ıssn 1303-9113 • 2012 / 01
OCAK kapak.indd 1
• sayı 116
• 2.25 TL(KDV’li)
1/9/12 8:34 AM
OCAK kapak.indd 2
1/9/12 8:34 AM
01-02 merhaba_1-2 merhaba ve icindekiler 1/9/12 10:37 AM Page 1
a y l ı
k
s a n a t
d e r g i s i
Merhaba
Sahibi Tavır Yayınları adına Bahar Kurt Genel Yayın Yönetmeni Gamze Keşkek Sorumlu Yazıişleri Müdürü Yeliz Yılmaz Yazışma Adresi İstanbul Mahmut Şevket Paşa Mah. Mektep Sk. No: 4-B Okmeydanı - Şişli - İstanbul Tel: (212) 238 81 46 Faks: 238 82 49 e-posta: tavir2007@gmail.com www.tavirdergisi.com
“Emperyalizme teslim olmaktansa bu adayı batırırım”... Bu söz bir inancın, kararlılığın, ezilen halkların düşmanlarına duyulan öfkenin yansımasıdır Fidel’in dilinde... Bugün, Batista’nın zulmünden kurtulup bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizme geçişin, yani halk iktidarının kuruluşunun üzerinden 53 yıl sonra bile aynı inanç, kararlılık ve öfkeyle direnen Küba’nın devrim önderinin dilinde... Fidel, Che, Raul ve Camillo önderliğindeki yoksul Küba halkı, zaferi kolay kazanmadı, ABD işbirlikçisi bir diktatörlüğü ile başlattığı savaşta. En değerli evlatlarını gömdü Küba topraklarına. Küba bugün o evlatlarının yüzü suyu hürmetine duruyor dimdik ayakta. Sosyalizm inancı Kübalının yüreğinden silinmedikçe böyle olmaya devam edecek. 53 yıl değil sonsuza dek!... Yeni bir yıla merhaba diyoruz. Umutlarımız tazeleniyor; bu yıl da yeni yüreklerle buluşup gelişeceğimize, daha da çoğalacağımıza inanıyoruz. Haklının, doğrunun, insana dair olanın yanındayız; bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm uğruna dünyanın tek haklı ve meşru kavgasını veriyoruz çünkü... Vatan topraklarının bağrına bir ABD hançeri daha sokuluyor. Malatya-Kürecik’e, “füze kalkanı” adı altında ABD ve İsrail Siyonizminin politik ve ekonomik çıkarları için sokulan bu hançeri söküp atmak göreviyle karşı karşıyayız. İstemiyoruz Amerikan emperyalizminin silahlarını, bombalarını, bilcümle pisliğini... İstemiyor ve onları istemediğimizi haykırmak için yola düşüyoruz Malatya’ya, Kürecik’e doğru...
Ankara İdilcan Kültür Merkezi Eski 1. Cadde 636. Sk. No: 207/2 Tel: 0 541 336 65 37
2011’in baharında, nisanın 17’sinde haykırdı 150 bin yürek “Bağımsız Türkiye” diye Bakırköy’ün orta yerinde. Emperyalizmin zafer çığlıkları attığı, Irak ve Libya kalelerini düşürdükten sonra gemi azıya aldığı bir süreçte bu sesin anlamı büyüktür. Halkı hiçbir zaman teslim alamayacağının teminatıdır bu ses! Bu sesi bu yıl daha da çoğaltacak, iki katına çıkaracağız! Verilmiş sözdür, tutulacaktır!
Hesap no (TL) 1042- 30000 596147 Gamze Mimaroğlu İş Bankası Parmakkapı/İST. Hesap no (EURO) 1042- 3010000 129062 Gamze Mimaroğlu İş Bankası Parmakkapı/İST. Fiyatı (DÖVİZ) Almanya: 5 Euro Fransa: 5 Euro Hollanda: 5 Euro Avusturya: 5 Euro İsviçre: 7.5 Frank İngiltere: 4 Sterlin Posta Çeki Hesap no Selma Altın 515 72 82
Verilmiş daha nice sözümüz var! Bir bir yerine getirilecektir. 2012, bu sözlerimizi yerine getireceğimiz bir yıl olacak. Çoğalacağız dedik. Her geçen gün artacağız. Bu ülkenin yoksullarını, ezilenlerini, geleceği kurma gücüne ve inancına sahip olanları bir araya getirecek, umutlarını büyütecek; bizi ezen, sömürenlere karşı mücadeleyi birlikte yürütmek için örgütleyeceğiz. Ustanın dediği gibi “Açlar Ordusu”ndan kocaman bir güç yaratacağız. Bu güçle korkularını büyüteceğiz zalimlerin. Yeni yeni Armutlular, Gaziler, Okmeydanları, 1 Mayıslar, Çayanlar yaratacağız.
Baskı Ezgi Matbaa Sanayi C. Altay Sok. No: 10 Çobançeşme / İstanbul Tel: (0 212) 452 23 02 Yayın türü: Yerel Süreli
Sanatımızı, kavganın en ön cephesinde büyüteceğimiz bir yıl olması dileğiyle tüm okurlarımızın yeni yılını kutluyoruz. Ve 2012 de bizim olacak diyoruz. Bir sonraki sayımızda görüşmek dileğiyle... Dostlukla...
01-02 merhaba_1-2 merhaba ve icindekiler 1/9/12 10:37 AM Page 2
İÇİNDEKİLER
01/2012
3 5 10 13 15 17 20 24 26 29 33
GÜNCEL fethi demirci cemo halkın ortak düşü, ortak türküsü PANORAMA tavır bir yıl böyle geçti DENEME mehmet esatoğlu şöhret olmak ve sokaklarda aç ölmek HAPİSHANEDEN karanfil eğilmez van’ın mavi gözleri MAKALE şahin şap maraş MAKALE ibrahim karaca tencere dibin kara ELEŞTİRİ güzin karaduman devrimcilere bir saldırı filmi: aşk ve devrim DENEME aydemir öner 33 kurşun... bir kez daha... ŞİİR ahmed arif 33 kurşun RÖPORTAJ tavır gabriel benitez toledo DENEME ümit ilter dev-gençli...
35 37 40
42 48 49 52
56 58 59
62
DENEME ümit zafer ağaç ol MAKALE asya çakır o gün DENEME civan ekberad bir asma köprü var hasan baba’nın evinin yolunda HAPİSHANEDEN gerçek düşler hazal tunç AYIN FOTOĞRAFI İZLENİM filiz tanya bugün batıkent yarın tüm anadolu’da BİYOGRAFİ mete yılmazer çelik yürekli bir bolşevik: yakov mihayloviç sverdlov ŞİİR eda dereli sen ölürken DENEME ayşe arapgirli kerpiç evler yenilmezlik kokar SİNEMA sevgi duman gerçeği tam da göstermeyen bir ayna: gelecek uzun sürer HABERLER
03-04 cemo_sablon 9/5/12 6:02 PM Page 3
güncel
güncel
cemo halkın ortak düşü, ortak türküsü fethi demirci
Türküler halkın en duygulu, en bilinçli, en kolektif, en meşru ürünleridir. Meşruluğu da kolektivizmi de halkın dilden dile türkülerini söyleyip sahiplenmesi oranında güçlüdür. Ki böyle bir güç karşısında hiçbir şey tutunamaz. İster anlı şanlı hanedanlar olsun, ister top tüfek ordular… Bir küçük ezgi, bir gönül titreten sözcük karşısında acizdirler. Bu yüzdendir ki egemenler, sömürücüler bin yıllardır türkülerden korkmuş, yasaklar-cezalarla halkı yıldırmaya çalışmışlardır. Fakat böylesi baskılar altında bile daha güçlü, daha güzel ezgiler, en derin sözler harmanlanmış, dilden dile yayılmıştır. Türküler hem halkın yaşamı, dünü, bugünüdür; hem de yarına dair umududur. Hem çekilen acının, hem de sorulacak hesabın adıdır. İşte bu yüzden “alnında yıldızlı bere, elinde mavzeriyle” Cemo, hep sıcak bir dosttur halkın yüreğinde. “O büyük günün görkemi” çocukların yüzlerine yansır Cemo’yu her söylediklerinde. Umudun adıdır; açlığın, yoksulluğun, sömürünün olmadığı insanların ortakça çalışıp, ürettiği, hakça paylaştığı bir ülkeyi müjdeler. Adalet özlemidir; canımızdan
OCAK 2012 | TAVIR | 3
03-04 cemo_sablon 9/5/12 6:02 PM Page 4
iddianame tamamen siyasi amaçlar gütmektedir. Aksi halde 22 yıl boyunca yayınlanmış, halkın her kesimi tarafından dinlenen bir şarkının "bugün" suç unsuru olmasının ne gibi bir anlamı olabilir? (Eğer savcı bu 22 yılı şarkının sözlerini anlamak için geçirdiyse durum anlaşılabilir). Türküleri “bölücü, yıkıcı, terörist unsur” olarak gören ve gösteren bu zihniyet, Engizisyon Avrupa'sında ilahiler dışında tüm müzikleri yasaklayan zihniyettir. Kendi inançlarını ifade ettiği ve mevcut düzene zarar verdiği için Britanya’da Gayda’yı, Karadeniz’de tulumu yasaklayan zihniyettir. Victor Jara’nın dilini keserek susturacağını sanan zihniyettir. Özü özeti faşizmdir...
can alanlara, yokluğu, açlığı yaratanlara karşı tutulan büyük kindir… Bu yüzden olacak ki özel yetkili savcı İsmail Göktürk, 22 yıllık bu şarkımızın sözlerinde bir “yasa dışılık” görmüş, hazırladığı iddianamede delil olarak yer almıştır Cemo. Söz konusu iddianame, 10 Mayıs 2011’de polis operasyonuyla İdil Kültür Merkezi’nden gözaltına alınıp tutuklanan Tavır Dergisi sahibi Bahar Kurt için hazırlanmıştır. Savcı açıkça ifade etmemiş olsa da bu iddianın siyasi anlamı “Biz sizin gerçekleri, türkülerle dahi olsa, söylemenize izin vermeyeceğiz. Yüz binlerle konserler düzenlememeniz için sizi gerekirse tutuklayacağız”dır. Bu düzen için yeni bir söylem değil elbette. Biz de ilk defa duymuyoruz bunları. Fakat burada özel yetkili savcı İsmail Göktürk'ün; milyonlarca insanın diline dolanmış, halklaşmış bir şarkıyı yargılama cüretini nereden bulduğunu da sorgulamamız gerekir. Elbette bu zihniyet, bir çocuğun elde edemediği bir oyuncak için ağlamasını ya da işe geciken bir memurun gelmek bilmeyen otobüse öfkelenmesini de “terörist faaliyet” olarak değerlendirebilir. Zaten yasaların uygulanış biçimi, bu zihniyetin "yaratıcılığını hiç de zorlamasına gerek kalmadan" yasaklar ve cezalar yağdırmasına müsaade etmektedir. Zira hali hazırda “Grup Yorum konseri düzenlediği” için, “Grup Yorum’un şarkı sözlerini bilgisayarında bulundurduğu” için, “Grup Yorum konserinde slogan attığı” için ceza alan ve yargılanan insanlar var. Son yılların moda “demokrasi, açılım” söylemlerine girmeye hiç lüzum yok. Vaat edilen demokrasi tüm can yakıcılığıyla kendini hissettiriyor zaten. Böylesi rahat(!) bir hukuki ortamda, savcının Cemo hakkındaki “şeytanın bile aklına gelemeyecek, dahiyane” suçlamaları hiç de temelsiz, amaçsız değildir bu yüzden. Yani kaleme alınan bu
4 | TAVIR | OCAK 2012
Peki, geriye kalan nedir? Bugüne ulaşan, yarına uzanan kimin sesidir? Padişah sofralarında çanak yalayan müzisyenlerin esrik nağmeleri çoktan tarihin çöplüğüne gömüldü, bir daha duyulmamak üzere... Halka tepeden bakan, sırça köşklerden çıkmayan şarkılar kaç yüz yıl yaşadı? Daha ne kadar yaşar? Bugün ne kadar yaygın çalınıp söylense de hiçbir anlam ifade etmeyen, yozlaşmanın, çürümenin, pespayeliğin sembolü olan şarkılardan yarına ne kalır? Kaç kişinin hafızasında yer edinir? Oysa türkülerin gücüne en büyük kanıt, onların kalıcılığıdır. Yüzlerce yıl geçse dahi hala dilden dile dolaşması tesadüf değildir. İşte bu yüzden düzen, türküler karşısında rüzgarda savrulan toz zerreleri kadar acizdir. Baskıları korkuları oranında büyür. Pervasızlıkları, cüretleri cesaretlerinden değil, korkularındandır. Evet. Bugüne kalan Pir Sultan’ın sazıdır, Afrikalı kölelerin hep bir ağızdan söylediği isyan şarkılarıdır, Amerika’da Kızılderililerin ağıtıdır, Dengbejlerin sesidir. Ve Şili’de Venceremos, Dersim’de Cemo’dur... Bugün Grup Yorum'un üzerinde bu ve buna benzer baskılar son dönemlerin sıkça tekrarlanan yargısı "Grup Yorum artık özgürce müzik yapıyor, rahatça konserler veriyor"a bir cevaptır. Elbette dün ve bugün arasında değişen çok şey vardır. Fakat değişen şey, baskının uygulanış biçimidir. Halkın mücadelesi sürdükçe baskılar da olacaktır. Ve bizim türkülerimiz de halk için, halkın mücadelesine dair olacaktır. Bu gerçek ne kadar değişmezse, halkın türkülerini sahiplenip koruması da o derece değişmezdir. Başta da söylediğimiz gibi ne kadar güçlü bir yapısı olursa olsun, ne kadar zor kullanırsa kullansın, ne kadar örgütlü olursa olsun hiçbir iktidar türkülere baş eğdiremez. Halkın dirayeti, birliği, ortak duyguları ve kültürü onlara gözü gibi bakacaktır. Ve türküler sınıf kavgasında yerlerini almaya devam edecektir. Egemenin kılıcını savuran savcılara, cellatlara rağmen türkülerimiz susmayacak, halkın kavgasında halkın yanında saf tutacaktır.o
panorama panorama
bir yıl böyle geçti...
11 Ocak/ Kıvırcık Ali Hayatını Kaybetti.
Halk sanatçısı Kıvırcık Ali, Çatalca’da geçirdiği trafik kazasında hayatını kaybetti. Cenazesine binlerce dinleyicisi, seveni katıldı. 21 Ocak/ V. Putin Lenin’in Mumyasını Yıkmak İstedi
11 Ocak/ Bolivarcı Kıta Hareketi Üyelerinden Bernardo Filiaggi Yaşamını Yitirdi
Bolivarcı Kıta Hareketi’nin üyelerinden Bernardo Filiaggi, Venezüella’da geçirdiği bir trafik kazası sonucu yaşamını yitirdi. Bernardo Filiaggi, geçen sene Halk Cephesi’nin düzenlemiş olduğu ve Eyüp Baş’a ithaf ederek onun adını verdiği, “Eyüp Baş Emperyalist Saldırganlığa Karşı Halkların Birliği Sempozyumu”na katılarak, Venezüella ve Kolombiya’daki silahlı ve silahsız demokrasi mücadelesine dair bilgiler vermişti 5 | TAVIR | OCAK 2011
Rusya Başbakanı Vladimir Putin'in partisi Birleşik Rusya, Ekim Devrimi'nin önderi Lenin'in Kızıl Meydan'da mumya halinde bulunan mozolesinden çıkarılarak toprağa defnedilmesini istedi. Birleşik Rusya Partisi yaptığı açıklamada "Lenin çok tartışmalı bir figür. Ülkemizin kalbinde bulunması ise çok saçma. O sosyal çöküşün ve terörün sembolü. Koca bir ülkenin karşı karşıya kaldığı kederin temsilcisi” dedi. Kızıl Meydan’da bulunan Lenin’in mozolesini ziyaret eden yüz binlerce insan, Lenin’in bedenini yok etseler bile düşüncelerini yok edemeyeceklerinin, Lenin’in düşüncelerinin yaşayacağının göstergesi oldu. 19 Şubat/ Avrupa’da “Tecrite Yüz Bin Kere Hayır“ Kampanyaları
Almanya hapishanelerinde Türkiyeli devrimci tutsaklara uygulanan tecrit işkencesine karşı başlatılan Tecrite Yüz Bin Kere Hayır kampanyasında binlerce imza toplandı. Devrimciler, Avrupa’nın birçok ülkesinde devrimci tutsakları sahiplendi.
11 Mart/ Japonya’da 9.0 Büyüklüğünde Deprem
Japonya’da yerel saatle 14.46’da büyüklüğü, 9.0 olarak ölçülen Töhoku Depremi yaşandı. Depremin etkisiyle 10 metreye varan yükseklikte tsunami dalgaları meydana gelirken “Fukushima I” Nükleer Santrali önemli ölçüde etkilendi. 30 Mart/ Halk Cephesi Kızıldere’ye Yürüdü
24 Şubat/ Yunanistan’da Genel Grev
Emperyalist krizin faturasının ödetilmeye çalışıldığı Yunanistan halkı, aylarca öncesinden alınan kararla genel grev ilan ederek 24 Şubat’ta meydanlara toplandı. Atina’da gerçekleştirilen mitinge yüz binlerce emekçi katıldı. Mitinge, Halk Cepheliler de Halk Cephesi ve O AGONAS Dergisi imzalı “Katliamcı Polis Yürüyüş Dergisini Bastı Ve Talan Etti. Hapishanelerdeki Katliamları Yazan 7 Dergi Çalışanına İşkence Yaptı Ve Tutukladı. Susturamayacaklar!” yazılı pankart ile katıldı.
Geçen sene olduğu gibi bu sene de Mahir Çayan ve yoldaşlarının katledilişinin yıldönümünde Halk Cephesi Kızıldere’ye gitti. Mahir Çayan ve yoldaşlarının katledildiği kerpiç evin önünde gerçekleştirilen programa köylüler, jandarmanın baskısına rağmen, katılım gösterdi. Grup Yorum’un da türküler seslendirdiği anmada Mahir Çayan ve yoldaşlarının düşüncelerinin yaşadığı ve yaşayacağı vurgulandı.
25 Şubat/Sosyalist Yazar Orhan İyiler Hayatını Kaybetti
Sosyalist yazar Orhan iyiler 25 Şubat sabahı vefat etti. 2006 yılında vasiyet olarak “Beni ölünce devrimcilerin yanına Gazi toprağına gömün” diyen Orhan iyiler 26 Şubat’ta Gazi Yayla Mezarlığında düzenlenen törenle toprağa verildi. 25-26-27 Şubat/ Eyüp Baş 2. Emperyalist Saldırganlığa Karşı Halkların Birliği Sempozyumu Yapıldı
Halk Cephesi’nin düzenlediği ve 2009 yılında hayatını kaybeden Halk Cephesi temsilcisi Eyüp Baş’a ithaf edilen sempozyuma Mısır, Filistin, Suriye, Irak, Bulgaristan, Belçika, Filipinler, Yunanistan, Lübnan, Honduras, Venezüella, Hindistan, Bangladeş, İngiltere ve Almanya’dan anti-emperyalistler katıldı. Türkan Saylan Kültür Merkezi’nde gerçekleştirilen sempozyumun son gününde İdil Tiyatro Atölyesi oyun oynadı, Erdal Bayrakoğlu ve Grup Yorum konser verdi. 6 | TAVIR |OCAK 2012
17 Nisan/ 150 Bin Kişiyle “Bağımsız Türkiye” Halk Konseri Gerçekleştirildi
Grup Yorum’un Bağımsız Türkiye şiarıyla17 Nisan’da Bakırköy’de gerçekleştirdiği halk konserine 150 bin kişi katıldı. Grup Yorum’u sanatçı dostları Leman Sam, Kubat, Mor ve Ötesi, Burhan Berken, Tuncel Kurtiz ve Sırrı Süreyya Önder yalnız bırakmayarak Grup Yorum’un türkülerini seslendirdi ve şiir okudu.
12 Mayıs/ Grup Yorum İstanbul Emniyet Müdürlüğü Önünde Oturma Eyleminde
10 Mayıs Salı günü gece vakti gerçekleştirilen baskınla gözaltına alınan Grup Yorum elemanları ve Grup Yorum dinleyicilerini sahiplenmek üzere Vatan Caddesi’nde bulunan İstanbul Emniyet Müdürlüğü önünde gözaltındakiler serbest bırakılana kadar oturma eylemi yapan Grup Yorum ve dinleyicileri Yorum geleneğinin dişe diş kavga ve direniş olduğunu bir kez daha gösterdi.
1 Mayıs/ Yüz Binlerce Emekçi 1 Mayıs’ta Taksim’de
Yıllardır verilen mücadelenin kazanımı olarak 1 Mayıs geçen yıl olduğu gibi bu yıl da Taksim’de kutlandı. Yüz binlerce emekçinin katılımıyla gerçekleşen 1 Mayıs’ta Grup Yorum da sahne alarak türkülerini ve marşlarını seslendirdi. Alanı dolduran emekçiler, işçiler, öğrenci ler hep bir ağızdan Cemo’yu söyledi. Bu yıl da AKP’nin Taksim’i vermediği yıllarca verilen mücadelelerin sonucu olarak 1 Mayıs’ın kazanıldığı vurgulandı.
10 Mayıs/ İdil Kültür Merkezi, Okmeydanı Haklar ve Özgürlükler Derneği ve Gençlik Federasyonu’na Baskın
Grup Yorum, Fotoğraf ve Sinema Emekçileri (FOSEM), İdil Tiyatro Atölyesi, Anadolu’nun Sesi Radyosu ve dergimizin çalışmalarını yürüttüğü İdil Kültür Merkezi 10 Mayıs’ta gecenin bir yarısı uydurma gerekçelerle basıldı. Aynı anda Okmeydanı Haklar ve Özgürlükler Derneği ile Gençlik Federasyonu’nu da basan yüzlerce çevik kuvvet ekibi orada bulunan insanları gaz bombaları ve işkenceyle gözaltına aldı. İdil Kültür Merkezi’nden gözaltına alınan ve 3 Grup Yorum elamanının da aralarında bulunduğu dokuz kişiden biri olan Tavır Yayınları sahibi Bahar Kurt dört gün sonra çıkartıldığı mahkemece “İstinye Amerikan Başkonsolosluğu önünde Amerika’yı protesto etmek gerekçesiyle” tutuklanarak Bakırköy Kapalı Kadın Hapishanesi’ne götürüldü.
10 Haziran/ Hüsnü Yıldız kardeşi Ali Yıldız’ın Mezarını Bulmak için 65 Gün Direndi
Kardeşi Ali Yıldız’ın katledilip Dersim Çemişgezek’te bir toplu mezara gömüldüğünü 14 yıl sonra öğrenen Hüsnü Yıldız kardeşinin cesedini alabilmek için yaptığı tüm başvurular sonuçsuz kalınca 10 Haziran’da Dersim’de çadır açarak açlık grevine başladı. Hüsnü Yıldız’ın Dersim Merkez’inde Yeraltı Çarşısı üstünde kurduğu çadıra, TAYAD’lı Aileler de açlık greviyle destek verdi. Hüsnü Yıldız, açlık grevinin 45. Gününde direnişini ölüm orucuna dönüştürerek sürdürdü. Demokratik kitle örgütlerinin ve aydınların destek verdiği Hüsnü Yıldız, toplu mezarların açılması talebinin kabul edilmesiyle 15 Ağustos’ta direnişini sonlandırdı. Toplu mezarlardan çıkan kemikler incelenmek üzere İstanbul Adli Tıp Kurumu’na gönderildi.
OCAK 2012 | TAVIR | 7
6 Ekim/Ferhat ve Berna 19 Ay Sonra Özgürlüğüne Kavuştu
14 Mart 2010 tarihinde Roman Çalıştayı’nın olduğu Abdi İpekçi Spor Salonu’nda Başbakan’ın konuşma yaptığı sırada “parasız eğitim istiyoruz, alacağız” pankartı açan ve ardından gözaltına alınarak tutuklanan Ferhat Tüzer ve Berna Yılmaz 19 ay sonra serbest bırakıldı. 9 Ekim /Halk Cephesi Liseli Dev- Genç “Füze Kalkanı Değil Demokratik Lise İstiyoruz” Kampanyası Başlattı
15 Temmuz/ Grup Yorum Dersim’de 10 bin kişilik konser verdi
Halk Cephesi Liseli Dev- Genç, Malatya Kürecik’te kurulması planlanan füze kalkanına karşı “Füze Kalkanı Değil Demokratik Lise İstiyoruz” kampanyası başlattı. İstanbul, Kocaeli, Tekirdağ, Çanakkale başta olmak üzere Türkiye’nin birçok yerinde açılan çadırlara polis müdahale etti. Kampanya Türkiye’nin her yerinde açılan direniş çadırlarıyla sürdürülüyor.
Grup Yorum Dersimde “Devrim Yürüyüşümüz Sürüyor” ismiyle 10 bin kişilik büyük bir konser verdi. Dersim Atatürk Stadyumu’nda yapılan konsere kardeşinin cesedini toplu mezarlardan çıkarıp almak için Dersim’de açlık grevinde bulunan Hüsnü Yıldız da katılarak konserin ilk bölümü boyunca Yorum’un özel konuğu olarak sahnede oturdu. 17 Ağustos/ Mihri Belli Yaşamını Yitirdi Ömrünün büyük bölümünde Marksist-Leninist olmasa da devrimden, sosyalizmden her ne olursa olun vazgeçmemenin temsilcilerinden, enternasyonalizmin, anti-emperyalizmin sadık izleyicilerinden biri oldu. Sosyalist hareketin önemli isimlerinden biri olan Mihri Belli 17 Ağustos 2011’de 93 yaşında hayatını kaybetti. 16 Eylül/ 5 Tutuklu Ring Aracında Çıkan Yangın Sonucu Öldü
23 Ekim/ Van’da 7.2 Büyüklüğünde Deprem Meydana Geldi
16 Eylül’de Van’dan İstanbul’a mahkeme için götürülen tutuklu nakil aracında çıkan yangında 2 tutuklu ve 3 hükümlü diri diri yandı. Adalet Bakanı Sadullah Ergin olayın ardından "Araç, üst düzey teknik özelliklere sahip" diyerek soruşturma başlattıklarını söyledi. Soruşturmaya Kayseri Cumhuriyet Savcılığı tarafından gizlilik kararı kondu.
23 Ekim saat 13.41’de Van 7,2’lik depremle sarsıldı. Merkez üssü Van’a 17 kilometre uzakta bulunan Tabanlı Köyü olan deprem Van dışında birçok çevre ilde ve Kuzey Irak’ta hissedildi. En çok yıkım Erciş’te yaşanırken Van merkezde de evlerin çoğunluğu oturulamaz duruma geldi. Depremde resmi açıklamalara göre 604 kişi yaşamını yitirdi. Deprem sonrası kısa sürede, oturulamaz durumda olan evlere oturulabilir raporu verildi. Her gün onlarca artçı sarsıntının yaşandığı Van’da 9 Kasım günü ikinci büyük bir deprem daha meydana geldi. Depremde 40 kişi hayatını kaybetti.Van halkı kışı çadırlarda geçirmek zorunda kaldı. Soğuktan donmaların yaşandığı Van’da çadırlarda çıkan yangınlarda beş çocuk ise yanarak öldü.
