Merhaba
Sahibi Tavır Yayınları adına Bahar Kurt Genel Yayın Yönetmeni Gamze Keşkek Sorumlu Yazıişleri Müdürü Yeliz Yılmaz Yayın Danışmanı Veysel Şahin Yazışma Adresi İstanbul Mahmut Şevket Paşa Mah. Mektep Sk. No: 4-B Okmeydanı - Şişli - İstanbul Tel: (212) 238 81 46 Fax:238 82 49 e-posta: tavir2007@gmail.com www.tavirdergisi.org Ankara İdilcan Kültür Merkezi Eski 1. Cadde 636. Sk. No: 207/2 Tel: 0 541 336 65 37 Hesap no (TL) 1042-0596147 Gamze Mimaroğlu İş Bankası Parmakkapı/İST Hesap No (EURO) 1042-0129062 Gamze Mimaroğlu İş Bankası Parmakkapı/İST Fiyatı (DÖVİZ) Almanya: 5 Euro Fransa: 5 Euro Hollanda: 5 Euro Avusturya: 5 Euro İsviçre: 7,5 Frank İngiltere: 4 Sterlin Posta Çeki Hesap No Selma Altın 515 72 82 Baskı Ezgi Matbaa Sanayi C. Altay Sk. No: 10 Çobançeşme/İstanbul Tel: (0 212) 452 23 02 Yayın Türü: Yerel Süreli
Mayıs sayımızla yine karşınızdayız. Yoksul konduların sokaklarından aktık geldik, acılarımız taş oldu yağdı düşmanın üstüne. Mayıslara karıştık, kızıllara boyandık. Bedeller ödeyerek kazandığımız alanlar bize yasaklanıyor. Yine bedeller ödeyerek alacağız. Hücrelerin pençesinde bir hasta tutsağımız daha, bir özgür tutsağımız daha özgürlüğe kavuşmayı bekliyor. Adı Mete.. Henüz 25 yaşında. Güler'in sabrıyla, yoldaşlarına olan inancı ve güveniyle bir yandan kanserle bir yandan hücre işkencesiyle pençeleşiyor. Mete'yi de alacağız soğuk zindanlardan, sıcak dost yüreklerin arasına.. “Bu dünyada her şey satılıktır, aklımız bile” diyor, “Akil Adamlar” topluluğu. Bakalım bu kez nasıl bir hüsranla karşılaşacaklar. İktidar eliyle beslenen sanat veya sanatçı, halka benzemez, iktidara benzer. “Akil adamlar”la halkı nasıl aldatmaya çalıştıklarını anlatıyoruz bu sayımızda. “Vefa halkların öz kültürünün bir silahıdır ve daima namlusu emperyalizmin yoz kültürüne çevrilmiştir.” Anadolu’nun vefalı göğsünden devrimciler doğar. Ve bir halkın en soylu damarı sayılması bundandır devrimcilerin. Devrimciler vefa duyar yaşadıkları vatana ve tüm dünyaya. Devrimci sanatçılar saldırıya uğruyor. Grup Yorum elemanları cuma eylemlerinde iki haftadır saldırıya uğruyor. AKP’nin polisi halkın her kesimini gaza boğuyor, liselileri, maçlarda taraftarları, eylem yapanı, sesini çıkaranı gaza boğuyor. O sıktığı gazların tek bir parçası boğazlarına kaçtı mı acaba, kimse onların annelerine, babalarına, çocuklarına o gazlardan sıktı mı acaba? Suriye’ye ne yapıp edip girmek için çırpınıyor Amerika ve onun işbirlikçisi AKP iktidarı. Yalanlar diziyor, oyunlar oynuyor, katliamlar tezgahlayıp suçu Esad’ın üzerine yığmaya çalışıyor ama yine olmuyor. Reyhanlı’da onlarca insanımızın katledilmesinin sorumlusu Amerika ve işbirlikçisi AKP’dir. Halkımızın başı sağolsun. Bir dahaki sayımızda buluşmak dileğiyle.. Dostlukla..
3
5
7
9
12
14
16
18
20
22
27
30
31 32
34
35
İZLENİM selin toprak öfkemiz taş oldu yağdı zulmün orta yerine İZLENİM hüsnü yıldız nisan türküleri söylüyoruz “bağımsızlık meydanı”nda RÖPORTAJ tavır 3. bağımsız türkiye konseri’nde sanatçılarla röportaj ANI bakırköy hapishanesi “bakırköy’de” bir konser DENEME ümit zafer hey dev-gençli DENEME sanat cephesi “akil”iz biz DENEME grup yorum gelenek devam ediyor DENEME deniz korcan antikayı korumak DENEME ekrem turgut yoksulluğun onuru ANI fazıl aktaş abimdi... BİYOGRAFİ anıl güleryüz tommaso campanella DENEME deniz ekin vefa MEKTUP mete diş’ten mektup DENEME hazal kara bir ıslık olmak... şimdi mete için... DENEME zerrin ege seri katil: tecrit ÖYKÜ murat selim karayel “kendi içinde kafes taşıdığın oldu mu hiç”
37 38
39
42
44
45
46
47
49
50
54
55
56
57
60
62
AYIN FOTOĞRAFI fosem DENEME tavır sazın tezeneye hasreti DENEME ümit ilter devrimci sanat halkın gücünü bir kez daha gösterdi MAKALE akın uçar kapitalizm ve sanatçı etiği ŞİİR nazım hikmet kablettarih ŞİİR hasan hüseyin korkmazgil analara... RÖPORTAJ tavır sempozyum konuklarıyla röportaj DENEME mahmut özçelik anlatmalısın MAKALE serkan fişek vatan sevgisi ÖYKÜ nilay fırat agop’un duduğu YILDÖNÜMÜ tavır deniz ve ibo KELİMELERİN DİLİ sinan gümüş iddiasızlaşmak DENEME senem çiçek ödül ve övgü ELEŞTİRİ dilşah köksal pis yedili SİNEMA hasan bakır kupkuru bembeyaz bir yaz HABER
Kolay ekmek yoktur hayatta. Ve biz hiçbir zaman hazır lokma yemedik. Bir şey istediysek almak için savaştık, direndik, bedel ödedik. Toprağını savunan köylü savaştı, parasız eğitim isteyen öğrenci savaştı, işinden atılan işçi savaştı. Ve siz! Memurların tüm haklarını gasp ettiniz, doktorları aile hekimliği sistemiyle robotlaştırdınız, patronlaştırdınız, insana ait ne varsa söküp atmak istediniz. Herkese terörist dediniz. Açılım dediniz Alevileri kandırdınız, akil insan dediniz sanatçıyı satın aldınız, halkı kandırdınız. Suriye’de binlerce canı çiğnemek pahasına, binlerce insanın kanını akıtmak pahasına büyük bir işbirlikçiliğe soyundunuz. Suriye halkının, komşu halkımızın katili oldunuz. Amerika’nın Ortadoğu’daki uşaklığını yaptınız.
KCK, Ergenekon, DHKP-C dediniz sizin gibi düşünmeyen herkesi tutukladınız. Gecenin bir yarısı evlerimizi, kurumlarımızı bastınız. Şarkı söyledik, terörist olduk; devrimcilere sahip çıktık, terörist olduk; adalet-eşitlik dedik, terörist olduk. İçinden çıkamadığınızda bizi, milyonları yok saymaya çalıştınız.“ Bir grup marjinal” dediniz. Peki biz marjinalsek, bir avuç siz nesiniz? Siz kimsiniz? Taksim’e 1 Mayıs izni vermediniz (Sizden izin bekleyen kimse?), orada inşaat var, çukurlar var; güvenliğini alamayız, insan sağlığına zararlı koşullar, bir yaralanma olur, bir kaza çıkar dediniz. Ve bunu kendiniz de inanmışçasına bütün dalkavuklarınızla, emniyet müdürü, vali, bakan elbirliği ile panik halde Taksim’in yasaklandığını açıkladınız. Bir yandan da kendini bilgisayar oyun-
larında sanan cellatlarınız bizleri hedef alarak attılar gaz bombalarını. Kiminin kafasına, kiminin koluna, bacağına, gözüne sıktınız, gaz bombası mermilerini. Birçok insanımız ağır yaralandı, bazı arkadaşlarımız ölümden döndü. Adeta birer kurşun gibi öldürmek için sıktınız. Madem derdiniz insan canını korumak, insanı korumak ise bu neydi? Utanmadan çıktınız televizyonlara renk renk, irili ufaklı bilyeleri gösterdiniz. Bir de halka; “Benim polisime laf edenler önce bu bilyeleri atanlara kızsın!” dediniz. Hastanelerde yoğun bakımlarda ölümle pençeleşen arkadaşlarımıza terörist dediniz, marjinal grup üyeleri dediniz. Ölümü hak etmek için yeterli sebep olarak gösterdiniz. Bu yalanlarınıza da kimse inan
madı. Sadece yalancı değilsiz, vatanseverlere faşizmin namlularını doğrultan da sizsiniz. Çocuğundan gencine, gencinden yaşlısına bir halkı yok etmek isteyen katil sürülerisiniz. 1 Mayıs günü İstanbul’un Taksim’e çıkan her sokağı gördü AKP faşizmini. Her sokak yangın yeriydi. Her sokakta savaştık sizinle. Kadını, genci, yaşlısı, çocuğuyla... Hatice Teyze, baktı ki evlatlarını gaza boğuyor zalimler mutfağından tenceresini tavasını getirdi fırlattı size. Zeynep Abla penceresinden limon attı “Alın çocuklar alın!” diye. Hüseyin Abi yere düşünce tuttu elimizden “Kalk evlat kalk! Daha vakit var, düşecek zaman değil!” dedi götürdü evine yaralarımızı sardı, yolladı kavganın içine. Ekmek kavgasıydı bu, onurumuz namusumuz için sokaklardaydık, zulme boyun eğmemek için sokaklardaydık. Bu yüzden yangın yeriydi ortalık. Siz tektiniz o gün. Bizse milyonlardık. Sizin gaz bombalarınız vardı bizim yüreklerimiz, sizin silahınızda plastik mermi vardı bizimkinde öfke.
Hadi söyleyin şimdi hangisi önce biter, sizin silahınızda ki mermi mi bizim yüreğimizde ki öfke mi? Ne zamana kadar yetecek elinizdeki silahınız, nereye kadar koruyacak sizi? Biz oraya hayatın en güzel kırmızısını kuşandık gittik. Tarihimizden gelen kırmızıydı o. Tanıyamadınız ya “Kim bu kırmızı maskeliler?” dediniz ya... İşte o kırmızı maskelerin altında diri diri yaktığınız altı kadının yüzü var, işkencede katlettiğiniz Engin’imizin yüzü var, 17 yaşında yürüyemez hale getirdiğiniz Ferhat’ımızın yüzü var, 18’inde şehit ettiğiniz Mehmet’imizin yüzü var, kendini bu kavgada feda eden yiğitlerin yüzü var; bir işçinin, bir öğrencinin, bir memurun yüzü var, her gün onuruyla geçinmeye çalışan insanımızın yüzü var, bir postacının yüzü var, parasızlıktan çocuğunu okutamayan, eve ekmek götüremeyen komşumuzun yüzü var. İnsanlıktan çıktığınız için bilmezsiniz ama orada, o kırmızı bezin altında halkın yüzü var. Bu yüzden korkuyorsunuz
zaten. Bu derece saldırmanız bundan. Hem korkuyor hem de can çekişiyorsunuz. Çünkü zaman tükeniyor gün be gün eriyip bitiyorsunuz. İnsanlığın bedenine yapışmış bir yarasınız siz ve söküp atılacağınız gün yakındır.
Öfkemiz büyük Öfkemiz sonsuz Öfkemiz; emperyalizme faşizme Kavgamız büyük Kavgamız sonsuz Kavgamız; ekmek kavgası Kavgamız; bağımsızlık kavgası Zafer büyük Zafer yakın Bir ananın rahminde doğacağı günü bekliyor SOSYALİZM…
Kış ayları bitip bahar yüzünü güneşe döndürdüğünde kar yüksek dağ yamaçlarından dipten yani toprağa ilk temas ettiği yerden, usul usul erimeye başlar. İzi olur suyun aktığı yer patikaya, tıpkı patikaya benzer. Yamaçlardan daha aşağılara aktıkça, her koldan gelen sular birleşince öyle hızlanır ki sığmaz olur dere yatağına. Akan suyun duygusu vardır sanırsınız. Ona özlem duyanlara hayat vermenin coşkusuna binlerce canlı ile birlikte dağa selam durur. Yeniden var olmanın hazzı ile Nisan türküleri söylenir hep birlikte. Ne kadar zor da olsa kara kış, ne kadar fırtınalar, boranlar vursa da bu topraklara kar etmiyor, onlara. Yeniden, yeniden yenilenirken hayat, daha gür filizleniyor toprak. Üçüncüsünü yaptığımız bağımsız Türkiye konserini böyle anlatmak eksik kalsa da benzeşiyor diyebiliriz. Öyle ya geçen yıl konser çalışmalarımızı yapan birçok arkadaşımız tutuklanmış, mahpusanelere konmuş. Neredeyse bir yıldan beri her 15 gün içinde kurumlarımız basılıp içinde Grup Yorum üyelerinin de bulunduğu birçok arkadaşımız
işkenceye uğramıştı. Konser çalışması yapan arkadaşlarımız tehdit edilip astıkları afiş ve pankartlar sökülmüştü. Yazmakla bitmez faşizmin uygulamaları ya... Sabah sekiz gibi alana gelenleri geceden alanda kalan arkadaşların yorgun ama gülümseyen gözleri karşılıyor. Soğuk sayılabilecek sabahın bu ilk saatlerinde heyecanlı ama umutla kucaklaşıyorlar. Merakını yenemeyen, sahne platformuna çıkıp boş alana defalarca bakıyor. Dolacak mı? Ne kadar dolacak? “500 bin yürek bir büyük halk korosu” denmişti. Burjuva medyanın görmediği, haberini yapmadığı dünyanın en büyük evet en büyük organizasyonlarından biri olma gibi bir iddia vardı ortada. Söz verilmiş, emek harcanmış, kış atlatılmış. Alana ulaşmak isteyenleri karşılamak için konser alanına neredeyse bir kilometre uzaklıktaki otobüs, metrobüs duraklarında Grup Yorum önlüklü görevliler yerlerini almış, bekliyorlar. Konser alanına yaklaştıkça görevli sayısı artarken düzen ve nizamları, ciddiyetleri, ilk gururu yaşatıyor dersek abartmış olmayız. Uzak şehirlerden yol yorgunu gelip kendilerine ayrılan yerde görevini yapmaya çalışanları gördükçe gözlerimizde nem miktarı da artıyor.
Antakya, Dersim, Ankara, Antalya… Aileler, dostlar hal hatır ediliyor hızlıca selam söyleniyor. Alanı çevreleyen tepe ve önemli noktalara kırmızı bayraklar çekilmiş, flamalar insanı çeken rengiyle her tarafa asılmış. Yine stantları kuranlar kendilerine ayrılan bölümde intizam içinde ürünlerini sergilemek için uğraşıyorlar. Saat 11:00, güneş bir var bir yok. Peki bu gelmeye başlayanlar?..Bunlar ilk sıcak yelde karın toprağa değen yerleri. Grup Yorum elemanlarına gözümüz ilişiyor. Kimi platform üzerinde sahne düzeni ile ilgileniyor. Kimi bir eksiği halletme derdinde. Türkülerin çocukları bahar güneşi gibi döndükleri her yöne ışık saçıyorlar. Bu dünyanın en büyük halk korosuna eşlik edecek sanatçı dostlarımız da heyecanlarını gizlemeden geliyorlar. Ses düzeni, ses düzeni daha güçlü olmalı derken biz bu alan hangi arada doldu diye şaşkınlığımızı gizleyemiyoruz. Saatler 15:00’i gösterirken alana baktığımızda nehir yataklarının bir kez daha taştığını görüyoruz. Ya hala akın akın gelenler... Bahar yine tüm coşkusuyla geldi. Konser alanında katılanları ilk selamlayan sevgili Canan ve Zehra Kulaksız kızlarımızın babası Ahmet Kulaksız da bu coşkuyla hoş geldin diyor, bu büyük koroya. Devrim şehitleri, devrimci tutsak-
lar anılıyor, selamlanıyor. Pir Sultan’ın, Dadaloğlu’nun, Bedreddin’in, Köroğlu’nun, Victor Jara’nın… gelenekleriyle ilk türküler alana yayıldığında coşku doruğa ulaşıyor. Sırası gelip sahnede yerini birer, ikişer gruplar halinde alan sanatçı dostlarımız coşkuyla türkü ve şarkılarını söylüyorlar. Sahnedeki dans gösterisine uzak olanlar belli yerlere konulmuş sinevizyonla bu ana ortak oluyorlar. Sahnede tutuklanmış devrimci avukatlar, memurlar, işçiler, Dev-Genç’liler selamlanırken, kimi aileler haftalık telefon görüşme hakkını bu alanda kullandığı için canlı olarak o gürültünün ortasında aynı heyecanı paylaşıyor. 3. Uluslar Arası Eyüp Baş Sempozyumu için değişik ülkelerden gelenler sahneye çağırıldığında başta Suriye halkı olmak üzere emperyalizme karşı dünya halklarının ortak mücadelesinin önemi anlatılıyor ve emperyalizmin er ya da geç yenileceği bir kez daha ifade ediliyor. Kızıldere’de yakılan direniş ateşinin gücü, inancı ve yüzlerce şehidimizin sözü ile konseri bitirdiğimizde hedefimizi aşıp 550 bin kişilik büyük halk korosunu oluşturduğumuzu görüyoruz gururla...
Yasemin Göksu Bizler yıllardır Grup Yorum ile yan yana yürüyoruz. Ki burada dünya görüşlerimizin tümüyle bağdaşması gerekmiyor; fakat biz aynı yolun yolcularıyız. Türkiye'de bağımsızlık, özgürlük ki özellikle fikir, düşünce ve konuşma özgürlüğü olsun diye bizler bugün buradayız. Ayrıca Grup Yorum'a yapılan, senelerdir reva gördükleri baskılar ve zulümlere bizler kesinlikle karşıyız. Bütün bu baskılar bizlerin önünde duracağı şeyler; İdil'in o şekilde basılması, insanlara on bir tane demir kapı varmış gibi lanse edilmesi, albüm kayıtlarına el konulması bunlar ancak faşizan bir yönetimde olabilecek şeyler. Dolayısı ile bizim buradaki görevimiz, her zaman olduğu gibi Grup Yorum'un ve yasaklanan diğer sanatçılarımızın yanında durmak. Korhan Özyıldız ( Marsis) Bugün burada yine beklediğimiz gibi çok güzel bir ortam var. Bu alanda 500 bin kişi olacak ki bende buna inanıyorum. Marsis olarak bizde Grup Yorum ile birlikte " Tam bağımsız Türkiye" demek için buradayız. Her zaman söylediğimiz gibi ülkede uzun dönemdir yaşanan bütün kötülüklere rağmen böyle birliktelikleri daha da fazla bir araya getirip karanlıkları aydınlatmalıyız. Bunun da başka hiçbir yolu yoktur Niyazi Koyuncu Grup Yorum var olduğu günden bugüne baskılara ve zulme karşı her za-
man bizlerin sesi oldu. Ben de bu ana kadar hep dinleyiciydim, bugün ise Grup Yorum sahnesine çıkacağım ve bu benim hayatımda yaşadığım en güzel anlardan birisi olacak diye düşünüyorum. Yarınlara ise daha umutlu bakıyorum. Erkan Oğur Öncelikle ben burada olmaktan ve böyle bir şeyi paylaşmaktan çok gururluyum ki benim Grup Yorum ile olan bağım oldukça eskiye dayanır zaten. Onlarla birlikte hep çalmak istemiştim; fakat bir türlü fırsat olmamıştı. Esas olan ise burada, bu halk ile birlikte olmaktır. Bugün burada bu kalabalığı görmek bizlere çok ümit veriyor tabi. Cahit Berkay Süleyman Demirel'in meşhur bir lafı vardır. Demirel bir senfoni orkestrasını dinledikten sonra "Muhteşem, büyük, büyük..." diye bağırmış, gerçekten de bugün burada olan şey de öyle. Katılım çok büyük ki ben bunun adına sahiplenme diyorum; davayı ve konuyu sahiplenen insanlar gelip burada bulunmakla o düşlerine sahip çıkıyorlar. Bu ülke, bu vatan, insanlık, emek, işçisi ve diğerleri herkes bugün burada. Biz sahip çıkıyoruz diyorlar ve benim için de bu dayanışmayı görmek çok güzel. Eşber Yağmurdereli Bugün Türkiye solunun bir çok sıkıntıyı bir arada yaşadığını görüyoruz ve yine Türkiye solunun ve Türkiye Devrimci Hareketi’nin birçok sıkıntıya birlikte göğüs
gerdiğini görüyoruz. İnsanlar bu olumsuz koşullarda ve bu yağmurda bile Grup Yorum adı altında bir araya gelebiliyorlar. Bugün buradaki tablo bir umut tablosudur ve geleceğe dönük olarak bizim umutlarımızı yeşertir. İbrahim Karaca Grup Yorum bizlerin "Tam Bağımsız Türkiye" özlemimize şu anda aracılık yapmaktadır. Unutulan bu düşü bizlere yeniden hatırlatıyor. Bugün bu alana dolan yüz binlerce insan birçok şeyin cevabı ve bütün dünyaya buradan çakılan bir işaret fişeğidir. Grup Yorum halkın örgütlü gücünün asla yenilmeyeceğini bir kez daha göstermiş oldu. Grup Abdal Grup Yorum bugüne kadar hep halkın mücadelesini verdi ve bizler de her zaman onların yanındaydık. Bizler her zaman halkın yanında olan bir müzik grubu olmaya çalıştık dolayısı ile Yorum ile aynı taraftayız. Onların yaşadıkları tüm baskılara karşı beraber olmaya da devam edeceğiz. Bugün de bunun göstergelerinden birisidir. Oktay Üst ( Karmate) Bu bir Grup Yorum gerçeğidir aslında. Bizler Grup Yorum türküleri ile büyüdük. Grup Yorum Türkiye'deki ve Anadolu'daki bütün dillere ve dinlere hizmet veren bir gruptur. Aynı zamanda demokrat kitleye de hitap eder. Bizler Lazca türküleri ilk kez onlardan duyduk ve mücadeleyi Grup Yorum ile ta-
Nejat Yavaşoğulları Bugün burada gördüğümüz büyük kalabalık gelecek için moralimizi düzeltiyor. Bende bu konsere katılmaktan ve Grup Yorum ile dayanışma içerisinde olmaktan çok mutluyum.
nıdık. Bugünkü tablo zor bir tablo değil bence ve her zaman olması gereken bir tablo. İnsanlar her zaman Grup Yorum'un arkasındandır ve Grup Yorum'da asla ölmeyecektir. Selçuk Balcı Herkesin de bildiği gibi Grup Yorum tüm halkların sesidir. Türkiye'de yaşayan etnik kökenli insanlardan tutunda binlercesi ve o insanların bir çoğu bugün bu alana akın etti. Bende Karadenizli bir Hemşin insanı olarak bugün buradayım. Grup Yorum halkın derdini anlatan ve gerçekçi müzik yapan tek müzik grubudur. İnsanlar da kendi dertlerini anlatan bu grubun her zaman yanında oluyorlar. Önemli olan halkların kardeşliği ve bir arada olmaları diyorum. Hüseyin Turan Benim ikici yılım ve yine buradayım; fakat asıl destek bu seneki konserdir. Ben de bugün Grup Yorum korosundayım; bu güzelliğe, bu kalabalığa ve coşkuya ortak olmak için burada olmak istedim. Burada olduğum için çok mutluyum ve bu güzel organizasyonda emeği geçen herkesi kutluyorum. Yaşar Kurt Bizim mücadelemizin fon müziği belki aynı olmayabilir ama bütün ritim-
le birlikte akıp gelen bir müziktir Grup Yorum'un müziği. Ben seksenli yılların sonunda tanıdım Grup Yorum'u ve hala onlarla beraberim. Grup Yorum hala bir umut üretiyor, hala politik müzik yapıyor ve hala meydanları onlar tutuyor. Kısacası Grup Yorum bizim için gerçekten çok önemlidir. Bugüne emek veren bütün arkadaşlarımın hepsini çok seviyorum. Grup Yorum bence müthiş bir serüvendir. Apolas Lermi Ben ilk defa katılıyorum bu konsere ve bundan dolayı çok mutluyum. Bizler Grup Yorum'un türküleri ile büyüdük ve ben onlardan çok şey öğrendim; halktan yana müzik yapmayı Grup Yorum'dan öğrendim. Şimdi ise böyle bir proje içerisinde onlarla beraber olmaktan çok mutluyum. Ben bu konserlerin böyle, bu kadar güzel bir şekilde devam edeceğini de düşünüyorum. Hakan Yeşilyurt Gerçekten de muhteşem bir kalabalık var. Ki zaten kendisine devrimciyim diyen insanın da bugün burada olması gerekiyor. Halkların kardeşliği adına, barış adına, demokrasi adına ve sosyalizm adına burada olunması gereken günlerden birisi. Grup Yorum tarihe damgasını vurmuş bir gruptur. Bugün burada olmakta bizim en büyük görevlerimizden birisidir.
Suavi Saygan Benim Grup Yorum ile olan ilişkim yıllara dayalı bir ilişki zaten; sadece bu süreç ile ilgili bir ilişki değil. Fakat özellikle de muhalif sanata vurulan darbeler, çektirilen acılar ve toplumun gözünde itibarsızlaştırma çabalarının bugün buradaki Yorum kitlesine baktığımda çokta karşılık bulamadığını görüyorum. 3. Bağımsız Türkiye Konserinde bulunma nedenimiz ise şudur: Türkiye'nin bağımsızlaştırılması noktasında neredeyiz sorusunun sorulması. Ve en önemlisi de bizim böyle bir idealimiz, hedefimiz, umudumuz var ki bu süreç Türkiyeli devrimcilerin yıllar önce başlattığı bir isyanın devamıdır diyebilmek. Bizlerin asla yalnız olmadığımızı, her zaman yan yana olduğumuzu ve ortak tavır alabilecek kadar dayanışma içerisinde olduğumuzu herkese söylemektir. Grup Yorum'un yalnızlaşması demek sadece Grup Yorum'un değil tüm muhalif sanatın susturulması anlamında bir ceberrut baskıdır ki hal böyle olunca bizlerde kardeşlerimizi yalnız bırakmamak adına buradayız. Giderek benzer baskıların devre dışı bırakılması anlamında da bir güç birliği içerisindeyiz demektir aynı zamanda bugün burada olmamız. Bugün keyifli bir pazar olsun ve estetik dolu bir isyana dönüşsün. Dilerim ki bizim sesimizi duymak isteyenlerde duyacaktırlar. Okşan Dede Ben bugün burada olduğum için çok mutluyum Grup Yorum'da bizim, Emek Sineması'da bizim.
"Gerçek ayrılıklar özlemlerin bittiği yerde başlar" demiş, Büyük Direniş'in şehitlerinden Osman Osmanağaoğlu. Bizi duvarların ardına atıp tecrit etseler de, hasretimizin dağ oluşudur sevdiklerimizden hiç ayrılmayışımızın nedeni. Duvarlar soğuktur, dışarıda gürül gürül akan hayatın coşkusundan, sıcaklığından yalıtmak içindir. Duvarlar yüksektir, bir el uzatıp yakalamak istersin duvarın öte tarafındaki sevdiklerinin eline, uzanamazsın. Duvarlar kalındır, bir işçi grevine, bir gecekondu direnişine koşup gitmek isterken barikat olur çıkar karşına. Duvarlar bize düşmandır düşman olmasına ama şair de der ki: "O duvar duvarınız, vız gelir bize vız" Bedenin duvarlar ardında tutsak olsa da yüreğin meydanlarda atar, "haydi kolkola" diyen yüz binlerce kişilik bir kardeş halayının arasına karışır. 14 Nisan'da o meydanda attı yüreğimiz. Bakırköy Bağımsızlık Meydanı'nda… Bir gelenek haline getirdiğimiz "Bağımsız Türkiye" konserlerinin ilk yapıldığı günden bugüne dişimizle, tırnağımızla çalışmıştık o büyük halk korosunu kurmak için. Her şeyin en güzeli, en görkemlisi olmalıydı. Bunun için günlerce düşünmüş, kafa patlatmış, kimi zaman bir
bilgisayarın başında konser videolarını hazırlarken, kimi zaman sırtımızda afişlerle, pankartlarla sokaklarda sabahlamıştık. Kültür merkezimizin bulunduğu Okmeydanı'ndaki düğün salonunda saatlerce süren provalarda bizi ayakta tutan o güne dair kurduğumuz hayallerimizdi. Ve konser günü gelip çattığında bağımsızlık şiarımıza kulak verip gelen yüz binler, tüm yorgunluğumuzu alıp götürmüştü her seferinde. O günün bahtiyarlığı her şeye değerdi. Sanat düşmanı AKP'nin saldırılarına, devrimci-demokrat güçlere yönelik estirdiği tutuklama terörüne rağmen bu yıl daha da büyüttük hedefimizi. Saldırılara yüz binlerce kişilik halk koromuzla cevap verdik. Bir konserden çok daha fazlasıydı bizim için. Bağımsızlık düşümüzün hala halkımızın en büyük özlemi olduğunu kanıtlayan bir gösteri, emperyalizme meydan okuyuş… Heyecanı aylar öncesinden saran provası devrimin. Ama biz o meydanda olamadık. Çünkü bizi tutsak ettiler. Ama yanıldılar. Biz hep o kalabalığın içindeydik. Sadece bedenimiz buradaydı, duvarlar ardındaydı. Tutsaklık, konser çalışmalarına alın terimizi katamamanın burukluğunu duyuyorduk. Hani bir annenin çocuğunun emeklemekten yürümeye, yürümek-
ten koşmaya geçtiği süreçleri görememesi neyse, o işte. Sadece içimizin buruk oluşumu peki hissettiklerimiz? Asla! Bize, halkın umudu olmanın bedelini hapishanelerde ödettirenlere sonsuz bir öfkemiz var. Bakırköy'e akan yüz binleri bir soluk kadar yakınımızda hissettiğimiz için öfkeliyiz bizi ayrı düşürenlere. Tecritin en koyusunu da yaşasak hayatın nabzını sıkı sıkı tutuyoruz. Çektiğimiz hasret, faşizme duyduğumuz öfke ve zindanlarda direnmenin coşkusu değil midir zaten adımızı Özgür Tutsak kılan. Özgür tutsaklık ruhuyla kolları sıvadık biz de 3. Bağımsız Türkiye Konseri için. "Bakırköy"de bir konser yapacaktık. Hem "şanslıydık" da. Geçen yıl konserin çalışmalarına katılan hemen herkes buradaydı, bizimle birlikte Özgür Tutsak’lık cephesindeydi. Deneyimliydik yani! Hemen bir komite kuruldu. Bir gün öncesinden başladı hazırlıklar. Yorum'dan arkadaş hapishanedeki koromuzu çalıştırırken, komite de teknik işlerle ilgileniyordu. Konser kitlesi olacak olan yoldaşlarımıza sürpriz yapmak için "illegal" çalışıyordu komite. Bir hücre kapatıldı ve harıl harıl bir faaliyet başladı. El ilanları, afişler, görevli kartları, Yorum önlükleri, stant malzemeleri, mikrofon,
kamera… tüm bunları elde avuçta olan imkanlarla elde edecek, "dışarısı" tadında bir konser yapacaktık. Kitle çalışması yapabilmek için önce el ilanları, kuşlamalar ve afişlerden başladık işe. Bant usulü çalışıyorduk. Birimiz el ilanlarının üzerine Yorum logosunu çizerken, birimiz yazılarını yazıyor, birimiz de boyamasını yapıyorduk. Neyse ki İdil'den arkadaşlar, Tavır'dan çok sayıda göndermişlerdi de bir tanesindeki Yorum logosunu kesip şablon olarak kullanabildik. Sırada afişlerimiz ve kuşlarımız vardı. Onlar da özene bezene hazırlandı. Kuşlarımızın bir yüzünde "Grup Yorum", diğer yüzünde "Türküler Susmaz Halaylar Sürer" yazıyordu. Arkadaşların havalandırmada kalabalık olduğu bir sırada, üst kattaki hücrelerin pencerelerinden kuşlar fırlatıldı. Önce şaşıran arkadaşlar, kuşların üzerindeki yazıyı okuyunca sloganı patlattılar:
"Türküler Susmaz, Halaylar Sürer". Sırada afişler vardı. İki arkadaş afişleri yemekhaneye astılar. Asmalarıyla birlikte afişlerin önünde kalabalıklar da birikmeye başladı. Herkes birbirini itekliyor, afişi görmeye çalışıyordu. "Aa, gördünüz mü, …. Abla konuk sanatçıymış konserde". "DMH Tiyatro ekibi de varmış".
alacaktı. Ancak evdeki hesap çarşıya uymadı. El ilanları dağıtıldı, ajitasyonlar çekildi fakat polis göz altına alacağı sırada kitle ayaklanıp polislere "yuh" çekmeye başlayınca ortalık karıştı. Kitlelerin öfkesi öyle gerçekçiydi ki, polis rolündeki arkadaşlar en sonunda "Arkadaşlar yapmayın, biz de sizdeniz" demek zorunda kaldılar.
