak gerekiyor. Bu sözümüz elbette sinema emekçilerinedir, hak verilmez alınır perspektifi ile hareket etmeyi öğrenmek gerekiyor. Peki Altın Portakal'ı organize edenler sinema emekçilerinin bu durumlarını bilmiyorlar mı? Sigortasız çalıştırılan set emekçilerini görmüyorlar mı? Bunları göremedik bu festivalde. Bu festivalde kırmızı halıda yürüyen starlar vardı. "Magazin dünyasının" simgeleri vardı. Yani bu portakal ne bizim bahçelerde yetiştirdiklerimize benziyor, ne de kış akşamları ailecek yediğimize. Bu portakal tam da burjuva sofralarının "altın" portakalı. o ekİm-kAsIm 2012 | TAVIR | 33


deneme deneme

“huzur sokağı”nda maneviyat tüccarlığı yapmak mahmut kara

Günümüzde burjuvazi kendi düzenini meşrulaştırıp ideolojisini ve kültürünü yaygınlaştıracak çok çeşitli araçlara sahiptir. Bu araçların başında ise televizyon gelmektedir. Televizyon artık hayatın her alanına girmiş durumda. Televizyon alanında ise dizi sektörünün yeri yadsınamaz. Öyle ki halkın hemen her kesimine yönelik dizilerin yapıldığı görülmekte. Bu diziler üzerine sayfalarca değerlendirme yapılabilir. Fakat her bir dizinin halkın değişik kesimlerini hedeflediği görülmeli. Çünkü burjuvazi halkın hayatında hiçbir boşluk bırakmayıp, farklı arayışlardan etkilenmesini istemiyor. Mutlak suretle her yolu ve yöntemi kullanarak kendi ideolojisini ve kültürünü kitlelere benimsetmeyi, böylece kendi saltanatını uzatmayı hedefler.

da yayınlanan ve buram buram idealizm kokan, din tüccarlığı kokan dizilerin AKP iktidarıyla diğer kanallarda da yayılmaya başladığını görüyoruz. Geçtiğimiz ay adeta AKP’nin resmi yayın organı gibi çalışan, onunla kan bağı olan ATV’de “Huzur Sokağı” adıyla başlayan bir dizi, bu içerikte dizilerden biri olarak öne çıkmakta.

Huzur Sokağı’nın vermek istediği mesaj, yaydığı ideoloji günümüz koşullarından asla ayrı düşünülemez. Ve bu anlamda masum bir dizi olarak da görülemez. Özellikle AKP’nin uyguladığı politikalar ve İslamcılık anlayışı dizi aracılığıyla meşrulaştırılmak istenmektedir. Alt tarafı bir dizi denilerek geçiştirilemez, görmezden gelinemez. Sanata ve sanatçılara düşmanlklarının ayyuka çıktığı, sanatın piyasalaştırıldığı bu dönemde AKP kendi saDaha önce özellikle İslamcı kanallar- natını ve kültürünü böylesi dizilerle

34 | TAVIR | ekİm-kAsIm 2012

yaymaya çalışmaktadır. Dizi halkın öfkesini, tepkisini, gördüğü-yaşadığı haksızlıkları, yaşanılan ahlaksızlığı, yozlaşmayı anlatmaya değil; soyut bir huzur tüccarlığına soyunmuştur. Bunun için böylesi dizilerin ideolojik ve kültürel saldırısı gözden uzak tutulmamalıdır. Sipariş işi yapılan bu diziler, geniş halk kesimlerince izlenebilmekte. Huzur Sokağı da bundan farklı değil. Huzur Sokağı, İslamcı edebiyatın öne çıkmış romancılarından Şule Yüksel Şenler’in aynı adlı romanından uyarlanarak dizi haline getirilmiştir. Bu gibi romanların genel özelliği, batılılaşma ve kapitalizm karşıtlığı yaparak “gerçek İslami çözümler” getirdiğini iddia etmesidir. Bir anlamda İslamcı cepheden laiklere karşı ideolojik mücadele sürdürmüş olurlar. Hayatta karşılaşılan sorunlara, çelişkilere İslami çö-


zümler ve bakış açısı getirmeye çalışır. Böylesi romanlar genelde mutlu sonla biter, başka türlüsü düşünülemez bile. Ahlaki düşkünlük içinde olan, mutsuz, çaresiz kişiler gerçek İslam’ı görerek saadete ererler. Bu tür romanlar, Müslüman tipin karşısına; yozlaşmış, ahlaki çöküntü içinde batı kültüründen etkilenerek yaşayan, hiçbir insani değeri kalmayan, manevi değerleri küçümseyip aşağılayan kişiler koyar... Bunlar aynı zamanda maddiyatçıdır. Çatışma bu kişiler üzerinden verilir. Olaylar örgüsü, kişileri huzura erdirmeyle, yani onlara gerçek İslam’ın kabul ettirilmesiyle sonlandırılır. Tüm bunlar yapılırken antikapitalist söylemler de ihmal edilmez. İslam’ın kendine has bir ekonomi-politiği varmış gibi anlatılması, gerçekleri tersyüz etmekten başka bir anlam taşımaz. Çünkü nihayetinde anlatılan yine kapitalizm. İslam’ın önerdiği başka bir sistem yoktur çünkü. Tam da bu nedenle bu defa kapitalizm karşımıza İslami bir söylemle çıkmış olur. Politik olarak bugün bunun adı AKP’dir; dizi olarak ise ideolojik yayıcılarından olan Huzur Sokağı. Bundan dolayı, dizi olarak yayınlanan Huzur Sokağı’nın, günümüz Türkiye’sinde halkın yaşadıklarıyla hiçbir ilgisi yoktur. Hayatın gerçeklerini yansıtmaz. Ki diziyi yapanların da böyle bir amacı yoktur. Dizi, Bilal, Feyza ve Şükran üzerinden yürütülür. Bilal, geceleri para kazanmak için taksi şoförlüğü yapan, namazında niyazında bir üniversite öğrencisidir. Feyza da bambaşka bir dünyada, zengin fakat yalnızlık ve boşluk içerisinde yaşamaya çalışır. Bilal aynı mahallede büyüdüğü çevresinin birbirlerine yakıştırdığı Şükran’a karşı duygusal his kuramaz. İslamcı kesimi artık böylesi bir yaşam tatmin etmemiş olacak ki, farklı arayışlara geçilmektedir. Bunun yolu-

nun da Feyzaları yaşadıkları manevi boşluktan, tatminsizlikten kurtarıp huzura erdirmekten geçtiğini görürler. Dizi kapitalizmi İslamcı motiflerle yeniden allayıp pullayarak seyirciye vermeye çalışmaktadır. Burjuvazinin onlarca yıldır “aynı mahalledeniz” ya da “hepimiz aynı gemideyiz” anlayışını vurgularcasına zengin üniversiteli kız ile yoksul Bilal’i aynı mahallede buluşturur. Yetmez, aynı üniversitede okutur. Bilal aynı zamanda öyle etkili biridir ki, hangi siyasi grup oldukları verilmeyen iki gurubun çatışmasını önleyip dağılmalarını sağlayabilmektedir. Çünkü iki gurupça da sevilip sayılmaktadır. İki gruba bir de nutuk çekip İslamın ne kadar hoşgörülü olduğunun altını çizmiş olur. Camilere, türbelere gidilir. Mevlana’dan aşka dair dizeler okunur. Gerçek İslam’ın nasıl olması gerektiğine dair vaaz niteliğinde diyaloglar yaşanır. Dizi bu minvalde akıp gidecek. Yayınlandığı sürece AKP’nin ideolojik-politik uygulamalarını görmezden gelmeyi ya da meşru görmemizi sağlamaya

çalışacaktır. Diziye destek verenler arasında AKP destekçisi İslamcı sermaye kesimlerinin olması da tesadüf değil. Artık onların da bir modası var. Geçmişte Bihter’in çantası, Hürrem’in takıları varken; şimdilerde Şükran türbanı, elbiseleri, Feyza’nın takıları moda olacak. Zaten dizinin kostümlerini üstlenen Tekbir Giyim, modaya uygun giysilerini piyasaya sürmüş bile. Çünkü bu kapitalizm gerçeğidir. Şirket yöneticilerinin söyledikleri dizinin de amacından ipuçları verir nitelikte: “Kıyafetinden ayakkabısına kadar tüm ihtiyaçlarını bizden temin ettiler. Etek, gömlek, eşarp, ipek şal, lazer şal, bluz, hırka, pantolon, tunik, elbise, çanta... Elbette ki en dikkat çekici unsur eşarplar ve kıyafetler. Eğer set ekibi kabul ederse, yakında alternatif eşarp bağlama modellerini göstermek için dizinin setine gideceğim.” (22 Eylül 2012 Sabah / Cumartesi eki) Huzur Sokağı’nda, 10 yıllık AKP iktidarı boyunca ülke tarihinde hiç olmaekİm-kAsIm 2012 | TAVIR | 35


dığı kadar ahlaki yozlaşma, uyuşturucu kullanımının artması, fuhuşun sokaklara kadar yaygınlık kazanması yok. Madenlerde, tersanelerde yaşanılan iş kazalarına yönelik AKP’nin söylemleri dışında farklı dediği bir şey yok. Böylesine muhafazakar, ahlaki ve manevi değerlerini koruduğunu söyleyen, RTÜK’ü bu amaçla kullanan bir iktidarın döneminde bunların yaşanmasının açıklaması belli. Artık eleştirdikleri zenginlerin yanında yerlerini çoktan almışlar. O çok eleştirdikleri batıcı, ahlak düşkünü, maneviyattan uzaklaşan kesimler gibi yaşamaya başlamışlardır çünkü. Tek farkları vardır, o da yaptıklarına İslami bir kılıf geçirmiş olmalarıdır. Bu kesimleri giydiren ve onlardan biri olan Tekbir’in yöneticileri de bunu söylüyor: “Artık daha cesur giyiniyorlar. Pantolonu herkes giymiyordu, tunikler azdı ve renkler de tekdüzeydi. Şimdi tiril tiril elbiseler, uçuşan elbiseler giyiyorlar. Artık herkes kendi kişiliğine, kimliğine uygun giyinmek istiyor. Bugüne kadar her şeyi kısıtlı görüyorduk, ama artık bir özgüven geldi. Sanki gençler arasında bir yarış var. Üniversite öğrencileri podyumdan fırlamış gibi çok şık ve bakımlı. Hiçbiri birbirine benzemiyor... Kültürel olarak da değişmeye, Avrupai olmaya başladık. Kamusal alanda daha çok bulunuyoruz. Ekonomik gücün artmasıyla beraber muhafazakar kesim de görünür oldu.” (age.) Evet bunları hayatta daha fazla görmekteyiz. Çünkü iktidar onların. Çalıştırdıkları işçileri azgınca sömürüp sokağa atan da onlar. Dün modayı lanetleyip batı icadı diye yerden yere vuranlar, şimdi kendi o muhafazakar anlayışlarına uygun mankenlerle defileler düzenlemekte. Son moda eşarplar, ayakkabılar, gömlekler, pantolonlar giyiyor. Altın yerine gümüş takı takılması artık gerilerde kaldı.

36 | TAVIR | ekİm-kAsIm 2012

Dizide gösterildiği gibi artık ezenle ezilen, patronla işçi aynı sokağı paylaşmıyor. Onlar kendilerine has sitelere taşındı. Kendilerine lüks evler, villalar yaparken yoksulların gecekondusuna bile göz dikmişler. O sokaklardan huzur değil, huzursuzluk, mutsuzluk, çaresizlik yayılıyor. Zenginlerin camisi bile ayrıdır. Gecekondusu yıkılacak olanla yıkacak olan, nasıl aynı camide saf tutabilecek? İşçisini işten atan patronla, o işten atılan işçiler aynı camilerde ibadet edemez olmuştur. Tam da bu nedenle Huzur Sokağı vb. dizilere ihtiyaç duyuyorlar. Yoksa her vesileyle halkın %99’unun Müslüman olduğu söylemi nasıl açıklanacak? Demek ki, onların anladığı Müslümanlıkla halkın anladığı Müslümanlık aynı değil. İstedikleri ve hedefledikleri kendi ahlaksızlıklarını, sömürü ve zulümlerini meşru gören, kapitalizmi kutsayacak bir din anlayışı. Onların İslam’dan anladığı başkasının sırtından para kazanıp lüks içinde yaşamak... Ara sıra iftar çadırları, yardım paketleriyle de vicdan aklayıcılığı yapmak, “huzur” bulmak. Gerçek yaşam hiç de dizilerde anlatıldığı gibi değil. Maneviyata böylesine değer verenler, dünya nimetlerinden yararlanmak için insanı sömürür, onu aç kalacağını bilerek sokağa atar mı? Hakkını aradı diye polise ihbar eder mi? Mal mülk edinmek için her türlü ahlaki değeri ayaklar altına almak nasıl bir maneviyatçılıktır? Artık gerçek yaşamda Bilaller gemicikler alıp TV şirketlerinde yöneticilik yapmakta. Din, maneviyat ve huzur(!) tüccarlığı yapanlar lüks evlerin, türbanın tüccarlığını yapar hale geldi: “İslam’a uygun bir hayat tarzı seçtikten sonra Allah, üzerimdeki nimetlerini çok fazla arttırdı. Ben Allah’a yöneldikten sonra zenginlik, mal, mülk, makam gibi dünya nimetlerini hiçbir şekilde amaç edinmedim ama Allah hem maddi hem de manevi olarak ge-

niş imkanlar verdi.” diyen din tüccarlarını dizide görmek mümkün olmayacak artık. Böyle imkanları olduğu içindir ki, kazandıklarını doya doya harcayacaklardır. Bunun için de yapacaklarına bir meşruluk, İslami bir kılıf bulmak zorundalar. Bugün artık “Müslüman olunduğu takdirde tüm güzelliklerden uzak kalmak, dünya nimetlerinden elini çekmek, münzevi bir hayat yaşamak gerektiğini zannediyordum.” diyen mankenlerin oyuncuların giderek sesleri daha fazla çıkmaktadır. Çünkü istedikleri de budur. Maddi hayattan daha fazla yararlanıp, bunu İslam kisvesiyle meşrulaştırmak... Huzur Sokağı ve benzeri girişimlerin yaptığı maneviyat tüccarlığıdır. Bu şekilde halkın gerçeklerden uzaklaşması sağlanmış olacağı düşünülmekte. Maneviyata yönelerek, mala mülke değer verilmeden huzur bulunacaksa bunu söyleyenlerin, bu şekilde aç gözlüce maddiyata değer vermelerini de açıklamak zorundalar. Maneviyatçılığın piyasası bile oluşmuş durumda. İnsanların nasıl huzurlu yaşayacakları konusunda ahkam kesip vaaz veren düzen politikacılarından köşe yazarlarına, eski mankenlerden oyunculara kadar bir kesimin TV’lerden , gazete sayfalarından huzur ve mutlu olmanın tarifini anlattıkları bir dönemden geçmekteyiz. Kapitalizmin insana, insanlığa bir şey vermediği, veremeyeceği artık görülüyor. Çürüyen, yozlaşıp asalaklaşmış bir düzenin halklara ne maddi ne manevi verebileceği bir şey yoktur. İnsani değerleri yok eden, insanı çaresiz bırakan bir düzendir kapitalizm. İnsanlar umut ve çare aramakta. Alternatiflerini bulamadıkları müddetçe de maneviyat tüccarlığı yapan sahte huzur tacirlerinin propagandalarından etkilenmeleri kaçınılmaz olacaktır. Öyle ki kapitalizmin büyük alışveriş


merkezlerinde bile Mevlana’nın eserleri en çok satan kitaplar arasındadır. Hayatın dışına atılmış, kapitalizmin çarkları arasında giderek yalnızlaşan, çaresizlik girdabında kendisine uzatılan her ele uzanmaktan çekinmeyen milyonlar vardır. Sorunu düzende değil de kişinin kendi içinde gören psikologlar da aynı amaca hizmet ediyor. Ayrıca müritlerini, nurlu ufuklarla huzura erdiren tarikatçıları unutmamak gerek. Patronların bir yanda Mevlana’dan dizeler okurken, diğer taraftan alacağı ihaleleri, sendika istedi diye işten atacağı işçilerin sayısını hesaplamaları, huzurdan, maneviyattan ne anladıklarını gösteriyor. Öyle ki parayı kendine amaç belleyen bir ülkenin başbakanı, mülkiyete düşman Yunus Emre’den dizeler okuyup onun resmini paranın üzerine koyabiliyor.