4 Ekim Mehmet Başbağ Şehit Düştü Devrimci Mehmet Başbağ Yunanistan’da meydana gelen patlama sonucu şehit düştü.
8 | TAVIR |OCAK 2012
17 Aralık/ Kuzey Kore Lideri Kim Jong İl Hayatını Kaybetti Kuzey Kore devrim lideri Kim İl Sung’un oğlu Kuzey Kore Devlet Başkanı Kim Jong İl 17 Aralık’ta trenle yaptığı tur sırasında hayatını kaybetti. 19 Aralık/ 19 Aralık Şehitleri Bayrampaşa Hapishanesi Önünde Anıldı
9 Kasım /TAYAD’lı Hasan Beyaz 2. Büyük Van Depreminde Hayatını Kaybetti 23 Ekim’de Van’da meydana gelen depremde zarar gören halka yardım götürmek için Dersim halkından toplanan yardımları Van’a götüren TAYAD’lı Hasan Beyaz Van’da 9 Kasım 2011 Çarşamba günü meydana gelen ikinci büyük depremde hayatını kaybetti. 15 Kasım/ Esin Afşar Yaşamını Yitirdi Caz Yorumuyla Aşık Veysel, Ruhi Su’ya Türkü, Nazım Hikmet Şarkıları” gibi albümlerin sahibi tiyatro ve ses sanatçısı Esin Afşar, 15 Kasım günü lösemi tedavisi gördüğü hastanede, 75 yaşında vefat etti. 18 Kasım/ TAYAD’lı Aileler Ayhan Efeoğlu’nun Mezarını İstiyor 1992 yılında gözaltına alınan ve orada kaybedilen devrimci Ayhan Efeoğlu’nun cesedini Trakya tarafına gömdüklerini söyleyen Ayhan Çarkın’ın itirafları üzerine TAYAD’lı Aileler Ayhan Efeoğlu’nun mezarına ulaşmak için kampanya başlatarak her cuma günü Taksim’de yürüyüş yaptı.
19 Aralık 2000 tarihinde 20 hapishaneye birden yapılan baskında katledilenler, 19 Aralık günü Bayrampaşa Hapishanesi önünde gerçekleştirilen programla anıldı. 19 Aralık’ta hapishanede bulunanlardan Mehmet Güvel’in yaşadıklarını anlattığı program, İdil Tiyatro Atölyesinin “Basın Açıklaması” isimli oyununu sergilemesiyle devam etti. Grup Yorum, Pınar Sağ ve Kutup Yıldızı’nın “Çav Bella” yı söyledi.
25 Aralık “Van’ı Terk Etmiyoruz” Konseri Gerçekleşti Gelirleri Van depremzedelerine gidecek olan Grup Yorum, Kardeş Türküler ve Gevende’nin sahne aldığı “Van’ı Terk Etmiyoruz” konseri 25 Aralık Pazar günü Bostancı Gösteri Merkezi’nde yaklaşık 3500 kişinin katılımıyla gerçekleşti.
28 Aralık/ Şırnak’ta 36 Kişi Devlet Güçlerinin Açtığı Ateş Sonucu Katledildi Şırnak’ın Uludere İlçesi’ne yakın bir bölgede 28 Aralık günü 35 köylü “Irak sınırından giren teröristler” oldukları gerekçesiyle Türk Hava Kuvvetleri tarafından bombalanarak öldürüldü. F-16 uçaklarıyla saat 23.00 sıralarında bombalanan 35 köylünün olay sonrasında çevre köylülerden alınan bilgiye göre Irak’tan kaçak mazot getiren kişiler olduğu anlaşıldı.
19 Kasım/ Ömer Lütfi Akad Hayatını Kaybetti Türk sinemasının önemli isimlerinden Ömer Lütfi Akad hayatını kaybetti. Yönetmenin, içinde Vurun Kahpeye filmininde bulunduğu yüzü aşkın filmi var. 29 Kasım/ “Damında Şahan Güler Zere” İlk Gösterimi Yapıldı Hapishanede damak kanserine yakalanan ve tahliye edildikten sonra hayatını kaybeden devrimci tutsak Güler Zere`nin avukatı Oya Aslan`ın çektiği “Damında Şahan Güler Zere” belgeselinin ilk gösterimi 29 Kasım`da Beyoğlu Sineması`nda yapıldı. İlk gösterime büyük ilgi gösterildiğinden seyirciler salona sığamadı.
OCAK 2012 | TAVIR | 9
deneme deneme
şöhret olmak ve sokaklarda aç ölmek mehmet esatoğlu
Yoksullara en çekici gelen alanlardan biri sanat alanıdır. Dışarıdan bakıldığında ticaret, sanayi, bilim gibi alanlar aşılması zor dağlar gibi görünürken, sanat aracılığıyla paraya kavuşmak nedense göze daha kolay gelir. Özellikle oyunculuk gerek sağda-solda duyulan, yazılan “başarı” öyküleri, gerekse olabilirliğinin mümkün görünmesi nedeniyle yoksulların en çok gözüne kestirdiği alanlardan biridir.
Yoksulluğun kol gezdiği dünyalarda en büyük düşlerden biri, karnı tok sırtı pek yaşamaktır. İnsan, bir kez geldiği şu dünyada beslenmek ve barınmak için ne yazık ki ömür boyu didinir durur. Kimileri yağ-bal içinde bir yaşam sürerken büyük çoğunluk (büyük insanlık) genel geçer tabirle sürünür durur. Nedir iyi yaşamanın yolu? Başkalarını sömürmek, alın terini çalmak. Bir de bunun dışında sistemin kimi çatlaklarından gelip geçici de olsa beslenmek.
10 | TAVIR | OCAK 2012
Sözgelimi bir fabrika işçisi olan Erol Taş, geçtiğimiz ay yitirdiğimiz yönetmen Lütfi Ömer Akad, film çevirirken onlara musallat olup rahatsız eden gençleri pataklayarak “şöhret” olmuştur. O günlerde boksla da ilgilenen Taş’ın film ekibini taciz eden gençleri oradan uzaklaştırmasını izleyen Akad, filmdeki bir kavga sahnesinde oynaması için ona öneri yapar. Bu olay ona sinemanın “kötü adam”ı olma yolunu açar. Bu “başarı” öyküsünü duyan binlerce yoksul şöyle düşünüyor: Fabrikada zorluk içinde boğuşup dururken iki genci yumrukladın diye yönetmen seni kavga sahnelerine çağırıyor. Ardından Yeşilçam’ın “kötü adam”ı olarak ünleniyorsun ve paraya para demiyorsun. Peki ne kadar kazanıyorsun? İşin o yanını bilen yok. Bilinen
yanı asgari ücretten kurtuluyorsun ve “rahat” yaşıyorsun. Paralar durmadan sana akıyor. Aslında kazın ayağı öyle değil ama herkes durumu kafasında böyle kurguluyor. Sinemadan milyonlar kazanan bu adam neden kahvehane açıyor diye de düşünülmüyor. Aynaya baktığında yüzünü güzel bulan her yoksul bu düşler içinde eskiden güzellik yarışmalarına, ardından da derece alsın almasın Yeşilçam Sokağı’na koşardı; şimdi de televizyonlardaki “yetenek” programlarının kuyruğuna koşuyor. Geçtiğimiz ay bu “şöhret”lerden biri olan Mesut Engin’i alkol, Darülaceze öyküleriyle toprağa verdik. Televizyonlar, gazeteler, internet siteleri Engin’in eski filmlerinden bölümleri, fotoğraflarını ve “düşmüş” günlerinin görüntülerini peş peşe yayınladılar. Bir “yıldız” daha kayıvermişti. Aydın’ın Söke’sinin yoksul ailelerinden birinin çocuğuydu Mesut Engin (Kundak). Aileden kimileri ekmeğini kazanmak için yurt dışına giderken o İstanbul’un yolunu tutmuştu. ’70’li yıllarda “şöhret”e giden yollardan biri de Ses Dergisi yarışmasından geçiyordu. 1973 yılında yarışmada birinci olunca ona da “yıldız” olmanın yolları açılıyor. Yakışıklı bir “jön”dü. “Özleyiş”, “Yedi Evlat İki Damat”, “Yazık Oldu Yarınlara” gibi piyasa filmleriyle sinema alanına girdi. Ülke ve sinema alanı o günlerde 12 Mart darbesinin baskılarını, acılarını yaşıyordu. Bir önceki dönemde politik mücadelenin yükselişi ve toplumun el değmemiş konularını ele alan filmlerin yapılması, sinema alanının politikleşmesi egemenleri kızdırmıştı. Askeri darbede sinema alanı da hedeflerden biri oldu. Dönem içinde Lütfi Akad’dan Atıf Yılmaz’a bir dolu yönetmen, ülkenin toplumsal sorunlarına neşter vuran filmler çektiler. Döneme damgasını vuran sinemacı ise Yılmaz Güney oldu. Ezilenlerin durumu, yaşadıkları acılar, sevinçleri, kavgaları onun filmleriyle kamuoyunun önüne geldi.
15-16 Haziran işçi ayaklanmasının bastırılması, Kızıldere katliamı ve Denizlerin idamıyla 12 Mart döneminin ortalığı silindir gibi ezdiği günlerde Yeşilçam Sineması da yeni bir yol arayışına girmişti. Ya eskisi gibi sade suya tirit filmlerle yoluna devam edecekti ya da sokaktaki adamı sinemaya çekecek cinsellik ve şiddet içerikli filmlere yönelecekti. ’50’li yıllarda ülke “Küçük Amerika” olmaya soyunurken sinema alanı da “Küçük Hollywood” olmaya soyunmuştu. Köşklerde yaşanan aşklar, Hulusi Kentmenvari sevimli bıyık buran patronlar, büyük sorunların öpüşüp koklaşarak çözüldüğü filmlerle sinema ilerlerken, bir gün Yılmaz Güney ortaya çıkıp “Umut” filmiyle bu oyunu bozmuştu. Yılmaz Güney bir yanda ilerici filmler yaparken öte yandan aranan Mahir Çayan ve arkadaşlarını evinde saklayacak kadar aslan yürekli bir sanatçıydı. Yoksulluktan Yeşilçam’a atlamış yapımcıların, oyuncuların ise böyle düşleri ve eylemlilikleri yoktu. Çok para kazanacak bile olsalar, toplumsal sorunlara melodramla yaklaşmaktan başka bir yol bilmezlerdi. Onlar korku içinde yaşarlardı.
OCAK 2012 | TAVIR | 11
yapıp yapımcının ücretlerini ne idüğü belirsiz bonolarla ödeme biçimi dahil her şeyi kabullenirken ancak yıllar sonra kendi sosyal güvencelerinin dahi olmadığının farkına vardılar. Mesut Engin de Yeşilçam’ın acımasız kurallarına boyun eğdi. Önceleri üç yıl gece gündüz filmlerde rol aldı. Filmlerde Yeşilçam usulü aşık oldu. Nikah masalarında “hayır” diye bağıran gelinlere öfkelendi. Kendi gibi yoksulları yumrukladı. Sinema salonunda yine kendi gibi yoksullardan alkış aldı. Sevimli patronların şefkatiyle mutluluğa erişti. Cebinde paralar çoğaldıkça bunları nasıl kazandığını, nasıl bir düzende yaşadığını sorgulamıyordu bile. O kurtulmuştu ya gerisinin önemi yoktu.
Özellikle oyuncuların kendilerine ait bir düşleri ya da düşünceleri yoktu. Yeşilçam patronlarının gözünün içine bakarlardı. Onların emirleriyle hareket ederlerdi. Onların direktifleriyle etkinliklere katılırlardı. ’60’lı, ’70’li yıllarda bu patronlara göre politik bir görüşü olmak ayıp sayılırdı. Hatta -müşteri kaybetmemek için- desteklediği futbol takımını bile açıklamak doğru olmazdı. Yeşilçam şöhretleri partiler üstü olmalı, politik görüşü olmamalı, futbol takımı olarak da milli takımı desteklemeliydi! Bu patronlar kimi oyuncuların yaşamlarına da müdahale eder, evlenmelerine ya da boşanmalarına karşı çıkarlardı. Oyuncu, genç bir kız ya da erkekse onlara göre evlenmemeliydi. İzleyicinin, onun el değmemişliğine inanması için bu şarttı. “Aile babası”, “anası” görünen bir oyuncunun ise boşanması onların “dükkan”larını olumsuz etkileyebilirdi. Onların yaşamı o kadar patronların iki dudağı arasındaydı ki ’60’lı yıllarda iş yoğunluğundan bir çekime yetişemedi diye aktör Suphi Kaner hakkında dönemin yapımcıları boykot kararı alarak, ona filmlerde iş vermeme kararı aldılar. Bu durumu öğrenen aktör Kaner intihar etti. Suphi Kaner olayı oyuncuların yapımcılar karşısında boyun eğmeleri için adeta bir ölüm fermanı oldu. Yeşilçam oyuncuları, yapımcıların emriyle film dışında birçok yalakalığa koşmak durumunda kaldılar. Çeşitli kurumlar için yardım toplamak, bilet satmak, etkinliklerde şaklabanlık yapmak adeta görevleri arasında yer aldı. Oyuncular yoksulluktan kurtulma sevinciyle bütün bunları
12 | TAVIR | OCAK 2012
Üç yıl sonra önce sinema çevrelerinde ardından gazetelerde Mesut Engin’in alkol sorunu anlatılmaya, yazılmaya çizilmeye başlandı. Değişik nedenler sıralanarak bunların onu alkolik olmaya sürüklediği anlatılıyordu. Bir süre ortadan yok oldu. Yeniden ortaya çıktığında ortada yıpranmış, darmadağın olmuş bir adam vardı. Bu kez medya gazetesiyle, televizyonuyla, internetiyle onun bu halini haber yapıp “etinden, sütünden” yararlandı. Onu o kadar bıktırdılar ki son günlerinde para almadan kameralara konuşmama kararı almak zorunda kaldı. İnsanların maddi sıkıntılarla boğuştuğu bir sistem içinde yaşıyoruz. Tek başına kurtulmak bir nebze olsun rahat yaşamak mümkün değil. Tepedekiler bir yandan bizi okulsuz, hastanesiz, işsiz bırakıyorlar. Öte yandan buna da şükredin diyorlar. Yoksul büyük çoğunluğun içinde kimileri var, paçayı kurtarmış gibi duruyorlar. Aslında orası buzdağının görünen kısmı. Alman oyun yazarı Bertolt Brecht “Üç Kuruşluk Opera” adlı oyununda bize şu soruyu soruyor: “Aydınlıkta görünür / Sıyrılanlar gölgeden / Ya karanlıkta kalanlar / Var mı onları gören?” Gerçekten bu ülkede karanlıkta kalanları gören var mı? Mesut Engin yoksullar içinden çıktı, bir süre egemenler gibi yaşadı sonra yeniden kendini çok daha kötü koşullar altında sokaklarda buldu. Sokaklarda yaşadı, sokaklarda öldü. Yeni Mesutlar içlerinde bir umut televizyon kanal(izasyon)larındaki yetenek yarışmalarında şaklabanlık için birbirlerini ezip duruyorlar. Yanı başlarında ölüp gideni görmeden.o
hapishaneden
hapishaneden
van’ın mavi gözleri karanfil eğilmez
O, yaşamın ve ölümün ortasında öksüz kalmış gözlerdi. Umarsız ve sorumsuz ellerin tutsağıydı. Bileklerinden bağlanmış, acı içinde ve yaralıydı mavi mavi bakan gözleri. Açtı, açıktaydı, sarsıntılarla tekrar açtı mavi gözlerini. Köylerinde saman bile katılamamış kerpiç evler yıkılmıştı. Zalımlar köşklerde zevküsefa içinde gününü gün ederken, Van’ın yoksulları ölümle yaşam arasındaydı. Yoksulluk öyle kolay değildir. Büker adamın belini. Her çile gelip yoksulu bulur çünkü. Depremde enkaz altında kalan, sellerde azgın sulara kapılana yoksul derler bizim memleketimizde. Tarlayı süren, çarkları döndüren, yerin yedi kat altına inen, hayata can taşıyanlar onlardır. Çok darda kalırlar, sofralarına bir tas sıcak çorba girsin diye gecelerini gündüzlerine katarlar. Mavi gözleri uykuya hasrettir. Gözler dolaşıyor yıkıntıları… Beton yığınlarının altında boylu boyunca yatıyor; soğumamış, sesi kısılsa da “yetişin” diyen bedenleri görüyor. Soğuktan üşümüş ve betonun ağırlığından daha fazlası binmiş omuzlarına saatlerdir. Günlerdir bekliyor olmanın ağırlığıdır omuzlarındaki. Ve artık son noktada yüzlerce kez bir daha açılmamacasına kapanıyor mavi, yeşil, ela gözler. Doğa acımasızdır bizim ellerde. Yağmur başlıyor, ardından kar. Önce elleri donuyor çocukların ve gözleri bir umut ışığı arıyor. Yazlık çadıra da uğrar mı acaba? Hele bir de bu çadırla-
ra zifiri karanlık çöktü mü... Vay ki vay. Yiğit olan yiğit bile dayanamaz. Ama acıyı kaynağından içen, bizim elin sessiz ama yüreğinde hep bir direnç taşıyan insanları tüm zorluklara katlandığı gibi katlanır bu amansız günlerde. Sabaha kadar uyumaz çocuğun üstünü örtmek için, karları çadırın üstünden temizler birikip de çadırın başlarına yıkılmaması için, aralarından çadır alanlar kendilerini şanslı hisseder, minnet eder, “Allah devletimizden razı olsun” der. Kimi “Buna da şükür” der, durumu daha kötü olana bakıp avunur. Ama gün gelir gerçek görünür olur. Bir kafenin enkazında yatan bir öğretmenin anasının haykırışında ulaşır kulaklara. “Yavrumun bir kemiğini olsun bana verin, bir mezar taşı olsun en azından” diyen, çalmadığı kapı, gitmediği enkaz kalmayan, yüreği kavrulan kadının haykırışında görünür. Bugün acının tazeliğinde anlam vermese dahi yarın öfkesini kuşanır, oğlunun cansız bedenini aylardır bulamayan düşkün devlete karşı. Çünkü hakikat, öğretmen oğlunun bulunmayan bedenindedir. Ve işte hakikat mavi gözleri ağlamaktan kurumuş bir anadır şimdi. Eli ayağı tutmaz, aç mıdır tok mudur, yaşıyor mudur ölü müdür, bilmez kendini. Neyi düşüneceğini bilemez, ne yapacağını düşünemez bile, kara toprağa koyduğu yavrusundan başka. Ananın kurumuş göz pınarlarına bakıp çaresiz sanmasın kimse onu. Çaresiz olanlar enkazları kaldırıp canlarımızı kurtarmayanlar, yaralarımızı sarmayan, şov yapmaktan, höykürmekten başka bir şey eline yapmayanlar, yardımları ulaş-
OCAK 2012 | TAVIR | 13
tırmayıp göz göre göre yakanlar, yazlık çadırlarda bebelerimizi yakanlar, iliklerimize kadar donarken sıcak ve rahat koltuklarından kalkmayanlardır. Her şey yolunda derken yoksulluğun acısını yaşatanlardır. Hayatı enkazlara gömüp, yaşayanları ölüm soğuğuna mahkum edenlerdir. İçişleri Bakanı “Kendimizi deneyelim istedik” der, Başbakan “Bu kadar büyük bir yıkımda böylesi aksamalar olur” der. Yaralarımız kanar ha kanar. Kendi yaralarını sarmayı, birbirinin ihtiyacını görmeyi bilen mavi gözlülerse yaralara merhem olmaya çalışır her daim. Duyup, koşup gelenler, elinde ne varsa yarısını gönderenlerin karşısına ya prosedür, ya “Bugün git yarın gel... 6 devlet kurumundan 29 belge getir” çilesi çıkartılır. Bunları aşıp yola düşersen, dinlemezsen devlet-i aliyi, gaz bombalarını kuşanmış ciğersizler çıkar karşına. Susturduklarını sanırlar Kürt halkını. Oysa adına Anadolu dedikleri bir memlekettir uyur uyanır, vurur vurulur, yenilir kazanır. Cefa çektirenin hükmünü keser ve bekler hesap gününü. Enkaz altında ölü yavrusunun kanı eline bulaşmış, o ellerle sıkacak zalimin yağlı boynunu. O günler gelecektir. Bunca zulüm boşa çekilmeyecektir. o
14 | TAVIR |OCAK 2012
makale
makale
maraş... şahin şap
Ocak 1979. Yer Trabzon. Ülkücü Gençlik imzalı bir bildiri yayılıyor Trabzon'un sokaklarında. Bildiride şu cümleler yazıyor: "Türkiye'deki çatışma, İslamla küfrün çatışmasıdır. Bugün Türkiye yeni bir Bedir Savaşı’nın öncesini yaşamaktadır. Müslümanlar, cihada çağrıldığınızda koşunuz. Unutmayınız ki, bir KOMÜNİSTİ öldürmek yüz kez Hicaz’a gitmekten iyidir!” 9 Temmuz 1979, bu sefer Tokat’tan bir bildiri geliyor: "Allah için başkoyduğun bu savaştan kimse seni geri döndürmesin. Sesimizin ulaşamadığı yere kurşunlarımız ulaşacaktır. Ya tam susturacağız, ya kan kusturacağız!” 16 Aralık 1979. İstanbul sakin bir güne uyanıyor. Beşiktaş vapur iskelesinin yanında bir telaş göze çarpıyor. Birden derin bir bomba sesi yükseliyor alandan. İmza Türk İslam Birliği. Bu da Allah'ın emri mi acaba? 5 ölü 22 yaralı…
OCAK 2012 | TAVIR | 15
Yıllardan 1978, 79, 80. Bedrettin Cömert, Abdi İpekçi, Cavit Orhan Tütengil, Bedri Karafakioğlu. Bunları Allah uğruna öldürecek birileri yok muydu? Vardı tabi ki, pusular kuruldu, herkes onlardan olana dek kavga devam edecekti…
nistler, Aleviler attı" yaygarasını kopardığı, ülkücülerin katlettiği solcu öğretmenlerin cenazelerinin defin işlemlerinin bilerek uzatıldığı ve cuma gününe denk getirildiği bir katliam…
İlhan Arsel'in "Şeriat ve Kadın" kitabının ardından hakkında "katli vacip" fetvası geliyor. Turan Dursun karşısında tartışacak iki tane din adamı bulamıyor fakat kendisini öldürecek iki tane katil buluyor, çünkü burası Türkiye.
Hoparlörlerden anonslar başlıyor: "Bütün dini bütün kardeşlerimiz Allah için son görevlerini yapsınlar!"
