Mayis 2012

Page 1

ıssn 1303-9113 . 2012/05

martkapak.indd 1

. sayı 120

. 2.25 TL kdv’li

5/8/12 2:41 AM


“bu davet bizim...

martkapak.indd 2

5/8/12 2:41 AM


a y l ı

k

s a n a t

d e r g i s i

Merhaba

Sahibi Tavır Yayınları adına Bahar Kurt Genel Yayın Yönetmeni Gamze Keşkek Sorumlu Yazıişleri Müdürü Yeliz Yılmaz Yazıişleri Müdürü Veysel Şahin Yazışma Adresi İstanbul Mahmut Şevket Paşa Mah. Mektep Sk. No: 4-B Okmeydanı - Şişli - İstanbul Tel: (212) 238 81 46 Faks: 238 82 49 e-posta: tavir2007@gmail.com www.tavirdergisi.com Ankara İdilcan Kültür Merkezi Eski 1. Cadde 636. Sk. No: 207/2 Tel: 0 541 336 65 37 Hesap no (TL) 1042- 0596147 Gamze Mimaroğlu İş Bankası Parmakkapı/İST. Hesap no (EURO) 1042- 0129062 Gamze Mimaroğlu İş Bankası Parmakkapı/İST. Fiyatı (DÖVİZ) Almanya: 5 Euro Fransa: 5 Euro Hollanda: 5 Euro Avusturya: 5 Euro İsviçre: 7.5 Frank İngiltere: 4 Sterlin Posta Çeki Hesap no Selma Altın 515 72 82 Baskı Ezgi Matbaa Sanayi C. Altay Sok. No: 10 Çobançeşme / İstanbul Tel: (0 212) 452 23 02 Yayın türü: Yerel Süreli

Umudun ordusu büyüyor. Yüz binler olup dünyanın en büyük halk korosu oluyor, umudun türkülerini haykırıyorlar. Her zamankinden daha inançlı, her zamankinden daha öfkeli, her zamankinden daha dirençli bir koro bu. “Bağımsız Türkiye!” sloganı hiç bu kadar büyük bir koroyla atılmadı bu topraklarda. Bu ses, halkın gücüdür. Bu sesin çıkmasını sağlayansa, Mahirlerin çizdiği yolda bir milim sapmadan yürüyenlerdir. Bakırköy Cumartesi Pazarı Alanı’nı dolduran 350 bin yüreğin “Yaşasın Tam Bağımsız Türkiye!” haykırışı, 44 yıllık dolambaçlı, sarp yollardan geçen zorlu bir yolculuğun, ezilen Türkiye ve Kürdistan halklarının kurtuluş direnişinin sesidir. Ve aynı ses, Bakırköy’den Taksim’e çoğalarak gelmiş, Dalcıların sesine karışmıştır. 2009’da hasreti sona eren, 2010’dan bugüne de yüzbinlerin coşkusuyla yeniden zaptedilen Taksim 1 Mayıs Alanı’nda; Yorum’la devrim ve sosyalizm inancını, sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya özlemini dile getiren yüz binleri oraya getiren güç, devrimci politikalardır başka bir şey değil. 1 Mayıs’ın içini boşaltmaya, onu yalnızca bir bayram/şenlik haline dönüştürmeye çalışanlar yenilmeye mahkumdur. 1 Mayıs’ın şehitlerle yazılan devrimci özünü hiç kimse değiştiremez! 1 Mayıs’ta Taksim’i dolduran yüz binlerin sömürgecilere, işbirlikçilere yönelen öfkesi bunun en büyük garantisidir. Bu ülke, güzel günlere gebedir. Bağımsız Türkiye konseri ve 1 Mayıs’ın Taksim’i, bu güzel günlerin müjdecisidir. Umudun adına düşen görev, bu güzel günlerin geleceği tarihi yakınlaştırmak, Bakırköy ve Taksim’i daha da çoğaltmaktır. Umudun adı bunu başaracaktır! Çelişki ortadan kalkmış değildir bazı aklıevvellerin dediği gibi. Aksine her geçen gün daha da derinleşiyor. “İleri demokrasi”nin ne menem bir faşizm olduğunu daha da görmeyen varsa ya işbirlikçidir ya da hiçbir bilimselliğe sığmayacak kadar saf! Çelişkiler saflaştırır. Ortada kalmak, tarafsız görünmek mümkün değildir. Sınıf kavgası böyle bir şeydir, arada-derede olamazsın. Sol’un tükenişine tanık olan milyonlar, doğruyu savunanların ve hayata geçirenlerin yanında yer alacak ve bir gün mutlaka halkın iktidarını kuracaktır. Karamsarlığın değil umudun; yılgınlığın değil direnişin; bireyciliğin değil örgütlülüğün günüdür. Bakırköy ve 1 Mayıs, bize bunu söylüyor. Onları dinleyelim! Bir sonraki sayımızda görüşmek dileğiyle... Dostlukla...


İÇİNDEKİLER

05/2012

3 6 9 11 13 14 17 22 24 26 27

GÜNCEL fethi demirci yine... bir kez daha... her zaman... taksim! DENEME mehmet esatoğlu pazar yerinde ülke haritası MAKALE av. evrim deniz karatana ağar’ı ağırlamak RÖPORTAJ tavır barış pirhasan ile tecrit filmi üzerine... ŞİİR halil cibran yenilgi DENEME bahri şimşek hayatın soruları ve damla’nın cevapları MAKALE ibrahim karaca haydi gelin beraber bayılalım şu demokrasiye! DENEME çağlar mirik yaşamı umuda uyarlama ustası DENEME tavır umutlu olmak, halkın aydını olmak ŞİİR ceren deveci kınalı yel MAKALE mehmet esatoğlu yarım asırlık bir emekçiye saygı

30 31

34 37 40 43 48 50 52 57 62

AYIN FOTOĞRAFI ceren deveci rize’nin canan’ı DENEME ümit ilter kendi zihnini savunmak: engin çeber halk kütüphanesi MAKALE şahin şap halk için sanat ve sovyet deneyimi ÖYKÜ kurtuluş yıldız muharrem gibi MAKALE feride genç anadolu gerçekçiliği MAKALE ömer açık başımıza örülen çorap MAKALE seren cengiz türkülerimizden öğrenmek DENEME ümit zafer yürümek ÖYKÜ hayal han bir rüya İNCELEME servet deniz sisleri dağıtan kibritçi kızlar HABER


güncel güncel

yine... bir kez daha... her zaman... taksim! fethi demirci

Aylar öncesinden başlar telaşı 1 Mayıs’ın. Bu ülkenin devrimci mücadele tarihinde neden bu kadar önemlidir 1 Mayıs’lar, çoğu insan anlayamaz. Kimi anlamsız bir inatlaşma der, devrimcilerin kan-can pahasına Taksim’i işaret etmesine “alan fetişizmi” diyerek küçümser o olmayan aklıyla... Kimiyse işçicidir kendince, “işçinin olduğu her yer Taksim’dir bizim için” diyerek önemsizleştirir bir anda Taksim’i ve iltifat bekler bir de “en işçici” oldukları için... Kimi “proletarya proletarya” diye diye bir türlü kitleselleşememesinin nedenini sorgulamak yerine, bir türlü anlayamadığı kitleselliğini görmezden gelmeyi tercih ederek “küçük burjuva

MAYIS 2012 | TAVIR | 3


radikalleri” diye küçümseyip eleştiri bombardımanına tutarak işin içinden sıyrılmak ister. Türkiye Solu için bir nevi turnusoldur 1 Mayıs’lar. Ak koyun kara koyun belli olur biraz, en azından renk olarak! Kim devrimci kim reformist; kim radikal kim uzlaşmacı, icazetçi; kim apolitik kim sınıf temsilcisi... yapılan toplantılarda kendini belli eder. Kendini gizlemek, olduğundan farklı göstermek isteyenler de çıkar elbet, ama pratiğin ve alanların/sokakların sınavından kopyayla geçmek mümkün değildir!

lerdi. Dörtlü grup ve devrimciler, demokratlar, sosyal demokratlar, DKÖ’ler vs. birlikte 2012’nin 1 Mayıs’ını örgütlemek üzere bir araya geleceklerdi. Toplantılar yoğun geçiyordu. Ve düşman uyumuyordu. Birileri bir yerlere bomba gizlemişti! 1 Mayıs’ta patlatacaklardı kesin! Birileri Taksim Cumhuriyet Anıtı’na çıkacak, ona zarar verecekti! Karşıt gruplar,

Bu yıl da öyle oldu. Devrimci 1 Mayıs Platformu her zaman olduğu gibi 1 Mayıs alanının Taksim olduğu gerçeğini bir ay öncesinden duyurarak1 Mayıs’ta Taksim’de olacaklarını, 1 Mayıs’ın özüne uygun olarak birleşik-kitlesel ve devrimci olarak kutlanacağını dosta düşmana ilan etti. “Son dakikacı”lardan ses seda yoktu yine. Bir yıl boyunca ortada olmayıp da 1 Mayıs’ta kendini gösterme telaşına düşenlerden de... Bunların kendini gösterme sırası Nisan’ın ortalarında başlar. Çünkü o vakitlerde emek örgütleri, sendika konfederasyonları 1 Mayıs toplantılarını başlatır. Başta DİSK olmak üzere KESK, TMMOB ve TTB, 1 Mayıs’ı diğer gerici ve düzen yanlısı sarı sendika konfederasyonlarıyla birlikte kutlamak zorundaymış gibi hareket ederek hepsi birden çağrıda bulunurlar. Bu sene TÜRK-İŞ, HAK-İŞ, Kamu Sen ve Memur Sen, 1 Mayıs’ın devrimci özünden rahatsızlıklarını dile getirerek TMMOB ve TTB’yi istemediklerini, 1 Mayıs’ı yalnızca sendikaların kutlaması gerektiğini ifade etmişler ve sonra da çekip gitmiş4 | TAVIR | MAYIS 2012

aynı 1977’de olduğu gibi Taksim’i kana bulayacaklardı. Zaten 77 katliamına da sol gruplar neden olmuştu, o kadar insanın katili de sol gruplardı!... Akla ziyan daha onlarca komplo teorisi havalarda uçuşuyordu. Esasında “birileri” vardı ki, onlar Taksim’e yüz binlerin dolmasını ve 1 Mayıs’ın devrimci özüne uygun kutlanmasını gerçekten istemiyor, bundan ciddi derecede korkuyorlardı. Komplo teorisyenlerine bakınca kimin korktuğu da açık seçik görülüyordu elbette... Toplantılar devam ediyor, Taksim ko-

nusunda artık kimse aykırı bir söz etmiyor, başka bir yerden bahsedemiyor. Yürüyüş kolları için hemen herkes Şişli kolunda ısrar ediyor. “Protokol ve gösteriş kolu” diyenler var Şişli güzergahı için. Öyle misyon biçiliyor ki Şişli’ye, bazıları stratejik bile diyor ısrarının sebebi için. Gücünü göstermenin yolu elbette kitleselleşmek bir anlamda ve o kitleyi bir eylem özelinde bir araya getirmek. 1 Mayıs da bunun için biçilmiş kaftan. Oysa alanlar yılın her günü boş ve mücadele edecek eylemcileri bekliyor. Alanlar, sokaklar, fabrikalar, okullar... her yer mücadele alanı. Yılın 364 gününde ortada görünmeyenler, demokrasi mücadelesinin kıyısında bile gezinmeyenler, 1 Mayıs toplantılarında ahkam kesmekten geri durmuyorlar. Devrimci 1 Mayıs Platformu, önceden belirttiği gibi Şişli’den ve DİSK’in arkasından yürüyeceğini beyan ediyor toplantılarda ve yürüyüş kolu için tek tek örgütlerle kuraya girmeyeceğini, birlik/platform/koordinasyon gibi örgütlerin ve kurumların bir araya geldiği yapılarla kuraya gireceğini, ancak tek tek örgütlerle kuraya girmeyi adil bulmadıklarını iletiyorlar Şişli kolunda yürümek isteyenlere. Tartışmalar çıkıyor her zamanki gibi. Bunu demokratik bulmayanlar, işi densizliğe kadar götürüp platform bileşenlerinin iktidarından korktuklarını ifade edenler bile çıkıyor. Hepsine gereken cevaplar veriliyor ve platform toplantıdan çıkıyor, diğer örgütler/kurumlar kendi aralarında kura çekiyorlar. Çok bir şey kalmadı artık, yüzdük kuyruğuna geldik. Şimdi Taksim’e 350 bin kişilik Bağımsız Türkiye Ko-


rosu’nu taşımaya geldi sıra. Yalnızca onları mı, Türkiye’nin dört bir yanından Mehmetler koşacak Taksim’e. Gün artık bizim. Taksim bizim, daha ne olsun! Hummalı bir çalışma, herkes elinden geleni fazlasıyla yapmaya çalışıyor. Cephelilerin korteji yine en büyük, yine en coşkulu, yine 1 Mayıs’ın devrimci özüne uygun bir kortej olacak. 1 Mayıs sabahı, diğer illerden gelenleri karşılayacak ekip gidiyor toplanma yeri olan Şişli’ye. Geliyorlar. Otobüslere dolan binlerce Mehmet Şişli’ye akın ediyorlar. Geçen sene yaşanan aksiliklerin bu sene yaşanmaması için iş sıkı tutulmuş, tüm malzemeler daha toplanma yerinde kimse yokken getirildi ve beklenmeye başlandı. Kortej görevlileri pankartları yerlere sererek yerimizi belli ediyorlar. Devrimci 1 Mayıs Platformu’nda ikinci sıradayız. Önümüzde DİSK var. Arkasında Çağdaş Hukukçular Derneği ve platformun birinci sırasında Emek ve Özgürlük Cephesi. Onların hemen arkasında ise umudun kızıl ordusu.

En önde Kızıldere manifestosunu ve Türkiye Devriminin Yolu’nu kanıyla yazan Mahir, arkasında Dayı. Yürüyorlar kol kola önümüzde. Yolumuzun önderleri olarak arkalarından yürümekten onur duyan yoldaşlarıyla... Komutanlarının hemen arkasında yüzlerce tek tipten oluşan seçme bir birlik alıyor yerini. Yine her zamanki gibi etrafları çok kalabalık. Bu görüntüyü görmek için bile gelen var 1 Mayıs’a. Ve şehitlerimiz... Hiç kimseye görünmeden katılıyorlar aramıza. ’77 şehitlerimiz bir birlik kurmuş gibi düzgün adımlarla, rap rap adımlarıyla geliyor, giriveriyorlar onları yaşatan ordunun kuvvetlerine... Öztürk ve Salih giriyor bir sokaktan, Uğur’la Şengül öbür sokaktan katılıyorlar ordunun birer neferi olarak. Ve 1 Mayıs şehitlerinin sembolü Dalcı, geçen 23 senede olduğu gibi, bu yıl da kucağında taşlarla karışıyor aramıza her zamanki mütevazılığıyla... Yürüyor açlar ordusu. Yürüyor zulmün üzerine tüm korkutuculuğuyla. Ezilen

halkların kurtuluş umudunun yılmaz savaşçıları düzgün adımlarıyla herkese parmak ısırtarak yürüyorlar. Uzun, upuzun bir ırmak gibi, menzile akan kızıl bir ırmak gibi çağıl çağıl yürüyorlar. Hangi bent durdurabilir bu akışı? Hangi güç durdurabilir bu inançlı sıra neferlerini? Akıyorlar Taksim’e doğru... Sahneden marşlarıyla, türküleriyle yüz binlere sesleniyor yine Yorum geçen seneki gibi. Daha çok insan var bu yıl 1 Mayıs Alanı’nda. Yorum’un dediği gibi yüz binler olduk, milyonlar olmayı da başaracağız ülkemizin tüm alanlarında. Kanımızla kazandığımız 1 Mayıs Alanı’nda anamızın ak sütü gibi helal olan bu güzelim meydanda umudun türkülerini söyleyen yüz binler; gün gelecek, yıkacak zulmün imparatorluğunu ve kendi iktidarını kuracak. Biz hep buradaydık. Burada olmaya devam edeceğiz. Yine... Her sene... Daima... Taksim’de... o

MAYIS 2012 | TAVIR | 5


deneme deneme

pazar yerinde ülke haritası mehmet esatoğlu

Ülkenin bir ucundan ezgiler yayılmaktadır. Bir buluşma çağrısıdır bu. Zorlu bir kış geçirmiştir ülke halkı. Soğuklar, hastalıklar, yokluklarla boğuş-

6 | TAVIR | MAYIS 2012

muştur. Bıktırıcı yalanlar dinlemiştir televizyondan, gazetelerden, yöneticilerden, zulmedenlerden. Büyük kalabalıklar çabalayıp duruyor-

lar. Bir ses yükseliyor ülke çapında. Bahara doğru yayılan bu “Bağımsız Türkiye” çağrısına anlamaz gözlerle bakıyorlar. Her yanları bin bir dert içinde. Oysa başlarına gelen bütün dertlerin ar-


kasında bağımlı Türkiye sorunu yatıyor. Yöneticilerin kul köle olduğu emperyalist tekeller, dev şirketlerin kasalarına paraları doldurmak uğruna, halklara kan kusturuyor. Irak’tan Libya’ya, Suriye’ye, Afganistan’a oluk oluk kan akarken, bağımlı yöneticiler kan dökücülerin kapısında iki büklüm emir bekliyorlar. Bir ana, 16’lık oğlunun yüzüne bakıyor. Yüzüne düşmüş perçeminin altında, bir kan lekesi büyüyor da büyüyor. Bir yandan dershane için nereden para bulayım diye düşünürken, öte yandan Suriye çöllerinde oğlunun kurşunlanacak bedeni geliyor gözlerinin önüne.

lip gittiği bir lokalde, Adana’nın Meydan Mahallesi’nde, Antalya’da motosikletiyle giderken kör bir polis kurşunu yemiş gencin evinde, Mersin’de Kürtçe türküler çalan bir apartmanda, İzmir’in Yamanlar’ında küçük bir apartmanın zemin katında, Bursa’nın yemyeşil bir bahçesinde, Samsun’da buram buram Karadeniz kokan bir çatı katında bir telaş, bir telaş. Hazırlık var. Yollara düşülecek. Hepsinin fonunda sanki aynı türkü, “yollar vardır gidilecek / dağlar vardır aşılacak” Bakırköy’ün Halk Pazarı’nda dev bir sahne kurulmuş, etrafında vinçler, vinçlerin üstünde kocaman ekranlar, ses sistemleri. Sabahın erken saatlerinden itibaren otobüsler akıyor meydanın civarına. Metrobüsler, belediye otobüsleri, metrolar uzun bir süre yalnızca konser dinleyicilerini taşıyor alana...

Canlı, capcanlı ezgiler akıyor hoparlörlerden. Otobüsler duruyor. Anadolu’nun bir yöresi çıkıyor içinden. Uzaklardan akıp gelen ezgileri duyuyorlar. Yol yorgunlukları otobüse emanet ediliyor. Önce karşılayanlarla bir güzel hasret gideriliyor; ardından koyu bir sohbetle alana doğru akılıyor. Bir yöre dağılırken alana, bir başka yörenin otobüsleri geliyor pazar yerine doğru. Onlar da bir başka coşkuyla bakıyorlar çevreye. Kalabalıklar çoğaldıkça gök yüzünde bulutlar dağılıyor adeta. Günlerdir ülkenin dört bir yanında coşmuş yağmurlara dair en ufak bir iz yok gökyüzünde. Pazar yerinde giderek bir ülke haritası oluşmaya başlıyor.

Sokaklarda “Bağımsız Türkiye” çağrısı yayılıyor. Binanın köşesinden bir afiş, caddenin kenarından bir pankart, otobüs durağının yanında nasırlı bir eldeki bildiri aynı çağrıyı yineliyor adeta: “Bağımsız Türkiye” için buluşmaya gel! Ülkenin dört bir yanında insanların kimileri gözlerini ekranlardaki yalanlardan ayıramadan, yöneticilerin uyduruk sözlerine kafa sallarken, bir başka kesim yavaş yavaş hazırlanıyor. Sesleniyor komşusu: “Ne o, yolculuk mu var?”... Cevap: “Evet, bir yolculuk var.”... Nereye gideceksin?”... Cevap: “İstanbul’a, Bakırköy Halk Pazarı’na doğru.” Kars’ın çamurlu yollarının ortasında bir gecekonduda, Malatya’da gençlerin ge-

MAYIS 2012 | TAVIR | 7


Yedi otobüs boşalıyor Bursa ve çevresinden. Hamarat Bursa kızları, gözleri ateş gibi. Uykusuzluğa ve yol yorgunluğuna aldırmadan koşuyorlar çevreye. “Biz eğlenmeye gelmedik” diyorlar, “Burada bir ‘Bağımsız Türkiye’ haykırışı yükselecek. Biz de onun aşkına taş üstüne taş koyacağız” diyerek koyuluyorlar işlere. Bir yanda Malatyalılar toplanırken, öte yanda Adanalılar dolduruyor alanı. Antalyalılar, Antakyalılar diye yayılmaya başlarken kalabalık, Bakırköy Pazar Yeri’nde bir ülke haritası oluşmaya başlıyor. Samsun’da “Bağımsız Türkiye” aşkına konser düzenleyip mapuslara tıkılanlar

8 | TAVIR | MAYIS 2012

bir yanda, tam yanı başında da Malatya’dan aynı türküyü söylerken bedel ödeyenler. Tokatlılar, Ankaralılar, İzmir’in, Çanakkale’nin gençleri derken, büyük bir Türkiye haritası oluşuyor. Yüz binlerce insandan oluşan bir Türkiye haritası. Her yöreden, her köyden, her mezradan insan var. Yüreklerinde “Bağımsız Türkiye” aşkıyla kalkıp gelmişler. “Parasız Eğitim”e kafa tuttular, bedel ödediler. “Füze Kalkanı İstemiyoruz” dediler, coplar yediler. Tüm ülkeyi tecrit altına alanlara, nefes aldırmamacasına bir kavgaya giriştiler. İçlerinde 122 canın acısı.

Binler, on binler, yüz binler oldular. Ayak sesleri ülke çapında öyle bir gümbürtü yarattı ki, ertesi sabah satılmış kalemler nefretlerini kusarken şöyle yazdılar karanlık köşelerinden: “Bunların amacı başka, ‘Bağımsız Türkiye’ istiyorlar. Eşit ve özgür bir dünya için kolları sıvamışlar. Sömürüye baskıya son vermeyi kafalarına koymuşlar. Grup Yorum, konser bahane!”... Ne denir ki! Ha şunu bileydin... o


makale

makale

ağar’ı ağırlamak av. evrim deniz karatana

“Bizim meselemiz Türkiye’nin geleceğidir. Onun dışında hiçbir gayemiz olmadı. Bu vatan toprağında geçireceğimiz bu süre içinde çok huzurlu olacağım. Allah devlete millete zeval vermesin.” (Mehmet Ağar)

Bugün Ağar’ın Aydın’a gitmesine sebep olan yargılamanın ikinci duruşması yapılacaktı Ankara Adliyesi’nde. Olağanüstü güvenlik önlemleriyle adliyenin camlarını kapılarını kırarak soktukları salonda, sanık sandalyesindeydi Ağar.

Mehmet Ağar, devletin “şefkatli ellerine” teslim oldu. 25.04.2012 tarihi itibariyle Aydın Yeni Pazar Hapishanesi’nde “tatlı bir telaş” vardı. Hatta yalnızca hapishane değil “Ege’nin küçük güzel kasabası”, 7’den 70’e hareketlenmişti!

Mecburen sorulan sorulara “Devlet için hizmet ettim. Beraatimi istiyorum” yanıtını verdi. 3 yıl süren dava sonunda halka karşı işlediği suçlardan değil, Susurluk kazası sonucu açığa çıkan “evrak sahteciliği, silah kaçakçılığı vb.” suçları işlemek için kurulan örgütün yöneticisi olmaktan hüküm giydi.

Ne de olsa Türkiye onunla gurur duyuyordu. “Sayın Ağar”ın Yeni Pazar Hapishanesi’ni seçmiş olması ilçe esnafına “haklı” bir gurur yaşatıyordu. Yeni Pazar’ın tanıtımı açısından da bu tercihin önemi büyüktü…( ) Eh, artık tüm kasaba ahalisine kolay gelsin…

Dünyanın Türkiyesi’nde, bir katili ağırlamak, bir katili koruyup kollamaktan ve azmettirmekten daha zor olmasa gerek… Masraftan kaçınmadan, önce yaptığı işlere layık bir hapishane dayayıp döşeye-

cekler… Eli bin kez kana bulanmış bir katilin sırtı yere gelmesin diye gerekirse pamuklara sarmalayıp saracaklar. Hem öyle kuru kuruya olmaz bu iş, hapishanenin güvenliğine bile güvenemeyecek, hali hazırda dört korumaya güzel ve küçük ilçeden bir ev tutacaklar. Devlet-i âli olmak bunu gerektirir. Hem bunları yapmak için öyle derin derin düşünmeye gerek yoktur. Her şey ortadadır ve aslolan devletin bekasıdır. Ne de olsa onlar, “vatan için kurşun atan ve kurşun yiyen kahramanlar”dır. Neresinden tutsak elimizde kalır bu hikaye! Ama bir yerden başlamalı anlatmaya... Bilmem gerekli midir hatırlatmak, bu ülke hapishanelerinde tutuklu ve hükümlülere nasıl davranıldığı açıktır ve

MAYIS 2012 | TAVIR | 9


şüpheye yer vermeyecek biçimde akıllara tecriti, işkenceyi ve katliamları getirir. Çünkü bir kez devletin “şefkatli” ellerine düşmüşseniz, hele bir de ekmek ve adalet için savaşırken göründüyse size hapishane yolları, zulmün sınırı yoktur karşınızda. Her gün her dakika, insan olduğunuzu, bol yetki ve keyfiyetle donatılmış üniformalılara hatırlatmak gerekir. Belli ki üzerlerinde taşıdıkları her ne ise, ancak ve yalnızca zulüm ile eşleşebilmektedir.

arayıp el birliğiyle buldular utanmadan…

21 Eylül 1995 Buca… 4 Ocak 1996 Ümraniye… 24 Eylül 1996 Diyarbakır… 26 Eylül 1999 Ulucanlar… 19-22 Aralık 2000 tam 20 hapishane… Ve daha niceleri…

O huzur içinde uyuyabilir mi bilmiyoruz, ama biz huzur içinde değiliz. Adalet yerini bulmadı! Ne sahtecilik, ne dolandırıcılık, ne çetelerin rahatça kol gezmesi için attığı imzalar nedeniyle aldığı ceza, Ağar’ın elindeki kanı silmeyecek! İdil’in, Berdan’ın, İlginç’in, Müjdat’ın, Yemliha’nın ve devrim ve demokrasi mücadelesinde ölümsüzleşenlerin adları çocuklarımızda yaşamaya devam ettikçe öfkemiz her geçen gün artacak.

Yüzlerce devrimcinin kanıyla sulandı bu ülke hapishaneleri ve kim bilir toprağa düşenlerin ve tutsak olanların onlarcası, bugün Aydın’ın Yeni Pazar ilçesinde “huzur içinde” ağırlanmaya çalışılan o adam sayesinde oradaydı. Kimisi 1000 operasyondan birinde katledilen yoldaşları için girdi dört duvar arasına, kimi onun emir ve talimatlarıyla işkencelerden geçirilerek geldi. Mehmet Ağar’ın Adalet Bakanlığı ve İçişleri Bakanlığı dönemi, hapishanelerde işkence ve katliamların artış göstermesiyle geçti kayıtlara… ’90’lı yıllara, başından sonuna kadar, katliam ve işkencelerle damgasını vuran bir “örgüt yöneticisi”nden söz ediyoruz yani… 1996 yılında Adalet Bakanı olur olmaz ilk icraatı, adına “Mayıs genelgesi” denilen bir tecrit genelgesi yayınlamaktı. Ardından Eskişehir tabutluğu açıldı ve “hücrelere girmeyeceğiz” diyen tutsaklar ölüm orucuna başladılar. 12 devrimcinin şehit düşmesiyle genelge geri çekildi ve 4 yıl sonra katliamla açıldı F tipleri. Mimarı olduğu hücrelere girmek istemiyor şimdi Ağar. Konforlu bir hapishane

10 | TAVIR | MAYIS 2012

F tiplerini katliam ve işkenceyle açarken “beş yıldızlı otel” yaygaraları koparanlar, bugün Ağar’ı ağırlayacak rahatlıkta bir otel bulamadıklarından, neredeyse yeni hapishane inşa edeceklerdi. Yüksek güvenlikli hapishanelerini yeteri kadar güvenli bulmamış olacaklar ki, kasaba hapishanesine yerleştirdikleri Ağar’ın korumaları hala görevlerine devam ediyor.

Halka karşı işlediği suçların hesabı sorul-

madıkça huzurla geçireceğini iddia ettiği ömrünün her gününde biz, ölülerimizi yüreklerimizde hissediyor olacağız. Katledilen tüm devrimcilerin yerini binlercesi aldı. Ne mücadele bitti ne umut… Ağar’ın temellerini attığı tecrit hücrelerinde üretmeye ve direnmeye devam ediyor tutsaklar. Bir katilin sözlerine cevaben, devrimcilerin meselesi yalnızca halkımızın geleceğidir. Onun dışında hiçbir gayeleri olmamıştır. Yüreği gerçekten ve yalnızca vatan için çarpan da onlardır. Bu yüzden huzurla değil, fakat umutla ve inançla yalnız onlar yaşayabilir dört duvar arasında. Tıpkı her daim katledildikleri yerde değil, yüreğimizde ve bilincimizde yerlerini alanlar gibi… “Ve eğer güneş yiterse ansızın, Yiter ve ışımazsa bir daha, Bize ışık için cehennemden, Gidip alev getiren biri çıkar mutlaka.” o


röportaj

röportaj

barış pirhasan ile tecrit filmi üzerine...

tavır

killeniyor, hücrede tek başına yaşamak? F tipi cezaevlerinden de, bütün o harflerin birbiri ardına sıralanışından oluşan o çeşitli jenerasyon cezaevlerinden de şahsen ben nefret ediyorum. İkincisi akıl ve mantıkla bunun son derece insanlık dışı, aşağılık bir şey olduğunu düşünüyorum. Özellikle tecrit... Hiçbir anlamı yok. Eğer ki kendi deyimlerince bu rehabilitasyonsa, bir değeri yok. Sadece kişilikleri yok etmeye, dirençleri kırmaya, inançları değiştirmeye yönelik bir terör, yani devlet terörünün maalesef bir türlü ayrılamayan bir parçası.