sına ne zaman dayanacak diye beklemektedir. Çaresizlik insanları bunalıma, intiharlara itmektedir... Bu maneviyat tüccarları, dün eleştirdiklerini bugün kendilerinin yapıyor olmasının sıkıntısını yaşıyor şimdi. Yapmak istedikleri de, kendi yaptıklarının meşru gösterilmesi ve maddi zenginliklerini gizlemekti. Başkalarına çalmayacaksın, haram yemeyeceksin derken işçisini iliklerine kadar sömürmeyi, yoksulların gecekondularına göz dikmeyi, moda defileleri düzenlemeyi, lüks jiplerle villadan villaya gitmelerini nasıl açıklarlar? Huzur Sokağı gibi diziler, romanlar, programlar onların imdadına yetişiyor. Evet, bu ülke haklarının gerçek bir huzura ihtiyacı var. Fakat bu yaşanılan soygunları, sömürü ve zulmü görmezden gelerek sağlanamaz. Huzur, ancak ülkede adaletin hakim kılınmasıyla gelecek-

tir. Sömürü ve zulüm var oldukça bu ülke halkına huzur haramdır. Komşusu açken işsizken, kendisi tok yaşıyorsa o insan nasıl huzur içinde olabilir? Huzur diye ortaya konan kapitalizmin kendisidir. İnsanın manevi olarak huzurlu olabilmesinin yegane yolu, huzurunu bozan, adaletsiz sömürü düzenine karşı mücadele etmektir. Manevi olarak en yoğun duyguları devrimcilerin yaşaması, ahlak ve namus olarak en temiz kalmış yegane kesimin onlar olması tesadüf değildi. Hiç kimse bu düzene karşı mücadele etmeden, onun içinde ona uyum sağlayarak, manevi olarak huzurlu olamaz, namus ve ahlaktan söz edemez. Bizim sokağımıza da huzur gelecektir. Bunun yolu da emperyalizmi ve işbirlikçilerini ülkemizden kovmaktan geçer. o

Hayatın gerçeklerinden uzaklaşarak huzur aramak beyhude bir çaba. Yaşadığı dünyada bunca açlığa, yoksulluğa duyarsız kalarak, böylesi bir tabloyu yaratan düzene karşı çıkmadan huzur bulunamaz. Aksine daha fazla huzursuzluk demektir. Halkların yaşadığı bu adaletsizliği, yoksulluğu sorgulamak, bunlara karşı çıkmak yerine çözüm olarak maneviyata sarılmayı göstermek halkları aldatmaktır. Maneviyat tüccarlığı yapılarak huzur vaad edilmesinin diğer bir nedeni de gerek ülkede, gerekse dünyada hiç olmadığı kadar ahlaki bir yozlaşmanın yaşanıyor olması. Bencillik, bireycilik alabildiğine artmış. Çeteleşme, uyuşturucu, fuhuş artık o sokaklara kadar yaygınlık kazandı. Bu maneviyatçıların hiçbirini bu yozlaşmaya karşı mücadele ederken gören olmamıştır. Halk işsizlikten bıkmış, çocuğunu okutamıyor olmanın sıkıntısını yaşamaktadır. Borçların taksidini ödeyememekte, hacizciler kapı-

ekİm-kAsIm 2012 | TAVIR | 37


deneme deneme

tecrit ve f tipi film üzerine... reis çelik

Tecrit insanın hatta bir canlının karşılaşacağı en ağır cezadır. Çağlar boyunca düşünen insanlar iktidarlar tarafından zindanlarda tutularak karanlık bir tecritle cezalandırılmıştır. İnsanlığın geliştiği aklın daha öne çıktığı ve modernleştiğimizi varsaydığımız dünyada modern temiz ve aydınlık hapishaneler kuruyoruz diye tutsakları f tipi hücrelere kapatmak bin yıl öncelerin karanlık zindanlarından hiç bir farkı yoktur. İnsanın iletişimini kesip beyaza boyanmış hücreye koymanız nasıl yorunlanabilir? Buna modern bir hapishane mi dememiz doğru olur yoksa beyaz zindan dememiz mi? F tipi hapishaneler günümüzün beyaz zindanlarıdır.

içinde hapishanelerinde tuttuğu insanlara neler yaptığı, hangi katliamların ve işkencelerin tezgahlandığı tescillenmiş bir ülkedir. F tiplerine karşı açlık grevlerinin yaşandığı süreçte sanatçı aydınlarla birlikte yürütmeye çalıştığımız mücadele içinde devletin tüm kademelerinin kapılarını çaldık. Neler olabileceğini tek tek önlerine koyduk ama gördükk ki sadece ele güne karşı ayıp olmasın diye bizi boş boş dinliyorlar. Çünkü amaçları belliydi. Dolaylı infaz yöntemini seçmişlerdi. Ve de öyle oldu. Onca genç insan bu insanlık dışı devlet suçunun kurbanı oldu. Kül oldu, kurşunlandı. Bu katliamlardan ve işkencelerden kurtulanlar ise, sakat bırakılmalarına rağmen inatla birbirlerine tutunarak varlıklarını göstermektedirler. Açlık grevi sonucu sakat kalıp birilerine tutunarak yürüyen ayakta kalanlar bu ülkenin ayıbı olarak, bizlerin de onuru olarak varlar ve var olmaya devam edeceklerdir.

Özellikle düşüncelerinden dolayı tutsak düşmüşler için geliştirilen F tipleri binlerce yıllık zindan geleneğinin günümüzdeki yorumudur. Aslında daha ağırıdır. Çünkü beyaza boyanmış hücrelerde insanların başkalarıyla iletişimin, keserek tutmanın tıpta karşılığı çok açıktır. Aklı yargılamaya kalkan mahkemeler, kendilerinde bu meziyeti bulamaTürkiye'deki devlet geleneği ve siya- yınca hiçbir tutarlılığı olmayan bahasi iktidarların, oldukça yakın tarihi nelerle insanları F tiplerine sokarak

38 | TAVIR | ekİm-kAsIm 2012

onların akıllarından kurtulma yolunu seçmişlerdir. F tipleri akıldan kurtulma sistemleridir. O beyaz zıindanlarda insanları çıldırtarak yeneceğini sanan sistemin ürünüdür. Ben bir insan olarak aklıyla var olmaya çalışan biri olarak buna suskun kalamazdım. Ölüm oruçları sürecinde olduğu gibi bu süreçte de bir sinemacı olarak karşı duruşumu sergileyebilmek için Tecrit ve F tipi gerçekleri anlatacak olan film projesinde yer aldım, 10 filmden birini yazıp çektim. İnsanın doğasına ters olan tecrit ve yalnızlaştırma cezasının nasıl bir insanlık suçu olabileceğinin vurgusunu yapmaya çalıştım. Yanlız insanın nelere muhtaç olabileceği ve hatta hayatı boyunca tiksindiği bir böceğin bile canlı olarak yanında olmasına nasıl ihtiyaç duyabileceğini anlatmaya çalıştım. Yıllarını karşı durma bayrağını indirmeden geçirmiş olan Grup Yorum'un başlatmış olduğu bu proje, umarım F tiplerini ve Tecriti yeniden gündeme getirir. Bu insanlık suçundan geri adım atılmasına katkıda bulunur.o


39-41 film rop_sablon 11/7/12 3:56 PM Page 39

röportaj

röportaj

“f tipi film“ üzerine tavır

F Tipi hapishaneler ve tecrite karşı yürütülen ve yedi yıl süren büyük ölüm orucu direnişi, Türkiye devrim mücadelesinde ayrı bir yere sahip. Devletin devrimci tutsakları teslim alma aracı olarak ortaya çıkan tecrit politikası ve tecrite karşı 122 şehit pahasına verilen direniş, sanat alanında da çeşitli ürünlerle anlatılmaya devam ediyor. Bu projelerden biri de ismi “f tipi film” olan bir film projesi. Yapımcılığını İdil Kültür Merkezi bünyesinde faaliyet yürüten İdil Yapım'ın üstlendiği filmin Proje Tasarımını ise Grup Yorum yapıyor. Artık vizyona çıkması için son hazırlıkların yapıldığı “f tipi film” üzerine Grup Yorum'la konuştuk... 1) F Tipi Film projesi neden ve nasıl ortaya çıktı? Neden F Tipi Film? F Tipi hapishaneler, 19 Aralık 2000’de

ekİm-kASIm 2012 | TAVIR | 39


39-41 film rop_sablon 11/7/12 3:56 PM Page 40

mir, Mehmet İlker Altınay, Reis Çelik, Hüseyin Karabey, Aydın Bulut ve biz (FOSEM) filmlerin yönetmenliğini yapıyoruz. Filmlerde Fırat Tanış, Erkan Can, Civan Canova, Tansu Biçer, Serkan Keskin, Gizem Soysaldı gibi birçok oyuncu rol aldı. Genel olarak F Tipi hapishaneleri biliyorlar ama esas olarak bu projenin hazırlık ve çekim süreçlerinde çok daha ayrıntılı vakıf oldular.

tüm hapishanelere yapılan büyük katliam operasyonunun ardından açılmıştı. Bu hapishanelerle bir şey amaçlanıyordu: Ya düşünce değişikliği ya ölüm... Emperyalizm; teslim almak ve istediği politikaların önünde engel olmaktan çıkartmak istediği güçleri önce tecrit edip yalnızlaştırıyor, sonra terörizm demagojilerini de kullanarak imhaya yöneliyor. Bu politikanın temelinde, fiziki imhadan çok beyinlerin imha edilmesi, beyinlerin teslim alınması ön plandadır. Fiziki imha buna hizmet eden bir araçtır. Direnişi seçenler yenilseler de yok olmazlar. Yeniden ayağa kalkarlar. Bu nedenle düşüncelerin teslim alınması egemen sınıflar açısından belirleyicidir. İşte F Tipi hapishaneler buna hizmet edecekti. Emperyalizmin NATO vb. zirve toplantılarında ele aldıkları en önemli konu ve karardır F Tipleri. Ayrıca tecrit, hapishanelerle sinirli ol-

40 | TAVIR | ekİm-kASIm 2012

mayıp çok daha geniş bir saldırıdır. Tecrit ile amaç Marksizm Leninizm’de ısrar edenlerin fiziki, ideolojik ve örgütsel olarak yok edilmesidir. İşte böyle önemli bir alan F Tipi hapishaneler. Tecrit ve buna bağlı tretman politikası ilk günden beri sürdürülüyor… Bu politikayı ve direnişi bugüne kadar sayısız yöntemle dile getirdik. Çekeceğimiz filmle bu büyük mücadele alanını resmetmek, orada yaşanan işkence ve direnişi Türkiye ve dünya halklarına başka bir araçla, sinema filmi ile de göstermek istedik.

2) Projeye hangi yönetmenler, oyuncular katıldı, film hakkında ve F Tipi hapishaneler hakkında ne düşünüyorlar? Projede birçok yönetmen yer aldı. Ama süreç içinde değişen isimlerde oldu. 9 yönetmenli bir projeye dönüştü sonunda. Projedeki tüm yönetmenler filmlerini çektiler ve montaj çalışmaları da büyük oranda tamamlandı. Ezel Akay, Sırrı Süreyya Önder, Barış Pirhasan, Vedat Özde-

3) Proje nasıl gelişti, ne tür özelliklere sahip, özgün yanları var mı? Örneğin F Tiplerinde kalan tutsakların filme katkısı oldu mu? Projeyi oluştururken, dekorumuzu oluştururken, senaryoları oluştururken başvurduğumuz kaynaklar tutsaklar oldu. Gerçeği en yalın hali ile onlardan öğrenebilirdik. Mimari özellikleri nelerdir, uygulamalar nelerdir, yaşanmış somut hikayeler nelerdir gibi birçok noktada onlardan aldığımız somut bilgiler sayesinde yol aldık. FOSEM (İdil Kültür Merkezi bünyesinde faaliyet yürüten açılımı Fotoğraf ve Sinema Emekçileri olan birim)’in senaryosunun oluşturulması sırasında da çok ciddi çalışmaları oldu, senaryomuz esas olarak orada üretildi. Yani filmimize konu olan mücadele ve direnişleri yaratmış olmalarının yanı sıra, hazırlık aşamasında da yanı başımızda olarak bu filmi üretmemizde en büyük kaynağımız ve destekçimiz oldular. 4) Yapımcılığını kim yapıyor ve finansını kim sağlıyor? Yapımcılığını İdil Yapım, yapım koordinasyonunu Grup Yorum yapıyor. Tüm filmlerin tüm teknik malzemelerini ve ekiplerini biz sağlıyoruz. Bunu da büyük oranda filmimizi destekleyen teknik şirketlerle birlikte yapıyoruz. Halkımızın büyük desteğini alıyoruz. Birçok dostumuz projemizi destekliyor. Bizimle aynı heyecanı duyuyor, çekimlerimizin başarıya ulaşması için elinden gele-


39-41 film rop_sablon 11/7/12 3:56 PM Page 41

ni yapıyor. Çok büyük paralara mal olması gereken çekimleri bu destekler sayesinde çok daha uygun koşullarda yapabildik. Teknik ekiplerin yanı sıra, sinema-TV öğrencilerinden oluşturduğumuz reji grubu da büyük özverilerle film setimizde çalıştı ve çalışmaya devam ediyor. Onların her biri, yakın geleceğimizin devrimci–militan sinemasının yönetmen, senarist, sanat yönetmeni, görüntü yönetmeni adayları… 5) F Tipi Film’in türüne ne diyorsunuz, politik film kategorisinde mi değerlendiriyorsunuz? Öyle ise son dönem çekilen ve politik film olarak adlandırılan filmlerden farkı nedir? Aslında tüm filmler politiktir. Bizim filmimiz de öyle. Siyasi bir amacımız var bizim. Güncel bir politik gelişmeye, iktidarın devrimci tutsaklara ve en genelde halka yönelik saldırısına karşı direniş cephesinde yer alıyor bizim filmimiz. Yani nesnel olanı aktarıp ne yapılacağını izleyiciye bırakmayan, ne yapılması gerektiğini de gösteren, tecrite karşı direnişe çağıran bir yanı var. Son dönemde politik film olarak vizyona sokulan filmlerde böylesi bir sosyalist gerçekçi özellik yok. Hatta nesnelliği bile aktarma yok. Otosansür var, politik gerçekleri ters yüz etme var, çarpıtma var, sulandırma var, demokrasi mücadelesini küçümseme, yok sayma ve nihayetinde devrime ve devrimcilere saldırı var. İyi niyetli çabalar da yok değil istisnai de olsa ama bunlar da ne yazık ki bir elin parmaklarını geçmeyecek nicelikte. Bizim hedefimiz Yılmaz Güney’in açtığı politik sinema yolunda, sosyalist gerçekçi sanat yolunda yürümek. Bu film de bu yolda atılmış mütevazı bir adım bizim için.

Filmle yaşanan tecriti ve zulmü ama bunu karşısında yılmayan, gerilemeyen ve sonsuz yaratıcılıkla tüm bu uygulamaları alt edebilen devrimci iradeyi milyonlara anlatabilmeyi hedefliyoruz. Devrimcilerle iktidar arasındaki, düzenle devrim arasındaki, sosyalizmle kapitalizm arasındaki mücadelenin en keskin yürütüldüğü yerlerden biri olan F Tipi hapishaneleri duymayan bilmeyen kalmasın istiyoruz. Tecrite karşı ortak bir sanat silahı üretiyoruz. Bu silahımızla tecriti sarsmak ve yıkmak istiyoruz. 7) Film ne zaman vizyona girecek, buna dair bir program var mı? Dağıtımını nasıl yapacaksınız ve kaç sinemada gösterilecek? 19 Aralık’ta galasını yapacağız. Galanın hazırlıklarına yavaş yavaş başlıyoruz. Çok görkemli bir gala yapmak istiyoruz. Ardından 21 Aralık’ta tüm Türkiye’de sinema salonlarında yaygın olarak gösterime girmesini planlıyoruz. Avrupa’da bir hafta sonra yani 28 Aralık’ta yine yaygın olarak vizyona giriyoruz. Avrupa’nın birçok ülkesi ve şehrinde de galalar yapacağız.