Gerisi gülüşmeler, şakalaşmalar… Kitle çalışmasına dair yapacağımız faaliyetlerin sonuncusu ise akşam yemeğinde el ilanı dağıtmaktı. El ilanı dağıtımını küçük bir canlandırma şeklinde yapalım dedik. İki arkadaş hazırladığımız Yorum önlüklerini giyecek ve akşam yemeği yenirken masaları gezerek ajitasyonlarla el ilanı dağıtacaktı. Herkese el ilanı verildikten sonra, polis kılığına girmiş üç arkadaş da ellerinde coplarla gelip "Bu yaptığınız yasa dışıdır" vs üzerinden tartışıp, sonra da saldırıp göz altına
Ve 14 Nisan geldi çattı. Sabah uyandığımız anda hepimizin gösterdiği tepkiler aynıydı. Kimimiz içinden, kimimiz dışından ifade etti yağmura olan sitemini. Karamsarlığa düşmedik asla, yağmurun hezimetine uğrasak da en iyi şekilde yapacaktık bu konseri. Gökyüzüne bakıp hava tahminleri yapmadan da edemiyorduk ama: "Açacak açacak, öğlene bir şey kalmaz", "Görürsünüz, bir saate diner bu yağmur". Yorumcuların ve konsere emek veren her bir yoldaşımızın,
hatta konsere gelecek olan yüz binlerin bizimle aynı duyguları hissettiğinden emindik. Saat ilerledikçe heyecanımız da artıyordu. Saat saat yorum yapıyorduk: "Şimdi stantları açıyorlardır.", "Şimdi prova yapıyorlardır"… Aklımız, yüreğimiz alandaki hazırlıklarda, bir yandan da "Kendi" konserimizin hazırlıklarını yapıyorduk. Havalandırmada açtığımız İdil ve TAYAD standlarının masa örtüsü, "İdil Kültür Merkezi" yazılı ozalit, stantlardaki eşyalar rüzgardan uçuşuyor, TAYAD baş örtülü anamız bile "İdil" logolu görevli kartı takan genç arkadaş rüzgarın etkisini kırmak için çeşitli önlemler alıyordu. Kapıların açılma saatine yakın tıpkı metrobüsten, metrodan, minübüslerden akıp sloganlar, halaylar eşliğinde kapı önünde bekleyen kalabalıklar gibi biz de kurduk halayımızı havalandırmada. Saat 15:00 olduğunda ise soluğumuzu tutup beklemeye başladık. Engel olabilsek, kalp atışlarımızı dahi durdururduk sessizliği bozmasın diye. 15:20'de uzaklardan gelen bir kemençe sesi duyuldu. Heyecanlandık, hareketlendik birden. Kemençe sesi gitgide daha canlı gelmeye başladı. Yorum'dan arkadaşların faksla gönderdiği repertuara baktık. Birinci şarkı "Sasa Horonu" idi. Evet evet, Sasa Horonu'ydu bu duyduğumuz! Duyduğumuzun doğrulanması karşısında yüreğimiz kabına sığmaz oldu. Sevincimizi paylaşırken çıkardığımız gürültünün üzerine hemen uyarılarda başladı: "Arkadaşlar sessiz olalım, duyamıyoruz." İkinci şarkı "Feda"ydı. Feda'yı da duyabilmiştik. Ancak Feda'dan sonra sesler uğultu halinde gelmeye başladı. Zaman zaman bağlamanın, zaman zaman sloganların, alkışların sesini ayırt edebilmiştik ama hangi şarkının çaldığını anlayamamıştık. Artık umudumuzu yitirdiğimiz bir vakit, saat 18:05'te, yani konserin son da-
kikalarında çok tanıdık bir ezgi çalındı kulağımıza: "Cemo'yu söylüyorlarrr! Duyuyoruz." "Cemo çalıyor, ben de duydum ben de." "Aa evet evet, Cemo çalıyor"… Herkesin yüzünde bir tebessüm, dudaklarında bir kıpırdanış belirdi: "Alnında yıldızlı bere, elinde mavzeriyle"… Konser bitti. Her Yorum konseri sonunda olduğu gibi elimiz bağrımızda terk ettik alanı; havalandırmayı. Fakat önümüzde "Bizim" konser vardı daha. Sahne ekibi ve korocular son provalarını yapmak üzere bir hücreye kapanırken, konser komitesi de teknik hazırlıklarını tamamlamak üzere başka bir hücrede toplandı. Konsere katılacak "Konuk sanatçılar"ın kostümleri, konsere gönderilecek çelenk ayarlandı. Ayakkabı kutusu ve siyah çöp poşetin-
den yaptığımız kamera ve basın muhabir kartı muhabir olacak arkadaşa teslim edildi. Seyircilerin oturacağı alan ve ikramlar da hazır olduktan sonra, alkışlar eşliğinde Grup Yorum sahnedeydi artık. Bakırköy Kadın Hapishanesi'ndeki Grup Yorum, Bakırköy Bağımsızlık Meydanı'ndaki Grup Yorum'un repertuarıyla bizimleydi. Ve C9 koğuşundaki 27 yürek, bağımsızlık meydanını dolduran yüz binlerin yüreği olup atmıştı dört duvarın arasında. Ne demiştik en başta: "Gerçek ayrılıklar, özlemlerin bittiği yerde başlar." Biz hiç ayrılmadık mücadele kokan her yerdeydik. Ve 14 Nisan günü Bakırköy Bağımsızlık Meydanı'nda tüm benliğimizle biz de oradaydık.
hey dev-gençli!
"Sevdiğin müddetçe Ve sevebildiğin kadar, Sevdiğine her şeyini verdiğin müddetçe Ve verebildiğin kadar gençsin…" *
ça kıvılcım saçarsa, çarpıştıkça işte öyle coşku taşıyorsun hayata. Ki halkın yenilmezliğinin yüzüdür senin yüreğin. Mahir'sin ve Hasan Selim. Halk ve vartan sevgisi uğruna her şeyini verdiğin müddetçe Dev-Gençli'sin. Faşizmin zoruna, zorbalığına boyun eğmeyişin kadar ve boyun eğmediğin sürece o büyük sevdanın ölümsüz aşığısın.
Ve tam da bu nedenle, Dev-Gençli'sin. Halkını ve vatanını sevdiğin müddetçe ve sevebildiğin kadar, halkın ve vatanın emperyalizmin zalim ve sömürüsünden kurtuluşu için her şeyini verdiğin müddetçe ve bu uğurda be- Yarını olmayanlar bugüne teslim olurdel ödemeyi göze alabildiğin kadar lar ama sen, boylu boyunca yarınsın. Dev-Gençli'sin… Güne sığmayıp şafaklara renk vermen bundan… Hayallerin kadar gençsin ve acıların kadar yaşlı. Hal böyle olduğu içindir ki, Hey, sen daima delikanlısın. Düşürmedin Dev-Gençli! çünkü, eğilmiş başın o çirkin gölgesi- Sen yarına yürüdükçe, bugünün efenni ömrüne. Ve terk etmedin Mahir , Hü- dileri saldırıyorlar sana. Durmuyorseyin, Ulaş'tan bu yana kurduğun o sun ama saldırıyorlar. Yılmıyorsun. mukaddes hayali. Zulümsüz ve sö- Saldırıyorlar. Sızlanmıyorsun. Saldırımürüsüz bir hayatın hayalini kurup ha- yorlar. El- aman dilemiyorsun. Saldırıkikati için savaşmanın "büyük yorlar. Baş eğmiyorsun. Bir yanardağ suç"udur senin devleşen gençliğinin nasıl yürürse. Öyle ateşli… özü… Hey, Hep olduğu gibi, sana yine saldırıyor- Dev-Gençli! lar. Sebebini biliyorsun. Çünkü, sen, ya- Kızgın ve kızıl kıvılcımlar taşıyan gözrını bugünden kurmanın yılmaz, yorul- lerinle bakıyorsun karanlığa. Ki bütün maz emekçisi; durmaz, durulmaz der- saldırıların nedeni, senin gözlerindevişisin. Yürümek, hep yürümek, hiç ki feri söndürmek isteyişleridir. İşte o durmadan yürümek tarihsel yakışı- zaman karanlığa keser bütün zaman. ğındır… Bunu istiyorlar ama başaramıyorlar. Çünkü, senin gözlerin yarının gözleriZorlu çarpışmalarda bilenen bıçaktır dir. Günün köhne cellatları o gözleri coşkun. Çakmak taşları nasıl çarpıştık- kör edemez…
Hey, Dev-Gençli! Savaş vaktinin içindesin. Hayatı "kavga günü" olarak yaşaman bundandır. Ve hayatımızın omurgasını oluşturan "kavga günü", aynı zamanda Karayılan'dan yadigar "namus günü"dür. Özü özeti şu ki, "Ölmek Var, Dönmek Yoktur" halkımızın dediği gibi. Kavganın ölümsüz ve amansız yasasıdır bu. İlk kölenin dudağında patlayan "özgürlük" narasından bu yana… Hey, Dev-gençli! Senin sıktığın yumruğun içindedir yarının temeli ve şafaklar boyunca dalgalanan yumruğun, geleceğin sancağıdır bu macerada. Savrulup dalgalandıkça, halk düşmanlarının eyvah'ı derinleşir. Hey, Dev-Gençli! Omuzlarında hissediyorsun değil mi, tarihin ağırlığını? Bugünün dünyasında yarının ağırlığıdır omuzladığın. Tarihi şekillendirmenin yarına can vermek olduğunu kavradığından bu yana, gözü karasın işte bu sebeple… Hey, Dev-Gençli! Her zorluk, her zorbalık, her kuşatma, her alçaklık ve her ihanet karşısında her zaman Mahir, Hüseyin, Ulaş'sın sen. Ölümsüzlüğün halkın yenilmez-
liği olduğunu kavradığından bu yana, hayatın direnç sayfalarına tarih yazansın. Çünkü, sen, halkın özündeki cevahirsin… Hey, Dev-Gençli! Biliyorsun, burjuvazi, "büyük" korku ve küçük haz prangaları taktığı bireyi, kapitalist bataklığın dibine çekerek boğuyor. Ki Eski İnsan'ın zavallı ve aciz halini gördükçe, Yeni İnsan inşaatına bir tuğla, bir tuğla daha koyuyorsun. Köle olarak yaşamaktansa, özgürlük için savaşırken özgürleşmektir senin vazgeçilmezin… Hey, Dev-Gençli! Halk sevgisinin örsü ile devrim inancının çekici arasında kendi ruhunu şekillendiriyorsun sen. Ham madden umut, ki kaynağı halktır. Bitip tükenmezliği bundandır. Ve kavganın suyunda çelikleşen ruhun, yenilmezdir.
İşte bu yenilmezliğin tarihidir senin delikanlı ömrün… Hey, Dev-Gençli! Sen halkın delikanlı halisin ve seni yıldıramadıkça, halkı asla teslim alamazlar. Bunu biliyorsun ve direniyorsun. Ki senin direnişin renk veriyor şafağa. Amerikan uşakları duvar delip kapılarla uğraşsın, sen yarına yürüyorsun nasılsa. Ve dahası da şu ki, bulunduğun mevziyi Stalingrad'a çeviriyorsun… Hey, Dev-Gençli! Biz birbirimizi biliriz. Dudağımızın üstünde dolaşan umut tebessümünden, sıkılı yumruğumuzdan ve Mahir ellerimizle şekil verdiğimiz onurumuzdan. Dayı'dan yadigar gözü karalığımızdan. Her nerede olursak olalım, Biz birbirimizi biliriz… Ve adımlarımızın sesini, yüreğimizle duyarız…
Hey, Dev-Gençli! Sen şimdi o sokaktasın. BİZ birbirimizi biliriz. Sen şimdi bu voltadasın. BİZ birbirimizi biliriz. Sen şimdi şu patikadasın. BİZ birbirimizi biliriz. Sen şimdi kara toprağın altındasın. BİZ birbirimizi biliriz. Çünkü, BİZ, devrimin ta kendisiyiz. Ve " yürüyoruz dalgalar gibi" her birimiz, faşizme karşı omuz omuza ve yarına doğru… Hey, Dev-Gençli! Biz Nazım Hikmet şiiriyle başlamıştık, yine Nazım'dan bir şiirle bitirelim: "Varılacak yere Kan içinde varılacaktır, Ve zafer artık hiçbir şeyi affetmeyecek kadar Tırnakla sökülüp Koparılacaktır…" *Nazım Hikmet
“akil” iz biz
Bu dünyada her şey satılıktır “aklınız” AKP’nin oluşturduğu “Akil İnsanlar” heyeti de Truva Atı misali halkı kandırmabile!.. nın aracı olarak kullanılmaktadır. Bu “Truva Atı” Hikayesini bilir misiniz? Yu- oyunun bir parçası da Yılmaz Erdoğan, nan mitolojisinde de geçen hikaye kısa- Orhan Gencebay, Hülya Koçyiğit, Kadir ca şöyledir; Akalılarla Truvalılar karşılık- İnanır, Lale Mansur gibi bazı sanatçılarlı savaşmaktadır. Akalılar savaşı kazan- dır. Şarkılarıyla, oyunlarıyla Türkiye halkmak ve Truvalıların topraklarını ele ge- larının tanıdığı bu isimler heyet içerisinçirmek için Truvalılara bir oyun oynarlar. de yer alarak AKP’nin kirli politikalarına Savaşı artık bitireceklerini, geri çekilecek- ortak olmuşlardır. lerini, çekilmeden önce ise onlara bir at hediye etmek istediklerini söylerler. Atı Biz bu politikaları Osmanlı’dan beri bisurun önünde bırakıp geri çekilirler. liriz. Keza Osmanlı iktidarı döneminde Bunu gören Truvalılar surların kapısını de bu oyunların en alası oynanmıştır. açıp atı içeri alırlar. At tahtadandır. Tah- Asimilasyonun alası yaşanmış, halk ilitadan gecenin bir yarısı çıkan Akalılar ğine kadar sömürülmüştür, binlerce alsurların kapısını açıp diğer Akalıları içe- evinin kellesi kesilmiş, diri diri kuyulari sokarlar. Sonrası yıkımdır ve Truvalılar ra atılmışlardır. Başedemediklerindeysavaşı kaybetmiştir. se devşirilmişlerdir.
Dedik ya Osmanlı’da oyun çok ama bu oyuna ortak olmayan direnen Pir Sultanlar da çıkmıştır. AKP iktidarı ne zaman köşeye sıkışsa ejdatlarına baş vuruyor. AKP iktidarı da biliyor ki bugün halklar nezdinde hatırlanan asalak Osmanlı iktidarı değil direnen, başkaldıran Anadolu halkları olmuştur. Aydın ve sanatçıların gerek üretimleri gerek kitle önünde bulunmaları nedeniyle halkı etkileme özellikleri vardır. Televizyon ekranlarından yansıyan görüntüleriyle aileden biri sayılarak halkta güven uyandırırlar. Bu güven halk nezdinde, halkın aydını, sanatçısı olmayanlarca hep sarsılmıştır. Bu “sanatçılar” halkın sömürüsüne ortak oldukları gibi halkın kanını emen tekellerin reklamlarında oynayarak, düzen partilerine girmek için yarışarak düzenin propagandasını yaparlar, halkı bir aldatmaya sürüklerler. Şimdi ise başka bir görüntü altında “Akil İnsanlar” rolüyle AKP’nin sözleşmeli memurluğunu yapmaktadırlar. Bu da Kürt halkını kandırmanın, kullanmanın bir yoludur. İktidarın sözcülüğü yapılarak halkın aydını olunamaz. Kim, ne kadar iyi niyetle bir şeyler yaptığını söylerse söylesin acı gerçek budur. Bu gerçeği şu anda iktidarda bulunan AKP bile söylemektedir. Şehir tiyatrolarının özelleştirilmesinin gündeme geldiği dönemde Erdoğan şöyle diyordu örneğin; “…Tiyatro-
ları özelleştireceğiz… İşte buyurun özgürlük, istediğiniz oyunları istediğiniz gibi oynatın, istediğiniz yerde oynayın. Kimse engel olmaz. Ama kusura bakmayın, geleceksin şehir tiyatrosundan hem belediyeden sonra da istediğin gibi yönetime de veriştireceksin. Böyle saçmalık olmaz.” (30.04.2012 – Hürriyet Gazetesi) İşte AKP’nin sanatçılara bakışı budur. Onun derdi sanatçılara, üretimlerine olanak sunmak değildir. AKP sanat düşmanıdır ancak aynı zamanda halkın değerlerini sömürerek halkı ikna etmenin mümkün olabileceğinin bilincindedir. Erdoğan’ın heyetteki sanatçılarına güzellemelerde bulunması bundandır. Erdoğan toplantıya katılan her sanatçıya tek tek hitap etmiş onları hizmete çağırmıştır: “O unutulmaz Tatar Ramazan rolünde - bir ekmeği bölüşerek yemektir hüner - diyen sevgili Kadir İnanır’dan bir sofraya oturup bir somunu paylaşan 76 milyonun kardeşliğine yeniden vurgu istiyoruz.” (Tayyip Erdoğan, Dolma Bahçe “Akil İnsanlar” Komisyonu Toplantısından) Erdoğan bölüşmeden, paylaşmadan ne anlar? Onun anladığı tek şey halktan çalıp çırparak tekellerin kasasını doldurmaktır. Halkımızın böylesi değerlerine ise çok ama çok uzaktır. Kendilerine ay-
dınım - sanatçıyım diyen tüm kesimler! Oynadığınız kahramanlar bu halk içerisinden çıkmıştır. Bunun için, böylesi eserleriniz halk tarafından sahiplenilmiştir. Ancak, bu değerler üzerine basarak, iktidarın politikalarına hizmet ederek, kimse “ben halkın sanatçısıyım” diyemez. Tiyatro sanatçısı Mahir Günşiray yaptığı bir röportajda “Akil İnsanlar” heyeti için şunu söylüyor: “Teklif gelseydi, elbette kabul ederdim. Yok AKP’nin adamı olmakmış, Erdoğan’ın oyununa gelmekmiş… Umurumda değil. Ben kendimi biliyorum, beni bilen de biliyor. Bu savaşın bitmesi için özveride bulunmak lazımdır. Riske atılmaktan korkmamak lazım. Bu bir Türkiye sorunu, eğer memleketini, insanlarını seviyorsan bunu göster. Eğer sevmeyi bilmiyorsan öğren.” (7 Nisan 2013 – Bugün Pazar) Yazımızın başında da değinmiştik. Bu iş niyetlerle yürümez. Günşiray’ın “Ben kendimi biliyorum.” Demesi de bir anlam ifade etmez. Ben bu ülkeyi, bu vatanı seviyorum diyen aydınlar, sanatçılar! AKP’nin barış diye sunduğu tepsi zehirdir. Hem de beyinleri allak bullak eden, gerçekleri ters yüz eden bir zehir. Gerçek, Kürt halkının teslimiyete ikna edilmesi süreci olduğu-
dur. Ortada barış da yoktur, helalleşme de. AKP “barış” adı altında bütün halka uyguladığı faşizmin üzerini kapatmak istiyor. Halkın bütün hak arama talebine binlerce gaz bombası ile karşılık veriyor. AKP gibi halk düşmanı bir parti asla halka demokrasi bahsedemez. Akil insanlar heyeti AKP faşizminin sözcülüğünü yaparak halka olmayacak olanı, olacak gibi anlatıyor. “AKP'nin demokrasi” yalanıyla ülkeyi bucak bucak gezerek halkı kandırmış oluyorlar. Ve bu şekilde AKP'nin faşist saldırılarını meşrulaştırmış oluyorlar. Sanatçılar bir de bu açıdan bakmalıdır. Halk bir gün bunun hesabını sorar akil adamlardan! Halk “AKP üzerimize gaz bombaları atarken, beyinlerimizi patlatırken sen AKP'den yana oldun, AKP’yi savundun” diyecektir. Aydınların halka gerçekleri götürme sorumluluğu vardır, yalanları değil. Aydın ve sanatçılar bu yalanlara ortak olmamalı, onurunu korumalıdır. “Akil İnsanlar” aldatmacasına ortak olmamalıdır. Aydının, sanatçının yeri halkının yanıdır, AKP’nin değil.
gelenek devam ediyor
Permatikten pan flüt Plastik borudan kaval Soda şişesinden ritm aleti(shaker) 27 yılımızı geride bıraktık, her anımızla dopdolu bir tarih, anlatacak o kadar çok şeyimiz var ki bu 27 yılda. Kavga ve umut dolu türkülerimizle diyar diyar dolaştık. Bıkmadan, usanmadan, sazımızın teline her dokunuşumuzda “Türkülerimiz Kazanacak” dedik. 28. Yaşımızın içindeyiz şimdi. Bir yanımız yine tutsak ki duvarlar tarihimizin ayrılmaz parçası olmuştur hep.
Daha yolun başındaydık hapishane duvarlarıyla birebir tanıştığımızda. Bundan önce sadece bir elemanımızın bir aylık tutsaklık deneyimi olmuştu. 1989 Mersin konseri sonrası tutuklanmamız bir dönüm noktası olmuştu bizim için. Daha önce mektuplarıyla soluk aldığımız, önerileriyle üretimimize katkıda bulunan tutsaklara katılmış, özgür tutsak olmuştuk. Devrimci kültürü, sanatı pratiğimizle işlemenin, Yorum’u devrimcileştirmenin bir okuluydu hapishaneler. Orada da ürettik. Permatikleri yan yana ya-
pıştırarak ve içlerini belli oranlarda doldurarak pan flüt elde ettik, plastik borulardan ise kaval. İşte “Cemo” bu koşullarda doğdu. Emekledik önce, sonra yürüdük, sonra koştuk. İnişlerimiz-çıkışlarımız oldu zaman zaman. Ama her zaman devrimci ustalarımızın saldığı köklere sıkı sıkı sarılmasını bildik ve geldik bugünlere. Yine tutsağız. Yorum tarihinde cezasız, baskısız, hapissiz geçirdiğimiz bir tek günümüz yoktur. “Korkuluk” olmadık ya ondandır. Ne mutlu bize! Gelenek devam ediyor ve biz bu büyük ailenin birer fertleri olarak üretimimize hapishanede de devam ediyoruz. Öncelikle tarihimize dönüp bakıyoruz. “Bir Kar Makinesi” olarak yarattığımız gelenekler, açtığımız yollar bize ışık tutuyor. Permatikten pan flüt, plastik borudan kaval yapmamızı sağlayan o büyük gücü, coşkuyu yeniden yeniden yaşıyoruz. Sonra dönüp bakıyoruz hücremize. Elimizde ne var ne yok şöyle bir yokluyoruz, imkansızlıklardan, yokluklardan yeni bir şey yaratanlardan aldığımız güçle biz de başlıyoruz üretmeye. Elimizde kantinden aldığımız soda şişeleri var. Bu soda şişelerinin içerisine zeytin çekirdeği koyarak bir ritm aleti elde edebileceğimiz fikri doğuyor. Ve o andan iti-
baren başlıyoruz işe koyulmaya. İlk etapta tam olarak nasıl bir şey orataya çıkacağını biz de kestiremiyoruz. Amacımız “şıkır şıkır” edecek bir ses çıkarmak. Çünkü hapishaneye güvenlik gerekçesiyle ritm aleti almıyorlar. Önce soda şişelerinin üzerindeki etiketleri söküp tek tek yıkayarak üzerindeki yapışkanları götürmeye çalışıyoruz. Ancak yapışkanlar çok güçlü, çıkarmak bir hayli uğraştırıyor bizi. Bu arada birbirimizi bol miktarda zeytin yemeye teşvik ediyoruz ki elimizde 500 adet “shaker” üretmeye yetecek kadar çekirdek olsun. Herkes bir azim başlıyor kapasitesinin üzerinde zeytin yemeye. Sadece kahvaltımızın değil öğle ve akşam yemeğimizin de vazgeçilmezi oluyor zeytin. Adeta birbirimizle yarışırcasına kaç zeytin yediğimizi söylüyor ve çekirdekleri birbirimize gösteriyoruz. Tatlı bir rekabet doğuyor aramızda. Sıra topladığımız çekirdekleri yıkamaya geliyor. İyice temizlenmesi için birkaç defa suyunu değiştirip sonrasında kuruması için havalandırmaya seriyoruz. Zaman zaman yağmurun gazabına uğrasa da hemen toplayıp sonrasında tekrar sermek üzere pencere kenarlarına diziyoruz. Ve işin en zahmetli kısmındayız. Zeytin çekirdeklerinin özüne ulaşıp delik açmak için her iki yanında yere sürtmemiz gerekiyor. Bu işlemi gerçekleştirmek için zaman zaman havalandırmada gruplar halinde çalışıyoruz. İşin en zahmetli kısmı demiştik, karşılaştığımız zorluklar berbaberinde komik olayların yaşanmasını da getiriyor. Bir arkadaşımız çekirdeği o kadar çok sürtmüş olmalı ki zeytinin özüne ulaşamayınca “bu zeytin defolu” diyerek sitem ediyor. Gülmeden edemiyoruz ama arkadaşımız gayet ciddi görünce bir öksürüp, işimize devam ediyoruz. Yine öbür tarafta bir arkadaşımızın “ben yarım saatte 3 tane yaptım siz nasıl 6 tane yapabildiniz” demesi üzerine deneyimliler taktik göstermeye
başlıyorlar; “Bak aynı noktaya sürtüp durma, uzun mesafe alman lazım”. Ve artık daha hızlı ilerliyoruz. Tabi bu arada zeytin sürttüğümüz esnada bir arkadaşımız yanımıza elinde kitaplarla gelip A. Kadir’den şiirler okumaya başlıyor. Canhıraş halde zeytin sürterken bir de şiir değerlendirmesi yapıyoruz. Kolektivizmin en güzel hali yaşanıyor… Yokluklar ve yoksunluklar diyarında. Zeytin çekirdeklerinin özüne ulaşmakla yolumuzun yarısına gelmiş oluyoruz ancak bununla bitmiyor elbet. Sıra soda şişesini süsleyerek estetik bir görünüm kazandırmada. Süsleme için elimize az miktarda bulunan boncukları şişenin içine koyarak kapağını kapatıyoruz. Süslemeyi pratikle yaptıkça geliştiriyoruz aslında. Bir süre sonra kapak kısmını da örgüyle kapatma fikri geliyor aklımıza. Bu sefer başlıyoruz kapaklara örgü işleme yapmaya. Süsleme adım adım gelişiyor. Daha sonra kapaktan aşağıya dikey ve çapraz şekilde ipler geçiriyoruz. Ve ritm aletimiz hazır hale geliyor. Bakırköy Hapishanesi yapımı bu ritm aletimize baktıkça gurur duyuyoruz. “Gelenek devam ediyor” diyoruz. İdil’in
yoldaşları olan bizleri, Grup Yorum’u, Tavır emekçilerini, İdil Tiyatro Atölyesi Oyuncuları’nı tutsak edenlere karşı en güzel cevabımızı üretimimizle veriyoruz. Bunun coşkusunu yaşamak hayatta bir çok şeyle değişilemeyecek kadar değerli, yaptığımız “shaker”ları sanatçı dostlarımıza hediye etmek üzere hazır ediyoruz. İşin bir başka boyutu da var ki yaptığımız bu aleti. 1 Nisan açık görüşünde çıkacak, ziyaretçilerimize bir konser vereceğiz. Bağımsız Türkiye Konseri öncesi bir konser de hapishanede yapıp “Yorum’u tutsak edemezsiniz” mesajı vermek istiyoruz. Görüşçülerimizle yapacağımız bu sürpriz konser için birgün öncesinden bütün hazırlıklarımızı yapıp, gitarımızı, bağlamamızı ve burada ürettiğimiz müzik aletimizi de açık görüş alanına götürüyoruz. Böylelikle yeni müzik aletimizle ilk konserimizi veriyoruz. Üretmeye devam ediyoruz, hem dışarıda hem içeride. Ve de boyun eğmiyoruz tecrite. Ki halkın sesiyiz, halkın sesini susturamazlar. Bakırköy Hapishanesi’nden doğan bu müzik aletimiz de “halkın sesine” armağanımızdır…
antikayı korumak
“Trump Towers” denen ikiz kulelere gittiniz mi hiç? Adı bile bize bu kadar yabancıyken neden gider insan bu binalara? Oradaki rezidanslarda oturacak halimiz yok, alışveriş edecek olsak o vitrinlerin yanından bile geçemeyiz. Peki neden gideriz bu mekana? İtiraf edelim biz Tavır olarak geçtiğimiz aylarda gittik bu alışveriş merkezine. Ne için mi? “Antikayı korumak” için. “Bu nereden çıktı? Yoksa orada bir müze mi vardı? Çok değerli bir “antika”vardı bize ait. Ve biz oraya “bize ait olanı” korumaya, sahip çıkmaya gitmiştik. Yazıyı buraya kadar okuduysanız “E artık çıkar ağzından şu baklayı” dediniz belki. Tamam vaktidir! Biz Tavır olarak oraya Genco Erkal’ın “Ben Bertolt Brecht” isimli oyununu izlemeye gittik. Ki oyun da, Genco Erkal‘da bizimdi, “sol”undu. Oyunu izledik ve seyircisi dağılmış salonda beklemeye koyulduk Genco Erkal’ı. Yanımıza ağır ağır yaklaştı, tokalaştık. Elini bırakmadık ve teşekkürlerimizi sunduk bir ömür sosyalizmi sahnede yaşattığı için. Sahnenin bütün ışıkları sönmüştü ancak biz gözümüzdeki umut ışıklarını ustanın üstüne düşürmeye kararlıydık. “Siz bizimsiniz bize ait olanı bırakmayacağız, bunu bilmenizi isteriz” derken emindik kendimizden. Ayrıldık… Kafamızda hayallerimizle! Hayallerimiz halka ait olanı, halka götürmekti. Bu emektar sanat insanını, bu koca çınarı ait olduğu yere halka götürmeyi onu “Pazar tezgahlarından” kuracağımız bir sahneye çıkarmayı hayal ediyorduk. O Pazar tezgahlarından kuracağımız sahneye çıkacak ve halka
hit düşenlerin anısına dikilmiştir. Çok güzel mermer bir yapı olan bu abidenin etrafına dizilen eski parke taşlar ise dikkat çekicidir. Bunlar Hitler kuşatmasında bombalanan Leningrad sokaklarının parçalanan parke taşlarıdır. Tarihten öğrenilmesi gerekenlerden, hiç unutulmaması gereken o günlerden bir direniş eseri olarak orada sergilenir. (Kültür Sanat Yaşamında Tavır, Kasım 2011)-(Syf:37 Derya Erdemir)
umutlu devrimci şiirler okuyacaktı. Hayal ederken bile tüylerimiz diken diken oluyordu. Ama biz değil miydik hep düşleri gerçek kılan. Gerçek devrimcidir. Ancak gerçekçi olursa “imkansıza” ulaşabilirdi insan. Che böyle diyor. Hayallerimize sıkı sıkı sarılarak bu sanat ustasının gidişini bekledik. Nedense o çıkmadan o mekanı terk edemiyorduk. O arsız spotlar, vitrinler, markalar deryasında ustanın gidişine nöbete durmuştuk. Ağır ağır çıktı Genco Erkal salondan. Bilet gişelerinin yanında bekleyen seyircileriyle tokalaştı. Yine ağır ağır tek başına çıkmaya başladı bu AVM (alış veriş merkezi)’nin yürüyen merdivenlerinden. Biz ise aşağıda onun gidişini seyre daldık. O gitti, biz de gittik arkasından. Bu koruma duygusu ona biçtiğimiz değerdendi kuşkusuz. Pek çok değersiz, bir yığın renkli, cilalı, ışıltılı ancak sahte olan bu dünyanın ortasına. “Antikayı” korumaya kararlıydık, kapitalizmin aç dişlerinden… Bütün bunları niye anlattık? Geçtiğimiz günlerce Emek Sineması’nın duvarlarına vurulan kazmalar kapitalizmin aç dişleridir.İstanbul’u “Kentsel Dönüşüm” yalanlarıyla yıkanlar tarihi eserleri kapi-
talizmin aç dişlerine kurban edenler tarih önünde büyük suçlardan birini işlemektedirler ki kapitalizmin karakteridir. Yıkıyorlar hiçbir şeye aldırmaksızın. Taksim Sahnesi, tarihi İnci Pastanesi, Odeon, Şark, Alkazar Sineması, Şan Tiyatrosu… Nerede? Pervasızca yok ediliyor bir tarih. Faşizm tarihe düşmandır; sosyalizm ise tarihi korur, geliştirir. Tarihi eserlere canı pahasına sahip çıkan Sovyet insanı, bakın neler yapmıştır; (…) Leningrad 2. Paylaşım Savaşı’nda 900 gün kuşatma altında kaldı(…) Leningrad halkı ve Stalin önderliğindeki Sovyet Ordusu karşısında Hitler’in hesapları alt üst oldu. Bombardımanda binlercesi şehit düşse de, kuşatmada çocuk, yaşlı, kadın demeden açlıktan kırılsalar da teslim olmadılar. İşte kahraman Leningrad Halkı bu direnişi örgütlerken, bir yandan da şehirlerindeki sanat eserlerini korumaya çalışmıştır. Çünkü kadınlar, yaşlılar ve 15 yaşından küçük çocukların toprak altına gömerek, kum torbalarıyla siperleyerek sakladıkları sanat eserleri, onlar için direnişin bir parçasıdır. Leningrad’daki en görkemli sanat eserlerinden olan Şehitler Abidesi ise 2. Paylaşım Savaşı’nda şe-
Görüldüğü gibi sosyalizm tarihe karşı sorumlu davranmaktadır. Çünkü tarih bilinci önemlidir. Tarihi eserler ise geçmişten geleceğe uzanan köprüdür. Alıntıladığımız örnekte Sovyet halkının eserde bombalanan Leningrad’ın kalıntılarından parke taşlarını kullanması çok anlamlıdır. Bugün EMEK Sineması’na sahip çıkmak tarihe sahip çıkmaktır. Hatıralara belleğe, kültüre sahip çıkmaktır. Bugün bu bilinçle EMEK Sineması önünde direnenler EMEK’e ve tarihe sahip çıkıyor, hatıralarına sahip çıkıyor. Bellek Yılmaz Güney, Nazım Hikmet, Orhan Kemal’dir. A. Kadir’dir, Sabahattin Ali’dir… niceleridir… Korkmakta haklılar!... Biz korumaya devam ettikçe “antika”yı, bizim olanı… Yazımızın başındaki hayalimize dönecek olursak… Ne mi oldu? Hayalimizi gerçek kıldık! Genco Erkal’ı Bakırköy Hak Pazarı Meydanı’nda 550 bin kişinin karşısına çıkardık! “Kerem Gibi”yi okudu Nazım’dan. “Bizimdi”, “Bize aitti”… Biz mi? Halktık işte… Bugün 550 bin, yarın milyonlar… “Kerem gibi yana yana” çoğaldık. Ve o gün orada Grup Yorum konserinde “Genco Erkal”ın okuduğu şiiri yüz binlerce ağız okuduk. Bahtiyarız!...
yoksulluğun onuru
Sözüm muktedirlere. Her şeyini, tüm değerlerini paraya tahvil edenlere: Varını-yoğunu otuz paraya satanlara... Paranın her şeyi satın alabileceğini hırsız kendinden bilir. Çünkü satılmış kaç kez düşünenlere… Paranın tapılacak tek ilah olduğunu sanan, günde beş kez değil, paranın önünde 24 saat secdeye duranlara. Yoksulluğun kader zenginliğin ise analarının ak sütü gibi helal olduğunu her yerde söyleyip, her yerde takdir görmenin iltifat almanın en doğal hakkı olduğunu söyleyenlere... “Herkesin bir fiyatı vardır” düsturunu bir ay etmiş gibi kutsal sayıp herkesi kendisi gibi alınır- satılır sananlara... Cüzdanı şişkin, cebi dolu olunca kendilerini güçlü zanneden, parasız herkesi zavallı görenlere... Sözüm sizedir...