Tavır: F tipi hapishaneler ve tecrit filmi projesinin çekimlerindeyiz. Bu projeye nasıl dahil oldunuz? Bu projeyi ilk Sırrı'dan duydum. Sırrı Süreyya Önder, F Tipi cezaevlerine karşı müşterek bir tavır alınacağını ve bir film

yapılacağını söyledi. Bana gelen teklifin ardından ben de çok sevinerek kabul ettim. Ve işte buraya geldim. F tipi hapishaneler ve tecrit size neyi çağrıştırıyor? Yani zihninizde nasıl şe-

Bu film projesine katılmanızın amacı neydi ve siz çektiğiniz filmle ne anlatıyorsunuz? Filmin konusunu anlatmayayım ama F tipi cezaevinde çekiliyor. Burada olmak ve bunu çekmenin amacı zaten bunların varlığına karşı durmak herhalde. Ayrıca bilenler bilmeyenler

MAYIS 2012 | TAVIR | 11


ğiliz bütün ülkelerde bu var Almanya’da ‘60’larda BaaderMeinhof üyelerini, Kızıl Ordu Fraksiyonu üyelerini hücrelere atmış, orada katletmişlerdi. Devletler, tehdit olarak gördüğü insanlara bunu yapabiliyor. Bize düşen de herhalde bunu git gide daha az yaptırmak. Yaptırmamak, yok etmek. Bu da tek başına bir şey değil tabi. Bunu bir terör-anti terör olarak değil genel kapsamda görmek lazım.

vardır, İzmit'te stüdyoda çekiliyor film ve üç gündür uğraşıyoruz Hikâyeyi nasıl oluşturdunuz, özel bir referans noktanız var mıydı? Yapım ekibiyle, sizlerle biraz paslaşarak oluşturdum. F tipi hapishanelerle ilgili ayrıntılı bilgiye sahip değilim. Çok küçük ve önemsiz denilebilecek bilgiler varmış bende. Bu konuda bilgi edinmeye çalıştım. Ayrıca da burada F Tipi cezaevlerinde yıllarını geçirmiş olanlar var, onların çok büyük yardımı oldu. Hem oradaki hayat tarzıyla ilgili hem direniş biçimiyle. Ama direniş derken hemen slogan, marş anlaşılmasın. Gerçekten filmde ben biraz bunu vurgulamaya çalıştım. Kendine ait, insanın manevi-maddi üretimini sürdürerek, ona sahip çıkarak, hiçbir koşul altında ondan vazgeçmeyerek sürdürdüğü bir direniş var. O konuda bir sürü ipuçları aldım oradan yürüdük. Biliyorsunuz bu hapishaneler 19 Aralık 2000’de açıldı hayata dönüş operasyonuyla. Onlarca hapishaneye operasyon ve 28 tutsağın hayatı pahasına açıldı. Bütün bunları devlet neden göze almış olabilir ve tutsaklar

11 | TAVIR | MAYIS 2012

üzerinde esas amacı ne olabilir, neden açıldı bu hapishaneler? Az önce kısmen girdiniz buna ama bu konudaki fikrinizi biraz daha açabilir misiniz? Cevabı o kadar içinde sorular ki. Devlet bunu yapıyor biliyorsunuz yani kendisine tehdit olarak gördüğü kimi zaman kendisi bir tehditte bulunmak istediği, buna ihtiyacı olduğu zamanlar böyle yollara başvuruyorlar. Sonuç olarak hapishane, cezalandırma, tecrit çok uluslararası bir şey. Guantanoma var. Bir Ortadoğu ülkesi olarak tek de-

Son zamanlarda okuduğum en güzel kitap olan Naomi Clayn’ın Şok Doktrini çok güzel bir şey söylüyor. İnsan hakları örgütleri, gittikleri her yerde cinayetleri gördüler, cinayetleri belgelediler aslında. Bunların silahlı bir soygun olduğunu vurgulamadılar yeterince diyor. Gerçekten darbeleri de, o hayata dönüş operasyonlarını da, bilmem neyi de bütün o 12 Eylül terörünü de değerlendirirken hep akılda tutmamız gereken şey bu sırada büyük paralar kazanıldığı büyük soygunlar yapıldığı olmalı. Darbe sadece darbe değil aynı zamanda silahlı bir soygundur. Salt darbecilerin kişisel kararlarıyla değil, büyük kapitalist şirketlerin, emperyalistlerin ortak kararlarıyla yapılan şeylerdi zaten. o


şiir

şiir

yenilgi halil cibran

Yenilgi, yenilgim, yalnızlığım ve kimsesizliğim. Binlerce yengiden de bana değerli olan sen! Dünyadaki tüm parlak başarılardan sensin yüreğime yakın olanı! Yenilgi, yenilgim, başkaldırım ve de benim kendimle tanışmam. Sayendedir ki, hala ben ayağı yere basan ve solmuş defneler peşinde koşmayan biri olduğumun bilincindeyim; ve sende, yalnızlığımı buldum ve de herkesten uzak, ve de gururlu olmayı. Yenilgi, yenilgim, benim parlak kılıcım ve de kalkanım. Gözlerinde okudum tahtı arayanın kendi kendisinin kuluna dönüştüğünü. Ve, bir kimsenin derinliklerindeki esasını anlayabilmemiz için onun gücünü söndürmemiz gerektiğini. Ve ancak böylesine olgunlaştıktan sonradır ki, bir meyvenin tadına varılabildiğini.

Yenilgi, yenilgim, benim sözünü sakınmaz yol arkadaşım şarkımı, bağrışmalarımı, sessizliklerimi hep duyacaksın. Ve senden başka hiç kimse bana söz etmeyecek kanat çırpınmalarından ve deniz kabarmalarından ve de geceleri yanan dağlardan. Ve sen, tek başına ruhumun sarp ve kayalık yollarından tırmanacaksın. Yenilgi, yenilgim, benim ölmez cesaretim sen ve ben fırtınada birlikte güleceğiz; ve biz ikimiz, derin mezarlar kazacağız içimizde ölmekte olanlara; ve tutunacağız, tüm gücümüzle, güneşin karşısında; ve de tehlikeli olacağız.

MART 2012 | TAVIR | 13


deneme deneme

hayatın soruları ve damla’nın cevapları bahri şimşek

Tanıyoruz onları. Onlar aşımıza, ekmeğimize göz koyanlar ve 18 yaşındaki Damla Orhan'ın kalbini bir sınav sabahı durduranlardır. Damla sınava giremedi, "şık"ları dolduramadı. Ama hayır; Damla, sınavların en hasına hazırlanıyor. Çünkü asıl sınav sokakta...

"... Bunlar, Engerekler ve çıyanlardır, Bunlar, Aşımıza, ekmeğimize Göz koyanlardır, Tanı bunları, Tanı da büyü..." (Ahmed Arif)

Adaletsizliklerle dolu düzeninizin, "bir miktar kalemi" dahi eşit paylaştırmayacağı malumdur. Ki, sizin kitabınızda yoktur paylaşmak. Ama merak etmeyin; bir eksik, bir fazla... kalemler ellerimizdedir ve kaleminizi kıracağımız günler yakındır... 2...

Ve deyin ki bu yazı, hem Damla'nın giremediği sınavın sorularına verdiği cevaptır; hem de okullarda, sokaklarda "Bu kavgada biz de varız!" haykırışıyla umudu ve öfkeyi büyütenlere bin selamdır... 1... “Bir miktar kalem, bir grup öğrenciye paylaştırılacaktır. Bu kalemlerden 6 tane fazla veya 7 tane eksik olsaydı kalemler hiç artmayacak biçimde eşit olarak paylaştırılabilecekti. Buna göre, 112'den fazla olduğu bilinen bu kalemlerin sayısı en az kaç olabilir?” (*)

14 | TAVIR | MAYIS 2012

“Giorgione'nin Fırtına adlı tablosuna baktığımızda kompozisyonun sanatsal açıdan bir hayli basit olmasına karşın, figürlerin özel bir dikkatle çizildiğini ve resmin, her yere nüfuz etmiş ışık ve hava sayesinde kaynaşıp bir bütün oluşturduğunu görüyoruz. Figürlerden bu küçük tablonun çoğunu kaplayan manzaraya bakıyoruz, sonra tekrar figürlere dönüyoruz. Giorgione, kendisinden önce gelenler gibi, önce nesneleri ve kişileri çizip sonra onları bir mekana yerleştirmiyor; doğayı toprağı, ağaçları, ışığı, havayı, bulutları ve kentleriyle insanları bir bütün olarak düşünüyor.

Bu parçada anlatılanlara göre Giorgione'nin eserini oluştururken güzelliğin hangi niteliğini öne çıkardığı söylenebilir?” (*) "Giorgione'nin Fırtına adlı tablosu"nu bırakın, çizdiğiniz resme bakın; Tuzla tersanelerinde 148. kez, Erzurum'da


dona dona, Esenyurt'ta yana yana can verdik. Ki Çaycuma'da şarampole yuvarlanan da bizdik. İşte bu tablo sizin eseriniz ve öne çıkan; katliamcı niteliğiniz... 3... “Dünyada etkili olan doğal afet türleri arasında; tropikal siklonlar, taşkınlar ve kuraklık önemli yer tutmaktadır. Buna göre, belirtilen doğal afetler göz önüne alındığında aşağıdakilerden hangisi kesinlikle söylenemez?” (*) Sizin, "doğal afet" dediğinize katliam diyoruz biz... ve hem de kesinlikle! 4... “Evlerde kullanılan elektrik sayaçlarının, tüketime ilişkin gösterdiği sayının birimi aşağıdakilerden hangisidir?” (*) Yaptığınız "düzenlemelerin" sonucunda kullanılmayan elektrik sayacının gösterdiği; buz gibi bir gecede, "soba gazından zehirlenerek" katledilen yoksullardır... 5... “Sabun ile ilgili aşağıdaki ifadelerden hangisi yanlıştır?” (*) Aşağıdaki ifadelerin tamamı yanlıştır: Doğru olan; Nazi faşizminin, gaz odalarında katlettiği insanlardan sabun imal ettiğidir. Ki, Nazi zulmünden geri kalır yanınız yoktur... 6... “Metan (CH4) gazının oksijen gazıyla yanma tepkimesiyle ilgili, 1. Tepkimede ısı açığa çıkar 2. İndirgenme-yükseltgenme tepkimesidir. 3. Tepkimede CO2 ve H2O oluşur. yargılarından hangileri doğrudur?” (*)

yakmak, devlet geleneği sayılır bu topraklarda... 7... “Milli güç unsurlarından biri olan siyasi güç; bir devletin milli hedeflerine ulaşmak, ulaştığı hedefleri korumak ve milli menfaat sağlamak amacıyla kullandığı siyasal kuvvetlerin toplamıdır. Buna göre aşağıdakilerden hangisinin, bir ülkenin siyasi gücünün yüksek olabilmesi için gereken koşullardan biri olduğu savunulamaz?” (*) Sizin, "Milli güç" dediğiniz; emperyalistlerin çıkarları için köpeklik eden "güç"lerin toplamıdır. Ve işbirlikçilik asla savunulamaz! 8... “Misak-ı milli sınırları içinde TBMM Hükümetinden başka bir hükümet olamayacağının aşağıdakilerden hangisine temel gerekçe olduğu söylenebilir?” (*)

Buna göre; I. bakteri DNA'sını oluşturan birim moleküllerin insanınki ile aynı olması. II. bakteri ve insan DNA'sında bulunca gen sayısının aynı olması III. bakteri DNA'sının kendini eşleme hızı ile insan DNA' sının kendini eşleme hızının aynı olması koşullarından hangilerinin kanıtlanması bu hipotezin doğu olduğunu destekler?” (*) DNA'sı bozuk burjuvazinin suretine bakın. Ki o yüz, insanın mutasyon geçirmiş halidir... 11... “Bir ekosistemde çevre kirliliğinin artması sonucunda ayrıştırıcı popülasyonların büyüklüğünün hızla azalması bu ekosistemdeki; 1. temel üretici 2. birincil tüketici 3. ikincil tüketici

Bizim sorumuz ise şudur: Kanla, canla kazanılmış Misak-ı Milli sınırları içinde emperyalist tekellerin, üslerin, füze kalkanlarının ne işi vardır? Ve cevabımız: "Amerika Defol Bu Vatan Bizim!"dir...

popülasyonlarından hangilerinin büyüklüğünü doğrudan etkiler?” (*)

9...

12...

“Diyarbakır yakınlarında bulunan Çayönü yerleşim yerine ait aşağıdaki bilgilerden hangisinin, erken dönemlerde bile malzemelerin yer değiştirdiğine ve olası bir ticaretin varlığına kanıt olduğu savunulabilir?” (*)

“Doğu Karadeniz’in yaylalarını mutlaka görün. Kıyılarda hiç oyalanmadan kartpostallardaki kadar güzel ormanların üzerindeki muhteşem yaylalara çıkın. Her biri ötekinden farklı olan yaylaların birinden ötekine yürüyün. Ahşap yayla evlerinde konaklayıp, yöresel yemeklerin tadına bakın. Yamaçlarda horon tepin; vadilere çökmüş, denizi andıran sis bulutlarına karşı tembel tembel yatın.

Diyarbakır'ın taşı ve toprağı zulmün kanıtlarıyla doludur. Ki jeoloji profesörü ya da arkeolog olmaya gerek de yok; kazma vurulan yerden kemik fışkırıyor... 10...

Oksijen gazının, zalimin zulmüyle alçakça tepkimeye girdiği yer; Bayrampaşa Hapishanesi'nin C-1 koğuşudur. Ki gazla boğmak, diri diri

hipotezini kuruyor.

“Bir bilim insanı, ‘Bakterilerde mutasyona neden olan bir kimyasal madde, insanda da mutasyana neden olur"

Kör hırsınız, atıklarınız ve varlığınız kirliliğin temel sebebidir. Yok olmanızla temizlenecek her şey...

Bu parçanın anlatımıyla ilgili olarak aşağıdakilerden hangisi söylenemez?” (*) Doğrudur; zulmünüz ve adaletsizliğiniz bizi dağlara çıkaracak kadar güçlü-

MAYIS 2012 | TAVIR | 15


dür. Ki Karadeniz'in dağları ve yaylaları adalet için savaşanların meskeni ve mekanı olmuştur. Çıkacağız dağlara ve fakat; konuşacak olan kalem olmayacak...

sayılır bunlar... 14...

13...

“a= 12-8 b=27+18 olduğuna göre, ab çarpımı kaçtır?” (*)

“60 tane cevizin tamamı, n tane öğrenciye aşağıdaki koşullara uygun olarak dağıtılacaktır; Her bir öğrenci eşit dayıda ceviz olacaktır. Her bir öğrenci en az 2, en fazla 10 ceviz olacaktır.

Korkuyu ve tereddütü yüreklerden çıkarıp, öfke ve umudu damla damla toplayarak, onların sınavlarını, yalanlarını, dolanlarını... birbirine çarpmak ve yere sermek için öyle çok fazla matematik bilmeye gerek yok. Dört işlem, yeter bize...

Buna göre n'nin alabileceği kaç farklı değer vardır?” (*)

15... "Sınav bitti ve asıl sınav başlıyor"

Öğrenciye "eşit olarak" paylaştırdığınız; zulüm, jop, biber gazı, disiplin cezası, kamera, polis ve F tiplerinden başka bir şey olmadı bu güne kadar. Ki, verdiğiniz "değerin" sağlaması

16 | TAVIR | MAYIS 2012

Muktedirler, sınavı yarıda bırakıp çıkmaya yasak koymuş. Ve işte, "ortasında" bırakıp çıkıyoruz, hayatın ve kavganın tam ortasına atılmak için... Biz

cevapladıkça, onların soruları hiç bitmeyecek. Oysa, soru sormanın zamanıdır şimdi ve bu soru hayatın sorusudur; sınavsız, sömürüsüz bir gelecek hakkımız değil midir? Hakkımızdır ve hakkımız olanı alacağız... öyleyse; şıkları değil, sokakları doldurmanın vaktidir şimdi. Ki, Damla'nın duran kalbi yeniden kavga meydanlarında atar ancak. Lise önlerinde, çadırlarda, meydanlarda, sokaklarda, imza masalarında... Milyonlarca gencin umudunu ve öfkesini Damla Damla büyütenlere selam olsun, bin selam! o (*) Sorular, 2012 yılı YGS sorularından alınmıştır...


17-21 haydi gelin bayilalim_sablon 5/12/12 12:25 AM Page 17

makale makale

haydi gelin hep beraber bayılalım şu demokrasiye! ibrahim karaca

Amerikan uçaklarının “sonsuz özgürlük” adına Bağdat’ı yerle bir etmesine yüz yıl kala, bir kazı ekibinin bulduğu kırık testi parçasında Hallac’ın bin yıl önce söylediği şu sözler yazılıydı:

nı hak ediyordu. Hallac ise yıllar sonra ettiği sözle adeta bu felsefeyi özetliyordu: “Bütün dinler tıpkı bir ağacın dalları gibi aynı gövdeye bağlıdır ve Tanrı’ya eşit uzaklıktadır”.

“Tanrı’ya kavuşmak için iki rekat namaz da yeter. Ancak böyle bir namaz için abdesti, insanın kendi kanıyla almış olması gerekir.”

İşte emperyalizmin vurduğu, müzelerine varıncaya kadar talan edip soyduğu Bağdat, geçmişi böyle bir yerdir; ve o geçmişin biriktirdiği tarih, düşünce ile ruhaniyatın, felsefe ile kör inancın bazen iç içe geçip bazen kapıştığı bir tarihtir.

Hallac bu sözleri söylemeden iki yüz küsur yıl önce ise (yani batı ortaçağ karanlığında yaşarken), adaşı Halife Mansur tarafından Babil mirası üzerinde kurulan o büyülü Bağdat şehri çok değerli yazılı eserlere, derin felsefi tartışmalara ve bin bir gece masallarına mekan oluyordu. Şii ve Sünniler için günümüzde tek geçer akçenin hasımlık ve akbabalık olduğuna bakmayın… O günlerin Bağdat’ı hısımlık ve akrabalığa dayanıyor ve Medinetü’s-Selam (Barış Şehri) adı-

Sonrası Moğol istilası, Haçlı Seferleri, bilim ve felsefenin dinsizliğe yol açtığını vaaz eden şeriat, Dicle’ye dökülen el yazmaları, suyun yüzünde günlerce kan gibi akan mürekkep, hayata zorla yedirilen dogmalar ve kuşaklar boyu “ilim” adı altında sadece o dogmaları ezber etmekle yetinen beyinlerdir. Günümüzde “İslam Alemi” denilen aleme yöneteni ve muhalefet edeniyle birlikte hakim olan damar işte bu damardır.

Ağaları tarafından azarlandığında bazen “isyankar” bile olabilen bu adamlar, bir güce (devlete veya emperyalist bir merkeze) yaslanmadan yaşayamadıkları için, halk düşmanı olduğu tescillenmiş kimi yönetimlere muhalif gibi dursalar da, İslam alemine hakim olan din yorumunu farklı tonlarda temsil ederler hep. Oysa tanrısına aracısız bağlanan Müslüman ahali, inandığı dine sadece ihtiyaç duyduğu anlarda ve ihtiyaç duyduğu yoğunlukta başvurur, onu ayağa düşürmez hiç. Gazali’den beri gelen bilim ve felsefe düşmanı damara dahil olduklarını anlamak için, sosyal hayat içinden herhangi (kadın hakları, devrimci işçi örgütlenmesi veya evrim gibi ) bir kırmızı kumaş göstermek yeterlidir bugün. Baharla birlikte başa geçen “adaletçi ve kalkınmacı” Mısır iktidarı, eski dönemden kalan (kadınların kocalarından izin almaksızın boşanabilme gibi) bazı hakları “aile kurumunu yok etmeyi” amaçlaMAYIS 2012 | TAVIR | 17


17-21 haydi gelin bayilalim_sablon 5/12/12 12:25 AM Page 18

dıkları için kaldıracaklarmış. Hak diye getirmek istedikleri şeye bakın: 14 yaşına gelen kızları evlendirebilme hakkı ve eşi ölen erkeğe ölümden sonraki altı saat içinde eşinin cesediyle cinsel ilişkiye girebilme hakkı. “Veda Seksi” yasası olarak bilinen taslağa göre nikah ölümden sonra da sürermiş, kadınlar da bu haktan yararlanabilirmiş (bu konuda internet hazretlerinden bilgi alınabilir).

Kaide örgütünden Zevahiri adlı bir yönetici, Esad’a karşı emperyalizm tarafından türetilen “özgür” orduyu övmüş ve bu kahramanları adeta birer aslana benzetmiş. Bu adamın Obama’nın arka cebindeki “terörist” listesinde adı vardır kesin, ancak bu durum onun Suriye konusunda kurt adam kesilip olası bir iç savaşta emperyalizme payanda olmasına engel değil ne yazık.

Demokrasi denilen özgür tartışma ortamı nasıl işleyecek? Mübarek despotunu devirip memleketin “makus” talihini yenen Mısır halkı bu “haklar” ile laik ve laik olmayan diye iki kampa ayrılıp hırlaşırken, ülke yazgısını ele geçiren emperyalizm kendi işini yapacak, “makul” tarihi yazmaya devam edecek. Böyle bir haçlı demokrasisinde, emperyalizmin Müslüman kardeşleri ne iş yapacak? Amerikan İngilizcesiyle yazılan o şeyi Arapçaya tercüme edip çoğaltacak inşallah.

İşte böyle kaypak, dört tane cafcaflı ayna ve iki kat incik boncuğa satın alınan bir emperyalizm karşıtlığıdır bunlarınki. Bu kadarı bile yeni haçlı seferleri kapsamında “kafir” ABD’nin Suriye sahnesi için hazırladığı vahşet senaryosuna, Türkiye’den Dubai’ye ve oradan Arabistan’a kadar İslam alemine hakim durumdaki o kalın damarın alkış tutmak üzere çoktan hizaya girmiş olduğunu gösteriyor. Ne için? Suriye’de yaşanan “insanlık dramına” dur demek için. Parola bu!

Bu iktidarların (veya örgütlerin) anti-emperyalizmleri, onları sözü edilen damardan koparmaya yetmez. Mesela;

18 | TAVIR | MAYIS 2012

Şaşaalı bir hayat süren liderler, yeraltını yerüstüne çıkarma karşılığı olarak petrolün neredeyse tamamına el koyan batılı şirketler, hakim kıldığı din yorumunu

çoğunluğu Müslüman olan yoksul halk üzerinde afyon etkisi yaratacak şekilde kullanan hükümetler, Zengin (paralı) sultanlar, şeyhler, yeraltı zengin yerüstü sanayisiz topraklar ve açık işgal için “bahar” kılığına bu topraklara giren Haçlı Ordular. Suudi, kazandığını zaten ABD emrine veriyor. ABD bankalarında iki trilyon dolar parası var. Geçen sene 250 milyar dolarlık silah almış mesela. Dokunmaya şimdilik gerek yok. Ortaçağda Papalığın oynadığı rolü Evangelist Şeriat oynuyor ve bu ülkenin emperyalist politikalarına renk veriyor bugün. Yeni haçlı ordusu, ABD’nin köktendinci ve tarikatçı vatandaşları nezdinde içten içe bir Hıristiyan din ordusu olarak algılanıyor. Ordu din ordusu olunca, bomba ve füze yağmuruyla süren savaş da kutsiyet kazanıyor haliyle. Benzer kafayı taşıyıp fetih düşleri gören Müslümanlar yok mu? Var, ancak ellerinde bunu yapabilecek Osmanlı gibi bir


17-21 haydi gelin bayilalim_sablon 5/12/12 12:25 AM Page 19

aygıtları yok. Referansı din olduğu için Müslüman sıfatıyla anılan bazı örgütlerin abartılması, yüreklendirilmesi ve çeşitli yerlerde gerçekten (yani siyasal veya askeri hedefler yerine inanç merkezlerine ve aydınlara karşı) terör eylemlerine girişmeleri nedeniyle adeta zorla yaratılan “İslami Terör” kavramı, Filistin ve Arap halkı nezdinde yürütülen haklı mücadelenin de bu kavram içinde algılanmasına yol açtı. Açlıktan kırılan bin yıl önceki batı ise, kıyameti bekleyen halk arasında “cahil, barbar, dinsiz, vahşi ve kaba” olarak nitelediği doğuya karşı açmayı düşündüğü savaş öncesinin psikolojik altyapısını hazırlıyordu. (Seferler başladığında çekirge sürüsü gibi geçtiği her bir yerleşim merkezini kurutan istilacıların aç kalıp yiyecek bulamadıklarında yakaladıkları körpe insanları şişe takıp ateşte çevirdiklerini söylesek abartı sanılabilir belki, ama onlar etini yiyerek Müslüman ve Türklerle savaştıklarına inanıyorlardı. Neyse, bunların Haçlı kroniklerinde bizzat yazılı olduğunu söyleyelim ve geçelim).

de… yahu kardeşim, sen dizayn edilensin! Baskılardan bıkan, canına tak eden, patlayıverensin. Öyle diyorlar. Yıllar yılı bu alemde; Saddam’la tiranlık, Kaddafi’yle zalimlik, Mübarek’le despotluk, Esad’la polis zoru, Suudi’yle kanlı kılıç altında yaşayıp “gayrık yeter!” demeyi beceremeyensin. Şimdi senden “kafir” kibritiyle aydınlanan aynaya bakıp gösterilen şeye taş atman, atmaya hazırlanman isteniyor. Oysa gün haçlılar için taş atma değil, Selahaddin Eyyübi olma günüdür. Bunu biliyorlar. Bilmeni istemiyorlar. Asıl dert bu! Bu dert beni şair eder, seni yer Serde bela, sende kahır, bende keder

O kuklayı tutan o el o kibritle ışımaz O ışıktan hayır gelmez O aynada o kuklaya bakan o yüz o göz ile görülmez Sokağında Arap Baharı Sofrada demokrasi hıyarı İrem bağı talan olmuş, Saba Melikesi yalan İşte Irak, Mısır, Libya Birazdan Suriye, yarın Acem diyarı Ey kadim toprak! Sana gelen bahar değil Amerikan ayarı Ey Müslüman kalabalık! Bir kuyunun kenarına getirdiler ki seni Biraz Arap, biraz Acem, biraz Sünni, dar-

O yıllarda Avrupa, dışarıda kalan insanları kendi halkına aşağı ve değersiz olarak gösteriyordu, bugün aynı şeyi Amerikalılar yapıyor. Dinsel güdülerin çok baskın olduğu ABD’de insanlar, ülkelerini dünyanın merkezi olarak görüyor ve dünyanın onlara hizmet etmek için var olduğuna inanıyorlar. Merkez artık Avrupa değil ABD’dir ve eski harekat yeni araçların kullanıldığı modern yöntemlerle sürdürülüyor. Artık şablon haline geldi, ben de kullanayım bari: Emperyalizm bu alemi yeniden dizayn ediyor. Şimdi, bu haçlıların verdiği start ile ortalığa fırlayan bindirilmiş (kiralanmış) kıtaların yanında yer alacak şekilde sokağa dökülmeyi düşünen Müslümanlara dönüyorum ve şöyle sitem ediyorum: İyi, güzel, kolay gelsin, hayırlı işler,

MAYIS 2012 | TAVIR | 19


17-21 haydi gelin bayilalim_sablon 5/12/12 12:25 AM Page 20

indiriyor. Bush yönetimi yapılacak işlerin bir listesini çıkarmış, yaptığını yapmış, kalan kalmıştı. Şimdi kaldığı yerden devam ettirenlere yardımcı oluyor.

madağın Kaderini çiziyor bak Sapı sedef, ucu kıvrık şu bıçak Sen Bedevi, sen Şii, sen Bektaşi Başa gelen takdir değil Şeytan işi Dönemezsin artık geri Ya bir vahşet çukurunda boğulacaksın Ya ateşle yoğuracaksın, doğuracaksın kendini Yürümek kavgayı göze almaktır Gördüğün yol yürümeye davet ediyor seni Bağdat’ı tepeden aylarca vurup taş üstünde taş koymayan güç, karaya indiğinde beklenmedik bir direniş görmüştü. Öldü sanılan toprak o kırık testiyi okumuştu, kendi kanıyla abdest almaya hazırlanıyordu. Bu yüzden şaşırdı zalim. Fazla kaldı. Çıkamadı. Sonsuz özgürlüğün böyle pahalıya geleceğini anladı, ders aldı. Neyse ki “alem”de tarikat ve 20 | TAVIR | MAYIS 2012

mezhep baronları vardı ve kimi kaşınmaya, kimi okşanmaya müsaitti. Suriye’de de bunu zorluyor şimdi. Esad’ı Alevi-Nusayri olmayanların da desteklediğini biliyor. Suriye resmi güçleri tarafından yakalanan birkaç İngiliz askeri, kırk dokuz Türk istihbarat görevlisi ve biri albay olmak üzere birkaç Fransız subayı, burada nasıl bir “halk” isyanı olduğunu görmemize yetiyor aslında. Haçlı ordusu, Suriye’nin farklı olduğunu biliyor. Bahar yerine karnabahar görmemek için yoğurda üflüyor. Kuleleri vurduğu söylenen Kaide ise şimdi ona çalışıyor. Kuzey Afrika, Ortadoğu ve Afganistan için zaten hazır olan eylem planının 11 Eylül’den hemen sonra kabul edildiğini bildiği halde üstelik. Etnik ve mezhep merkezli bir iç savaşı kaşıyor, kan ayinlerini halkın ekmek derdi ile doluştuğu kalabalık pazaryerlerine kadar