8) Bu filmi festivallere gönderecek misiniz? Gönderecekseniz, filmi yarışmalara sokarak neyi amaçlıyorsunuz? Alacağı olası ödüllerin filme katkısı ne olacak? Ödüllere nasıl bakıyorsunuz? Bizim amacımız, filmimizi olabildiğince yaygın olarak gösterebilmek. En geniş kesimlere gidebilmek. Eğer festivaller de buna hizmet edecekse ki edeceğini düşünüyoruz, oralara da katılacağız. Gerek ülkemizde, gerek dünyanın dört bir yanında… Avrupa’da, Asya’da, Latin Amerika’da… her yerde festivallere katılacağız. Ülkemiz hapishanelerinde devrimci tutsaklara reva görülen yaşamı, tecriti, işkenceleri tüm dünya halklarına göstereceğiz… Ödüller alması da elbette olasılık dahilinde ama bizim amacımız ilk planda ödül almak değil. Ödüllere bakış açımız da bellidir, devrimci sanatın ödülü halk nezdinde kabul görmektir, halk tarafından beğenilmek ve benimsenmektir. Filmimizin ödülü esas olarak tecrite karşı mücadeleye katkı sağlamasıdır, tecritin ortadan kalkmasında küçücük de olsa payı olmasıdır bizim için. o

6) Filmle neyi amaçlıyorsunuz? Amacınıza ulaşacağınıza inanıyor musunuz?

ekIm-kASIm 2012 | TAVIR | 41


makale makale

kocaman yürekli adam gülnaz bıçakçı

Feda eylemi silahlı mücadele yürüten örgütlerin kullandığı bir yöntem. Tüm Orta Doğu halkları bu eylemi benimsiyor. Geçtigimiz yıllarda, Filistinli bir ana canlı bomba eylemi yapmıştı. Hepimiz hayranlıkla karşılamıştık. Feda eyleminin yaşı, cinsi yoktu ama İbrahim’inki gibi kocaman bir yürek gerektiriyordu. Bağlılık İbrahim sade ve alçakgönüllü bir çocuktu. ve kavganın haklılığına olan inanç gereCesurdu ve gözüpekti. Onda bir huzursuz- kiyordu. luk vardı. Bu belki de, atılım dönemini yaşayan bazı arkadaşlarda görülen huzursuz- Bir de, Sevgili İbrahim aşırı “Çorum Milliluktu. İbrahim hep feda eylemlerini düşü- yetçisi”ydi. Hemen hemen her sohbette nürdü. Bir kez TAYAD’da Ankara’ya gittiği- Çorumlu arkadaşların isimlerini gururla mizde neler yapabiliriz diye tartışırken İb- sayardı. Şakayla kendilerinin ÇHKO (Çorahim birden Adalet Bakanlığına bir feda rum Halk Kurtuluş Ordusu)’lu olduklarıeylemi yapmayı ve bunun içinde kendisi- nı söylerdi. ni önerdiğini söylemişti. Tutsaklara da çok bağlıydı. Bir kere Ali Osİbrahim ortalardan kaybolduğu zaman hiç man KÖSE’nin duruşmasına gitmiştik. bir zaman aklıma kötü şeyler gelmedi. Tam Dinleyici olarak yalnız o ve ben vardık. İbtersine bir gün böyle bir eylemle karşımı- rahim çok mutlu olmuştu. Tutsaklara bir şeyler alırken çok mutlu olurdu. za çıkacağını hissettim.

erkek arkadaşların hepsi tutuklandı. Yanılmıyorsam 6 ay kadar hapiste kaldılar. İbrahim çıktıktan sonra, tutsaklara kemer almaya gitmiştik. “Abla bana da kolay açılan bir kemer alalım” dedi. İbrahim göz altına alındığı zaman polis kemerini açamamıyormuş ve İbrahim’den açmasını istiyormuş, İbrahim de açmayı kabul etmeyince polis uğraşıp bir türlü açamayınca İbrahim’i kemerinden tutup yukarı kaldırıp indiriyormuş. Polis uzun süre uğraştıktan sonra kemeri açabilmiş ama sevgili İbrahim’i de çok hırpalamış.

Ibrahim’de, feda ruhu vardı çünkü davasına bağlıydı. Kavgasını seviyordu. İnançlı, ısrarcı ve inatçıydı. Düşmana karşı kin doluydu.

İbrahim çocukları da çok severdi. Kendisi de çocuk gibi saf ve temizdi. Sevgili İbrahim’in anısı önünde sevgiyle ve saygıyla eğiliyorum. o

İbrahim’i dün gece rüyamda gördüm. Gülüyordu. Çok mutluydu çünkü muradına ermişti. Çok önemli bir eylem gerçekleştirmişti. Eylemi çok başarılıydı. Sonuçları iyi oldu. Ve de en önemlisi düşman cenazesini ele geçiremedi ve biz onu, ona yakışan devrimci bir törenle yıdızlara uğurladık.

42 | TAVIR | ekİm-kAsIm 2012

“Seçim Çare Değil” yürüyüşünün son durağı olan Ankara’da göz altına alınmıştık. Nedense feminist bir savcıyla karşılaştık ve tüm bayanlar serbest bırakıldı ama

İbrahim’le Gazi ve Alibeyköy mahallelerinde TAYAD BÜLTEN satmıştık. İbrahim hiç acıkmazdı. Disiplinliydi. İş bitmeden yemek yemeyi düşünmezdi. Ayrıca, İbrahim her halde yalnızca sigara ve neskafeyle yaşayabilirdi. Çok severdi ikisini de ama sigarayı bırakma kampanyasında çok sevdiği halde bırakmasını bilmişti.


43-47 devrimin tiyatroları_sablon 11/7/12 4:02 PM Page 43

araştırma

araştırma

devrimin tiyatroları eren buğlalılar

Dünyadaki devrimci tiyatro deneyimlerini aktarmaya çalıştığım ilk iki yazımda Sovyetler Birliği ve Almanya’ya odaklanmış, bu ülkelerin Birinci ve İkinci Paylaşım Savaşı arasında, hatta savaştan sonra bir süre daha dünyadaki devrimci tiyatronun öncülüğünü yapmaya başladığını belirtmiştim. Bu durum 1950’lerin ortalarından itibaren değişmeye başladı ve 1959 Küba Devrimi’nin ardından dünyadaki devrimci mücadelenin ekseni yeni-sömürge ülkelere doğru kaymaya başladı. Bu dönem sınıf mücadelesini yürütmenin biçimlerinin de değiştiği bir dönem oldu. Mahir Çayan’ın deyişiyle evrim ve devrim süreçleri iç içe geçmişti artık. Silahlı mücadele yalnızca devrim anında devreye soku-

lacak bir araç değil, bütün mücadele sürecini belirleyen, diğer bütün demokratik, kültürel, ekonomik ve politik mücadelenin tabi olduğu bir strateji biçimini almıştı. Çin Devrimi Mao’nun geliştirdiği “halk savaşı” stratejisiyle gerçekleşmişti. Bütün bu değişimler, doğal olarak devrimci kültür alanında da bir değişimi getirdi. 1960’lar boyunca dünyadaki devrimci tiyatrolar da farklı biçimler almaya başladı. Buna devrimci tiyatronun ikinci dalgası da diyebiliriz. Bu ikinci dalga politik sanatın geliştirildiği ülkeler de, silahlı mücadelenin yükseldiği Güney Amerika ve Güneydoğu Asya ülkeleri oldu. Güney Amerika’daki devrimci tiyatroyu dönüştüren iki figürün ikisi de

Brezilya’da doğdu: Paulo Freire ve Augusto Boal. Yöntemlerinin temelini ise önce Brezilya’da, daha sonra da Güney Amerika’nın çeşitli yerlerinde çalışarak geliştirdiler. Onların yaşadığı dönemde ulusal kurtuluş mücadeleleri, sınıf mücadelesiyle iç içe geçiyor; öte yandan bu mücadele kendi düşünürlerini, aydınlarını yaratıyordu: Frantz Fanon, Che Guevara, Paulo Freire, Amilcar Cabral, Kwame Nkrumah. Çoğunun vurguladığı nokta ise aynıydı: Yeni-sömürgecilik. Sömürgeciliğin iktisadi sonuçları. Sömürgeciliğin psikolojik etkileri, kitleleri edilgenleştirmesi, kendi kültürüne yabancılaştırması. Ve buna karşılık zihni ve bedeni sömürgeleştirilmiş, beyaz maskeler ardına saklanan siyah yüzlerin nasıl ekİM-kASIM 2012 | TAVIR | 43


43-47 devrimin tiyatroları_sablon 11/7/12 4:02 PM Page 44

özgürleştirileceği, onların temel konuları olmuştu. Brezilya da bu sömürgelerden biriydi. ABD’nin 2. Paylaşım Savaşı’nın ardından izlemeye başladığı yenisömürgecilik politikası Brezilya’ya 1955-1961 yılları arasında bağımlı bir kalkınma politikası olarak yansıdı ve çarpık kapitalizm ülkede böylece gelişti. Willys Overland, Ford, Volkswagen ve General Motors gibi emperyalist şirketler Brezilya’daki fabrikaları aracılığıyla ülkedeki otomobil üretiminin %78’ine hakim hale geldiler; bu oran 1968’e geldiğinde üç şirketin üretimin %90’ına hakim olmasına dönüştü (Fausto, 1999, s. 256). Ülke sanayileşir ve kentleşirken, küçük köylü mağdur oldu. Giderek topraksızlaşıyorlardı. Topraklarına el konulmasını engellemek, angaryaya karşı çıkmak ve kır emekçilerinin çalışma saatlerinin azaltılması gibi ta44 | TAVIR | ekİM-kASIM 2012

leplerle 1955 yılında örgütlenmeye başladılar ve ilk köylü birliklerini kurdular. Bu birliklerin gelişimiyle 1963 yılında kır emekçilerinin resmi statüsü tanındı ve çalışma saatleri, asgari ücret, tatil günleri ve ücretli izinler gibi haklar güvence altına alındı (Fausto, 1999; s. 265-266). Sanayileşme kentli işçi sınıfı nüfusunu da arttırdı ve halk sınıflarının politikleşmesi işçiler üzerinde de etkili oldu. İşçilerin en güçlü silahı olan grev, 1958 yılında 31 kere kullanılırken; bu sayı 1963 yılında grev 172 oldu. Dahası grevler salt ekonomik eylemler olmaktan çıkıp, siyasi talepler de yöneltmeye başladılar. Aynı dönem artan öğrenci nüfusunun da politikleştiği ve örgütlendiği bir dönem oldu. Öğrenciler 1959 yılında Ulusal Öğrenci Birliği’ni kurdular ve bütün sol güçler burada bir araya geldi. Küba Devrimi’ni izleyen yıllar boyunca, üniversite öğrencilerinin örgüt-

lenmelerinin neredeyse tamamı sol ideolojilerin etkisi altındaydı ve Brezilya Komünist Partisi gibi örgütlerle ilişki içerisindeydiler ( Therry, 1965). Bu dönüşümden Katolik kilisesi de etkilendi. Başlangıçta çok sert bir antikomünist tavra sahip olan kilise, Küba Devrimi’nin, gençlik hareketinin ve işçi-köylü örgütlenmelerinin etkisiyle kendi içinde bölünmeler yaşadı ve Katolik Üniversite Gençliği adında bir birlik kuran genç dindarlar sosyalist harekete yakınlaşmaya başladılar. Bu hareket daha sonra giderek Kilise’den bağımsızlaşacak Halkçı Eylem (Ação Popular) adlı bir siyasi örgütlenme yarattı (Lowy, 1996, s. 42). Boal’i etkileyen Paulo Freire de bu din insanlarından biriydi. Yükselen bu halk hareketi karşısında Brezilya oligarşisinin ABD emperyalizmiyle birlikte aldığı önlem, 1964 yılında bir askeri darbe yapmak oldu.


43-47 devrimin tiyatroları_sablon 11/7/12 4:02 PM Page 45

Darbe halk örgütlenmelerini dağıtmayı hedefliyordu ve ilk yaptığı işlerden birisi, sendikacıları ve işçi önderlerini tutuklamak oldu. Ulusal Öğrenci Birliği’nin merkezi işgal edildi ve kundaklandı; köylü ve kır emekçilerinin örgütlenmeleri dağıtıldı; devlet bürokrasisi ve ordu içerisindeki sol unsurlar tasfiye edildi (Munck, 1984; s. 156, 161; Fausto, 1999; s.274, 281282). 1964 sonrasında Brezilya’daki halk mücadelesi yeni bir dönemece girdi. Demokratik yasal alanların giderek daralması halk muhalefetini illegaliteye ve silahlı mücadeleye itti. 1966 itibariyle kilisenin ilerici çevreleri darbeye karşı sesini yükseltmeye başladı, öğrenciler Ulusal Öğrenci Birliği etrafında tekrar toparlandılar. 1967 yılında Havana’da yapılan OLAS Konferansı’nın ardından Brezilya Komünist Partisi içerisinde bölünmeler gerçekleşti ve stratejik olarak silahlı mücadeleyi benimseyen gruplar ortaya çıktı. 1968 yılının Mart ayında askeri polisin bir öğrenciyi öldürmesiyle gerilim tırmandı. Aynı ay Sao Paulo’daki ABD Konsolosunun ofisi bombalandı. 1969 yılında devrimciler Rio de Janeiro’daki ABD Büyükelçisini kaçırdı ve bunun karşılığında 15 siyasi tutsak Meksika’ya gönderildi (Quartim, 1971; s. 143-147; Fausto, 1999; s. 287-292). Brezilyalı tiyatrocu Augusto Boal işte bu ortamda tiyatro yapan bir sanatçı olacaktı. Sanatçı 1950’lerin ortasında ABD’de öğrenim gördüğü tiyatro okulundan ülkesine döndüğünde henüz diyalektik materyalizmle tanışmamış, Alman sosyalist tiyatrocu Brecht’le pek ilgilenmemişti. Eğitimini ABD’de aldığı için, o ülkedeki deneysel tiyatro biçimlerinden ve sokak oyunlarından etkilenmişti. Ancak Brezilya’ya döndüğü yıllarda halk hareketi henüz yükselişte olmadığı için, bir küçük-burjuva aydın olarak

Brezilya halkıyla daha sıkı bağlar kurmak gibi bir isteği de olmamıştı Boal’in. Ne zaman ki, Küba devriminden kısa bir süre önce, Brezilya’da grevler patlak vermeye ve diğer halk sınıfları hareketlenmeye başladı, Boal’in çalıştığı Arena Tiyatrosu da o zaman halkla daha sıkı bağlar kurmayı hedefler oldu. Arena Tiyatrosu halk örgütlenmelerinin yükselişiyle birlikte yabancı oyun yazarlarının gerçekçi oyunlarını sahnelemenin yanında, Brezilya halkının sorunlarını sahneye taşımak için bir oyun yazarlığı atölyesi kurdu. Boal’in değişimi 1959 yılındaki Küba devrimiyle ve Brezilya toplumundaki huzursuzlukların artmasıyla hızlandı. Brezilya Komünist Partisi aydınlar arasında giderek popülerleşiyor, sanatçıların sanatlarına yönelik sorgulamaları artıyordu: “Tartışmalarımız estetik değil, daha ziyade politik tartışmalara dönüşmeye başladı. Üzerinde en çok durulan konu şuydu: Tiyatromuz kime seslenmeliydi? … İşçi sınıfından olan karakterleri temsil edip, onları orta sınıfın ve zenginlerin masasına akşam yemeği mezesi olarak sunmanın manası neydi? Seyircilerimizin halktan olmasını arzuluyorduk… Bu gizemli ve çok sevilen ‘halkın’ hizmetinde olmak istiyorduk… ama biz halk değildik. (Boal, 2001; s. 175)” Böyle ifade ediyordu durumu sanatçı. Sanatçıların gündeminde artık yeni bir konu vardı. Halk olmak... 1960’lar boyunca halk olmak Augusto Boal’in en önemli kaygısı haline geldi. İlk devrimci oyunlarını 1960’ların ilk yıllarında sahnelemeye başladı. Halkla kurduğu bağlarını güçlendirmek için Brezilya’nın köylerini dolaşmaya başladı. Zaten o dönem bütün solcu entelektüeller halk olmak istiyorlardı. Örneğin bir rahip olan eğitmen Paulo Freire de, Bre-

zilya köylüleriyle ilk çalışmalarını gerçekleştirmeye başlamıştı. Freire yukarıda bahsettiğim ve solcu rahipler tarafından kurulan Halkçı Eylem örgütün bir üyesiydi. Boal rahip Freire ve onun eğitim yöntemiyle tanışmış ve çok etkilenmişti. 1964 yılında darbe olup, faşizm baskı ve sansür uygulamalarını sıkılaştırmaya başlayınca ülkede politik tiyatro yapmanın koşulları giderek ağırlaşmıştı. Darbe olduğu yıl cuntacılar Freire’yi tutukladılar. Boal ise birkaç sene daha ülkede kalmaya devam etti. Ancak 1971 yılında sokakta yürürken polis tarafından kaçırıldı ve işkenceli bir sorguya alındı. Brezilya hükümetine yönelik uluslararası baskının ardından serbest bırakılan Boal, daha sonra Arjantin’e kaçarak orada 5 yıl yaşadı. Boal’in tiyatrosunu dönüştüren şey ise, 1973 yılında Peru’nun solcu hükümetinin bir okuma yazma kampanyası başlatması oldu. 14 milyon nüfuslu ülkede 3-4 milyon civarında okuma-yazma bilmeyen, ya da çok az bilen insan vardı. Ve yapılan bir araştırma ülkede 45 ayrı dilin konuşulduğunu, bu 45 dil arasından 2 dilin de 41 ayrı diyalekte sahip olduğunu ortaya koyuyordu. Eğitmen ve din adamı Paulo Freire işte burada işe dahil oldu. Eğitim bilimci Paulo Freire, daha önce Brezilya’da yaptığı çalışmalarla okuma yazma bilmeyen 300 kişilik bir topluluğa yalnızca 45 günde okuma yazma öğretmeyi başarmıştı. Şimdi de Peru’da ALFİN projesi içerisinde halka dil öğretecekti. Freireci eğitim yaklaşımının üç noktası, Boal’in tiyatrosu için önemlidir: 1) Eğitim sömürgeci kültürün uzantısı olmaktan çıkarılıp, bütün iletişim araçlarından yoksun bırakılan halklar için bir özgürleşme aracı haline getirilmelidir.

ekİM-kASIM 2012 | TAVIR | 45


43-47 devrimin tiyatroları_sablon 11/7/12 4:02 PM Page 46

Boal buradan şu sonucu çıkarıyordu: Tiyatrocu insanlara yoksulluğu, sömürüyü ve emperyalizmi anlatmak için çok uygun olduğunu düşündüğü bazı semboller ya da olay örgüleri keşfedebilir ancak bunların halkta hiçbir karşılığı olmayabilir. Halk zengin deneyimiyle bambaşka ve daha etkili semboller geliştirmiş olabilir; sanatçı onlara karışıp bu sembolleri öğrenmediği, olay örgülerini halkın yaşadıklarından çıkarak geliştirmediği sürece, sanatın halklaştırılması, halk için yapılması mümkün olmaz.

