Hemzemin sayi11 2013 10 01

Page 1

Gülsüyu’nda Çeteleşmeye karşı aylardır mücadele eden halkın üzerine önceki gece polis destekli çetelerce ateş açıldı. 5 kurşun yarasıyla Hasan Ferit Gedik’i kaybettik. Hasan ne diyordu? : “Bizler mahallelerimizi yıkmak, talan etmek, bizleri yurdumuzdan sürgün etmek isteyen kimseyi istemiyoruz. Bundan daha ‘demokratik’ talep var mı?” Aylardır sokaklardaydı Gülsuyu halkı, gezi çadırlarında günlerce omuz omuzaydık. Çetelere, mahallelerinde sürdürülmek istenen uyuşturucu ticaretine karşı yol kapattılar, yürüdüler, kurşun yediler. Daha 7 Ağustos’ta yürüyüş yapan Gülsuyu halkına ateş açılmış, 9 kişi yaralanmıştı. “Tüm yoksul mahalleler bizimdir! Tüm yoksul mahalleler bizimle özgürleşecektir! Çeteler halka hesap vermekten kaçamayacaklardır!” Böyle yazdı işte Hasan mesajında, bir de öldükten sonra horon vurulsun istedi. Dr. Lütfi Kırdar Kartal Eğitim ve Araştırma Hastanesi’ne kaldırılan ve sabaha karşı yaşamını yitiren Gedik’in cenazesi İstanbul Adli Tıp Kurumu’nda yapılacak otopsinin ardından ailesine teslim edilecek. Başından ve vücudunun diğer bölgelerinden vurulan Gökhan Aktaş da yoğun bakımda, beynindeki ödem nedeniyle ameliyata alınamıyor. Yine silahla yaralanan Abdullah Kıyak, Yalçın İleri ve Semiha Ateş’in tedavisi de Küçükbakkalköy’deki Bayındır Hastanesi’nde sürüyor. Avukat Gökoğlu, bu olayla ilgili henüz hiç kimsenin suçlanmadığını, bir failin belirlenmediğini söyledi. Hemzemin’in tüm sayıları www.hemzeminposta.org adresinde PDF formatında yayınlanmaktadır. Direnişin, forumların sesini yükseltmek için forumlara gitmeden, sokağa inmeden önce bu adresi ziyaret edin; son sayıyı bastırın, çoğaltın, yaygınlaştırın. Onlar kanun yapmaya devam etsin, tarihi yazan bizleriz! www.hemzeminposta.org facebook.com/hemzeminposta twitter.com/hemzeminposta hemzeminposta@gmail.com

“halbuki korkulacak hiçbir şey yoktu ortalıkta, her şey naylondandı o kadar...”* Eylül geldi ve perde bir kez daha aralandı. Sahne tanıdık, üzerindekiler tanıdık: En önde artık gizleme gereğini bile duymadıkları öfkeleriyle üniformalılar; asla sahip olamayacaklarını bildikleri kent sokaklarını hınçla, her gece, bir kez daha laciverte boyuyorlar.

Üniformalıların yanı başında yüzlerinde silinmez sırıtışlarıyla bakanlar, valiler, emniyet müdürleri; haylazları terbiye etme isteğiyle zemin sarsıntısının yarattığı tedirginlik, bir sırıtış olarak yapışmış sanki yüzlerine. Ceketlilerin koltukaltlarında kendilerine verdikleri o saygın isimle kanaat önderleri; güçlünün yanından düşme ihtimalinin verdiği kaygıyla oturuyorlar her gece stüdyo koltuklarına. Ve sahnenin ortasında, öfke ve beğenilme arzusunun iç içe geçtiği bir haletiruhiyeyle kasılmış bir orkestra şefi. Eylül geldi ve perde iktidar oyunu için aralandı! Görme ve görülme üzerine kurulu bu oyunun kuralları. Egemenler tüm haşmetleriyle kendilerini gösterme derdinde. Es geçtikleri her saniyenin iktidarlarını lime lime dökeceğini biliyorlar çünkü. Ortalığı boş bırakmaya gelmez diye düşünüyorlar, sanıyorlar ki her gece üzerimize haykırdıklarında, her köşe başını tuttuklarında, her kolumuza yapıştıklarında onların gücünü bir daha aklımızdan çıkarmamacasına kabulleneceğiz. Ama bu basit bir yanılgı değil, bir arzu aynı zamanda. Gücünü gösterme ve görülme arzusu, aksi takdirde silinmeye başlayacağının kesif bilgisi. O yüzden ben varım ve beni seveceksin diye fısıldıyorlar her gece kulaklarımıza. devamı 2. sayfada


