ıssn 1303-9113
kapak lar nisan sablonu .indd 1
• 2011 / 06
• sayı 109
• 2.25 TL(KDV’li)
6/8/11 11:38 AM
kapak lar nisan sablonu .indd 2
6/8/11 11:38 AM
1-2 merhaba-2_1-2 merhaba ve icindekiler 6/8/11 4:10 PM Page 1
a y l ı
k
s a n a t
d e r g i s i
Merhaba
Sahibi Tavır Yayınları adına Bahar Kurt Genel Yayın Yönetmeni Gamze Keşkek Sorumlu Yazıişleri Müdürü Yeliz Yılmaz Yazışma Adresi İstanbul Mahmut Şevket Paşa Mah. Mektep Sk. No: 4-B Okmeydanı - Şişli - İstanbul Tel: (212) 238 81 46 Faks: 238 82 49 e-posta: tavir2007@gmail.com www.tavirdergisi.com Ankara İdilcan Kültür Merkezi Eski 1. Cadde 636. Sk. No: 207/2 Tel: 0 541 336 65 37 Hesap no (TL) 1042- 30000 596147 Gamze Mimaroğlu İş Bankası Parmakkapı/İST. Hesap no (EURO) 1042- 3010000 129062 Gamze Mimaroğlu İş Bankası Parmakkapı/İST. Fiyatı (DÖVİZ) Almanya: 5 Euro Fransa: 5 Euro Hollanda: 5 Euro Avusturya: 5 Euro İsviçre: 7.5 Frank İngiltere: 4 Sterlin Posta Çeki Hesap no Selma Altın 515 72 82 Baskı Ezgi Matbaa Sanayi C. Altay Sok. No: 10 Çobançeşme / İstanbul Tel: (0 212) 452 23 02 Yayın türü: Yerel Süreli
Çirkin, korkak, yarınsız bir iktidarın yarasalarıydı gecenin bir yarısı kapımıza üşüşen. Kapımızı kıran, içeride kim varsa yerlerde sürükleyenler düşmandılar devrimci sanatın o engellenemez gücüne. Düşmandılar yarınlara; yarınlara dair düşlere, o düşlerin ezgilerine... Notalara; her bir harfi eşitliğin, kardeşliğin, paylaşımın, devrimin ve sosyalizmin resmini çizen yazılara; bu halkın acılarıyla, sevinçleriyle, umutlarıyla dolu oyunlarla sokaktaki insanın bilincine seslenen tiyatroya; sanata, sanatı devrimin yolunda rehber eyleyenlere... düşmandılar. İrkilerek geldikleri İdil Kültür Merkezi’nden ve aynı saatlerde yine kapılarını kırarak girdikleri yerlerden yine irkilerek çekildiler karanlık üslerine. Orada da dar edildi üsleri kendilerine. Haklılığın ve meşruluğun verdiği güçle dikildi başlar onlara, kendilerini en güvende hissettikleri yerde hem de... Kapısının önüne dayandı gözaltına alınmayıp da dışarıda kalanlar, adına “Emniyet” denilen işkence merkezinin... Korkularını büyüttüler zalimlerin, içerideki yoldaşlarını almadan gitmeyeceklerini haykırdılar karanlık yüzlerine. Hesabı soruldu; gecenin bir yarısı kapılara dayanmanın, işkenceli gözaltıların, hırsızlıklarının, ahlaksızlıklarının... Ellerini sallaya sallaya gelemeyecek, giremeyeceklerdi evlerimize, derneklerimize, kültür merkezlerimize... “Yola getiremeyeceklerdi”, daha bugüne kadar zulmün önünde bir kez bile eğilmemiş ideolojimizi. “Islah edemeyeceklerdi” düşüncelerimizi. Uzlaşmayacak, düşmanla “barışmayacaktık” hiçbir zaman. Direnmenin onuru yazılacaktı her bir saldırıdan sonra mücadele sayfalarımıza. Hep direngen kalacaktı ezgilerimiz. Hep yıkacaktı zulmün kalelerini notalarımız. Hep sarsacaktı iktidarı sokak oyunlarımız... Ve hep güneşe dönük olacaktı eğilmez başlarımız... Demokrasicilik oyununda yeni bir perde daha açılıyor 12 Haziran’da. Şeffaf sandıklar kuruluyor halkın önüne bu kez. Kopkoyu bir baskının, sansürün, karanlığın... ezcümle faşizmin ortasındaki bir ülkede, tüm gerçeklerin gizlendiği bir yerde, kötü bir ironi bu “şeffaflık”... Kim kazanırsa kazansın, halkın kaybedeceği bir seçim ortamında, kurtuluşun parlamentoda değil, umudunu gösterdiği yolda olduğunun bilinciyle bakıyoruz ufka. Orada gördüklerimiz, burjuvazinin parlamentosunda hiçbir zaman görülemeyecekler... Göreceklerini söyleyenler, en hafifinden yanılgı içindedir, ötesi umut tacirliğidir, düzene soluk borusu olmaktır. Yüzümüz hep ufka dönük olacak. Yarına güvenle yürüyeceğiz. Devrimci sanatın yol göstericiliğinde, hep doğruyu söylemenin ve onun gereğini yerine getirmenin ağır sorumluluğunu taşımayı en büyük onur sayarak bakacağız gelecek güzel günlere... Hiçbir güç bizi bundan alıkoyamayacak... Bir sonraki sayımızda görüşmek dileğiyle... Dostlukla...
1-2 merhaba-2_1-2 merhaba ve icindekiler 6/8/11 4:10 PM Page 2
İÇİNDEKİLER
06/2011
3 7 10 12 14 18 21 24
26
30 32 35
MAKALE mustafa emin faşizm koşullarında sanat DENEME sedef demir idil’i temizledik DENEME ümit ilter umudun süvarisi MAKALE evrim deniz karatana “çirkindiler, korkaktılar, yarınsızdılar” DENEME cem kalender iktidar ve büyük gözaltı DENEME heval deniz tanıklıklardan MAKALE sinan gümüş çok olmak ve çoğalmak DENEME paluri arzu kal demirci durduramayacaklar halkın coşkun akan selini RÖPORTAJ tavır ece temelkuran, ışıl özgentürk mehmet özer, mehmet esatoğlu DENEME ümit ilter taş yerinde ağırdır MAKALE mehmet esatoğlu seçim meçim ama işin ucu geçim ÖYKÜ ümit zafer “hiper star’ın kedisi
39 43 44 46 48 50 52 56 58 60
62
İZLENİM filiz tanya halep ya da halkların acılarının izleri ŞİİR oğuzcan önver söyle öyleyse devlet DENEME uğur özgür big bang DENEME ümit zafer mızraklı köle ÖYKÜ canan yıldırım yazgıları kömür gibi ÖYKÜ ceren durgun ilk karşılaşma BİYOGRAFİ turan olgun taş herakles: bizim kavgamız TİYATRO gülnaz bıçakçı ben sinema artisti olmak istiyorum TİYATRO gülnaz bıçakçı direniş çadırı ve tiyatro ELEŞTİRİ tavır filiz tanya’nın “fatma”nın kafasını karıştıran yazısına dair... HABERLER KAPAKLAR ön kapak: tavır ön iç kapak karikatür : uykusuz arka iç kapak tasarım: tavır
03-06 fasizm kosullari_sablon 6/8/11 1:18 PM Page 3
makale
makale
faşizm koşullarında sanat mustafa emin
Şilili bir öğretmendi Victor Jara. Aynı zamanda gitar çalıyor, şarkılar besteliyordu geleceğe, aydınlık Şili’ye, eşitliğe, özgürlüğe, bağımsızlığa ve sosyalizme dair… Şili’nin o dönem muhalif müzik gruplarından, “Yeni Şarkı” akımının en önemli temsilcilerinden olan İnti İllimani'nin sanat danışmanıydı. 11 Eylül 1973 sabahı, üniversitede bir konsere giderken, elinde gitarıyla gözaltına alındı. Pinochet’in, ABD patentli faşist darbesiyle, koskoca Şili gözaltına alınmıştı çünkü. ABD emperyalizmi, satın aldığı yüzlerce darbeci generalle, Latin Amerika’da organize ettiği faşist cuntalara bir yenisini, hem de en kanlılarından birini daha ekliyordu. Victor Jara da, silah zoruyla evlerinden alınıp Santiago'daki bir stadyuma toplananların arasına konuldu. Stadyumda beklerken, gitarını çıkarıp Venseremos’u (Kazanacağız) çalmaya başladı. Şilili sosyalistlerin en çok söyledikleri marştı bu... Biraz sonra marş, stadyumdaki 5 bin tutuklunun ağzından bağıra bağıra söylenmeye başlamıştı bile. Jara’yı alıp götürdüler işkence yapacakları yere. Dövüldü acımasızca. Dipçikle parmaklarını kırdılar. O da ıslıkla çalarak söylemeye devam etti Venceremos’a. Faşistler kinlerini kustular Jara’ya. Ve onu ancak dilini ve bileklerini keserek susturulabildiler. Sonra da kurşuna dizdiler. Neydi Victor Jara’yı bunca işkenceye rağmen doğru bildiğini canı pahasına savunmaya iten gerçek? Neydi bu inancın
HAZİRAN 2011 | TAVIR | 3
03-06 fasizm kosullari_sablon 6/8/11 1:18 PM Page 4
“Genel anlamıyla sanatçının niteliğini belirlerken, toplumsal pratiğinin, yani siyasal ve kültürel çalışmalarının, toplumsal tutum ve ilişkilerinin ve eserlerinin hangi sınıfların hizmetinde olduğuna bakmalıyız. İşçi sınıfının, yoksul köylülüğün sorunlarına, toplumsal kurtuluş mücadelesi doğrultusunda hizmet ediyorsa, emekçi kitlelerin eylemleriyle yakından ilgileniyorsa, bu eylemlere maddi ve manevi destek oluyorsa, onların devrimci sınıf bilincini yükseltiyorsa, devrimci ruh ve kararlılığını kabartıyorsa, onlara bütün dünya emekçilerinin kardeşlik duygularını götürüyorsa, bilimsel sosyalizmin ideolojisi ve teorisini kendisine kılavuz ediyorsa, bu sanatçı proleter devrimci bir sanatçıdır. eksikleri, zaafları, yetmezlikleri olsa bile halkın sanatçısıdır.” kaynağı?... Bunun kaynağı, elbette insanın insanca yaşayabileceği, ezenin ve ezilenin olmadığı sınıfsız sömürüsüz bir dünyanın bir gün mutlaka kurulacağına olan inançtadır. Faşizmin tüm korkusu da bu inançtır tabi ki. Victor Jara’ya bu denli kinle saldırmalarının nedeni de budur. Yılmaz Güney devrimci sanatçıyı, halkın sanatçısını şöyle tanımlıyor:
Devrimci sanatçı Victor Jara, faşizm koşullarında devrimci sanat mücadelesini de, demokrasi mücadelesini de bu düşüncelere sahip olduğu için veriyor işte. Büyük bedeller göze alınarak veriliyor bu mücadele. Yeri geliyor uzun hapisliklerle, yeri geliyor can pahası sürdürülüyor. Kimi zaman devrimci sanatın icra edileceği tek bir alan bile bırakmıyor faşizm. Sesini boğmak, kitlelerle tüm bağını kesmek istiyor. Bu konuda her fırsatı deniyor, her yöntemi kullanıyor. İdil Kültür Merkezi, 10 Mayıs 2011 tarihinde yüzlerce polisle basılırken, o an içeride bulunan devrimci sanatçılar da Victor Jara ile aynı duygularla hareket ettiler, onun inancıyla direndiler. Çünkü, “Devrimci sanatçı, devrimci tabiatı gereği militandır, yenileştirici ve değiştiricidir. Toplumsal kurtuluş mücadelesinden ayrı düşünülemez, devrimci mücadeleyle organik bir biçimde bağı olmalıdır. Bu nedenle devrimci bir sanatçı, o ülkenin devrimci mücadelesinin hedefleri ve görevleri doğrultusunda görevlerle yüklüdür. O her şeyden önce bir devrimcidir, militandır, sanatı devrimin bir aracıdır, bir silahıdır.” (YılmazGüney/Kayseri Konuşmaları/Güney Dergisi/Sayı: 6/1978) Faşizmi tanıyorlardı onlar. Verdikl-
4 | TAVIR | HAZİRAN 2011
03-06 fasizm kosullari_sablon 6/8/11 1:18 PM Page 5
ri mücadelenin karşılığı olarak da; gözaltıları, işkenceleri, hapishaneyi, tutsaklığı ve elbette Victor Jara’nın ödediği bedeli, yani işkenceli ölümleri biliyorlardı. Yabancı değillerdi bu yüzden gözaltılara, uzun tutsaklıklara, sürgünlere... Ayçe İdil Erkmen gibi, hem yazılarıyla Tavır’ı büyüten hem oyunlarıyla tiyatroyu geleceğe taşıyan ve bunlarla yaşamını sınırlamayan, devrimci sanatçılığının nasıl yapılacağını yalnızca yaşamıyla değil ölümüyle de gösteren, dünyanın ilk kadın ölüm orucu şehidi olan bir öğretmenleri vardı. Ayşe Gülen gibi faşizmin kurşunlarıyla katledilen başka bir öğretmenleri daha vardı. Yine Ayşe Nil Ergen vardı, Ayşe Gülen’le birlikte katledilen... Yani bedel vardı ödenen. O bedelin öğrettiği devrimcilik vardı serde, devrimci sanatçılık vardı. Devrimci sanat ve devrimci sanatçılık naif ortamlarda, durgun ve tatlı sularda, etliye sütlüye karışmadan yapılmıyor. Bunun tersini savunan, devrimci sanatı can pahasına savunanları dinozorlukla, çağdışılıkla, slogancılıkla ve hatta utanmazca teröristlikle suçlayanların giderek arttığı bir süreçte; Victor Jara’ya yapılan zulmün uygulayıcılarında o günden bugüne hiçbir şeyin değişmediğini, faşizmin aynı zulmü uygularken sadece yöntemlerde bir “değişikliğe” gittiğini hatırlatmakta yarar var. “Değişen dünya”, “globalleşen kapitalizm”, “demokratik emperyalizm” gibi ucube fikir ve düşüncelerin hayatta bir karşılığı yoktur ve olmayacaktır! Faşizm, bugün hala Dimitrov’un tanımladığı gibi, tekelci kapitalizmin en kanlı, en vahşi diktatörlüğü olarak sömürge ve yeni sömürge ülkelerde uygulanmaya devam ediyor. Nüansları yok mu? Var elbette. Demokrasi oyunları var örneğin. Sandıklar her dört yılda bir konuluyor. Çok partili, yani “çoktan seçmeli” bir demokrasi oyunu sahneleniyor her dört yılda bir. 12 Eylül faşist anayasasında hak ve özgürlüklerden geçilmezken, yine İtalyan faşizminden aparılmış ceza yasasında bu “özgürlüklerin” kullanılması durumunda alınacak hapis cezaları on yılları bulmakta. “Özgürlüklerin var ama kullandığın takdirde tepene binerim” demokrasisi bu. İşte böylesi koşullarda sürdürülüyor devrimcilik, devrimci sanatçılık... Pablo Neruda da bu koşullarda verdi eserlerini ve faşizme karşı direnen devrimci sanatçılardan biri oldu. Onun yaşamında bir dönüm noktasıydı İspanya İç Savaşı. İspanya İç Savaşı ve yakın dostu Federico Garcia Lorca'nın ölümü Pablo Neruda’yı çok etkiledi ve önce İspanya sonra da Fransa'da Cumhuriyetçi harekete katılmasına neden oldu. Bu sırada, o güne dek yazdığı şiirlerini topladığı Kalbimdeki İspanya (España en el Corazón (1937)) üzerine çalışmaya başladı. Kalbimdeki İspanya, iç savaş sırasında cephede basıldı. Aynı yıl ülkesine döndü Neruda ve bundan sonra eserlerini siyasi ve sosyal konular üzerine oluşturdu. 1939'da Paris'te İspanyol göçmenler için konsolosluk görevine getirildi. Meksika'daki
HAZİRAN 2011 | TAVIR | 5
03-06 fasizm kosullari_sablon 6/8/11 1:18 PM Page 6
konsolosluk görevi sırasında “Canto General de Chile”yi yazdı. Neruda’nın bu eseri, 1950'de Meksika'da basılırken, Şili'de de el altından yayınlandı. Yaklaşık 250 şiirin yer aldığı eser, on kadar dile çevrildi ve bu çeviriler yüzünden Neruda elçilik yaptığı ülkelerde zorluklar yaşadı. 1943'te Şili'ye dönen Neruda, 1945'te senatör seçildi ve Şili Komünist Partisi'ne katıldı. 1947'de Başkan González Videla'nın grevdeki madencilere yönelik baskıcı politikalarını protesto ettiği için, 2 yıl boyunca kendi ülkesinde kaçak yaşadı. 1949'da yurt dışına çıktı ve 1952'ye kadar çeşitli ülkelerde bulundu. Bu dönemde yazdığı eserler politik aktivitelerinin damgasını taşır. Örneğin Las Uvas y el Viento (1954), Neruda'nın sürgündeki günlüğü gibidir. O diğer devrimci sanatçılar gibi, yaşamı boyunca güçlü siyasi duruşuyla tanınmış bir sanatçıdır. Neruda, ülkesindeki ve İspanya'daki faşizme karşı da savaşmıştır. Bugün eserleri hala devrimcilerin ve tabi devrimci sanatçıların belleklerinde ilk günkü tazeliğini korumakta, onlara yol göstermeye devam etmektedir. Aynı şekilde Picasso da, Nazizmin tüm dünyayı yakıp yıkmaya başlayacağı bir sürecin arifesinde, 1944 yılının ekim ayında Fransız Komünist Partisi’ne üye olmuş bir sanatçıdır. İspanya İç Savaşı sırasında İspanya hükümeti, Paris Dünya Fuarı'ndaki İspanyol pavyonu için Picasso'ya büyük boyutlu bir tablo ısmarlamıştır. Picasso daha tablosuna başlamadan Hitler'in uçakları İspanya'nın Bask bölgesinde küçük bir kasaba olan Guernica'yı bombalamış; Picasso da, Nazilere ve kasabanın acımasızca bombalanmasına karşı duyduğu tepkiyi, başyapıtı sayılan Guernica adlı tablosuna yansıtmıştır. Bugün Madrid'de Prado Müzesi'nde bulunan bu tablodaki insan ve hayvan figürleri acı, hüzün ve faşizme karşı duyulan güçlü nefreti yansıtır. Tabloyu gören bir Nazi albayı, figürlerin anlamını kavrayamayarak beğenmiş ve Picasso’ya, “Bu resmi siz mi yaptınız?” diyerek tam da övgülerini sıralayacakken, Picasso’nun cevabı Nazi albayının suratına bir tokat gibi şaklar adeta: “Hayır siz yaptınız!”... Burada bir inanç vardır, cesaret vardır, doğru bildiğini sonuna kadar savunma vardır. Sanatçı dimdik olmalıdır düşman bildiklerinin karşısında. Bir milim bile sapmamalıdır doğru bildiği yoldan. Bedeli ne olursa olsun. Picasso, bunu öğretiyor devrimci sanatçılara... Ülkemizi yeniden yeniden tahlil etmeye, siyasi olarak yeni tanımlar geliştirmeye gerek yok. Kendi-
6 | TAVIR | HAZİRAN 2011
ni bilenler, biraz da gözleri ve beyinleri olanlar, AKP iktidarının son dönemdeki saldırılarını görüp anlayacaktır. Evet bu ülkede insan hak ve özgürlükleri askıdadır, uygulanmamakta, uygulanması için mücadele edenlere de en acımasız şekilde saldırılmaktadır. Örgütlenme, düşünce ve ifade özgürlüğü yoktur. Dergiler, dernekler, kültür merkezleri, gazeteler, yayınevleri... basılmakta, çalışanları gözaltına alınmakta, işkencelerden geçirilmekte ve tutuklanmaktadır. En küçük bir muhalif sese bile tahammülü yoktur sistemin. Polis copu, biber gazı, helikopterli ve ağır silahlarla donatılmış binlerce polisle mahalle işgalleri artık sıradanlaşan uygulamalar haline gelmiştir. Adeta ilan edilmemiş bir sıkıyönetimin olduğu ve sokaklarında adım başı kimlik kontrollerinin yapıldığı bir yerde demokrasiden, hele de AKP’nin kendi deyimiyle “ileri demokrasi”den söz etmek mümkün müdür? Devrimci sanat, adı üstünde değiştirici ve dönüştürücü olmak durumundadır. Değiştirmek ve dönüştürmek de eskiyi devirip yerine yenisini inşa etmekle mümkündür ancak. Diyalektik bağ gereği, bunu yapmak için de her şart ve koşulda, faşizmin en azgın zamanlarında dahi ideolojisinden, düşüncesinden ve halkından aldığı güçle direnmelidir devrimci sanatçı... Yukarıda adları geçen devrimci sanatçıların yanına daha yüzlercesini, binlercesini ekleyebiliriz. Evet, emperyalizmin ve işbirlikçilerinin tüm faşist baskılarına, imha saldırılarına rağmen devrim yaşıyor, devrimci sanat yaşıyor. Dün Victor Jara direniyordu faşizme, bugün Grup Yorum. Dün Neruda haykırıyordu faşistlerin suratına umudu, bugün İdil Kültür Merkezi’nin tiyatrocuları. Dün Guernica’yla sarsıyordu faşizmi Picasso, bugün yazdıkları yazılarla Tavır yazarları, çektikleri fotoğraflarla FOSEM’in fotoğraf sanatçıları... Diller ayrı ama söylenen hep aynı: Devrimci sanat engellenemez! o
07-09 idil'i temizledik_sablon 6/8/11 4:52 PM Page 7
deneme
deneme
idil’i temizledik!.. sedef demir
Gecelerin iliklere kadar işleyen öldüresiye soğuğa kestiği, gündüzlerin ise kavuracak kadar sıcak olduğu günlerdi. Hani hayatın arası yoktur ya; ya gökyüzü mavisi kadar özgürsündür ya da kan revan içinde tutsak. İşte öyle arası yoktu havanın da o günlerde. Ya sıcaktı ya soğuk... Amma velakin çok görüldü oturmanın, beklemenin, direnmenin sıcağı ve soğuğu. Ankara'da koca bir elin altında insanlığın boğazına kadar kara battığını, buharlaşacak kadar ısındığını gördü gözlerimiz... Evlatları için iliklerine kadar do-
nan, hücrelerine kadar eriyen ana ve babalar için de arası yoktu çünkü hayatın... "Kardeş bu gençler neden oturuyor burda?" "Arkadaşlarını gözaltına almışlar abla." "Yazıııık." "Onlar özgürlüklerine kavuşsun diye oturuyorlarmış." "Özgürlük için yani..." "Evet." "O zaman biz ne duruyoruz? Oturalım." "Nasıl yani?" "E sanki biz özgürüz..." "Doğrusun valla. E hadi o zaman..." İşte böyle başladı bu direnişin öyküsü de. Bu kadar açık ve netti her şey. Özgürlük kadar tertemiz... Tarihler öncesinden bugüne kadar... Zalim alırdı, biz geri alırdık. Zalimin zulmü başlarımızı keserdi, biz kesik başlarımızı koltuğumuzun altına alır devam ederdik yüreğimizle... Bu kez, sevdiklerimizi, yol arkadaşlarımızı almışlardı bir gece vakti canevimizden. Gözümüzden sakındığımız yuvamıza balyozlarla kapıları kırarak, silahlarla tetik durarak girmiş, kirli postallarıyla evimizi basmışlardı. Kanlı elleriyle kapılarımıza, kitaplarımıza, kalem-
HAZİRAN 2011 | TAVIR | 7
07-09 idil'i temizledik_sablon 6/8/11 4:52 PM Page 8
"Hayır bizim için arkadaşlarımızın bırakılması önemli... Onlar bırakılana kadar ayrılmayacağız buradan..." ... ... ... Neticede ayrılmadık. Zorla sürüklemek istediler bizi. Önce sardılar etrafımızı. Kalkanlarıyla kendilerini koruyarak sardılar. Şarkılarımızın sesi daha çok yükseldi. Onlar gergindi. Bizse hem gergin, hem coşkulu... "Abla saldırırlar mı?" "Saldırırlar canım." lerimize, bilgisayarlarımıza, telefonlarımıza, enstrümanlarımıza, arşiv CD’lerimize dokunmuşlardı. İğrenç bakışlarını gezdirmişlerdi duvarlarımızda yazılı sözlerimizde, şiirlerimizde, panoda asılı eylem takvimimizde, konser programımızda, masamızdaki mektuplarda... Kokuları vardı leş gibi ortada... Bu kiri, bu pis kokuyu temizlemek için geldik buraya. Bunları ancak boyuneğmeme temizlerdi... Yüreğimiz hani gecenin soğuğu kadar buz bağlamıştı zalime. Yüreğimiz öte yandan sevdiklerimiz için cayır cayır yanıyordu. Gayrı durdurak olur muydu? Battaniyemizi, gitarımızı, bağlamamızı alıp vardık "Vatan"ın önüne. Orada söylecektik şarkılarımızı. "Ben yaşarım onurumla başımı hiç eğmeden / Sevdamı kara günde terk edip de gitmeden". Orada bekleyecektik, Yorumcular ve dinleyicilerimiz serbest bırakılana kadar. Zalim bizi görecekti, bitmediğimizi görecekti. Sevdiklerimiz bizi görecekti, onları beklediğimizi, alacağımızı... Halkımız bizi görecekti orta yerde... İşine giderken, evine dönerken, gezmeye çıkmışken, bir buluşmaya koşarken... Görecekti hem bizi hem yerlerde sürünen "demokrasi"mizi. Dinleyicilerimiz bizimleydi o akşam "Vatan"ın önüne sererken battaniyeleri. Nice yasakların, baskıların üstesinden beraber geldiğimiz, müziğimizin cefasını da beraber çektiğimiz dinleyicilerimiz bizimleydi. Konserlerimizi düzenledikleri için tutuklanan, şarkılarımızı çaldığı için işten atılan, kasetlerimizi çantasında bulundurduğu için okuldan uzaklaştırılan, her konserinde gecesini gündüzüne katarak çalışan dinleyicilerimiz... Rahattık, sanki pikniğe gelmiş de neresi daha güzel diye bakınan birileri kadar. Neden olmayalım, bu toprakların her karışı bizim. Battaniyelerimizi serdik yere, oturduk. Gecenin on biriydi saat. Oturduk ve söylemeye başladık şarkılarımızı. Bağdaş kurmuş dizlerimizin üzerindeki battaniyelerimiz değil şarkılarımız ısıtıyordu bizi. Geleceklerini biliyorduk, hemen de geldiler... "Burada oturamazsınız, yasak." "Neden yasakmış, arkadaşlarımız bırakılına kadar kalacağız burada. Bekleyeceğiz..." "Oturamazsınız işte... Burada bu zamana kadar oturulmadı, izin yok. Karşıki parkta oturun."
8 | TAVIR |HAZİRAN 2011
"Gözaltına alırlar mı?" "Alabilirler." "E o zaman bizimkileri görürüz işte." "Görürüz tabi. Sen gel benim koluma gir, kenetlenelim." "... Bu yol uzun ırak gülüm güley gülüm..." Onlar hep alırlar. Fakat bilmezler ki biz dışarıdayken de bir yanımız hep tutsaktır zaten, fakat bizi aldıklarında da bir yanımız hep özgür olacak. Ve biz içerideyken özgür yanımız dikilecek karşılarına... Bu böyle sürüp gidecek... "Ahmet sabah dükkanını açacak kimse var mı?" "Var var sen merak etme, ayarladım." "İyi... Acılar alacak yokluklar alacak büyü de baban sana, Büyü de baban sana..." "Avukatları aradınız mı?" "Haberleri var şimdi gelirler. Ayrıca ben varım yahu aşkolsun, savunurum ben seni." "Ohooo sana kaldıysak, evvel allah elimiz armut toplamaz bizim de." "Anladık anladık... Hadi gir koluma... Ötekilere bıraktık, güneşi karşılamayı, nasıııl..." Şarkılarımızı söylüyorduk. Gözlerimiz birbirine kenetlenmişti, kollarımız gibi. Başka bir şey görmek istemiyorduk. Ne polislerin soğuk, ifadesiz yüzlerini ne de kameralarıyla bizleri çeken basını. Ne kalkanlar ne gaz tüpleri... Kulaklarımız şarkılarımızdan başkasına tıkalıydı. Kenetli kollarımızı ayırmak için uğraştılar, kenetli gözlerimizi ayırmak için de... İttiler, kollarımızı burkarak yere yatırdılar... Bağırarak sesimizi susturmaya çalıştılar. Biz bunları yaşarken, siz ne düşünüyorsunuz bilemeyiz, bizi de ilgilendirmez ama biz "ileri demokrasi" palavralarınızın nasıl da gözler önüne serildiğini düşündük. Siz bizi oradan kaldırmak isterken biz geleceğin bizim olduğunu gördük. Çünkü sürüklenirken yerlerde, yan tarafımızda daha on yaşına basmamış Özgür Osman izliyordu bizi. Siz kaybediyordunuz, çünkü küçük Özgür Osman bizimdi. Gözünden yaşlar akıyordu ama korkusundan değil, bizim içindi Özgür'ün gözyaşları. İşte bir kez daha kaybettiniz, yine biz kazandık. Ayrılmadık sabaha kadar "Vatan"ın önünden. Hava soğuktu.