Yıllarca Alevileri Sünni kılmak amacı ile operasyonlar yürütülüyor, asimile edilmek isteniyor Aleviler. Dersim kan ağlıyor, Aleviler kan ağlıyor, Anadolu kan ağlıyor.. Ve o kara gün… Yıl 1978'in soğuk bir Aralık ayı. Maraş'ın dükkanlarına, camlarına, mahallenin dört bir yanına sloganlar yazılıyor:
Camiilerden vaazlar yükseliyor: "Oruç ve namazla hacı olunmaz, bir Alevi öldüren beş sefer hacca gitmiş gibi sevap kazanır. Unutmayın ki yaptığınız her şey Allah içindir!" Faşistler Maraş'ın köylerinde halkın beynini yıkıyor: "Aleviler camileri bombalıyor, Sünni Müslümanların evlerini yıkıyor ve yakıyorlar. Alevi köylerinden silahlı eşkıyaları Maraş'a getiriyorlar. Siz de bize katılın, Maraş'a giriş yollarını kapatalım. Maraş'taki Müslüman kardeşlerimize yardım edelim!" Ve tüm bu çağrılara katılıyor "dini bütün" Müslümanlar…
- Allah için savaşa! Ve Allah için savaş başlıyor. TRT, 111. ölüyü verdikten sonra, yeni saptanan ölümlerin bildirilmesini durduruyor. Çünkü bunun adı vahşet, bunun adı katliam... Öyle sıradan bir katliam değil bu; planlı programlı bir katliam... Kendilerini PTT görevlisi olarak tanıtan katillerin, Alevi ve solcuların evlerine işaret koydukları, ülkücülerin Çiçek Sineması’na bomba atıp "komü-
16 | TAVIR |OCAK 2012
Sonuç: Tecavüz edilmiş, karnı deşilmiş kadınlar; kundakta dipçiklenmiş bebekler, kafası kesilmiş çocuklar, iç organları etrafa saçılmış anneler, babalar... Resmi rakamlara göre katledilmiş 111 insan, 1400'e yakın yaralı... Yıkılmış 552 ev, 289 işyeri... o
makale
makale
tencere dibin kara ibrahim karaca
Maddenin üç hali var. Öyle öğrendik. Katı, sıvı, gaz. Şair buna aşk halini de ekler, ama gerçek değişmez. Ben ise insanın kaç hali olduğunu merak ettim. Artık etmiyorum. İkiye ayırdım. Bana yetiyor: Biri insanın insan hali, biri sıradan hali. Ailede okulda kışlada ve camide eğilmişiz, bükülmüşüz. Halimizden memnunuz. Şimdi geriden gelenler de bizim gibi olsun istiyoruz. Ezberimiz bu. Geleneğimiz. Beynimiz tornadan geçirilmiş, bir kalıba uydurulmuş. Uyduranların iyisi iyimiz, derdi derdimiz. Kafamızda bir çit, bir çember. Kırdık sansak bile çoğu kez içinde olduğumuz. “Biz” yani büyük kalabalık. Şizofrenik, histerik, karanlık. Daha beş yaşına gelmeden içine bırakıldığımız bu hava akımı, hayatımıza emdirilen nefretle birleşince hasta ediyor bizi. Oysa ne kadar da sağlıklı görünüyoruz. Normalimiz bu. Ortalama halimiz. Otoriteye baş kaldırsak da otoriter, boyun eğen, çok bilen, en Türk, en İslam, en erkek halimiz. Bizim tırnak içindeki halimiz. Oysa tırnak içine kir toplanır, mikrop ürer. Tırnak içinde kalarak insan olunmaz. Gazetede okumuştum. Mümin vatandaşın biri, halkının gömüldüğü gibi gömülmeyi vasiyet eden komünist için cenaze namazı kıldıran imama şeytan demiş. Solcu kafirlerin yeri cem eviymiş. Adam işadamı. Mümin. “Biz”den biri. Aziz Ne-
sin’i öldürene 250 bin dolar vaat edecek kadar kindar, Ladin’e taziye ilanı verecek kadar dindar bir fani. Para gani. Banknot ve iman gücü yüksek yani. Mihri Belli inanmadığı duaları yaptırıp dini alaya almış, huzuru bozmuş. Yaslanılan egemen din egemenin dinidir derler ya, kızıp gürlemiş hocam. Ölüsünü bile hasmı olan dine teslim eden birinden devrimci mi olurmuş? Sıradan faşizm, içimizdeki faşizmdir. Parçamızdır. İçimize hangi yoldan girdiğini merak etmeyeceksin. Onu kötüye yormayacaksın. ‘Kimin için’ diye sormayacaksın. Normal olacaksın. Çünkü normal olmamak millet iradesine karşı gelmekmiş. Yoldan çıkmakmış. Bileceksin. Mesela, Madımak’ta yakanları kınarken bile önce Aziz Nesin’e; Kürt sorunu açıldığında PKK’ya; ekmek ve özgürlükten bahsederken devrimcilere sallayacaksın. Yoldan çıkmadığını kanıtlayacaksın. Yoksa Aleviliğin mum söndürmeye, Kürtlüğün bebek katilliğine, solculuğun ise bilinen en kötü ne varsa ona endekslenecektir. Beraber ve solo şarkılar dinliyoruz arada bir… O, bu ve şu dilde. Ne güzel. Bakın, bu sıcak yaz akşamında seçkin bir kitle ile beraberiz. Biraz sonra sahneyi dünyalı sanatçılar alacak, caz aşkıyla yanan kulaklarımıza aniden bir cazırtı, damarlarımıza bir kaynama, bir cozurtu dolacak. Önümüzde oturan has-
OCAK 2012 | TAVIR | 17
nota cevaben teşekkür edip söz veren, ‘sen düşersen ben de seni kaldıracağım’ diyen Van’lı kardeş içimizi ısıtmıştı. Kimi yıkıntılar altındaki Yunus’a bakıp gözlerini silerken “biz” den sıyrılıp insan olmuş; kimi de “felaketi fırsata çevirip” belden aşağı vurmuştu. Yardım kolisi diye gönderilen bayrak, taş ve gece elbiselerine ne diyeceksiniz? Dışarıdan gelen yardım tekliflerini ‘yerli potansiyeli görmek adına’ reddeden bakana peki? Ya onu dinlemeye giden depremzedelere yapılan gazlı-coplu saldırıya? Express dergisinde gördüğüm şu satırları siz de görün istedim: “Elimizde sopa yok, taş yok. Zaten sabaha kadar soğuktan ölmüşüz, istesen de taş atamazsın. Gördüğüm şey, polisin küfrederek gaz sıkması, cop sallamasıydı. İşte o zaman anladım ki bu devletle uğraşılmaz. İnsafı olmayan bir devletten ne istersen boş. Adam depremzedeye bile vuruyor. Niye? Kürt diye. Konya’da olsa yine vurur muydu? Devletten toprak istemiyoruz ki, çadır istiyoruz. Vermeyecekse, vermiyorum desin. Televizyonda Gaffur vardı ya hani ‘anladın sen onu’ diyordu. Devlet de bize aynısını söylüyor: Anladın sen onu…”
sas abi Kürtçe caz yapılmasına kızacak, sağımızdaki elit abla köpürecek. İkisi de kültür fışkıran modern mağarasından çıkacak, aradaki kararsızlar adına da “biz” olacak. Neyse ki bir aydınımız ertesi gün köşesinde sanatçıya sahip çıkacak, yuh çeken vatandaşa muasır medeniyeti hatırlatacak. Gerçi “hiç olmazsa bir tane Türkçe söyleseydi ya abi!” serzenişiyle bir sarı kart da Aynur’a göstermiş sayılacak, ama olsun. Yaslanılan egemen dil de egemenin dilidir. Sedri Dayı diyor ki “Birimiz niye öyle yaptın diye bastırırken diğerimiz niye böyle yapmadın diye estirecek ki herkes titreyip kendine gelsin”. Sünger benzini emmiş, doymuştur. İlk kıvılcımda parlayacaktır. Sorun süngerin nasıl bu hale geldiğidir. Neden alev aldığı belli zaten. “Biz” olmak kolay değil. Hani Van’a deprem gelmiş, Yunus’u internet kafede bulmuştu. Kara gözlü güzel çocuk geçirdiği iç kanamadan habersiz. Kendini kurtaranlara saati sormuş, dayak yeme korkusuyla ‘eyvah geç oldu babama söylemeyin’ demişti ya. Çocuk işte. Hastane yolunda ölmüştü. Hatırlarsınız. Bacak kadar kız çocuklarının başka bir kadınla takas edildiği, kan bedeli olarak verildiği, dedesi yaşındaki erkeklere satıldığı, çoğu zaman intiharın tek kurtuluş olduğu, “Allah’ın bol, yoksulluğun kol gezdiği” yerlerden bir yerdi orası. Tercih edilen değil, içinde doğulan bir hayattı onlarınki. Bütün bunların üstüne gelmişti deprem. Sütünden başka verecek şeyi olmayan yoksul annem yetim çocukları emzirebileceğini söylemiş; sırtına giyip ısındığı montun cebinde bulduğu
18 | TAVIR |OCAK 2012
Deprem her ne kadar Van’da olsa da hepimizi üzdüğünü söyleyen iyi giyimli, bakımlı sunucularımız, köşe yazarlarımız, futbol yorumcularımız vardı “biz”i okşayan. Sanal alemde yayılan şu kokuya bir bakın: Beter olsun inşallah / Şehitlerin kanı yerde mi kalacaktı / İnşallah daha büyük şiddetle olur, taş üstünde taş kalmaz / Hükümetin yapamadığını Allah yapacak inşallah /Allaha şükür, orada yaşayan herkes ölmeyi zaten hak ediyor / Ayy çok sevindim, inşallah vatan hainlerini biraz temizler / Allah Diyarbakır’a da nasip eder inşallah. Oysa 10 yılda 20 kat yoksullaşmıştık. %20 değil, yirmi kat. Yani %2000. Bir yılı atlatabilmek için sonraki iki yılı rehin veren emekçimizi “elin gavuruna” çok ucuzdur, çok çalışır ve az hastalanır diye bildirip “Türkiye’nin Küresel Üstünlüğü” olarak rapor etmiştik; kriz, tökezleme, işsizlik, maaşlara sıfır zam lakırdıları arasında bankalar ve holdingler kar rekoru kırıyordu; ortalama memur maaşından gıda ve kira dışında çerez parası kalıyordu; büyük bir kitle açlık sınırında yaşıyordu; depremde en fazla can alan binaları yapan müteahhit iktidar koltuğunda göbeğini kaşıyordu. Ama “biz” deprem vesilesiyle bile Kürtlere kusup rahatlamıştık. Sıradan faşizm emdirilmiş sıradan insan, apolitik olsa bile siyasal faşizmin tabanıdır. Meğer bu tabanın tavan yapması için çalışan “solcu” akıl hocaları da varmış. Mesela Dersimlilerin dedeleri Türk devletine isyan etmiş vatan hainleriymiş (Devlete isyan ettiyseniz vatan hainisiniz. Fidel, Che, Lenin, Ho Chi Minh gibi). Devlet bu gibi durumlardan ders almalı, ayaklanan vatan hainlerini soyu sopuyla yok etmeli, geriye “dedem dedem” diyecek tek bir hain dölü bırakılmamalıymış. Çünkü bu döllerin hainlikte dedelerinden geri kalmadıklarını görüyormuşuz. Bu vatan hainlerinin katliamdan kurtulan torunları, dedelerinin hainlikleri için devletten özür dilemeliymişler. “Biz”im dileyecek özrümüz yokmuş. Devletin bile terk ettiği bu laflar Türksolu adlı bir dergiye ait. “Döl”e o kadar takmış-
lar ki “sol”cu değil de “döl”cü diyesi geliyor insanın. Hain ve isyancı dedelerinin izinden giden Dersimlileri de dedelerinin yanına gönderecekmiş bu kahramanlar. Dikkat edin. Türk “Sol”u konuşuyor. Çünkü “biz” dedikleri kendileri, Atatürk ve Sabiha Gökçen’in soyundan geliyorlarmış, aynı yoldan yürüyorlarmış, aynı yöne gidiyorlarmış… Ama onlardan Atatürk kadar yumuşak bir tavır beklememek gerekirmiş. Beklemiyoruz. “Biz ki en sağır kulaklara sevdalar fısıldardık Sabah serinliği taşırdı ezgilerimiz Kan uyku infazları için kapılar çalındığında Burçlarımızda kefenleri kana bulayıp Kollarına saldık rüzgarın Ölüm çaresiz kalıp Çığlıklar attı arkamızdan Çünkü gün işgal altındaydı Ve biz Pimi çekilmiş yürekle dalmıştık Ortasına karanlığın…” “Biz” değil… Biz. Yani tırnaksız. “Biz”in sağ yakasında duran bugünkü faşistler genellikle katliamı inkar ederler. “Sol” yakadakiler ise kabul etmekten öte savunuyor ve görgü tanıklarını da yok etmekten söz ediyorlar. Bu yüzden “sol”da duruyorlar demek. Lafı dolandırmıyorlar. Sormak gerekir: Öldürdüğümüz sivillere gerilla giysisi giydirdik diyen Kolombiya’lı albay da sizin gibi “sol”cu muydu? Ece Temelkuran’a “bütün Kürtleri toplayacaksın stadyuma, 10 bin 10 bin imha edeceksin” diyen karakol komutanı bu lafları sizden mi öğrendi? Erimiş kapkara metal bir kütle gibi yerde yatan Seyhan Doğan’ı o hale getiren devlete de öfkelendiniz mi? Hapishanelerdeki “Hayata Dönüş” katliamı içinizdeki temizlik duygusuna tercüman olabildi mi? 6 – 7 Eylül operasyonu? Peki, Ulucanlar hapishanesinde bir hamama doldurulup çivili sopalarla öldürülen devrimciler? Cemo şarkısıyla yirmi yıldır halkı isyana teşvik ettiği söylenen Grup Yorum da o dediğiniz katli vacipler arasında mı? Bu devlet F tipine topladığı devrimcileri imha etmeyip boşuna mı besliyor? Fikirleriniz Maraş’ta kapılara çarpı atanlardan daha mı orijinal?
edebilmek için dağarcığında faşizme ait bir nefret taşıyan “sol” neyin soludur? Soruyor ve bu kokuşmuş vahşi düzenin tüm pisliklerini otomatik olarak Kürt’e bağlıyor. Sömürüsüz değil, Kürtsüz bir dünya özlüyor. Orhan Gencebay’ın adı neden şimdiye kadar hiçbir kötü olaya karışmamış da İbrahim Tatlıses her türlü rezilliği yapmış? Çünkü biri Türk öteki Kürt’müş, ondanmış. Arşivinde bir tane bile İbrahim Tatlıses albümü olmayan biri olarak gidip İbo’nun bütün albümlerini almak geliyor şimdi içimden. Hale bakın. Sorun Kürtçülük, bölücülük veya terör değil, Kürdün ta kendisiymiş. Teröristi, esnafı, işadamı, öğretmeni, manavı, işçisi, dolmuşçusu veya garsonu hepsi aynıymış. Türk milleti için şu an aleyhte bir faaliyet göstermeyen Kürtler olabilirmiş, ancak onlar da bir gün Kürt olmanın gereğini icra edeceklermiş. Devletle derdiniz varsa Milletle de varmış. Ve tabi ki bu “sol”cularla da. Bunun adına ister sıradan faşizm deyin ister ipini koparmış faşizm. Böyle bir ırkçılık görülmemiştir. Adında sol olan bu dergi sayfalarında arada bir Che, Deniz, Nazım fotoğrafları bile yayınlanıyor. Sierra Maestra dağlarında dolaşan Arjantinli Ernesto ile Kübalı Fidel de devlete isyan eden “teröristler” değil miydi? Bu dergi o yıllarda Küba’da çıksa ne yazardı acaba? Mesela İbrahim, Ulaş veya Mahir bu “sol”cuların gözünde nedir? Bu cemaat, klasik sağ-milliyetçi partiler için “MHP ve ondan türeme faşist partiler” deyimini kullanıyor. Hani yolda giden üç kafadar deliden biri diğerinin kulağına ötekinin deli olduğunu söylemiş ya, öyle. Tencere dibin kara. Fıkra gibi. o
Bu en Türk ve üstelik “solcu” çevreye göre, ırkçı bir hareket olan MHP 1980’e kadar anti-emperyalist devrimci Türk çocuklarını öldürmek için sokağa salınmış ve sonra nöbeti PKK’ya devretmiş. Çünkü sokakta iki Amerikan hareketi çokmuş. Kim sokağa salmış, kim eve çekmiş? Yoksul etiyle çalışan bu çark hangi sınıf ve zümreler için takır takır işlemiş? Devlet neymiş, bunlar olup biterken neredeymiş, hangi düzeni korumak için varmış? Önemsiz. Irkçı-faşist bir hareketin geçmişte anti-emperyalist devrimci gençleri öldürmek için sokağa salındığını söylemek, söyleyeni o devrimci gençlerle aynı ortak mirasa bağlar mı? “Kırmızı ışıklarda arabamızın camına yapışıp dilenenler niye hep Kürt’tür, sokakta adım başı önümüze çıkıp ‘abeeey nooolur bir harçlıhh viir’ diye sülük gibi yapışanlar, tinerciler, pezevenkler, genelev işletmecileri neden başka bir şey değildir de Kürt’tür” diyen şu çürük dile bakın. Kendini ifade
OCAK 2012 | TAVIR | 19
eleştiri eleştiri
devrimcilere bir saldırı filmi: aşk ve devrim güzin karaduman
F. Serkan Acar’ın yönettiği “Kültür Bakanlığı’nın katkılarıyla” yapılan Aşk ve Devrim bir süre önce vizyona girdi. “Türkiye solunun 30 yılını anlatmayı hedefliyorum, bu da bunlardan ilki” gibi büyük bir iddia taşıyan bu filmi izledik. Hikaye ’90’lı yıllarda geçiyor. Bir örgütün insanları olan devrimciler Kemal, Leyla, Abidin, Hikmet, hapishanedeki Yusuf ve sorumluları Pala, eski kuşaktan Şirin... ’90’lı yılların Türkiye’sinde devrimcilik yapıyorlar. Ne var o yıllarda? Sovyetlerde sosyalist sistem yıkılmış, Berlin Duvarı paramparça, ülkede hak ve özgürlük eylemleri var, işçi grevle-
ri var, saldırılar, işkenceler, katliamlar... Kemal ve Leyla... İki genç üniversiteli devrimci. Bir de Abidin var, o da Kürt bir devrimci. Pala örgütün sorumlusu. Eski kuşaktan. Yine eski kuşaktan Şirin. Hapishanede bir Yusuf var.Yurtdışında örgütü yöneten bir “abi “ var. (Daha sonra gelip polise teslim olacak...) Kemal ve Leyla... Neden olduğu belli bile değil ama umutsuz iki insan. 12 Eylül yenilgisi desen bu çocukların yaşı yetmez. Sosyalist sistemin yıkılması desen, o zaman ona rağmen devam da ediyorlar zaten. O kadar acı var ki ülkede... Boğuluyorlar ve yüzlerinde en ufak bir tebessüm bile yok. Bunların bir türlü yaşanamayan aşkları ve sürekli yıkılıp giden devrimci hayalleri üzerine kurulu hikaye akıp gidiyor. Aslında akmıyor, yüzünüze püskürtülüyor pis bir çamur gibi. Hikaye ’90’lı yıllarda geçiyor demiştik yazımızın başında. Eğer bir devrimciyseniz ve o yıllarda yaşadıysanız perdeden akıp geçenin asla sizin yaşadığınız zaman olmadığını anlar, bir öfkeye kapılırsınız bizim gibi. Geçmişinize küfür ediyor gibidir birileri. Bunda ne gibi bir amaç taşır, neden yapmıştır, kimdir bunlar elbette cevaplanması gereken sorulardır. Beyaz perdede akan sizin ülke-
nizin tarihidir. Ter döktüğünüz, hayat verdiğiniz, umut verdiğiniz yıllardır. Birileri çıkar o yılları sinema adına, sanat adına kirletmeye kalkar. Sadece yatıp kendi çamurunda debelense, belki en fazla acırsınız. Hayır, öyle değil; birileri kendi umutsuz, anlamsız, yalanlarla dolu hikayesini “Devrimciler böyledir!” diyerek sinemaya aktarıyor ve bunu devrimcilere saldırının bir aracı haline getiriyor. Devrimcilerin can bedeli yarattığı değerler üzerinde tepiniyor. Nasıl pazarlanıyor film? “Koşun, solcular film çekmiş izleyin...” Şimdi kalkıp Emniyet Müdürlüğü devrimcileri anlatan bir film çekse kimi kandırabilir?... Kime izletebilir bu filmi? Ancak bu filmi solcular çekiyor. Sanki bu filmin senaryosunu Kaan Arslanoğlu yazmış, filmi de Ahmet Altan çekmiş. O kadar bildik, o kadar tanıdık bir dil yani. 12 Eylül’ün yaratığı burjuvazinin gönüllü ajanlarının eşsiz bir eseri daha diyesiniz geliyor. İsimler değişebilir. Serkan olur, Ahmet, Mehmet olur, bilmem ne olur… Hikaye de değişebilir, ancak amaç aynıdır. Burjuvazi memnundur. Ki 12 Eylül aydınlarının sola verdiği zararı cunta verememiştir. 12 Eylülden sonra yıllarca edebiyatta, sinemada yaptıkları dönekliğin teorisi değil miydi?... Cuntaya gönüllü hizmet değil miydi?... “Yıllarca boşa hayaller kurmuşuz, gençliğimiz boşa geçti. Bir birey bile olamadık. Örgüt bütün duygularımızı öldürdü vb. “ diyerek örgütsüzlüğün teorisini yapmadılar mı?... Gencecik yüreklere yılgınlık tohumları ekerek cuntaya kendilerini ispat etmeye çalışmadılar mı? Ahmet Altanlar, Latife Tekinler, Milan Kunderalar... F. Serkan Acar ? O da mı kim? Ne önemi var ki... O da şimdi kolları sıvamış abilerinin kaldığı yerden devam ediyor. Abileri 70'li ’80’li yılları kirlettiler o da ’90’lı yılları kirletecek kendi aklınca.. Ancak abileri kadar bile başarılı değil. Başarısız olmasının sebebi, abilerinin onca çabalarına rağmen umutsuzluğu yere çalan umuttur, yaşanan tarihtir. Devrimcilerin can bedeli yarattığı zaferlerdir. Kazandıklarıdır. Bütün bunları bu filmin yönetmeninin ve senaristinin küçük burjuva hezeyanları, belki yılgınlıkları, belki yenilgileri ile açıklamak mümkün değildir. Objektif olarak bugün film devrimcileri karalamaktadır. Yönetmenin niyeti böyle olmasa da objektif olarak film buna hizmet etmiştir. Neler vardır filmin içinde? Birtakım devrimci karakterler vardır. En başka Kemal isminde genç bir devrimci vardır. Sovyetlerde sosyalist sistem yıkılmıştır. Kemal devrimcilik yapmaktadır. Kemal Leyla’yı sever ancak bu aşkta karşılık bulamaz. Leyla da Kemal’e karşı boş değildir ancak asla belli etmez, hatta tepki gösterir. Sanki duyguları ameliyatla alınmış gibidir. Aşk nedir, devrimcinin aşkı nasıl olur bilmezler bile... Pala abi aşkın insana dair olduğunu anlatır. Kemal, Leyla’dan karşılık
bulamaz ama bir gün serserilerden dayak yiyip yaralanınca, Leyla gelip ona bakar ve duyguları birden yeşeriverir. Birbirlerini severler, tam yakınlaşacaklardır ama bir kuyumcu soygunu sonrası Kemal illegale geçmek zorunda kalınca, kendisine yardımcı olan abla dediği kadınla aynı yatağa giriverir! İllegale geçerken bulunduğu evi boşalttığı sahnede evin içinde güneş vardır, Kemal evden ayrılmadan önce güneşe perdeyi çeker, evin içi kararır. Ardından illegaldeki sorumlusunun arkasından yürüdüğü uzaktan gördüğümüz bir sahne vardır. Bu sahne de yine güneşin batımıyla verilir. Kemal arkadan bitkin bitkin yürür.İllegalden şehire geri dönünce bu sefer Leyla’yı, yoldaşı Hikmet’ten kıskanır. Devrimciler birbirlerini aldatabilir! Birbirlerinden şüphelenebilir! Kemal’in aynı evde kaldığı Abidin isimli devrimci, poliste işkence ile öldürülür ve cesedi bir çöplükte bulunur. Devrimci bir tören düzenlenir, hatta polisle çatışılır. Onun hesabı da sorulur. Ancak hiç ama hiç mutlu değildir bu devrimciler. Örgütün Avrupadaki lideri de polise teslim olur. Umutsuzluk artık her tarafı sarmıştır. Devrimcilik yapmaya devam ederler. Ama niye? Bu kadar mutsuz, bu kadar sevgisiz, bu kadar hayattan, halktan kopuk insanlar nasıl devrimcilik yapar? Filmde bu ruhsuz insanlar baş karakterdir. Vıcık vıcık bir umutsuzluk ve ruhsuzluk ilk saniyelerde akmaya başlıyor perdeden. Batan güneşler karanlık kasvetli havalar. Sadece faşizm var, hiç bir direniş hiç bir umut yok. Devrimcilerin zaferleri yok. Hatta daha kötüsü gösteriliyor perdede direniş var, hesap sorma var, silahlı mücadele var; ancak mutsuzluk var. Devrimci tiplemeler robot gibi. Yıllarca devrimcileri karikatürize edenlerin kullandıkları bütün klişeleri, kendine solcuyum diyen bir yönetmen çekiyor. Bu filme MİT sponsor olsa, senaryosunu yazsa en fazla bu kadar yapabilirdi.
OCAK 2012 | TAVIR | 21
Ellerinden sigara düşmeyen devrimciler, bütün dertlerinin çözümünü rakı kadehlerinde arayacak kadar iradesiz, mutsuz insanlar. İçlerinde hangi umudu büyütüyorlar ve hangi umudun peşinden gidiyorlar, anlamak mümkün değil. O nedenle suratları asık devrimci tipleri bütün film boyunca dolanıp duruyor. 12 Eylül sonrasının karikatür tipleri gelip karşımızda oturuyor 2011 yılında. En fazla klişe deyip geçebilirsiniz belki, ama değil. Saldırı ideolojik bir saldırıdır. Bu devrimciler silahlı mücadele de vermektedirler. İşkencede katledilen yoldaşlarının hesabını da sormaktadırlar güya. Ancak ne yaparlarsa yapsınlar umut yoktur. Tehlikeli olan da budur zaten. Yönetmen bunu bir röportajında şöyle açıklıyor: “Öykünün ruhuna katmaya çalıştığım melankoli kavramı zaten hep kafamdaydı. Çünkü yukarıda söylediğim gibi devrimcilerin, sosyalistlerin yani bizim derin bir melankoli içinde olduğumuzu düşünüyorum. Ve karakterleri oluştururken bunu aklımdan hiç çıkarmadım. Filmde yer alan Kemal de,Pala da,Şirin de yani üç kuşağın temsilcisi de derin bir melankoli içindeler. Tıpkı solumuz gibi. Yaptığımız okumalarda bu melankoli kavramının Walter Benjamin tarafından sol melankoli olarak literatüre kazandırıldığını da öğrendim.(…) Aşk ve Devrim bu anlamda kendimizi eleştirdiğim bir filmdir. Aşk ve Devrim melankolik bir filmdir.”(Ekşi Sözlük / 12 Aralık 2011) Melankoli psikolojide şöye tanımlanıyor: “Melankoli derin bir keder; içinde hüzünlü, acı çeken, yalnız, umutsuz bir insanın içinde bulunduğu durumdur. Melanko-
22 | TAVIR | OCAK 2012
lik mizaçlı kişiler mutsuzdur. Yalnızlığı, toplumdan uzaklaşmayı ve insanlardan soyutlanmayı tercih ederler. Diğer insanlarla yakın ilişkiler içine girmekten kaçarlar. Yaşamı boş ve anlamsız bulurlar. Keder, mutsuzluk ve değersizlik duyguları içindedirler. Melankoli depresyona dönüşebilir ve ağır depresyonlarda intihara gidilebilir. Depresyon duygusal çöküntü içine girmektir. “Depresif kişiliktekiler çöküntüye yatkındırlar. Özgüvenleri azdır, kötümserdirler, coşkusuzdurlar, insanlarla ilişki kurmazlar” Victor Hugo ise melankoliyi “hüzünlü olma mutluluğu” olarak tanımlamış. İşte yönetmenin devrimcilere yakıştırdığı psikolojik durum budur. Bu melankolik tiplerden devrim yapması beklenebilir mi?... Ya da halka umut taşıyan devrimciler, nasıl melankolik olabilir? Bunu azıcık aklı olan insan mümkün görebilir mi? Neler olmuştur ’90’lı yıllarda? Evet sosyalist sistem, aslında doğru deyimle, revizyonizm yıkılmıştır. Sovyetlerde sosyalizm adına uygulanan revizyonizmdir ve yıkılmaya mahkumdur. Ancak sosyalizm düşü yıkılmamıştır. İşte bu yıllarda, bu ülkenin devrimcileri cuntanın hapishanelerinden firar etmişler ve ülkeye umut tohumları ekmişlerdir. Bu Türkiye Devrimini ileriye götürecek olan siyasi harekettir. Mücadeleden hiçbir zaman vazgeçmeyen devrim umudunu sosyalist sistemin yıkıldığı yıllarda büyüten siyasi harekettir.THKPC’nin mirasını bugünlere taşıyıp getiren de aynı siyasi ha-
rekettir. İşte o yıllar atılım yıllarıdır. Silahlı mücadeleyi kırlarda ve şehirlerde yükseltmiş, Türkiye halklarına umut olmayı başarabilmiştir. O yılların üniversiteli, liseli gençleri halk kurtuluş savaşına katılmışlar ve gözaltında işkenceler görmüş. Kaybedilmiş, evlerde, sokak ortalarında, işkencehanelerde infaz edilmişlerdir. ’96 yılında ise oligarşinin hapishanelerinde direnmiş, yine teslim olmamış, yeni yeni gelenekler ve değerler yaratmışlardır. Bunlar hep o umudun peşinden koştukları içindir. Türkü söyler gibi, gönül rahatlığıyla ölebilmişler, kendilerini feda etmişlerdir. Ölüm oruçlarında son nefeslerinde bile tebessüm eden resimleri kanıttır buna. ’90’lı yıllarda işçiler grevler yapmış hayatı durdurmuş, 1 Mayıs alanları zaptedilmiş memurlar sendika haklarını cuntacılardan söke söke almış, öğrenciler örgütlenmiş, yoksul mahallelerde halk gecekondu direnişleri gerçekleştirmiş, cuntanın karamsarlık bulutları parçalanmış, boyun eğilmemiştir. Devrimci mücadele her alanda büyütülmüş, boş bir hayal olmadığı ispat edilmiştir. 122 kez ölmüşlerdir ölüm orucunda. 589 gün ölüme direnen Berkan Abatay’lardır onlar.
üştü? Ya da insanların kurtulmak istediği bir rejime niye dönüştü? Tıpkı büyük aşkların kavuşulunca bir anda sıradanlaşması gibi. Sonuçta devrim fikri de, aşk fikri de kavuşulmadığında bir anlam taşıyor bizim için. Ve bizim karakterlerimiz aslında devrime de, aşka da kavuşmak istemiyorlar. Tıpkı yılardır Türkiye solunun yaptığı gibi. Kavuşmamak için elimizden geleni yapıyoruz.” (Ekşi Sözlük 12 Aralık 2011)
Vura öle, öle vura, direne direne bugünlere gelmişlerdir. Bunları melankolik insanlar yapmamıştır. Bunları yürekleri kabına sığmayan devrimciler yapmıştır. İradeleriyle ve ideolojilerine olan inançlarıyla başarmışlardır. Sonbahar filminde olduğu gibi Aşk ve Devrim’de de yönetmenleri neden olayların hep bunalım, devrimci olmayan, yozlaşan yanını irdeler. Kendi umutsuzluklarını veya “öznel” düşüncelerini bütün devrimcilere nasıl mal ederler. Böyle bir hakları da yoktur. Bu filmler sosyalizm düşmanları tarafından çekilseydi böyle tartışmazdık, ama aynı zamanda bu filmlerin düştüğü durum objektif olarak sosyalizm düşmanlığıdır. Serkan Acar’ın perdesinde “devrim imkansızdır”, “aşk da”... Zaten ikisi birden mümkün değildir ona göre. Devrimciler mi? Onlar melankoliktirler. Uçkuruna bile sahip çıkamayan, ne için mücadele ettiğini bile bilmeyenlerdir. Ellerinden içki kadehleri, sigara düşmez. Zaten ihanet de meşrudur bu yönetmene göre. Ona göre hayatta bilimsel doğrular yoktur.