...1.sayfadan devam

Ama bu iktidar oyununda görülmek yetmiyor. Egemen görmek de istiyor bizleri. Hemen oracıkta, sahnenin üstünde. Görmezse iktidar olamayacağını biliyor çünkü. Ezdiğini, dövdüğünü yanı başında görmezse görülemeyeceğini biliyor devlet erkânı ve muktedirler şürekâsı. Bizi sahneye ısrarla daveti bu sebepten. “Sezon açıldı, statlarda anarşi başlayacak” lakırdıları bundandı. “Üniversiteler karışacak, gereken tedbirler alınmalı” safsataları biraz da bu sebeptendi. Kendi sahnesinde kendi oyununu kurma derdi, hor gördüğünü omuz başında tutma arzusu. Hükümetin “sıcak sonbahar”ı işte bu plan üzerine inşa olmuştu: Muarızını apaçık görme, onu kendi bildiği oyunu oynamaya zorlama ve iktidarını tüm haşmetiyle dosta düşmana gösterme. Peki, bu salonda bize düşen ne? Sorunun cevabı hareketin mazisinde gizli aslında. Bakmayın siz kitlelerden duydukları korkuyu tumturaklı sözlerin ardına gizleyen sağdan ve soldan ürkek yorumcuların dediklerine. Köşe başlarında, ara sokaklarda, meydanlarda ve parklarda yan yana gelmiş insanların kolektif bir akıldışılığa tutulmuş olduğunu buyuran lakırdılarına. Gerçeğin tam aksi olduğu, bir araya gelen binlerce insanın her seferinde yepyeni bir beden yarattığı ve bu enerjik bedenin yalnızca kaslarıyla hareket etmediği her dönemeçte sınandı. Hareketin dirayetli ve kavgacı, ama aynı zamanda esnek ve yaratıcı kolektif bedeni! Parkı terk etmemek için son ana kadar direnip hemen ertesinde kendisine parklarda yer bulduğunda, stada ya da meydana giremeyip her seferinde semt sokaklarını birer ses bahçesine çevirdiğinde hareket dirayetini de yaratıcılığını da ispat etmişti. O halde ensemiz kararmasın, şimdi sıra “sıcak sonbahar” davetlerine bir kez daha hareketin ruhuna denk biçimde yanıt vermekte. Zaman, her seferinde gücünü biraz daha tüketen sokak dövüşlerine gömülmenin değil, iktidar sahnesinin altını oyacak tünelleri sabırla kazmanın zamanı. Yeri geldiğinde “artık yeter / ya basta / êdî bese!” diye haykırdık ve yine haykıracağız hep beraber. Ama polis şiddetini protesto etmek için yapılan gösterilerde bir kez daha polis 2

şiddetine maruz kaldığımızı haykırarak meşruiyet kazanacağımızı düşünmek bugün için bizi bir yere götürmeyecek. Bizlerin gücünü arttırmaktansa giderek pasif ve tedirgin birer izleyiciye dönüştürme riski taşıyan bu taktiği bugün için bir kenara koymalıyız. Meşru taleplerimiz ve öfkemiz için dirayetle sokakta olmak ile lacivertlerin taktiksel davetine icabet ederek sahnedeki yerimizi almak arasında fark olduğunu unutmamalı. Kalabalıkların ne zaman nerde olması gerektiğini bildiğini Haziran Günlerinde defalarca gördük. Buna güvenmeli ve yolumuza devam etmeli. Kimi zaman tekleyen kimi zaman canlanan mahalle forumlarına omuz vermeli, olduğumuz her yerde, üniversitelerde, liselerde, işyerlerinde, köylerde ve şehrin her mahallesinde, gerekirse hastane odalarında, otobüs duraklarında ya da köşe başlarında yeni forumları kışkırtmalıyız. Bir araya geldiğimiz her yerde yeni mücadelelerin köşe taşlarını döşemeli, sokakta bir araya gelmiş binlerin bugünden yarına tükenmeyecek mücadele alanlarında kendilerini rahatlıkla var edebilecekleri biçimleri bulmalıyız. Hayatın her alanının üstüne çökmüş bu otoriter iktidarın karşısına aldığı her toplumsal kesimi pratik mücadele içinde yan yana getirmeliyiz. Ortak alanlarımıza el koyan egemenlerin iktidarını ancak o alanların her birini yeni baştan kurduğumuzda parçalayacağız. O yüzden her gün, sabırla, bitmek bilmez bir çabayla kentin her sokağında, her kuytuda ve açıklıkta dayanışmanın mekânlarını kuracağız. Ta ki Haziranın ruhunu içine çekmiş on binlerce insan birbirini ıslıklarla bulana dek. Biz gözlerimizi Haziranda kardeşlerimizle beraber yitirdik. O yüzden kör bir köstebek gibi tüneller kazışımız. O tüneller ki dünyanın tüm sahnelerini yerle yeksan edecek. İnce ince kazıyoruz, zemini oyuyoruz ve vakti geldiğinde yoldaşlar, yıkılsın diye bu kumpanya, asılın kirişlere!