Mezhep ve nesebe oynuyorlar Yüze gülüp içeriden, içeriden Kör katliamlara Yalan gibi Bir kardeşe nara çekmek neye yarar İlkel bir öç olup dalmak odasına Süzülmek, orada kalmak Yılan gibi Körpesini bekleyen yaşlı zampara Ve beyazlar içinde bir kadersiz Bir ay girer arkasına bir tülün Ürkek, titrek, korkak, dünkü çocuk Gelin gibi Hazırlayıp güpegündüz mesela Uçurdular Halep’te o garibi Kalabalık, pazaryeri, ekmek derdi, can telaşı Sen söyle ey habibi Hangi dilin kenarında hangi söz var sıralı Uçurdular güpegündüz Otuz ölü, bilmem kaç yüz yaralı Sen olmasan, ben olmasam Söyle kardeş, kim olacak oralı Ve emperyalizmin adı “Uluslararası Toplum” olmuş. Ruanda’da süren katliamlara soykırım kıvamına geldiği anda bile sessiz kalan bu toplum, Suriye’yi ikna olmaya zorluyor. Ne güzel. Şimdi size güzel bir soru: ABD ile aynı leğende yıkanan Müslüman kardeşlerin taraf olduğu demokrasi nasıl bir demokrasidir? Haydi gelin hep beraber bayılalım şu demokrasiye. Yalan akıyor haber ajanslarından. Şu kadar yer yerle bir olmuş, zalim firavun son anlarını yaşıyormuş. Bunlara bağlı olmayan haberciler, kargaşanın çevre ülkelerden gelen kontralar ve dinci fanatikler tarafından yaratıldığını; yönetime muhalif demokratik güçlerin ise, bu adamların işine yaranmamak için evlerine çekildiğini söylüyor. Neden böyle? Çünkü Tunus ve Mısır’da bulunan ger-


17-21 haydi gelin bayilalim_sablon 5/12/12 12:25 AM Page 21

çek muhaliflerin nasıl manipüle edilip kullanıldıklarını gördüler. NATO’cular ve Arap Ligi (birliği) denilen ABD kapıkulu petrol monarşileri gönüllerinden geçeni ikrar ediyorlar. Suriye’deki Baas’çı rejim halkı inim inim inletiyormuş, sabrımız kalmamışmış. Bunu da bizim hariciye nazırı söylüyor. Sabrımız tükenmiş! Yahu kardeşim, Suriye sana ne yapmış? Türkiye topraklarında “Özgür Suriye Ordusu” adıyla örgütlenip silah kullanma, tedhiş ve sabotaj eğitimi verildikten sonra Suriye sınırdan içeri salınan kontralar yok mu? Bu durumda sabrı taşması gereken Suriye iken neden sen? Tarihin akışında, doğru safta ve inandıkları insanlık değerleri adına Suriye halkının yanında olmaya devam edeceklerini beyan ediyor aynı bey. Bu laf şu anlama gelir: Tarihin akışında olacakmış (Bakan Bey’in baktığı yerden gördüğü tarih şu anda ABD’nin zorladığı yönde akıyor. Bir de ters ve düzensiz akıntılar var ki, hangi hızda ve ne yöne olduğu Vietnam’da olduğu gibi sonradan görülür). Doğru safta olacakmış (yani favori ata oynayacakmış. Kupon yatmasın). Suriye halkının (yani besleme-kontra, “özgür” muhalefetin) yanında olmaya devam edecekmiş. “Etmiyorum!” deme şansı var mı? Mahmud Cibril ise Libya’da (sanki neredeyse aynı kağıdı okur gibi), tarihi yöneticilerin değil halkın yazdığını söylüyor, ve Esad’a Kaddafi’ye olanlardan ders alıp aklını başına devşirmesini öneriyor. Libya halkının çarpıtılmış öfkesini kullanarak onu bir suça ortak eden emperyalizm, böyle adamlara o suçun teorisini yaptırmaz mı? ABD’li ünlü emlak kralı Trumph (İstanbul’da gökdelen yapan şirketin sahibi)

gibilerin ağzından düşen bakla (Libya petrolü bizim savaş ganimetimizdir!), manzarayı yeterince açık etmiyor mu? Bazen bize hayır gibi görünen şeyin şer, şer görünenin de hayır olduğunu vurguladıktan sonra; Yusuf’u kuyuya atanların aslında onun Mısır’a sultan olması için ilahi bir şartı yerine getirdiğini yazan A. Dilipak, Akit adlı gazetedeki köşesinden kesip sakladığım aynı yazısında (Ne Varlığa Sevinelim), Hicr suresindeki bir ayetten aldığı esinle bu yeni haçlı seferlerini anlamaya (anlamamaya) çalışıyor ve ayeti tekrar ederek şu sonuca varıyor: Her memleket için takdir edilen bir ecel vardır ve hiçbir toplum ecelini geçemez ve ondan da geri kalamaz; Allah ise hem serveti hem de iktidarı ülkeler arasında evirir çevirir (yani kime isterse ona verir). Hoca torunu olmam benim bu mevzularda “bir bilen” olduğumu göstermez, ancak, bana yetttiği kadarına dayanarak şunu söyleyebilirim: Mekke dönemi ayetleri, ruhani açıdan insanları puta tapar olmaktan (başka bir tek tanrılı dinden değil henüz) alıkoyup, Muhammed’in tutundurmak istediği ilk İslam (bugünkü şeriat değil henüz) inancına çağıran ve belli bir şiir dili olan metinlerdir. Yani (ayetlere göre), geçmiş kavimlerin başına gelen felaketler Allah tarafından verilen cezalardır, ayetlerde bunlar bıkmadan anlatılır ve insanları Muhammed etrafında toplanmaya çağırır. Oysa günümüzdeki haçlı seferlerinin bu ayetlerle kurulabilecek bir bağı yoktur. Bu işgal ve yağma harekatı siyasi bir harekattır ve dinden sapan Arapları cezalandırmak için Allah’ın istemesiyle başlatılmadı. Hayatı boyunca din ile yatıp din ile kalkan sayın hocam bunu bilmez mi? Yazının başından beri, halka karşı söylenen lafların bir hükmü yok. En fazla koyan, Muhammed El Muhtar’ın söyledikleri olmalı. Bu ihtiyar adam, Libya’da sömürgecilere karşı giriştiği bağımsızlık

savaşında idam edilen Ömer Muhtar’ın oğludur. Ömer Muhtar, hücrede kendini ziyarete gelerek Muhtar’a duyduğu saygıyı açıkça hissettiren bir komutana, hatıra olarak istediği gözlüğünü çıkarıp verecek kadar kibirsiz, kavgasını satmayan büyük bir vatanseverdir aynı zamanda. Şimdi o yürekli adamın oğlu kalkmış Libya’yı vuran NATO içindeki İtalyan güçlerinin babasının savaştıklarından farklı olduğunu, Libya’ya özgürlük getirmek isteyen şimdikilerle problemlerinin olmadığını söylüyor (o söylüyor, ben Akit’ten okuyorum). Seksen öncesi çok dinlediğim bir şarkı, “gazetede yalan, radyoda yalan” diye devam ediyordu. Propaganda araçları bu şarkının söylediği gibi harıl harıl çalışıyor, Suriye için bir iç savaş finanse ediliyor. Suriye’yi parçalanmış olarak kursaklarında hayal eden bu namussuzlar, kendilerine “Suriye Dostu” diye bir isim takıp toplantılar yapıyorlar, boyun eğmeyen yönetimi dünyaya (ve sokağa dökmek istedikleri insanlara) “uzlaşmayan taraf” olarak ilan ediyorlar. Yahu kardeşim, uzlaşılması gereken mevzu hangi mevzudur? Uzlaşılsın dediğiniz adamlar kimdir? Uzlaşma nedir? Ya sabır çekmeyi bilmem, ama bu lanetli çağda dervişlik makamının devrimcinin makamı olduğunu düşünürüm. Derviş devrimcide tecelli eder, devrimci de dervişte. Bu karşılıklı tecelli, aradaki “ya sabır” farkını eşitler veya mümin diliyle söylersek “nesh” eder, yani hükümsüz kılar. Ben ne yazdım, ne söyledi Grup yorum yıllar önce: Derviş olan kavga kucağındadır/ Kan bulaşan terin sıcağındadır/ Yürek zorlu yolculuklara gebe/ On beşinde sevdalık çağındadır/ Günlerim hey, gecelerim/ Biter bir gün acılarım. o

MAYIS 2012 | TAVIR | 21


deneme deneme

yaşamı umuda ayarlama ustası: güngör gençay çağlar mirik

Güngör Gençay’ı 23 Nisan günü toprağa verdik. Gençay 23 Şubat günü kaldırıldığı hastanede tam iki ay boyunca tedavi gördü. Hastaneye kaldırıldığı ilk günden bu yana O’nun yanındaydık. Kendisini bir kez bile olsun aramayanlar, ölümünden sonra gazetelere demeçler verdi. Tedavisi boyunca ziyaretine gelmeyenler, cenazesinde en önde olup, kendini göstermek için çabaladı. Tüm bunları ve daha fazlasını tarih not etti. Bu yazıda böylesi vefasızlıkları ve utanmazlıkları bir kenara bırakıyoruz şimdi. “Yaşamak, kavganın en büyük alanıdır.” Güngör Gençay, 1952’de başlayan yazın hayatında 60 yılı geride bırakmıştı. Ortalama bir ömür olan bu altmış yıl boyunca Gençay, inatla direnmiş ve tek başına da kalsa, eğilip bükülmeden bildiği yolda, doğru bir insan olarak yürümüştür. Bu altmış yılı insanlığın kurtuluş mücadelesine adamıştır. 12 Mart, 12 Eylül faşist darbelerinde bile sözünü sakınmamış, taviz vermemiştir. Gerçek Sanat Dergisi kapatılınca, Gerçek Sanat Yayınları’nı kurup devrimci şair ve yazarların kitaplarını basmıştır. Herkesin devrim-

22 | TAVIR | MAYIS 2012


cilere sırt döndüğü bir dönemde O, devrimci sanatçılara yeni alanlar açmayı kendine görev bilmiştir. Elbette ki bunları yapmak için insanın içinde büyük bir tutku ve sağlam bir inanç gereklidir. O’nun şiirinin ana izleği insan ve sosyalizm düşüdür. O, insanın insan gibi yaşamasının ancak sosyalizmde olduğunu bilen bir aydındı. Bunun için burjuvazinin boyunduruğundan kurtulmanın ve gerçek özgürlüğe kavuşmanın gerektiğini ve bunun mücadele ile olacağını söylüyordu. Şiirlerindeki dil yalın ve duru ama aynı zamanda özgürlüğün diliydi. “Özgürlüğün kendine ait bir dili vardır” derken, O bu dili iyi bilenlerdendi. Yaşamındaki ve eserlerindeki özgürlük fikrinin kökenini şu sözleriyle açıklamaktadır bizlere: “Eğer aklımızda ve de özlemimizde özgürlük düşüncesi yoksa onu yaşantımızdaki diğer alanlara da sokmamız mümkün olmaz.” “Canımız Güler Zere İçin” adlı kitapta (Yar Yayınları, Ağustos 2009) şöyle diyordu: “Yaşamak güzel bir şey elbette / ama insanca yaşamanın bir adı da özgür yaşamak / Onun için Güler Zere de hak ettiği özgürlüğe kavuşmalı / umutla bekliyoruz.” 29 Kasım günü gala gösterimi olan “Damında Şahan / Güler Zere Belgeseli”ne davet ettiğimizde hastalığına rağmen gelmiş ve belgeseli izlemişti. Yaşamı umuda uyarlama ustası Umutla yaşamayı ömrünün son anına kadar sürdürdü. Bunun içindir ki “yaşamı umuda uyarlama ustası” olarak anılmaktaydı. Hastanede yatarken bile çevresinde olup bitenleri kafasında kurguluyor ve “buraların öyküsünü yazmalıyız” diyordu. Kendisiyle ilgilenen hastane çalışanlarından yeri geldiğinde özür dilemeyi, onlara teşekkür etmeyi, mümkün oldukça onlarla konuşmayı eksik etmedi. Bir olay üzerine doktorları Güngör Gençay’a “Güngör Bey, sözünüzü hastayken bile sakınmadan konuşuyorsunuz” dediğinde, Güngör Gençay’ın cevabı belliydi: “Biz 12 Mart’larda, 12 Eylül’ler-

de bile sözümüzü sakınmadık!” Bir yazısında şöyle diyordu: “Devletin faşizan zihniyetli olduğu ülkelerde en büyük ceremeyi çeken kesimlerde şairler ve yazarlar bulunurlar. Gerçi anti demokratik ve baskı uygulamalarının karşısında doğal olarak başkaldırı da artar ama, bu olgu, ilerici aydın ve şair/yazarların derin yaralar almasını, hatta kıyıma uğramasını engelleyemez.” Edebiyattaki tutumu gerçeklerden yanaydı. Eğer bir eserde gerçekçilik varsa, Güngör Gençay o eseri ancak o zaman değerlendirirdi. Şüphesiz kendi yazdıkları da böyleydi. Gerçeklerden süzülmüş ve insana umut veren eserlerdi. Gerçekler saklanamaz, gizlenemez şeylerdi. Gerçekleri eserlerinde yansıtırken umudu yere düşürmez; umutsuzluğa kapılmazdı : “Bir ülkenin gerçeklerini, o ülkenin edebiyatından saklamak mümkün değildir. Toplumcu edebiyat anlayışı, özünde yılgınlık bilmeyen bir umudu taşır.” “Düşünce korkakları, hayatın da korkaklarıdır.” Güngör Gençay’ın gerek şairlik yaşamı, gerekse yayıncılık yaşamı korkusuzca, meydan okumalarla geçmiştir. Gürültü etmeden, savaşımını sanatıyla sürdürmüştür. Bileğini bükmeden yazmıştır. Sermayenin kölesi olmadan emeğin yanında olmuştur. Emeği işlemiştir şiirlerinde, emekçileri kaleme almıştır. “Sermaye, düşünceyi köleleştirir” derken, O, emeği eserlerinde başat unsur kılar. Güngör Gençay’ın hazırladığı antolojiler ayrı bir yazı konusu oluşturur ancak anmadan geçilemez: 1 Mayıs Şiirleri Antolojisi / Hayatı Dokuyanlara, Emekçi Kadınlara Şiirler / Zalim Titreme, Deprem Şiirleri / Şalterler İnince, Grev ve Direniş Şiirleri / Alevler İnsan Sesi, Sivas Kıyımı Şiirleri. Tematik antoloji olan bu çalışmalar ülkemizde şimdiye kadar örneği olmayan çalışmalardır. Uzun yıllar süren ve yoğun bir emek harcamayla ortaya çıkan bu antolojilere, devrimci şiirler antolojisi de denilebilir.

de de ön saflarda yer alan aydınlardandı. Tecrite Karşı Sanatçılar oluşumu içerisinde kuruluşundan bu yana yer alarak, tüm etkinliklerine katılmıştır. Bu yılın baharında sana veda edeceğim diyen Güngör Gençay sözünde durdu. Onu sonsuzluğa uğurladık: “Şair, ancak şiir kendisinden, ya da zorunlu olarak kendisi şiirden vazgeçtiği zaman ihtiyarlar. Şair ölene dek delikanlıdır.” o

Özgürlüğe Nöbet Tutan * Alnında taşıdı güneş bandını Nikâh yüzüğü gibi yetmiş altı gün Başucunda sözleri çırpaladılar Dilsiz bekleyişinde gözlerinin Bir cana doğru akarken su Ayağa kalktı ihtiyar ölüm Alnında taşıdı güneş bandını Bir taç gibi yetmiş altı gün “Paris Düşerken” ne diyordunuz? Elleri, gözleri, ayakları zulmün Geldi-gördü, aldı ve gitti, Ayağa kalktı ihtiyar ölüm Güneş gibi taşıdı güneş bandını İnancın burcuna yetmiş altı gün Bir tomurcuktu hayata koşan Güzellenen delikanlı yüreklerinde. Kuşlar uçup gitti özgürlüğe Buyursun gelsin ölüm.

* “Yaşam Çavlanında” adlı şiir kitabının bu ilk şiirini “ölüm orucunda yaşamını yitirenlere” adamıştır. o

Güngör Gençay, tecrite karşı mücadele-

MAYIS 2012 | TAVIR | 23


deneme deneme

umutlu olmak, halkın aydını olmak tavır

Halk olmak demek, halktan biri olmaktır en başta. Tevazu dolu, sevgili ve derin... Güngör Gençay için usumuzda kalan hatıralardan en önemlisi budur işte. Sessiz, tevazu dolu oluşu. Sessizdi, oysa bağıra bağıra konuşurdu şiirleriyle. Sessiz ancak doğru zamanda, doğru yerde, hayatın ona gösterdiği yerde durmasını bilirdi. Halkın yanında. Zulmün karşısında. 2009 yılında gaz bombalarıyla boğulan İstiklal Caddesi’nde, 1 Mayıs’ta polis barikatının önünde dururdu kocaman yüreğiyle.

te Karşı Sanatçılar’ın hiçbir eylemini kaçırmadı desek yalan olmaz. O yaşına rağmen, onca işine rağmen koşa koşa gelirdi. Ölüm orucundaki Av. Behiç Aşcı’nın yaşamını kurtaralım, tutsakları tecritten çıkaralım amacıyla kurulan bu aydın-sanatçı hareketinin, bu yüreğini demokrasi mücadelesine adamış duyarlı insanlar birliğinin en sadık eylemcisiydi Güngör abi. Delikanlıydı hepimizden daha çok. Dinamik, coşkulu... Öneriler sunar örgütlediğimiz eylemlere gelirdi. Verdiği sözü tutardı. Tutamayacağı sözleri vermezdi. Yürekten, isteyerek, gülerek umutla...

Doğru zamanda, doğru yerdeydi Güngör abi.

Umutsuz olmadı hiç. Umutsuzlar onu umutsuzlandırmadı. Biz yürüyelim, bizim bu yozlaşmış insanlarla işimiz olmaz diyordu Tavır Festivali için yazarları ararken.

Tutsaklar tecrit edilirken akciğerlerinin ona ettiği eziyete aldırmadan yavaş yavaş, soluklana soluklana yürür gelirdi Tecrite Karşı Sanatçılar’ın toplantılarına. Ne yapsak... ne etsek... Tutsaklar tecritte. Ne yapsak... Çırpınırdı adeta. Konu tutsaklar olunca daha bir ataktı o. Çok sevdiği belli oluyordu tutsakları. Tecri-

Yürüyorduk. Anlatıyor, ikna etmeye çalışıyorduk. Biz evet, biz bağımsız kitap fuarları kuralım, örgütlenelim. Örgütlülüğümüzün gücü ile başarırız tekellere ihtiyacımız yok diyordu bizimle birlikte o da... Yürüdü Güngör abi. Kitapları onun eteklerinden ayrılmayan çocukları gibiy-

24 | TAVIR | MAYIS 2012

di. Ne zaman gitsek o tarih kokan Gerçek Sanat Yayınları’nın yığılmış tozlu rafları arasında bize gülümserdi umutlu, mavi gözleriyle. Gözleri güzeldi. Yüreği kadar masmavi, okyanuslar kadar derindi gözleri. O gözlerde hiç umutsuzluk görmedik. Hangi işe başlasak onun heyecanını duyar, elinden gelen desteği sunmak için kafa yorardı. Yaşlı bedenini sürükler getirirdi. O yaşlı ve yorgun bedenini, sadece kasları ve omurgaları değil, o güçlü yüreği taşırdı çünkü. Tevazu sahibiydi. Kendisini ne zaman evine ya da işyerine bir araçla bırakmayı talep etsek bunu kabul etmez, asla böyle bir talepte bulunmazdı. Ezilirdik. Öğrenirdik de ondan. Öğretirdi bu tavırlarıyla. Bir etkinlikte olası bir polis baskısına karşı ilk onu korumak hep aklımızın bir köşesinde olurdu. Oysa o ilerleyen yaşına rağmen kendini korumazdı. Böyle bir kaygısını hiç hissetmedik. Ve bir gün onun 12 Eylül cuntasına karşı duran o cesur yüreği durdu. Şair Ruhan Mavruk mezarı başında ağ-


layan Güngör abinin ablasına şöyle diyordu güçlü bir ses tonuyla: “O bir döneme damgasını vurmuş bir insandır, öyle insanlar hiç ölmez anlıyor musun, topla kendini!” Böyle bir insandı toprağa verdiğimiz. Çağlar Mirik bu sayımıza yazdığı yazısında güzel anlatmış Güngör abiyi. Bir de fotoğrafını göndermiş Tavır Festivali’nde çektiği. Öyle güzel gülüyor ki o fotoğrafında. O festivalin en umutlu yüzüydü Güngör abi. Halk da hakkını verirdi onun, o umutlu gülen yüzünün. Cenazesinde TAYAD’lı analar oldukça kalabalık gelmişlerdi. Bir dert ortaklıkları vardı besbelli. Bir çay içmişlikleri, beraber yürümüşlükleri. Cenazede TAYAD’lı Bedriye Ana’nın yanına yanaştığımda üzgündü. Bir şey sormadan bir-

kaç cümle etti ki Güngör abiyi özetleyiverdi: “Öyle iyiydi, öyle iyiydi ki, insan kendini çok rahat hissediydi yanında...” Halkın aydını olmak insanı kendi yanında rahat hissettirendi. Analar bu nedenle üzgün yüzleriyle cenazesindeydiler. Sevmişlerdi Güngör abiyi. Çünkü kötü gün dostuydu. Tecrite atılan evlatlarının mücadelesine omuz vermişti çünkü. Sadece bir imza atıp köşesine çekilmemiş, eylemlerde bizzat bulunmuştu.

Umudu, sosyalizmi anlatan şiirler yazacağız. Gaz bombalarına karşı dikileceğiz polis barikatlarına astımlı ciğerimizle. Meydan okuyacağız yine. Tavır Festivali’nde kitap imzalayacak, şiire dair, sanata dair söyleşiler yapacağız halkımızla. O da bizimle olacak.

Nice festivaller örgütleyecek, sanatçıların sanat cephesini kuracaktık beraber. Hepsinde varım diyordu. Hepsinde olacaktı. Yine olacak.

Güngör abiye de sözümüz olsun. Bağımsız bir ülke kuracağız! o

O gülen umutlu mavi gözleriyle, kocaman yüreğiyle yine yanımızda olacak. Yine birlikte karşı duracağız tecrite.

MAYIS 2012 | TAVIR | 25


şiir

şiir

kınalı yel ceren deveci

Arif Öngel’e…

güp güp de güp güp merhaba ki sana merhaba. çaktı ha ünledi yanmışlığını öğretenimiz. köpürdeyen yar gözleri yeşile çalar ilmeğin denizin karasında kızıllaşır onuru yudumlayan dirençli günlerin derip göğün derinliğince nisan’a üleştirerek varın yoğun. sürdü mumun alevi tomurlanır tezdir yolu özündür vadiler boyu serilip kınalanır yelleri.

26 | TAVIR | MAYIS 2012


makale

makale

yarım asırlık bir emekçiye saygı mehmet esatoğlu

Ülkemizin ’60’lı yıllarda yaşadığı bir tiyatro kalkışması vardır. Yazarıyla, yönetmeniyle, oyuncusuyla, izleyicisiyle yeni bir yol arayışına girer ülke tiyatromuz. Gözlerini dünyada ve ülkede olup bitene diker. Sorar, sorgular ve yeniden yaratır. Ülkenin gençleri ortaya çıkar. Soğuk salonlarda saatlerce tartışırlar, prova yaparlar. Büyük çoğunluğunun tiyatro eğitimi yoktur. O günlerde tiyatroya dair çokça kaynak da yoktur. Onlar karanlıkta el yordamıyla araya taraya yola düşerler. İşleri oldukça zordur. “Metin nasıl çözülür? Aktör sahnede neler yapmalıdır? Dekor nasıl çakılır? Müzik nasıl olmalıdır? Efekt nereden bulunur? Kadın oyuncu olarak kimi ikna edebiliriz?” gibi sorunlar, önlerinde

MAYIS 2012 | TAVIR | 27


lar da...” Türel, ’60’lı yıllarda Gençlik Tiyatrosu ülkemizde kaleme alınmış ve ilkler içinde anılan devrimci oyun metinlerinden olan “Ayak Bacak Fabrikası” üstüne çalışmaya başlar. Sermet Çağan; egemenler tarafından sakatlanan, ardından da ayak-bacak satın almak için çırpınan bir halkın öyküsünü anlatır oyunda. Cüneyt Türel oyunda canla başla çalışır. Susturulmuş ve ağzı bağlanmış genci oynar. Oyun Almanya’da Earlangen Festivali’ne katılır ve üçüncü olur. ’70’lerin ortası ülke yeni bir coşku içinde. Şehir Tiyatrosu 12 Mart darbesi karanlığını aşmış. Muhsin Ertuğrul yeniden tiyatroda kolları sıvamış; Cüneyt Türel, Beyazıt Meydanı’nın ardından ikinci koşusuna başlamış. Biz gençler onun sahnede Yunus Emre oynayışını izliyoruz. Sahnede duruşundan etkileniyoruz. Ses tonundan etkileniyoruz. Ona hayranlıkla bakıyoruz. Ancak o çok mütevazı. Hiç böbürlenmiyor. Biz onun sahnede yaptığı bir güzelliği, övmeye kalktığımızda yüzü kızarıyor. İstanbul Şehir Tiyatroları’nda Vasıf Öngören’in “Oyun Nasıl Oynanmalı?”yı sahneleyeceğini duyduğunda bir çocuk gibi seviniyor.

dağlar gibi durmaktadır. Bayazıt’ın “Hürriyet Meydanı” diye anıldığı günlerdir onlar. O meydanda bir genç koşuşup durur. Bir ayağı üniversitede, bir ayağı Talebe Birliği Sahnesi’ndedir. Uzun ince boyludur. ’68’in gençleri gibi yakışıklıdır, görkemlidir. Can Yücel’in Deniz Gezmiş için söylediği onun için de geçerlidir. “En hızlısıydı hepimizin, En önce göğüsledi ipi...” O günleri şöyle anlatıyor Cüneyt Türel:

28 | TAVIR | MAYIS 2012

“Yıl 1961. Eminönü Öğrenci Lokali’ndeki Gençlik Tiyatrosu’na ayrılmış olan bölümde bir sınav var. Lise öğrencisiyim. Gençlik Tiyatrosu’na girmek istiyorum. İşim zor. Çünkü bu tiyatro üniversitelilerin. Neyse ki kazananlar arasında ben de varım. Çalışmalar başlıyor. Ağabeylerim var. Bir tanesi Vasıf Öngören, fizik bölümü öğrencisi. Musahipzade Celal’in ‘Kafes Arkasında’ oyununu hazırlıyoruz. Ben doğal olarak küçücük bir rol alıyorum. Vasıf Öngören’i dikkatle izliyorum. Öğrenmeye başlıyorum. Benim kuşağım Vasıf’tan çok şey öğrendi; ve sonraki kuşak-

Rol dağılımı açıklandığında gözlerimize inanamadık. Vasıf Öngören ona Kabadayı Mecit rolünü vermişti. Rol çizelgesinde bir yanlışlık olduğunu düşündük. O Yunus Emre’den dizeler okuyan yumuşacık sesli adam ve para babası Kudret beyin vurucu gücü Mecit. Olacak şey değildi. Vasıf Öngören’in oyun metni yerine “Bilgi Teorisi” kitabıyla geldiği o ilk provada, bir ilkokul öğrencisi heyecanıyla masanın kenarına yerleşmiş onu dinlerken gördük. Oyun provaları sırasında Vasıf Öngören’le el ele verip, o üzerine ya-


pışmaya başlayan “romantik jön” havasını nasıl sıyırıp attığını heyecanla izledik. “Oyun Nasıl Oynanmalı?”yı oynarken sahnede beyaz takım elbiseli bir katil vardı. Oldukça nazik ama patronunun çıkarı adına alabildiğine gaddar davranan Mecit’i büyük bir özenle oynadı. Vasıf Öngören ve yapıtları onun sanat duruşunu derinden etkilemiştir. Öngörenle ilgili Türel şunları anlatıyor: “Vasıf’ın asıl eğitmenliği, Doğu Berlin dönüşü ile başladı. Tarihi maddeci, sosyalist gerçekçi tiyatronun, en güvenilir adresi artık o idi. Kurulan-dağılan tiyatrolar, turneler, darbeler -kolluk kuvvetleriyle köşe kapmacalar, bildirileraçık oturumlar, dayanışmalar-ayrışmalar, mahpusluklar, özgürlükler ve yazdığı oyunlar. Ve bugüne kadar yaşıyorken hiçbir yazara nasip olmayan bir başarı. ‘Asiye Nasıl Kurtulur?’ oyunu ile sarsılan koca bir ülke. Hatta Asiye ile özdeşleşen bir ülke. Oyunun izleği ile bütünleşen

bir Türkiye siyasasının terminolojisi. Öyle ki, kim Türkiye için bir hikmet yumurtlayacaksa ‘Asiye’ye değinmeden edemezdi artık” ’90’lı yıllarda bu kez dramatik tiyatronun hakkını veren bir Cüneyt Türel izledik. Rus yönetmen Heifes, İstanbul’a gelmişti ve Anton Çehov’un Vişne Bahçesi’ni sergiliyordu. Cüneyt Türel evin asalak dayısı rolündeydi. Türel için bir öğrencilik dönemi daha başlamıştı. Türel, Heifes’ten öğreniyordu ama Heifes de Cüneyt Türel gibi bir büyük aktörle çalışmanın heyecanını yaşıyordu. Çehov’un “Vanya Dayı” oyunu provalarına başlarken Heifes ona; bu oyunda üç ayrı yerde “evet” sözcüğünü kullanacaksın. Bu “evet”leri doğru ve yerinde olarak kullandığın an bu oyun da çıkmış olacak dedi. Türel üç ay boyunca o “evet”leri aradı durdu. Gerçekten de onları kotardığı gün oyun da sahnede akıp gidiyordu.