2) Sömürgeci eğitim, insanlarda bir sessizlik, edilgenlik kültürü yaratmıştır ve buna karşı insanlara eylemlilikleri tekrar geri kazandırılmalıdır. 3) Eğitimi mevcut düzenin “boş kafaları doldurma”, “öğretmen anlatır ve öğretir; öğrenci dinler ve öğrenir” anlayışından kurtarmak ve ona herkesin aynı anda öğrenci ve öğretmen olduğu bir karakter vermek gerekir. Bunu Freire’nin pratiğine uygulayacak olursak da şu olguyla karşılaşırız: Devrimci bir eğitmen, dil öğretmek istediği kişilere sömürgecilerin yaptığı gibi tepeden inme bir şekilde, onların gündelik yaşam deneyimlerini göz ardı ederek yaklaşamaz. Devrimci eğitim insanların günlük yaşamda en çok girdikleri ilişkilerden, yaşadıkları yerlerden, maruz kaldıkları zorluklardan soyutlanarak ve tepeden inerek değil, bunların tam içerisinden çıkarılmalıdır. Devrimci ideoloji halka tepeden dayatılmamalı, onun kültürünün olumluluklarından 46 | TAVIR | ekİM-kASIM 2012

yola çıkarak inşa edilmelidir. Örneğin ALFİN kapsamında bir mahallede halka fotoğraf makinesi dağıtılarak, onlardan sömürünün fotoğrafını çekmeleri istenmişti. Bir çocuk, duvardaki bir çivinin fotoğrafını çekmiş, “işte benim için sömürü bu” diyerek öğretmenine vermişti. Öğretmen ve diğer yetişkinler bunun ne olduğuna başlangıçta anlam veremediler. Fakat mahalledeki çocuklar bunun ne demek olduğunu anlamışlardı. Tartışmalar sonunda ortaya çıktı ki, mahallenin çocukları okul dışındaki zamanlarında ayakkabı boyuyorlardı. Yalnız evleriyle okulları arasındaki mesafe çok uzak olduğu için, sabah evden çıkmadan boya sandıklarını yanlarına alıyor, okula böyle giremeyecekleri için sandıkları şehir içindeki esnaflara bırakıyorlardı. Her esnafın duvarında bu sandıkların asılabileceği çiviler vardı ve esnaf bu çivileri saat karşılığı çocuklara kiralıyordu. İşte sömürü o ayakkabı boyacısı çocuklar için o esnafın duvarındaki çiviydi.

Boal de tiyatro anlayışını bu doğrultuda ve önceki tiyatro biçimleriyle tartışarak şekillendirecekti. Şöyle diyordu Boal, “Ezilenlerin poetikasını anlamak için onun asıl amacı akılda tutulmalıdır: İnsanları –yani seyirciyi’, tiyatro fenomeninin pasif varlıklarını- özne, oyuncu, dramatik eylemin dönüştürücüleri haline getirmek. Umuyorum ki farklılıklar nettir. Aristoteles seyircinin iktidarı dramatik karaktere devrettiği ve böylece dramatik karakterin seyirci yerine eyleyip düşünebildiği bir poetika önerdi. Brecht’in poetikası seyircinin iktidarı kendi yerine eyleyen karaktere devretmesi ama düşünme hakkını kendine saklaması, bunu da çoğunlukla karakterle ters düşerek yapmasını önerir. Ama ezilenlerin poetikası eyleme odaklanır: İzleyici kendi yerine eylesin ya da düşünsün diye karaktere ya da oyuncuya hiçbir iktidar devretmez; tam tersine kendisi baş oyuncu olur, dramatik eylemi dönüştürür, sonuçlar dener, değişm planlarını tartışır –kısacası kendisini gerçek eylem için eğitir. Bu durumda belki tiyatro kendinde devrimci değildir ama devrim için bir provadır. Özgür seyirci, tüm bir insan olarak eyleme başlar. Eylemin kurgusal olması bir şeyi değiştirmez; önemli olan bunun bir eylem olmasıdır! (Boal, 2008, p. 97-98)


43-47 devrimin tiyatroları_sablon 11/7/12 4:02 PM Page 47

Bir başka yerde de şöyle diyecekti, İnanıyorum ki bütün gerçek devrimci tiyatro grupları tiyatronun üretim araçlarını halka devretmelidir, ki halk da bunları kullanabilsin. Tiyatro bir silahtır ve bu silahı kullanması gereken halktır (Boal, 2008, s. 99). Bu düşüncelerle birlikte Augusto Boal ünlü “Forum Tiyatrosu” tekniğini geliştirdi. Forum tiyatrosu oyuncuların aksiyonu bir yere kadar getirdikleri, tam kilit noktada oynamayı bırakarak seyirciye “Siz olsanız nasıl çözerdiniz” diye sordukları bir tiyatro biçimiydi. Seyirciler daha sonra söz alarak sahneye çıkıyorlar ve oyuncu olarak sahnedeki sorunu çözmeye çalışıyorlardı. Tabii ki de bu durumun düzen içerisinde çözülemeyeceği bilincine sahip olan oyuncular, bu türden fikirler süren seyirciler karşısında işi çıkmaza getirerek, nihayetinde bütün çözüm yollarının tüketildiği, çözümün düzen içerisinde mümkün olmadığı bir noktaya ulaşıyorlardı seyirciyle birlikte.

tirdiği küçük-burjuva alışkanlıkları nedeniyle de tutarlı bir devrimci sanat yapabilmek için Marksist-Leninist bir yapı içerisinde yer alma zorunluluğunu kabul etmek istemiyordu. Örneğin kitaplarında Küba’daki silahlı mücadeleyi ve devrimi halk adına ama halktan kopuk bir eylem olarak niteliyordu. Bu nedenlerden dolayı Boal’in faşizm karşısındaki tavrı tutarsız olmuştur. Bir yandan oyunlarıyla insanları devrime çağıran, mücadele bayrağını yükseltmeyi propaganda eden bir sanatçıyken, öte yandan Brezilya’da ya da Arjantin’de iktidar faşist yüzünü gösterip katliamlara başlayınca, Paris’e kaçmakta tereddüt etmemiştir. Burada sanatçı açısından ahlaki bir ikilem vardır: Halka direnmeyi, teslim olmamayı telkin eden bir sanatçının, mücadele koşulları şiddetlendiğinde de bu tavrı onurlu bir şekilde savunması beklenir. Halkın sanatçı-

sı olabilmenin koşullarından biri de budur. Şurası kesin ki Boal’in bu davranışının altında onun yeterince ahlaklı olmayışı değil, örgütsüz kalmak konusundaki ısrarıdır. Nihayetinde faşizmin örgütlü şiddeti karşısında yalnız kalmış örgütsüz bir sanatçının çaresizlikten başka bir şey hissetmesi mümkün değildi. Ancak tüm bu tartışmaya açık yanlara rağmen, Boal’in tiyatrosu mevcut devrimci tiyatro geleneğini bir adım öteye taşımakta belirleyici öneme sahip olmuştur. Yeni-sömürgelerde şehir merkezlerine ve tiyatro salonlarına hapsolmuş binlerce sanatçı Boal’in tiyatrosundan çok şey öğrendiler. Onun geliştirdiği “Ezilenlerin Tiyatrosu” yöntemi, halk olmak isteyen ama halktan uzak olmaktan rahatsızlık duyan bütün tiyatro sanatçılarını 1970’ler ve 80’ler boyunca büyük bir dönüşüme itti.o

Tiyatronun bir bilinç yükseltme aracı olarak daha da mükemmelleştirilmesi, bir silah olarak daha da sivriltilmesi Piscator’dan bu yana bütün politik tiyatro teorisyenlerinin temel sorunu olmuştu. Ve aslında Brecht de dahil hepsi oyuncu-seyirci ayrımını ortadan kaldırmak için yöntemler geliştirmeye de çalışmıştı. Örneğin Piscator seyirciyi bilinçlendirmek için bütün araçların seferber edildiği bir “bütünsel tiyatro” yöntemi geliştirmeye çalışmıştı. Brecht “Öğreti Oyunları” yazarak kendi tiyatro grubu içerisinde eğitim faaliyetleri yapmaya başlamıştı. Ama hiçbir tiyatrocu bunu Boal kadar net bir şekilde teorileştirmemişti. Boal’in tiyatrosuna tam anlamıyla devrimci denilip denilemeyeceğinden pek emin değilim. Her şeyden evvel, Boal örgütsüz biriydi. Geçmişten ge-

ekİM-kASIM 2012 | TAVIR | 47


ayın fotoğrafı ayın fotoğrafı

FOSEM

48 | TAVIR | ekİm-kAsIm 2012


49-54 ruhi su_sablon 11/7/12 4:06 PM Page 49

değerlendirme

değerlendirme

cemil karaçay

Çok güçlü, temiz, berrak bir ses. Sesi veren doğruluğuna ve telaffuza, duyulabilirliğine dikkat ediyor. Sözün duygusunu ezgide veriyor. Coşku, lirizm, duygulu, sesin alçalması, yükselmesi v.s. Bağlamayı da sade çalıyor; bir karmaşa, kaos yok. Teknik olarak hızlı veya çok yetkin değil. Zaten kendisi de bağlamayı bir eşlik enstrümanı olarak görüyor. Yani anlattıklarına, söylediklerine, sesine eşlik eden bir enstrüman... O nedenle içeriğe ve söyleyişe daha çok önem veriyor. Tabi bunu yaparken estetik kaygı da gütmüyor değil. Daha çok Zülfü Livaneli’nin ilk yıllarında gördüğümüz, şarkı arasında anlatım tarzı, destan denemeleri ve bestelerdeki biçimsel özelliklere, bir önceki dönemde Ruhi Su’nun derinlikli, engin, güçlü örneklerinde rastlıyoruz. Zülfü Livaneli, Cem Karaca, Rahmi Saltuk, Sadık Gürbüz gibi sanatçılar, bir yanıyla Ruhi Su pınarın-

dan içmişlerdir diyebiliriz. Bu gerek ezgilerde, gerek söyleyiş tarzında, gerekse cesur denemelerde ortaya çıkıyor. Bu gelenek daha sonra “devrimci müzik” anlayışını ortaya çıkaracaktır. Grup Yorum’lar ve diğerleri… Ruhi Su, aynı zamanda Nazım Hikmet şiirini ilk besteleyen kişidir. (Süvarinin Türküsü -Dört Nala Gelip Uzak Asya’dan…) Politik görüşleri, politik duruşu hayatının her alanına yansımıştır diyebiliriz. Bir konserde, bir gözaltı hücresinde, büyük bir kalabalığın karşısında, bir dost muhabbet ortamında, birebir konuşmalarda her yanıyla davranışlarına yansır. Bu, devrimci kimlikteki tutarlılığını gösterir. Şiirde kalıpları kıran, yeni bir yol bulan, geleceğe ışık tutan Nazım Hikmet’se eğer, müzik alanında da Ruhi Su’dur. Kendi dönemine kadar söylenen halk türkülerini; kendi döneminde bulundukları yerlerden alıp yeni kitlelerle,

yeni duyarlılıklarla buluşturmuş, türkülere yeni bir yol çizmiştir. Geleneksel halk müziği anlayışının gelişmesinde, ilerlemesinde Türkiye’de diyebiliriz ki; en önemli katkıda bulunanlardan biridir. Anadolu’yu diyar diyar gezip birçok yerinde önemli türkü derlemeleri, araştırmaları yapmış; bu türküleri notaya almıştır. Türküleri sadece köy ağzı veya yöresel gırtlaklarla söylenen biçiminden başka, yeni bir yorumla, kentli bir ağızla, operadan, şan tekniğinden aldığı birikimi de kullanarak bugüne yeni bir geleneğin yeni bir anlayışın önünü açmıştır. Yaşadığı dönemde bütün etrafını, çağının sanatçılarını, sonrasını bir yerinden, bir biçimiyle etkilemiştir. Seferberlik Türküleri ve Kuva-i Milliye Destanı çalışmalarını derli toplu sunarak Kurtuluş Savaşı’nı değişik yönleriyle ilk kez Ruhi Su anlatmıştır. Yunus Emre, Karacaoğlan, Pir Sultan

ekİM-kASIM 2012 | TAVIR | 49


49-54 ruhi su_sablon 11/7/12 4:06 PM Page 50

hareketlendiği, şahlandığı, söndüğü yer ezgide de kendini gösterirdi. Aynı türküleri birçok kişi yorumlayabilir, birçok farklı kişi söyleyebilir… Ama Ruhi Su, başka bir olgudur. Her kelimesini özümsemiş olarak, bilerek söyler, yorumlar. Ve bu bilme, özümseme olayı, uzunca bir sürecin, birikimin sonucudur. Aldığı teknik eğitim, Anadolu’yu dolaşıp derlemeler yaparken tanıklıkları, vardığı sonuçlar, komünist bir dünya görüşünün getirdiği zengin bakış olanağı, batı müziğini de iyi düzeyde araştırmış ve biliyor olması, sanatın diğer yanlarına (tiyatro, resim vs.) da ilgi duyuyor olmasının getirdiği bir estetik bakış… Bunların hepsini yan yana koyduğunuzda, işte ortaya bir “Ruhi Su Pınarı” çıkar. Abdal, Köroğlu gibi halk ozanlarının, şairlerinin eserlerini seslendirerek ayrı ayrı albümlerde işlemiş, bu ozanların önemini vurgulayıp, geleceğe taşımayı görev edinmiştir. Tabi bunun yanı sıra, halkın mücadelesini, emekçilerin yaşamını, gurbette yaşayan işçilerin çilesini, gelecek günlere olan özlemimizi de kendisine temel olarak dert edinmiştir. Bu, onun ideolojik duruşundan bağımsız değildir.

sahip çıkan, onunla omuz omuza yürüyen sayılı sanatçılardan biridir. 1980 darbesinde de yine birçok sanatçı ülkesini terk ettiği halde o memleketinde kalmayı tercih etmiştir. 80 sürecinde hep baskıya, sansüre, tehdite maruz kalmıştır. 80 sonrası süreçte yaşlılığına, hastalıklarına rağmen devlet ondan korkmaya devam etmiştir. Yurtdışındaki tedavisini engelleyerek öldürmüşlerdir.

1940’lı yılların ortalarına doğru Türkiye Komünist Partisi (TKP) ile bağ kurmuş, partide bir “sıra neferi” gibi çalışmıştır. 1951 TKP tevkifatında Ruhi Su ve sonradan eşi olacak Sıdıka Su da; Behice Boran, Zeki Baştımar, Mihri Belli, Sevim Belli, Ahmed Arif, Enver Gökçe’lerle aynı operasyonda tutuklanmışlardır. Aylarca işkencelerde kalmış, “tabutluk” denilen hücreleri tatmış, kanlı gömlek ve çarşafları da arkadaşlarının belleğinde birer belge olarak kalmıştır. Birçok kişinin düşüncelerini, ideolojisini ve tabi yoldaşlarını, arkadaşlarını sattığı bu operasyondan Ruhi Su da alnının akıyla çıkanlardandır. 1980’lere kadar devrimci mücadeleyi besleyen, ona

Bugüne kadar, piyasaya çıkmış toplam 26 albümü vardır. Bunların önemli bir kısmı o hayatını kaybettikten sonra, eşi ve arkadaşlarının çabalarıyla dinleyiciyle buluşmuştur. Ruhi Su kendi döneminde, hitap ettiği kesimi iyi çözümlediğini, Hasan Hüseyin’le yaptığı sohbetten bir cümleyle aktaralım: “Aydınlar ve aydınlanmış insanlar çevresinde daha etkili oldum kanısındayım.”