07-09 idil'i temizledik_sablon 6/8/11 4:52 PM Page 9
Battaniyelerimizi eski yerimizin biraz ötesinde yerlere serdik yine. Gecenin on ikisine geliyordu saat. Şarkılarımızla halaylar çekmeye başlamıştık ki ziyaretçilerimiz gelmeye başladı. İnternetten ya da telefonla haber alanlar gecenin geç saatlerine kadar paylaştı bizimle soğuğu. Sabah bir anda geldi. Kimilerimiz uyudu ikişer saat. Uzun uzun voltalar atıldı. Ellerde ziyarete gelenlerin getirdiği sıcak çaylarla; gözaltına alınanlardan, işlerden güçlerden, derslerden, müzikten, sorunlardan dem vuruldu voltalarda. Böyle geldi sabah... İdil'den gelen bir tencere çorba hem ısıttı hem doyurdu bizi. "Oh be içimiz kurumuştu valla. Ne güzel oldu." "Hani sen bu saatte çorba sevmezdin, n'oldu?" "Böylesi başkaymış. Belki bundan sonra da içmem ama bu başka." "Nesi başkaymış bakalım?" "Bilmem ki, başka işte. Sevdim bunu." Yoldan geçenler, metrodan çıkanlar karşılarında bizi görünce şaşırıyorlardı. E tabi kaldırımın ortasına serilmiş oturanlar her gün görülmüyor. Önümüzden geçiş süreleri 5-10 saniye arası. İnsanların durumu anlamaları ancak önümüzden geçip geriye baka baka yürümeye başladıkları anda oluyor. Tam gitti denecek yere geldiklerinde, yüzlerinde bir tebessüm oluşuyor ve geri dönüp günaydın diyorlardı. Kimisi bir gülücükle bütün desteğini sunarken bize; kimileri birkaç dakika ya-
nımızda oturuyor, hemen ikinci bir geliş randevusu veriyor, ihtiyaçlarımızı öğreniyordu. İşte bütün tanışma faslı bu kadardı. Bir-iki saat... İkinci gelişinde artık eski dostumuzdu bizim. "Oooo bak bak kimler gelmiş..." denecek kadar tanıdık bir dost. Hemen çaylar konuyor, yeni gelişmeleri aktarıyoruz: "... çıkarılmış savcılığa; ...'nın durumu iyi değilmiş doktorun görmesi lazım; ... bizi görmüş ring aracıyla geçerken; ..." Dilzar Teyze de geldi yanmıza. Özgürlük için oturduğumuzu görünce hemen yanımıza ilişiverdi. Dilzar Teyze'yi sanki yıllardır tanıyormuş gibiydik. Kendisine mavi kart çıkarmak için çıkmış evden. Yorulmuştu dolaşmaktan yanımıza geldiğinde. "E soluk alacak bundan güzel yer var mıdır?" diyerek, gülerek oturdu yanımıza. Altın dişli Dilzar Teyze... Dilzar... Haykıran yürek... Adı gibiydi Dilzar Teyze... Her sözü bir haykırış. Hayatın binbir türlü çilesini çekmiş, altı çocuğunu tek başına büyütmüş, memleketinden çıkıp geldiği, çok acı memleket dediği İstanbul'da. Küskünüm diyor memleketine, adını söylemedi. "Çok severdim amma basmadı bağrına beni. Barınamadım çocuklarımla. Hain babaları hala o diyardadır. Gitmem artık oralara. Çiçeğini, dağlarını, kokusunu özlemedin mi diye sorma. İnsan küstüklerini de sever, özler. Öyle işte... Özgürlük başka şey. Biz de özgür olmadık hiç. Hapis almak için illa dört duvar mı lazım, bak benim sağım yalan solum yalan olmuş, ben de hapis olmuşum. Televizyonlar, gazeteler hepsi yalan. Patron da yalan. Tayyip zaten hepten yalan. Sanki biz özgürüz. Sevdim ben sizi, yarın da gelirim. Bir şey isterseniz?..." Yüzlerce sevenimiz, dostumuz geldi geçti battaniyelerin üzerinden. Bağdaşlar kurduk birlikte, söylenmedik şarkımız kalmadı. Konuşulmadık dert kalmadı. Yeni yeni dostluklar, arkadaşlıklar kuruldu şu üç günde. Sendikalardan işçiler, derslerinden çıkan öğrenciler, memurlar, pazarcılar, esnaflar... Ta ki bizimkiler serbest bırakılana kadar, geldiler, geldiler... Onlar geldikçe İdil temizlendi kirden, kandan, kokudan... Zulmün karşısına dikilmiş başlarla, inatla söylenen türkülerimizle, çoğalan yüreklerimizle temizledik İdil'imizi. o
HAZİRAN 2011 | TAVIR | 9
deneme deneme
umudun süvarisi ümit ilter
"Anadolu'yu sevmek cesaret ister Adım başında yoksulluk Adım başında keder ve kelepçe Adım başında..." (Arif Damar)
Senin cesaretin, o büyük sevdanın eylemidir. Bu uğurda başına gelmedik zorluk ve zorbalık kalmasa da yürümeye devam ediyorsun işte yolunda. Her adımında, sazında, sözünde yoksullara umut taşıyorsun. Senin büyük suçun işte bu: Umudun süvarisi olmak... Keder denilen zehirin boğucu havasını, coşkunun rüzgarıyla dağıtıyorsun. Bam teli Eduardo Galeano'nun dediğidir: "Sevince, acıdan daha çok cesaret gerekiyor. Sonunda acıya alıştık zaten." Acılarımızı bal eyleyip direnç sağmanın coşkusudur senin yüreğinden taşan. Soluğuna yüz binlerin nefesini yoldaş eyliyor ve paylaşılan sevinci büyütüyorsun. Hayata sahip çıktıkça yarına el uzatabilenlerin sevincidir bu. İşte senin fermanlara ya-
10 | TAVIR | HAZİRAN 2011
zılan suçunun tarifi de budur: Mazlumların hayata tutunmasını sağlayıp hakettikleri yarına sevinçle uzatmasını teşvik etmek...
na gelen bütün ölüm kalımların ardından şair Enver Gökçe'ye de eşlik edensin: "Sana bin teşekkür / Büyük ızdırap / Bana sevmeyi / Bana hakikati / Bana insanları öğrettin..."
Ve hasretini, "tehlikeli" bulur Mösyö Burjuvazi. Çünkü, zapturapt altına alamadılar bir türlü. Senin büyük, mukaddes ve müthiş suçun, tarihin ve dolayısıyla insanlığın sonunu ilan edenlerin suratına, hasretinin tarihsel tokadını vurmandır. Ve Nazım Hikmet, senin kadar suçludur bu macerada: "Yaşamak - bir ağaç gibi tek ve hür / Ve bir orman gibi kardeşçesine / Bu hasret bizim..."
Senin suçun işte bu; o büyük sevdanın, hayat denilen kavganın ve halkın öğrencisi olmanın bedellerine teşekkür edebilme saadetine sahip olmak...
Söylersen "Cemo"yu 1 Mayıs Meydanı'nda öyle, kara ferman düşer elbette peşine. Orada söylenen her bir şarkının, çekilen her halayın, dalgalanan kırmızının, atılan adımın hesabı, kimseden değil ama senden sorulacaktır. Sosyalizmin hayatın sözlüğünden silinmeye çalışıldığı yerde, emeğin hakkını alması mukadderdir dersen en gür sesinle, suçların en bağışlanmasızı olur işlediğin. Ve senin aman dilediğin görülmedi asla... Emperyalistleri kağıttan kaplan yapacak olanın, halkın bağımsızlık aslanına dönüşmesi olduğunu ilan edersen böyle gümbür gümbür, yapışır malum eldivenler yakana. Ki içlerinde Beyaz Adam'ın elleri vardır. Ve sıkarlar gırtlağını. Çünkü, zaferin sırrıdır dilinden dökülen hakikat. Ve emperyal çavuşların süt kardeşleri, kuşatmaya çalışırlar sesini. Nafiledir! Çünkü, her kuşatmanın taarruz borusudur senin soluğun...
Umudun süvarisi olmanın karşılığıdır, başına gelen her bir şey. Yarının yolunda başına çok şey geldi ve daha çoğu da gelecek. Bunu göze alarak ilerliyorsun. Çünkü seviyorsun Anadolu denilen şu cennet ve cehennemi. Uğruna çektiğin çileye aşk, eğmediğin başının üstünde taşıdığına da onur diyorsun... Umudun süvarisi olmasaydın, bu denli yol kesici harami çıkmazdı gece gündüz karşısına. Ki ne kadar çıkarlarsa karşına, bil ki o kadar doğru yoldasın. Seni o büyük hasretine ulaştıracak olan yolun işareti sayılır haramilerin hiddeti. Demek ki, doğrultun doğru. Sana sevmeyi, sana hakikati, sana dostu düşmanı, sana yalansız dövüşmeyi ve şu cennet ve cehenneme daha bir sevdalanmayı öğreten her şeye şükran. Ki yenilmezlik, işte budur. Anadolu'yu sevmek cesaretine sahip olmak ve bu sevdanın bedeline "Bin teşekkür" diyebilmek bahtiyarlığıdır... Hasretine sadık, sevdası sağlam, sesi gür ve inancının üzerinde yarına koşan umudun süvarisine de bin selam...o
Anadolu'yu sevmenin bedelini İdil eyleyensin sen. Ve başı-
HAZİRAN 2011 | TAVIR | 11
12-13 adalet_29-30 ellerimi tut 6/8/11 4:53 PM Page 6
deneme deneme
“çirkindiler, korkaktılar, yarınsızdılar” av. evrim deniz karatana
“Halkın ekmeğidir adalet. bakarsınız bol olur bu ekmek, bakarsınız kıt, bakarsınız doyum olmaz tadına, bakarsınız berbat. Azaldı mı ekmek, başlar açlık, bozuldu mu tadı, başlar hoşnutsuzluk boy atmaya” (Bertolt Brecht)
Adalet istiyoruz. Sokakta, karakolda, mahkeme salonlarında… Hukuk ve adalet allanıp pullanıp yaldızlı kitaplarda yerini alıyor. Fakat ne kadar süslenirse süslensin yargı mekanizmasının asıl işlevi, toplumsal çelişkileri muktedirlerin lehine çözmek olunca çark her döndüğünde, dişliler arasında kalan, yoksullar ve ezilenler oluyor. Peçesiz yürümeyecek kadar ihtiyatlı davranan muktedirler, demirden yüzlerine bir yasa maskesi takarak “hukukun üstünlüğü”ne olan sarsılmaz inançları(!) ile yasayı kabul ediyormuş ve hatta savunuyormuş görünerek sorunun bizzat yaratıcısı oluyor ve “sorunu” salt kendi çıkarlarına göre çözerek, bizi de bu oyuna seyirci ediyorlar. Oyuna her ara verildiğinde aslına rücu eden “burjuva adaleti” hiç de çekingen davranmıyor. Sebep ne olursa olsun, düzenin tehlikede olduğu fark edildiği anda kapitalizmin dişlileri dönmeye başlıyor. Gece baskınları, kırılan kapılar, yıkılan duvarlar, işkenceli gözaltılar ve tutuklamalar… Adalet, Lenin’e göre “dünyanın o en gerici kişileri” olan hukukçuların anladığı şekliyle, uygulandığı şekliyle bir uyum adaletidir; şu basit nedenle ki, mahkemeler kuran her toplum,
6 | TAVIR | HAZİRAN 2011
bunu, meşruluğuna saldıranları kendi ölçülerine göre yargılamak için yapar. İşte bu yüzden “Terörle mücadele eden polislerimiz” ne derse hakimler onu yapıyor. Bağımsızlık yalanıyla süslenen kürsü halka duyulan korkunun en açık yansıması olan kararlarla karşımıza çıkıyor. Halka karşı yapılan operasyonlar da korkunun ve telaşın ifadesidir. Son altı ayda onlarca ev ve kurum basılmış 150’den fazla insan gözaltına alınıp 100’e yakın devrimci tutuklanmıştır. Yine bir gece geldiler yoksul mahallelerden birine. Ansızın değil... Beklediğimiz gibi geldiler. Korktuğumuz gibi değil, kendilerine yakıştığı gibi geldiler. İdil Kültür Merkezi’ni, Gençlik Federasyonu’nu ve Okmeydanı Haklar ve Özgürlükler Derneği’ni bastılar balyozlar ve ağır silahlarla... Yine ellerinde silah, yüzlerinde ise “yasal maskeleri” vardı. Bir de “karar”la geldiler. Hakim, arama adı altında, talana, yağmaya, işkenceye 72 saat boyunca cevaz vermişti. Şaşırmadık. Kendi telefonları hakkında dinleme kararı verebilen hakimlerin ülkesinde yaşıyoruz. Önüne geleni imzalamak, karşısına her çıkanı tutuklamak gibi kötü alışkanlıkları var. Bir kez devletin “yüce menfaatine” hizmet ettiğine inanan
12-13 adalet_29-30 ellerimi tut 6/8/11 4:53 PM Page 7
hakim için yaldızlı kitaplarda yazılı kanunlar bile anlamsızlaşır. Yaşananlar göstermiştir ki devletin -biz bunu muktedirlerin diye anlayalım- menfaati söz konusu olunca hak, hukuk, adalet yalan olur. Evleri, kültür merkezleri, dernekleri talan edilecek ve yerlerde sürüklenerek adaletin ellerine teslim edilecek olan, ezilenler, yoksullar, devrimciler olunca o kararların altına gözleri kapalı imza atarlar. Geldiklerinde, arama kararında “gecikmesinde sakınca bulunan hal” olduğu yazıyordu. Bu sebeple(!) gece geldiler. Büyük operasyon yaptılar. 46 kişiyi işkenceyle gözaltına aldılar. İşkence karşısında direnişle karşılaştıkça akvaryuma işeyecek kadar acizleşti yasal maskeli korsanlar. Gazetelerde sayfalarca haberler yayınlandı. Televizyonlar haberi terör operasyonu naralarıyla verdi. “Balyozlar, koçbaşları ve demir kesme makaslarıyla 6 çelik kapıyı geçip” düşmana öyle ulaşmışlardı! Hem o İdil Kültür Merkezi’nden gözaltına alınan sanatçı dedikleri de gerçekten sanatçı değil IMF düşmanıydı. Boy boy görüntüler yayınladılar. Aslında gece yarısı baskınlarında ne kadar da haklıydılar!.. Evet, o kurumlarda IMF karşıtları vardı. Parasız eğitim isteyenler, evlerimizi yıktırmayacağız diyenler, bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm isteyenler yani bu düzenin meşru olmadığına inananlar vardı. Giderek büyüyorlardı. Önce on binler, sonra elli beş binler oluyorlardı. Ve işte yüz elli bin olmuşlardı. İktidar saldırmayı bir kez aklına koymuştu. Sabaha kadar bile bekleyemezdi! Bekleyemezdi polis ve tabii bekletemezdi düzenin hakimi... Ne kadar çabuk gelirlerse, seslerini o kadar çabuk kısacaklarını sanıyorlardı. Yüz binlere ulaşanların bir gün milyonlara da ulaşacağından emin oldukları için korkuyorlardı. En çok da “yola getiremedikleri” için kızgın ve pervasızdılar. Ne hukuk ne ahlak dinliyorlardı. Genç kızların çamaşırlarını pencerelerden atıp, akvaryumlara işeyerek çıkarıyorlardı hırslarını. Yasal maskelerinin altında kapitalizmin çirkef yüzü vardı. Hukukun arkasına sığınarak saldırınca çirkinlikleri görünmeyecek sandılar. Ama işte tam da burada bizim unutmadığımızı unutuyorlardı. Yargı, yalnızca görevini yerine getirmişti. Mao’nun sözü akıllarımızdan hiç çıkmadı; “ordu, polis ve
adaleti içeren devlet çarkı bir sınıfın bir başka sınıfı ezmek için kullandığı araçtır” . Başta arama adı altında talan kararı olmak üzere gözaltı ve tutuklama kararını da verdiren sınıf kinidir. Devlet çarkının en sağlam dişlisi olan yargı, parasız eğitim isteyen öğrencileri tutuklamaya ve halkın evlerinin yıkılmasına karar vermeye devam edecek. Bundan sonra da derneklerin ve kültür merkezlerinin basılması kararlarına imza atıp devrimcileri F tipi hücrelere gönderecektir. Adalet hiçbir zaman hakimlerce dağıtılmadı. Ama halk için adalet, ekmek ve su gibi olduğundan, halk onu aramaktan vazgeçmeyecektir. Yaşananlardan sonra Hasan Hüseyin’e bırakmalı sözü: “Çirkindiler, korkaktılar, yarınsızdılar geldiler itilerek, girdiler irkilerek ve çekip gittiler kanlı izler bırakarak, göğümüzün merdivenlerinde... yoktu yarınları onların çünkü onlar suç taşıyan sandık gibi karanlıktılar” Yarın bizim... Yarın, hukukun iktidarın hizmetinde olduğunu bile bile adalet istemekten vazgeçmeyenlerin... Yarın, “verin kararınızı, kalem sizden tarih bizden yana” diyenlerin... Yarın, milyonlarla birlikte umudun türküsünü söyleyeceğine inananların...o
HAZİRAN 2011 | TAVIR | 7
deneme deneme
iktidar ve büyük gözaltı
cem kalender
Marksist sosyologlardan Slavoj Zizek, bağlantılı-ikili okumalardan bahseder. Misal Marks’ı Hegel’le, Lacan’ı Hitchcock’la okumayı salık verir ve böyle okumaların daha anlamlı olacağını söyler. Biz de bu yazıda böyle bir yöntemle Türkiye’deki “iktidar” olgusunu Kafka, Foucault, George Orwell triadından okumayı sınadık. Biz okumayı Kafka’dan başlayalım, zira “iktidar” olgusunu kitaplarında enikonu ilk anlatan odur. Kafka, iktidarın insan bedeni üzerinde bıraktığı tahribatı ve biyolojik insan yavrusunun klinik bir vakaya dönüşmesini Dava romanında alegorik bir dille anlatır. Dava’nın başlangıç cümlesi şöyledir: “Biri bir iftira atmış olmalıydı Josef K.’ya; çünkü bir sabah durup dururken tutuklandı.” Josef K. suçunun ne olduğunu bilmeden bir sabah tutuklanır. Sonra olaylar öyle bir gelişir ki Josef K. bir anda kendini idam mangasının önünde bulur. Sonu gelmeyen davalar ve yargılamalar sonucunda suçunun ne olduğunu dahi bilmeden idam edilir. Bu idama giden süreçte hayatı tam bir cehenneme döner. Jozef K. tavan arası ve boğucu mahkeme salonlarında işinin ehli olmayan ve sadece aldıkları emirleri yerine getiren yargıçların ardı arkası gelmeyen soyut suçlamalarıyla muhatap olur ve esas yargılayan gücün ete kemiğe bürünmeyen iktidar olduğunu anlayamadan infaz edilir. Josef K.’nın yargılanma süresinde çektiği acılar hariç her şey soyut kalır. Yargılama süreci öyle yorucu, bunaltıcı can sıkıcı bir halde devam eder ki artık Josef K. ruhunu temize çıkartabilmek için kendine bir suç aramaya başlar. Nasıl bir suç işledim de
14 | TAVIR | HAZİRAN 2011
franz kafka
bu duruma geldim diye mütemadiyen kendine sorar. Aklına işlemiş olabileceği hiçbir suç gelmez. O zaman bu boğucu ve azap verici mahkemeden kurtulmak için kendisine bir suç icat edilmesini ister. Dolaylı olarak mahkemede böyle bir talepte bulunur: “Mutlaka bir suç işlemişimdir ama ben bunu hatırlamıyorum, siz bana işlediğim bu suçu hatırlatın yeter.” Der. Mahkemenin hiçbir zaman somut gerçekliği olmadığı için Josef K.’ya suçunu söylemez. Ve böylelikle yargılama Josef K.’nın idamına kadar devam eder. Kafka, Dava’nın alt metinlerinde bize şunu anlatır: “Aslında Josef K.’nın işlediği hiçbir suç yoktur. Mahkeme, varlığını devam ettirmek için bir suçluya ihtiyaç duyar. Ama o suçlunun bazı özellikleri olması gerekir. Josef K.’da da bu özellikler mevcuttur. Yapılması gereken tek şey Josef K.’ya bir suç icat etmektir.” Josef K. karakter olarak anlaşılır biridir. Banka memurudur, işine gidip gelir, algılayabildiği işlerle uğraşır, kimseye fenalık yapmaz, yani “ortalama” biridir. Josef K.’nın en büyük kusuru yasanın soyut büyüklüğünü kavrayamamış olmasıdır. Soyut büyüklüğünü kavrayamadığı bu yasa bir örümcek gibi Josef K.’nın hanesini sarar, mahremini taciz eder. Kafka bize yine alt metinlerde şunu fısıldar: “Mahkeme adalet etmez. Adalet soyuttur. Mahkeme insanları yargılamak için soyutluktan uzaklaşıp somut gerçekliğe dönmek zorunda. Yani mahkeme insanları yargılamak için insanlaşır ve insan gibi karar verir. Bunun için mahkeme hiçbir zaman adalet etmez, çünkü mahkeme karar verirken insandır. Ve maalesef insan insanın kurdudur. Bu arada mahkeme insanlaşırken dahi soyut gerçekliğini hep muhafaza eder. Mahkeme sadece suçlar. Suçu ispat etmek mahkemenin görevi değildir. Mahkemenin en önemli görevi, ceza vermektir. Sanığın tabii ki kendini savunma hakkı vardır. Mahkeme sanığa savunma hakkı verir, ama sanık, ne kadar kusursuz bir savunma yaparsa yapsın, mahkûm olmaktan kurtulamaz. Ceza mutlak sondur.” Kafka şöyle bir söz sarf eder: “Kafesin biri bir kuş aramaya çıktı.” İktidar ormana çıkar, kafesini açar ve avının gelmesini bekler. İktidar tıpkı Kafka’nın anlattığı dünyadaki gibi hüküm verir. Yaşadığımız gerçeklikle yüzleştiğimiz zaman Kafka’nın anlattığı dünya bize hiç yabancı gelmez. Dava’nın başlangıç cümlesini bir daha okuyalım: “Biri bir iftira atmış olmalı Josef K.’ya; çünkü bir sabah durup dururken tutuklandı.” Bu cümle bize o kadar tanıdık geliyor ki okuduğumuzda bizi hiç şaşırtmıyor. Kafka’nın bize anlattığı dünyanın en önemli ve canı alıcı
özelliği, cezanın suçu aramasıdır. Ceza suçunu arar ve bulur. Yasa önce cezayı yaratır ve o cezaya göre suç icat eder. Yasaya göre suçun olup olmamasının hiçbir önemi yoktur. Sabit olan cezadır ve ona göre bir suç icat edilebilir. Kafka’nın bu tespitlerini zihnimizde canlı tutup George Orwell'in bilimkurgu romanı 1984’e paralel bir geçiş yapalım. 1984, tam bir kara anlatı cehennemidir. İktidarın, insan bedeni üzerindeki yaptığı tahribatı gözümüzün içine sokar. Biz bu romanı okurken bir taraftan gözlerimiz faltaşı gibi açılır ve hayretler içinde kalırız; diğer yandan da biraz düşünüp bize hiç yabancı gelmediğini görürüz. Biz biraz romanı anlatalım. 1984 romanının esas oğlanı Büyük Birader’dir. Büyük Birader iktidarı temsil eder ve iktidarın simgesel bedenidir. Büyük Birader’in bir bedeni yoktur. Tıpkı Kafka’nın mahkemeleri gibi somut gerçekliği yoktur. Biz onun sadece bir fotoğrafını görürüz. Bu fotoğraf her yerdedir. İşyerinde, evlerde, yemekhanelerde… Büyük Birader ülkeyi yönetmek, daha doğrusu kontrol altında tutmak için kendine göre sistemler geliştirir. Bunlardan ilk yaptığı şey her eve “evetelescreen” denilen bir alet yerleştirmektir. Televizyona benzeyen bu alet, yerleştirildiği yerde bütün görüntü ve sesleri tüm detaylarıyla kaydeder. Ve doğal olarak herkes daima gözetlenme halindedir. İnsanların yatak odaları, işyerleri, dernekleri yani bütün mahremleri gözetlenir. Büyük Birader’in gözlerinden kurtulmak mümkün değildir. Onun bakışlarıyla davranışlarını, düşüncelerini değiştirmek zorunda kalırsın ve bu artık içgüdüselleşir. Davranışlar senin davranışların, duygular senin duyguların değildir. Herkes tek bir davranış kalıbına sokulur. Ve çeşitlilik, renk bütün boyutuyla kaybolur. Büyük Birader insanların algısına zorla girmiştir artık. Paraların üstünde, pullarda, sigara paketlerinde, başucunuza asılmış resimlerde, kitaplarda, gazetelerde, dergilerde ve televizyonlarda sadece onun sözleri, onun diskuru, onun aforizmaları görülür, duyulur. Bu propaganda zamanınızın her anında vardır; uyurken, uyanıkken, çalışırken, kitap okurken, sohbet ederken, yemek yerken... Kafanızın içinde bütün düşünce sökülüp atılmış ve Büyük Birader’in düşünceleri algınıza kodlamıştır. Düşünce polisi diye bir birim vardır. İktidara karşı gösterilen en küçük refleks düşünce polisi tarafından kaydedilip sorguya alınır. Artık öyle bir dünyadır ki yaptıkların şöyle dursun düşündüklerin bile suç kapsamına girer. İktidar önce davranışlarına müdahale eder sonra düşüncelerine. Büyük Birader iktidarını sürdürmek için yaptığı en can alıcı icat “çift düşün” tekniğidir. Bu teknik de zıddıyla kullanılır. Mesela Sevgi Bakanlığı diye bir devlet organı vardır ve bu organ yasaları kendi kor ve kendi uygular. Koyduğu yasalara
HAZİRAN 2011 | TAVIR | 15
ve tarihi yeniden yazar. Bu devletin tarih boyunca ne kadar kötü, ne kadar barbar bir devlet olduğu yazılır, bu propaganda edilir. Sonra barış kararı mı alındı, tarih tekrar yazılır. Aslında bu devletin çok barışsever bir devlet olduğu, tarih boyunca ilişkilerin iyi ve barışçıl olduğu yazılır. Gerektiği zaman geçmiş hiç yaşanmamış gibi ortadan kaldırılır ve Doğruluk Bakanlığı yeni bir tarih yazar. Bu değişiklikler kimse tarafından yadırganmaz ve değişiklikler sorgulanmadan kabul edilir. uymayana, yani yasaları ihlal edenlere şiddet uygulanır, işkence yapılır. Korkunç işkencelerle bireylerin algıları bozulur ve onları Büyük Birader’in sadık hizmetçisi haline getirir. Ama adı Sevgi Bakanlığı’dır. Sevgi ve şiddet bir arada kullanılır. Günümüz deyişiyle tam bir “oksimoron” halidir. Diğer bir bakanlık adı da Bolluk Bakanlığı’dır. Bu bakanlığın görevi ekonomiyi düzenlemek ve gelirleri eşit bir şekilde pay etmektir. Gelir filan yoktur aslında; yiyecekler kötü ve yenilecek gibi değildir. Sadece İç Parti üyeleri istedikleri yemekleri yiyebilmektedir. Bunlar hariç herkes tatsız, mide bulandırıcı yemekler yemek zorunda kalırlar. Barış Bakanlığı vardır mesela, yaptığı en önemli icraat savaş kararı almaktır. Doğruluk Bakanlığı ise rejimi ayakta tutmak için günün her anı propaganda yapar. Dev ekranlarda hiç durmadan insanların algılarına kendi doğrularını propaganda eder. Bu bakanlığın diğer bir görevi tarihi düzeltmektir. Mesela bir devletle savaş kararı mı alındı, bu bakanlık oturur
16 | TAVIR | HAZİRAN 2011
George Orwell, bu romanında Kafka’nın kara anlatı cehennemini detaylar, teknik boyuta indirir ve daha açık seçikleştirir. Kafka ve George Orwell’ın anlattığı ortak nokta, insan bedeninin iktidar tarafından kontrol altında tutulup sömürülmesi, dövülmesi, acı çektirilmesidir. Buradan Foucault’nun Hapishanelerin Doğuşu’na ince bir
geçiş yapmanın tam zamanı. Foucault, Kafka ve George Orwell’ın iktidarın insan bedeni üzerinde kurduğu tahakkümünü yapısal ve felsefi olarak enikonu irdeler ve modern devletin iktidar olgusunun insan bedeni üzerinde bıraktığı tahribatı Büyük Kapatma ve Hapishanelerin Doğuşu’yla detaylandırır. Foucault, öncelikle iktidarın her yerde olduğunu söyler. İktidarın dışına çıkmanın imkânsızlığından bahseder. Muhalefetin bile iktidarın bir parçası olduğunu, iktidarı meşrulaştırmak için iktidar tarafından var edildiğini dillendirir. İktidar her yerdedir ve bunu yapılarla da simgeselleştirir. Kendi tahakküm alanını sağlam kılan birbirine benzer yapılar kurar. Hapishaneler, fabrikalar, okullar, kışlalar, hastaneler; hepsi birbirine benzeyen yapılardır ve hepsi iktidarın tahakkümünü, otoritesini, hiyerarşisini temsil eder. İktidarın mercekten gözleri, uydudan kulakları vardır ve bireyi gözetim altında tutar. Evde, fabrikada, okulda, hastanede, sokakta, caddede, alışverişte, her yerde insanı gözetim altında olduğunu hissettirir. Böylelikle insan, yaşamın bir hapishaneden mütevellit olduğuna kanaat getirir. Foucault’nun iktidarın modern toplum üzerinde kurduğu en büyük tahakkümün fişleme ve damgalama yöntemiyle yaptığını söyler. Foucault’ya göre; modernliğin bize kazanımı olarak sunulan elektrik, su, telefon gibi faturalar bireyi tamamen gözaltında tutmak için kurulan tuzaklardır. Bu faturalar hayatı kolaylaştırmaktan öte insanın hayatını tamamen teşhir etmek için vardır. Herkesin yaşadığı yer faturalar aracılığıyla kayıt altına alınır. Kimin nerede yaşadığı, hangi dairede oturduğu, hangi markette alışveriş yaptığı, hangi kafede kahve içtiği, hangi dernekte sohbet ettiği iktidar tarafından bilinir ve kontrol edilir. Foucault’ya göre modern insan büyük bir teşhir ve gözetlemeyle karşı karşıyadır. İktidar, insanı kayıt altına alıp kontrolde tutmakla yetinmez. Bedeni çalıştırır, onun bedenini sömürür ve ondan fayda sağlar, sonra davranışa nüfuz eder. Sadece bununla da kalmaz insan zevk ve hazlarına nüfuz etmeye alıştırır. Foucault tersine bir tespitte bulunur: “Beden ruhun değil, artık ruh bedenin hapishanesidir” der. İktidar ruhu cinnete sürükler, onu kapatarak, hapishanelere, akıl hastanelerine koyarak insan ruhunu cinnete sürükler. İnsan ruhu bilerek cinnete sürüklenir ki dünya toptan klinik bir vakaya
dönüşsün. Foucault burada çığlığı basar: “Dünya büyük bir tımarhaneye benzer.” İktidar dünyayı bir psikiyatri alanına döndürmeyi başarmıştır ve elindeki bilgi ve teknolojiyle normal olan her şeye hücum eder. Kafka ve Orwell’ın romanlarına konu ettiği büyük gözaltı artık gerçekleşmiştir. Kafka’nın alegorikleştirdiği, Orwell’in teknik detaylarıyla somutlaştırdığı, Foucault’nun felsefi bir altyapıyla bilimselleştirdiği “Büyük Kapatma ve Gözaltı”yı günümüz Türkiye’sinde en ince ayrıntılarıyla görmek mümkün. Türkiye’deki “iktidar” olgusunun nasıl çalıştığını çok iyi biliyorduk. Bir de Kafka, Orwell, Foucault üçlüsünün anlatımdan faydalanılarak okuduğumuzda iktidarın takiplerini, dinlemelerini, izlemelerini, kapatmalarını, gözaltılarını, tutuklamalarını, işkencelerini daha iyi anlıyoruz. İktidar, varlığını sürdürmek için bütün ülkeyi ne kadar cezaevine, tımarhaneye, kliniğe dönüştürürse dönüştürsün ıslah olmayacak, yola gelmeyecek, yılmayacak bir kitle her zaman mevcuttur. İktidarın korkusu da budur zaten: Bu kitleyle yüzleşmek! İktidar bu yüzleşmeyi ne kadar geciktirirse geciktirsin tarihi sondan asla ve asla kaçamayacaktır. Kafka’nın bir sözüyle yazıyı sonlandıralım. “Kargalar, bir tek karganın göğü yok edebileceğini ileri sürer. Ona kuşku yok; ama göklerin kulağı duymaz böyle bir savı, çünkü gökler kargaların yokluğu demektir.” o
HAZİRAN 2011 | TAVIR | 17
deneme deneme
tanıklıklardan
heval deniz
girdiler kapılardan girdiler pencerelerden... Gecenin 03.00’ünü gösteriyordu saat. En derin uykusundaydı insanoğlu… Bu saatlerde uyansa insan fısıltı ile konuşur, çocuğunun üstünü örtmeye korkardı. Uykudaydı İstanbul… Uykudaydı Okmeydanı… Bir ses uzandı gecemize... Gece ki uzun emek öykülerinin sarkacı, içli Anadolu türkülerinin harman yeriydi. Gece ki bitmeyen kitapların ayracıydı. Gece ki düşünce örgüsünün sarılma vaktiydi. girdiler kirlettiler ve gecemizi. Bir el uzandı kapımıza… O kapı ki günün her saatinde açıktı dostlara… Gün içinde yüzlerce kez çalar, bir gülümser yüz karşılardı gelenleri… Kimi şiir coşkusunda, kimi türkü yanığında kimi sade komşuluk hatırına kimi geçerken uğradıma... ama yüzlerce kez “Kim o?” diye sorulmadan açılırdı… Kapımız büyüktü; misafire büyük kapı gerektir. Kapımız geniştir, gönlümüz gibi... Kalabalığa da müsait. Anadolu geleneğidir… Kapımız büyük ola...