Politik sinema adına durum çok mu umutsuz? Hayır hiç de değil. Çünkü umut hayatın içindedir. Onu meydanlarda, hapishanelerde büyütenlerindir. Umut varsa sanat da vardır.
“İhanet bireysel bir edimdir. İhanetler kimine göre ihanettir, kimine göre değildir. Sen nasıl bakıyorsan dünya öyledir” (Star Gazete / 16 Aralık 2011) Aslında son olarak söylediği şu sözlerle her şey daha da netleşiyor: “Aşk ve devrim insanlık tarihinin iki büyük ütopyası. Hakkında sayfalar dolusu yazılıp çizilen ve aslında biraz da fetişleştirilen iki büyük tutku. Filmde bir diyalog var hatırlarsan, Pala genç Kemal’e kendi aşk hikayesini anlatırken sonunda şöyle söylüyor: ‘Kavuşursan meşk olur, kavuşmazsan aşk olur’... Bu Hayyam’ın bir lafıdır aslında ve bence her şeyi çok güzel açıklıyor. Bizler devrime de aşka da kavuştuğumuz zaman onu piç ettik. Düşünsenize o büyük Ekim Devrimi, insanların yüzyıllarca hayalini kurduğu sınıfsız, sömürüsüz, eşit ve özgür toplum hayali, ’70 yılın sonunda bürokratik bir sisteme nasıl dön-
Bilimsel doğrulara inanmayan kişinin hayata bakışı budur. Beyazperdedeki melankolisi, umutsuzluğu, yılgınlığı, değer yitimi ise devrimcilere değil kendine aittir. Politik sinema adına atılacak çok adım var, katedilecek çok yol vardır. Politik sinema yapmak için önce sosyalizme inanmak gerekir. Orta yol yoktur. Her yönetmen koltuğuna oturan sinema yapamaz, hatta politik sinema hiç yapamaz. Hele devrimcileri anlatacaksa ahlak da gerekir. Sağdan soldan derlenen subjektif düşünceleri perdeye yansıtmak ve bunu bütün sola mal etmek ahlaksızlıktır.
Güler Zere belgeselinin galasına 300 kişilik salona 1000 kişi geldiği için o 700 kişi kapıdan döndü. F. Serkan Acar’ın Aşk ve Devrim’inde ise salon bomboştu. Filmden çıkan insanlar başları önünde, mutsuz ayrılıyorlar. Burjuvazinin istediği de bu değil mi? Kalabalık grupları, sol düşüncelere ilgi duyan çevreleri salonlara doldurup böylesi filmlerle umutlarını kırmak, onları filmden çıkarken devrim düşüncesini de terketmesini salık vermek değil mi? Böyle değilse, Kültür Bakanlığı niye destekler. Böyle değilse, televizyon, gazete, dergilerde niye tanıtımları daha güçlü döner. Çünkü burjuvazi buralarda kendine yarayacak şeyler bulup çıkarmıştır. Demek ki bir umudun peşinde koşuyor insanlar. Çünkü o umudu her cuma Güler Zere’ye özgürlük diye İstiklal’i binlerle doldurarak büyüttüler. Çünkü o umut Güler Zere gibi bir devrimcinin zafer işareti yapan ellerinden, pırıl pırıl bakan umut dolu gözlerinden herkese taşınmış ve herkesle birlikte daha da büyütülmüştür... Samimi olan yönetmenlerin görmesi gereken de budur! Bunun için burjuvazinin değil halkın penceresinden dünyaya bakan gözlere sahip olunmalıdır... Bu noktada politik sinema yapmak isteyen genç ve umutlu yönetmenlere çok iş düşüyor. Eskiyi ve eskiyeni süpürmek yeni ve umutlu olanı büyütmek için… Dimdik ayakta koruduğumuz değerleri yılgın, bitkin, melankolik yönetmenlere bırakmamak için… Böylesi filmler bizim genç yönetmenlerimizi kamçılamalı, sanatsal faaliyetlerimizde bize yeni hedefler olduğunu göstermelidir. o
OCAK 2012 | TAVIR | 23
deneme deneme
33 kurşun... bir kez daha... aydemir öner
Güneşin delik deşik edildiği coğrafyada zulme tanık ederek doğarlar; direnişle büyürler. Yüz hatları, etraftaki dağların sarp yamaçları kadar keskindir, gülüşleri ise güneş gibi sıcacık. Alfabeyi öğrenmeden dövüşmeyi öğrenirler, kavgayı öğrenirler. Zafer işaretidir çocukların parmaklarının aldığı ilk şekil. Toprak kokan elleriyle gökyüzüne yükselir parmakları, seslerinin tizliğine ve çatallığına aldırmaksızın "inkar edilen, yok sayılan bir dil"de haykırırlar özgürlük sloganlarını. "Azadi" derler, yani özgürlük! Hayatları, taşıdıkları "kaçak" mazottan, sigaradan, tütünden daha değersizdir. Moda tanımla “öteki” bile değillerdir bu ülkede, “öteki” sıfatı bile layık görülmemiştir onlar için. Onların bedenlerine ancak kurşunu yakıştırırlar, bombayı yakıştırırlar. Kimisi daha 12'sine basmadan sırtından vurulur 13 kurşunla, kimisinin ciğerleri parçalanır havan mermisiyle. Bu zulüm karşısında hayatta kalmayı başaran olursa eğer; "ya kendini inkar et ya da bu ülkeyi terket" diyenlere verilecek bir cevap bulursa eğer; gencecik bedenleri toprağa gömenlerden hesap sorarsa bir gün; özgürlüğe adarsa bedenini ve yüreğini, ya düzmece hukukla içeride bulur kendisini, ya da uğruna adadığı davasında içer şehadet şerbetini. Kaçaktır sloganları, eylemleri, fikirleri. Kaçaktır mazotları, tıpkı çayları gibi. Devlet eliyle çalanlar, gökleri yaran gökdelenlerde krallar gibi yaşarken; onlar ıssız gecede bir şişe mazot
24 | TAVIR | OCAK 2012
"pasaporta ısınmamış içimiz budur katlimize sebep suçumuz, gayrı eşkiyaya çıkar adımız kaçakçıya soyguncuya hayına..." A. Arif
için, hayat için, aç kalmamak için düştükleri bu yolda bombalarla karşılanırlar. Gecenin acımasızlığı üstlerinden geçen savaş uçaklarının çıkardığı sesle birleşir; can alıcı ayaz girer koyunlarına, atılan sağır edici bombalarla parçalanır ufacık bedenleri. Sonra bir tane daha bomba, bir tane daha... Çünkü onlar "terörist" sanılmıştı, "kötü çocuk" sanılmıştı. Sanki öyle olunca katletmek meşruymuş gibi! Bombalanırlar gece boyu, durmadan, duraklamadan. Bir tanesinin bile yaşamaya hakkı yoktu buralarda. Yaşam için çıktıkları o yorucu, o kahredici yolculuğun sonunda mazot kıvamında yanmıştı bedenleri; alev alev. Dağlar dile gelirdi bu zulme, vahşete, katliama karşı... Yollar açılırdı da koynuna alırdı bu 36 masumu, kimsesizi. Ölüm ile yaşam arasındaki o ince çizgide, sığındıkları bir kaya parçasının arasında, çaresiz, kimsesiz öylece can verdi onlar. İnsanlık için yapması gereken onca şey varken, insanların katledilmesi için gece gündüz çalışan bilim adamlarının acımasızlığıyla harmanlanmış o koca koca bombalar aldı canlarını. Hikayeleri damsız ve kerpiç evlerde başlamıştı, doğar doğmaz basmışlardı isyanı bu dünyaya, hıçkıra hıçkıra. Biraz büyüdüklerinde ellerine kendilerinden büyük şişeler verilmişti, dağ bayır aşıp su getirmişlerdi evlerine. Oynadıkları oyunlar “polis-gösterici”ydi; bir grup gösterici olurdu, diğerleri de onları taşlardı. Okula gidebilecek kadar şanslı olanları da vardı aralarında; köylerinden kilometrelerce uzaktaki o ça-
murlu yolda, kışın ayazına ve incecik ayakkabılarına aldırmadan gitmişlerdi. Karşılarına Türkçe çıkmıştı hepsinin; anlamadıkları ve daha önce duymadıkları apayrı bir girdap. Dayak yemişlerdi bol bol, Kürtçe konuştukları için. Kulakları çekilmişti tahtada, yazanı yanındaki arkadaşına Kürtçe çevirdikleri için. Yanakları al al olmuştu tokat yemekten, Kürtçe şarkı söyledikleri için. Geçirdikleri bu hayat hiç ama hiç adil olmayan bir bomba ile son buldu. Bir annenin paramparça olan evladının bedenini tanıyamaması nedir bilir misiniz? Kömür karası bir cesede sarılıp ağlamasını? Kürtçe konuştuğunuz için katledildiniz mi hiç? Ya hiç "terörist" sanıldınız mı siz? Tepenizden bombalar yağdırıldı mı durup dururken, kurşuna dizildiniz mi yolun ortasında? Elinizdeki soba borusunu roketatar sananlar havan mermisi ile parçaladı mı bedeninizi? Zaten yaşaması zor olan o coğrafyada koyunlarınız telef edildi mi, ormanlarınız yakıldı mı cayır cayır? İnsanlığını çoktan yitirmiş, gözü dönmüş katillerin kapınızda beslediğiniz köpeğin kafasına kurşun sıkmasını dehşet içinde izlediniz mi? Ya ihtiyar babanızın kafasının dipçikle paramparça edilmesini izlediniz mi? Kürt oldunuz mu hiç? Horlanan, inkar edilen bir dilde konuşan, bizden
olmayan, Kürt hani? Ertesi gün ulaşıldı 36 bedene. Üzerlerinde ne gerilla kıyafeti vardı, ne de silah. Hayatları için taşıdıkları mazottan başka hiçbir şey yoktu katledilenlerin üzerinde. 28'i aynı aileden, Encü ailesindendi. Bir aileyi yok etmişti devlet denen en büyük "terörist". Nice nice katliamlar gibi bunu da yazmıştık hesabımıza; öyle ya sorulacak hesabımız vardı, sorulmalıydı, sorulacaktı!
"ve kederli nehir yollarının, sürülmüş toprağın ve şehirlerin bahtı bir şafak vakti değişmiş olur, bir şafak vakti karanlığın kenarından onlar ağır ellerini toprağa basıp doğruldukları zaman." N. Hikmet o
OCAK 2012 | TAVIR | 25
şiir şiir
otuzüç kurşun ahmed arif
1. Bu dağ Mengene dağıdır Tanyeri atanda Van’da Bu dağ Nemrut yavrusudur Tanyeri atanda Nemruda karşı Bir yanın çığ tutar, Kafkas ufkudur Bir yanın seccade Acem mülküdür Doruklarda buzulların salkımı Firari güvercinler su başlarında Ve karaca sürüsü, Keklik takımı... Yiğitlik inkar gelinmez Tek’e - tek döğüşte yenilmediler Bin yıllardan bu yana, bura uşağı Gel haberi nerden verek Turna sürüsü değil bu Gökte yıldız burcu değil Otuzüç kurşunlu yürek Otuzüç kan pınarı Akmaz, Göl olmuş bu dağda... 2. Yokuşun dibinden bir tavşan kalktı
26 | TAVIR | OCAK 2012
Sırtı alaçakır Karnı sütbeyaz Garip, ikicanlı, bir dağ tavşanı Yüreği ağzında öyle zavallı Tövbeye getirir insanı Tenhaydı, tenhaydı vakitler Kusursuz, çırılçıplak bir şafaktı Baktı otuzüçten biri Karnında açlığın ağır boşluğu Saç, sakal bir karış Yakasında bit, Baktı kolları vurulu, Cehennem yürekli bir yiğit, Bir garip tavşana, Bir gerilere. Düştü nazlı filintası aklına, Yastığı altında küsmüş, Düştü, Harran ovasından getirdiği tay Perçemi mavi boncuklu, Alnında akıtma Üç topuğu ak, Eşkini hovarda, kıvrak, Doru, seglavi kısrağı. Nasıl uçmuşlardı Hozat önünde! Şimdi, böyle çaresiz ve bağlı, Böyle arkasında bir soğuk namlu Bulunmayaydı, Sığınabilirdi yüceltilere...
Bu dağlar, kardeş dağlar, kadrini bilir, Evvel Allah bu eller utandırmaz adamı, Yanan cıgaranın külünü, Güneşlerde çatal kıvılcımlanan Engereğin dilini, İlk atımda uçuran Usta elleri... Bu gözler, bir kere bile faka basmadı Çığ bekleyen boğazların kıyametini Karlı, yumuşacık hıyanetini Uçurumların, Önceden bilen gözleri... Çaresiz Vurulacaktı, Buyruk kesindi, Gayrı gözlerini kör sürüngenler Yüreğini leş kuşları yesindi... 3. Vurulmuşum Dağların kuytuluk bir boğazında Vakitlerden bir sabah namazında Yatarım Kanlı, upuzun... Vurulmuşum Düşüm, gecelerden kara Bir hayra yoranım çıkmaz
Canım alırlar ecelsiz Sığdıramam kitaplara Şifre buyurmuş bir paşa Vurulmuşum hiç sorgusuz, yargısız Kirvem, hallarımı aynı böyle yaz Rivayet sanılır belki Gül memeler değil Domdom kurşunu Paramparça ağzımdaki... 4. Ölüm buyruğunu uyguladılar, Mavi dağ dumanını ve uyur-uyanık seher yelini Kanlara buladılar. Sonra oracıkta tüfek çattılar Koynumuzu usul-usul yoklayıp Aradılar, Didik-didik ettiler Kirmanşah dokuması al kuşağımı Tespihimi, tabakamı alıp gittiler Hepsi de armağandı Acemelinden... Kirveyiz, kardeşiz, kanla bağlıyız Karşıyaka köyleri, obalarıyla Kız alıp vermişiz yüzyıllar boyu, Komşuyuz yaka yakaya
OCAK 2012 | TAVIR | 27
Birbirine karışır tavuklarımız Bilmezlikten değil, Fıkaralıktan Pasaporta ısınmamış içimiz Budur katlimize sebep suçumuz, Gayrı eşkiyaya çıkar adımız Kaçakçıya Soyguncuya Hayına... Kirvem, hallarımı aynı böyle yaz Rivayet sanılır belki Gül memeler değil Domdom kurşunu Paramparça ağzımdaki... 5. Vurun ulan, Vurun, Ben kolay ölmem. Ocakta küllenmiş közüm, Karnımda sözüm var Haldan bilene. Babam gözlerini verdi Urfa önünde
Üç de kardaşını Üç nazlı selvi, Ömrüne doymamış üç dağ parçası. Burçlardan, tepelerden, minarelerden Kirve, hısım, dağların çocukları Fransız Kuşatmasına karşı koyanda Bıyıkları yeni terlemiş daha Benim küçük dayım Nazif Yakışıklı, Hafif, İyi süvari Vurun kardaş demiş Namus günüdür Ve şaha kaldırmış atını. Kirvem hallarımı aynı böyle yaz Rivayet sanılır belki Gül memeler değil Domdom kurşunu Paramparça ağzımdaki...o
küba ayakta! Emperyalistlerin tüm saldırı, yalan, provokasyon, ambargo, engelleme politikalarına rağmen 53 yıldır bir ülke direniyor. Bir direniş adası: Küba. Halkının önderi, devrimin komutanı ve sosyalizmin en büyük garantörü olan Commandante Fidel’in büyük inancı ve halkına olan sevgisi, emperyalizme olan sınıfsal kini, sosyalizme olan bağlılığı bunda önemli bir rol oynuyor. Fidel diyor ki: “Her bir Kübalı 5 ABD askerine bedeldir. ” Ve bir başka konuşmasında ülkeyi ABD’ye teslim edeceğine, adayı batıracağını söylüyor. Bu kararlılık bizimdir. Küba, 53 yıldır sosyalizmi yaşıyor, tüm günah ve sevaplarıyla, eksiğiyle gediğiyle, övdüğümz yanlarıyla ve tabi eleştirdiklerimizle... 53 yıldır dünyanın bir ülkesinde işçi sınıfı sömürülmüyor, insanlar katledilmiyor, yalan-demagoji iktidarı yürümüyor, sokaklarda şatafatlı, rengarenk alışveriş çılgınlığı körüklenmiyor. Ülke halkı, en sade kıyafetleriyle, en duru düşünceleriyle yaşıyor. Devlet, halkına düşman değil. Emperyalizm yıllardır diktatörlük dedi, yıkılıyor dedi, kendi miras bıraktığı fuhuştan bahsetti, işbirlikçiler gönderdi, suikastler düzenledi; ama ne Fidel’i ne de Fidel’in Küba’sını yıkabildi. Şimdi de Kuzey Kore’ye saldırıyorlar, onlarca araçlık kolleksiyonu var diyorlar, eğlencelerinden bahsediyorlar, ağlamayana ceza veriyorlar diyorlar; ama her türlü saldırıya rağmen ne halkının Kim Jong İl’i sahiplenmesini, ne de dünya halklarının umudunu yok edebiliyorlar. Buradaki saldırı sosyalizm ruhunadır, devrimcileredir. Emperyalizmin yıkılması için savaşan bizleredir. Sinemasıyla, reklamıyla, haberiyle, magaziniyle, yoz kültürüyle, giyimiyle ve daha binbir türlü araçlarıyla ideolojimize, beynimize saldırsalar da halkların sosyalizm umudunu kıramayacaklar.
ICAP (Halklar İçin Küba Dostluk Enstitüsü) temsilcisi Gabriel Benitez Toledo ile Röportaj: vana’ya 120 kilometre uzakta bulunan Mantanza’ya klimalı bir otobüsle 20 liraya gidiyorum. Bir ev halkının, istisnaların dışında, iki geliri oluyor. Ailemde 6 kişi bir evde kalıyoruz. Çocuklar ve anneleri çalışmıyor, bunun dışında herkes maaş alıyor. Bunu anlatmak istiyorum aslında, Küba’da bugün maddi durum kolay değil, ama ölmüyoruz. Biz hep diyoruz, günlük olarak istediğimizi değil, var olanı yiyiyoruz. Her zaman yemek bulunur. Asgari ücret ne kadar? Gabriel Benitez Toledo: Ben 400 Pesos kazanıyorum örneğin. Bunu CUC (*)’ye çevirsek ayda 20 Dolar kazanıyorum. 20 Dolar ile 30 gün yaşayabilir misin? Hayır. Ama bahsettiğim gibi, devlet bazı şeyleri parasız veriyor, destek oluyor. Ortalama gelir 450-480 Pesos. 800 Pesos kazananlar da var, örneğin doktorlar. Uzman çalışanları daha da fazla kazanırlar, çünkü ek iş yaparlar. Küba’da düşük maaşlar alan aileler tabi ki devletten yardım alıyor. Engelli, sakat olan çocuklar hafta boyunca tedavi için özel bir kuruma gidiyorlar. Hafta sonu eve gelirler. Ve şimdi esnekleştirilmesiyle birlikte ikinci veya üçüncü bir işte çalışılabilinir. Ben mesela hafta sonu kuaför olarak çalışabilir ve ek gelir alabilirim.
Küba’da halk geçimini nasıl sağlıyor? Gabriel Benitez Toledo: Kira ve ulaşım çok düşük bir fiyata sunuluyor halka. Ayrıca bunu hatırlatmak gerekiyor, sağlık ve eğitim parasızdır. Bütün ekonomik sorunlarımıza karşın halka ayda belirli bir miktarda pirinç, fasulye, balık, et ve patates çok ucuz fiyata veriliyor. 1 ay için yetmiyor, bu nedenle ayrıca gıda satın almak zorundayız. Bir sosyal yardımı da var. Ben mesela ICAP’ta bir öğlen yemeği için 60 kuruş veriyorum. Ha-
30 | TAVIR |OCAK 2012
Yani asgari ücret, 400 pesos. Ayrıca ihracat için araştırma kuruluşları var. Belirli bir miktar CUC alıyorlar. Çok değil, ama 20, 30 veya 40 CUC kadar alıyorlar. Ve bu parayla ek mal alınabilinir. Başka gelir kaynakları da var. İnsanlar, yurtdışında yaşayan ailelerinden para alıyorlar. Sadece ABD’den değil, aynı zamanda Avrupa, Latin Amerika, Rusya gibi yerlerden. Ne ölçüde özel mülkiyet var ve ne ölçüde izin veriliyor? Gabriel Benitez Toledo: Sanayi devlete aittir. Örneğin ayakkabıcı kendi evinde yer varsa tamirat yapabilir, tabela asabilir. Ama deriyi ancak devletten alabilir. Deri üretimini devlet yapar.
Bazı restoranlar gördük ya da kafeteryalar, sandviç büfeleri... Bunlar özel iş yerleri sanırız. Kuralları nedir? Gabriel Benitez Toledo: Öncellikle böyle bir yere sahip olmak için lisans gerekir. Bir restoranda 20 masa kadar izin var. 20 masalık bir restoran için en az 10 personel çalıştırman gerekiyor. Ayrıca devlete belli bir miktarda vergi ödemen gerekir. CUC olarak satış yaptığında vergileri de CUC olarak ödemen gerekir. Ve tabi sağlık ve mali bakanlıkların denetimi altındasın. Bazen malları, mesela ekmeği nereden aldığına dair hesap göstermen gerekir. Başka önemli bir para kaynağı ise kiralık evler. Yatak odası varsa ve vergi ödüyorsam, onu kiraya verebilirim. Aynı şekilde araba için geçerli. Taksicilik yapabilirsin ek olarak. Devlete aylık vergi verince araba sürebilirsin. Ben örneğin ICAP’ta 8 saat çalışabilirim ve akşam böyle bir arabam olsaydı, ben de taksicilik yapabilirdim. Devlet bugün halka biraz daha iyi kazanmak için bu olanakları sunuyor. Ekonomiye nefes aldırma. Bir evim var ve bu ev için bir kuruş kira vermiyorum. 5000 Pesos verdim ve ev bana ait. Tabi ki tamirat vs. bana ait. ABD ambargosu, Küba’yı somut olarak nasıl etkiliyor, nasıl bir uygulamadır? Küba tarafından neler ihrac ediliyor? Gabriel Benitez Toledo: Öncellikle bu bir anlayış meselesidir. Örneğin sıradan insanlar diyor ki “Bu sandalye bozuktur. Abluka var, ambargo var nasıl tamir ettireceğim?” Ama mesela ticari bakanlığın dışarıdan mal alması gerekir ve bir mal %10’un üzerinde Kuzey Amerikalı unsurları taşıyorsa, satın alamaz. Veya gizli almak zorundadır. Bu durumda fiyatlar iki veya üç kat yükseliyor. Ve sağlık alanında çok oluyor. Abluka, Küba’ya dolarla ticaret yapmayı yasaklıyor. Paramızı İsviçre’ye gönderiyoruz. Ve Amerikalı bankalar İsviçre’de Küba doları görürse İsviçre devleti milyonlarca cezalar ödemek zorunda. Ve bu durum hala geçerlidir. Ve bu bir çelişkidir. Karşılıklı alışveriş yapılmıyor mu? Gabriel Benitez Toledo: Yok sadece Küba satın alabiliyor. Küba tavuk, un, tahıl, yağ, ağaç vs. alıyor ama hangi koşullar altında. Küba peşinden ödemek zorunda. Gemiler Kübalı veya Kuzey Amerikalı olmayacak, örneğin Japonyalı, Meksikalı veya Kanadalı olacak, yani üçüncü bir ülkeden olacak. Ama abluka halen geçerlidir. Ama biz abluka altında nasıl yaşayabileceğimizi biliyoruz artık. Farklı yolları bulmaya çalışıyoruz. Venezüella gibi Latin Amerika ülkelerinden gelen ekonomik destek hangi derecede bu ablukayı delebilir? Gabriel Benitez Toledo: Tabi ki önemli. Son dönemde Latin Amerikalı ülkelerin içerisinde Küba’nın durumu iyileşiyor. Çin’in gücü, Rusya ile daha iyi ilişkiler, Ukrayna, Beyaz Rusya ile ilişkiler... Çoğu turist Kanada’dan geliyor. Bu sağlıklı bir turizmdir. Küba’da 6 ay kalma izni bir tek Kanadalılara var. Bunlar emekli insanlar. Küba, Rusya, Çin, Ukrayna’dan da alışveriş yapabiliyor mu? Gabriel Benitez Toledo: Otobüslerimizi Çin’den alıyoruz.
Latin Amerika ile ihracat ve ithalat yapılıyor mu? Gabriel Benitez Toledo: Evet. Satın alıyoruz. Biz manevi olarak karşılık veriyoruz. Mesela spor öğretmenleri, sağlık çalışanları karşılığında Ekvador ve Venezüella’dan petrol alıyoruz. Belki artık yakında gerekmeyecek. Umudumuz var, Pinar el Rio ile Miami arasındaki Kuzey sahilinde, İspanya, Rusya, Çin, Venezüella, Hindistan’ın yardımı ile orada petrol arıyoruz. Ve Amerikalılar da biliyor bu bölgede petrol olduğunu. Ama ablukadan dolayı katılamıyor. Tabi ki bir komşu ülkenin katılması önemlidir. Bu arada tedbirlerin alınmasını istiyoruz. Çünkü böyle bir kazanın olması doğa için büyük bir risk taşıyor. Orada petrolun olması konusunda büyük bir umudumuz var. Latin Amerika ülkelerinden öncellikle siyasi destek var. Latin Amerika bu kadar sol partileri iktidarda bulunduran dünyada tek kıtadır. Ve bu olumlu bir durum. Latin Amerika’dan gıda getiriyoruz. Küba’nın büyük bir eksiği gıdanın üretilmemesidir. 1 Aralık’tan itibaren kooperatiflerin otellere ürünleri satabilmeleri için yasa yürürlüğe girecek. Neden, çünkü oteller büyük ölçüde dışarıdan, örneğin Dominik Cumhuriyeti’nden domates ithal ediyorlar. Bu ters bir şey. Dövizlerin alınabilmesi için daha iyi üretilmesi gerekecek. Üretim sorunlarımızı çözebilsek, durumumuz çok iyi olacak. Küba’nın IMF veya Dünya Bankası’yla bağı var mı? Gabriel Benitez Toledo: Hayır, şu an Dünya Bankası tarafından girişimler var. Daha hafta sonu gazetelerde yazıldı, Dünya Bankası’yla işimiz yok diye. Dünyanın en büyük bankası bizim ortağımızdır: Çin. Son dönemde Küba’da daha çok kazanç var. Yıllık artık 2 milyondan fazla turist var. Zengin değiller, bu bir gerçek, ama taze para getiriyorlar. Burada hangi oranda adli vaka, soygun, silahlı soygun vs. var ve devlet hangi önlemleri alıyor bunlara karşı? Gabriel Benitez Toledo: Silvio Rodriguez’in de dediği gibi “Biz mükemmel bir toplum değiliz”. Son dönemlerde ufak çaplı kapkaçlar oluyor. Ben hiçbir zaman Latin Amerika’ya gitmedim. Hiç Türkiye’ye gitmedim. Ama Küba’yı bunlarla kıyaslayamazsın. Biz çok güvenli bir ülkeyiz. Küba’da kaç tane polis var? Çok fazla var. Ve kendimi iyi hissediyorum. Onları görmek daha iyi. Çünkü polisler bizim için başkadır. Üniformalı vatandaştır, yani halktır ve bizi destekliyor. Bu Latin Amerika’da veya sizin gibi ülkelerde yok. Polisin yanında kendimi güvenli hissediyorum. Güvenlik meselesini Caracas’la, Meksika, Bogota ile hiç kıyaslayamazsın. Sosyalizm eğitimi, bilinci, Marksizm, Leninizm konusunda eğitim veriliyor mu? Varsa, hangi araçlar kullanılıyor? Sovyetlerden örnekler var bu konuda... Gabriel Benitez Toledo: Hatırlarım, hükümetimiz eğitim sistemimiz hakkında bir analiz yapmıştır. Ve daha fazla Küba tarihini öğretmemiz gerektiği fikrine vardık. Jose Marti Marksist değildi, Leninist de değildi. Ama Jose Marti’nin siyasi düşünceleri vardı. Neden burada tek partili bir sistemimiz var?
