ÇVVQ VD\Ç 7/ .'9©OL
kasim kapak.indd 1
11/1/11 6:53 AM
kasim kapak.indd 2
11/1/11 6:53 AM
a y l ı
k
s a n a t
d e r g i s i
Merhaba Her afete “kader” demeyi, her acıya “tevekkül” etmeyi, cinayetlerini tanrıdan bilmeyi emredenlerin yeni katliamıydı Van-Erciş... Yüreklerimizde daha ne çok yer varmış acılara, yeniden gördük. Dağ oldu da taşmadı hala... Sahibi Tavır Yayınları adına Bahar Kurt Genel Yayın Yönetmeni Gamze Keşkek Sorumlu Yazıişleri Müdürü Yeliz Yılmaz Yazışma Adresi İstanbul Mahmut Şevket Paşa Mah. Mektep Sk. No: 4-B Okmeydanı - Şişli - İstanbul Tel: (212) 238 81 46 Faks: 238 82 49 e-posta: tavir2007@gmail.com www.tavirdergisi.com Ankara İdilcan Kültür Merkezi Eski 1. Cadde 636. Sk. No: 207/2 Tel: 0 541 336 65 37 Hesap no (TL) 1042- 30000 596147 Gamze Mimaroğlu İş Bankası Parmakkapı/İST. Hesap no (EURO) 1042- 3010000 129062 Gamze Mimaroğlu İş Bankası Parmakkapı/İST. Fiyatı (DÖVİZ) Almanya: 5 Euro Fransa: 5 Euro Hollanda: 5 Euro Avusturya: 5 Euro İsviçre: 7.5 Frank İngiltere: 4 Sterlin Posta Çeki Hesap no Selma Altın 515 72 82
Taşmaması için sahte gözyaşı dökerler; halktan çaldıklarının az buçuğunu lütfederler küfrede küfrede yoksula... Acısına ortak olmayı bıraktık, daha ölüsünü toprağa vermemişlere, evladının gömülü olduğu enkazı parça parça olmuş elleriyle kazıyanlara küfretmek, hakaret etmek; “merhametlerini” polise atılan taşların hesabına karşılık olarak sunmak, sırf Kürt olduğu için “ilahi adalet”le ölmeyi bir halkın tümüne reva görmek ancak ve ancak soysuzların işidir. Devlet, koskocaman görünüp de aslında kağıttan kaplan olan cürümüyle bir kez daha yıkılmış, bir kez daha enkaz altında kalmıştır Van’da. Halk düşmanı yüzü, yıkılan binaların arkasından apaçık olarak gözükmüştür. Bu düzen insana değer vermez. Onun değer ölçütü akçelerle belirlenir. Koca bir ilçe yerle bir olmuş, yüzlerce insan göçük altında kalmıştır ama konuşulanlar deprem vergileridir, zamlardır. Ve “suçun” büyüğü yine bir göz konduyu hiçbir yardım ve destek almadan zar zor yapan yoksul halkındır. Sanki daha sağlam bina yapacak parası varmış da kötüsünü tercih etmiş gibi... Bir de bile bile kaçak ve çürük yapanlar vardır ki onlara lafı olmaz hükümetlerin, tersine vekil yapılıp ödüllendirilirler. Çektiği onca acıyı tevekkülle karşılamaya şartlanmış, bağışlamayı insanlığın amentüsü bellemiş, “kadere” rıza göstermeyi inancının abidesi yapmış yoksul halkımız; Van’ı, Erciş’i... belki daha milyonlarca insanı gömeceği kadar geniş mezarlığa eşdeğer olan yüreğine gömüp yine tevekkülle susacaktır belki. Daha ana sütü çağında bebesini toprağa verirken yüreğinden taşan öfkesini nereye savuracağını bilemeden isyana duracak ama gözyaşlarıyla yumuşattığı yüreğine gelip çöreklenen çaresizliğe yeniden yeniden teslim olacaktır. Çaresizliğinin nedeninin örgütsüzlük olduğunu düşünmeden yapacaktır bunu. Çünkü halkın sadece alın terini değil acılarını da sömürmeyi düzenlerinin bekası bilen katiller sürüsü, sorgulamaktan bihaber, örgütsüz bir halk yaratma çabasındadırlar. Ama nereye kadar? Suçun küçüğü de, büyüğü de bu yağma, talan ve sömürü düzeninin ta kendisidir. Suçun cezası vardır, olmalıdır. Van’da, Erciş’te ölenler aşkına; önlenebilecek ya da tümüyle olmasa da can kaybını en aza indirecek önlemler alınabilecekken; bunu yapmayıp iktidarın nimetlerinden yararlanmayı, kendilerine dünyalık yapmayı, halkın yüzlerce ölüsü karşılığında yüzsüzce sürdürenleri unutmak en büyük düşkünlüktür. Unutmayacağız! Unutulmasına izin vermeyeceğiz! Başımız sağolsun! Bir sonraki sayıda görüşmek dileğiyle... Dostlukla...
Baskı Ezgi Matbaa Sanayi C. Altay Sok. No: 10 Çobançeşme / İstanbul Tel: (0 212) 452 23 02 Yayın türü: Yerel Süreli
İÇİNDEKİLER
11/2011
3
5 8 10
13 20 21 25 27 29
33
MAKALE levent karakaya sanatımızla varız öyleyse örgütlenmeliyiz-2 MAKALE sinan gümüş wall strett’ten kurtulmak DENEME ümit ilter hayatın safsataları TARTIŞMA sinan gümüş aydın sanatçı kimliğine kapitalist saldırı: telif BİYOGRAFİ ümit zafer çakırcalı mehmet efe AYIN FOTOĞRAFI şehriban kıraç DENEME mehmet esatoğlu resmin ve heykelin politik duruşu İZLENİM feride çakır bu kamyonlar nereye gidiyor? DENEME grup yorum kar makinesi İZLENİM filiz tanya antep’in tarih ve alın teri serüvenleri MASAL gönül özden ceylan ve dostları
36
39 44 45 48 51 54
62
İNCELEME derya erdemir sosyalist kültür öğretmeye devam ediyor BİYOGRAFİ mete yılmazer ümmü gülsüm ŞİİR erhan sezer bir güzel yunus için DENEME ceren yılmaz pelen sor İZLENİM grup yorum gerze’de çadırdan bir kale ÖYKÜ şahin şap göç MAKALE fidel castro çeviren: nadiye r. çobanoğlu obama’nın denetimli ayıbı HABERLER
KAPAKLAR: kapak şiir: enver gökçe ön iç kapak karikatür: sefer selvi arka kapak foto: ali ihsan öztürk (AA)
makale makale
sanatımızla varız öyleyse örgütlenmeliyiz-2 levent karakaya
Nasıl bir örgütlenme? Sanatçıların, haklarını aradığı, aynı alanda sanat yapan sanatçıların bir arada bulunabilme, paylaşma ve üretim zenginliğinin sağlanmasına hizmet eden bir örgütlenmeyi hedeflemeliyiz. Sendikamızı kurmadan, demokratik alandaki eser haklarımızı eksiksiz alma ve diğer birçok talebe kadar önünde hedeflerinin olduğu bir örgütlenmeyi başat hedef olarak önümüze koymalıyız. Komite çalışması yapılarak örgütlenmenin sağlanacağı, kendi sorunlarında kendisinin belirleyici olduğı, ortak mekana sahip olan bir örgütlenme olmalıdır bu. Karikatüristler, sinema emekçileri, fotoğrafçılar, ressamlar, müzisyenler, yazarlar, edebiyatçılar ve daha birçok sanat alanında üretimde bulunan aydın ve sanatçıların; sonrasında ayrı ayrı örgütlenmesini şekillendireceği, temelde de birbiriyle temas halinde olan, ortak kararlar alabilen, sosyal, ekonomik, siyasal taleplerin bu temelde ayrı ayrı sanat alanlarının bir arada durarak baskı unsuru oluşturduğu
KASIM 2011 | TAVIR | 3
bir örgütlenme olmalıdır. Sanatçılar olarak ortak faaliyetler örgütleyebilmeli, halka anlatmak istediklerimizi kendimiz seçip, kendi yaratıcı yöntemlerimizle, sanatımızla anlatabilmeliyiz. Bunun için ise enerji gerekir. Bunun için motivasyon gerekir. Bunun için nihayetinde diyalektik materyalist yöntemleri kavramak, hayata böyle bakmak gerekir. Sanat; bugünkü durumuyla, herkesin para kazanmayı beklediği, bunu hesapladığı bir alan olmamalı. Bu esnaflıktır, ticarettir. Santına yabancılaşma; emeğe, insana, halka, değerlerine yabancılaşmadır. Bu halden kurtulmalıyız. Bu halden kurtulmak da örgütlü-kolektif çalışma ve bu şekilde birbirimizi güçlendirme, zenginleştirmeyle olur. Halkla birlikte faaliyet örgütlemekle, gürül gürül hayatın içindeki halkın, o koca hayatının içinde solumakla, bizler asıl sanatçı kimliğimize erişeceğiz. O zaman gerçekten sanat eserini, halkın sanat eserini, geleceğin eserlerini üreteceğiz. Sosyalist düşünce sistematiği insanın zihnini açacak, oluşturulmuş kalıplardan kurtulmayı, baskıyla, zorla gerçek kimliğinden çıkarılmış değerlerimize ulaşmayı beraberinde getirecektir. Bakın bugün hapishanelerde yüzlerce devrimci F Tipi hapishanelerde, tek kişilik, üç kişilik, 8-10 metrekare hücrelerde kalıyor. Hiçbiri tutuklanmadan önce sanatçılık yapmıyordu, birçoğu herhangi sanatsal bir eser üretimi içerisinde değildi. Bugün o insanlar yalnızlar. Bir şeyi üretme konusunda hemen hemen tüm olanaklardan yoksunlar. Yaşamın içinde fiziken yoklar. Sokaklarda dolaşamıyorlar. Beton duvarların soğukluğunda, işkence, baskı, tehdit altında tecrit içinde tecriti yaşıyorlar. Burjuvazinin beyinlerde yaratmış olduğu bu bencil-bireyci düzenin mantığıyla düşündüğümüzde, bu insanlar nasıl, neyi, hangi ruh haliyle, hangi enerjiyle üretecektir? Tecritteki birinin herhangi bir şey üretemeyeceğini düşünüyordu burjuvazi. Eğer içerindekiler de bu kafa yapısıyla düşünseydi gerçekten sonuç bu olurdu. Fakat, Mark-
4 | TAVIR | KASIM 2011
sizmin gücü, sosyalizmin bilimselliği, materyalizmin felsefesi, diyalektiğin yöntemleri onları burjuvazinin aklının alamayacağı bir güçle donatmıştır oysa. Sosyalist düşünce, ideolojik olarak doyurur onları; bilimin ışığında, bireysel yaratıcılıklarına, inanılmaz derecede yeni yaratıcılıklar ekler. Tek kişi de olsa onlarca sanatçının bu üretim kısırlığı içerisinde üretemediğini tek başına üretir hale getirir. Sabahattin Ali'ye, Nazım Hikmet'e, Orhan Kemal'e, İbrahim Balaban'a, Ahmed Arif'e, Enver Gökçe'ye hapisteyken, baskı koşullarındayken, ölümle yüz yüze getirilirken, katledilirken; bugüne ulaşan hepimizin bildiği şiirleri, resimleri, yazıları, kitapları, eserleri yaptıran da yine bu düşüncedir. Bugün yüzlerce siyasi tutsak; estetik, güçlü resimler üretiyor, kitaplar dolusu şiirler yazıyor, içeriden aylık karikatür dergileri çıkarıyor (hem de her hapishanede ayrı ayrı olmak üzere), dergilere yazılar yazıyor… Bir yandan faşizmle göğüs göğüse çarpışıyor, bir yandan görüşlerde, mektuplarda gördükleri, yazdıkları insanların devrimci olması için çabalıyor, onların zihnini, ufkunu açıyor, onlara enerji veriyor. İşte bütün bunları da yine aynı ideolojik donanıma sahip olmakla yapıyor. Böyle bir düşünceyi, bu bilimsel yöntemleri sanat alanında uyguladığımızı düşünürsek; varın oluşacak olan bu yeni gücü siz düşünün. Geçen yazımızda somut sanatçı örgütlülüklerinin bazılarını saymıştık. 2006-2010 yılındaki Tecrite Karşı Sanatçılar sürecinde tecriti sanatımızla anlattık. Sanatımızla anlatmak çok etkileyici sonuçlar ortaya çıkarmış, basının, halkın, kamuoyunun ilgisini çekmiş, birçok kişiyi sarsmış, bir yanıyla tıkanan sürecin önünü açmada da çok etkili olmuştu. Sanatımızla derdimizi anlatmış olmak, işimizin sonuç aşaması oluyor. Ama asıl olarak ondan önce bu zenginliğe nasıl ulaştığımızdır önemli olan. Kolektif emekle, bir araya gelişle, sosyalist yöntemler kullanarak, tek tek yaratıcılıkları birleştirmenin sonucunda ortaya muaazzam güçte, kendimizin de bazen şaşırdığımız; dönüp "Bunu biz mi yaptık?" dedirten üretimler ortaya çıkardık. Sosyalizm ışığında uygulanan kolektivizm işte bu coşkuyu yaratır. Bütün alanlardan sanatçıların ortaya koyacağı kolektif emek, yeni bir insan, yeni bir ülke yaratma mücadelesinin de yolunun açılması anlamına gelecektir. Var olan, kapitalist düzenin bütün aldatmacalarından, “çekiciliklerinden” sıyrılarak, yeni bir gözle, saf, duru, bilinçli bir gözle hayata bakılacaktır. Sanatçılar olarak bizler, bir araya gelerek bu tartışmaları daha da zenginleştirip cesur kararlar alıp toparlanmalı, tekrar sanatı kendi hak ettiği, olması gereken yere taşımalıyız. -devam edecek-
makale makale
wall strett’ten kurtulmak
sinan gümüş
Aylardır çeşitli Arap ülkelerinde gelişen isyan ve ayaklanmaları izliyoruz. Mısır'da Hüsnü Mübarek'in devrilmesinin ardından Tunus ve Yemen'de başlayan, Libya ve Suriye'yi de içine alan bir “bahar” rüzgarı esiyor Orta Doğu'da. Başta Amerika olmak üzere diğer emperyalist Avrupa ülkeleri ve emperyalizmin yeni sömürgesi olmuş bizim gibi ülkelerin yönetimleri ve medyaları bu ayaklanmaları “Arap Baharı” olarak adlandırdılar. Çünkü özellikle Libya ve Suriye 'baskıcı rejimlerdi' ve ülkelerini diktatötlükle yönetmekteydiler! Halkını baskı altında tutan bu yönetimlere karşı bu ülkelerin halkları artık 'demokrasi' ve 'özgürlük' istiyordu ve bu onların en doğal hakkıydı! Halkların özgürlüğünü ve demokrasinin egemen olmasını istemek tabi ki güzel. Ancak bunu isteyenlerin başında ABD geliyorsa, onu AB'nin diğer emperyalist ülkeleri takip ediyorsa ve kendi halkını baskı altında tutan sömürge ülkeler de bu koroya katılıyorsa bu işin içinde başka bir iş olduğunu anlamak güç olmaz. Hele ki bu saydığımız ülkeler Libya ve Suriye halklarının mutluluğunu dünyanın en önemli meselesi haline getirip, onlar adına söz konusu iktidarları devirmek için savaş çıkarıyorsa, Libya'yı bombardımana tutma yarışına giriyorsa, bu işin öyle halkların mutluluğunu istemenin çok ötesinde bir anlamı olduğu açıkça görülebilir. Zaten söz konusu ülkelerin, isyan hareketlerini başlatan muhaliflere karşı çok sert davrandığını ve bunun canilik olduğunu söyleyen emperyalistlerin, isyan hareketlerini bizzat kışkırttığı, örgütlediği ve yönettiği açığa çıkmakta gecikmedi.
KASIM 2011 | TAVIR | 5
yerden, içeriden bir tepki ve direnişle karşılaştı. Bu öyle sıradan bir direniş de değildi. Amerikalı öğrenciler, öğretim üyeleri, işçiler ve işsizlerden oluşan binlerce kişi, hiç bitmeyen ekonomik krizleri, kapitalist sistemi, sosyal adaletsizliği ve gelir dağılımındaki uçurumu protesto etmek için biraraya geldiler. Hedefleri dar ve sınırlı olsa da eylemlerine haftalardır devam ediyorlar. Eylem ABD'nin en önemli finans merkezi New York'un beyninde, New York borsasını ve en önemli emperyalist kuruluşları barındıran bir caddede, dünyaca tanınan adıyla Wall Street’te yapılıyor.
Bu ülkelerde “isyan hareketleri” başlatan ve buna da “Arap Baharı” diyen emperyalistlerin, bu bahardan beklentisi büyüktü. Böylece daha önce giremedikleri topraklara girecek, bu topraklara da sömürü ve işgali götüreceklerdi. Bu ülkelerin zengin petrol yataklarını artık ele geçirmenin zamanı gelmişti. Yönetimleri işbirlikçileştiremeyince, onları devirip iktidara kendi kuklalarını geçirmekten başka yol kalmamıştı. İşte bütün dert buydu. Böyle olunca başladılar demagojiye.Özgürlüğünü isteyen öğrenciler, baskıdan kurtulmak isteyen kadınlar, isyan hareketlerinin fenomenleri olarak ardı ardına sunuluyordu. Oralara da “Amerikan tipi” bir özgürlük gelecekti. İstediğin gibi giyinmek, yiyip içmek, eğlenmek, sabahlamak vb. serbest olacaktı artık! Kültürel deformasyon tüm halkı adım adım saracaktı. Ve böylece sürekli yoksullaşan, refah seviyesi sürekli düşen halk, bu durumun farkına bile varamayacaktı. Ancak hesaplar her zaman evdekine uymuyor. Kapalı kapılar ardında yapılan hesaplar bir şekilde karşılarında halkların iradesini buluyor. Libya'nın ve Suriye'nin ısrarlı direnişi buna en açık örnekler. Hesap yapmak kolay ancak bu hesaplar dünyayı çelişkilerle dolu bir hale getirdiği için, sonuçları çok daha farklı olabiliyor. Dünya'da “Arap Baharı” fırtınası estiren Amerika, bunun meyvelerini toplama hevesiyle doluyken, hiç ummadığı bir
6 | TAVIR | KASIM 2011
Wall Street'i işgal etmeye çalışan halka polis saldırdı ve 700 kişi gözaltına alındı. Ancak buna rağmen eylemler durmadığı gibi, katılım her geçen gün arttı ve eylemler Boston, Los Angeles, Philadelphia, Seattle, Savannah, Washington D.C. ile Florida gibi ülkenin değişik şehirlerine de yayılmaya başladı. (Öyle geniş bir etkiye sahipti ki bu direniş; çok geçmedi neredeyse tüm dünyaya yayıldı. İtalya’da Roma’da, Yunanistan’da Atina’da eylemciler “Biz %99’uz!” şiarıyla kentin sokaklarını ateşe verdiler, polisle çatıştılar. Bu yazının yazıldığı süreçte, eylem giderek genişlemesini sürdürüyordu.) ”Arap Baharı”nın yerini birden “Amerikan Baharı” aldı. Ve üstelik bu dış güçlerin örgütleme ve yönlendirmesiyle değil, bizzat halkın kendi iradesiyle oluşuyordu. Eylemciler "Bankacıların hepsi Nazi", "Dolardan önce insanlar", "New York polisi milyarderleri ve Wall Street'i koruyor" yazılı pankartlar taşıyorlar. Açıklamalarında "Bu, patronların para hırsına karşı bir gösteri, Wall Street'e geldik, çünkü burası patronların çürümüşlüğünün sıfır noktası. Buraya artık canımıza tak ettiğini söylemeye geldik, artık buna tahammül etmeyeceğiz'' diyorlar. “Zenginliği yüzde 10, fakirliği yüzde 90 paylaşıyor, bu büyük bir adaletsizlik” diyorlar. Wall Street, dünya halklarına ekonomik saldırıların beyni olan yer. En büyük finans kuruluşlarını içinde barındıran bu caddede, ABD'nin dünya üzerindeki tüm sömürüsü koordine edilir. Neredeki hangi zenginliğin nasıl kullanılacağına dair planlar burada yapılır. Uğruna savaşlar çıkarılan, kan ve göz yaşının sel olup akmasını sağlayan kar burada hesaplanır ve buna göre sömürü stratejileri geliştirilir.
Tüm dünyadaki işgaller de, savaşlar da, darbeler de, diktatörlükler de, işkenceler de, kaybetmeler de, hapishaneler de buradaki kuruluşların karı içindir. Wall Street öyle bir yerdir ki, Somali'deki, Filistin'deki, Ruanda'daki, ülkemizdeki kısacası tüm dünyadaki açlığın, yoksulluğun, kıtlığın, işsizliğin, eşitsizliğin kaynağıdır, nedenidir. Burada alınan kararlar dünyayı milyarlarca insan için bir cehenneme çevirir. Hepsi tek bir neden için: Bu emperyalist kuruluşların, şirketlerin daha çok karı...
huzurlu yaşamayı, en temel, en zorunlu insani ihtiyaçlara bile ulaşamıyor ya da çok zorlanıyor. İşçilerin, çalışanların, emeklilerin yılların mücadelesi ile kazandığı hakları bir bir ellerinden alınıyor.
Birleşmiş Milletler kararları da, NATO tehditleri de, Dünya Bankası uygulamaları da, IMF para politikaları ve borçlandırmaları da, ABD başkanları da, işbirlikçi iktidarlar da, medya da, Holywood tipi sanat da, denizaşırı operasyonlar da, tek bir şeye hizmet eder: Wall Street şirketlerine daha çok kar ettirmek, onlar için daha sorunsuz bir dünya yaratmak...
Buna karşılık emperyalist şirketler de büyüyor. Wall Street kar etmeye devam ediyor...
Emperyalizm dünyadaki bütün sistemini, bütün organizasyon ve yapılanmasını buna göre kurmuştur. Dünyada sömürmedik ele geçirmedik tek karış toprak bırakmamayı hedefleyen emperyalizm, bu doyumsuzluğun sonucu olarak yoksullaştıkça yoksullaşan halklar yarattı. Ama sadece dünya halklarını yoksullaştırmakla kalmadılar. Şimdi artık saklanamaz bir gerçek olarak kendi halklarını da yoksullaştırdıkça yoksullaştırdıkları görülüyor. ABD şirketleri sadece kendi ülkelerinin değil tüm dünyanın zenginliklerinin çok büyük bir bölümünü paylaşırken, kendi halklarına karşı da acımasız bir sömürü politikası izliyorlar. ABD'de işsiz sayısı her geçen gün artıyor. Bankaları kurtarmak adına yapılan hükümet hamleleri halka “kemer sıkma politikası” olarak ödettiriliyor. Kemer sıkmaktan boğulan halk artık isyan ediyor.
Amerikan halkı her geçen gün yoksullaşıyor. Avrupa halkları her geçen gün yoksullaşıyor. Türkiye halkı her geçen gün yoksullaşıyor. Asya'da halklar yoksulluk içinde. Afrika'da açlık büyüdükçe büyüyor.
Dünyanın doğası çok zengin. Tüm insanlara fazlasıyla yetecek cömertlikte ürünler sunuyor. Teknoloji gelişiyor. Tüm insanların yaşam standardını çok daha yukarı taşıyabilir. Ama milyarlarca insanın kendisine ait olan bu zenginliklere ulaşmasını engelleyen hırsızlar var. O hırsızlar, tüm zenginliklere el koyan emperyalistler. Dünya halklarının ortak kurtuluşu, dünyayı örümcek ağı gibi saran bu emperyalistlerden kurtulmaktan geçiyor. Hepimizin ortak kurtuluşu, “Bir gün gecekondulardan gelip boğazımızı kesecekler” diyen patronun korkusu benzeri bir korkuyu yaşayan emperyalistlerin korkularını büyütmekten, bu zulüm imparatorluklarını devirmekten ve buna bağlı olarak biraz da Wall Street'lerin yerle bir edilmesinden geçiyor...
Amerikan halkı Holywood filmlerindeki varlıklı, mutlu, gelir seviyesi yüksek, NBA şovlarındaki gibi sürekli eğlenen bir halk değil artık. Her ne kadar fast food kültürü ile, eğlence anlayışı ile alıklaştırılsa da günden güne yoksullaşan Amerikan halkı da sorunlarının kaynağını sorgulamaya başlıyor. Wall Street sadece Amerikan halkının değil tüm dünya halklarının yoksullaşmasının en önemli simgelerinden. Bunun için “halkın iradesine saygı duyulmasını” telkin eden, ülkelere bu gerekçelerle savaş ilan etmekten çekinmeyen ABD'nin yönetimi, “özgürlükler ülkesi” aldatmacasını bir kenara bırakarak, gerçek yüzünü gösterip bu eyleme acımasızca saldırıyor. Burayı korumak adına çok sert ve yıldırıcı tedbirler alıyor. Bütün dünyada işsizlik çığ gibi büyüyor. Çalışma koşulları ağırlaştıkça ağırlaşıyor. Saatler uzuyor, ücretler düşüyor. İnsanlar köle gibi çalışmaya mecbur bırakılıyor. “İşine gelmiyorsa çık, açlıktan öl!” deniyor. İnsanlar bırakın rahat ve
KASIM 2011 | TAVIR | 7
deneme deneme
hayatın safsataları ümit ilter
Ve eğer, eylemlerimiz demokrasicilik oyunun kürsüsünden yemin ederken, ON‘ları sembolize eden karanfilleri yakanıza takmaksa, açık ki, inancınız devrime dair değildir. Gidip diğerleri gibi, yemininizi edip otursaydınız ceylan derisi koltuklara, bu yazı hiç yazılmamış olacaktı. Ama siz, samanlığa saklandığınızdan bu yana kendi başınıza bir değer taşımadığınızdan olsa gerek, yine ON’ları suiistimal etmeye kalktınız. ON’lar Kızıldere’nin ölümsüzleridir, siz ise demokrasicilik oyununu figüranından başka bir şey değilsiniz. ON’lar kavganın Mahiri’dir, siz ise saklandığınız samanlıktan “burjuvazinin ahırı”na yatay geçiş yapmış bir döneksiniz. Ki bu gerçeği örtbas edebilmek için yine ON’ların gölgesine sığınmaya çalışıyorsunuz. Ama nafiledir bu çabanız. Çünkü ON’ların devrimci ateşleri sizin ve sizin gibilerin yüzünü o zamandan bu yana aydınlatmaktadır. ON’lar o kerpiç evin çatısında konuşmayı tercih ettiler, sizin tercihinizin zirvesi ise işte o konuştuğunuz kürsü oldu. ON’lar “Biz buraya dönmeye değil, ölmeye geldik!” demenin şerefine sahip olurken, siz faşizme bu düzeyde sadakat sunmanın “şerefi”ne sahip oldunuz. “ON’lar kurtuluşa kadar savaş şiarını, devrim yoluna kanları ile yazdılar”(* ), siz ise bütün ruhunuzla düzene yazıldınız. “ON’lar emekçi halkın kalbinde, ruhunda ve bilincinde, dev-
8 | TAVIR | KASIM 2011
“…’inancın, eylem olarak ifadesini bulduğu’nu iyi anlamak gerekir…” (Mahir Çayan)
rimin önder ve itici sembolleri olarak yaşarlar”(*), siz ise, yaşıyorsunuz işte. Biyolojik olarak elbette. ON’lar sizin taşıyamayacağınız kadar ateşli ve ağır karanfillerdir, ki “Yolumuz bu yolda düşenlerin yoludur” Sizin yolunuzun vardığı yer ise demokrasicilik oyununun kirli sahnesinde gerdan kırmak oldu. ON’ları kavgasında yaşatıp yüreğinde taşımayanların yakasında taşınması, olsa olsa, kara mizahtır. Ve biz gülmüyoruz! ON’ları katledenleri yeterince güldürdüğünüz ise açıktır. Bravo(!) Malum, sözümüz, samanlıktan çıkıp ”burjuvazinin ahırına” giren Ertuğrul Kürkçü’yedir. Ki ON’ları sembolize eden bir simge ile o kürsüden o yemini etmek hayasızlıktır. Mahir, “ihtilalın yolu” bildirisine, “Amerikan Emperyalizmin Boyunduruğu Altında Türkiye” vurgusuyla başlar. Ve devamında da ”Emperyalizmin tahakkümüne, karşı devrimin şiddetine karşı, silaha sarılmaktan başka çare yoktur. Partimiz kurtuluşun yolunu halkın silahlı savaşında görmektedir.”(*) der. Niçin böyle gördüklerinde aynı yerde şu şekilde temellendirir: “…emperyalizmin işgali karşı tarafın bizzat zora, şiddete, silaha başvurması demektir. Bu ise, silahlı savaşın objektif şartlarının mevcudiyeti demektir.”(*) Ve sözü , “kurtuluşa kadar savaş” şiarıyla bitirir Mahirler. Böyle söyleyen ve bu uğurda dövüşüp ölümsüzleşen ON’lar ile E. Kürkçü’nün uzak yakın bir ilgisi, ilişkisi yoktur. Ve fakat, E. Kürkçü, kendi başına bir değer taşımadığı için,
ON’ların değerlerini kullanmaya çalışıyor. Bu, hayasızlık değilse, nedir? “Kurtuluşa kadar savaş” diyerek ölümsüzleşen Mahirler’i, o kürsüden böylesine bir tavırla anmaya kalkmak, öncelikle ON’lara saygısızlıktır. Bakın, Mahirler ne diyor: “T.H.K.C. halk düşmanlarını, işkencecileri, zalimleri, soyguncuları yargılar, cezalandırır. Onlardan döktükleri kanın hesabını sorar.”(*) Peki E. Kürkçü ne yapar? Yıllardır ne yaptığı ortada, herhalde şimdi gensoru önergesi verir. Kolay gelsin… ON’lar demokrasicilik oyununun ne olduğunu biliyorlardı ve tam da bu yüzden bu oyunu bozmak için yola çıktılar. Ki şu sözler Mahirindir. “… Emperyalizm, Mao’nun özelikle belirttiği gibi, yalnızca kaba yoldan, silahla bir ülkeye girmez. Bugün emperyalizm çok daha akıllı yöntemler kullanmaktadır; özellikle işbirlikçileriyle ülkeyi gerici bir parlamentarizmle yönetmekte, böylece ezilen halk kitlelerinin kendisini gizleyerek sömürü mekanizmasını rahatlıkla sürdürebilmektedir…”(*) ON’lar o gerici parlamentarizmi halkın devrimci yumruğu ile dağıtmak üzere harekete geçtiler. E. Kürkçü ise, mensubu olduğu parlamento ile ne kadar övünse azdır(!) Övünebilir, övgü de alabilir. Kendileri bilir. Yeter ki, ON’ların yüceliğini kendi düşkünlüklerini gizlemenin aracına dönüştürmeye çalışmasınlar.