* T. Uyar.

sahada yeni oyuncular:

1453 Kartalları, Fazi Lobisi ve diğerleri Geçtiğimiz hafta oynanan Beşiktaş-Galatasaray maçının son dakikaları oynanırken bir grup Beşiktaş taraftarı sahaya girerek maçın tatil edilmesine sebep oldu. Çıkan olaylardan dolayı Beşiktaş kulübü 4 maç seyircisiz oynama cezasına çarptırıldı. Taraftar gruplarının Gezi Direnişinde sırtlarında formalarıyla en ön saflarda yer almaları, daha önce birbirleriyle şiddetli çatışmalar yaşamış grupları tarihte olmadığı kadar birbirine yaklaştırdı hatta İstanbul United adı altında girişimler oldu. Hatırlarsanız Gezi sonrası ilk resmi futbol müsabakası olan Galatasaray-Fenerbahçe süper kupa mücadelesinde iki takım taraftarlarının maçı yan yana seyretmesi için Gezi Direnişçileri kampanya başlatmış sırf bunu engellemek için hükümet maçı önce Azerbaycan’da oynatmaya kalkmış, bu talep Azerbaycan Spor Bakanlığı tarafında ret edilince maç Kayseri’de oynatılmıştı. Futbol Liginin başlamasından hemen önce Spor Bakanı Suat Kılıç bütün futbol camiasını açıktan tehdit etmiş “Polisle, yargıyla kimseyi korkutmuyorum ama bir eylem için senelerce men cezası almak, kulübü ve kendini ateşe atmak kimseye bir şey kazandırmaz” açıklamasını yapmıştı. Bu ortamda başlayan Türkiye Futbol Liglerinde beklenildiği gibi birçok maça Gezi Direnişi damgasını vurdu. Hükümet tribünlerde ki bu ruh halini dağıtmak için tehdit, saldırı, tutuklama, itibarsızlaştırma dahil bir çok şey denedi. Aslında bakarsanız hükümetin tribünleri bastırmak için kullandığı yöntemler bir bütün olarak gezi direnişine yaklaşımıyla aynı. Örnek vermek gerekirse; Bugün kime sorsanız Kadıköy ve civarında

yaşayan insanların ezici çoğunluğunun Gezi Direnişine destek verdiğini söyleyebilir. Kadıköy’ün göbeğinde yer alan Fenerbahçe stadına gelen taraftarların da Gezi Direnişine şu ya da bu şekilde destek olmasından daha doğal bir şey olamaz. Bu kitlesel desteğe karşı ismi birçok adli suça bulaşmış biri tarafından yönetilen bir taraftar grubu üzerinden tribünde korku ortamı yaratmaya çalışmak, Gezi olaylarının arkasında Faiz Lobisinin olduğuna inanmak kadar absürt. Veya Kadıköy’ü gaz bombasına boğarak susturmaya çalışmak, “comic sans” fontuyla yazılmış çarşı bayraklarını Kazlıçeşme Mitingine getirip o tutmayınca 1453 kartalları diye bir grup kurmak kadar çaresizlik ifadesi. Bütün bu karmaşa içerisinde yapılan polis operasyonuyla aralarında Suat Kılıç'la beraber iftar açmış, hükümete her fırsatta desteğini açıklayan “tribün liderleri”nin de aralarında olduğu 80’e yakın kişi gözaltına alındı. Hükümet bütün bu çelişkili ve temelsiz hamlelerine rağmen geçici de olsa bir sonuç almış gibi gözüküyor. Beşiktaş taraftarı 4 maç futbol dışına itildi, Kadıköy tribünleri provoke edildi ve artık slogan atmak sezon başına göre daha zor, tribün bir bütün olarak hükümetin hedef tahtası haline geldi. Bu noktada biraz şapkayı önümüze koyup düşünmemiz lazım. Kuşkusuz taraftar grupları Gezi Direnişi açısından çok önemli ama Direnişin kendisinin taraftar grubu haline dönüşmeye başlaması kuşkusuz sorunlu bir durum. Emniyet rakamlarına göre 80 ilde 3,5 milyon insanın fiilen parçası olduğu bir ayaklanma arkasından kapsamlı politik adımların atılamıyor oluşu hareket alanımızı giderek daraltıyor ve hükümetin saçma sapan adımları bile görece karşılık bulabiliyor. Futbol ağızıyla konuşacak olursak, karşımızda Tayyarlı, Melihli, Yiğitli, Egemenli, Suatlı kadrosuyla AKP var. Bu kadroya karşı da başarılı olamıyorsak yakında tribünlerden yönetim istifa sloganları gelebilir. 7