50 | TAVIR | ekİM-kASIM 2012

Müziğe ve sanata bakışı, teorik ve perspektif olarak da sağlam bir temele oturur. Ruhi Su’nun ezgileri ve söyleyiş biçimi, sözün içinden gider yolunu, yerini bulur. Şarkılarıyla içeriği ortaya çıkarır. Sözün coşkusu, durduğu,

Eserlerin üretimi üzerine şöyle der: “Özenmelerden ve özentilerden sıyrılmak, kendi benliği, ulusallığı içinde evrenselliğe açılmak, ulaşmak... Yani kendi tadını yitirmeden, yabancılaşmadan. İnsan kendini yenilemeye elverişli bir yaratıktır. Bunun için yabancılaşmaya gerek yok.” … “Türkü söylemek benim için bir aşk halidir. En güzel aşklarımı türkü söylerken yaşadım. Ne onlar beni aldattı, ne de ben onları. Türkü söyledikçe yeşeriyor, çiçekleniyorum. Ben yalnız türkü söylemiyorum ki. Bu söylediğim türkülerle aynı zamanda, Türk toplumunun lied’lerini (çoksesli halk türküleri) söylüyorum. Ben türkü söylerken sazım ne benimle yarışır, ne de türkülerle. Bize yalnızca eşlik eder. Bizi tamamlar. Halkımızın büyük ustalarında da saz böyle saygılı bir uyum içindedir. Bu açıdan bakılınca türküleri bir besteci gibi aldığım daha iyi anlaşılır.” ... “Müzik, sözdeki duygusallığı abartır, ortaya çıkarır. Bu nedenle de, yanlış bir yorum abartılmış olacağından, kolayca anlaşılır. Şiirin kuruluşundaki


49-54 ruhi su_sablon 11/7/12 4:06 PM Page 51

denge bozulur. Müzik, şiirdeki bu dengeyi bozmadan geliştiriyor, etkisini artırıyorsa işe yarar. Ben bunlardan korktuğum için, şiirin dizelerine uygun müziği bulamadığım zaman, şiiri müziksiz okumayı yeğ tutuyorum.” İşte Ruhi Su, yapmış olduğu müziğin altını hem biçimsel olarak, hem içerik olarak hem de bakış olarak iyi doldurmuştur. Onun dönemi, müzik tarihimizdeki dönüm noktalarından biridir diyebiliriz. Bunda en önemli pay ona aittir. Biyografisi Ruhi Su, 1912 yılında Van’da doğdu. Asıl adı Mehmet’ti ve annesini, babasını hiç tanıyamadı. Bazı kaynaklara göre, Ermeni Tehciri döneminde ailesini kaybetmişti. “Birinci Dünya Savaşı’nın ortada bıraktığı çocuklardan biriydi.” kendi ifadesiyle. Adana’ya götürüldü ve orada çocuğu olmayan bir aile, yanına evlatlık aldı. Çok küçük yaştaydı. Biraz büyü-

düğünde evdekileri amca ve yenge diye belledi. Evin hayvanlarına bakmaya başladı, çobanlık yapıyordu, getir götür gibi işleri yapıyordu. Aile yoksuldu. Hayvanları otlatırken aynı zamanda meyvelerle besleniyor, ağaçlardan akşama kadarki yiyeceğini çıkarıyordu. Ama türkü söylemeyi seviyordu, hep türkü söylüyordu. Adana, İngilizler ve Fransızlar tarafından işgal edilmişti, Ruhi Su 6 yaşındaydı. Bu işgal zamanında çeşitli direnişler de oldu, Ruhi Su’nun ailesinin de aralarında bulunduğu bir kısım ise Adana’nın Toros Dağları’na doğru kaçtı. Bu döneme “kaç-kaç yılları” dendi. Bu yıllarda özellikle yengesi, Ruhi Su’yu istememeye başlamıştı, fazlalık olarak görüyordu. Bir gün Ruhi Su’ya bir testi verip su almaya göndermişler, Ruhi Su testiyle döndüğünde kimsenin kalmadığını gördü. Günler böyle yalnız geçti, dağlarda dolaştı. Geceleri incir ağaçlarının üzerinde uyuyarak, meyveyle beslenerek

hayatta kaldı. Sonunda kafileyi buldu. Karşılaştıkları anda kendisini kasıtlı olarak ortada bıraktıklarını farketti, ama onlara hissetirmeden bir süre böyle yaşadı. Bu dönem çok çeşitli türküler öğrendi. Özellikle seferberlik ve savaşla ilgili. Bazı zamanlarda etrafındakilere, türküler söyledi. Beğenilerek dinlendi. Bu dönem, Ruhi Su açısından önemli bir yer teşkil etmiştir. Türkülerle iyiden iyiye haşır neşir olmuştu. Daha sonra tekrar Adana’ya dönüş gerçekleşti. Ailesiyle olan sıkıntılarının bitmemesi, tersine büyümesi üzerine, bir komşusu onu kendi çocuğunun da bulunduğu öksüzler yurduna kayıt ettirdi. Dayak, işkence, kavgalar son bulmuştu en azından şimdilik, bir benzerini ileriki yaşlarda yaşayana değin. Yeni ve temiz kıyafetleriyle Ruhi Su’yu okulun bahçesine götürdüklerinde, “Oyun denen bir şeyin var olduğunu o zaman öğrendim, içim içime sığmıyordu şaşkındım.” diye anlatacaktı yıllar sonra. Çok geçmeden burda da müziğe, türkülere ilgisini farkettiler. Bir süre sonra hocası yurda bir keman

ekİM-kASIM 2012 | TAVIR | 51


49-54 ruhi su_sablon 11/7/12 4:06 PM Page 52

aldırttı ve Ruhi Su’yu keman dersine başlattı. 1925 yılında yayınlanan bir bildiriyle o da ülkedeki diğer gençler gibi Askeri Lise’ye gitmek zorunda kaldı. Halıcıoğlu Askeri Lisesi’nde yapılan muayenelerde az görüyormuş rolü yaptı ama olmadı. Daha önce Mehmet olan adını Ruhi diye değiştirdi, kendi deyimiyle adıyla dalga geçilmesin, daha kibar olsun diye. Askeri lisedeyken bir gün, Ankara’daki müzik okuluna gidebilmek için kaçmayı denedi, başkasının kimliğiyle. Fakat yolda yakalandı. Tekrar geri getirildi. Gülhane Askeri Hastanesi’nde yapılan muayenelerde göz doktoruna yalvardı, fakat yoksul olduğu için acıyıp çürük yazmadılar. O dönem askerlik istenen bir meslekti. Kulak doktoruna yalvardı sonra. En son doktoru ikna etti. “İltihap üzenesinden dolayı mektebe devam edemez.” raporu verildi. Ardından Adana Öksüzler Yurdu’na geri gönderildi. Bu dönemde film müzikleriyle uğraşan Avusturyalı Ervix adlı müzik hocasıyla tanıştı. İlk olarak burada klasik batı müziği şarkılarını tanıdı. Burada öğretmen okulundayken tanıdığı bir hemşireyle evendi. Eşinin tayini Ankara’daki bir hastaneye çıktı, kendisi de Ankara konservatuarını kazandı. Burada da Riyaseti Cumhur orkestrasına seçildi. Aynı zamanda müzik öğretmeni olarak köy enstitüsünde çalıştı. 1933’lü yıllarda Varlık ve Değirmen dergilerinde şiirleri yayınlandı. Daha sonra konservatuar sınavlarını kazandı. 1936-42 yılları arasında devlet konservatuarında opera sanatçısı olarak çalışmaya başladı. Konservatuar hocalarından Markovich, “Türk müziğinin bu kadar güzel olduğunu yeni farkediyorum.” diyordu Ruhi Su’yu dinlerken. Aynı günlerde Ruhi Su TRT radyosunda “Basbariton Ruhi Su Türküler Söylüyor” ismiyle program yapmaya başladı. 1943-45 yılları arasında. Bir süre Ruhi

52 | TAVIR | ekİM-kASIM 2012

Su’ya, “söylediğin türkülerle komünizm propagandası yapıyorsun” dediler. Çünkü ağırlıklı olarak Alevi deyişleri, nefesleri söylüyordu, Pir Sultan’dan, Aşık Ali İzzet’ten… Alevi deyişleri bu imkan sayesinde ilk kez geniş bir dinleyici kitlesine, farklı kesimlere duyuruluyordu. Yönetici olan Mesut Cemil; “Ruhi’ciğim seni harcamayalım, bu programa bir müddet ara verelim.” dedi. Ruhi Su, “Ben bu yolda harcanmaya razıyım.” şeklinde cevapladı. Sonra Ruhi Su’nun işine son verdiler. Daha sonraki yıllarda 1950’lere kadar devlet operasında da çalıştı. Birçok operada oynadı: “Madam Butterfly”, “La Boheme”, “Fidelio”, “Figaro’nun Düğünü”, “Maskeli Balo” vs. Operada çalıştığı bu yıllarda eşinden de ayrılmıştı. Ama türkülerle olan birlikteliği bu dönemde de hep devam etti. Bir yandan operadayken bir yandan da Ankara Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’nde bir koro kurmuş, onu çalıştırıyordu. 1946 yılında Sıdıka Su’yla da burada tanıştı. İkisinin de TKP’yle ilişkileri vardı, partinin bazı çalışmalarında yer alıyorlardı. Yıl 1951… Meşhur TKP Tevkifatı… Komünistlik adına kıyıdan köşeden bulaşan herkes gözaltına alındı. Büyük bir operasyon başlatıldı. Ruhi Su ve Sıdıka Su da tutuklandı. Aylarca işkencede kaldılar. Opera sanatçılığı, koro çalışmaları görevleri sona ermişti. Sansaryan Han’da başlayan bu süreç hapishanede tamamlandı. 5 yıl içerde geçti. Harbiye Cezaevi’ndeki süreçte bağlaması içeri verilmedi. Tutuklu olan arkadaşlarından biri, tahta paspas saplarından ona bir bağlama yaptı. Yaklaşık iki sene böyle çalıştı bağlamayla. Sonra bağlamasına kavuştu. Türküler üretiyordu, yazıyordu. Burda da boş durmadılar. Tiyatro oynadılar, etkinlikler düzenlediler. Koro kurdular, çalışmalar yaptılar. Hapiste oldukları dönemde Ankara sürecinde tanıştıkları ve sürekli görüştükleri Behice Boran ve eşi Nevzat Hatko şahitliğinde bir nikah

yaptılar. Eller kelepçeli bir şekilde geçti nikah, nikahtan hapishaneye dönerken, yürüyerek dönmeyi rica etmişti jandarmadan, çünkü eşine nikah hediyesi alacaktı, aldığı hediye Goya’nın bir kataloğu oldu. Daha sonra Adana Cezaevi’ne gönderildi. Türküler de birer birer ortaya çıktı bu dönem. Operasyon sürecini anlatan “Bu Nasıl İstanbul”u yaptı, Sıdıka Su’ya, bulunduğu hücresini anlattığı “Mahsus Mahal”ı yaptı, Harbiye Cezaevinden Adana Cezaevi’ne götürülürken yolda yaşadıklarını anlattı “Hasan Dağı” türküsünde. Ahmet Baba anlatıyor: “…Adana Cezaevi’ne sürdüler. Hepimizi bir otobüse doldurdular birbirimize zincirle bağladılar. Geceleyin Niğde Ovası’ndan geçiyoruz. Çişimiz geldi. Otobüsü durdurtup dışarı çıktık. Birbirimize zincirle bağlı olduğumuzdan birimiz çişe oturduk mu hepimiz oturuyor, kalktık mı hepimiz kalkıyoruz. Anadolu bozkırı yaz gecelerinde dehşet güzel oluyor. Büyülü, saydam bir gece… Ayışığı altında Hasan Dağı yalap yalap ediyor. Uzakları, dağları, özgürlüğü gözlerimizle okşuyoruz. İşte tam bu anda Ruhi Su birden coşuyor. Sanırsınız Hasan Dağı binlerce milyonlarca yıldır karnında sakladığı ateşini çıkarıyor.” Hasan dağı, Hasan Dağı Eğil eğil, eğil bir bak Sıkıyor zincir bileğim Jandarmada din iman yok Gidiyor kalktı göçümüz Gülmez ağlamaz içimiz İnsan olmaktı suçumuz Hasan Dağı insan olmak Burhan Arpad’ın anlatımı: “Ruhi Su tutuklandığında Vatan Gazetesi’nde muhabirdim. Türk Tiyatrosu dergisinin de sekreteriydim… Belirli bir Rumeli ağzıyla konuşan Parmaksız


49-54 ruhi su_sablon 11/7/12 4:06 PM Page 53

nıyordu. Dik durdu darbecilere karşı; yenilmedi, çizgisinden sapmadı. Artık yaşlanmıştı, prostat kanserine yakalanmış; hastalığı ağırlaşmaya başlamıştı. Yurtdışında tedaviye götürmek istedi yakınları onu, belki bir çözüm olur diye. Fakat devlet ona pasaport vermedi. Ta ki ölümü yaklaşana kadar. Avrupa’dan ve ülkedeki sanat çevrelerinden gelen büyük tepkilerin ardından en son “bir defaya mahsus çıkabilir” şeklinde bir evrak imzaladıklarında artık çok geç olmuştu. Kanser vücudun her tarafına yayılmıştı. 20 Eylül 1985 tarihinde hayata gözlerini yumdu. Ardından dünyaya bir Ruhi Su okulu bıraktı. Sümeyra, Ruhi Su’yu Anlatıyor... (“Sümeyra: Fotoğraflar, Söyleşiler” adlı kitaptan yapılan derlemedir.) Hamdi zile bastı ve Ruhi Su’yu getirmelerini söyledikten sonra, Ruhi’den yakındı. Dediğine göre hiçbir şey söylememekte direniyordu. Oysa Ruhi konuşsa kendisi için de, polis için de çok yararlı olacaktı. Tam o anda kapı açıldı. Pijama üstüne palto giymiş, saçları karmakarışık, yüzü traşsız, adımları ve bakışları ürkek, ufak tefek bir insan, kısık sesle bir şeyler mırıldandı. Söylediklerini unuttum. Fakat kucaklaştığımızı ve sessizce ağladığımı unutamadım. Ruhi Su, izin alıp kirli çamaşırlarını getirmeye gitti. Sonra dönüp bohça verdi… Evde bohçayı açtık. Kanlı bir yatak çarşafı vardı.” Yıllar sonra, Ruhi Su, El Kapıları plağını Burhan Arpad’a hediye ederken şöyle yazıyordu: “Sevgili Burhan, seni hatırlıyorum. Sansaryan Hanı’nda ölümle dirim arasında ve dünyadan kopmuş, insanları yitirmiş gibi duygular içindeyken, beni ziyarete geldiğini, omuzuma yaslanıp ağladığını da hatırlıyorum.” Hapishaneden tahliye olduklarında işsiz kalmışlardı; büyük yokluklar,

ekonomik sıkıntılar çektiler. Ankara’da bir tesadüf sonucu Atıf Yılmaz’la karşılaştılar. Sonra Atıf Yılmaz’ın Karacaoğlan’ın Karasevdası filmine müzik yaptı. Sıdıka Su'yla bir çocukları oldu, adı Ilgın. Sonra İstanbul’a gitmeye karar verdi. Burada kulüplerde türküler söyledi. Taksim Gazinosu da bu yerlerden biriydi. 1960’ta ailesini de yanına aldı. 1961 anayasasıyla birlikte gelen kısmi serbestliklerle birlikte Türkiye İşçi Partisi (TİP) kuruldu. Ruhi Su, TİP’le birlikte hareket etmeye başladı. Partinin birçok etkinliğinde yer aldı. Sonraki yıllarda koro çalışmaları yaptı. Bir koro oluşturdu, 1975 yılında. Sümeyra da bu ilk korodaydı. Karacaoğlan, Pir Sultan, Köroğlu gibi çalışmalarını albüm olarak çıkardı. Konserlerinin sayısı gittikçe arttı. O dönem yeni yeni politik müzik alanında ortaya çıkan müzisyenlere hocalık yaptı, öğretici oldu. 1980 askeri faşist darbesi yaşandığında vatanını terk etmedi. Bu dönemde birçok baskıya, yasağa, sansüre maruz kaldı. Konserleri yasaklandı, gazetelere, radyolara yoğun bir sansür uygula-

“Ruhi Su yalnızca büyük bir ses, büyük bir sanatçı, yani salt sanatçı olarak büyük değildi. Aynı zamanda derinlemesine bir devrimciydi. Yaptığı işin özüyle devrimci bir insandı. Onun türkülerinin getirdiği mesajlar, benim yükselişimde çok etkili olmuştur. O, türkülerinde halkın hayatının güzel yönlerini ortaya koyar, halkın kaybolmaya, çürümeye terk edilmiş değerlerini yeniden gün ışığına çıkarır, canlandırır söyleyişiyle. Halkın kahramanlık, özveri, cesaret, baskıya karşı boyun eğmeme, direnç, temiz sevgi, doğruluk yönündeki iyi değerlerini çürümekten kurtaran bir işlevi de olmuştur. Ayrıca kültürümüzün bu önemli değerlerinin, sağın kontrolüne girmesinin de önüne geçmiştir Ruhi Su. Onun gibi bir ustanın var olması, bizim kültürümüz için bir kazançtır. Ben izliyorum. Bundan sonra yapılacak işlerde Ruhi Su’nun izi, etkisi olacaktır.” “Ruhi Su’nun sanatçı kişiliğinin en etkileyici özelliği nedir, diye sorulsa, hiç duraksamadan, bilinç diye cevap veririm. Onun çok yönlü yaratıcılığı ile

ekİM-kASIM 2012 | TAVIR | 53


49-54 ruhi su_sablon 11/7/12 4:06 PM Page 54

tüm insanlığa sunduğu güzellikler, olağanüstü güzel, sıcak sesi, büyük yeteneğinin, ama bunlardan daha çok onun, sağlam bilincinin ürünleridir.

bir şey. Örneğin bilinç, örneğin sesin başkaldırışı, örneğin halkın diri yanı, durmadan yenilenen yanı. Ruhi Su’yu dinlerken tarih bilinci ile coşmamak elde değil.”