Belki sen de bir zamanlar yoksul bir ailedeydin, ya da orta halli. Okudun ne güçlükler çekerek. Mezun olup da üniversiteden “hayatı” öğrendin. Yükselmenin tek yolunun birilerinin
üzerine basmaktan geçtiğini. Gemisini kurtaranın kaptan kabul edildiğini, rüşvetin ve yolsuzluğun bu düzende çarkı döndüren en önemli iki dişli olduğunu. İlk rüşvette nereden gel-
Yanına her yanaşan mazluma yolunun önüne çıkıp sana bir şey sormaya çalışana dilenci muamelesi yapmaya alışkın olan sen, bu kez yanıldın. Yoksulluğun onuruydu karşılaştığın! Seni attan düşmüşe çeviren tokatın sahibi yoksulun onuruydu. Senin belki çok uzun yıllar önce sahip olduğun ama aldığın ilk rüşvetle kaybettiğin ve bir daha asla sahip olamayacağın yoksulun onuruydu seni bir paçavraya çeviren.
diğini unuttun elbette. Unutmaya hazır hale gelmiştin zaten. Geleceğe bakacaktın artık. “Yırtmaya” akan musluktan sen de bidon bidon doldurmaya... Ahiret zaten garantiydi, dünyalığı yapmaya. Namaz kılıyordun ya beş vakit hacca gitmiştin ya bir iş gezisiyle de olsa, eh Ramazan’ı da hiç kaçırmazsın Allaha şükür, daha ne olsun? Allahın sevgili kuluydun işte. Çevrende hep sana benzeyenler var. Herkesle o yüzden iyi anlaşıyorsun. Hepsi senin gibi, hepsi sinsi, hepsi bencil, hepsi üç kağıtçı, hepsi adamı sırtından vurmak için fırsat kollar. İyi tanıyorsun onları. Çünkü kendini iyi tanıyorsun. Çaldın, çırptın, birilerine yaltaklandın, girdin bir kodamanın gözüne, sonra yine ya kulum dedi inanır görünüp de inanmadığın. Artık kocaman bir bürokrattın. Adın geçer oldu haber bültenlerinde. Konferanslar veriyordun yurt içinde, yurt dışında. Temeller atıyor, sonra kurdelelerini kesiyordun. Hava konutlar yapıp herkese uzun vadeyle satacaktınız. Ekonomi ölüp, ayakta sadece inşaat sektörü kalınca da bir parladın sen ve başında bulunduğun Toplu Konut İda-
resi, herkesin bildiği şekliyle TOKİ. Toki büyüdükçe sen de büyüdün. Ve nihayet kırmızı plakalı, zırhlı bir makam aracına kurulup bakan oldun. Hakkındı. Çok emek harcamış, onca adamı tepelemiş, sırtlarına basıp yükselmiştin. Başbakanın gözüne girmek için kaç kişiyi satmıştın. Birileri deveyi hamuduyla götürürken yıllardır ağzınızın suları aka aka bakmıştınız. Şimdi sıra sizdeydi. Birilerinin ağzını sulandırma sırası size gelmişti. Yağmada sınır, yolsuzlukta miktar tanımadınız. Paraya, mala, mülke, iktidara, güce öyle bir akındı ki sizinki, eşi menendi yoktu yer yüzünde. On yılda milyonlarca yalaka, milyonlarca çanak yalayıcısı, rüşvetçi, yolsuzluk uzmanı, hırsız yarattınız her yaştan. Herkesi kendinize benzettiğinizi sandınız. Yanıldınız. Yanıldın! Vicdan rahatlatma aleti olarak sadakayı, cenneti garantilemek için filtre ve zekatı amen belleyip, yoksulları da cümleten bunlarla satın alabileceğini düşünen sen yanıldın.
Satın alınma stajını tamamlayıp rüştünü ispat ederek yükseldiğin satın alma makamının verdiği özgüvenin yoksulun onurundan yediği darbeyle nasıl da yerle bir oldu o an. Acizdin, acuzeydin onun karşısında. Filin ayakları altında bir karınca misaliydin. Makamlar, makam otoları, kabarık banka hesapları, şişkin cüzdanları. Dökümünün yapılması bile saatler tutacak menkul ve gayrı menkuller iktidarın verdiği devasa güç, yoksulun bir damla göz yaşıyla telef oldu gitti. Yenildin! Bir yoksulun, senin tahayyül sınırının ötesinde güce sahip olan onuruna yenildin! Sadece sen değil senin gibi her şeyi satın alabileceğini düşünen tüm muktedirler, şuncağız bir yoksula yenildiniz! Yenileceksiniz. Satın alamadığınız, hiçbir zaman da alamayacağınız yoksulun onuruna hepiniz yenileceksiniz. Sen de senin gibiler de birer hiçsiniz! Devasa gücünüz, sayılamayacak kadar çok paranız, servetiniz, silahlarınız, külahlarınız, iktidarınız, makamlarınız gün gelecek bir yoksula, onun onuruna yenilecek. Yoksulun onuruna! Ona işte Yenileceksiniz!
abimdi...
Bir gün çıktı gitti, bir daha da dönmedi.. de bizimdi. Hem salon hem de yatak odasıydı büyük odamız, "buçuk"ta da Abimdi.. döşekler, yorganlar, ıvır zıvır vardı, tuvaBabam Devlet Demir Yolları’nda me- letler de dışarıdaydı, bahçede. Yan taramurdu, lojmanda kalıyorduk. Devlet fımızda altı çocuklu başka bir memur aiDemir Yolları’nın memurlara yaptığı en lesi yaşıyordu. Onlara ait bölüm bir bubüyük iyilikte belki de lojman vermek. çuktan biraz daha büyüktü ve bizim oraÖnceleri parasız kalıyorduk ama daha da "garip dost/garipdaş" denilen okalipsonradan babamın maaşından bir bölü- tüs ağacı, onların bahçesindeydi. Ve münü sanıyorum çok cüzzi bir rakamdı, tam iki odalı diğer bölümde de dört çokesmeye başladılar. Şehre sokulmayan cuklu başka bir aile yaşıyordu. Şimdi düevlerle dolu üç-dört gecekondu ma- şünüyorum da hepi topu altı odalı bir bihallesinin ortasından geçen demiryo- nada toplam 21 nüfuslu üç aile nasıl yalunun bitişiğinde, (evet resmen de- şamış? İşin sırrı tabi ki komşulukta, yarmiryolunun bitişiğinde yapılmıştı) te- dımlaşmada, dayanışmada.. Yoktu farkımeli kayalarla örülü, temel üstü raylar- mız, aşağı yukarı tüm ailelerin geliri de la sağlamlaştırılmış, sarı boyalı, mahal- eşitti. Yoksulduk yani. Evet eski Türk lenin tek çatılı ve kiremitli, bahçesinde filmlerindeki gibi, yoksul ama mutluydört çocuğun ellerini ancak birleştirdi- duk. Sanki bir gün "Bizim Aile" oynanıği dev bir okaliptüs ile incir, dut, akas- yordu canlı canlı, bir gün "Sultan".. Bir ya, nar ağaçlarının olduğu heybetli bir gün "Aile Şerefi", bir gün "Cennetin Çobinada doğdum ben. Bu lojman, Osman- cukları".. Bir film platosuydu lojman! Ve lı döneminde yapılan Bağdat demiryo- orada her gün yeni bir Türk filmi çekililu zamanında yapılmış, Fransız işgali sı- yordu! O filmlerin senaryolarını yazacak rasında da işgalcilerce kullanılmış eski bir birileri bulunur belki ileride. binaydı. Belki inanmayacaksınız ama bu lojmanda çok çocuklu üç memur ai- O yıllarda yalnızca memur maaşıyla yedi nüfus geçindirmek kolay iş değil; lesi bir arada yaşıyorduk. babam nasıl becerirdi hala şaşarım. Üç Biz beş kardeştik. Lojmanın bir buçuk paket sigarası ve içkisi de varmış bir zaodası bize aitti ve kapısı diğer bölümler- manlar. Bir gece eve sarhoş geldiğinde den ayrıydı, bahçenin küçük bir bölümü annem almamış eve. Sokakta kalınca ye
dirememiş gururuna, o gün kesmiş içkiyi, sigarayı, bir daha da ağzına sürmemiş. Varsa bir "kötü" alışkanlığı, kahvede domino oynamaktı. Rakipsizdi akranları arasında. Yeneni görmedim onu. Bildim bileli çalışırdı, kimi hafta gece, kimi hafta gündüz… Memurdu ama proleter disiplini vardı onda… Dedim ya, yoksulduk… Eski fotoğraflarımıza bakıyorum, hepimiz çöp gibiyiz. Hastalıklı falan değildik hiçbirimiz. Yokluktan, yetersiz beslenmekten olsa olsa. Ama bir dönem hatırlıyorum eve kasayla sebze-meyve geliyordu. Babamın maaşının arttığı, nispeten enflasyonun düştüğü bir dönem olsa gerek. Buzdolabımızda onlarca beyaz gazoz bile olurdu. Kısa bir dönemdi tabi bu. Sora yine yokluk günleri… Çocukluğumun en saf sorusu, annem için belki de cevaplaması en zor sorusuydu: "Anne biz bugün niye akşam yemeği yemedik?" Karnım açtı ve aç karınla yatağa girmek istemiyordum… Ne cevap verdi hatırlamıyorum, hemen uyumuş olmalıyım. Yorgunluk açlığa baskın gelmiş olmalı. Beni teselli edecek bir şeyler söylemiştir elbet ama içinde de bir şeyler paramparça olmuştur o melek gibi kadının… Muharrem abim evin ikinci çocuğuydu. Babam, çok sevdiği babasının yani de-
demin adını vermiş ona. Çok sevmiş besbelli. O da zayıf, inceydi bizim gibi ama içimizde en zayıf oydu sanırım. Hep de öyle kaldı. Korurdu kardeşlerini. Severdi bizi. Çok. İyi bir abiydi yani. Bir aksiliği vardı. İnadı keçi gibi. Kalanı koskoca bir sevgi… "Peygamber gibi" derler kimileri için. Abimdi işte o. Genelde iyi geçinirdik ama küçük kavgalar da oluyordu tabi. Ben en küçük kardeş olmam sebebiyle "ayrıcalıklı" büyüdüm sayılır. Korudu beni hep büyüklerim dertlerden, belalardan. Ablamın emeği çoktur üzerimizde. Yarı annelik yapmıştır bize yani evet ayrıcalıklıydım ama hepsinden çok bakkala gitme cefasını çekmenin dışında tabi… Böyle "cefaya" can kurban! Orta okul ikinci sınıftan aldı abimi babam. Sınıfta kalmıştı. Hangi dersten hatırlamıyorum ama çok zeki biri olmasına rağmen, o dersi verememişti abim. "Senin okumada gözün yok!" demişti babam, ona okuyup okumayacağını sorma gereği bile duymadan. İkinci bir şansı olmadı zaten abimin hiç bir zaman…
Bazen benim okuduğum (onun mezun olduğu) ilk okulun önüne gelirdi abim. Okul çıkışı giderdim tablasının yanına, herkes dağılana kadar beklerdim. Satışı bittiğinde beraber dönerdik eve. Bazen de o öğrencilerin salınacağı saate kadar o mahallede dolanırdı tablasıyla, sonra öğrencileri evlerine gönderir öyle dönerdi eve akşam karanlığında.
"sıkma" sözcüğünü kullanıyorduk… Hiç cam da kırmadım ben. Sarhoşların, bizim lojmanın iki yanı boyunca demir yolu kenarına dikilmiş çam ağaçlarının altında geceleri içip bıraktıkları rakı ve bira şişelerini buna dahil etmiyorum tabi. Onları yan yana dizip uzaktan kuş lastiğimle "avlamak" en büyük zevklerimden biriydi o yaşlarda.
O günden sonra çalışmaya başladı abim. Bir sürü yerde çalıştı. Kaportacılık yaptı. En son bir tabla yaptırdı babam bir marangoza; tek tekerli ve arkasında iki ayağı ve ayakların üzerinde tutacak yerleri olan. Tutacak yerlerden kaldırınca teker üzerinde sürülebiliyordu bu tabla… Bu tablanın üstünde neler satmadı ki abim: un kurabiyeleri, leblebi tozları, horoz şekerleri, çekirdekler, gofretler, ucuz çikolatalar, sakızlar… daha neler neler. Ne kazanıyordu, evin geçimine katkı sağlıyor muydu kazandığı üçbeş kuruş bilmiyorum ama bir yaramıza merhem oluyordu demek ki yoklukta, abim bir süre sonra bu kez üç tekerlekli bir tabla yaptırmıştı kendine.
Herkes "sapan" der ama "kuş lastiği"dir bizim orada adı. Hep kuşlara karşı kullanıldığı için herhalde. Benim her sene olmuştur. Ya kauçuktan yapardık yada kurnaz eczacıların kesip sattığı serum lastiklerinden. Çok "sıktım" kuşlara ama ilginçtir hiç kuş öldürmedim ben hayatım boyunca. İyi ki de öldürmemişim. Ne zevki olabilir ki küçücük kuşların canını almanın?
Bir gün almışım elime lastiğimi, bizim bahçedeki dut ağaçlarının altında pusuya yatmışım, dallara konacak kuşları bekliyorum. Annem abime kızıp duruyor. Şu an hatırlamadığım bir şey istiyor annem, abimin de meşhur inadı tutmuş yapmam diyor. Annemin tam cinlerinin tepesine çıktığı bir anda bende duta konmuş bir sığırcığa sıktım bir tane. Sığırcığı sıyırıp göğe yükselen taş abimin tam tepesine düşmesin mi? Biraz da biçimsiz bir taş olmalı ki kafasından kan boşanmaya başladı ve yüzü gözü bir anda kan içinde kaldı. Ben çok korktum ve abime sarılıp ağlamaya başladım. Annem bağırtıma yetişti ve abimin elini yüzünü yıkadı, pamuk tentürdiyot vesai-
Mahallenin çocukları tünerdik inşaatın yanına dökülmüş olan kum ve çakıl yığınının üzerine, göç yoluna koyulmuş sığırcık sürülerini bekler, üzerimizden geçerken "sıkardık" mermilerimizi. Mermi dediğim taştan başka bir şey değil tabi. Ama biz mermi olarak görüyorduk demek ki,
köy yaşamının, feodal değerlerin, insanın karakterinin oluşumunda çok önemli yeri vardır. Askerlik, vatan borcu bu değerlerin başında gelir tabi… "Vatan borcu" dendi mi akan sular durur. Namustur bu, her erkeğin künyesine kazınmış. Çok eski zamanlardan bugüne taşınan bir gelenek, şimdi bizim evde hayata geçecekti. Abimin askerlik çağı gelmiş çatmıştı. Babam üç yıl yapmıştı askerliği. Erkekliğin askerlikte ölçüldüğü bir geleneğin devam etmesi için oğlunu askere gönderecekti…
re pansuman yapıp kanı durdurdu. Bir yandan da "Sen benim lafımı dinleme daha! Bak neler geldi başına" diyerek abim ders vermeyi unutmadı tabi… Kafasındaki üç-beş yarık izinin biride benim eserimdir abimin. Matematiğe iyi çalışırdı kafası, kendisi okuyamadı ama bizim derslerimize çok yardım eder, ödevlerimizi yapardı. Özellikle de matematik ödevlerini. Çekirdek satarken de, bir torba çekirdekten kaç lira kazanacağını ezbere bilirdi neredeyse… Çekirdek… kimi yerlerde "çiğdem", kimi yerlerde de "ay çekirdeği" denilen ama bizim oralarda sadece "çekirdek" olan bu meret, abimin hayatı oluvermişti işte. Çıtlatmaya bir başladın mı, elinden bırakmadığın dudakları susuzluktan çatlamış tarlalara çeviren bu kuruyemişin hası hangi toptancıda bulunur iyi bilirdi abim. O yüzden aboneleri vardı birçok mahallede. Kadınlar onu beklerlerdi komşularıyla muhabbet ederken çıtlatacakları çekirdeği almak için.
yada fiziksel bir engeli yoktu ama eli yavaştı işte. Belki bir rahatsızlığı vardı da biz bilmiyorduk. Bilsek ne olacaktı ki; Devlet Demir Yolları'nın polikliniğine ufak tefek rahatsızlıklar için gidiyorduk, ondan ötesini bilmiyorduk. Orada da pratisyen hekimden başka bir şey yoktu… "Böyle de yaşıyor gidiyor işlerini yapıyor ya gerisi önemli değil" diye düşünülüyordu herhalde… Ama o süreçte pek önemsemediğimiz durum, abimi aramızdan alacak olan en önemli şey olacaktı ileride…
Baba değilim, kimseye de babalık öğretemem. Haddim de değil ayrıca… Babam, dedemi örnek almış kendine, kişiliği ondan aldığı terbiye ile oluşmuş. Yani ondan ne gördüyse, aynısını bizim üzerimizde denemiştir. Dayak da vardır bunun içinde, çok seyrek olarak dışa vurduğu sevgi de. disiplin ve terbiye temeldi ama. Büyüklere saygı vazgeçilmezdi. Babam içeriye girdiğinde ayağa kalkardık biz. O sofraya oturmadan yemeğe başlanmazdı… Buna benzer tavırlar bekler, bundan ziyadesiyle guAbimi nasıl anlatsam biraz yavaş yapar- rurlanırdı babam. Dedim ya babasından dı işlerini. Eli hızlı değildi yani. Zihinsel öğrenmişti babalığı… Bir de kırsalın,
"Gönderme, zorluk çeker, yazık olur" dedi herkes. Israr etti tabi kararında babam. İnat etti. Onun oğlu "çürük" raporu alamazdı. Askere gitmemezlik edemezdi. El alem ne derdi sonra? Nasıl bakardı el yüzüne? Yere batasıca, olmaz olasıca geri olan gelenekler, görenekler, "el alem ne der"ler hepsi birleşti, "gitmesin, yazık" diyenlere baskın geldi… Kızmıyorum babama. Kızamıyorum. Bilmem kaç yüzyıllık geleneğini, o hiç değişmeyen tabuları yıkma gücünü kendinde bulamadı demek ki; ondan, o süreçte Don Kişot'luk beklemek haksızlık gibi geliyor bana. Yenilmişti o da "vatan borcu"na çoktan. Bir babanın en büyük gurur (!) kaynaklarından birine sahip olabilmek uğruna, bütün söylenenlere kulak tıkadı ve abim askere gitti… Çocukluğumun bulutlar içinde kalmış anılarının bir yerinde abimin siyah beyaz bir asker fotoğrafı vardır. Başını hafiften yukarı kaldırmış. Gururlu. Elleri belinde. Asker pozu. Üniforma dökülüyor üzerinde. Nasıl zayıf. Çok. Her zamanki gibi. Annem o fotoğrafı görünce ne yaptı kim bilir! "Yemek yiyemiyor mu acaba oralarda?" demiştir zaar. Gizli gizli ağlamıştır kimselere sezdirmeden, garibim. Abim hiç izne gelmedi bildiğim. Beklide gelmiştir, çıkmıştır aklımdan. Para-
sızlıktandır eğer gelmediyse. Memur maaşı işte, babam n'apsın, kime yetiştirsin? Yedi ay sonra bir gün çıktı geldi abim. Üzerinde asker üniforması değil sivil giysileriyle. Yanında sivil giyimli gençten biriyle… Traşına bakarsan asker oda, belli. Elinde bir terhis belgesi vardı. Abimin "çürüğe" ayrıldığına, askerlik yapmaya elverişli olmadığına dair bir de rapor, doktorların teşhisi:Şizofreni! Zihnen sapasağlam bir insan, neden ve nasıl şizofren olur? Hani baba evi gibiydi "asker ocağı"? Hani gözü arkada kalmazdı evlatlarını bu ocağa bırakanların? Sapasağlamdı abim oraya giderken. Tek "suçu" elinin biraz yavaş olması mıydı? Öyle ya, suçtur içtimaya geç kalmak! Suçtur günlük traşını düzgün yapmamak! Akla mantığa sığmayan emir-talimatlara uymada bir saniye bile gecikmek suçtur! Tüfek tutmamak, karavana atmak suçtur! Suçtur gariban olmak! Ağzı var dili olmamak suçtur!... Asker ocağıymış. Ocağınız batsın! Dövmüşler abimi. Çok dövmüşler. Hep dövmüşler… İçtimaya yetişememiş dövmüşler. Düzgün selam verememiş dövmüşler. Çenesinde permatikle alamadığı bir-iki kıl görmüş dövmüşler. Düğmelerini ilikleyememiş dövmüşler. Palaskasını düzgün takamamış dövmüşler. Tüfeği nizami tutamamış dövmüşler. Vuramamış hedefleri eğitimde dövmüşler. Sebep bulamamış sebepsiz dövmüşler. Dövmüşler, dövmüşler, dövmüşler… Şuncağız bırakıp aklını, fırlatıp atmışlar kenara. Lütfetmiş, bir refakatçi verip yanına baba evine yollamışlar… Bir hayat böyle karardı, karartıldı işte… Yere batsın sizin disiplininiz, eğitiminiz, namus borcunuz… Yere batsın tüfeğiniz, merminiz… Yere batsın o haki üniformalarınız… Ne hakkınız var bir insanı yaşayan bir ölüye çevirmeye? Ne
hakkınız var, o korkuyla inşa ettiğiniz disiplinle bir insanın aklını çalmaya, gençliğini çalmaya, ömrünü çalmaya?... Hırsızlar! Caniler! Asker intiharlarıyla dolu gazetelerin üçüncü sayfaları. Herkes çok iyi biliyor aslında bu intiharların nedenini. Ama kimse cesaret edemiyor, söyleyemiyor. Gönüllü gidiyor oraya ömrünün baharındaki gençler. Niye kıysın ki canına bir ay, iki ay, beş ay sonra?.. Hayatına son verecek güç bulamamış demek ki abim. İçine atmış. Susmuş. Ağlayamamış bile. Ağlasaydı gizli gizli dökseydi kuytularda, belki 18 ay dayanma gücü bulurdu kendinde. "Sayılı gün geçer" diyebilirdi belki. Yapamamış. Yedi ayda pes etmiş demek ki. Daha fazla kaldıramamış bu cefayı. Dayanamamış daha fazla bu rezilliğe, kepazeliğe, insanlıktan çıkmışlığa… Dayanamamış bu kahrolası zulme, eziyete, işkenceye… Eskisi gibi değildi artık abim. Kriz anlarında aile mefhumunu bile yitiriyordu. İki yıl boyunca tedavi gördü sonra ruh ve sinir hastalıkları hastanesinde. Bu hastalığın tedavisini tıp bilimi henüz bulmuş değil ne yazık ki. İlaçlarla ancak saldırganlaşmalarını, kendilerine ve başkalarına zarar vermelerini engelleyebiliyor. Abim de artık ilaçlarla yaşayacaktı. İlaçlarla yaşmaya alışacaktı. İlacını almayı unuttuğunda saldırganlaşabiliyordu. Karıncayı incitmeyen abim, babama, anneme ve biz kardeşlerine sövüyor, dövüyordu bizleri… İlaçlarını aksatmamaya özen gösteriyorduk. Kendine bir dünya kurmuştu abim. Anlamsız gülüşlerle, uzun uzun dalıp gitmelerle, sanki birileriyle konuşur gibi çıkardığı mırıltılarla, bizi güldüren ama hiçbir mantıksal karşılığı olmayan konuşmalarla ve tabi sigarayla inşa ettiği küçücük bir dünya. Kimseye bir zararı yoktu. İçinde gram kötülük olmayan birinin kime zararı olabilirdi ki?