OCAK 2012 | TAVIR | 31
Bu Fidel Castro’nun bir meselesi değildir. Jose Marti’den kalma bir olgudur. Jose Marti demiştir ki “Biz Kübalılar, İspanyollara karşı tek bir yumrukta birleşmemiz gerekir”. Ve her zaman birlik partisini savundu. Bizim başka bir partiye ihtiyacımız yok. Marksizm daha çok orta ve üst düzeyde, üniversite öğrencilerine öğretiliyor. Çocuklara daha çok Küba tarihi üzerine eğitim veriliyor. İspanyollara karşı savaş vs. yani yurtseverlik eğitimi ağırlıklıdır. Bizler Sovyetler, Çin, Venezüella’daki sosyalizmi analiz ediyoruz. Ama Küba’da kendi modelimiz var. Bu ülkelerin en güzel yönlerini çıkarmaya çalışıyoruz, fakat Küba’da kendi sosyalist modelimiz var. Gazeteleri, televizyonları, radyoları nasıl kullanıyorsunuz sosyalist insanı yetiştirmek için? Gabriel Benitez Toledo: Kübalılar televizyon seyretmeyi çok severler. Yurtseverlik demezsek de, vatandaşların sosyal yükümlülükleri nasıl hayata geçirebileceklerini anlatıyoruz. Örneğin otobüslere arkadan girip ödenmediği oluyor bazen. Bunları televizyonda anlatıyoruz, halka sorumlulukları hatırlatıyoruz, eğitimin parasız olduğunu hatırlatıyoruz. Gazetelerimizi halkta bilinç yaratmak için kullanıyoruz. Bütün televizyon kanalları devlete mi ait? Gabriel Benitez Toledo: Evet. 6 ulusal kanalımız var şu an. Her ilin bir kanalı var. TELESUR’umuz var. Biliyorsunuz, Latin Amerika’nın kanalıdır. Son bir-iki yıldır yeni bir kanalımız var. Adı Multivisyon. Tüm dünyadan belgeselleri, röportajları, filmleri gösteriyor. Hapishanelerin durumunu sorabilir miyiz? Gabriel Benitez Toledo: Tutuklular için bakım var. İçişleri Bakanlığı’ndan iki görevli var bu konuda. Havana’da çoğu hapishanelerin açık olması deneniyor. Tutuklular para da kazanabilir ve ailelerine gönderebilirler. Ama tabi ki Küba’da kapalı hapishaneler de var. Bir kere suç işlendiğinde (kapkaç diyelim) ceza alınıyor, ikinci kez de öyle, ama üçüncü olursa örneğin 6 hafta boyunca çalışma cezası var. Biliyor musun, Küba’da en krimineller burada şoförler. Kaza yapanlar sokakta çalışmaya yükümlüler. Örneğin trafik lambaları tamir ederler, sarı önlükleri giyerler. Çok tehlikeli olanlar araba sürerken alkol içenlerdir. Bunlar açık cezalar, yani iş cezası alırlar. Uyuşturucu burada genellikle yasak. Küba’da uyuşturucuya sahip olan biri doğrudan hapishaneye girer. Uyuşturucuyu satan biri de doğrudan hapis cezası alıyor. Bu yönde Küba hapishanelerinde çok yabancı var. ABD’den veya Kolombiya’dan buraya uyuşturucuyu sokmaya çalışıyorlar. ABD’den sahillere yakın yerlere hızlı teknelerle gelip uyuşturucuyu atarlar. Bizim de bunları denetleyen gemilerimiz var. Key West’den (Florida’nın en batı adacıklarından) buradan yaklaşık 160 kilometre uzak. Küba’da karşı devrimcilerin durumu nedir? Nasıl çalışıyor-
32 | TAVIR |OCAK 2012
lar? Gabriel Benitez Toledo: Bizler diyoruz ki, siyasi tutuklularımız yok. Bizde Küba devrimine karşı eylem düzenleyen kişiler var diyoruz. Onlar tutukludur. Kaç tutuklu olduğunu bilmiyorum. Kesinlikle bütün dünyadan daha az tutsağımız var. Halk meclisleri (Devrim Savunma Komiteleri - CDR) nasıl örgütleniyor? Hiyerarşi nasıl, en alt kademeden en üst kademeye kadar? Gabriel Benitez Toledo: Çok kısa bir sürede anlatılmaz. Şunu belirtmeliyim, devrimin başladığı dönemde bir kitle örgütlenmesi vardı, karşı devrimci eylemleri engellemek için. O dönemlerden bugüne hep halk komiteleri oldu. CDR’lerin hiçbir zaman silahları olmamıştır. En önemlisi de gece nöbetçiliği yapmak. Ama bu bir alışveriş merkezinde veya bir okulda görev yapmak değil. Sadece yaşadığım caddenin 100 metre boyunu korumaktır. CDR farklı görevleri de üstlendi, kan bağışı mesela. Şimdi CDR kitlesel kampanya başlatıyor. Grip aşısı örgütlüyor. Ve bir çocuğun okula gitmemesi halinde, babası içki içiyorsa örneğin, CDR gidip bu aileyle görüşüyor. Nasıl örgütleniyor, neye bağlı çalışıyor? Gabriel Benitez Toledo: Ulusal komite var, sonra il örgütlenmesi, sonra gönüllü memurlar ve en altta ailelerin taban örgütlenmesi. Onların mahalli örgütlenmeleri. Mesela her sokakta 200-300 kişilik bir CDR var. Ama şunu tekrarlıyorum. CDR silahlı bir örgütlenme değil. İçişleri Bakanlığı’na bağlı değil, bir kitle örgütüdür. Gönüllü katılınıyor. Üyeleri aidat olarak 20 centavos (Küba pesos’unun 20 centi oluyor) veriliyor. Ve bu parayla sokak festivalleri düzenleniyor. CDR tamamen sivil bir örgütlenmedir. Küba ordusuyla ilgili bilgi verebilir misiniz? Gabriel Benitez Toledo: Profesyonel ordumuz var. Askerlik 1627 yaşları arasında yapılıyor. Erkekler için zorunlu, kadınlar için gönüllü. Okuyorsa bir yıl, okumuyorsa 2 yıl askerlik yapmak zorundadırlar. Ordu mensupları sokakta silah taşımıyor, kışlada taşıyor. Bir tek polis silah taşıyor. Ve bütün Kübalılar silahlıdır. Bir şey olursa, halk nereye gitmesi gerektiğini çok iyi biliyor. Yani her Kübalı’nın silahı mı var? Gabriel Benitez Toledo: Hayır. Halk, doğrusu erkekler ordunun yedek gücüdür. 45 yaşından itibaren yedektedir. Sivil savunmada yer alabiliyorlar. Küba’ya karşı herhangi bir saldırganlık söz konusu olunca deponun nerede olduğunu biliyoruz. Benim yaşımda olan erkekler sivil halk savunmasında yer alıyor. 45’ten genç olanlar, gerekli anda kışlaya koşar ve silahlanırlar. Aktardıklarımız röportajın yalnızca küçük bir bölümüdür... (*): 1 CUC=1 ABD Doları, 1 CUC=24 Küba Pesosu
deneme
deneme
dev-genç’li... ümit ilter
“Gençlik, emperyalizm karşısında, bağımsızlıktan yanadır…” Mahir ÇAYAN
Amerikancılar’ın füze kalkanı varsa, bu toprağın da DevGenç’lileri vardır. Ve Amerika’nın füzesinin de, işbirlikçisinin de dikilir karşısına.
Omuzları güçlüdür Dev-Genç’linin. Öyle ki yüklendiği tarihi gık demeden geleceğe taşır. Ne denli ağırlaşırsa ağırlaşsın, kaldırır hayatın bütün yükünü. Dal gibi delikanlıdır ve omuzları dağ gibidir.
Bu bir ruh halidir her şeyden önce. Nasıl bir var oluştur bu? Bu toprağın kara kafalı halklarının umutlu delikanlısıdır onlar. Emperyal tahakküme boyun eğmezler… *** Gözleri karadır Dev-Genç’linin. Kavga karasıdır hem de. Ve zifiri karanlığın ortasında bile geleceği görmesi bundandır. Gerçeği ve geleceği görmenin bilinciyle bakar hayata. Gözünü hiçbir şeyin korkutamaması da işte bundandır… Yumrukları serttir Dev-Genç’linin. Sınıf kininin sertliğidir bu. İçinde tarihin şiddeti vardır. Zora, zorbalığa karşı yumruğunun diliyle konuşur. Geleceğin yolunu açan kazma kürektir bu yumruklar. İnip kalktıkça açılır ihtilalin yolu. Ayakları tezdir Dev-Genç’linin. Çünkü, geleceğe ancak böyle yürünür. Ne tembelliğin yavaşlığı ne de yılgınlığın karamsarlığı pranga takamaz onun ayağına. Sokakta, patikada, voltada yürür yarına olanca durdurulamazlığıyla…
Yüreği sağlamdır Dev-Genç’linin. Mayasında halk sevgisi vardır. Zaptedilemeyişi bundandır. Bu yürek, karanlığın ortasında Anka, duvarların ardında Boran ve doruklarda Şahan’dır. Ve yeri gelince, bir yürekten bin yüreğe ulaşır. Başı diktir Dev-Genç’linin. Çünkü, başkaldırmıştır bir avuç asalağın kanlı saltanatına. Serden geçer de eğmez artık. Bedelse bedel, ödenir. Düşecekse başı, yine yere dik düşer… Dili hakikatlidir Dev-Genç’linin. Yalana karşı sıkılmış birer mermidir cümlesi. Özünden gelir sözleri ve gerisini de şair Attila İlhan söyler: “O sözler ki kalbimizin üstünde / Dolu bir tabanca gibi / Ölüp ölesiye taşırız / O sözler ki, bir kere çıkmıştır ağzımızdan / Uğrunda asılırız…” Alnı yıldızlıdır Dev-Genç’linin. O yıldız dostu ısıtır, düşmanı yakar. Ki yıldızlı alınlara el süremez burjuvazi. El süremediği için de kirletemez. O ateş, Promete’den yadigardır ve o yıldız zulasıdır insanlık onurunun… Cüreti keskindir Dev-Genç’linin. Tarihsel acılarla bileylenen kılıç misali. Ve elde o yalın kılıçla tek başına dalar halk düşmanlarının ortasına. Öle kala, düşe kalka vuruşarak ilerler.
OCAK 2012 | TAVIR | 33
“İmkansız” denilenleri mümkün kılmanın sırrıdır cüreti… Coşkusu daimdir Dev-Genç’linin. Çünkü, içinin aynasıdır dışa vuran coşkusu. Yarasından kan sızarken bile açan coşkusunun gülü olur. Bilir ki, bu tarihsel düelloda zulüm yenilmiştir karşısında. Ve devrim denilen bu maceranın alınıp verilen soluğudur coşku… Sevdası büyüktür Dev-Genç’linin. Yunus Emre misali “Aşkı içten duyan arşa yükselir” diyenlerdendir ve en büyük aşk devrimdir. Ki devrimin kendisi bir yaman aşk halidir. Uğruna zamanın fethine çıkılır, tarih yazılır ve hasret ile vuslat aynı anda yaşanır… Feda ruhu alevlidir Dev-Genç’linin. Bireycilik çirkefinin bataklığı ve bencillik zehrinin kuşatması söndüremez ruhunun ateşini. Hazcılığın sefilliği de, korkunun rezilliği de ezilir karşısında. Hayatın devrimci haliyle hodri meydan çeker burjuvaziye dair her şeye. İşler mi zor, karşıda zorbalık mı var, bir adım öne çıkar. Bir adım, bir adım daha ve karışır yarının harcına… Güveni bilimseldir Dev-Genç’linin. Hayatın sınamalarına dayanır. Ve bilir ki, kendisiyle, halkıyla ve yoldaşlarıyla ilişkisinin temelidir güven. Güvenmek ve güvenilir olmanın ne büyük bir güç ve bahtiyarlık olduğunun sırrına ermiştir. “Babana bile güvenme” , “İnsan, insanın kurdudur” alçalmasına karşı,
34 | TAVIR |OCAK 2012
yoldaşlığın yüceliğini yaşar. Kalbinin göğüs kafesinde değil, yoldaşının avucunda çarptığını bilmenin güvenidir söz konusu olan… Kökleri derinlerdedir Dev-Genç’linin. Bir ucu Spartaküs’e dayanır, bir ucu Kerbela çölüne… ve Köroğlu’na, Pir Sultan’a, Seyid Rıza’lara, Karayılan’lara ve daha nicesine… Paris Komünü’nden Sovyetlere, Che’den Mahir’e… kök salan Büyük İnsanlık ağacının yarına uzanan dalı olduğunu bilir ve tutunacak dal arayan halkına uzatır eğilmez boynunu… Umudun ta kendisidir Dev-Genç’li. Bunu bilir ve bilgisinin pratiği olarak hayata da bunu bildirir. Dağıtır dayatılan umutsuzluk kabusunu. Uyandırır halkını ve görmelerini sağlar gerçeği. Ki gerçeğin içinden geçer geleceğin yolu. İşte o yolun rehberi, köprüsü, emekçisi, öncüsü olur. Uzundur bu yol, engebeli ve sarptır. Olsun, Dev-Genç’li de yamandır ve her adımı umudun eylemidir… *** Kara kafalı Anadolu halklarının umutlu delikanlılarına “Füze Kalkanı Değil, Parasız Eğitim İstiyoruz” diyen bizim çocuklara, çadır çadır direnen geleceğin mimarlarına selam olsun. Bin selam…o
deneme
deneme
ağaç ol... ümit zafer
“Bir ağaç gibi tek ve hür Ve bir orman gibi kardeşçesine…” (Nazım Hikmet)
Ağaç ol… Sal köklerini hayatın derinliklerine. Sınandıkça derinleşsin inancın, düşün büyüsün, düşüncen berraklaşsın. Tarihsel köklerin üzerinde yüksel bir iyice ve alnını umudun yıldızına değdir. Ağaç ol… Aç kollarını hayatın üstüne. Darda, zorda kalana ve hatta durup yorulana dayanılacak sırt ol. Ağaç ol… Sağlam dur hayatın içinde. Sel gelse, deprem olsa, kıyamet bile kopsa sen yerli yerinde dur. İlkelerinden milim şaşma, sözlerinden cayma, ideallerinden sakın vazgeçme. Sağa savrulma, aşağı yuvarlanma. Pusulanın kızıl ibresi gibi şaşmaz dur. Ağaç ol… Coşkun çiçek açsın. En kara ve karanlık kış zamanlarının ortasında öyle rengarenk ol ki, zamanın ve zorbalığın aklı karışsın. “Bir çiçekle bahar olmaz” diyenlere aldırma ve o bir çiçeğin baharın çekilmiş pimi olduğunu göster herkese.
OCAK 2012 | TAVIR | 35
Ağaç ol… Gelsinler, senin döşüne kazısınlar aşıklar isimlerinin baş harflerini. Kavgada bakiliğin sevdada daimlik olduğunu öğret sen onlara. Kavganın örs ve çekici arasında biçimlenmeyen bir yüreğin, sevdayı da taşıyamayacağını söyle. Ve de ki, yanlış başlangıçlar doğru sonuçlanmazlar. Ağaç ol… Bozkırın ortasında tek başına kalsan da, eyvah’a düşürme aklını. Özünü de, düşünü de soldurma. Allı yeşilli heybetinden taviz verme. Sana bakan, ormanı hayal edip bozkırı şenlendirmeye girişsin. Ağaç ol… Kessinler seni ve sen, eğilip bükülmeden düş toprağın bağrına. Hayal ettiğin gibi ölmeyi başar. Dudağında “teşekkürler hayat”, umudun adı ve ellerinde, ölümün eylem hali olsun. Ağaç ol... Kavrulsa da kuraklıktan herkes, zaman çatlasa da susuzluktan… Sen köklerine güvenmeye devam et. Taşıma sulardan medet umma, Avrupai bulutlara bel bağlama. Ufkunu geleceğe, köklerini derine sal. Yer altı sularının serinliği besler seni. Ağaç ol… Üşüyen yüreklerin dallarını kırıp yakmasına kahretme. Onlar kırıcı olabilir. Sen kapsayıcı olmaya bak. Belki, senin dallarının ateşiyle ısınır yürekleri. Bunu hemen göremeyebilirsin ama bunun böyle olmasını istemektir bahtiyarlık. Ağaç ol… Dayanacak sırt ol, tutunacak dal ol. Ve yeri gelince, omuzlarına çıkılıp ufka bakılmasını da sağla. “Omuzlarıma basıyorlar” şikayetini değil, “Omuzlarımın sağlamlığı üzerinden geleceği görüyorlar” saadetini yakıştır kendine. Ağaç ol… İçlenme yedikçe hain darbeleri. Baltalar inip kalktıkça üstüne “Aldırma gönül, aldırma”. Ne de olsa, “Bu da gelir bu da geçer, ağlama”. Hatırla, Ulrike’nin o sözünü: “Üzgün olmaktansa, öfkeli olmayı yeğlerim”. Unutma, seni yıkamayan darbeler seni güçlendirecek ve hainler hayatın içinde hiçleşecektir. Ağaç ol… Ve bırak, çocuklar salıncak kursun yamaçlarında. Mutlu olsunlar. Çocukla çocuk olunmadan adam da olunamayacağını asla unutma. Aç kollarını ve gölgende güvenle oynasın bu toprağın kara kafalı çocukları.
36 | TAVIR |OCAK 2012
Ağaç ol… Yeryüzünden yola çıkıp gökyüzünü fethetmek isteyen bir süvari gibi şaha kaldır başını. Güven versin duruşun. Yer çekimine aldırma, geleceğin çekimi daha güçlüdür. Bir adım öne çıkarak gözlerinin karasını geleceğin maviliğine uzatanlar bilir bunu. Ağaç ol… Fırtınaların ortasında sapasağlam dur. Hatıraların ağır, hayallerin büyüktür. Onların harcında paylaşılan hayat ve ölüm vardır. Sıkı sarıl, ki hakikatli olmanın sınaması yoldaşça kurulan hayaller ile ölümüne yaşanan hatıralara sahip çıkmaktır. Ağaç ol… Oldukça, yalnız olmadığını anlayacaksın. Bak getiriyor rüzgar seslerini. Bunlar sokak ağaçlarının türküsüdür, bunlar da dağ ağaçlarının. Bir de dam ağaçları vardır, ateşten gövdeli. Feda şarkısı söylerler o Fidan halleriyle. Ağaç ol… Tohum iken filizi, filiz iken fidanı, fidan iken koca bir çınar olmayı düşle. Ve düşlerine sahip çık, hem de ölümüne. Önce senin düşlerin de büyür orman. Hiç unutma, bugün bu hayatın içinde kırmızı hayaller kurmayı başaranlar, yarın hakikatini de kurmayı başaracaklardır. o
makale
makale
o gün asya çakır
O gün, akşam saatlerinde toplantı salonuna alınmış, gece yapılacak operasyonun ayrıntılarını dinlemeye başlamıştık. Acemi bir asker olarak bu durum karşısında oldukça telaşlıydım. Gece bir operasyon olacak, insanlar ölecek veya biz öleceğiz. Nedenini açıklamıyorlardı fakat nasılını iyice dinlemiştik. Operasyon yapacağımız yer bir dağ veya ova değil; eli kolu bağlı, etrafı dört duvarlarla çevrilmiş mahkumların kaldığı hapishaneydi. Darbe sonrası apolitik çocuklar yetiştirme planına gayet güzel uyan, ne etliye ne sütlüye karışan, devletin imkanlarına biat edip onun yüce mekanizmalarının bozulmaması için dualar eden bir garip adamdım ben. Ta ki o operasyona kadar. Gece saat 02:00 sularında operasyon bölgesine gitmek üzere yola koyulduk. Operasyon arkadaşlarım kendi aralarında konuşuyorlardı. Kimisi teröristleri öldürmenin yüceliğinden bahsediyor, kimisi vatan millet sakarya edebiyatının detayları ile etrafını gaza getirmeye çalışıyordu. Ben
OCAK 2012 | TAVIR | 37
ve Çanakkaleli bir asker dışında herkes ortamdaki muhabbete biraz olsun katılmıştı. O ise yol boyu sallanan araçta dalgın gözlerle silahına bakıyor, bakıyor, bakıyordu. Bu denli dalgın oluşunun altındaki sebebi operasyondan sonra öğrenecektim; onun en yakın arkadaşı bir “terörist”miş… Bayrampaşa Hapishanesi, dışarıdan kale gibi bir yapı. İçine doğru ilerledikçe, yüksek duvarlar insanın üzerine üzerine geliyordu. Ana kapıdan girdikten sonra, operasyonun başlama talimatını beklemeye koyulduk. Bu sırada, hapishanenin girişinden yüzlerce askeri araç içeri giriyordu. Operasyon için getirilen yüzlerce personelden biriydim sadece… Yüksek amirler olay yerine gelmişti, birliklerin görev paylaşımları yapılmıştı. Saat 04:30 civarında herkes görev yerine dağılmak üzere oradan ayrıldı. Çanakkaleli arkadaşla birlikte yaklaşık 16 kişi ana kapının sol tarafında bulunan, operasyonun kalbi diye nitelendirilen, ölüm orucundaki mahkumların kaldığı tarafa yöneldik. Hapishanenin içine girmemiz için kapı arkasındaki barikatları aşmamız gerekiyordu. Helikopterler hapishane üzerinde çılgınlar gibi dönüyor, hapishanenin üst tarafından, çatıdan içeriye girmek için özel birlikler hazırlık yapıyordu. Hapishanenin çatısını ağır balyozlarla delmek için uğraş veriliyordu. Bu sırada hapishanenin içerisinden sloganlar boş avluda yankılanıyor, ses dalga dalga bizim bulunduğumuz alana geliyordu. Komutandan gelen emirle birlikte barikatları aşmak için kapıya yüklendik, uğraştıktan sonra koridorun kapısını aşmayı başardık. Karşıya doğru uzunca bir koridor vardı fakat aralıklarla demir masa ve birçok eşya ile barikat kurulmuştu. Dışarıdaki birliklerden hapishanenin 13, 14, 15 ve 16. koğuşlarına doğru inanılmaz bir ateş curcunası başlamıştı. Mermiler havada uçuşuyordu resmen. “Teslim ol!” seslerine karşılık “Asıl siz teslim olun!” diyordu içeridekiler. Karşılarındaki tam teçhizatlı, tam donanımlı Türk ordusu ve kolluk güçlerine bu şekilde direnebilmelerini idrak edemiyordum o zaman. Çünkü ben sadece “ben”i bilirdim, “ben”den başkasını görmezdi gözüm. Başkaları için canını feda etmek değil düşünmek aklımın ucundan bile geçmezdi.. Ama o sırada üzerimize doğru gelen, kendini ateşe vermiş birini gördüm, alev alev yanıyordu bedeni… Yanan bedeninin arasında dikkat çeken tek şey vardı, sol eli. Zafer işareti yaparak üzerimize doğru geliyordu. Orada bulunan herkes ne yapacağını şaşırmıştı, değil silaha davranmak, kılımızı kıpırdatamadık bu manzara karşısında… Bir adam, alevler içinde yanıyordu. Çocukken elim sobaya yanlışlıkla çarptığında hissettiğim o müthiş acıyı anımsadım birden... Nasıl da ağlamıştım o gün, parmağım su topladı diye. Ama bu adam, kızıl alevler saçarak üzerimize doğru yürüyordu, acının tek bir belirtisini taşımamak bir yana, zafer işaretleri ile karşılıyordu bedenini saran alevleri… O anda içimizdeki en kıdemli personel çekti silahını, taradı o alev içindeki bedeni. O an hiç üzülmemiştim öldüğüne, aksine o yanık acısından bir an önce kurtulduğu
38 | TAVIR |OCAK 2012
için sevinmiştim. Nedendir bilinmez bu cesaretli adama karşı bir saygı duyma gereksinimi hissetmiştim kendimde. Barikatları aşıp ilerlemeye başladığımızda içerideki sloganları daha net duyabiliyorduk. İçeri doğru girdiğimizde duvarların mermilerden adeta delik deşik olduğunu gördüm. Barikatların içerisinde montlar, parkalar, masa örtüleri gibi eşyalar da vardı. Geçişimizi yavaşlatmak için barikatları ateşe vermişlerdi. Mahkumlar biz geldikçe içerideki koğuşlara çekiliyorlardı ve bu sayede karşılaşmamızı geciktiriyorlardı. Birkaç barikat daha aşmaya uğraşıyorduk. Dışarıdan koğuşlara doğru yaylım ateşi sürüyordu. Hapishanenin sonuna doğru gelmiştik, mahkumlar havalandırmaya doğru gitmek için hareket ediyorlardı yan tarafımızda. Birlik komutanı kapının aralığından bakıp içeriyi taramamızı emretti. İçeride yaklaşık 80 kişi, havalandırmaya doğru geçmeye uğraşıyorlar ve biz onların üzerine ateş açacağız, tarayacağız… İnanılır gibi bir şey değildi bizden istenen. Bize karşı koyabilecekleri sadece bedenleri olan bu insanların üzerine ateş etmek… Etmedim. Çekildim kenara, ağızlarından salyalar saçarak mahkumların üzerine ateş edenleri izledim. Kızdım, dişlerimi sıktım, ağladım. Mermi seslerinden beynim uğulduyordu ki, Çanakkaleli bağırarak kendini yere attı, sinir krizi geçiriyordu. Yanına kimseyi yanaştırmıyordu, silahı birliğe doğru tutuyordu… Sonra silahı yere fırlatarak kapıdan dışarı koşmaya başladı bağırarak, ağlayarak… Kapı aralığından açılan yaylım ateşi sonrası içerideki manzara dehşet vericiydi. Havalandırmaya geçebilen insan sayısı yaklaşık 20 kişiydi. Diğerleri kimisi yerde kıvranıyor, kimisi sürüne sürüne havalandırmaya geçmeye çalışıyor, kimisi de cansız yatıyordu. Duvar dibinde başından vurulmuş bir mahkum gördüm, kanlar boynuna doğru kıp kırmızı bir nehir gibi akıyordu… Havalandırmadaki mahkumlar ise slogan atıyorlardı ve birden halaya başladılar. Tepelerindeki çatılarda özel eğitimli keskin nişancılar, sağ ve sol taraflarında ise birlikler konuşlanmıştı. Bu manzaranın tam ortasında ise yaklaşık 20 kişi ölümün kıyısında, hatta ölüme çeyrek kala, coşku içinde halay çekiyorlardı. İnsan bu tablo karşısında ne diyeceğini şaşırıyordu… Böyle bir coşku, böyle bir aşk, böyle bir anlayış hangi kitapta yazıyordu da, bu adamlar bu kitabı hatmetmişlerdi? İnanılır gibi değildi… Kalan mahkumlar birbirine kenetlenmiş bir şekilde duruyorlardı. Döve döve onları ayırdılar, yerlerde sürüklediler ve götürdüler. Götürürken de vurmaya devam ediyorlardı. Biz dışarı çıktığımızda hapishanenin önündeki ambulansları gördüm. Kadınlar koğuşuna doğru hızlı bir koşturmaca başlamıştı. Bu hengame arasında “Altı kadın… Diri diri yaktılar. Altı kadını diri diri yaktılaaaar!” diye bağıran bir kadın mahkum vardı. Daha ne olduğunu anlayamadan önümden 2 tane ceset geçti. Aslında ceset diyemem; bu öyle bir manzaraydı ki, insanın yüreği parçalanır.. Kapkara bir şey geçti önümden, kömür karası. “Katiller” diyordu o kadın. “Diri diri yaktınız arkadaşlarımızı” diyordu. Yok, hayır böyle bir şey olamaz, olmamalı. Kapkara.. Kömür karası…o
deneme deneme
bir asma köprü var hasan baba’nın evinin yolunda civan ekberad
Hasan Baba’nın evinin yolunda bir asma köprü var. İki yakasını bir araya getirir şehrin. Altından sular akar. Acılar akar, yoksulluk akar, kan akar… Tarih akar! Ceset taşımaktan öyle yorgun düşmüş ki Munzur, çığlıklardan öyle kaybetmiş ki kendini, kaç yüzyıldır gözlerini kapayarak, elleriyle kulaklarını kapayarak akar. Yer oynasa da yerinden, sular yine akar, akar, akar… Bir asma köprü var Hasan Baba’nın evinin yolunda. Çakılı her tahtasında O’nun ayak izleri var. Günlerce duyamadı ayak seslerini. Yurdun, yoksulluğu yatılı yaşayan öğrencileri geçti, burnu kızarmış çocuklar geçti, dalgın bir adam geçti, aşure dağıtan kadınlar geçti de bir Hasan Baba geçmedi üzerinden. Sonra bir kalabalık geçti Baba’nın yamaca kurulu evine doğru. Kumru Ana gözü yaşlı geçti. Kimi üzgün geçti, kimi hem üzgün hem öfkeli geçti. Kimi “yazık oldu” dedi de geçti, kimi “helal olsun”… Bir Hasan Baba geçmedi; geçseydi, ayak izinden tanırdı asma köprü. Ama geçmedi. Yalnız asma köprü değil, bu şehir iyi tanırdı O’nu. İnsanoğlunun en insan haliydi Hasan Baba. Eli herkesin omzundaydı, omzu herkesin başında… Hiçbir acı başkasının değildi. O’nundu, “bizim”di. Ağlardı, yardım ederdi, bir faydası dokunmadan gülmezdi. Asma köprüler kurardı yüreklere. Hiçbir şeyi
40 | TAVIR | OCAK 2012
yoksa bile, beyaz bıyıklarına tebessümünü kondurup giderdi… En son, Dersim Gazik’in yamacından taa Van’a kadar bir asma köprü kurmuştu. Depremin yıkıntılarında, Hasan Baba bir şeyler kuracaktı. Devrimcilerle beraber, halkın varından yoğundan koparıp verdiği yardımları ulaştıracaktı yıkıntılara, çadırlara. Bir gülüşle saracaktı yaraları. Sığsaydı kollarına, koca bir şehri kucaklayacaktı. Kucakladı da. Baktığı her yeri, herkesi kucakladı gözleriyle. Burnuna mandal takmış çocukları, oyunları, çadırları, gözyaşlarını, her şeye rağmen kahkahaları, enkazdan çıkan anıları, çamaşır leğenlerini, ıslıkla söylenen Kürtçe şarkıları... Gördüğü her şeyi sımsıkı kucakladı Baba, gözleriyle usul usul okşadı. “Xatır bo sıma” der gibi. Veda eder gibi. Deprem yerin altından yılan gibi oynaşınca, yine çatladı toprak. Düzenin denetleyip sapasağlam dediği yapıları sağlam sağlam, eksiksiz yıkıldı. Cansız bedenlere bir yenisi daha eklendi. İnsanoğlunun en insan yanıydı Hasan Baba. Varını paylaştı, yoksulluğunu paylaştı, hayatını paylaştı… Kurduğu o uzun köprüden geçti, ölümü de paylaştı. Sonra kar yağdı ölümün üzerine. Yıkıntıların, ipe asılı çama-
şırların, bebek ağlamalarının, gülüşlerin üzerine… Acıların, yitip gidenlerin, dökük sıvaların, parçalanmış tuğlaların üzerine… Van şehrine usul usul yağdı kar. BEYAZ BEYAZ, tertemiz yağdı… Sonra yokluk arttı. Hastalık başladı. Suriye sınırına konteynır kasabaları kuruldu; Van ise çadırlarda titredi günlerce… Sonra bakanlar, başbakanlar dünya çocuklar gününde Van’a gelir olsun diye fotoğraf çekip pozlar verdiler… Van’da ise çadırlar yandı, çocuklar diri diri yandı, ağıtlar kara karıştı… Sonra… Sonrası işte böyle böyle Hasan Baba. Riyakarlık ve yalan aynı yerinde; acılar ve öfke ise başka bir yerde. Yoksulluğun, acının ve öfkenin depremi, yalanın, ikiyüzlülüğün, şatafatın semtini de yerle bir edecek, değil mi Hasan Baba?..