Günümüz kitle iletişim araçları, radyo, televizyon, sinema vb. aracılığı ile duygusal kısırlığa, uyuşukluğa uğratılmış kitlelerin bir şarkıyı, bir türküyü acıklı ya da eğlendirici sıfatları dışında algılayamama yoksulluğuna karşı, bilinçli bir savaştır bu aynı zamanda. Ruhi Su sazı ile türkülerine eşlik ederken bilinçlidir.

“Bitmiş bir şiire bir ezgi uygulamak ise, belki de dünyanın en zor işlerinden biri. Çünkü bir şiir, bir türkü gibidir. Anlamına ve tavrına sıkı sıkıya bağlı bir iç melodisi ve ritmi vardır. Müzik ve bestecilikle biraz ilgilenmiş olanlar, söz için yazılan müziğin, sözün anlamıyla belirlenen bu iç melodisine aykırı düşmemesinin, tam tersine o iç melodi ile uyumlu olarak sözün duygusal ve düşünsel mesajını güçlendirmesi gerektiğinin, işin abecesi olduğunu bilirler.

Hasan Hüseyin Korkmazgil: “Ruhi Su, işlenmiş sesin ötesinde başka

Ama bu abeceyi bilmekle iş bitmiyor. Bestecinin başarısında, yetenekleriyle birlikte dünya görüşü, kişiliği ve müzik kültürü belirleyici rol oynuyor. Sanatçının, sonsuz ifade olanakları ve yaratıcı esin kaynaklarına açık olarak, ama yeteneğini ve bilgisini sürekli geliştirerek sabırlı bir uğraşa girmesi gerekiyor. En önemlisi de başta kendi halkının olmak üzere, tüm insanlığın insancıl kültür değerlerini her gün daha fazla tanımaya içtenlikle eğilmesi gerekiyor. Bundan yan çizmek, kolaycılığa kaçmak, hem sanatçıyı ve hem de halkın sanatsal duyarlılığını bayağılaştırmaya götürür.”o

Ruhi Su hakkında ne dediler: * Filiz Ali (Sabahattin Ali’nin kızı): “Ruhi Su, kadir kıymet bilmez bir toplumun önde ve arkada gelenlerinin, ona yıllardır çektirdikleri eziyetlerden kurtuldu artık. Anonim halk ozanlığı geleneğiyle bireysel sanatçı özgünlüğünü, sesi, sazı, sözü ve yüreğiyle, ödün vermeksizin bir kuyumcu gibi işleyerek araştırarak, titizlenerek bir kapta kaynaştırmasını bildi. O, müzik tüccarlarının köküne kezzap döktükleri Anadolu folkloru hazineleri, Ruhi Su müzesinde yaşayacaktır hiç kuşkusuz. Nur içinde yatsın.” * Aziz Nesin: “Ruhi Sular Bir Gelir Bir Giderler … İnsanlık tarihi kaç on bin yıllık olursa olsun, tarihin hiçbir zamanında ve dünyanın beş anakarasının hiçbir yerinde ve bugün de dünyanın 160 küsur ülkesinde insanlar milletvekili sıkıntısı çekmemişlerdir ve bakan sıkıntısı çekmemişlerdir ve başbakan sıkıntısı çekmemişlerdir. Niçin? Çünkü bunlar tarihin her döneminde ve coğrafyasının her yerinde her zaman istenilenden, gereksinilenden daha çok olmuşlardır. Değil bir tek dünyaya, yüzlerce dünyaya yetecek kertede vardır bunlardan. Ama tarihin her döneminde ve dünyanın her yerinde her zaman Ruhi Sular çok değil, gereğince bile bulunmazlar ve Ruhi Sular bir gelir bir giderler.” * Bir gün Aşık Veysel’le Ruhi Su çalıp söylerler. Oradakiler Veysel’e Ruhi Su’yu sorarlar: -Nasıl buldun Veysel? -Efendim, dağlarda bir çiçek olur, onu alır şehre getirirsin, güzel saksılarda, güzel topraklar içinde yetiştirir, geliştirirsin. Belki daha güzel bir çiçek olur, ama o eski kokusunu belki bulamayız. Bu anı üzerine daha sonra Ruhi Su şöyle demiştir: “Ben bu davranışa biraz alındım, hatta gereken dersi de aldım. Ama işimin yanlış olmadığını da biliyordum. Benim aldığım müzik kültürü, ses eğitimi içinde görevim zaten işte o ‘başka çiçeği’ bulmaktı, o gelişmiş ‘başka çiçeği’. Bundan sonra da Veysel’le ilişkilerim ölünceye kadar sürdü. Köy enstitülerinde birlikte çalıştığımız zamanlar bu ilk konuşmayı hatırladıkça Veysel çok üzülürdü… * Ahmet Kaya; 1977 yılında Boğaziçi Üniversitesi’nde düzenlenen Ruhi Su söyleşisine katılır. Söyleşi sonunda Ruhi Su’nun yanına gider ve özel konuşur. Mahsus Mahal türküsünü çalar Su’ya. Ruhi Su; “Bağlama öyle at teper gibi çalınmaz, onunla meşk edilir” der. Bu laf Ahmet Kaya’nın ağrına gider, yıllar sonra konser vermeye başladığında bir gönderme yaparak, “Bağlama böyle de çalınır” der. * Melih Cevdet Anday: “Yeni Türkiye’nin yarattığı, geleceğe dönük bir sanatçıdır. Onun önemi buradadır.” 54 | TAVIR | ekİM-kASIM 2012


55-56 muço pa_sablon 11/7/12 4:08 PM Page 55

albüm

albüm

karadeniz müziğine yeni bir ses: muço pa tavır

Yeni bir albüm daha girdi etnik müzik tarihinin içine: “Muço Pa / Nasıl Yapayım?”... Niyazi Koyuncu “Nasıl Yapayım?” demiş bu albümün adına ama güzel yapmış bizce, akıcı, rahatça dinlenen bir albüm olmuş. Anonim türküler, Gürcü, Hemşin halk şarkıları, yeni bestelerden oluşan bu albüm, Karadeniz müziğinde yeni bir ses olarak önümüzde duruyor. Müzik adına onca rezilliğin yaşandığı ülkemizde, Niyazi Koyuncu gibi müziği severek yaptığı her halinden belli olan dostlarımızın, gençlerimizin ol-

ması bizi ayrıca mutlu ediyor. Bir sanatçı önce kendi ürettikleri ile ayakta kalmasını bilmeli. Niyazi de, inanıyoruz ki asıl olarak üreterek, sanatıyla kendi ayakları üzerinde kalacaktır. Ki bu anlamda güçlü bir adım atmış oluyor bu albümle sanat yolculuğuna. Güçlü bir adım ama bizce yaşamla daha sıkı olmalı sanatçılarımız. Müzikler güzel, teknik boyutuyla diyecek bir şey yok belki ama bir sanatçının söyledikleri de önemlidir diye düşünüyoruz. Her geçen gün zamların arttığı, sokaklara taşan işkencelerin yaşandığı bir ülkede, sanatçı halktan yana olmalıdır, hem en güzelini üretebilmek, hem de yıllar boyu var olabilmek için.

şilyurt, Gökhan Birben gibi sanatçılar da sesleri ve enstrümanları ile eşlik ediyor. Pervane, albümün giriş parçası olarak iyi düşünülmüş ve etkili de olmuş. Kemençe ile yapılan açılış ayrı bir güzellik katmış şarkıya. Düzenlemenin de şarkıyı güçlendirmede etkisi açık bir şekilde görülüyor. Armonik altyapısı, enstrüman seçimlerinin doğruluğu ve sanatçının iyi yorumuyla güzel bir giriş şarkısı ortaya çıkmış. Pervane’nin ardından dinamik, iyi düzenlenmiş “Çkim Gurişi” isimli Gürcistan’da en çok konuşulan ikinci dil olan Megrel dilinde okunan bir sevda şarkısı ile devam ediyor albüm.

“Muço Pa/Nasıl Yapayım?”, 13 şarkı ve türküden oluşuyor. Müzikal anlamda dinamik, coşkulu, etkili bir albüm. Anonim halk türküleri etkili bir şekilde düzenlenerek albümde yerini almış. Albüm, Pervane adlı, sözleri İbrahim Karaca’nın , müziği anonim olan bir sevda türküsü ile başlıyor. Yeri gelmişken hemen belirtelim; Niyazi Koyuncu’ya bu albümde İbrahim Karaca sözleriyle, Erdal Bayrakoğlu, Selçuk Balcı, Hakan Ye-

Müzisyen ve yönetmen Nezih Ünen’in Anadolu’nun Kayıp Şarkıları isimli belgeselinden hatırladığımız “Köprü Ortasında” isimli türkü alıyor sonra sırayı. Anadolu’nun Kayıp Şarkıları’ndaki düzenlemenin dışında daha çok rock tınılarıyla düzenlenmiş türkü, seslendirilmesi ve çalımıyla etkili oluyor. Bu şarkının hemen ardından sözleri yine İbrahim Karaca’ya, müziği

ekİm-kASIm 2012 | TAVIR | 55


55-56 muço pa_sablon 11/7/12 4:08 PM Page 56

Niyazi Koyuncu’ya ait “Pulim” isimli şarkıda sıra. Düzenleme, seslendirme ve çalımları başarılı bir şarkı ancak oldukça durgun, dingin bir şarkı aynı zamanda . Sözlerde ise yine sevda anlatılıyor. Muço Pa’da şarkı ve türkülerin hemen hepsi sevdayı anlatıyor, tüm şarkıları değerlendirdikten sonra ayrıca bu konuya değineceğimiz için sıradaki şarkı ile devam ediyoruz. Heydane beşinci şarkı olarak albümde yerini almış. Düzenleme olarak üzerine düşünüldüğü belli olan, bu çabadan ötürü belli bir orjinalliği yakalayan, karadeniz ve rock tınılarının güzelce harmanlandığı hareketli bir şarkıya dönüşmüş Hemşin Halk Şarkısı Heydane. Ve yine sevda şarkısı. “Nereye gidiyor zaman, Nereye gidiyor bu iş, bu dünya İlerisi görünmüyor anne Nasıl yapayım? Karanlıkları aydınlatayım...” Albümde söz ve müziği Niyazi Koyuncu’ya ait olan Muço Pa’da sıra. Albümde konu bakımından tek farklılığı olan şarkı Muço Pa. Nasıl yapayım diyor sanatçı. Oldukça kapalı bir anlatımı olsa da albümde sanatçının duyarlılıklarını ifade eden tek şarkı. Ama halkın bu kadar çok sorunla boğuştuğu ülkemizde bunlara dair bir şeyler daha açıkça söylenmeli, duyarlılığın ötesinde halkın dertlerine tercüman olabilmeli sanatçılarımız. Bunun dışında şarkı rock düzenlemesi ile güzel bir çalışma olmuş. Hayde’yi bugüne kadar çok dinledik, birçok albümde de yer aldı. Muço Pa’da ise yeni bir düzenleme ile karşımıza çıkıyor. Başarılı rock düzenlemesi dinamik bir şekilde albümdeki yerini alıyor. Davul, elektik gitar ve aralara giren yan flütün yarattığı etki ile başarılı bir Hayde düzenlemesi ortaya çıkıyor. Hayde’nin ardından Deli Bulut isimli

56 | TAVIR | ekİm-kASIm 2012

anonim bir Karadeniz türküsü ile devam ediyoruz. Türkünün sözleri yine sevdayı anlatıyor. Geleneksel *garmon ile ile yapılan açılış, sonrasında kemençe solosu ve sanatçının duygulu yorumu türküyü etkili hale getiriyor. “Kar Yağdı” ise Gökhan Birben’in derlediği anonim bir Karadeniz türküsü. Yeni bir düzenleme ile albümde yer almış. Karadeniz insanının çoşkulu, dinamik yapısını ortaya koyan bu güzel türkü keyifle dinletiyor kendini. Böyle bir başka türkü de Erol Alkan’a ait “Nuriye” isimli türkü. Oldukça eğlenceli, dinamik bir türkü olan Nuriye, Muço Pa’da rock düzenlemesiyle yerini almış. İki Gürcü türküsü peş peşe sıralanıyor şimdi. Biri “Akvavebula Aragze Deka” (Orman Gülü Açmış Aragvide) diğeri “Kuça Kuça Davdivar”(Sokak Sokak Dolaşıyorum). Her iki türkü de üzerinde yapılan düzenlemeler dışında Gürcü müziğinin enstrüman ve koro zenginliğinin ortaya koyulduğu güzel örnekler. Yapılan düzenlemeler de yerli yerinde olmuş. Akvavebula’da elektrik gitarın çalımı etkili bir anlatım katmış türküye. Yine Kuça Kuça Davdivar’da **dolinin ritimleri, ***pandurinin ve gürcü gabonunun ezgileri Gürcü müziğinin zenginliğini ortaya koymakta. Duduk da ayrıcabu şarkıya güzel bir hava katmış. Albümün son şarkısına gelince karşımıza daha sade, otantik hali ile seslendirilen albümün ikinci şarkısı Çkim Gurişi çıkıyor. Muço Pa, teknik olarak, enstrüman çalımı, seslendirme olarak başarılı bir albüm. Ancak yazımızın başında da söylediğimiz gibi asıl önemli olan, ne söylendiğidir. Elbette halk türkülerine sahip çıkacağız, çevresinde pervane olacağız. Ama bugünün de türkülerini yapmalıyız diye düşünüyoruz. Çünkü o kadar acı, yoksulluk, zorbalık yaşanıyor ki ülkemizde inanın Muço Pa’daki şarkılarda anla-

tılan tertemiz sevdaları yaşamak bile o kadar zor ki. Bu gerçeğin kendisi bile bir şeyler anlatmıyor mu bize? Emperyalizmin tüm insani değerleri yok etmeye çalıştığı, vahşetini tüm halklara kustuğu böyle bir dünyada sanatçılarımızın söylecek çok sözleri olmalıdır... Karadeniz türküleri halkın sorunlarını anlatmalı, çözüm bulmalı ve artık mücadeleye çağırmalıdır. AKP, tüm halklara olduğu gibi Karadeniz halkına da düşman. HES'ler ile halkın ekmeğini, suyunu, doğal zenginliklerini alıyor, kirletiyor ve tekellere satıyor. Türkülerimiz sevdayı anlattığı gibi, hasreti, gurbeti anlattığı gibi artık esas olarak bunları anlatmalı diyerek yazımızı bitirelim. Niyazi Koyuncu’yu Muço Pa’dan ötürü bir kez daha tebrik ediyor, müzik hayatında başarılar diliyoruz.