reyliyor dünyayı. Peki, ne görüyor? Mahir, devrim olgusunu ele aldığı Kesintisiz -1’de der ki: “Dünyayı ayrı yorumlayanların, değiştirme araçlarının ayrı olacağı açıktır.” Böyledir. Dünyayı o kerpiç evin çatısından başka görüp yorumlarsınız, demokrasicilik oyununun kürsüsünden bambaşka görüp, yorumlarsınız. Kerpiç evin çatısından baktığınızda kanlı ve sömürgen gerçekliğiyle emperyalistleri ve uşaklarını görürsünüz. Ve tereddütsüz olarak, emperyalizm ve oligarşiye karşı “Kurtuluşa Kadar Savaş” dersiniz. O kürsüden baktığınızda, emperyalistlerin demokrasicilik oyununun içinde yer alacak kadar “yumuşak” görünür size dünya. Ki o kürsü, “Kurtuluşa Kadar Savaş” demekten vazgeçmenin zirvesi sayılır. Kızıldere’deki o kerpiç evin çatısında sergilenen duruş ve kurulan cümle, hayatın içinde büyük bir geleneğe dönüştü. Biz, işte o geleneği sürdürmenin bahtiyarlığıyla, son cümlemizi de Mahir’den alıyoruz: “Hayatın gerçekleri, safsatalarına kaşı muzaffer olmuştur, olacaktır da.“(*) (*) Mahir Çayan / Bütün Yazılar / Boran Yayınları
Düşün ON’ların yakasından! Samanlık sizindi, “burjuvazinin ahırı” da sizindir. Kızıldere bizimdir. Çünkü, biz ON’larız… Biz, kavganın Mahirler’iyiz… Hayatın her an ve alanını Kızıldere’ye çevirenleriz… Kürkçügiller, emperyalistler ve oligarşinin demokrasicilik oyununa bağlı kalacaklarına dair sadakat yemini edebilir. Biz ise devrim iddiamız ve halk sevgimize bağlı kalacağımıza ant içiyoruz. Ve diyoruz ki Mahirce: “… Onların bugün büyük görünen güçleri ve imkânları bize vız gelir. Onlar bir avuç, biz ise milyonlarız. Kaybedeceğimiz hiçbir şey yoktur ama kazanacağımız koca bir dünya vardır…” (*) “Kaybedeceğimiz hiçbir şey yoktur” diyenler, bu uğurda canlarını da sakınmamaktadır. Kızıldere’de kendi canını sakınan E. Kürkçü, bugün burjuvazinin kürsüsünde konuşup sey-
KASIM 2011 | TAVIR | 9
tartışma tartışma
aydın sanatçı kimliğine kapitalist saldırı: telif sinan gümüş
Dergimizin Şubat-2011 tarihli sayısında yayınladığımız “Ustaların Mirasını Yemek” ve Ağustos-2011 tarihli sayısında yayınladığımız “Telif Dedim Be Dedim” başlıklı yazılarda, hem sanatçıların miras hakkına sahip ailelerinin, hem de günümüzde sanatçıların telif konusuna bakışına dair kimi düşüncelerimizi belirtmiştik. Bu konuda çarpık bulduğumuz bazı yanları tartışmaya açmış, ülkemizin ilerici aydın ve sanatçılarıyla beraber, bu yaklaşımla mücadele etmemiz gerektiğinin altını çizmiştik. Aslında sorduğumuz ve tartıştığımız asıl soru şu: Kimdir aydın? Kimdir ilerici sanatçı? Ve buna bağlı olarak, kapitalist bir sistem içerisinde aydın ve ilerici sanatçıların paylaşımı ve dayanışması nasıl korunabilir? Kapitalizm, telif anlayışı ile bize göre öz olarak; bencilleşen, bireycileşen, esas olarak kendi çıkarının peşine düşen bir sanatçı, hatta bir aydın tipi yaratmaya çalışıyor sinsice. Kapitalizmde para hayatın, ilişkilerin tam ortasına; değerlerin, ideallerin, inançların yerine konuluyor. Sanatçıyı da böyle düşünmeye zorluyor. Önce bir geçim sıkıntısına sokuyor, büyük bir gelecek kaygısı oluşturuyor, sonra da ürettiği her şeyi, bulunduğu her ortamı bu sorunun çözümü için bir araç olarak kullanmaya sevk ediyor. Aslında temel sorun burada. Yoksullaşma ve geçim sıkıntısı varsa, ideallerimizi terk etmemiz mi gerekiyor? O zaman “kapitalizm içinde aydın olmak imkansız” dememiz gerekir. Çünkü herkesin böyle bir sıkıntısı var ve var
10 | TAVIR | KASIM 2011
olmaya devam edecek. Ama görüyoruz ki kapitalizmin her türlü kültürel ve ekonomik saldırısına rağmen bu özelliklerini hiç kaybetmeyen, aynı inanç ve ideallerini sürdürebilen aydınlar ve sanatçılar vardı ve hala varlar. Kapitalizmin en önemli özelliği, bencilliktir, bireycileşmektir. Sosyalistlerin en güçlü silahı ise paylaşmak ve dayanışmaktır. Kapitalizme karşı mücadele iddiasında olanların da aslında paylaşmak ve dayanışmaktan daha güçlü bir silahı olamaz. Eser yaratıcısının hakkı elbette ki bakidir ve öyle olmalıdır. Burjuva hukukunda her ne kadar eser sahibinin eser üzerindeki maddi hakları korunsa da, sanatçının hem “maddi” hem “manevi” tüm haklarının, kayıtsız şartsız ve esas olarak sosyalist bir sistemde korunabileceğini düşünüyoruz. Elbette kapitalizm içinde yaşıyoruz ve elbette herkesin bu nedenle maddi sorunu ve ihtiyacı oluyor. Ve bu düzen içinde yaşandığına göre üretilen bu eserlerin de bir maddi karşılığı olacaktır kuşkusuz. Sorun bu değildir... Biz, kapitalizmin telif üzerinden ideolojik saldırısına karşı ideolojik bir mücadele yürütüyoruz. Yani bu konuda “anlayış” nasıl olmalı, bunu tartışmak istiyoruz. Bu konuyu aydın ve sanatçı dostlarımızın görüşlerini de alarak tartışmaya devam ediyoruz. Bu sayımızda şair dostumuz
İbrahim Karaca’nın görüşlerini okuyacaksınız. Telifine Bandım, Para Verip Aldım Elbette ki kapitalist ilişkilerde her ürünün bir değeri vardır ve bu değer değişim değeridir. Evet, kapitalist ilişkiler kar etmeyi emreder. Kapitalizmin kutsal tapınaklarında bir takım okumuş adamlar, bu değeri doğrudan belirleyen maliyetleri en aza indirip karı nasıl maksimize ederiz diye kafa patlatıyorlar. Bakıldığında, fikir ve sanat ürünleri de piyasaya arz edilmek üzere üretildiği için bir değişim değeri olacaktır. Basılan kitap, şarkı CD’si veya bir filmi bu yönüyle düşünürsek herhangi bir üretim bandında üretilen TV’den farkı yoktur. Fark, teliftedir.
şeyin, her eserin ve her pratiğin bir parasal karşılığı olmalı” deniliyor. Sorduğunuzda, “Biz aç mı kalalım? Tek yapabildiğimiz bu iş, bundan da para almazsak yaşayamayız” gibi cevaplar alındığı da doğrudur. Sonunda kar olan bir organizasyon içinde bulunuyorsanız, doğal olarak bir kazanç elde etmelisiniz. Geçim sıkıntısı ve gelecek kaygısı bu düzenin sonuçlarından biridir. Piyasa, sanatçıyı bu kaygıları duymaya sevk eder. Oysa bazen bir etkinliğe katılmak ya da eserinin bir projede kullanılmasına izin vermek toplumsal mücadele için çok olumlu kapılar aralayabilir. Grup Yorum’un 25. yıl İnönü Stadyumu konseri öncesinde, sahnede bir şarkı söylemesi istenen sanatçının bunun için kaç para alacağını sorduğunu duysanız hangi duygular uyanır içinizde? Tek belirleyici olan para mıdır? Veya parayı veren herkes o eseri kullanabilmeli
Telif denildiği zaman ben şunu anlıyorum: Fikir ve sanat eserlerinin diğer şahıslar tarafından parasal bir getiri elde etmek amacıyla kullanılması durumunda onu yaratan sanatçıya ödenen parasal bedeldir. Sanatçı için bir hak olarak somutlanan telif, o ürünün değişim değerine yansıtılmıştır. Sanatçının rızası olmaksızın Kültür Bakanlığından bandrol alınması zaten mümkün değildir. Fakat beş bin adet bandrol alıp her CD’ye birer tane yapıştırırsınız olur biter dersek, bunu raftaki ürün için demiş oluruz. MESAM üyesi sanatçı, bu sürecin sonunda eserinin bulunduğu albüm basıldıkça telif olarak kendisine oranlanan rakamı hesabında, mesajı da cep telefonunda görecektir. 16 Lira 25 Kuruş tutarındaki telifin yatırıldığını müjdeleyen o mesajlardan arada bir bana da geliyor. Tartışmaya konu olan telifin bu telif olmadığını anlamışsınızdır. Tavır’da okuduğum bir yazı şunları söylüyordu: “Yani bu, eserin üreticisi olarak istediği kişiye istediği ücreti alarak satma hakkını verir. İstediği parayı almadığı koşullarda eserin kullanımını engelleme hakkı vardır sanatçının ya da varislerinin. Yani telif sadece kimin hangi koşullarda kullanacağına izin vermekle kalmaz, aynı zamanda sanatçının ne kadar kazanacağını da belirlemesini sağlar.” Telif konusunda tartışılan yön bu yöndür. Sonuçta kapitalist bir piyasa vardır ve o eserin kullanarak elde edilecek gelirden sanatçı da alabildiğinin azamisini almalıdır. Bu onun hakkıdır. Sanatçının veya yasal varislerin hangi esere hangi kullanım değerini biçtiği ise kendi bilecekleri iştir. Sanatçı bir eserin kullanılması için teklif edilen astronomik rakamı geri çevirebileceği gibi, aynı eseri bir başkasına bedelsiz de kullandırabilir. Bu da kendi bileceği iştir. Bizim irdelediğimiz, herhangi bir piyasa ilişkisi değil, ilerici ve devrimci sanatçılar ve çevreler arasındaki ilişkinin nasıl olması gerektiğidir. Çünkü artık “her
KASIM 2011 | TAVIR | 11
midir? O zaman yıllar önce MHP, “Dağlara Gel” türküsünü parayı bastırıp kullanmalı mıydı? “Yıllar önce kaybettiğimiz çok değerli bir halk ozanımızın ölümünün ardından Grup Yorum, onun şarkılarından oluşan bir albüm yapmak istedi. Bunun için şarkılar seçildi, düzenlemeler yapıldı. Yorum halkımıza ait bir değeri sahiplenerek, adının yaşatılmasına ve büyütülmesine katkıda bulunmak amacındaydı. Ancak halk ozanın varisi olan ailesi, bu şarkıların kullanımı için öyle astronomik bedeller istedi ki, bu paraların yüz binlerce satıştan bile toparlanması mümkün değildi. Bu ozanın şarkıları bugün parayı bastıran herkes tarafından kullanılmaya devam ediyor” sözlerini dinlediğinizde ne düşünürsünüz? Siyasal baskı, sınıfsal sömürü ve talana karşı şarkılar yaratan bir devrimci sanatçısınız. Sanatınızı bu düzeni kökünden kurutacak bir damla kibrit suyu olsun diye üretiyorsunuz. Hapislikler görüyorsunuz, tedavi edilmeniz engelleniyor, sürgünler yaşıyorsunuz, belki sizin varlığınızdan bile bihaber olan insanlar adına bedeller ödüyorsunuz, ölüyorsunuz. Sonra bir gün, benzer süreçlerde benzer bedeller ödemekte olan başka sanatçılara bu şarkılarınızı “parasal bedelini ödersen kullanabilirsin” diyorsunuz. Veya varisleriniz böyle diyor. Oysa biliyorsunuz… O eserinizi okumakla, o sanatçı borsadaki bilmem hangi şirketin hangi kağıdından birkaç yüz lot almayacaktır. Toplumsal mücadeleye adanan eserleriniz, toplumsal mücadele içindeki sanatçılar tarafından icra edildiğinde siz o mücadele içinde yeniden var olmaz mısınız? Eğer yaşamıyorsanız, yeniden dirilmez misiniz? Buradaki ölçü nedir? Buradaki ölçü, o eseri kimin kullanacağı ile ilgilidir. O eserin yaratılış amacı ile kullanan sanatçıyı yan yana koyarsanız bunu anlarsınız. Aslına bakılırsa, toplumsal mücadele içinde ve o mücadele için yaratılan eserlerin sahibi, o mücadelede taraf olan güçtür. Bugün aynı mücadeleyi veren ilerici ve devrimci güçler bu mirasın yasal olmasa da meşru sahibidir. Devrimci mücadele içinde bunun bir patenti olmaz. Aileler veya mirasçılar bu eserlerden gelen telif olmaksızın yaşayamıyorsa, tıpkı o eseri yaratan sanatçı gibi bu düzenin karşısına dikilmeleri gerekmez mi? Çünkü bu düzen, o telif geliri olmazsa hayatınızın tökezlemesine yol açmaktadır. Devrimci anne veya babasıyla biyolojik bağdan başka ilişkisi kalmamış bir evlat düşünün. O evlat acaba o direngen sanat eserlerini üreten babanın veya annenin evladı mıdır şimdi? Mirasçı ile mirasyedi arasında bir fark yok mu? O anne veya babanın kavgasını bugün reddedeceksiniz, yabancılaşacaksınız ama o kavga içinde ve o kavgaya adanan şiirleri, şarkıları, resimleri veya başka sanat eserlerini kendi anne veya babanızın bugünkü kavga yoldaşlarına bir mal gibi sunacaksınız. Şüphesiz ki insanın hayata bakışı da değişebilir. Ama buradaki sorun, sanatçıyı sinek gibi ezen düzene, bir varis olarak şimdi sizin biat edip etmediğinizdir. O zaman, babanızdan kalan politik mirası reddettiğiniz gibi eserlerini de
12 | TAVIR | KASIM 2011
reddedeceksiniz. Hasan Dağı türküsünü bilirsiniz. Bir arkadaşı bu türkünün Ruhi Su ile ilgili öyküsünü çok etkileyici bir biçimde anlatır. “Hepimizi bir otobüse doldurup, birbirimize zincirle bağladılar. Geceleyin Niğde Ovası’ndan geçiyoruz, çişimiz geldi. Otobüsü durdurup dışarı çıktık. Birbirimize zincirle bağlı olduğumuzdan, birimiz çişe oturdu mu hepimiz oturuyor, kalktı mı hepimiz kalkıyoruz. Anadolu bozkırı yaz gecelerinde dehşet güzel oluyor. Büyülü, saydam bir gece… Ay ışığı altında Hasan Dağı yalap yalap ediyor. Uzakları, dağları, özgürlüğü gözlerimizle okşuyoruz. İşte tam bu anda Ruhi Su birden coşuyor. Sanırsınız Hasan Dağı binlerce, milyonlarca yıldır karnında sakladığı ateşini çıkarıyor: Gidiyor kalktı göçümüz / Gülmez ağlamaz içimiz / İnsan olmaktı suçumuz / Hasan Dağı, insan olmak.” Bu inanç ve coşkuya sahip Ruhi Su’nun varisleri de bugün onun bu özelliklerine sahip çıkan ve bu değerlere sıkı sıkıya sarılan en iyi örneklerden. Ruhi Su’nun ailesinin bu özelliği nedeniyle, aile ve Grup Yorum arasında güçlü bağlar aynen devam ediyor. Ama ya bunun tersi olsaydı? Aile de benzer kaygılarla hareket edip onun şarkılarına birer ‘meta’ muamelesi yapsaydı? Şimdi siz kafanızda hayali bir kurgu oluşturup, Ruhi Su varisleri tarafından bu türküyü okuması karşılığında telif olarak Grup Yorum’dan yüksek miktarda bir para istendiğini düşünün. Oysa Grup Yorum bu türküyü okurken Hasan Dağına doğru kolları arkadaşlarına zincirli olarak ayağa kalkan Ruhi Su değil midir şimdi? O türküyü herhangi bir sanatsal albüm çıkarmak amacıyla değil, toplumsal mücadele içerisinde yaratılan bir türkü olarak alıp bugünkü mücadeleye katmak için kullanmıştır. Sanatçı veya varisleriyle oturup konuşulacak bir meseledir bu hiç kuşkusuz. Haydi bunlar neyse de, ben şunu bir türlü içime sindiremiyorum: Nazım Hikmet şiirleri şu anda XYZ bankasının tekelindedir. O şiirlerin her dizesi, o bankanın düzenine ve temeine yerleştirilmek üzere sanatsal anlamda birer dinamit olarak üretilmediler mi? Nazım Hikmet, Hasan Hüseyin, Ahmed Arif, Enver Gökçe, Adnan Yücel, Mahzuni Şerif, Ruhi Su, Ahmet Kaya, Yılmaz Güney ve daha niceleri. “Her biri içlerinde bu sisteme duydukları öfkenin kor aleviyle yazdı, söyledi. Görmeyenler görsün, duymayanlar duysun diye. Bu sömürü ve baskı düzeni bir an önce ortadan kalksın diye.” Bunun için nice acılar çekildi, sürgünler yaşandı. Şimdi o şiirleri üretiliş amacına uygun kullanmak isteyen başka sanatçılar o bankaya telif ödemek zorundalar. Nazım’ın çilesi, sevdası, kavgası ve öfkesi o bankaya para kazandırıyor şimdi. İşe bakın. Sistem nasıl da kendine dahil ediyor bizi bir anda. Piyasa böyle bir piyasa işte. Peki, biz o piyasanın neresinde yer alıyoruz? Asıl dert bu aslında.
biyografi biyografi
çakırcalı, beylerin konaklarını yakmaya devam ediyor ümit zafer
“Çakıcı dağdan inmiyor Sevda nedir bilmiyor Kamalı da zeybek vurulmuş Ben vuruldum demiyor…” (Halk Türküsü)
Çakırcalı Efe, tam yüz yıl önce, 17 Kasım 1911’de Karıncalıdağ’da vurulmuştur. Öldüğünde 39 yaşında bir halk kahramanıydı. Ki aslında “Bize de derler Çakıcı / Yakarız konakları” ezgisinin ifade ettiği anlam içinde yaşamaya devam ediyor Çakırcalı. Efenin mezar taşında şunlar yazılıdır: “Nazilli’de vuruldum. 35 sene cesedim orada kaldı.1947 senesinde oradan aldılar. Ödemiş’in Kayaköy kabrine defnettiler. Ayasuret kariyesinden Çakırcalı Ahmet oğlu Mehmet Çakırca Efe’nin ruhuna fatiha…” Deyin ki, bu yazı Çakırcalı Efe’nin ruhuna bir Fatiha ya da bin selam manasındadır… 1... Çakırcalı Ahmet Efe’nin 1872 yılında bir oğlu oldu. “Muhammed” demeye dili dönmeyen Yörüklerin söyleyişiyle adını Mehmet koydular bu çocuğun. Ve fakat, Ahmet Efe, oğlunun büyümesini göremeden, Osmanlı devletinin zaptiyesi tarafından katledildi. Ege dağlarını mesken tutan efeler karşısında çaresiz kalan Osmanlı, çeşitli vaatler içinde Çakırcalı Ahmet’in de yer aldığı bir
grup efeyi düze indirir. Sonra da savunmasız oldukları bir anda hepsini katleder. Çakırcalı Ahmet Efe’yi katletme işini Hasan Çavuş’a verilmiştir. Ki bu Hasan Çavuş, efenin düze indirilmesi sırasında “dost yüzlü, dost gülücüklü” olmuştur. Bu arada, “düze indirmek” şudur: Dağlarda çete olarak faaliyet gösteren ve Osmanlı’nın baş edemediği efelere zaman zaman anlaşma önerilir. Buna göre, efeler ve kızanları dağdan düze inerek tespit edilen bir köyde yaşarlardı. O köye jandarma girmez ve efelere de belli bir maaş bağlanırdı. Çakırcalı Ahmet Efe de böyle düze inmiş, köyünde yaşayıp gidiyordu. Ama Osmanlı kincidir. Dağda baş edemediği efeleri, düzde keklik gibi avlamanın hesabını çoktan yapmıştır. Geriye kalan tetiği çekmekti, o pis işi de Hasan Çavuş halletti. Çakırcalı Ahmet Efe’nin başını da kesip Ödemiş Hükümet Konağı önünde sergilediler. Devlet teşhir ettiği o kesik baş şahsında, bütün halka başkaldırmanın bedelini göstererek korku salmaya çalışıyordu. Başkaldıranın başı düşer, mesaj buydu. Ancak, her kesik baş, korkunun ibretine dönüşmez. O başlardan dökülen kanlar yeni başkaldırmalara can suyu olur. Ki
KASIM 2011 | TAVIR | 13
Bu sırada, Mehmet’in başından kısa süreli bir hapishane macerası da geçti. Ama delil yetersizliğinden serbest bırakıldı. Mehmet’in tahliye edilmesi, Hasan Çavuş’u daha bir ürküttü. Suçluluk duygusu içinde onun hakkında atıp tutar, Mehmet’in annesine de hakaret eder. Bunun üzerine annesinin Mehmet’e gönderdiği haber şudur: “Öcümüzü almadan köye gelmesin, gözüme gözükmesin. Öcümüzü almazsa emdiği süt haram olsun.” Mehmet’in annesine gönderdiği haber de şöyle olur: “Var git anama söyle. Hiç merak etmesin. Emdiğim sütü helal ettirinceye kadar dağlarda kalıp öcümüzü alacağım.” 3... Mehmet, artık Çakırcalı Mehmet Efe’dir. Meskeni bundan böyle dağlar olacaktır. Yanında, babasının da kızanı olan Hacı Mustafa ve hapishane arkadaşı Çoban Mehmet vardır. “Eşkıya” der devletin resmi söylemi efeler için. Öyle ya, devletin kanunlarına baş kaldırmıştır efeler. Tam da bu nedenle, hiçbir paşa, bey, ağa, sultan için türkü yakmayan halk, efeler için türküler yakmıştır.
aslında Çakıcı Mehmet Efe, babasının katledildiği o gün doğdu sayılır… 2… Hasan Çavuş, “Bu çocuk büyür, benden öç alır” diye düşünerek birkaç kez Mehmet’i ortadan kaldırmak istediyse de, amacına ulaşamadı. O çocuk büyüdü. “Mehmet orta boylu, tıknazca, değirmi yüzlü, beyaz tenli, vücudu oldukça kıllı, uzun pala bıyıklı, görenlerin çekindiği, yakışıklı bir delikanlı olmuştu. Adagüme köyünden Davulcu Hüseyin Çavuş’un oğlu ile arkadaş olup tütün kaçakçılığına başlar…” (Syf: 26) Emperyalist güçler, bugün nasıl nereye, ne kadar tütün ekileceğini belirliyorlarsa, geçen yüzyılın başında aynı işi “Reji İdaresi” aracılığıyla yapıyorlardı. Hal böyle olunca da, köylü kendi ekip biçtiği ürünün kaçakçısı oluyordu. Olmak zorunda kalıyordu. Mehmet gibi.
Efeyi dağa çıkartan mesele bireysel olsa bile, efe bir kez çıktı mı, artık bütün mazlumların sorulacak hesabının sorumluluğunu üstlenir. Efelik budur. Zalime karşı “mazlumun arka’sı” olmaktır. Fukaranın hesabını haramiden sormaktır. Evet, zenginden alıp fakire vermektir. Hırsızlık, gasp, soygun değildir bu. O söylem muktedirlere aittir. Aksine, efe, halktan çalınanı geri alır ve asıl sahibi olan yoksula dağıtır. Bunu yapacak gücü vardır ve güç, silah kuşanmış efe yüreğidir. Bu yüreğin nasıl çarptığı girdiği kavgada duruşundan belli olur. İşte bu yüzden, efe eğer gerçekten efe ise dili değil ama eylemi konuşur. Ve dağa çıktıkları gecenin sabahında Çakırcalı Mehmet Efe, kızanlarına şöyle dedi: “Yörük çadırlarına gitmeyelim. Neden dersen? Biz obaya varıp, ‘Biz dağa çıktık, tanıyın bizi’ mi diyeceğiz. Zaten onlar bizi zamanla tanıyacak. Zalim başı ezmeden, düşmanları temizlemeden kimse bizi adam yerine koymaz…” (Syf: 34) Zalim başı ezmeyeni halk, “efe” diye ciddiye almaz. Ona güvenmez, destek olmaz. Zalimleri cezalandırmak, halka güven verir. Halkın sevgisini kazanmanın yegane yolu budur; zalim kanı dökmek… Değilse, halkın karnı kuru lafa toktur. İstediğiniz kadar dil dö-
14 | TAVIR | KASIM 2011
kün sizi ciddiye almaz ama bir zalimin kanını döktüğünüzde “efem” der, bağrına basar.
du. Az kişi demek, çok hareketlilik demekti ve bir tür gerilla faaliyeti yürüten Çakırcalı için bu sayı yeterliydi.
4… Hasan Çavuş ve Mülazım Hüsnü Efendi, onlarca asker ile Çakırcalı’nın peşine düşer. O sırada Çakırcalı’nın çetesi dört kişiydi, müfreze ise altmış askerden oluşuyordu. Ama bir türlü Çakırcalı’yı kıstıramıyorlardı. Bulamayınca da bir devlet refleksi olarak, halka zulmediyorlardı. Köylüler, Yörükler, kısacası yoksullar dayaktan geçiriliyor ama “Görmedik” dışında bir şey söylemiyorlardı.
Beraber dolaştığı asıl çetesi dışında, Çakırcalı’nın muavin çeteleri de vardı. Böylece, aynı anda birden fazla yerde olabiliyordu. Hem Aydın dağlarında hem de başka yerlerde olabilmesinin sırrı, kurduğu bu ikinci üçüncü çetelerin varlığıydı. Bu durum, hem Çakırcalı efsanesini büyütüyor hem de peşindeki devlet güçlerini şaşırtıyordu. Onlar, Çakırcalı’nın izini Karıncalıdağ’da sürerken, efenin şurayı ya da burayı bastığı haberini almak, takip müfrezelerinin moralini çökertiyordu.
Ve bir gün gösterdi kendisini Çakırcalı. Müfrezeyi pusuya düşürüp Hasan Çavuş’u cezalandırdı. Ve böylece zalim kanı dökerek halka da kendisini tanıtmış oldu. Bu eylem “Biz varız” demekti. Bu eylem, yoksul halkın Osmanlı’ya yeni bir hodri meydan çekişiydi. Ege’nin yoksul köylüleri Osmanlı’nın sömürü ve zulmünden illallah etmişti. Ekmede biçmede yoktur Osmanlı ama vergi salmada, ürünlere el koymada, itiraz edeni de ezmede vardır. Bu da yetmez, o yoksulların evlatlarını zorla askere alıp kendi çıkarları için savaşa sürer ki Yemenler’den geri dönen de olmaz genellikle. Osmanlı’nın beyleri, paşaları… halkı öyle bir zapturapt altına alırlar, öyle hor görürler ki... işte bu yüzden, halkın adalet arayışı efelerde vücut bulur. Sömürü ve zulüm varsa, tarihin kanunu gereğince, halk bir biçimiyle tepki gösterir. Yeri gelir, büyün isyanlar gelişir; yeri gelir, halkın adalet arayışı Çakırcalı gibi efelerde somutlanır. Halkın adalet özleminin ifadesi olduklarını kavrayanlar, gerçek birer efe olurken, bunun gereğini yapamayanlar da adi birer soyguncu olarak kalır. Ki halk, böylelerine “Çalı kakıcı” demiş ve asla itibar etmemiştir… 5… Çakırcalı, artık dağların kartalıdır. İzmir, Denizli ve Muğla’yı bir üçgenin köşe noktaları olarak düşünürseniz, Aydın da bu üçgenin merkezinde yer alır. İşte bu üçgen, Çakırcalı’nın faaliyet alanıdır. Bu bölgenin her dağı, deresi, tepesi, koyağı, çiçeği, köyü, obası, ağacı, börtü böceğini iyi bilir Çakırcalı. Bir gerilla olarak, faaliyet yürüttüğü coğrafyanın bütün özelliklerini bilir. O coğrafya da bunca uzun süre ele geçmeden barınmasının temelinde bu vardır. Çakırcalı, halkını ve coğrafyayı iyi tanır. Dolaştığı yerin kuşunu tanımayan o kuşun ötüşüyle haberleşemez elbette: “Efe ve zeybekler kendi aralarında kuş ötüşü, ıslık, çeşitli hayvan seslerini taklit gibi yöntemlerle haberleşirler.” (Syf: 231) Çakırcalı’nın çetesi genellikle beş ile yedi zeybekten oluşurdu. Duruma göre, on kişi de olurlardı ama bu azami sayı olur-
6… Çakırcalı’nın peşindeki müfrezeler, tabiatları gereği, geçtikleri yerlerdeki halka zulmediyordu. Halkla karşılaşınca ya aşağılıyor ya da bilgi alamamanın hıncıyla saldırıyorlardı. Başka türlü davranmaları da beklenemez. Çünkü, halk düşmanı güçlerin eğitimle edindikleri nitelikleri her zaman böyledir. “Kara Sait Paşa, Çakıcı şunu yaptı, bunu yaptı gibi kendisine çekilen telgrafları okudukça çıldırıyordu. Balkanların fatihi, bir avuç Çakıcı çetesine rezil oluyordu. O denli çıldırdı ki tüm bulduğu yatakları, köylüleri dayaktan geçiriyordu. Çakıcı’nın karısını ve çocuklarını da ta Çorum’a sürgüne yolladı.”(Syf: 78) Çakırcalı’nın ailesi sürgün yollarındayken eşi hamiledir, ne yazık ki, o yolculuk sırasında doğan oğlu o koşullarda yaşayamaz. Efenin ailesini sürgüne gönderen Osmanlı, köydeki evini de yaktırır. Bağını bahçesini tarumar ettirir. Tüm bunların ardından, Çakırcalı’dan Ödemiş kaymakamına bir mesaj gelir: “… Çoluk çocuğumu, akrabalarımı serbest bırakınız. Bunu yaparsanız evimi yıkmanızı, bahçemdeki ağaçlarımı kesmenizi mesele yapmayacağım. Aksi halde öyle işler yapacağım ki hepiniz şaşacaksınız. Bir hafta bekleyeceğim...” (Syf: 104) Sözüne sadıktır, bir hafta bekler. Ve yine sözüne sadıktır, öyle bir eylem yapar ki hükümet kuvvetlerinin aklı şaşar. Muğla postasını onca güvenliğe rağmen soymayı başarır… 7… Çakırcalı, peşine düşen takip müfrezelerini sadece dağlarda bozguna uğratmaz. Yeri gelince, kuşandığı cüreti sayesinde, yerleşim yerlerinin ortasında ve herkesin gözlerinin önünde rezil eder. İzmir’den Ödemiş’e kırk kişilik takip müfrezesinin geleceğini haber alır Çakırcalı. O sırada kendisi de oradadır. Müfreze gelip Ödemiş’in en büyük kahvehanesine oturur. Ellerinde son model silahlar, dillerinde küstah laflar vardır. Onun hakkında atıp tutmaya başlarlar: “Çakıcı’nın derisini yüzüp saman dolduracağız, Ödemiş meydanına asacağız…”
KASIM 2011 | TAVIR | 15
Çakırcalı’nın hakkında etmedikleri küfür bırakmazlar ve derken… Eli silahlı bir efe içeri girip narasını patlatır: “Davranmayın yakarım, ben Çakıcıyım…”
durmuştur. Osmanlı’dan kalleşlik beklemiş, beklediğini de görmüştür. Ki efeleri düze indiren Osmanlı, bir biçimiyle onları imha etmenin fırsatını aramıştır.
Kahve ocağındaki kahvecinin tüfeği de meydana çıkıp müfrezeye çevrilir. Meğer o da Çakırcalı’nın kızanıymış.
“… Düze inerken yaptığı anlaşma gereğince Kayaköy’e zaptiye, jandarma gelmeyeceğinden köyün güvenliği, arazi anlaşmazlığı, kavgalar, kız alıp vermeler ve tüm sorunlarla Çakıcı ilgilenmektedir. Devlet içinde devlet gibidir Çakıcı…” (Syf:132)
“Çakıcı konuşmaya devam eder: - Paşalar siz benim için mi geldiniz? Elinde tabancası masa aralarında dolaşır. - İşte ben Çakıcı’yım. Geldim işte. Derim de burada, haydi saman doldurun. Ödemiş meydanı da burada haydi götürüp asın. Kimse de çıt yok. Herkes donup kalmış. Yüzleri sapsarı, kimisi titremede. - Ne donup kaldınız, ülen kara dinliler? Haydi kıpırdayın. Siz Çakıcı’yı aramaya gelmediniz mi? İşte ayağınıza geldim. Beni yakalarsanız ödül de alırsınız. Alın işte, elinizdeyim. Efe alttan alta gülüp eğleniyor. - Sizler çok gerekli adamlarsınız. Osmanlı’nın göz bebeğisiniz. Birden kükrer Efe: - Ülen kahpe karılılar! Ölümlerden ölüm beğenin. Saman mı doldurayım derinize? Nereden bulurum bu kadar samanı? Sonra milletin hayvanı ne yer? Efe kapıya doğru gider. - Demek ki karar verdiniz? Ben de karar verdim…” (Syf:199)
Ve fakat sürgit böyle devam edemez. Çünkü, bir köy kadar bile olsa, “devlet içinde devlet gibi” olmaya devletin kendisi müsaade etmez, edemez. Ederse, otoritesinin hepten elden gideceğini bilir. Ve bir gün, “Eşkıya Takip Kumandanı Albay Sait” imzalı bir mektup gelir Çakırcalı ‘ya: “… Padişahımızın isteği memleketin güvenlik içinde olmasıdır. Yasalara uymayanlara her zamankinden çok ve şiddetle mücadele edilecektir. Sizlerin de kesinlikle silahlı gezmenize izin verilmeyecektir. Bu sebeple sizin ve adamlarınızın silahlarını derhal teslim etmeniz gerekmektedir. Teslim etmezseniz gereken yapılacaktır.” (Syf: 133) Silahı teslim etmek, iradeni teslim etmektir. Çakırcalı bunu bilir ve şu cevabı yollar:
Ne yapacaktır efe?