Ünİversİtelerde OHAL! Üniversitelerde güvenlik “hizmetinin” özel güvenlik birimlerinin sorumluluğundan alınıp polislere verilmesi mayıs ayından beri hükümetin gündemindeydi. Bu planın üzerine Gezi Eylemlerinin hükümette yarattığı panik de eklenince, mesele devlet için üniversitelerde yeni bir güvenlik konsepti oluşturma boyutuna ulaştı. Görünen o ki bu yeni konseptte üniversiteler, iktidarın hoşuna gitmeyen her şeyin bir güvenlik meselesine dönüştürüldüğü kalıcı bir olağanüstü hal rejimine sokulmak isteniyor. Asayiş hizmetinin özel sektörden alınıp devletin en saldırgan aracına verilmesi her şeyden önce bir gözdağı niteliği taşıyor. Herhangi bir vakada polis şiddetinin kampüslere buyur edilebilecek olması, üniversite içerisinde devletin tahammül edebileceği sükuneti bozacak olan herkesi en baştan kendisini hizaya çekmeye çağırıyor. Üstelik burada güvenlik ve asayiş meselesi sadece polisin değil, üniversiter alanın tüm bileşenlerinin yeniden tanımlanmasını da kapsıyor. Yakın zamanda çeşitli üniversitelerde öğrencilere, akademisyenlere, çalışanlara açılan soruşturmalar ve yapılan fişlemeler de gösteriyor ki, üniversite içerisinde politik bir kimliğe sahip olmak bir yana, politik içerikli herhangi bir şeyin yanından geçmek bile devletin tahammül sınırlarının dışına düşüyor. Aslında tablo basit, polis olağanüstü yetkileriyle üniversiteyi terörize ederken üniversitenin asli bileşenlerinin başlarını yere eğip her şeyi görmezden gelmesi bekleniyor. Yeni konseptte üniversite yine kendisini kendisinden korurken konunun sıradan bir “asayiş tedbirleri” sorunu gibi ele alınması ise meseleyi daha da güçleştiriyor. Unutulmamalıdır ki polis, bulunduğu her yerde devletin bedeninin bir uzantısı olarak tezahür eder ve hiçbir şey yapmasa bile bir egemenlik alameti olarak iş görür. Kampüslerin güvenliğinin polise teslim edilmesi, toplumsal işlevleri sermaye tarafından zaten 6