* Garmon: Rus halk oyunlarının vazgeçilmez müzik aletlerinden biridir. İskeleti çınar ağacından yapılır. Perde ve klavyeleri plastikten yapılmaktadır. Akordiyon'dan farklılığı klavye sayısının fazla olmasıdır. ** Doli: İki tarafı da deriyle kaplı, genellikle çerkez müziklerinde kullanılan vurmalı bir müzik aletidir. aynı zamanda nağara ve koltuk davulu olarak da bilinir. *** Panduri: Kendi içinde farklı türleri olabilen, perdeleri degişebilen (genellikle 7-12), bölgeden bölgeye farklı çalma biçimlerine sahip, üç telli enstrüman. o


57-59 bircocuk_sablon 11/7/12 4:20 PM Page 57

eleştiri

eleştiri

“bir çocuksun sen!” devrim savaş

“Güzel günler göreceğiz çocuklar Güneşli günler göreceğiz… Motorları maviliklere süreceğizç çocuklar Işıklı maviliklere süreceğiz”*

“Ceren’i tanıyor musunuz? Daha 7 yaşında Ceren. Bilgen’i peki ? O da yedisinde henüz. Makbule onlardan hepi topu 2 yaş büyük, 9 olmuş. Vanlı, Kürt. “Acısı sesine işlemiş” diyorlar. Doğrudur acılar, sevinçler yoksulun avazına katık olur bizim memleketimizde… Ama siz de farkındasınız değil mi? Daha çocuk onlar. Kimi 7’sinde kimi 14’ünde… Sadece çocuk.... Siz hala tanıyamadınız sanırım onları. Öyleyse biraz daha ipucu size. “atv” desem… Hani başbakan Recep Tayyip Erdoğan’la dünür olduktan sonra bankalardan aldığı sonsuz kredilerle medya patronu olan Çalık Holding’in kanalı... Patronları mutaassıp (!) bir kanal… Toplamış yurdun dört bir yanından yoksul emekçilerin çocuklarını yarıştırıyorlar. 7 yaşından 15’ine uzanan bir dizi çocuk. Gösterişli, ışıklı bir sahne… Koca koca adamlar… Sunuculukta ve ahlaksızlıkta meşhur bir şahsiyet. Tek tip giydirilmiş koca bir orkestra. Çoğunluğu gençlerden oluşan ve söyleneni yaptıkları her hallerinden belli ekİm-kASIm 2012 | TAVIR | 57


57-59 bircocuk_sablon 11/7/12 4:21 PM Page 58

mi yıllardır?… O olduysa... Hem de limon satarak… Biz niye olmayalım?! Tabi kazın ayağı aslında öyle değil. Sabancı dedikleri burjuvazi… bizim sırtımıza basa basa, bizi eze sömüre doldurdu küpünü, kurdu gökdelenleri. Zengin ama yine rahat değil. Çünkü halkın çocuklarından korkuyorlar… Suistimal edilen ve yozlaştırılan hayatlar!.. İşte bu korkudan kaynaklı televizyonun metası haline getiriyorlar. Her şeyi kullandılar bugüne kadar… İğdiş etmedikleri, kirletmedikleri çocuklarımız kalmıştı, ona da el attılar… Önce “Çocuklar Duymasın” gibi sözde masum özde kirli dizilerle başladılar... Bugün ise yaşından büyük kıyafet ve makyajla; 7 yaşındaki çocuklarımıza içkilerin mezesi şarkıları ezberletip söyletiyorlar, dansöz gibi kıvırtıp oynatıyorlar… Çocuk insanın en temiz, en saf, en masum halidir. Hiçbir kötü duygu bilmez çocuklar. İlgileri, algıları gelişmemiştir, dünyaları da oyunlarıyla sınırlıdır. Ve anlayabildiği her olayı en saf haliyle yorumlar çünkü kirlenmemiştir o düşünce ve duygular. Burjuvazi de bunları biliyor ve hedefinde bu yüzden çocuklar var. Masumiyetlerini yoksulluklarını suistimal ediyorlar…

olan seyirciler. Ve ne idüğü belirsiz bir jüri… Adı mı? Adı da “Bir Şarkısın Sen”… Yoksulluk... Kader değil!.. Emperyalizmin yeni sömürgesi olan ülkemizde bir avuç azınlık dışında kalan milyonlar yoksul bugün. Çocuklarımız daha doğarken borçlu doğuyorlar ve ölüme kadar belini doğrultamıyorlar… Yoksulluğun bir nişan gibi taşıyorlar göğüslerinde; sırtları kambur, omuzları düşük… 58 | TAVIR | ekİm-kASIm 2012

Bu yoksulluğun içinde burjuvazi; halkı yozlaştırmak yoksulluğunu, açlığını kullanmak için futbolculuktan, şarkıcılığa, mankenlikten oyunculuğa birçok seçenek (!) sunuyor. Ki yoksulluğun pençesinde çırpınan halkımız da bir yerden sonra çocuklarının para kazanıp kendini kurtaracağını (!) düşündüğü yerlere yönlendiriyor. TV ekranlarında, gazetelerin magazin sayfalarında özendirilen sahte hayatlar oluveriyor … Ki Sakıp Sabancı’nın limon satarak bu noktaya geldiği kulaklarımıza küpe edilmedi

Ama aynı çocuklar devrimci eylemlerde örneğin emeğin ve emekçinin kavga günü 1 Mayıslarda görülünce hemen kara propagandaya başlıyorlar. “Terör Örgütleri çocukları kullanıyor, çocukları öne sürüyor” gibi gerçek dışı haberlerle kitleleri kandırmaya çalışıyorlar. Çünkü dertleri o çocuklar değil, o çocukların yozlaştırılması… Onlar düzene uygun kafalar yaratmaya çalışıyorlar. Buna da çocukluktan başlıyorlar. Devrimciler ise elbette ki bu çarpık düzene karşı mücadele ediyorlar. Çocuklarımızın da bu kokuş-


57-59 bircocuk_sablon 11/7/12 4:21 PM Page 59

muş düzenin yozlaşma batağını düşmemesi için uğraşıyorlar… Düzen çoluk çocuk dinlemiyor yozlaştırmak istiyor. Bu yüzden devrimci bir eylemde çocuk görmesin hemen kara propagandaya başlıyor. O çocuk hırsız olsun, arsız olsun, şarkı söylesin, dans etsin… yeter ki devrimcilerin yanında olmasın. Her sınıfın kendi adaleti var… Neden hep halkın çocukları?… Neden başbakanların, bakanların, vekillerin çocukları askerlik yapmazken bizim çocuklarımız peygamber ocağı denilerek askere gönderilip orada öldürülüyor?… Neden onların çocukları Amerika’da , Avrupa’da okurken bizim çocuklarımız okuyacak okul bulamıyor? Ve neden onların çocukları, Çalık’ın torunları “Bir Şarkısın Sen” yarışmasında yok? Yok çünkü onlar hayata sınıfsal bakıyorlar... Onlar ezenin safındalar, onlar ezenler, biz ezileniz… Onların çocukları değil ezdikleri aşağıladıkları bizim çocuklarımız için düşünüp tasarlıyorlar bu yarışmaları… Sadece ezmek yetmiyor, yozlaştırıp insanlıktan çıkaralım diyorlar. Amaçları bu… Yoksuluz ya bize her şey reva… İş yok çalışacak. Bir gelir yok, bağ yok, bahçe yok… Olsun dert etme çocuğun var ya… Sesi güzel mi? Kötü de olsa önemli değil. O da insanları eğlendirir, ona da ihtiyaç var. Gönder çocuklarını Çalık’a, o torunlarına maskara yapsın çocuklarımızı. Bir de birinci olursa değme gitsin, “yırttık” demektir. Yoksulun “yırtma” ihtimalinden var mı tesellisi… Yok… Tek çıkar yol “yırtmak”, gerisi boş… Çalık’ın çıkarı ne peki? Ohooo, o dünyaları kazanacak bu çocuklarımızı pazarlama işinden. Reklam gelirleri, sms‘ler… Dünüründen aldığı maddi manevi destek. Belki halkı yozlaştırma görevindeki başarılarından dolayı bir milletvekilliği… Biz şansa yırtarken, Çalık’ın torunları dahası yedi sülalesi çoktan yırttı… Daha ne olsun…

İzlemeyelim! Çünkü masum değiller… Peki kim izliyor bu programı? Elbette ki yine biz… Belki de TV’deki en “temiz”, en “masum” program diye izliyoruz… Hayır değil… En masum, en temiz olan çocuklar. Bu programda çocukların bir meta olarak kullanıldığı, kültürel ve ahlaki olarak en kirli program. Biz tüm hayatlarımızı çocuklarımızın geleceği için planlarken, onlar halkın çocuklarını kirleterek kendi torun ve çocuklarına gelecek yaratıyorlar… 7 yaşındaki Ceren’e söylettikleri yetmezmiş gibi dansözmüşçesine göbek attırıyorlar. Soysuzların eğlencesine meze yapılıyor çocuklarımız… Üstelik masumiyetleri, saflıkları da ellerinden alınıyor. El kadar çocuklar, sözde büyüklerinin ve dahası sözde bu işin duayenlerinin(!) yorumlarıyla birbirleriyle yarıştırılıp rekabete zorlanıyorlar… Oysa ki onlar rakip değil birer çocuk… Birbirlerinden daha fazla oy almak için soytarıya çevrilenler bizim çocuklarımız… Çocuklarımız masum ama bu program asla masum değil… İşte bu yüzden ortak olmamalıyız… İzlememeli; çocuklarımızın zenginlerin eğlencesine meze yapılmasına müsaade etmemeli, ortak olmamalıyız … Onların dini imanı para… İslamcı burjuvazinin temsilcilerindendir o Çalık . Tayip’e göre ise “Bizim Çalık”, yani düzenin Çalık’ı. Düzenin İslamcılığı ne peki? Amerika’nın “Ilımlı İslam”ı. Ilımlı İslam ne? Emperyalizmle işbirliği, uşaklık, her türlü ahlaksızlık , çirkeflik, soysuzluk... Emperyalizmin her türlü politikasına, katliamlarına ortak olmak... Irak’ta, Afganistan’da, Libya’da, Suriye’de çoluk çocuk demeden katletmek... Emperyalizmin dünyaya örnek modeli olmak... Yani kısaca soysuz bir “kafir” olmak… Bizim Çalık çalışıyor… Devlet 5 buçuk yaşına gelince çocuklarımızı elimizden alıp şekil vermek istiyor. Olmazsa diye Çalık da medyasıyla çocuklarımızı ve de top-

yekün bir halkı yozlaştırmak için elinden geleni yapıyor… Şimdi yaptığı da Bir Şarkısın Sen adı altında Ceren’i, Bilgen’i, Makbule’yi, Ali’yi, Şener’i ve diğerlerini pazarlamak… “Dünyayı verelim çocuklara hiç değilse bir günlüğüne. Allı pullu bir balon gibi verelim oynasınlar… Oynasınlar türkü söyliyerek yıldızların arasında Dünyayı çocuklara verelim . Kocaman bir elma gibi verelim , sıcacık bir ekmek somunu gibi Hiç değilse bir günlüğüne doysunlar Bir günlük de olsa öğrensin dünya arkadaşlığı Çocuklar dünyayı alacak elimizden Ölümsüz ağaçlar dikecekler ”**

Elbetteki çocuklar şarkılar söylemeli… Ama Çalık’ın ekranlarında değil, Nazım’ın dediği gibi yıldızların arasında. Çocuklarımıza umutlu türküler, halkın türkülerini öğretelim. Düzenin pespaye yoz arabesk şarkılarını değil … Sonuç olarak: Biz Nazım’a katılıyoruz… Güzel günler göreceğiz çocuklar… Cerenler, Makbuleler bizim çocuklarımız. Onları burjuvazinin soytarısı yapmak isteyenlere izin vermeyelim. Burjuvazinin “sanatçı”larının hali ortadadır. Bu düzene hizmet eden, bu düzenin sanatını yapan hiç kimse temiz kalamaz, kalamıyorlar zaten... Yozlaştırılıyor, sonra da halkın yozlaştırılmasında araç olarak kullanılıyorlar. Yozlaşmadan onlar da paylarını fazlasıyla alıyorlar. Cerenler de şayet “yırtarsa” onları bekleyen son da aynı olacaktır. Hangi duygularla olursa olsun bu programları izlemeyelim, burjuvazinin çocuklar üzerinden oynamak istediği oyuna alet olmayalım. Onlar çocuktur bunu unutmayalım … *nazım hikmet **nazım hikmeto

ekİm-kASIm 2012 | TAVIR | 59


sinema sinema

bu “toprağın çocukları”ydı onlar... nevin temel cuklarından öğretmen yetiştirmektir. Yıllar sonra ise “komünist yetiştiriyorlar” denilerek kapatılacaktır... Filmin konusu ise kısaca şöyle: Çingenelerin sıtma yaydıkları bahanesi ile Köy Enstitüsü yakınlarında kurulan çingene kampına saldırı düzenlenir. İki çingene; Karika ve Melek (Müge Boz, Suzan Kardeş) bu saldırıdan kaçmaya çalışırlar. Tam yakalanacaklarken enstitü öğrencisi Cevher (Ufuk Bayraktar) tarafından kurtarılır ve enstitüde saklanırlar. Hikayenin geçtiği dönem olan 1945 yılı enstitülerin üzerindeki baskının iyice arttığı bir dönemdir ve bu durum komutan Necip'in (Bertan Dirikolu) enstitüye karşı olan kötü hedeflerine mekan hazırlar.

Güzel bir film izledik sinemada... “Toprağın Çocukları”. 1940’lı yıllardır. İkinci Paylaşım Savaşı yılları. Dünyada kan, kıyım ve yıkımın hüküm sürdüğü karanlık yıllar... İşte bu dönemde kır çiçekleri gibi açar Anado60 | TAVIR | ekİm-kAsIm 2012

Bir bahane ile okulu basan Necip enstitünün müdürü Kemal Hoca'yı (Erkan Can) tutuklar ve mahkemeye sevk eder. Okul öğrencileri yakında açılacak lu’nun bağrında Köy Enstitüleri. Döne- amfi tiyatronun çalışmaları ile uğraşmin Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yü- maktayken müdürlerinin tutuklanma cel ve öğretmen İsmail Hakkı Tonguç haberi ile sarsılırlar. öncülüğünde cumhuriyetin ilk yıllarında Anadolu’da hayata geçirilen bu Olaylar bundan sonra akıp gider… projede hedeflenen, Anadolu’daki öğ- Zaten gerisini de sinemada izlemek geretmen eksikliğini gidermek ve köy ço- rekir.


İzlerken tadı damağımızda kalan bir hikaye olduğunu da söylemeden geçemeyeceğiz. Belki de böylesi önemli konuları yakın tarihimize ışık tutmasının önemi ile düşündüğümüzde filmde çok şey görmek isteyip az şey ile yetindiğimizi sanabiliriz. Elbetteki beklentilerin bu açlığın karşısında yüksek olması olağandır. Yine de filme kendi cephemizden bakıp eleştirmeliyiz niyetindedir bu yazı. Yönetmen Ali Adnan Özgür’ün ilk uzun metrajlı filmi ve iyi niyetli,“bizden” bir çalışma bu yönüyle bu film. Filme konu olan tarihsel sürece biraz değinmemiz gerekiyor. Neydi Köy Enstitüleri’ni kapattıran? Elbette ki düşünen beyinlerdeki “tehlike”nin sezilmesidir. Bu zihniyet 1954 yılında köy enstitülerinin kapısına “komünist yetiştiriliyor” diyerek kilit vurdu. Düşünen sorgulayan beyinler hakkını arıyor esleştiriyor kendine güvenli bir nesil yetişiyordu. Saldırı kampanyaları 1945’lerde başlar. Köy enstitülerinin komünist ve fuhuş yuvası olduğu karalamaları yayılır. Bu tür demaojilerin yayılmasının sebebi köy enstitülerinin kapatılmak istenmesidir. Çünkü Köy Enstitüleri’nin düşünen ve sorgulayan beyinler yetiştirmesi, iktidarın ortağı olan kesimleri, toprak ağalarını da rahatsız etmektedir. Böyle bir kesimi yönetmek zordu elbette, buradan yetişecek kuşak egemenlerin korkularını büyütüyordu. 1923 Kemalist devriminden sonra emperyalizme tavır alan Kemalizmin en büyük güçsüzlüğü toprak ağaları ve feodal güçlere karşı tavır alamamasıdır. Tavır almaya çalışmışsa da feodal güçleri tasfiye etmeye yönelik yapması gereken toprak reformunu yapamamıştır. Çünkü ideolojik olarak güçsüzdür.

Sosyalizmi kuracak ideolojik yapıda olmayan küçük burjuvazi, iktidarı, feodal unsurlar ile paylaşmak zorunda kalmıştır. Kapitalizmi yaratmaya, saksıda burjuvazi yaratmaya çalışmıştır. 1954’te resmen kapatılan Köy Enstitüleri’nin kapatılma sürecini kısmen yapılan gericileştirilmelerle CHP hazırlamıştır. En başta Tonguç ve Hasan Ali Yücel’ in 1946 yılında görevden alınması, 1948’de Yüksek Köy Enstitüsü’nün kapatılması ve kız erkek öğrencilerin ayrılması, CHP’li Başbakan Recep Peker’in ve Meclis Başkanı Fevzi Çakmak’ın, İnönü’ye “Komünist yuvalarını ne zaman kapatacaksınız?” türünden baskıları seçimleri kaybetmeme kaygıları vb... CHP’nin de bu tavrını belirlemiştir. Bu tarihsel olgularda Köy Enstitüleri’nin neden açıldığını, niye kapatıldığını bulmak mümkündür. Köy Enstitüleri’ne yöneltilen ve kapatılmaları ile sonuçlanan belli başlı eleştiriler şöyle özetlenebilir: “Enstitülerde öğrenciler tek tip üniforma giyiyordu ve enstitü müdürü bile buna uyup aynı üniformayı giyiyordu. Öğrenciler bizzat yönetime katılıyorlardı. Bu ve benzeri sebepler ile enstitülere komünistlik suçlamaları yapılıyor arada bir ihbar mektuplarını dikkate alan polisin baskınlarına uğruyordu. Kız öğrencilerin erkek öğrenciler ile karma eğitim görmesi sonu gelmez dedikodulara neden oluyordu. Köylüler okul ve enstitü inşaatlarına yardım ile devlet tarafından mükellef kılınmıştı. Bu zorlamalar köylülere angarya olarak geliyordu. Öğrencilerin boğaz tokluğuna öğrenim görecekleri kendi okullarının inşasında çalıştırılmaları eleştirilmekteydi. Köylere atanan öğretmenler, yörenin toprak ağalarıyla sorunlar ya-

şıyorlardı. Bu geçimsizlikler köy öğretmenlerinin toprak ağalarının seçtirdiği milletvekillerine şikayet olarak ulaşıyordu. Bu durum toprak sahiplerinin durmaksızın Ankara'ya baskı yapmalarına neden oluyordu.” Yukarıdaki alıntıdan da anlaşılacağı gibi bu süreç adım adım örülmüştür. Filmde bu yanıyla anlatılanlar eksiktir. Yani bir sürecin anlatıldığı filmde politik yaklaşım eksik kalmıştır. Belki sonunda belgelerle verilebilir hatta yazı bile akabilirdi. Ancak bunlar yapılmamış. Sebeplerini bilemiyoruz. Emeği geçenlerin bunu bir eksik olarak görmelerini diliyoruz. Çünkü tarihe karşı bir sorumluluktur bunu es geçmemek. Bütün bunlara rağmen film tarihe ışık tutma noktasında olumlu bir adımdır. Oyuncusundan ışıkçısına kadar herkesin gönüllülük temelinde katıldığı film,günümüz açısından belki de eğitim sistemini de tartıştıracak, gerici AKP zihniyetinin karşısında duracaktır. Çünkü Köy Enstitüler’inde uygulanan eğitim sistemi; üretimin temel alındığı, emeğin yüceltildiği eğitim sisteminin bir örneğidir…o Yapım: 2012 - Türkiye, Tür: Dram, Tarih, Politik, Senaryo: Dilşah Özcan Yönetmen: Ali Adnan özgür, Oyuncular: Erkan Can, Türkü Turan, Şebnem Sönmez, Ufuk Bayraktar, Müge Boz, Menderes Samancılar, Bahtiyar Engin, Haluk Cömert, Serdal Genç, Barış Aydın, Banu Başeren, Suzan Kardaş, Görkem Türkeş, Onur Çilingir, Teoman Keser, Mustafa Polat, Bertan Dirikolu

ekİm-kAsIm 2012 | TAVIR | 61


62-64 haber_29-30 ellerimi tut 11/7/12 4:52 PM Page 62

haberler

haberler

Grup Yorum Elemanları Son Sözü Faşizme Bırakmıyor

Bozkırın Tezenesi Neşet Ertaş Vefat Etti

TAYAD'ın çağrısı üzerine 14 Eylül'de düzenlenen basın açıklamasına katılan Grup Yorum elemanları , İdil Kültür Merkezi çalışanları ve 27 devrimci işkenceyle göz altına alındı.