Türel’in yaşamı boyunca düştüğü en büyük yanılgı Aksanat Prodüksiyon Tiyatrosu oldu. Sabancı Holding bünyesinde yer alan Aksanat’ta bir tiyatro var etmeye çalıştı. Uzun çabalar harcayarak birkaç oyun üretti. Ama holding yöneticileri onun repertuarını ve tiyatro anlayışını beğenmediği için, her defasında önüne engeller çıkararak sonunda tiyatroyu yok etmeyi başardılar. O yaşamı boyunca üretti. Her oyuna bir amatör heyecanıyla başladı. Profesyonel bir duruşun da hakkını verdi. Ülke tiyatrosuna yarım asır emek harcamış bir sanat emekçisini uğurluyoruz. Onun 30 yıl emek harcadığı Şehir Tiyatroları şimdi tehlikededir. Ama ne güzel ki Cüneyt Türel’in çocukları ve arkadaşları ayaktadır. Ona layık evlatlar olarak kol kola vermişlerdir. Selam olsun ülke tiyatromuza, selam olsun 50 yıllık büyük emekçi Cüneyt Türel’e. o

Cüneyt Türel, 1942 yılında İstanbul’da dünyaya geldi. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü mezunu olan Cüneyt Türel, tiyatroya Yeşil Sahne ve Gençlik Tiyatrosu’nda başladı. Aynı dönemde İstanbul Üniversitesi Türk Talebe Birliği Gençlik Tiyatrosu`na katıldı. Burada hem konservatuvar düzeyinde bir iç eğitim alıyor hem de pratik olarak seyirci karşısına çıkıyordu. İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nden mezun olduktan sonra, 1962 yılında Gülriz Sururi – Engin Cezzar Tiyatrosu’nda profesyonel oldu. Daha sonra Lale Oraloğlu Tiyatrosu’nda çalıştı. 1965 yılında Cimri oyunu ile 30 yıl boyunca çalışacağı Şehir Tiyatroları’na geçti. 1995 yılında İstanbul Şehir Tiyatroları’ndan ayrıldı ve Tiyatro İstanbul bünyesinde bir sezon “Sanat” adlı oyunu oynadı. 1975 yılında Ajda Pekkan’ın “Palavra Palavra” şarkısında yaptığı düetle, herkesin hafızasında sesiyle kalıcı iz bıraktı. 1995 yılında Işıl Kasapoğlu ve Tilbe Saran ile birlikte Aksanat Prodüksiyon Tiyatrosu’nu kurdu. 2007 yılında kapanana kadar bu tiyatronun her oyununda oynadı. 2004 yılında Kent Oyuncuları’na misafir oyuncu olarak katıldı ve üç oyunda rol aldı. 2007 yılında tekrar Tiyatro İstanbul’da Çıkmaz Sokak Çocukları adlı oyunda misafir oyuncu olarak oynadı. 2008 yılında Tiyatro Dot’a Karatavuk adlı oyunla misafir oldu. 2007 yılından başlayarak rol aldığı Robert Wilson’un yönetimindeki “Rumi” (In the Blink of the Eye) oyunu Atina’da, Varşova’da ve Ravenna Festivalinde sergilendi. 2009 yazında İstanbul Tiyatro Festivali’nin özel projesi kapsamında ünlü Fransız oyuncu Jeanne Moreau ile birlikte Rumeli Hisarı’nda sahnelenen ve Amos Gitai’nin yönettiği, “Işığın Oğulları ile Karanlığın Oğullarının Savaşı” adlı oyunda rol aldı. Oyuncu, 1979 yılından bu yana çeşitli sinema, televizyon ve seslendirme çalışmalarını da sürdürdü.

MAYIS 2012 | TAVIR | 29


ayın fotoğrafı

ayın fotoğrafı

FOSEM

30 | TAVIR | MAYIS 2012


deneme deneme

kendi zihnini savunmak: “engin çeber halk kütüphanesi” ümit ilter

“Karşı koymazsak eğer tehlikededir günlük ekmeğimiz bacamızın tütmesi tehlikededir evimiz, aşkımız, çocuğumuz pencerede saksı kitap sevgisi, insan sevgisi tehlikededir...” (Arif Damar) Duyduk duymadık demeyin: İstanbul'un Gülsuyu-Gülensu semtinin güzel halkı, mahallenin orta yerine “Engin Çeber Halk Kütüphanesi”ni kurdu. 18 Mart 2012 tarihinde gerçekleştirilen açılışa, mahallenin çoluk çocuk, kadınerkek, yaşlı-genç insanları katıldı. Önemlidir bu. Ortak aklımızın kayıtlarına geçsin. Ki çoktan geçti tarihe. Orası öyle ve tam da bu nedenle, bu haberi, burjuvaziye ait televizyon, gazete ve kültür-sanat dergilerinde göremezsiniz. Çürümüş kapitalizmin kokuşmuş burjuvaları “entelektüel” görünme adına, halkı sömürerek elde ettikleri haksız kazancın reklama ayrılmış kısmının azıcığıyla sponsor oldukları sergi, müze vb. açılışlarına katıldıklarında “haber” olur bu. Elbette, burjuva medya için.

MAYIS 2012 | TAVIR | 31


Burjuva medyanın ekranları, ellerinde kokteyl ya da şerbet bardağı tutan bu kokuşmuş sosyetenin “kültür”e verdiği önemi gözümüze sokar. Şurada ya da burada kendi adlarını verdikleri “kültür” kurumlarının kurdelesini keserek açılışını yapan kokuşmuş burjuvalar ile onların borazanı olan politikacı ve bürokratlar, konuyla ilgili ahkam kesme fırsatını da kaçırmazlar. Kestikleri kurdele, açtıkları kurum, verdikleri görüntü halk düşmanlıklarını örtme amaçlıdır. Ama örtemezler. Çünkü, kestikleri kurdele o kadar geniş değildir. Onca yaldıza, makyaja ve yalana rağmen sırıtır halk düşmanlıkları. Ve hiçbir parfüm, bastıramaz tarihsel kokuşmuşluklarını. Halktan çaldıklarının birazcığı ile bu tür şeyler yaparlar ki, halktan çalıyor olma gerçeğini gizleyebilsinler. Burjuvazinin bütün kültürel faaliyetlerinin esas ve sınıfsal amacı da budur. Bu kirli amacın dünya genelindeki karargahı olan CIA'nın “Psikolojik Savaş” üzerine hazırladığı bir el kitabında bu konu şöyle formüle ediliyor: “İnsanın en kritik noktası zihnidir. Zihnine bir kez ulaşıldı mı, 'siyasal hayvan' mermilere bile gerek kalmadan yenilgiye uğratılabilir. Hedef bütün halkın zihnidir.” Halkın zihnine el atmaları demek yozlaşma, bireycilik, “bana ne”cilik, “böyle gelmiş böyle gider”cilik, bencillik... sonuçlarını yaratır. Fakat, nereye kadar? Nereye kadar halkın zihnine el uzatabilirler? Bu kirli amacı engellemenin bir yolu yok mu? Cevaplardan birisi, Engin Çeber Halk Kütüphanesi'dir...

İSTİYORLAR Kİ... Emperyalizm ve oligarşi, “Hedef bütün halkın zihnidir” diyerek, ellerinden geleni yapıyorlar. İstiyorlar ki, halkın zihni uçkuruna düşsün. Başka bir şey düşünemesin. Yaygınlaştırılan fuhuşun anlamı budur. İstiyorlar ki, halkın zihni her türden alkol ve uyuşturucu ile “güzel” olsun. Böylece, safrasına dönüşsünler hayatın ve sızıp kalsınlar. İstiyorlar ki, halkın zihni hurafelerle bulandırılıp zalimlere ve haramilere şükreder olsunlar. İstiyorlar ki, halkın zihni kumar masalarında, loto-toto-at yarışı-piyangoda kalsın. “Yırtmak” için her şey mübah görülsün. İstiyorlar ki, halkın zihni kapı komşusunu, meslektaşını, okul arkadaşını... kısaca kendisi gibi olan herkesi “rakip”, burjuvaları da “efendi” olarak görsün. Böylece, kendisi gibi olanları ezmeye çalışırken, burjuvaların karşısında ses etmesin ezilmesine. İstiyorlar ki, halkın zihni yalnızlık içinde kalıp iyice güvensizleşsin kendine. “Her koyun kendi bacağından asılır”a inandıkça, burjuva kasapların karşısında hizaya geçip sırasını beklesin. İstiyorlar ki, “bu halk adam olmaz” yalanlarına, halkın kendisi de inansın. Ve fakat, hayat, emperyalizm ve oligarşinin isteklerine göre şekillenmez her zaman. Bir de halkın cephesi vardır. Burjuvazinin saldırılarına karşı halk cephesi de boş durmaz. Yeni mevziler kazanır halk, hayat denilen kavgasının içinde. Korur böylece zihnini ve savunup büyütür kendi kültürünü... KÜLTÜR ÜZERİNE... Sahi, “kültür” neydi? Gelin, cevabı kadim dostumuz Eduardo

32 | TAVIR | MAYIS 2012

Galeano'dan dinleyelim: “Bizim için, kültür, yalnızca tiyatro oyunu, film, senfoni, tablo üretimi ve tüketimiyle sınırlı değildi. Kültürden, insanları buluşturan ve birleştiren bir yer yaratmayı anlıyorduk.” (Aşkın ve Savaşın Gündüz ve Geceleri'nden / Alan Yayıncılık) Engin Çeber Halk Kütüphanesi de, işte bu anlayışın bir eseri olarak kurulmuştur Gülsuyu-Gülensu'da. Kuruluş mücadelesinden açılışına kadar insanları buluşturan, birleştiren bir yere dönüşmüştür. Devam edelim dostumuzu dinlemeye: “Bizim için, kolektif bilincin ve kimliğin tüm simgeleri kültürdü.” (Age.) Kütüphane için seçilen isim de bu gerçekliğe işaret eder. Engin Çeber demek, hem zulme uğrayanı sahiplenmek, hem de bu sahiplenme içinde karşılaştığın zalimlere boyun eğmemek demektir. Bu yanıyla, Engin Çeber, kolektif bilinç ve kimliğimizin simgelerindendir. Ki Engin Çeber'i kurduğu kütüphaneye isim olarak koyan halk, zihnine de sahip çıkıyor demektir. O kütüphanenin anlamı budur. Elbette, kütüphane demek, kitap okunacak yer demektir. “Bilgi güçtür” perspektifiyle bilgilenmek için, okunacaktır. Elde edilen bilgiler paylaşılacaktır. Paylaşıldıkça da hayatla harman edilip halkın içinde yayılması sağlanacaktır. İşte bu paylaşım ve bilginin hayatın içine yayılmasını sağlamak, kültürün bir başka boyutunu oluşturur. Galeano'ya kulak verelim bir kez daha: “İnsanlarla konuşup tartışmak, onlara bir şeyler kazandırmak istiyorduk: Kültür ya iletişimdir ya da hiçbir şey değildir. Yeni bir kültür, dilsiz olmamak için sağır olmamak ile başlamalıydı işe.” (Age) Engin Çeber Halk Kütüphanesi'nin kuruluş çalışmaları da işte böyle başladı.


Halkla birlikte toplantılar yapmayı sürdürdüler. Sorunlar görüşülüp kararlar alındı. İşte o kararlardan birisi de, mahalleye bir kütüphane yapılması oldu. Burjuvazi, halkın semtine alkol, uyuşturucu, fuhuş, bencillikleri sokarken; halk, kendi semtine kütüphane yapmaya karar verdi. Elbette, o gün alınan kararlardan bugün açılan Engin Çeber Halk Kütüphanesi'ne ulaşan süreç içinde birçok şey yaşandı. Saldırılara, engellemelere maruz kalındı. Ama hiçbir şey Gülsuyu-Gülensu'nun umutlu insanlarını durduramadı. Ve...

Gülsuyu'nun umutlu insanları da “dilsiz olmamak için sağır olmamakla” başladılar işlerine...

edeceklerdi ki? İt iti ısırmazdı...

YOZLAŞTIRMAYA KARŞI MÜCADELE... Gülsuyu-Gülensu güzel bir mahalledir. İnsanları, emekçi ve yoksuldur. Tam da bu nedenle, yozlaştırma saldırılarının hedefi durumundadırlar. Öyle ya, emekçi ve yoksul olan halktan insanların zihinleri şu ya da bu biçimde bulandırılıp zehirlenmedikçe “isyan” ederler bu zulüm ve sömürüye.

Ormanlık bölgede bulunan çeşmeden su bile alamaz oldu artık halk. O bölgeyi ayyaşlar, uyuşturucu müptelaları zaptetmişti. Sık sık kavga çıkartıyor, içip içip halkın evlerinin önünde küfrediyorlardı. İşte bu noktada devreye Engin Çeber'in yoldaşları girdiler ve halkın tepkilerini kuşanıp yozlaştırma kuşatmasının karşısına dikildiler. Halkla birlikte “Bu işin içinden nasıl çıkarız”ın derdine düştüler. Toplantı yaptılar, halkla konuştular. Kısaca, halka sağır olmadılar ki dilsiz kalmasınlar.

Burjuvalar ne diyordu: “Gecekondulardan gelip gırtlağımızı kesecekler”. İşte bu korkuyla ve bu korkularının kahramanı olan halkı teslim almak için, baskı ve yozlaştırmayı saldılar yoksulların üstüne. Böylece ve giderek, GülsuyuGülensu'nun güzel çocuklarının şen seslerinin yankılandığı sokaklarda baskı ve yozluk saçan pislikler daha sık görünür oldu.

Halkı dinlediler, önerileri derlediler ve yapılabilecekleri, halkla beraber kararlaştırdılar. Ve düştüler yola. Önce, ormanlık alanı içki, fuhuş, uyuşturucu mekanı olarak kullananlardan temizlediler. Uyuşturucu satan torbacıları, fuhuş yapanları teşhir edip mahalleden kovdular. Ormanlık alan böylece temizlendi. Hem suyunu rahatça alabildi, hem de gidip pikniğini yapar oldu böylece halk.

Özellikle, mahallenin “son durak” olarak bilinen ormanlık alanını içki, uyuşturucu, fuhuş mekanına çevirdiler. Bütün bunlar, “resmi” gözlerin önünde ve aslında, denetiminde yapılıyordu. Elbette, bütün bunlara tepkiliydi halk. Ama sesini de çıkaramıyordu. Kime şikayet

Burada bir not düşelim, o da şu: Bunların bedeli olarak, Engin Çeber'in arkadaşlarından kimisi, emperyalizm ve oligarşinin yozlaştırma çarkına çomak soktukları için tutuklandılar.

Ve o güzel insanlar, o gün (18 Mart) verilen emek, ödenen bedelin eseri olan kütüphanelerini açtılar. Halkın sevinci görülmeye değerdi. Sonunda, başardılar. Kütüphane binasına astıkları tabelada “Engin Çeber Halk Kütüphanesi” yazıyor ve Engin, bakmaya devam ediyor hayata. SONUÇ YERİNE... Engin Çeber Halk Kütüphanesi kuruluş macerası ve varoluşu, bize ne anlatıyor? 1- Halk bir araya gelip örgütlü davranırsa, yozlaşma dayatan emperyalizm ve oligarşinin bu kirli politikasını bulunduğu alanlarda bozacak güce sahiptir. 2- Halk, kendi kahramanları olan Engin Çeberler'e sahip çıktıkça, kendi zihnini de savunuyor demektir. 3- Sözün özünü Dayı söylemiştir: “... halka gerektiği gibi gidilir, halktan ne istediğimizi, ne yapmak istediğimizi devrimci tarzda anlatırsak, eğitirsek bu halk bize gereken her şeyi verecektir.” Sonuç olarak, Engin Çeberler'e, Gülsuyu-Gülensu'nun güzel halkı ve umutlu delikanlılarına bin selam. Vesselam...o

Geri kalanlar devam ettiler çalışmalarına. MAYIS 2012 | TAVIR | 33


makale

makale

halk için sanat ve sovyet deneyimi şahin şap

İnsanın el becerilerinin geliştiği ve kendi başına bir şey yapabilme noktasına geldiği günden bu yana sanat ve sanatçı olgusu tartışılmıştır. Avrupa'da Rönesans hareketinden sonra bu tartışma "Sanat sanat için midir, yoksa toplum için mi?" tartışmasına evrilmiştir. Kendi içerisinde politikasızlığı savunurken aslında politik bir tavır imgesi olan “sanat sanat içindir” akımı, içinde bulundurduğu ağır argümanlarla hiçbir zaman tam olarak anlaşılmamıştır. Kendimden biliyorum; ortaokul ve liselerde "sanat sanat içindir" akımını destekleyen ve bu doğrultuda eğitim veren öğretmenlerim yüzünden sanata karşı hep bir ön yargım olmuştu. Çünkü bu akımın ideolojik tutarsızlığı bir yana, eser sahiplerinin kullandıkları hemen hemen her teknik insana -ve doğal olarak bana- yabancı geliyordu. Eserlerindeki anlaşılamayan üslup, resimlerindeki ağır kalıplar, heykellerindeki mimesis yoksunu beton parçaları... Hani bir söz var, "Ne kadar anlatırsan anlat, ancak karşıdakinin anladığı kadarsındır" diye. Sanat için sanat savunucularının da unuttuğu ve eksik ettiği şey buydu. Kant'ın "Sanatın kendisi dışında hiçbir amacının olmadığı" görüşü,

34 | TAVIR | MAYIS 2012

Hegel'in, "sanattaki güzelliğin doğadaki güzellikten üstün olduğu" görüşü, aslında bahsettiğim sanat için sanat akımını özetler nitelikte. Marx ve Engels'in devrimci sanat üzerine temel bir eser bırakmamış olması bu konuda büyük bir eksik gibi dursa da, hem sanat hakkında üzerinde fazla durmadan söylemiş oldukları cümleler, hem de Marx'a ve Engels'e gönderilen ve kendilerinin eleştirmesini isteyen mektuplara verdikleri cevaplar bizim sosyalist sanat literatürümüzün temel yapı kaynağı olabilir nitelikte. Marx, sanatı tanımlarken şunları söylüyor: Yaratıcı eylem, insanın ve doğanın karşılıklı etkileşiminin bir aşamasıdır. Bu toplumsal bir karakter taşır. Sanat, yaşamı insanileştiren bir olgudur." Sosyalist gerçekçilik akımının temel aldığı yansıtma teorisi uyarınca, hayatı sanat eserine yansıtma olgusu Marx'ın bu sözleriyle anlam kazanıyor. Sanatçı propaganda yapmalı mı? Sovyet devrimi gerçekleştiğinde Bolşeviklerin elinde "sosyalist sanat" ile ilgili herhangi bir teorik bilgi yoktu. Sadece bu konu üzerine biraz da olsa eğilmiş olan Lenin'in makaleleri ve Marx ve Engels'in daha önce sanat hakkında söy-

lemiş oldukları sözler vardı. Özellikle Lenin'in 1905 yılında yazmış olduğu "Parti örgütü ve parti edebiyatı" adlı makalesinde Sovyetlerdeki kültür atılımının nasıl gerçekleşeceğinin ipuçları yer alıyordu. Lenin bahsi geçen makalesinde şunları söylüyordu: "Bir parti edebiyatı ilkesi neye dayanacaktır? Sosyalist işçi sınıfı açısından edebiyat belirli insanların ya da toplulukların tekelinde bir zenginleşme aracı olmamalı demekle yetinemeyiz. Aynı zamanda edebiyatın proletaryanın genel davasından bağımsız, kişisel bir iş olmaktan çıkmasını da savunmalıyız." Ve Lenin'in sözüm ona "özgürlükçü"leri kızdıran ve sanatçının propaganda yapmaması gerektiği savunanları kızdıran o sözleri şuydu: "Örgütlü sosyalist proletarya, bütün bu çalışmaları kendi gözetiminde bulundurmalı, baştan sona denetlemeli ve ayrımsız, bütün her yere, yaşayan proletarya davasının hayat dolu akışını götürmeli ve böylece, ‘yazarın işi yazmak, okuyucununki okumak’ diyen o yarı Oblomovcu, yan bezirgan, eski Rus ilkesinin ayaklarını yerden kesmelidir." Sovyetlerdeki kültür atılımı gerçekleştiği sırada burjuva sanatından vazgeçmeyen ve halkla uzaktan


yakından ilişkisi olmayan çoğu sanatçı uygulanan bu sistemi, "sanatçıyı bir bürokratik parti mekanizmasının kölesi durumuna indirgiyor" diyerek eleştirdi. Kimisi Sovyetleri kötüledi, kimisi komünist rejiminin baskıcılığından dem vurdu. Burada Lenin'in ne kadar öngörü sahibi bir insan olduğunu anlamak için yine "Parti edebiyatı ve parti örgütü" adlı eserinde tam da bu sanatçıların ağzından yazmış olduğu şu sözleri hatırlayarak analım: "Özgürlüğün coşkulu yandaşı birkaç aydın 'Nasıl!' diye bağıracaktır belki de. Edebi yaratma gibi alabildiğine ince, alabildiğine bireysel olan bir konuyu topluma bağımlı kılmak istiyorsunuz demek! İşçilerin bilimin, felsefenin, estetiğin sorunlarını oy çoğunluğuyla çözmelerini öneriyorsunuz ha... Siz zekanın tamamen kişisel olan mutlak yaratıcılığını inkar ediyorsunuz demek!" Aslında Bolşevik iktidarının başından beri yapmak istediği tam olarak buydu; insanların içindeki burjuva ideolojisini yok etmek. Kübizm, fütürizm gibi akımların arkasına sığınan sanatçıların eserlerinin reddedilmesinin sebebi içinde barındırdıkları burjuva ideolo-

jisiydi. Sanatçının halktan uzak ve sadece sanat icra etmesi gerektiğini savunan, bireycilik kanserine yenik düşmüş sanatçıların yansıtma teorisi ve sosyalist gerçekçilik üzerinden Sovyetlere saldırması da bu yüzden olmuştur. Çoğunluğu liberallerin oluşturduğu bir güruh da, Stalin döneminin kültür bakanı Andrey Jdanov üzerinden Sovyet iktidarını karalamaya çalıştı. Onun sanatçılar üzerinde kurmuş olduğu baskıyı eleştirerek, sanatçının bir propaganda aracı olmadığını savundular. Jdanov'u sanat konusunda korkunç bir kabalık ve bilgisizlikle suçladılar. Bunu yaparken de Stalin döneminin kültür sanat çalışmalarını Lenin dönemininkiyle ayrıştırıp Lenin'i iyi adam, Stalin'i de kötü adam konumunda değerlendirmeye özen gösterdiler. Oysa ki Lenin'in yazının başında belirtmiş olduğum "parti örgütü ve parti edebiyatı" makalesinde burjuva sanatçılara karşı almış olduğu tavır ortadaydı. Fakat buna rağmen burjuva sanatçılar Jdanov'u hedef göstermiş ve onun üzerine oynamışlardı. Dönemin sanatçılarından Şoştakoviç ve Hacaturyan'ı yönelik eleştirileri örnek gösterip Jda-

nov'un sanat konusundaki beceriksizliğinden dem vurdular. Hatta Rus dilinin en büyük şairlerinden biri olan Mayakovski de kimi zaman bu eleştirilere maruz kalmış ve bunları olumlayıp şiir alanında fütürist akımdan kurtulup sosyalist gerçekçilikte önemli bir isim olmuştur. Jdanov ve Bolşeviklerin iktidarı ele aldığı gün sanat alanında ilk yaptıkları şey burjuva ideolojisini mahkum etmekti ve bunu da sanatta biçimci akımı eleştirerek başlamışlardı. Bolşevikler, burjuva sanatçıların halktan uzak bir şekilde biçimsel denemelerini hoş görecek bir durumda değildi. Jdanov sanatçılar birliği toplantısında bu durumu şu şekilde açıklıyor: "Sovyet bestecisi yüce adına layık olmak istiyorsanız, halka bugüne kadar olduğundan daha iyi hizmet etmek zorundasınız. Müzikte biçimci akımı 12 yıl önce mahkum etmemize rağmen hala bu eğilimleri sergileyenlere Stalin ödülü verildi; bu bir avans niteliğindeydi. Fakat geçen bu kadar yılda biçimci akımdan kurtulunamadığını gören parti işe karışma kararı almıştır." Burjuva hümanizminin penceresinden baktığınızda Jdanov'un yapmış olduğu-

MAYIS 2012 | TAVIR | 35


nun yanlış olduğunu söyleyebilirsiniz fakat sosyalist açıdan bakıldığında bu gayet normal bir durumdur. Örgütlü sanatçı yaratma konusunda bir hayli sıkıntı çeken sol gelenek, bu tarz yaklaşımlarda bulunanları "partinin buyruğu altında sanat yapmak"la suçlar ve buna karşı hiçbir şey üretmez. Örgütlü sanatçıya öcü gibi bakılır, egoist yaklaşımlara inanılmaz değerler verilir.

çılar. Halktan uzak, bireyci çıkarları doğrultusunda sanat yapanlar elbette ki halk için sanat yapan gerçek sanatçıları anlayamazlar.

Jdanov'a ve sosyalist gerçekçilik akımının temel taşlarını oluşturan örgütlü sanatçılık kavramına getirilen eleştirilerin çoğunluğunu bireyci yaklaşımlar oluşturmaktadır. İçindeki küçük burjuvayı öldürememiş sanatçılar, ekonomik denge üzerine kurulmuş, her şeyin para ile ölçüldüğü toplumlarda bir avuç azınlığın hegemonyası altında sanat yaptığını zannederler. Düşünün; bir yanda daha esere başlamadan bu eser sonunda alacağı parayı hesap eden sanatçılar(?), bir yanda halkının özgürleşmesi için her alanda mücadele eden sanat-

Kültür sanat alanı, proletarya partisinin ilgilenmeyeceği veya türlü burjuva işlere göz yumacağı bir alan değildir; aksine halka yönelik gerçekleştirilecek her türlü ajitasyon ve propaganda fiilinin temel aracı olarak bakar bu alana.

36 | TAVIR | MAYIS 2012

Sosyalist bir toplumda, bütün pratik işlerin dayanışma içerisinde yapılması ve sanatçıların da bu kolektifin içinde yer alması, biçimci sanatı egemen kılmak isteyenlerin elbette ki hoşuna gitmez.

Sonuç olarak, örgütlü sanat ve örgütlü sanatçı; aslında bir bağımlılık değil, ideolojik bir gerekliliktir. Liberal düşüncenin bireyin özgürlüğünü savunup konu toplumun özgürlüğüne gelince "olmaz" dediği noktadan hareketle, sanatta da bireyci bir özgürlüğün ar-

dına sığınıp milyonlarca insanın kurtuluşunu hiçe saymak egoistliktir, bencilliktir. Kariyerist bir bakış açısıyla temelinde "Ne kadar fazla para kazanırım?" düşüncesiyle bir üretim yapan sanatçı, sanatçıdan ziyade bir tüccardır. Bizim sanatçı olarak nitelendirdiğimiz insanlar kızıl ordu milisi olup savaştan savaşa koşan, türlü hastalıklara rağmen cepheyi bırakmayan fakat en son felç olunca yatağa mahkum olan fakat bu haldeyken bile Çelik Böyle Sertleşti kitabını yazan Ostrovski gibi; parmaklarını kıranların suratına "Venceremos! Biz kazanacağız" diye haykıran Victor Jara gibi; Alman faşizmine elde silahıyla direnen, kurşuna dizilirken bile "kim ki özgürlük mücadelesinde düşerse / o ölmez" diyen Nikolai Vaptsarov gibi; Alman işgaline karşı direnişe duran Fransa'nın yiğit şairi Paul Eluard gibi ve her türden bedeli göğüsleyerek, bir kar makinası gibi devrimci müzik alanında doğru bildiği yolda “türküler susmaz halaylar sürer” şiarıyla yürüyen Grup Yorum gibi devrimci sanatçılardır. o


öykü

öykü

muharrem gibi kurtuluş yıldız

- Hasan Efendi… Hasan Efendi… kalk da kahvaltımızı yapalım, saat 09.00’a geliyor, hadi fazla oyalanma. - Tamam kadın. Kalktık işte. Offff, bu bel ağrısı da öldürecek beni bir gün. Havlu nerede? Getiriver de yüzümü sileyim. Saat de amma geç olmuş, ajansı da kaçırdık. Neyse, kahvede gazeteden okurum olan biten haberleri… Ben çıkıyorum hanım.. hadi eyvallah... - Güle güle. *** - Merhaba arkadaşlar, cümleten merhaba. Nasılsınız gençler? Şeytanınız bol olsun, sabah erkenden kurmuşsunuz oyunu. - Gel Hasan, çayımızı iç. - Yok sağol Mehmet, şu gazeteye bir göz atayım. - Gazete gençlerdeydi en son, sonra bakarsın, gel hele gel.