“Bizim töremizde ‘at, avrat, silah kutsaldır’. Erkek kısmı elindeki silahı kimseye vermez. Gücün yetiyorsa gelip kendin alırsın.” (Syf: 134)
Ne yaparsa halkın gönlünde daha bir taht kurup düşman saflarının moralini daha da bozabilir?
Efelik işte budur. Elindeki silahı teslim etmesini isteyenlere “gücünüz yetiyorsa gelip kendiniz alın” diyebilmektedir…
“… Dışarı seslenir. İçeri bir çocuk girer. Efe: - Çocuk şunların cezalarını sen ver. Sana bırakıyorum. Çocuğun elinde bir torba ve bir makas vardır. Çocuk ilerler, öndeki adamın fesinin püskülünü kesip torbaya atar. Müfrezenin gözleri faltaşı gibi açılmıştır. Sonra çocuk teker teker kırk kişinin fesinin püskülünü keser, torbasına doldurup çıkar gider. Çakıcı Efe: - İsterseniz bana takibe gelebilirsiniz, der. Elini kolunu sallaya sallaya çıkıp gider. Kırık kişilik müfreze sabah olur olmaz, geldikleri trene binip İzmir’e giderler…” (Syf: 199)
9… O meşhur türküde, “Kamalı da zeybek vurulmuş / Çakıcı’ya sözüm yok” denir. Ki türküde adı geçen zeybek, Çakıcı’nın çocukluktan tanıdığı Kamalı Mustafa’dır. Tütün kaçakçılığı döneminde dostlukları, epeyce ilerlemiştir. Belinde kamasıyla dolaştığı için adı “Kamalı”ya çıkmıştır.
Çakırcalı moral bir zafer kazanmıştır ki, birkaç gün sonra çocuğun kestiği püsküller Osmanlı’nın valisine hediye olarak gönderilir. Çakırcalı, düşmanlarını sadece kurşunla bozguna uğratmaz. Yeri gelince, cüretiyle de işte böyle rezil eder. 8… Çakırcalı uzun süren “eşkıya” hayatı içinde üç kez düze inmiştir. Ancak, babasının anısını hiç unutmadığı için, daima tetik
16 | TAVIR | KASIM 2011
Zaman içinde yaşanan bir talihsizlik yüzünden Çakırcalı ile Kamalı’nın arası açılır. Şöyle ki, Çakırcalı’nın bir kızanı evlenmek istediği kızı kaçırır. Gel gör ki, gece karanlığında yanlışlık olmuş ve Kamalı’nın eşini kaçırmışlardır. Fark eder etmez, bin bir özür ile hemen geri gönderirler kadını. Ama bu durum Kamalı’ya dokunur ve olayı namus meselesine çevirir. Çakırcalı çetesinden hesap soracağını ilan eder. Herkes bu iki efe arasındaki kavganın nasıl sonuçlanacağını bekler. O beklentiye son veren taraf Çakırcalı olur. İkisinden de birisi bu dağlara fazladır eksilen Kamalı olur. Halk bu gerçekliğin farkında olarak “Kamalı da zeybek vurulmuş / Çakıcı’ya sözüm yok” der… 10…
Çakırcalı, bir efe olarak, kızanlarına ölümüne bağlıdır. Zeybekleri de efelerine candan bir sadakat taşırlar. Böylesi bir bağlılık taşıyanlardan birisi de Kara Ali’dir. Çakırcalı’nın muavin çetelerinden birisinin mensubudur Kara Ali. Merttir, bağlıdır. Kara Ali zeybek bir gün, yanındaki iki arkadaşıyla birlikte tutsak düşer. Fakat, bu tutsaklığa aldırmaz Kara Ali. Hatta, diğer zeybeklere “Efe gelip bizi kurtarır” diyerek moral verir. Ne yazık ki, Çakırcalı da zor durumdadır ve bir türlü gelip kurtaramaz kızanlarını. Kara Ali, yargılama sürerken de, “Efem gelip bizi kurtaracak” umudunu korur. Bekler ki, Çakırcalı ortaya çıksın, silahlar patlasın, gerisi önemli değildir. Durup durup “Efem gelecek” der de başka bir şey demez. Yargılama sonunda, Kara Ali ve diğer zeybeklerden birine idam diğerine de yüz yıl ceza verilir. İnfaz Ödemiş meydanında yapılır. Kara Ali, idam sehpasına çıkar. Boynuna yağlı urganı geçirirler. Kara Ali o vakit celladı tekmeyle uzaklaştırıp son kez dağlara bakar. Efesi gelememiştir, idam sehpasını kendisi tekmeler. Bu olay, Çakırcalı’ya dert olur… 11… Çakırcalı, adalet konusunda hassastır. Zengini yoksulu, suçluyu suçsuzu daima ayırır. Bu yüzden, Çakırcalı’nın adaleti halktan destek görür, sahiplenilir. Yoksul halk şunu bilir ki, Çakırcalı ve zeybekleri mazluma zarar vermez. Ve haramiler de iyi bilirler ki, Çakırcalı mutlaka kendilerine yönelir. Nitekim, yönelmiştir.
öldürmüş, bunu yaparken diğer ırza namusa göz dikenlere de ders vermiştir…” (Syf:44) Çakırcalı, halkın sevgilisi yapan da bu konulardaki hassasiyetidir. O içinden çıktığı halkının değer yargılarına bağlıdır. Elindeki silahlı gücü, halkın değer yargılarını çiğnemek için değil, aksine o değerlere sahip çıkmak için kullanır. Çakırcalı, ihanet karşısında da bağışlamasızdır. Hainlere yaşam hakkı vermiyordu. Hiç esnetmediği bir kuraldı bu: Hainler cezalandırılana kadar yaşayabilirler ancak. “Çakıcı, kendisine ihanet eden, Kaymakçı köyünden Koçu Halil’i, köy meydanında alnının ortasına sıktığı bir kurşunla öldürmüştü. Devlet affetse bile, Çakıcı affetmiyordu. İhanet eden mutlaka bedelini öderdi.” (Syf: 99)
Çakırcalı’nın peşinden gelen takip müfrezelerinin askerleri arasında bile seçici davrandığı anlatılır. Öyle ki, zorunlu olarak müfrezeye katılan acemi askerlere doğrudan yönelmez. Para karşılığı bu işi yapanlara ise acımaz, basar kurşunu.
Efelik işte budur. Haine, muhbire yaşam hakkı tanımamaktır. İnsan satanlar, bu satışın karşılığında kendi ölümlerini kazanmış olurlar. Ve bu kazancın teslimatını yapmak, efenin boynunun borcudur.
Şair Eşref’in bir deyişi vardır, döneminde adeta özdeyiş olmuştur: “Affetse de hükümet, Çakıcı affetmez.”
“… Yıl 1899, aylardan Mayıs’tı. Çakıcı’nın dağa çıkışının ikinci yılı, yanına Hacı Mustafa, Çoban Mehmet, Kışlalı Mehmet ve asker kaçağı Kara Ali vardı. Yenipazar’ın güneyine Mordan dağına doğru at sürüyorlardı.” (Syf: 46)
Çakırcalı, halkın değerlerine el uzatanları, hainleri ve çalı kakıcı denilen soysuzları asla affetmemiştir. Nereye saklanırlarsa saklansınlar, böylelerini mutlaka bulup cezalandırmıştır. Kendi çetesinin içinden çıksa bile, halkın namusuna el uzatanları anında cezalandırmıştır: “… yardımcı çetesindeki Konyalı Arap Mercan’ı ırza, namusa göz koyduğu için Çakıcı
Karşılarına bir Yörük çadırı çıktı. İhtiyar bir karı kocanın feryadı yükseliyor, orada da Çakıcı’ya beddua ediyorlardı. “Ne oldu emmi?” deyince gerçeği de öğrenmiş oldular. Meğerse, kendilerine Çakıcı çetesi adını veren dokuz kişilik bir çalı kakıcı
KASIM 2011 | TAVIR | 17
miş, görülmeyen kuşları bile vurur, düşürürmüş. İstese bir avuç külü bir ordunun gözüne üfler, görünmeden çıkar gidermiş. Halk da devlete değil, Çakıcı’ya güvenmektedir. Bir de Çakıcı yoksula ve yaşlılara karşı oldukça merhametlidir. Cömert davranışları, mertçe, efece davranışları halkta büyük bir hayranlık uyandırmıştır. Daha doğrusu kendini yıllarca ezen, hiçbir hayırlı hareketini göremedikleri Osmanlı’ya pes dedirten Çakıcı’ya hayrandılar.” (Syf: 101)
grubu gelip bu ihtiyar karı kocanın gelinlik kızını kaçırmış, davar sürüsünü de alıp gitmişler. Çakırcalı, “Ne tarafa gittiler?” diye sorup hemen yola düşer. Fazla uzağa gitmelerine gerek kalmaz. Soysuzlar, bir ateşin etrafında içip eğleniyor ve Yörük kızını da oynatmaya çalışıyorlardır ki, Çakırcalı ortaya çıkıp bu sahtekarları teslim alır. İkişer ikişer birbirlerine bağlayıp ihtiyar karı kocanın çadırının önüne getirirler. Gelinlik kızı da ailesine teslim ederler. Meydana büyük bir ateş yaktırır Çakırcalı. Sonra da halkın namusuna el uzatan bu alçaklara, “Hanginiz Çakıcı ülen?” diye sorar. Cevap alamayınca da ikisini de ateşe atar. Aynı soruyu sorar ve ardından gelenleri de ateşe atar. Ve bir daha da hiç kimse, Çakırcalı’nın adını kullanarak soysuzluk yapamaz. Rivayet odur ki, o gün kaçırılan Yörük kızının düğününü de Çakırcalı yapmış ve kardeşini evlendirir gibi tüm masraflarını da karşılamıştır… 12… Çakırcalı’nın dağlarda olduğu süreç, aynı zamanda Osmanlı egemen kesimlerinin içindeki iktidar çekişmesinin tüm hızıyla sürdüğü bir zaman dilimidir. Meşrutiyet ilanları, hükümet darbeleri, padişah değişiklikleri yaşanır. Ama halka yönelik sömürü ve zulümde hiçbir değişiklik olmaz. Yoksulların sırtındaki zaptiye sopası ve açlık, ağırlaşmaya devam eder.
Ve dönemin (İzmir’de yayınlanan) Ahenk Gazetesi’nde yayınlanan şu satırlar da efe ile halk arasındaki ilişkiyi özetler: “Halk onunla işbirliği halindedir. Bu yüzden Çakıcı Efe, tam bir güven içinde çalışmaktadır. Yoksul ve çaresizlere hiçbir kötülüğü yoktur. Onları besler, her türlü gereksinimlerini sağlar. Yalnızca zenginlerin, halkı ezenlerin düşmanıdır. Efe, elindekileri halka dağıttığı gibi çeşme, köprü yaptırıp, yolları ve camileri tamir ettiriyor…” (Syf: 107) Çakırcalı, haramilerin zenginliğini adeta vergilendirmiştir: “Ağaları, beyleri hep o kullandı. Astı, kesti, soydu. Tarlalarını alıp halka dağıttı. Paralarını alıp kızlara çeyizlik, hastalara ilaç parası yaptı… Sarayın ve derebeylerinin düşmanı, halkın güvencesi, keloğlanı olmuştu. Sıkışan, güvenle ona koşuyordu. O da elinden geleni yapıyordu halkı için… Yıllardır kendini ezen Osmanlı zulmüne kafa tutuyordu. Halkın yıllardır ezilmişliğinin öcünü alıyordu…” (Syf: 87) Halkın Çakırcalı’yı bunca sevip desteklemesinin sırrı, halkın ezilmişliğinin öcünü almasıdır. İşte bu yüzden, halk, Çakırcalı’da adalet özleminin karşılığını bulmuştur… 13… Genel kuraldır, efe demek yatak demektir. Yatağı olmayan efe dağlarda dolanamaz. Efelerin lojistiğini, cephanesini, aşını getirip götüren, yeri gelince istihbaratını yapan, yaralanınca bakan hep bu insanlardır. Deyim yerindeyse, yataklar, efenin gözü kulağıdır.
İşte bu koşullarda yaşamaya çalışan Ege’nin yoksulları için Çakırcalı, adalet arayışlarının vücuda gelmiş hali olur.
Çakırcalı’nın yatakları da sağlam insanlardır. Çoğu kez, yöneleceği hedeflerin istihbaratlarını da bu ilişkilerine yaptırmıştır: “Hayvanları olan Yörükler, planladığı yerlere önceden gidip, çadırlarını kuruyorlar. İstihbaratını ve planını harekete geçirinceye kadar burada yapıyor, sonra peşinden planladığı gibi olay gerçekleştiriliyordu…” (Syf: 78)
“… Halk arasında sanki bir ermiş gibi görünüyordu. Dağdan dağa atlarmış Çakıcı, kapının anahtar deliğinden bile girer-
Bilgi edinmek ve haberleşme sağlamak, olayların peşinden değil önünden gitmek isteyenler için olmazsa olmazdır. Ha-
18 | TAVIR | KASIM 2011
berleşme ağının iyi çalışması demek, efenin nereye, ne zaman adım atacağını bilmesi demektir. Efe bunu iyi bildiği için uzun süre dağlarda dolaşmıştır.
Ege’nin, Anadolu’nun kalbine gömer. Ve kimse bulamaz. Takip müfrezesi geldiğinde sadece başı ve elleri olmayan bir ceset bulur. Kimindir, bilemezler.
Çakırcalı’nın yatağı olan Yusuf Deresi köyünün imamı nasıl bağ kurduklarını şöyle anlatır: “Ben her akşam yatsı namazını kıldıktan sonra ilk görevim gemici fenerini yakmaktı. Bunun üç türlü görevi vardı. Fener pencerede yanıyorsa, köyde hükümet kuvvetleri var demektir. O gece efe köye uğramazdı. Fener kısık yanıyorsa köye hükümet kuvvetleri gelip gitmişlerdir. Pencere fenersiz ve karanlık ise köy boştur. O gün köye gelip giden yoktur …” (Syf: 100)
Zamanında Çakırcalı ile dost olan Bayındırlı Mehmet Efendi, cesedin üzerindeki benden teşhis eder. Ceset, Çakırcalı’ya aittir. Karısı Iraz’ı da getirirler. Iraz kadın da efesinin vücudundaki iri beni görür görmez tanır. Ve sonra, Çakırcalı’nın elleri ve başı olmayan cesedini Ödemiş hükümet konağının önünde ayağından ağaca asarlar…
Çakırcalı’nın dolaştığı bölgelerde yer alan köylerde birkaç tane yatağı olurdu. Yörük obaları zaten gönül kapılarını efelerine açmışlardı. Ve dahası, şehirlerde de Çakırcalı’nın ilişkileri vardı. Aslında, kendine has bir örgütlenme yaratmıştı. Bu örgütlenmede kimse gereğinden fazlasını bilmez, birbirini de tanımazdı. Mesela, Çakırcalı’nın yanında zeybeklik yapan Çaylılı Koca Mehmet şöyle anlatır: “Gün ağarmadan varacağımız yere varıp, güvenlik için nöbetçileri dikip istirahata çekilirdik. Mola verdiğimiz yerlerde bize her gün yiyecek ve bir gün öncesinin gazeteleri gelirdi. Ben bunun nasıl sağlandığına akıl erdiremez, şaşardım…” (Syf: 47)
15… Çakırcalı Efe’den sonra Ege dağlarında efeler tükenmedi elbette. Emperyalist işgale karşı Gökçen Efeler, Yörük Ali Efeler savaşmaya devam ettiler. Berdan, Mehmet ve Erhan Efeler de emperyalistler ve oligarşiye karşı Ege dağlarında silah kuşanıp umudun zeybeği oldular. Ki o türkünün “Yakarız konakları” bölümünü gür söylemeye devam ediyoruz. Selam olsun, ölümsüzlüğünün 100. yılındaki Çakırcalı Efemize… Kaynak: Alıntılar, “Çakıcı Dağdan İnmiyor” (Ethem Oruç, Berfin Yayınları) kitabından yapılmıştır.
Elbette, o yemek ve gazeteleri çevredeki ilişkiler getiriyordu. Ama bu işler usulünce yapıldığı için çetedeki zeybek bile şaşırıyor. Ki Çakırcalı, disiplinli bir efeydi… 14… Çakırcalı, 1911 yılının Kasım ayında Arpaz’ı basar ve Arpazlı Osman Bey’i dağa kaldırır. Daha önce, Akçay üzerine köprü yaptırmasını söylemiş ama Osman Bey bu işten kaçınmıştır. Hal böyle olunca da, Çakırcalı gelir ve Osman’ı rehin alıp gider. Bey’in ailesi fidye ödemeyi kabul eder. Ve derken, takip müfrezeleri olayı haber alıp peşine düşerler. Çatışma çıkar. 17 Kasım 1911 tarihindeki çatışmada Çakırcalı, sol koltuk altından bir kurşun yer. Yarası ağırdır. Durumunun ciddiyetini bilir ve zeybeklerine vasiyetini söyler. Buna göre, başının kesilip cesedinin de kaybedilmesini ister. Kırklara karışmaktır isteği. Dirisini ele geçiremeyen düşmanın, ölüsünü de bulmasını istemez. Zeybekleri efelerinin son emrini de yerine getirirler. Karapınarlı Mustafa, efesinin kesik başını ve ellerini Karıncalıdağ’ın,
KASIM 2011 | TAVIR | 19
ayın fotoğrafı ayın fotoğrafı
foto: şehriban kıraç
58 | TAVIR | KASIM 2011
deneme
deneme
resmin ve heykelin politik duruşu mehmet esatoğlu
Bir insan neden resim çizer? Bu soruya yüzyıllarca yanıt aramış durmuş insanoğlu. Mağara duvarına resim çizen eski insanları düşünün. Doğanın ortasında beslenmekten barınmaya, ısınmaktan sağlığa bin bir sıkıntı içinde dönüp dururken bir yandan da resim çiziyor. Çizerken farkında olsa da, olmasa da önemli bir şey yapıyor. Yeryüzünde kendi açısından gördüğü bir görüntüyü -iyi-kötü-
belgeliyor. O gördüğü nesne ve o an, bir anlamda kalıcılaşıyor. Mağaranın duvarına gördüklerini çizen eski çağın çizerlerine ne çok şey borçluyuz. Üzerinde yaşadığımız topraklarda da geçmişimize dair resimler, heykeller, kabartmalar, yazıtlar, minyatürler bize düne dair önemli verileri sunuyor. Dünden bugüne her türlü plastik sanatsal birikimi kendi birikimi sayıp resimler çizmiş, heykeller yapmış bir ressam, İsmail Yıldırım son sergisiyle İstanbul’daydı. Konya’nın Beyşehiri’nde gözlerini dünyaya açmış, politik mücadelenin de, sanatından da çemberinden geçerek bugüne yürümüş bir sanatçı Yıldırım. Ressam İsmail Yıldırım’ı anlatan Babür Kuzucuğlu’nun yazdığı “Çehreler Ayini” adlı kitabın ilk sayfalarında, onun sanatıyla kurduğu ilişki şöyle anlatılıyor: “1981 yılıydı… İsmail Yıldırım, sanatıyla yeryüzüne, hayata cevap olmayı kesinkes seçtiğinde, bir sanatçının olmasının zor düşü-
KASIM 2011 | TAVIR | 21
nebileceği bir yerdeydi: Filistin gerillası kıyafetiyle, Lübnan’da bir dağ başında.” Dağ başında Filistin insanının yaşamını, yaşadığı acıları, mutlulukları, heyecanları düştüğü çaresizlikleri resmediyor Yıldırım. Kimi zaman eskiyip atılmış bir brandanın parçasını, bombalanmış bir evin pencere çerçevesine gerip tablolar yapıyor. “Orada ben, elimde bir kasap bıçağıyla, herhalde üç ayda filan, bir kütüğü heykele çevirebilmiştim. Alet bulamıyorduk. Öyle bir şeyi yapacak alet bulamıyorduk. Tabii gerilla kampı değiştikçe de, taşınma arabasının bir köşesinde benim o kütük bir yerden ötekine gitti” diye anlatıyor oradaki üretim günlerini. Filistin Ressamlar Sendikası’nın başkanı İsmail Şamot’la dost oluyor. Plastik sanatların zorlu yollarını konuşuyorlar. Sanatsal gelişmenin yollarını tartışıyorlar. Batı sanatının vardığı noktaları değerlendiriyorlar. Bir yandan da savaşın tam ortasındadırlar. Savaşın ortasında Filistin’i anlatan bir resim sergisi açmayı düşlüyorlar. Bu, Yıldırım’ın ilk sergisi olacaktır. Yıldırım sergi gününü şöyle anlatıyor: “Suriye ile İsrail gökte savaşa tutuşmuştu.(…) Aslında böyle bir durumda gerillanın yapabileceği bir şey yoktur. Çünkü savaş gökyüzünde geçmektedir. (…) Akşama doğru İsrail hava üstünlüğünü sağladı. Suriye uçakları üstümüzden geçmez oldu. İsrail uçakları daha alçaktan uçarak bizi adeta bir çanağın dibine iterek bütün füze rampalarını vurdu. Olduğumuz yerden onların alev alışını görmekteydik. Gerillalar çaresizlik ve öfke içindeydiler: Teknolojiye falan sövüyorlardı.” Beyrut bir baştan bir başa bombalanmıştır. Bombardıman sırasında İsmail Yıldırım’ın altmış yedi resim ve bir heykeliyle birlikte sergi salonu da yerle bir olmuştur. Bu serüvenin ardından Paris’e gelen Yıldırım, burada bir atölye kurarak resim çizmeye koyulur. Amerika, Avrupa ve Ortadoğu’da sergiler açar. Sergilerinde insanlığa dair değişik temaları işler.
22 | TAVIR | KASIM 2011
“Biz Sonuncu Değiliz” adlı son sergisini İstanbul’da açtı Yıldırım. Sergi mekanı Ortaköy Kültür Merkezi’ydi. Bir zamanlar 12 Eylül karanlığında sanatın ışığını parlatan Ortaköy Kültür Merkezi’nin adı, bugünlerde Ortaköy Dereboyu Caddesi’nin girişinde bir resim-heykel galerisinde yaşıyor. Sergideki tablolar, yeryüzünün değişik renklerini, ışıklarını yansıtıyor. Kimisi unutulan, kimisi tüm ateşiyle yanı başımızda yangınını duyduğumuz acıların izleri de var tablolarda.
gulanıp yazılan şiirlerle edebi ve düşünsel kavgaya katkı sağlanamayacağını anlatırdı. Sanatçının yaşama dair bir süreci yakalayışı onu izleyişi ve sonunda ortaya çıkan yapıtın da bu serüvenin bir ürünü olmasının önemine değinirdi. İsmail Yıldırım da Sivas çalışmasında bir düşünsel birikimle yola çıkıyor. Onun Sivas resmi 1993 yılında yaşanan katliam ve orada yitirdiğimiz sanatçılarla sınırlı değil. Çok daha geniş bir insanlık dramı üzerinde yol alıyor. Bu yaklaşımını Picasso üzerinden şöyle ifade ediyor:
Kapıdan girdiğimizde kırklar cemi duyarlığıyla bir araya toplanmış Sivas tablosu ya da resimleri topluluğu karşılıyor bizi. Tam kırk tablo yan yana. 35’i Sivas’ta yakılanları sembolize eden bu bölümlere, üç de ayna katılıyor. Aynalardan geometrik olarak kesilmiş olanı Türkiye’de kaybedilen insanları simgeliyor. İkinci ayna ise kurşunla delinmiş gibi; o da Susurluk sürecindeki yargısız infazları anlatırken üçüncü ayna ise henüz kırılmamıştır, izleyenlere şöyle söylüyor adeta: Sen de olabilirsin!
“Analitik dönemden elde edilen unsurlar, Sentetik Kübizm’in alfabesi oldu. Onlar sentetik olanı okumaya yarıyor. Kübizm, analitik imkanlardan yararlanarak, dilini yeniden kurarken, kendisini büyük düşüncelere de açtı. Savaşın acısı gibi, barış gibi. Picasso’nun İspanya İç savaşı’nı anlatmak için yaptığı Guernica’sı böyle bir tablodur.”
Bu çalışmada Yıldırım’ın resim alanında bir önerisi de önümüze geliyor.
Resmi çizip bitirmesine rağmen hala üzerine düşünüyor. Bir yaşamsal yanından, bir de tablodan bakıyor. Her biri başka bir çağrışımı getirip onun önüne koyuyor. Son fırça darbesiyle yapıtla bağını koparmıyor.
Geçtiğimiz yüzyıllarda resim, gözle görüneni resmederek yol aldı. Son yüzyılda ise gözle görünenin ötesine doğru başlayan yolculuk başka yerlere doğru ilerlemeye başladı. Şair, yazar Kemal Özer yaşamının son yıllarında bir anda duy-
Sivas tablolarının ardında da büyük düşünceler var. Yıldırım “Sivas benim en önemli eserlerimdendir” diyor.
Yıldırım’ın resimleri ve heykelleri bir temanın içine sığmıyor. İnsanlığın düşünsel birikimi ve zenginliği sanat yapıtını sarıp sarmalıyor.
KASIM 2011 | TAVIR | 23
ci saldırıların hedefi olan gazeteci Gonca Kuriş’in öyküsünden etkilenen Yıldırım’ın tuvallerinden son yıllarda şiddetin baş hedefi haline gelen kadınlar geçit yapıyor adeta. Serginin bir başka güzelliğini de Yıldırım’ın heykelleri oluşturuyor. Galerinin camının önünden bir Promete heykeli selamlıyor bizleri. Gövdesi baştan ayağa darbeler ve acılarla dolu bir Promete. Yıldırım heykelin öyküsünü şöyle anlatıyor: “Uzun yıllar ateşi tanrılardan çalan Promete’nin heykelini yapmayı düşledim durdum. Elime aldığım malzemelerin hiçbiri onun çektiği acı ve onun direnişi için uygun değildi. Bir gün yolum köye düşmüştü. Orada bir köylünün odun kırmak için kırılmış bir ağaç gövdesini kullandığını gördüm. Odunu kırmak için baltayı indirdikçe darbeler altta kalan ağaç gövdesine vura vura onu bir Promete gövdesi yapmıştı adeta. Ağaç gövdesini aldım. Onunla Promete’nin çektiği acılara doğru yola çıktık.”
Sergide Gılgamış Destanı’ndan “kutsal” kitaplara kadar uzanan, masallar, söylencelere dair yapıtlar var. “Ben Yusuf’um Babacığım”, “Ayakta, Geceleyin Dans”, “Bir Şafak Vakti Duvarın Dibinde” adları altında kümelenen yapıtlarda Madımak’tan Irak’a, hapishanelerden Can Yücel’e bir dolu tema göze çarpıyor. Yıldırım 1992 yılında Paris’te Can Yücel’le karşılaşıyor. Onun şiirindeki derinlik, renkler, edebi zenginlik resim yaparken onu etkiliyor. Hem şairi, hem de onun ele aldığı temaları çizmek üzere yola çıkıyor. Can Yücel’in ünlü “Marenostrum” şiiri Yıldırım’ın tablolarında bin bir şekle bürünmüş. Devrimin nasıl bir koşu olduğunu koşucunun gövdesindeki büyük çabadan anlıyoruz. Elleri, kolları, kafası ve yüreği ile devrim için koşan bir koşucu büyük bir evrenin içinde deviniyor. Şair de bu koşunun dışında değil. O da bir başka tabloda anlattığı kahraman misali koşuyor. Burada tablolar arasında gizli bağlar kuruluyor. Şair yapıtında devrim için koşan bir kahramanı anlatır, ama kendisi de en az o kahraman kadar devrim için koşmaktadır. Bunun başka yolu yok. Serginin bir başka yanında kadın ve şiddet temaları yolumuzu kesiyor. Yıllar önce din-
24 | TAVIR | KASIM 2011
İsmail Yıldırım sergisi son yıllarda kimliğini yitirmiş, yolunu şaşırmış toplumcu resim alanına duruşu, estetik yaklaşımı ile yeni bir öneri yapıyor. Yıldırım, boyayı kullanışıyla, renklerin seçimiyle ele aldığı konular ve konulara politik, felsefi, estetik yaklaşımıyla “yeni sözler” söylüyor. Onun hedefi söylediği sözün, çizdiği figürün, yaptığı anlatımın toplum üzerinde bir etkisinin, yankısının olması. Bu yolda emin adımlarla yürüyor. Yolu açık olsun!
izlenim izlenim
bu kamyonlar nereye gidiyor? feride çakır
Halk Cephesi heyeti ile birlikte Van'da yaşanan gerçekleri yerinde görmek, ihtiyaçları belirlemek ve Van halkıyla dayanışma duygularımızı göstermek için Van'a doğru yola çıktığımızda, devlet yetkilerinin “Her şey yolunda. Tüm devlet erkanı olarak görevlerimizin başındayız ve Van için gerekli tüm yardımlar yapılmaktadır” sözleri havada uçuşuyordu. Bu yalanlar ilk defa söylenmiyor, halk ilk defa aldatılmıyordu... Bir taraftan diyorlardı ki: “Çevre illerden onlarca kamyon Van’a yardım götürüyor, Van halkının yaraları sarılıyor. İlaçlar, gıda malzemeleri, giyecek her şey gidiyor, hatta ‘çadır kentler’ kuruluyor, devlet vatandaşa elini uzattı hiçbir sorun kalmadı”.