Bir komşumuz vardı. Kaz beslerdi bahçesinde. Çok saldırganlardı. Yanlarından geçenlere saldırır, ısırırlardı. Abim bu saldırgan kazların yanına rahatça gider, hatta başlarını okşardı. Herkese saldıran bu azgın hayvanlar abimin yanında kuzu gibi olurlardı. Hayvanların kendilerine özgü içgüdüleri, zarar görmeyecekleri insanları ayırmaktaydı işte. Abim sadece kazların değil, diğer saldırgan hayvanların da yanına korkusuzca giderdi. Onlar izin verirlerdi abimin kendilerini sevmesine… Kendine ait bu küçük dünyada yaşayan abim, bizi bu dünyaya sokmayacak maalesef. O bilince sahip değildi ki artık. Sorsan adını bile söyleyecek durumu yoktur. Kaybolsa bir yerde eve tek başına dönecek durumu bile… Korktuğumuz şey, başımıza geldi bir gün. Kaşla göz arasında çıkıp gitmiş evden. Gidebileceği her yeri aradık. Yoktu! Yer yarılmış, içine girmişti sanki. Karakollara haber verdi babam. İlanlar verdik, hepimiz sokaklara düştük, sokak sokak taradık koca kenti. Çok aradık ama bulamadık. Bir gün, lojmanın arka tarafında oturan ailenin çocuklarından biri sokakta görüp tanıyınca arabaya atmış getirmişti abimi. Bir buçuk ay sonra abim eve dönmüştü tekrar. İnsanlığını yitirmemiş birileri yiyecek bir şeyler vermiş demek ki, ölmemiş açlıktan sokaklarda. Üstü başı perperişandı ama bir insan evladı eski de olsa bir pantolon, bir gömlek giydirmişti üzerine. Sevindik onu yeniden aramızda gördüğümüze. Söyleyemiyordu ama sanıyorum o da çok sevindi. Anlatmadı neler yaşadığını. Anlatamadı daha doğrusu. Kendisinde saklı kaldı her şey. Acı çekmemiştir umarım deyip avutuyorduk kendimizi. Hayatın kendisine bir yük olduğunu hissediyordu bence. Ailenin diğer fertlerine bir yük de kendisinin yüklediğini
düşünüyordu bir de. Biz öyle düşünmüyorduk elbette. Onsuz bir hayatı hiç kimse düşlemiyordu. Zordu belki hayat hepimiz için ama kabullenmişti. Yalnız bizim çektiğimiz bir acı değildi bu. On binlerce aile çekiyordu bizim çektiğimiz acının bir benzerini. Ne yapabilirdik ki kabullenmekten başka? Canımızdan parçaydı. Bu lanet şeyin tedavisi, şusu busu yoktu işte. İleride ne olur, abim için nasıl bir hayat kurarız, nerede kalır, bilmiyorduk. Düşünmek istemiyorduk daha doğrusu. Belki de bir kaçıştı. Hayatın gerçeklerinden şimdilik bir kaçış… Biz kaçıyorduk belki ama o kaçmıyordu. O dalıp dalıp gitmelerinde, ne dediğini bir türlü anlayamadığımız mırıltılarında hayatın çekilmezliği ve sevdiklerine acı çektirmeme isteği gizliydi. İşte bu duygularla bizi bir kez daha terk etti bir gün. Hepimizin günahını sırtlayıp çekip gitti. Neydi bu şimdi? Ne diyecektik buna? "Kayıp" mı? Hayat, nasıl bu kadar acımasız davranabilir birine? Nasıl bu kadar vicdansız olabilir? Bir tek gün bile mutlu olmadı abim, kısacık hayatında. Has-
talandıktan sonra, anlamını kendisinin bile bilmediği kahkahaların dışında, bir kez olsun ağız dolusu gülmedi. Hiç bisikleti olmadı. Güzel bir giysisi olmadı. Bir kızda sevmedi mesela. Ömrü hayatında orta ikiden sonra okul da görmedi. Kendini bildi bileli çalıştı, çabaladı, eve bir ekmek de o getirdi. Çekirdek satmak, en iyi yaptığı işti. Onu yaptı. Ta ki o insanlıktan zerre nasibini almamış alçaklar, onun aklını alana dek… Kim ödeyecek bu hayatın diyetini? Kime soracağım ben abimin hesabını? Ömrüm boyunca nefret edeceğim haki üniformadan, pırpırlı üniformalılardan. Bütün sevinçleri haram olsun! Gün yüzü görmesinler. "Yüreğim soğudu" diye laf vardır. Severim, güzel laftır. Sorulmuş bir hesabı, adaleti anlatır. Yüreğimi yakan bir yangındır abim. Bu yürek bir gün soğuyacak elbet. Abimin günahı, vebali kimdeyse bir gün ellerim yakalarına yapışacak! Niye gittin ki abim? Acımız hafifler mi sandın şuncağız bıraktıkları ak-
lında? Dünyanın tüm sevgilerinin sığacağı kadar büyük yüreğinle bunları mı düşündün? Belki üzüleceksin ama, öyle değiliz işte. Bir şeyler hep yarım, hayatımızda. Donup kalıyor gülüşlerimiz yüzümüzde. Bir araya geldiğimizde, bir minder hep boş kalıyor yer soframızda. Hatırladın mı, sofra bezinin üzerine serdiğimiz kocaman bir tepside yerdik yemeklerimizi. Dizilirdik ailecek, adına "sini" denilen o kocaman tepsinin etrafına. Şimdi dizliyor lokmalar boğazımıza her yemekte. Sen yoksun çünkü o sininin etrafında… Bir kusurumuz varsa, ki mutlaka vardır, bağışla. Üzdüysek, kırdıysak seni affet abim… Biliyorum hayat çok acımasız. Biliyorum hayat hep yoksulları vuruyor. Biliyorum hayat hiç de adil değil. Birileri deveyi hamuduyla götürürken, Afrika'da açlıktan ölüyor çocuklar. Birileri servetlerinin hesabını bilmezken, birileri çocuklarına yedirecek ekmek bulamadığı için kendini asıyor. Biliyorum, birilerinin sofrasında kuş sütü bile eksik olmazken, birileri bir portakal bile yiyemeden ölüyor. Biliyorum, birileri saray yavrusu villalarda yaşarken, birileri sokaklarda it gibi titreyerek soğuktan donup ölüyor. Biliyorum, birileri sömürüyor, birileri de iliklerine kadar sömürülüyor… Biliyorum hayat hiç de adil değil. Oysa adalet su gibi, ekmek gibi bir ihtiyaç. Biliyorum… Ama yürek işte bu. Unutamıyor. Bütün mahkumlar için çarparken, abim için ayrı ağlıyor. Bir gün çıktı gitti, bir daha da geri dönmedi. Abimdi…
Ben, halkım. Ve şimdi adım Tommaso Campanella’dır. Çünkü tarih, 15681639’dur. İtalya’dayım. Büyük insanlık asla durmaz. Bazen hızlı, bazen yavaş. Ama daima yürür o büyük özlemine. Asla susmaz, Büyük İnsanlık. Dilindedir o büyük özlemi hep. Kimi zaman gümbür gümbür bir haykırış, kimi zaman kulaktan kulağa bir fısıltı… O büyük özlem, insanın insanca yaşadığı; sömürünün, zulmün, açlığın, yoksulluğun, adaletsizliğin olmadığı; eşit, özgür, bir geleceğe dairdir. Ve o gelecek, mutlaka gelecektir. Ben Campanella. O geleceği düşlediğim ve uğruna dövüşmeye başladığım günden beri, eminim bundan. Çünkü, ben halkım. Hiç durmadan adaletli ve sömürüsüz o geleceğe yürüyen, Büyük İnsanlığın Campanella haliyim. İtalya’nın Calabria bölgesinde, Stilo kasabasında doğduğumda, tarih 1568’di. O tarihte, Avrupa’nın genelinde olduğu gibi, soluk aldığım coğrafyada da, halk feodalizmin dinsel görünümüyle maskelenen, azgın bir sömürü ve zulüm altından ezilmekteydi. Halk için hayat zindana çevrilmişti. Korkunç bir sefalet, açlık, yoksulluk demekti. Egemenler ise, halkın yaşadıklarına tezat -ve de halka bunları yaşattıkları oranda- , zenginlik
içerisinde yaşamaktaydılar. Böylesi bir adaletsizliğe tanık olarak büyümeye başladım ben. Sürekli artan vergiler halkın belini büküyordu. Baskılar, zorbalıklar halk için yaşamı katlanılmaz hale getiriyordu. Halkın en ufak tepkisi, en küçük eylemi, en ağır şekilde cezalandırılıyordu. Zindanlar yoksul halkla doluydu. Kim ki halka cennet, egemenlere cehennem olan, mevcut düzene karşı bir düşünce dile getiriyorsa, “din düşmanı”, “sapkın” ilan ediliyordu. Suçlu sayılıyordu. Muhalif düşünceleri içeren kitaplar yasaklanıyor, yakılıyordu. Din, feodal sömürünün ve zulmün maskesiydi. Dahası kilise, sömürü ve zulmü meşrulaştıran, katı dogmalarıyla halka boyun eğdirmesinin yanında; sahip olduğu güç ve ekonomik zenginlikle, krallarla, lordlarla ve cümle egemenlerle birlikte düzenin ta kendisi demekti. Mevcut düzene karşı çıkanlar işkence görüyor, nedamet getirmeleri dayatılıyordu. İşkencede sınır yoktu. Engizisyon mahkemeleri, egemenlerin çıkarlarını korumak için devriyedeydi. Nedamet getirmeyenler, halka göz dağı vermek için, ölümle cezalandırılıyordu. Duyuyordum, biliyordum… Köylerde ve kentlerde yaşayan halk, egemenlere karşı tepkiliydi. Bu tepki kimi zaman ayaklan-
malara dönüşüyordu. Ayaklanmalar, egemenlerce; büyük katliamlarla, vahşice bastırılıyordu. Oluk oluk akıyordu halkın kanı. Daha küçük yaştayken, çevremde olup bitenlerle ilgilenmeye başlamıştım. Anlamaya çalışıyordum. Okuyor, öğreniyor ve öğrendikçe yeni bilgilere ihtiyacım olduğunu kavrıyordum. Şiirler yazıyordum. Birçok konuda uzun uzun coşkulu konuşmalar yapabiliyordum. 15 yaşında Cosenza kentine gittim. Orada Dominiken manastırına girdim. Birçok kitap okumuştum ama yeterli değildi. Dünyanın bütün kitapları doyuramazdı kafamın açlığını. Neler neler okumadım! Ama yine de kafamın açlığından ölüyordum. Kavrayışım arttıkça bilgim eksiliyordu. Manastırda da okumaya devam ettim. Manastırda verilen eğitim, benim bilgiye açlığımı gideremezdi. Çoğunlukla dinsel bir eğitimdi bu. Soyuttu, yaşamla bağı yoktu. Yaşamda tanık olduğum gerçekleri açıklamaya hizmet etmiyordu. Daha önemlisi, egemenlerin sömürü ve zulüm düzenlerine hizmet ediyordu bu eğitim. Gericiydi. Ben, halkın yaşadığı adaletsizliği, sömürüyü açıklayan, bunlardan kurtuluşun yolunu gösteren bir eğitim istiyordum. Felsefenin özü; hareketi, gelişimi ve de
ğişimi reddetmek olan ve bu felsefi temelden hareketle halklara “yaşadığınız açlık, yoksulluk, adaletsizlik kaderinizdir. Boyun eğin.” Telkininde bulunan Aristoteles’in felsefesine karşı, Telesio’nun doğa felsefesini öğrendim ve savundum. Çünkü doğada ki hareketi görebiliyordum. Değişimi, gelişimi kavrayabiliyordum. O güne kadar okuduklarım ve yaşadıklarım bana öğretmişti. Gerçeği, soyut kavramlardan değil, doğada ki somut varlıklardan, deneylerden, olaylardan beslenerek elde edebilecektim. Telesio’nun felsefesini inceledikçe inandığım fikirlerin temelini de geliştiriyordum. 22 yaşıma geldiğimde Aristoteles’in felsefesini çürütmek için bir kitap yazdım. Telesio’nun görüşlerini savundum. İlk yapıtımdı bu. Kitabımla feodal düzenin sahiplerini, din adamlarını ve onların köhnemiş zihniyetlerini rahatsız edeceğimi biliyordum. Öyle de oldu. Kitabım, (Philosophia Sensibus Demostratat)felsefi-dinsel gericiliğin karanlığına karşı bir ışıktı. Sessizliğe mahkum edilmek istenenler adına, haklı bir karşı koyuşun sesiydi. Ben Campanella, doğacak yeni sabahların sesiydim. Yazdıklarımı, savunduklarımı din silahını kullanarak
mahkum etmek istediler. Sapkınlık, din düşmanlığı, büyücülük dediler düşüncelerime. Din dışına çıkmış, bir tanrı tanımaz olduğumu söylediler. Sömürü ve zulüm düzenlerine hizmet eden felsefelerini eleştirmiştim çünkü. Düzenlerini eleştirmekle birdi bu. Ve her çağda olduğu gibi büyük bir suçtu! Papa’ya kadar ulaşmıştı bu suçum. Doğruları, gerçekleri savunup, söylemenin ilk bedeli olarak kısa süre hapse atıldım. Sonrasında Cosenza’dan ayrılmam şartıyla serbest bırakıldım. Cosenza’dan ayrılıp, doğduğum kasabaya, Stilo’ya dönmek zorunda bırakıldım. Bir sürgündü bu. Halka acı çektiren ve “böyle gelmiş böyle gider” denen düzeni eleştirmemin bir bedeliydi. Hakikati aramanın bir bedeli. Ama ben hakikate ulaşmanın zaten egemenlerle bir kavgaya girişmek olduğunu kavramıştım. Stilo bana dar geliyordu. Okuyordum, araştırıyordum ama kavga bundan daha başka bir şeydi. Ben sadece; gerici bir felsefeye karşı, daha ileri bir felsefeyi savunan bir düşünce adamı olarak kalamazdım. Ben, aydınlık bir dünyanın peşindeydim. Sömürü ve zulmün olmadığı, adaletli bir dünya. Bunun için düşünmeye, düşler kurmaya
başladım. Daha fazla Stilo’da kalamazdım artık. Düşleri gerçek kılmak önce egemenlerin dayatmalarını reddetmekten geçiyordu. Harekete geçmeyi bekleyen düşüncelerim vardı. Onları insanlarla tartışmalı ve geliştirmeliydim.1590’da Stilo’dan ayrıldım. Tam on yıl boyunca İtalya’yı baştan başa dolaştım. Çağdaşım Galile ve birçok bilimci, tarihçi ve filozofla tanıştım. Nerede sömürü ve zulüm düzenine kol kanat gerecek karanlık bir düşünce, kör bir inanç var, onunla savaştım. Gittiğim her yerde karanlığın savunucuları çıktı karşıma. Çürüttüm, ezdim onları. Bu nedenle savunduğum fikirlere sapkınlık dediler. Şeytani ilan ettiler. Yılmadım. Tanık olduğum adaletsizlikler, halkın yaşadığı açlık, yoksulluk ve acılar beni daha cesur, kararlı ve güçlü kıldı. Halkın durumu her yerde aynıydı. Zenginliklere bir avuç azınlık el koyuyor, rahat içerisinde yaşıyordu. Özgür ve adaletli bir ülke kurulmalıydı. Ve anladım ki; böyle bir ülke, böyle bir dünya, ancak ve ancak egemenlere karşı savaşarak; savaşan halkın eseri olarak kurulabilirdi. Düşünceler ne kadar doğru olursa olsun, uğruna savaşılmadığında, egemenlere gerçek manada bir zarar vermiyordu. On yıl sonra; doğduğum topraklara, Calebria bölgesine döndüm. Calebria ve bütün Güney İtalya, İspanya’nın bir sömürgesi haline gelmişti. Bu, halkın yaşadığı acıların, açlığın, baskı ve zulmün katmerlenmesi demekti. Engizisyon vahşeti üst boyuta ulaşmıştı. Halka her şey yasaklanmıştı. Akademiler, kültür merkezleri kapatılmıştı. Düşünü kurduğum dünyayı tasarlamaya başlamıştım ben. Sonra adına “Güneş Ülkesi” deyip, düşlerimi yazacaktım. Büyük İnsanlığın özlediği, düşlediği dünyanın bir tasarımıydı bu. O ülke de ezen, ezilen, zengin fakir olmayacaktı. Gördüklerimden, yaşadıklarımdan, okuduklarımdan çıkardığım en önemli sonuçların başında, halkların yaşadığı her türlü kötülüğün kaynağının özel mülki-
yet olduğu geliyordu. Sınıfların olmayacağı Güneş Ülkesi’nde her şey, herkesin olacaktı. Özel mülkiyete yer vermeyecektik. Üretim topluca gerçekleşecek, herkes yetenekleri el verdiği ölçüde üretime, yaşama katılacaktı. Yalnızca gereksindiği ölçüde alacaktı. Aç gözlülük, sen-ben düşüncesi, tembellik… birer suç, utanılacak birer ayıp olarak görülecekti. Kadın ve erkek eşit olacaktı. Güneş Ülkesi’ni yaratmak için kavga şarttı. Halkın safında savaşmak gerekiyordu. Ve de her şeyden önce, ülkemdeki İspanyol egemenliğine son verilmeliydi. Yurdumu İspanyol egemenliğinden kurtarmalıydım. Bunun için bir ayaklanma hazırlığına giriştim. Halk, mücadeleye hazırdı. Halka; kendilerini ezen kralları, beyleri, sömürü düzenini destekleyip; meşrulaştıran din adamlarının gerçek yüzlerini anlattım. Eşitlikten, adaletten, özgürlükten yana düşüncelerimi, halk benimsedi. Birçok rahiple görüştüm. Üç yüzden fazla rahip bana destek verdi. Halkın arasına girip, çağrımı onlara ulaştırdılar. Ne var ki, iyi organize olmamıza ve halkın desteğine rağmen, ayaklanma önceden açığa çıkarılmıştı. Egemenler casusları aracılığıyla, başkaldırımızı henüz hazırlık aşamasındayken öğrenmişlerdi. Calebria’dan çıkmam gerekiyordu, fakat tutsak düştüm. Başarsaydım, gittiğim yerde ayaklanma için çalışmaya devam edecektim. Şimdi ise tutsaktım. Mücadelenin yeni bir evresiydi bu benim için. Haklı olan benim düşüncelerimdi. Çünkü ben halktım. Düşüncelerimden vazgeçirmek için, nedamet getirtmek için vahşice işkencelere başvurdular. “Elli hapishaneye girdim çıktım. Yedi kez, tüyler ürpertici işkencelere uğradım. Son işkence kırk saat sürdü. Bedenimi iplerle sıkı sıkı sarıp, kan revan içinde bıraktılar. Ellerimi arkadan bağlayıp, sivri bir kazığın üzerinde sallandırdılar. Kırk saat sonra öldüğümü sanıp, işkenceyi dur-
durdular. İşkencecilerden bazıları, canımı daha da yakmak için, asılı olduğum ipi habire oynatıp, boyuna küfür savuruyorlardı. Bazıları da “yaman adam doğrusu” demekten kendilerini alamıyorlardı. Hiçbir şeyle sarsamadılar ruhumu, tek bir söz bile alamadılar ağzımdan.” Direndim. Hem de bütün halk adına. Çünkü bana yapılan işkenceler, benim neznimde; özgürlük, adalet ve sömürüsüz bir dünya isteyen, böylesi bir dünyayı hak eden halklara yapılıyordu. İşkencede ölebilirdim, bunu göze almıştım. Göze almıştım çünkü düşünü kurduğum eşit, özgür ve adaletli dünya, ancak bugünden uğruna ölenler var oldukça gerçekleşecekti. Ve böylesi bir ölüm, ölümsüzlük demekti. İdeallerime bağlı kaldım. Onlardan güç aldım. İşkencenin her türlüsünü deneyerek, beni ben yapan ideallerime zarar veremeyen egemenler, ideallerimi yargılamaya kalktılar. Engizisyon mahkemelerine karşı konuşacaktı, Büyük İnsanlık. İşkencede filozofça direnen ben, Compenella, Büyük İnsanlık adına konuştum. Haklıydım. Savundum haklılığımı ve Büyük İnsanlığı. “Yargıç önüne çıkarıldım. Önce bana, ‘ öğrenmediğin şeyi nasıl bilebilirsin? Şeytan mı var senin emrinde?’ diye sordular. ‘ Ben bildiklerimi öğrenmek için sizin içtiğiniz şarapların on misli kandil yağı harcadım.’ Diye karşılık verdim. “Üç Düzmeci” adlı kitabı yazmakla suçladılar beni. Oysa, ben daha dünyaya gelmeden basılmıştı bu kitap. Beni Demokritos’un düşüncelerini benimsemekle, kiliseye karşı düşmanca duygular beslemekle, din kurallarının dışına çıkmakla suçladılar. Güneşte, ayda ve yıldızlarda devrimleri haber veren belirtileri ileri sürüp; ayaklanmalar hazırlamakla, dünyayı sonsuz ve bozulmaz gösteren Aristotales’e karşı çıkmakla suçladılar beni.” Neyle suçlandığım açıktı. Bozuk düzenlerini bozmaya kalkıştığım için suçluydum. Ama yanılıyorlardı. Devrimlerin haberini veren belirtiler için ne Güneş’e ne de Ay’a bakmaya gerek vardı. Halka yaşattıkları acılar, yoksulluklar devrimlerin habercisiydi her çağda.
Tam yirmi yedi yıl sürdü tutsaklığım. Düşüncelerimden vazgeçmediğim için, pişmanlık duymadığım için, özgürdüm bu süre boyunca. Tutsaklıkta düşlerimle birlikte özgürlüğü büyüttüm. Teslim olmadım, direndim. Düşünü kurduğum geleceğin kitabını, Güneş Ülkesi’ni kaleme aldım. Birçok eseri ürettim. Teslim olmamanın, geleceği bugünden yaratmanın eylemiydi bu, tutsaklık süreci boyunca. Devlet adamlarından, krallardan, din adamlarından bir kez olsun af talep etmedim. Hapishaneden çıktığımda tarih 1626’ydı. Yorgun bir bedenle dışarıdaydım, ama ideallerime sadık kalmıştım. Tam da bu nedenle hala hedefiydim, karanlığın savunucularının. Yaşlı bedenimle bu dünyadan son nefesimi alıp verdiğimde tarih 1639’du ve yetmiş bir yaşındaydım. Hayat, ilk nefesle son nefes arasındaki süre değildi benim için. İnsanlık adına mücadele ettim ben. Ta kendisiydim Büyük İnsanlığın, halkın… Yaşadım, yaşıyorum ve yaşayacağım daima. Bir düş kurdum ben. Düştüm düşümün peşine. Ben, Campanella, hala o düşün peşinde; eşit, özgür, sınıfsız, sömürüsüz dünyanın yaratılması mücadelesi içerisindeyim… ALTIN ÇAĞ Mutlu bir altın çağ olduysa eskiden Niçin bir kez daha olmasın? Her şey dönüp dolaşıp Gelmiyor mu eski yerine? Düşündüğüm, öğütlediğim gibi benim Paylaşsaydı insanlar Yararları, mutluluğu ve ahlakı Cennet olurdu bu dünya… Uyanık, temiz sevgiler gelirdi diyorum Azgın, kör sevgiler yerine Yalan dolan, bilgisizlik yerine gerçek bilgi gelirdi Ve kardeşlik zorbalığın yerine. Kaynaklar: - Güneş Ülkesi, Campanella(Sosyal Yayınları) -Tavır Dergisi sayı:110 (2011/ Temmuz) -Ana Britannica Ansiklopedisi
vefa...
Bazı kelimeler vardır yalnızca harflerin yan yana gelmesinden oluşmaz. O kelimeleri oluşturan, yüz yıllık değerler, emek, özveri, sabırdır. Lügatta yalnızca bir sözcük olmayan bu değerlerden biri de vefadır. Vefa sadakatle, sevgiyle bir şeye bağlı olmak ve daima bağlı olunan şeyin çıkarlarının yanında olmaktır. Yani vefa değer vermek ve bağlılıktır.
na ve hatta bazen hiç tanımadıklarına pay eder. On beşinde, yirmisinde delikanlılar, altmışında yetmişinde amcalar ailelerine bakabilmek için kör karanlıkta yollara düşüp gecenin ayazında evlerine döner. Yaşam gayesinde geçen bir ömrün karşılığı bağlılık ve vefadır aynı zamanda. Kiminle yatıp kiminle kalktığı belli olmayan burjuvazinin karşısında, bir ömür aynı açlığı, aynı yokluğu birlikte göğüsleyen birbirine bağlı bir halk durur. Böyle bir halkın bağrında nice tohumlar filiz verir ve bu filizler çiçek çiçek açar çağlar boyunca.. Anadolu’nun vefalı göğsünden devrimciler doğar. Ve bir halkın en soylu damarı sayılması bundandır devrimcilerin. Devrimciler vefa duyar yaşadıkları vatana ve tüm dünyaya. Vatanın karış karış satılmasının karşısında “bu vatan bizim” diyerek dururlar. Emeği sömürülen işçilerin direnişlerinde saf tutarlar. Tarlada çalışan ırgatın alnından akan her damla terin karşılığını alması için mücadele ederler. Ve devrimcilerin ödedikleri tüm bedeller alınlarının ak cefası bağrında yeşerdikleri halklara vefa borçlarıdır.
Bugün emperyalistler tarafından içinin boşaltılması, yozlaştırılması ve zihinlerden silinmek istenmesi de bundandır. Çünkü vefa halkların öz kültürünün bir silahıdır ve daima namlusu emperyalizmin yoz kültürüne çevrilmiştir. Bugün “vefalı olmak” son derece ender rastlanan bir özellik gibi gözükse de işin aslı böyle değildir. Emperyalist tekeller, kiminle yatıp, kiminle kalktığını bilmeyen burjuvalar, vatanın her karşını parsel parsel peşkeş çeken azgın soyguncular bunu böyle göstermek ister. Çünkü bizi bize bağlayan bir bütün olarak onların karşılarında dimdik durmamızı sağlayan bütün değerlerin içini boşaltıp bizim zihinlerimizi kendi yoz, kokuşmuş kavramları ile doldurmaktır amaç- Emperyalistler, sömürücü asalaklar bilları. mez böyle değerleri. Onların tanrıları paradır. Bu yüzden ki yaşadıkları vataFakat öyle değildir işin aslı, Anado- na kıyarlar, yanlarında çalıştırdıkları işlu’nun her karışında elleri nasırlı anne- çinin ölümünden sorumluluk duymazlerimiz toprağı eker, ekinden çıkardığı lar, ilaç almak için yardım isteyenin bir avuç çıkını sofrasına katıp evlatları- cebine para sıkıştırır düşürmemesini bu-
yururlar. Onlar zulmün uygulayıcıları başlarını yastığa koyduklarında rahat bir uyku uyuyamazlar. Çünkü onların günleri katletmekle, sömürmekle geçmiştir. Ve korkudur yatak odalarında dahi elini kolunu sallayarak dolaşan. Çünkü halkın bağrında yeşeren ve yine o halka, dünya halklarına vefa borcu besleyen şanlı devrimciler daima bir nefes kadar yakındır bir avuç sömürücü zorbaya. Anadolu’da artık vefanın tanımı, yurdu için ölmesini bilen İdil’dir, Munzur’un kızı Fidan’dır, açlıktan 122 kere ölen kahramanlardır, tabut taşımaktan omuzları nasır tutmuş analar babalardır. Anadolu’da artık vefanın tanımı, genç ömürlerini yanlarına alıp kurtuluş uğruna sonuna kadar savaşmayı and içen DevGenç’liler, yetmiş yaşından sonra hasta bir devrimciyi sahiplendiği için tutsak edilen Tayad’lı analar babalardır. Vatanın her karışının füze kalkanları, üslerle işgal edildiği, yanı başımızdaki halkların bir avuç sömürücünün çıkarları için katledildiği, soframızdaki ekmeğe, bağımızda bahçemizde ekip biçtiğimize, namusumuza ve ahlakımıza göz dikildiği, yok edilmek istendiği şu dönemde değerlerimize sımsıkı sarılmak ve tüm bunlara karşı savaşmak bizden önce savaşıp bize bu günleri alın akıyla bırakanlara karşı vefa borcumuzdur artık.
Sayın Cumhuriyet Gazetesi emekçileri, merhaba. Sizlere daha önce birçok kez mektuplar yazmış, F tipi hapishanelerinin, tecritin üzerimizde bıraktığı ağır tahribatları ve yaşadığımız hukuksuzlukları anlatmıştık. Şimdi ise kendimden, yaşadığım sağlık sorunlarından bahsetmek için kapınızı çalıyorum. Yalnız kendim için değil, hapishanelerde aynı benim durumumda olup da fakat bir türlü sesini hapishane duvarlarından ötesine duyuramayan binlerce hasta tutsak adına kapınızı daha gür bir sesle çalıyorum. Ama bunun öncesinde kendim ve F tipine geliş sürecimi kısa da olsa sizinle paylaşmak istiyorum. 23 yaşındayım, 2010 yılında 19 Aralık Hayata Dönüş operasyonunu protesto kampanyası sırasında alakasız suçlamayla gözaltına alındım ve tutuklandım. Üzerime sadece benimle birlikte gözaltına alınan bir kişinin polis baskısıyla verdiği ifadeden başka bir şey yoktu. Bir de demokratik eylemlere katılmak vardı. Bunların içinde Hasta Tutsaklar Serbest Bırakılsın eylemleri, Mahir Çayan’ı anmak gibi etkinlikler vardı. Çıktığımız ilk mahkemede ifadeyi veren kişi polis baskısıyla yalan beyanlarda bulunduğunu söyledi ve bu kişinin hukuki açıdan durumu benden daha ağır olmasına rağmen ilk mahkemede tahliye edildi. Bense 2,5 yıldır tecrit hücrelerindeyim. Sayın Cumhuriyet Emekçileri, F tipi koşulları ağırdır, hareket alanı kısıtlıdır. Vücut giderek eski çevikliğini yitirir. Hastalıklara karşı direncini kaybetmeye başlar. Şimdi size anlatacağım süreci ve tedavi sırasında karşılaştığım sıkıntıların hiçbirinin abartı olmadığını belirtmek isterim. Çünkü birazdan okuyacağınız yazıda işkenceden farklı olmayan tedaviyle uzaktan yakından alakası bulunmayan bir sü-
reçten bahsedeceğim. Sayın Cumhuriyet Emekçileri, yaşadığım ağrılardan dolayı aralık ayı sonlarında hastaneye sevk edildim ve sevkim İstanbul Kartal Eğitim ve Araştırma Hastanesi’ne yapıldı ve burada benim için yeni bir süreç başladı. İstanbul’a götürüldüğüm hastanede ilk günde ayrı bir işkenceyle karşı karşıya kaldım. Lavabo ihtiyacım 1 saat boyunca jandarmanın keyfi tutumuyla engellendi. O kadar düşmanca yaklaşıyorlar ki: “ben istersem açarım, bana bağlı her şey” diyerek tuvalet ihtiyacımı işkenceye çeviriyordu. Tedavime başlandı, fakat bir tutsaktım, bu durum her fırsatta hissettiriliyordu. İlaç tedavisi esnasında serumları değiştirecek hemşirelerin bayağı geç geldiği oldu. Hatta 1,5 saati geçen zaman da oldu. Sağ kolumdaki damar sertleşti bu yüzden, ve kolumu kullanmakta günlerce zorlandım. Eğer ki tutsaksanız, hele bir de ellerine düşmüşseniz yandınız. Onlar için hiçbir öneminiz olmaz. Ailem ve akrabalarım beni görmek için geldiğinde zorluk çıkartılarak görüşmemiz engellendi. Bunun sonrasında Maltepe Hapishane’sine getirildim. Getirildiğim günden götürüleceğim güne kadar tekli hücrede tutuldum. Tecrit altında kemoterapiden çıktığım için oldukça halsizdim ve tek başıma ihtiyaçlarımı karşılamakta zorlanıyordum. Birkaç defa hücrede rahatsızlandım, o an mücadelede bulunacak, yardım edecek kimse de yoktu. Gardiyanları çağırmak için butona basıyordum. Buton bozuktu! Kapıyı o halde yumrukla, tekmeyle dövmem gerekiyordu. Gardiyanların gelmesi için avucum kızarana, ayaklarım ağrıyana kadar kapıya vurmaya devam ettim. İlaç tedavilerim vardı, bunların hiçbirini kaçırmamam gerekiyordu. Bu ilaç tedavisinin üst aşamasıydı. Fakat Maltepe Hapishanesi’nce hastaneye götürülmedim.
Nedenini dahi söylemediler. Israr edince bir gün sonra makul bir cevap aldım. İlaç bulunamıyormuş! İçme suyum bitmişti, kantine yazdım. Hastalığımdan kaynaklı suyun getirilmesini istedim. Fakat içme suyu gelmedi. Günlerce çeşme suyundan içmek zorunda kaldım. Sanki ben Kerbela’da susuz kaldım. Onlar da suyun başını kesenlerdi. Sayın Cumhuriyet emekçileri, başımdan geçenler böyleydi. Şimdi size soruyorum: Bir hasta tutsağa reva görülen bu tedavi süreci, bir hasta insanı hem de kanser hastası insanı nasıl iyileştirirdi? Aslında bu resmen ölürsen öl demektir. Başka bir açıklaması yoktur ki bu da zaten tecritin devamıydı. F tipi hapishanelerde tecrit yok diyen Adalet Bakanı’na bir de bizim penceremizden bakmasını tavsiye ederiz. Çünkü kendisinin baktığı pencere gerçeği yansıtmıyor. Eğer ben bu hale geldiysem bilin ki bunun tek sebebi yaşadığım tecrit koşullarıdır. Tecritin zulmüdür. Sayın Cumhuriyet emekçileri, başımdan geçenleri sizinle paylaştım ve sağlığım elverirse ara ara paylaşmaya da devam edeceğim. Çünkü bu sadece benimle ilgili bir sorun değil. Bugün belki de binlerce insan hapishanelerde benzer sorunlar yaşıyor ve yüzlercesi adım adım ölüme götürülüyor. Yarın da böyle devam edecek bu. Eğer kendine aydınım, ilericiyim ve demokratım diyorsa bir kimse, bu olanlara sessiz kalmaz. Şimdi sizden şunu istiyoruz: F tipi hapishanelerinde bir haykırış yükseliyor, belki tel örgülerden sıyrılıp gelirken çizikler almış olabilir. Ama o ses size ulaşmalı ve sesimize ses olun, gücümüze güç! Hep birlikte dur diyelim ve hep bir ağızdan haykıralım: “Tecrit insanlık suçudur, tecrite son!
bir ıslık olmak... şimdi mete için... Karanlık çökmüştür şimdi hücrelere… Akşam olmuştur ve der ki şair; “akşam erken iner mapushaneye…” Duvarı soğuk, soluk beyaz diye anlatıyorlar bize tecrit hücrelerini… O duvarları kızıla boyayan özgür tutsaklardır biliriz. Direnen, eli kolu bağlansa bile yılmadan karşı koyan özgür tutsaklar. Bir mektupla, bir fotoğrafla, bir sloganla; adını “teslim ol” koydukları duvarları param parça eden özgür tutsaklarımız. Haberi yok mu sanırsın hiç kimsenin, ne yaparsın ne edersin? İşte yanına geldik nasılsın Mete? Bir şarkımız var belki sen daha duymadın. Diyor ki “büyüktür halkın elleri, sımsıcak elleri… Uzanır kör hücreye sarar yaralı bedeni”! Biliyor muydun Mete, büyüktür halkın elleri… Güler Zere’yi sen daha iyi bilirsin. Hani bir mektubunda da diyorsun ya “dosyada hasta tutsaklara özgürlük eylemlerine katılmak yer alıyor” Tesadüf değil elbet-
te! Gencecik bedenin yorgun düşsün istiyorlar. Gülerimizin gözlerinden, dudaklarından koparamadıkları o umut dolu gülümseyişi almak istiyorlar. Alabilirler mi peki gülüşünü gözlerinden? Biz böyle binlerce yürek senin yanındayken! Koparabilirler mi gücü yeter mi zalimin? İlle kavga, bin kez ölsek yine kavga diyenlere gücü yeter mi? Büyüktür halkın elleri ve elleri kenetli... İşte gör istiyoruz! Tüm hasta tutsaklar görsün istiyoruz. Bağımsız Türkiye isteyen beş yüz elli bin el gör istiyor Mete… Ve ellerimizi kenetledik birbirine haykırıyoruz. “Hasta Tutsaklar Serbest Bırakılsın” düşünsene beş yüz elli bin el hasta tutsakları sarıyor, onlara uzanan düşman eline vuruyor. Düzenin babana bile güvenme diye tembihlediği halkımız yanındaki kimdir diye bakmadan konser meydanında kimin elini bulduysa tereddütsüz tutuyor.