- Olsun olsun, hem gençlerle de sohbet ederim biraz. - Nasılsınız delikanlılar? - (Ahmet) iyidir Hasan abi. - Ne oldu senin iş Ahmet? İşbaşı yaptın mı? - Ahmet; yok be Hasan abi. Gittim bir-iki gün çalıştım, yapamadım ağbi. Ne verdikleri yemek yemeğe benziyor ne de insana insan gibi davranıyorlar. Üç kuruşa köle yapıyorlar bizi, geçen vurdum kapıyı çıktım. Çalıştığımın karşılığını da istemedim, onların olsun her şey. - Biz de sizin gibiydik Ahmet. Şartlarımız daha kötüydü. Geçim sıkıntısı boynumuzu büküyordu her şeye boyun eğiyorduk. İşverenler de istedikleri gibi at koşturuyordu. Bir yandan kasalarını dolduruyorlardı, bir yandan da işçi katliamı yapıyorlardı. Hele bir şey demeye kalk, anında işten atılıyordun. Bir de bir güzel dövüyorlardı, biz de elimiz kolumuz bağlı

oturuyorduk. Yaa işte böyle Ahmet, o zamanlar böyleydi. Ekmek aslanın ağzındaydı. Gerçi şimdi de öyle ama o zamanın şartları daha da ağırdı. - Anlatsana Hasan abi biraz, hep söylersin ama pek girmezsin detaya, sizin döneminiz nasıldı? Takoz, hele buraya çay ver en koyusundan, demli olsun… - Bundan tam 20 sene önce, toplanırdık caddenin üstündeki camı kırık durakta 25–30 kişi kadar. Aynı mahalledendik hepimiz. Ben de vardım, her yaştan insanlar vardı genç yaşlı birikirdik durağın önünde. O zamanlar kırk yaşlarında falan vardım. Ben de genç sayılırdım, gücümüz yerindeydi. Şimdi öyle mi? Çalıştığımız fabrikanın servisi gelip bizi alırdı. O zamanlar durağın ismi Gölbaşı durağıydı sonra değişti. Tıka basa dolardı servis. Başka semtlerden de insanlar gelirdi. Bu eski 302 arabalar vardı ya haah işte onunla gider gelirdik. Durağa gel-

MAYIS 2012 | TAVIR | 37


diğimde dikkat ederdim insanların yüzlerinde bir burukluk, düşünce, tasa, kaygı ifadeleri görürdüm. Herkesin yüz ifadesi hemen hemen aynıydı. Durakta hiçbirimizin yüzü gülmüyordu. Aslında şaşırmamak gerek bu duruma. Çünkü ilerisi yoktu, yarın ne olacağı belli değildi ki. O yüzdendi hepimizin yüzündeki bakışlar çizgiler… Duraktakilerin birçoğu kalabalık olan ailesine bakıyor, bir kısmı ise çoluğuna çocuğuna bakıyordu. Hepsinin derdi aynıydı: Geçim sıkıntısı. En dertli duranımız Muharrem’di. Diyarbakırlıydı Muharrem. Ailesine yapılan baskılardan dolayı sürgün göç ile İstanbul’a gelmişler; altı kardeşine ve bir anasına tek başına Muharrem bakıyordu. Babası genç yaşta sıtmadan ölmüş, hekim yokmuş köylerinde. Evin en büyük çocuğu Muharrem’di 22-23 yaşlarındaydı daha. Çocukluğunu hep çalışarak geçirmiş, babası da erken yaşta ölünce bütün geçim derdi onun üstüne kalmıştı. Gocunmuyordu buna ama! Birçoğumuz böyleydik… Her gün aynı durakta, aynı yüz ifadesi ile, bizi alıp götürecek olan servisi beklerdik. Bazen soğuk kış günlerinde gecikirdi servis arabası, elimizden bir şey gelmezdi ama kimse de bizi dinlemezdi. Patronlar bir dakika geç kalsak veryansın ediyorlardı. O yüzden ona da boyun eğiyorduk. Çalıştığımız fabrika, çeşitli hırdavat ürünleri üreten bir metal fabrikasıydı. Çok büyüktü. Üç senemi verdim ama bu üç seneye o kadar çok şey sığdırdım ki, bazen bunları ben mi yaşadım diye soruyorum kendi kendime… Ben çelik kablo bölümündeydim. Şu üstümüzden geçen elektrik telleri var ya işte onları biz yapıyorduk. Bazı arkadaşlar vida bölümündeydi. Hepimizin işi çok ağırdı. Bu ağır işler altında 12 saat boyunca çalışıyorduk. Bazen üzerimizdeki elbiseler sırılsıklam oluyordu. Günde kaç defa çıkartıp sıktıktan sonra giydiğimi hatırlamıyorum halen. Bu-

38 | TAVIR | MAYIS 2012

lunduğum makine çeşitli bölümleri olan büyük bir makineydi. Koca da bir kazanı vardı. Deliklerden çelik kablolar kıpkırmızı çıkardı. Bir dokunuversen kül eder alimallah. Elimizdeki maşalarla tutup bir başka makineye sokardık böyle hazır hale gelirdi. Bunları yaparken de sırtımız hep eğik olurdu. Öyle 12 saat boyunca nasıl da kalıyorduk şaşırıyorum şimdi doğrusu! Elimdeki yanıklar ve sırt ağrılarım fabrikadan kalma, yani anlayacağınız gençler. Günde bir defa yemek veriyorlardı. İki çeşit yemek çıkıyordu, bir parça da ekmek alma hakkın vardı. Yemekler berbattı… O koşullara bir de bu durum eklenince insanın isyan edesi geliyordu. Ama elimiz kolumuz bağlı oturmak zorundaydık, çünkü bir göze battın mı pilin bitmiş demektir, hemen işten atılıverirsin. Bakmamız gereken bir ailemiz vardı mecburen çalışıyorduk bu kötü şartlarda. Çalışıyorduk evet ama hep açtık, hep yoksulduk. Fabrika sahiplerinin kasalarını doldurmaktan başka bir işe yaramıyorduk… Bu muydu eşitlik, bu muydu adalet?

lıştığı yerdeki fabrika kapanınca bizim fabrikaya gelmişti. Rahmetli iyiydi de karısı, çocuğu kim bilir şimdi ne yapıyordur? Hamza’nın kaza geçirdiği haberi geldi bizim bulunduğumuz bölüme. İşi de bırakamıyorduk ki gidip bir bakalım. Üzerine demir saclar devrilmiş, ezilmiş altında. Sacı tutan teller sağlam olsaydı bu olay gelmezdi başına, kafası yüzü paramparça olmuş. Görenler öyle anlattılar. Çok üzülmüştüm. Sigortası da yoktu üstelik. Patronların paçaları tutuşmuştu Hamza ölünce. Sigortasız çalıştırmak suçtu, bir de koruyucu yokmuş Hamza’da, vermemişler daha doğrusu. Hemen girdi-çıktı yapıp sigortalı gösterdiler Hamza’yı, olayı gören birkaç soysuzun eline de üç beş kuruş sıkıştırdılar, kör ettiler gözlerini. Fabrika kapanmadı, böylece ailesine de tazminat falan ödemediler hepimiz biliyorduk ama ses çıkaramıyorduk.

Bir gün yemekte Muharrem geldi yanıma oturdu. Dedi ki Hasan abi bak ne diyecem… Başladı anlatmaya bir bir saydı düşüncelerini, haksızlıkları, adaletsizlikleri. Her kelimesinde bir isyan vardı. Doğrusun Muharrem ama sen de görüyorsun elimizden bir şey gelmiyor dedim. Öğle deme abi dedi baksana şu koşullara, ne can güvenliğimiz var ne de emeğimizin karşılığını alıyoruz dedi. Lafın ucunu nereye getireceğini çok merak ediyordum ama böyle sonlandırdı. Boğazı düğümlendi sustu. Aslında konuşmak istiyordu ama bir anda ailesini düşündü herhalde…

Muharrem için bardağı taşıran son damla oldu bu. Aradan 2 gün geçti Muharrem hemen yanıma geldi, yemeğini öfkeli öfkeli yiyordu. Ne o Muharrem ne oldu dedim, ne olsun abi dedi baksana şu halimize hayvandan farkımız yok dedi. Hamza daha öleli iki gün bile olmadı kimsenin adını andığı bile yok dedi. Muharrem bir yandan konuşuyor, bir yandan da kaşlarını çatıyordu yüzündeki işaretler çizgiler derinleşiyordu. Her cümlesine başladığında dalgalı saçlarını parmaklarının arasına alıp beklettikten sonra tekrar yüzüme bakıyordu. Yazık değil mi Hamza’ya, bizlere dedi. Pisi pisine öldü Hamza, ailesine de ne tazminat ne de bir şey verdi bu namertler dedi. Avazı çıktığı kadar bağırdı Muharrem. Birden herkesin bize baktığını fark ettim, sus Muharrem dedim işinden olma dedim. Bugün mesai bitiminde beraber çıkalım dedim, olur dedi.

Bir gün her zamanki gibi fabrikada işbaşı yaptık. Öğle yemeğine az kalmıştı. Hamza diye Kandıralı bir arkadaş vardı, ça-

Mesai bitti yanıma geldi. Bak Hasan abi dedi, bilirim ki bu fabrikada herkes seni sever, senin sözüne saygı duyar. Dü-

Bu soruyu Muharrem de sordu birçok defa. Feda etti kendini, daha güzel ve emeğinin karşılığını alacağı bir yaşam için.


şündüm ki abi bizler eğer bir direniş başlatırsak, bu fabrikada üretimi durdururuz. İsteklerimizi de kabul etmek zorunda kalırlar dedi. Yoksa böyle kelle koltukta olacağı yok dedi. Biraz tartıştık. Sendikamız bile yoktu ki, üstelik yasal olarak direniş suçtu. Ki biz fabrikayı durdursak, memlekette binlerce işsiz var, bizim yerimize onları alırdı patronlar. Meğer bizim Muharrem her şeyi düşünmüş, anlattı bana, ben de ikna oldum. Birkaç gün sonra direnişin örgütlenmesini yaptık. Birçok arkadaş olumlu baktı çünkü koşullarımız aynıydı. Birkaçı dönek çıktı ama bekliyorduk bunları. Bir hafta sonra patron çağırdı yanına beni, işçileri gammazlamamı istedi. Kapıyı çarparak çıktım dışarı. Arkamdan bağırdı “Görüşeceğiz Hasan” dedi, ben de istediğin zaman dedim. Direnişi başlattık, bütün şartelleri indirdik, makineler durdu! Bizim Muharrem bir de pankart hazırlamış, onları da

fabrikanın girişindeki şebekelere astık. 250-300 kişi kadar vardık direnişte olan. Başka arkadaşlar da korkarak gelip destek veriyorlardı. Hepimiz birbirimizden ayrı ayrı ama birbirimizden haberli bir şekilde, gruplar halinde bekliyorduk ellerimizde sopalarla. En sivrilenimiz Muharrem’di içimizde. Hepimiz ona soruyorduk ne yapalım diye. Pek iyi olmadı bu durum Muharrem için. Fabrika sahipleri çok fazla dayanamadı yanımıza geldi, konuştuk anlaştık, isteklerimizi kabul ettirdik, maaşımıza zam aldık, 8 saat işgününü kabul ettirdik, kaliteli yemek, iş güvenliği vs. hepsini aldık bir güzel. Tabi bir de bunların bizim açımızdan bedeli vardı; Muharrem’i aldı tüm bu haklarımız bizden! Bir gece evine giderken kalabalık bir şekilde saldırmışlar, bıçaklamışlar Muharrem’i. Tek gidemezlerdi üstüne Muharrem’in hiçbiri. Yiğitti Muharrem, o yüzden pusu kurmuşlar Muharreme, cesedi sabah fark et-

mişler, gazetelerde bile çıkmıştı. Hepimiz iyi biliyorduk kimin yaptığını ama bir hak iddia edemiyorduk. Muharrem olayından sonra birçoğumuz işten çıkarıldı, ben de çıkarıldım, sonrası malum işte. Aradan 20 yıl geçti gençler, ararım Muharrem gibi insanları yoksa bu çark böyle sürer, sömürü devam eder! O yüzden işte diyeceğim şudur gençler, arayın hakkınızı boyun eğmeyin hangi koşulda olursa olsun, zalime aman vermeyin, sen sus, ben sus nereye kadar! Size diyeceğim budur. Saatte bayağı geç olmuş artık ben kalkayım. Yengeniz merak eder bugün çok oturdum, eyvallah… Rastgele…o

MAYIS 2012 | TAVIR | 39


makale

makale

anadolu gerçekçiliği feride genç

Bilineceği gibi kültür ve sanat aslolarak halkın yaşamından doğar. Onun yaratıcılığının ve emeğinin ürünleridir. Bu yanıyla da eserler geçmiş zamanlara ait de olsa halkındır. Belki birçoğunda burjuvalar, feodaller ya da köle sahipleri vardır. Ama yine de bu eserler bize, halkın bir zamanlar neler yaşadığının ipuçlarını verirler.

40 | TAVIR | MAYIS 2012

Ezen-ezilen, sömürü gerçeğini doğrudan olmasa da açığa vururlar. Örneğin Mısır piramitleri firavunlar için inşa edilmiştir. Ama halk o piramitlere baktığında ölesiye çalışan kölelerin emeğini, alın terini görür. Kendini görür. Ya da Roma'daki Coliseum'da, dövüştürülen gladyatörlerin köle sahiplerine olan öfkesini hisseder. Yani tüm bu eserler halkın bir parçasıdır.

Rusya'da Bolşevik devrimi sırasında kışlık sarayı ele geçiren Bolşevik askerler, sarayı yağmalamaya kalkıştığında bizzat Lenin duruma müdahale etmiştir. Bunun halkın tarihine bir hakaret olduğunu söylemiş ve yağmalanan bütün eserleri geri toplatıp yerlerine koydurtmuştur. Marksist-Leninistlerin sanat ve kültüre


yaklaşımları budur. Çünkü biz MarksistLeninistlerin gerçeklerle bir problemi olmaz. Halkın gerçekleri bilmesinde ve unutmamasında daima fayda var diye düşünürüz. Ama emperyalistler gerçeklere asla tahammül göstermezler. Bu yüzden de işgal ettikleri her yerde halkların hafızasını silmeye çalışır, kendilerinden önceki tüm değerleri yok ederler. Latin Amerika'da, Afrika'da, Asya'da yaptıkları budur. Bugün de Libya'da, Irak'ta, eski sosyalist ülkelerde de aynı şeyi yapıyorlar. Özellikle sosyalizmi hafızalardan silmek, sosyalist önderleri unutturmak için her yolu deniyorlar. Açık işgallerdeki talancılıkları yanında gizli işgal ile girdikleri yeni sömürgelerinde de bu talanı farklı boyutlarda sürdürüyorlar. Öyle ki bu talancılığın ekonomik yanı kadar kültürel saldırı boyutu da artık ayyuka çıkmıştır. Somutlamak için ülkemizdeki tarihi eser tahribatına ve ABD kültür bombardımanına bakmak yeterlidir. Anadolu halklarının yarattığı birçok tarihi eser emperyalistlerce çalınmış ya da baraj, santral yapımlarına kurban edilmiştir. Emperyalistlerin yememizden-içmemize, oturmamızdan kalkmamıza, konuşmamıza, giyim-kuşamımıza... kadar sızmadıkları yer kalmadığı gibi halklarımızın yüzyıllara dayanan kültürel değerlerini hunharca tahrip etmeleri de cabasıdır. Bugünkü kültürel şekillenişle Anadolu kültürünün özü arasında oluşan uçurumun nedeni de emperyalistlerin bu pervasız saldırganlıklarıdır. Peki bu saldırıyı hangi araçlarla yaparlar? Emperyalist kültür, girdiği ülkelerde özellikle sanat ve edebiyat yoluyla propaganda edilir. TV programları, diziler, filmler, müzik şovları, reklamlar vb. ile halk emperyalistlerin istediği şekilde düşünmeye ve yaşamaya zorlanır. O halde bu saldırılar karşısında halklar siper almalı, kendi kültürlerine daha

sıkı sarılmalıdırlar. Devrimciler ise Anadolu kültürünün olumlu tüm değerlerini yaşatmak için de mücadele verdiklerini unutmamalıdırlar. “Anadolu Gerçekçiliği” Derken Ne Anlatmak İstiyoruz? “Anadolu Gerçekçiliği”nin özü devrimcidir. Halkımızın ileriye dönük gelişimini yansıtır. Ancak bütün gerçekçi sanat akımları gibi iki nitelik gösterir: 1- Eleştirel gerçekçilik 2- Sosyalist gerçekçilik Bu iki niteliği birbirinden dikkatle ayırmak gerekir Çünkü pek çok sanatçı ya da edebiyatçı kendini sosyalist gerçekçi diye isimlendirebilir. Fakat sosyalist gerçekçiyim diyerek sosyalist gerçekçi olunmaz. Küçük burjuva aydını kendini nasıl hem batıcı hem sosyalist gösteriyorsa, demokratik içerikli birkaç sanat eseri ortaya koyduğunda da sosyalist gerçekçi ilan edebiliyor. Oysa sosyalist gerçekçi olmak için, eserlerinde sosyalizmi hedef olarak göstermek dahi yeterli değildir. Sınıfsal olarak nerede yer alındığı önemlidir. Sözü edilen şeyler için mücadele verilipverilmediği önemlidir. Demek ki sosyalist gerçekçilik ancak örgütlü olmakla mümkündür. Ve devrimci mücadelenin ve örgütlenmenin sanatkültür alanındaki sözcülüğünü yaparak gerçekleştirilir. “Bu durumda kaç sanatçı var?” diye sorarsanız; cevabımız, “Örgütlü devrimci sanatçılar dışında hiç yok!” olacaktır. Nazım Hikmet, Abidin Dino, Enver Gökçe gibi onurlu aydınlarımız tabii ki sosyalist gerçekçiliğin tarihsel kişilikleridir. Bu aydınlarımızın hepsi de TKP saflarında mücadele etmiş ve o mücadelenin sözcülüğünü yapmışlardır. Belki bugünden bakınca TKP'yi beğenmeyebiliriz. Ama TKP o dönemin tek sosyalist örgütüdür. Dolayısıyla onun sözcülüğünü yapanlar ve bedelini de öde-

MAYIS 2012 | TAVIR | 41


larda eserler dahi üretmiştir. Ki bu yolla kulağı bu müziğe yatkın olanlara da bir şeyler duyurabilmiştir. Zira estetik olmak kaydıyla, çeşitli toplumsal kesimlere hitap eden binbir çeşit biçim kullanılabilir. Devrimciler için önemli olan halkı en kapsamlı şekilde kucaklayabilmektir. Bu nedenle de o, şu, bu diye burun kıvırmamalı, aristokratizm tuzağına düşmemeli, kendimizi dar sınırlara hapsetmemeliyiz.

yenler bu onura layık insanlardır. Ortaya koydukları eserler ise hala günümüze ışık tutar... Bizlere ruh ve coşku verir, Anadolu kokarlar. Mesela Nazım Hikmet, şiirlerinde çok değişik biçimler kullanır. Ama özü itibariyle hep Anadolu halkını anlatır; onun korkak, cesur ve hakim halinden bahseder, devrimci yönlerini işler. Öyle ki bu şiirler artık evrenselleşmiştir. Tüm dünya halklarının değerleri haline gelmiştir. Bizler de Anadolu Gerçekçiliği anlamında öncelikle Anadolu halkının ulusal değerlerini sahipleniyoruz. Köklerimizi, doğup-büyüdüğümüz, savaştığımız bu topraklara dayıyoruz. Ve biliyoruz ki bir sanatçı ulusal değerlerini ele alıp işlemeden evrensel olanı yaratamaz. Ulusal üretimlerimiz aynı zamanda evrensel olanı da içinde barındıracaktır. Çünkü bizim halkımız dünyanın dışında yaşamıyor... Bütün halklar ne hissediyor, neye-nasıl yaklaşıyor, ne tür kavramlar üretiyorsa, bizim halkımız da üç aşağı beş yukarı onları üretiyor. Yani batılı ya da gelişmiş (teknik olarak) ülkelerdeki sanatçılar, biraz farklı biçimlerde, biraz farklı içeriklerde de olsa neticede benzer şeyler üretiyorlar. Tabii bu demek değildir ki onların ürettiklerinden hiç faydalanmayacağız. Ulusal olana daha sıkı sarılmak koşuluy-

42 | TAVIR | MAYIS 2012

la evrensel sanatların, diğer ülke sanatlarının olumlu yönlerini de alacağız. Çünkü bu, sanatımızı, ürünlerimizi zenginleştirmede bize yardımcı olacağı gibi bizi evrensel olana da taşıyacaktır. Zaten bu kaynaşmayı başarmadan üretimlerimizi diğer ülke halklarının beğenisine de sunamayız. Evrensel eserler üretmek için, bir de üzerinde yükseleceğimiz bir temele ihtiyacımız vardır. Sanatımız Hangi Temel Üzerinde Yükselecek? Örneğin, sanatımız feodal sınıfların temeli üzerinde mi yükselecek? Ya da burjuvazinin temeli üzerinde mi yükselecek? Elbette, hiçbiri üzerinde değil. Yalnızca sosyalist temel üzerinde yükseleceğiz. Çünkü, sanatın düzeyi doğrudan doğruya halkın ilerlediği yönde yükseltilir. Ve unutmayalım ki, ancak halkın anladığı ve yaygınlık kazanan eserlerle sosyalizmin yolunu gösterebiliriz. Ülkemizde bunu müzik alanında yapan sadece Grup Yorum vardır. Düzenlediği halk konserleriyle yüzbinlere aynı anda seslenebilen Grup Yorum, geniş halk kitleleri tarafından da sevilir, sayılır. Çünkü Grup Yorum, müziğinin sosyalist içeriğini halkın hemen hemen her kesimine ulaştırmayı başarır. Bunun için hip-hop ya da Rap gibi tarz-

Grup Yorum'un hip-hop vb. yaparak kendi tarzı dışına çıkma zorunluluğu hissetmesi de bu eksiklikten kaynaklanmaktadır. Çünkü Yorum'un kitlelerinin sözcülüğünü yapmak gibi de bir misyonu vardır. Kitlelerin öğrencisi olarak kitlelerin öğretmeni olmayı başarmış devrimci bir müzik grubudur o. Ve artık halka mal olmuştur. Yeri gelmiş açlığın, soğuğun ve zulmün getirdiği acıları eserlerinde işlemiş, yeri gelmiş halkla birlikte zulme karşı sesini yükseltmiştir. Bu yanıyla da tüm sanatçılara örnektir. Sonuç Yerine; Devrimci sanatçılar olarak, Dimitrov'un dediği gibi; “Kitlelere, kitabi kalıpların diliyle değil, her sözcüğü ve her düşüncesi milyonlarca insanın en derin duygu ve düşüncelerini yansıtan bir dille, kitlelerin davası uğruna savaşanların diliyle hitap etmesini öğrenmeliyiz.” (Georgi Dimitrov – Faşizme Karşı Birleşik Cephe) İşte Anadolu Gerçekçiliği'nin işlevi de budur. Bize günlük olayları, yaşanan acıları, mücadeleyi ve zaferi örnekleyen, halkı uyandıran, coşturan ve onları örgütlü mücadeleye sevk eden eserler yaratmayı anlatır. Hayattan ve halktan beslenip, halk için üretmenin yolunu gösterir. o


makale

makale

başımıza örülen çorap ömer açık

Yakın zaman önceydi. Eğitimde 4+4+4 olarak bilinen bir düzenleme yapıldı. Protestoların, meclis içi kavgaların ve daha çok medya eksenli tartışmaların arasından AKP, tereyağından kıl çeker gibi kısa bir sürede yasal düzenlemeyi mecliste onaylattı. Çankaya’nın onaylayıp onaylamayacağı ise tartışma konusu bile yapılamazdı. Deyimin tam anlamıyla, halkın başına yeni bir çorap daha örüldü. Nereden çıktı? Nasıl oldu? Ne gerek vardı? Bu soruları cevaplamak için düzenlemenin öncesine, düzenleme sürecine ve bugüne bakmak lazım. Alelacele olarak anılmasına rağmen, bu düzenleme ilk olarak 18. Milli Eğitim Şurası’nda, yandaş sendika Eğitim Bir Sen tarafından dile getirilmişti. Görüşülmüş ve öneri olarak, kabul edilmişti. Şurâ’da şimdiki haline ek olarak ana sınıfı da zorunlu olarak sunulmuştu. Ama şurâdaki görüşmenin ardından dile getirilmeyen bu öneri, Tayyip Erdoğan’ın “dindar gençlik yetiştireceğiz” sözleriyle birlikte alevlen-

MAYIS 2012 | TAVIR | 43


meye başladı. Planlanan değişiklik meclis alt komisyonuna gönderildi. Alt komisyonda yoğun tartışmalar yaşandı. Meclise geldi ve yasalaştı. Yasalaşma süreci, aslında her zamankinden farksızdı.

timin kapitalist sömürüye tam uygun hale getirilmesi, emperyalizmin amaçlarına azami oranda uyumudur. Her alanda olduğu gibi eğitimi de piyasalara rant alanı olarak açmak birinci amaç. Bu amacı örten ve aynı zamanda kendisi de bir amaç olan gericileştirme ikinci temel

Halkın aleyhine olan tüm yasalar çarçabuk alt komisyondan geçer. Genel kurulda ve yasanın Cumhurbaşkanınca onaylanmasında aynı hız söz konusudur. Buraya kadar olanlar neyi ifade eder? Bu aslında, “Halkın, onların gözündeki değersizliğidir.” Eğitim gibi önemli bir konuda yapılan değişikliklerin asıl muhatapları olan öğretmenlere, velilere, öğrencilere ve eğitimin diğer bileşenlerine, prosedür gereği olarak dahi sorma gereksinimi duyulmuyor. Çünkü iktidarın gözünde bu kesimlerin, en genelinde halkın hiçbir değeri yok. Dalga geçer gibi, birkaç üniversiteden görüş aldıklarını beyan ediyorlar. Halktan yana olmayan bir düzenin parlamentosundan aksini beklemek saflık olur. Peki, böyle bir değişiklik gerekli miydi? Değişikliği amaçlayanlar birçok gerekçe göstermişler. Aralara serpiştirilmiş tek tük doğrular da var. Ama gerekçelerin çoğu dayanaksız. Diğer ülkelerdeki sayısal verilerin çarptırılmasına dayanıyor. Asıl gerekçe eği-

44 | TAVIR | MAYIS 2012

amaçtır. İlköğretim (bundan öncesi için zorunlu sayılan sekiz yıllık eğitim) tüm çocuklar için “ücretsizdir” ibaresi Milli Eğitim Temel kanununun 22. maddesindeki “İlk-

öğretim, kız ve erkek bütün vatandaşlar için zorunludur ve devlet okullarında parasızdır” ifadesi kaldırıldı. Bu ne anlama geliyor? Çocukların fiiliyatta zaten paralı olan zorunlu temel eğitimleri yasal olarak paralı hale gelebilir, anlamına geliyor. Tıpkı hastanelerde yaşanan süreçle getirilen katılım payları, ardından Genel Sağlık Sigortası (GSS) ile nasıl sağlık hizmetleri paralı hale getirildiyse, eğitimde de benzer bir borçlanmayı önümüzdeki yıllarda yaşayabiliriz. Bunun altyapısı uzun zamandan beri oluşturulmaya çalışılıyordu. Son birkaç yıldır ise Toplam Kalite Yönetimi çalışmalarına ek olarak İKS (İlköğretim Kurumları Standardı) ve TEFBİS (Türkiye’de Eğitimin Finansmanı Bilişim Sistemi) çalışmaları paralı eğitimin (öğretmen, öğrenci veli ve kurumlar) psikolojik hazırlanması (sürece yayarak kanıksatma ) ve analiz çalışmaları olarak uygulanıyor. Parasız ibaresi ile birlikte, ilerleyen süreçlerde eğitim giderleri (okul aidatları olarak) tıpkı GSS’de olduğu gibi bize fatura edilecek; ödeyemeyenler icra, bazı hakla-


rın kullanılmasının engellenmesi veya zorlaştırılması… gibi durumlarla karşılaşacaklar. Örneğin sağlık kuruluşlarına gittiğimizde SGK’ya katılım payı ödemek zorundayız. Bu borç karşımıza eczaneden ilaç alırken çıkıyor. Eğer bu

li olarak çekilecek…

parayı ödemezsek sosyal güvencemizle ilaç alamıyoruz. Bu bir yanı.

le, çocukların temel dersler dışındaki pek çok ihtiyaçları paralı hale getirilecek.

Diğer bir önemli nokta ise okulların her boyutu ile ticari bir alana dönüşecek olması. Torba yasa ile meslek lisesi öğrencilerinin stajyerlik adı altında daha düşük ücretle çalıştırılmasının (sömürülmesinin) önünü açan iktidar, okula başlama yaşına paralel olarak sömürülme yaşını da düşürüyor. Mesleki eğitim bahanesiyle patronlar tarafından açılacak meslek okulları aracılığıyla sermayeye “ucuz işgücü” sağlanacak… Meslek okulu açan patronlara kamu kaynaklarından öğrenci başına para ödenecek ve devlet mesleki eğitimden kademe-

Başka bir yönü de bakanın bir gazete haberindeki açıklamalarından çıkıyordu. İlk, orta ve liselerin farklı binalarda olması lazım. Bunun için yeterli bina yok. Bunu kiralama, özel inşaat şirketlerinin okul binası yapması gibi çözümlerin düşünüldüğü yolundaki ifadesi, halkın parasını birilerinin cebine koyma planı olduğunu gösteriyor.

Bakanın açıklamalarından anlaşılacağı üzere, okullar için ortak sosyal tesisler özel kuruluşlarca işletilecek ve buralardan faydalanmak ücrete tabi olacak. Şu haliy-

Eğitimin özelleştirilmesi yolundaki şimdilik son- en büyük adım sayabileceğimiz 4+4+4 değişikliğinin ikinci büyük amacı ise gericileştirmedir. Yapılan değişiklik-

te ikinci 4 yılda öğrencilerin mesleğe yönlendirilmesi adı altında seçmeli dersler alabileceği söyleniyor. Bu derslerin içinde kamuflaj amaçlı başka dersler olsa da, asıl seçmeli dersler din ile ilgili derslerdir.