Ama öte taraftan hayat, enkazlar, ölü bedenler ve soğuktan donma tehlikesi geçiren çocukların gözleri konuşuyordu. Ne çadır, ne prefabrik, ne ısınma, ne de ilaç sorunu çözülmüştü. Çadır toplayıp, yardım örgütleyemeyecek kadar yetersizliğinden değildi, devlet Van’da yoktu. Halkın kendi yaralarını sarmak için paylaştığı yardımlara ise devlet ve asker tarafından el konuluyordu. Uluslararası yardım tekliflerini de gerek yok açıklaması yapılmıştı. O halde Vanlılar’a ne olacaktı. Bir de üstüne şovenist bir dalgayla etnik ayrımcılık yapılıyordu. Birileri çıkıp “ilahi adalet”ten dem vuruyordu. “Zamanında polise taş atanlar adaletten nasibini aldılar, neymiş Türk milletine elini, dilini uzatmak görün!” diyordu. Bunu diyenlere bir başkası çıkıp “Neden öyle diyorsun, onlar da insan” diye çı-
KASIM 2011 | TAVIR | 25
kışırken, başka bir taraftan birileri çıkıp “Van’a yardım gidiyor ama bu yardımları bazı gruplar engelliyormuş” diyordu. Devlet erkanı Van’da sadece “görüntü şovu” yapıyordu. Başbakan gitti olay yerine. Başbakanın Van’a gitmesi depremden daha büyük bir sarsıntı yarattı basında. Yüzlerce insan göçük altında kendisine uzatılacak bir yardım eli beklerken, başbakanın geleceğini duyan yetkililer tören hazırlıkları içerisinde nasıl bir karşılama yapacaklarını hesap ettiler. Bir taraftan göçük altında insanlar beklenirken öbür taraftan başbakanın uçağının ne zaman ineceğini bekleyenler vardı. Başbakanı karşılayan alkış sesleri içerisinde yüzlerce can, son nefesini verdi o gece.
dır vardı ve bu oradaki halkın ihtiyaçlarını karşılayamazdı. “Çadırkent” dedikleri “çadırsız kent”ti aslında. Kürt halkının yaşadığı Erciş’te öyle bir-iki çocuklu aileler yoktu. Kalabalık çocuklu bu aileleri kurulan bu çadırlara sığdırmak da imkansızdı. Yoksulluk çöken binaların katları gibi yoksul Erciş halkının üstüne kat kat çöktü böylelikle. Köyler ise bu küçük yardımlardan bile nasibini alamadı. Anadolu’nun dört bir yanından yardımlar toplanıp tırlarla, kamyonlarla buralara gönderildi. Kamyonlar yüklerini boşaltmak için sıralara girdi, biri gitti diğeri geldi. Valiliğin depoları dol-
Ardından kar yağdı göçüklerin üzerine. Hava soğudukça soğudu. Van’ı çevreleyen dağların tepesine konan karı, olanca heybetiyle bulutlar yalayıp geçti. Oradan Van ovalarına, güz rengiyle kaplanmış köylerine, yeşiline, sarının çeşit çeşit tonlarına, ayazını vurdu da tekrar gökyüzüne yollandı. Heybetli dağların üzerinde yerini aldı. Erciş’te taş taş üstünde kalmadı. Kürtçe yakılan ağıtlar kah Van dağlarının heybetli doruklarına çarptı, kah deniz büyüklüğünde görkemli Van Gölü’nün acı sularına karıştı. Başbakan uzun nutukları ve “dayanışma” dileklerinin ardından oradan ayrıldı. Bir sessizlik kapladı ortalığı. Cenaze evi sessizliği gibi. Hani biri başlasa ağlamaya öbürleri arkadan gelecek, öyle bir bekleyiş kapladı Erciş’i. İlk günler Erciş halkını göçük altından kurtarma çalışmaları yapılırken; arama kurtarma ekipleri, polis ve jandarma nezareti altında arama çalışmalarına kimseyi yaklaştırmadılar. Bekleyiş uzadıkça uzadı. Enkazdan, çöplüğe dönüşmüş yollardan bir o yana bir bu yana gidip gelen insanların sessizliğiydi bu. Elden bir tek beklemek gelirdi. Ancak arama kurtarma ekiplerinin çalışmaları öyle yavaş ilerliyordu ki daha onlarca bina yardım bekliyordu. Zaman geçtikçe umutlar da tükeniyordu, çünkü bir insan günlerce aç kalabilir ancak susuz çok fazla dayanamazdı. Dışarıdakilerin durumu da bundan çok farklı değildi. Neredeyse insanların başını sokacakları tek bir ev bile kalmamıştı. Depremin yarattığı şok etkisinden kalan evlere girmek de pek mümkün değildi. Çadır yoktu. Yetkililerin televizyondan yaptıkları açıklamalar; “çadırkentler kuruyoruz” açıklamaları havada kaldı. Erciş’in bir bölgesine kurulan belirli sayıda ça-
26 | TAVIR | KASIM 2011
du da taştı. Gönderilen bu kamyonlar tüm Van halkına yetecek düzeyde çoktu ama nedense bu yardımı Erciş halkı görmedi. Her tarafa kamyonlar yüklerle geliyor haberi yayılmasına karşın bir türlü bu kamyonları gören olmadı. “Bu kamyonlar nereye gidiyor” diye soran olsa da bu sesler çok zayıf kaldı, yükselen bu seslere ise polis müdahale etti. Kürt atasdilinde olduğu gibi "kağnı yine tavşanı geçti". Gören göze yalan kar etmez, lakin bunlar göz göre göre çalıp çırpmakta ve bir o kadar da yalan söylemektedirler. Van halkının şimdi bir de bu yalanlarla boğuşması gerekiyor. Ve elbet her şeye rağmen yalanın mumu yatsıya kadar yanacak ve yalancılar ebediyen baki kalamayacak ve tarihin çöp tenekesinde yerlerini doğal olmayan bir halk depremiyle alacaklardır. Bu inanç ve duygularımızı da paylaşarak Van halkıyla dayanışmak için yardımlarla birlikte gelecek olan Halk Cephesi konvoyunu hazırlamak üzere yeniden İstanbul'a dönüyoruz...
deneme deneme
kar makinesi grup yorum
İnsan olarak kalmak ve onun gerektirdiği şekilde yaşamak istemek ne kadar zor artık bu topraklarda. Halktan yana sanat ve sanatçı için de... Dört bir yandan sarıyorlar bir anda etrafını insanın. Yasaklar, hapislikler, gözaltılar, ölümlerle. İnsanlığımızı unutturmak için, bir avuç egemen zümrenin o şaşaalı yaşamı sürsün diye neler yapılmıyor ki? Buna karşı çıkmamak mümkün mü? En basiti insanız işte, unutmuyoruz insanlığımızı. Geçtiğimiz hafta İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nün önünde idik. Sırtımızda bağlama ve gitarımızla koşar adım Vatan Caddesi’ni arşınlıyoruz. İstanbul’un en pespaye çanak yalayıcıları yine iş başındaydılar. İnsanlığımızı istediler yine, sokak ortasında. Kar makinesinin bir öğrencisine kirli ellerini uzattılar bu sefer de... Para dediler, iş dediler… Bir şartla dediler ama: Sevdiklerini sırtından hançerle, bas üstlerine geç! Gözlerimizdeki öfke çoğaldı ve gövdemiz ateşten gömlek, yüzlerine haykırdık: Korkaklar!. Korkuyorlar işte stadların, alanların bağımsızlık aşkıyla yüz binlerce doldurulmasından. Korkuyorlar devrimci sanatın gerçeklerinden, yarattığı güzelliklerden. Karabasanlar çöküyor gecelerine, elleri titriyor. Yapacak çok bir şeyleri yok ama yine de vazgeçmiyorlar işte. Tabi yine hazin sonları, yine başaramıyorlar.
İşte bunları anlatmak için Vatan Caddesi’nde, kendilerini en güçlü hissettikleri yerdeydik. Güçlü görünüyorlardı bu devasa yapının içinde ama güçsüzlüklerini ancak yaptıkları saldırılarla kapatmaya çalışıyorlardı. Bu bize, dostlarımıza yapılan kaçıncı saldırıydı. Konser yasakları, konser sonrası gözaltılar, tutuklamalar, tehditler, okuldan işten atmalar, kültür merkezimizin defalarca kez basılması... Gözümüzün önüne geliyor birer birer. Ama ne mutlu ki hepsini eze eze geçip bugünlere gelmişiz. Anlatırken yaşadıklarımızı, ustalarımızın başlarına gelenler geliyor aklımıza. Onlardan güç almışız bugüne kadar. Direnenler yolumuzu aydınlatıyor. Gerçekleri inatla her şeye rağmen yazmayı, söylemeyi, bestelemeyi onlardan öğrendik. Hafızamız o kadar canlı ki. Emniyet önünde açıklama sırasında tek tek aklımızdan geçiyor her biri. Bir hafta önce Sinop’ta idik, konser için. Sinop Kalesi’ni adımlıyoruz, inceden bir yağmurun kavalyeliğinde… rutubet kokusu… hücreleri, cezaları… Ve halktan yana bir sanatçı Sabahattin Ali’ye rastlıyoruz demir kapının eskimiş zemini üzerinde ve hücrenin içinde duvara asılı duran Aldırma Gönül’ün satırları arasında. Sonra Trakya’nın bire bin veren sıcak topraklarına gidiyor aklımız. Suçu halktan yana sanat yapmak,
KASIM 2011 | TAVIR | 27
teslim olmamak, o bir avuç içi kadar olanlara, boyun eğmemek. Sonra göç katarları takılıyor gözümüze Toroslarda. Adım adım ilerliyorlar. Çocuklar her yerde, arkada, önde… saçları dalgalı, gözleri yürekli olanı takılıyor gözümüze. Bebek yaşta bir başına , yoksulluk içinde bir yaşamda başladığı hayatında dik durmayı öğrenerek, halktan yana sanat diyen Ruhi Su geliyor gözlerimizin önüne. Ve halktan yana sanatın bedelini nasıl hayatıyla ödettirdikleri. Ve nasıl unutmadığımız, meydanlarda nasıl hala “Şişli Meydanı’nda Üç Kız” diye haykırıldığı geliyor aklımıza. O da usulca eğilip kulağımıza Aldırma Gönül deyiveriyor... Sonra Sarayburnu’ndan hareket eden bir motor ve Romanya bandralı bir gemi seçiliyor uzaktan. Elini kaldırıyor tekneden, el sallıyor. “Ben” diyor , “Nazım Hikmet, Türk şairi.” Gözleri ağlamaklı belki kim bilir, kolay mı yardan, vatandan ayrılmak? “Vatan çiftliklerinizse, kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan, vatan, şose boylarında gebermekse açlıktan, vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın, fabrikalarınızda al kanımızı içmekse vatan, vatan tırnaklarıysa ağalarınızın,
28 | TAVIR | KASIM 2011
vatan, mızraklı ilmühalse, vatan, polis copuysa, ödeneklerinizse, maaşlarınızsa vatan, vatan, Amerikan üsleri, Amerikan bombası, Amerikan donanması topuysa, vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığınızdan, ben vatan hainiyim. Yazın üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla: Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ” diyor. Bir daha dönmeyecekmişçesine giden o gemi ağır ağır çıkıyor Karadeniz'e. Geride şiirleri, cesareti omuzlarımıza emanet... Halktan yana sanat yapanlar söylediği her şarkının, yazdığı her şiirin, her yazının bedelini ödemiştir bu güne kadar. Kitapları yakılmış, şarkıları yasaklanmıştır… Gerçekleri anlatmanın, resmetmenin o büyük suçları işte… Bu büyük suçları işlemeye devam ediyoruz, edeceğiz de. İnsan olarak kalmak ne kadar zor bu topraklarda demiştik yazımızın başında. Bu zorluklara karşı insanlıktan, onurdan, haysiyetten vazgeçmeyeceğiz. Halk için üretmeye devam edeceğiz. Halkın sanatçısı olmak gerçekleri yüklemektir omuzlarına ve onun ağırlığıyla konuşmak, yürümektir haksızlığın üstüne. Umutların söndürülmeye çalışıldığı en zor günlerde, kulaklara aldırma gönül diye mırıldanmaktır usulca. Umutların sönmemesi için, bedeli ne olursa olsun yazılarımızla, şiirlerimizle ve şarkılarımızla direnmeye devam ediyoruz, edeceğiz.
izlenim izlenim
antep’in tarih ve alın teri serüvenleri filiz tanya
Anadolu’nun gelmiş geçmiş tarihine, coğrafyasına baktığımızda bazı alanların buluşma noktaları olduğunu görüyoruz. Orası birçok nedenin bir araya gelişinden ötürü bir buluşma noktası olmuştur. Bazen akıp giden bir su, bazen sarp kayaların geçit vermediği yollar ya da tarihte olup bitenler, orayı bir buluşma noktası haline getirmiştir. İşte Antep de Mezopotamya’da bu buluşma noktalarından biridir. Oraya yolu düşenler kente girerken bunu duyumsuyorlar ya da bize öyle geliyor. Ülkemizin politik geçmişine baktığımızda da Antep’in tutumunun o belirleyici yanını görüyoruz. Ülkemiz emperyalist güçler tarafından işgale uğradığında direnerek adı öne çıkan kentlerden biridir Antep. İşgale karşı direnirken söylenen türkü bile Antep’i söyler: “Vurun Antepliler namus günüdür.” Son elli yılın tarihinde de Antep duruşuyla, politik tutumu ile farkını hep ortaya koymuştur. Teslimiyetten çok direniş vardır Antep’in tarihinde. Hasatın başlangıcında, bitişinde Antep çevre halkların akınına, işgaline uğrar adeta. Kimi ürün satmaya, kimi mal almaya, kimi de iş aramaya gelir. Kim bilir kaç türlü neden vardır tüm halkları Antep’te toplayan? Hastalığına derman arayanından damağını şenlendirmek isteyenine kadar... Ne zaman Güneydoğu'ya doğru yol alsam, benim de yolum
buradan geçer her seferinde. Alım satımla, ticaretle işim yok ama benim de Antep’te gidilecek yerlerim, tanıdık, tanımadık görülecek insanlarım var. Antep’e vardığımızda bu kez ortalıkta kalabalık ve telaş görüyoruz. “Dünyanın en büyük mozaik müzesi”nin açılışı varmış. Açılışı da başbakan yapacakmış. Afişlerde, pankartlarda “tüm halkımız davetlidir” yazıyor. Biz de halk olduğumuza göre şu “dünyanın en büyük mozaik müzesi”ni gelmişken dünya gözüyle bir görelim diyoruz. Müzeye yöneldiğimizde yoğun bir polis kordonuyla karşılaşıyoruz. Dört bir yanda arama noktaları oluşturulmuş herkes tek tek aranarak içeri alınıyor. İçeri dediysek müzenin içine değil, başbakanın konuşma yapacağı alana. Müze iki binadan oluşuyor birisi kongre ve gösteri merkezi, diğeri Gaziantep'in Nizip ilçesinde Birecik Baraj Gölü kıyısında bulunan Zeugma Antik Kenti'nden çıkan eserlerin sergilendiği müze binası. İki karşılıklı binanın ortasında kocaman bir meydan var. Başbakan bu meydanda konuşma yapıyor. Bilmeyenlere küçük bir not: Zeugma Antik Kenti, milattan önce 300'de Büyük İskender tarafından ''Selevkia Euphrates'' adıyla kurulmuş. Romalıların eline geçtiğinde ''köprü'', ''geçit'' anlamına gelen Zeugma adını almış ve en ihtişamlı dönemini yaşamış. O zamanlar en büyük ticaretin yapıldığı en büyük şehirlerden biriymiş. Şehrin zenginliğini, ihtişamını bugün ortaya çıkan villalardan, sokaklardan ve çarşılardan anlıyoruz.
KASIM 2011 | TAVIR | 29
arasında başbakanın konuşmasını dinliyoruz. Bizim gibi müze için gelmiş olan azınlık sabırsızlanıyor, konuşma bitsin diye. Bunu kendi aralarındaki mırıldanmalardan anlıyoruz. Ancak az sonra hep birlikte düş kırıklığına uğruyoruz. Tüm cadde ve meydanlarda “tüm halkımız davetli” diye yazıyor ama biraz sonra anlaşılıyor ki o davet müze için değil. Konuşma bitimi müzeden içeri sadece Başbakan ve tayfası giriyor. “Davetli halk”, “yüksek güvenlik” nedeniyle içeri alınmıyor. “Bugün git yarın gel” deniyor. Halk kös kös dağılırken biz de madem içeri giremedik meydanda sergilenen heykellere bakalım diyoruz. Meydanın zemini dere taşlarından döşenerek mozaik görüntüsü verilmeye çalışılmış ama küçük yuvarlak dere taşları gelişigüzel dağıtıldığından bir anlam kazanmamış. Zeugma’daki gibi yerlere muhteşem resimler işlenmemiş. Sanat anlayışımızın o günden bugüne kat ettiği yola bakıyoruz. Bir arpa boyu yol gidemediğimizden, varolan güzelim heykelleri de “ucube” diyerek yıktığımızdan bugün yalnızca geçmişten kalan eserleri sergileyerek övünüyoruz. Peki ya açılışı yapılan yeni binalar? Onlar birer milenyum felaketi. Parlak yüzeyli plastik ya da fayans gibi duran bir maddeyle kaplanmış. Üzerlerini de sanat eserleri falan süslemiyor. Bir finans merkezi ya da holding tarzı bir bina. Tek kelimeyle yakışıksız. Müzeyi göremeden “bütün halkımız davetlidir” yazılı pankartların altından geçerek vuruyoruz kendimizi tarihin soluk aldığı, üstünde Antep halkının gezindiği eski sokaklara. Hala gözlerimizi kamaştırıyor. O dönemde Atina şehrinden daha büyük ve zengin olduğu söylenir. GAP kapsamında inşa edilen Birecik Barajı'nda su tutulmaya başlanmasıyla birlikte, Türk ve yabancılardan oluşan ekipler tarafından antik kentin sular altında kalacak bölümlerinde yoğun kurtarma kazıları yapıldı. Kurtarma kazılarında gün ışığına çıkarılan ve her birinin bir şaheser olduğu ifade edilen mozaikler, duvar resimleri, Mars Heykeli ve Kil Mühür Baskı Koleksiyonu işte bu müzede sergileniyor. Antep’e girdiğimizde ortalıkta göze çarpan kalabalığı başbakanın konuşmasında göremiyoruz. Orta hallice bir kalabalık
30 | TAVIR | KASIM 2011
Hiçbir kirli ihalenin saldırısına uğramamış bu yöre; eski evler, konaklar, dar sokaklar, sanathaneler ve kahvehanelerden oluşuyor. Birden kendimizi başka bir dünyada buluyoruz. Sokakta gözleri sürmeli pırıltılı başörtüsü olan bir teyzeyle karşılaşıyoruz. Kırk yıldır tanışıkmışız gibi karşılıyor bizi. “Teyzem ne güzelsin sen böyle” dediğimizde, bir iç çekiyor. “Ah nerde güzellik bende, şimdi yirmi yaşımda olabilmek için her şeyimi verirdim” diyor. Belli ki acılı bir hikayesi var. Çok ısrar etmemize gerek kalmadan başlıyor anlatmaya. Arada bize de öğütler vermeyi unutmuyor. Aslında kendisi Halepliymiş. Birini sevmiş ama çok varlıklı olan
ailesi evlenmelerine izin vermemiş. O da sevdiğini kandırmış, birlikte kaçmışlar. Kız tarafı o kadar zengin ve güçlüymüş ki bulamasınlar diye yurtdışına, Almanya’ya gitmişler.
asıl tapu giden Ermeni sahibinin elinde bulunuyormuş. Geçen yıl evin eski sahiplerinin torunu gelmiş evi görmüş gezmiş. Birgün gelip evi geri alacağını söyleyip gitmiş.
Dört çocukları olmuş, çok mutluymuşlar ama kocası orada ölmüş. Sonra kadın çocuklarıyla Türkiye’ye gelmiş. Çocuklarını burada büyütmüş. Pavyonlarda dansözlük yapmış. Malatya’da, Adıyaman’da, Adana’da… daha bir sürü yer sayıyor. “Masalara çıkıp oynardım, etimi sattım da öyle okuttum çocuklarımı” diyor. Şimdi hacca gitmiş, Halep’teki ailesiyle de barışmış. Malı mülkü, parası her şeyi varmış artık. Ama o yirmili yaşlarına dönebilmek için hepsinden vazgeçmeye hazır. “Paraya, mala, mülke kavuşabilirsiniz ama aslolan hayattır” diye öğütler veriyor bize.
Bu mahalle zamanında bir Ermeni mahallesiymiş. Etrafta gördüğümüz birçok ev de onlardan kalma. Bu dar sokaklar, yüksek duvarlar, avlular onları gizleyememiş. Hepsi bir bir gitmişler, giderken de evlerini sokaklarını geride kalanlara bırakmışlar.
Kadını öyküsü ve düşleriyle baş başa bırakıp sokaklarda dolaşmaya devam ediyoruz. Biraz soluklanmak için yer ararken eski konaktan bozma bir kahve görüyoruz. Avlunun kapısından içeri girdiğimizde ortasında kocaman avlu olan bir bina görüyoruz. Sol taraftaki binanın merdivenlerini çıkarken kendimizi her yeri sarmaşıklarla kaplanmış bir konağın merdivenlerinde buluyoruz. Neredeyse tüm pencereler, kapı bile sarmaşıklar tarafından sarmalanmış. Sanki yüz yıldır kimse bu konağın merdivenlerini çıkmamış.
Eski Antep sokağından çıkınca yolumuzu kaybedip kendimizi kentin arka sokaklarında buluyoruz. Yolda biri “bu mahallede bir mağara var orada kendir eğiren çocuklar var” diyor. Nasıl demeye kalmadan bizi daracık bir sokağa sokuyor. Bir çıkmaz sokaktayız, sokak o kadar dar ki üç kişi yan yana yürüyemiyor. Eğriş büğrüş toprak yol bir kapının önünde bitiyor. Bir bahçe kapısından içeri girer gibiyiz. İçerisi birkaç evin bahçesi gibi. İncir ağaçları var. Karşımızda da bir yokuş var. Bir kara delikte kayboluyor sanki. Biz de o yokuştan aşağı kendimizi yuvarlıyoruz ve kocaman karanlık bir boşlukta buluyoruz kendimizi. Birden gözlerimize inanamıyoruz. Aşağıda dev bir mağara var. Tüm mahallenin altı sanki mağara.
İçeri girdiğimizde önce küçük bir hol karşılıyor bizi. İçeride kırık dökük eşyalar var. Kanatlı kapılar üç tane odaya açılıyor. Sağ taraftaki odaya girdiğimizde büyülenip kalıyoruz. Odanın tavanı gömme dolapların kapıları, duvarlar her yer resimlerle dolu. Sanki bir katedralmiş gibi duvarlar ve tavanlar bebek, melek, çiçek resimleri ve doğa manzaralarıyla dolu. Renkler o kadar canlı ki sanki bu eski binaya ait değiller. Yüksek tavanlı ince uzun pencereli bu odada nerede olduğumuzu şaşırıyoruz.
Burası eskiden bir taş ocağıymış. Eski taş binaların yapımında kullanılan taşlar bu mağaralardan çıkarılmış. Taş evlerin yapımı bitince de bu mağaraların işlevi kalmamış.
Karşı oda daha küçük ve melek resimleri daha yoğun. Antep’te böyle bir konak bulmayı beklemiyoruz. Bu görkemli binanın bu yalnızlığı, kederi, kimsesizliği ve yoksulluğu içimizi burkuyor. Aşağıya avluya indiğimizde kahveyi işletenin aynı zamanda binanın da sahibi olduğunu öğreniyoruz.
İşlikte yoğunlukla çocuklar çalışıyor. Çocuklar tezgahları sırtlayıp ileri geri getirip götürerek ipleri eğiriyorlar. Bu mağara nemli olduğu için ipleri çok daha rahat eğiriyorlarmış.
“Ben bu evde büyüdüm, sol taraftaki o küçük oda oturma odamızdı. Orası eskiden vaftiz odasıymış öyle derdi dedem. Ermeniler buradan giderken dedem bu evi yüz yirmi bin liraya almış. Tüm hayatımız burada geçti sayılır. Aile büyüyünce herkes apartmanlara taşındı.”diye anlatıyor kahveci. Yanında çalışan diğer kişi evin Ermeni olan sahibinin geçen sene geldiğini, ellerinde tapuları olduğunu, bir gün evlerini geri alacaklarını söylüyor. Dediğine göre dede evi alırken giden Ermeni’ye evi almak için para vermiş ama tapusunu almamış. Daha sonra devlet şimdiki sahibine tapu vermiş ama
Mağaranın içi yarı karanlık. İşçiler mağaranın ağzı geniş olduğundan içeriye giren gün ışığıyla idare ediyorlar. İçeride onlarca kendir tezgahı var. Ham madde olarak gelen kendirleri oradaki tezgahlarda eğirerek ip haline getiriyorlar. Çamaşır ipi, urgan gibi ipler.
Ustalardan biriyle konuşuyoruz, devlet bunları buradan kovmak istemiş bir ara ama olmamış. Mahalleleri kentsel dönüşüme uğrayacağı için yakında onları da buradan çıkaracaklarmış. Çocuklar yalnızca yaz tatillerinde çalışıyor, harçlık çıkarıyorlarmış diye anlatıyorlar. Ancak bu bize çok inandırıcı gelmiyor. Mağaradaki işçilerin çoğu çocuklardan oluşuyor. İçeride ipliklerin tozundan ve nemden nefes almak mümkün değil. Çocuklar da ortalama 10-11 yaşlarında. Çocuklarla konuşmak istiyoruz ama onlar bizimle konuşmak için duraklayamıyorlar bile. Sürekli koşturuyorlar. Kimi tezgahları sürüyor, kimi sarılan yumakları dışarıya taşıyor.
KASIM 2011 | TAVIR | 31
kadınlarda çalışıyor. Biz sokakta kadınlarla otururken çocuklar karıncalar misali sırtlarında iplerle sürekli önümüzden geçip duruyorlar. Akşam çabuk çöküyor Antep sokaklarına. Sokaklarda kebap yiyen insanların seslerinin ve mangallardan tüten dumanların karıştığı gecenin sabahında “tüm halkımızın davetli” olduğu ama nedense giremediği müzeye gidiyoruz. Bu sefer başbakan yok, alkışçı yalakalar da yok. Kimbilir ülkenin neresinde hangi aldatmacalar peşindeler! Sadece müze görmek isteyen bir kalabalık var. Müzenin o çok modern havası girişte biraz tadımızı kaçırsa da içeride gördüklerimiz karşısında unutuyoruz müzenin dışını. Bir süre sonra sular altında kalacak antik Zeugma’nın izlerini burada görmek içimizi burksa da hayranlık içerisinde bakıyoruz kalanlara. Müzeden çıktığımızda düşünmeden edemiyorum. Bir baraj uğruna sular altında bırakacağımız Zeugma Antik kentini topraklarından söküp müzelere taşıdık diye övünüyoruz. Dünyanın en büyük mozaik müzesine sahibiz diye övünüyoruz. Bizim burada övünmemiz mi gerek, yoksa dövünmemiz mi gerek işte onu anlayamıyorum. Kendimi bir müzeden çok Zeugma’nın mezarlığında gibi hissediyorum. Kafamızın içindeki bu karmaşalardan sıyrılmak için soluğu Antep’in bakırcılar çarşısında alıyoruz. Çekiç sesleri arasında ustalarla çırakların koşuşturmasını, el emeğinin hünere dönüşmesini izliyoruz. Bir demircinin kızgın demiri döverek şekillendirmesini izliyoruz uzaktan... Usta soluklanmak için duruyor, terini siliyor. “Yakına gelin bakın” diyor. Kırmızı kor olmuş demiri şekillendirdikten sonra suya bırakıyor. Kulaklarımızda adeta emeğin sesi yankılanıyor.
Buraya dışarıdan baktığınızda tam bir karınca yuvasına benziyor. Sırtlarında kendilerinden büyük yükle yerin altına giden küçük deliğe girip çıkan karıncalar görüyorsunuz. Karıncalar kendi ağırlıklarından altı kat daha büyük yük taşıyabiliyor ya. Bu çocuklar da öyle. Birer karınca gibi çalışıyorlar. Mağaradan çıkıyoruz. Dar sokakta oturan kadınlarla sohbet ediyoruz. Küçük çocuklar birbirleriyle kavga ediyor, annelerde çocuklarıyla. Kadınların hepsinin ellerinde iş var. Kimi havlu kenarı dikiyor, kimi bir şeyler örüyor. Kocaların kazandığı para yetmeyince
32 | TAVIR | KASIM 2011
Ustayla sohbete başlıyoruz. “Zor iş değil mi usta?” diyoruz. “Kolay ekmek var mı? Eskiden bu çarşıda çekiç seslerinden geçilmezdi. Birbirimizi duyamazdık. Ama şimdi öyle mi, her geçen gün daha da azalıyor sesler, her geçen gün bir dükkan kapanıyor.” diyor. Bu çarşı el emeğinin çarşısı, bakırcılar, demirciler, yüncüler, baharatçılar, ipçiler, ketenciler, dericiler, dokumacılar. Ne ararsanız var. Burada her şey el emeği, alın teri. Unutulan zanaatlar burada tutunmaya çalışıyor. Çarşıda dolaşırken mağarada çocukların yaptığı ipler ilişiyor gözümüze. Bu çarşıda her şey el emeği, alın teri ya… gerçekten el emeği. O iplerin üzerinde gezinen o küçücük çocuk ellerini görüyorum o anda, tezgahlar ellerinde bir ileri bir geri koşuyorlar. Terleri sinmiş iplere, hepsi hafif nemli hala.
masal masal
ceylan ve dostları gönül özden
Ülkelerin birinde bir yüce dağ varmış. Öyle yüksekmiş ki başı bulutlara değiyormuş. Daha dağın eteklerinden başlayarak, ta doruğa kadar renk renk, çeşit çeşit canlılarla karşılaşırmış gidenler. Bu dağın eteklerinde bir ceylan yaşarmış. Anne, baba, kardeşleriyle çok mutluymuş ceylan. Kocaman kapkara gözleri, kirpiklerine değen kakülleri varmış bu ceylanın. Çok da neşeliymiş. Bu yüzden adına Güler Ceylan derlermiş. Güler Ceylan hiç yerinde duramazmış. Kaylardan kayalara seker, afacanlıklar yaparmış. Bütün gün oyunlar oynar bazen de yuvaya dönmekte gecikirmiş. O zaman büyük ceylanları alırmış bir telaş. Çünkü dağın eteklerinde kurtlar, sırtlanlar, çakallar da varmış. Bunlar kötü kalpli hayvanlarmış. Dağdaki köstebeklerin yuvasını bozar, kuşların yumurtalarını çalarlarmış. Kendilerinden küçükleri korkutur, öldürürlermiş. Ceylanları da hiç sevmezlermiş. Çünkü ceylanlar uzun ve güçlü bacaklarıyla çok hızlı koşarlar, dağda bir tehlike sezdiklerinde herkese haber verirlermiş. Küçük ceylan bazı zamanlar dağın eteklerinden, dağın doruğunu seyredermiş. Doruk günün ilk ışıkları vurduğunda öyle güzel ışıldıyormuş ki, ceylanın gözleri daha da parlıyormuş oraya bakarken. Orada Komutan Karaca, Gümüşboynuzlu Geyik ve arkadaşları yaşıyormuş. Onlar sayesinde dağın etek-
KASIM 2011 | TAVIR | 33
yım, iyi ki sizinleyim. Doruktaki yaşama kısa sürede alışmış Güler Ceylan. Hep birlikte yorgunluğu, açlığı paylaşıyorlarmış. Birbirlerinin yaralarını sarıyorlarmış. Akşam olduğunda ateşin başında türküler söylüyorlarmış. Güler Ceylan da ateş yanınca hemen oracığa oturur, yıldızlara baka baka türküler söylemeye başlarmış. Komutan Karaca’nın gözünün içine bakarak saatlerce dinlediği sohbetlere doyamazmış. Kuracakları düzeni tartışır, hayaller kurarlarmış. Kurttan sonra ne yapılacak? Çakalla sırtlan ne olacak? Dağda nasıl bir yaşam kurulacak; o zaman sabah sporları yapmak zorunlu mu olacak? Bir de bizim ceylanın yemekten erken kalkma huyu varmış. Sadece açlığı giderecek kadar yer ve çekilirmiş. Zorlu dağ yaşamında bazen aç kaldıkları olurmuş. Arkadaşlarının aç kaldığını, güçsüz kaldığını düşünmek üzermiş onu. Bu yüzden herkesin payı dağıtılınca kendisine düşenin yarısını yer, diğer yarısını birine vermek için ısrar edermiş mutlaka. Bir arkadaşı bir lokma daha fazla yediğinde o çok mutlu oluyormuş.
lerinde mutlu, huzurlu yaşayabiliyorlarmış. Komutan Karaca, Gümüşboynuzlu Geyik bir yandan kurtlarla, sırtlanlarla, çakallarla savaşırken; bir yandan da mağaraları, kovukları dolaşıyor, kötülerin olmadığı bir dünyayı kurmak için herkesi mücadeleye çağırıyorlarmış. Komutan Karaca ve arkadaşları bir yere varabilmek için günlerce yürürlermiş. Bu geziler sırasında zaman zaman bizim ceylanın yuvasına da gelirlermiş. Güler Ceylan onları çok severmiş. Onları tanıdığından beri gözü hep o doruktaymış işte. Hayaller kurarmış. Kendini orada hayal edermiş. Sadece hayaller yetmezmiş ona. Ne istediğini biliyormuş artık. Onlara katılacakmış. Bunun için yapması gereken Karaca ve arkadaşlarını beklemekmiş. Beklediği gün gelmiş. Ceylan, Komutan Karaca’ya hemen aklından geçenleri anlatmış. Gülümseyerek dinlemişler onu. Sonunda; - Tamam ama daha çok küçüksün, biraz bekleyelim, demiş Gümüşboynuzlu Geyik. Ceylan şaşırıyor: - Hayır, gelmek istiyorum, bunu her şeyden çok istiyorum, diyormuş ısrarla. Komutan Karaca ve arkadaşları her gelişinde tekrarlıyormuş isteğini. Kararlılığının, vazgeçmemesinin karşılığını da almış bir gün. Doruktakiler gibi yaşayabileceğine ikna etmiş onları. Muradına ermiş. Doruğa çıkmış sonunda. Çok sevdiği Dayısı da oradaymış. Onunla beraber savaşacak olmaktan da çok mutluymuş. Bir de durup durup diyormuş ki: - Yok yok ben zaten başka türlü yaşayamazdım. İyi ki burada-
34 | TAVIR | KASIM 2011
Günler akıp geçmiş… Bir süre sonra Komutan Karaca, Ceylan’da bir durgunluk olduğunu fark etmiş: - Neyin var Ceylan? Durgunsun bugünlerde. - Yoo, iyiyim ben. - Bize öyle gelmedi. Aileni mi özledin? - Hayır, yani evet de hepiniz kadar özledim. Buraya gelirken bunu bilerek geldim ben. - Peki öyleyse neden durgunsun? Güler Ceylan boynunu göstererek: - Şuramda bir ağrı var. Küçük bir yara çıkmıştı. Şimdi böyle oldu. Birkaç gündür ağrı iyice arttı. Hem de çabuk yoruluyorum, demiş. Ceylanın dinlenmeye ihtiyacı olduğunu düşünmüşler. Ama dinlenmesine rağmen her geçen gün daha da halsiz düşmüş. Dermanı kalmamış. Boynu çok ağrıyormuş. Komutan Karaca doruktaki herkesi toplantıya çağırmış. Ceylan’ın durumunu anlatmış; - “Ceylan çok hasta. Burada iyileşemez, ne yapabiliriz?” diye sormuş. - İyi bir yere gitmesini sağlamalıyız, demiş bir Ceylan. - Evet ailesi yapabilir bunu, demiş bir diğeri. - Peki ona nasıl söyleyeceğiz bunu, asla razı olmaz, demiş Gümüşboynuzlu Geyik. - Onu ikna edebilecek biri var aramazda, demiş Komutan Karaca. Dayı Ceylan anlamış kendisinin kastedildiğini; - Tamam çok zor olacağını biliyorum ama ben konuşurum onunla. Dayı Ceylan usulca gelmiş Güler Ceylan’ın yanına; - “Dayısının ceylanı, biricik yoldaşım nasılsın?” diye sormuş. - İyiyim. Hastalığımın geçmesini bekliyorum. Sizinle olmayı özlüyorum, demiş dermansız bir sesle Ceylan. - Dayı Ceylan:
- Bak ceylanım, burada iyileşmen imkansız görünüyor. Güler Ceylan sözünü kesmiş hemen; - İyileşirim burada iyileşirim. Ben buraya aitim. Başka bir yerde iyileşemem. Dayı Ceylan: - Dinle ceylan. Huysuzluk etme. İyileşip bizimle birlikte olmayı istemiyor musun? - Hı, hı… Canımdan bile çok. Güler Ceylan biraz düşünmüş ve üzgün bir sesle cevap vermiş: - Tamam gideceğim. Ama bütün ümitlerimi, dileklerimi sizlere bırakıyorum. İyileşip dönemezsem hiçbir şey yarım kalmasın. Ceylan tek tek sevdikleriyle vedalaşmış. Tutmuş gözyaşlarını. Ta ki Dayı Ceylan arkasından türkü söylemeye başlayıncaya kadar. Sonra kimseye göstermeden bırakmış gözyaşlarını. Uzun bir yolculuktan sonra Ceylan yuvasına ulaşmış. Bu arada kurt ve arkadaşları Küçük Ceylan’ın hasta olduğunu duymuşlar. Hemen bir araya gelip plan yapmışlar. Küçük ceylanı yakalayacak, Komutan Karaca ve arkadaşlarını öldürmek için yem olarak kullanacaklarmış. Onlar fısır fısır konuşa dursun, tilki onları gizlice dinliyormuş. Tilkiler çok akıllı ve kurnaz hayvanlarmış. Ama bu özelliklerini ille de kötülük yapmak için kullanmaları gerekmiyormuş.