Gökyüzünün o an alabildiğine mavi olduğunu düşün. Bir yandan rüzgar esiyor hani bu türküler özgürlük diye kırmasa zincirleri bu soğukta burada ne işimiz var dersin… Beş yüz elli bin el kenetli ve bir kez de kanser hastası olduğu halde tedavisi yapılmayan Mete Diş için haykırıyorlar “hasta tutsaklar serbest bırakılsın!” Gülerimizi sımsıkı sarıp zalime bırakmayan o eller bu kez de aynı işkenceyi gören Mete için, senin için kenetli. Düşünsene bir neler yaşıyoruz her gün. Mesela ben otobüse biniyorum. Bu düzenden nefret etmek için otobüste geçireceğin 5 dakika yeterli aslında. Hani iğne atsan yere düşmez derler ya öyle içerisi. Ve kapılar açılınca bir yarış başlıyor. Koltuk kapmaca oyunun adı. Sonra kavgalar… Sanki bu otobüsün böyle kalabalık olması halkın suçu. Bunu bize reva görenler rahat rahat otursunlar biz burada mini-
cik otobüsün içinde birbirimize girelim. Ama halkımız böyle yapmaz bilir öfkesini kime doğrultacağını… Bilir düşmanı kim. Taze yaprağa kıyıp da dalından koparanı bilir. Sabrın son taşıdır çatlayan. Halkın öfkeli elleri kavgada hesap sorandır bu kez. Savaşır. Sen de bir savaşçısın. Tecrite karşı savaşan bir özgür tutsak da sensin. Biraz yorgun görünüyorsun elbet olur o kadar. Ama tüm yorgunluğuyla gülüyor gözlerin… Ölsek ya da kalsak bu dünyada gözlerimizin içindeki gülümseyişi çalamazlar değil mi? Gülerimizin kısık kısık bakan umut dolu gözlerini söyle unutabilir miyiz? Kimbilir o umut dolu gözler kimleri çağırıyor kavgaya, kimleri savaştırdı kimleri savaştıracak daha… Kavgamız sürüyor… Kavgamız açılan yaralara deva olmak için böyle ısrarcı sürüyor! Gülerimizin dudaklarındaki tebessümün taşıp gözlerine dolması bundan… Gülerimizin gülen gözleri kavgayı besliyor. Şimdi Güler Zere bir ıslık olup dolaşacak o mapus damından bu mapus damına… Yenilmezliğimizi, direngen yüreğimizi, halkın ellerini o ıslık anlatacak taşa, toprağa, gevrek satan bir
küçük çocuğa ya da uçurtması dala takılana… Sonra sokulup girecek penceresinden hücrenin, haydiii bir topa takılıp yan hücreye konacak… En sonunda ıslık gelip mektubun üzerine çizdiğin ellerinin şeklini alacak ve sen o mektubu bir çocuğa yollayacaksın. Çocuk zarfı açacak anlattığın her şeyi, tüm gerçekleri anlatacak annesine… Tecrit diye bir canavardan bahsedecek. Sen o hücreden çıkarken kapıda bekleyenlerden biri de o anne ile o çocuk olacak. Baksana Gülerimizin ıslığı kimlere ulaşıyor… Tüm hasta tutsaklar için mücadele eden, o sımsıcak ana gibi saran eller, halkın elleri kalabalıklaşıyor. Peki söyle bakalım Mete bu eller seni duvarın ardında bırakır mı? Kenetlenmiş o yumrukları görsen anlardın bir kez daha. “Birimiz hepimiz için, hepimiz birimiz için”. İşte şimdi hepimiz birimiz için bir kez daha mücadele ediyoruz. Diyoruz ki hasta tutsaklar serbest bırakılsın onları hasta eden; konforlu otel odalarına benzettiğiniz tecrit hücreleridir! Mete Diş onlarca hasta tutsaktan sadece bir tanesi… Tecrit işkencesi devam ettikçe, bu insanlık suçu da göz göre göre işlenmeye devam edecektir.
seri katil: tecrit
F tipi hapishanelerin açılmasıyla uygulanmaya başlayan tecrit işkencesini defalarca yazdık, çizdik, anlattık. En son ‘F Tipi film’ ile teşhir edilen bu uygulamayı anlatmaya devam edeceğiz. Tutsaklar üzerinde neden ve nasıl bir işkenceye dönüştüğünü her tür araçla gözler önüne sereceğiz. Zira bugünkü tecrit yönteminin alelade bir yöntem olmadığını, adlarının başında profesör, doktor vb. sıfatları olanların bu yöntemi laboratuvar deneylerinden tutun da onlarca işkence yönteminden süzüp getirdiklerini biliyoruz. Öyle ki maliyeti en düşük tecrit sistemi dahi araştırılmış ve adı, Ludwig Friedrich Froriee olan Alman bir kafatasçı tarafından 1846 yılında özel bir maske üretilmiştir.* Bu maske ile tutsakların gözü, kulağı ve ağzı kapatılacak, böylece bir başkası ile ne ses, ne göz, ne de işaret yoluyla iletişim kurulabilecektir. Ve onlar tek bir maskeyle birbirinden tecrit edildiğinden, aynı mekanda tutulabilecek, böylece yeni yeni hücreleri yaptırma maliyeti de ortadan kaldırılacaktır.
da Ludwig maskesi bulunuyordu. Fotoğrafları tüm basında yer aldı. Emperyalist ‘efendilerin’ nasıl birer kafatasçı olduğu böylece bir kez daha kanıtlanmış oldu. Hoş, emperyalizmin vahşeti artık kanıt gerektirmeyecek kadar açıktır. Ve tecrit denen seri katil böyle kafaların ürünüdür. Halklara en insani infaz yöntemiymiş gibi pazarlanır. Bu propaganda, tutsakların hücrelere atılmasının ne kadar modern bir anlayış olduğu şeklindedir. Oysa tecrit bir insana yapılabilecek en büyük zulümdür. Kurbanını soğukkanlılıkla ve işkenceyle öldürme yöntemidir. Dolayısıyla hücreler Ludwig maskesinin, Ludwig maskesi de hücrelerin ilham kaynağı olmuştur. Tecrit, egemenlerin bekası içindir. Aynı zamanda halka verilen bir gözdağı, bir tehdit unsurudur. ‘Bana karşı gelirsen, cezan bu olacak’ denmektedir.Ve bu tehdit halkların başının üzerinde Demokles’in kılıcı gibi sallanır.
Ve tecrit her gün biraz daha ağırlaştırılmaktadır. Tutsakların dış dünyayla Bu sadece bir delinin projesi, kabul gör- olan bağlarını en alt seviyeye indirirmemiştir diye düşünmeyin. Çünkü bu ken, ek cezalandırmalarla, sert hapisprojeyi yakın zamanda dahi gördük. hane yöntemlerine maruz kalır. ABD’nin Guantanamo üssünde, tel kafesler içinde tutulan tutsakların başın- Disiplin cezası adı altında sınırlandırıl-
mış olan hakları kırpıldıkça kırpılır. Yakınları ve arkadaşlarıyla olan bağları zayıflatılır. Zaten işkence olan beton duvarlar ve tel örgüler bu şekilde gemi güvertesiyle sınırlanmak yerine, beton bir tabuta konulmak gibidir. O günün eli kamçılı gardiyanının yerini ise çağdaş olanları almıştır. ‘F tipi film’ de de tanık olduğunuz gibi, özgür tutsaklar, böylesi bir vahşete karşı dururlar.Beynini tecrite teslim etmeyip, gerek psikolojik gerekse fiziksel işkencelere direnirler. Bu yeri gelir ölümüne bir direniş olur. Tıpkı 122’ler, tıpkı Engin Çeber’inki gibi... Özgür tutsaklar ölür ama asla zulme teslim olmazlar. Baskı ve zor ile sindirilemezler. Sonuç olarak; Egemenlerin hapishane gerçeği zulüm üzerine kurulur. Zaman içinde değişen tek şey ise baskı ve zorun biçimidir. Bugün bu anlamda emperyalizm ve onun yerli işbirlikçilerinin daha fazla kafa yorduğu açıktır. Çünkü, psikologları, sosyologları, işkencecileri hala hücrenin boyunu kaç metre yaparsak, ne renge boyarsak, ne tür cezalar verirsek içindeki tutsağı çıldırtabiliriz diye deneyler yapıyor kitaplar yazıyor, projeler üretiyorlar. Ama yine de özgür tutsakları teslim alamıyorlar. Çünkü onlar direnerek özgürleşenlerdir.
“Kafes kuşlarını sevmem” dedi. Niye, der gibi baktım. Gözlerimdeki soruyu anlamıştı. Cevabını diliyle verdi: “Sorun kuşlarda değil.” Ve devam etti: “Kuş gibi uçmak, uçabilmek.. Ne güzeldir kim bilir. Süzülmek bulutların arasında. Havanın içinde yüzmek, yükselmek, yükselmek ve daha yükselip bırakmak kendini. Bir şahin gibi düşmek ve bir kartal gibi kanatlarını açıp süzülmek yine. Müthiş olmalı...”
“Uçmak, uçabilmek” dedi sonra yeniden. Dedi ve durdu bir an, yüzüme baktı, anlıyor muyum diye. Ve “Biz de ufkumuzla uçuyoruz işte” dedi. “Albatros kuşlarını severim” diyerek devam etti. Kollarını açtı; “Kanatları güçlüdür.” Kollarını açınca, zeybek oynayan efelere benzedi. Bunun farkında değildi, hararetle albatrosları anlatıyordu: “Uzun mesafe uçarlar, çok uzun. Ve denizin üzerinde. Hedefleri dışında inecek yerleri yoktur. İnmezler. Bir albatrosu
uçarken gördün mü hiç? Müthiştir. Fırtınalar bile yolundan döndüremez onu.” Böyle söylüyordu ama, onun da bir albatrosu uçarken gördüğünü sanmıyorum. Hatta, bundan eminim. Hiç albatros görmemişti. Çünkü, bırakın bir deniz kuşu olan albatrosu görmek, herhangi bir kuşu bile görecek yerde değildi. Besbelli, okuyarak sevmişti albatrosları ve kendi ruhunu görmüştü bu deniz kuşlarında. Benim aklımdan bunlar geçerken, o, çoktan serçelere geçmişti: “Serçeleri severim. Kafes kuşu değildir o, sokak kuşudur. Alıp kafese kapatsan, hayata düşmanlık yapmış olursun. Bir de özgürlüğe... Anlıyor musun?” Öyle bir baktı ki, “Anladığını hiç sanmıyorum” der gibi. Ve ekledi: “gönül kafesinde kuş uçuramayan, kuş kafesine gönlünü kapatmış olur.” “Gönül kafesi” derken, sinesinin üstüne vurdu. Ve devam etti: “bura var ya, işte tam burası. Kimine kanat olur, kimisine kafes...” Sonra, sonra sustu. O sustu ama zamanın ya da bu öykünün diyelim, fonunda Grup Yorum’un serü-
venciler’i çalıyordu. Sanki bir film karesinin içindeydik. “Turnalara yüklemiş hasretini, derdini, hayalini, bizim halkımız” dediğini duydum. Demek ki, daldım bir an. En son Serüvenciler’e eşlik ediyordum: “Ne bir adresleri vardır onların/ ne de aşktan başka bir sığınakları..” Konu turnalara nasıl gelmişti.. Kaçırdığım bir şey olmuş muydu? Sanırım öykünün içinde olan bendim, o gerçeğin içinden konuşuyordu: “Hasretler de böyledir, kimine kanat olur kimine kafes. Neyin hasretinin nasıl çekildiğiyle ilgilidir bu. Dertler de hayaller de böyledir. Sevinç ve hüzünler de böyledir. Ya kanadın olur ya kafesin.. Tercih senin. Hani demiş ya Nazım Hikmet: “Asıl en kötüsü/ bilerek, bilmeyerek/ hapishaneyi insanın kendi içine taşıması..” Dönüp gözlerimin içine baktı sonra. O kadar uzaktan ve o kadar yakından bakıyordu ki, kendi gözlerimin içine kendim bakıyor gibiydim. İrkildim sorusuyla: “Kendi içinde kafes taşıdığın oldu mu hiç? Asıl en kötüsü budur işte..” Soruya bir cevap bekliyor muydu? Ya da bu soruya bir cevabım var mıydı? Vardı.. Sorusunu bekleyen cevapları vardır insanın.. Hayat okulunda öğrendikleridir bunlar. Hatıraları, hayalleri birer cevaptır. Hayat sorar ve hatıralara sahip çıkmakta bir cevaptır. Çiğneyip terk etmekte.. “Haklısın” dedi; çok haklısın. Ne için ve nasıl olduğuna bağlı olarak, hatıralardan hayallere uzanan tercihler, insanın kanadı da olabilir, kafesi de. Yani, onu esir edebilir ya da özgürleştirir. Fark etmiş olmalısın, insanın iç dünyası denilen şey, aslında hatıraları, hayalleri ve
bunları yaratan tercihlerinden ibaret. İçi, dışı bir olmak, burada önem kazanıyor. “Nasıl” dedim ama içimden mi sordum, belli değildi. Ama o, anlamış olmalı ki, aklımdan geçene cevap olacak şeyler ekledi: “içinde kafes olan onu gizlemeye çalışır. Kanat olan uçar gider zaten. İstese de saklayamaz..” Lodos havası vardı zamanda. Denizin tuzunu alıyorduk. Bilenler bilir, deniz müthiş güzel kokar. Burada bile. Kim bilir, belki de bir albatros bırakmıştı bu denizi, bu kokuyu, bu rüzgarı buraya.. Şimdi, sessizdik. Büyük bir itinayla mermerden eser yaratan bir heykeltıraş gibi, zamandan sessizlik yaratıyorduk şimdi. Ne kadar böyle sürdü emin değilim. Ama sessizliğe son verdiği cümle şuydu: “En sağlam kafes, bencilliktir. İçine düşmeye gör. Ne kanat kalır, ne hayal, ne hatıra, ne vefa.. Silinir gider hepsi. Anı yaşayan bir hayvanın sıradanlığı kalır geride. Hiç kafesinde keklik gördün mü? Boynunu çıkartıp yemini yer, suyunu içer. Korktuğu bir şey olursa, boynunu hemen içeri çeker. Bencillikte öyle bir kafestir
işte. Keklik kafesidir.” Kekliği ben de sevmezdim. Bilirdim ihanetlerini, o yüzden. Haklıydı, korku da bir kafesti. Kendi korkusunun içinde yaşayan “eski”ler görmüştüm, yüzleri nasıl da kasvetliydi öyle. Bencillikti onları korkaklaştıran. Ki korku bir sonuçtu, bencilliğin sonucu. “Kafes kuşlarını neden sevmiyorum biliyor musun?” dediğinde, cevabını tahmin etmiştim. Yanılmamışım. Şöyle dedi, kendi sorusuna kendi cevap vererek: “Kafes ve içindeki kuşlar, esaretin iğrenç gerçekliğini yansıttığı için sevmem. Sevmediğim esarettir ve özgürlük sevdasına kapılan bir insan, kuşları bile kafes içinde görmeye dayanamaz. Anlıyor musun?” Sonra durdu ve gözlerimin içine baktı. O kadar uzak ve o kadar yakından bakıyordu ki, kendi gözlerimin içine bakıyor gibiydim. Sayıma gelen gardiyanlar hücrenin içine doluştuğundan, voltaya ara verdim. “Tek kişi” diyerek çıktılar hücreden. Nerde kalmıştık?
sazın tezeneye hasreti
Türkülerin kanatları vardır bilir misiniz dostlar? Geçmişten günümüze gelen ve geleceğe doğru yol alıp halkın acılarına, sevinçlerine, öfkelerine, direnişlerine kucak açan türküler. O türküler ki Pir Sultanlar'dan, Nesimiler'den, Veyseller’den, Ruhi Sular'dan, Mahsuniler'den hayat bulmuş ve her defasında sazı tezeneyle buluşturmuşlardır. Saz ne zaman türkülere eşlik edecekse, tezene koşup gelmiştir bir türküye can vermek için. Ezgilerimiz söylendikçe buluşmuşlardır bir türkünün yüreğinde. Hasretlik bu, biter mi? Ucunda sevda vardır, aşk ile gönül sofrasına oturmak vardır. İşte o zaman başlar saz ile tezenenin sohbeti. Coşkulu, dertli,
telleri alıp götürür yüreğini... Çünkü türkülerin kanatları vardır. Bir yerde durmaz türküler, dilden dile yayılır. Tezene bir buse kondurur yanağına sazın, türküler sevdalanır. En zor şartlarda barikat olur bir direnişe, en büyük cevaptır zalime... Her bir nota cesurca girer kavgaya ve yağar zalimin üstüne. Gün gelir susturulur ezgilerimiz, zincire vurulur bağlamamız, parmak izleri alınır üzerlerinden. Sanata düşmanlar iş başındadır. Onlar bilmezler ki, sazın tezeneye hasreti büyüktür, elbet kavuşurlar en yürekten coşkuyla. Onlar bilmezler ki, türküsüz çıkmamışızdır
yollara. Gün gelir ki dile gelir bağlama: "Kaç kat vursanız da zincirlerinizi Zorbanın ince hastalığıdır hıncım Hapis bir ur gibi büyüyorum şimdi Sırça köşkünüzü kuşatan mezbelede..." (*) Onlar susturmaya çalıştıkça kıracak zincirlerini, kavuşacak hasretliğine. Güçlüdür yüreği sazın, Pir Sultanlar'dan Grup Yorumlar'a akan bir yürek... Bitmeyecek: Ne sazın tezeneye hasreti, ne de halkın türkülere sevdası. (*) Ümit İlter
“ Sana bin teşekkür Büyük ızdırap Bana sevmeyi Bana hakikati Bana insanları öğrettin” *
ezenlere karşıdır. İşte bu yüzden, devrimcidir bizim sanatımız. Devrimci sanat, halkın zulüm ve sömürüden kurtuluş kavgasının sanatıdır. O’nu içerik ve biçimde devrimci yapan ‘Kurtuluşa Kadar Savaş’ın sanatı olmasıdır.
Devrimci sanat; halkın gücünü, güzelliğini meydana çıkardı bir kez daha. “550 bin Yürek Bir Büyük Halk Korosu” olarak hem de. Devrimci sanatın işlevi budur. Halkın gücünü, en güzel-estetik- biçimde meydana çıkartmaktır. O meydan yeri gelir Bağımsızlık Meydanı olur, yeri gelir bir sinema perdesi, bir şiir dizesi, tiyatro sahnesi olur.
Devrimci sanat, halkı uyuşturan, aldatan, yanlış bilinç sağlayıp bu düzene boyun eğmesini dayatan her şeyin yüzündeki yalan perdesini indirir. Bunu nasıl başaracağının hayatın içinden cevaplarını aramak, devrimci sanatı daima dinamik, canlı ve üretken kılar.
Burjuvazinin ölü sanatı, halkı yok sayar, aşağılar, horlar. O’nu yani halkı, sanatın asli unsuru olarak görmez. Devrimci sanat, halkı sanatın asli unsuru haline getirir. Ve bu perspektifle dün ‘F Tipi Film’ çekilir, bugün 550 bin umutlu yürekle halk korosu oluşturulur.
Devrimci sanat, egemenlerin yalanlarına karşı halkın ihtiyaç duyduğu hakikatlerin savaşımını verir. Ki bu ihtiyaç, devrimci sanatın tükenmez kaynağıdır. Mizahla, müzikle, tiyatroyla, filmle, şiirle… Halk kendi gerçekliğini, devrimci sanatın aydınlığında görmelidir: Gördüğü gücü ve güzelliği ile bu güç ve güzelliğe düşmanlık yapanlar olacaktır.
Devrimci sanat, halkın hayatı yaratma gücünü ve bu gücün değişik biçimlerdeki güzelliğini yine halka taşır. Halk, güç ve güzelliğini devrimci sanatın aynasında görür. Bu yanıyla, Bakırköy- Bağımsızlık Meydanı, halkın güç ve güzelliğini gösteren bir ayna olmuştur.
Devrimci sanat, halkın yaşadığı sorunların, koşulların, ruh halinin ve algısındaki değişimlerin nabzını tutar. Ve bu, onu daima “yeni”kılar. Devrimci sanat, bu nedenle kendisini tekrar etmez. Çünkü, hayat kendisini tekrar etmez. Devrimci sanat, hareketin sanatıdır.
Devrimci sanat, halkın güç ve güzelliğini gösterirken, bu gücü çaresizliğe, güzelliği de çirkinliğe mahkum eden koşulları ve bu koşulları yaratan halk düşmanlarını açığa çıkartır ve adını koyar.
Devrimci sanat, halka halk için doğrunun ne olduğunu estetik biçimde gösterir. Bu yanıyla, devrimci sanat, onurun, umudun, direncin ve büyük insanlık değerlerinin dolaysız taşıyıcılığını yapar.
Devrimci sanat, halkın çıkarlarını esas alır. Çünkü, sınıfsaldır. Ezilenlerin yanında,
Devrimci sanat, kendisini gerçekleştiren sanatçıdan devrimcilik ister. Söz konusu olan
devrimci düşünceyi, idealleri hedefi ve bu uğurda yaşanan gerçekliği bilince çıkartmaktır. Nasıl bir dünya, ülke ve toplumda yaşıyoruz? Bu toplumsal sistemde sanatın egemenler ve halk için işlevi nedir? Bu ve benzeri soruların cevabını pratikte somutlamak gerekir. Bir diğer ifadeyle, devrimci sanatçı, sadece hayatı yorumlamakla yetmez, değiştirme kavgasının içinde yer alır. Devrimci sanat, halk sevgisinin dışa vurumudur. Halkını seven, halkına yabancılaşmayan, halkını tanıyan, halkına küsmemiş olan devrimci sanatçılar, halk için en güzel eserleri üretirler. Devrimci sanat, halk içindir ve devrimci sanatçı da , halk sevgisinin dervişidir. Halk her şeyin en güzeline layıktır: Devrimci sanatçı, işte o güzelliği yaratandır. Devrimci sanat, yasakları çiğneyerek aşar. Engellere takılmaz. Saldırılar karşısında geri adım atarak kendisini inkar etmez. Devrimci sanat, elbette, halk düşmanlarını rahatsız edecek ve hatta, tahammül edilemez bulunacaktır. Burjuvazi, her zaman satın alamadığını ezmek ister. Devrimci sanatı ezemezler. Sansüre, yok saymaya boyun eğmez. Devrimci sanat, karşı-devrimin üstüne üstüne gitmenin sanatıdır. İçerik, biçim ve paylaşımıyla taarruz halindedir. Halkın ufkunu açmak, kültürünü zenginleştirmek ve estetik beğenisini yükseltmek oluşturur bu taarruzun özünü. “İnsan olan vatanını satar mı? Suyun içip ekmeğini yediniz Dünyada vatandan aziz şey var mı? Beyler bu vatana nasıl kıydınız?” **
ler devşirdikleri işbirlikçilerini paralı asker gibi kullanıyor. Böylece, Afganistan ve Irak’ta iyice teşhir olan yüzünü gizlemeye çalışıyor. Nereye kadar? İşte Libya’da işbirlikçi uşakları zor duruma düşünce, uçaklarıyla devreye girip vatanseverleri bombaladılar. Ve daha dün, Fransız emperyalizmi Afrika ülkesi Mali’yi işgal etti ve direnenleri katletti. Bugün, Suriye’de yaşananlar da “kardeş kavgası” değildir. Amerikan emperyalizminin kontrgerilla gücüne dönüşmüş İslamcılar eliyle sürdürülen emperyalist müdahaledir. Amerika, Irak ve Afganistan’da ‘meşhur’ döviz piyadelerini kullanmıştı. Şimdi daha ucuz bir yöntem olarak kontrgerilla haline getirdiği İslamcılar’ı kullanıyor.
Haber Türk Gazetesi yazarı Yavuz Semerci, “Vatanseverlik Kaçmaktır” başlığını atmış yazısına. (Haber Türk-3 Şubat 2013)
Konuya, Yavuz Semerci’nin bir yazısından girdik ki sorumuz şudur: Nedir vatansever olmak?
Hayır, vatanseverlik kaçmak değildir. Vatanseverlik, “Ya Özgür Vatan Ya Ölüm” diyerek vatanın bağımsızlığı için ölümüne savaşmaktır. “ Vatanseverlik kaçmaktır” yaklaşımı, burjuva ideolojisinin ürünüdür ve yanlıştır.
İşte bu soruya, küçük-burjuva aydını ile halk aydını farklı cevaplar verir. Halk aydını için, vatanseverlik, vatanın bağımsızlığına kasteden emperyalizmin tahakkümüne, müdahalesine, işgaline, sömürgeciliğine karşı olmaktır elbette. Çok açıktır ki, emperyalizme karşı çıkmadan, anti-emperyalist olunmadan vatansever olunmaz. Ve bugünün dünyasında Suriye’de vatansever olmak, işbirlikçileri aracılığıyla halka karşı savaş yürüten emperyalizme direnip savaşmaktır.
Yavuz Semerci, ilgili yazısında şöyle demiş: “Suriye’de yaşasaydım, Suriye vatandaşı olsaydım şüphesiz vatansever diye tanımlardım kendimi ama kimin yanında yer alırdım? İtiraf edeyim mi, bırakır kaçardım ülkeyi. Kardeşine mi kurşun sıkacaksın, kardeşinden mi kurşun yiyeceksin? Dünyanın en trajik, en anlamsız ve en acımasız savaşlarıdır kardeş savaşları.” Suriye’de de yaşasa, Türkiye’de de yaşasa, elbette vatansever olmalı insan. Nazım Hikmet’in dediği gibi: “Dünyada vatandan aziz şey var mı?” ‘Aziz’; Arapça bir kelime ve ‘sevgide üstün tutulan’ anlamına geliyor.
Vatanseverlik, müdahaleye uğrayan, işgale kalkışılan, halkı katledilen ülkenizi bırakıp kaçmak değildir. Olmamıştır. Vatanseverlik, vatanın bağımsızlığı için elde silah savaşmaktır… Yavuz Semerci, Suriye’de yaşananları “kardeş kavgası” olarak nitelendiriyor. Yanlıştır. Suriye’de yaşananlar “ kardeş kavgası” değildir. Dün Libya’da yaşananlar da “kardeş kavgası” değildi. Ne kardeşliği? Emperyalist-
Aslında bu yöntemin “yeni” olduğu söylenemez. Zira, Kurtuluş Savaşı döneminde de benzer bir durum yaşanmıştır. Ülkemizde işgale uğrayan Anadolu’nun vatansever güçlerine, emperyalizmin uzantısına dönüşen Osmanlı sarayının örgütlediği güçler saldırıya geçmişlerdir. Nedir bu, kardeş kavgası mı? Asla! Padişah Vahdettin ile Hasan Tahsin, Yörük Ali ile Gökçen Efe ‘kardeş’ mi sayılır? Hayır! Emperyalizmin uşağı Damat Ferit ile Karayılan, Sütçü İmam, Kara Fatma ‘kardeş’ sayılabilir mi? İmkansız! Ne yapacaktır bu koşullarda Yavuz Semercigiller? Bu koşullar “Bırakır kaçardım ülkeyi” demek emperyalistlere güç vermek, vatan hainlerine zımmen destek olmak anlamına gelir… Vatanseverler, ülkelerini hiçbir koşulda bırakıp kaçmazlar. Kaçıyorlarsa, zaten vatansever değillerdir. Yeri gelince, vatanseverlerin kanı vatan toprağına karışır. Vatan için ölmesini bilmeyen, vatansever sayılmaz. Nazım’dan, İdil’e, halk aydınının tavrı nettir; “Yaşamış sayılmaz zaten/Yurdu için ölmesini bilmeyen…” Vatanseverler, ülkelerinin kaderini emperyalistlere ve onların uşaklarına bırakmaz.
“Ya Özgür Vatan Ya Ölüm” şiarı bu temele oturur. Denilmek istenmektedir ki, vatanımızın özgürlüğünden başka gideceğimiz bir yer yok. Varsa, o da ölümdür. Kurtuluş Savaşı da “Ya İstiklal Ya Ölüm” diyerek kazanılmıştır. Hal böyle olduğu içindir ki, “Bırakır kaçardım ülkeyi” demek, vatanseverler için bir seçenek değildir. Vatanseveri vatansever yapan, en zor koşullarda bile, ülkesinin kaderini emperyalistlere bırakmayıp o kaderi kendi kanıyla yazmasıdır. Söz konusu olan bağımsızlıktır…
sı var. Ben de kardeşine kurşun sıkacak kadar vahşi, kardeşinden kurşun yiyecek kadar aptal değilim. Bu durumda, vatanseverlik, ülkeyi bırakıp kaçmaktır…” Öyle mi? Peki, kime bırakıyorsun ülkeyi? Yoksa, “bana ne, benden sonrası tufan” mı diyorsun? Madem, kardeş kavgası var. O zaman kardeşleri barıştırmaya çalış. Ne o, olmaz mı diyorsun buna? Barışmazlar mı? Çünkü, saldıran taraf emperyalizm ve işbirlikçileri mi? Evet, öyledir.
Küçük-burjuva aydına “bırakır giderdim ülkeyi” dedirten, Suriye’de yaşananlara emperyalizm ve halklar arasındaki çelişki perspektifinden bakmayışıdır. Emperyalistlerin gerçekliğini görmezden gelip yaşananlara “kardeş kavgası” demek doğru değildir. Emperyalistler böyle görülmesini istiyor. Ki yarın, “barış gücü” adı altında daha açıktan müdahale edebilsinler.
Küçük-burjuva aydını bunları bilir de, bilmezden gelir. O kendi bilgisine bile ihanet etmeyi seçmiştir bir kere. Emperyalizmin beslemesi olan kontraların Suriye’de kafa kesmesini onaylamaz. O kadar da değil. Ama bu halk düşmanlarına bir çırpıda “kardeş” payesi verir. Ki “kardeş kavgası” diyebilsin. Böyle dedikten sonra, sıra “ben bu kavgada yokum” demeye gelecektir nasılsa. Gördünüz mü, uyanık küçük-burjuva aydınını. Emperyalist müdahaleye karşı direnip savaşmaktan kaytarmanın yolunu nasıl da buldu hemen. “Aklımı seveyim” der herhalde kendi kendisine.
Dünyada, bölgemizde ve ülkemizde yaşanan gerçekleri görmek ve doğru yorumlamak için emperyalistlerin yaklaşımlarına bakmak yeterlidir. Başta Amerika olmak üzere, emperyalistler kime destek veriyor kimi yok etmek istiyor. İşte buna bakmak yeterlidir.
Bu“akıl”burjuvaziden alınmıştır. Bu“akıl”emperyalizme karşı savaşmayı göze alamaz. Bu “akıl” halk düşmanı kontralara “kardeş” diyebilecek kadar akıl dışıdır. Bu “akıl” vatansever değildir. Ki emperyalizme boyun eğmenin “akıllılık” sayıldığı yerde, halk aydınına “deli” olmak düşer.
Suriye’de yaşananlara “kardeş kavgası” demek, anti-emperyalist tavır geliştirmekten kaçmaktır. Emperyalizmden hesap sormayı göze alamamaktır. Korkaklığın, emperyalizme boyun eğişin kılıfıdır söz konusu olan. “Kardeşine mi kurşun sıkacaksın, kardeşinden mi kurşun yiyeceksin” yaklaşımı, emperyalistlere kurşun sıkmaktan kaçışın örtüsüdür. Bu örtü kaldırıldığında altından küçük-burjuva aydının korkusu çıkar. Küçük-burjuva aydını korkusunu meşrulaştırmak için gerçeği çarpıtarak yalanı teorize etmektedir. Teorisi de şudur: “Suriye’de kardeş kavga-
Ve bakın, halk aydınının evrensel örneklerinden olan Jose Marti, ne diyor: “… Vatan için duyulan sevgi/ Toprak için duyulan/ Ya da çiğnediğimiz çimenlere karşı/ Beslenilen gülünç sevgi değil/ Onu ezenlere karşı beslenilen yenilmez nefret/ Ona saldıranlara karşı ebedi hınçtır.”
Bağımsızlık, bir halkın kendi kaderini tayin etmesi anlamına gelir. Değilse, o ülkede emperyalist tahakküm vardır.
Suriye üzerinden tartışırsak da, konu Suriye ile sınırlı değildir. Konunun özü, emperyalizme karşı tavır alıp almama da düğümlenmektedir. Küçük-burjuva aydını işte bundan kaçınmaktadır. Tam da bu nedenle, vatanın özgürlüğü için savaşma-
yana vatansever denmez. Vatanın özgürlüğü soyut bir olgu değildir. Bir bayrak, bir milli marşa sahip olmaktan ibaret hiç değildir. Vatanın özgürlüğü, tam bağımsızlık demektir. Bağımsızlık ise, başta ekonomi olmak üzere politik, askeri, kültürel… her türden sömürgecilik zincirinin parçalanması demektir. Emperyalist zinciri, parçalayacak olan halktır. Bunun yolu, Kurtuluşa Kadar Savaş’tır ve halk aydını, bu savaşın rehberi ve sıra neferidir… Devrimci sanat, doğası gereği örgütlü sanattır. Ki ancak, halkın örgütlü gücüyle bütünleşen sanat, kendisini içerik ve biçimde devrimci olarak gerçekleştirebilir. Değilse, Piyasa Tanrısı’nın kurallarına boyun eğilmesi kaçınılmaz olur. Piyasa, sanat ürünü değil, meta alıp satar. Piyasada sanatın estetik değeri değil, kapitalizmin kar-zarar hesabı geçerlidir. Kapitalist tahakkümün dışına ancak ve ancak örgütlü sanatla çıkılabilir. Devrimci sanat, hesabını burjuvaziye değil, halka verir. O hesabın konusunu da kar-zarar muhasebesi değil, estetik ve siyasal düzey oluşturur. Devrimci sanat, geleneği gereği kolektivizmin bitip tükenmez üretkenliğinin üzerinde yükselir. Kolektivizm, ideolojik bir tercihtir. Devrimci olmanın gereğidir. Ne yapıldığı kadar, nasıl yapıldığı da belirleyicidir. Devrimci sanat, örgütsüz bireylerin işi değildir. Devrimci sanatın, bedeli vardır. Ki Nazım Hikmet’ten Grup Yorum’a böyledir bu. Ve tutsaklar şimdi Tavır emekçileri: Bahar, Veysel ve Gamze… Tutsaktır Grup Yorum emekçileri: Seçkin ve Ayfer… Devrimci sanatın, ödülü vardır. Üretirken, paylaşırken ve bedelini öderken yaşanan bahtiyarlıktır söz konusu olan. Devrimci sanatın ödülü, kendisidir… *Enver Gökçe **Nazım Hikmet
kapitalizm ve sanatçı etiği "Sanatın apolitik olması, sanatçının egemenlerle işbirliği yaptığı anlamına gelir." * 21. yüzyılın ilk çeyreğinde, liberal düşüncenin toplumu bireye indirgeyen ve tekleştiren, "her koyun kendi bacağından asılır" sözünün egemen kılınmaya çalışıldığı bir dönemden geçiyoruz. İktidarın izin verdiği ölçüde "muhalif" olan bir çok kurum ve kişinin boy gösterdiği, gerçek anlamda hakkını arayan devrimcilerin marjinallik ve terörizm demogojisi ile yaftalandığı bir dönem. Keyfi gözaltılar, tutuklamalar, ev basılmaları, hukukun ayaklar altına alınması.. Peki böyle bir durumda sanatçı ne yapmalı? Gerçek anlamda sanat icra eden ve sanatı salt olarak halkı için gerçekleştirenlere karşı terör estiriliyor. Bu elbette ki ilk değildir; geçmişten günümüze halkın safında sanat yapmış, sanatını iktidarı elinde bulundurmak için her türlü zorbalığı yapanlara karşı bir silah olarak kullanmış binlerce sanatçı saldırılara maruz kalmıştır. Bugün de tarihteki misyonu zorbalık olanların görevlerini yerine getiriyor. Böyle bir çarpışmanın yaşandığı sanat alanında sanatçıların bir çoğunun sessizliğe gömülmesi sanatçının örgütlülüğü açısından oldukça vahim. Özgür sanat kavramının tam anlamıyla yerle bir edildiği, muhafazakar sanat altında gericiliğin egemen kılınmaya çalışıldığı bir ortamda sanatçıların başlıca mücadelesi bu faşizme karşı örgütlenmek olmalıdır. Fakat görüyoruz ki bir çoğu bunu yapmak yerine ticari kaygılarını ön plana çıkarıp sessiz kalmayı tercih ediyorlar. Ne acı değil mi?