Alt düzenleme ve genelgelerle sonraki süreçte sınırlı seçmeli dersler olacak ve doğal olarak dini ağırlıklı dersler seçilmek zorunda kalınacak. Bu haliyle imam hatip liselerinin orta kısımlarını açan iktidar, tüm ikinci dört yılları da fiili birer imam hatip lisesine çevirecek. Dünya genelinde eğitimde bulunduğumuz yer sonlardayken bunun nedenlerini araştırıp çözüm bulmak, bilimsel eğitimi kabullenmek yerine, bilimselliğe dair kalıntıları da bu şekilde yok edip dindar gençlik yaratma derdindeler. Bu onlar için piyasalaştırmayı örtmeye yarayan bir araçtır aynı zamanda. İkinci dört yıldan sonra (okula başlama

MAYIS 2012 | TAVIR | 45


yaşının düşürülmesiyle) ergenlik çağında olan 12-13 yaşındaki özellikle kız çocukları okula gönderilmeyecek ve sözde açık öğretimden eğitime devam edecek. Okula başlama yaşı beş yaşa düşürülüyor, böylelikle, zaten zorunlu olmayan okul öncesi fiili olarak yok sayılıyor. Okul öncesinin çocuklara yaptığı katkı bilimsel olarak ispatlanmasına rağmen okul öncesi eğitim verilmiyor. Çocukların gelişimsel düzeyi gereği kaslarını kullanması, zamana direnç faktörleri yok sayılarak çocuklar beş yaşında okula başlatılacak, dokuz on yaşında ortaokula gidecek, mesleğe yönlendirilecek. Dünyanın hiçbir yerinde eşi benzeri görülmeyen birçok uygulamayı bünyesinde bulunduran 4+4+4 sistemi hak ettiği muhalefeti görmedi. Eğitim Sen merkezli, KESK’in iki günlük iş bırakma eylemi ve Ankara’daki kamu emekçilerinin direnişi dışında, çok ses çıkmadı. Tartışmalar daha çok düzen medyası eksenli, salt din ve imam hatip üzerinden yürüdü. Evet, yeterli tepki oluşmadı. çünkü kimse bunun nasıl bir şey olduğunu, nasıl uygulanacağını, din ağırlıklı dersler dışında hangi seçmeli derslerin verileceğini, bunların oranını, ortamının nasıl sağlanacağını, eğiticilerin nasıl sağlanacağını… bilmiyordu. Ne bakanı, ne başbakanı, ne komisyon başkanı bu sorulara cevap veremedi. Tek bildikleri din ağırlıklı kısmı. Zaten amaçlardan birisi o olunca bunu bilmeleri doğaldır. İnsanların bu konuda bir şey bilmemesi ve dini söylemlerin ağırlık kazanması gözlerin önüne perde çekti. Sonuç olarak çocuk işçiliğinin, çocuk gelinlerin, okulsuzlaşmanın, gericileşmenin adıdır 4+4+4. Bu halkın başına örülen çoraplardan birisiydi. Ve yangından mal kaçırırcasına bir oldubittiyle bize dayatıldı. Bu girişim kapitalizmin bir taraftan sömürürken diğer taraftan kendine muhalefet edecek insanları, daha okul sıralarındayken etkisiz hale getirme

46 | TAVIR | MAYIS 2012

hamlesidir. Kendi içinde birçok çarpıklığıyla kendisini olumsuzlayan bu uygulamayı reddetmek ve yerine parasız, bilimsel, halk için, demokratik ve anadilde eğitim için mücadeleyi sürdürmeli ve büyütmeliyiz. 4+4+4 diye bilinen yasayı nasıl değerlendiriyorsunuz?

retim değil de ilkokul ve ortaokul olarak isimlendirilecek. Tabi bu isim değişikliğinin de bir anlamı var. Birinci dört ilkokul, ikinci dört ortaokul olacak. Yine yasa iki dördün de ayrı, bağımsız binalarda olacağını belirtmektedir. Bunun anlamı binlerce öğrencinin ve öğretmenin zorunlu rotasyonu demektir. Binlerce veli ve aynı zamanda veli de olan öğretmenler, yasanın bu dayatması sonucunda var olan düzenlerini bozmak zorunda kalacaklar.

ERKAN KARATAŞ (öğretmen) Başbakan R.Tayyip ERDOĞAN, yasa ile ilgili sorulan sorulara ilk başta 28 Şubat’ın intikamının alındığını ve yasa sürecinin oldukça demokratik olarak işletildiğini söyledi. 4+4+4 ülkenin gündemine şubat ayının sonunda geldi, mart ayı sonunda ise kanunlaştı. Bu acelenin mutlaka bir anlamı var ama bu başka bir yazının konusu olabilir. Yasa eğitim gibi önemli bir alanda birçok değişikliği ve belirsizliği gündeme soktu. Yasayı uygulayacak olan öğretmenler başta olmak üzere, veliler ne olacağı konusunda hiçbir öngörü ve bilgiye sahip değil. Çünkü bakanlık ve hükümet, yasa yaparken kimseye sorma ihtiyacı duymadı. Yasa ile birlikte geniş halk kesiminin aldığı eğitim hizmeti parasız olmaktan çıkartılmış oldu. Grup başkan vekillerinin komisyona verdiği ilk taslakta olan “Devlet okullarında parasızdır.“ ifadesi sonraki komisyon toplantılarında çıkartılarak meclise o şekli ile gönderildi ve kabul edildi. Bunun anlamı, bundan sonra eğitim harcamalarının tamamının veli sırtına yıkılmasıdır. Paralı eğitim, emperyalizmin dünyada son yönelişi olan kamu hizmetlerinin tasfiyesi ile at başı giden anlayışının ürünüdür. Dolayısıyla gelecekte hızlı bir özelleştirme saldırısının da işaretidir. Gerçek anlamda parası olanlar daha iyi okullara, kıt kanaat geçinenlerse niteliği düşük, alt yapı eksiklikleri olan okullara gidecekler, ama herkesin elini daha çok cebine atacağı bir sürece gireceğiz. Yasaya göre okullar bundan sonra ilköğ-

Yasanın dörder parçalı olmasının anlamı kesintilerden sonra başka bir eğitim kurumuna geçişi kolaylaştırmak için. Parçalı, kesintili eğitimde bakanlığın her an çıkartacağı bir kanunla, çocuk örgün eğitim dışına rahatlıkla çıkabilir. İlkokulu bitiren 10 yaşındaki bir çocuğun okula yaygın eğitimde devam etmesinin yolu açılmış oldu. Bu, çocuk işçiliği demektir, çocuk emeğinin sömürüsü anlamına gelmektedir. Çocuk yaştaki kızların gelin olması demektir. Aynı zamanda, yasa meslek lisesi öğrencilerinin daha çok çalışmalarını ve emeklerinin karşılıklarını alamayacak şekilde düzenlemeler getiriyor. Dersane sistemini kaldıracağını, büyük dersanelerin okul yapılacağını, sınav olmayacağını söyleyen bakanlık yalan söylüyor. Daha sonra tek sınavın kaygı arttıracağını, bu nedenle bunu çoğaltmanın doğru olacağı söylenmeye başlandı. Yine yasada yükseköğretime girişte merkezi sınavın etkisinin yüzde 88, okul başarısının yüzde 12 olacağı vurgulanmış. Bu ne demek? Dersanecilik bugün geçmiştekinden daha önemli demek. Tabiki dersaneler bu önemlerini bildiklerinden daha fazla para talep edecekler. Yıllarca eğitimde okuma yazma oranını yüzde yüzlere getiremeyen Türkiye’nin, var olan potansiyelerini eğitim dışına kendi eli ile iterek piyasacı mantığın esareti altına girdiğini göstermektedir. Piyasalaşmak adına, kalem tutması ge-


reken küçük eller, iş makinaları tutacak, kuma olacak. İkinci dörtte din kültürü ve Kur’an derslerinin seçmeli olarak verileceği vurgulanmaktadır. Bizde seçmeli dersler şimdiye kadar veli tarafından değil, okul idaresi tarafından belirlenmiştir. Çok muazzam derecede, eğitimde de kadrolaşan AKP’nin bu derslerin seçimi konusunda hiçbir tereddütü yoktur. Seçim öğrenci ya da velice yapılırsa, bu dersleri seçmeyenlere, başta Anadolu şehirleri olmak üzere büyük şehirlerde ne tür bir “mahalle baskısı” olacağını siz tahmin edin. Yine bu derslerin daha çok Sünnilik üzerine inşa edilmesi binlerce Alevi çocuğunun tekrar tekrar asimile edilmesi anlamı taşımaktadır. Yasanın FATİH Projesi’nden kaynaklanan ihalelerde Kamu İhale Kanunu’ndan muaf tutulması yandaş palazlama anlamına gelir. Halkın çeşitli şekillerde ödediği vergilerin AKP çevresine peşkeş çekilmesi demektir. Bu tutumun bizlere yeni zamlar ve vergiler olarak döneceğinden kimsenin şüphesi olmasın. NURSEL TANRIVERDİ (öğretmen) Eğitim sistemi sermayenin koşullarına göre değiştirildi. Sessiz sedasız olamadı. Öğretmenler itirazlarını ifade etmeye çalıştılar. Ama bunun sonuçlarından mağdur olacak olan öğrenci ve veliler geri planda durdular. Ya 4+4+4’ün ne olduğunu bilmediklerinden, ya da tepki göstermekten çekindiklerinden. Fakat her iki koşul da birbirinden bağımsız değildir. Tepki göstermek için bilmek, bilmek için de bu değişikliği iktidarın hayırlı bir iş yapmayacağını düşünerek, şüpheyle bakarak araştırmak gerekir. Eğitim, uzun vadede sonuç alacağımız bir iş olduğundan sonuçlarını şimdiden göremeyen “mağdurlar“, çocuklarının

bir yıl önceden okula başlıyor oluşunu eğitime verilen önem olarak değerlendiriyor olabilir. Ya da seçmeli derslerin, istediği okulu seçebilmenin özgürlük getireceği düşünülebilir. 4+4+4’ün, eğitimi 12 yıla çıkarıyor olması da düşünülebilir. Fakat tüm bunlar sadece buzdağının görünen yüzüdür ve hiç masum değildir. Asıl hedef anayasada yer alan “eğitim zorunludur ve parasızdır” ibaresinin çıkarılacak olmasıdır. Bu da, çıkan yasada hayata geçmiştir. Aslında yasalaşan, eğitim sisteminin iç-

eriğine dair değişiklikler değildir. Yasayı daha sade okuduğumuzda yasalaşanın parası olanın eğitim alması ya da az parası olanın imkanları sınırlı bir okulda çocuğunu okutabileceği olduğunu anlarız. Yasa diğer maddeleri açısından da tehlikelidir. Bilimsel gerçeklere aykırıdır. Yaş hesabını bile manipüle eden bakan zorunlu seçmeli ders olan Kur’an dersi için “anlamını bilmelerine gerek yok” diyerek bilimsel gerçekleri önemsemediğini net olarak ifade etmiştir. Okul seçmek de bir özgürlük olarak gösterilmiştir. Oysa okul seçimi de kişinin parasına göre olacaktır. Çünkü bu saatten sonraki diğer bir tehlike, okulların imkanlarına göre sınıflandırılması olacaktır. İmkanları sağlayacak olan da öğrencidir. Çünkü öğrenci müşteridir,okul ticarethanedir. Yani bir okul için gerekli olan her şey piyasanın malıdır. Aslında 4+4+4, uzun bir zamandır eğitimde boşa düşen Toplam Kalite Yönetimi uygulamalarını görünür hale getirmeyi sağlayacaktır. Zaten AKP’nin ekim ayı fırtınası olan KHK’lardan biri olan 652 sayılı KHK’da eğitimin işlevi “piyasa koşul-

larına uygun öğrenci yetiştirmek” olarak net bir şekilde ifade edilmiştir. Niyet açık, pratik ortadadır. SEVGİ ATABAY (Öğretmen) Bu günlerde bakanlardan biri 4+4+4 yasa tasarısı meclisten geçtikten sonra şu açıklamayı yaptı: “Okullarda özelleşme oranı yüzde ikidir. Özel okul sayısını yüzde elliye çıkaracağız.” Özel okul sayısı, yani eğitimin ticarileştirilmesi öğrenciyi müşteri, okulları ticarethane olarak görmenin bir örneğidir. Okulları ihaleye açmadan birer birer satmadan özel okul sayısını artırması mümkün değil. ‘Eğitim parasızdır ve zorunludur’ ibaresi kaldırıldı. İlköğretim okullarında velilerden zaten fiili olarak bağış ya da başka adlar altında zorunlu olarak para toplanmakta. Fiili olarak toplanan bu paralar artık meşru hale gelecek. Ve sadece parası olan okuyabilecek. Parası olmayan halk ne yapacak? Bu durumda bile okul çağına gelip de okula gidemeyen bir sürü çocuk var. Bir sürü çocuk işçi var. Bu yasa çocuk işçilere bir çözüm oldu mu? Çocuk işçi, sermayeye köle demektir. Çocuk işçi ucuz işgücü, düşünemeyen, sorgulayamayan bir nesil demektir. Bu yasa bozuk eğitim düzeninde hangi sorunu çözdü? Halkın parasız eğitim talebini mi karşıladı? Atanamayan öğretmenlerini mi atadı? Öğrencilerin sınavsız geçiş hakkını mı sağladı? Alevi öğrencilerin zorunlu din dersi görmek istemiyoruz talebini mi karşıladı? Okul öncesi eğitim zorunlu hale mi geldi? Eğitimin içeriği, niteliği mi değişti? “Parasız ve zorunlu eğitim istiyoruz, alacağız.” şiarı ile daha fazla çalışmalar yapılmalı. “Okullar halkındır, satılamaz” sloganıyla sesimiz daha gür çıkmalıdır. o

MAYIS 2012 | TAVIR | 47


makale

makale

türkülerimizden öğrenmek seren cengiz

Neşelendiğimizde çoğumuzun diline coşkulu bir türkü dolanır. Üzüldüğümüzde, kederli anlarımızda bir ağıt, bir uzun havaya kulak veririz, yürek tellerimiz sızlar. Adalet özlemimiz büyürken, umutlu yarınları düşlerken, marşlarımız inancımızı güçlendirir, öfkemizi biler. Çünkü bu topraklara ait halk ezgileri, bu topraklardaki yaşanmışlıkları, bu toprakların özlemini anlatır. Bu yüzden ister yüzlerce yıl öncesine ait olsunlar, isterse on yıl öncesine, bize sıcak, içten gelirler. Parçaların ezgisi, sözleri sarıp sarmalar bizi. Tarihin herhangi bir kesitindeki halkların yaşamının içine çeker. “Çökertmeden çıktım da Halil'im aman başım selamet Bitez de yalısına varmadan Halil'im aman koptu kıyamet” Muğla'nın Bodrum'una gideriz bir anda. Halil Efe'yle özdeşleştiririz kendimizi. Neden “Bitez yalısına varmadan” bir kıyametin koptuğunu merak ederiz... Tütünü oldukça düşük fiyatlara Tütün Rejisi'ne satmak zorunda bırakılan Bodrum köylüleri, alınterlerinin yok pahasına gitmesini istemiyordu. Bu yüzden ürünlerini kaçak olarak İstanköy'de sattırıyordu. Halil Efe, kaçakçılık yaparak

48 | TAVIR | MAYIS 2012


Bodrum köylülerine yardımcı oluyordu. “Bitez de yalısına varmadan” kopan kıyametin sebebi işte buydu. Kolcular Halil Efe'nin peşine düşmüşlerdi.

tütün yetiştirmesi yasaklandı. Ürettiği tütünden bir balya ayırması bile kaçakçılık kabul ediliyordu. Artık kolcular, at ve eşek sırtında bir balya tütünle gördükleri her köylüyü öldürme yetkisine sahip-

halkların tarihini çarpıtıyorlar.

ti.

Öyleyse, ezilen halkların tarihini öğreten, direniş damarını besleyen pek çok türküden biri olan Çökertme'yi dinlemenin tam zamanıdır.

Halk türkülerimiz, tarihimizi çarpıtanlara bir cevaptır!

Peki türkülere konu olan, köylülere aman vermeyen bu kolcular kimlerdi? Kimin kolluk gücüydüler? 1870'ler sonrası Osmanlı, borçlarını ödeyemez bir noktaya gelmişti. II. Abdülhamit dönemindeyse Almanya, Fransa, Avusturya gibi ülkeler, ödenemeyen borçlar karşılığında Osmanlı'nın gelirlerine el koydular. Düyun-u Umumiye genel borç anlamına geliyor. Osmanlı'nın gelirleri Düyunu Umumiye İdaresi tarafından, yani yabancılar tarafından kontrol edilmeye başlandı. Anadolu'da gelir getiren tarımsal ürünlerin kontrolü, tamamen kapitalistlere bırakılmıştı. Tütün de bu ürünlerden biriydi. Tütün vergisinin tahsili için kapitalistler Düyun-u Umumiye İdaresi'ne bağlı Tütün Rejisi (tekeli) kurdular. Avusturya, Almanya merkezli iki yabancı banka ile Fransızların kontrolündeki Osmanlı Bankası tarafından oluşturulan konsorsiyum, tütün üzerindeki tekel hakkını ve tütün öşrünü (vergisini) toplama yetkisini aldılar. Anadolu köylüsünün bitmeyen çilesi katlanarak arttı. Çünkü Reji, köylüden tütün alırken fiyatı beşte bir oranında düşürdü. Hal böyle olunca tıpkı Bodrum köylüleri gibi tütün üreticisi tüm köylüler ürününü Reji'ye satmak yerine kaçağa yöneldi. Ve Halil Efe gibi pek çok kişi kaçağa yöneldi, kaçakçılığı organize etti. Reji zarar etmeye başladı ve kaçakçılığı önlemek için kendi kolluk gücünü kurdu. Kapitalist şirketlerin Anadolu'daki sağ kolu, maşası gibi çalışan kolcular köylüye zulüm etmeye başladılar. Tütün ekimine yönelik kuralları Reji belirliyordu. Köylünün kendi kullanımı için

Köylülerle kolcular arasında sayısız çatışma yaşandı. Ve Tütün Rejisi, Kurtuluş Savaşı'nın bitimine kadar tam 42 yıl sürdürüldü. Kolcularla halk arasında çıkan çatışmada 20 bin kadar köylü katledildi. Halil Efe de katledilenlerden biriydi... Ki emperyalizm, geçmişte veya günümüzde, açık veya gizli, kolunu uzattığı her yerde halkların boğazına yapışmış, sayısız katliam gerçekleştirilmiştir. Bugün Osmanlı'ya öykünenler, tıpkı II. Abdülhamitler gibi topraklarımızı, ürünlerimizi, yeraltı-yerüstü kaynaklarımızı emperyalist tekellere peşkeş çekmeye devam ediyorlar. Saltanata övgüler dizip,

“Gidelim gidelim Halil'im Çökertme'ye varalım Kolcular gelirse Halil'im Nerelere kaçalım Teslim olmayalım Halil'im Aman kurşun sıkalım.” o

KAYNAK: Anadolu Tarımının 150 Yıllık Öyküsü Nevzat Evrim Önal

MAYIS 2012 | TAVIR | 49


deneme deneme

yürümek ümit zafer

“Yürümek; / yürümeyenleri arkanda boş sokaklar gibi bırakarak / havaları boydan boya yarıp ikiye / bir mavzer gözü gibi karanlığın yüzüne bakarak / yürümek!” (*) Yürümek, dervişin eylemidir bu engebeli, dolambaçlı ve sarp yolda. Her adımın bir devrim fırtınası yaratacağını bilerek hem de. Yürüyeceksin hiç durmadan Mahirce. Dervişlik budur bizce. Yolunu kesecekler. Kaç kez! Kessinler, sen, Pir Sultan olup “Dönen dönsün ben dönmezem yolumdan”dediğin an, zamanın dışına çıkacaksın. Yaşadığın artık tarih olacak. Ve bir adım daha atacaksın zulmün de, ölümün de üstüne. Üstüne, bir adım daha. Çünkü, sen devrim yolunun dervişisin. İhtilalin yolunda derviş olmayanın döneceği bir yerler ve dönmesini gerektiren sebep olur illa ki. Senin yok. Sadece gemileri değil, eski '”ben”i yakıp kül ettin sen. Yunus Emre misali... Herkes aşık olabilir ama sen aşk olma-

50 | TAVIR | MAYIS 2012

yı seçtin derviş. Herkes inanabilir ama sen, inancın ta kendisi olmayı istedin. Mansur timsali... Ne diyordu Victor Hugo, hatırla şimdi: “Herkes ölür ama herkes gerçekten yaşamaz.” Doğru ve Ebu Hasan El Harakani'ye kulak ver şimdi: “Dünyada ne çok insan vardır ki, yaşıyorlar diye biliriz ama ölüdürler; ve ne çok insan vardır ki, ölüdürler diye biliriz ama yaşıyorlar. “Sen gerçekten yaşıyorsun derviş, ölümün kar etmemeli bundan. Bırak, boş sokaklar gibi kalsınlar arkanda ölümden ve zulümden korkup kendi bataklıklarında boğulanlar. Bir mavzer gözü gibi bakmaya devam et hayata. Çünkü, gerçeği görmenin başka yolu yoktur. Yürü derviş, zaman ardından gelecektir, ki Dayı hep haklıdır: Gerisi hayat... ''Yürümek; / dost omuzbaşlarını / omuzlarının yanında duyup / kelleni orta yere

/ yüreğini yumruklarının içine koyup / yürümek!'' (*) Kavganın örs ve çekici arasında çeliğine su verilir omuzlarımızın.Yoldaş omuzlarıdır bunlar. Sağlamlılığı harcındaki onurdandır. Ölümle yüzleşip zulümle hesaplaşırken sınanmıştır. Dert taşır bu omuzlar, dünyalar kadar. Hınç taşır bu omuzlar, halklar kadar. Ve derman kuşanır bu omuzlar umudu keskin. Şunu da söylemesek olmazdı derviş, yeri gelince zulasında gözyaşı dökülecek omuzlar da bunlardır. Sır dağları gibi yücedir senin omuzların. Yürümek, bu macerada, kelleni orta yere koymaktır elbet. Her bir adımda yinelenir bu gerçeklik. Dervişlik budur zaten, kellenin üzerinde yürümektir. Her adımda kendini kazanmaktır. Derviş olan düşmesini öngördüğü bu eğilmez başı, düşeceği yere kadar taşımasını başarandır. O kadar...


Kavga, hiç kuşku yok ve tecrübeyle sabit, yürek işidir. Yürek ise, yumruğunun içinde taşınır bu kavgada. Ol sebebten, yumruğumuz hep sıkılıdır. Ki yürekten dövüşmenin sırrı da budur. Yürü derviş, yüreğinin peşinden ve yumruklarının üzerinde, ki Dayı hep haklıdır: Gerisi hayat... ' 'Yürümek; / yolunda pusuya yattıklarını / arkadan çelme attıklarını / bilerek / yürümek...'' (*) Kaç pusudan geçtik bugüne kadar ve daha kaç pusudan geçeceğiz. Çelme de atacaklar, sırtımızdan da vuracaklar. Vurdular biliyorsun. Yaşadın çünkü ve amansız pusulardan geçerken öğrendin kavgada Mahirleşmenin ne demek olduğunu.

mi... Hepsi bıçkınlığımızı biler. Yürü derviş hıncın adımlarıyla, ki Dayı hep haklıdır: Gerisi hayat. ''Yürümek; / yürekten / gülerekten / yürümek…'' (*) Ömrümüzün özeti bu değil mi zaten: Zamanın içinde yürekten ve gülerekten yürümek. Ve ihtilalin yolunda yürümeden geçirilen ömür değil midir ölümün adı? Bak ne demiş Albert Camus: ''Ya zamanla birlikte yaşayıp ölürsün, ya daha yüce bir yaşam uğruna zamanın dışına çıkarsın.'' Zamanın dışına çıkarak tarihin içine girmektir derviş olmak. Ki bugünün dünyasında dervişlik, devrimciliktir.

Bugünden yaşadın acının Kerbelası'nı. Ne merhamet dilendin ne şefkate ihtiyaç duydun. Sıktın dişini ve umudun adını yazdın, hayatın ruhuna.

Yürü derviş, yaşadığın zaman yarattığın tarihin ardından gelecektir ve haklıdır elbette Dayı: Gerisi hayat.

Pusu mu, çelme mi, ihanet ve kalleşlik

Aldırma, her zaman yürümeyenler ola-

caktır. Şu ya da bu sebeple ve çoğu kez seni suçlayarak hem de. İşte o zaman hatırla bir kez daha Oscar Wilde'nin dediğini: ''Yerinde sayanlar, yürüyenlerden daha çok gürültü çıkarırlar.'' Birbirini körükleyen haz ve korkularının bataklığında yerinde saymak, ''hoş'' gelir kimisine. Ne yardan ne serden geçilir böylece. Hem yürüyor gibi yaparlar hem de oldukları yerde kalırlar. Görüntüyü kurtarırlar. Ki görüntüleri, boş sokaklar gibidir. Sen sarp yamaçların patikalarını adımlamayı yakıştırdın kendine. Tutulmuş sokaklardan rüzgar gibi geçmeyi yakıştırdın. Kuşandın halkın hıncını ve düştün yola. Dudağında malum ezgimiz: “Büyük aşklar yolculuklarla başlar / Ve serüvenciler düşer yollara.'' o

(*) Nazım Hikmet’in 1935 tarihli Yürümek isimli şiirinden...

MAYIS 2012 | TAVIR | 51


öykü

öykü

bir rüya hayal han

Mahmut Amca yatağına uzanmış, saate bakıyordu. Ağır vücudu biraz sonra okunacak ezanı bekliyordu. Yatsı namazına çok az kalmıştı, yataktan kalkmak üzere hareket etti. Masanın üzerinde duran lambanın gölgesi yatağa vuruyor, narin ve ağır bedeni duvarda olduğundan daha büyük gözüküyordu. Hareket ettikçe gölgesi evin etrafında geziyordu; gölgesini takip etti, küçük adımlarla pencereye yanaştı. Pencerenin camından aşağıya doğru baktığında insanların sokak aralarında gezindiğini, bir kısmının da karşıdaki apartmanın altındaki lüks restoranda oturduğunu gördü. Çocuklar koşturuyordu oradan oraya; aynı onunki gibi minik, ama onunkinden hızlı adımlarla. Mahmut Amca bu manzara karşısında derin bir iç çekti, avurtları çökmüş yüzü iyice gerildi. Bir zamanlar o da hayatın bu olağanüstü hızına yetişebiliyordu, fakat son yıllarda iyice yaşlanmış, yavaş yavaş yürümeyi bile zorla başarır hale gelmişti. Ezanın sesi ile irkildi, kendine geldi. Abdest almak için banyoya doğru ilerledi. Ağır hareketlerle namazını kıldı, seccadesini kaldırdı ve tekrar yatmak üzere yatağına yöneldi. Yatağa kendini atar atmaz yine düşüncelere daldı, gördüğü herkese anlattığı, fakat varlığını bir türlü ispat edemediği o ülke geldi ak-

52 | TAVIR | MAYIS 2012

lına. "Adaletin ülkesi, doğruluğun ülkesi" diyordu Mahmut amca oraya. Her fırsatta oraya gideceğini söylüyor, gidemiyordu. Çünkü ne izini bilirdi oranın, ne yolunu. Tek bildiği, öyle bir ülkenin var olduğundan ve oradaki insanların adaletin ve doğruluğun erdemi ile yaşadığından ibaretti. Mahmut Amca oraya gitmeyi, böyle bir ülkenin varlığına tanıklık etmeyi her şeyden çok istiyordu, her namaz sonrası tek duası bu ülkeyi dünya gözüyle görmekti. Öyle bir ülkenin varlığını ilk kez, namazgah caminin önünde keşfetmişti. Gündüzleri orada bulunan kuşlar için yem satıyor, hem de kuşlarla kendi dilinde sohbet ediyordu. Herkes onla alay ediyordu ya, o da buna pek seviniyordu. "Siz ne anlarsınız kuşların dilinden beyinsizler!" diyordu içten içe. Kuşlar, bir gün Mahmut Amca'nın kulağına fısıldamışlardı bu ülkeyi. Yüreğine bir ferahlık gelmişti, durduk yere gülümsemeye başlamıştı. O günden sonra her namaz vaktinde Namazgah Camii’ne gidiyor, namazını kılıyor ve tekrar yem tezgahının başına geçip kuşlarla sohbete dalıyordu. İlk zamanlar çevredekiler bu durum karşısında ne diyeceklerini şaşır-

mışlardı, fakat gel zaman git zaman onlar da buna alıştılar. Mahmut Amca sabah namazı ile birlikte Namazgah Camii’nin önüne geliyor, sabah namazını kıldıktan sonra kuşları yemliyor, ardından yanına yanaşan her kuşa o güzel ülkeyi soruyordu. Kimileri yanıtlıyorlardı ama, bazıları yüz vermiyorlardı Mahmut amca'ya. Hele ki caminin karşısındaki kahvenin sahibi Rüstem geldi mi Mahmut Amca'nın yanına, öldürsen yanaşmıyordu kuşlar. Rüstem hemen hemen her gün gelir, Mahmut Amca ile alay eder,"Ne zaman yola çıkıyoruz Mahmut Amca, hadi gidelim artık şu ülkeye." der ve kahkahayı basardı. "Soracam ben sana kahveci Rüstem, öyle bir ülke var mı yok mu? Bunamışım ha, yaşlanmışım ha, kafayı yemişim ha! Sen o zaman görecen Mahmut'un hikmetini, kerametini. Var diyom, anlamıyon mu var!" Kendi kendine söyleniyordu Mahmut Amca. Canı sıkılmıştı, durduk yere aklına kahveci Rüstem'i getirmişti. "Bu köpoğlu" diyordu, "inanmıyo bana ya, alay ediyo benle ya, o ülkenin toprağını getirdim mi çarpıcam suratına, al ulan köpoğlu hani yoktu öyle bir ülke diyecem." diye Söylene söylene yatağa uzandı. Sinirden boyun damarları çıkmıştı dışarıya, solu-


çekil yolumdan!”