Umut dolmuş ceylanın yüreğine: - Tamam bekleyeceğim sizi, merak etmeyin, demiş.
Tilki, Karaca ve arkadaşlarına çok saygı duyuyormuş. Kimseye de kötülük yapmak istemiyormuş. Duyduklarını anlatmaya karar vermiş. Doruğa gitmiş, karaca’yı bulmuş, anlatmış her şeyi.
- Ben iyileşeceğim. Bu amansız bir hastalık biliyorum öleceğim. Doruğa kavuşturun beni, demiş dolu gözleriyle.
Komutan Karaca bütün savaşçılara kurt ve arkadaşlarının planlarını anlatmış. - Ceylan’ı gidip oradan almamız gerekiyor, demiş. Hemen hazırlığa başlamışlar ama geç kalmışlar. Kurt ve arkadaşları Tilki’nin Karaca ile görüştüğü sırada çoktan Ceylan’ın yanına varmışlar bile. Hasta yatan Ceylan’ın bacağından yakalamış Kurt; ceylan o kadar dermansızmış ki direnememiş. Ceylan’ı sürükleye sürükleye dağın uçurumlu, bol kayalıklı bir yerine götürmüşler. Bir mağaraya kapatmışlar Ceylan’ı. Burası çok pis, havasız, nemli bir yermiş. Diğer yandan Karaca dağın eteklerinde yaşayan herkese çağrı yapmış. Herkes gelmiş toplantıya. Birlikte mücadele etmeye karar vermişler. Önce Ceylan’ın nerede olduğunu bulmak gerekiyormuş. Kuşlar ağaçlara, ağaçlar yaban keçilerine… kulaktan kulağa hızlıca ulaşmış haber her yere. Ceylan’ın yerini sonunda bulmuşlar. Ceylan’a da bir haber ulaştırmak gerekmiş. Bu görevi uğur böcekleri ve yusufçuklar almış. Uğurböceği ve yusufçuk uçmuşlar hemen Ceylan’ın yanına. Ceylan’a yaklaşmışlar. Ceylan’ın gözleri kapalı, yavaş yavaş soluk alıyormuş. - Güzel gözlü, nazlı ceylan tüm dostların seni almaya gelecekler, sen yeter ki diren, demişler.
Dağda uzun zamandır olmayan bir dayanışma yaşanıyormuş. Herkes, ağaçlar, dereler, kayalar… seferber olmuş. Zorlu yerlerden geçerken ağaçlar eğilmiş, dallarıyla köprü olmuşlar. Dereler onlar geçerken akmaz olmuş, kayalar dağın dik yerlerine merdiven gibi dizilmişler. Nihayet varmışlar Ceylan’ın yanına. Mağaranın etrafını sarmışlar. Kurt nöbette, diğerleri uyuyormuş. Yavaşça yaklaşmışlar. Kurt kokularını almış, hemen ulumaya başlamış. Sırtlanlar, çakallar, kurtlar uyanmışlar. Karaca ve arkadaşları hemen saldırıya geçmiş. Kuşlar pençelerinde taşıdığı kayaları bırakmış, kaplumbağalar kalkan olmuş, tavşanlar hızlarıyla yormaya başlamış düşmanları. Bir bulut yağdırmış yağmurunu tüm öfkesiyle, şimşekler çakmış. Affetmemiş hiçbirini Karaca ve arkadaşları. Hepsini öldürmüşler. Gücüne güvenip bir başkasını öldürmek, hele de haksız yere yapmak bunu, affedilmezmiş. Ceylan’ı alıp götürmüşler. Ceylan ateşler içinde doruğu sayıklıyormuş. Rüyalarında hep oraları görüyormuş. Tek dileği doruğa geri gitmekmiş. Karaca ve arkadaşları öğrenmiş bu isteğini. Ama Ceylan’ın sağlığı bu zorlu yolculuğu kaldıramazmış. Biraz toparlanınca götüreceklerine söz vermişler. Ceylan kabul etmemiş.
Bunun üzerine yolculuk hazırlığı başlamış. Bir taht hazırlamışlar. Sırayla taşıyorlarmış Ceylan’ı. Ceylan’ın gözleri hep doruğa bakıyormuş. Yürümüşler, yürümüşler ama Ceylan doruğa ulaşamadan son nefesini vermiş. Arkadaşları yine de yürümeye devam etmişler. Doruğa geldiklerinde tören hazırlığına başlamışlar. Haberi duyan herkes toplanıp gelmiş. Ceylan’ı yüksekçe bir taşın üzerine yerleştirmişler. Komutan Karaca bir taşın üzerine çıkmış: - Dostlar, Ceylan’ın sevgili arkadaşları! Bir kez daha Ceylan için toplandık. Bizim Ceylanımız hastalıktan ölmedi. Onu öldüren kurt ve arkadaşlarıdır. Ceylan onların olmadığı bir yaşam istiyordu. Bunun için savaştı. Savaşırken hastalandı. Kötü bir hastalıktı ama iyileşebilirdi. Eğer Kurt ve arkadaşları onu kaçırıp mağaraya kapatmasaydı, böyle olmayacaktı. Biraz durmuş Komutan Karaca ve devam etmiş; - Bizler el ele verip Ceylanımızı oradan çekip aldık. Son günlerini sevdiklerinin yanında mutlu olarak geçirdi. Kurdu ve arkadaşlarını öldürdük. Ama daha işimiz bitmedi. Güler Ceylan’a sözümüz var. Başladığımız işi bitireceğiz. Bu dağda onun uğruna öldüğü hayatı kuracağız, demiş. Bu sırada küçük ceylanlar tıpkı yıllar önce başka bir küçük ceylanın yaptığı gibi ışıldayan doruğa bakıyorlarmış.
KASIM 2011 | TAVIR | 35
inceleme inceleme
sosyalist kültür öğretmeye devam ediyor derya erdemir
Bileneceği gibi ideolojik biçimler olarak sanat ve edebiyat eserleri, bir toplumun hayatının insan kafasındaki yansımasının ürünleridir. Devrimci sanat ve edebiyat ise halkın hayatının, devrimci yazar ve sanatçıların kafalarındaki yansımanın ürünleridir. Bunun için halkın hayatı, sanat ve edebiyat için her zaman bir hammadde kaynağı olmuştur. Halk kaynağından beslenen sanat yanında diğerleri sönük kalır. Ve devrimciler için biricik kaynak halktır. Peki, kitaplar, eski çağların ve başka ülkelerin sanat ve edebiyatı da birer kaynak değil midir? Aslında, geçmişin sanat ve edebiyat eserleri bir kaynak değildir. Nedir öyleyse? Onlar bir ırmaktır diyebiliriz. Çünkü, bunlar atalarımız ve yabancı uygarlıklar tarafından kendi çağlarında ve yaşadıkları yerdeki halkın hayatında buldukları sanat ve edebiyat hammaddesinden yaratılmışlardır. Öyleyse bunlar da bizler için değerlidirler. Zira sanat ve edebiyat mirasımızda, kültürlerimizde iyi olan her şeyi devralmalıyız. Yararlı olan her şeyi eleştirici bir şekilde özümsemeliyiz. Ve halkın hayatındaki sanat ve edebiyat hammaddesinden eserler yaratırken, bu mirası örnek olarak kullanmalıyız. Ve bilmeliyiz ki böyle örneklere sahip olmak ya da olmamak
36 | TAVIR | KASIM 2011
çok şeyi değiştirir. Bunun için, feodal ya da burjuva sınıflarının eserleri olsalar bile, tarihi eserler asla bir kenara atılmamalı ve onlardan öğrenmeyi reddetmemeliyiz. İşte bu konuda da Sovyet deneyimi bizlere yol gösterici olmuştur. Leningrad’daki Tarih Leningrad, Çarlık döneminin başkentiydi. O zamanki ismi ise önce Petersburg sonra Petrograd oldu. Şehir, devrimden sonraki süreçte Lenin’e ithafen Leningrad olarak adlandırıldı. Çünkü Lenin ismine yakışacak denli önemli Bolşevik direnişlerine sahne olan bu şehir, 2. Paylaşım Savaşı’nda da 900 gün kuşatma altında kaldı. Hitler, Leningrad’ı 13 bölgeye ayırıp her bölgeyi bir gün bombalatmıştı. Belki “Teslim Olmayanlar Ölmez” adlı Nikolai Chukovsky’nin romanını okuyanlar bu sahneleri hatırlayacaktır. Ki Hitler şehri alacağına o kadar emindi ki, şehri aldıktan sonra hangi gün nerede balo verileceği ve baloda ne müzik çalınacağını bile hazırlatmıştı. Ancak Hitler’in hesapları sosyalist Leningrad halkı ve Stalin önderliğindeki Sovyet ordusu karşısında yerle bir oldu. Bombardımanda binlercesi şehit düşse de, kuşatmada çocuk, yaşlı, kadın demeden açlıktan kırılsalar da teslim olmadılar. İşte kahraman Leningrad halkı bu direnişi örgütlerken, bir yandan da şehirlerindeki sanat eserlerini korumaya çalışmıştır. Çünkü kadınlar, yaşlılar ve 15 yaşından küçük çocukların toprak altına gömerek, kum torbalarıyla siperleyereksakladıkları bu sanat eserleri, onlar için direnişin bir parçasıdır. Onların manevi kültürleridir.
“… Çünkü sanat halkın hayatının, düşüncelerinin ve duygularının bir yansımasıdır ve bir milletin gelenekleri ve diliyle sıkı sıkıya bağıntılıdır. Tarihi olarak sanat mirası, millet çerçevesinde olmuştur. “ (Mao, Kültür Sanat ve Edebiyat Üzerine) Sosyalist kültür, kendinden önce yaratılmış tüm kültürlerin en ileri yönlerini de içererek tarihsel olarak büyük bir güce sahip olur. Yani başka bir deyişle, geçmiş kültürün tümünün inkarı üzerine değil, ondaki değerli tüm ürünleri, değerleri, kurumları devralır. Çeşitli uygarlıklar arasında, onların kültürleri arasında maddi ve manevi yoğun bir etkileşimin yolu açılır. Kültür üzerinden şovenist, milliyetçi sınırlar kalkar. Bu yanıyla sosyalist kültür enternasyonalist bir kültürünün oluşmasının koşullarını hazırlar. Halk yığınlarını edebiyattan, müzikten, resimden, tiyatrodan uzaklaştıran veya onları sadece “tüketici” konumunda tutan kapitalist kültürün aksine, halkı kültürden ayıran tüm engelleri ortadan kaldırmayı amaçlar. Halk kendi kaynağından beslenen sanatı böyle geliştirir, yaygınlaştırır ve gelecek kuşaklara sağ-salim ulaştırır. Leningrad’ın Bugünü Şehirde, bugün de varlığını sürdüren Ermitaj Müzesi vardır. Bu müze 1703 yılında büyük Petro tarafından İtalyan mimarı Bartolomeo Rastrelli’nin yaptığı kışlık sarayda yer alır. Ki bu müzenin bazı bölümlerinin, dünyanın en büyük müzesi olarak bilinen Fransa’daki Louvre’dan daha büyük olduğu söylenir. Leningrad’daki en görkemli sanat eserlerinden olan Şehitler Abidesi ise; 2. Paylaşım Savaşı’nda şehit düşenlerin anısına dikilmiştir. Çok güzel mermer bir yapı olan bu abidenin etrafına dizilen eski parke taşlar ise dikkat çekicidir. Bunlar Hitler kuşatmasında bombalanan Leningrad sokaklarının parçalanan parke taşlarıdır. Tarihten öğrenilmesi gerekenlerden, hiç unutulmaması gereken o günlerden bir direniş eseri olarak orada sergilenirler. Halkın bombardıman altında bin bir zorlukla koruduğu tarihi eserler ise Ermitaj Müzesi’nde yerini almaya devam ediyor. Ve hiç birinin kılına zarar gelmemiştir. Çünkü halklar değerlerinin bilincine bilinçlendirdiği, eğittiği kitleler elbette sanata ve sanat eserlerine de gözü gibi bakacaktı. Böylesi bir sorumlulukla ülkeyi baştan aşağı inşa edeceklerdi. Bu anlamda sadece Leningrad değil tüm Sovyetler Birliği, halkın yara-
rına düzenlenmiştir. Örneğin metrolarla ülke bir ağ gibi örülmüştür. Sadece Leningrad’da 80 km’lik bir metro mevcut. Leningrad’daki nehirlerin 25 metre derinliği olduğundan, raylar 60 metre yerin altına inilerek döşenmiştir. Yürüyen merdivenlerle insanları adeta yerin yedi kat dibine kadar indirebilen bir teknolojidir. Ayrıca bu metrolar adeta birer sanat merkezi işlevindedir. Metroya değil müzeye giriyormuşsunuz gibi hissettiren bir inşa söz konusudur. Avizeler, heykeller, resimler… Kullanılan malzemelerin güzelliği ise göz alıcıdır. Bilineceği gibi Leningrad artık St. Petersburg olarak, eski adıyla adlandırılmıştır. Sosyalizmin nimetleri üzerinde tepinen bu günkü kapitalist hükümetler Sovyet döneminin şehir isimlerini değiştirseler de halkların kalbindeki ve bilincindeki yerini asla değiştiremezler. Onca emek ve kanla yaratılan bu değerler yine dimdik yerinde durmaktadırlar. Ve bu yeni değerler yeni kuşakların kültüründe de etkili olacaktır. Çünkü emekçi halkların yarattığı hiçbir şey boşa gitmez. Örneğin bugün orada sergilenen eserler içinde proleter sanatı da en görkemli haliyle yerini alıyor. Ve o eserlerde iki sınıf yer alıyor. İki düzen karşılaştırılıyor. Hamlıkla işlenmişlik, kabalıkla incelik, alçak bir düzenle yüksek bir düzen karşı karşıya getiriliyor. Ve görenlere Sovyetlerin yeniden dirilişinin gecikmeyeceğini anlatıyor.
KASIM 2011 | TAVIR | 37
şiir şiir
eller ilahisi
gülten akın
Ellerini görsem oğlumun Uzun esmer parmaklı ellerini Onları özlüyorum Üç yaşına yağan karda Kızarmış, ısıttım öpe hohlaya Ozanda el-ücra çağrışımı yapan Alucra kışları Bir elim elinde sabaha dek Öteki yorganının üstünde Üşümezdi artık örttüm sardım ya Görsem ellerini oğlumun Ardında bağlı durmasa Kalmasa Alucra sisler içinde Gevaş'a kurtlar inmese Cano kızak yap oğluma Uçar gider göle doğru Çığ düşer, Artos'a salma Ellerini görsem oğlumun Dizgini tutarken atının üstünde Sağrısı yelesi al ürpermede Ferhan usul usul titrese Ellerini görsem oğlumun Yeşil söğüt dalını incelikle Kuş sesleriyle değiştiğinde Beş yaşında çalışkan ellerini Uçtu gitti kitapların ardında Uçtu gitti kalemlerin ardında
38 | TAVIR | KASIM 2011
biyografi
biyografi
“kevkeb-uş şark” doğu’nun yıldızı: ümmü gülsüm kevser sarıca
Hayatı çokça ızdırablarla sürmüş bir kadına, “Bunca acıya nasıl dayandın” diye sorduklarında O vakur bir eda ile iç çekmiş, “Taş olsam dayanamazdım, toprak oldum dayandım” diye cevap vermiş.
Nil, nasıl ki Mısır’a hayat veren can damarı ise, o da halkının kalbinden bilincine uzanan bir ses oldu. Sesiyle, söylediği şarkılarıyla Arap halkının duygularını güçlendirip canlandıran bir aydın, sanatçıydı. Yoksulların aşağılandığı ve hor görüldüğü bir coğrafyada yoksul bir köylü kızı, bir Fellah olduğunu her fırsatta dile getirdi. Bununla övündü, gurur duydu. Yoksulluğunun yanında kadın olması, onun hayat kavgasını daha bir zorlu kıldı. Ne de olsa, bir yüz batıya baksa da “doğu”ydu burası… Bir genç kadının topluluk içinde şarkılar söylemesinin hoş karşılanmadığı koşullarda ilahilerle, yerel şarkılarla adım adım engelleri aştı. Hiçbir baskıya teslim olmadı. Kadının yok sayıldığı topraklarda, kendine güveniyle Arap kadınlarına örnek oldu, onunla gurur duydular. Yürekten konuştu… Kalbi duygularla seslendi halkına. Halkı ve Arap alemi ise kalbinin en müstesna köşesinde yer açtı ona… Öyle ki şarkılarını söylediği vakit hiçbir Arap lideri konuşma yapmaya cesaret edemez oldu. Halk, onun radyodan şarkı söyleyeceği vakitler, soluksuz halde radyo başında toplanır, onun canlı, güçlü ve içten şarkılarını dinlerdi. Bu Arap kadını, sadece şarkıcı ve sanatçı olmadı. “Ben sade-
KASIM 2011 | TAVIR | 39
Nil Deltasından Yükselen Ses Yoksul Mısır’ın ezgili yüreği, halk şarkılarının ölümsüz sesi Ümmü Gülsüm; Mısır’ın can damarı, Nil deltası üzerindeki Tomay Zahayra adlı bir köyde doğar… Yıl 1904’ü gösterir. Ülkedeki yoksulluk, bu köyde de fazlasıyla hissedilir. Fakir bir ailenin üç çocuğundan en küçüğüdür. Babası köyün imamıdır. İmamlıkla ailesinin geçimini sağlayamadığından düğün ve cenazelerde kuran okuyarak ek gelir sağlar. Sadece kendi köyünde değil, farklı köylerden de davetler alır. Annesi ev işlerinde çalışır. İki katlı evin çok nadir görüldüğü bu köyde, at arabasının geçeceği kadar bir yol ancak bulunur. Ümmü Gülsüm, anılarında 10 yaşlarında iken köyünün bağlı olduğu kasabayı, dünyanın en büyük şehri olarak gördüğünü anlatır. Bu yıllarda Mısır’a feodal kültür ve klasik sömürgecilik dönemine ait ekonomik ilişkiler hakimdir. O da kırlarda, yaşayan milyonlarca yoksul halk çocuğundan biridir. Ülkenin idaresinin Fransız ve İngiliz emperyalistlerinde olduğu bu yıllarda Mısır’ın nüfusu 16 milyon civarındadır. Ama 225 bin işgalci, ülke servetinin yarısından fazlasına el koyuyordur. Sömürgecilik Mısır halkını iliklerine kadar sömürmekte, tüm halkı açlığa, yoksulluğa mahkum etmektedir.
ce sanatımı icra ederim” demedi. Her daim halkıyla omuz omuzaydı. Halkının yaşadığı tüm zorlukları, sıkıntıları ve sevinçleri kendisi de yaşadı. Acılara ve yoksulluklara, sürgünlere tanıklık etti. Siyonizme karşı savaşları ve yenilgileri gördü. Ama asla bu yenilgiler onu Siyonizmle ve emperyalizmle uzlaşmaya götürmedi. Bir yurtsever olarak Arap halklarıyla birlikte emperyalizme ve Siyonizme karşı duruşundan vazgeçmedi. Halkının ve tüm Arap aleminin acılarını acısı, sevinçlerini sevinci bildi… Şarkılarıyla gönülden gönüle, dilden dile köprüler kurdu… Ve işte bundan dolayı halkı çok sevdi onu… Ve hiç unutmadı…
40 | TAVIR | KASIM 2011
Hayata böylesine ağır koşullar içinde başlar. Ama yine de bu zor koşullara boyun eğmez. Henüz çocukluğunda çok güçlü ve güzel bir sese sahip olduğu fark edilir. Babasının öğrettiği güzel kuran okuma dersleriyle sesini kullanma yeteneği ve sesinin gücü herkesçe görülmeye başlanır. Önceleri kendi köyünde, ki düğünlerde çok geçmeden de sesinin güzelliği duyan komşu köylerde şarkı söylemek için çağrılır. Feodal ilişkiler, İslam’ın kadına bakışı gibi etkenlerin getirmiş olduğu tüm zorluklar bu köyde de Ümmü Gülsüm’ün yakasını bırakmaz. Öyle ki, düğünlerde bir genç kızın şarkı söylemesi aykırı bir durumdur. Yine de babası işi kuralıyla yapması için yardım eder kızına. Bu güçlü ve güzel sese, teklifler gelmekte gecikmez. O günün tanınmış ut sanatçılarından Zekeriya Ahmet, henüz 16 yaşın-
daki bu genç sesin kendisine eşlik etmesini ister. Fakat ailesi tedirgindir. Onun Kahire’ye, bilinmezliklerle dolu bir yolculuk yapması noktasında tereddütlüdür. İlk başlarda kendisi de ailesini bırakmak istemez. Ancak kendine güvenli kişiliği, ailesinin tereddütlerini giderir. Kararlıdır. Ve 1923 yılında kesin kararını vererek Kahire’ye gider. Ve Kahire... Yurdunun Kalbinde... O artık sömürgecilerin etkin olduğu Mısır’ın başkenti Kahire’dedir. Buraya yerleşmesinde ve taşınmasında da yardımcı olan şair Ahmet Rami yanı başındadır. Ki onun çabalarıyla Kahire müzik yaşamında daha fazla yer almaya başlar. El Asabgi, Ümmü Gülsüm’ün tiyatro salonlarında sahne almasını sağlar. Bu yıllar da hayatını kazanmak için şarkı söylerken bir yandan da dönemin önde gelen hocalarından müzik ve ses eğitimi almaya devam eder. Ünü hızla yayılmaktadır. Yıl 1930’u, gösterdiğinde Arap kadınının o güçlü yanını temsil eden sesiyle sadece Mısır’da değil, tüm Arap halkları arasında tanınmaya başlamıştır. Değişik Arap ülkelerinde art arda konserler verir. Artık Araplar arasında tanınmış bir sanatçıdır. Ümmü Gülsüm’ün tanındığı bu yıllar aynı zamanda Mısır’ın çok hızlı bir dönüşüm yaşadığı yıllardır. Dolayısıyla ulusalcıyurtsever anlayışlardan etkilenen müzikal atmosfer gibi Gülsüm’de bu dönüşümden payını almakta gecikmez. Bir yanıyla birbirine paralel gelişen bu süreç, bize dönemin müzikal atmosferinin anlaşılması için fazlasıyla ipucu verir. Şöyle ki Mısır’da müzik pek çok Arap-Müslüman ülkelerde olduğu gibi tam olarak geliştiği söylenemez. Halk ozanlarının söylediği, doğrudan halkın yaşamını konu eden şarkılar, bölgenin kendi özelliklerine göre değişkenlik gösterir. Diğer müzik türü de saray ve din çevresinde, eğitimli kişilerin söylediği müziktir. Dinsel anlayış ve dogmatik önyargılar müziğin gelişmesini engelleyen bir faktör olsa da halklar bir şekilde yaşadığı acıları, felaketleri, katliamları, aşkları, özlem ve umutlarını müzikal ezgilere yansıtarak yaşatmasını bilmiştir. Bölgede din ve saray çevresi dışında müzik eğitimi veren okullar ancak 20. yüzyılın başlarında Mısır ve Beyrut’ta açılmaya başlar. Bu yıllarda kapitalist ilişkilerin gelişimi, emperyalizmin ülkedeki varlığı müzikte de kendini gösterir. Özellikle yurtsever, ulusalcı duyguların geliştiği, bağımsızlıkçı düşünce ve hareketlerin yaygınlaştığı bu dönemde müzik de kendine has kanallardan akmaya devam eder. Halkın yurtsever duygularına, özlemlerine, yaşamında ifadesini bulup mücadelenin bir aracına dönüşmeye başlar. Müzik bu anlamda asla yaşamdan kopuk olmaz onun bir parçasıdır. Geleneksel halk sazlarının yanında farklı müzik aletleri de kullanılmaya başlanır. Ancak bunda halktan kopuk, onun dünyasından uzak arayışlara pek yer yoktur. Halka hitap eden müzikler yapılmaya başlanır. Halk artık sömürgeciliğe ve feodalizme karşı sesini daha fazla, canlı çıkarmaya başlar. Bunu mü-
zikal üretimde de gösterir. Bu anlamda müziğin gücü egemenler için rahatsız edicidir. Sömürgeciliğe karşı yurtsever muhalefet kendini her alanda hissettirir. Sömürgeciler 1936’da Mısır’ın bağımsızlığını tanıyarak, ilan etseler de, bunun göstermelik olduğu çok geçmeden anlaşılır. Bu yıllar Ümmü Gülsüm’ün yurtsever duygularının ve bilincin geliştiği dönemdir. 1930’lu yıllar Ümmü Gülsüm’ün modern-romantik şarkılar söyleyen Ümmü Gülsüm’den popüler Mısır şarkılarını seslendiren Ümmü Gülsüm’e geçiş yaptığı yıllar olur. Bu durum, onun çok geniş halk tarafından dinlenmesini beraberinde getirir. 1950’li yıllara doğru ise Riyad El Sunbeti’nin eski Mısır şiirlerini besteleyip seslendirmesiyle kendi tarzını yakaladığı gibi, halka dönüş açısından önemli bir dönüşüm yaşar. Bu aynı zamanda gelişen yeni nesil için örnek bir yol göstericilikken, Arap kültürünün korunması ve beslenmesi gereken kaynağı göstermesi açısından önemli bir örnek olur. Ki artık eski şarkıları söylemeye devam etmek; halkın bilincindeki gelişimi, içinde bulunduğu duygu selini göstermemek, halka yabancılaşmak, onu anlamamak demektir. Bir aydın-sanatçı olarak Mısır halkı gibi Ümmü Gülsüm de değişmekte, yurtseverliğinden etkilenmekte, ürettikleriyle onu beslemekte, halkla çıkarsız, gönülden, ölümsüz bağlar kurmaktadır. Ümmü Gülsüm’ün hayata bakışı ve duruşu gibi, sanatsal yeteneği ve icra tarzı da çok sevilir. Çünkü değişik bir ses tonu vardır. Adeta Arap halklarının tüm acılarını omuzlamışçasına yürek sızlatıcı; aşktan yoksulluğa, ayrılıktan özleme... İnsanı sarıp sarmalayan tüm duyguları ifade eden şarkılarla, yürek titreterek büyülercesine size seslenir. Gerek ülkede, gerek dünyada bağımsızlık savaşları gelişip anti emperyalist bilinç hızla yükselir. Emperyalizm halkın kültürüne saldırdıkça, halk kendi kültürüne daha fazla sarılır. Mısır’da da gelişmeler bu yönde olur. Ümmü Gülsüm de bu dönüşümün bir parçasıdır. Müziği ile hep bunu gösterir. Ancak onun için daha da önemlisi Arap halklarının bağımsızlığı, kendi topraklarında onuruyla yaşamasıdır. Hayatının bir yanı hep bunun kavgasıyla geçer. Anti Emperyalist, Yurtsever Bir Kadın… 1950’li yıllar bölgede, özellikle Mısır’da siyasi çelişkilerin derinleştiği, gelişmelerin dünya tarafından ilgiyle izlendiği yıllar olur. Ancak 1948’te İsrail ile yapılan savaşta alınan ağır yenilgi, Mısır ve Arap halklarını derinden etkiler. Mısır ordusunun yenilgisi ve içine düştüğü acizlikten dolayı üzgündür. Ancak bu acizlik ve emperyalizmle işbirlikçiliğe karşı ulusal gurur duygusuyla yurtsever subayların harekete geçmesini sevinçle karşılar. Gelişmeler anti emperyalist ve anti Siyonist duyguların daha da güçlenmesine yol açar. 1952’de Hür Subaylar iktidarı ele geçirir. Ardından Cemal Abdul Nasır devlet başkanı olur. Nasır, anti emperyalist, bağımsızlıkçı, eşitlikçi ve ulusal dayanışmacı ilkeler etrafında halkta büyük umutlar yara-
KASIM 2011 | TAVIR | 41
tır. Ümmü Gülsüm de, Nasır’ın bu siyasi hedeflerini paylaşarak ona destek olur. Kendisi de sanat cephesinden halkın bu duygularına katkı sunar. Ki başka türlü olsaydı Ümmü Gülsüm ne doğunun yıldızı olur ne de yer ederdi halkın kalbinde. Onun halkla kurduğu ölümsüz gönül bağının sırrı tam da buradadır. Sekou Toure; 1959’da Yazarlar ve Sanatçılar Kongresi’ne sunduğu “Bir Kültürün Temsilcisi Olarak Siyasi Lider” adlı tebliğinde bu sırrı şöyle açıklar: “Afrika devriminin bir parçası olmak için devrimci bir şarkı yazmak yeterli değildir, bu devrimi gerçekleştirmek için halkla birleşmek gerekir. Halkla birleşince şarkılar kendiliğinden gelecektir. Bir eylemin özgün olması için Afrika’nın ve onun düşünce tarzının canlı bir parçacı olmalısınız, Afrika’nın kurtuluşu, ilerlemesi ve mutluluğu için seferber olan bu halk enerjisinin bir parçası olmalısınız. Bu biricik mücadele dışında, Afrika’nın ve ızdırap içindeki insanlığın verdiği büyük savaşta halkla birlikte seferber olmamış ve kendini adamamış ne sanatçıya ne de aydına yer vardır.” (1) Ümmü Gülsüm böyle yaptığı için halk onu unutmaz. Onu farklı kılan sadece güzel ve güçlü bir sese sahip olması değildir. O bu güzel ve güçlü sesiyle halkının duygularına tercüman olmuş; halkının eşitlik ve demokrasi mücadelesinde hesapsızca yanında yer aldığı için bağrına basmıştır. O aynı zamanda yoksul halkla iç içe yaşar ki her defasında yoksul köylü geçmişini unutmadığını belirtir. Bu anlamda ünlü oldum diye geçmişinin bilinmesini istemeyenlerden, geçmişinden utananlardan olmaz. Yoksul halka yardımlarda bulunup dayanışma konserleri organize eder. Zamanını ve enerjisini, kazandığı parasını halkına adamaktan kıvanç duyar, mutlu olur. Müzik alanında, halk için müzik alanında halk için müzik yapan girişimleri destekler. Bazılarında ise bizzat kendisi katılır. Bundan da öte Müzisyenler Sendikası’nın başkanlığını yaparak, hak mücadelesinde yer alır. Arap ülkelerinde Mısır’ın elçiliği görevinde bulunur. Gittiği her ülkede halkların coşkun sevgisiyle karşılanır.