çoktandır dejenere edilmiş üniversitelerin, devletin kamu güvenliği politikalarının araçlarından bir haline geldiğini gösteriyor. Üstelik polisin denetiminin kolaylığı, üniversite yönetimlerinin bu yeni uygulamaya kucak açmasını da sağlıyor. Tartışmayı bulandıran bir diğer mesele de polisin üniversitedeki varlığından duyulan rahatsızlığın özel güvenlik sistemini meşrulaştırdığı iddiası. Bu noktada verili seçenekler üzerinden yürütülen bir tartışmanın bayağılığını aşmanın tek yolu, üniversitenin, kendi bileşenleriyle birlikte bir toplumsal atölye işlevi yerine getirip kendi yaklaşımını oluşturması olarak beliriyor. Katılımcı güvenlik anlayışı da bu noktada devreye giriyor. Bu anlayış, üniversiteyi iç ve dış düşmanlardan korunan bir asayiş alanı olarak görmek yerine, bir sivil ilişkiler ağının alanı olarak görmeyi gerektiriyor. Çünkü güvenlik meselesi, mevcut militer paradigmanın söylediğinin aksine, insanların katılımcı biçimde ve bir özyönetim modeli oluşturarak çözebileceği bir meseledir. Herkesin kendisine ya da başkalarına polislik yapmadığı, ancak sahici ilişkilerden doğan bir sorumluluk duygusuyla hareket ettiği ve denetim faaliyetlerine de bu ortak alanın sürdürülmesi adına dahil olduğu bir yaklaşım, güvenliğin sadece devletin veya silahlı birimlerin tekelinde olmadığını da gösterecektir. Belirtmek gerekir ki burada önerilen şey, yeni bir güvenlik modeli değil, mevcut güvenlik modelini dönüşüme uğratacak bir yaklaşımdır. Bu yaklaşımın yeşermesini sağlayacak maya da bir süredir üniversitelerde hazırlanıyor zaten. Gezi Parkının rüzgârıyla pek çok üniversitede son birkaç ay içerisinde düzenlenen forumlar, kurulan meclisler, üniversiter alanın kendi bileşenleri tarafından içeriden yeniden tanımlanmasının yolunu açıyor. Ve güvenlik meselesine ilişkin yeni bir ufuk da bu mayanın içerisinde yatıyor.

Bİl CÜmle Vebal Bİzdedİr! Ankara Tuzluçayır’da 8 Eylül günü “temel atma” töreni yapılan Mamak Cami-CemeviKültür Merkezi projesine karşı mahallede törenden önceki gece başlayan protestolar günler süren bir direnişe dönüştü. Ankara’nın Mamak ilçesine bağlı Alevi kökenli yurttaşların yaşadığı Tuzluçayır, Ege Mahallesi ve Natoyolu semtleri Alevi kimliğinin yanında uzun bir sol-sosyalist geçmişe de sahip. Hacı Bektaş Veli Kültür Eğitim Sağlık ve Araştırma Vakfı ile Cem Vakfı’nın ortaklığında gerçekleştirilen proje, kısaca Gülen Cemaati ile Cem Vakfı’nın ortak girişimi olarak sunulan proje aynı alan içinde bir Cemevi, bir Cami ve aşevinden oluşuyor. “Barış” nidalarıyla medyada yer bulan projenin yapılacağı yer olan Tuzluçayır'ın halkı ise bu projeye tepkisini 20 günü aşkındır çeşitli eylemlerle ortaya koyuyor. Konu hakkında yapılan tartışmalarda kimsenin Tuzluçayır halkına soru yöneltmemesi de sorunlardan bir tanesi. Halihazırda, Projenin yapılacağı yere 200 metre mesafede Cami, 400 metre mesafe de ise Cemevi bulunan Tuzluçayır’da halk, projenin Alevilere yönelik asimilasyon politikasının devamı olarak kurgulandığını düşünüyor. 8 Eylül gecesinden başlayan protestoların polis şiddetiyle engellenmeye çalışılması, günler süren sokak direnişlerinin önünü açtı. 8 Eylül gecesi başlayan çatışmalar projenin iptalini isterken temel sloganı ise “devletin Alevisi olmayacağız” oldu. ODTÜ’de başlayan direnişle eşgüdüm kazanan ve aralıklarla Dikmen’le örtüşen çatışmaların sürekliliğini yaratan ise halkın desteği oldu. Gezi İsyanlarının en uzun soluklu sokak çatışmalarına sahne olan Ankara halkı Tuzluçayır’da bu birikimin verdiği güçle polis şiddetine karşı güçlü bir direniş ortaya koydu. Proje’nin AKP hükümeti temsilcilerinin katılımıyla açıldığı saatlerde Tuzluçayır sokaklarında