yalizmin uşaklarının elleriydi bu eller… Kimi okumuş yazmıştı, tahsilini tamamlamıştı Sam amcanın okullarında. Kimi pahasını; giydiği Amerikan donlarıyla, ayakkabılarında tarttırıyordu… Kimi Hollywood yıldızlarına özeniyordu. Onlar yeni trend Amerikan polisiydiler… girdiler kirlettiler insan onurumuzu Baş eğmedik zulmün önünde. Omuz omuza, sırt sırta, el ele verdik. Yaslandık, direndik, kenetlendik birbirimize… Zalime konuşacak dil yoktu bizde, ne yürüyecek ayak. Biz yozluğa çirkinliğe, sömürüye alınmış tavırdık. Biz kavgaya söylenmiş türküydük. Umudu resimleyen kamera, geleceğe söylenmiş sözdük. Teslim etmedik geleceğimizi, susturmadık türkümüzü, zulmün zindanlarında da büyüttük.
ev dediğin duvar kapı pencere saygıya gerek yoktu
insan yüzü güzeldir çirkindi bunlarınki insan yüzü sıcaktır soğuktu bunlarınki elleri el değildi eli andırıyordu gözleri göz gibiydi bakışsızdılar göğse benzer bir kafesti taşıdıkları içinde yürek yoktu
Eller uzandı kapımıza… Zulüm yapıştı demire... Helal lokma götüremeyen çocuklarına... Eller uzandı kapımıza... Emper-
Hiçbir ekmek parasına bükülmemişti dizlerimiz, hiçbir akşam nevalesine, ne bir binek arabaya, ne……. dönmemiş-
18 | TAVIR | HAZİRAN 2011
ti dilimiz; dönmedi yine… Olmamıştı zalimden yana; olmadı yine… Bir slogan olurdu ancak, o da halkımız içindi… Hiçbir koşulda teslim olmayacaktık bilsinler içindi. çirkindiler korkaktılar yarınsızdılar Korkaktılar ellerindeki uzun namlululara, yüzlerindeki kara berelere rağmen korkaktılar... Hemen ellerimize taktılar kelepçeyi. Aramayı da bizsiz yapacaklardı. geldiler itilerek girdiler irkilerek Anadolu’yu dolaşan ezgilerimize takıldılar her adımda. Sivas’ın, Erzurum’un, Trabzon’un Maraş’ın, İzmir’in türküleri yakaladı onları… biri taşladı… biri tükürdü yüzüne… biri ahlar iletti… biri yuhaladı. Ama utanmadılar yine de... Yarabbi şükür dedi biri, bugün de doğrulttuk yolumuzu… Mızrabımızın temreni taşı delerdi. Dokundu biri... duymadı söylediklerini… Victor Jara’nın gitarının bir eşiydi asılı olan. Onun gibi uslanmazdı. Korela korela korela dedi. He he dedi beriki. Darbukaya vura vura yorulurdu bilekleri insanın ama darbuka bu her vurana ses etmez ki. - Aman dedi işte buradalar… bunları da götürelim. İşte asi gitar, isyancı bağlama, ajitatör keman, terörist darbuka… hepsi burada işte… Takım elbisesini düzelterek; - Şimdilik almamıza gerek yok.
dedi rütbeli olan. Bu ileri demokrasiye uygun düşmeyebilir. - Siz iyi bir arayın sağını solunu. - Sen seslerini kaydet. - Sen fotoğrafını çek - Sen de kameraya al. Kaçar mı bizden? Nerede görsek tanırız artık. Bir de teknik takibe taktık mı, masum numarası yapamazlar bir daha. - Peki ya kitaplar? Asıl tehlikeli olan onlar… Onları kesin tutuklamalı asmalıyız hatta. - “Haklısın asıl tehlikeli onlar” diye cevap verdi deminki amir. Ama hiç işinizi bilmiyorsunuz siz. Eğer kitapları alacak olursak kitap düşmanı diye adımızı çıkarırlar. Sonra Avrupa birliği kriterleri. Tabii adamlar bizim için az kriter yakmadılar. Onları nasıl olsa uydururuz da. Şimdilik gerek yok bunlara.imajımız bozulur.ne dedik durmak yok işkenceye devam... Halka sıfır tolerans…Hedefimiz ileri demokrasi… İşte öyleee bu gece uykusuzum karıştırdım galiba… Bak bakalım toplatma kararı olan varsa alalım. - O zaman kalınları alalım, inceler kalsın. - Başlığına bakalım S ile başlayanları alalım diğerlerini izleyelim. Teker teker dolaştırdılar ellerini kitapların üzerinde “Yürü üstüne üstüne tükür yüzüne celladın” Nazım’ın kitaplarını karıştırdılar.
HAZİRAN 2011 | TAVIR | 19
Örgütsel çamaşır, örgütsel şiir taslağı, örgütsel hesap, örgütsel film, örgütsel haber, yani ne alsan, önüne bir ‘örgüt’ koysan giderdi. Yoruldular sonra… savsaklamaya başladılar işlerini. unuttular telefon tellerine, su borularına, bina kirişlerine bakmayı Sonra bütün apartmanda oturanları tek tek uyandırdılar. kibarca tedirgin ettiler. Gerçi saat biraz uygunsuzdu ama çok tehlikeli adamları aradıkları için ve kendileri de pek bir lüzümlü ve mühim kişiler oldukları ve bir yerde devleti temsil ettikleri için çalabilirlerdi kapıları arayabilirlerdi evleri. Bunu kibarca yaparlardı. Uyuyan çocuklar mı, e onlarda artık alışsındı canım. Tıpkı kibarca ellerini ceplerimize uzatıp vergi, harç faiz talep edenler kadar, tıpkı kibarca telefonlarımızı dinleyen, yüzümüze gülerek kuyumuzu kazanlar gibi kibardılar. İleri demokrasiye uygundu her şey. "Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesiyiz dedi Hikmet” - Aman elinde kalır bırak onu dedi beriki “O duvar O duvarınız Vız gelir bize vız” Bir tane daha çekti “Karl Marks” yazıyordu üstünde. - Yahu bu adam değil mi tüm bu dertleri başımıza açan?
ve çekip gittiler kanlı izler bırakarak göğümüzün merdivenlerinde Gün ağardı ve onlar günün aydınlığı ile beraber çekip gittiler. Bizimdi çünkü o sokaklar. Onlar başlarını dikip gezemezlerdi. Kim olduklarını açıktan söyleyemezlerdi. Yarın onların değildi. Yarın sloganlarındı. Yarın öfkeli yumrukların, yarın umutlu yüreklerindi, yarın zulme son verecekti. Yarın emekçilerindi, yarın aydınlıktı... Yarın emperyalizmin ve bekçilerinin olamazdı…
- Lenin, Stalin, Mao hiçbirini almayalım mı şimdi? - Bak bakalım toplatması var mıymış? Seksen ihtilalinde hepsine çıkmıştır kesin.
yoktu yarınları onların çünkü onlar suç taşıyan sandık gibi karanlıktılar... o
- Bir de rakam koy önüne, çek fotoğrafını. - Hele bu dergileri hiç bırakma… Vatan, Adalet hiçbir şey yoksa haber olur çok sayıda örgütsel doküman bulundu deriz. - Ee tabii herkes bilsin bu vatan için neler çekiyoruz. Görüyorsun ya. Her yeri iyi bir aradılar… Bardaklara, ayakkabıların içine, tuvaletin deliğine, baktılar…
20 | TAVIR | HAZİRAN 2011
*Şiir/Hasan Hüseyin Korkmazgil
21-23 cok olmak_sablon 6/8/11 4:14 PM Page 21
makale
makale
çok olmak ve çoğalmak
sinan gümüş
İşte böyle bir dönemde, 12 Eylül karanlığına, boğucu-kasvetli havasına karşı türküler söylemek, insanlardaki bastırılmış ve yok edilmiş umudun yeniden yeşertilmesine katkı sağlamak için bir müzik grubu kurma fikri oluşuyordu. Grup Yorum’u kurmak için bir araya gelindiğinde, aslında sadece o yıllar için değil, yıllarca sürecek ve adım adım tüm ülkeyi saracak, milyonların sevgisini kazanacak bir serüvenin de temelleri atılıyordu. Grup Yorum; faşizmi, işkenceyi, baskıyı, asimilasyonu, her türlü sömürüyü hedef almış türküler söylüyordu. Halkların kardeşliğini, ülkenin tüm zenginliklerini kardeşçe bölüşmeyi, kimsenin kimseyi ezmediği, aşağılamadığı, horlamadığı, adaletsizliklerin olmadığı bir dünyayı istiyordu. Ve şarkılarında bu dünyayı resmediyordu. Bu dünyada kimse kimsenin kölesi olmayacaktı.
Yıl 1985. 12 Eylül’ün hemen ardından gelen yıllar. Postal seslerinin ülkeyi zapturapt altına aldığı, kimsenin bir araya gelmesine izin verilmediği, devrimcilerin hapishanelere doldurulduğu, hapishanelerden, karakollardan işkence seslerinin yükseldiği yıllar.
İşte bunları anlattığı içindir ki, sadece 12 Eylül yıllarında var olmakla kalmadı. Yıl 2011, tam 26 yıldır, hiç kesintisiz ve sürekli büyüyerek, kitleselleşerek, halklaşarak, ülkenin karış karış her yanına yayılarak yürüyüşünü sürdürdü. İlk olarak 1985 yılında yankılanan bu sesin, kendi dönemindeki grupların tamamına yakını bugün dağılmış ya da yok olmuşken, hala susmamış olması tesadüf değil. Çünkü Yorum’un
HAZİRAN 2011 | TAVIR | 21
21-23 cok olmak_sablon 6/8/11 4:14 PM Page 22
çıkış yıllarında ifade ettiği gerçeklerin hepsi bugün hala geçerliliğini korumaya devam ediyor. Faşizm o gün de vardı, bugün de var olmaya, insanları hapishanelere doldurmaya devam ediyor. Bununla da kalmıyor, koca ülkeyi hapishaneye çeviriyor. Adaletsizlik o gün de vardı, bugün de diz boyu devam ediyor. Gelir dağılımı arasında uçurum vardı, bugün bu uçurum var olmak şöyle dursun, dipsiz bir kuyu gibi derinleşerek devam ediyor. Açlık o zaman da vardı, bugün açlık sınırında yaşayanların, yoksulluk sınırında yaşayanların sayısı kat kat artmış durumda. 12 Eylül yıllarının Türkiye’si neyse, bugünün Türkiye’si de o. Arada tabi ki farklar var. Egemenler bugün birçok uygulamayı çok daha sistematik ve ustalaşmış olarak yapıyor. Buna karşılık halkların mücadelesinde de dişe diş kazanılan birçok hak bulunuyor. Ezenle ezilenler, egemenlerle halklar arasındaki irade savaşı hayatın her alanında kesintisiz devam ediyor. Bir taraf ilk bulduğu fırsatta elde edilmiş hakları gasp etmeye çalışırken, diğer taraf daha insanca yaşam için, hayatı daha yaşanılabilir kılmak için çalışıyor. İşte böyle bir ülkenin müzik grubu olarak Grup Yorum, bu gerçekliklerin içinde yürüyüşünü sürdürüyor. Bunun bedeli olarak albümleri yasaklı hale geliyor, konserleri provoke
22 | TAVIR |HAZİRAN 2011
ediliyor, sansürleniyor, çalışmalarını yürüttüğü kurum basılıyor, üyeleri gözaltına alınıyor, tutuklanıyor. Demokrasi mücadelesi veren bir insanın başına ne gelebilirse, aynısını Yorumcular da yaşıyor. ‘80’den sonra böyle ağır bir bedeli olan sanatçılığı kaldıramayan birçok sanatçı, ya sanatı bıraktı, ya da yolunu, safını değiştirdi. ‘80 öncesinde bu düzene ve sahiplerine ürettikleriyle sayıp sövenler, ‘80’den sonra aynı kişilere methiyeler düzmeye, sistemin aslında iyi yanları da olduğunu kanıtlamaya yöneldiler. Bunların hiçbirini yapmayanlar ise, en iyi ihtimalle dilini değiştirdi. Daha kapalı, daha anlaşılmaz, daha imgesellik adı altında baskıdan kurtulmaya çalıştılar. Suya sabuna dokunmayan şarkılar üretir oldular. Ancak bir gerçek vardı. Böyle ağır dönemlerde yolundan sapmamak, doğru bildiklerini her hal ve şartta hem de en etkili biçimiyle söylemek, egemenlerin şiddetini üzerine çekmek demekti, bu doğru. Ama aynı oranda ve çok daha fazlasıyla, halk tarafından da sahiplenilmek, bağrına basılmak demekti. Her hal ve koşulda kendi çilesini anlatan sanatçıyı halk asla unutmazdı. Egemenlerin şiddetinden kaçanlar, ne yazık ki halkın bu güçlü sahiplenmesinden ve sevgisinden de oldular. Ve şiddeti üzerine çekmeden yapılmak istenen sanatçılık bir alı-
21-23 cok olmak_sablon 6/8/11 4:14 PM Page 23
cı kitle bulamadıkça kaybolup gitti. Grup Yorum bu yolu hiç ama hiçbir koşulda değiştirmeyerek, baskılar karşısında halkın o engin sevgi ve koruyuculuğuna sığındı. Ve bu güçlü bağ sayesindedir ki onca kara, borana rağmen 26 yıl ayakta dimdik durabildi. Ve bugün Türkiye’de hiçbir sanatçının göremediği ve belki de göremeyeceği çapta konserler vermeye başladı. İlk olarak 25. yılında İnönü Stadyumu’nu hınca hınç doldurarak 55.000 kişiye çok büyük bir konser verdi. Aradan bir sene geçmeden Bakırköy’de “Bağımsız Türkiye” isimli ücretsiz bir konser verdi ve 150.000 kişi bu konsere katılarak ülkenin bağımsızlıktan yana olanlarına, sömürüye karşı olanlarına büyük bir umut; bağımlılığın efendi ve uşaklarına büyük bir gözdağı verdi. Bu ülkede her türlü dejenerasyon yaratılabilirdi, yozlaşma yaratılabilirdi, insanlar kirletilebilir, umutsuzlaştırılabilir, uyutulabilirlerdi. Ama yine de halk deniziydi bu. Bütün bunlardan korunmayı başaran, uyumayan ve uyandırmak isteyenler de vardı. Ve bunlar bir araya geldikçe uyanış sürecekti. Egemenlerin bütün baskı ve uyutma taktikleri tepetaklak edilebilirdi. Bunun en önemli göstergelerinden biri de 2011 1 Mayıs’ı oldu. Yüz binlerce kişi 1 Mayıs alanına, Taksim’e aktı o gün. Ve Yorum yine sahnedeydi. Mesajlarıyla, şarkılarıyla sömürücü asalakların karşısına dikiliyor ve alandaki yüz binleri örgütlenmeye çağırıyordu. Grup Yorum adeta bir demokratik kitle örgütü gibi çalışıyordu. Sanatın ne olduğunu, sanatın gücünün neleri başarabileceğini gösteriyordu. Sanatçı yeri geldiğinde, halkın en umutsuz anında önüne yepyeni yollar açmasını sağlayabilirdi. Yorum bunu yapıyordu. Bu düzene karşı nefret dolu ama yalnız olduğunu, ama çözümün zor olduğunu düşünen on binleri, yüz binleri bir araya getirerek aslında yalnız olmadığını gösteriyordu. Ve çözümün de halkın kendisinde olduğunu söylüyordu. Yorum’un varlığından daha ilk yıldan itibaren rahatsız olan iktidar sahipleri, susturmak için sayısız yöntemler denemiş ama hiçbirisi işe yaramamıştı. Ve o susturamadıkları grup, bugün devasa boyutlarda çıkmaktaydı karşılarına. Ve ivme de sürekli yükselme eğrisi çizmekteydi. Bu duruma bir dur demeli, en azından bu denenmeliydi. İşte bunun için, karanlığın sahipleri bir kez daha bastılar düğmeye. Yorumcuların çalışmalarını yürüttüğü kurumlarını bir gece yarısı ağır silahlarla, yüzlerce polisle, kapıları parçalayarak bastılar. Öfkeleri büyüktü. “Çok olunuyordu”... “Artık bir müdahale şarttı”... Sadece Yorumcuların bulunduğu kültür merkezi değil, aynı mahalledeki devrimci öğrencilere ve mahalle halkına ait olan iki demokratik kitle örgütü daha, aynı yöntemlerle ve aynı anda basılmıştı. Halkın örgütlenmesine, kendi örgütlenmelerini yaratmasına tahammül edemiyorlardı belli ki.
cu'yu hem de tüm kurumlardan alınan tüm Yorum dinleyicilerini bu hukuksuz gözaltından çıkarmak için baskının hemen ertesinde Vatan Caddesi’ndeki İstanbul Emniyet Müdürlüğü önünde oturma eylemi başlattılar. Bu keyfiyeti, kural tanımazlığı ve zorbalığı kabul etmeyeceğini göstermek için, gözaltındaki herkesin özgürlüğe kavuşması için yapılan bu oturma eyleminin gecesinde iki Yorumcu ve iki İdil çalışanı, ertesi gün de kalan son Yorumcu ve iki kişi daha bırakılacaktı. Gözaltındaki tüm Yorumcular, 48 saat içinde bırakılmıştı ancak onlar gözaltındaki herkesin mahkemeye sevk edildiği 4. güne kadar oturma eylemini sürdürdüler. Kendisini yıllarca sarıp sarmalayan, bedeller ödemek pahasına dinleyen, konserlerini örgütleyen, tutuklandığında, gözaltına alındığında eylemleriyle dayanışma gösteren dinleyicileri için, bu kez Yorum eylem yapıyordu. Karşılıklı çıkarsız ve tertemiz bir ilişkinin tüm ülkeye ilanıydı bu. Baskını yapanlar, bununla da yetinmediler. Önce Yorum’un çalışmalarını yürüttüğü kurumun 6 ayrı çelik kapıyla korunduğu; kültür merkezinden sapanlar, jammerler çıktığı yalanı, neredeyse tüm basında ağız birliği etmişçesine verilmekteydi. Bir kontra haber dikte edilmişti hepsine ve onlar da doğruluğunu yanlışlığını araştırmadan aynen yayınlamaktaydı. Kurumu hedef gösteren, ortamı terörize eden bu yalan haberlerin ahlaksızca olduğunu söylerken, bu haberlere bir yenisi daha eklendi. Yorum elemanlarından biri hedef gösterilmekte, adeta “Sanatçı mı, terörist mi?” ikilemi yaratılarak, Yorum üzerinde oluşan sempati dağıtılmak istenmekteydi. Yani Yorum'un “çok olduğunu” düşünenler, yine beyhude bir çabayla, Yorum'u karalamaya, halk nezdinde itibarsızlaştırmaya, olası yeni saldırılar için zemin hazırlamaya çalışıyordu. Anlaşılan 26 yıllık tarihten hiçbir şey öğrenmemişlerdi. Yorum'un küllerinden yeniden doğabilme gücünü, baskıların ve yasakların Yorum'u durdurmak şöyle dursun daha da güçlendirdiğini, halkla kenetlenmesinin durdurulamayacağını görememişlerdi. Evet Yorum “çok oluyordu”... Hem ısrarla ve inatla, doğru bildiklerini söylemeye devam ediyordu, hem de gerçekten 10'ken 100, 100'ken 1.000, 1.000' ken 10.000, 10.000'ken 150.000, oluyordu. Ve daha da çok olacaktı. Amacı milyonlara ulaşmaktı. Değil mi ki hem yağmalayan, hem çalıp çırpan, hem doyumsuzca sömüren onlardı, hem de pişkince, utanmazca, gece yarıları baskınlar düzenleyerek, işkencelerle gözaltına alarak, yalan yanlış haberler yayınlatıp hedef göstererek susturmak istiyorlardı; daha çok daha çok olmak ve korkularını daha da büyütmek farz olmuştu... o
Grup Yorum, yaşadığı baskıları değişik yöntemler kullanarak alt edebilmeyi başarmış bir gruptur. Bu baskın karşısında da yılmayarak, susup oturmayarak, kendi yöntemleriyle gösterdiler tepkilerini. Hem bu baskında gözaltına alınan 3 Yorum-
HAZİRAN 2011 | TAVIR | 23
deneme deneme
durduramayacaklar halkın coşkun akan selini paluri arzu kal demirci
gardiyanları ve yargıçları ve savcıları hepsi halka karşıdır kanunları, yönetmelikleri, bütün kararları hepsi halka karşıdır vergileri, gazeteleri, bütün yayınları hepsi halka karşıdır bunların hiçbiri onları kurtaramayacak durduramayacaklar halkın coşkun akan selini panzerleri, kelepçeleri, bütün silahları hepsi halka karşıdır zindanları, tutukevleri, işkence evleri hepsi halka karşıdır borsaları ve şirketleri ve iktidarları hepsi halka karşıdır bunların hiçbiri onları kurtaramayacak durduramayacaklar halkın coşkun akan selini Bertolt Brecht Gecenin bir vakti kapınıza dayandıklarında bizler uykudaydık henüz. Nasıl direndiğinizi, son ana kadar nasıl kenetlendiğinizi, halkınızı ölesiye sevdiğinizi duvarlara nakış gibi işlediğinizi sonradan öğrenecektik gururla. Daha 9 gün önceydi 30.000 kişinin kızıl bir dere gibi 1 Mayıs alanına akışı. Nasıl umut verici, nasıl gururlandırıcı bir görüntüydü. Kardeşlerimden birini beyaz gömleği, kırmızı fuları ve yıldızlı beresiyle kortejde gördüğümde öyle gururlanmıştım ki, eve döndüğümde onu anlatırken, “Öyle gururla anlatıyorsun ki, sanki sabah evden sen hazırlayıp göndermiş gibisin” demişlerdi. “Umarım” demiştim, “umarım evden hazırlayıp göndereceklerim de olur”...