42 | TAVIR | KASIM 2011
Perşembe Günleri Verdiği konserlerin yanında o güçlü ve güzel sesiyle özellikle radyodan da halkına ulaşır. Yaklaşık 50 yıl her ayın ilk Perşembe günü geldiğinde yaptığı programlarla gönüllerde taht kurar. Halk onun acılı, özlem dolu, coşkun sesiyle söylediği şarkıları dinlemek için radyoya taparcasına eve kapanır. Sokaklar, caddeler boşalır. Ailece radyonun başına geçilir. Öyle ki yoksul Mısır halkından, Irak’tan gelip Hayfa’nın merkezinde Filistinlilere ait evlere yerleşen Yahudilere; 1948’te etnik temizlikten kurtulmayı başaran Filistinlilere; Karmal Dağı’ndaki Durzi topluluklara dek o gün, o saatte onu dinlemek için radyosu olan evlerde toplanan hepsinin tek dileği “Kevkebuş Şark” dediği, “Mısır’ın 4. Piramidi” olarak adlandırdığı doğunun yıldızı Ümmü Gülsüm’ü ağız tadıyla dinlemektir. Daha sonraki yıllarda Kahire’den Arapların Sesi Kanalı, Sawted-Arap tarafından sesi daha geniş halka duyurulur. Ve Kudüs, Ramallah, Amman, Beyrut ve Şam’daki yerel radyo kanalları Ümmü Gülsüm’ü Arap halkına duyuran yayınlar yapmaya başlar. Halkla Beraber, Halk İçin 1967 Arap-İsrail savaşında alınan yenilgi, tüm halkı etkilediği gibi Ümmü Gülsüm’ü de etkiler. Yalnız onu etkileyen şey yenilginin bunca ağır olması, Arap devletlerinin tümüyle çaresiz görünmesidir. Ancak yine de Siyonizme karşı savaşın ve ona karşı Arap-Filistin halklarının verdiği mücadelenin haklı meşru olduğu inancından hiç vazgeçmez. Çok geçmeden de yenilgi psikolojisini üzerinden atmasını bilir. Bir kenara çekilenlerden olmaz. Halka yılgınlık, umutsuzluk tohumları atmadığı gibi atılmasına da izin vermez. Yeniden kaldığı yerden şarkılarına, etkinliklerine devam eder. Halkın ondan beklentiler, onunda halkına karşı sorumlulukları vardır. O bir aydın-sanatçı olarak halka güven verip umutlarını canlı tutmak gibi bir de sorumluluğu olduğunun farkındadır. Bu amaçla Mısır’ın pek çok kentinde ve Arap ülkelerinde konserler verir. Dayanışma konserleri organize eder, edilenlere katılır. Ümmü Gülsüm, siyasal olarak Arapların birliğini savunmasının yanında, Arap kültürünün de yaşatılmasını, bu kadim top-
raklar üzerinde onuruyla yaşayabilmesine büyük önem verir. Arapları böylesine bölüp-parçalayan emperyalizm olduğu gerçeğinin de farkındadır. Bu anlamda anti emperyalist olunmadan ulusal bir kültürün savunulmayacağı gibi gerçek anlamda yurtsever de olunamaz. O bu duygularla hareket eder. Ömrü boyunca bu amaçla politik ve müzikal çalışmalarını birleştiren bir aydın-sanatçı olur. Görkemli Son!... ’70’li yıllardır… Artık yaşı ilerlemiştir. Buna rağmen yaşlandıkça sesi daha da güzelleşir. Şarkılarını on yılların birikimi ve deneyimiyle söyler. Ancak sağlık sorunları ilerlemiş durumdadır. Gençlik yıllarından bu yana peşini bırakmayan kalp sorununa, gözlerindeki rahatsızlık eklenir. Işığa karşı daha fazla hassaslaşır. Yine de her fırsatta halka ulaşmaktan vazgeçmez. Fakat konserlerinde hiç eksik etmediği mendilinin yanında şimdi gözlerinde siyah gözlükler de vardır.1972’de bazı konserlerini sağlık nedeniyle ertelemek durumunda kalır. Aynı yılın Aralık ayında verdiği bir konserde baygınlık geçirir. Buna rağmen halkın kendisine gösterdiği sevgi ve bağlılığı karşılıksız bırakmayarak konsere devam eder. Fakat bu onun son konseri olacağından habersizdir.
vererek onlara örnek olmayı başarmış yürekli kadın; halkının sanatçısı ve aydını, 3 Şubat 1975’te kalp yetmezliğinden yaşama veda eder. Halk, cenazesinde evladına büyük sevgi gösterir. Cenazesine katılmak için yoksul köylerden, üniversite gençliğinden, işçiler, memurlar, yaşlı-genç, özellikle kadınlar… Cenazesine Cemal Abdul Nasır’dan sonra Mısır tarihinde tanıklık etmiş en büyük cenaze töreni olur. 4 milyon insan, Mısır halkının sesi soluğu olmuş bu kadını şükran duygularıyla uğurlarlar. Ve yürekten gelen bir sesle söylediği şarkılarla ve yurtsever tutumuyla Arap halkının bilincinde ve inancında yol gösteren ışıl ışıl bir yıldız olur. Ve yıllar yılı öyle anılır… Ve Şark’ın semasında öyle parıldar… KAYNAK: (1) Yeryüzünün Lanetlileri / Frantz Fanon / Sayı: 201 (Versus Yayınları)
Sağlık sorunları iyice artarak müzikle ilgilenmesinin önüne geçer. Zor ve yıpratıcı yılların ardından bedeni yorgun düşmüş; Arap-Mısır halkının sesi soluğu olmuş, kadınlara güven
KASIM 2011 | TAVIR | 43
şiir şiir
bir güzel yunus için erhan sezer Bizim için bir çift sözü var Yunus’un Perdesi ardında aydınlanan karanlığın Küçük, parlak ve ümit dolu gözlerinde Yaşamak isterdim elbet Düşünmeden bir an bile Ölme ihtimalini bu kentin Ve esmer tenime Sarısını çalıp güneşin Kollarımı rüzgâra açmak Beraber uçmak Van’ı bilirim on üçüme dek İnsanı, güvercinleri ve havada dönen ölüm makinelerini Asfaltta iz bırakan tanklarını Yoksul, ama mecburen sürülen hayatı Bin ah ile büyüyen çiçeklerini Evlat acısı ile yanan ağıt dilli anaları Uslanmaz kederli dağları Gariban Baran’ı, küçük gelin Rojin’i Ve yeni doğmuş, üç gün sonra ölmüş bebeleri Ben isyankar türküleri tılsımı ile tanırım Seveni bilirim, kavuşmayanı Tanığım yan yana düşen sevdalıların ağıtlarına. Benim toprağımda insan Çok şükür insanım diye övünür Ne elde var ne avuçta Yüzünde dost selamı Gayrı bundan ötesi Yani aşımızda toprak Dilimizde bugün de ölmemek kelamı Beni tanıdınız, bir fotoğraf ile 44 | TAVIR | KASIM 2011
Sarsmamıştı belki sizi bu kadar Tepeme düşen duvarlar, betonlar bile Ölmedim, yaşamak istedim, yaşadım biraz daha Gökyüzüne bakmak istedim o zaman Karanlıkta parıldadı gözlerimin ışığı Omzumda cansız bir el, büyükçe, kocaman. Fark ettiniz ve siz beni gördünüz Ben o zaman yaşadım işte Kısa bir an olsa bile O duvarlar, o betonlar Demirden, topraktan değil yalnız Ömürden, ömürden Katıksız aşlardan Ve saf düşlerden çalınmıştı nice şey Azar azar Böyle dönüyordu bu çark, alçalmıştı Satmıştı vicdan paraya, mala, pula İşte bu yüzden bir dirhem merhamet yoktu İnsanlığa Duymadım, görmedim, bakamadım Ama bir yerden çalındı kulağıma Kardeşliği insanlığa sunulmuş en güzel armağan bilirdim Acımıza sevinmek hangi adaptandı? Ve ben sizin de yerinize öldüm Enkaz altında insanlığı gördüğüm zaman
deneme deneme
pelen sor (*) ceren yılmaz
Suyun yüzünde birçok kırmızı yaprak sanki ışığı kovalıyor. Ürkek ürkek akan dere yaprakların salınımını bozmamak için olsa gerek daha bir durgunlaştı. Önüne çıkan küçük kaya parçalarının etrafından dolanarak sessizce akıyordu. Rüzgar onu yoldan çıkarmak istiyordu. Üzerine habire, sarı, kırmızı, kahverengi yapraklar savuruyordu. O bundan hiç ama hiç şikayetçi değildi. Yapraklar ise; suyun, güneşin sefasını sürerken belki de yeşil oldukları günlerin hasretini çekiyorlardı. Keyifli salınmalarına bakılacak olursa bu onlar için pek de kötü bir şey değildi. Az sonra bir kıyıya tutunacak bazıları... Az sonra toprağa karışacak belki de en kırmızıları. Aslında kendilerinden bir şey kaybetmiyorlardı. Bunun bildikleri için mi, böyle dökülüp saçılmayı önemsemiyorlardı acaba? Suya, toprağa yaşam için dökülüyorlardı. Bu mevsim bu ormana tepeden bakma-
KASIM 2011 | TAVIR | 45
lı. Hem de en tepeden bakmalı, keskin kayalıkların üzerinden. Hemen yamacımızda ürkek derenin ışıl ışıl kaynağı. Marallar o kaynaktan susuzluklarını gideriyor. Onlar asla bulanık suya ağız değdirmezler. Tepeden seyrine doyum olmaz ormanın. Yeşilden sarıya, kahverengiden kırmızıya... Her tonda bir renk cümbüşü. Kim demiş bu mevsimin hasret ve hüzün dolu olduğunu? İnanmayın sakın. Yapraklarını döken ağaçlar da, dökülen yapraklar da bilirler bunun gerekliliğini. Zerrece şikayetleri yoktur bu durumdan. Rüzgarla şarkı söyleye söyleye süzülür ağaçlardan yapraklar. Hiç yaprak dökmeyen ormanın yeşil ev sahipleri bö-
muş tüm uyarılara karşın Demeter’in bu görkemli meşe ağacını kesmiş. Kesmiş ama başına da gelmeyen kalmamış: Kıtlık tanrısı, tanrıça Demeter’in isteği üzerine ona öyle bir ceza vermiş ki ne yese yesin doymaz olmuş. Varını yoğunu, bu arada öz kızını da satmış yiyecek almak için. Ama doymuyormuş bir türlü. Sonunda kendi gövdesini de yiye yiye ölmüş… (Ağaçtan Ağaca Anadolu Yeşillenmiş / Syf: 88) Çok tanıdık geldi evet. Biz hesabı tanrılara havale edemeyiz. “Neden bizim meşe ağaçlarımız, tanımına uygun bir şekilde görkemli değil?” diye sormuyoruz. Ateşin kokusu genzimizi her daim yakarken bu soru yersiz olur. Tam da bu dağlara göredir meşe. Cesur, kararlı kökleri toprağından çıkarılıp yakılmadıkça mutlaka filizlenendir. Nazsız, sözsüz büyüyendir. “Ormanı kurutmalı!” derler ya hani, işte bunu tek yönlü düşünmemeli. Orman dediğin bizim can damarımız. Mevziimiz, siperimiz, aşımız, yoldaşımız... Köylünün ciğeri, sıcak aşının yareni, türküsü, sevdası…
bürlenmezler bununla. Buralarda sayıları parmakla sayılacak kadar az olsa da övünmezler. Bu ormanın her yanında meşe ağaçları vardır. Rübare bizdek’ın (1) üzerinde de en çok onun yaprakları olur. Herkesin sevgilisidir meşe; toprağın, ormanın, suyun hatta Güneş’in bile... Hatta Demeter’in de bir meşe tutkunu olduğunu okudum geçenlerde, buna hiç şaşırmadım. Sadece Zeus’un meşe yapraklarının çıkardığı seslerle talimatlarını ilettiği fikrine aklım yatmadı. Meşe bunu yapmaz. Biz onu yakından tanırız, dere tanır, maral tanır, rüzgar tanır, yapmaz. Peki Demeter nasıl severmiş? “Demeter’in korusunda son derece görkemli bir meşe ağacı varmış. Erysikhton ise örneğine günümüzde de rastlanabilecek türden bir ‘muzır’, Teselya kralı Triopas’ın oğlu, tut-
46 | TAVIR | KASIM 2011
Kaç kez yaktılar bu ormanları? Öyle “piknik ateşi”, “sigara közü” değil. Gökyüzünden ateş yağdırıp yaktılar da karşısına geçip ellerini ovuşturdular. Küller savruldu dört bir yana. Derenin yüzü küle belendi kaç kez! O günden kalma mıdır bu ürkekliği, yapraklara kıyamayışı? Bu toprağın insanı da, ağacı da, hatta börtü böceği de birbirine benzer. Şimdi yaprak döken bu meşelerin küçük meyveleri vardı ateşe atılınca şiddetle patlayan. Bilmeyen için bu öfkelerini anlamak zor, bilen içinse öfkeye öfke katımı. Ve tadına bakılmalı mutlaka tatlı palamutların. Ağzımız tatlansa da soğumaz yüreğimizde öfkemiz... Demeter gibi, yüksek yerlerde tanıdıklarımız yok. Hoş olsa da ne çıkar, yerleri yüksek kendileri alçak olduktan sonra! “Muzır”lar yaktırıp kül eylemeselerdi, nasıl da görkemli olurdu bu meşeler. İşte böyle görkemli öfkemiz; varsın olmasın yüksek yerlerden torpilimiz, yapılanı yapanın yanına bırakmayız nasılsa. Bunu meşe de bilir. Onunda görkemi boyunda posunda değil. Biz; köklerin-
deki dirence, su yürüyen damarlarındaki coşkuya, her koşulda nasıl filizlendiğine bakarız. Şimdi yokuş yukarı, dal uçlarında sarkan yapraklardan bize koşan renklerin de bir dili var, konuşurlar. Sanki kırmızı hep en öndedir. Güneşin ışınlarına tutunmuştur da, çelik misali güçlenmiştir. Ardında neşeli sarı, sakin kahverengi, huzurlu yeşil hepsi bir arada mavi göğün altında dövüşken ürkek dereye düşerken ışıkları hiç biri unutma yangın günlerini. Dündür, hatta yarındır. Ateşin kutsal sayıldığı bu diyarda ateşe tutarlar canları. Ateş utanır da utanmaz onlar. Ateşlerde sınanan yürekler yanık orman kokusunu çektikçe ciğerlerine, o ateş sarar ciğeri. Yanık yaprakları kağıtlara sarıp, ince ince dumanı çektiler ciğerlerine. Acı bir tat kapladı ağızlarını, katran tükürdüler. Şimdi tepeden bakarken bu ormana ağzımızda hala onların ağzındaki o acı tat var. Onların bize koştuğunu bilerek tepeye çıktık. Meşe ağaçlarını gördükçe bir yarenimizi görmüş gibi neşeleniriz, yeri ayrıdır biliriz. Yapraklarına bir bakın nasıl da mızrak ucu gibi sivri, yani donanımları tam. Toprağın üzerine yayılmış halleri dünyanın en rahat döşeği. Uzansan üzerine sırt üstü, gözlerinde uyku kirpik uçlarında bal damlası. Kapanır gözlerin. Hemen yamacında akan rübare bizdek. Alınmaz böyle demelerimize. O da bilir yapraklar gibi gidişinin yönünü, nedenini. Günü geldiğinde rübare diler (2) olacağını. Meşelerin damarlarında dolaştığını; yaprakları, hele de kırmızı yaprakları koynunda yüzdürdüğünü. Sarı yapraklar üzerinde dolanmaya başlayınca da böyle ürkekleşmesinin nedenini de biz biliyoruz. “Ku bejim payiz, we tene pelen zer be bırate?” (3) diye sordu ağaç ırmağa. Su göründü ışıl ışıl, “ Hayır!” dedi, kendinden beklenmeyecek kadar yüksek bir sesle şırıl şırıl... Meşe ağacı gülümsedi. Sevindi, “hazan” deyip geçmesinler istiyordu. Kırmızı yaprakları coşsun ve onunla coşsunlar istiyordu. Kırmızı yapraklar önce dökülseler de toprağa, her zaman en neşeli onlar oldular. Rüzgara karışıp ormanı inleten sesleri toprağın da neşesi olur ve sonrası yağmur. Yağmur, evet onsuz olmaz Payiz (4). Bir kavganın kovuğuna girme vaktidir. Şahan yer açtı bize hemen yanında. Omuz verir ağaçlar ve şimdi yağmurla bir olur halaya dururlar. Yer sarsılır ayaklarımız altında, iyice toprağa belenir en kırmızı gazeller. Bu kırmızı yapraklar toprağın gazel damarı (5). Şahlanıp atsa da bu damar elbet vardır bir hüznü. Yoksa bunca yağmur yağmadı böyle. Yine de her daim “Hüznün isyan olsun” derler toprağın üstünde kalanlara. Hiçbir meşe, yapraklarını dökerek yok olmaz. Hiçbir meşe, baharda yapraksız kalmaz.
Maral yudumlarken derenin suyunu, yağmur sırtından akmaya başlayınca gözlerini kıstı. Ürperdi sekti geçti önümüz sıra. Bir koku aldı evet, “kan”... “Sakla yaralarını!”... Saklanmaz yaralar, dostlar birbirlerini gözleriyle değil sevgileriyle görürler, ki saklanmaz onlardan yaralar. Kan toprağa damlamışsa eğer tekmili birden duyar ormanın. Toprağa kan damlamışsa eğer, “Dilerın!” (6) diye haykırır dere; çağıldayıp akar, atar ürkekliğini. Kan damlamışsa toprağa, Kırmızı mızrak ucudur yağmurun toprağa saplanan uçları. “Bizim kanımız” der orman ve dolar Ceylan’ın gözleri tam uçurumun başında. Ama zerrece damlamaz Gazal’ın gözleri gazeller üzerine. “Bir şahan gördüm kanadı kana belenmiş” “Konmadı mı dallarına?” “Kondu elbette, konmasa nasıl bu kadar kırmızı olurdu gazellerim?” Söyleşirken dere ile meşe, bildiler baharın sonu olmaz. Her mevsim toprak bereketine hazırlanır. Maral, Ceylan’ı uçurum başında yakaladı. Bir meşeye tutundu ayakları, doğruldular ileri atıldılar. Ağlaşmadılar, davranıp yol aldılar. Yapraklar savruldu göz bebeklerinde, yağmur yıkadı parlak tüylerini. Rüzgar çıkana kadar göğün zulasından, yağmur sefasını sürdü ortalıkta. Rüzgara karşı da biraz nazlandı. Saçıldı öteye beriye, dala yaprağa dolandı. Rüzgar ağaçların arasından sıyrılıp toprağın kokusunu getirdi. Meşelerin asi şarkılarını doladı yüreğimize. Dere ise vardığı her yere, her şeye gördüğünü, bildiğini anlattı. Doğa taşa, kurda kuşa, kulağı olana olmayana anlattı. Attı üzerinden ürkekliğini, kırmızı yaprakları anlattı her dilde, her diyarda. Meşelerin küllerinden filizlendiklerini… Söylemese de herkes bildi köklerine, onun su yürütüp can kattığını. Bir gazel okudu dere... Duyulmadık değil, duyulmuş ancak hiç bu denli gür söylenmemiş. Rüzgar’a karışan gazeller ona eşlik ettiler. Dili oldular dağların; dinledik onlardan gerçeğin susturulamazlığını. Nerede o şarkı? Derelerin aktığı, rüzgarların estiği, yüreklerin umutla çarptığı her yerde. Kırmızı yapraklı meşeler… Pelen Sor zafer tacımız olsun. Bitmez bu orman, kurumaz bu ağaçlar, dereler. Bitecek olanlar, doymak bilmez iştahlarıyla kendilerini de yiyip bitirecek olanlardır... (*): Kırmızı Yapraklar 1: Ürkek Dere 2: Yiğit Dere 3: “Sonbahar dersem, aklına sadece sarı yapraklar mı gelir?” 4: Sonbahar 5: Şah Damarı 6: Yiğitler
KASIM 2011 | TAVIR | 47
izlenim izlenim
gerze’de çadırdan bir kale grup yorum
İlk kez Sinop’a gidiyoruz. Sinop konseri, termik santrallere karşı oradaki demokratik kitle örgütleri tarafından düzenleniyor. Kısa bir süre önce; Gerze’nin Yaykıl Köyü’nde kurulmak istenen termik santrale karşı Gerze halkı, Yaykıl köylüleri, yaşlı, genç, üniversiteli, konu komşu seferber olmuş toplanmışlardı, “Toprağımızı vermeyiz, kirletmeyiz.” diye.
olmadan orayı-burayı kazmaya, inşaat yapmaya başlayacaktı. İşte bu kabul edilemezdi. Kaldı ki; termik santral demek, verimli arazilerin yok olması, suların kirlenmesi, hayvanların sağlıksız beslenmesi, bitkilerin, hayvan türlerinin zarar görmesi ve tabi ki yeni nesillerin geleceği üzerine bir karabasan gibi çökmesi demekti.
Yıllarca ektikleri, biçtikleri, hayvanlarını otlattıkları, gezdikleri topraklara, bir gün yabancılar gelecek, onların haberi bile
Termik santrallerin doğaya, insanlara sağladığı faydanın yanında, verdiği zararların neler olacağı konusunda akademik verilere bir göz attığımızda, Gerze’nin ve diğer yerlerin akıbetini daha açık görebiliyoruz: “Termik santrallerde üretilen enerjinin sadece %30-40 oranındaki bir bölümü elektrik enerjisine dönüştürülebilmekte; kalan kısmı ise “kaçak enerji” olarak adlandırılmakta ve kazanından radyasyon ile çıkmakta ya da baca gazıyla birlikte bacadan atılmaktadır. Termik santrallerin en önemli çevresel etkilerinden biri de soğutma suyuyla ilgilidir ve termik santrallerin soğutma suyu gereksinimi büyüktür. Bu nedenle termik santraller genellikle nehir, göl veya deniz gibi soğutma suyu kullanılabilecek kaynaklara yakın yerde kurulmaktadır. Atıkların denize atılması, karaya serpiştirme çok eskiden beri kullanılan atık yöntemidir. Deniz, akarsu ve
48 | TAVIR | KASIM 2011
göllerde yapılan atık ısı boşaltımlarının en az düzeye indirilmesi; denizlerdeki biyolojik yaşamı tehlikeye sokan termal kirlilik kaynaklarının yayılmasını önlemek uluslararası düzeyde sözleşmelere de girmiştir. Termik santrallerden çıkan kül atıkları; denizi, nehiri, suyu kirletir. Termik santrallerin bacasından çıkan gazlar; bitkiler üzerinde kirletici ve asitle yakıcı etkisiyle, ya bitkinin direkt ölümüne ya da zamanla yapısının bozulmasına yol açar. Yöredeki yağışların ve bağıl nemin fazlalığı da topraktaki asitleşmeyi artırıcı, bazlarda fakirleştirici ve mikrobiyolojik etkinliği yok edici bir etkide bulunarak, dolaylı yoldan bitkilerin direncinin azalmasına neden olur. Bu direnç zayıflığı da zararlı böcek ve mantarların üremesi için gerekli ortamı oluşturur. Bu böcek ve mantarlar bitki örtüsünü ve kalitesini giderek yok ederler. Bitki terleme olayını kontrol edemez ve su dengesi bozulur. Bitkide solgunluk ve kurumalar görülür. Ayrıca polenler ve dişicik boruları zarar gördüğünden döllenme olmaz ve meyve tutmaz. Meyvedeki belirtiler bitki bir yıl kükürtdioksite maruz kaldıktan sonra belirginleşir.”
ze İlçesi’ndeki o çadır; sömürgeci, işgalci şirkete karşı kurulmuş, dört yanı yüksek surlarla kaplı bir kaleden daha dik, daha yüksek, daha direngen, dayanıklıydı. Çünkü içinde Anadolu vardı; yaşlısı genci, kadını erkeği, konu komşu… O çadır; işgal edilmiş bir toprak parçasında elde kalan son vatan parçası gibi öyle onurluca duruyordu. Bakın şu tesadüfe ki, termik santral için saldıran şirketin adı da Anadolu Grubu’ydu. Adına Anadolu deyince Anadolu olmuyor işte. Anadolu diyerek saldırıyorlar. Devlet de bir yandan kendi halkına saldırıyor. Kim için? 1923’te kovulan emperyalistler için. O gün defolup giden işgalciler, bugün adlarını “Anadolu” takarak geri gelmişlerdi. Devletin orada ordusu, polisiyle, gaz bombasıyla, joplarıyla saldırdığı gerçek Anadolu halkıydı. Halka saldırırken “terörist” diyordu, “vatan haini” diyordu. Sanki
Doğaya bu kadar zarar veren bir sistemin, insan sağlığına ne yapacağını tahmin etmek çok zor olmasa gerek. Yabancı, işgalciydi. 1920’lerde geçit vermedikleri işgalci, bugün kendi devletinin rızasıyla, işbirliğiyle elini kolunu sallaya sallaya, ta evlerinin yanı başına çöreklenip toprağı kemiriyordu. Topraklar, sular, vadiler, ovalar, tarımsal ürünler işgalcinin emrindeydi, her şey satıştaydı ’50’lerden bugüne. Memleketin başındaki “kalkınıyoruz” dedikçe, anlayın ki yeni bir yeri daha satıyor. Efendileri onu Orta Doğu’da parlattıkça parlatıyor. O da yeni emirler bekliyor, efendisinin ermine çoktan amade… Yeni işler hallediyor, karşılığında Afganistan’da kullanılan “bi güzel” helikopterleri alıyor üç tane; ama artık tedavülden kalkmış olanları veriyorlar. Afganistan'ı bombala bombala, eskittiğin silahlarını da çöpe atacağına işbirlikçine ver. Bizim el değmemiş topraklarımızda tepiniyor, parça parça alıyor, bize kendi eskilerini “lütfediyor”… İşte şimdi Anadolu’nun dört bir yanına çöreklenmiş adamları; vatan topraklarını kazma kürek adeta karış karış kazıyor, cihazlarla inceliyor, kontroller yapıyor; çıkarına uygun bir şey bulduğunda oraya bir şirket kuruveriyor. Bugün Sinop-Gerze’de yaşanan da bundan farklı değildi. Tıpkı Dersim’in, Munzur’un sularında, Muğla Gökova’da, Trabzon’da, Rize’de, Malatya Kürecik’te ve yurdumuzun daha birçok yerinde yaşananlar gibi. Ya bir nükleer santral, ya hidroelektrik santrali veya termik santral… Çok daha ucuz ve insana, doğaya zararsız enerji yöntemleri varken. Gerze’de çadırdan bir kale… Gittik gördük… Sinop’un Ger-
vatan toprağını satan kendisi değilmiş, asıl ihaneti kendisi yapmıyormuş gibi… Sanki bu satışı ve emperyalist şirketleri koruma uğruna kendi halkına saldırırken kendisi terör uygulamıyormuş gibi... Nasıl da çarpıtıyor bütün kavramları, tersyüz ediyor bütün gerçekleri. Yaykıl Köyü’nde kurulan çadırın önüne gelince alkışlar başlıyor. Minibüsten iniyoruz bir bir. Sevgi dolu bakışlarla karşılaşıyoruz. Yavrusuna, evladına sarılıyormuşçasına sarılıyor Yaykıl’ın nineleri, dedeleri bize. Karşılama, tanışma faslını bitirirken vardığımız çadır önünde bir sergiyle karşılaşıyoruz. Bu sergiyi yaratanlar, bir hafta öncesinde emperyalistlerin toprağını halka karşı canla başla koruyan, polis ve askerlerin, yani devletin kendisiydi. Hatırlayın Picasso’yu, Guernica tablosunu yapanın kim olduğunu soran
KASIM 2011 | TAVIR | 49
di her tarafında emperyalistin üssü, santrali, şirketi var, ülkemin. Dağlar, dereler, ovalar, topraklar, sular satılmış. Ellerinden gelse her karış toprağını satacaklar. Yaykıl’daki ziyaretimiz sona eriyor ve Sinop merkeze varıyoruz. Akşam konser var bir şeyler yiyip, biraz dinlenip, konser hazırlıklarına başlıyoruz. Konser Sinop Uğur Mumcu Meydanı’nda. Şehrin tam ortası. Zaten küçücük bir şehir. Her yerden duyulabilir neredeyse. Binlerce insanın, köylülerin, işçilerin, öğrencilerin, anaların, babaların coşkulu, heyecanlı sloganlarıyla inliyor meydan: “Nükleer Santral İstemiyoruz”, “Yaykıl Köylüsü Onurumuzdur”, “Direne Direne Kazanacağız”, “Halkız Haklıyız Kazanacağız”… Grup Yorum türkülerini katık yapıyor Sinoplu bugün; sevdasına, öfkesine, direncine… generale verdiği cevabı… Çeşit çeşit gaz bombaları görüyoruz masanın üzerinde. İlk defa gördüklerimiz de var. Özelliklerini anlatıyor bize eşlik eden arkadaşlar. “Nefessiz bırakıyor, yere yığıyor, ses çıkaramaz hale geliyorsun, bayılanlar oldu, bazı arkadaşların başına isabet etti, ciddi yaralanmalar oldu.” diye… Yabancısı olmayan gözlerle bakarken bombalara, kendi yaşadıklarımız aklımıza geliyor. Her yerde aynı. Bütün Anadolu’ya bunlarla saldırıyorlar. Yakın köylerden gelenler, Gerzeliler, Sinoplular, grup grup direnişçi gençler birikiyor, bir halka oluşuyor ve konuşmaya başlıyoruz: “Termik santrallerin bizlerin ve çocuklarımızın geleceğini mahvetmesini istemiyoruz. Ne buraya ne de ülkemizin herhangi bir yerinde bunu istemiyoruz. Avrupa’nın çöplerini bizim topraklarımıza boşaltıyorlar. Onların termik santrallerini kurmak istiyorlar bizim köylerimize. Bunu sadece para kazanmak ve kendi ceplerini doldurmak için yapıyorlar. Bizim hayatımız, bizim geleceğimiz onların umurlarında değil. Bundan dolayı esas güç biziz. Biz istemezsek kuramazlar. Buraya tek bir kamyon dahi gelemez. Kendi topraklarımıza ve kendi evlatlarımızın geleceğine sahip çıkalım. Bu yüzden biz buradayız. Türkiye’nin her tarafına sizin sesinizi taşıyacağız ve buraya bunu kurdurmayacağız.” Alkışlar, yaşlı teyzeler, amcalar onaylayan bakışlarla başlarını sallıyorlar. Ardından köylülerin temsilcileri çıkıyor; “Asla geçit vermeyeceğiz.” Kurtuluş Savaşı yıllarında olduğu gibi. Stalingrad’ı Hitler’e karşı savunurken ki gibi… Tek bir adım bile geri çekilmeyeceğiz. ‘20’lerden bugüne aradan 90 yıl geçti. Biz aynı duyguyla, heyecanla emperyalizmin karşısındayız. Ama siz daha 50’de başladınız vatanı satmaya. 40 yıl olmuş, ilk satıştan bugüne. Şim-
50 | TAVIR | KASIM 2011
Konser sahnesinde tekrar selamlıyoruz “çadırdan kaleyi”. Ülkemizin her karış toprağına dikeceğiz çadırdan kaleleri, direneceğiz diyoruz. Ferhat Berna için dikeceğiz o çadırları, Ali Yıldızlar için, Güler Zereler için, nükleer santraller için, Kürt halkına yapılan asimilasyon politikaları için, ekmeğimiz, onurumuz için, geleceğimiz için dikeceğiz o çadırları. Ertesi sabah yol var yine, dönüyoruz İstanbul'a. Ama gelişte ziyarete fırsat bulamadığımız Sinop Zindanı'nı şimdi ziyaret ediyoruz. Sabahattin Ali'nin yatarken, "Aldırma Gönül" şiirini yazdığı zindanları. Sabahattin Ali'nin kaldığı hücreyi görüyoruz. Bütün tutuklulardan yalıtılmış hücreyi. Siyasilerin farkı bu tabi, o yıllarda da aynı. Sabahattin Ali de "Başın öne eğilmesin, aldırma gönül aldırma" diyordu. Ülkemizi satmak isteyenleri, Gerzeliler'i, Anadolu'yu, Sabahattin Ali’yi, Nazım'ları düşünüyoruz. Nazım'lardan bugüne uğruna bedeller ödemeye devam ettiğimiz vatanımızı düşünüyoruz. Yine bedel ödeyeceğiz, yine öleceğiz ama sömürücüye, kalleşe, kan emicilere çiğnetmeyeceğiz bir karış toprağımızı. Söküp alacağız ellerinden, her karışını. Hem konserden önce, hem konser sırasında ve sonrasında çok güzel ev sahipliği yapıyorlar Yorum’a Sinoplular. Hepsine çok teşekkür ediyoruz. Nice güzellikleri birlikte yaratacağız. Bütün Anadolu'muzun ücra köşelerine kadar aynı duyguları taşıyoruz. Türkülerimiz hepinizin. Çocuklarınızın geleceği için, mutlu günler yaşamanız için. Her şarkımızda bir kez daha bunun sözünü veriyoruz.