barikatlar duruyor, ses bombası ve Akrep adı verilen araçlarla yapılan polis saldırısı sürüyordu. Şişli Belediyesi’nin araçlarıyla Ankara’ya kitle taşıyan Cem Vakfı ise uygulanan polis şiddetine rağmen açılışı gerçekleştirmekten geri durmadı. Tuzluçayır ara sokaklarına giremeyen polis çatışmalar boyunca inşaat alanını korudu. Bölge aynı zamanda kentsel dönüşüm saldırısı altında bulunuyor. Çoğunluğu inşaat işleri, fabrika işçiliği gibi işler yapan Tuzluçayır halkı, yaşadıkları bölgenin devlet tarafından önce şaibeli yerleşimlerle kriminalize edildiğini ardından da polis baskısının gün be gün arttırıldığını aktarıyorlar. Tuzluçayır’da halkın Cami’ye karşıymış gibi sunulmasına ise tepki çok büyük. “Cami de güzeldir Cemevi de biz ikisinin aynı yerde olmasını istemiyoruz” sözleriyle tepkilerini dile getiren halk bu proje için bir Alevi Mahallesinin seçilmesini de manidar buluyor. Mahalle politik kimliği ve özellikle devrimci-sosyalist politik çalışmalara açıklığıyla biliniyor. Gezi sürecinde defalarca Kızılay’da süren çatışmalara katılmak için uzun yürüyüşler gerçekleştirilmiş ve defalarca polis saldırısına uğramış olan halk mahallede polis nezaretinde yapılacak olan Cami-Cemevi projesinin bir siyasal operasyonun parçası olduğu konusunda hem fikir. Gezi İsyanları boyunca şiddetli çatışmalara sahne olan Ankara, Eylül ayına yönelik beklentiyi de karşılayan ve hükümeti Alevi muhalefeti karşısında ifşa eden bir rol oynadı. Kadıköy, Gazi, Sarıgazi, 100. Yıl semtlerinde yaşanan direnişler, Gezi’nin açtığı yoldan yürüyüşe de işaret ediyor. Tuzluçayır’da salt Alevilik direnmiyor. Alevi halkının talepleriyle buluşan Ankara direnişi bileşenleri Tuzluçayır sokaklarında asimilasyona dur diyorlar. 3


önceden duyurulmuş bir cinayetin vakayinamesi «Özgürce yüksekte, çok yükseklerde uçuyorum ve herkes de mağrur ve bağımsız kanatlarımı kıskanıyor. Başka kardeşlerimin de yanıma, hepimizi bekleyen bu yüksek zirveye gelmesini bekliyorum Yeter ki bu iyi tezgâhlanmış ve zekice oyun karşısında ağlamasın ve korkmasınlar» Killah P Pavlos Fissas, nam-ı diğer Killah P, 34 yaşındaydı. İşsizliğin ve yoksulluğun kol gezdiği Pire’nin bir işçi mahallesinde doğdu, büyüdü ve düş kurdu. Faşizme karşı kararlılıkla mücadele etti, şarkılarını ona karşı söyledi, kiralık katillerin önünde cesaretle durdu. Keraçini mahallesinde 17 Eylül’de Altın Şafak adlı neo-nazi partisi üyelerince bir düzine polisin gözleri önünde katlettiği Fissas, faşistlerin öldürdüğü ilk “beyaz,” Yunan antifaşistti. Aklımızı ve kalbimizi donduran, boğazımızı düğümleyen ve ülkenin dört bir yanında antifaşist gösterilere ve birçok ülkede dayanışma eylemlerine yol açan olay buydu. On gün sonra, sosyal ve politik durumu belirleyen artık sadece cinayetin sebep olduğu acı, öfke ve şok değil, yaygın endişe ve daha da beterlerinin yaklaşmakta olduğuna dair bir hissiyat… Burjuva demokrasisinin niyetlerinin işaretini, daha baştan başbakanın danışmanı, bir kez daha küstahça “iki aşırı uç teorisini” gündeme getirince vermiş oldu. Bu “teoriye” göre bir “aşırı uçta” faşistler, diğerindeyse toplumsal muhalefet ve direnişler var. Bu şekilde faşist şiddetle toplumsal mücadeleler eşitlenmiş oluyor. Hükümet böylece solun neredeyse tamamını “anayasal eksenin” dışında tutuyor ve “demokratik normallik” adına düzen ve yasayı uygulayacak olanın sadece devletin şiddet tekeli olduğunu hatırlatıyordu. 4

Altın Şafak’ın katilleri ilk defa 17 Eylül günü öldürmediler. Birkaç ay önce, 2013 yılının ocak ayında Pakistan kökenli Sacat Lokman, Petralona mahallesinde katledildi. Bu örgütün ölüm birliklerinin kurban listesinde son iki yılda çok sayıda “yabancı” var. Maalesef bu ölümler medyanın pek de ilgisini çekmedi. Bunlar siyasal gündemin başlıkları arasında yer almayacak sıradan vakalar addedildiler.