24 | TAVIR | HAZİRAN 2011
İşte bu büyüyen umuttu korkutan onları; her geçen gün, o büyük güne olan hasret ve çoğalan umut. Aynı anda Gençlik Federasyonu’na, İdil Kültür Merkezi’ne, Okmeydanı Haklar ve Özgürlükler Derneği’ne gecenin bir vakti eşkıya gibi girdiler. Bir nedenleri yoktu, bir nedene ihtiyaçları da... Kardeşçe bir arada yaşadığınız alana daldılar, geçtikleri yeri yıkıp dökerek ve akvaryumdaki balıkların üstüne işeyecek kadar iğrençleşerek... Nasıl bir ahlaktır bu ya da ahlaksızlık demeli açık açık; nasıl bir kin? Genç kızların çamaşırlarını pencerelerden sokağa saçanların savunulacak bir tarafı olabilir mi? Peki ya tekerlekli sandalyeye mahkum ettikleri halde, inançlarından, umutlarından bir şey eksiltemediklerini yerlerde sürüklemenin ve tehditler savurarak darp etmenin… Geçtikleri yer yağmalanmış, özellikle zarar vermek için çaba sarf edilmiş, kırılıp dökülmüş, birçok şey bir daha kullanılamayacak hale getirilmiş... Tutanağa geçirilerek alınıp götürülenlerden başka, tutanakta yer almayan onlarca şey ise ortalarda yok. Verilen zarar milyarlarca. Ya umuda? Ona hiçbir şey yapamamışlar. Ne alıp götürdüklerine, ne de dışarıda onlar bırakılana kadar susmadan haykırmaya devam edenlere… Daha bir dirençle söylenmeye devam edildi türküler, ses daha bir yükseltildi. “Ne kadar doğru bir şey yapmışız”ın sağlaması oldu bir yerde. Korku öyle yaman bir şeydir ki, insanın içine salınmasın bir kere. Ama halkın umuda yürüyüşü ve öfkesi halktan yana olanları korkutmaz ya, ya olmayanları? Onlar korkacak elbet. Korksunlar da… Doğru şeyler yapıldıkça halk düşmanları korkmaya ve korktukça da saldırmaya devam edecek.
Umudun türküsünü yıllardır yılmadan söylemeye devam eden, bir yanı hep tutsak olsa da yeni yeni müzisyenlerle artarak büyüyen, hiç eksilmeyen Grup Yorum da aynı baskından payını almıştı. Alanlara önce 55.000, sonra 150.000 kişiyi toplamakla onlar da epey korku salmış olacaklar ki hak etmişlerdi(!) bunu. Bizler sabah olduğunda haberlerde öğrendik bütün bu olanları. Bir kasvet çöktü hemen ama daha çok öfke. Ardından ilk aklıma gelen “durduramayacaklar halkın coşkun akan selini” dizesi oldu Bertolt Brecht’in. Sıkıntılı bir gün geçti, gergin ve huzursuz. Hepimiz üzerlerine “ateşle yaklaşmayın” yazılacak kadar barut gibi… Ertesi sabah, Grup Yorum’un aynı gece 23:00’ten itibaren Vatan Caddesi’ndeki İstanbul Emniyet Müdürlüğü binasının önünde oturma eylemi başlattığını öğrendik. Akşam iş çıkışında soluğu orada aldık. Gitmeden de insanları paylaşım sitelerinde bilgilendirmek için "Arkadaşlarımız serbest bırakılana kadar... Vatan'da, İstanbul Emniyet Müdürlüğü'nün önünde olacağız..." dedik. Ama o sıralar herkes ya “püskevit” ile ya da “Yüksek Sadakat'in, Erovizyondan elendiğini Nihat Doğan'a hangi cesur yürek söyleyecek?” gibi çok önemli(!) gündem maddeleriyle o kadar meşguldü ki; “Herkes dipsiz kuyular gibi kör ve sağır ve bağır bağır bağırma vaktidir artık” sözleri içimden bir çığlık gibi çıkıyordu… Oturma eylemine vardığımızda tanıdık yüzler karşıladı bizleri, bir de “sizi daha erken bekliyorduk abla” tatlı sitemleri. “İşten çıkıp geldik” diyerek açıklamaya çalıştık. İlk gece eylem başladığında polisin müdahalesi olmuş ve eylem metro çıkışına doğru taşınmış. Arkadaşlarımızı, kardeşlerimizi beklememize bile tahammülleri yok. Ertesi gün yine geleceğimizi söyleyerek eve döndük. Sürekli nasıl olduklarını düşü-
nüyorum, rahat bir uyku ne mümkün. Ertesi akşam gittiğimizde ise iyice yerleşmişiz. Artık çadırımız da var. Daha kalabalığız. Gündüz basın açıklaması ilgi çekmiş. Şehir dışından gelen gençler var, hepsinin gözleri ışıl ışıl. Türküler susmuyor, halaylar sürüyor… Ekmeklerini kırıp paylaşıyorlar, bir de o büyük güne olan umutlarını, hasretlerini, bir de öfkelerini… Ertesi gün adliyenin önünde görüşmek üzere ayrılıyoruz eve dönmeyi hiç istemesek de... Adliyedeki basın açıklamasına gidemiyorum işten çıkıp, ama aklım hep orada. Haber alıyorum sürekli. Akşam işten çıktığımda hala sürüyor sorgu. Sloganlar susmuyor hem içeri-
den hem dışarıdan. Yüzlerde ne yılgınlık ne de umutsuzluk. “Arkadaşlar hepinizi çok seviyoruz” sesleri yükseliyor içerden, dışardan ise “Biz de sizi çok seviyoruz”. Bir kısmı bırakılmış kardeşlerimin. Kimlerin bırakıldığını soruyorum sonradan Yürüyüş muhabiri olduğunu öğrendiğim arkadaşa. O kadar karışık ki notları, sayfaları çevirip isimler sıralıyor, sonra da “Sizinki hangisiyse ismini söyleyin öyle bakalım” diyor. Hiç duraksamadan “hepsi” diyorum. “Hepsi mi?” diyor şaşkınlıkla. “Evet” diyorum, “hepsi benim kardeşim”… o
HAZİRAN 2011 | TAVIR | 25
röportaj röportaj
idil’e yapılan polis baskınına ilişkin röportajlar: tavır Merhaba, Biz diyoruz ki, 1) Bazı köşe yazarları Grup Yorum'un artık 55 binlik, 150 binlik konserler verebildiğini, artık hür olduğunu söylüyor. Ama bakınız ki, Grup Yorum'un faaliyet yürüttüğü İdil Kültür Merkezi, gecenin 03.00'ünde yüzlerce polis tarafından basılıyor, elemanları gözaltına alınıyor, kültür merkezinin eşyaları gasp ediliyor... Gerçekten hür müdür Yorum? Burası nasıl bir ülkedir? Bu ülkede devrimci sanat yapmanın bedeli nedir? 2) Bu ülkede demokrasi mücadelesi veren, devrimci sanat faaliyeti yapan üç kurum, gecenin 03.00'ünde basılarak bu kurumların tam 46 çalışanı, üyesi, misafiri gözaltına alındı ve dokuzu uydurma gerekçelerle tutuklandı. Bu durumu nasıl karşılıyorsunuz? Demokrasi mücadelesi ve karşılığı bağlamında bu durumu değerlendirir misiniz?
“buranın nasıl bir ülke ve nasıl bir demokrasi olduğu konusu artık şüpheye yer bırakmayacak şekilde cevaplanmıştır”
Buranın nasıl bir ülke ve nasıl bir demokrasi olduğu konusu artık şüpheye yer bırakmayacak şekilde cevaplanmıştır. İdil Kültür Merkezi 3:00'te basıldığı gibi gazetecilerin evleri sabah 5.00'te basılıyor, gazetelere girilip kitaplar bilgisayarlardan siliniyor, insanlar İstanbul'dan Ankara'ya cezaevlerindeki koşulları protesto için yürüyor, bir gazete bile bunu haber yapmıyor ve daha neler neler... Böyle bir ülkede devrimci sanat yapmanın bedelini Grup Yorum her gün görüyor ve bizim görmemizi sağlıyor. Bence Grup Yorum'un son dönemde başına gelenlerin nedeni 1 Mayıs'taki kitlenin coşkusuydu. Grup üyesi arkadaşlardan birinin konserden sonra söylediği gibi "hayal ettiğimiz günün provasıydı". Ve provası bu ise gerçeği ne olur korkusu sanırım bu baskıları yaratıyor. "Bekle bizi İstanbul" diyenler nihayet Taksim Meydanı'ndan geldiklerini duyurunca böyle oldu sonucu. Bunun bedelini tek başına Grup Yorum'a ödetmek... İşte bu haksızlık.
26 | TAVIR | HAZİRAN 2011
“bu ülkede hürriyetten söz etmek nasıl mümkün olabilir?”
1- Birinci sorunun sonundan başlamak istiyorum. Bu ülkede her zaman muhalif sanat yapmanın bir bedeli olmuştur. Grup Yorum’un da tarihinde ödediği pek çok bedel vardır. Bu bedelleri ödedikleri için ve sabır ve inançla yollarına devam ettiklerinden ötürü bugün büyük kalabalıklara seslenen bir grup olmuşlardır. Bu ülkede hürriyetten söz etmek nasıl mümkün olabilir? Her sanat dalında acımasız bir sansürün olduğu artık altı yaşındaki çocukların bile bildiği bir şey. Ülkemiz ne yazık ki,hukukun ayaklar altına alındığı, kişisel hayat güvencesinin arsızca yokedildiği ve muhalif sanatın çeşitli yollarla önünün tıkandığı sözüm ona "hür" bir ülkedir. 2- Bu ülkede öyle çok adaletsizlik yapıldı ve yapılmaya devam ediyor, öyle çok faili meçhul cinayet işlendi, öyle çok yazar-çizer sanatçı tutuklandı ki, ne söyleyebilirim? Ama yine de çakıllarla döşeli olsa da yola devam.
“grup yorum halkımızın itiraz dili ve isyan bayrağıdır”
HAZİRAN 2011 | TAVIR | 27
1- Grup Yorum halkımızın itiraz dili ve isyan bayrağıdır. Halkın vicdanı devrimcilerin belleğidir. Yoksullar için, emekçiler, işçiler için, fakir fukaralar için, öğrenciler kadınlar için Grup Yorum özgürlüğün simgesidir. Grup Yorum özgür müdür? Hayır. Grup Yorum özgürleşme savaşımın bir cephesidir ve halkı özgür olana dek kendi de özgür olamayacaktır. Halkının tutsak, aç oğulları ve kızları işkencede ve zindanlardayken Grup Yorum nasıl özgür olabilir ki? Özgürleşme sayısal bir çoğunluk değil, örgütlü bir güçle mümkündür. Egemenler kendi sistemlerini tehdit eden hiçbir güce ya da kişiye töleranslı davranmazlar. Bu sınıflar savaşıdır. Yorum’dan önce bu yolda iz bırakanlarımızın Nazım gibi, Enver gibi, Ruhi Su gibi, Yılmaz Güney gibi ödediği bedeli bugün Grup Yorum ve onun gibi devrimci gruplar ya da kurumlar kişiler ödüyorlar. Sorun sanırım bizimle ilgilidir. Konserlerimize gelip bizimle birlikte türküler, şarkılar söyleyen 150 bin kişilik dev koro nerededir? Ben dahil, türkülerimizi ve onların örgütlü gücü Grup Yorum’u savunmaya çağırıyorum. 2 - Burzuvazinin varlığı demokrasinin inkarıdır. İktidarın bu konudaki tutumunu daha doğrusu iki yüzlülüğü görüyoruz ve biliyoruz. Devletin içindeki iktidar mücadelesinde ayağına basılınca demokrasi çığlığı atan AKP iktidarının, söz konusu devrimciler, emekçiler, Kürtler, Ermeniler, yoksul gecekondu semtleri olunca nasıl da pervasızca saldırganlaştığını biliyoruz. Kendi hukuklarını bile çiğnemede zerre kadar utanmıyor ve rahatsız olmuyorlar. Bu nedenle demokrasi mücadelesi veren kurumlara, hele şarkılara ve türkülere tahammülü yoktur. ‘
Grup Yorum da ’80'li yılların karanlığında dövüşe dövüşe adeta bir dinleyici kuşağı yaratmış ve büyütmüştür. Bugün onları çevreleyen yüz binler onlardır. 1- Sömürünün, baskının, adaletsizliğin diz boyu olduğu bir ülkede "hür" olmak kimi zaman kısmen gerçekleşebilir. Ancak bu geçicidir. Bizim ülkemizde dönem dönem böyle rüzgarların estiği günler olmuştur. Bugünler asla "nimet" olarak sunulmamış, aksine dövüşe dövüşe elde edilmiştir. Ezenler, sömürenler bu atmosferi ilk fırsatta da parçalayıp dağıtmışlardır. Çünkü sömüren, emeği yağmalayan onlardır. Bu yüzden de "hür" olmayan ortamlara gereksinimleri vardır. Grup Yorum da '80'li yılların karanlığında dövüşe dövüşe adeta bir dinleyici kuşağı yaratmış ve büyütmüştür. Bugün onları çevreleyen yüz binler onlardır. "Hür" diye yazan köşe yazarlarına aldanmamak gerekir. Geniş yığınlara devlet terörü başladığı anda onlar "hür" ortamı bizlerin bozduğundan dem vurmaya başlarlar. Bu ülke darbe liderinin elini öpen köşe yazarı müsveddeleri de gördü. 2 - Bugün ülkede çok sinsi bir devlet terörü yaşanıyor. Demokrasi kuralları İstanbul Taksim Meydanı civarında yaşanıyor. Geçen ay Antakya'da yaptığımız bir tiyatro turnesinde otogardan başlayan ve tüm bölgeyi saran devlet terörü uygulamalarını gördük, izledik. Ciddi muhalefet yapan her çevre niteliği ne olursa olsun bedel ödüyor. Bir ilçenin ortasında gaz sıkılıp bir öğretmen öldürülüyor. Öncelikle sıkı bir muhalif ortak ses yükseltilerek bu maskeli devlet terörü teşhir edilmeli ve karşısına dikilinmelidir. İktidar partisinin seçimi kazandığı oy oranı tepemizde patlayacak şiddetin ölçüsünü de tayin edecektir. Bugün seçim aldatmacasına katılanlar seçim sonrası seçim kaybetme bunalımı ile köşelerine çekiliyorlar. Bu da tepedekilere rahatça saldırı için olanak sunuyor. Onlar yine aynı bunalımları yaşayacaklar ancak bu aldatmacaya alet olmayanlar şimdiden kolları sıvayıp gelecek saldırı ve baskılara karşı kitleleri uyarmak ve harekete zorundadırlar. Bunun başka yolu yoktur.
28 | TAVIR | HAZİRAN 2011
grup yorum ve namuslu olmak ibrahim karaca
Üç gün önce Grup Yorum’un İstanbul Okmeydanı’nda çalışmalarını yürüttüğü, İdil Kültür Merkezi, gecenin bir vaktinde basılmış. Güzide basınımızdan okuduğumuza göre üç yüz kadar polis eşliğinde adeta bir “hayata dönüş operasyonu” sahnelenmiş, demokrasi ilerlemeye devam etmiş. Gökte helikopterler dolaşmış, yerde balyozlar çalışmış, duvarlar delinmiş, gaz bombaları atılmış, kapılar kırılmış, ortalık talan edilmiş, derin aramalar yapılmış, “suç delilleri” ve kültür merkezi çalışanlarıyla birlikte Grup Yorum elemanları da toparlanıp götürülmüş. Niye? İMF’yi protesto eden kitlenin arasında varmışlarmış. Mış yani. Dikkat ediniz. Burası devrimci bir kültür merkezidir. Doğası gereği muhaliftir. Öyle olmasaydı, böyle bir kültür merkezine de gerek kalmazdı zaten. Bu bir namus meselesidir. Devletin ve iktidarın hiç sevmediği ve zaten onlara kendini sevdirme derdi olmayan şarkıların, tiyatro oyunlarının, filmlerin, fotoğrafların ve resimlerin bir kısmı buradaki sanat emekçileri tarafından üretilir. Burası, sosyalizm düşüne devrimci rüzgar taşıyan bir kültür merkezidir. Kültürel faaliyetlerinizi kimin için yaptığınızın farkındaysanız, sevilmemeyi de baştan veri olarak almışsınızdır. Hiçbir devrimci kültür merkezi, devlet ve ona yaslanarak var olan asalak sınıf iktidarları beni takdir etsin diye kültür üretmez. AB fonlarıyla finanse edilmez. Daha çok özgürlük ve daha az sömürü için yoksul kitleleri uyarır, ağlayıp sızlamanın yerine direnme kültürünü koyar. İster beğenin ister beğenmeyin, kaba bulun, basit bulun, kaale almayın, o bunu yapar. Sizin için yapmaz. Kimin için yaptığını, yüz binleri aşan Grup Yorum konserlerine bakarsanız anlarsınız. Yorum’u terörize ederek ona duyulan muhabbeti yok edemezsiniz. Yirmi beşinci yılında 55 bin kişilik, bir ay önce ise 150 bin kişilik konserini gördünüz. En iyisi, otuzuncu yılında 200 bin kişilik konserini izlemeye hazırlayın kendinizi siz. Grup Yorum’un çalışmalarını sürdürdüğü kültür merkezleri yirmi küsur yıldan beri basılır, talan edilir, elemanları içeri alınır, konserleri engellenir. Buna alışığız hepimiz. Basanlar da alışıktır, basılanlar da. Ben aslında başka bir yazı yazmayı düşünüyordum. Akşam TV haberlerine şöyle bir baktım, midem kalktı. Baskına değil, haberin veriliş tarzına. Bu da bir namus meselesiydi aslında. Bu mide bulantısıyla oturup sizi ara ara gülümsetecek başka bir yazı yazmam da çok zordu. Aslında bu yazıyı bile yazmama gerek yoktu. Ama, midemi rahatlatmak zorundaydım.
İdil Kültür Merkezi’nin bu konuda yaptığı açıklama her şeyi anlatıyor. Açıklamayı, noktasına ve hiçbir harfine dokunmadan aşağıya alıyorum. Buyurun okuyun: “HABER KANALLARI KONTRA HABER YAPIYOR! GRUP YORUM’U İDİL KÜLTÜR MERKEZİ’Nİ HEDEF GÖSTERİYOR! Kültür Merkezimizin baskınına ilişkin bazı kanalların haber bülteninde çıkan haberler tamamen gerçek dışı, polis kaynaklı haberlerdir. Operasyonda Kültür Merkezimizde hiçbir suç unsuruna rastlanmamıştır. Bazı haber kanalları polisten aldığı düzmece bilgilerle yaptığı haber ile kültür merkezimizi ve Grup Yorumu hedef göstermektedir. Bir kültür Merkezinde çelik kapı bulundurulması suç değildir. Hele faşizm ile yönetilen bir ülkede asla suç değildir. Kaldı ki Kültür Merkezimizde çelik kapı bile yoktur. Halkın gözünde hiçbir meşruiyeti olmayan bu operasyonu meşru kılmak için beyhude çabalardır bunlar. Basın mensuplarına haber kanallarına sesleniyoruz. Basın ahlakınızı yitirmeyin. Gelin Kültür merkezimize verdikleri zararı görün. Yara bere içinde darp edilmiş, eli ayağı kırılmış insanlarımızın haberini yapın. Yalanlarla türlü türlü ahlaksızlıklarla servis edilen haberleri yayınlamayın. Faşişt AKP iktidarının oyuncağı olmayın. Bir gün Adalet size de lazım olur. Demokrasi, düşünce özgürlüğü size de gereklidir. AKP iktidarına ve onun kolluğuna hizmet etmeyin. Basın ahlakına uygun davranın! Sizleri kültür merkezimize davet ediyoruz. Gelin gerçekleri kendi gözlerinizle görün. Gözaltına alınan Yorum elemanlarının ve Kültür merkezimiz çalışanlarının gördükleri işkenceyi kendi ağızlarından dinleyin. Hakkımızda asılsız kontra haber yapan haber kanalları hakkında suç duyurusunda bulunacağız. IMF yi protesto etmek de, devrimci sanat yapmak da suç değildir! İktidarın sahiplerine sesleniyoruz. Yola gelmeyeceğiz! Islah olmayacağız! Umudun türküsünü söylemeye devam edeceğiz! BASKILAR BİZİ YILDIRAMAZ! GRUP YORUM SUSTURULAMAZ! İDİL KÜLTÜR MERKEZİ” o
HAZİRAN 2011 | TAVIR | 29
30-31 sirri sureyya_29-30 ellerimi tut 6/8/11 4:16 PM Page 30
deneme deneme
taş yerinde ağırdır ümit ilter
“Oy pusulalarını ve seçimleri bırak Evet Seçimleri özellikle bırak Çünkü açlık çoğunluktadır...” (Turgut Uyar)
Ne diyordu Ebu Zer Gıffari? Hatırlamak bir kez daha: ”Ebu Zer kimdir? Büyük bir inkılapçı; soyluluğa, istibdada, adam kayırmacılığa, yokluk ve imtiyaza karşıdır. Hedef şudur: Bu halk uyansın ve bilsin ki, din, onlara yutturulan ve çıkarlar için araç edinilen değildir. Hem bilsinler ki, hayat da, onların yaşadığı hayat değildir. Ebu Zer'in şu sözünü halka ulaştıralım: 'Evinde yiyecek ekmeği bulunmadığı halde insanlar üzerine yalınkılıç yürümeyen insana hayret ederim'...” (Ali Şeriati / Öze Dönüş) Sahabeden Ebu Zer Gıffari böyle diyor. FORBES Dergisi ise, şunu yazıyor: Forbes Dergisi, her yıl yaptığı gibi yine Türkiye'nin en zengin 100 kişisini açıkladı. Bu listeye göre, Türkiye'nin en zengin 100 kişisi, 25 burjuva aileye mensup. Bunların toplam gelirleri 2009'da 56.6 milyar dolar iken, 2010'da 87 milyar dolar ve bu yılın başında da 104 milyar dolara ulaşmış...
30 | TAVIR | HAZİRAN 2011
30-31 sirri sureyya_29-30 ellerimi tut 6/8/11 4:16 PM Page 31
Emekçileri geçim darlığı cenderesi içinde boğan kapitalizmin krizi, burjuvaziye epeyce yaramış: “ ... İlk 10'dakilerin toplam serveti önceki yıla göre 6.2 milyar dolar artarak 28.2 milyar dolara ulaştı...” (HaberTürk Ekonomi Gazetesi / 1 Mart 2011) Yoksulluk mu? İşsizlik mi? Kapitalist sömürü ve zulüm mü? Neden mi? Nasıl mı? Buyrun, Viktor Hugo'ya kulak verelim: “ Zengin cenneti yoksulun cehenneminden doğar...” Evet, şair haklıdır gerçekten de; açlık çoğunluktadır. İşte tam da bu yüzden, o kapitalist “cennet”in varlığının devamı, bu cehenneme mahkum edilenlerin rızasına bağlıdır. Olmayan meşruiyetini aldatmacaya dayanan bu rızadan alacaktır o cennetin sahipleri. Şair, açlığın çoğunluk olduğunun da, dayatılan oyunun da farkındadır, “özellikle bırak” demesi bundandır. Ufuk Uras, işte bu müthiş soygun, sömürü, zulüm ve yaygara çarkına “rıza” sağlamanın yağı olmuştu. Raf ömrü bittiği için, işine son verildi artık. Hatırlayan var mı, U. Uras parlamentoya ilk girdiği günlerde verdiği bol demeçlerden birisinde, “meclis lokantasındaki biraların sıcak olduğunu, soğuk servis edilmesini sağlayacağını” söylemişti. Ayrılırken de son gösterisini başarıyla sergiledi: Kravatını mikrofona astı... Başka ne yapılabilir ki? Sırası geldikçe konuştu, arada bir önerge verdi, oy kullandı ve muhtemel ki, soğuk birasını içti. Nesnel olarak başka da bir şey yapamazdı zaten. Tarihsel rolü buydu(!) Demokrasicilik oyununun güzel sergilenmesi için elinden gelen yaptığına tarih tanıktır. Fakat, ne de olsa bir figürandı ve rolünü, daha inandırıcı oynamaya teşne kimi mümtaz şahsiyetlere devretmek üzere sahneden çekildi. “Şimdi sırada hangi ‘sosyalist aday’ var?” derseniz, cevabını kendileri veriyorlar. Hem de “sosyalist”, “komünist” olduklarını söyleyerek halktan oy istiyorlar. Oysa, Che'den Mahir'e ustalar başka bir şey söylüyor ve diyorlar ki; “Devrim için savaşmayana sosyalist denmez...”
Bilinmeli ki, o cennetin var oluşuna rıza sağlamak için bu cehennem ahalisinden oy isteyenler, sosyalist değildirler. Rollerini U. Uras'tan daha iyi oynamaya adaydırlar. Bunu yapabilirler ve fakat, demokrasicilik oyununun senaryosunu halk değil, burjuvazi yazar. Halk senaryo yazmaz, tarih yazar.
Açlığın çoğunluk olduğu yerde, bunlar her şey olabilirler ama sosyalist olamazlar. Kendilerini öyle sansalar bile, değildirler. Kaldı ki, kimin kendisi için ne söylediğine değil de, ne yaptığına bakmak, terbiyemiz gereğidir.
Halk denilen bilge öğreticidir. Muhtemel ki, “sosyalist” aday Sırrı Süreyya Önder, bu halk deyişini de bilir: “Kafir sofrasında iftar yenilmez / Yalan meclisinde doğru denilmez.” Çünkü hükmü yoktur ve taş, yerinde ağırdır... o
HAZİRAN 2011 | TAVIR | 31
deneme deneme
seçim meçim ama işin ucu geçim mehmet esatoğlu
Seyyar satıcı bağırıyor: “Seç, al, karıştır... Batan geminin malları bunlar!” Kalabalık bir insan kitlesi tezgah üstündeki malları altüst ediyor. Tezgahın üstündeki kışkırtıcı bir sesle haykırmayı sürdürüyor: “Seç, al, karıştır...” İnsanlar seçim yapıyorlar. Ne seçiyorlar? Tezgahın üzerindekini. Peki tezgahın üzerindekileri kim yerleştirmiş? Elbette satıcı. Yani yapacağın seçim, tezgahın üzerindekilerle sınırlı. Tezgahı beğenmiyorsan o zaman önüne iki yol çıkıyor. Ya bu deveyi güdeceksin ya da bu diyardan gideceksin. Diyardan gitmeye niyetin yoksa, o zaman deveyi güdeceksin başka yolu yok. İşte durum böyle. Ülkemizde yaklaşık elli yıldır oynanan bir oyun var. Adına “seçim” diyorlar. Memlekette önceleri tek parti var. Yani özetle tezgah tek, mallar aynı kabın içinden. Bir zaman sonra kentlerde ve kırsal kesimde bir huzursuzluktur alıp başını gidiyor. Köyde yol vergisi, hayvan vergisi, ürününün ucuza kapatılmasından bıkmış köylü, kentte ise ücret, sendika ve toplu sözleşme, insanca koşullarda yaşama, barınma dertleriyle isyan etmiş emekçi ortalığı yakıp yıkıyor. Tepedekiler bakıyorlar iş yürümüyor. “Gelin” diyorlar, “şu işi tek partili olmaktan çıkarıp çok partili yapalım. Memlekette zaten hoşnutsuzluk ayyuka çıkmış. Yoksulluktan baskıdan bıkanlar ‘yeter söz milletindir’ diye haykırıyorlar. Gelin bu söze sahip çıkalım. Birden çok parti koyalım önlerine”...