öykü öykü
göç şahin şap
O sabah, Abdulaziz Dağı’nın üzerinde kızıl bulutlar dolaşıyordu. Top atışları ve silah seslerini gölgeleyen bu kızıl bulut, göğe doğru erişmekte olan bir gökdelen gibi yükseliyor, sonra etrafına bir hava şeridi gibi ip ince sis tabakası bırakarak yayılıyordu... Hasan, evlerinin önündeki terasta, Abdulaziz Dağı’nda yaşanan bu olağanüstü tabloyu izlemekteydi. Silah ve top seslerine bir hayli alışık olmasına rağmen, bu durumdan hoşnutsuzluğu her halinden belliydi. Ayağı ile toprağı eşeleyerek, parmakları ile oynayarak, bir an önce bu seslerin kesilmesini bekliyordu. Annesi Berfin ise telaşlı gözlerle Hasan’ı aramakla meşguldü, onu terasta görünce hemen eve girmesini söyledi. Hasan ise umursamaz gözlerle annesine omuz silkti ve Abdülaziz Dağı’nı izlemeye devam etti. Öylesine dalmıştı ki bu manzaraya, köye girmekte olan onlarca askeri fark etmedi bile. Kapının önünde yatan “Kara Aslan”ın gür bir sesle havlaması üzerine terastan kalkıp kapnın önüne doğru gitti ve ağır silahlarla askeri birliğin köye doğru, ayaklarını yere sertçe vurarak, etrafa küfürler yağdırarak girdiğini gördü. Bu durumu annesine haber vermek üzere ok gibi fırladı yerinden, atıldı evin içine. Annesi durumun vehametini anlamıştı. Hasan ve küçük karde-
KASIM 2011 | TAVIR | 51
Hasan, kafasını kaşıyarak durumu anlamaya çalışıyordu. Gidiyorlardı ama nereye? Bir kez olsun köyünün dışına çıkmamıştı Hasan ve tüm dünyanın Kızıltepe’nin uçsuz bucaksız ovalarından, etrafını çevreleyen o ulu dağlarından ibaret olduğunu zannediyordu. Etrafına bakınırken birden kapının önünde yatan Kara Aslan’la göz göze geldi. Köpek Hasan’ların gideceğini anlamışçasına sinmiş, yorgun gözlerle Hasan’a bakıyordu. - Peki Kara Aslan da gelecek mi ana? -… - Burada tek başına ne yapacak ana? Onu kim besleyecek? Komutan, askerlerine evleri tek tek dolaştırıp herkesi köy meydanına toplamalarını emretmişti. Askerlere, tüm köylüyü yaka paça getirdi meydana. Kadın-erkek, yaşlı-çocuk dinlemeyen asker, aldığı talimatı layıkıyla yerine getiriyor, insanları yerlerde sürüklüyor, direnenleri dipçikliyor, ağza alınmayacak küfürler yağdırıyordu. Berfin de sürüklenenler arasındaydı. Saçı-başı darmadağın olmuş, tülbenti başından çıkmıştı. Erkeklerin hali kadınlardan daha berbattı tabi. Yüzü gözü kan içinde olanlarla, acıdan inleyenlerle dolmuştu meydan...Bu türden baskılara, koruculuğu reddettikten sonra biraz alışkın olan köylü, komutanın yaptıklarına şaşırmıyordu ama yine de endişeleniyordu. Askerin ne yapacağı bilinmezdi. Yeşilyurt’u biliyorlardı, o komutanın Yeşilyurtlulara yaptığı insanlık dışı işkenceleri de... Jandarmada din iman yok diye boşuna türkü yakılmamıştı bu ülkede...
şine evden ayrılmamasını tembih ederek kapıya doğru yöneldi. Kapıya çıkar çıkmaz karşı komşusunun ona seslendiğini duydu; - Berfin! Askerler köyü boşaltıyorlar! Hasan’ın babası Ali, o sırada, köyünden kilometrelerce uzakta, bir pidecinin mutfağında bulaşıkları yıkamakla meşguldü. Bölgede süren iç savaşta, geçim kaynakları devlet tarafından bir bir ortadan kaldırıldığı için Mardin’de çalışacak iş bulamayan babası, iş bulup çalışmak adına İstanbul’a gitmiş, bir-iki sene çalışıp geri dönerim diye düşünmüştü. Hasan, babası İstanbul’a gittiğinde henüz 5 yaşındaydı, ufak kardeşi Helin ise henüz yeni doğmuştu. Hasan, annesinin ağlamaklı gözlerle kendilerine doğru geldiğini görünce üstüne atıldı: - Ana, n’oluyor? - Gidiyoruz oğul. Geldiler. Bizi yurdumuzdan etmeye geldiler. Teyzenlerin köyü gibi bizim köyü de boşaltmaya geldi zalimler.
52 | TAVIR | KASIM 2011
Komutan, köyün tez elden boşaltılacağını, talimat geldiğini, pılını-pırtını toplayan herkesin akşama kadar köyü terk etmesini söyledi. Gözlerinden kin fışkırıyordu köylünün yüzüne bakarak konuşurken. Düşmanına bakıyordu çünkü. O halkın askere, yani devlete düşman olduğu fikri aşılanmıştı beynine çünkü askeri okullarda. Dün gece Göllü köyü karakoluna yapılan saldırıda iki asker ölmüş, üçü ise ağır yaralanmıştı. Bundandı biraz da öfkesi... Bu olayın ardından başlatılan operasyonlarda “eşkıyaların Abdülaziz Dağı’na gittikleri” belirlenmiş ve dağ sabahtan başlayarak akşama kadar top ateşine tutulmuştu. Yapılan istihbarat sonucu “eşkıyalardan” birinin Göllü köyüne sığındığı tespit edilmiş ve bu köyün boşaltılmasına karar verilmişti. Berfin, diğer köylüler gibi, komutanın söylediklerini dinledikten sonra eve doğru yöneldi. Bu saatten sonra yeni bir hayat başlıyordu onun için. İki senedir çocuklarına hem annelik hem babalık yapmanın vermiş olduğu olgunlukla, önünde başlayan bu yeni hayatın verdiği korkuyu ve telaşı gizliyordu çocuklarından. Doğup büyüdüğü bu toprakları terk etmenin verdiği üzüntüyü usta bir tiyatro oyuncusu gibi saklıyor, gözyaşlarını içine akıtıyordu. Ali ile bu topraklarda tanışmışlardı, bu topraklarda doğurmuştu kömür gözlü Hasan'ını, Helin'ini. Bu topraklarda boy vermişti mutluluğu, sevinci, acısı, gözyaşları... Yaşadığı tüm olaylar bir film şeridi gibi gözünün önünden geçiyor, her dramatik sahnede biraz daha kederleniyor, elle-
ri titremeye başlıyor ve hareketleri yavaşlıyordu. Hasan ve Helin'in telaşlı gözlerini hissettiği anda eski Berfin oluveriyordu hemen, çocuklarına gönderdiği o sıcak tebessüm tekrar beliriyordu yüzünde... Kara Aslan kapının eşiğinde öylece uzanıyor, köyde dolaşan askerlerin üzerine her an atlayacakmış gibi kulaklarını dikiyordu. Akşam üzeri tüm köy halkı askerler tarafından temin edilen at arabalarına eşyalarını yüklemiş, komutanın vereceği yola çıkıyoruz talimatını beklemeye başlamışlardı. Berfin, evin duvarlarına son kez bakmış, bir daha dönmemek üzere ayrılmıştı evden. Hasan kardeşi Helin’in elinden tutup annesinin peşinden gidiyordu, Kara Aslan da onlara eşlik ediyor, bir daha görüşemeyeceklerini hissetmişçesine uğurluyordu. Etraftaki askerlerin asık suratları, köy halkının tek bir ses çıkarmadan yürümesi, ortamda büyük bir gerginlik yaratıyordu. Komutan nihayet hareket emrini verdi ve öndeki kafile ağır adımlarla yola koyuldu. İnsanlar nereye gittikleri, gideceklerini, bundan sonraki hayatlarının nasıl şekilleneceğini bilemeden atıyordu adımlarını, bir kez daha, bir daha... Abdülaziz Dağı’nın üstünde kızıl bulutlar dağılmış, dağın sert ve haşin yüzü gidenlerin arkasından derin bir kızgınlıkla bakıyordu Göllü köyüne. Sanki buradan sökülüp atılan bu insanların tüm nefre-
tini, öfkesini ve hiddetini sergiliyormuş gibi bakıyordu Göllü jandarma karakoluna... Köyün mezarlığından geçerken insanlar ağlamaya başlamış, geride bıraktıkları insanların mezarlarını son kez ziyaret edememenin vermiş olduğu o yıkıcı üzüntü ile kendilerinden geçmişlerdi. Onların bu halini gören komutan askerlerine hemen emir vermişti, “Hızlı hareket edilecek!”... İnsanları dipçikleri ile dürterek daha hızlı hareket ettirmeye çalışan askerler, kim bilir neler düşünüyordu o anda... Yapmış olduğu bu görevin ne kadar ahlaki olduğunu, ya bu işi yapmaya zorlandığını düşündükçe çılgına dönüyordu belki... Belki içlerinden Kürtlere karşı nefret bileyenler bu işi fırsat bilmişlerdi, kim bilir... Kadınlar, çocuklar, yaşlılar, analar, babalar, yol boyunca dur durak bilmeden ilerliyorlardı, nereye gideceklerini bilmeden. Hasan, kardeşinin elini bir an olsun bırakmıyor, hızlı adımlarla annesini takip ediyordu. Bir yandan hemen çaprazındaki askerin o büyük silahına bakıyordu, bir yandan da sol tarafında onları uğurlayan Kara Aslan’a. Ne göç etmelerinin sebebini biliyordu, ne de bundan sonra ne yapacaklarını düşünüyordu Hasan. Düşündüğü tek şey vardı, o da Kara Aslan’ın aç ve tek başına kalacak olması. Ne yapacaktı Kara Aslan tek başına buralarda? Düşündükçe yüreği burkuluyordu...
KASIM 2011 | TAVIR | 53
çeviri çeviri
obama’nın denetimli ayıbı fidel castro çeviren: nadiye r. çobanoğlu
Güney Florida bölgesinde, Kübalı kahraman anti terörist Rene Gonzalez’in haksızca çarptırıldığı hapis cezasını çektikten sonra, Küba’da aile ocağına geri dönme hakkını kullanmasını reddeden Yankee yargıca karşı duyulan öfke gereksiz, yersiz ve zamansız değil. 13 yıllık zalimce ve haksız hapis cezasından sonra, Amerika Birleşik Devletleri -uçuş sırasında yolcu dolu bir Küba uçağının infilak ettirilmesinde parmağı olan CIA ajanları Posada Carriles ve Orlando Bosch gibi canavarları doğuran ülke- hükümeti, Rene’yi bu ülkede kalmaya zorluyor. O burada, üç uzun yıl boyunca, “denetimli özgürlük” denilen bir rejim altında, cezasız bırakılmış katillerin insafına terk edilecek. Öteki üç Kübalı kahraman da aynı şekilde haksız ve intikamcı bir tutumla hapiste tutuluyor, birisi de iki kez müebbet hapis cezasına çarptırılmış bulunuyor. ABD, bütün dünyada bu adamların serbest bırakılması için yükseltilen seslere böyle cevap veriyor.
nel kurula ilk mesajında bu tartışmaları başlatmıştı. Chavez’in, Başbakan Nicolas Madura tarafından enerjik ve heyecanlı bir ses tonuyla aktarılan ikinci mesajı, özlü ve derin anlamlıydı. Bu mesajda, ülkemize karşı uygulanan ambargoyu ve beş Kübalı anti terörist kahramana karşı sürdürülen, utanç verici ve zalim intikam kampanyasını açıkladı. Bu koşullar, beni üçüncü Düşünceler yazısını yazmaya zorladı. Yazarın kendi kelimelerini kullanarak, bu güçlü mesajın temel düşüncelerini ileteceğim: “Kant’ın alaycı bir biçimde söylediği gibi ‘mezardaki huzuru aramıyoruz’. Biz uluslararası yasalara saygıya dayalı barışı arıyoruz. Ne yazık ki, Birleşmiş Milletler, bütün tarihi boyunca, uluslar arasında barış lehine birçok çaba gösterecek yerde, köksüz haksızlıkları, adaletsizlikleri bazen eylemleriyle, bazen de eylemden kaçınmalarıyla destekledi. 1945’ten beri, savaşlar sürekli arttı; kendilerini çoğalttılar.
Elbette ki Kübalı kahramanlar hep orada kalacak değil. Bütün dünyada ve Amerikan halkının yüreğinde, saygınlık, sadakat ve dayanışmanın benzersiz örneği büyüyüp yücelecek ve budalaca yapılan sürdürülemez haksızlık ve adaletsizliğe son verecek. Bu insafsız karar, Birleşmiş Milletler genel kurulunda, bu kurumu yeniden kurmak zorunluluğuna ilişkin derin tartışmalar yapıldığı sırada alındı. Daha önce hiç böyle sağlam ve enerjik eleştiriler duymamıştık. Bolivarcı lider Hugo Chavez, 21 Eylül akşamı yayınlanan, ge-
54 | TAVIR | KASIM 2011
Bütün dünyadaki hükümetleri düşünmeye davet ediyorum: 11 Eylül 2001’den beri, eşi benzeri görülmemiş, sürekli bir emperyalist savaş başladı. Yaşadığımız dünyanın korkutucu gerçeğine bakmamız gerekir. (...) Niçin Birleşik Devletler dünya üzerinde askeri üsler kuran tek ülkedir? Askeri gücünü arttırmak için bu kadar büyük bir bütçe ayırdığına göre, neden korkuyor acaba? Niçin bu kadar çok savaş çıkarıyor, aynı kendi kaderlerini tayin hakkına sahip öteki ülkelerin egemenliğini niçin çiğniyor? Uluslararası yasalar, ABD’nin kendi yağmacı ve tü-
ketici modelini sürdürmek amacıyla, dünya hegemonyası isteğine karşı nasıl bir zor kullanabilir? Neden Birleşmiş Milletler Washington’u durdurmak için hiçbir şey yapmıyor? ABD, kendine dünya yargıcı rolü biçti, bu sorumluluğu ona kimse vermemişti. […] Emperyalist savaş hepimizi tehdit ediyor. Washington, çok kutuplu bir dünyanın artık geri dönülmez bir gerçek olduğunu biliyor. Bunun stratejisi, ne pahasına olursa olsun, bir grup ülkenin sürekli yükselmesini engellemektir, […] amaç dünyayı Yankee askeri hegemonyasına dayalı bir tarzda yeniden şekillendirmektir. Bu yeni Armageddon’un arkasında ne var? Askeri-mali liderliğin mutlak gücü… Bu güç, daha çok çıkar elde etmek için dünyayı mahvetmeyi planlıyor. Buna fiilen bağlı olan ve giderek büyüyen bir grup devlet var. Çoğunluğu mahveden ve çok az kişiyi akıl almaz ölçüde zengin eden savaşın, sermayenin davranış biçimi olduğu akıldan çıkarılmamalıdır. Şimdi, dünya barışı çok ciddi bir tehdit altında… Bugünkü yapısal kriz içersinde, fakat tüketici ve yıkıcı saldırganlığına sınır tanımadan, küresel kapitalist sistemi rahata kavuşturmak gibi karanlık emellerle Libya’da başlatılan, yeni sömürge savaşları dönemidir. İnsanlık, akla hayale sığmaz bir felaketin eşiğinde. Dünya en yıkıcı bir biçimde ekosistemin çöküşüne doğru gidiyor. Küresel ısınma, bu felaketin korkunç sonuçlarını şimdiden haber veriyor. Fakat onların ekosistem perspektifi, Fransız düşünürü Edgar Morin’in haklı olarak belirttiği gibi, Latin Amerika fatihleri Cortes ve Pizarro’nun ideolojilerine benziyor. Enerji ve besin krizleri keskinleşiyor, fakat kapitalizm hiçbir ceza görmeksizin sınırları çiğnemeyi sürdürüyor. İki kez Nobel ödülü alan, ABD’li büyük bilgin Linus Pauling yolumuzu aydınlatmaya devam ediyor: ‘Dünyada askeri güçten, nükleer bombalardan da daha büyük bir kudret olduğuna inanıyorum. Bu, iyiliğin, ahlakın, insancıllığın gücüdür. İnsan ruhunun gücüne inanıyorum.’ İnsan ruhunun bütün güçlerini seferber etmenin zamanı geldi. Savaşa giderken, batılı sermayeyi kurtarma girişimleri yapmalarını sağlayacak geniş çaplı küresel bir savaş çıkarırken kendilerini haklı göstermenin yollarını bulan karanlık güçleri engellemek için, büyük bir siyasi karşı-saldırı başlatmak zorundayız.
Savaş kışkırtıcıları ve özellikle onları yöneten, onları destekleyen askeri-mali liderlik bozguna uğratılmalıdır. Kurtarıcı Simon Bolivar tarafından önceden bilinen evrensel dengeyi kuralım. Onun deyişiyle, bu denge savaşla kurulmaz, barıştan doğar. Venezüella, Amerika’mız Halklarının Bolivarcı İttifakı (ALBA) üyesi ülkelerle birlikte, Libya’daki çatışmalara, barışçı yoldan ve görüşmeler aracılığıyla çözüm getirilmesini savunuyordu. Afrika Birliği de öyle yaptı. Fakat sonunda, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi tarafından kararı çıkarılan ve Yankee imparatorluğunun (ABD) silahlı kanadı olan NATO tarafından pratiğe uygulanan savaşın mantığı ağır bastı. Libya Hava Kuvvetleri’nin masum siviller üzerine bomba yağdırdığı yalanını ortaya atan ama Tripoli’nin Yeşil Meydanındaki grotesk medya sahnelemesinden hiç söz etmeyen kitlesel batı medyasınca yürütülen yoğun propaganda temeli üzerinde, ‘Libya Davası’ Güvenlik Konseyinin önüne getirildi. Önceden uydu-
KASIM 2011 | TAVIR | 55
Bu dünyanın güçlülerinin, yasal ve egemen hükümetleri devirme hakkına sahip olduklarını iddia etmelerine katlanılamaz. Libya’da durum buydu, aynını Suriye’de yapmak istiyorlar. Bunlar, uluslararası sahnede var olan asimetrilerdir ve gücün, en güçsüz uluslara karşı kötüye kullanmasıdır. Gözlerimizi Afrika Boynuzuna çevirirsek, Birleşmiş Milletlerin tarihsel başarısızlığına tanık oluruz. En ciddi haber ajansları, son üç ayda, 20-29.000 arası 5 yaşından küçük çocuğun öldüğünü haber veriyor.
rulan yalanlar, Güvenlik Konseyinin aldığı sorumsuz ve acele kararları haklı göstermek için kullanıldı ve bütün bunlar NATO askeri rejiminin Libya’daki siyaseti değiştirmesine yol açtı. Güvenlik Konseyinin 1973’te aldığı uçuşa kapalı bölge kararına ne olmuştu? Savaş uçaklarına yasaklanan böyle bir bölge olsaydı, NATO Libya halkına karşı 20.000’den fazla sortiyi nasıl gerçekleştirecekti? Libya Hava Kuvvetleri tamamen yok edildikten sonra, “insancıl” bombardımana devam edilmesi Batı’nın NATO aracılığıyla Libya’yı koruma altında bir sömürgeye dönüştürerek Kuzey Afrika’daki çıkarlarını dayatmak niyetinde olduğunu gösteriyor. Bu askeri müdahalenin gerçek sebebi nedir? Zenginliklerini ele geçirmek için Libya’yı sömürgeleştirmek. Başka her şey bu amaca bağlı kalıyor. Tripoli’deki Venezüella elçisinin malikanesi istila edildi ve yağmalandı. Birleşmiş Milletler bunu kendisine sakladı, utanç verici bir biçimde sessiz kaldı. Niçin Birleşmiş Milletlerde Libya’nın “geçici ulusal konsey” tarafından temsil edilmesine izin verilirken, Filistin’in toplantıya kabulü, bilmezden gelinerek önlendi? Yalnızca Filistin’in yasal isteğini geri çevirmekle kalmadılar, Genel kurulun çoğunluğunun iradesine de karşı çıktılar. Venezüella, elbette ki Filistin’in derhal Birleşmiş Milletlere üye bir devlet olarak kabul edilmesini de içermek üzere, Filistin halkıyla kayıtsız şartsız dayanışmasını, Filistin ulusal davası için tam desteğini ilan ediyor. Aynı gidişat, Suriye ile ilgili olarak da tekrarlanıyor.
56 | TAVIR | KASIM 2011
Bu durumda, 400 milyon dolar gerekli. Bu, sorunu çözmez ama Somali, Kenya, Cibuti ve Etiyopya’ya yapılacak acil yardımı başlatır. Bütün kaynaklara göre, önümüzdeki iki ay, 12 milyon insanı ölmekten kurtarmak için çok önemli ve en kötü durumda olan ülke Somali. Aynı zamanda, Libya’daki yıkıma ne kadar para harcandı diye kendi kendimize sorarsak, durum gözümüze daha da korkunç görünür. ABD’li kongre üyesi Dennis Kucinich bu soruyu şöyle cevaplandırıyor: ‘Bu yeni savaş, yalnızca ilk haftasında bile 500 milyon dolara maloldu. Buna yetecek mali kaynaklarımız kesinlikle yok, bazı önemli yurtiçi programların mali finansmanını kesmek zorunda kalacağız.’ Kucinich’e göre, Libya halkını katletmek için Kuzey Afrika’da ilk üç haftada harcanan paralarla, Afrika Boynuzundaki bütün bölgelere yardım yapılabilir, on binlerce hayat kurtarılabilirdi. Birleşmiş Milletlerin 66. Genel Kurul toplantısının açılış konuşmasında, Afrika Boynuzu’ndaki insanlık krizini çözmek için acil bir çağrıda bulunulmaması, bunun yerine Suriye için “harekete geçme zamanının geldiğine” ikna edilmeye çalışılmamız esef vericidir. Kardeş Küba Cumhuriyeti’nde elli yıldan fazla zamandır süren utanç verici ve suç teşkil eden ambargonun bitmesi için haykırıyoruz. Bu ambargo, José Marti’nin cesur halkına karşı, ABD tarafından zalimce ve insanlık dışı bir biçimde uygulanmaktadır. 2010’da yapılan 19 Birleşmiş Milletler Genel Kurul toplantısının oyları, evrensel iradenin Amerika Birleşik Devletleri’nden, Küba’ya karşı uyguladığı ekonomik ve ticari ambargoyu kaldırması gerekli kıldığını gösteriyor. Bütün uluslar-
arası mantıklı mücadele yolları tükendiğinden, Küba Devrimine karşı ABD saldırganlığından kaynaklanan böylesi zalimce hareketlerin, kendi kaderini tayin hakkı ve mutlulukları için mücadele kararlılığı içindeki, boyun eğmeyen Küba halkının gösterdiği sabır ve cesaret göz önünde bulundurulduğunda, ABD saldırganlığından kaynaklandığına inanıyoruz. Venezüella’da, Küba halkına dayatılan ambargoya derhal ve kayıtsız şartsız son vermekle kalınmayıp tek neden olarak, ABD’nin koruması altında, terörist grupların Küba’ya karşı yasadışı eylemlere girişmesini önlemek bahanesi gösterilerek, Amerika Birleşik Devletleri’nde hapishanede rehin tutulan beş Kübalı anti teröristin de serbest bırakılması talebinde bulunmanın zamanı geldiğine inanıyoruz. Bizler için, Birleşmiş Milletlerin gelişip ilerleyemediği ve kendi içinden gelişemeyeceği açıktır. Eğer Genel Sekreter, Uluslararası Ceza Mahkemesi Başkanıyla birlikte, Libya’da olduğu gibi bir savaş eyleminde yer alıyorsa, bu örgütün şimdiki yapısından hiçbir şey beklenemez ve reform yapmaya da artık zaman kalmamıştır. Güvenlik Konseyinin, istediği zaman, Genel Kurulun iradesini kabul etmeyen uluslar çoğunluğunun itirazlarına sırtını dönmesi katlanılamaz bir şey. Eğer Güvenlik Konseyi, ayrıcalıklı üyeleriyle bir tür kulüpse, Genel Kurul ne yapabilir? Güvenlik Konseyi uluslararası yasaları çiğnerken, Genel Kurula manevra yapacak yer kalmaz. Bolivar’ın 1818’de yeni doğan Yankee emperyalizminden söz ederken kullandığı kelimeleri tekrarlarsak, güçlüler güçlerini kötüye kullanırken, zayıfların yasalara uymasından bıktık. Kuzeyden gelen güçlüler yasaları çiğner, ülkelerimizi yakar yıkar ve yağmalarken, biz Güney halkları uluslararası yasalara saygılı olamayız. Birleşmiş Milletlerin yeniden kurulması için ilk ve son kez olarak sorumluluğumuzu üstlenmezsek, bu örgüt geri kalan güvenilirliğini de yitirecektir. Meşruiyet krizi hızlanacak ve sonunda patlamaya varacaktır. Selefi Uluslar Birliğinin başına gelenin aynısı olacaktır. Çok kutuplu dünyanın geleceği bize bağlı. Yeni sömürgeciliğe karşı kendimizi savunmak ve emperyalizmle saldırganlığı nötralize eden bir dünyada dengeye ulaşmak için halkların çoğunluğu birleşmelidir. Bu büyük, cömert ve saygılı çağrı dünyanın bütün halklarına yöneltiliyor; fakat özellikle, yakın gelecekte oynamaya çağrıldıkları rolü cesaretle üzerlerine alacak olan Güneyin yeni büyümekte olan güçlerine sesleniliyor. Latin Amerika’da ve Karayiplerde, demokratik bölgesel alan, özel karakteristiklere saygı arayan, dayanışmak ve bütünleşmek, bizi birleştireni güçlendirmek, ayıranı saf dışı etmek is-
teyen güçlü ve dinamik bölgesel ittifaklar doğuyor. Bu yeni bölgeselcilik farklılıkları kabul ediyor ve hepsinin ritmine saygı duyuyor. […] Halkların Amerika’mız İçin Bolivarcı İttifakı (ALBA) ilerici ve antiemperyalist hükümetlere öncülük edecek bir deneyim olarak ilerliyor, egemen olan uluslararası düzeni yıkmak ve halkların olgulara dayanan güçlere kolektif biçimde karşı koyma kapasitesini arttırmak için formüller arıyor. Fakat bu, üyelerimizin Güney Amerika Ulusları Birliğinin (UNASUR) güçleneceğine kesin ve coşkulu inancını sarsmıyor. UNASUR, Güney Amerikanın 12 egemen devletini Kurtarıcı Simon Bolivar’ın “Cumhuriyetler Ulusu” adını verdiği ilkeye göre gruplaştırmayı amaçlayan konfederatif bir siyasi bloktur. Bu yolda ilerlerken, 33 Latin Amerika ve Karayip ülkesi olarak, bu tarihi adımı atmaya, istisnasız hepimizi, birleştirecek, gruplaştıracak büyük çapta bölgesel bütünleşmeyi tamamlamaya hazırlanıyoruz. Bu birlik içinde, eşitlik, dayanışma ve bütünselleşme temeli üzerinde, refahımızı, bağımsızlığımızı ve egemenliğimizi garantileyecek ortak siyasetimizi belirleyebileceğiz. Bolivarcı Venezüella Cumhuriyetinin başkenti Caracas, 2-3 Aralık günleri, Devlet ve Hükümet Başkanları Zirvesine ev sahipliği yapacağı için gurur duyuyor. Bu zirveyle Latin Amerika ve Karayip Devletleri Ortaklığının (CELAC) kuruluşu kesinleşecektir.” Bu derin düşüncelerle, Bolivarcı Başkan Hugo Chavez Birleşmiş Milletler Genel Kuruluna gönderdiği ikinci mesajı bitiriyor. AFP ajansının bugün verdiği bir habere göre, ABD Başkanı Barack Obama, bu Perşembe günü henüz başkanlığı devam ederken ve önemli politik ve toplumsal değişimler oluşmaktayken, Küba’yla sürdürülen siyaseti değiştirmek istediğini bildirdi. Ne iyi adam! Ne akıllı adam! Bu kadar erdem onun 50 yıldan beri anayurdumuza karşı işlenen suçların ve uygulanan ambargonun halkımıza diz çöktüremediğini anlamasına yetmedi. Küba’da birçok şey değişebilir, fakat bunlar bizim gayretimizle ve Amerika Birleşik Devletlerine rağmen değişecektir. Belki ilk yıkılan bu imparatorluk olur. Kübalı yurtseverlerin boyun eğmeyen direnişi, 5 kahramanımız tarafından sembolize ediliyor. Onlar hiçbir zaman eğilmeyecekler, hiçbir zaman teslim olmayacaklar! Marti’nin açıkladığı ve benim de başka vesilelerle sözünü ettiğim gibi, “Ülkeyi özgürleştirmek ve refaha kavuşturmak için sürekli harcanacak çabalar karşısında, Güney Denizi ve Kuzey Denizi birleşecek, kartal yumurtasından yılan çıkacaktır.” Güney Florida Bölgesi yargıcının “Obama’nın denetimli ayıbını” aydınlattığı açıkça ortada. Fidel Castro Ruz 28 Eylül 2011 Çeviri: Nadiye R. Çobanoğlu
KASIM 2011 | TAVIR | 57
inceleme inceleme
sosyalizm öğretiyor bahri serin
Bundan tam 94 sene önce Rusya halkı yepyeni bir sistemle tanıştı. Sömürünün, zulmün olmadığı, insanın insan tarafından ezilmediği halkların kardeşçe yaşadığı bir sistem. “Yoldaşlar, Bolşeviklerin durmadan zorunluluğunu gösterdikleri işçi ve köylü devrimi gerçekleşmiştir. Rusya’nın tarihinde yeni bir evre açılmaktadır ve bu üçüncü Rus Devrimi, sonunda sosyalizmin zaferine varacaktır.” 7 Kasım 1917 günü böyle söylüyordu Lenin. Zaferini ilan ettiği devrim, sadece Rusya’nın değil, tüm dünyanın tarihinde yeni bir evre açtı. Bolşevikler Rusya halkına Ekim Devrimi’ni armağan ederek, proletaryanın örgütlü gücü karşısında hiçbir zorbanın ayakta kalamayacağını gösterdiler. Sosyalizm bir hayal, bir ütopya değildi. İşte ilk ateş Rusya topraklarında yanmıştı. Dünyayı yaratan emekçi eller, büyük bir ustalıkla Sovyetleri kurdular. Sovyetlerde yanan ateş aydınlattı dünya halklarının yolunu. Bu ateş umut serpti yüreklere. Elbet bir gün kapitalizmin sonu gelecekti. Egemenler de çok iyi biliyordu malum sonlarını. İşte bu yüzden yıllar boyu umutsuzluk tohumları ektiler halkların yüreklerine. “Kader” dediler, “Tanrı’nın buyruğu” dediler, “Böyle gelmiş böyle gider” dediler. Umutsuzluğun dili ülkeden ülkeye değişti ama umutsuzluk hep aynı sınıfın dilindeydi. Ekim Devrimi parçalayıp attı egemenlerin yalanlarını. Tarihin ve bilimin yasasıydı bu; insanlığın kurtuluşu olan sosyalizm kurulacaktı. Ve kurdular. 74 yıl boyunca Sovyetler Birliği halkı gerçek anlamda özgür, mutlu ve üretken bir halk olarak yaşadı. Artık sosyalizm elle tutulacak, gözle görülecek kadar somuttu. Peki ama sosyalizm bu kadar somutken, yanı başımızdayken,
halkımız neden göremedi bu gerçekleri? Gerçekleri gizleyen kimdi? Emperyalizm ve yerli işbirlikçileri komünistleri karalamak için yıllarca pespaye yalanlar ürettiler. “Onların ahlakı, namusu yok. Komünistler gelip özel eşyalarınıza el koyacak.” dediler. Sovyetler Birliği için “diktatörlük”, tüm sosyalist ülkeler için “Demir Perde” dediler. Gerçekte ise sosyalizmle dünya halkları arasına demir perde çeken onlardı. Perdeleri demirden çektiler ki, halklar yaşamayı hak ettikleri düzeni tanımasın. Tanımasın ve egemenlerin yalanlarıyla sosyalizme düşman olsun. Sefalete neden olanların değirmenine su taşısın. Peki, egemenlerin korkulu rüyası olan Sovyetler Birliği’nde halk nasıl bir yaşam sürüyordu? Her şeyden önce Sovyetler Birliği’nde insanlar mutluydu. 1979 yılında Sovyetlere geziye giden bir CHP milletvekili, “Gezdiğimiz kentlerde, köylerde asık suratlı insan görmedik.” diyordu. Göremezdi çünkü sosyalizm insanların mutsuzluğuna neden olan alt yapıyı, kapitalizmi ortadan kaldırmıştır. Bir ülkede düşünün ki, açlığın, yoksulluğun olmadığı, kış ortasında evsiz barksız insanların sokakta kıvranarak duvar diplerinde can vermediği, kimsenin birbirinin kanını dökmediği… 260 milyon nüfuslu SSCB’de 15 federatif cumhuriyet vardı ve 130 ayrı dil konuşuluyordu. Emperyalistlerin elini attığı her yerde halklar birbirine kırdırılırken, SSCB’de 130 ayrı dili konuşan halklar kardeşçe yaşıyordu. Üstelik ulusal, kültürel özelliklerini kaybetmeden. Sosyalizm halkların kardeşliğini sağladığı gibi, halkların dillerini, kültürlerini yaşatmak için gerekli zemini de oluşturmuştur. Yok olmaya yüz tutmuş, adı sanı duyulmamış kültürleri yaşatan, insanlara ulusal kimliklerini kazandıran da sosyalizmdir. SSCB döneminde Gürcistan’da öğrenim yapılan bir okulun duvarında “Ölümsüzlüğümüzün anlamı anadilimizdir” yazıyordu. Bununla beraber ırksal ya da ulusal alanda tüm dışlama, düşmanlık ve aşağılanma propagandaları yasalarca cezalandırılırdı. SSCB’nin değişik ırk ve uluslardan yurttaşları eşit haklardan yararlanırlardı. Devlet yöneticilerinin hiçbir ayrıcalığı yoktu. Tek ayrıcalıkları daha çok çalışmaktı. Sosyalist bir yöneticinin nasıl olması gerektiğini, Lenin’e ilişkin şu satırlar özetliyor: “Vladimir İlyiç, olağanüstü bir yaratıcı güce sahipti. Kendisiyle doğrudan ilişkiye giren insanlar için bu özellik, onun aynı anda birçok şeyle ilgilenme yetisi gibi şaşırtıcıydı. (…) Zaman zaman gecenin geç saatlerine kadar süren toplantıların bitimine doğru Vladimir
İlyiç’in renginin aşırı yorgunluktan solduğu olmuştur. Özellikle o günlerdeki ciddi politik durum karşısında bu tür toplantıların bitimine doğru Vladimir İlyiç’in, büyük ve küçük şeyleri bu kadar yoğun bir ilgiyle karşılayacak gücü ve zamanı nereden bulduğunu anlayamıyorduk.” Öte yandan SSCB yurttaşlarının işsizlik gibi bir sorunu yoktu. Çocuklar ve yaşlılar dışında herkesin sahip olduğu bir işi vardı. Ama Sovyet halkı, aç kalmamak için değil, ülkesine hizmet etmek için çalışıyordu. Sovyet yurttaşı demek, ülke demekti, sosyalizm demekti. Sosyalizm için, yani kendisi için hep birlikte, ülkelerini daha da kalkındırmak için istekle, zevkle çalışıyordu, yepyeni bir kültürle yetişen sosyalist insan... Sovyetler Birliği sanayide, bilimde durmaksızın bir ilerleme sağlıyordu ve bu ilerleme daha fazla kar adına değil, insanlığın yararı içindi. 1935’te hizmete giren ve günde altı milyon kişinin kullandığı Moskova Metrosu’ndaki istasyonlara bayram günlerinde kırk saniyede, normal günlerde dakikada bir tren geliyordu. Yüz yetmiş beş kilometre uzunluğunda, yüz beş istasyona sahip metro 06:00-02:00 arası çalışıyordu. “Çok gelişmiş” denilen kapitalist ülkelerin kıyısından bile geçemeyeceği gelişmeler kat edilmesine rağmen SSCB yurttaşı hiçbir zaman başardıklarıyla yetinmedi. Hep daha iyisini hedefledi ve onun için çalıştı. Çünkü sosyalizmin temelinde insan vardı. Ve tüm bunları başaran sosyalist insandı. SSCB’de herkesin yaptığı iş karşılığında aldığı bir ücret de vardı elbette ama sosyalistlerin eşitlik anlayışını karalamak için,
KASIM 2011 | TAVIR | 59
“çalışan da çalışmayan da aynı parayı alıyor.” diyenlerin dediği gibi bir ücret sistemi değildir bu. Emeğin niceliğine ve niteliğine göre ücretlendirme söz konusuydu. Din, dil, ırk ayrımına göre iş dağılımı olmaz, eşit işe eşit ücret verilirdi. Çalışmayı, ülkesine karşı bir ödev olarak gören SSCB yurttaşları, haftanın beş günü yedi saat çalışırdı ve yıllık izinleri otuz ila altmış gün arasında değişirdi. Bunun yanında kadınlar hamileyken ve doğumdan bir yıl sonrasına kadar çalışmayıp devlet yardımı alabiliyordu. Ayrıca on dört yaşın altındaki çocukların çalışması yasaktı ve kreş-eğitim-sağlık-beslenme hizmetleri ücretsizdi. Dört milyon nüfuslu Leningrad şehrinde, devlet günde bir milyon şişe süt dağıtıyordu.