çok sayıda ırkçı şiddet eylemine dair dosyaları tozlanmış raflardan indirme kararı aldı. Atina, Halkida, Girit ve başka yerlerde Altın Şafak’ın bazı kabadayıları gözaltına alınıyor, bazı yerellerdeki örgüt büroları sessiz sedasız mensuplarınca kapatılıyor. Operasyon polisin özel birimlerinde Altın şafak örgütüne sempati duyduğu ya da Nazilerle işbirliği içerisinde bulunduğu iddia edilen polislerin görevlerinden alınmasıyla devam ediyor.

Pavlos’un öldürülmesi, neo-nazi örgütünün eylemlerinde “çıta yükselttiği” ve şiddetin artık “iç düşmana” yöneleceği anlamını taşıyordu. Ancak cinayet bir dizi ani gelişmenin domino misali döküldüğü bir süreci tetikledi. Birden bire yüksek yargı makamları yıllardır öne sürülen onca saldırı ve eyleme dair belge ve bilgileri ışık hızıyla “keşfetmeye” başladılar. Cumhuriyet Başsavcılığı suç örgütünün polis, ordu, mafya ve iş çevreleriyle bağlantıları hususunda bir soruşturma başlatarak

İlk gün bütün Pire ayaktayken büyük televizyon kanalları cinayeti ancak dördüncü haber olarak, kısaca ele alıyordu. İlk günlerdeki bu gösterilere polisin gerçekleştirdiği saldırılar sonucu onlarca kişi yaralandı ve gözaltına alındı. Antifaşist göstericilerden biri, polisin attığı gaz kapsülünün isabet etmesi sonucu bir gözünü kaybetti. Sonra medya aniden Altın Şafak’ın militarist yapısını keşfediverdi ve onun “hücum kıtalarının” eylemlerine dair ne kadar pislik varsa ortaya dökmeye başladı.

Polisiye haberler bir yana, şu anda nazizmden “arınmış” yeni sağ ile aşırı sağ arasındaki koalisyonunu kimlerin idare edeceğine dair pazarlıklar sürmekte. Karşı karşıya olduğumuz meydan okuma büyük: Son üç yılda dayatılan “olağanüstü halin” onaylanıp tahkim edilmesi ve sağın daha da sağa sistemik kayışı. Yakın gelecekte gelişmelerin ne istikamette olacağını ve “akrabaların” “demokratik normalliğe” dönüş için ne kadar yakınlaşacağını tam olarak bilemiyoruz. (Unutmayalım, Altın Şafak’ın gözaltındaki lideri daha düne kadar Yeni Demokrasi ile koalisyon hükümeti ihtimalini açık bırakıyordu.) Altın Şafak’ı onca yıldır besleyen ve büyütenlerin bu örgüte karşı “temizlik” operasyonları, yavaş yavaş “diğer aşırı uca,” yani direniş ve itaatsizlik odaklarına karşı saldırının bir provası haline geliyor. Pavlos’un kanıyla damgalanan bir prova… Daha şimdiden “iki aşırı uç” teorisinin somut bir uygulaması olarak, Halkidiki’deki mücadele komitesinden 27 insana karşı “suç örgütü oluşturmak” iddiasıyla soruşturma başlatıldı. Devamı gelecek, bu kesin…

Uzlaşma yok! Devlete, uluslara, patronlara, patriarkaya, sistemin barbarlığına karşı antifaşist mücadeleye!

Not: Bu satırların kaleme alınmasından sadece birkaç saat sonra yürütülen operasyon kapsamında ve aslında uzun zamandır bilinen ve ifşa edilen suçlar dolayısıyla Altın Şafak’ın lideri Mihaloliakos ve bazı milletvekilleri dahil olmak üzere bir dizi önderi, terörle mücadele şubesince gözaltına alındılar. Bir “suç örgütü teşkil etmek” suçlamasıyla karşı karşıyalar. Altısı milletvekili toplam 36 örgüt üyesi için yakalama emri çıkarılmış durumda. Faşistler taraftarlarını Atina’da Emniyet binası önünde toplanmaya çağırdılar. Öyle kolay teslim olmayacaklarının ilk işareti gibi… 5


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.