32 | TAVIR | HAZİRAN 2011
Eskiden tek partide büyüyüp palazlanmış birileri bir başka parti kuruyor. Alın diyorlar size bir başka parti. Artık memlekete “hörriyet” gelecek! İki büyük parti, bir de buçuk parti çıkıyor orta yere. Kalabalıklar seviniyorlar. “Şimdi” diyorlar, “istediğimizi seçebileceğiz.” Meydanlarda politikacılar türlü çeşitli vaadlerde bulunuyorlar. O günlerde en çarpıcılarından biri de şu: “Size bu sigarayı beş kuruşa içireceğiz” Kolay değil. Yeryüzünde İkinci Dünya Paylaşım Savaşı günleri yaşanmış. Ülkemiz savaşa girmemiş ama savaşın tüm ekonomik sıkıntısı çökmüş yoksulların üstüne. Temel tarım ürünü buğday olan bir ülkede ekmek karne ile dağıtılmış. Masadaki üç beş ekmek kırıntısı için itişip kakışmış çocuklar. Çay için şeker bulunamamış. Kuru üzümle içmişler çayı. Gıdasızlıktan, kötü beslenmeden her ailede birkaç kişi ciğerlerini verem hastalığına kaptırmış. Seçimler oluyor bitiyor. İş geliyor icraata. Çevreden bir şarkı duyuluyor: “Aynı tas aynı hamam” Nasıl yani?... Can Yücel’in deyimiyle “Fiyatlar FİAT, ücretler permeşat” Seçimler bazı yöneticileri değiştirebilir ama sorun “iyi yönetici”, “kötü yönetici” sorunu değil ki. Sömürücü ve baskıcı sistem sorunu. Yöneticiler her türlü davranabilir. Bu ülke gariplikler ülkesi. Sendika hakkımızı tanıyan yönetici ile bizi zehirli gazlar-
la yakan kişinin aynı kişi olduğunu biliyor musunuz? Şu kırılası ellerimizle yazdık duvarlara “umudumuz” diye. Oylar yağdırdık ’70’li yıllarda. Adam ’90’ların sonunda yaktı hepimizi demir parmaklıkların ardında. Adamın adı Bülent soyadı Ecevit. Ama isme takılmayın aynı rolü oynayan onlardan yüzlerce var. Seçim rüzgarları aylar öncesinde politika kulislerinde esmeye başlıyor. Yeni seçilecekler bir yanda kıvranıp dururken, öte yanda dört yıl milletvekilliği yaşamış, oy aldıkları insanların her gün biraz daha ezilmesine oy vermişleri de alıyor bir telaş. Acaba bir kez daha seçilecek miyim? Ülkemizde lider-egemen partilerde kimlerin seçileceği partinin üst yönetimi tarafından belirleniyor. Burada komik bir durum yaşanıyor. Seçimi kazanma durumu olan partilerde listede başa geçmek için büyük bir çekişme yaşanırken, seçimde kazanma umudu olmayan partiler listeye koyacak adam avına çıkıyorlar. Tabii milletvekili seçilme sıralaması yapılırken seçimin gizli tarihine yazılan bir dolu itiş kakış, üç kağıt, acımasızca yaşanıyor. Özellikle listeler açıklanınca liderin mutlaka hallederiz diye söz verdiği ama kapalı kapılar ardında vazgeçtiği isimler büyük bir düş kırıklığı yaşıyorlar. Cumhuriyet tarihi boyunca seçilme umudu ile tarlasını, evi-
ni, arabasını satıp listeler açıklanınca da düş kırıklığına uğrayan nice kandırılmışlar var. Özellikle liderlerin ellerini omuzlarına koyup “kader arkadaşım” diye pohpohladığı partinin sıradan işlerinden kendi özel hayatına bir dolu işe koşturduğu, aday belirleme zamanı ise yüzüne bile bakmadıklarının hali çok acıklıdır. Seçim süreci adaylar bir milli piyango ilişkisi yaşarlar. Listeye girdikleri gün cebindeki son kuruşunu milli piyangoya yatırmış yoksul kadar umutludurlar. Aday olan kişi binlerce kişinin bilet aldığı piyango çekilişinde büyük ikramiyenin kendisine çıkacağını düşleyen yoksul misali herkesin oyunu kendisine vereceğini düşünür. Aday olmak için harcadıklarının yanı sıra son kalan kuruşlarını da seçim propagandasına yatırır. Propaganda araçları geçen yıllar içinde teknoloji ile paralel atbaşı gitmiştir. Bir zamanlar “kral” olan el ilanının yanı sıra bugün bir dolu tanıtıcı malzeme ortaya çıkmıştır. Eskiden el ilanları kurşun kalıplarla dizilirdi. Basım zamanı yaşanan telaş da, mutlaka ortaya hatalı bir el ilanı koyardı. Adayın adının yanlış yazılmasından, vaadlerin ters anlama gelebileceği şekilde yazımına kadar bir dolu komik örnek vardır. Öncelikle adayın ismi ve çağrışımları seçim zamanı en eğlenceli malzeme haline geliyor. Satılmış’dan Döndü’ye bir dolu
HAZİRAN 2011 | TAVIR | 33
Pi sayısı bundan sonra 3 olacak, kalan 0,14 fakir fukaraya dağıtılacak Hafta sonu tatili 5 gün olacak. Teneffüsler 40 dk, dersler 10 dk olacak. Okeye dördüncü aranmayacak, kahvehaneler sigortalı dördüncü oyuncu çalıştıracak.” Tabii seçim gelip çattığı vakit ortada işin eğlenceli kısmı kalmıyor. Sistemden pay alanlar konuyu ciddi bir biçimde ele alıyorlar. İşler onların çarkına uygun gidiyorsa bir sorun yok. Ancak bazen de işler onların istediği gibi gitmiyor o zaman “demokrasicilik” oyunu rafa kaldırılıyor. ’70’li yıllar. Latin Amerika’da Şili’de büyük bir coşku yaşanıyor. Demokrat lider Allende halkın büyük desteğiyle seçim kazanıyor. Seçim sonuçları bir yanda şaşkınlık uyandırırken, öte yandan da kimi çevreler, “işte şiddet olmadan düzen değişebiliyor” davulunu çalmaya başlıyorlar. Seçim sonrasında Devlet Başkanı Salvador Allende köklü reform hareketlerine girişiyor. Emperyalist tekellerle yapılan ticari anlaşmaları iptal ediyor. Bu girişimler sürerken gazetelerde dönemin ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissinger, ABD’nin niyetinin ne olduğunu açıkça ortaya koyuyor: “Bu meseleler Şilili seçmenlerin kendi kendilerine karar vermelerine bırakılamayacak kadar önemlidir. Neden bir kenara çekilip bu ülkenin halkının sorumsuzluğu dolayısıyla komünist olmasını izlememiz gerektiğini anlayamıyorum.” diyor.
aday ismi daha işin başında eğlence malzemesi oluyor. Bunun ardından bir zamanlar dilden dile gezen “Ankara’ya liman yaptıracağım” vaadi misali daha ilk görüşte en saf seçmeni bile kandıramayacak vaadler eğlencenin bir başka ucunu oluşturuyor. İnternet ortamında ise 2011 Haziran seçimleri yaklaşırken aşağıdaki eğlencelikler ortada dönüp duruyor: ''- Kellere saç hastaya ilaç, - Züğürde para sıvacıya mala, - Fenerbahçe’ye Türkiye kupasını - Galatasaray’a Fenerbahçe’yi yenme garantisi vereceğiz. - Üstüne işsize iş, dişsize diş, olmayana çocuk - Üşüyene gocuk, kahvaltıya sucuk, çaya şeker, - Behlül’e Bihter, yemeğe tuz, kolaya buz, - Nazar değmişe hoca, evde kalmışa koca vereceğiz Hamilelik 3 aya inecek. Sigara kanser yapmayacak. Düğünlerde halaya kalkmak zorunlu olmayacak.
34 | TAVIR | HAZİRAN 2011
Bu konuşmanın ardından Şili ordusu. General Pinochet komutasında idareye el koyuyor. Seçilmiş lider Allende öldürülüyor. Şili’de en karanlık dönem başlıyor. Cezaevleri insan almayınca. stadyumlar cezaevi haline getiriliyor. Büyük sanatçı Viktor Jara başta olmak üzere otuz beş bin Şilili yaşamını yitiriyor. İşte ABD hesaplarına uymayan bir seçim serüveni böyle bitiyor. Öyle de olsa böyle de olsa ülkemizde bir seçim oyunu daha yaşanıyor. Bizi kandıranları, ezenleri anlıyoruz da büyük iddialarla seçilip mecliste dut yemiş bülbüle dönen sözüm ona muhalifleri anlamak zor. Geçen dönem niye oraya gittiler, sonra da neden ABD büyükelçisinin masasında meze oldular? Şimdi gidecekler bakalım ne dümenlere alet olacaklar? Seçim çare değil, seçilmeye aday olanlarsa hiç değil! o
35-38 kedi_sablon 6/8/11 4:17 PM Page 35
öykü
öykü
“hiper star”ın kedisi...
ümit zafer
“Gerçekten daha gerçek olan bir şey var mıdır? Evet vardır: MASAL!” (N. Kazancakis)
Her şey televizyondaki o reklamla başladı: Wiskas... Bu bir kedi maması reklamıydı. Hani derler ya “kırılma noktası” diye, işte benim cinnetimin kırılma noktası da bu reklam oldu. Bundan sonraki anlatacaklarım ise kedi oluşuma dairdir. Niye şaşırdınız ki?! Cinnet getiren insan, katil olunca normal oluyor da, kedi olunca mı anormal oluyor yani. Her neyse, her şeyi en başından anlatmak en iyisi. Belki, yani, adeta... 1. Evde oturuyorum. Çok uzun zamandır evde oturuyorum zaten. Çünkü işsizim. Elimde TV kumandası. Sıkıntıdan kanallar arasında at koşturuyorum. Keşke hayatın da böyle bir kumandaı olsa. Basıyorsun tuşa ve giriyorsun istediğin hayat kanalına. Ama öyle olmuyor işte. Hayat denilen bu berbat dizi filmde, sana hep işsiz rolü düşüyor... 2. Oysa “okuyup adam olmak”tı tek amacım. Ben de öyle yaptım. Sınıfları geçtim, okulları bitirdim, diplomaları aldım. Ama..... Ama adam olamadım, Çünkü işsiz oldum. Öyle ya, adam olmanın yolu iş bulmaktan geçer. Aramadım değil, Çok aradım. Ve fakat, hayat denilen test, bana başka bir seçenek sunmadı...
HAZİRAN 2011 | TAVIR | 35
35-38 kedi_sablon 6/8/11 4:17 PM Page 36
Ayna da suretime baktıkça kedi kılıklı halimi beğenmeye bile başladım. Kedi olmanın en püf noktası, sırtı hafif kamburlaştırıp ön ayaklarını ileri uzatarak sürünmektir. İşte bunu başarınca, kendimi takdir ettim kendimce... 8. Meşhur bir şarkıcımız var. Hiper Star! Nasıl başarıyor bilinmez ama dedemin zamanındaki hali neyse, şimdiki hali de öyle. Hep genç. Allah bilir, benim torunum da dedemin yaşına geldiğinde de, Hiper Star'ımız yine böyle genç kalacaktır. Uzatmayayım, Hiper Star'ın bir özelliği de hayvan sevgisidir. Ve o gece, kalkıp onun villasına doğru harekete geçtim. Fonda, gerildim onun filmlerinin unutulmaz müzikleri Çalıyordu...
3. Eğitim ve yeteneklerime uygun bir iş bulamadım ama, üç kuruşa eşşek gibi çalıştırıldığım birçok işe girip çıktım. “Koca adam olmuş, hala ana baba parası yiyor” lafını işitmemek için. Gel gör ki, aldığım ücretler ayakta durmama yetmedi hiçbir zaman üniversite diplomasına artık kefen bezine bakar gibi bakar olmuştum. Mutsuzdum çoktandır... 4. O gün, yine TV karşısına oturmuştum. Sıkıntıdan kanallar arasında dolaşıyordum. Birden bir reklama takıldı gözlerim. Kedi maması reklamıydı bu. Zengin evlerin şımarık kedileri iyice semirsin diye ithal edilen mamaların lezzeti, yararı bir güzel anlatılıyordu. Bu mamalar öyle yararlıydı ki, kedilerin iliğine kemiğine, kılına tüyüne canlılık kazandırıyordu. İşte, benim cinnetimin kırılma noktası, bu reklam oldu... 5. Cinnet deyince, kimisi gider intihar eder. Kimisi de başkalarını keser. Bana gelince, kanlı değil, kıllı bir cinneti tercih ettim. Ve gidip kendim için bir kedi kılığı diktirdim. Zaten minyon tipli biriyim. Zor olmadı. Mahallemizin terzisi Veysel Amca, önce istediğim şeye şaşırsa da, ısrar edince dikti bana bir kedi kılığı... 6. Giydim. Yakıştı. Elbette, biraz iri bir kedi olduğum doğrudur. Fakat, kimin umurunda bu? Biliyorum, kedi kılığına girmeme inanmadınız. İntihar etmem ya da birilerini kesmem size daha “mantıklı” gelirdi, mutlaka. Hep öyle oluyor, değil mi? 7. Birkaç gün odama kapanıp kedi kılığıma alışmaya Çalıştım.
36 | TAVIR |HAZİRAN 2011
9. Hayvan hakları savunucusu olan Hiper Star'ın villasına yaklaşınca bir kuytu bulup kedi kılığımı da üstüme geçirdim. Süperman, Örümcek Adam, şu bu gibi yani. Evet, biraz iri bir kedi olduğum doğru. Uzaktan bakınca, Kötü Kedi Şerafettin'e benzetenler çıkabilir. Ama, dedim ya, kimin umurunda. Kim kime, dum duma dünyasında ha Kötü Kedi Şerafettin ha İyi Kedi Mülayim, ne fark eder... 10. Ben işimi sağlama almışım. Mahalleden bir arkadaşı ayarlamışım. Verdiğim saatte basını arayıp, “Hiper Star'ın villasında daha önceden görülmemiş bir kedi görüldü.” haberini verecekti. Vermiş. Kapının önü magazin muhabirleriyle dolmuş iyice. Sırıttım bu durumu görünce. Ve ilerledim, hayvan hakları savunucusu Hiper Star'ın villasına doğru... 11. Magazin muhabirleri beni fark edince, önce bir duralayıp şaşırdılar. Hatta kimiler “ Bu kedi olamaz, kaplan bu” ya da “ Azman lan bu” dediler. Neyse ki art arda patlayan flaşlar, alıp götürdüğü bu şaşkınlığı. Önemli olan kedinin büyüklüğü değil, haberin büyüklüğüydü ne de olsa. Şurada bir insan “ açım” diye bağırsa, haber değeri olmazdı. Ama bir kedi, hem de Hiper Star'ın villasının önünde “miyav” dese, büyük haber olurdu. Hay aklımla bin yaşayayım. 12. Hiper Star'ın kapısına gelince, miyavlamaya başladım. Ama ne miyavlama. Duyanın içi parçalanır vallahi. Muhabirler “Son Dakika”, “Sıcağı Sıcağına”, “Canlı Canlı” bağlantılarla ekranlara taşıdırlar olup biteni. Bir yandan miyavlıyor, bir yandan da muhabirlerin söylediklerine kulak kabartıyordum: “Evet, sayın seyirciler, Hiper Star'ın evinin önünden yaptığımız bu can-
35-38 kedi_sablon 6/8/11 4:17 PM Page 37
lı yayında, kedinin miyavlamasını ekranlarınıza taşıdık. Acaba Hiper Star ne yapacak? Kediciği içeriye alacak mı? Bütün Türkiye’nin cevabını beklediği soru işte bu...” 13. O sırada, Hiper Star ve son sevgilisi, bütün bu gelişmeleri televizyondan izliyordu. Şaşkındılar. Kapılarına dayanan o şeyin -bu ben oluyorum- kedi olup olmadığından emin değillerdi. “Bu bir kaplan olabilir, olsa olsa Bengal Kaplanı” diyordu son sevgili. “ Kedi ya da kaplan ama eğer kapıyı açmazsak, adına skandal denir bu durumun. Maazallah, şöhretim bile gölgelenir.” diyerek son noktayı koydu Hiper Star. Haklıydı da. Kapıyı açıp beni içeri almazlarsa, rezil olurdu... 14. Son yıllarda zedelenen şöhretini hayvan hakları savunuculuğuyla yeniden cilalamıştı. Şimdi kapıyı açmazsa, foyası ortaya Çıkardı. Daha mühimi, eğer bu tuhaf kediyi -bu ben oluyorum- sahiplenirse, her gün TV ekranlarına Çıkacağı kesin sayılırdı. Ve kapı açıldı... 15. Hiper Star, önce değişik şekillerde gaz verdi kameralara. Hatta bir ara amuda bile kalktı. Dudağını büzdü, gözlerini süzdü ve derken, beni anımsadı. Eğilip başımı okşadı, “Ah zavallı kedicik” diyerek. Sonra, gazetecilere dönrerek “Sokak hayvanlarına gereken ilgi gösterilmiyor ne yazık ki” dedi. Bir şeyler hatırlamaya çalışırcasına durdu biraz ve devam etti: ” Sosyal sorumluluk projemiz gereği, bu kediciği sahipleniyor ve bakımını üzerime alıyorum...”
lişmeden ziyadesiyle memnundu. Ben de öyle! Fakat, içeri geçince benimle hiç ilgilenmedi bile. Hizmetçilere “Alın bunu.” dedi o kadar... 18. Diğer kedi ve köpeklerin olduğu bir salona götürdüler beni. Manzarayı görünce, resmen tırstım. Bunlar beni parçalamasın? Allahım yaptım bir terbiyesizlik, sen affet işsizlikten bunalan şu kulunu. Ben ettim sen eyleme güzel Allah'ım. Parçalatma beni el alemin kedi köpeğine... 19. Hiper Star'ın her cinsten kedi köpeği, şöyle bir sardılar etrafımı. Gözlerinde “Ne iş?” sorusu var hepsinin de. Korkudan bilir bunlar kimin kim olduğunu. Hele o köpekler gelip oramı buramı koklamaya başlamasınlar mı? İçimden bildiğim bütün duaları okumaya başladım ufak ufak. Ya koklamayla yetinmez, bir de ısırırlarsa... Eyvah ki ne eyvah! Adam olamadık, kedi olamadık, birazdan ceset olacağız...
16. İçimden “Yaşşaaa!” diyesim geldi. Ama tuttum kendimi. O sırada edepsiz bir gazeteci, “ Efendim, bu hayvan kediden Çok kaplana benziyor” demesin mi? Dedi utanmaz herif. Neyse ki, Hiper Star'ın cevabı gayet merhametli oldu: “Bu onun suçu değil ki, toplum olarak hepimiz suçluyuz.”
20. Köpekler kokladılar, kokladılar ve “Var bu işin içinde bir iş” edasıyla, kafalarını sallayarak uzaklaştılar. Kediler gelince, numaramı hemen anladı keratalar ama ağızları var dilleri yok garibanların. Ve böylece, onlardan birisi oldum ben de...
17. Villanın içine girince, son sevgili ile göz göze geldik. Adam, bana kıllanmış gözlerle baktı. Bu adamdan uzak durmam gerektiği açıktı. Hiper Star, şöhretine krema konduracak bu ge-
21. Her hayvanın yiyecek tabağı, ayrı ayrı burada. Hangi kedinin ne yiyeceğinin listesi çıkartılmış durumda. Zengin villasında
HAZİRAN 2011 | TAVIR | 37
35-38 kedi_sablon 6/8/11 4:17 PM Page 38
üzerine almış. Hiper Star'ın adı da o bölüme verilmiş. Derken, bana yol göründü. İstikamet, hayvanat bahçesi... 26. Şimdi burada, kaplanlarla beraber kalıyorum. Hemen şunu söyleyeyim, şu kaplanların insaniyeti insan suretinde dolaşan nice haramiden yeğdir. Görür görmez, benim kaplan olmadığımı anladılar. Ama ilişmediler. Kedi kılığımı parçalayıp zor duruma düşürmediler. Düşene bir pençe de biz atalım demediler. Aksine, zora düştüğümü anlamış gibi aralarına aldılar. Çok hakları geçti bana, ödenmez...
sosyete kedisi olacaksın bu dünyada. İşsiz bir insan olacağına, burjuva kedisi ol daha insanca yaşarsın bu devirde. Aynen! Hiç değilse, aç kalmazsın. Hele o Wiskas'ın tadına doyum olmuyor gerçekten. Resmen kilo aldırdı bana. Az daha kedi kılığımdan dışarı taşacaktı göbeciğim... 22. İlk günler güzel geçti. Rüya gibiydi her şey. Hemen her gün röportaja gelen gazeteciler fotoğraf çekiyor, çekim yapıyorlardı. Hatta, televizyonların “yeşil çevre” gibi programlarına konuk oluyorduk ikide bir. Evdeki kedi ve köpekler de bana iyice alışmışlardı. Hizmetçiler ise “Her işte bir hayır vardır” diyerek, kurcalamıyorlardı ötemi berimi... 23. O son sevgiliden sonra gelen, en sonuncu sevgili ise benden hiç hoşlanmıyordu. Birkaç kez tekmeledi hatta. Az kalsın “Ah” diyecektim ama Wiskas aşkına tuttum kendimi. Durdum, sustum, yuttum ahımı. “Kedi kılığında girdiği işimden bile kovulmuş” dedirtmem kimseye. Benim de bir şerefim var sonuçta, kedi şerefi olsa bile... 24. İlgi bitince, Hiper Star'ın gözünden de düştüm. Varlığımla yokluğum onun için fark etmez oldu. Bu durumun benim için önemi yoktu. Ben Wiskas'ıma bakarım sonuçta. Ama kader ağlarını başka türlü örmeye başlamıştı. Bunu hissediyordum. En sonuncu sevgili, kirli bir plan tezgahlıyordu... 25. En sonuncu sevgili, soyadı holding markası olan bir sülalenin veliahtıydı. Ve kimi zaman, hobi olarak, bazı yaban hayvanlarının bakımına sponsor oluyordu. Şimdi, bir hayvanat bahçesindeki kaplanların masrafını da
38 | TAVIR |HAZİRAN 2011
27. Dediler ki hep “Öne çıkma, arkada kalma, ortada kal, oku da büyük adam ol” Okuduk ve lakin, bırakın büyüğünü küçük adam bile olamadık. Rüsva olduk. Sosyete kedilerinin payına Wiskas, bizim payımıza açlık düştü. Neyse, neyse... Son bulduğum iş, malum. Hayvanat bahçesinde kaplanlık yapıyorum artık. Gözlerimi kaparım, vazifemi yaparım misali. Geçen gün müdüriyete çıktım, sözleşmeli personel statüsünden kalıcı kadroya geçmek istediğimi arz ettim. “Kaplansın sen, kaplan kal.” dedi amirim... Son söz yerine: Kapitalist ekonomi, krizini küçük parçalar haline getirip insanlara bulaştırır. Bu kriz, kimisi için şiddetli geçimsizlik, kimisi, yozlaşma, kumar... olur. Kapitalizm, insanı insanlığından çıkartır. Katil eder, kedi eder...o
39-42 halep_sablon 6/8/11 4:20 PM Page 39
izlenim
izlenim
halep ya da halkların acılarının izleri
filiz tanya
Halep dediğimizde hemen ardından “Şen olasın Halep şehri” dizeleri dökülüverir dilimizden. 17. yüzyılda Aşık Garip, “İşte geldim gidiyorum Şen olasın Halep şehri Çok ekmeğin tuzun yedim Helal eyle Halep şehri Sana derler Arabistan Dört tarafın bağ u bostan Haber geldi nazlı dosttan Durmak olmaz Halep şehri Aşık Garip düştü yola Hızır yardımcısı ola Göründü gözümüze sıla Şen olasın Halep şehri” der. Tarih boyunca şairleri etkilemiş, büyülemiş, şiirlerine ilham kaynağı olmuş bir şehir Halep. Vüs'at O. Bener ise “Babam adlı şiirinde şöyle der: ......... Darülfünun talebesi Mustafa Raşit Halep’ten gelmiş İdadi mezunu Geçememiş köprüden Paralı o zaman ….
Nazım Hikmet ise “otobiyografi” adlı şiirinde, “Üç yaşımda Halep’te Paşa torunluğu ettim” der. “Piraye İçin Yazılmış Saat 2122 Şiirleri”nde ise, “gönlümüzde hak edilmiş ekmeğine doymuşluk, gözümüzde ışığından ayrılmanın kederi, işte geldik gidiyoruz şen olasın Halep şehri...” Günümüz ozanlarından Ahmet Telli ise, “Şen Olasın Halep Şehri Hiç kimse senin kadar yakıştıramamıştır hüznü kendine Hüzünler ki aşkın ve şiirin yıllanmış şarabıdır damıtılmıştır acıların imbiğinden Hüzünler ki şairlerin yüreğinden uçuşan sararmış çiçek tozlarıdır Biraz da şairlere özgüdür hüzün ………. Ayrılıkların çanı vurduğunda savrulur pişmanlığın kızgın külleri Bütün sevdalar hasretin yalımıyla tutuşmuş bir bozkır türküsüdür Kerem'in kavruk bağrında ve artık yollara düşmenin zamanıdır Şen Olasın Halep Şehri Biraz da şairlere özgüdür ayrılıklar....”
hazİran 2011 | TaVIr | 39
39-42 halep_sablon 6/8/11 4:20 PM Page 40
lesi, Selahaddin-i Eyyübi zamanında yaptırılmış ve etrafı yirmi metre derinlikte dar bir hendekle çevrili. Giriş kapısı hendeğin üstüne açılır bir köprü ile karşıya bağlanmış. Biraz Avrupa’daki şatoları andırıyor. Kaleye çıktığınız zamanda tüm Halep’i görme şansınız var. Bir de meşhur kapalı çarşısı var. İçeride sabundan ipeğe, gümüşten bakıra sedef kakma eşyalara, baharat ve ete kadar her şeyi bulmak mümkün. Zaten çarşıdaki baharat ve amber kokuları insanı baştan çıkarmaya yetiyor. Açıkta satılan etleri ve yiyecekleri gördüğünüzde biraz tadınız kaçabilir. Hatta sırtına büyük bir but yüklenmiş sokakta taşıyan birisini görmek bile mümkün.
Aşık Garip bir söz eylemiş yüz yıllar geçmiş o söz başka başka ozanların dilinde yeni şiirlerin içine girmiş. Peki Halep şehri “şen” olmuş mudur? Neden böyle demiştir şair? Gidip Halep’e sormak lazım. Tarihin en eski kentlerinden biri olan Halep’e üç kez gitme olanağım oldu. Görür görmez yeryüzünün en eski kentlerinden biri olduğuna inandım. Kent hala çok eski. Kendinizi tarihin tünellerinden birisinde dolaşıyormuş gibi hissedebilirsiniz. Her yer taş binalarla dolu. Bizim “modern dünya”mızdaki gibi öyle betonarme ya da camdan kuleler görmek çok mümkün değil. Her yer sarı, taş binalarla dolu. Zaten Halep’te betonarme bina yapmak yasakmış. Binaların dışı Halep taşı (kayşani) denilen sarı bir taşla kaplanıyor çünkü oranın iklimine betonarme dayanmıyormuş. Binaların sıvaları ve boyaları çok çabuk dökülüyormuş. Ama kayşani taşı yüzyıllar boyunca hiç bozulmadan koruyormuş binaları. Bu yüzden yeni yapılan binalar da eskiden kalmış gibi görünüyor. Halep, Suriye’nin üçüncü büyük kenti. Yaklaşık üç milyon nüfusa sahip. Bizim için başka bir yer gibi değil aslında. Birçok insan Türkçe biliyor. Çarşılarında, mağazalarında bolca Türk malı bulabiliyorsunuz. Dükkanlarda Türk rakısı bile satılıyor. Dümdüz bir alana kurulmuş tek yüksek yeri kalesi. Halep ka-
40 | TaVIr |hazİran 2011
İlk gittiğimde rehberimiz bize arabayla şehir turu yaptırmıştı. İlk Halep Üniversitesi’nin önünden geçmiştik. Suriye’nin en önemli üniversitelerinden birisi. Öğrencilerin hepsi Fransızca ve İngilizce biliyormuş. En önemlisi ülkede eğitim ve hastaneler parasızmış. Ülkenin en kalabalık üniversitelerinden birisi de Halep Üniversitesi. Daha sonra çok gösterişli taş evlerin bulunduğu zengin mahallelerinden geçtik. Gerçekten çok güzel evler vardı. Dünyanın en pahalı evlerinin burada olduğunu söyledi rehberimiz. İçleri, dış görünümlerinden çok daha lüksmüş. Daha sonra eskimiş, yüzyıllardır insan elinin değmediği izlenimi veren mahallere geldik. Her binada klima çıkıntıları var. Tüm pencereler ya panjurlu ya da kalın perdeli. Yeraltında gizlenmeye çalışan insanlar gibi görünüyorlar. Oysa güneşten saklandıklarını biliyoruz. Bazı binalar gördük tamamen boş görünüyorlardı. O binaların neden boş olduklarını sorduğumuzda rehberimiz, “Onlar İsrail’e göç eden Yahudilerin evleri, bir gün evlerini isterlerse diye kimse kullanmıyor, boş tutuluyor” dedi. Çok şaşırdım, bizdeki mantıkla karşılaştırdığımda “Nasıl bir mantık bu, böyle düşünenler olabilir mi?” diye sordum kendime. Halep’e Türkiye’den gelenlerin merak edip gezdiği bir yer var Baron Otel. Burası Atatürk’ün Halep’e geldiğinde kaldığı otel. Bu ünlü oteli İstanbul'dan gelen iki Ermeni kardeş 1911'de inşa etmişler. O zamanlar merkezden uzakta ama şimdi şehrin ortasında bulunan bu otel, ünlü Bağdat treni yolcularının ko-
39-42 halep_sablon 6/8/11 4:20 PM Page 41
naklama yeri olarak düşünülmüş. Tıpkı Orient Expres yolcularının İstanbul'da Pera Palas'ta konaklamaları gibi. Otel bugün biraz bakımsız ama eski havasından hiçbir şey kaybetmemiş gibi. Rehberimiz bizi eski şehirde dolaşmamız için bıraktığında ilk çarşıdan başladık. Halep ipeklerine, dokumalarına, sabunlarına, bakmalara doyamadık. Çarşıda Türkiye’den gelmiş kızlar gördük. Arapça öğrenmek için Halep’e kurslara, okullara geliyorlarmış. Altı ay, bir yıl burada kalıp Arapça öğreniyorlarmış. Eski çarşı, eski sokaklar... Ne gariptir ki insanlar da eski gibi duruyor. Çok garip bir huzur kaplıyor insanı. O insanı yutmak isteyen “modern” dünyadan kurtulmuş gibi hissediyordum kendimi. Eski Halep sokaklarında dolaşırken birden etrafımızın değiştiğini fark ettik. Daha düzenli daha temiz, daha şık dükkanların, kahvelerin, lokantaların, butiklerin olduğu bir yere geldik. Hıristiyan mahallesindeydik. Gördüğümüz birçok tabeladan Ermenilerin mahallesinde olduğumuzu anlayabiliyorduk. Bir gümüşçünün önünde durduk. Agop’un dükkanıydı. Biz vitrin önünde konuşurken içeriden çıkıp Türkçe olarak bize “hoş geldiniz” dedi. Sonra gelsin çaylar, sohbetler. Agop amcanın ailesi Anadolu’dan zorunlu göçe zorlanan ailelerden. Çok düzgün Türkçe konuşuyor. Ailesi evde Türkçe konuşurmuş, hiç unutmamışlar. Hala Türkiye ile alışveriş/ticaret yapıyorlarmış. “Orası bizim vatanımız” diyor bize. Birden Hrant Dink’in yüzü geliyor gözümün önüne ve asfaltta vurulmuş yatışı...