Burjuva sanatçısının kendini herhangi bir insandan ayırma gayreti, "ben sanatçıyım ve farklıyım" tavrı, adeta kendini bir peygamber gibi görme durumu kapitalizmin sanatçıları hizaya getirme konusunda uyguladığı psikolojik baskıların sonucudur. Sanatçının kendini halktan ayırma gayreti, onun yaşama tarzından üretimlerine kadar her şeyini etkiler. Bu çarpık sanat anlayışının en sorunlu noktası ise, sanatçının kendini özgür sanması, fakat kapitalizmle ve sermaye ile olan göbek bağını normalleştirmesidir. Sanatçının dünden bugüne edinmiş olduğu ilericilik ve halkı aydınlatma misyonu kenara itilip ticari kaygıların ön plana çıktığı bir üretimin değerini ancak meta olarak ele alabiliriz. Sermaye sahiplerinin sanat otoritesi kesildiği ve sanatın ne olduğunun sermayedarlar tarafından belirlendiği bir ortamda özgürlükten bahsedebilir miyiz? Halkın her türlü sorununu ve o sorunların çözümlerini yansıtan eserler sunmak yerine iç gıcıklayıcı, insanların duygularıyla oynayan romanlar ve şiirler yazmak, galerilerde burjuvaların beğenisine sunulmuş resimler yapmak, insanı sanatçı olmaktan çok üretimden nafaka sağlayan bir tüccara dönüştürür. Çünkü sanat dediğimiz şey insanların anlık zevklerini tatmin edici, gelir geçer, insanları hiçbir şekilde düşünmeye sevk etmeyen üçüncü sınıf eserler/güldürüler değil, onları değiştiren, dönüştüren, düşünen bir birey haline getiren bir olgudur. Geçtiğimiz senelerde Zülfü Livaneli, sosyalist şair Paul Eluard'ın "Özgürlük" şiirine yaptığı besteyi 300 bin dolar karşılığı bir GSM şirketine satmıştı. Bir sos-
yalist şairin özgürlüğe adadığı şiirini kapitalizmin en güçlü şirketlerden birine satmak.. Geçmişte yaptığı olumlu hareketlerin ardından “muhaliflik” payesinin atfedildiği bir sanatçının yapacağı en son şey olsa gerek. Bir de Livaneli kendisine gelen onca tepkiden sonra "satarım bal gibi satarım" demişti. Sanatçıların ürünlerini bir "mal" gibi hem de “bal gibi” satması, hayata bakış açılarındaki sorundan kaynaklanmaktadır. Ticari kaygıları ile sanat yapan birisinin özgür olduğunu söyleyebilir miyiz? Ya da başka bir örnek verelim; yılların tiyatrocusu Cezmi Baskın. Kendisi tiyatroya Bakırköy Halk Evi'nde başlamıştı, daha sonradan zamanın sol tiyatro geleneği açısından çok büyük bir yeri olan Ankara Sanat Tiyatrosu’nun kuruculuğunu ve uzun yıllar oyunculuğunu yapmıştı. Fakat görüyoruz ki Cezmi Baskın günümüzde ucuz aile komedilerinin başrollerinin vazgeçilmezi. Katıldığı bir televizyon programında hâlâ sosyalist olduğunu dile getirdiğinde sunucunun kendisine geçmişte yaptıkları ve şimdi yaptıkları arasında dağlar kadar fark olduğunu hatırlatması üzerine bu işleri para kazanmak adına yaptığı söylemişti. Bir sanatçı para kazanmak uğruna 3. sınıf ucuz komedilerde oynamak zorunda mı? Aziz Nesin'lerin yetiştiği bu topraklarda insanı düşündürmeyen, bel altı espiri ve senaryolarla seyiriciyi gülmeye zorlayan böylesine yoz bir kültürün temsilcisi olmak Cezmi Baskın'a hiç mi hiç yakışmıyor. Kapitalizmin sanatçıları nasıl gerilettiğinin en son örneği ise Cahit Berkay olsa gerek. Berkay, Moğollar'ın "dinleyiverin gari" isimli parçasınının sözlerini bir GSM şirketinin patronu
için değiştirip reklamında oynamıştı. Bahsettiğimiz şarkı, kapitalist düzenin pisliğini teşhir eden güzel bir parçadır. Sözleri de şu şekilde; Paralar oldu yeşil mani Tanımıyor engel mani Yok insafı imanı Bol keriz bol enayi Gemisini kurtaran Fedakar ve cefakar Kaptanın yüzdüğü deniz Biziz abicim biziz Yüzdürmeyin gari Dul hakkı yetim hakkı Palavradır palavra Niyazidir şehitler Sızlamaz mı o kemikler İnilerler gari İşte sanatçının ticari kaygıları yüzünden ne hale geldiğini açıkça görebilmekteyiz. Yerdiği, teşhir ettiği kapitalizmin bir oyuncağı olunabiliyor. Bu korku egemenliğine karşı örgütlenilmezse bu gibi örneklerin çoğalması hiç de şaşılacak bir durum olmaz. Şehir tiyatrolarının başına tiyatrodan anlamayan insanları getirip sanatçıyı terörün arka bahçesi olarak gören bu zihniyete karşı var gücümüzle mücadele etmeliyiz. Geçmişte “demokrat, duyarlı, sosyalist” payesi biçilmiş insanların kapitalizmle olan içli dışlı muhabbeti, sanata bir tüccar gözüyle bakıp emeğini tereddütsüz satışa sunanlar, sanata karşı yürütülen gericilik operasyonları.. Faşizme karşı tepkisiz kalmak, "bana bir şey olmasın" mantığıyla hareket etmek sanatçılığın özüne aykırıdır. Berlin duvarı yıkıldığında kapitalizmin sanatta özgürlük olarak sunduğu ilk şey pornografiydi; yani kadın bedeninin aşağılanması, piyasaya sunulmasıydı. Bu kapitalizmin niteliğini de belirleyen bir olgu; satabileceği her şeyi değerli gösterip piyasaya çıkarmak, halkın kültürel değerlerini yozlaştırmak. Bu durum elbette ki sadece sanatta söz ko-
nusu değildir; insanları düşünmekten uzak, yozlaştıran ne varsa kapitalizmin varlığı da oradadır. Pavyon, birahane, kahvehane.. İnsanlara, özellikle gençliğe verilen en büyük mesaj şu olsa gerek; düşünmeyin, yozlaşın! İnsanlık tarihinin ve onunla eşdeğer Anadolu tarihinin kültürel mirası yerine kendi yoz kültürünü dayatan egemen sınıfa karşı, kendi özümüze sarılarak savaşabiliriz. Bu topraklar, Pir Sultan Abdal'ların, Mahsuni'lerin, Köroğlu'ların diyarıdır. Her zaman zulme karşı mücadele eden yiğitlere tanık olmuş Anadolu toprakları, onların destanıyla harmanlanmıştır. Osmanlı'nın zulmüne başkaldıran, toprak ağasının zulmüne başkaldıran yiğitlere yazılan türküler, dünden bugüne hala dilimizdedir. Böyle güçlü bir yanı vardır Anadolu'nun. Hal böyleyken, sanatını ezilenin safında bir silaha dönüştürmek bir onur sorunu halini almıştır. Bitirirken... Sanatçı, içinde yaşadığı halktan soyutlanmış, halkın gerçek sorunlarına karşı duyarsız olmamalıdır. Yaşanan sınıf mücadelesinin dışında yer almaya çalışmak, AKP’ nin sözcülüğünü yapma anlamını taşır. Düzenin sanatçıyı ve üretimini meta olarak gören anlayışı, sanatçının bu dar özgürlük çerçevesinde sıkı-
şıp kalmasını sağlar; çünkü bir avuç asalak burjuvanın hayatı yönlendirdiği, geri kalan halkın yaşama mücadelesi verdiği bir ortamda sanatçının özgür olduğunu iddia etmek hayalciliktir. Bu nedenle egemen ideoloji ve onun sunduğu o sahte özgürlükten arınmanın tek yolu yüzünü halka dönmektir. Sanatçının ürününü, emeğini bir meta gibi pazarlamadığı, ürününü ortaya çıkarırken ticari kaygılar gütmediği, ürettiği ürünün egemenlerin çıkarına ters düşüp düşmeyeceğini düşünmediği; kısacası sanatçının tam anlamıyla özgürce üretebildiği tek sistem sosyalizmdir. Kapitalizmin kokuşmuş, sanatçıyı bir tüccar gibi gördüğü o yoz tutumuna karşı insanı, insana ait olanı değer olarak gören tek sistem sosyalizmdir yani devrimle kurulacak halk iktidarıdır. Hasan Hüseyin’in dediği gibi: “biliyorum şiirle şarkıyla olacak iş değil bu dalda narı tarlada ekini kızartmaz güvercin gürültüsü ama yine de diller arasında bıçak gibi parlar kavgada şiirin doğrultusu” *Brecht
kablettarih
çok uzaklardan geliyoruz çok uzaklardan...
çok uzaklardan geliyoruz çok uzaklardan..
çok uzaklardan geliyoruz çok uzaklardan..
kulaklarımızda hâlâ şimşekli sesi var sapan taşlarının.
kaybetmedik bağımızı çok uzaklarla..
ve artık saçlarımızı tutuşturarak gecenin evinde yangın çıkaracağız;
ormanlarında yabani aygırlar kişniyen dağ başlarının kanlı hayvan kemikleriyle çevrilen sınırları geldiğimiz yolun ucudur. yine fakat geniş kalçalı genç bir ananın gergin gebe karnı gibi doğurucudur mataralarımızda çalkalanan su.
bize hâlâ konduğumuz mirası hatırlatır bedreddini simavî’nin boynuna inen satır. engürülü esnaf ahilerle beraberdik. biliriz hangi pir aşkına biz sultan ordularına kıllı göğüslerimizi gerdik... çok uzaklardan geliyoruz.
çok uzaklardan geliyoruz.. tütüyor yanık bir et kokusu çizmelerimizin köselesinden...
alevli bir fanus gibi taşıyoruz ellerimizde ihrak binnar edilen Galile'nin dönen küre gibi yuvarlak kafasını.
ürkerek adımlarımızın sesinden kanlı karanlık yıllar ve ancak kanatlı bir hayvan gibi havalanıyor... bizim kartal burunlarımızda buluyor lâyık olduğu yeri ve karanlıklarda yanıyor materyalist camcı en önde gidenin İspinoza’nın gözlükleri.. ateş bir ok gibi gerilen kolu..
çocuklarımızın başlarıyla kıracağız karanlık camlarını!.. ve bizden sonra gelenler demir parmaklıklardan değil, asma bahçelerden seyredecek bahar sabahlarını, yaz akşamlarını...
Üç etekli ak puşulu türkü bakışlı Kadınlar yürüyor dağlara doğru Leylak moru gül kurusu dağlara doğru Özlemlerle acılarla bir Anadolu Sivas'lı mı Urfa'lı mı bilemem gayri Kadınlar kadınlar dağlara doğru Çalı çırpı sıla gurbet dağlara doğru Sarı sıcak ak cibinlik dağlara doğru Ordu ordu çekip gider ay çiçekleri Bakma Turaç bakma bana bakma el gibi Bilemezler avcının kim olduğunu Sezmişler düşmanın kokusunu Kadınlar kadınlar dağlara doğru Özlemlerle acılarla bir Anadolu Bu sıtmalı gecelere bu beşikleri Bakma Turaç bakma bana bakma el gibi
sempozyum konuklarıyla röportaj
4.Eyüp Baş Uluslararası Emperyalizme Karşı Halkların Birliği Sempozyumu’na katılan konuklarla Grup Yorum’a yönelik baskılarla ilgili konuştuk.
şıyorlardı. Drama yapıyorlardı, şarkı söylüyorlardı. Sadece Türkiye halkı için değil, dünyadaki bütün halklar için. Bütün dünyadaki politik tutsaklara özgürlük.
Son dönemlerde Grup Yorum’a yö- “Yaşasın Devrim, Yaşasın Sosyalizm” nelik artan baskılar, tutuklama ve engellemeler hakkında ne düşünü- Diarmuid Mac Dubghlais: yorsunuz? Biz de İrlanda özgürlükçü Cumhuriyetçi Sinn Fein olarak Grup Yorum’a yapılan bu saldırıların yıllardan beri Faiezul Hakim: Biz Bangladeş Ulusal Kurtuluş Konse- emperyalist ülkelerde kullanılan bir yi olarak Grup Yorum’la dayanışmamı- taktik olduğunu söylüyoruz. Aydınlazı bildiriyoruz. Bugünlerde Türkiye ra, sanatçılara uygulanan bir politika. devleti Grup Yorum’un eylemlerin- Sanatçısı yazarı, devletin politikalarıden, mücadelesinden korkuyor. Çün- nın karşısında. Ben bunları hatırlıyokü Grup Yorum halkın grubu, türküle- rum geçmişten. Grup Yorum ise bu rini halk için söylüyor, halkın doğru- mücadeleyi yürüten dünyadaki sayıları için söylüyor. Özgürlük, sosya- lı gruplardan biri. Grup Yorum’u deslizm için ve ayrımcılığa karşı söylüyor. tekliyoruz. Kapitalizme, emperyalizme karşı söylüyor. Böylelikle Türkiye devleti Grup Av. Salem Mustafa Yorum türkülerinden endişe duyu- Öncelikle Grup Yorum’un müzikal yor. Ardından bir baskı kuruyor, Grup anlamdaki faaliyetleri halkla devrimYorum elemanlarını tutukluyor. Şu ciler arasında bir köprüdür. Bu da an 150 yoldaş içerde tutuklu. Onlar çok yüksek güvenlik tedbirleri alabisuçlu değillerdi. Onlar halk için çalı- len hükümetleri, yani uçakları, tank-
ları, füze sistemleri olan bir gücü, işbirlikçileri neden korkutsun ki.. Ama korkutuyor. Bu da bize gösteriyor ki devrimci bir müzikal çalışmanın vurduğu her darbe onların kalelerini vuran kurşuna benziyor. Grup Yorum’un söylediği her söz halkı zalimden koruyan bir zırha dönüşüyor. Bu tutuklamaları şöyle değerlendirmek gerekiyor. Erdoğan ve onun gibi işbirlikçiler, emperyalizmin bekçi köpeğidir. Bu bekçi köpekleri efendilerine hizmet etmek zorundadır. Eğer müzik, böyle bir devleti, sultayı sarsabiliyorsa, bu sanatsal faaliyetin ne kadar önemli olduğunu gösteriyor. Ali Hussein Al-Sultani: AKP iktidarının bu kadar zalim, bu kadar insanlık dışı, bu kadar keyfi, anti demokratik uygulamalarda bulunacağını düşünmemiştim. Buraya geldikten sonra öğrendim. Bir müzik egemenleri bu kadar korkutuyorsa, bu da onların sanata ne kadar düşman olduklarını gösteriyor. Grup Yorum’un müziği zalimlere ejderha ateşi sunan bir alev parçasıdır.
Anlatmalısın! Anlatmalısın! Almalısın kağıdı eline sivriltmelisin kalemini ve yüreğini koymalısın. Anlatmalısın bütün yaşanılanları. Çünkü sen bu halkın belleği sen bu halkın şah damarısın. Bu halkı en güzel sen anlarsın! Başkası değil. Anlatmalısın. Yürek yürek... Anaların kışta buzu, darda taşı eriten o yürek dağlayan çığlıklarını, gökyüzünü kaplayan her biri kurşun beddualarını anlatmalısın. Canlarından
öte kızları oğulları yani can parçalarını yalnız bırakmayıp sesleri solukları oldukları için meydanlarda coplandıklarını, yerlerde sürüklendiklerini anlatmalısın. Bunları yaptıranların hala “analar ağlamasın” diyebildiklerini de anlatmalısın. Anlatmalısın körpe körpe... Aç bebelerin kızıla çalan gözyaşlarını, ezilen, çiğnenen gasp edilen umutlarını anlatarak onlara umut olduğunu göstermelisin. Duvar diplerinde dilendirilen, sokak başlarında dışlanan-
ları; otoyollarında, kavşak başlarında bu körpe çocukların neden çalışmak zorunda kaldıklarını onların saflığıyla anlatmalısın. Yetmez! Gelecek onların denilerek gelecekleri çalınan, tarlada tapanda yazıda yabanda, tamirhane ve atölyelerde hayvanca sömürülen çocukları olduğu gibi anlatmalısın. Anlatmalısın ki yalın ayak aç, soğuklarda kedi yavruları gibi titreyen bu çocukların, çocuklarımızın bakışları ortada kalmasın. Anlatmalısın sokak sokak... Bir akşam üstü ya da bir kuşluk vakti ayrılık mecburi olduğu için buluzlara ekilen o köy tazeliklerinden koparak göç eden kadınları, çocukları, erkekleri anlatmalısın. Geldikleri kentlerin kıyılarında yaşamdan dışlanarak yoksulluklarıyla kurdukları mahallelerin kuruluş öykülerini de anlatmalısın. Dışlanmışlıkların bağrında umutlarının yitirilişlerini adım adım yozlaşma bataklıklarında yitip giden hayatları
eksiksiz anlatmalısın. Anlatmalısın ki dün kenarda kıyıda kaderlerine terk ettiklerini de bu gece kondu mahallelerinin üstüne bir leş yiyici akbaba gibi neden üşüştüklerini de bilmeyen kalmasın. Anlatmalısın hayat hayat... Yüzlerce, hatta binlerce yıldır salına salına akarak vardığı yerlere can taşıyan, hayatımızın olmazsa olmaz bir parçası olan derelerimizi, çaylarımızı, ırmaklarımızı nasıl peşkeş çekerek yağmaladıklarını; yeraltı kaynağında yer üstü yaşamında nasıl ZEHİR’lediklerini anlatmalısın. Anlatmalısın ki insanlıktan çıkmış, her güzelliği kar hırsıyla yok eden haramileri ve onların düzenlerini herkes bilsin. Anlatmalısın emek emek... Memurların, işçilerin sırf sendikalı olduğu örgütlü kaldıkları için tek tek ya da topluca işten atıldıklarını. Bununla geride kalanların işsizliğin keskin kılıcıyla korkutulduğu modern zaman köleleri gibi çalışmak zorunda kaldıklarını da anlatmalısın. Sosyal hakların birer birer gasp edildiğini hakkını arayanların komplolarla tutuklandığını hapishanelere doldurulduklarını da anlatmalısın. Anlatmalısın ki sömürünün nasıl yaşandığını emek dünyasında örgütlü olmanın, örgütlü kalmanın nasıl da gerekli olduğu bilinir olsun. Anlatmalısın genç genç... Dar zamanlarda gelecekleri sınavlara tabi tutulan gençleri adeta yarış atına çevirenleri anlatmalısın. Eğitimin nasıl paralı hale getirilip bunun da kanıksatılmaya çalışıldığını, parası olmayanın ucuz işgücü olarak çalışmak zorunda kaldığını, okuma fırsatı yakalayanların ise hangi koşullarda okumak durumunda kaldığını anlatmalısın. Hapishanelerinde yüzlerce tutsak öğrenci olan nadir ülkelerin başında geldiğimizi, yüzüne çarparak anlatmalısın. Okul önlerinde küçücük
ellerin “öğretmenimizi geri istiyoruz” çırpınışlarını da anlatmalısın. Bunları anlatmalısın ki, eğitimin bir hak olduğu ve demokratik bir ortamda yapılacağı düzenin varlığına dair umutlar güçlensin. Anlatmalısın... Her şeye rağmen sessiz kalmayanların, susmayanların da olduğunu anlatmalısın. Ömrünü tamamlamış bir düzene karşı yeni bir düzen için mücadele eden, bu yolda bedeller ödeyenlerin de olduğunu; sol yanında umudu her daim taşıyıp halka da bu umudu taşıyan olmanın onurunu yaşayanları da anlatmalısın. Amerika’ya karşı bağımsız bir ülkenin mücadelesini verenleri çağdışı olarak görenlere inat, her türlü bedeli ortaya koyup anti-emperyalizmin bayrağını dalgalandıranları en gür sesle anlatmalısın. İşbirlikçileri ve işbirliğini meşru görenlere karşı bu mücadelede bayraklaşanlar yolumuzu aydınlatmış oldukları için anlatmalısın. Neredeyse herkesin ve her kesimin özellikle de aydın ve sanatçıların ikti-
darın baskıları karşısında sustuğu ya da ucube teoriler peşinde koştuğu bireyciliğe övgüler dizdiği bu koşullarda devrim bayrağını dalgalandıranların hala var olduğunu ve bu bayrağı daha yükseklere taşımanın gayreti içinde olduklarını göğsünü kabartarak anlatmalısın. Onurun, umudun ve adaletin temsilcisi olup, suskunluğun hüküm sürdüğü düşmanla barış demogojilerinin revaçta olduğu bir dönemde ileri atılan Erdalların, İboların, Hasan Selimlerin, Alişanların feda ruhuyla nasıl kahramanlaştıklarını umutla inşa edilecek yarının kahramanlardan geçtiğini bıkmadan usanmadan anlatmalısın. Anlatmalısın ki ak ile kara, dost ile düşman belli olsun ve yarınların şahidi olup delil sayılsın. Anlatmak hayatın ve kavganın içinde olmaktır. Mayıs kızıllığında meydanlarda sokaklarda yoksul emekçi mahallerinde yankılanmalı anlattıkların. Bu bilinçle anlatmalısın. Unutma gencecik yüreğinle sen anlattıklarınla hem öğreten hem öğrenensin. Anlatmalısın...
Hatırlanacağı gibi Ocak ayında gerçekleştirilen operasyonlarda, gözaltına alınan devrimciler kozmik oda, çelik kapılar, şifreli notlar, ajan faaliyetleri vb. demagojilere maruz kaldılar. Çünkü, AKP bu şekilde faşist terörünü meşrulaştıracak, aynı zamanda da ‘en vatansever’ görüntüsü altında vatanı parsellemeyi sürdürecekti. Hal böyleyken, hangi vatan sevgisinden bahsediyorlardı? Zira onlarınki olsa olsa koltuk, servet sevgisi olurdu. Öyle ki mülkünü, sermayesini al, koltuğunu çek altından, vatan birden düşman kesilirdi gözlerinde. Bunun için ABD uşağıydılar. Bunun için vatanı emperyalizmin üssü haline getirmiş, İncirlik’te ABD’nin 90 nükleer füzesine olur demiş; Kürecik’te füze kalkanı, Antep, Maraş, Adana’da patriotlara yer göstermişlerdi.
Bunun için, Obama’dan övgü almış, model ülke, model işbirlikçi olmuşlardı. Ülke yabancı sermayenin ana vatanı haline getirilmiş, emperyalist tekeller merkezlerini bunun için, tarihindeki en yüksek sayıyla Türkiye’ye taşımıştı. Bunun için; 2010’da Lizbon NATO zirvesinde vatan toprakları tamamen emperyalistlerin askeri kullanımına açılmıştı. Yani emperyalizmin işbirlikçisi, tekellerin bekçisi olanlardı onlar. Ve onlar, vatan kelimesini ağızlarına alamazlardı. Yaptıklarının ise er ya da geç hesabı sorulacaktı. Halktan korkmaları doğaldı. Ve elbette emperyalizme karşı bağımsızlık, faşizme karşı demokrasi ve kapitalizme karşı sosyalizm mücadelesi veren devrimcilerden de korkuyorlardı. Korkmakta haklıydılar!.. Çünkü devrimciler, bu işbirlikçilere rağmen, emperyalist tekellerin ülkemizdeki sömürüsüne son verecek, vatanımızın bağımsızlığı için savaşacaklardır. Bağımsızlık uğrunda kendini feda eden Şan-
lı’lar yine düşeceklerdir yola... 30 değil, 50 güvenlik çemberi de olsa onları inlerinde bulacaklardır. Bu vatanın onurlu evlatlarını ne işkencelerle, katliamlarla, gözaltı ve tutuklamalarla ne de onlarca yılı bulan hapisliklerle durdurabildiniz. Katlederek, kaybederek teslim alamadınız. F tipleri yaptırdınız, hücrelere attınız düşüncelerini yok edemediniz. Yalanlarla, komplolarla mı teslim alacaksınız? Vatana ihanet içinde olanlar elbette ne vatan sevgisini ne de halk sevgisini anlayabilirler. Ve olmazları olur kılanın bu sevgi olduğunu asla göremezler. Bunun için de Güneş’i balçıkla sıvamaya kalkarlar. Düştükleri batağın kendilerini her gün biraz daha dibe çektiğini ise bilmezler. Öyleyse şunu bilmeliler ki, onları düştükleri batağa gömecek olan halk, milyonlarla örgütlenmekte ve vakit gelmektedir.
agop’un duduğu
Şakırtılı koşum ve nal sesleriyle çift atlı faytonların, belki de sonuncusu geçmişti biraz önce yanından. Dağlara sürü atılırken, rüzgarın sırtına binen çıngırak sesleri de tıpkı buna benzer bir ürperti yaratırdı Agop’da. Kucağına sıkı sıkı bastığı sıcak ekmeği, koltuğunun altına alıp ara sokaklara daldı. Önünden geçtiği avlulardan; yağda kızarmış ya da maltızda közlenmiş patlıcan kokusu geliyordu. İyice içine çekti kokuyu; genzi yanıp, ağzı sulanana dek. Sundurmalı, musandıralı evlerin; her birinin önünde bir binek taşı, her binek taşının çevresinde elinde örgülerle kadınlar, çoluk çocuk toplanmıştı. Her birine selam vererek yürüdü. Önünde açık yeşil yapraklı selvi ağacı olan avluya girdi. Tahta kapının üstündeki çıngırak, bir kadın zılgıt çekiyormuş gibi çınladı, geriye yankısını bırakarak sustu. Defalarca yırtılıp yamanan çarıklarını kapının önüne çıkardı Agop, eşikten hızla girdi. Bir süre gözünü içerinin karanlığına alıştırdıktan sonra, kırmızı kapılı odaya girdi. *Hıla yere serilmiş, ortasına mercimekli bulgur pilavı, evdekilerin sayısınca da tahta kaşık yerleştirilmişti. Ekmekleri hılanın üstüne koyup dışarı çıktı. Kuyudan su çekip yüzünü yudu. İçeri girdiğinde dedesi, anası, babası sofraya oturmuştu. Utanarak büktü dizlerini, anasının yanına sokulup yerleşti sofraya. Dedesinin oturduğu sofraya gülp diye oturmayı saygısızlıktan
sayardı, bundandı utangaçlığı. Suren Dede “ bereket olsun” dedikten sonra yemeğe başladılar. En önce çekilen Suren Dede oldu yine. Çocuklarının karnı doysun diye düşünür, hep az yerdi. Yüzünde derin yaraları andıran kırışıklıkları, genişçe burnu, kocaman kulaklarıyla; elle çizilmiş gibi bir insandı. Kırışıklıklarının her biri uzun ve zorlu bir ömrün izlerini taşıyordu. Yaşlanmış gözlerini Agop’a dikti. -Agop’u Vahap Efendi’nin yanına çırak vereceğim, dedi hızlıca. Dikran başını kaldırıp babasına baktı. Yumuşakça bakıyordu, minnettarca… Babasının sözü üstüne söz söyleyecek hali yoktu. -Sen nasıl istersen öyle olur baba, dedi. Agop şaşkın gözlerle bakıyordu sofradakilerin yüzüne. Vahap Efendi de kimdi, acep evden çok uzakta mıydı, acep ne ustasıydı? Onlarca soru dolaştı kafasında. Kurdu, aldı, verdi tüm gece. Sonra uykuya daldı. Düşünde Vahap Efendi’yi görüyordu. Koca yapılı, göbekli bir adam oluyordu. Elinde deri parçası; vuruyor, vuruyordu. Korkuyla uyandı, hemen üstünü giydi. Yer yatağını katlayıp yüklüğe özenle yerleştirdi. Dışarı çıkıp kuyudan
çektiği suyla elini, yüzünü, ensesini yıkadı. Sundurmanın altına oturup, dedesinin kalkmasını bekledi. Suren Dede köstekli saatini yeleğinin cebine yerleştirerek çıktı içeriden. Torununa gülümseyen bir bakış attı, elini tuttu, “düşelim yola” dedi. Agop’un daha önce hiç görmediği yerlere gittiler. Tanımadığı sokaklardan geçtiler. Yemişlerin, meyve kurularının, pestillerin, kayısıların satıldığı Şıra Pazarı’nın içinden geçtiler. Suren Dede birkaç eşe dosta uğrayıp selam verdi. Gözlerini ince bir çizgiye çeviren gülüşünü, mis kokulu dükkanların içinde bırakıp çıktı. Yine tuttu Agop’un küçük ellerinden. Peynir suyu dökülen, farelerin cirit attığı ara sokaklardan yürüdüler. Demirciler Çarşısı’nı adımlamadan, Ermeni ustalarının çekiç seslerini duydular. Önlerinde kap kacak ve ayaklı *çıradanlıklara benzer beysuslar vardı. Venge veng, venge veng… Çarşı bu sesle inliyor, çekiçler herkesin bildiği bir türküyü söylüyordu. Çarşıyı boydan boya yürüyüp, sondaki dükkanlardan birine girdiler. Camlarında sazlar, kavallar asılı küçük bir dükkandı burası. İçeri girer girmez ağaç kokusu insanın ciğerlerine doluyordu. Küçük bir masanın başında eğilmiş iş gören Vahap Usta, başını kaldırdı, gözlüğün üstünden gelenleri süzdü. Suren Dede’yi görünce ölçülü hareketlerle yerinden kalktı. Göz-
lerinde tarifsiz bir sevinçle yürüdü. Yılların dostluğunun verdiği kendinden eminlikle kucaklaştılar. Elleri kulunçlarını dövdü. Agop’a öyle geldi ki, ikisi de ağlamaklıydı. Neden sonra ayrılıp Agop’a dikti gözlerini Vahap Usta. Kısa boylu, zayıf, gün yanığı yüzünde derin çizgiler alan bir adamdı. Bakışları huzur veriyordu. Agop’un daha o an içi ılıdı Vahap Usta’ya. Kocaman açtığı gözlerinin yanında kırışıklıklar belirdi, gülümsedi. İşte o gün başladı Vahap Usta’yla Agop’un hikayesi. Agop birkaç defa kaybolsa da çabuk belledi yolları. Dükkanı kendi başına bulmak onu gururlandırıyordu. Demircilerin yanından eke adam gibi geçiyordu. Demirciler onu, küçük adam diye çağırıyorlar, çarşının en küçük emekçisi olduğu için, yemişlerini onun cebine dolduruyorlardı. Agop için bambaşka bir dünya olmuştu burası. Mutluydu. Vahap Usta’nın yanında istekle çalışıyor, etrafı temizliyor, ustasına çay döküyordu. Bir yandan da, hiçbir ayrıntısını kaçırmamaya çalışarak izliyordu ustasının maharetli ellerini. Sazın karnını nasıl oyduğunu, kavalı nasıl deldiğini, her birini öğrenmek için yanıp tutuşuyordu. Vahap Usta ona alışması için küçük işler veriyor, kendine güveni geldikçe sorumluluklarını büyütüyordu. Ustanın ölçülü yaklaşımı Agop’da güven yaratıyor, kendisine verilen her işi büyük bir coşkuyla yapmasını sağlıyordu. Agop kararını vermişti. Büyüyünce Vahap Usta gibi olacaktı. Onun gibi maharetli bir usta, insanlıklı bir adam olacaktı. Bir de onun gibi *duduk çalacaktı. Vahap Usta duduğu üflediği zaman, onyılların Demirciler Çarşısı susar, “venge veng” sesleri kesilirdi. Usta sızılı bir ezgi de çalsa, hareketli bir ezgi de çalsa, demircilerin gözleri uzaklara dalıp gider, Beydağı’na asılı kalırdı. Bir yanlarını hüzün kaplardı, bir yanlarını dağların karı gibi serinlik. Usta sustuğunda, çekiçler
kor demiri dövmeye yeniden başlardı. İşlerdi demiri sıkılı eller, şekillendirirdi. Çok zaman geçmedi, Agop’a müjdeyi verdi ustası. Kendisi için bir duduk yapacağını söyledi. Ustası, yıllar var ki bırakmıştı duduk yapmayı, çalması zor diye kimse almaz olduğundan. Agop yerinde duramaz oldu. Nicedir istediği şey olacaktı. Onun da ustası gibi bir duduğu olacaktı. O da ustası gibi üfleyecekti duduğu, demircilerin çekiç seslerini susturacaktı. Boğazındaki düğüm yerini tatlı bir heyecana bıraktı. “Sağol ustam” dedi, çok sevindiğini belli etmeye utanarak.