ğu hızlanmıştı. Bir süre hareketsiz kaldı, dışarıdan gelen müzik sesini dinledi. "hay eğlenceniz batsın bi uyutmadınız!" Mahmut Amca öfleye püfleye uyumaya çalıştı, bir süre sağa sola dönerek oyalandı. Onca gürültü arasında huzurlu bir uyku çekmek için uğraşıyordu. Kafasından hiç çıkmıyordu o ülkenin manzaraları, dışarıdan gelen müzik ve kahveci Rüstem'in silueti dönüp duruyordu. Nihayet derin bir uykuya daldı. Gökyüzü karanlık, bulutlar asılı kalmış gibi boş boş dolanıyordu sanki tepede. Yıldızlar az sonra sönecek bir mum kıvamında, ay ise pırıl pırıl parlıyordu. Ormanın üzerinde bir tül perdesi savruluyor, ağaçlar soğuktan donmuş gibi tir tir titremekteydi. Kim bilir neler barındırıyorlar o kalın gövdelerinde, gül kurusu dallarında, bin bir damarlı yapraklarında. İn cin top oynuyor ormanın içinde, bir tek baykuşların gözleri seçiliyor zifiri karanlıkta. Fakat biri bastonuna dayan-

mış yürümeye çalışıyor; yerdeki yapraklar her adımda hışırdıyordu. Kurt ulumaları duyuluyordu uzaklardan; gecenin gizemi daha da artıyordu. Adam çevresindeki gizeme aldırmaksızın yürümeye devam ediyordu. Koyu geceye inat gözlerinden umut ve mutluluk akıyordu. Yorgun ve yaşlı bedeni fiziksel gerçeği ile savaşmakta, her adımı daha da soluksuz atmaktaydı. Tam önünde dikilmiş onu bekleyen adamı görmemişti bile. "Oo ihtiyar, seni bekliyorum kaç zamandır." diyor zayıf ve uzun boylu adam. "Geleceğini biliyordum da bu kadar çabuk geleceğini tahmin etmiyordum, yaşlı adımların sandığımdan hızlıymış." Kocaman gözleri ile baştan aşağı süzdü Mahmut Amca'yı, sesi tepeden inme, alaycı. Gülmemek için kendini zor tutuyordu. Mahmut Amca bu tanımadığı adamın önünde dikilmesine, kendisiyle ukala ukala konuşmasına bir hayli bozulmuştu. “Sen kimsin be adam,

Adam yine basıyor kahkahayı; "Nereye gidiyorsun ey bunak, dur dur ben söyleyeyim; sözüm ona o adaletin ve doğruluğun ülkesine değil mi? İlahi Mahmut Amca, gecenin bu saatinde, kurdun kuşun yuvasında olduğu bu saatte, Allah'ın bile unuttuğu bu yerde ne işin var?" Mahmut Amca sinirleniyor, bastonuna tutunarak öne birkaç adım atıyor; "Bana bak köpoğlu, in misin cin misin bilemem ama sen lanet köpeğin tekisin, bunu bilirim. Sanane ulan benim gittiğim yerden? Küfür mü yemek istiyorsun gece gece?" Adam yine bir kahkaha patlatıyor, gecenin sessizliği adamın kahkahaları ile bozuluyor, "Bana bak Mahmut Amca, sana amca dedim ama sen bildiğin delisin. Ulan deli, ulan akılsız, bak büyüğümsün ama, sende zerre akıl yok. Ey koca Mahmut, tutturmuşsun bir ülke de bir ülke diye. Yok öyle bir ülke anlamıyor musun? Şimdi ya doğru evine gidersin ya da yaşlılığına hürmet etmeyip basarım kalayı sana." Mahmut Amca söyleyecek cümle bulamıyordu. Ne bu adamın kim olduğu hakkında bir fikri vardı ne de bu sözleri neden sarf ettiğini anlayabiliyordu. Birden ormanın içinden at kişnemesi duyuldu. Öyle bir kişnemeydi ki bu, dağ taş bu kişneme sesi ile inledi. Gökyüzü bu sesi duymuş da karşılık veriyormuş gibi açıldı, yıldızlar daha bir parlaklaştı. Mahmut Amca bu karşısına çıkan adamla nasıl baş edeceğini kara kara düşünürken duyduğu bu kişneme imdadına yetişmişti sanki. Adam at kişnemesiyle irkilmişti. Korku ile sağa sola bakındı. "Hay Allah'ın belası, bu at nerden çıktı şimdi?" Mahmut Amca adamın neden bu kadar telaşlandığına da bir anlam veremiyordu. "Köpoğlu, ne diye korkarsın şuncacık bir attan? Madem bir at kişnemesinden bu kadar korkarsın da, ne diye bana 'ne işin var bu saatte yaşlı bunak!' dersin! Ulan köpoğlu asıl senin ne işin var burada korkak?" Adam bu sözlerin ardından Mahmut Amca’nın üzerine doğru

MAYIS 2012 | TAVIR | 53


yürümeye başladı, okkalı bir küfürün ardından Mahmut Amca’nın yakasına yapıştı. "Yok öyle bir ülke bunak herif, yok! Gitmeyeceksin o ülkeye, gidemeyeceksin! Yarı yolda yığılıp kalacaksın öylece, cesedini kurtlar kuşlar yiyecek!" Mahmut Amca adamın güçlü elleri arasında iyice silkelenmişti. "Madem o ülkeye varamayacağım, hiç olmazsa yolunda ölürüm it oğlu it!" Adam yumruğunu sıktı, tam Mahmut Amca’ya sağlam bir yumruk geçirecekken biraz önce kişneyen atın rüzgar gibi yanına geldiğini gördü. Yumruğunu indirdi, aceleyle Mahmut Amca’dan uzaklaştı. At, kişneye kişneye yanlarına sokuldu, Mahmut Amca’nın önünde bir kaç tur attı, sonra geldi önünde durdu. Adam bu durum karşısında iyice korkmuşken,

54 | TAVIR | MAYIS 2012

at büyük bir kişneme sesi ile şaha kalktı. Yelelerinden ışık fışkırıyor, yıldızlar ve gökyüzündeki tüm ışıklar atın üzerine düşüyordu. Adam arkasına bakmadan hızla koşmaya başladı, az sonra da gözden kayboldu. At sakinleştikten sonra Mahmut Amca'nın yanına sokuldu. Mahmut Amca da ilk şoku atlattıktan sonra ata yaklaştı, yelelerine el sürdü, sırtını sıvazladı. "Ey mübarek at, nerden çıktın da geldin sen ha?" At sözleri anlıyor ve karşılık veriyormuş gibi iyice sokuldu Mahmut Amca’ya. "Yoksa sen, sen Hazreti Peygamber'in görünce insanın gözünü alan, kanatlarının arasından ışıklar saçan mübarek atı mısın? Peygamberin biricik gözde Burak'ı, iki kanadını göğe uzatıp onu miraca taşıyan sen miydin? Yelelerinden safi güzellik akan o yüce at mısın ha söyle bana? Söy-

le bana ey mübarek, sen tekmil Toros dağlarında basmadık yer bırakmamış, adaleti kendinden yüce Hazreti Ali'nin ölümsüz atı Düldül müsün?" At Mahmut Amca’nın dibine sokulmuştu resmen, söylediklerini anlıyor gibiydi. "Kurban olduğum, dile gel de deyiver bana, yoksa sen namı halkın ve ozanların dilinde olan, yiğit Köroğlu'nun kır donlu kurşun geçirmez atı mısın?" At, iki ayağı üzerine şaha kalktı, yeri göğü inleten bir kişneme ile öne atıldı. Son kez Mahmut Amca’nın etrafında dolaştıktan sonra yönünü ormana döndü, tüm hızıyla koşmaya başladı. Mahmut Amca atın arkasından tebessümle baktı; "Yürü bakalım ey mübarek at, ayağına taş, gövdene baş dokunmasın, çok yaşayasın!" dedi. Gece tekrar sessizliğe


bürünmüştü ki, Mahmut Amca bastonunu kavrayıp yine başladı yürümeye. Az önce onu geri döndürmeye çalışan adam takıldı aklına, "Köpoğluna bak sen, beni geri döndürecekmiş ha!" Sinirli sinirli söylendi durdu. Güneş tepeye kavuşuncaya kadar yürüdü. Etraf hafiften aydınlanıyordu, fakat karşısına tek bir canlı bile çıkmamıştı. Acıkmıştı, çıkınından biraz beyaz peynir ve ekmek çıkardı, katık etti. Fakat baktı ki bir damla bile suyu yok. Suratı ekşidi, başladı kendine küfretmeye, "Ey koca bunak, nasıl olur da su almayı akıl etmezsin?" Tam o sırada yolunun köşesinde tek katlı bir kulübe çarptı gözüne. Pencereleri kağıtlarla kaplanmıştı, içi gözükmüyordu. Tahtadan kapısı ağzına kadar açıktı. İçeride çıt çıkmıyordu, tek bir canlı belirtisi yok gibiydi. “Ulan Mahmut, dua et şurada bir damlacık su olsun, yoksa yezid ellerinde kavrulmuş Hüseyin'in ecdadına döneceksin.” Kapıya geldi, içeriye kafasını uzattı. Pencereler kapalı olduğu için içerisi tam aydınlanmamıştı. Boş bir masa, üzerinde bir bardak ve cam sürahi, tahta bir zemin, bir de çerçeve göze çarpıyordu. " Tanrı misafiri, kabul buyrulursa." dedi Mahmut Amca. İçeriden ses gelmiyordu. Yavaşça içeri girdi, boş odada ilerledi. Karanlık köşeden bir ses duyuldu: "Buyur tanrı misafiri, hoş gelmişsin." Mahmut Amca ilk önce irkildi, sonra karanlığın içinden çıka gelen bu adamı görünce kendine geldi. "Hoş bulduk ağa, hoş bulduk." Adam parlak kumaştan bir pantolon giymişti, üzerinde de el örmesi bir hırka vardı. Uzun boylu, heybetliydi, kuvvetli birine benziyordu. Mahmut Amca’ya boş sandalyeye geçmesini söyledi: "Çekinme amca, rahat otur." dedi. Masanın yanındaki sürahiye uzandı, su doldurup Mahmut Amca’ya ikram etti. Mahmut Amca kana kana su içti, bir bar-

dak, bir bardak daha istedi. "Hay Allah senden razı olsun arkadaş, nerden bildin çöl ortasında kalmış bedevi gibi susadığımı?" Adam gülümsedi: "Nerden geldin, nereye gidiyorsun amca?” “Bu yeryüzü bu toprak, bil cümle her canlı, evvelden gelip ahire gider arkadaş. Fakat ahire gitmeden yapılacak bir iş var, adaletin ve doğruluğun ülkesini bulmak, ziyaret etmek. Sen duydun mu o ülkeyi hiç? Topraklarında her türlü tohumun boy verdiği, dağlarının eteklerinde papatyalar olan hani o güzel ülkeyi bildin mi? İnsanların yoz ve savruk yaşamadığı, herkesin her şey için uğraşıp didindiği o ülke?” “Ben şimdi o yola gider dururum, Allah sonumuzu hayır eder inşallah.” Adam duraksadı, sonra net bir ses tonu ile konuşmaya başladı: "Bak Mahmut amca, umudunu kırmak istemem ama, ya öyle bir ülke yoksa? Buyur, günlerce misafirim ol başım üstüne, ama delilsiz ispatsız ülke bulmak nerde görülmüş? Affına sığınıyorum, adamla alay ederler, deli derler. Bizde yolundan dönen de acizdir, döndüren de. Fakat yaşlısın, bu yolculuğun sonu yok, bunları da unutma. "Mahmut Amca sinirlendi, fakat kendisine su ikram eden bu adamı terslemeden cevap verdi: "Bak arkadaş, bu gece, daha güneş tepeye kavuşmadan ormanın içinde bir adam beni yolumdan çevirmeye kalktı. Beni alaya aldı, küçümsedi. Sonra gökyüzünün içinden ormana düşmüş yıldırım gibi bir at kişnemesi duyuldu, benim boğazıma yapışmış adam arkasına bile bakmadan kaçtı gitti. Mübarek at beni hem adamdan kurtardı, hem yolumu açtı. Şimdi söyle bana, sen benim yerimde olsan, nasıl dönersin ha?" Adam sessizce gülümsedi, arkasına yaslandı. "Var git yoluna o zaman Mahmut Amca, Allah yolundan döndürmesin." Ayağa kalktı, adamın elini sıktı. "Döndürmesin, inşallah." dedi. Mahmut Amca kulübeden çıktı, sık ormanlardan sıyrılmış geniş patika yolda yürümeye başladı. Orman neredeyse burada bitiyor, yerini çakıllı bir patika yolu alıyordu. Sol tarafta hafif bir kavis vardı, aşağısı uçurumdu. Mahmut amca karnını yokladı, "Su olmasa ölecekmişiz yahu." dedi. Güneş artık tam tepede, tüm kızgınlığı ve yakıcılığı ile ormana bakıyordu.

Mahmut Amca dümdüz gidiyordu ama, o ülkenin neresi olduğunu bilmeden, uhrevi bir hissiyatla yoluna devam ediyordu. İlk adamla karşılaştığında şüpheye düşmüştü, "Ya yoksa?" demişti. Fakat ormanın içinden gelen o mübarek atı kılavuz bellemişti, "Bir kerameti var ki karşımıza çıktı mübarek." demişti. Tam susamışken gördüğü kulübe ve karşısına çıkan adamı görünce anlamıştı ki bütün gezegen ona selam durmuş ve dile gelmişti: "Mahmut Amca, bu yol aşkın yoludur, Allah yolunu açık ihsan eylesin." Bu adamların kim ve neden karşısına çıktığına da tam olarak anlam veremiyordu ama bu işe fazla da kafa yormuyordu. "Kerameti kendinde." diyordu bu insanlar için. Fakat atın yeri göğü inleten kişnemesi ve yardımına Hızır gibi yetişmesi aklının bir köşesinde öylece duruyordu Mahmut Amca’nın. "Hey mübarek canlı, Burak oldu da yetişti imdadıma, Düldül oldu da yol gösterdi." Patika yolun sonunda bir ova vardı. Ova öyle yeşildi ki, dünyanın tüm yeşillikleri ve güzellikleri üzerine saçılmış gibiydi. Mahmut Amca gözlerini ovuşturdu, bir daha, bir daha baktı bu güzelliğe. Geniş yeşilliğin orta yerinden ipince bir yol geçiyordu. Yol o kadar dar ve inceydi ki yalnız bir kişi sığabilir, ikinci kişiyi yeşilliklerin arasına atacak cinstendi. Mahmut Amca yola koyuldu, ağır ağır yürüdü. Yola girince yeşilliklerin arasında ne olduğunu çıkaramadığı beyaz parıltılar gördü. Sanki ova beyaz bir parıltı şeridi ile alttan ışıklandırılmış, yeşil ile beyaz iç içe geçmişti. Ovanın sonuna doğru bu parıltılar iyice çoğalıyordu, insanın gözünü kamaştıran bir hale bürünüyordu. Yolun tam bitiminde boy boy dev çınar ağaçları sıralıydı, tam yolun üzerinden yine ancak bir kişinin geçebileceği bir boşluk vardı. Güneş ortalığı apak aydınlatıyordu ama boşluğun mat rengine ışık vurmuyordu. Mahmut Amca çekingen bir adım attı, baktı ki boşluğun içine girmiş. Tam ileri bir adım atacakken elini yumuşacık bir el tuttu: “Mahmut amca, hoş geldin. Derin boşluk bir anda apak oldu. Mahmut Amca elini tutan bu insanın

MAYIS 2012 | TAVIR | 55


kim olduğuna baktı. Beyaz bir elbise içinde, geniş alınlı, kıvır kıvır saçları olan bir kadındı Mahmut Amca’nın karşısındaki. "Hoş geldin amca, çekinme, in cin değilim." Mahmut Amca ne yapacağını şaşırmış haldeydi, bir şey söylecekti fakat kelimeler dilinin ucuna gelip geri dönüyordu. Kadın Mahmut Amca’yı bir ağacın altına götürdü, ağacın dibindeki tahta bir sandalyeye oturttu. "İyi misin amca?" diye sordu kadın, Mahmut Amca’nın bembeyaz yüzünü görünce. Sonunda konuşabildi Mahmut amca, "İyiyim kızım, iyiyim " dedi. Kadın karşıdaki iskemleye oturdu, bir süre sessiz kaldı. "Evet amca." dedi, "Benim senin karşına neden çıktığım hakkında bir fikrin var mı?" Mahmut amca duraksadı, kuru bir öksürüğe kapıldı. "Benim ay yüzlü kızım, bu fukara Mahmut nerden bilecek senin kim olduğunu, ne diye elinden tuttuğunu?" Kadın gülümsedi, ellerini kavuşturdu. "Mahmut Amca, ben senin nereden gelip nereye gittiğini, ne için uğraşıp didindiğini çok iyi biliyorum. O ülkeye gidiyorsun, hani o ülke. Adaletin ve doğruluğun ülkesi, herkesin iyilik için uğraştığı, o güzel ülkeye. "Mahmut Amca şaşırmıştı, ve bu şaşkınlığını dile getirdi: "Şu benim karşıma çıkan köpoğlu, hani atı görünce zebani görmüş gibi kaçan köpoğlu da biliyor muydu? Yoksa kulübenin içindeki nur yüzlü adam, bana su vermişti. O da mı biliyordu benim kim olduğumu, nereye yol aldığımı?" Kadın yine gülümsedi. "Yahu çatlatma adamı nur yüzlü kızım, deyiver hele?" Kadın "Evet." dedi. Mahmut Amca bu işe oldukça şaşırmıştı, "Ulan Mahmut, insan hiç düşünmez mi bu adamlar in mi cin mi diye? Ormanın ortasında pat diye karşına çıkıyor, at gelince toz oluyor. Sonra başkası çıkıyor susadığını bilmiş gibi su uzatıyor.” “Pek âlâ ay yüzlü kızım, sen nesin?” Kadın yumuşak ses tonu ile başladı anlatmaya. "Bak Mahmut Amca, sana çok önemli şeyler söyleyeceğim, kulağını aç ve beni iyi dinle olur mu? Biz, senin gibi düş

56 | TAVIR | MAYIS 2012

yolculuğuna çıkan insanları hayata geri döndüren bir tür masal perileriyiz. Kanlı canlıyız, bak karşındayız. Karşına çıkan ilk adam, senin ne kadar sabırlı olduğunu test etti. Sana hakaret etti, aşağıladı, öyle bir ülkenin olmadığını söyledi. Fakat senin sabrın ve azmin, o atı çıkardı karşına. O at geldi ve senin yolunu açtı, sana kılavuz oldu. Diğer adam ise senin inancını, o ülkeye gerçekten gitmek isteyip istemediğini sınadı. Sen ona inancının tam olduğunu kanıtladın, ve yoluna devam ettin. Ve ben, bu sınavın son aşamasıyım Mahmut Amca. Evet, sen öyle bir ülke var dedin, yollara düştün. Sana bir iyi bir kötü haberim var. İlk önce kötü haberden başlayayım Mahmut amca. Adaletin ve doğruluğun ülkesi diye bir yer bulamayacaksın bu yolculuk sonunda. Ne öyle bir yer var, ne de o ülkede insanlar yaşıyorlar. Evet, senin için yıkıcı olacak biliyorum ama, bana inanmalısın, güvenmelisin." Mahmut Amca duyduklarına inanamıyordu. "Senin ağzın ne der kızım!" dedi, ve ardından yere yığıldı. Kadın hemen Mahmut Amca’nın yanına koştu, kaldırdı ve yerine oturttu. Mahmut amcanın eli ayağı titriyordu. "Amca, sakin ol, anlatacaklarım bitmedi " dedi kadın. Mahmut Amca ise kadına yüz çevirmiş, ağlamaklı gözlerle toprağa bakıyordu. "Amca, evet öyle bir ülke yok. Üzülme, beni dinle. Öyle bir ülke hiç bir zaman var olmadı demiştim, çünkü insanların bencilliği o ülkenin ortaya çıkmasına engel oldu. İyi habere gelecek olursak Mahmut amca, bu dünya üzerinde senin gibi saf ve temiz duygularla hareket eden, dünyanın mutluluğu için canını dişine takmış milyonlarca insan var. "Zulüm karşısında sessiz kalan bizden değildir." diyen Hazreti Ali'nin yolunda giden onca insan. Hazreti Hamza'nın cesaretini ve gözü pekliğini zuhur eylemiş milyonlarca insan. O ülke yok dedim ama, o ülkeyi kurmak için mücadele eden milyonlarca insan var. Ve sen, bu yolculuğun sonunda büyük bir gerçeğin farkına varmış olacaksın, öyle bir ülke ancak senin gibi insanların uğraşması ile var edilebilir. Şimdi hayal kırıklığına uğrama Mahmut Amca, bu kendine yapacağın en büyük kötülük olur.

Sen, azim ederek buralara kadar geldin. Yapman gereken şey, hayal kırıklığına uğrayıp bir köşeye çekilmek değil, seninle alay eden onca insana öyle bir ülkenin kurulabileceğini kanıtlamaya çalışmaktır. Benim sana diyeceklerim budur Mahmut Amca." Mahmut Amca ilk şaşkınlığı üzerinden attı ve biraz zaman sonra kendine geldi. Başını topraktan kaldırdığında kadının ortadan yok olduğunu fark etti. Sağa sola bakındı, ovadaki yeşil yola göz attı ama kadın ortalıkta yoktu. Kadının gittiğini kabullenerek, geldiği yoldan geri dönmeye karar verdi. Bir yandan seviniyor, bir yandan üzülüyordu. Yolculuğun sonunda ülkeyi bulacağına inanıyordu, ne var ki bulamamıştı. Fakat öğrendiği bir gerçek vardı ki, adalet ve doğruluk insanların avuçlarının içindeydi. Yol boyunca bunları düşündü, kendisine su ikram edilen kulübenin yerinde olmayışını bile fark etmedi. Mahmut Amca kan ter içinde uyandı. Yavaş yavaş doğruldu, kendine gelmeye çalıştı. Sabah namazı için yataktan kalktı, abdestini aldı. Yem sepeti ile beraber Namazgah Camii’nin yolunu tuttu. Namazını kıldıktan sonra yem tezgahını açtı, etrafına toplanan kuşları yemledi. Hala gördüklerinin etkisindeydi. İnsanlar hızlı adımlarla önünden geçiyordu. Kimisi işine gidiyordu, kimisi okuluna. "Bunların içinde" dedi Mahmut Amca. "Bunların içinde o şahsiyetli insanlar. Yeryüzünün mutluluğu için mücadele eden insanlar. Adaletin ve doğruluğun ülkesini kuracak insanlar." Önüne bir kuş sürüsü birikti. " Bakma bana kara gözlü güvercinim. Ben, bir gözü toprağa bakan Mahmut amcanız değil sizin için umut olan. Onlarla konuşun artık, onlara anlatın adaletin ve doğruluğun ülkesini." Mahmut Amca, derin bir nefes aldı ve gökyüzüne baktı. Binlerce kuş, etrafta hızla yürüyen insanların üzerinde bir gökkubbe gibi dolanıyordu. Gülümsedi Mahmut Amca, gülümsedi ve gözlerinden yaşlar süzüldü... o


inceleme

inceleme

sisleri dağıtan kibritçi kızlar servet deniz

İngiltere deyince akla ilk gelenlerden biri de, gökyüzünü kaplayan, adayı neredeyse görünmez kılan, değişik şekillerde gözüken sistir. Sis adeta masallara, efsanelere kaynaklık eder. O olmayınca ne efsaneler, büyücüler, krallar-kraliçeler olabilir, ne de dilden dile dolaşan destanlar. Sis, taht kavgaları ve halk isyanlarında yardımcı bir roldedir. Adada sis, sönmeye yüz tutmuş bir volkan gibidir. Kızgındır aynı zamanda. En çok yoksulları cezalandırır. Adanın güneş görmesine engel olur. Gündüzler geceye döner. Böylesi zamanlarda nsanlar titrek ışıklı fenerleriyle, sokaklarda bir hayalet gibi dolaşır. O sis ki, bir çatlak bulduğunda yoksul evlerin içine sızar. O an evdekilere dünya kıpkızıl ve hareketsiz görünür. Donuk ve ölgün bir dünya… Hiçbir şey olmamış

gibi işlerine devam eder bu insanlar. Sis içindeki insanlar hareketsiz haldedir bazen. İşçi, işsiz fark etmez. O karanlık, insanı kaybeden sisin içinde, yaşam felaketten beterdir. Yoksulların yoksulluğunun, açların açlığının görülmesine engel olur. Zaten bu sisin içindeki yoksullar ve açlar yaşayan ama varlıkları görülmeyenlerdir. Sis, yoksullara bir barakadır. Sisin gizlediği yoksul, aç insanlar, bu barakalarda kalır. Kimse onların bu durumlarını sormaz. O barakalarda sefalet içinde insanların yüzlerinde, bir frengilinin göz çukuru gibi kendini belli eder. Ürpertici ve korkunçtur. Bu sefalete tanık olanlar gördüklerini hayatları boyunca unutamaz. Kötü evler, hastalıklı, halsiz, oyun oynamaktan aciz kalmış, pislik içinde, açlıktan

vurdum duymaz hale gelmiş çocukları gizleyen, görünmez kılan da bu sistir. Sis, bu adada dem gibi sarayları, şato gibi evleri, büyük korkutucu fabrikalardaki sömürüyü, yanı başında yaşanılan sefaleti gözlerden uzak tutar… Sanki tüm bunlar bu adada değilmiş gibi, görülmez olur. Böyle bir muamele görür. Ama onlar oradadır. Zaman zaman kendilerini gösterirler. Açlıktan çelimsizleşmiş, çaresizlikten dolayı umursamaz, hayata değer vermeyen bu insanlar, bir gün hayatlarının değerli olduğunu muktedirlere hatırlatır. Sisin içinden gözüküp, haykırırlar… Sisin görünmez kıldığı sefalet içinde anne olmak çok zordur. Çocuklarının yaşamları şansa bağlıdır. Anneler, çocukların açlığına dayanamayıp gizli gizli ağ-

MAYIS 2012 | TAVIR | 57


larlar. Ve bu çocukların pek çoğu sağlıklı bir yaşamın ne olduğunu bilmeden ölürler sisin içinde.

lerine isyan eden feryatları görkemli sarayların duvarlarına çarpıp ölüm kusan sisin içinde kaybolur.

Yaşamayı başaranlar ise bu felaketin orta yerinden yaşam kavgasına girer. Sisin içinde yoksul çocuklar erken büyür. Çocukluklarını yaşayamaz. Oynadıkları oyun değil, ekmek kavgasıdır. Genç kızlar, erkekler bu kavganın birer sıra neferi olarak, açlığı en derinden hissederek savaşırlar.