asma köprü vardır. Büyükler göremez diyor çocuklar. Zaten bir tek çocuklar görürmüş o köprüyü. Gözlerini kapamadan da göremezlermiş. Van’daki çocuklara sordum, böyle dediler… O çocuklar, o köprüleri çoğaltacaklar Hasan Baba. Hasan Baba’nın evinin yolunda bir asma köprü var. İki yakasını bir araya getirir şehrin. Altından sular akar. Acılar akar, yoksulluk akar, kan akar… Tarih akar! Köprünün altından geçen suya, Munzur’a sordum. Bağrına karışan kar suları haber vermişlerdir belki dedim ve sordum. Sordum, bu yıl baharda kıpkırmızı açacakmış kardelenler; bir bayrak gibi açacaklarmış!.. o
Şimdi Dersim ile Van arasında karayolunun yanında bir de
OCAK 2012 | TAVIR | 41
hapishaneden hapishaneden
gerçek düşler hazal tunç
Sırt üstü uzandı yumuşacık çimenlerin üzerine. Yediği hamuçeralar(1) yüzüne gözüne bulaşmış, kokuları üstüne sinmişti. Gözlerini ardına kadar açmış, ağaç uçlarından gözüken bir parçacık gökyüzünü seyrediyordu. “Bakın hele şuna, sanki babasının döşeğine uzanmış. Islaktır yer, yılanı var her şeyi var a gızz kalk ha buraya gel!” Annesi ne kadar bağırsa da onu duymuyordu. Sağ elini gözlerine siper etmiş gökyüzünü süzüyordu. Ayaklarını usul usul sallarken uykusunun geldiğini farketti. Yılandır, böcektir onlardan korkusu yoktu. Nenesi demişti, “İnsana ancak kendi türünden düşman olur, hayvandan insana düşman olmaz.” diye. Annesinin tüm korkutma çabalarına rağmen korkmuyordu. Yine de çimenlerin üstünde uyuyup kalmak istemedi. Hızla doğruldu, dizlerini karnına çekti, gözlerini yuvalarının içinde fır fır bir iyice döndürünce kendine geldi. Pek bir güzeldi bal rengi gözleri, döndürdükçe içinde yeşil ışıklar hareleniyordu. Böyle ışıklı baktığı zaman mutlaka yeni bir düşün peşinde olurdu. Kurduğu düşün etkisiyle kalbi daha bir hızlı çarpar, ayakları sabırsızlanırdı. Düş ile gerçeği ayırmakta hep zorlanıyordu. Tam dalmıştı ki biri sırtını dürttü: “E gız senun ha bu bacaklaruni kırarum. Bir işe yaramayasun. Kalk bana su getur, yandı boğazum.” Bu kadını düş düşmanı ilan edecekti ki yüzüne baktı, öyle yorgundu ki güneş yanığı yüzünü, ter izlerini ince ince yarmıştı. Ellerini hiçbir zaman tam açık görmemişti, hep birşeyi kavramaya hazırmış gibi tutuyordu. Belli ki çok çalışmaktan elleri öyle kalmıştı. Yeşil bahar yaprağı, güneş ve anne kokuyordu. Annesinin kokusunu içine çekti o da anla-
42 | TAVIR | OCAK 2012
mış gibi başını alıp terli göğsüne bastırdı. Bukle bukle kestane saçlarını öptü, soluklandılar beraber. Birden sıyrıldı annesinin kollarının arasından, koşup aldı ağacın altındaki bakır kapaklı gafegayı(2). Gafegayı kaptığı gibi hızla kayboldu fındık bahçesinin öbür ucundan. Fındığa henüz duramamış fındık dallarının göz alan yeşili, rüzgarda hafif hafif dalgalanıyordu. Kayaların arasından pırıl pırıl süzülen suyun soğuğu ellerini tırmaladı. Hafiften kızardı elleri; aldırmadı, avucunu doldurup doldurup suyu yüzüne çarptı. Soğuk su yüzüne çarptıkça az biraz nefesi kesilecek gibi oldu. Ama bu durum çabucak geçti; alıştı, sevdi soğuk suyun yüzünü aydınlatmasını. Dolu gafega tek elinde olduğu için taşımakta zorlandı ve geldiği hızda dönemedi. Yolun ortasında durdu. Tıpkı annesi gibi iki elini beline koyup kafasını arkaya attı. Terden ıslanan saçları yüzüne boynuna yapıştı. Bahçenin hemen üst tarafından ayak sesleri geldi. Bahçede annesinden başka kimse yoktu ki. İnce sesini biraz kalınlaştırıp “Kim var orada?” diye bağırdı. Ayak sesleri birden kesildi. Bir karartı gördü sırtında çantasıyla. Hiç görmediği bir şeydi sanki, heyecanlandı. Biraz ürktü. Şaşkınlık donup kalmıştı yüzünde annesinin yanına vardığında. “Anne ha bu yukarda biri varr ha!” “Eee sehluga(3) kim olsun orda, hayvandır sen korktun.” “Ben korkmam, orda biri var!” İnadını bildiğinden annesi hiç üstelemedi. Gafegayı kaldır-
dı kafasına dikti. “Gup gup” sesler çıkartarak suyu içerken Melek parmaklarıyla sayıyordu. “Çok hayır göresin yavrim.” Güldü Melek, kendinden büyük güldü. Ara sıra annesine kızsa da düşlerini böldüğü için, kokusu burnunun ucuna değdi mi bütün kızgınlığı geçiyordu.
lara lağusabi(5) verip geleceğim.” Yoldan araç sesi duyulunca, ellerini de kullanarak hızla tırmandı indiği merdiveni. Çıkmasıyla kendini kapıda bulması bir oldu. “Baba” diye kollarına atılacaktı ki, baktı kolları dolu. İlgisi taşıdığı poşetlere hızla kaydı. Poşetin birinde kitaplar da vardı. Buna artık alışmıştı, hep yenisini bekler olmuştu. Biraz çekiştirerek babasını tahta kapının aralığından içeri çekti.
Kocaman ot yükünün altında annesinin burnu neredeyse yere değiyordu. Ağırlığın altında iki kat olmuş kadının, bahar rüzgarına rağmen çenesinden ter damlıyordu. Sırtında kocaman yüküyle karıncalara benziyordu. Melek’in sırtında ufacık sepeti, içinde ip gibi otlara sıra sıra dizdiği hamuçeraları ve kırmızı hırkası vardı. Sepet sırtında bir sağa bir sola sallanırken annesine iyice sokuldu, iyice eğildi annesinin yüzünü görmek için.
“Melek’im kızım, söyle bakalım annen seni kızdırdı mı?”
“Anne sen kraliçe karınca mısın?”
“Yok, ben anneme okurum.”
“Zufayi(4) karıncayım ben.”
“Bir eksuğum odur bu yaşta.” Yorgun olduğunu bildiği için annesinin bu ters yanıtına hiç kızmadı Melek. Biliyordu annesinin de kitapları sevdiğini. Onun okumayı çok istediğini. Her seferinde ilkokuldan sonra okumayışına hayıflanırdı.
“Niye öyle diyorsun anne! Ben biliyorum zufayi kötü değil mi?”
“Şımart bakalım, nasılsa bütün gün benim tepemde.” Annesine aksini ispat etmek istercesine Melek birden bire olgunlaştı. Sakince poşetten kitapları çıkarttı. “Bir Şeftali, Bin Şeftali” yazıyordu bir çırpıda okudu. “Aferim kızıma, onu ben sana akşamları okurum olur mu? Yazıları küçük, zorlanırsın. Sonra da sen bana okursun.”
“Canum burnumdan damlayu, gonuşturma beni.” Bu konuşmadan sonra Melek sustu; annesinin konuşurken yorulduğunu anlayınca kırılmadı. Eve vardıklarında alaca karanlık her yeri sarmıştı. Babasını evde bulma heyecanıyla eve daldı ama babası yoktu, nenesi de görünürde yoktu. “Nene, nene!” diye diye dolanırken nenesinin sesi aşağıdan geldi. “Ahırdayum yavrim”... Bunu duyunca tahta merdivenleri hızla indi. Nenesi sütü süzüyordu kazana. “Nene hepsi Halaza’nın* sütü mü?...” Halaza da kendinden bahsedildiğini anlamış gibi kuyruğunu savurdu, ucundaki uzun püskülü karnını siler gibi sürttü. Halaza, beyaza çalan boz tüyleriyle hep pırıl pırıldı. Melek temkinli bir şekilde yanına yaklaştı. Gözünü boynuzlarından ayırmadan boynunu sevdi. “Nene işin bitti mi?”... “Sığır-
“Baba, annem bugün kraliçe karınca gibi çalıştı. Otları şelek(6) yaptı taşıdı.” “Sen kraliçe karıncaların çalıştığını gördün mü kızım?” Omuz silkti Melek: “Kim çalışır?”... “İşçi karıncalar.” “Yaaa... Kraliçe oturur mu öyle?”... “Öyle sayılır ama tam da öyle değil. Hayvanlardaki kraliçe-kral, işçileri kendisi için çalıştırmaz. Kraliçenin görevi, türünü devam ettirmek için yumurtlamaktır. Aslında aralarında bir iş bölümü var. Kraliçe de çok çalışır. Ama bak insanlarda öyle değil. Kral-kraliçe gibi olanlar hep işçileri çalıştırır, kendi keyiflerine keyif katarlar.”
OCAK 2012 | TAVIR | 43
Gürgen ağaçlarının heybetli gölgeleri közlerin üzerine düşmüştü. Islak toprağın buğusu havada asılı kalmıştı. Gökyüzü, ağaç uçlarının arasından ufak bir karartı görünüyor, çalılar çimenler için için ıslanıyordu. Baharlık bir sevinç taşıyordu her yanda. “Biliyor musun Zehra? Aşağıda köyden uzak bir fındık bahçesi var, yaban çilekleriyle dolu, ufacıklar ama çok lezzetli.” “Hamuçeralar mı olmuş?” “Hamuçera ne Zehra?” Zehra gülümsedi, önüne düşen buklesini kulağının ardına aldı. “Hiç... Bilmem, ben şey... acıktım da fazla ekmeğimiz var mı? Bir parça alsam.” Bu işlere komüncü Hasan bakıyordu. Gün yirmi dört saat herkesin emrine amadeydi, lakin genelde eli sıkıydı. “Var yoldaşım, peynir de var içine ister misin?” Hasan’ın cömertliği üstündeydi. Zehra’nın aklında hamuçeralar vardı. İmkansız olmasına rağmen sanki kokularını alıyordu. Çocukken yaptığı gibi avuç avuç toplayıp ince uzun ip gibi otlara dizmek istiyordu. O minicik güzelliklere kıyıp yer mi acaba? Halbuki çocukken nasıl da hapur hapur mideye indirirdi. Burası nenesinin bahçesine çok uzak olsa da göğün yüzü, suyun tadı aynıydı. Bir hamuçeralar eksikti, onları da bulunca tam oldu. “Kızmaz mı işçi karıncalar... Yok baba ya işçiler kızmaz mı? Karıncaları anladım da, insanları anlamadım.” *** Babasının o gece uzun uzun anlattıklarını, yanına uzanıp “Bir Şeftali, Bin Şeftali” kitabından öyküler okuyuşunu, öylece yanında uyuyup kalışını düşündü. Vedalaşmamıştı ama en son okul tatili olunca gitmiş, bir kamyon nasihat dinlemişti. “Her şey öyle anlattığın masallarda mı kalsın baba? Annem hep böyle çalışsın, sen akşama kadar dirsek mi çürütesin; razı mısın buna baba?” diye bir çıkış yapmıştı da susmuştu babası. Biraz küskün, biraz “sen daha çocuksun” der gibi alaylı susmuştu bir müddet. O günden sonra bir daha memlekete gidemedi. Ne yapıyorlardı acaba? Birisi arkadan dürtünce “Anne” dememek için kendini zor tuttu. “Yoldaş fena dalmışsın, gel çay hazır.” Birlikte kalkıp ateşin başına geçtiler. Közlerin hala ufak ufak yalımları üzerlerindeydi.
44 | TAVIR | OCAK 2012
Ağır adımlarla komutan geldi, yanına oturdu. Belli ki komutan yüzünü dereye banmış, saçını sıkı sıkı toplayıp tazelenmişti. O da baharlık gülüyordu. Kara saçları gece zifir bir hal alıyor, gözlerinde hep bir ışık demeti saklıyordu. Hep tertemiz olan ellerini silahında dolaştırdı. Sonra birini Zehra’nın omzuna koydu. “Bu gece Hülyalara gideceksin. Köyleri uzak buraya, hızlı yürüyen beş kişi seç ve gecikmeyin. Hülya bizi bekliyor. Bak bakalım neler yapmış. Uygun bir şekilde şimdilik almayacağımızı, orada çalışmasını söylersin… Erken gelebilirseniz iyi olur, çünkü bu gece bu bölgeden ayrılmalıyız.” “Tamam komutan yoldaş” dedi, biraz durdu, iyice yaklaştı. “Komutan yoldaş” “Hııı..” “Bizimkiler ’97-’98 yıllarında Doğu Karadeniz tarafında bulundu mu, biliyor musun?” “Sanırım denenmiş, kalıcı olarak değil de gidilmiş. Niye sordun?”
“Hiç, merak ettim, o taraflarda gerilla bilmiyor ya ‘terörist’ diyorlar. Ama gitsek eminim çoğu bizi sever, hele çocuklar nasıl sevinir...” “Çocuklar mı? Zehra sen yine düşlerinin önünü açmışsın bugün.” Karşılıklı gülümsediler, komutan elini avucuna aldı.
mişti Hülya’ya... Uzanıp elini öptü Hülya’nın babasının. Sonra komutan Hülya’ya “Şimdilik olmaz, bekleyeceksin” deyince annesinin sevinci, babasının “siz bilirsiniz...” bakışı... Ya Hülya’nın öfkeyle çatılan kaşları, eliyle tülbendini sıyırıp fırlatışı... Yine kızacaktı, evet… Ama yine denileni yapacaktı.
“Ne o memleket hasreti mi?” Zehra şaşırdı; memleketini komutan bilmiyordu ki, yoksa ağzından bir şey mi kaçırmıştı? Kızardı yanakları... “Ama nasıl anladın nereli olduğumu?”
Köpek sesleriyle irkildi birden, Cengiz durdu.
“Yok yani tam anlamadım da hamuçeralar iyi bir ipucu oldu. Neyse boşver; yoldaşız, ötesi mi var bunun. Şimdi burası memleketimiz. Bak Hasan nasıl güzel bir Kürtçe ezgi mırıldanıyor. İyi bir ipucu.” Kahkahalarla güldüler koca kestane ağacına yaslanarak. Gülmekten bir damla yaş süzüldü bal rengi gözlerinden tatlı tatlı. Yere eğildi Zehra, alaca karanlığa rağmen yerde bir şey gördü, parmağını uzattı, ufak böcek eline çıktı.
“İki kişi kalsın, biri nöbetçi, biri de etrafı denetleyip gelsin. Biz Hülyalara geçelim, köy sakin görünüyor. Yine de temkinli olalım, dolanıp öyle girelim arkadan.”
“Bak işte hamelada, bir dilek dileyip uçuralım mı?” “Hamelada da mı memleketçe? Sen iyice memleket havasına kaptırdın kendini. Haydi yoldaşları toparla, karanlık oluyor.”
“Zehra yoldaş girelim mi köye?”
Buralarının ilkbahar gecelerinin soğuğu da küçümsenmemeli. Sobalar harıl harıl yanıyor, bakır güğümler kapaklarını hoplata hoplata kaynıyordu. Açılan kapıdan dışarı salınan sıcak, Zehra’yı sanki kollarından tutup içeri çekti. Hülya önlerinde bir maral edasıyla salınıp seslendi: “Bizimkiler geldi.” Ne güzel bir söz, bu söz gibi hiçbir şey insanın içini ısıtamaz. Ailecek ayaklandılar. Sıkıca kucaklaşmalar, içeri salınan sevgili bir buğu…
Hızlı adımlarla ateş başına döndü. Konuşurken epey uzaklaşmışlardı. Beş yoldaş art arda dizildi. Cengiz öncüydü. Zehra ardında, oların ardında da Hasan, Selami, Sevgi. Hamuçera dizisi gibiydiler ince patika üzerinde. Az sonra patikadan çıkıp çalıların içine daldılar, ayaklarına dolanan çalılar dikenler zorladı. Cengiz güvenli olsun diye amma zorlu bir yol seçmişti. Hava iyice kararınca ormanın kendine has uğultusu başladı. Bu uğultu ürkütücü değil dinlendiriciydi. Babasından dinlediği masallardaki hayvanları düşündü Zehra... Hiçbiri düşman değildi. Behrengi’nin dost kargaları şimdi uyuyordur. Karıncalar… Ya babası, aklına düştü o gözü yaşlı haliyle. Sanki biliyordu bu ayrılığın bu kadar süreceğini. O zaman ağlamasını anlamamıştı Zehra… Ama babaların ağlayan gözleri daha bir işler insanın içine, belki de az ağladıklarındandır. “Kızım” deyip kucaklamış, ardını getirmemiş, getirememişti. Şimdi bilse dağlarda olduğunu, kaşlarını çatar, alnındaki çizgiler dalgalanır, sonra da “Annen haklı sen sahiden seflugasun.” derdi sevimli sevimli. Annesi artık kıyıp kızamaz, yine öperdi buklesi çam kokan saçlarından. Bekli de kendini suçlardı babası, anlattığı masallara kızının kanıp yola çıktığını sanarak. Anlatmaya vakit olmamış öpememişti son kez annesinin tuzlu yanaklarından tatlı tatlı. Aranmıyor olsaydı elbet vedalaşır, öper koklar, öyle ayrılırdı. “Ben düş kurmakla yetinemem. Artık düşleri gerçek yapma mücadelesinde olacak kızınız. Hep sizinle olacak sevgim.” derdi. Bir gün öğrenecekler…
Zehra, Hülya’nın babası Ali Amca’nın yanına oturdu, Selami sobanın yamacına... Sevgi de Ana’nın ardından mutfağa yöneldi. Nöbetçi dışında tam tekmil içeridelerdi. Selami hızlı gelip ardlarından yetişmiş, etrafın temiz olduğunu haber vermişti. Ali Amca biraz yüksek sesle söze başladı. “Zehra köyde gençler var. Kamyoncunun oğlu vardı ya o iki arkadaşını getirmiş. Sizden iyi olmasınlar yaman çocuklar, köyde dört dönüyorlar...” Daha Ali amca sözünü tamamlamadan Hülya “Biri bizden herhalde.” dedi. Zehra gülümsedi. “İyi öyleyse sen Selami ile çık. Hem komün toplayın, çok olmasın, peynir-ekmek falan. Sonra da gençleri alın gelin.” Hülya görev almanın sevinciyle Selami’den önce atıldı kapıya…
Gülümsedi kendi kendine. Köylerine gittikleri Hülya’yı düşündü. Hülya annesine, babasına anlatmıştı her şeyi. Annesi çok çırpınmış, hatta kontrollü bir şekilde önüne bayılmıştı bile. Sonra da kızının mutluluğu diye susup kabullenmişti. Babası bambaşkaydı, gururla öpüp alnından, “Benim kızıma yakışır adalet için, eşitlik için savaşmak” demişti de o zaman nasıl imren-
Zehra Metin’i alıp çıkınca herkes şehirle ilgili bir şeyler soracağını düşündü. İçerideki sohbet kalanlarla sürdü. Zehra ise Metin’e memleketi soruyordu. Her ne kadar Metin hatırlayamasa da, Zehra Metin’i çok iyi hatırlıyordu. Gerçi son görüşünde ilkokuldaydı ve evlerinin üzerinden geçen yolda göründü mü çatıya kiremit atası tutardı. Herkesi bir şekilde sordu.
Gençler yaydan fırlamış ok gibi içeri daldılar. Hiç konuşmadan Zehra ile Sevgi’nin boynuna atıldılar. Ne kucaklaşmaydı ama, az kaldı solukları kesilecekti. Tanışma faslı bir soluklanma sonraydı. “Ben Metin, yabancı sayılmam. Trabzonluyum da Eskişehir’de okuyorum.” dedi, yutkundu. “İnanmıyorum sizi gördüğüme gerçek mi bu ya, olacak şey değil… Yusuf bahsetmişti de ne bileyim yine de işte…” Metin adını duyunca Zehra’nın yüzü bir dalgalandı. Metin’in yüzüne baktı dikkatli dikkatli. Metin durmaksızın anlatıyordu her şeyi.