Ertesi gün Agop arkada, Vahap usta önde, yola düştüler. Şehrin içinde epeyce yürüdükten sonra, Buğday Pazarı’ndaki arabalardan birine bindiler. Bir vakit sonra toprak yola düştüler. Sürü otlatmaya gittiği günlerden bu yana, ilk defa Malatya’nın dışına çıkan Agop, toprağın kokusunu, kayısı ağaçlarıyla dolu torbaların görüntüsünü, içine doldurdu. Epeyce gittikten sonra Vahap Usta arabacıya el etti, yolun kenarında indiler. -Burası bizim bahçe, dedi usta, Agop’a bakarak. Duduk, kayısı ağacından yapılır. Sana bir ağaç kesmeye geldik.
-Öyle, sabredeceksin. -Peki kurumuş bir dal yok mu hazırda, bana onlardan yapamaz mıyız? -Kurumuş dallar vardır, ama onlar başkalarında. Herkes kendi payını bekler. Sen de kendininkini bekleyeceksin. Kurutmak için sabretmezsen, ondan ne beklersin ki?
Agop heyecanlandı, hemen adımladı sıcak toprağı. En meyvesi bol, yaprağı yeşil ağaçlara dikti gözlerini. Vahap Usta ise gidip; meyvesiz, kuru bir ağacın önünde durdu. -Meyvesi olan genç ağaçlardan değil, yaşlı ağaçlardan keseceğiz Agop. Duduk yapmak için ağaçların yaşlanmasını bekleyeceksin. Yıllarca güneşi içine çekmiş olacak.
Agop’un sırtına sararken , o soruları arka arkaya soruyordu. -Ne yani ustam, duduk yapmak için ağacın yaşlanmasını bekleyeceksin öyle mi? -Öyle, sabredeceksin. -Peki bugün oyar mıyız, deliklerini açar mıyız, birkaç güne hazır eder miyiz? Vahap Usta güldü. “Şimdi o dalı götürüp çatıya koyacaksın, birkaç sene kuruması lazım Agop”, dedi. Agop ustasının dalga geçtiğini sanarak alttan yukarı baktı, gözlerini kocaman açarak;
Agop şaşkınca dikildi ustasının yanında. Vahap Usta elindeki kalemle seçtiği dalı işaretlerken, bir yandan da gösteriyor, anlatıyordu. Dalın tomur tarafını bulması gerektiğini, hangi taraf güneşe bakıyorsa o tarafı işaretlemesi gerektiğini söylüyordu. Yetecek ka- -Ne yani ustam, bu dal kurusun diye dar dalı kestiler. Vahap Usta dalı senelerce bekleyeceğim öyle mi?
Sustu Agop, hayal kırıklığı içindeydi. Şehre döndüler. Agop ağacı çatıya koydu. Önceleri her gün çıkıp baktı ağaca. Sonraları bu haftada bire, ayda bire döndü. Bazı zaman unuttu. Ustası “Kurudu mu ?” diye sorunca, gidip çevirdi. Bu kadar zamanda kurumayacağını bilirdi ustası. Baktın mı deyip Agop’u utandırmak istemiyor, onun yerine ağacı soruyordu. Bu da bir bakıma denetim oluyordu Agop için. Ustasını hayal kırıklığına uğratmaktan korkuyordu, dedesine de söylemişti çıkıp baksın diye. Suren yaşlı dizleri titreyerek çıkıyordu yolakçadan, kayısı dalını öpüyor, okşuyor, “Agop’umun duduğu” diye seviyordu. Böyle böyle tam iki yıl geçti aradan. Dal iyice kurudu, duduk yapma zamanı geldi çattı. Agop’u gören sırtında yaldızlı bir fişeklik taşıyor sanırdı. Gururla geçti çarşının içinden. Küçük dükkanın kapısını içi titreyerek açtı. Vahap Usta ağacı aldı, evirdi çevirdi, “iyi bir duduk olacak” dedi. Evvelce işaret koyduğu- yani dalın güneşe dönük kısmını- kesip aldı. Önceden hazırladığı suya attı.” Şimdi iyice çekecek tuzlu suyu, turşu gibi olana kadar bekleyecek.” -Ne yani ustam, daha mı bekleyecek? -Öyle, sabredeceksin. Agop içinde bir hayal kırıklığının daha çöküntüsünü yaşadı. Gün oldu, ay oldu, aylar oldu. Agop bekledi. Ağaç turşu gibi olunca ustası çıkardı sudan, verdi Agop’un eline. “Yeninden kurutacaksın” dedi. Agop “Bu kadar da olmaz” dedi içinden, utanmasa küsecek-
ti ustasına. Aldı ağacı, yine kurutmaya başladı. Gün oldu, ay oldu. Vahap Usta dalı aldı, tornadan geçirdi. Sonra yeniden suyun içine attı. Agop içinden “yine kurut derse ağlarım” diye geçirdi. Ustasından utanıp sıktı dişlerini. Ustası anlatmayı sürdürdü: “Acı- ağır taraf alta gelir, güneş görmüş hafif taraf yukarı gelir” diyerek, iki kısım arasına bir çizgi çekti.” Delikleri, ağacın güneşe bakan tarafından delinir” dedi. O gece sabaha kadar uğraştılar, bir değerli taşı işler gibi. Bir çiçeğin yaprağını koparmaktan ürkercesine özenle açtılar delikleri. Duduğun gövdesi sabaha hazırdı. -Sizin mahallenin öte yanında, Deyri Mesih Suyu’nun birikip göllendiği yeri bilirsin. Oraya gideceksin. Gölde buzun kırıldığı yerlerden, başını çıkarıp, çiftlenen kamışlardan bulacaksın. Onlardan alıp gelesin yarına, ki ağızlığını yapalım. Agop ertesi gün sabaha kadar uyumadı. Sabah gün ışımadan yola düştü. Göle gidip buzun kırıldığı yerlere, başını uzatıp kamışlara baktı. Birkaç tane buldu ama, duduğuna yakıştıramadı. En güzeli olsun diyordu, en güzeli! Nice sonra, hangisinin daha güzel olduğuna karar veremediği beş-altı çift kamışı söküp yola düştü. Vahap Usta kamışları özenle inceledi, içinden bir çiftini seçti. Dişi kamışı kesip aldı. Üst kısmından iki, alt kısmından bir zar soydu. Biçim verip duduğun gövdesine oturttu. “Erkek kamış kalın, dişi kamış ince ses çıkaracak.” Diye de anlattı, Agop’a. Ve işte, Agop’un yıllardır beklediği duduk, onun duduğu, hazırdı. Heyecanla aldı eline. Dişi kamıştan ağızlığı dudaklarına dayayıp üfledi, üfledi, üfledi. Ses gelmiyordu. Agop ne kadar sesi soluğu varsa harcadı. Yok, çıkmıyordu ses. Ustasına baktı: -Çalışacaksın, dedi usta. Zordur, derin
sanattır, derinden üflemezsen çalamazsın. Agop o günden sonra duduğu elinden düşürmedi. Üfledi. Gün oldu, aylar oldu. Biraz da olsun ses çıkıyordu artık. Ama öyle bir ses çıkıyordu ki, etrafında kim varsa kaçıyordu. -Duduk, “komik manasına geliyor” dedi Vahap Usta. Çalamayanları kötü sesler çıkarıp, komik hale düşürdüğü için… Uzun bir zaman, Agop duduğu üflemeye başladığında etrafındakiler kaçtı, güldüler. Demirciler çekici daha kuvvetli vuruyor, sesi bastırmaya çalışıyordu. Bunlar Agop’un moralini bozuyordu. Ancak vazgeçemezdi. Üç yıldır bekliyordu bu duduğu. Şimdi daha iyi anlamıştı, ustasının neden kendisini bu kadar beklettiğini. Öğrenmesi öyle zordu ki, onu bu kadar beklememiş olsaydı, bu kadar emek harcamamış olsaydı, çarçabuk vazgeçeceğini düşündü. Hem kendinse gülenlere “görürsünüz siz” diye kızdığından, hem de ustasına “ bana inanmakla hata etmedin” diyebilmek için, daha bir asıldı duduğa. Üfledi aylaca… İlkbaharın ilk günleriydi, çiğdemleri yeni çıkmıştı. Malatya taze yeşil, ıslak toprak kokuyordu. Vahap Usta, sıcak bir çay doldurdu Agop’a. Tomurcuğun kokusu yayıldı, küçük dükkana. -Bizim köyden biri, torununu getirecek yarın. Gayri senin öğrencin olacak. Agop şaşkınca ustasına baktı bir süre... Sonra içindeki devinime kulak verdi. Güvenilir olmanın kıvancı, nereden başlayacağını bilememenin heyecanı, dövüyordu yüreğinin duvarlarını. -Ben… Ben yapabilir miyim ki ustam! Bu kadar büyüdüm mü, öğrendim mi ki? -O kadar değil, ama öğrendin. Geri kalanını da yaparken öğreneceksin. Bir yandan öğretecek, bir yandan öğreneceksin.
-Daha dün gibi halbuki, bu dükkana gelişim… Sana şaşkın, korkulu bakışım. Nasıl oldu ustam? -Emek Agop. Emek her şeyi değiştirir. Bir düşün, bir duduk yapmak için harcadığın çabayı. Yıllarca bekledin, hiçbir şey yapmadığında dahi, kuruyup kurumadığını gözledin. Onca kuruttuğunu suya basıp ısladın. Buların üstünde yürüdün, başını kaldıran kamışları ağzına yoldaş etmek için. Sabahlara dek uyumadın, deliklerini açtın. Duduğu yapmak için beklediğin kadar, onu çalmak için uğraştın. Bir kayısı dalından, yürek serinleten bir türkü çalmak için değil miydi bunlar? Bunca emek, meyve vermeyi bırakmış, yaşlanmış, kuruyup candan kesilmiş bir dalı, yüreğinin ezgisine çevirdi. Seni nice değiştirmesin? Yani Agop, eğer emek verirsen, inanır ve sabredersen kurumuş dallara da, kurumuş yüreklere de can verebilirsin. Vahap Usta bunları anlatırken Agop’un gözünden bir damla yaş yürüdü. Ertesi gün yaşlı bir adam, elinden tuttuğu torunuyla dükkandan içeri girdi. Agop ağır hareketlerle kalktı yerinden, yaşlı adama sarıldı. Sonra ayırıp gözlerini çocuğa baktı, gülümsedi. Çocuğun, daha o an içi ılıdı Agop’a. Sonra mı? Bir sanatçının hamuru emektir diyerek asıldı duduğa Agop. Üfledi, sabırla… Sonunda tertemiz, huzur veren bir ses çıkarabildi. Derler ki,” Agop duduğunu üflediğinde, Demirciler Çarşısı susar, demircilerin gözleri uzaklara; Beydağı’nın yücelerine dalıp gidermiş. Agop duduğu susturunca da, emekçi eller demir dövmeyi sürdürürmüş.” *Duduk : Kayısı dalından yapılan üflemeli bir çalgı. *Hıla : Sofra bezi *Çıradanlık : Kandil
deniz ve ibo
İsminin içini boşaltanlara inat, “maceracı”, “yakışıklı” diyenlere inat, “parkanla” simgeleştirenlere inat; yaşıyorsun dimdik ayakta, silahlı mücadeleyi Anadolu halklarının kurtuluşu için bayrak edindiğin düşüncelerinle, ömrünü devrimci mücadele için adadığın düşüncelerinle.
Güneş’in bir parçasıdır delikanlılarımız. Öyle aydınlık, öyle güzel. Halkının acısını acı bilmiş, paylaşmış, derdine derman olmak için canını koymuştur ortaya. Yiğitlik soyumuzdan gelir. Tarihimizden gelir davamıza bağlılığımız. Devrimin sıra neferleriyiz hepimiz. Ser veririz de sır vermeyiz. İnanmışızdır bir davanın haklılığına ve düşmüşüzdür o güzel, o özgürlük kokan dağlara…
Ve Anadolu vefalıdır. Kendisi için yapılanı asla unutmaz ve sahip çıkar evlatlarına, şefkatli bir ana gibi bağrına basar oğullarını, kızlarını. Günü geldi mi Mahir olur Anadolu, Kızıldere’de feda eder kendini Denizler için, yoldaşları için. Bu gelenektir devrimci değerleri yaratan. Anti emperyalist, anti Amerikancı bir vatan sevgisiyle, halk sevgisiyle doludur yürekleri. Bizler buradan alırız gücümüzü…
Tüm dünyada ve ülkemizde sol iddiasını kaybettikçe, inancını kaybettikçe, umudunu kaybettikçe söylemleri de buna bağlı olarak değişti. Bundan birkaç sene öncesine kadar yanlış da olsa, eksik de olsa devrimden söz ederlerdi. Ama zamanla emperyalizmin yenilmezliği düşüncesi onları öyle teslim aldı ki, devrimci gelenekle hiçbir ilgilisi olmayan kavramlar ve yöntemler keşfetmeye başladılar. Mücadele biçimleri de, örgütsel yapılanmaları da buna bağlı olarak büyük değişimler yaşadı. İddiasızlaşma o kadar büyüdü ki, haklılığını meşruluğunu dahi savunamaz hale gelebildiler. Çoğu zaman utangaçça konuştular. Kapitalizmin kavramlarıyla ve yöntemleriyle düşünmeye başladılar. ‘Çağın gerisinde kalmamak’ adına savundular bu durumu. Belli ki kapitalizmin propaganda ettiği ‘modası geçmiş olmanın’ etkisi altındaydılar. Sosyalizm, devrim, sınıfsız toplum, savaş… modası geçmiş düşüncelerdi sözüm ona. Oysa ki sömürü aynen sürmekteydi. Yoksulluk, açlık artarak sürmekteydi. İşgaller açık ya da gizli tüm varlığıyla ortadaydı. İşin bu kısmında bir ‘modası geçme’ söz konusu değilken, buna karşı mücadelenin de modası asla geçmezdi. Bin yıl da sürse aynı güncellikte, aynı yakıcılıkta olmaya devam edecekti. İşte bu iddiaya sahip olmayanlar, ‘çağın gerisinde kalmamak’ ya da başka bir deyişle ‘demode olmamak’ adına ucube kavramlar keşfetmeye başladılar. Bunların en belli başlılarından biri de ‘devrimcilik’ kavramının yerine keşfettikleri ‘aktivistlik’ kavramıdır kuşkusuz.
Devrimcilik çok somut bir kavramdır. Anlaşılmayan, muğlak hiçbir yanı yoktur. Devrimcinin amacı devrim yapmaktır. Devrim için savaşıyor olmak demektir. Örgütlü bir şekilde kapitalizmin yıkılması mücadelesinin bir parçası olmak demektir. Bu düzeni kabul etmemek demektir. Bu aşağılık, obur, katil, adaletsiz, halka düşman düzenin mutlaka yıkılıp yerine yenisinin, Sosyalizm’in inşa edilmesinin zorunlu olduğunu söylemek demektir. Bir meydan okumadır. Çok büyük bir iddiadır. Aynı zamanda çok büyük bir onurdur. Marks’tan Engels’e, Lenin’den Mao’ya, Ho Amca’dan Che’ye, Mahir’den Dayı’ya çok büyük bir geleneğin, çok büyük bir insanlık ailesinin ferdi olmak demektir. Devrimcilik halk için savaşmanın dünyadaki yegane adı olmuştur hep. Bu nedenle göğsünü gere gere, her koşulda ifade etmek büyük bir onurdur. Ama kendine güvenmeyen, tarihine güvenmeyen, iddiasız örgütler ve kişiler kendine ‘devrimciyim’ demek yerine ‘akitivistim’ demeyi tercih etmeye başladı. Ne idüğü belirsiz böyle bir kavramı devrimcilik gibi soylu bir kavramın yerine koymaya çalışmak, bu çevrelerin beyninin nasıl çalıştığını da açıkça gösteriyor. Aktivistlik sözünün hiçbir iddiası yoktur. Kimseyi karşısına almamaktadır. Sadece yaşananlar karşısında ‘aktif olma durumunu’ ifade etmektedir. Ama neye karşı nasıl aktif olunduğu tamamen belirsizdir. Doğrudan sisteme karşı mücadele etmek anlamı taşımamaktadır. ‘Aktiflik’, sistemi karşısına almak için değil de ‘sistemdeki sorunlara ışık tutmak, sorunun sistemin içinde de
çözülmesini sağlamak’ anlamına gelebilir pekala. Buradaki temel sorun, kapitalizmin, faşizmin hışmını üstüne çekmeme çabasıdır. Her ne kadar mücadele ediyorsa da uslu çocuk olduğunun ifade edilmesidir. ‘Ben tatlı su solcusuyum’ demektir. Devrimciyim demekten vazgeçmenin tek bir anlamı vardır: Devrim diye bir hedef, böyle bir iddia kalmamıştır… “Sivil toplumcuların”, düzen içi güçlerin, sistem savunucularının böyle konuşması anlaşılabilirdir. Ama onlara ait bu kavramın devrim yapma iddiasındaki, sosyalist olduğu iddiasındaki örgütler tarafından da kullanılması, devrimci saflara taşınması anlaşılabilir ve kabul edilebilir bir durum değildir. Bu büyük bir çürümedir. Halka ve kendisine, ideolojisine güvenmemektir. Emperyalizmin propagandaları karşısında yenilmişlik, teslim olmuşluk demektir. Onları yenemeyeceğini kabul etmiş olmak, mücadeleyi çok daha sınırlı bir alana hapsetmiş olmak demektir. Ama her şeyden önce büyük saygısızlıktır. Ustalara, şehitlere, yüzlerce yıllık mücadele tarihine saygısızlıktır. Tutsakların ödediği bedellere saygısızlıktır. Kapitalist safsataların devrimin onurlu, somut ve çok güçlü kavramlarının karşısına dikilmesine izin veremeyiz. Soldaki bu kirlenmeye ve çürümeye karşı da mücadele etmek, DEVRİMCİLİK bayrağını en yükseklerde dalgalandırmak sorumluluklarımız arasındadır.
ödül ve övgü Yerinde yapılan övgü ya da bir başarıyı ödüllendirmek geliştiricidir. Çalışmanın verimliliğini arttırır. Kişileri yaratıcı bir yarışmaya sevk eder. Marks; "Yaratıcı-yarışmayı geliştirmek, bedeni harekete geçiren mekanizmaları kamçılamaktadır"* der. Ve sosyalizm bu anlamda insanları gerçek anlamda geliştiren tek düzendir. Çünkü biz devrimciler, övgü derken dalkavukluğu kastetmeyiz. İnsanlara dalkavukça yapılan övgünün bir ikiyüzlülük olduğunu biliriz. Kapitalizm bunun örnekleriyle doludur. Mesela televizyon ekranlarında, güler yüzlü görünerek, "göz kamaştıran saçlardan", "en başarılı, en yakışıklı, en şanslı…" olmanın formüllerinden bahsedilir. "Şu kadar alana bu kadar ödül" ya da onların tabiriyle "bonus" vardır. Aslında izleyenlerle alay ediliyordur. Çünkü böylesi, dalkavukluklarla kötü ve zararlı ne kadar malları varsa satarlar. Halkı böyle uyuşturur, onu borca sokar, son lokmasını da elinden almanın yolunu bulurlar. "Kırmızı halı" geçitleriyle tekellerin reklamını yapar, bol keseden ödül dağıtırlar. Mao'nun tanımıyla, tüm bunlar kapitalizmin, "şekere bulanmış mermileridir."
Her şeyden önce gerçekleri övmeliyiz. Yani ödüle layık olan meziyetleri ve başarıları övmeliyiz. Unutmayalım ki devrimcilerin ödülleri çok değerlidir. Öyle maddiyatla vb. ölçülmezler. Bu nedenle, hak edenlere aynı zamanda saygı duyulur. Ve eğer karşımızdakine güzel bir söz söylüyorsak bunu tüm türküyü, filmi ya da öyküyü beğeniyorsak beğenimizi, değilse neden beğenmediğimizi tüm açıklığıyla söyleriz. Çünkü biliriz ki her söz, söylenenin gerçek düşüncelerini belirtmelidir. Zaten gerçek düşünce ifade edilmiyorsa bunun anlaşılması çok zaman almaz. Dalkavukların maskesi çabuk düşer. Diğer yandan, övgülerimiz ölçülü olmalıdır. Bol keseden sarf edilenlerde çoğunlukla bir sahtelik vardır. Sözlerimiz yürekten gelmeli ve gerçekten karşımızdakini memnun etmelidir. Çünkü bir övgü doğrudan doğruya hedef olan kişinin kalbine ulaşırsa etkilidir. Kişi böylesi bir övgü aldığında çok sevinir, çalışmalarının samimi olarak başkaları tarafından da takdir edildiğini anlar.
Böylesi övgüler moral ve motivasyonu arttırır. Çoğu zamanda geliştiricidir. Yerinde ve zamanında sarf edilen övgü ya da başarıların takdiri aynı zamanda yaratıcı- yarışmanın da önünü Bizim anlatmak istediğimiz övgü ödül açar. Yaratıcı- yarışmanın gelişmesi konusu elbette bu şarlatanlıkları içer- ise her zaman daha iyiye ulaşmayı miyor. Daha çok ilişkilerimizde olma- sağlar. sı gereken övgülerden ya da ödüllendirilmesi gereken başarılardan söz et- Buna rağmen, bu motivasyon aracını kullanmayan, kullanmak istemeyenler mek istiyoruz.
de çıkar. Ki onların ağzından tatlı bir söz çıkması, ısırganlar arasında bir gülün bitmesi gibidir. Bu kişiler özünde bencildirler. Çünkü başkalarının başarılarıyla ilgilenmez, yalnız kendilerini düşünürler. Bir de kötümserler vardır. Bunlar da her şeyin sadece, kötü tarafını görürler. Ve çevrelerindekileri ters tarafından incelerler. Kıskançlara gelince… Bunlar, başkalarının başarılarını takdir etmekle kendilerinin küçüleceklerini sanırlar. Gariptir ama, takdir etmekten kaçıran bütün bu çevreler bir yandan da kendilerine en çok takdir bekleyenlerdir. Hatta başkalarının değerlendirmezliğine hayret ederler. Acı da olsa bunu söyleyenin dost olduğunu görmez, dalkavukluklarla zaman geçirirler. Demek ki övgü ya da ödül aynı zamanda değer bilmektir. Başta da ifade ettiğimiz gibi bunu kitlesel anlamda gerçekleştiren tek düzen devrimci halk iktidarıdır. Çünkü, burjuvazinin hakkında yaydığı yalanların tersine devrimci halk iktidarı, tüm üretenlere değerini hissettiren tek sistemdir. Çalışarak herkesin değer kazanacağını, çalışmanın ve üretmenin bir onur olduğunu savunur. Ki üretenler için de en büyük ödül bu onura sahip olmaktır. *(Sos. Top. Yaratıcı Yarışnma, S. Gerşberg, Syf:8)
Show tv'de yayınlanan bir dizi hakkında yazımız… Adı Pis Yedili, gerçekten pis, kirlenmiş bir yedilinin ve onların etrafındaki kirli karakterlerin olduğu bir dizi. Nedir “Pis Yedili” evvela ona bir bakalım. Pis Yedili hayatın sillesini yemiş yedi genç, yedi lise öğrencisi. Okudukları okul yanınca ne yapsınlar memlekette başka okul yokmuş gibi zengin çocuklarının gittiği okula giderler. Bu gençler öyle delikanlı, öyle namuslu, öyle ahlaklıdır ki kendileri gibi bir grup olan kolejli zengin çocuklarına ikoncan adını takarlar. Bütün dizi boyunca atıştıkları, anlaşamadıkları öğrenciler kendi sınıfından olan öğrencilerdir, yoksa haşa başka hiçbir zengin çocuğunda bir terslik yoktur. Dizinin internetteki tanıtımına bir göz attık, bizim söylediğimiz dışında herhangi değişik bir cümle yok ama yine de açıklayıcı olsun diye onu da aktaralım; 'Pis Yedili, fakir bir semtin okulunda çıkan yangının ardından, bir özel okula geçmek zorunda kalan yedi genci anlatıyor. Bu yedi fakir gencin bambaşka bir ortamı tanıyacakları yeni okullarında, ikoncanlar adını taktıkları kolejli arkadaşlarıyla atışmalı ve eğlenceli diyalogları, kahkahalarla izleyeceğiniz
bir okul hikayesini ekranlara getiriyor.' Dizide Pis Yedili, ikoncanlar ve zengin olmalarına rağmen kalpleri temiz olan, sadece parayı düşünmeyen birkaç zengin çocuğu, paraya tapan bir müdire ve sözde halktan tiplemeler var. Pis Yedili’de her
telden karakter var. Baş karakter lider Güney, kız arkadaşı CimBom, dedikoducu Salça, erkek gibi bir kız Karabiber, kavgacı Trafo, sapık Orço, a-sosyal ve albino olan PC. Karşı taraf ikoncanlar; tek güvencesi babasının parası olan Furkan, Furkan’ın babasının zenginliğinden nemalanmaya çalışan Can, zeka seviyesi en düşük ve bir o kadar da sevimli olarak gösterilen Zeki. Az önce de söylemiştik paraya tapan müdire Esma Sultan, Pis Yedili’yi her daim, ne yaparlarsa yapsınlar koruyan kollayan hademe, okul müdürü, mahallenin abisi vb. karakterler var. Dizide ki karakterler bunlar. Bunları bilmede fayda var, zira dizinin neye hizmet ettiğini anlamada faydalı olacaklar.
Günümüzde gençlik dizileri adı altında yüze yakın dizi çekilmiştir. Kimisinin reyting oranları yüksek olduğundan vizyonda kalmış, kimisi de maalesef yeterli sansasyonel arkadaşlıklar, ihanetler, entrikalar olmadığından yayın hayatını kısa vadede tamamlamıştır. Evet, burjuvazi bir dizi kültürü yayıyor. İnsanların saatlerce televizyon başından kalkmadığı. Birinin bittiğinde, bir diğerinin beklendiği bir dizi kültürü üstelik. İletişimin, paylaşımın, sevginin, dostluğun ve hatta neredeyse arkadaşlık bağının kopartıldığı bir kültür üstelik. Bu kültür sadece dizi kültürüyle mi sağlanıyor? Elbette ki hayır! Ne tür dizilerin yayında olduğuna dikkat ettiğimizde, biten, değiştirilmeye çalışılan, bireycileştirilmeye, yozlaştırılmaya çalışılan değerlerimizin, ne tür dizilerle yozlaştırıldığını da görmüş oluruz. Biz Pis Yedili'yi ele aldık bu sayımızda… Yoksul gençlerin, hayata tutunma hikayesi… Hayatın sillesini yemiş, tüm aksiliklerin başlarına geldiği, dünyanın tüm kötülüklerinin onları bulduğu bir genç grubu PİS YEDİLİ… Okumak isteseler okuyamıyorlar, yaşamak isteseler yaşayamıyorlar. Neden? Çünkü her şey onlara karşı ama onların " yoksullukları en büyük zenginlikleriydi bir de 'aşkları' " slo
sına mahpus damlarına düşmeyi göze alanlardan, namussuzluğu bir kişilik özelliğine dönüştürenlere kadar kirletmeye çalışıyor düzen.
ganıyla bir grup gencin dizisi geldi evlerimize… Bu nasıl bir dünyadır ki tüm aksilikler bu gençleri buluyor? Bu nasıl bir yaşamdır ki insanlıktan çıkmak bu kadar eğlenceli gelebiliyor? Gerçekten bir düşünün hayatınızda sürekli dedikodu yapan, ortalığı karıştıran, patavatsız, nerede ne yapması gerektiğini bilmeyen bir arkadaşınız var, hatta arkadaşınız bile değil bir komşunuz, bir tanıdığınız olsun ister miydiniz? Elbette ki istemezdiniz, kim ister ki? “Oysa ki bu dizi de ki dedikodu değil, n'apalım bu da bu kızın alışkanlığı, bu kız da böyle, değişmez.” diyerek, sevimli, masum göstererek, dedikodu meşrulaştırılıyor gençlerimizin, ailelerimizin kafasında. Kavgacı, küfürbaz, her ortamı bozan, her söze bağıran-çağıran olmak delikanlılık, mertlik ve hatta yakışıklılık, çekicilik olarak bile gösteriliyor. Ve gençlerimiz aklı selim, düşünen, sorgulayan, üreten olmak yerine böylesi gereksiz bir karaktere özendiriliyor. Namus kadar değerli bir olgunun Orço karakteriyle nasıl değersizleştirildiğini, ahlak denen kavramın nasıl içinin boşaltıldığını çok net görüyoruz. Namus bela-
Bunca ahlaksızlığın, bunca yozlaşmanın, sapıklığın, dedikodunun, küfrün olduğu bir dizi ne anlatma çabasında olabilir? Gençlerimize ne verebilir? Ne öğretebilir? Herkesin birbirine aşık olduğu bir gençlik dizisinden bahsediyoruz. Diyelim ki sevdayı anlatıyor… Peki sevda-sevmek bu mudur? Güzellik, çirkinlik, zenginlik, fakirlik, cinsellik, entrika, heyecan, macera…. bu mudur sevmek? Esasında değildir ama Pis Yedili dizisindeki sevda(lar) tam anlamıyla bunu ifade ediyor. Güzel kız, yakışıklı oğlan işte hikaye tamam. E bunun içine biraz entrika, aldatma, kıskançlık vb.de eklenirse daha ne istesin bu izleyici. Gerçekleri isteyecek, sevdanın dahi gerçek bir sevda olarak anlatılmasını bekleyecek değil ya. Hoş, bu diziyi yazan burjuvazinin kalemi de gerçek sevdanın ne olduğundan habersiz. Ama biz habersiz değiliz, biz size anlatalım sevmenin, sevdalanmanın ne demek olduğunu. Emektir, evet bu tek kelime açıklıyor her şeyi. Kötü yanlarından arındırmak, emek harcamak, eğitmek, ileri hep ileri taşımak sevgiyi de, sevdiğini de. Peki ya arkadaşlık; işte o tam bir felaket. Arkadaşlık ilişkilerinden anladıkları da öylesine çarpık ki burjuvazinin. Kaypaklık değildir arkadaşlık, ağladığında iki sırt sıvazlamak, insanların arkasından birlikte iş çevirmek değildir. Halkımız der ‘Arkadaş hatırına çiğ tavuk yenir.’ diye. Burjuvazi her şeyi çürüttüğü gibi arkadaşlık anlayışını da pespayeleştirmeye, çürütmeye çalışıyor. Halkımız için arkadaşlık; hiçbir koşulda onu sırt üstü bırakmamaktır, arkasından konuşmamak dedikodu yapmamaktır, hatasını görüp düzeltmek için en sert şekilde uyarmak-eleştirmektir. Buna dair ‘Dost acı söyler.’ demiştir halkımız. Evet dost acı söyler, kendi otur-
duğumuz mahallelerdeki gençlere baksak dahi arkadaşlığın ne denli sade, ne denli ahlaklı, usturuplu ve gerçek olduğunu görürüz. Yeter ki arkadaşı yanında olsundur, yeter ki sırtını verecek bir dost olsun iki kişi otuz kişiyle bile kavga eder delikanlı insan. Ne olursa olsundur artık, dostluğun sıcaklığı yeter. Sonradan birilerine suç atacak, illa bir suçlu bulacak değildir gerçek dostlar, arkadaşlar. Oysa öyle midir Pis Yedili dostluğu, kavgasını ederler hesapta delikanlılar ya, sonradan vay efendim sen böyle dedin de oldu. Sen şöyle dedin de oldu diye başlanır illa bir suçlu aranmaya. Bu aranmanın sebebi hatayı düzeltmek de değildir, maksat kişi kendisini temize çıkarsın, kim suçlu ortaya çıksın. Bizim gençlerimize verilmek istenen arkadaşlık, sevgi anlayışı budur işte. Her şey eğlence, her şey mavra. Hiçbir ilişkinin gerçek anlamda değerinin olmadığı, sevginin, dostluğun da eğlenme dışında bir getirisi olmadığı ilişkiler. Değersizleştirme, içini boşaltma politikası. Peki ya sapıklığın, dedikodunun meşrulaştırılması… Sapıklık; düşünürken bile insanın midesi kalkarken böyle bir karakterin haftanın bir akşamı da olsa ekrandan evimize, böylelikle beynimize girmesi ne kadar korkunç, ahlaksızca bir durum. Aptal aptal konuşan, hayatta hiçbir şeye tutunamayan, bindiği dalı kesecek kadar bile zekası olmayan bir karakter. Ama bir baksanız esasında o kadar temiz, o kadar sevimli, o kadar eğlenceli bir karakter ki, hakikaten tanısanız çok seversiniz. Yok, hayır sevemeyiz. Halkımız sevmez, sevemez. Bizim böyle bir kültürümüz yok, haberlerde dahi taciz-tecavüz haberlerini duyduğumuz da bile tahammül edemezken, ‘Bunlardan birini ibreti alem için çıkıp sallandıracaksın’ derken halkımız, burjuvazi bizim ekranlarımıza öyle karakterler çıkartıyor ki kendi isteğimizle izlememizi sağlıyor. Oysa gençlerimiz sahiplenicidir, bir bakın sokakta yürüyorsunuz biri sizi taciz etme cesaretinde bulundu, hatta bu bile kendi oturduğunuz mahalle için uç bir örnek.