Bize Agop amcayı buldu, tekrar çaylar içildi, sohbetler edildi. 1915’teki Ermeni sürgün ve soykırımının son noktasının Suriye’nin Fırat kıyısındaki Deir Ezzor şehri olduğu söylenir. O tarihte Osmanlı ordusu tarafından Suriye çöllerine sürülen yüz binlerce Ermeni’den bugün yaklaşık seksen bini yaşıyor ve onlar da Suriye yönetimi altında kimliklerini koruma mücadelesi veriyorlar. 1915 olaylarında Suriye çöllerinde binlerce insanın öldüğü söyleniyor. Bedeviler çöllere sürülen bu savunmasız insanlardan yine de pek çok kadın ve çocuğu kurtarmış. Hayatta kalanlar Suriye’de tutunabildikleri yerlerde yaşam mücadelelerine devam etmişler. Halep, Suriye Ermenilerinin başkenti sayılıyor. Burada kırk bin Ermeni yaşıyor. Ermeniler, Suriye’nin dinler ve etnik gruplar mozaiğinde küçük bir yer tutuyor ama tarihsel açıdan önemli bir grubu oluşturuyorlar. Geçmişte başlarına gelenler Ermeni cemaatini, dışarıya karşı “kapalı toplum” halinde yaşamaya itmiş olsa bile, kendi aralarındaki dinsel ve siyasal farklılıklar da korunuyor. Halep’teki on altı okuldan yedisi Ermeni-Ortodoks, dördü Ermeni-Pro-
Agop amcanın gümüşlerinden alıyoruz ve hemen kolumuza takıyoruz. Tekrar geleceğimizi ve geldiğimizde onu yine bulacağımızı söylüyoruz. İkinci kez geldiğimizde hiç çarşı pazar dolaşmadan koşarak Agop amcaya gitmiştik, “Agop amca hatırladın mı bizi bak yine geldik” diyerek. Bizi görünce çok sevinmişti. Oraya gidince onu görmek boynumuzun borcuydu sanki. Üçüncü gidişimizde yine ilk Agop amcanın dükkanına koştuk ama o yoktu. Yardımcısı vardı ve bizimle o da Türkçe konuştu. Otuzlu yaşlardaydı.
hazİran 2011 | TaVIr | 41
39-42 halep_sablon 6/8/11 4:20 PM Page 42
testan, üçü de Ermeni-Katolik... Suriye’nin ölçütlerine göre Ermeniler topluma en iyi şekilde entegre olmuş durumdalar.
darpaşa’dan trene bindirilmişler. Apar topar, üstlerine ceketlerini bile alamadan.
Suriye, diplomasi gereği “soykırım” kavramını kullanmaktan kaçınıyor. Ermeniler hükümetin kendileri için yaptıklarını yeterli buluyorlar ve sokakta Ermenice konuşmayı Suriye’ye duydukları minnet duygusunu açıklayan en önemli gösterge olarak görüyorlar. Çocuklara vatanlarını unutmamayı öğretiyorlar. Vatanlarından çok uzakta oldukları için buna önem veriyorlar. Halep’te adı Ermeni Kız Okulu olan bir kolej de var. Burada diğer okullarda olduğu gibi karma bir eğitim verilmediği için bu okula daha çok Müslüman kız öğrenciler kaydoluyormuş. Yani anne babalar, kızlı erkekli sınıflarda eğitim verilmediği için çocuklarını buraya göndermeyi tercih ediyorlar. Bununla birlikte Ermeni olmayanların okulda Ermenice öğrenmeleri yasak. Misyonerlik konusunda hassas olan Suriye, bu yasağı koymuş, fakat okul dışında isteyen her Müslüman, Ermenice ders alabiliyormuş. Halep’te yaşayan Ermenilerin en büyük isteği burada bir üniversitelerinin olması çünkü yetenekli Ermeni gençlerinin üniversite okumak için Avrupa’ya ya da Beyrut’a gitmesini istemiyorlarmış. Burada kültürlerini koruyarak bir arada kalmak istiyorlar.
Kayaoğlu yazısında 1915 ile 1921 yılları arasında Maraş, Antep, Malatya, Urfa, Muş, Van, Bitlis ve Diyarbakır'dan sürülenler arasında hayatta kalmayı başarıp Halep'e yerleşen Ermenilerin burada şimdi artık "ait" olmadıkları şehirlerinin adlarıyla dernekler kurduklarını ve Ermenilerin torunlarının çoğunun hâlâ 95 yıl önce geldikleri şehirlerde konuşulan lehçeyle Türkçe konuştuklarını, "Biz Maraşlıyız, Antepliyiz. Köklerimiz orada bizim. Evet, Suriye bize iyi davranıyor ama biz Suriyeli bir halk değiliz, biz Anadoluluyuz, biz oraya aitiz" dediklerini yazıyor.
Halep’te Ermenilerle karşılaştığımda en merak ettiğim şeylerden birisi de Musa Dağı’nda direnenler. Antakya’yı bilenler Musa Dağı’nı da bilir. Samandağ ilçesindedir. Ünü zorunlu göçe tutulan Antakya Ermenilerinin göçe karşı çıkıp Musa Dağı’nda kırk gün direnmelerinden gelir. Musa Dağı’nda kırk gün Osmanlıya karşı yurtlarını terk etmemek için direnen Ermeniler, kırkıncı günün sonunda dağın denize uzanan eteklerine yaklaşan bir Fransız gemisine binerler. Kırk gün boyunca direnen Ermeni halkı açlıkla hastalıkla savaşmış, güçsüz ve zayıf düşmüştür. Fransız gemisine binen Ermeniler geminin kendilerini Fransa’ya götüreceğini sanarken gemi onları Suriye kıyılarına bırakmış. Kendilerini Suriye’de bulan Ermeniler başka bir yazgıyla karşı kaşıya kalmışlar. “Musa Dağda Kırk Gün” kitabının yazarı Franz Werfel şöyle der: “Bir halı fabrikasından çalışan sakat kalmış ve açlıktan ölmüş göçmen çocuklarının sefaletini, bir halkın akıl almaz kaderini, olup bitenin ölüler ülkesinden çekip çıkarmak için belirleyici neden olmuştur.” O umut gemisine binen Ermeniler Suriye’de yaşam savaşı vermiş, birçoğu sefalet içerisinde ölüp gitmiş. Halep’te Ermeni mahallesinde dolaşırken tüm bunlar birer birer dolaşıyor beyninim içinde. Turhan Kayaoğlu, Haydarpaşa’dan Halep’e adlı yazısında 1915’te İstanbul’dan Halep’e sürgün edilen Ermenilerin izini sürer Halep’te. İki yüz kırk kadar Ermeni aydın, sanatçı şair, ressam, hukukçu, dini cemaat lideri, politikacı ve Osmanlı yönetiminin üst kademelerinde yöneticiler hepsi Halep’e gitmek üzere Hay-
42 | TaVIr |hazİran 2011
Haydarpaşa'da trene binmeye zorlananların yolculuğu uzun sürmemiş. Anadolu yaylalarının orta yerinde trenden inmeleri emredilmiş ve politik açıdan tehlikeli görülenler, oradan Ankara'nın güneybatısındaki Ayaş kasabasına gönderilmişler. Sanatçı ve aydınlardan oluşan diğerleri ise Ankara'nın kuzeybatısındaki Çankırı'ya. Yaklaşık yüz kırk kişi. Ve bir daha onlardan haber alınamamış. Halep'e ilk gelen Ermeniler, önce illegal olarak yıkılmaya yüz tutmuş binalarda yaşadılar. 1918'den itibaren tenekeden barakalar yapmaya başladılar. İlk Ermeni "teneke mahallesi" o zamanlar bir mezarlığın kenarında, Baron Otel'e yakın bir yerde ortaya çıktı. Mahallenin ana caddesi bugün de aynı ismini korumakta: Antepliler caddesi.* “Halep orada ise arşın burada” demişler eskiler. Suriyeliler için Antakya onların bir parçası, hala kendi şehirleri gibi görürler. Halep de bize biraz öyle sanırım. Aslında aynı coğrafyanın halklarını sınırlarla ayırmak ne denli doğrudur bunu tartışmak gerek. İnsanları doğup büyüdükleri yerden ayırmak, yerlerinden yurtlarından sürmek ne denli doğru bunu tartışmak gerek. Orada, doğdukları yerde ölemeyenlerin türküsü söylenmekte. Ruhlar kendi topraklarını aramakta. Her yerde kiracı, yabancı olmak, hep öteki olmak kendi yurduna dönememek ne demek? Onu tartışmak lazım. Yurtsuzluk, mülksüzlük en büyük sorun sürgündeki Ermeniler için. Onlar Anadolu’da kalan mülklerini istiyor ama bu konuda çok umutsuzlar. Bana kalırsa onların derdi mülkten de öte, topraklarına geri dönmek istiyorlar. Bırakın coğrafyaları doğal sınırlar bölsün, dereler, sırtlar, dağlar bölsün tel örgüler, mayınlar değil. İşte geldim gidiyorum, sana emanetler bıraktım Halep şehri, iyi bak onlara, onlar senin çok ekmeğini tuzunu yediler helal edesin, şen olasın Halep şehri, emanetlere iyi bakasın.o
* BİA Haber Merkezi, Turhan Kayaoğlu 23 Nisan 2011
43 siir_sablon 6/8/11 4:25 PM Page 43
şiir
şiir
söyle öyleyse devlet oğuzcan önver
kirpiklerimizde intihar uçakları imal ediliyor olur olmaz bir anda birini sevdiğimizde ve madem ki gözyaşlarımız bunca hoşuna gidiyor söyle öyleyse devlet ne zaman doyacaksın gri renkli küllere neden kasvetle sıvılaşıyor ellerimizdeki nasır neden ben sevincimi hayata dönüş masalında küllere gömdüm ve neden küllerin gri rengine gizleniyor bu asır söyle öyleyse devlet ne zaman doyacaksın gri renkli küllere evlerimizin arasına hızla çekilir duvar mahallemizin yolları her zamankinden ıssız insanlar bu haykırışları asırlar sonra anlar söyle öyleyse devlet ne zaman doyacaksın gri renkli küllere
HAZİRAN 2011 | TAVIR | 43
44-45 big bang_29-30 ellerimi tut 6/8/11 4:26 PM Page 44
deneme deneme
big bang uğur özgür
Merhaba, Biliyor musun, bir insan hapiste -hele de hücredeyse- yıldızlara bakarken çok şey düşünür: Eski arkadaşlarını, sevdiklerini, çocukluğunu, memleketini, okulunu, gezip dolaştığı sokakları... Fakat baktığı yıldızı düşünmek gelmez aklına kolay kolay. Oysa yıldızları düşünmek biraz da kendini düşünmektir. Nihayetinde hepimiz yıldız tozlarından ibaretiz şu evrende. Bir de hani, sen o yıldıza bakarken aslında onun şu anki halini görmüyorsun ya... Çünkü o ışık görüntüsü uzayda milyarlarca kilometre yol kat edip öyle ulaşıyor sana. Bu da -uzaklığına göre- binlerce, milyonlarca yıl demek oluyor. Yani sen şu an o yıldıza bakarken aslında onun milyonlarca yıl önceki halini görüyorsun. Muhtemelen sen şimdi ona baktığın sırada o yıldız çoktan yok olup gitti bile, uzayın sonsuz boşluğun da; belki de sen şimdi seyrettiğin o yıldızın zerresisin... Geçtiğimiz yıllarda İsviçre'nin Cern kentinde binlerce bilim insanının katılımıyla ve devasa bir alt yapıyla büyük bir deney başlatıldı. Halen de sürüyor. Geçenler de yine gazetede rastladım, kimi yeni bulgulara ulaşıldığı yazıyordu. Bu deneyde bilim insanları evrenin başlangıcı olarak kabul edilen "Büyük Patlama"ya ve maddenin oluşumuna ilişkin bulgular elde etmeyi umuyorlar. Bu nasıl olacak dersen, iki bin ton ağırlığındaki dev mıknatıs yerin yüz metre altından geçen 27 kilometre uzunluğun-
44 | TAVIR | HAZİRAN 2011
daki bir tünele yerleştirilecek -271 derece soğukta ışık hızına yakın bir hıza çıkarılacak protonlar çarpıştırlacak ve: Big Bang! Bu sayede büyük patlamadan hemen sonra maddenin kütle kazanmasını sağlayan parçacık olduğu sanılan "Higgs Bozonu"nun varlığınının kanıtlanması umuluyor. Kimileri bu parçacığa "tanrı parçacığı" da diyor. Hal böyle olunca, Büyük Patlama da yaratılışın ta kendisi olsa gerek! Ne diyordu Tanrı İncil'de: Ve ışık olsun! Sence evrenin bir başlangıcı var mıdır? Çok önceden okuduğum bir kitaptaki röportajda, şu an adını hatırlamadığım önemli bir evren bilimciye, "Ya ‘Büyük Patlama’dan önce ne vardı?" diye soruluyor; bilim insanı da, “Patlamanın olduğu o anki sıcaklık o kadardı ki ondan öncesi bizim tahayyül sınırlarımızın çok ötesidir” diye cevaplıyordu. Aklıma yatmıştı o zaman bu söz. Şimdi düşünüyorum da, bizim tahayyülümüzün niçin bir sınırı olsun ki? Bir şeyin -evren de olsabaşı varsa, sonu da olmalıdır. Ve biliyor musun, idealistler her şeyin başını, sonunu koymaya pek meraklıdırlar. Oysa bir durum için son olan, bir diğeri için başlangıç demektir aynı zamanda. Yeni eskinin bağrında büyür ve onu aşar. Ölüm ve yaşam da öyledir. Gece ve gündüz gibi... Yani benim demem o ki, aslolan sonsuzluktur! Bundan on beş milyar yıl önce, yani Büyük Patlama anında, bugün evreni oluşturan her şey küçücük bir alana sıkışmıştı. (Bir buğday tanesine bütün bir kainatın sığdığını düşün!) Zamanla bu enerji öyle sıkıştı, öyle ısındı ki, en sonunda birden patladı, Büyük Patlama’yla bu kütle parçalar ha-
44-45 big bang_29-30 ellerimi tut 6/8/11 4:27 PM Page 45
linde uzayın dört bir yanına yayıldı. (Bugün yapılan deneyle anlaşılmaya çalışılan da patlama anında enerjinin nasıl olup da kütle kazandığıdır asıl olarak) Ve zaman için de soğuyan bu parçalar yıldızları, güneş sistemlerini gezegenleri... ez cümle her şeyi oluşturdu. Bundan sonra her şeyin durduğunu sanma sakın. Durağanlık diye bir şey yoktur. Her şey her an hareket halindedir. Evren de öyle. Uzayın sonsuzluğunda galaksiler bugün de Büyük Patlama’nın etkisiyle hızla birbirinden uzaklaşmaya devam ediyor. Evren genişliyor... Belki bundan milyarlarca yıl sonra Büyük Patlama’nın etkisi iyice azalacak ve evrenin bu genişlemesi de son bulacaktır. Peki ya o zaman ne olacak? Sonsuz bir uykuya mı çekilecek kainat? Yine hayır! Dedim ya, hareket sonsuzdur ve kainatın bu büyük macerasında her son yeni bir başlangıç demektir aynı zamanda... İşte o zaman, Büyük Patlama’nın etkisi yittikçe, yer merkez çekiminin etkisi ağırlık kazanacak ve bütün gök cisimleri yeniden bir araya toplanacak. Küçüldükçe sıkışacak, sıkıştıkça daha da ısınacak. Bütün bir kainat dahası bu kainatın bütün
aşkı, nefreti, öfkesi, hasreti, isyanı, namusu, kahpeliği... her şey bir buğday tanesine sığacak yeniden. Isınacak, ısınacak, ısınacak. Ve... Ve yeniden başlayacak her şey. Bundan milyarlarca yıl sonra. Kainat, dünya, insanlık ve Biz olacağız yine. Bütün dik başlılığımızla. Ve o zaman da aynı korkunç sevdaya tutulacağız. Onurun, namusun, adaletin kavgasını omuzlayacağız. Ve zamanı gelince gerekirse, soyunacağız yine genç ömürlerimizden tereddütsüzce. Tıpkı bugün olduğu gibi. Milyarlarca yıl sonra da ve daima. Aslolan sonsuzluktur çünkü... Sonsuzluk Biziz! Sahi, bu gece yıldızlar ne de güzel görünüyor.Işıl ışıl. Ve sanki uzansam tutacakmışım gibi yakın. Şimdi sen de kaldırıp başını benimle aynı yıldıza baksan, buluşacak gözlerimiz. Hem de milyonlarca yıl ötede. Ne garip değil mi? Ama öyle... Şimdilik bitiriyorum mektubumu. Sağlıcakla kal ve unutma: Mutlaka görüşeceğiz. Milyarlarca yıl sonra olsa bile…o
HAZİRAN 2011 | TAVIR | 45
46-47 mizrakli kole_29-30 ellerimi tut 6/8/11 4:28 PM Page 46
deneme deneme
mızraklı köle
ümit zafer
Kölenin kaçması suçtur. Çünkü, kölenin kaçması demek, efendisinin malını da kaçırması demektir. Öyle ya, efendisinin malından başka bir şey değildir köle. İşte bu yüzden, sadece kaçtığı için değil ama efendisinin malını da kaçırdığı için suçludur. bu bir hırsızlıktır. Ve peşine düşülür kaçak kölenin. Köle kaçtığı için mutludur ama kaçarken efendisinin malını da kaçırdığından kaygılıdır. Mutluluk, efendinin fiziki varlığından uzaklaşmasına dairdir. Kaygı, efendisinin varlığını kendi bilincinde yaşatıyor olmasındadır. Kaçışının değil ama efen-
dinin malını da kaçırıyor oluşunun kaygısıdır bu. Aşağıdaki değil ama zihnindeki prangayı kıramadığı için köleliğindeki ağırlıktan fazla uzaklaşamaz. Ve yakalanır. Köle kaçtığı için cezalandırılacak ama efendinin malına da zarar verilmeyecektir. Kölenin elleri lazımsa, bir ayağı kesilebilir. Ya da dağlanır, kırbaçlanır. Ve böylece, mal korunur, köle cezalandırılır. Mızrak alıp kaçan köle ise, sadece efendinin malını çalmış sayılmaz. Daha büyük bir suç işlemiştir o. Silahlanıp kaçan köle, kendisini de kazanmış sayıldığından yakalandığı an imha edilecektir. Çünkü, eline mızrak alan köle, kendi kaderini eline almış sayılır. Mızraklı köle, efendinin malını çalmış olma korkusu taşımaz. Mızrak edinmeye cüret ettiği an, kor-
46-47 mizrakli kole_29-30 ellerimi tut 6/8/11 4:28 PM Page 47
kusu yok olmuştur. Onun yaşadığı kendisini kazanmış olmanın coşkusudur. Elindeki mızrağın varlığı, kafasına takılan prangaların yok oluşu demektir. Kendisine saygısını kazanmıştır ve zaferin adı, onurdur. Efendi, kaçan köleye kızgındır ama mızraklı köleden korkar. Çünkü, köle, sadece kaçmamış ama aynı zamanda mızraklanmıştır. Kölenin silahlanması, efendi için kıyamet alametidir. Korkusu bundandır. Ve korkusunu gidermek için, kölenin peşine düşecektir. Çünkü, söz konusu olan, kaçak bir köle değil, mızraklı bir köledir. Ki eline mızrak alan köle, "köle" olmaktan çıkmıştır artık. Mızraklı köle, köle olmamak için ölümü göze almış demektir. Aynı zamanda kendisini kazanmış olmasının sırrı budur. Ölümü göze almak, insanca yaşanacak bir hayatı savunmak demektir. Efendiyi korkutan, kölenin bu bilince sahip oluşudur. Mızrak, o bilincin en çıplak dışavurumudur. Kölenin elindeki mızrak, bilincini çevreleyen zincirleri parçalayışının iz düşümüdür. O sadece kaçmamıştır. Eline mızrak almıştır. Çünkü, sadece kaçan ne kadar uzağa giderse gitsin, zihnindeki efendiden kaçamaz. Eline mızrak alan ise, önce zihnindeki efendiyi yok etmiştir. İlki, efendisinin malını kaçırırken, diğeri efendiye hodri meydan çekmiş sayılır. Bütün zamanların her türden efendileri, kaçan kölelerden değil, mızraklı köleden korkmuşlardır. Çünkü, bilirler ki, efendisinin malını kaçıran köle, nereye giderse gitsin, kendisinden asla kaçamaz. Zira, o, kendisine efendisinin gözüyle bakmaktadır hala. Kendisini kaçıran köle, bir kurbandır sadece. Eline mızrak alarak iradesini silahlandıran ise, kurban olmayı reddettiği için asi sayılır. Elindeki mızrak ise, tarihini yazmasının kalemidir. Efendi'nin "daha fazla yemek, daha az kırbaç" sözüne güvenip geri dönebilir köle. Geriye dönmesinin yolu her zaman vardır. Çünkü, mevcut toplumsal yapı dışında bir ufku yoktur. Karnı doysun, kırbaç yemesin yeter ona. Kölelikle alıp veremediği yoktur.
lelik düzenine yönelmiştir. Kendisini o düzenin içinde düşünemez artık. Daha fazla aş, daha az kırbaç değil, özgürlüktür onun istediği. Ki mızraklı bir köle, özel mülkiyet olmaktan çıkmıştır artık, mal değildir. Kendisinin efendisidir. İşte bu yüzden, kölenin özgürlüğü, özel mülkiyet düzeni için yıkıcı bir tehlikedir. Kendisine efendisinin gözüyle bakan köle, kendi benliğinde sefil bir köleden başka bir şey göremez. Aciz, aşağılanmayı kader bellemiş bir mahluktur bu. Eşyadır, maldır, bir "şey"dir ve burjuvazinin "başarısı" işte tam da budur. Ücretli kölesinin kendisine efendisinin gözüyle bakmasını, yaygın ideolojik tahakküm araçlarıyla sağlıyor oluşudur. Kölenin elindeki mızrak, işte bu devasa tahakküm araçlarının zehirleyici etkisinden çıkacak yolu açar öncelikle. İşte bu yüzden, bütün zamanların tarihsel yasağıdır kölelerin mızraklara el uzatması. Firavunlar "günah" dedi, krallar "yasak" ve burjuvazi "suç" diyor. Çünkü, kölenin elindeki mızrak, hayatın fay hatlarını kırıp sınıfsal depremleri tetikler. Geçmiş ve geleceğiyle, işte bu gerçekliğin tecrübesidir, tarih... o
Mızraklı köle ise, eline mızrak aldığı an, geri dönme ihtimalini de mızraklamıştır. "Yıkıcı" bir güçtür artık o. Mızrağı kö-
HAZİRAN 2011 | TAVIR | 47
48-49 yazgilari_29-30 ellerimi tut 6/8/11 5:40 PM Page 48
öykü öykü
yazgıları kömür gibi canan yıldırım
tarih 6 şubat... O gün de diğerleri gibiydi aslında. Öyle olağandışı hissedilen; kitaplarda, filmlerde olduğu gibi kötü şeyler olacağını rüyalarında gören insanlar, çakan yıldırımlar, çocukları babalarının peşinden ağlatan bir şey yoktu. İşçiler her gün olduğu gibi sabahın erken saatinde kalktılar. Alelacele iki lokma atıştırıp işlerine doğru yola koyuldular. Yolda her gün yaşadıklarını düşünüyorlardı. Yine aynı şeyler olacağını bilerek ve düşünerek yürüdüler. Canları çıkana kadar çalışacaklar, güçlerinin son raddesine kadar çalışmalarına rağmen çalışmamakla suçlanacaklar, işten kovulacakları ima edilecek, iki kaşık yemek verilecek, sonra yine aynı döngü ve paydos. İşe gitmenin en güzel yanı eve dönüşteki yoldu onlar için. Çocuklarının, eşlerinin gözleri ve yuvanın sıcaklığı... Yine her zamanki gibi çalışılıyordu. Kazılacak yerlere gidiliyor, vinçler, dozerlerle toprak kazılıyor, kamyonlara yükleniyor, çıkan kömür termik santrale gönderiliyor... Ancak çok olağan başlayan gün o kadar da olağan gitmeyecekti. Önce yeri göğü inleten bir uğultu ve göçen toprak... Kimse anlayamamıştı olan biteni. Can havliyle bir koşuşturma başlar. Herkes arkadaşını kontrol eder, ne olup ne bitmiştir anlamaya çalışır. Göçük olduğunun farkına varırlar. Ve yiten canlarına... Bir canları, arkadaşları kara toprağın altında kalmıştır. Birileri kara toprağın üstünde tepinir, ölümlere ve paraya doymaz... Yeni Çeltek Ocağı'ndan yükselir yükselir çığlıkları Yanar bedenler yitip gider yitip gider umutları
48 | TAVIR | HAZİRAN 2011
Acı dağlar yüreği. Kimse ölümün böylesini hayal dahi edemez. Toprak altında kalmıştır bir canları. İnsan olanın yüreği dayanmaz. Acıdan duramaz diye düşünürsün. Ancak hayat böyle değildir. İnsan suretli yaratıklarla dolu olduğunu düşünemezsin o anda. Gözleri insan gözü gibi bakmayan, akılları paradan başka bir şeye çalışmayan, ellerinin sıcaklığını, kardeş hasretini, çocuklarının saçlarını okşarkenki o titremeyi, dost sofralarının paylaşımını unutmuşlardır bunlar. İnsana ait güzellikleri taşımazlar. Orada da vardılar. Kardeş, dost, arkadaş acısını unutun dediler. Yeraltında makinalar kalmıştı. Termik santral çocuk masallarındaki o canavarlar gibi açtı. Homurdanıp duruyordu. Canavarın sahibi hayatta tek sevdiği varlığın böylesine aç durmasına dayanamıyordu. Sanki kendi acıkıyordu. Bir an önce çalışmalara başlamalıydı. Herkesi işe çağırdı. Para lazımdı. Hem para sadece kendine mi lazımdı canım. O kadar insan ekmek yiyordu. Hepsi çalışmalıydı. Ölenle ölünmezdi. Hem kazada görünmez kazaydı zaten. Allah’ın hikmetiydi. Ayrıca kendisi zorla mı çalıştırmıştı onları... Bu fikirler, sahibinin bedeninin üstünde duran ve kendisinin kafa diye tabir ettiği o et parçasının dahiyane buluşu değildi. Kendini sahip sayan, işçilerinin efendisi sayan bu adamın da bir sahibi vardı ve bu fikirler onun ürünüydü. Daha yakın zamanda ölen onlarca işçi için de aynı şeyler söylenmemiş miydi? Kim ses etmişti üç beş kişi dışında? Aynı şeyleri söyledi ve çalıştırmaya başladı işçileri. Yazgıları kömür gibi kazar bitmez yerin dibi oy... Bir tas yemek biraz ekmek Güneş görmez hiç yüzleri oy... oy gülüm...