OCAK 2012 | TAVIR | 45
Sıra annesine ve babasına gelince yutkundu. “İyi onlar da. Bilmem tanır mısın onların kızı vardı, Melek Abla. O da bizdenmiş, onu hep soruyorlar bize.”... “Evet, Melek’i tanıyorum. Anlatmıştı annesini babasını. Onlara Melek’in çok iyi olduğunu ve Kraliçe Karınca’nın saltanatını yıkacağını söylersen bilirler, öyle derdi Melek.”... Metin biraz kuşkulansa da aklında kalan Melek’le Zehra’nın alakasını kuramadı. Zehra ile sohbet onu pek bir gururlandırdı. Arkadaşlarına anlatma planları yapıyordu. İçeri girdiklerinde el birliğiyle sofra kurulmuştu bile çoktan. Hızlıca yedi Zehra ile Hülya. Sözleşmişler gibi arka odaya geçtiler. Hülya’nın annesi hasretle, kederle baktı arkalarından zamanın geldiğini sanarak. Babası ise dikkati dağıtmak için bambaşka bir sohbet açmıştı, herkesi gülmekten kırıp geçiriyordu. Zehra ile Hülya diz dize oturmuşlardı. Zehra silahını kucağı-
na, Hülya’nın nemli ellerini de avuçlarının içine aldı... Hülya heyecandan titriyordu. Kara iri gözleri sallanıyordu. İncecik bedeni rüzgara tutulmuş dağ gibiydi. “Tamam mı, geliyor muyum?” “Hülya sen bizim yoldaşımızsın ve nerede yararlı olacaksan orada olacaksın, sadece gerillaya ihtiyacımız yok.” Hülya hızla ellerini Zehra’nın avuç içinden çekip aldı. Kaşlarını indirdi kara gözlerinin üzerine, yaşlar süzüldü yanaklarından aralıksız sessiz. “Neden ama? Neden gelemiyorum? Bu haksızlık değil mi?” “Haksızlık öyle mi yoldaşım, peki bu köyde senin yaptıklarını yapabilecek kaç kişi var? Yerini alması için kimleri hazırladın?” Başını öne eğdi, omuzları düştü Hülya’nın… “Öyleyse yoldaşım, haksızlığı sen kendine yapmışsın. Daha çok çalışacaksın. Önemli olan mücadelenin ihtiyaçları değil mi?” Biraz mahçup, biraz kırgın sıyırdı başından tülbendi, incecik oyalı kırmızı tülbendi Zehra’nın boynuna sardı, gömleğinin yakasıyla kapattı. “Burada böyle dursun ki beni unutmayın, yoksa böyle yakanıza yapışırım.” “Tamam oldu. Bakarsın birçok Hülya-Mehmet olur gelirsiniz.” “Mehmet kim ki?” gülerek birbirlerini kucakladılar. Bir bahaneyle Hülya’nın annesi içeriye girdi. Onları öyle sarılmış görünce başladı ağlamaya, “Zehra kızım Hülya kalsın, ben hastayım ha dayanamam.” “Ama anne ben de gitmezsem hasta olurum, sana anlatmıştım da ‘he’ dememiş miydin?” Ama Hülya’ya hiç bakamıyordu, ısrarla Zehra ile konuşuyordu. Zehra dayanamadı. “Yok ana endişelenme, bu kez de kalmaya ikna ettim.” Kadın bu kez de sevinçten ağlamaya başladı. İçeride koyu sohbet hala sürüyordu. Metin, Sevgi ve Ali Amca
46 | TAVIR | OCAK 2012
başı çekiyorlardı. Ali Amca Sevgi’yi destekliyordu Hülya ile Zehra içeri girdiklerinde. “Kızım tabii doğru diyorsun silahla karşınızdalar hatta karşımızdalar. Biz silahsız olursak aha şimdi Metin’in, senin anlattığınız bağımsızlığı, adaleti, eşitliği nasıl kazanırız? Gençsiniz ama aklınız tee Bedreddin’in, Baba İshak’ın aklı” Ali amca okumayı, hele de halkın tarihini okumayı çok severdi. İştahla okur, bu gençlere daha bir bağlanırdı. Telaşla nöbetçi içeri daldı. “Yoldan yoğun askeri araç sesleri geliyor.”
“Seni kurtardım.” der gibi baktığını gören Hülya ağzını doldurdu ona kan tükürmek için, ama uzaktı, hınçla yere tükürdü. Toprak kanı içmedi, öylece üzerinde kaldı. Hülya’nın kara saçlarının içine geçen parmaklar kenetlendi, hızla çekti savurdu. Çeşmenin taşına çarpan Hülya, yüzünün üzerine yere kapaklandı. Bir ah çıkmadı ağzından, ama ayağa kalkma çabası da sonuç vermedi. Kızını öyle gören Ali Amca atıldı üzerine, “Nedir bu ha ne? Bu zulüm ne? Bizden ne istiyorsunuz? Siz taştan mı doğdunuz? Siz de fakir fukara evla
“Yoldaşlar hemen her şeyi alın, hiçbir iz kalmadan ışığa dikkat edin çıkın Cengiz, dere etrafına mevzilenin, ben geliyorum. Hülya sen de Metin’le hızla yolu kontrol et, bize haber getir. On beş dakikaya kadar gelmezsen çekileceğiz. Dikkatli olun.” Zehra sözünü bitirmişti ki Ali Amca söze başladı. “Metin yabancıdır, dikkat çeker işinize karışmayayım ama Hülya ile ben gitsem daha iyi olmaz mı?”
dısınız da bu haliniz ne!”... Sesi meydanda çınlıyordu. Önde duran asker “Konuşma teröristler gibi moruk” diyerek dipçik darbesiyle Ali Amca’yı kızından ayırdı. Ama susmasını sağlayamadı. “Gücünüz bize yeter. İşte dağlar oradalar gidip bulsanıza?!”... “Susturun şunu!”
“Olur tabi, çok iyi düşündün Ali Amca. Yol ayrımında araçlar buraya yönelirse Hülya hızla döner.”
Hülya gözlerini açtığında nerede olduğunu anlamakta zorlandı. Uzaktan bir ses “Hülya… Hülya…” diye ona sesleniyordu. Yerde yatıyordu, ıslak zemin, parmaklıklı kapı... Işık gözlerini yaktı, parmaklığı tutunup doğruldu. “Benim evet sen kimsin?”... “Oh Hülya ha çok korktum o kadar çağırdım ses alamayınca…”... “Metin sensin!” sevinmeli mi yalnız olmayışına… “İkimiz miyiz sadece?” “Evet sanırım.”
Hülya’yı bekliyorlardı; araç sesi falan yoktu. Gecikmişti Hülya. Asker ne tarafa geçmişti bilmiyorlardı ama birliğin yanına geçmek zorundalardı. Hülya’yı, Ali Amca’yı düşünerek hızla dereden yukarı yol aldılar. Tepeye vardıklarında köyden iki el silah sesi geldi. Hızla mevzilenip yüzlerini köye döndüler. Köy çok aydınlıktı, bu iyiye işaret değildi. Bu iki el silah sesine birkaç el silah sesi daha eklendi gece içinde anladı. Ses durmamacasına Zehra’nın kafasında çınlıyordu. İyice dinledi, anlamaya çalıştı. Her silahı sesinden tanırdı, bu tek yönlü olan askerin atışı “Muhtemelen havaya ateş ediyorlar sallapati” dedi sessizce. “Köylüleri korkutmak için” diye geçirdi içinden. İhbar gitmişti besbelli, buna daha bir içerledi. Olanı biteni öğrenmek için can atsalar da köye inmeleri mümkün değildi, bir anlamı da yoktu.
***
Zehra’yı düşündü “yoldaşım” deyişini ve her yerde gerilla olarak yaşayabileceğini. Düş ise düşsene peşine. Patikalar taşır seni doru atlar gibi. Sabah rüzgarı gönderin bana doruklardan, sarayım yaralarıma. Yoksa sağalmaz yaram. Güneş tozu gülüşlerinizi serpin gözlerime, göreyim sizi baktığım her yerde. Sızlamaz kelepçeli bileklerim. Atın beni umudun terkisine… Sizinle yol aldıkça açılır kollarım, kanamaz yaralarım. Düşlerimin peşinde.
*** Hülya yine kaşlarını gözlerinin üzerine dökmüş, hırsla dudağını ısırıyordu. Burnundan akan kan çenesinden damlıyordu her bir damlası bir ateş parçası gibi. Arkasından bağlı kollarını gerdikçe geriyor, terli saçları kana bulanıp yüzüne boynuna yapışıyordu. Tıslar gibi bir ses, “Biliyoruz buradalardı, söyleyin şimdi neredeler? Yoksa!”... Çeşme meydanı askeri araçların ışığıyla aydınlatılmıştı, bütün köy oradaydı ama her biri birer sır taşı gibi sessiz duruyordu yerinde, kımıltısız... Hülya’nın, Metin’in, başka birkaç gencin daha elleri arkadan bağlıydı, duvara yaslı duruyorlardı. Kamyoncunun oğlu babasının yanında titriyordu. Babasından arkadaşları için bir şey yapmasını istiyordu ama adam hiç oralı değildi. Oğluna
İçinden mırıldanırken bir kez daha dönüp baktı karşıdan görülen dağların doruklarına, demir kapı gürültüyle açılırken muzaffer bir gülüş vardı yüzünde. Beraber güldüklerinden emindi… Düşleri beraberdi çünkü… (1)- hamuçera: Trabzon yöresinde yaban çileğinin adı (2)- gafega: Trabzon yöresinde küçük güğüm (3)- sehluga: Trabzon yöresinde sevimlilik belirten-küçük deli (4)- zufayı: Trabzon yöresinde hayvan yemi ancak, “işe yaramaz” anlamında kullanılıyor. (5)- lağusabi: Trabzon yöresinde bitkisinin kalın gövdesi (6)- şelek: Trabzon yöresinde büyük iplerle özel bağlanan ot yükü (7)- hamelada: Trabzon yöresinde uğur böceği * halaza: dolu tanesinin her biri-isim olarak takılıyor. o
OCAK 2012 | TAVIR | 47
ayın fotoğrafı ayın fotoğrafı
48 | TAVIR | OCAK 2012
izlenim
izlenim
bugün batıkent yarın tüm anadolu’da... filiz tanya
Yüzyıllar boyunca egemenler kendi çıkarları için inançları farklı olanları birbirine düşürmeye çalışmış, inkar ve asimilasyonla kendinden olmayanı ortadan kaldırma yolunu seçmişler. Zulmetmişler, katletmişler, toplum içinde hor görmüşler. Yok sayılanlar, katledilenler ise inançlarını gizlemek zorunda kalmışlar. Ölülerini bile inançlarına göre gömememişler. Moda bir deyimle “Milenyum” çağında yaşıyoruz, her gün daha da “demokratikleşiyoruz”. Sözüm ona “laik” bir devletiz, güya devletimiz bütün dinler karşısında tarafsız, hepsine eşit davranıyor. Bunlar sürekli yöneticilerce yineleniyor. Peki yaşam nasıl işliyor? Asıl ona bakmak lazım. Televizyon izleyenler son günlerde bu tartışmaların ekranlarda tekrar gündeme geldiğini görüyorlardır. Devletin Sünni inancına yönelik destekleri sürekli artarken, Alevilik inancını yok sayarak Cemevlerine engeller çıkardığı, tartışma programlarına da konu olmakta. Adına “din savaşları” denilen, cihat ve Haçlı Seferleri denilen ve geçmişten bugüne milyonlarca insanın egemenlerin çıkarları uğruna katledilmesine yol açan savaşlar... Sınıflı toplumların, ezenle ezilenin kavgasında din ve mezheplerin çatışması, inançların kavgası değildir, Bizi Alevi-Sünni diye bölenler ve birbirimize düşürmeye kalkanlar varken; bu böl-parçalayönet politikası diğer ülkelerde Katolik-Protestan-Ortodoks şeklinde ortaya çıkıyor.
Bu sorunlardan bir tanesi de Başkentin ortasında yaşanmakta. Hikayeyi en baştan anlatmakta yarar var. Son yerel seçimlerde CHP’nin Yenimahalle belediye başkanı, seçilirse Batıkent’e bir Cemevi yapacağını vaat ederek Batıkent’te yaşayan Alevilerin oylarını alıyor.
OCAK 2012 | TAVIR | 49
radaki hayatın, bekleyişin ateşiydi yanan, günümüz Promethe’lerinin ateşiydi yanan. Bizi karşılayan büyükler yaptıkları yerleri gösterdiler önce. Ölülerini defin için hazırlayacakları yerin inşaatını bitirmişlerdi. Cemevinin de iskeleti tamamlanmıştı. Eski kafeteryadan kalma küçük binanın içi insan doluydu. Bir toplantı, bir düğün, bir imece var sanırsınız. Oysaki içeride direniş vardı, işgal vardı. Hem de ne direniş; içerisi ak sakallı dedeler, aydınlık yüzlü teyzelerle doluydu. Ortada yanan kocaman bir sobanın üzerinde kaynayan güğüm, içerideki konuşmalara ritm tutuyordu adeta. Burayı hiç boş bırakmıyorlar. Vardiya usulü, gece gündüz sürekli burada birileri bulunuyorlar. Ama vardiya, nöbet kimin umurunda; herkes birbirine destek. Gençler iş bölümü yapmışlar, sürekli oradan oraya koşturup duruyorlar. Gel zaman git zaman, aylar geçiyor ama başkandan ses seda yok. Batıkent Pir Sultan Abdal Kültür Derneği yetkilileri belediye başkanına çıkıp “Hani bize Cemevi yapacaktınız? Biz sözümüzü tuttuk, şimdi sıra sizde” diyorlar. Belediye başkanı ise Batıkent’te belediyeye ait hiçbir yerin olmadığını söylüyor. Bunun üzerine arayışa geçen Batıkentli Aleviler, Ergazi Mahallesi’nde mülkiyeti Yenimahalle Belediyesi’ne ait boş bir arazi bulup, belediye başkanına gidiyorlar, “biz yer bulduk” diyorlar. Ama başkan bu sefer de “Orası olmaz, biz başka bir yerde büyük bir kültür merkezi yapacağız, orada … Vakfı ile size bir yer vereceğiz. Anahtarı bizde olacak istediğiniz zaman kullanacaksınız” diyor. Pir Sultan Abdal Kültür Derneği yetkilileri ise “Biz devletle bir olan, devlete ceket ilikleyen … Vakfı ile aynı yerde olmayız, biz kendi cemevimizi isteriz” diyorlar. Bunun üzerine belediyenin boş arazisini işgal ediyorlar. Arazi üzerindeki, daha önce kafeterya olarak kullanılmış, şimdi terk edilmiş binanın içine yerleşiyorlar ve inşaata başlıyorlar. İlk önce morgu ve ölülerin yıkanıp kefenleneceği gasilhaneyi yapıyorlar. Sonra cemevinin, inşaatına başlıyorlar. Bu olanlar duyulur da yerinde durmak olur mu? Bir akşam kalkıp gidiyoruz; “Biz Tavır dergisinden geldik” dediğimizde sevgiyle, dostlukla karşılanıyoruz. Dışarıda yanan ateş geceyi aydınlatıyor. Gençler etrafına toplanmışlar sohbet ediyorlar. Bu ateş sabaha kadar yanıyor. Bu-
50 | TAVIR |OCAK 2012
Kime ne soracağımızı şaşırıyoruz. Yolumuzu şaşırdığımızı anlayan Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Yenimahalle Şube Başkanı Cevahir Canpolat bize yol gösteriyor hemen. Köşede oturan yaşlı adam Dersim’den gelmiş bir “dede” imiş. Hemen yanına yaklaşıyoruz, önce “hoş geldiniz” deyip başlıyoruz sohbete... Duyunca Batıkent’teki direnişi, hemen kalkmış gelmiş. “Dede”yi bulmuşken ilk önce “Başbakan sizden Dersim katliamı için özür diliyor, ne düşünüyorsunuz?” diye soruyorum. “Nasıl özür dileyecek, Dersim’deki katliamlar biri, ikiyi, üçü geçmiştir. Dersim ikinci, üçüncü Kerbela olmuştur. Yavuz Sultan Selim’den bugüne kadar gençlerimiz, erlerimiz, kadınlarımız, çocuklarımız öldürülmüştür. Üzerimizdeki baskı hiçbir zaman kalkmamıştır. Görüyorsun cemevlerimizi, ibadethanelerimizi açtırmıyorlar. Nasıl özür dileyecek? Baskı bitmiş değildir. Bırakmıyorlar ki biz kendi inançlarımıza sahip çıkalım. Biz yine de kendi bölgelerimizde, memleketlerimizde bir şekilde inançlarımızı sürdürüyoruz, ibadetlerimizi yapıyoruz ama büyük şehirlerde buna hiç izin vermiyorlar. Bizi Sünnileştirmek için çalışıyorlar ama maalesef bunun imkanı yoktur. Çünkü Dedeler çoktur.” diye cevap veriyor. Sobanın sıcaklığı etrafı iyice sarıyor, herkesle dost oluyor, röportajdan çok koyu bir sohbete dönüşüyor konuşmamız. Herkes sohbete katılıyor. Gençler var, işten çıkınca önce buraya geliyorlarmış. “Akşamları yemeğimizi bile burada yiyoruz. Gece nöbeti olanlar burada kalıyor, buradan doğru işe gidiyoruz”
diyorlar. Yaşlı amcanın biri, yıllardır ibadetlerini gerektiği gibi yapamadıklarını, ölülerini camilerden Sünni inançlarına göre kaldırdıklarını, artık bunları yaşamak istemediklerini ifade ediyor. “Artık canımıza tak etti, buradan ancak benim canım çıkar, kimse bizi buradan çıkaramaz, eğer gelip zorla çıkarırlarsa kanımı veririm ben buraya, artık kaybedecek bir şeyimiz yok” diyor. Herkes omuz omuza, bir araya gelince güç almışlar birbirlerinden. Hepsi çok kararlı. Yaşlı teyzelerden birinin yanına gidiyorum, sohbete devam ediyoruz; buraya Sivas’tan göçmüşler, en son cemi memleketinde görmüş. Buraya geldiklerinden beri hiç cem yapamamışlar. “Buraya geldiğimizde Alevi olduğumuzu bile söyleyemedik; adetlerimizi, göreneklerimizi sürdüremedik. Bizler çocukluğumuzdan bazı şeyleri biliyor, hatırlıyoruz ama çocuklarımız göreneklerimize çok uzak büyüdüler. Ben cenazemin camiden kalkmasını istemiyorum. İşte onun için buradayım. Benim cenazem buradan kalkacak, başka yolu yok.” diyor. Sohbet koyulaştıkça daha samimi oluyoruz. Teyzelerden biri beni birisine benzetiyor, yanına çağırıyor: “Sen Sibel’i tanıyor musun?” diyor. Bu teyze tek başına yaşıyormuş, apartmanlarından bir kız (Sibel) almış onu buraya getirmiş. Teyze ondan sonra sürekli buraya gelir olmuş. Ve buranın en devamlı direnişçilerinden. “Sibel gelip beni almasaydı, ben bilmezdim böyle bir yerin olduğunu. Burada eşle dostla tanıştım, onlarla bir oldum. Artık bir yere gitmem buradan. Kim gelirse gelsin kimseyi tanımam, benim toprağım bundan böyle burasıdır” diyor. Artık hayatta tek başına değil. Burada herkes onu el üstünde tutuyor. Direnişin neferlerinden biri olmuş. Toplum içinde yalnızlaştırılan, ibadeti gelenkeleri yasaklanan Aleviler, cemevleri için bir aradalar. Artık yalnız değiller çünkü diğer kesimlerden de kendilerine destek veren insanlar var. Böyle bir haksızlık karşısında Sünni komşuları, demokratik kitle örgütleri de onlara destek veriyorlar. Ama tabii birileri bu dayanışma ve direniş ruhundan rahatsız. Birileri kışkırtılmış bunlar tarafından. Arazinin karşısındaki apartmanlardan bazıları “evimizin karşısında cemevi istemiyoruz” diye imza toplamışlar. “Böl-parçala-yönet” soysuzluğunun tipik bir örneği daha... “Bu olan bitenler nedir?” diye Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Yenimahalle Şube Başkanı Cevahir Canpolat’a soruyoruz... “Tüm bu olup biteni belediyenin zihniyeti olarak algılamamak gerekiyor. Bu sistemin de istediği şeydir. Bunlar aynı zamanda sistemin yaratmak istediği Aleviliğin temsilcileridir. Pir Sultan Abdal örgütlülüğünün duruşu diktir, nettir. Karşılarında Pir Sultan gibi boyun eğmeyen, dik duran örgütlülüğü hoş görmeyeceklerdir. Biz halkımızı Alevilik inancını olduğu gibi, başkalarına boyun eğmeden yaşayabilmesi için örgütlüyoruz. Bu da mevcut sistemin işine gelmiyor. Karşılarında ceket
ilikleyen, boyun eğen, çıkarları için inançlarını satanlar onların işine yarayacaktır. Bu sadece mevcut belediyenin değil sistemin de anlayışıdır. Yaptığımız görüşmelerde Pir Sultan Abdal Kültür Derneği’ne verilmiş onlarca söz olmasına rağmen, sürekli önümüze bir başka Alevi örgütü sürüldü. En son görüşmemizde bir kültür merkezi yapılacağını, içinde bir cemevinin de olacağını, anahtarının da kendilerinde duracağını söylemeleri üzerine tüm ilişkiler koptu. Çünkü bu, ‘Ben sizin inancınızı şekillendireceğim, benim istediğim saatlerde ibadet yapacaksınız’ demektir. İbadet yeri bağımsız olmalıdır. Biz bunu asla kabul edemeyeceğimizi söyledik. Belediye diğer Alevi örgütünün aşuresini yapıyor, onlara destek veriyor ve bizi de bu arada terörist ilan ediyor. Belediye burası için yıkım kararı almış. Alevi olan belediye meclis üyeleri de bu karara imza atmışlar. Şimdi yıkım ekiplerini bekliyoruz. Bizim buradaki mücadelemiz Anadolu’daki tüm Alevilere örnek olacaktır. Mutlaka kazanacağız, çünkü haklıyız” diyor Canpolat. “Gelişmelerden bizi haberdar edin, hele de yıkım ekibi gelirse mutlaka haberimiz olsun” diyerek ayrılıyoruz oradan. Daha sonra belediyenin şikayeti üzerine kaymakamlık görevlileri gelip oradakilerin ifadelerini alıyor. Belediye ekipleri, yıkım kararını tebliğ etmek üzere geldiğinde partileri, kitle örgütlerini, dernekleri ve Batıkent halkını orada görünce, istediklerini alamadan geri dönüyorlar. 18 Aralık Pazar günü Batıkent Cemevi’nin açılışı vardı. Her yere afişler asıldı, davetler yapıldı. Tavır olarak biz de davetliydik. Kalabalık bizden önce oradaydı. Ankara’nın havası o gün sıcak sıcak gülümsüyordu. Alan çoktan dolmuştu, etrafta bayram havası vardı. Cemevi inşaatının kabası bitmişti. Artık ibadet edebilecekleri bir yerleri vardı. Ateş ise hala yanıyordu. Açılış için Grup Yorum Korosu da gelmişti. Hep birlikte bir bayram kutluyorduk. Sahneden konuşmalar yapıldı, semahlar dönüldü, türküler söylendi, aşureler, lokmalar dağıtıldı. Aylardır içeride nöbet tutan teyzeler, bu sefer dışarıya konan oturaklarda türkülere eşlik ediyorlardı. Ellerine dizlerine vurarak ritm tutuyorlardı. Tek başına yaşayan teyze de oradaydı, hepsi birlikte yan yana oturuyorlardı. Gittim yanına “Teyzeciğim tuttunuz sözünüzü, aldınız cemevini, tebrik ediyorum sizi” dedim. Öylesine mutluydu ki sadece “sen sağol kızım” deyip, türküye dalıp gitti. Sistem öyle bir hal almış ki ayağına takılan her şeyi yok etmeye çalışıyor, en insani haklarımızı bile yok sayıyor. Bugün Batıkent’te bayram var, direnen halklar kazanıyor. Dayanışarak, birlik olarak. Çünkü başka çaresi yok. Bugün Batıkent’te yarın İstanbul’da, Dersim’de, Gerze’de, Trabzon’da, Erzurum’da… Anadolu’nun her yerinde direnen halklar kazanacak. Çünkü haklı ve meşru olan yalnızca ezilen halklardır. Batıkent Cemevi’nde ateş hala yanıyor, nöbet hala devam ediyor. Çünkü kimsenin devlete güveni yok, verilen sözlere güveni yok. Ne zaman ki ezen-ezilen savaşı halktan yana sona erer, işte ateş o zaman belki söner... o
OCAK 2012 | TAVIR | 51
biyografi biyografi
çelik yürekli bir bolşevik: yakov mihayloviç sverdlov mete yılmazer “Bu kavgada ölmek, mükemmel bir ölümdür.” Sverdlov
çi halkların mücadelelerinde yaşayacak, Bolşevik devrimcilere örnek olacaktı. Çok değil, 34 yıl devrimcilikle geçmiş bir ömürdü onun yaşamı. Sadece 1,5 yılını devrimden sonra yaşayabildi. Devrim öncesi 32 yıllık yaşamının 12 yılı sürgünler, hapislikler, illegal yaşamın zor koşullarında geçirdi. Devrim ve sosyalizme olan bağlılığı, zafere olan inancını hiç kaybetmedi. Her türlü ideolojik mücadelede Lenin’in her daim yanında yer alıp ona güvendi. Leninist parti ve kadro anlayışının sıkı bir savunucusu oldu. Parti adıyla Andrey Uralsk, bilinen adıyla Yakov Mihayloviç Sverdlov, 18 Mart 1919 günü ölümsüzlüğe uğurlandı. Hayatı bir Bolşevik’e yakışır oldu.
Genç sayılabilecek bir yaşta hayata veda ettiğinde, Moskova’da soğuk bir gün vardı. On binlerce emekçi onu sonsuzluğa uğurlamak için bekliyordu. Yürekleri acılı, yumrukları ise sıkılıydı. Yürüyüş kolu, Kremlin duvarında, orta kısmında hatıra levhasının altında, onun için açılmış bir mezarın orta yerine geldi. Tabutun hemen yanı başında, hayatı boyunca onun düşüncelerini savunup bu uğurda mücadele ettiği önder, Lenin vardı. Duygularını çok sık belli etmemesiyle bilinen Lenin, bu çelik iradeli Bolşeviği erken yaşta ansızın kaybetmenin acısını yaşıyordu. Kalabalıktan bir adım öne çıktı. “İşçi sınıfının örgütlenmesi ve zaferi için çok çalışmış olan proleter bir önderi mezara gömüyoruz.” diyerek yoldaşını selamladı. O artık emek-
52 | TAVIR | OCAK 2012
Çocukluğu Nişni-Novgorod, kirli ve bakımsız sokakları, birkaç katlı taştan evleri, gecekondu mahalleri, eğri büğrü yoksul kulübeleriyle öne çıkan bir yerdi. Buna rağmen hayat coşkulu ve hareketliydi. Yılın büyük bölümünü serserilikle geçiren işçiler, her yanda göze çarpardı. İskelede yazın yaşanan gürültülü ticaretin yanında, şehrin cadde ve sokaklarında sessizlik hakimdi. Hayat acımasız ve koşullar tahammül edilecek gibi değildi. Hakları için giriştikleri mücadele, işçilerin hızla siyasallaşmalarına yol açıyordu. Fabrikadaki ortak yaşam, işçileri kaynaştıran bir etkendi. Bencillik ve bireysel kurtuluş düşüncesi bugünkü gibi yaygın ve etkin değildi. Kentte yaşayan siyasi sürgünlerin varlığı, siyasi havayı etkiliyordu. Sverdlov, işte bu kentte 23 Mayıs (4 Haziran) 1885’te dünyaya geldi. Çocukluk ve ilk gençlik yıllarını burada geçirdi.