Diyelim ki biri sizi rahatsız ediyor, hemen o mahallenin gençleri sahiplenir, ne de mahallemizin insanı düşüncesiyle sizi biri rahatsız mı ediyor diyerek müdahaleci hatta ibretlik hale getiren olur. Bizim gençlerimiz ahlakızlığı, sapıklığı, uyuşturucuyu mahallelerinde istemiyorlar, bunu kendine meslek edinmişleri mahallelerinden atıyorlar diye tutsak ediliyor zulmün zindanlarında. İşte burjuvazinin yozlaştırmaya çalıştığı gençler bizim gençlerimiz, sapıklığın, ahlaksızlığın meşru olduğu kafalar yaratıp, tertemiz beyinleri kirletip istediği gibi at koşturmak istiyor hayatlarımızda. Dedikodu, dedikodu da çok ayrı değil sapıklıktan. Bir insan hakkında dedikodu yapmak da, iftira etmek de suçtur. Dizide oluşturulan Salça karakteri dedikodudan uzak kalırsa yaşayamaz, ölür meraktan. Ama bunu öyle bir karaktere büründürmüşlerdir ki dedikodu yapmak sanki su içmek gibi yaşamsal bir ihtiyacı karşılamakla eş değer, düpedüz yozlaşmış, sapkın bir karakter yaratılıyor. Ağzında bakla ıslanmayan, ne dediğini bilmeyen, zararlı bir karakter üstelik. Burjuvazinin yıllar önce yine bir televizyon programıyla yaratmaya çalıştığı Televole kültürünü şimdi kişilere indirgeyip, sevimli, sevecen bir hal almasını sağlamaya çalışıyor. Bizim gençlerimiz dedikodunun olduğunu farkettiğinde ağırlığını koyar, git yüzüne söyle der. Birinin arkasından konuşmayı kendine yediremez, bunun ahlaksızca bir kültür olduğunu bilir ve dedikodu yapmaz, yapanı da teşhir eder. İnsanlar hakkında önyargı oluşturmak, kişiden habersiz kişi hakkında konuşmak kimin haddine düşmüş ki bir de bu işin bir yetkilisi, sorumlusu oluşturuluyor. Yemek, içmek, sağlık, barınma, eğitim gibi hayati bir ihtiyaç mıdır da yana döne dedikodu arar bizim gençlerimiz. Hayır! Bizim gençlerimiz bu saydığımız beslenme, eğitim, barınma, sağlık gibi hayati ihtiyaçların sağlanabilmesi, bu haklarının ellerinden alınmaması için mücadele veriyor, savaşıyorlar. Gözaltına alınıyor, işkence görüyorlar da yine de vazgeçmiyorlar haklarından, adaletten. Düzenin ellerin-
den almaya çalıştıkları hayatı tırnaklarıyla kazıyarak, bedeller ödeyerek, bedeller ödeterek mücadele ediyorlar. Elbette bir de çelişkiye ihtiyaç var dizide. Dünyada iki sınıf var, ezen ve ezilen. Dizide de yoksul öğrenciler ve zenginlerin çocukları var. Peki dizi bize bunu nasıl gösteriyor? Yoksul olmak hayatın cilvesi, kader, değiştirilemez, imkansız hayatlar... gibi gösteriliyor. Peki nedir kader olan? Yoksul olmak mı, zengin olmak mı? Burjuvazinin senaryo yazarları bunu çok iyi biliyorlar ki, yoksulluk kader değildir. Evet dizinin sözde delikanlı yoksul gençleriyle uğraşan zengin öğrenciler var. Onlar başka dünyaların insanları, peki dünyalar ne kadar ayrılıyor? Hani nerede dünyanın temel iki sınıfının çelişkisi? Nerede ezen ve ezilen çelişkisi? Yok! Neden? Çünkü; bu dizinin yoksul öğrencilerinin, ne görünüşte, ne de içerikte pespaye gösterilmek istenen zengin öğrencilerden hiçbir farkı yok. Hatta zengin öğrencilerin sınıf kini var, yoksul öğrencileri okuldan attırmak için, rezil etmek, teşhir etmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Sözde delikanlı Pis Yedili’nin yoksulluklarının, açlıklarının hesabını sormak gibi bir niyetleri dahi yok. Dünyanın en temel iki çelişkisinin, milyonların öfkesinin törpülenmeye, yok edilmeye çalışıldığı net bir şekilde burada da ortaya çıkıyor.
var. Gençler parasız eğitim istedikleri için, emperyalist savaşa karşı, mahallelerde uyuşturucuya, fuhuşa, çeteleşmeye, yozlaşmaya karşı mücadele ettikleri için şimdi zulmün zindanlarında özgür tutsaklar. Bizim gençlerimiz burjuvazinin özgürlük anlayışını reddedip bireyin özgürlüğü değil halkın özgürlüğü için savaşıyor ve adaletin adı oluyorlar. Pis Yedili gibi burjuvazinin yaratmak istediği tarzda beyinleri yok eden, aksine; düşünen, üreten, hayatın içinde olan, gerçekleri bilen, adaletin adı, umudun sesi olan gençler yetişiyor ve yetiştiriyor bizim gençlerimiz. 16’sında direnişçi, 18’inde kahraman olan Sibel Yalçın’larımız, küçücük yaşlarına bakmadan üniversite camlarından atılarak katledilen Seher Şahin’lerimiz, adaletinden kaçamadıkları Hasan Selim’lerimiz, düşmanın beyinlerinde bomba olup patlayan Alişan’larımız var. İşte halkın gençleri onlar. “Vatan sevmenin ustaları”, vatanları için canlarını feda eden gençlerdir halkın gençleri. Ve siz aksırıncaya, tıksırıncaya kadar yiyen, halkımızın cebinden, beyninden sömürmeye çalışan hırsızlar sözümüz size, halkın gençlerini kirletemeyecek, çamurlu girdabınıza çekemeyeceksiniz. Çünkü bizim ellerinde susmak bilmeyen türküleriyle, marşlarıyla, yüreklerindeki adalet özlemiyle gelen gençlerimiz var.
Gençlerimizi tavırları, konuşmaları, ses tonları, giyindikleri kıyafetlere kadar kendileri gibi yapmaya çalışıyorlar. Bizim gençlerimizin burjuvazinin kuklaları olmaya niyetleri yok. Gençlerimizi kendiniz gibi yapamayacaksınız. Bizim gençlerimiz at gözlüğü takıp, hayatı pembe çerçevelerden görmüyorlar. Hayatın içindeler, hayatın bir parçasılar. Haksızlığın, yoksulluğun, yoksunluğun, ahlaksızlığın, yozlaşmanın olduğu yerde mücadele eden saflardadır bizim gençlerimiz. Bizim bir Dev-Genç’imiz var, bizim mahallelerimizde delikanlı gençlerimiz
kupkuru bembeyaz bir yaz...
Faşizm, gerçekleri nereye kadar gizleyebilir? Büyük bir yalan ve baskı imparatorluğu olan bu düzen, bazen bir çocuğun gerçekleri avaz avaz bağırmasıyla sarsılır, korkuya kapılır. Çünkü gerçekler faşizmin en büyük, en güçlü düşmanıdır. Bu yüzden gerçekleri öğrenip de bunu herkese duyurmak isteyenler her zaman fa-
şizmin hedefi olmuşlardır. Peki, gerçekleri kim görür? Kim farkına varır? Aslında gerçekler faşizmin bütün yalan ve demagojilerine karşı apaçık ortadadır. Sadece yaşananları doğru sorularla değerlendirmek ve bunlar arasında bağlar kurmaktır mesele. İşte o zaman yaşananların, uzanıp giden yalan kervanının
tam önüne çıkarsınız. Bazen de gerçekler tüm acımasızlığıyla sizin yolunuza çıkar ki artık hiçbir şey eskisi gibi olamaz. Bu ay inceleyeceğimiz filmin adı “Kupkuru Bembeyaz Bir Yaz”. Film ırkçı ve katliamcı Güney Afrika’da Apartheid düzeninin katliamlarını ve hukuksuzluklarını konu alıyor. Güney Afrikalı bir beyaz olan ve eşi, çocuklarıyla birlikte rahat bir hayatı olan tarih öğretmeni Ben du Toit bütün hayatı boyunca baskıcı Apartheid düzeninin yaptıklarının farkında olamadan yaşamıştır. Daha doğrusu yaşananların hepsinde hükümeti ve hükümet güçlerini haklı çıkaracak gerekçeler uydurmuştur kafasında. Gerçeklerden kaçmanın bir yoludur bu aslında. Kendi yüreğini soğutmanın bir aracı… Ama bahsettiğimiz gibi bazen gerçekler tüm yakıcılığıyla karşımıza dikiliverir ve artık yüreğimizi hiçbir avuntu hiçbir yalan soğutamaz. Hele de sevdiklerimiz, yakınımızdaki insanlar zarar görüyorsa… Ben du Toit’in başına gelenler tam da budur. Bilindiği gibi Güney Afrika Cumhuriyeti’nde 1994 yılına dek Apartheid adı verilen ırkçı ve faşist bir yönetim hüküm sürdü. “Kupkuru Bembeyaz Bir Yaz” filmi katliamların, kayıpların yoğun bir şekilde yaşandığı 70li yıllarda, Güney Afrika Cumhuriyeti’nde geçiyor. Siyahlar hayatın her alanında ezilmektedirler ve bu
durum yasalarca da sabitlenmiştir. Filmin ilk sahnelerinde “İngilizce eğitim” almak isteyen öğrencilerin demokratik eylemini görürüz. Çünkü gençler kendi ülkelerini kendileri yönetmek için eğitimlerinin bu şekilde olması gerektiğini düşünürler. Ancak polis neredeyse tamamı çocuk olan kalabalığın üzerine ateş açarak bir katliam gerçekleştirir. Yoksul barakaların arasında insan avı başlar ve onlarca kişi tutuklanır. Tutuklananlar için işkenceli sorgular başlar. İşkenceyle katledilenlerden biri de Ben du Toit’in siyah bahçıvanı olan Gordon’un oğludur. Bugüne kadar yaşananlara hep makul nedenler bulan ve devlet güçleriyle arası iyi olan Toit artık faşizmin neler yapabileceğinin farkına varmış durumdadır. Ancak adalet için yine devletin yargısından medet ummaktadır. Irkçılık ile ilgili davalara bakan başarılı bir avukat olan McKenzie’nin kapısını çalar. Dosyayı inceleyen avukat hemen reddeder ve bir sonuç alınamayacağını söyler. Bu durum Toit’i ikna etmez. Çünkü her şey çok açıktır. Kurşunlar, işkence, raporlar, şahitler bütün bulgular katliamcıların aleyhinedir. Fakat avukat McKenzie’nin işaret ettiği nokta farklıdır. Avukat bilmektedir ki katliamların yaratıcısı zaten devlettir ve bütün aygıtları bu katliamları aklama çabası içindedir. Toit bunu anlamaz ve avukat yalnızca bunu pratikte göstermek adına davayı kabul eder. Gerçekten de
mahkemede her şey devletin katil örgütü “özel birim”in ve işkenceci Yüzbaşı Stolz’un karşısındadır. Buna rağmen mahkeme soruşturmaya gerek olmadığını kaba bir şekilde belirtir ve dosya kapanır. Ayrıca davaya konu olan çocuğun babası Toit’in dostu Gordon da gözaltında işkenceyle katledilir. Ve bu durum Toit için ikinci bir “gerçeklerle yüzleşme” olur. Durup Türkiye’ye baktığımız zaman çevremizde ne kadar da çok “du Toit” olduğunu görürüz. Aydınlarımızın en temel sorunu bu değil midir? Bilinçlerdeki karışıklıklar, saldırıları yanlış değerlendirmek, kimi zaman yaşananları görmezden gelmek ya da münferit olduğu kanısına varmak ne yazık ki aydınlarımızın sorunlarından birkaçıdır. Oysaki faşizmin insanlara yaşattıkları açıkça ortadadır. Adaleti tesis edecek mekanizmalar da aynı düzenin bir parçası ise ne yapmak gerekir? Ben du Toit, sistemli işkenceyi görür. Kontrgerillanın acımasızlığını görür. Onurlu aydın tavrını takınır ve eşinin onu terk etmesi, işinden kovulması hatta hayatı pahasına gerçekleri halka ulaştırmak için çabalar. Artık devlete ve hukuk sistemine güvenemeyeceğini görmüştür. Adaletin ancak geniş halk kitlelerinin hesap sormasıyla sağlanacağını görür ve kontrgerilla örgütünün teşhiri için siyahlarla birlikte çalışmaya başlar. Faşizm filmde “Yüzbaşı Stolz” şahsında resmedilir. Artık kendisi de
faşizmin hedefi haline gelmiştir. O artık bir “kafir* severdir”, “komünisttir”. Ancak yaşananlar ve gerçekler daha güçlüdür. Yüzbaşı Stolz’dan da, özel birimden de, mahkemelerden de daha güçlüdür. Çünkü arkasında halk vardır. Ben du Toit’e cesaret veren güç de budur zaten. Bedel ödemeye çoktan hazırdır. Film 1989 yapımı ve 1976 yılını konu alıyor. Bir roman uyarlaması ve filmin yönetmeni Euzhan Palcy. Baş rollerde Donald Sutherland, Jürgen Prochnow gibi oyuncular var ancak avukat McKenzie rolüyle filmin bir bölümünde karşımıza çıkan Marlon Brando’nun oyunculuğu oldukça başarılı. Irkçı iktidarlar yıllarca insanlığa karşı suçlar işlediler. Bugün hala dünyanın birçok ülkesinde ırkçı saldırılar yaşanıyor. Ve bunların hemen hepsi iktidar ve onun hukuk mekanizması tarafından destekleniyor. Bu durum yoksul Afrika kıtasında da böyle “medeni” Avrupa ülkelerinde de böyle. Kara derililer, kara kafalılar dünyanın her yerinde kölece yaşamaya mahkum ediliyorlar. Peki ekmek kadar su kadar ihtiyacımız olan adaleti elde edemediğimizde ne olur? Bu sorunun cevabını da filmin sonunda patlayan namlular veriyor. *kafir: Güney Afrika’da siyahları aşağılamak için söylenen söz.
Emek Sineması Eylemleri Devam Ediyor duğu çok sayıda sinemacı ve sinema izleyicisi Taksim Meydanı’nda bir araya gelerek Emek Sineması’nın da içinde bulunduğu Yeşilçam Sokak’a kadar yürümek istedi. Yeşilçam Sokak’ın girişinde ise yüzlerce çevik kuvvet barikat kurarak sokağa girilmesini engelledi. Çevik kuvvet tomalarla gaz ve su sıkarak kitleyi dağıtmaya çalıştı.
Emek Sineması tadilat gerekçesi ile 2009 yılında kapatılmış sonra da taşınması ortaya atılmıştı. Daha sonra ise Emek Sineması’nın binası rant sağlamak amacıyla Kamer İnşaat’a satıldı. Türkiye Sineması açısından tarihsel bir değeri olan Emek Sineması’nın yıkılmaması ve yerinde kalması için eylemler başlatılmıştı. 7 Nisan günü aralarında Tuncel Kurtiz, Zafer Algöz, Rıza Kocaoğlu, Onur Ünlü, Harun Tekin ve İstanbul Film Festivali'nin konuğu olarak İstanbul'da bulunan yönetmenler Costa-Gavras, Mike Newell, Marco Becchis ile Jan Ole Gerster'in bulun
İstiklal Caddesi boyunca saatlerce su ve gaz sıkan çevik kuvvet kitle içerisinde bulunan Altyazı Dergisi yazarı ve SİYAD (Sinema Yazarları Derneği) üyesi Berke Göl ve 3 kişiyi gözaltına aldı. Gözaltına alınanlar serbest bırakılana kadar arkadaşları tarafından emniyet müdürlüğü önünde beklendi. Gözaltılar aynı günün akşam saatlerinde serbest bırakılırken bir hafta sonra aceleyle hazırlanan iddianame ile haklarında 6 yıl hapis cezası istendi. Emek Sineması eylemleri 14 Nisan’da da devam etti. İstanbul Film Festivali’nin kapanış etkinliği Emek Sineması eylemiyle birleştirildi. Eyleme Gevende’nin yanı sıra Yüksel Aksu, Türkü Turan, Onur Ünlü, Rıza Kocaoğlu, Kenan İmirzalıoğlu, Gürgen Öz gibi çok sayıda sinema sanatçısı katıldı. Ayrıca aynı gün gerçekleşen İstanbul Film Festivali kapanış töreninde de Emek Sineması’nın yıkılması protesto edildi.
Fazıl Say’a 10 Ay Hapis Cezası Piyanist Fazıl Say’a 4 Nisan 2012’de sosyal paylaşım sitesi twitterdan Ömer Hayyam’ın rubailerinden birini yazması üzerine dini değerlere hakaret ettiği gerekçesi ile dava açılmıştı. 17 Nisan’da İstanbul 19'uncu Sulh Ceza Mahkemesi’nde görülen davanın üçüncü celsesinde, şikâyetçi Orkun Şimşek ile Ali Emre Bukağılı ve avukatları hazır bulunurken, Fazıl Say duruşmaya katılmadı. Say’ı duruşmada avukatı Meltem Akyol temsil etti. Fazıl Say’ın avukatı Akyol, dosyanın esası hakkında yaptıkları savunmaları tekrar ettiklerini belirterek, "Dava konusunun teknik ve özel bir yargılamayı gerektirmediği kanaatindeyiz. Hukuki mütalaadan aleyhte olanları kabul etmiyoruz. Takdiri mahkemeye bırakıyoruz. Müvekkilimin söylemlerinde aşağılama ve hafife alma kastı olmadığı kanaatindeyiz. Müvekkilimin beraa-
62 | TAVIR | MAYIS 2013
tına karar verilmesini talep ediyorum” dedi. Şikâyetçi Orkun Şimşek ile Ali Emre Bukağılı’nın avukatları Pervin Bıyıkoğlu ile Ayfer Bayer de mahkemeye yazılı olarak şikâyetlerini içeren dilekçeyi sundular. Dosyayı karara bağlayan Hâkim Hulusi Pur, sanık Fazıl Say’ın eyleminin sabit olup TCK 216/3 maddesi gereğince suçun işleniş şekli, sanığın kastı, suç işlemesindeki ısrarı, suçun işlendiği zaman ve yeri, sanığın güttüğü amaç ve saiki nazara alınarak takdiren 8 ay hapis cezasıyla cezalandırılmasına karar verdi. Say’ın bu suçu yayın yoluyla işlemiş olduğunu göz önünde bulunduran mahkeme, cezayı yarı oranında arttırarak 12 ay hapisle cezalandırılmasına karar verdi. Ancak mahkeme hâkimi Hulusi Pur, Fazıl Say’ın duruşmalardaki tavır ve davranışlarını, yargılamaya yapmış olduğu katkıyı dikkate alarak verilen cezayı 6’da 1 oranında indirerek 10 ay hapis cezasıyla cezalandırılmasına karar verdi. Fazıl Say’ın sabıkasız olduğunu dikkate alan mahkeme hâkimi, daha sonra bu cezayı hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına çevirdi. Fazıl Say’a ayrıca 5 yıl denetim süresine yer olmadığını da hükmetti.
DUYURULAR
GRUP YORUM GÜNCE
9. Canan Kulaksız Öğrenci Şenliği 13 Mayıs’ta Başlıyor
İdil Kültür Merkezi Önü Eylemleri Devam Ediyor Grup Yorum’un tutuklamalar ve ev hapislerine karşı başlattığı İdil Kültür Merkezi önü eylemleri devam ediyor. Her hafta pazar günü gerçekleşen eylemlerde Grup Yorum elemanları bir saat boyunca dinleti veriyor, halaylar çekiliyor. 5, 12, 19, 26, Nisan tarihlerinde gerçekleşen eylemlere her hafta yaklaşık 150- 200 kişi katıldı.
1 Mayıs Pikniği Gerçekleşti Her yıl geleneksel olarak düzenlenen 1 Mayıs pikniği bu yıl da yaklaşık beş bin kişinin katılımıyla gerçekleşti. Grup Yorum’un da sahne aldığı pikniğe ayrıca Hakan Yeşilyurt, Hasan Karayol, Selçuk Balcı, Denge Hevi ve İdil Tiyatro Atölyesi katıldı.
Grup Yorum Ankara’daydı Grup Yorum 21 Nisan’da Kızılırmak Dernekleri Federasyonu’nun düzenlediği etkinlikte sahne alarak yaklaşık bin kişiye seslendi.
Grup Yorum Taksim Eylemleri Devam Ediyor Tutsak devrimciler, sanatçılar, avukatlar ve memurların serbest bırakılması için başlatılan cuma eylemleri bu ay da 7,14,21,28 Nisan’da Faşizme karşı demokrasi, keyfi tutuklamalara karşı adalet talebiyle gerçekleşti.
Gelenekselleşen Canan Kulaksız öğrenci şenliklerinin dokuzuncu bu yıl 13 Mayıs’ta başlayacak. Ege Gençlik Derneği’nin düzenlediği öğrenci şenliğinde bu yıl Efkan Şeşen, Grup Abdal, Grup Günışığı, sahne alacak.
Grup Yorum 8 Haziran’da Almanya’da Grup Yorum ırkçılığa karşı düzenlediği “Irkçılığa Karşı Tek Ses Tek Yürek” konserlerinin ikincisini 8 Haziran'da Oberhausen Arena'da gerçekleştirecek.Ayrıntılı bilgi için www.grupyorum.weebly.com
Her Çarşamba, her Cuma, her Pazar Adalet talebimizi her çarşamba saat 12.00’de Çağlayan Adliyesi önünde, her cuma saat 19.00’da Taksim Meydanı’nda, her pazar saat 14.00’de İdil Kültür Merkezi önünde tutuklanan devrimcilerin serbest bırakılması için yineliyoruz.
23 Mayıs Antep,24 Mayıs Mersin,25 Mayıs Adana Grup Yorum 23 Mayıs’ta Antep’te, 24 Mayıs’ta Mersin’de, 25 Mayıs’ta Adana’da konser verecek. Bilgi için www.grupyorum.net
Grup Yorum 3. Bağımsız Türkiye Konseri Gerçekleşti Grup Yorum’un gelenekselleştirdiği Bağımsız Türkiye konserlerinin 3.sü 14 Nisan’da gerçekleşti. 14 Nisan Pazar günü Bakırköy Halk Pazarı alanına saat 12.00’den itibaren on binlerce insan geldi. Saat 15.00’de başlaması gereken konser yoğunluktan kaynaklı 15.30’da başladı. Bağımsız Türkiye konserinde Grup Yorum’a sahnede Erkan Oğur ve bazı şarkılarda sanatçı dostları Cahit Berkay, Hüseyin Turan, Ayla Yılmaz,, Eşber Yağmurdereli, Yaşar Kurt, Derya Petek, Nejat Yavaşoğulları, Niyazi Koyuncu, Selçuk Balcı, Apolas Lermi, Marsis ve şiirleriyle Genco Erkal eşlik etti. Grup Yorum’un Sevdanıza And Olsun şarkısını Selçuk Balcı ve Marsis, Analara şarkısını Erdal Bayrakoğlu, Niyazi Koyuncu Büyü şarkısını ise Apolas Lermi, Nejat Yavaşoğulları, Derya Petek ve Cahit Berkay seslendirdi. Grup Yorum konserde ayrıca 19 Ocak’ta polisin İdil Kültür Merkezi’ne gerçekleştirdiği baskınla el koyduğu yeni albümlerinde yer alan Yeni Baştan ve Umudun Turnası şarkılarını seslendirdi. 550 bin kişinin Bağımsız Türkiye şiyarıyla bir araya geldiği konserde Grup Yorum yaptığı konuşmalarla baskıların, baskınların, tutuklamaların devrim mücadelesini ve devrimci sanatı engelleyemediğini bunun en güzel örneğini bugün bu alanda 550 bin kişinin toplanarak bağımsızlık türkülerini hep bir ağızdan söyleyerek gösterdiğini ifade etti.
MAYIS 2013 | TAVIR | 63
kısa... kısa... kısa... kısa.. kısa... kısa... kısa... kısa... kısa... kısa... kısa... kısa... kısa... kısa...kısa...
Nazım Hikmet’in Çizgi Filmleri Canlandırılanlar Festivali’nde Nâzım Hikmet’in Sovyetler Birliği’nde yaşarken senaryosunu yazdığı ve üretim sürecine dahil olduğu kısa canlandırma filmler, şairin 111. doğum yıl dönümü ve 50. ölüm yıl dönümü olan bu yıl M. Melih Güneş’in araştırması sonucu ortaya çıktı. Rus canlandırma sanatçıları Victor Nikitin ve Igor Nikolayev’in yönettikleri 1962 yapımı Hanene Huzur Dolsun, Mir Domu Tvoemu ve Anatoly Karanovich ve Roman Kachanov’un yönettiği 1959 yapımı Sevdalı Bulut filmleri 24-28 Nisanda İstanbul’da 1619 Mayısta ise Ankara’da gerçekleşecek Canlandıranlar Festivali’nde seyirci karşısına çıkacak. Ayrıntılı bilgi için: http://www.canlandiranlar.com/ Kadın Heykellerine Saldırı Ordu'da aralarında kadın heykellerinin de bulunduğu heykellere saldırılar gerçekleşti. Daha önce sprey boyayla üzerlerine 'Edep yahu' diye yazılan heykeller siyah örtüyle kapatılmıştı. Heykeli korumak için üzerine örtülen örtüler de kesilerek tahrip edildi. Daha sonra Belediye harekete geçerek Erzurum Atatürk Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Heykel Bölümü Yüksek Lisans öğrencilerini Ordu'ya getirterek heykellerin temizlenmesini sağladı. Atilla Dorsay Sinemayı Bıraktı 2011 yılında Emek Sineması’nın yıkımı gündeme geldiğinde Sabah gazetesindeki köşesinden “Emek yoksa bende yokum” diyerek Emek sinemasının yıkımının başlayacağı gün sinema yazarlığını bırakacağını ifade eden Atilla Dorsay Emek Sineması’nın yıkımının başlaması üzerine gazetedeki köşesinden sinema yazarlığını bıraktığını duyurarak ayrıldı. Pablo Neruda’nın Mezarı Açıldı Şili'de Pinochet rejimi döneminde zehirlendi-
64 | TAVIR | MAYIS 2013
ği iddia edilen şair Pablo Neruda'nın cenazesi ölüm nedeni araştırılmak üzere mezarından çıkarıldı. Neruda'nın ölüm nedeni resmi kayıtlarda, çok sayıda arkadaşının ölümüne ve işkenceye uğramasına neden olan 1973'teki askeri darbeye tanıklık etmesinin yol açtığı travma ve prostat kanseri olarak gösteriliyordu. Sadri Alışık Ödülleri Verildi Her yıl düzenlenen "18. Sadri Alışık Tiyatro ve Sinema Oyuncu Ödülleri" törenle açıklandı. Jürinin yaptığı değerlendirme sonucu, sinema dalında "Yılın En Başarılı Kadın Oyuncusu Ödülü’ne "Can" filmindeki rolüyle Selen Uçer, "Yılın En Başarılı Erkek Oyuncusu Ödülü"ne "Kelebeğin Rüyası" filmindeki rolüyle Kıvanç Tatlıtuğ layık görüldü. Törende tiyatro dalında verilen ödüller ise şu şekilde: "Yılın En Başarılı Kadın Oyuncusu Ödülü" Sumru Yavrucuk (Kimsenin Ölmediği Bir Günün Ertesiydi), "Yılın En Başarılı Erkek Oyuncusu Ödülü" Evren Erler ("Domino" The Club), "Yardımcı Rolde Yılın En Başarılı Kadın Oyuncusu Ödülü" Pınar Çağlar Gençtürk (Yalnızlar Kulübü) Pen’den Türkiye İçin Kampanya Uluslararası Yazarlar Birliği PEN’in İngiltere Birimi İngiltere PEN, Türkiye’de yaşanan ifade özgürlüğü ihlallerine karşı kampanya düzenleyecek. Kampanya ile Türkiye'deki yazar, yayımcı, çevirmen ve gazetecilere yönelik tehditlere dikkat çekmeyi hedefleyen İngiltere PEN bu kapsamda Türkiye Edebiyatını tanıtmayı ve Türkiyeli sanatçı, yazar ve aydınlarla birlikte tartışmalar düzenlemeyi amaçlıyor. Şinasi ve Akün Sahneleri Yıkılamaz Şinasi ve Akün sahnelerinin satılması için düdüzenlenen 3. ihalede de sonuçsuz kaldı. Meslek odaları, sanat ve sanatçı dernekleri başta olmak üzere birçok kitle örgütünün bir araya
gelerek oluşturduğu, ‘Ben Ankara Platformu' ihalenin yapılacağı saatlerde sahne önünde toplanarak bir basın açıklaması gerçekleştirdi. Grup adına Devlet Tiyatroları Sanatçıları Derneği Başkanı Erdinç Doğan yaptığı açıklama ile Şinasi ve Akün Sahneleri’nin satılarak yerine AVM veya rezidans yapılmasına izin vermeyeceklerini ifade etti. Devrimci Mücadelede Mühendis Mimarlar (DMMM) da yaptıkları açıklama ile bunun tamamen bir rant olduğunu ifade etti. 32. İstanbul Film Festivali Sona Erdi 32. İstanbul Film Festivali kapsamında 2 hafta boyunca 6 salonda, 529 seansta, 23 bölümde gösterilen 66 ülkeden 274 yönetmenin 226 filmini, 140 bin sinemasever izledi.İstanbul Film Festivali’ni izlemek için yurt dışından gelen 300’ün üzerinde konuğun arasında Venedik, Sundance, Cannes, Selanik, Moskova, Hamburg, Batum, Paris, Göteborg,Saraybosna, Busan, Sofya, Amiens, Tiflis, Locarno ve Erivan gibi uluslararası film festivallerinin temsilcileri de vardı. Ayrıca festival kapsamında düzenlenen Uluslarası İnsan Hakları Film Yarışması’nda F Tipi Film’ de yarıştı. 23 Nisan’da Erdal Eren’in Resmi Asıldı Ankara’da bir üst geçitin merdivenlerine 23 Nisan’da Erdal Eren’in resmi asıldı. Resmi kimin astığı belirlenemezken, görenlerden bazıları resmin üstüne basmamak için merdivenleri kullanmadıği gözlemlendi. Fotoğraf ilerleyen saatlerde zabıtalar tarafından merdivenlerden söküldü. Kültür Bakanlığı Müze Karta Sınırlama Getirdi Kültür Bakanlığı, müze ve ören yerlerine bir yıl boyunca sınırsız ziyaret imkânı tanıyan Müzekart'a sınırlama getirdi. Bundan böyle aynı müze yıl içinde ikinci kez ziyaret edilemeyecek.