48-49 yazgilari_29-30 ellerimi tut 6/8/11 5:40 PM Page 49
Güvenlik önemli değildi. Hele bir mallarını kurtaraydı yeterdi ona... İşçiler başladı çalışmaya. Çok geçmedi, birkaç gün sonra tıpkı arkadaşlarını kaybettikleri gün gibi bir güne geldiler. Her şey aynı şekilde ve aynı biçimde oluyordu. Toprak kalkmış geliyordu. Su gibi akıyordu toprak. Daha önce filmlerde izlemişlerdi bunun gibi bir sahneyi. Dev gibi masmavi dalgalar metrelerce yükseğe çıkardı. Sonra bir halı gibi dürülerek yere inerdi. Ve tam dalgalar inmeden üzerinde bir adam belirirdi. Ayakta durur adam, kollarını açmış dengede durmaya çalışmaktadır. Büyüleyici bir andır bu. Ama bu ona benzemiyordu. Mavi değildi bu dalga. Ve üzerinde beliren adam patronlarına ne kadar çok benziyordu. Tüm doğa ayağa kalkmış, geliyordu. İşe girerken ne kadar heyecanlılardı oysa. Milyonlarca metreküp toprak, bir top saman gibi kaldırılıp atılacaktı. Gerçi maaşı azdı. Ama iş neredeydi? Sahi işe girerken böyle bir şey söylenmiş miydi; toprağın böyle üstlerine geleceği? Kim hesaplıyordu bunu? Bir ilim-bilim işi olmalıydı bu. Yoksa suç yanlarında duran şu mühendisin miydi? Ama o n’apsındı? Ona da emir veriliyordu. Güvenliği almak için gereken para, patronun karını azaltıyordu. Bu yüzden yapılması mutlak olanlar yapılmıyordu. İtiraz ederse işinden olurdu. Hepsi aynı canavarı doyurmak için tutulmuş kölelerdi adeta... Akıllarına evdeki çocukları geliyordu. N’aparlardı onsuz. Kira nasıl ödenir, eve ekmek nasıl gelir, okul masrafı nasıl ödenir? Sonra çocuklarının büyüdüğünü asla göremeyecekleri geldi akıllarına. Onları bir daha asla sevemeyeceklerdi. Ve yine aynı acıdır evlerdeki. Ölenlerin acısı üzerlerini örten dağlardan da büyük. Ve o büyüklükteki böbürlenmeleriyle sahibin sahibi televizyonlarda seyirtmektedir. Takdir-i ilahiden bahsedilmekte. Acılar paylaşılmakta. Ölenlerin acısını, altında kaldıkları toprağı tırnaklarıyla kazmaya çalışanlar etraflarına bakınıyor; kimse yok. Neden diye düşünüyorlar, bu takdir-i ilahi hep bizi bulur? Hep biz mi ölürüz? Çalışmaların son hızıyla sürdüğünü söyleyenler nerede çalışmaktadır? Hasret çöker yüreklere toprak dolar gözlerine Haber ulaşır köyüne Yetim kalır oğlu kızı oy... oy gülüm... Aradan 60 gün geçmiştir. Ölümlerin acısı dün gibi tazedir. Ölenler hala bulunamamıştır. “Çalışmalarımız hız kesmeden sürüyor” diyenler ortada yoktur. “İşin peşini bırakmayacağız” diyenler, arada bir açıklama yapmaktan başka bir şey yap-
mamaktadır. Peki ama bu hep böyle midir? Ölenler daima toprak altında uzanacak el mi bekleyecek? Öldürenler, ölenlerin cezasını ne zaman ödeyecek? Babasız kalan çocuklar, çocuklarını yitiren analar-babalar ne zaman katillerin gözlerine bakıp hesap soracak? Bir gün, dev dalgalarla gelecek gerçek insanlar. Ucu bucağı görünmeyen dev dalgaların tepesinde olacak insanoğlu. En önde yitirdiklerimiz olacak. Dalgalar yükseldikçe çekilen çilelerin, aç geçen günlerin, toprak altındaki ayların hesabı sorulacak. Dev dalgalar öldürenlerin, aç bırakanların, sömürenlerin üzerine yıkılacak. Bir gün gelir ocaklardan kazma kürek ellerinde oy Yürüyünce yeryüzüne Değişecek yazgıları oy... oy gülüm... o
HAZİRAN 2011 | TAVIR | 49
50-51 ilk karsilasma_29-30 ellerimi tut 6/8/11 4:29 PM Page 50
öykü öykü
ilk karşılaşma
ceren durgun
Sıcak bir mayıs günü. Arabada sallana sallana yol alıyorsun. dakikalar sonra tanışacaksın onunla. Ama henüz erken, daha yolun var. En arkada tek başınasın koltukta. Üzerindeki hırka fazla geldi sanki. Çıkarmak istesen de çıkaramazsın. Hırka aklına geldikçe, daralıyor, terliyorsun. Belki de birazdan onunla karşılaşacak olmanın telaşı ya da merakı mı demeliyim? Sen de bilmiyorsun.
İlk defa geldiğin Ankara sokaklarını şöyle doya doya izlemek istiyorsun. Hiçbir detayı kaçırmamacasına soluksuz, kıpırtısız bakışların. Tek bir kareyi kaçırmak istemiyorsun. Ağacın yeşilini, tavukların kaçışını, bir kadının balkondan eğilip halı çırpışını, çocukların önlükleriyle maç yapışını, patates-soğan satan kamyonet şoförünün kederli bakışını… Hayır hiçbir şey kaçmamalı. Her şeyi hafızana tek tek kaydetmelisin. Onunla tanıştıktan sonra lazım olacak sana. Hakkında çok kitap okudun onun. Onunla ilgili paneller dinledin, eylemlere gittin; onunla ilgili bildiriler dağıttın, dağıttığın için gözaltına alındın ancak onunla hiç karşılaşmadın. Onunla henüz tanışmadın… O yüzden tam olarak kestiremiyorsun. Sadece gözlerini kaçırmak istemiyorsun dışarıdan, yaşamdan. Acaba nasıl olacak o ilk karşılaşman? Bu halinin fotoğrafını çekmek gerek senin. Düşmanın elindesin. Kelepçelisin. Arabanın tekerlekleri son hızla dört duvara taşımakta seni. Günlerdir hiçbir şey yemedin. Adam gibi uyku uyumadın. Üstün başın leş gibi. Gözaltında dört gün boyunca dayak yedin, dayağa karşı direndin, direndikçe dayak yedin. Hiçbir yerin tutmuyor. Özellikle karın boşluğun fena halde ağrıyor. Ama şu anda bunlar hiç de önemli değil. Çünkü mutlusun. Hem de hiç olma-
50 | TAVIR | HAZİRAN 2011
50-51 ilk karsilasma_29-30 ellerimi tut 6/8/11 4:29 PM Page 51
dığın kadar.
- Üzerini aramamız gerekiyor. Şu odaya geçer misin?
Hiç olmadığın kadar coşkulusun. Ancak bu mutluluk yalnızca bir sonuç. Sen onurlusun. Bu yiğit halkın bir evladı olmanın, bu topraklarda umutla tanışmanın ve onu taşımanın, zulme onun bayrağı altında karşı koymanın onuru. İşte mutluluk, şimdi sol yanağına konmuş, sen gülümsedikçe gamzelenip duruyor.
İşte onunla yani tecritle tanışma vakti...
Şöyle bir dönüp arabanın içine göz gezdirdin. Şoförle birlikte yedi terörle mücadele polisi. Biri kadın. Bir “terörist” daha yakalamış olmanın zaferi içinde bol kahkahalı sohbetler ediyorlar. Zafer!.. Acizliğin zaferi içindeler! Gülüp geçiyorsun.
Seni aramak istiyor. Elle arama yapacağını söylüyor. Bunu yapmak zorunda olduğunu, yasalara uymak zorunda olduğunu anlatıyor.
Hiç tanımadığın yoldaşlarına kavuşacaksın birazdan. Daha önce anlatılanlardan dinlediğin gibi gider gitmez haykıracaksın, bağırıp sesini duyuracaksın onlara. Kim bilir ne hissedecekler? İçeriye girdiğin için üzülecek, dışarıyı getirdiğin için sevinecekler. Heyecanlandın. Araba acı bir fren yaptı, heyecanın arttı. Kendine geldin. Etrafa bakılırsa fazlaca yol almışsın. Ağacın yeşili tükenmiş, bozkırdasın. Ona yaklaştığını anladın. Şöfor koltuğunda oturan kel kafalı polis direksiyonu sağa kırdı. Devasa bir tabelayla göz göze geldin. “Ankara Sincan Ceza İnfaz Kurumları Kampusu”... İşte şimdi onun “mekan”ındasın. Hapishanenin önünde durdu araç. Polis, hapishane jandarmasına teslim ediyor seni. Nöbetçi jandarma soruyor: - Suçu ne? Polis: - Terör Jandarmanın bakışları bu kez sana yöneliyor: - Silah var mı üstünde? Bu soruya polis bile şaşırıyor. Silahın yok, düşüncelerin var. Ve onu teslim almak uğruna bütün bunlar. Jandarma, işlemleri hızlıca yapıp seni teslim alıyor. Sincan Kampusu’nun kadın bölümüne getiriliyorsun. Kelepçen açılıyor. İçeride bir sürü kadın var. Bunlar gardiyanlar. Boyalı saçlı, makyajlı, lacivert üniformanın altında yüksek topuklu ayakkabıları. Tırnaklar bakımlı, son derece alımlılar... Nüfus kağıdını aldı biri. Sarı uzun saçlı olanı bilgisayar başında giriş işlemlerini yapıyor. Kumral olanı hiç durmadan konuşuyor: - İlk kez mi tutuklanıyorsun? - Öğrenci misin? - Bir fotoğrafını almamız gerekiyor, kafanı yukarı kaldırır mısın? - Bunlar Cezaevi ile ilgili kurallar. Kağıt sende kalsın.
Odaya geçiyorsun. Üçü geliyor ardından. Uzun sarı saçlı olanı açıklama yapıyor. Rutin. Sakin görünmeye çalışıyor. Ama gergin. Çünkü anlattığı kurallara boyun eğmeyeceğini, ona rahatça işini yaptırmayacağını sezdi.
Kabul etmiyorsun. İkna etmek için uğraşmıyor. Hiç hevesli değil. İkna olmayacağından emin gibi görünüyor. İlk itirazınla birlikte gözleri pörtlüyor üçünün de. Üzerine doğru geliyorlar. O kibar genç kızlar, bir anda dünyanın en ahlaksız dillerine dönüşüyorlar. Baş eğmez tavrın karşısında makyajları dökülüyor bir bir. Tutuyor kolundan birisi. Diğeri hırkanın düğmelerini koparıyor. Bir diğerinin ellerinde saçların. Sense sloganlarla cevap veriyorsun. Çırpınışın, tekmelerin değil en çok da sloganlarınla onları çileden çıkarıyorsun. “Melek kadar güzel” işkenceciler, üstünü başını parçalayarak onursuzca arıyorlar seni. Yaptıklarının namussuzluk olduğu, yalnız insanı değil insanlık onurunu ayakları altında çiğnedikleri, ahlaksızlıkları, işkencecilikleri, devrimciliğin o tükenmez moral gücü karşısında nasıl ezildikleri onlar için önemli değil. Onların işi bu... Tecrit, öyle buyuruyor çünkü... Sense yerlerde sürüklendikçe, saçların çekildikçe, yırtıldıkça üstün başın onların arsız kişilikleri karşısında onuru savunmaktasın. İlk muharebeyi kazandın. Tecritin canı sıkkın. Oysa onu ortadan kaldırmak için 7 yıl boyunca 122 devrimci şehit düştü ve siyasi arenada tecrit çoktan yenildi. Ama vazgeçmeyecek, biliyorsun. Daha bir yığın uygulamasıyla sana hücreleri dar etmeyi deneyecek. Ama sen savaşa hazırsın. Çünkü sen 40 yıllık başeğmez bir tarihin uzantısısın. Ve o kırk yıl boyunca hiç değişmedin, adalet ve hürriyet özlemiyle mücadele etmekten hiç çekinmedin. Bu yüzden zalim tüm zulmüne rağmen “yol”a getiremedi senin soyundan gelenleri. O soy aydınlığın, insanlığın soyudur. Şimdi senin dilinden yankılanıyor Sincan Kadın Hapishanesi’nin hücrelerinde. Ayakkabıların ellerinde x-ray cihazından geçiyorsun, ilk karşılaşmanın galibiyetiyle. Kahrolsun tecrit, yaşasın direniş...o
HAZİRAN 2011 | TAVIR | 51
biyografi biyografi
herakles: bizim kavgamız
turan olgun taş
İnsanlığın en kadim zamanlara dayanan ilk başkaldırı destanının kahramanı Prometheus'tur. Ki Yunan mitolojisinde anlatılan efsaneye göre ilk insanları yaratan da odur. Rivayet o ki dünya üzerinde henüz insanlar yokken, Olimpos dağında yaşayan tanrıların bencil ve despot düzeni hüküm sürmekteydi. Prometheus sanılanın aksine bir insan değil, -eski Yunancada "da" anlamında "tsis" kökünden türetilen- bir Titom'dur. Yani Dev'dir. Bencil, zorba tanrılara duyduğu öfkeyle insanları yaratır Prometheus. Yarattığı bu insanları kendine benzeterek biçimlendirmiştir. Ve günün birinde tanrılar-
dan ateşi çalıp insanlara veren de yine Prometheus'tur. Böylece tanrısal ateşe sahip olan insanlar zamanı geldiğine bu "tanrısal düzeni" de değiştirebileceklerdir. Tanrıların en büyüğü olan Zeus, Prometheus'un ateşi çalıp insanlara vermesini affetmedi. Ve büyük öfkesiyle hiç bitmeyecek bir ceza buldu Prometheus için. Buna göre Prometheus'u Kaf Dağı'nın tepesinde zincire vurdurmuş Zeus. Burada Zeus'un görevlendirdiği bir kartal her gün gelip Prometheus'un karaciğerinden bir parça kemiriyormuş. Onun bedeni ertesi güne kadar kemirilen yeri sağaltıyor ve kartal gelip aynı yeri yeniden kemiriyormuş. Böylece Prometheus'un işkenceleri sonsuza kadar sürecekmiş. *** Bir diğer söylence ise insanların öldükten sonra gidecekleri yeraltındaki ölüler ülkesi Hades üzerinedir. Efsaneye göre bu cehennemin kapısında üç başlı, korkunç bir köpek, Kerberos bekçilik yapıyordu. Kerberos'un adı bile duyanı dehşete düşürmeye yetiyordu. Çünkü adı ölümden sonrasının korkunçluğuyla eşti.
Bu ikisi; Prometheus'un her gün karaciğerini yiyerek ona sonu gelmez işkenceler yaşatan kartal ve ölüler ülkesinin kapısında bekleyen üç başlı korkunç köpek Kerberos; tanrıların düzenine karşı çıkmayı aklından geçirecek olanların yüreklerine korku salmak içindi. Ve yüreklere korku salınmıştı... *** Her şeye rağmen zamanı geldiğinde bir ölümlü çıkıp bu tanrısal düzeni sorgulayacak ve yüreklerden korkuyu söküp atacaktı elbette. Bu Herakles oldu. "Herkesin üstünde, insanları durmadan haraca kesen zorba bir güç varsa, o zaman Kral Kreon ve saray ahalisi neden karınlarını sürekli tıka basa doyuruyor, geğirip osuruyorlar, soylu kadınlarla her gün yeniden boy gösteriyorlar?" diye sordu Herakles ve cevap oldu kendi sorularına... Aslında Herakles de soylu bir aileden geliyordu. Ve onun da yaşamı efsanelerle süslüydü. Zeus onun doğacağı gün için "dünyann yeni hakiminin doğacağı gün" demişti. Ve Herakles daha beşikteyken tanrıça Hera'nın kendini öldürmek için getirdiği iki yılanı kendi elleriyle boğup yüzüne tükürmüştü. Çocuk denecek yaşta ülkenin koyun sürülerinin korunması görevini üstlendi. Halk arasında ilk ününü, kurtları açık ağızlarından tutup parçalayarak ve yıllardır çevrede duvarları kıran yenilmez aslanı öldürerek kazandı. Sadece güçlü değil, bilgeydi de o yaşında. "Herakles, tek özgürlüğün sanattaki özgürlük olduğunu anlatmaya çalışan öğretmeni Limos'un şapkasını öyle şiddetle gözlerinin üstüne indirmişti ki adamın burun direği kırılmış, sonra da sanatın anın karmaşalarından her zaman bağımsız olduğunu iddia etmeye kalkan üstadı kafa üstü çirkef çukuruna sokarak boğmuş..."tu. Elbette burada kastedilen esas olarak öğretmenin değil, savunusunu yaptığı düşüncenin çirkefte boğulmasıdır çünkü Herakles, silahsız bir güzeliğin kaba kuvvet karşısında nasıl da dayanıksız olduğunu kanıtlıyordu bu hareketiyle. Ve o zamandan başlayarak saraylardaki ağdalı müziklere ve danslara sırtını dönüp sokaklarda söylenen şarkıların, kaval ve tulum seslerinin trompetlerin gürültüsünün peşine takıl-
dı Herakles. Şehrin kenar mahallelerinde gezinip yoksulluğu tanıdı. "Yukarıdaki kalelerde et, sebze ve meyve bolluğundan geçilmezken ve şarap fıçılarıyla hazine sandıkları hiç boşalmazken, bağlanan vergilerle aç kalıp iliğine kadar sömürülenler hep uşaklar, hizmetçiler, sindirilmiş ayak takımı, gündelikçiler ve küçük esnaftı." Tüm bunların sorumlusunun soylulardan başkası olmadığını biliyordu Herakles. Ve bu gerçeği başkalarına da gösterdi; ezilenlere, yoksullara, açlara... Herakles'in etrafında ilk toplanan ciğerleri toz dolu, sakallarında mermer parçacıkları, dişlerinin arasında çakıl taşları ve ellerinde kocaman bıçkı ve manivelalar olan köleler oldu. Hep birlikte Thebai kentine gelip soyluların sefahatini kana buladılar. Ve aynı anda yoksulların kurtuluşunu anlatan türküler söylenmeye başlandı Thebai'de. Onlar daha Krak Kreon'un sarayına ayak basmadan Kreon, Herakles'in zaferini kutlamak zorunda kaldı. Ardından Kral Kreon, kızı Megara'yı Herakles'le evlendirdi ve halka yiyecek içecek dağıttı. Kral ve diğer soylular Herakles'e en iyi ve en güçlü olanın kendisi olduğunu söylediler. Düğün şölenleri üç gün üç gece sürdü... *** Soylular aynı sıralarda Herakles'in hakkı olan Miken Krallığı’nın tahtına ise bir başlasını, Eurystheus'u oturtmuşlardı. Eurystheus ağır silahlarla donattığı askerlerini dört bir yana
HAZİRAN 2011 | TAVIR | 53
yeniden ortaya çıktığında kimse dönüp yüzüne bile bakmadı Herakles'in... *** Kendisine güvenmiş olan yoksulları sahipsiz bırakmış olmanın ezikliği ve öfkesiyle tepinip duruyordu Herakles. Artık çok daha zor koşullarda da olsa, yarım bıraktığı işin sonunu getirecekti. Soyluların "tanrısal düzeni" hep böyle sürüp gitmemeliydi... Herakles'in yaptığı ilk iş kendi karısını ve çocuklarını öldürmek oldu. (1) Böylece onu yukarıya, o düzene bağlayan hiçbir şey kalmıyordu. Düşündüklerini yapabilmesi için herşeyden önce sağ kalması gerekiyordu. Miken'e gidip Kral Eurytheus'un hizmetine girdi. Başlangıçta kimse anlam veremiyordu onun bu davranışına. Oysa Herakles'in bir hesabı vardı. Şimdi kaybettiklerini geri kazanmak çok daha zor ve uzun soluklu bir planı uygulaması gerekiyordu. Sonrasında kral için bir dizi tehlikeli görev üstlenip hepsini de başarıyla yerine getirdi. Bu şekilde yavaş yavaş her yerde yeniden Herakles'in adından söz edilmeye başlanmıştı. Herakles'in amaçladığı da yiğitliğiyle kaybettiği saygınlığı yeniden kazanmaktı zaten.
gönderip köylüleri katlediyor, yeni köleler esir alıyordu. Herakles'in muhafızlarını da öldürüp çukura attılar. Herakles bunun farkında bile olmadı. Dışarıda zulme uğrayan halk da ne kadar çabalarsa çabalasın sesini sarayın yüksek duvarlarından aşırıp Herakles'e duyuramıyordu. Çünkü kendini tümden karısının cazibesine ve yeni doğan çocuklarına kaptırmıştı Herakles. Gözü başka hiçbir şey görmüyordu. Neden sonra yeniden ipek gömleğini giyip kente indiğinde dilenciler ve arkasından taş atan yabani çocuklarla karşılaştı. Oysa o çoktandır kentte refah döneminin sürdüğünü sanıyordu. Ve Herakles ancak o zaman tek bir dikkatsizlik anının bile kazanılan her şeyi kaybetmeye yeteceğini anladı. Üstelik düşmanları bu boşluktan yararlanmış, eskisinden çok daha hazırlıklıydılar artık. O sarayda günlerini her şeyden habersiz geçirirken, soylular dışarıda, hem de sokağın dilini kullanarak Herakles'in yoksulları nasıl aldattığını, yalancılığını, kendini nasıl şişirdiğini anlatan alaycı şiirler yazmışlardı. Ve
54 | TAVIR | HAZİRAN 2011
"Pazar yerlerindeki çığırtkanlar yiğidin yaptığı işleri ayrıntılarla süslüyorlardı. Herakles yine kuzey doğudaki Nemea'da bir aslanı alt etmişti; sol elinin baş ve işaret parmağını onun burun deliklerine sokarak sırtüstü yatırmış, sağ yumruğunu da ardına kadar açılmış ağzına sokarak gırtlağına bastırmıştı. Canavarın postunu omzuna asıp göğsüne düşen pençelerini birbirine bağlamış, hayvanın açık kalan ağzını kafasına geçirmiş ve bu defa dokuz başlı Hydro'nun yaşadığı güneydeki Lerna bataklığına gitmek üzere yola koyulmuştu. Yılanın her kesilen kafasının yerinde iki kafanın daha çıktığı bilindiği için pazar yerlerinde artık Herakles'in işinin bittiğinden söz ediliyor, her defasında bir öncekinden daha büyük bir yılan sürüsüyle karşılaştıkça onun kocaman siyah orağının ne yararı olabilirdi ki deniyordu. Böyle bir işi başaracak biri varsa o da Herakles'tir diyenler vardı. Gerçekten de Herakles her vuruştan sonra Hydra'nın kafasının koptuğu yeri kor halindeki bir ağaç gövdesinde yakarak kopan kafaların yerine yenilerinin çıkmasını engellemişti. Herakles'in işlerini dinleyenler olmaz anlamında kafa sallıyor, inanamamazlık içinde söyleniyorlardı. Ancak Herakles Erymonthos Dağı'ndan arka ayaklarından bağladığı, ağzından köpükler saçan korkunç bir yaban domuzunu önüne katıp geldiğinde ve hayvanı saraya götürüp huzuruna çıktığında, Tanrının elçisi koskoca Eurystheus tir tir titreyerek bir fıçının içine atmıştı kendini. Yoksulluktan canları burunlarındaki in-
sanlar arasında işte o zaman büyük bir kahkaha fırtınası kopmuş ve kimileri Herakles'in ne yapmak istediğini anlamaya başlamıştı." Böylece Herakles halk içinde yeniden ünlenip umut olmaya başlamıştı. Yoksullar onu kendinden sayıyor, sahipleniyorlardı. Gözleri hep Herakles'in üzerindeydi... "Geceleri gizli bir köşede toplanan işçiler, Herakles'in çevresindeki toprak ağaları ve askerleriyle Eurystheus'tan daha üstün olduğuna kimsenin kuşkusu kalmadığı için artık onun dönmesi gerektiğini söylüyor..." ve onun geleceği gün için hazırlık yapıyorlardı. Bu sırada Kral Eurytheus'un ise geceleri gözüne uyku girmez olmuştu. O ve tüm soylular Herakles'in korkusuyla tir tir titriyordu. Herakles'ten gelen her kahramanlık haberi nasıl ki yoksulların umudunu büyütüyorsa, soyluların da aynı şekilde korkusunu büyütüyordu. Çaresizlik içinde zulümlerini arttırdılar. En küçük bir kuşku duydukları herkesi zindanlara doldurmuşlardı. "Ancak bir sabah gündoğumundan önce Herakles yanında o zaman bir köpekle Thebai'ye girdiğinde asıl tutsakların kimler olduğu da ortaya çıkmıştı, köpeğin ulumasıyla birlikte güvenli evlerinde rahat rahat uyuyanlar, yataklarının altına kaçışırken klübelerde ya da sokaklarda yatanlar kulak kesilip sanki şen bir trampet ezgisi onları çağırıyormuş gibi sesin geldiği yöne doğru koşmaya başlamışlardı."