Ve tüm bunlar istatistiklerin birer rakamı olarak kayıt defterlerine geçer. Ölümler, rakamlara dönüşür. Sonradan haklarında araştırma yapıldığında öğrenilsin diye…

Sisin aldatıcı ve tehlikeli olanı sarı olanıdır. İrin gibi kötü bir kokusu vardır. Yoğun ve yapışkan bir şekilde adeta havada asılı durur. Işığın insanların yüzlerini aydınlatmasına izin vermez. İnsanlar birbirleriyle çarpışır. Oksijen almak giderek zorlaşır. Ölüm, yavaş yavaş ve acı çektirerek kendini gösterir. Çığlıklar, kadınların ağlayışları, erkeklerin kader-

58 | TAVIR | MAYIS 2012

Güneş yüzü görmeyenler, sisin o öldürücü karanlığında gün doğmadan, kenarında pis lağım sularının aktığı yollara düşerler. Henüz yaşamaya devam eden, işini kaybetmeyecek kadar şanslı genç, çocuk erkekler-kızlar sisin içinde çalışacakları fabrikalara doğru yol alırlar. İşte bu çocuk-genç kızların içinde o günün burjuvalarına kök söktürecek kibritçi kızlar da vardır. Onlar sadece, az biraz daha insanca yaşamın düşünü kuranlardır. İşlerini yaparken ölmek ya da sakat

kalmak istemeyen bu kızlar, 1888 yazında, Londra’nın sefalet kokan mahallelerinden kalkıp fabrikalarına gidenlerdir. Kibritçilik Dönem, İngiliz İmparatorluğunun doruğu sayılan Victoria dönemidir. İmparatorluğun kolları dünyanın dört bir yanını sarmıştı. Kraliçe Victoria, adını, zaferlerle dolu denizlerde ve karalarda imparatorluğunu genişletmesinden alır. Her zaman ahlaka ve geleneklere sıkıca bağlı “sade” yaşamıyla halka örnek olduğu söylenir. Toplumun temeli olduğunu düşündüğü haysiyet, otorite ve aileye saygının yaygınlaşmasını sağlayan büyük oranda odur. Fotoğrafına bakıldığında çatık kaşlarıyla imparatorluğun otoritesini yansıtmak ister gibidir. İnsanları iliklerine kadar sömürdükleriyle saraylar, şatoların yanında halkının


manevi yaşamı için de dev katedraller kurbanları bugünkü gibi yine çocuklar ve genç kızlar olur. Yasalarda belli yaşlardan ve kiliseler yaptırmayı ihmal etmez. küçük çocukların çalıştırılması yasak olsa Sisler içindeki bu imparatorluğun Vic- da, burjuvazi bu yasayı boşa çıkarmanın toria çağında, görünürde kölelik kaldı- yolunu bulmakta zorlanmaz. Çünkü inrılmıştı. Ki Marks’ın adını koyduğu, ke- sanlar açlık ve yoksulluk içinde çalışmalimenin gerçek anlamıyla ücretli köle- ya muhtaçlar. Kibrit yapımında çalışanlalik gelmiştir. Yaygın olan bir sistemdir. rın büyük çoğunluğu on üç yaşından küHak alma mücadelesi kanlı ve dişe diş çük çocuklar, on sekizindeki genç kızlarsürmektedir. Çelişkiler sarayların duvar- dır. larını yıkacak kadar güçlü olsa da emekçiler henüz bir araya gelip o gücü oluş- Kibrit yapımı sağlığa zararlarının yanınturmuş değildir. Her hak büyük be- da kötü kokusu çalışanlar için dayanıldeller ödemek kazanılır. İmparatorluk, mazdır. Bu gibi işlerde her zaman halkın emekçilerin çelişkilerini yumuşatmak en yoksulu, yaşamaları şansı bağlı olaniçin değişik yasalar çıkarır. Sömürgeler- ların çalıştırılması tesadüf değildir. Çünden elde ettikleri sermaye birikimi ve kü onlar gözden çıkarılmış, burjuvazinin karlarla emekçilere sus payı verilmeye gözünde hiçbir değeri olmayanlardır. başlanması tam da bu yıllarda başlar. Böylesi çocuklar sisin gizlediği sefalet içindeki yoksul emekçi mahallelerinde bolDurum böyle olsa da İngiltere’nin pek ca bulunur. Patronlar böyle düşünür. çok bölgesi ve kentlerinde hala ço- Onların gözünde çalışan genç kızların ne cuklar, genç kızlar, bilcümle emekçiler gibi bir değeri olabilir? Köle gibi 15 saat köle gibi çalışmaya devam eder. Adına çalıştırılır. Dinlenmeleri yoktur. Varsa yemeslek hastalıkları, iş kazaları denilerek mekleri, o soluk alınamaz kokunun içinemekçilerin genç yaşta ölümüne tanık de yemek durumundalar. oluruz. Küçük Burjuva duyarlılığı Kibritçilik de, kelimenin gerçek anlamıy- Tam da bu günlerde küçük burjuva dula ücretli kölelerin çalıştığı bir meslek- yarlılığına sahip bir gazeteci olan Annie tir. Bugün tüm yeni sömürgelerde olan Basant, Link adlı gazetede “İngiltere’de Besömürü sisteminin benzeridir yaşanılan- yaz Kölelik” başlıklı bir makale yayınlar. lar. Köle gibi tekstil atölyelerinde çalış- Bununla sisin içinde yaşanılanlar, biraz da tırılan gençler ve çocuklar, o günlerde olsa geniş kesimlerce duyulmaya başlanır. Basant, kibrit fabrikasında çalışan kibrit imalathanelerinde çalışırlar. genç kızların içinde bulunduğu sefalet koKibrit kullanımı bugün geçerliliğini yi- şullarına ilişkin şunları yazar: tirse de, o günlerde kullanımı yaygındır. Kibrit yapımı çöpe fosforun yapış- “Onlar sefalet içinde doğmuş, henüz çotırılması usulünün bulunduğu 1833 cukken çalışmaya başlamış, besinsizlikyılında başlar. 1845 yılından sonra hız- ten gelişmemiş, çaresizlik içinde ezilla gelişerek büyük kentlerde kibrit fab- miş, çalışma güçleri tükenince bir kenarikaları açılır. Fakat yapımı pek çok ra atılmışlardır; Byrant and May hissedarmeslekte olduğu gibi tehlikelerle dolu- ları, yüzde 23 hisselerini alabildikleri ve dur. Viyanalı bir doktorun tespit ettiği, Mr. Byrant heykeller dikip parklar satın kibrit yapımında çalışanlara has bir tür alabildiği sürece, onların ölmeleri ya da tetanos hastalığı hızla yaygınlaşır. Pat- sokağa düşmeleri kimsenin umrunda ronlar karlarını düşüreceği için önlem değildir.” almaya yanaşmazlar. Yazının sahibi Basant, küçük burjuva duBurjuvazinin bu dizginsiz kar hırsının yarlılığıyla “kimsenin umrunda değildir”

derken yanılgı içindedir. Yanılgısının nedeni, bu genç kızların ve yaşadıkları sefalet koşullarına karşı mücadele edeceğini beklemiyor oluşudur. Hatta mücadele edilse de sonuç alınamayacağını düşünür. Bu, küçük burjuva aydınların evrensel, her ülkede görülebilecek bir özelliğidir: Halka güvensizlik, inançsızlık... Basant, kibritçi kızların yaşam koşullarını açıkça dile getirerek bir duyarlılık gösterir. Böylesi sanatçı, aydın ve yazarların en önemli özelliği, var olanı göstermektir. Yazar, kendince makalesini yazar. Sanatçı, sanatını icra eder. Hepsi bu kadardır yaptıklarının. Ötesine geçmeyi, aydın ve sanatçılara yakıştıramaz, doğru bulmazlar. Çözümü ise mücadele ederek, dişe diş bir kavgada değil, konuşarak, uzlaşarak patronların ya da devletin yapmasını bekler. Böylesi konularda en radikal talepleri çalışma koşullarının biraz düzeltmesidir. Basant makalesinde, kibritçi kızların çalışma saatlerinin uzunluğunu, ücretlerin çok düşük, para cezalarının ise çok yüksek olduğunu da yazar. Para cezaları kibritçi kızları kelimenin gerçek anlamıyla köle durumuna getirir. Ayrıca kibrit yapımında kullanılan fosforun, genç kızların-çocukların çene kemiklerinin çürümesine yol açtığını belirtir. Burjuvazinin oyunlarına dikkat! Araştırmalar, soruşturmalar yapılacak, gerçekler açığa çıkarılacaktır. Söylenen budur. Fakat sonucun bu olmadığı, devlet gerçeğini bilen için hiç de sır değildir. Nasıl ki ülkemizde iş kazaları veya cinayetler vb. basına yansıdığında olayı araştırdığını söyleyen müfettişlerin, araştırma komisyonlarının işlerini yaptıktan sonra ortaya ne çıkmış, sonuç ne olmuşsa, benzeri o gün İngiltere’de yaşanır. Çünkü araştırma-soruşturma denildiğinde emekçiler bunun olayın en uygun şekilde kapatılacağını anlar. Olay gündemden düşürülerek devletin o tozlu arşivine kaldırılacaktır. Sömürücü

MAYIS 2012 | TAVIR | 59


devlet geleneği, bize bunu binlerce örneğiyle göstermiştir. Nitekim gelişmeler üzerine, sömürgeci imparatorluk yetkilileri hızla harekete geçer. Ki makale sahibinin beklediği de budur. Müfettişler fabrikada incelemelerde bulunur. İncelemelerin sonucunda kanunsuz para cezalarının kaldırılmasını ister. Müfettişlerin de vahşi sömürü altında çalıştırılan çocuk ve genç kızlar için söyleyebileceklerinin bir sınırı vardır. O sınır, azgın sömürüyü az biraz gevşetmektir. Byrant and May yöneticilerinin tavırları bildiktir. Çünkü onlar birer burjuvadır. Karının ve sermayesinin tehlikeye düştüğü an o burjuvanın yapamayacağı alçaklık olamaz. Her yola başvurabilir. Tarih bunun örnekleriyle doludur. Ki o ücretli köle genç kızları fabrikasında çalıştıran da odur. Bu durumdan bir nebze, bir nebze vicdan azabı duymaz. Patronlar gazetedeki yazı üzerine harekete geçer. Gazeteciyle konuştuğunu düşündüğü üç kadını işten atar. Bununla da yetinmeyerek, gazetedeki iddiaların yalan olduğuna dair bir de kağıt imzalatmaya zorlar. Elebaşlarını işten attığımda diğerleri bir şey yapamaz anlayışıyla hareket eder. Bu anlayışla “elebaşı” olduğunu düşündüğü dördüncü kadını da işten atar. Artık bardak taşmış, bıçak kemiğe dayanmıştır. Fabrikadaki 700 genç kızkadın, bir anda “elebaşı” olup çıkar. Karşılarında horlanan, aşağılanan genç kızlar yoktur. Sefaletin içinde umudu kalmamış çocuklar değildir onlar. Bu 700 genç kız-kadın bir anda devleşip patronun karşısına dikilir ve yaptıkları işin adına grev derler. Grev öğreticidir... Sefalet içinde bir yaşamları vardır. 60 saatten fazla çalışmak durumundadırlar. Bu genç kızlar o günün koşullarında büyük bir eylemin içine girmiş olurlar.

60 | TAVIR | MAYIS 2012

Patrona karşı çıkılmış, deyim yerindeyse gemiler yakılmıştır. Bu grevin daha iyi anlaşılması için Engels’in greve ilişkin şu tespitlerini belirtmek gerekir.

falet içindeki halkın ölüme terk edilmesidir. Ekonomik ve sosyal şartların getirmiş olduğu rekabetten yararlanan yine burjuvazi olur.

“Bir grev için gereken cesaret, gerçekte çoğu zaman bir ayaklanma için gerekenden daha yüksek bir cesarettir, daha yürekli, daha kararlı bir cesaret olduğu açıktır. İşin doğrusu, yoksulluğu deneyimiyle bilen bir emekçi için, onu eşi ve çocuklarıyla birlikte göğüslemek, aylarca açlığa ve sefilliğe dayanmak ve bütün bunlar arasında da sağlam ve sarsılmamış durmak pek de azımsanacak bir şey değildir” (syf:299) (1)

Böylesine eşitsiz, adaletsiz koşullarda kadın iki kez sömürüdür. Adına serbest rekabet dedikleri sistemde, aynı sınıftan oldukları erkeklerden daha fazla çalışıp daha az kazanmaktadırlar. Ve bu onların daha fazla mücadele ve fedakarlık etmeleri demektir. Mücadele bedel ister. Kadınlar bunu ödemeye hazırdırlar artık.

İngiltere’de sendikalaşmanın erkek işçiler arasında yaygın olduğu yıllardır. Fakat kadınlar arasında ise çok azdır. Erkek-kadın arasındaki eşitsizlik emekçiler arasında da yaygındır. Ayrı kadın sendikası kurma çabalarının yanında, fabrikalarda erkeklerle birlikte mücadeleyi öne çıkaran kadınlar da vardır. Kadınların her alandaki örgütsüzlüğü yaygındır. Kadın emekçilerin büyük çoğunluğu vasıfsız, dağınık halde küçük atölyelerde çalışır durumdadırlar. Bu tablo onların daha fazla sömürülmelerini de beraberinde getirmektedir. İmparatorluğun merkezinde kadın ve çocuk emeğinin kullanımı hala sürer. Azaltılması da ancak büyük mücadelelerle ve ödenen bedellerle gerçekleşebilir. Ülke üzerinde gerçeklerin görülmesini engelleyen sis hafifçe aralandığında, demokrasi beşiği olarak gösterilen imparatorlukta hiçbir şeyin görüldüğü gibi olmadığı açığa çıkacaktır. Sisi ancak emekçilerin mücadelesi dağıtabilir. Görünürde kadın ve çocukların çalışmasına sınır getiren yasalar erkeklerden destek görürken, kadınların bu yasaları desteklemeleri mümkün değildir. Çünkü mevcut koşullar içinde bu yasalar, kadınların fiili olarak çalışma yaşamının dışına itilmesine yol açacaktır. Bu ise yoksul, se-

Şimdi sisler içinde kadın ve genç kızların mücadeleleri konuşulacaktır. Kibritçi kızların bu mücadelesi karanlığa bir kibrit çakılmasıdır. Parola: Birlik, mücadele, dayanışma Grev, burjuvaziyle işçiler arasında dişe diş bir kavgadır. O anda iki irade çarpışır. İşçilerin haklılık ve birlik olmaktan başka bir güçleri yoktur. Grev, işçilerin en büyük silahlarıdır. Ve şimdi her bir genç kız artık bir elebaşı olup mücadele eder. Patronun karşısında el pençe divan durmak yoktur. Yedi yüz kibritçi genç kız tek vücut olup Victoria çağının gerçek yüzünü sisler içinden gösterir. Grevin gücü çok geçmeden kendini gösterir. Diğer emekçilerin gözü de bu grevdedir. Kimileri ise kazanamayacaklarına dair inançsızlıklarını dışa vurur. Ama bu genç kızların grevi genel olarak dikkat ve heyecanla izlenir. Emekçilere güven verir. Değişik dayanışma eylemleriyle grevin yanında olduklarını gösterirler. Londra Sendikalar Konseyi kibritçi kızlara para yardımında bulunur. Grev işçiler arasında sıcak bir bağ kurar. İşçi kardeşliğinin yaşandığı en güzel anlar olur. Grev diğer yandan patronların gerçek yüzünü de gösterir. Aldıkları tavır tam bir sınıf tavrıdır. İşte bu noktada Engels’in İngiliz burjuvazisine söyledikleri dikkat çekicidir: “İngiliz burjuvazisi ka-


dar derinden ahlak bozukluğuna uğramış, bencillik yüzünden olmaz biçimde alçalmış, kendi içinde böylesine çürümüş, ilerleme yetisi kalmamış bir başka sınıf görmedim. Onun için yer yüzünde her şey, kendisi dahil, para uğruna vardır, başka hiçbir şey uğruna değil; hızlı kazançtan başka bir mutluluktan, altın yitirmekten başka bir sızıdan haberli değildir” (syf: 356) (2) Böylesi özellikleri de olan burjuvazi, ilk önce işçilere karşı uzlaşmaz ve tehditkar bir tutum alır. Çıplak ayaklı, sefalete mahkum genç kızlarla pazarlık mı edecektir? Dışarıda çalışmak için bekleyen bunlar gibi binlercesi vardır. İşsizlik, çalışanların üzerinde bir kılıç gibi sallandırılıp tehdit aracı olarak kullanır. Fakat patronun göremediği, okun yaydan bir kez çıktığı gerçeğidir. Kibritçi kızlar geri adım atmaz. İşlerini kaybetme korkusunu geride bırakarak patronla uzlaşmaz. Haklı ve meşru grev, küçük burjuva kesimleri de etkisi altına alır. Çalışma koşullarının kötülüğünden söz eder olurlar. Bu, grevin daha da gelişip yaygınlaşmasını sağlar. Çünkü ülkedeki işçile-

rin büyük çoğunluğunun durumu benzerdir. Grev, sisi araladıkça bu gerçek daha fazla görülür olur. Patronların hiçbir tehdidi işçileri yıldırmaya yetmez. Kibritçi işçi kızlar birlik mücadele ve dayanışmayla grevlerine devam eder. Sonuç: Mücadele eden kazanıyor! Temmuzun sıcaklığında Londra’nın sokaklarında, fabrikalarında, yoksul emekçi mahallelerinde kibritçi kızların zaferi konuşulur. O uzlaşmaz, genç kızları korkutmaya çalışan patronlar, işçilerle anlaşmak durumunda kalır. Temmuzun sonu zafer ilan edilmiş olur. Çalışma koşullarında önemli düzenlemeler yapılır. Para cezaları kaldırılarak, ücretlerde artış sağlanır. Kibritçi kızların bu zaferinin sonuçları bunlarla sınırlı olmaz. Kadınların kurduğu sendika patronlarca tanınır. Mücadele ettiklerinde haklarını kazanacaklarını görüp, kendilerine daha fazla güvenmeye başlarlar. Mücadele edilmeden hiç kimsenin kendilerine haklarını vermeyeceklerini, yaşam pratikleri kendilerine gösterir.

sonra İngiltere’yi çok daha kapsamlı bir grev dalgası kaplar. Sis dağıldıkça ülkenin gerçek yüzü daha fazla görülmeye başlanır. Hiçbir sis, emekçilerin haklı ve meşru mücadelelerini gizleyemez. Ülke gerçekliğinin üzerini örtemez. Mücadele tüm sisleri ve sansürü dağıtıp gerçekleri ortaya serebilir. Herkesin gerçek yüzünü açığa çıkarır. . Yeter ki kibritçi kızlar gibi mücadele edilsin. Neden ülkemizdeki tekstil atölyelerinde ve benzer fabrikalarda çalışan genç kızlarımız kibritçi kızlar gibi yapamasın… Neden güvencesiz, sağlıksız koşullarda çalışsın?

Kaynaklar: 1) Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi 2) (1) – (2) İngiltere’de emekçi sınıfların durumu / F. Engels / 1. Baskı-Sol Yayınları-1997 3) Kapital-1 Marks 4) Ateşi Çalmak o

Grev ve başarısı, İngiltere sendikalar tarihinde önemli bir yer bulur. Bu grevden

MAYIS 2012 | TAVIR | 61


haberler

haberler

Dizi setinde set emekçisi öldü Sanat Cephesi, işbirlikçileştirme politikalarına karşı basın "Arka Sıradakiler" isimli dizide sanat asistanlığı yaaçıklaması yaptı pan Selin Erdem, 1 Mayıs'ta dizi setindeki kazada hayatını kaybetti. Dizinin Kağıthane'deki setinde film ekibinin araçlarından kapalı kasa bir minibüs, yokuş aşağı hızla dizi ekibine çarptı. Kazada aracın altında kalan Ömer Özcan ve araç sürücüsü İdris F. yaralanırken, aracın altından ağır yaralı olarak çıkarılan Selin Erdem hayatını kaybetti.

Sanat Cephesi, 29 Nisan'da Okmeydanı Sibel Yalçın Parkı'nda bir basın açıklaması yaptı. İdil Kültür Merkezi çalışanı Ali Rıza Çelik'in gözaltına alınması ve işbirlikçilik teklif edilmesi üzerine yapılan açıklamaya Grup Yorum, Grup Yorum Korosu, İdil Kültür Merkezi Çalışanları, Okmeydanı Haklar ve Özgürlükler Derneği, İstanbul Gençlik Dernekleri Federasyonu, Okmeydanı halkı katıldı. Yaklaşık 70 kişinin katıldığı basın açıklamasında, işbirlikçiliğin yeryüzünün en onursuz, en alçakça işi olduğu, halkların geleneğinde bireylerin birbirini sahiplenmesinin yattığı, halkların güzel değerlerinin tek takipçisinin devrimciler olduğu anlatıldı; düzenin, polisin bu ajanlaştırma çabalarının boşuna olduğu belirtildi. o

Dizinin yönetmeni Hamdi Alkan, yaşanan ölümün tedbirsizlikten kaynaklanmadığını, Erdem'in “ecelinin geldiğini” söyledi ve “beğenmeyen bu işi yapmasın” dedi. o

Grup Yorum Hapishane Önünde Konser Verdi Grup Yorum, tutuklu elemanları Seçkin Aydoğan’ın bulunduğu Tekirdağ F Tipi Hapishanesi önünde konser verdi. 15 Nisan’da Bakirköy’de yapılacak olan “Bağımsız Türkiye” Konseri’nden bir gün önce Tekirdağ’a giden Yorum üyeleri, Seçkin’in serbest bırakılmamasının keyfi bir tutum olduğunu belirterek Seçkin’e destek konseri verdiklerini ifade ettiler. Konser sırasında hapishanede bulunan tutuklu ve hükümlüler "Cemo" şarkısını söyleyerek dışarıya seslerini duyurdular. Grup Yorum hapishane önünde yaptığı açıklamada: "Dört duvar, bu ülkede devrimci sanatçılar için hiçbir zaman bir tehdit unsuru oluşturamadı. Seçkin, dört duvar arasında olabilir. Ama bugün burada olmamız Seçkin'in de aramızda olduğunu gösteriyor. Yarın 300 bin kişilik bir konser düzenleyeceğiz. Bugün buraya arkadaşımıza destek olmak için geldik. Tekirdağ F Tipi Hapishanesi önünden Seçkin'in ve tüm devrimci tutsakların sesini buradan alarak yarınki halk korosuna katacağız." dedi. Konserin ardından Grup Yorum üyeleri ve beraberindekiler, otobüslerle Tekirdağ'dan ayrıldı. o

62 | TAVIR |MAYIS 2012

Güngör Gençay Hayatını Kaybetti Sosyalist şair, yazar ve yayıncı Güngör Gençay, 22 Nisan Pazar sabahı hayatını kaybetti. İki aydır İlk Yardım Hastanesi’nde tedavi gören Gençay, 23 Nisan Pazartesi öğleden sonra Şişli Feriköy Mezarlığı'nda toprağa verildi. Ömrünü sosyalizm mücadelesine adamış, yaşamı boyunca hapishanelerdeki tecrit politikalarına ve birçok hak ihlaline karşı hak arayanların ve direnenlerin yanında yer alan bir aydın olan Gençay’ın cenazesine TAYAD, İdil Kültür Merkezi, Tavır dergisi çalışanları, Halk Cephesi, Grup Yorum ve birçok devrimci-demokrat kurum da katıldı. Sanat Cephesi, açıklamasında, Gençay'ın gerçek bir sanat emekçisi, bir halk aydını olduğunu, Gençay'ın sosyalizm düşünü yerine getireceklerini belirtti. o


Geleneksel 1 Mayıs Piknikleri Yapıldı

GRUP YORUM g ü n c e 41 Nisan: “Grup Yorum'a Özgürlük” eyleminde Taksim Tramvay Durağı'ndan Galatasaray Lisesi önüne kadar yürüyüş gerçekleştirdi ve ardından şarkılarını seslendirdi. Sağanak yağmura rağmen 300 kişinin katıldığı eyleme şair Ruhan Mavruk ve Aşık Sinem Bacı da destek verdi.

İstanbul'da Halk Cephesi'nin geleneksel 1 Mayıs pikniği, 22 Nisan'da Gazi Kent Ormanı'nda gerçekleştirildi. Piknikte, Devrimci Mücadelede Emekliler Korosu, TAYAD Korosu ve Umudun Çocukları Korosu sahne aldı. Şiirlerin okunduğu, yıkımlarla ve 1 Mayıs'ın tarihi ile ilgili tiyatro oyunlarının oynandığı piknikte, son olarak Grup Yorum sahne aldı ve pikniğe katılan 2000 kişiyle birlikte türkülerini söyledi. Ankara'da da 22 Nisan'da Kılıçlar Köyü'nde gerçekleştirilen ve 140 kişinin katıldığı piknikte geçmişten bugüne 1 Mayıs fotoğrafları sergilendi, Taksim 1 Mayıs alanının nasıl kazanıldığının anlatıldığı bir tiyatro sunuldu ve İvme Müzik Topluluğu'nun söylediği türkülerle halaylar çekildi. o

42 Nisan : Seçkin Aydoğan'ın mahkemesinde, Çağlayan Adliyesi önünde basın açıklaması yaptı ve şarkılarını söyledi. Eyleme, aralarında CHP Milletvekili Melda Onur’un da olduğu 50 kişi katıldı. 414 Nisan: Tekirdağ F Tipi Hapishanesi önünde Seçkin Aydoğan'a özgürlük için konser verdi. Özgür Tutsakların da tecrit hücrelerinden seslerini duyurdukları eyleme 100 kişi katıldı.

415 Nisan: Bakırköy Cumartesi Pazarı Alanı'nda “Bağımsız Türkiye/On'ların Türküsü” konseri verdi. Zülfü Livaneli, Aylin Aslım, Aynur Doğan, Hüseyin Turan ve Nihat Behram'ın konuk sanatçı olarak sahne aldığı konsere 350 bin kişi katıldı. 422 Nisan: Halk Cephesi'nin 1 Mayıs Pikniği'nde Gazi Kent Ormanı'nda sahne alarak 2000 kişiye seslendi. 429 Nisan: Okmeydanı Sibel Yalçın Parkı'nda Sanat Cephesi ile birlikte Emniyet'in işbirlikçileştirme ve ajanlaştırma politikalarına karşı basın açıklaması yaptı. 70 kişinin katıldığı eylemde şarkılarını seslendirdi ve Okmeydanı halkını 1 Mayıs'ta Taksim'e çağırdı. o

GRUP YORUM konser programı 41 Mayıs: İstanbul Yer: Taksim 1 Mayıs Alanı Yer: Maltepe Türkan Saylan Kültür Merkezi Açıkhava Konser Alanı Saat: 20:30 43 Mayıs : Çanakkale Füze Kalkanı Değil Parasız Eğitim İstiyoruz konseri Yer: 90. Yıl Gösteri Merkezi (Çadır) Saat: 18:00 46 Mayıs : Edirne Füze Kalkanı Değil Parasız Eğitim İstiyoruz konseri Yer: Turkuaz Gösteri-Toplantı Merkezi Saat: 16:00

413 Mayıs : Hatay Emperyalist Saldırılara Karşı Suriye Halkıyla Dayanışma Konseri Yer: Doğuş Okulları Önü Saat: 16:00 418 Mayıs : İzmir Canan Kulaksız Şenliği Yer: Ege Üniversitesi 422 Mayıs : Galatasaray Üniversitesi Söyleşi / Dinleti. o

MAYIS 2012 | TAVIR | 63


haberler haberler kısa... kısa... kısa... kısa.. kısa... kısa... kısa... kısa... kısa... kısa... kısa... kısa... kısa... kısa...kısa... kısa...

4Dev-Genç'in Vatansever Öğrenciler için Film Gösterimleri Devam Ediyor “Füze Kalkanı Değil Demokratik Lise İstiyoruz” pankartı astıkları için 6 aydır tutuklu olan Dev-Gençli Gülşah Işıklı ve Meral Dönmez için film gösterimleri, Çanakkale ve Edirne'de devam ediyor. Çanakkale'de “Gülşah Ve Meral Vatansever Gençlik Film Gösterimi” kapsamında 20 Nisan'da “3 Aptal” filmi gösterildi. Edirne'de ve Çanakkale/Biga'da ise "Vatansever Öğrenciler Gülşah ve Meral'e Özgürlük” film günlerinde Dev-Gençliler “Filistin'e Veda” filmini izlediler. 4Meral Okay Hayatını Kaybetti Uzun süredir akciğer kanseri tedavisi gören senarist ve oyuncu Meral Okay, 9 Nisan'da hayatını kaybetti. Okay, 12 Eylül döneminde Türkiye İşçi Partisi üyesi ve işyeri temsilcisiydi. Senaryosunu yazdığı ve oynadığı dizilerin ve filmlerin yanı sıra dergicilik, yayıncılık, yapımcılık çalışmaları da yapan Okay, 2007'de 14. Adana Altın Koza Film Festivali’nde En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu ödülünü Beynelmilel ile ve 2002’de 24. SİYAD Türk Sineması Ödülleri’nde En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu ödülünü “Hiçbir Yerde” ile kazanmıştı. 412. İzmir Film Festivali Yapıldı Bu sene 12.si düzenlenen İzmir Uluslararası Film Festivali, 21-28 Nisan tarihleri arasında gerçekleştirildi. Festivalde Ulusal Uzun Film Yarışması'nda En İyi Film Ödülü ve Akademi Ödülü'nü Ümit Ünal'ın yönettiği “Nar” filmi alırken, SİYAD En İyi Film Ödülü'ne Ruhi Karadağ'ın yönettiği “Simurg” filmi, En İyi Yönetmen Ödülü'ne de “Labirent” filminin yönetmeni Tolga Örnek layık görüldü.

64 | TAVIR |MAYIS 2012

4Armutlu'da Grup Yorum'a Teşekkür Kahvaltısı Grup Yorum'un Bakırköy'de 350 bin kişinin katılımı ile gerçekleştirdiği “Bağımsız Türkiye” konserinin ardından, Armutlu halkı Yorum'a teşekkür amaçlı bir kahvaltı düzenledi. Armutlu Cemevi'nde yapılan kahvaltının ardından yapılan konuşmalarda Grup Yorum'dan Ali Aracı, Grup Yorum'un halka mal olduğunu, bu bağın asla kopmayacağını ve Bağımsız Türkiye konserindeki yüzbinlerin coşkusuyla 1 Mayıs'ta da Taksim'de olacaklarını belirtti. Etkinlik, Armutlu halkının okuduğu şiirler, söylenen türküler ve çekilen halaylarla sona erdi. 4Ragıp Zarakolu Tahliye Edildi KCK davası kapsamında Ekim 2011'den beri tutuklu bulunan yayıncı-yazar Ragıp Zarakolu ile birlikte 14 kişi, mahkemenin ara kararı ile tahliye edildi. Zarakolu, tahliyesinden sonra yaptığı açıklamada, keyfi tutuklamaya olanak sağlayan kanunlar yürürlükte olduğu sürece medyaya karşı konuşmayacağını, "sessizlik" protestosunda bulunacağını belirtti. Zarakolu, tahliye edilmesini "duvarlı bir hapishaneden, duvarları belirsiz daha geniş bir hapishaneye çıktım" diyerek yorumladı. 431. İstanbul Film Festivali Yapıldı Bu sene 31.’si düzenlenen İstanbul Uluslararası Film Festivali, 31 Mart - 15 Nisan tarihleri arasında gerçekleştirildi. Festivalde En İyi Film ödülünü "Tepenin Ardı" filmi ile alan Emin Alper, ödülü tutuklu akademisyen Büşra Ersanlı ve tüm tutuklu gazeteci ve öğrencilere adadı. Zeki Demirkubuz’un "Yeraltı" filmi, En İyi Yönetmen, En İyi Kurgu, En İyi Görüntü ve En İyi Erkek Oyuncu (Engin Günaydın) ödüllerini alırken, En

İyi Kadın Oyuncu Ödülü ise "Şimdiki Zaman" filmi ile Sanem Öge’ye gitti. "İz/Rec" filmi ile jüri özel ödülünü alan Tayfur Aydın, ödülü alırken Türkçe ve Kürtçe "Herkesin kendi doğduğu topraklarda gömülmesini dilerim" dedi. 4Emek Sineması'nın Yıkımına Karşı Yürüyüş Emek Sineması'na sahip çıkan sinemaseverler, Emek Sineması'nı 4. kata taşıyacak olan projeye karşı Taksim'den Emek Sineması'na kadar yürüdü. Yürüyüşün sonunda kitle "Fetih Beyoğlu: Grand Pera" yazılı biletleri yırttı. Yapılan açıklamada, projeyi yürüten Kamer İnşaat'ın, Emek Sineması'nı 4. kata taşıyarak 10 salonlu bir sinema zincirinin süsü haline getirmeyi amaçlandığı belirtildi ve Emek Sineması'nın halka ait olduğu vurgulandı. 4Şehir Tiyatrolarına Yönelik Saldırılar ve Sanatçıların Eylemleri İstanbul Büyükşehir Belediyesi, Şehir Tiyatroları ile ilgili çıkardığı yönetmelik ile tiyatronun yönetimini, repertuarın belirlenmesini sanatçılardan belediye bürokratlarına devretti. İBB Şehir Tiyatroları Sanatçıları Derneği 24 Nisan’da basın açıklaması yaparak saldırıları protesto etti. Açıklamayı okuyan Aslı Öngören, bu yönetmelikle birlikte Şehir Tiyatrolarının sanat kurumu olmaktan çıkıp AKP'nin bir şube müdürlüğüne dönüşeceğini ifade etti. "Şehir tiyatroları yok edilemez" diyen sanatçılar, 29-30 Nisan gecesi de Muhsin Ertuğrul Sahnesi önünde sabahladı. o


bu sevda bizim...�

martkapak.indd 3

5/8/12 2:41 AM


martkapak.indd 4

5/8/12 2:41 AM


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.