Saz ustası Muharrem Ertaş’ın oğlu, halk sanatçısı, besteci ve söz yazarı Neşet Ertaş 15 gündür tedavi gördüğü hastanede kronik rahatsızlık sebebiyle 25 Eylül’de vefat etti.

Gözaltındakilere dört gün boyunca işkence uygulanmasına aydın sanatçılar, Grup Yorum dinleyicileri tepkisiz kalmadı. Çağlayan Adliyesi' önünde gerçekleştirilen basın açıklamasına ve aynı akşam Taksim Meydanı'nda gerçekleştirilen yürüyüşe Grup Yorum dinleyicileri ile Hilmi Yarayıcı, Efkan Şeşen, Pınar Aydınlar, Grup Abdal, Kardeş Türküler, İbrahim Karaca, Ruhan Mavruk, Avni Sağlam, Akın Ok,Grup Marsis, Grup Munzur, Nurettin Güleç, Grup Emeğe Ezgi, Ayla Yılmaz, Burhan Berken, Ferhat Tunç, Niyazi Koyuncu, Grup İsyan Ateşi, Adile Yadırgı, Grup Bajar ve İstanbul Şehir Tiyatroları Oyuncuları, Oyuncular Sendikası katıldı. o

3. Tavır Kültür ve Sanat Festivali Yapıldı 33 yıldır tüm baskılara, engellemelere ve yasaklamalara rağmen çıkan dergimiz Tavır, gelenekselleştirdiği kültür ve sanat festivalinin bu yıl üçüncüsünü 20-21-22 Eylül tarihlerinde Okmeydanı Sibel Yalçın Parkı'nda “Aydın ve Sanatçılar Son Sözü Faşizme Bırakmaz" temasıyla gerçekleştirdi. Üç gün boyunca çeşitli tiyatro topluluklarının sahne aldığı festivalde politik sinema, toplumcu sanat ve toplumcu sanatta iz bırakanlar üzerine Ezel Akay, Şükrü Erbaş, Özgür Başkaya, İbrahim Karaca’nın katılımıyla söyleşiler gerçekleştirildi. Festival boyunca Grup Yorum, Hüseyin Turan, Grup Abdal, Ruhi Su Dostlar Korosu sahne aldı.o

62 | TAVIR | EKİM-KAsIM 2012

Kendisine cumhurbaşkanlığı tarafından verilmek istenen “devlet sanatçısı” ünvanını, “Ben halkın sanatçısı olarak kalırsam bana yeter, şu ana kadar bu devletten beş kuruş almadım” diyerek kabul etmemesiyle hatırlanan ozan, onbinlerin katıldığı cenaze töreniyle vasiyeti üzerine babasının ayak ucuna Bozkır’ın kalbine defnedildi. o

Grup Yorum’a Ev Hapsi Başladı Bilindiği gibi, Grup Yorum elemanları Selma Altın ve Dilan Balcı beraberindeki 27 kişiyle birlikte gözaltına alınmış, dört gün boyunca işkenceyle gözaltında tutulmuştu. Gözaltında ağır şekilde darp edilen Grup Yorum üyesi Altın ile Balcı, çıkarıldıkları mahkemede tutuklanmadı ancak hakim ev hapsine hükmetti, aralarında dergimizin sahibi Bahar Kurt’un da olduğu sekiz kişi tutuklandı. Grup Yorum elemanlarına verilen ev hapsi cezası, tebliğ edilerek fiilen uygulanmaya başladı. Bu uygulama ile her evde bir hapishane amaçlanmış ve tutuklamadan farkı olmamıştır. Grup Yorum’un 27 yıllık tarihi hapishanelerden, işkencehanelerden ve yasaklamalardan geçmiştir; fakat bunların hiçbiri Grup Yorum’un türkülerinin milyonlara ulaşmasına ve Grup Yorum’un kar makinası olup yoluna devam etmesine engel olamamıştır.o


62-64 haber_29-30 ellerimi tut 11/7/12 4:52 PM Page 63

GRUP YORUM günce 49 Eylül: Bu yıl 9.’su düzenlenen Geleneksel Halk Sofrası Pikniği’ne katılarak binlerce kişiye seslendi. 416 Eylül : Gerçekleştirdiği feda eylemi sonucu vefat eden devrimci İbrahim Çuhadar’ın Gazi Cemevi’nde gerçekleşen cenazesine katılarak, toprağa verildiği Gazi Mezarlığı’nda bir dinleti verdi.

422 Eylül : Sibel Yalçın Parkı’nda düzenlenen 3. Tavır Kültür ve Sanat Festivali’nin ikinci gününde türkülerini söyleyerek yaklaşık 1000 kişiye seslendi. Aynı gün İzmir Doğançay’da düzenlenen festivalde Grup Yorum Korosu’yla birlikte sahne alarak Doğançay’da yaklaşık 500 kişiye seslendi.

Aynı gün Gazi Barajı’nda yapılan Geleneksel Gazi Şenliği’nde sahne aldı.

428 Eylül : 1994 yılında katledilen Devrimci Memur Hareketi üyesi Elmas Yalçın’ın Feriköy Mezarlığı’ndaki anmasına katılarak marşlarını söyledi.

421 Eylül : Ruhi Su’nun ölüm yıldönümünde Zincirlikuyu Mezarlığı’nda bulunan anıt mezarda düzenlenen anma törenine katılarak, bir dinleti verdi.

430 Eylül: Bu yıl 9.’su düzenlenen Armutlu Güz Şenliği’nde yaklaşık 500 kişiye seslendi.

Suriye İçin Şiirler Okundu

GRUP YORUM yargılanıyor İdil Kültür Merkezi’nin polis tarafından basılması sonucu gözaltına alınıp tutuksuz yargılanmasına karar verilen Grup Yorum elemanları ve baskın sırasında kurumda bulunan İdil Kültür Merkezi çalışanları, 26 Kasım 2012 tarihinde ilk kez hakim karşısına çıkacaklar. Başka bir suçlamayla tutuklu bulunan Grup Yorum elemanı Seçkin Taygun Aydoğan ise ayrıca 5 Aralık 2012 tarihinde bir kez daha Çağlayan Adliyesi’nde görülecek mahkemesine katılacak. Grup Yorum her iki duruşme sırasında tüm dinleyenlerini Çağlayan Adliyesi’ne beklediğini açıkladı.o

Dergimizin Sahibi Bahar Kurt Tutuklandı TAYAD’ın çağrısı üzerine Adli Tıp Kurumu önünde düzenlenen basın açıklamasına katılan Bahar Kurt, 14 Eylül 2012’de içerisinde Grup Yorum elemanı Selma Altın ve Ezgi Dilan Balcı’nın da bulunduğu 27 kişiyle birlikte işkenceyle gözaltına alındı. Üç gün boyunca gördükleri işkencenin ardından mahkemeye çıkartılan Bahar Kurt ve 7 kişi tutuklandı. Dergimiz sahibi Bahar Kurt, Bakırköy Kadın Kapalı Hapishanesi'ne gönderildi.Kurt, geçtiğimiz yıl İdil Kültür Merkezi’ne yapılan operasyonda gözaltına alınmış 10 ay tutuklu kalmıştı. o

İdil Kültür Merkezi’nde Bayram Etkinliği Geleneksel kurban bayramı İdil Kültür Merkezi’nde birinci gün gerçekleştirilen etkinlikle kutlandı.

İŞTİSAN’ın çağrısıyla Tiyatrolar Platformu üyesi 64 topluluk 4 Kasım 19:00 da Türkiye’nin dört bir yanında Suriye için şiirler okudu. İdil Tiyatro Atölyesi ve Tiyatro Simurg’da İdil Kültür Merkezi’nde gerçekleştirdikleri okuma tiyatrosu ile “Suriye’ye Emperyalist Müdahaleye Hayır” dedi. Ümit İlter, Nazım Hikmet ve Arap şairlerin direniş şiirlerinin okunduğu geceye yaklaşık 60 kişi katıldı. o

Faşizmin her türlü baskısına ve terörüne rağmen İdil Ailesi bir araya gelerek bayramı kahkahaların eksik olmadığı dolu dolu bir programla kutladı. Bayramların bizim için önemi ve birlikteliğin vurgulandığı açılış konuşmasının ardından, bayram çekilişi yapılarak kazanan beş kişiye Grup Yorum anahtarlığı, rozet ve mendilini içeren hediyeler verildi. Ardından İdil Kültür Merkezi çalışanlarının, metrobüs hallerini canlandırdıkları skeç, herkese kahkahalar attırdı. Yaklaşık 30 kişinin katıldığı bayram etkinliği Grup Yorum’un söylediği türkülerle son buldu.o

EKİM-KAsIM 2012 | TAVIR | 63


62-64 haber_29-30 ellerimi tut 11/7/12 4:52 PM Page 64

haberler haberler kısa... kısa... kısa... kısa.. kısa... kısa... kısa... kısa... kısa... kısa... kısa... kısa... kısa... kısa...kısa... kısa...

4Hüsnü Yıldız'ın kitabı “Sana Geldik Ali” çıktı Toplu mezarların açılması ve toplu mezarlara gömülen kardeşi Ali Yıldız'ın kemiklerine ulaşabilmek için Dersim'de ölüm orucu direnişi yapan Hüsnü Yıldız'ın direniş sürecini, ölüm orucunu ve kardeşini anlattığı kitabı Sana Geldik Ali Tavır Yayınları'ndan çıktı. 4F Tipi Film Projesi 21 Aralık’ta Vizyonda

sesli müziğin ustası Ruhi Su ölüm yıl dönümünde mezarı başında anıldı. Anmaya, öğrencileri olan Grup Yorum'da katılarak anıt mezarın başında bir dinleti verdi. 100 yaşındaki ölümsüz usta, yıl boyunca "Ruhi Su 100 yaşında" etkinlikleriyle anıldı ve yıl içinde anılmaya devam edecek.

4Berkant Vefat Etti 49. Armutlu Güz Şenliği Gerçekleşti

Grup Yorum’un koordine ettiği Ezel Akay, S Süreyya Önder, Barış Pirhasan, Hüseyin Karabey gibi yönetmenlerin çektikleri kısa filmler ile tecriti anlattığı film, 19 Aralık’ta Atlas Sineması’nda gerçekleşecek galanın ardından 21 Aralık’ta vizyona girecek.

Küçük Armutlu’ da, gelenekselleşen güz şenliğinin 9.sunu “Yıkıma, Yozlaştırmaya karşı” 29-30 Eylül tarihlerinde gerçekleşti. Festivalde Ulaş Özdemir ve Mustafa Kılçık, Cihan Çelik, Gülfidan Aksoy, Tolga Sağ, Gülcihan Koç, Niyazi Koyuncu ve Grup Yorum sahne alarak “bir olarak, yıkıma, yozlaştırmaya karşı durma” çağrısıyla şarkılarını seslendirdi.

4İdil Kültür Merkezi’nde Kurslar Başlıyor

4Altın Portakal Film Festivali Bitti

İdil Kültür Merkezi’nde bağlama, gitar, yan flüt, halk oyunları, keman, çocuk korosu ve Grup Yorum Korosu eğitimi başlıyor. Her dönem olduğu gibi kurslar bu yıl da Kasım ayında başlayacak. Kurs kayıt ve bilgi için İdil Kültür Merkezi: 0212 238 81 46

Bu yıl 49.su düzenlenen Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde sinemadan çok popüler kültür ve bunun yarattığı yozlaşma gözler önündeydi. Festivalin En iyi film ödülünü “Güzelliğin On Par Etmez” filmi alırken, en iyi yönetmen olarak Zerre filmiyle Erdem Tepegöz seçildi.

4Tiyatro Platformu “Devlet- Tiyatro İlişkisi” Çalıştayını gerçekleştirdi 8-9 Eylül tarihlerinde, Bursa'nın Nilüfer İlçesi'nde Nazım Kültür Evi'nde düzenlenen çalıştayda iki gün boyunca Devlet-Tiyatro ilişkisi tartışıldı. İdil Kültür Merkezi’nin de katıldığı çalıştayın sonucunda yayınlanan bildirgeyle devletin ödenekli tiyatrolara uyguladığı özelleştirme politikalarına karşı eylemlilikler gerçekleştirilmesi kararlaştırıldı. 4Grup Yorum, Ruhi Su'nun mezarı başında 1912'de doğan ve bu yıl 100 yaşında olan çok

64 | TAVIR | EKİM-KAsIM 2012

“halkı kin ve düşmanlığa tahrik” ve “dini değerlere hakaret” gibi gerekçelerle 1,5 yıla kadar hapis istemiyle dava açılmıştı. Davanın ilk duruşması 18 Ekim’de Çağlayan Adliyesi’nde görüldü. Fazıl Say’ı Grup Yorum ve onurlu aydın sanatçılar yalnız bırakmadı.

4Yaşar Kemal Bir Ada Hikayesi’ni Tamamladı Yaşar Kemal’in Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana romanı ile başlayan, Karıncanın Su İçtiği ve Tanyeri Horozları kitaplarıyla devam eden Bir Ada Hikayesi dörtlemesi, yazarın Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan son kitabı Çıplak Deniz Çıplak Ada ile tamamlandı. 4Fazıl Say Yargılanıyor Fazıl Say’ın twitter üzerinden Ömer Hayyam’a ait bir dörtlüğü paylaşması üzerine

Samanyolu şarkısıyla tanınan Berkant Akgürgen yaşamını yitirdi. Ağustos ayından bu yana tedavi gören Berkant'ın, akciğer tümöründeki ilerleme nedeniyle hayatını kaybettiği öğrenildi. 4Tavır Dergisi Sahibi Bahar Kurt Tutuklandı Tayad’ın çağrısı üzerine 14 Eylül’de gerçekleştirilen basın açıklamasına katıl Bahar Kurt, dört gün gözaltında kaldıktan sonra çıkardılğı mahkemece 7 kişiyle birlikte tutuklanarak Bakırköy Kapalı Kadın Hapishanesine gönderildi. 4Erol Günaydın Vefat Etti 76 yaşındaki tiyatro sanatçısı Erol Günaydın nefes darlığı sebebiyle tedavi gördüğü hastanede 15 Ekim günü vefat etti. Çok sayıda tiyatro oyununda ve dizide oynayan, meddahlık geleneğini sürdüren Günaydın 17 Ekim’de ailesi ve sevenleri tarafından Ses Tiyatrosu’nda düzenlenen bir törenle son yolculuğuna uğurlandı. 4Berlin’de Yorum Kültür Evi Açıldı Almanya’nın başkenti Berlin'de, kuruluş hazırlıklarını tamamlayan Yorum Kültür Evi, 21 Ekim 2012, pazar günü açıldı. o


ekimkasimkapak.indd 3

11/6/12 9:57 AM


ekimkasimkapak.indd 4

11/6/12 9:57 AM


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.