bu efsanevi canavarların gerçekte egemenlerin sömürü ve zorbalık düzeni sürsün diye şişirildiğini, onların gerçekte nasıl da zavallı olduğunu göstermişti herkese. Ve bütün yoksulları, baldırıçıplakları arkasına alarak bir kez daha yürüyecekti sarayların üstüne... *** Ve yine efsane der ki; Herakles onu vurulduğu zincirden kurtardıktan sonra da Prometheus'un işkenceleri son bulmamış ve o: "Zeus tahtından düşmedikçe benim işkencelerimin sonu yok" diyerek insanlara özgürlüğün yolunu göstermiş... Elbette bir gün Zeuslar da tahtından düşecek, sömürü, tutsaklık ve zorbalık yıkılacaktır. İşte o zaman Prometheus'un ve cümle yoksulların, ezilenlerin işkenceleri son bulacak. (1): Bundan anlaşılması gereken asıl olarak düzenle olan bütün bağların koparılıp atılmasıdır elbette. Tıpkı Dayı'nın şu sözlerinde olduğu gibi: "Düzenden her yönüyle kopmalıyız. Bizi bu düzene bağlayan hiçbir şey kalmamalıdır. O zaman beynimiz, yaşamımız herşeyimiz özgürdür. Devrimcileşmek budur." KAYNAKÇA: - Direnmenin Estetiği - Peter Weiss - Düşünce Tarihi - Orhan Hançerlioğlu *: Alıntılar Direnmenin Estetiği’nden o
*** O sabah, Herakles ansızın çıkageldiğinde beraberinde bir köpek ve kafese koyduğu bir kartal vardı. Köpek o kimsenin yanına bile yaklaşamayacağı söylenen cehennem bekçisi Kerberos'tu. Herakles yerin yedi kat dibine inip çıkarmıştı onu. Ve tüm yoksullar, uşaklar, baldırıçıplaklar efsanedeki o korkunç köpeğin nasıl da kuyruğunu kıstırıp viyaklamaya başlayan bir çomara dönüştüğünü gördüler. Diğeri ise, Prometheus'a sonu gelmez işkenceler yaşatan kartalın ta kendisiydi. Tüyleri dökülmüş, gözleri fersiz, acınası bir hali vardı kartalın da... Herakles insanların yüreklerine korku salan, asla kimsenin başedemediği sanılan
HAZİRAN 2011 | TAVIR | 55
56-57 sinema artisti_29-30 ellerimi tut 6/8/11 4:36 PM Page 56
tiyatro tiyatro
ben sinema artisti olmak istiyorum
gülnaz bıçakçı
Neil Simon’un yazdığı “Ben Sinema Artisti Olmak İstiyorum” isimli oyun İstanbul Büyük Şehir Belediyesi Şehir Tiyatroları’nda sahnelendi. Oyun, baba-kız ilişkisi özelinde kapitalizmde aile ilişkilerini sorguluyor. Oyunun konusu kısaca şöyledir. Libby Tucker on altı yıldır görmediği babasını görmeye gider. Babasına yaklaşmak ve babasının yaşamına girebilmek için babasının sevdiği ve uğraştığı sinema dünyasına girmeye karar verir. Bu arada, babasının kız arkadaşı Steffy ile de karşılaşır. Libby babasının geçmişiyle yüzleşmesini ve geçmişini sorgulamasını ve geleceğini değiştirmesini sağlar. Kapitalizm aileleri parçalar. Kapitalizm geliştikçe eşler arasında boşanma olayları artmıştır. Kapitalizm insanlara sorumluluklarını unutturur. Her şeyi maddiyat olarak görenler ailelerini kolayca terk eder ve arkalarında bıraktıklarının neler çektikleri ve neler yaşadıklarıyla ilgilenmezler. Kapitalizm insanlar arasındaki insani bağları koparır. İnsanları bencilleştirir. Onları yalnızca kendi isteklerini gerçekleştirmeye ve arkasında bıraktıkları aileleriyle ilgilerini kesmeye götürür. Kapitalizm insanları öylesine bencilleştirir ki, ailesini terk eden bir insan yalnızca kendi istediği yaşamı gerçekleştirince mutlu olur ve arkasında bıraktığı ailesini hiç düşünmez. Yalnızca kendi yaşamı, kendi mutluluğu vardır. Ama kendi canından
56 | TAVIR | HAZİRAN 2011
56-57 sinema artisti_29-30 ellerimi tut 6/8/11 4:36 PM Page 57
olan çocuklarının ne olduğu, geride bıraktıklarının çektiği acılar onu artık hiç ilgilendirmez. Oyunda da Herbert Tucker eşini, kızını ve oğlunu terk edip Hollywood’a gitmiş. Orada sinema dünyasına girmiş ve senaryo yazarı olmuştur. ABD’de başka bir ilde, boşandığı eşi, geride bıraktığı kızı ve oğluyla birlikte yaşamaktadır. Herbert Tucker, bir kızı ve bir oğlu olduğunu unutmuştur. Ta ki, Libby babasını bulmaya ve onunla konuşmaya gidene kadar. Kapitalizm insanları hem kendilerine hem de yakınlarına yabancılaştırır. Kapitalizm insanların insani yanlarını öyle bir yok eder ki onlara geçmişlerini, yakınlarını ve hatta çocuklarını bile unutturur. Oyunda da, Herbert Tucker, kızı Libby’nin doğum tarihini bile hatırlayamaz. Kapitalizm sanatçıyı yozlaştırır. Her şeyi çok çabuk tüketen kapitalizm, sanatçıyı da bir anda tepelere çıkarır, yıldızını parlatır, onu yozlaştırır. Yeteneklerini ve yaratıcılığını tüketir, onu bitirir. Kendisine öyle bir yabancılaştırır ki, artık kendisi bile kendisini tanıyamaz hale gelir. Her konserinde barış ve şiddete karşı şarkılar söyleyen Fransız müzik grubu Noir Désir’in solisti Bertrand Cantat, 2003 yılında kız arkadaşını döverek öldürmekten hala hapiste bulunmaktadır. Ülkemizde de, çoğu ünlü sanatçının uyuşturucu kullandığı söylenmektedir. Oyunda da, Herbert Tucker çok içki içmektedir. Artık üretememekte ve senaryo yazamamaktadır. Ve hızla çöküşe gitmektedir. Ama kızı Libby onu geçmişiyle yüzleştirir, aile bağlarını yeniden kurar ve onu hızla gittiği çöküşten kurtarır. Herbert oyunun sonunda senaryosunu yazmaya başlar.
kalmasını ister. Herbert kızının emekleri karşısında yalnızca yeniden baba olduğunu hatırlamakla kalmaz, sanat alanındaki üreticiliğini de yeniden kazanır ve yeniden senaryo yazmaya başlar. Kapitalizmin yozlaştırmasıyla hem kendisine hem de çocuklarına yabancılaşan Herbert, sonunda hem geçmişiyle, hem de ailesiyle barışır. Kızı Libby yalnızca babasını değiştirmekle kalmamış onun geleceğini de değiştirmiştir. S. Bora Seçkin oyunu başarıyla yönetmiş. Oyunculardan Libby rolünü canlandıran genç oyuncu Derya Çetinel ara ara abartıya kaçsa da, genç bir kızın heyecanını, enerjisini ve duygularını başarıyla vermektedir. Herbert Tucker’in bayan arkadaşı Steffy’yi canlandıran Ezgim Kılınç’ın oyunu son derece sade ve ölçülü, duyguları hiçbir aşırılığa kaçmadan yansıtmakta. Herbert Tucker rolündeki Erhan Yazıcıoğlu da hayal kırıklıkları yaşayan bir adamdan geleceğe umutla bakan bir insan haline gelişi sahnede çok iyi yansıtmakta. F. Kemal Yiğitcan’ın ışık tasarımı oyunu başarıyla destekliyor. Sahne tasarımında Ayhan Doğan ekonomik bir sahne tasarımına gitmiş. Nihal Kaplangı’nın kostümleri özellikle Steffy ve Libby’nin giydirilmesinde çok başarılı. Ersin Aşar’ın efektleri de başarıyla oyunu destekliyor. Bir tiyatro sezonunu daha geride bıraktığımız şu günlerde önümüzdeki yıl oynarsa Neil Simon’un “Ben Sinema Artisti Olmak İstiyorum” isimli oyununa gitmenizi öneriyoruz. o
Kapitalizmin felsefesi olan idealizme göre hiçbir şey değişmez. İnsan yedisinde neyse yetmişinde de odur. Oysa, bizlerin savunduğu diyalektik materyalist felsefeye göre her şey değişir. Değişmeyen tek şey değişimdir. Her insan değişebilir. Yeter ki, onu değiştirmek için emek harcansın. Libby de babasını tanımak ve babasına yaklaşmak için babasının bulunduğu sinema dünyasına girmek ister. Babasına sinema artisti olmak istediğini söyler. Asıl amacı sinema artisti olmak değil, babasına yaklaşmak için onun bulunduğu dünyaya girebilmektir. Babasıyla karşılaşması çok heyecanlı olur. Libby babasının onu nasıl karşılayacağını, ne yapacağını merak etmektedir. Libby babasını tanıdıkça, onun artık bir şey üretemediğini ve kendisini içkiye vurduğunu görür. Babasının geçmişiyle yüzleşmesini sağlar. Onu telefonda annesiyle ve erkek kardeşiyle konuşturur. Git gide değişen baba Herbert, artık kızını gece geç kalınca merak eden bir baba olur. Kızına yaklaşmaya ve insani özelliklerini yeniden kazanmaya başlar. Oyunun sonunda, artık gitmek isteyen kızından
HAZİRAN 2011 | TAVIR | 57
58-59 tiyatro_29-30 ellerimi tut 6/8/11 4:37 PM Page 58
tiyatro tiyatro
direniş çadırı ve tiyatro
gülnaz bıçakçı
29 Mayıs Cuma günü Grup Yorum, Çayan Mahallesi, Hüseyin Aksoy Parkı’nda güzel bir dinleti sunmuştu. Dinletinin sonunda, her cuma kültür etkinlikleri gerçekleştireceklerini belirtmişti.
liyet yürüten İdil Tiyatro Atölyesi, bizlere “Eğitim Kaç Para?” adlı oyunlarını sundu. Oyun, 7. Canan Kulaksız Öğrenci Şenliği için hazırlanmış, ama polis İdil Kültür Merkezi’ne baskın yapıp, İdil Kültür Merkezi çalışanlarını gözaltına alınca İdil Tiyatro Atölyesi şenliğine katılamamış.
3 Haziran Cuma günü ise, İdil Kültür Merkezi bünyesinde faaBir önceki cuma günü olduğu gibi, bu cuma günü de mahallede düzenlenen yürüyüşten sonra parka döndük. İdil Tiyatro Atölyesi oyuncuları heyecanla hazırlıklarını yapıyordu. Polis terörüne karşı kurulan Direniş Çadırı’nın karşısına kendi oyunlarında kullanacakları küçük sevimli bir direniş çadırı kurmuşlardı. Oyun eğitim sistemini sorguluyor. Paralı eğitime karşı örgütlenen öğrenci direnişini anlatıyor. Epik tiyatronun sahneleme özelliklerini kullanan oyun, küçük bir ön oyunla başlıyor. Ankara’da birkaç kez çadırlarına baskın yapan polise di-
58 | TAVIR | HAZİRAN 2011
58-59 tiyatro_29-30 ellerimi tut 6/8/11 4:37 PM Page 59
renen ve her baskından sonra çadırlarını yeniden kuran öğrencileri düşündürüyor. Öğrenciler Büyük Direniş’te şehit düşen Ölüm Orucu şehidi Canan Kulaksız’ın büyük fotoğrafını taşıyorlar. Oyunda çeşitli eğitim aşamaları gösteriliyor. Ana Okulu, ilk öğretim, lise ve dersaneler. Halk çocukları hepsini bitiriyorlar. Ama ne oluyor, iş bulamıyorlar. CV’ler yazılıyor, halkı sömüren kara gözlüklü adamların şirketlerine gidiyorlar, daha kapılarındaki korumaları aşamıyorlar. İşsizlikten ve umutsuzluktan bunalıyorlar. Oyunun sonunda, yine parasız eğitim isteyen öğrencilerin direniş çadırı gösteriliyor. Polis saldırıyor, onlar direniyorlar. Oyunun mesajı bu sistemde ayakta kalmak istiyorsan direneceksin! Epik bir biçimde başarıyla sahnelenen oyunda, küçük sahneler tabelalarla önceden belirleniyor. Oyun kalabalık yerde oynanacağı için söz yok ve jestler öne çıkmış. Örneğin eğitimdeki yozlaşma yabancı rock müzik ve bunu karikatürleştiren danslarla veriliyor. Kapitalizmin yozluğu kara gözlüklü adamların yılışıkça danslarıyla, faşizmin caniliği kara gözlüklü katil tipli adamların saldırılarıyla veriliyor. Kapitalizmin umutsuzluğu ve geleceksizliği öğrencilerin bin bir çabayla aldıkları diplomaların hiçbir işe yaramadığını görmeleriyle temsil ediliyor. Devrimci mücadelenin umudu da direniş çadırındaki öğrenciler arasındaki dayanışma ve yardımlaşma, birlikte direnme ve geleceğe umutla bakmayla belirtiliyor.
rek oynuyorlar. Direniş çadırının karşısında küçük bir direniş çadırı. Ama bu tiyatronun çadırı, sanatın çadırı. Direnişi, eğitim sistemini, direnişin hayatımızdaki anlam ve önemini sorgulatan sanatın çadırı. İdil Tiyatro Atölyesi oyuncularını candan kutluyoruz. o
Çok kısa bir oyunda bu düzendeki tüm eğitim sistemi başarıyla eleştiriliyor. Eğitimdeki yozlaşma gözler önüne seriliyor. Oyun neşeli ve eğlendirici ama bir o kadar da düşündürücü. Oyuncular çok başarılı hepsi rolünün hakkını veriyor. Oyuncular, izleyicilerin kendileriyle özdeşleşmemeleri için belli bir mesafeyle rolleriyle özdeşleşmeden, “Bu bir tiyatro, biz de oyuncularız” diye-
HAZİRAN 2011 | TAVIR | 59
60-61 filiz tanyaya cevap_29-30 ellerimi tut 6/8/11 4:37 PM Page 60
eleştiri eleştiri
filiz tanya’nın “fatma”nın kafasını karıştıran yazısına dair... tavır
Filiz Tanya'nın Tavır'ın Nisan 2011 tarihli sayısında yer alan "Bu sekiz Martlar Kimin İçin Fatma?" başlıklı yazısı, dergimizin bakış açısını yansıtmayan, hatta ona tam ters düşen bir yazıdır.
8 Mart gününün tarihçesi bile -ki Filiz Tanya da yazısında buna kısaca değinmiş- kadın sorununun esas temelinin sınıfsal bir sorun olduğunu ortaya koymaktadır... Bu noktada şunu sormak gerekiyor: Hangi Fatma'nın sorunu?
Dergi olarak yayın politikamıza ve savunduğumuz ilkelere ters düşen yazıları genel olarak yayınlamayız. Çünkü çıkan her yazıda, yazılan her düşünce bir yanıyla bizi de bağlar. Ve okurlarımız da bunu böyle bilirler.
Gününün birkaç saatini kuaför salonlarında geçirip bakımlı olma telaşesi içindeki kadını mı tartışıyoruz; yoksa elinde çapa, sırtında bebesi tarlada çalışan kadını mı?
Bize ters olan düşüncelerin varlığına rağmen yayınladığımız bu yazıyla, okurlarımızı da düşüncelerimiz konusunda yanıltmış olmanın sorumluluğunu taşıyoruz.
Partilerde, balolarda, defilelerde gününü geçiren kadını mı; yoksa tezgah başında ömrü törpülenen, boğaz tokluğuna çalıştırılan kadını mı?
Bu nedenle okurlarımızdan özür diliyoruz.
Biz esas olarak işçi, emekçi kadınların sorununu ele alıyor ve kadın sorunu dediğimizde de bunların sorunlarını anlıyoruz...
Yazarımıza karşı da bu çarpık düşüncelerin tartışmasını yapmak yerine, bu tartışmalara yol açan yazısını yayınlamış olmakla sorumsuz davrandığımızı düşünüyor ve Filiz Tanya'dan da özür diliyoruz. Ve dergide yayınlanan bir yazı olduğu için cevabımızı da kısaca dergi üzerinden vermek istiyoruz. *** En başta şunu söylemek gerekir ki, Filiz Tanya'nın kadın sorunu konusunda kafası oldukça karışık gözüküyor. Ki sorunu sınıf gerçeğinden de kopararak burjuvazinin yaklaşımıyla, kocanın yaklaşımını, hatta devrimcilerin yaklaşımını aynı kefeye oturtabilmektedir...
60 | TAVIR | HAZİRAN 2011
Bu yanıyla 8 Mart için "Dünya Kadınlar Günü" diyenlerle aramızdaki ayrım kesin ve nettir, bir belirsizlik yoktur... "Dünya Emekçi Kadınlar Günü" söylemi, sınıfsal bir farklılığın ifadesidir... Bu nedenle biz Fatma'ya, hangi 8 Mart sorusunun cevabını açık ve net olarak verebilecek durumdayız... “Ah Fatma ah ortalık ne kadar da karışık” değildir bizim için... Fatma emekçi bir kadın ise -ki Filiz Tanya'nın Fatma’sı öyle görünüyor- "Dünya Kadınlar Günü”nde işi yoktur Fatma’nın... Ve biz kadın sorununu, küçük burjuva aydınlarının aşk özgürlüğü, tabuları yıkma ve erkek düşmanlığı üzerine kurulu bir sorun olarak ele almıyoruz... Bizim sorunumuz burjuva kadınlarının ve burjuva kadınlara özenti içindeki kimi
60-61 filiz tanyaya cevap_29-30 ellerimi tut 6/8/11 4:37 PM Page 61
küçük burjuva "aydın" kadınların bunalımlarını tartışmak değildir. FATMA HÜLYA TUMGAN’IN MESAJI “Biz kadınlar kurtuluşumuzun yolunu biliyoruz Merhaba Dostlar, Boranlar uçuruyoruz mavi gökyüzüne. Alev topu olup aydınlatıyoruz karanlıkları. Alınlarımıza kuşandığımız kızıl bandı namusumuz bilip onurla taşıyoruz. Her gün geleceğimiz, kurtuluş umudumuz, evlatlarımız için alanlara çıkıp haykırıyoruz öfkemizi. Her yerde erkek yoldaşlarımızla omuzluyoruz güçlükleri. Emeğimizle, haykıran öfkemizle, içimize akıttığımız gözyaşlarımızla, şefkatimiz ve bağlılığımızla her yerdeyiz. Kavganın tam ortasında, taş çatlatan sabırda, oya gibi işlenen emekte... Biz kadınlarız. Kurtuluşumuzun yolunu biliyoruz, bu yolda yürümeye devam ediyoruz. Sabo, Sibel, İdil, Fidan olma yolunda ilerliyoruz. Hepinizin Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nü, ölüm orucu direnişimizin içinden kutluyorum.” Fatma Hülya Tumgan (ölüm orucunda şehit düştü)
GÜNAY ÖĞRENER’İN SÖZLERİ: "E.'un benden devrimci olabileceğine inanması biraz zordu doğrusu... Her şeyden önce tip itibariyle kaybediyordum. Kısacık saçlarım, fularım, ayağımdan hiç çıkmayan kotum, koca yeleğimle, takılarımla pek garip görünüyordum doğrusu. Devrimci çevrelerdeki kızların hiçbirine benzer bir halimtavrım yoktu. Bir de üstüne feminist damarımı, çok bilmişliğimi, hafiften de ukalalığımı, bir de keçi gibi inatçılığımı ekleyin. Elime de sabah akşam elimde sürüklediğim koca resim çantamı verin. Avrupalı-çalışan 'kendi hayatını kazanmış' kadınları örnek alan düşünce tarzımla pek 'hoş' bir tiptim doğrusu. Modayı protesto eden bir modaya dahil olmuştum.
Bizim sorunumuz, özgürlük ve tabuları yıkma adına cinsel sapıklıkları tartışanların sorununu tartışmak değildir... Konuyu daha en başından itibaren sınıfsal bir bakış açısıyla ele alıyoruz ve bunu yapmakla da burjuva kadın ile emekçi kadının sorununu birbirinden ayırıyoruz... Sorunun çözümünü mevcut düzende yapılacak birtakım reformlarla, kağıt üzerinde değişiklik yapanlarla bu noktada ayrılıyoruz... Biz kadın sorunun çözümünü esas olarak devrimde görüyoruz... Ancak bu bugün için bir şey yapmayacağımız anlamına elbette gelmemektedir. Bu düzende de kadın haklarını genişletmek, iyileştirmeler yapılması için mücadele edilmesi gerektiğine inanıyoruz... Ama mücadeleyi bu kadarla sınırlamıyoruz ve net bir hedef gösteriyoruz: "Devrimler olmaksızın kadının kurtuluşu olmaz" İşte bu anlamda da Filiz Tanya ile düşüncelerimiz çok zıttır... Filiz Tanya'nın kadın sorununu ele alışı ve çözümüne baktığımızda temelde gördüğümüz şudur: Ruj yapma, saç yapımı, aşık olma, aynaya bakma özgürlüğü... Bir kadın bunları yapabiliyorsa özgür, kurtulmuş oluyor... Filiz Tanya'nın sonuçta getirip bağladığı yerin tam da böyle olması, sorunu bizimle tam ters bir bakış açısıyla ele aldığını da ortaya koymaktadır... Ve Filiz Tanya, sorun yaşayan kadınları da aynılaştırmakta, devrimci kadını da erkeğe özentili kadın gibi göstermektedir. Oysa gerçek böyle değildir. Devrimci kadın, mücadele içinde özgürleşmiş ve kendi bedeni, düşünceleri üzerinde özgürce karar verebilme hakkına sahip olmuş kadındır. Ve bu özgürlüğüyle de devrimci mücadelenin en ön saflarında yer alabilen, yönetici, komutan düzeyinde olabilen kadındır. Sorun elbette çok daha ayrıntılı ve boyutlu tartışılabilir. Ancak şimdilik temel bazı noktaları belirtmekle yetiniyoruz...o
Bizim oralarda 'Bir yanım harman savuruyor, bir yanım kavurga kavuruyor.' derler. Ben de tam öyleydim işte. Bir yandan Avrupa'nın kültürünü benimsiyor, öbür yandan kapitalizmin ülkemdeki ve dünyadaki sonuçlarından nefret ediyordum. Düşüncelerim epey karışıktı. Çözümlemeye çalışıyordum." Günay Öğrener, (ölüm orucundayken feda eylemiyle şehit düştü) HAZİRAN 2011 | TAVIR | 61
haberler haberler
İdil Kültür Merkezi dönem sonu etkinliği yapıldı İdil Kültür Merkezi, 5 Haziran Pazar günü Sibel Yalçın Park'ında “Yıl Sonu Etkinliği” düzenledi.
Orhan İyiler dostları tarafından anıldı Şubat ayında kaybettiğimiz sosyalist yazar, araştırmacı Orhan İyiler 31 Mayıs Salı günü dostları tarafından anıldı. İstanbul Eczacılar Odasında gerçekleşen anmaya katılan aydın ve sanatçı dostları Orhan İyiler ile ilgili anılarını ve onun siyasi yaşamını içeren konuşmalar yaptılar. İdil Kültür Merkezi çalışanlarının da katıldığı gece, Orhan İyiler anısına hazırlanan kısa belgeselle son buldu.o
Etkinlik başında Okmeydanı Doğan Tokmak Dostluk ve Dayanışma Futbol Turnuvası kupa töreni yapıldı. Birincilik kupasını “Boran Fırtınası” takımı aldı. Etkinlikte bir dönem boyunca eğitim alan çocuk ve yetişkin gitar kursiyerleri, İdil Çocuk Korosu dinleti verdi. İdil Tiyatro Atölyesi öğrencileri "Eğitim Kaç Para?" adlı oyunu oynadı. Grup Yorum Korosu'nun da katıldığı etkinlik halaylarla sona erdi. o
O gece Grup Yorum ODTÜ’deydi... ANKARA - FİLİZ TANYA Grup Yorum, ODTÜ Stadyumu’nda binlerce kişiye konser verdi. O gece ODTÜ Stadyumu’na mumlarla “DEVRİM” yazıldı, devrim şarkıları söylendi. O gece ıslak zeminde oturduk, çamurda halay çektik. Varsın tüm engeller bizim önümüze çıksın, bir bir yıkılır elbet. Yıkılır da ardından şarkılarımız türkülerimiz gelir dedik. Ardından Grup Yorum gelir dedik. O gece nöbetteydik, o gece daha başka söylendi türküler, daha başka eşlik edildi şarkılara. 3 gün önce Okmeydanı’nda derneklere, İdil Kültür Merkezi’ne saldırılar yapıldı. İçlerinde Grup Yorum üyelerinin de bulunduğu 46 kişi gözaltına alındı. Bu yapılan devrimci sanata saldırıydı. Öykülerimize, şiirlerimize, yazılarımıza, şarkılarımıza, sanatçılarımıza yapılan bir saldırıdır. “Sus, söyleme, yazma, konuşma” diye yapılan saldırıdır. O gece binlerce kişi ODTÜ Stadyumu’nu doldurdu. Polis engeline rağmen Grup Yorum oradaydı, doğa koşullarının tüm engellemelerine karşı Yorum dinleyicisi oradaydı. Öfkesiyle oradaydı, kızgınlığıyla oradaydı. Her şeye inat oradaydı. Biz sıcağımıza sarılıp türkülerimizi söyledik. Dışarıda olanlar içeride kalanlara selam yolladı. Bedenleri hapsedebilirler ama türküler dışarıda coşar, çağlar. Bu sene Ankara’da “DEVRİM”i Grup Yorum yazdı. Müziğin sanatın önüne konulan engeller tutuşup bir avuç kül olacak ve biz o külleri havaya savuracağız, hep birlikte…o 62 | TAVIR | HAZİRAN 2011
Tavır Yayınları sahibi Bahar Kurt tutuklandı
Dostumuz Murat Yıldız’ı kaybettik
Devrimci, emekçi bir öğretmen olan dostumuz 10 Mayıs Salı günü sabaha karşı İdil Kültür Murat Yıldız, 18 Mayıs 2011'de sabaha karşı kalp Merkezi'ne yapılan baskında gözaltına alınan 9 krizi sonucu hayata gözlerini yumdu. kişinin arasında Tavır Yayınları sahibi Bahar Kurt da vardı. O’nu kimi zaman yürüyüşlerde, kimi zaman ise İdil’in bir köşesinde sessizce şiirler yazarken Savcılığın, IMF'yi protesto amaçlı İstinye gördük. Amerikan Başkonsolosluğu önünde yapılan basın açıklamasına katılmaktan dolayı tutuklaDüzenin dayattığı bencil, duyarsız, umursamaz ma istemiyle mahkemeye sevk ettiği Bahar bir öğretmen değildi Murat Yıldız. 55 bin kişilik Kurt, tutuklanarak Bakırköy Kapalı Kadın İnönü konseri, Bakırköy Bağımsız Türkiye konHapishanesi'ne götürüldü.o seri, 1 Mayıs... Bütün bu süreçlerde bire bir emeği olan, örgütlü bir öğretmen olmanın bütün gereklerini yerine getiren Murat Yıldız’ı kaybetmenin üzüntüsünü yaşıyoruz.
Mehmet Esatoğlu’nun oyununa birincilik ödülü verildi
Ailesine, sevenlerine başsağlığı diliyoruz. o
Ankara/Gölbaşı İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü tarafından 14’üncüsü düzenlenen “2010-2011 Yılı 14. Tiyatro Şenliği”nde, Mehmet Esatoğlu’nun yazdığı “Doğa Bize Küserse” adlı oyunu oynayan Atatürk İlköğretim Okulu öğrencileri, bu seneki birincilik ödülünü alan topluluk oldu. Birincilik ödülü alan oyunu Pelin Atasever yönetirken, teknik sorumluluğunu Satılmış Gökoğlu ışık ve sesi Bilge Nur Özbek üstlenmiş. o
HAZİRAN 2011 | TAVIR | 63
Grup Yorum Günce 10 Mayıs Sibel Yalçın Parkı’nda operasyona karşı konser düzenledi. 500 kişiye seslendi.
Devrimci şair Neruda’nın ölümü araştırılıyor
10 Mayıs İstanbul Emniyet Müdürlüğü önünde gece oturma eylemi başlattı.
1973 yılında 69 yaşında kanserden öldüğü söylenen Şilili devrimci yazar ve şair Pablo Neruda'nın ölümü ile ilgili soruşturma açılacak.
12 Mayıs ODTÜ Stadyumu’nda konser verdi. 10 bin kişiye seslendi. 13 Mayıs Ege Üniversitesi’nde Canan Kulaksız Şenliğine katıldı. Yurtsever Gençlik’in saldırısına uğradı. Saldırı sonucu enstürümanları zarar görmesine rağmen 3 bin kişiye seslendi. 27 Mayıs Nurtepe Çayan Mahalesi’nde Hüseyin Aksoy Parkı’nda yapılan açlık grevi çadırı önünde konser verdi. 29 Mayıs Sivas Divriği Pikniği’ne katıldı. 5 bin kişiye seslendi. 29 Mayıs Sultanbeyli Cemevi açılışına katıldı. 2 bin kişiye seslendi. 29 Mayıs Malatya Kürecikliler Derneği’nin Pilav Günü’ne katıldı. 5 bin kişiye seslendi.
Şili Komünist Partisi Başkanı Guillermo Teillier tarafından sunulan ve Neruda’nın ölümünün araştırılmasını istediği dilekçeyi yargıç Mario Carroza kabul etti. Teillier’e göre, bazı tanıkların ifadesi Neruda’nın, kanserden ölmediği, öldürüldüğü şüphesini doğuruyor. Pablo Neruda, Şili’de 1970’te Devlet Başkanlığına seçilen ilk Marksist yönetici ve Neruda’nın dostu olan Salvador Allende’nin askeri darbeyle devrilmesinden iki hafta sonra vefat etmişti. o
2 Haziran Mimar Sinan Üniversitesi Seher Şahin Kütüphanesi açılışına katıldı.
TAYAD’lı Aileler açlık grevine başladı TAYAD'lı Aileler 16 Mayıs'ta Nurtepe Hüseyin Aksoy Parkı’nda "keyfi tutuklama zulmüne son" talebiyle 3 aylık açlık grevine başladı. Son bir yılda polisin, birçok demokratik kurumu, evleri gece yarısı basarak, işkence yaparak 100'den fazla insanı tutuklamasını protesto eden TAYAD'lı Aileler her cuma Nurtepe'de tutuklamalara ve tecrite karşı basın açıklaması yapıyor. Basın açıklamasının ardından parkta konser, tiyatro, panel gibi çeşitli etkinlikler düzenleyen TAYAD'lı Aileler etkinliğin ilk açılışını Grup Yorum dinletisi ile yaptı. Bir sonraki hafta da İdil Tiyatro Atölyesi "Eğitim Kaç Para?" 64 | TAVIR | HAZİRAN 2011
oyunu ile parka konuk oldu. Oyunun ardından TAYAD Başkanı Avukat Behiç Aşçı "Mahallemizde Polis Terörü,Hapishanelerde Tecrit Zulmü" isimli panel gerçekleştirdi. Etkinlikler, 3 aylık açlık grevi boyunca sürecek. o
kapak lar nisan sablonu .indd 3
6/8/11 11:38 AM
kapak lar nisan sablonu .indd 4
6/8/11 11:38 AM