60 | TAVIR | KASIM 2011
SSCB’de halkın refah düzeyinin bu kadar yüksek olmasının sebebi, sosyalizmin insana verdiği değerdir. Ama değer vermek tek başına yeterli midir? Değeri somutlamak için gerekli üretim ilişkilerini hayata geçirmek gerekir. Bu da üretim araçlarının kamulaştırılması, yani ortak mülkiyet demektir. Bu kapsamda fabrikaların dışında toprak da devletleştirilmiş, tarım kolektifleştirilmiştir. Devrim öncesi ülke nüfusunun büyük bir çoğunluğunu köylülerin oluşturduğu Sovyetler Birliği’nde tarımın kolektifleştirilmesiyle üretim arttırıldı, devlet yardımıyla makineleşme sağlandı, küçük köylülüğün zengin köylülük karşısında yok olması engellendi. Sosyalist ekonominin beş yıllık planları, ağır makinaların sağladığı devasa üretim, makine-traktör istasyonlarının kurulması, bilimsel üretim tarzını uygulayan on binlerce tarım bilimcinin eğitilmesi tarımda kolektifleştirmeyi hızlandırdı. Ve böylece tarım toprakları üzerindeki üretim, bir avuç zengin köylülüğün (kulak sınıfı) çıkarına değil, tüm halkın çıkarlarına yapılmaya başlandı. Alman Komünist Partisi’nin hazırladığı “Stalin Üzerine Gerçekler” isimli kitapta, kolektif ekonomiyi anlatan yasa maddesine ilişkin şunlar yazıyor: “Yasanın birinci maddesinde kolektif ekonominin görevleri ve amaçlarının yanı sıra, toplumsal ekonomiyi inşa etmek için ortak üretim araçları ve ortak örgütlenmiş iş ve kolektifin oluşturulmasına, köylülerin ve köy sorumlularının artellere gönüllü olarak katılmasına vurgu yapılmıştır. (…) Yasanın ikinci maddesi, kolektif ekonomiye ayrılan toprakların köylülerin süresiz kullanımına bırakıldığını belirtir. (…) Önceleri kolektif ekonomiye giren toprakları birbirinden ayıran temsili sınırlar kaldırılmış ve tüm topraklar tek ve geniş bir toprak parçası olarak birleştirilmiştir. Yasa, birleştirilen bu toprakları, tüm köylülerin ortak kullanımına sunmaktadır.” Görüldüğü gibi, sosyalizmde insanların mülkiyetine el konulmuyor, tam tersine kolektif ekonomiyle üretim arttırılıyor ve halkın refah düzeyi yükseliyordu. Sovyetler Birliği’nde eğitim ise ezberci, gerici bir öze dayalı değil; bilimsel, pratiğe dayalıydı. İlköğretimde en başarılı sınıf, Lenin sınıfında ders görmeye hak kazanıyordu. Yani bireysel başarı değil, kolektifin başarısı esastı. Mecburi eği-
tim süresi on yıldı ve ilk-orta-lise dönemini kapsıyordu. On yılın ardından ise çocukların %90’ı yüksekokula gidiyor, geri kalanlarsa iş yaşamına atılıyor ya da teknik okula gidiyordu. Bütün okullarda bir doktor, iki hemşire, bir diş doktoru bulunması zorunluydu. Ayrıca fizik-kimya laboratuvarları, biyoloji dershanesi, resim dershanesi, müzik sınıfı bulunuyordu. Yabancı dil öğretilen sınıflarda camlı bölmelerde kulaklıklar, mikrofonlar, film ve dia gösterileri vardı. Her çocuk ana dilinde eğitim alıyor ve bunun yanında birinci sınıfa geldiklerinde istedikleri bir dili daha seçebiliyorlardı. Kadına özgürlüğü kazandıran da sosyalizm oldu. Kapitalizmde yetenekleri köreltilen kadınlar, Sovyetler Birliği’nde çalışanların %51’ini oluşturuyordu. SSCB Yüksek Sovyeti’nde kadın milletvekili oranı %31, federe cumhuriyetlerin yüksek sovyetlerinde %35, yerel sovyetlerde %48’dir. Sovyetler Birliği denince akla gelen en önemli şeylerden biri de kültür-sanat alanında yaratılanlardır. “İşçi sınıfı hiçbir kültür mirasını reddetmez.” (Devrimin Eğitim ve Halk Komiseri Lunaçarski) Evet, işçi sınıfı hiçbir kültür mirasını reddetmemiş, sahip çıkmıştır. Devrimin aydınları, sanatçıları, üretimleriyle, burjuva kültürüne meydan okumuşlardır. Sosyalizmin önlerini açtığı sanatçılar, kültür-sanat alanında pek çok ilki yaratmış ve yol açan olmuştur. SSCB’de sanat; halktan kopuk, bir avuç elit insanın icra edebileceği bir şey değildir. Tiyatro, konser gibi gösterileri izleyen insan sayısının SSCB nüfusundan fazla olması bunun kanıtıdır. Ural Bölgesinde yapılan bir araştırmada her yüz işçiden doksan beşinin sinemaya, üçte ikisinin de tiyatro ve konsere sürekli gittiği sonucu çıkmıştır. Leningrad’da çoğu saraydan oluşan 47 müze ve Moskova’da 44 tiyatro vardı. Moskova metrosunun duvarları başlı başına devrim tarihini anlatan motiflerle kaplı bir sanat eseridir. Yani sanat, kapitalizmde olduğu gibi lüks semtlerdeki kapalı sergi salonlarına hapsedilmiş durumda değil, halkın olduğu her yerdedir. Sosyalistler, metro duvarlarını bile halka tarih bilinci vermek için kullanmıştır.
lizmi halktan neden gizlediklerinin cevabı aslında. Sosyalist sistemin yıkılmasıyla beraber, gittikçe yoksullaşan, çaresizlikten organlarını satışa çıkaran Rusya halkı, Samsun’da açlıktan ölen Kübra bebek, Yunanistan’da kendini ateşe veren işsiz adam… Hiçbiri kapitalizmin sömürüsü altında yaşamayı hak etmiyor. Onlar halklara mutsuzluk, çaresizlik ve yoksulluktan başka hiçbir şey veremezler. Yetmiş dört yıllık SSCB iktidarı göstermiştir ki, halkların kurtuluşu sosyalizmdedir. Kapitalistler, sosyalizmin başardıklarının hiçbirini başaramazlar. Bugün belki revizyonist iktidarların yanlış politikaları yüzünden SSCB yıkılmış olabilir. Ama emperyalizmin “sosyalizm öldü” çığırtkanlığı boşunadır. Çünkü ölen sosyalizm değil revizyonizmdir. Tüm dünya görmüştür ki, sosyalizm düş değil, hayal değil, gerçektir. Başaran sosyalistlerdir. Ve hiç kuşku yok ki, dünya halkları Ekim Devrimi’nin ışığıyla savaşacak, dünyanın hâkimi olacaktır. Kaynaklar: - İşte Sovyetler Birliği (SSCB Gezi İzlenimleri) / Varlık Özmenek / Bilim Yayınları - Yönetmeyi Nasıl Öğrendik? / Evrensel Basım Yayım - Stalin Üzerine Gerçekler / Hazırlayan Alman Komünist Partisi (Marksist-Leninist) / Çeviren: Ümit Koşan / Yediveren Yayınları
İşte bizden gizlenen sosyalizm gerçeği budur. Bu yazıda anlatılanlar, sosyalizmi anlatmaya yeterli gelmez elbette. Ama bu gerçekler bile, sosya-
KASIM 2011 | TAVIR | 61
haberler haberler
Bahar Kurt’un Mahkemesi 15 KasÄąm’da TavÄąr YayÄąnlarÄą sahibi Bahar Kurt 6 aydÄąr BakÄąrkĂśy L Tipi KadÄąn Hapishanesi’nde tutuklu olarak bulunuyor. YayÄąnevi’miz sahibi Bahar Kurt’a ĂśzgĂźrlĂźk talebiyle katÄąlacaÄ&#x;ÄąmÄąz mahkemeye tĂźm TavÄąr okurlarÄąnÄą davet ediyor, Bahar kurt’u sahiplenmeye çaÄ&#x;ÄąrÄąyoruz. Yer: 16. ACM ÇaÄ&#x;layan Adliyesi Tarih: 15 KasÄąm 2011 Saat: 10:30
HALK CEPHESÄ° ve Grup Yorum Van’ da 23 Ekim'de Van'da olan deprem sonrasÄąnda dayanÄąĹ&#x;ma sunmak için Halk Cephesi ilk heyeti 27 Ekim PerĹ&#x;embe akĹ&#x;amÄą Van'a gitti. Halk Cephesi, Grup Yorum, TAYAD ve Gençlik Federasyonu'ndan oluĹ&#x;an 9 kiĹ&#x;ilik heyet, depremde en fazla ĂślĂźmĂźn yaĹ&#x;andÄąÄ&#x;Äą NezirbaĹ&#x; binasÄąnÄąn ĂśnĂźnde basÄąn açĹklamasÄą yaptÄą. â€œĂ–ldĂźren deprem deÄ&#x;il yoksul bÄąraktÄąrÄąlmÄąĹ&#x;lÄąÄ&#x;ÄąmÄązdÄąr, yÄąkÄąlan Van deÄ&#x;il devletinizdirâ€? pankartÄą açĹlarak, “Van HalkÄą YalnÄąz DeÄ&#x;ildirâ€?, “HalkÄąz HaklÄąyÄąz KazanacaÄ&#x;Äązâ€? sloganlarÄą atÄąldÄą. AçĹklmada; “23 Ekim Pazar gĂźnĂź Van ve ErciĹ&#x;’te yaĹ&#x;anan depremde yĂźzlerce insanÄąmÄązÄą kaybettik. TÄąpkÄą Marmara Depremi’nde olduÄ&#x;u gibi, Van ve ErciĹ&#x;’te de Ăślen yine yoksul halkÄąmÄązdÄą. Van ve ErciĹ&#x; halkÄąna geçmiĹ&#x; olsun ve baĹ&#x;saÄ&#x;lÄąÄ&#x;Äą dileklerimizi sunuyoruzâ€? denildi. AKP'nin halkÄąn ĂślĂźmĂźnĂź fÄąrsat bilerek Kentsel DĂśnĂźĹ&#x;Ăźm adÄą altÄąnda yoksul Van halkÄąnÄąn evlerini yÄąkmaya çalÄąĹ&#x;tÄąÄ&#x;Äą sĂśylendi. Depremden istifade ederek "Kentsel DĂśnĂźĹ&#x;Ăźm Projesi" ni hayata geçirmeye çalÄąĹ&#x;Äąp bir kez daha halkÄąn acÄąsÄąnÄą, kayÄąplarÄąnÄą Ăśnemsemeden halkÄą sĂśmĂźreceÄ&#x;ine deÄ&#x;inildi. AçĹklama sloganlarla sona erdi.
10 AyrÄą YĂśnetmenden 10 Film Projesinin Mardin Çekimleri YapÄąldÄą AralarÄąnda Emir Kusturica, Bahman Ghobadi ve Coen KardeĹ&#x;ler’in de yer aldÄąÄ&#x;Äą 10 ayrÄą yĂśnetmen tarafÄąndan 10 ayrÄą Ăźlkede farklÄą temalardan oluĹ&#x;an “EĹ&#x;ekler ile YĂźzmekâ€? filminin TĂźrkiye’deki çekimleri Mardin’de yapÄąldÄą. AmerikalÄą bir yapÄąmcÄą tarafÄąndan hazÄąrlanan proje uyarÄąnca, dĂźnyanÄąn 10 ayrÄą Ăźlkesinde 10 yĂśnetmen farklÄą temalardan oluĹ&#x;turacaÄ&#x;Äą filmler çekecek. Oyuncular YÄąlmaz ErdoÄ&#x;an ve Menderes SamancÄąlar’Ĺn da rol aldÄąÄ&#x;Äą â€?EĹ&#x;ekler ile YĂźzmekâ€? filminin çekimleri bitti.
YayÄąncÄą, Yazar, Ä°nsan HaklarÄą Savunucusu RagÄąp Zarakolu TutuklandÄą KCK soruĹ&#x;turma dosyasÄą kapsamÄąnda Ä°stanbul'da yapÄąlan operasyonda gĂśzaltÄąna alÄąnan TĂźrkiye YayÄąncÄąlar BirliÄ&#x;i YayÄąmlama Ă–zgĂźrlĂźÄ&#x;Ăź Komitesi BaĹ&#x;kanÄą RagÄąp Zarakolu, BDP Ä°l BinasÄą'na girerken çekilen fotoÄ&#x;raflarÄą gerekçe gĂśsterilerek, KCK Ăźyesi olmak suçlamasÄąyla tutuklandÄą.
Ceylan ve Tan'a Ä°srail'i boykot çaÄ&#x;rÄąsÄą Ä°srail'e Akademik ve KĂźltĂźrel Boykot için Filistin KampanyasÄą (PACBI), yĂśnetmen Nuri Bilge Ceylan ve Ä°stanbul Film Festivali'nin direktĂśrĂź Azize Tan'Äą Hayfa Film Festivali'ne katÄąlmayarak Ä°srail'i boykot etmeye çaÄ&#x;ÄąrdÄą. (PACBI), Hayfa Film Festivali'ne "Bir Zamanlar Anadolu'da" filmiyle katÄąlacak olan Nuri Bilge Ceylan ve festivalin Akdeniz SinemasÄą AltÄąn Çapa YarÄąĹ&#x;masÄą bĂślĂźmĂźnde jĂźri ĂźyeliÄ&#x;i yapacak olan Ä°stanbul Film Festivali'nin direktĂśrĂź Azize Tan'a festivali boykot etme çaÄ&#x;rÄąsÄą yapan bir mektup yayÄąnladÄą. Mektupta Ĺ&#x;unlar ifade edildi: "Filistin sivil toplumunun B o y k o t , YatÄąrÄąmlarÄąn Geri Çekilmesi ve YaptÄąrÄąmlar (BDS) çaÄ&#x;rÄąsÄąna giderek artan uluslararasÄą desteÄ&#x;i itibardan dĂźĹ&#x;Ăźrmek, yanÄą sÄąra Ä°srail'in kĂźltĂźr ve sanat için gĂźvenli bir liman gibi gĂśstermek amacÄąyla yetkililer tarafÄąndan kullanÄąlmaktadÄąr. AyrÄąca sadece Ä°srail'in suçlarÄąnÄą Ăśrtmeye hizmet eden bir etkinlikte, Filistin halkÄąnÄąn uluslararasÄą itibarlarÄąnÄąn festival tarafÄąndan kĂśtĂźye kullanmasÄąna izin vermemeleri için Akdeniz SinemasÄą AltÄąn Çapa YarÄąĹ&#x;masĹ’nÄąn uluslararasÄą jĂźri Ăźyeleri Raisa Fomina (Rusya), Gareth Unwin (Britanya), Azize Tan (TĂźrkiye), Yael Fogiel (Fransa) ve Daniel Mulloy'a (Britanya) sesleniyoruz. Benzer Ĺ&#x;ekilde uluslararasÄą yarÄąĹ&#x;malardaki tĂźm katÄąlÄąmcÄąlarÄą Filistinliler ile dayanÄąĹ&#x;ma ve BDS çaÄ&#x;rÄąlarÄąna saygÄą jesti olarak filmlerini hemen geri çekmeye çaÄ&#x;ÄąrÄąyoruz.â€?
GRUP YORUM g Ăź n c e 5 Ekim ÇarĹ&#x;amba gĂźnĂź
Ä°dil KĂźltĂźr Merkezi ve Grup Yorum elemanlarÄą polislerin Grup Yorum Korosu elemanÄą Fatma DoÄ&#x;an'Äą sokakta taciz ve muhbirlik teklifi etmesinden dolayÄą Vatan Emniyet MĂźdĂźrlĂźÄ&#x;Ăź ĂśnĂźnde eylem yaptÄą. 9 Ekim Pazar gĂźnĂź
Dev - Genç'in dĂźzenlediÄ&#x;i Hamiyet YÄąldÄąz 2. Dev Genç ĹženliÄ&#x;i'nde konser verildi. OkmeydanÄą Mercan DĂźÄ&#x;Ăźn Salonu'nda yapÄąlan etkinlik 19:30' da baĹ&#x;ladÄą. EtkinliÄ&#x;e 750 kiĹ&#x;i katÄąldÄą. 15 Ekim AvusturyaViyana'da konser verdi. 2000'i aĹ&#x;kÄąn insanÄąn
olduÄ&#x;u konser, 3 saatten fazla sĂźrdĂź. 20
Ekim gĂźnĂź Kamu emekçi Cephesi'nin Sirkeci'de yaptÄąÄ&#x;Äą basÄąn açĹklamasÄąnda dinleti verdi.
27
Ekim Van halkĹna destek sunmak için deprem bÜlgesine gitti. 29 Ekim + İvme Dergisi
çalÄąĹ&#x;anlarÄąnÄąn “Kanun hĂźkmĂźnde Kararname“ saldÄąrÄąlarÄąna karĹ&#x;Äą susmayacaÄ&#x;ÄąnÄą duyurmak için 28 Ekim gĂźnĂź baĹ&#x;lattÄąÄ&#x;Äą, Galatasaray MeydanĹ’nda 2 gĂźn sĂźrecek olan açlÄąk grevi direniĹ&#x; çadÄąrÄąnÄą ziyaret etti.
Ä°dil KĂźltĂźr Merkezi'nde kurslarda yeni eÄ&#x;itim dĂśnemi baĹ&#x;ladÄą. Keman, baÄ&#x;lama, yan flĂźt, gitar, Ä°dil Çocuk Korosu, Ä°dil Tiyatro AtĂślyesi ve Grup Yorum Korosu dersleri, yeni katÄąlÄąmcÄąlarla baĹ&#x;ladÄą. Ä°dil KĂźltĂźr Merkezi'ne ulaĹ&#x;arak kurslara kayÄąt yaptÄąrabilirsiniz. Ä°letiĹ&#x;im için telefon: (0 212) 238 81 46 e-posta: idilkultur@gmail.com Halk Cephesi’nden Van’a YardÄąm KampanyasÄą Halk Cephesi tarafÄąndan, Van halkÄąna yardÄąm ve destek kampanyasÄą baĹ&#x;latÄąldÄą. Toplanan yardÄąmlar, 6 KasÄąmda yola çĹkÄąlarak 7 kasÄąm’da Van halkÄąna ulaĹ&#x;tÄąrÄąlacak. Ä°letiĹ&#x;im için telefon: (0 212) 238 81 46
kÄąsa... kÄąsa... kÄąsa... kÄąsa.. kÄąsa... kÄąsa... kÄąsa... kÄąsa... kÄąsa... kÄąsa... kÄąsa... kÄąsa... kÄąsa... kÄąsa...kÄąsa... kÄąsa...
Ăœmit Ä°lter’den Yeni Bir Kitap
AltÄąn Portakal Film Festivali Sona Erdi
KÄąrÄąklar 2 No'lu F Tipi Hapishanesi'nde bulunan ĂśzgĂźr tutsak Ăœmit Ä°lter'in, tecrit koĹ&#x;ullarÄąnda yazdÄąÄ&#x;Äą Ĺ&#x;iir kitabÄą KÄązÄąldere DestanÄą, Boran YayÄąnlarĹ’ndan çĹktÄą.
48. UluslararasÄą Antalya AltÄąn Portakal Film Festivali, Cam Piramit Kongre ve Fuar Merkezi'ndeki kapanÄąĹ&#x; galasÄąyla sona erdi.
Ă–zgĂźr Tutsaklardan KahvaltÄą 30.10.11 Pazar gĂźnĂź, TekirdaÄ&#x; 1 No'lu F Tipi Hapishanesi ĂśzgĂźr tutsaklarÄą; TAYAD'lÄąlar ve ailelerinin aracÄąlÄąÄ&#x;Äąyla Armutlu Cem Evi'nde kahvaltÄą verdiler. 70 kiĹ&#x;inin katÄąldÄąÄ&#x;Äą kahvaltÄą saat 10:00'da baĹ&#x;ladÄą. Naime Kara, tecrit politikasÄąyla ilgili bir konuĹ&#x;ma yaptÄą. KonuĹ&#x;mada "EvlatlarÄąmÄąz, zaten en fazla 3 kiĹ&#x;i kalarak hayattan tecrit ediliyorlar. Bir de tek kiĹ&#x;ilik hĂźcrelere alÄąyorlar. Aileler gĂśrĂźĹ&#x;lere beraber gelmesinler diye gĂśrĂźĹ&#x; gĂźnleri deÄ&#x;iĹ&#x;tiriliyor. Her taraftan tecrit ediliyorlar." dedi. Saat 13:00'a kadar sĂźren kahvaltÄąda, ĂśzgĂźr tutsaklardan gelen mesaj da okundu.
Gecede, ''En Ä°yi Film'' ve "En Ä°yi Senaryo" ĂśdĂźllerini, yĂśnetmenliÄ&#x;ini Hasan Tolga Pulat'Äąn yaptÄąÄ&#x;Äą, senaryosunu Emre Kavuk'un yazdÄąÄ&#x;Äą ''GĂźzel GĂźnler GĂśreceÄ&#x;iz'' filmi aldÄą. Grup Yorum Paris’te Konser Verecek 12 KasÄąm Fransa'nÄąn baĹ&#x;kenti Paris'te verilecek konserin çalÄąĹ&#x;malarÄą devam ediyor. Konsere Burhan Berken, Erdal BayrakoÄ&#x;lu ve Ĺ&#x;iirleriyle Ä°brahim Karaca katÄąlacak. Grup Yorum 25 Ĺžubat 2012 tarihinde Almanya'nÄąn Essen Kentinde BĂźyĂźk Halk Konseri Verecek. ÇalÄąĹ&#x;malarÄąna baĹ&#x;lanan halk konserinden Ăśnce dinleyenleriyle 17 Ekim gĂźnĂź Almanya'nÄąn Wuppertal Ĺ&#x;ehrinde sĂśyleĹ&#x;i yaptÄą. 90 kiĹ&#x;inin katÄąldÄąÄ&#x;Äą sĂśyleĹ&#x;i 2.5 saat sĂźrdĂź.
KĂźrtçe ĹžarkÄądan Bir YÄąl Hapis Gazin adÄąyla bilinen Raziye KÄązÄąl sĂśylediÄ&#x;i KĂźrtçe halk Ĺ&#x;arkÄąsÄąnÄąn polis kayÄątlarÄąndaki deĹ&#x;ifresinden bir yÄąl hapse mahkum oldu. Çeviri hatasÄą itirazÄą kabul edilmeyen Raziye KÄązÄąl’Ĺn, ikinci bir davada ise beĹ&#x; yÄąl hapsi isteniyor.
Mehmed Uzun DiyarbakÄąr'da AnÄąldÄą 11 Ekim 2007 yÄąlÄąnda kansere yenik dĂźĹ&#x;Ăźp DiyarbakÄąr'da vefat eden KĂźrt EdebiyatçĹsÄą Mehmed Uzun, vefatÄąnÄąn dĂśrdĂźncĂź yÄąldĂśnĂźmĂźnde arkadaĹ&#x;larÄą, dostlarÄą ve yakÄąnlarÄą tarafÄąndan DiyarbakÄąr Mardin KapÄą'daki mezarÄą baĹ&#x;Äąnda anÄąldÄą. Anmada KĂźrtçe ve TĂźrkçe konuĹ&#x;malar yapÄąldÄą.
2. YÄąlmaz GĂźney Film Festivali Batman’ da YapÄąlacak Batman Belediyesi'nin dĂźzenlediÄ&#x;i ve 14-19 KasÄąm tarihleri arasÄąnda gerçekleĹ&#x;tirilecek olanYÄąlmaz GĂźney Film Festivali'ne katÄąlan KĂźrtçe filmler, "kÄąsa film, belgesel filmi ve kÄąsa film ĂśykĂźsĂź" olmak Ăźzere ßç farklÄą dalda deÄ&#x;erlendirilecek. Batman Belediye BaĹ&#x;kanvekili Serhat Temel geçtiÄ&#x;imiz hafta (19 Ekim) yaptÄąÄ&#x;Äą basÄąn açĹklamasÄąnda, kÄąsa film dalÄąnda baĹ&#x;vuran 40 KĂźrtçe kÄąsa film arasÄąndan 15; 21 KĂźrtçe belgesel film arasÄąndan ise 10 filmin jĂźrinin Ăśn elemesini geçerek yarÄąĹ&#x;maya hak kazandÄąÄ&#x;ÄąnÄą belirtti. YapÄąlan açĹklamada, Ă–lĂźmĂźn Rengi (AydÄąn Orak), Kesk-YeĹ&#x;il (Emin DoÄ&#x;an), Bedengi (Aziz Çapkurt), Ademin Kuyusu (Veysel Cihan HÄązar), Toros CanavarÄą (FÄąrat Yavuz), PÄąĹ&#x;tĂŽ ĂŽlonĂŞ (Ramazan GĂźneĹ&#x;), Bark (Ă–mer Çakan), ZamanÄąn AvuçlarÄą (Ali Aktemur), Perepara (Bedirhan Sakçi), Yusuf'un RĂźyasÄą (Ferit Karahan), Ya Roj DÄą-Bir GĂźnde (A.Rahman Baydemir), ProvasÄąz GÜçer Hayat (Rojda Şßkran KaraĹ&#x;), Sudan Korkan Adamlar (Selim AkgĂźl ve Seren Gel), Pera Berhange (Arin Ä°nan Arslan) ve Ali Ata Bak (Orhan Ä°nce) isimli filmlerin "KÄąsa Film" dalÄąnda yarÄąĹ&#x;acaÄ&#x;Äą belirtildi. Festivalin â€?KÄąsa Film" ve "Belgesel Film" kategorilerinin jĂźri Ăźyelerinin SÄąrrÄą SĂźreyya Ă–nder, YĂźksel Yavuz, Seren YĂźce, Nazmi KÄąrÄąk ve Sevil Demirci olduÄ&#x;unu duyurmuĹ&#x;tu. Festivalin "KÄąsa Film Ă–ykĂźsĂź" kategorisinin jĂźri Ăźyeleri ise Ahmet Soner, Zahit Atam, Mehmet SebatlÄą, Ă–nder Çakar ve Mehmet Ĺžarman Ĺ&#x;eklinde belirlenmiĹ&#x;ti.
kasim kapak.indd 3
11/1/11 6:53 AM
kasim kapak.indd 4
11/1/11 6:53 AM