Devrimciliğe de burada başladı. Babası ve annesi, yoksulluklarının üstesinden gelmek için gece geç saatlere kadar çalışırdı. Babası oymacılık işleriyle uğraşırdı. Evlerine gelen misafirlerden biri de, o yıllarda kentte yaşayan Maksim Gorki’ydi. Devrimden sonra kente Gorki’nin adı verilecekti. Sefaleti henüz erken yaşta gördü. Gittikçe çevresinde eşitsizlik ve adaletsizliğe tanıklık ediyordu. Zenginlerin halkı sömürüp her şeye hakim olduğuna, halkın ise bir şeye sahip olmadığına dair hayatın çıplak gerçekliği onun bilincinde yer etti. Asi Bir Genç Hayat koşulları, çocukların erken büyüyüp olgunlaşmasını sağlayan bir etkendir. Sverdlov’un da yaşadığı böyle oldu. Kafasında sorduğu sorulara düzenin verebileceği bir cevap yoktu. O ise bir arayış içindeydi. Yalnız bu arayışın, doğru yolu bulamadığında sonucunun neler olabileceği sır değildi. Onun şansı ise devrimcilerle tanışıyor olmasıydı. İlk defa illegal devrimci hareketten haberdar olduğunda henüz 15 yaşında bile değildi. Bu yaşlardayken yaşanılan sorunlara ilgi duymaya başladı. Öyle ki karanlık gecelerde gaz lambasının altında evinin zemininde liseliler için dağıtılan bildirileri büyük bir ilgi ve merakla okurdu. Bildiriler, kitaplar okudukça kafasında yeni ufuklar açıldı. Gençliğin heyecan ve coşkusu benliğini daha bir başka sardı.
zenden köklü bir şekilde kopması demekti. Artık hayata daha farklı bakacaktı ve Lenin onun hakkında şunları söyleyecekti. “Çalışmasının ilk döneminde, henüz delikanlıyken, siyasi bilinci henüz uyanıyorken, O, kendisini derhal ve tamamen devrime adamıştı.”(Sverdlov / Urallı Delikanlı / Syf: 96) Bu adanmışlıkla eylemden eyleme, görevden göreve koştu. Onun kitabında yapamam, olmaz yoktu. Partisinin verdiği görev ve sorumlulukları canla-başla yerine getirmek için çaba sarf etti. Onun ailesine bakışı, onlarla ilişkileri de devrimciydi. Çevresini ve ailesini örgütlemeye çalıştı. Onları mücadeleye katıp devrimci görevler vermek için kafa yordu. Arkadaşlarıyla beraber bildiriler dağıttı. Düzenin arayış içindeki gençlerine, Sverdlov’un anlattıkları büyük bir heyecan ve umut verdi. Sverdlov babasını sık sık ziyaret etti. Kız kardeşlerine devrimci görevler verdi. Kimi örgütsel mektupların taşınmasında kız kardeşini görevlendirdi. Ona mektupların polisin eline geçmemesi için yutulması gerektiğini söylemeyi ihmal etmedi. Evde arkadaşlarıyla gizli buluşmalar gerçekleştirdi. Babasının dükkanındaki işçilerle arkadaşça ilişkiler kurdu. Parti için gerekli pek çok mühürler babasının dükkanında yapıldı. Tüm bunları yaparken asla ilegalitenin ilke ve kurallarından vazgeçmedi. Gorki’nin bölgeden sürgün edilmesi sırasında gerçekleştirilen gösteriye katıldı.
15 yaşındayken annesi öldü. Yoksullukları giderek arttı. Para kazanmak için pek de uygun olmadığı liseyi yarıda bıraktı. Okulda görüp yaşadıkları, okuldan soğumasına fazlasıyla yetmişti. Onun arayışlarına cevap vermekten de uzaktı. Kabına sığmaz, arayış içindeki genç Sverdlov’a daha fazlası gerekiyordu. Bunun için evde daha fazla kalmadı. Genç yaşına rağmen evden ayrılıp bir eczacının yanında çırak olarak çalışmaya başladı. Çalıştığı bu süreçte kimseye boyun eğmedi. Hayatının sonuna kadar bu özelliğini korumasını bildi. Haksızlıkları sineye çekmedi. Kendisine yapılan kabalığa aynı dille cevap verdi. Birlikte çalıştığı arkadaşlarının da haksızlıklara, patronların hakaretlerine boğun eğmemeleri için çalıştı.
Leninist Bolşevik Bir Kadro Sverdlov’un devrimci kişiliğine ilişkin Lenin şöyle diyordu: “Bu çağda, 20. yüzyılın daha başında, yoldaş Sverdlov’u profesyonel devrimcinin karekteristik tipi olarak görüyorduk.” (Age. Syf: 23) Ki o da Lenin’in bu sözünü haklı çıkarırcasına devrimci bir yaşam sürmeyi başardı.
Ve İlk Adım Sverdlov’un asi yanı, onun eczanede daha fazla çalışamayacağına dair bir işaretti. O ise bu yanından vazgeçecek değildi. Vazgeçmek haksızlıklara, onursuzluklara ortak olup sineye çekmekti. Bu ise tam da kapitalist düzenin istediği bir kişilikti. Patron, diğer çalışanlara örnek olmasından rahatsızlık duyarak onu kovdu. Artık işsizdi. İş bulmak ise kolay değildi. Öğrencilere ders verdi. Değişik işler yaptı.
Konuşmalarında yürekten konuşurdu. Görenler o sesin ondan çıktığına inanmakta zorluk çekerdi. Sesinde kendine güven hissedilirdi. Bu güven esas ideolojisine, partisine güvenden geliyordu. Propagandası da dinleyenlere kavga ve zafer inancı taşırdı. Konuşmalarında lafı dolandırmadan, sade ve içten konuşurdu. İşçilerin anlayacağı bir dil kullanmaya özen gösterirdi. Teorik olarak kendini geliştiren oldu. Ama o bunları laf ebeliği için değil, pratikle bütünleştirmek için öğrendi. İşçileri yüreklerinden yakalamasını bilirdi. Çünkü onların dünyalarına hakimdi. Çektiği acılar, zorluklar, ruh dünyalarında yaşadıkları Sverdlov’a uzak değildi.
Sverdlov’un hayatına yön vermede önemli bir etken, eczanede çalışan sosyal demokrat bir kalfayla tanışmasıydı. Henüz 17 yaşında, hayatını adayacağı partisiyle bu şekilde tanıştı. Kardeşiyle birlikte sosyal demokratların illegal Nişni-Novgorod örgütüne üye oldu. Bolşevik bir devrimci olması duygu ve düşüncesiyle eski dü-
Sverdlov duygu ve düşüncede devrim ve sosyalizmden başka bir şey düşünmedi. Yaşamında bu anlamda hiç boş vakit olmadı. Gereksiz konuşmalar, amaçsız gevezelikler yapmadı. Ağzından çıkan her sözü düşünerek söyler ve o sözün hakkını verirdi. Verdiği tüm sözleri yerine getirirdi.
Sverdlov’un çalışmalarında ısrar ve inat vardı. Düzenin insanlara yaydığı boş gurur ve kibir gibi zaaflar ondan uzaktı. Lenin, onun bu özelliklerine ilişkin şunları diyordu: “Eğer biz proleter devrimin önderinin yaşam yoluna bir göz atarak, bu pro-
OCAK 2012 | TAVIR | 53
letarya devrim önderinin her muhteşem özelliğinin, büyük özelliklerinin kendi gücüyle kendi içinde şekillendirdiğini… hemen görebileceğiz.” (Age. Syf: 255) Ki devrimcilik de bir yanıyla bunu başarıp başaramama mücadelesinde gizlidir. Leninist Bir Tarz: İllegalite Sverdlov, devrimciliği hiçbir zaman geçici bir heves, gençlik heyecanıyla yapılan bir iş, boş zamanlarda yapılan bir hobi olarak görmedi. O devrimciliğin soylu, hayat boyu yapılacak bir yaşam tarzı olduğunu kavrayan oldu. Bunun içindir ki Leninist parti-kadro anlayışına sıkı sıkıya sahip çıktı. Tavizsiz savunucusu oldu. Leninist parti anlayışına göre hareket etti. Düzen-devrim seçimini profesyonel bir devrimci olarak devrimden yana yaparak, bunun gereklerini yerine getirdi. Bu anlamda Leninist kadro-parti anlayışına göre devrimciler profesyonel olmalıydı. Partinin legal koşullarda çalışmasını isteyenlere karşı Leninist anlayış olan illegal çalışmadan taviz vermedi. Büyük bir dava için mücadele ettiğinin farkındaydı. Bu misyonla hareket etti. Bunun coşku ve heyecanını yaşadı. Lenin’in, onu bu yanıyla “Ailesiyle, eski burjuva toplumun bütün refahıyla ve alışkanlıklarıyla bağını tamamen koparmış, kendini sınırsızca ve karşılık beklemeksizin devrimin hizmetine vermiş bir insan.” diyerek anması boşuna değildi. Sverdlov mücadele hayatının neredeyse tamamını illegalite koşullarında sürdürdü. Parti nerede görevlendirdiyse orada canla başla çalıştı. Disiplinsizliklere izin vermedi. İki gece üst üste aynı evde kalamaz olduğu günlerde dahi bunu sıkıntı vesilesi yapmadı. İllegalitenin zorluklarına, yenilgi koşullarındaki karamsarlığa kapılanlara moral ve güç verdi. Onların umutsuzluk havası yaymasına ise izin vermedi. İllegal parti ve çalışma tarzını tasfiye etmek isteyenlere karşı Lenin’in yanında yer alarak izin vermeyenlerden oldu. İllegal çalışma koşullarında dahi kitlelerle bağını koparmadı. İşçilerle hep iç içe oldu. Bunun için Lenin Sverdlov’u, “Bu uzun illegal çalışma yıllarında, her şeyden önce sürekli kavga içinde, hiçbir zaman kitlelerle bağını koparmayan, Rusya’yı hiçbir zaman terk etmeyen bir insan.” diyerek anıyordu. Mücadele Hapishanede Devam Ediyor Düşman sürgün ve hapishanelerle devrimin yaşayan ruhunu, devrimciliğin geleceğe dönük diri yanlarını öldürmek istiyordu. Devrimcileri teslim aldığında halkı da teslim alacağını hesaplıyordu. Onları birer yılgın, dönek, yaşayan ölüler olarak halkın karşısına çıkarmanın hesabı içindeydi. Elbette her dönem olduğu gibi o dönem de böyleleri çıktı. Ayakta duramayanlar oldu. Ümitsizlik, çaresizlik ve düzene olan özlem onları içten içe kemirdi. Dışarıdaki mücadeleye ilgisizlik, üretimden kopukluk giderek içe kapanmayı getirdi. Bencillik, kendini düşünme, o büyük düşten uzaklaşma böyle böyle başladı. Öyle ki bu ruh halinde olup kendini yakanlar, intihar edenler dahi oldu.
54 | TAVIR | OCAK 2012
Bu koşullarda inançlarına bağlı kalıp yoldaşlarına güç ve moral vermeye çalışanlardan biri de Sverdlov’du. Umut ve coşkusunu korudu. Tersi durumda nelerin olabileceğini kendisi de biliyordu. Bugün de geçerliliğini koruyan şu sözleri o koşullarda yazdı: “Bir şey yapmamak, karamsarlık ve dert yanmak egemenlerin işine yarar; bu onların üzerimizdeki zaferi anlamına gelir. Eğer egemenler, bir devrimcinin mücadele azmini kırmayı başarırlarsa o zaman kazandılar demektir. Ama çalışmak, hücrede ve cezaevinin havalandırmasındaki kısa yürüyüşler, canlı ve sıkı uğraş, güven ve yılmamak bizim zaferimiz ve düşmanlarımızın yenilgisi anlamına gelir. Devrimcinin iradesi kırılmadığı sürece egemenlerle acımasız mücadelede zaferi kazanan devrimcilerdir.” Sverdlov işte bu inanç ve bakış açısıyla yıllarca direndi. Çarlık despotizmi sürgünlerine, hapishanelerine… On iki yılını bu şekilde geçirdi. Sürgün yaşamı da bir anlamda tecritti. Korkunç derecede ıssızlık, dışarıdaki hareketli yaşamdan fiziki kopukluk, aylarca mektup alamama... Sverdlov gibi Bolşevikleri yıldırmadı. Günlerce aç kaldı. Para ve elbisesizlik, araç-gereçten yoksunluk gibi sorunlar içinde boğulup kalmadı. Böyle sorunlarla boğuşarak ufkunu küçültmedi. Aynı bakış sağlık sorunları için de geçerliydi. Yoldaşına-eşine yazdığı bir mektubunda “Beni merak etme, yıkılmayacağım, ne psikolojik ne de moralmen sakat olmayacağım, kelimenin tam anlamıyla özgürlüğe döneceğimi umut ediyorum.” diyordu. O yine de sağlık sorunları yaşamaktan kurtulamadı. Böyle de olsa Lenin onun gibi Bolşevikleri “… devrim davasına adanmışlığın, Sibirya’nın cezaevleri ve en ücra sürgün yerlerinden geçenlerin yaşamlarının öyle bir göstergesi olmuştur ki, tam da bunlar, böyle önderler, proletaryamızın en seçkin kesimini şekillendirdiğini” gösteren insanlar olarak onurlandıracaktı. Sıcak mücadeleye koşmak her devrimcinin amaçlarından ilkiydi. Sverdlov da özgürlüğe koşma inancı ve azminden asla vazgeçmedi. Her fırsatı kullandı. Yakalanmış olsa da yeniden denedi. Bu konuda Bolşevik sürgün ve tutsakların büyük deneyimleri oldu. Büyük bir dayanışma, güç ve sabır gerektiren özgürlük eylemleri, devrimcilerin kabına sığmaz özgürlük tutkularını gösteriyordu. Sürgün tarihi aynı zamanda, sıcak mücadeleye koşan Bolşevik devrimcilerin tarihidir. Onlarca Bolşevik devrimci önder sürgünden mücadeleye koştu. Düşmanın demir kapıları, kalın duvarları, askeri gücü, muhbir ağı, doğanın çetin ve acımasız koşulları, geçit vermeyen bataklıklar devrimcilerin özgürlük tutkusunu, mücadele azimlerini kıramadı. Sverdlov da pek çok özgürlük eyleminde bulundu. Bazıları başarılı oldu, bazıları yarım kaldı. O buna rağmen yılmadı. Özgürlük tutkusunu her an canlı tuttu. Değişik yol ve yöntemler bulmaya çalıştı.
Bir Devrimci İçin Eğitimin Önemi Bir devrimci kendini eğitmediğinde, devrimciliğini sürdürmesi tamamen tesadüflere bağlıdır. Pratik ve teorik olarak devrimci kendini sürekli eğitmek durumundadır. Sverdlov da bu gerçeğin farkındaydı. Henüz gençken kendi eğitimine önem vermeye başladı. Okuma alışkanlığı edindi. Bu konuda disiplinli ve iradeli davrandı. Eğitimini kendiliğindenciliğe bırakmadı. Günün yorucu çalışmaları, takipleri onun eğitim programını uygulamasına engel olmadı. Programını devrimci yaşama göre ayarlamasını bildi. Eğitimini kendisinin ve örgütünün ihtiyaçlarına göre ayarladı. Okurken bir kenara not alıp, sonradan onlar üzerinde yeniden araştırmalar yaptı. Ülke ve dünyanın içinde bulunduğu durum, halkların mücadeleleri, düşman politikalarını, örgütün ihtiyaçlarının kavranmasında eğitimin önemini her Bolşevik gibi Sverdlov da biliyordu. Özellikle parti yayınlarını aksatmaz, onları kavramaya çalışırdı. Zaten onunla ilgili olarak “Lenin’i en iyi anlayan Bolşevik” denilmesi boşuna değildi. Sadece kendi eğitimine değil, yoldaşlarının eğitimine de büyük önem verirdi. Onun olduğu her yer adeta birer eğitim alanıydı. Eğitimi salt okumakla sınırlamazdı. Pratik faaliyetlerdeki deneylerin aktarılmasından teorik konuların öğrenilmesine, eğitime çok yönlü bakardı. Öğrendiği her bilgiyi pratikte kullanmasını bilirdi. Teoriyle pratiği birleştirendi. Bundan dolayıdır ki “Kitabı yaşamla sınıyorum, yaşamı da kitapla. Bu, benim eğitimim.” diyendi. Ve Devrim Düşünü kurup uğruna mücadele ettiği devrime tanıklık etti. Devrime kadar büyük acılar çekildi. On binlerce insan devrim uğruna şehit düştü. Emekçiler, egemenlerin söylemiyle baldırı çıplaklar iktidarı almıştı. Sverdlov Şubat Devrimi’nin haberini sürgündeyken aldı. Nisan Konferansı’nın örgütlenmesinde bulundu. Lenin’in ideolojik-politik görüşlerinin yılmaz savunucularından oldu. Ekim Devrimi esnasında aktif görevler aldı. Devrim gerçekleşmişti, fakat burjuvazi ve diğer sömürücü kesimler iktidarı öyle kolayca bırakmayacaklardı. Kanlı bir iç savaş başlamış oldu. Gecesini gündüzüne katıp, durup dinlenmeden çalıştı… Ne devrimden önce ne de devrimden sonra “…. Kendine hakimiyetini asla kaybetmezdi onun çevresinde gereksiz telaş ve asabiyet asla olmazdı. Endişe verici koşullarda o, sakin ve sarsılmaz dururdu (…) Yönetimi altında çalışan bütün yoldaşları tarafından sevilirdi. Yönetici olarak duyulan bu sevgi, ortak faaliyette güçlü bir itici güçtür” diyerek yoldaşları onu anlatırdı. Devrimden sonra Merkez Yürütme Komite Başkanlığı’na getirildi. Bu görevi yaparken Parti sekreterliğini de sürdürdü. Ağustos 1918’de düzenlenen 5. Sovyetler Kongresi’nin parti adına izlemiş olduğu etkin ve ödünsüz tavrı, kongrenin Bolş-
eviklerin kesin egemenliğiyle sonuçlanmasında büyük etkisi oldu. Nitekim bu ve diğer verilen tüm görev ve sorumlulukları layıkıyla yerine getirdi. Lenin’in şu sözleri Svredlov’un bu önemli çalışmalarına ilişkindi: “Şayet bir yıldan daha uzun bir süre fedakar devrimcilerden oluşan bu çevrenin omuzladığı ölçüsüzce ağır bir yükü taşıyabildiysek, önderlik eden grupları, en zor sorunları kararlıca, seri biçimde ve oy birliğiyle çözüme bağlayabildiysek bunun nedeni sadece Yakov Mihayloviç gibi olağanüstü yetenekli bir örgütçünün onların arasında yer almasından dolayıdır.” İşte böylesine yetenekli bu Bolşeviğin vücudu, yıllarca sürgünler, hapislikler ve illegal yaşamın zor koşullarından dolayı çok yıpranmıştı. Bir yolculuktan dönüşünde hastalanarak ateşler içinde yatağa düştü. Hastalık bu zayıf düşmüş bedeni hızla teslim aldı. Önderi, yoldaşı Lenin’in elini sıktığında yüzünde görevi yerine getirmiş olmanın huzuru vardı. Sevgi dolu hüzünlü bir tebessüm tüm yüzünü sardı. Bir süre sonra yorgun eli yorganın üzerine düştü. Ve kısa bir süre sonra, 16 Mart 1919’da Bolşevik yürek son nefesini verdi. Sosyalizm Kavgasında Yaşıyor Yakov Mihayloviç artık fiziken yoktu. Partili yoldaşlarının deyimiyle Bolşevik Andrey devrimi ve sosyalizmi görmüş olmanın huzuruyla hayata veda etmişti. O günden sonra da devrim ve sosyalizm bayrağı dalgalanmaya, Leninist ilkeler savunulmaya devam edildi. Yine onun eğittiği, adının verildiği okuldan mezun olan binlerce Bolşevik, devrim için canlarını vermekten çekinmedi. Lenin, ölümünden sonra onun anısı ve inancı için “Belleğimizde kalacaktır; sadece bir devrimcinin davasına sadakaten sorumlu olarak değil, sadece soğukkanlılığı, pratik yetenekliliğin değil, onun anısı bize giderek daha büyük proleter yığınlarının bu örnekleri takip ederek, sürekli komünist dünya devrimi sonal zaferine doğru ilerlemeleri için de teminat edecektir” diyecektir. Lenin çok haklıydı. O teminat yaşamaya devam etti. Onun erken ölümüne üzülmek bir yana, böylesi bir Bolşevik devrimcinin yaşamış olması gurur vesilesi oldu. Onun taşıdığı kızıl bayrağı taşıyor olmanın onurudur anlamlı olan. Bugün Sverdlov’u gömüldüğü mezarda değil, sosyalizm ve halkların kurtuluş mücadelelerinin olduğu yerde aramak gerekir. Nerede Leninist ilkelerin savunulduğu görülse, bilinmelidir ki Sverdlov oradadır. NOT: Sverdlov’un hayatıyla ilgili birçok ayrıntı için, “Sverdlov / Urallı Delikanlı... Klavdiya Sverdlova... Çev: İbrahim Okçuoğlu... Ceylan Yayınları” adlı iki ciltlik kitap okunabilir. o
OCAK 2012 | TAVIR | 55
şiir şiir
sen ölürken gizem bera yüksel’e
eda dereli
sen ölürken gizem seni seviyorum gizem çocuk tecavüzcülerinin seni canımdan çok... kirli donlarını yıkıyordu yine düzen konuşmuyorsun ya artık sen... konuşmuyorsun bıcır bıcır ölürken konuşmuyorsun acı acı zehirden. sorgulamıyorsun da artık diyor ki düzen: onun katili bir şofben
"sahi benim ayakkabım neden yırtık?"
peki ölür müydü acaba yine gizem? "kaybettik" dediler haberlerde gizem'i elli liralık 'te' bir boru takılsaydı şofbene "yazık değil mi ama" gazı dışarı iten acımız sonsuz fukara ölümü derler bizde üç çocuk yapın en az üç çocuk ucuzdur ölmek bile büyümeli nüfusumuz işte yoktur babasının cebinde elli tee lee!
42 | TAVIR | OCAK 2012
ucuz işgücü, bol kazanç
yoksul çocuklar hep birbirine benzer
ölümleri de hesaba katarsak
yani gizem, güzelim...
en az üç çocuk, en az
duydun mu hiç bilmem ama
çoğalmalı bu pazarda payımız
bu ülkede panzerler yoksul çocukları ezer
sen ölürken gizem ameliyat oldu başbakan erdoğan
yani gizem, güzelim
kalın bağırsağından.
öfkem gibi seviyorum seni ben büyük büyük hokkalarla
sırça sarayının kapısına "tükürmek için kalıplarına" o helikopterden ambulans kondu harcanan elli teelee lerden sizin eve yol olurdu ilk sıradaydı haberlerde açlık yoksulluk yalan oldu
sen ölürken gizem van'da yine deprem oldu bir bebek doğdu çadıra açtı gözlerini yoksulluğa
belki gelir senin yaşına da bir şofben canını almazsa ha sahi açlık da var sırada bilmem belki göçük altında... belki yangın, belki zatürre diyorlar ya işte baştakiler "ne yapalım kader"
OCAK 2012 | TAVIR | 43
deneme deneme
kerpiç evler yenilmezlik kokar ayşe arapgirli
Buğday pazarındaki kahvede, el yapımı tahta iskemlelerin üzerinde beklerdik. Beklemek bazen uzun sürerdi. O zaman babam elimden tutar, şehrin ortasındaki bir kerpiç eve götürürdü. Şaşardım her defasında, yoksulluğun yoksulluk olduğunu bilmediğimden. Şehrin ortasında kerpiç ev olur muydu hiç. Evin girişinde topraktan yükseltme bir basamak vardı. Adımını atar atmaz içeri bizim köyümüzün evleri gibi kokardı. İnsana huzur veren, nenemin burnuna çektiği otlar gibi tılsımlı gelen o koku, toprağın yaşamla birleştiği koku... O zaman Anadolu’nun her yerindeki kerpiç evler aynı kokar diye bellemiştim. Yerlerde, yine toprağı kapatmak için serili, ceviz karasıyla boyanmış kıl ipinden kilimler... Hangi açığı kapatacağı bilinememiş, her yanda bir kilim... Duvarda geyik halıları... İzlerdim, beklerdim. O kerpiç evlerde çok bekledim. Bekleyişim inanılmayacak kadar sevinçli olurdu. Dönüş yoluydu burası çünkü. Sonra peynir kokulu otobüslerin içinde, o kaba ama dehşetle yakınım olan dilin kendine has sıcaklığı... Ve işte memleket, inanamıyorum, gözlerimi açıp kapatıyorum. Ben öyle yapınca babam kızıyor, “Yine tik edinmişsin yapma öyle” diyor. Ama ben kayısı ağaçlarının, kavakların yeşilinin, dağlarımızın fo-
42 | TAVIR | OCAK 2012
toğraflarını çekiyorum, içimde biriktiriyorum. Köyümü içimde biriktiriyorum. Kuvayı Milliye Destanı’nın korkunç karakterlerini resmediyor gözlerim. Ben bu toprağın insanıyım, bu toprağı cüher* diye yedirdiler bana çocukluğumca, içim bu toprakla dolu benim. Şimdi gözlerini dikince ne görür Malatya toprağında Amerika, yoksul kondularımıza girince burnuna neyin kokusunu çeker? Yufka ekmeğe dürülü yoğurdun tadını onlara vermeyeceğim. Füze kalkanı istemiyorum. Vatanımda istediğim tek kalkan, kerpiç evlerin kokusunu korusun diyedir. Yoksulluktan yenilmezlikler yaratan ustalaların harcını korusun diye...
*Cüher: Türbelerde kutsal olduğuna inanılan toprağı yer insanlar. Bu toprağın adı cüherdir.
sinema
sinema
gerçeği tam da göstermeyen bir ayna: gelecek uzun sürer sevgi duman
Bu ülke toprakları hala kayıp evlatlarını arıyor. Bir gece vakti evi basılıp da gözaltına alınan, bir daha kendisinden tek bir haber bile alınamayan evlatlarını... Sokakta, gündüz herkesin gözü önünde beyaz otolara, beyaz minibüslere zorla bindirilerek “meçhule” götürülen ve kimbilir hangi arazilere, ormanlara, bina temellerine gömülen evlatlarını... Hala arıyor. Şimdiye dek kaybolanlara her geçen gün yeni birileri ekleniyor üstelik. Bu kayıplar yurdunda, kazılsa her bir karışı, belki yüzlerce ceset çıkaracak Kürdistan toprakları daha çok öne çıkıyor elbet Batı’ya kıyasla... “Gelecek Uzun Sürer”, ağıtların peşinde dolanan müzik araştırmacısı Sumru üzerinden, işte bu toprakların en büyük acılarından birinin üzerine parmak basmaya çalışan, ama bunu başaramayan bir film. Sonbahar ile kimi kesimlerce başarılı, ama bizce taşıdığı mesajlar ve yanlış politik göndermelerle dolu bir “ilk film” yaratmıştı Özcan Alper. Sinema dünyasının belli bir çoğunluğu tarafından gelecekte Türkiye sineması içinde hatırı sayılır bir yer alacağı düşünülen Özcan Alper, yine aynı çevrelerce “iyi bir film”’ olarak değerlendirilen Gelecek Uzun Sürer ile karşımıza çıkıyor... Özcan Alper, kimilerine göre “sanat filmi” denilen, içerikten çok biçimin öne çıktığı bir sinema diline sahip oluyor yavaş yavaş. Hayatın içinden öyküler seçiyor olsa da, kullandığı dil ve yöntem onu henüz “gerçekçi” bir kategoride değerlendir-
mek için yeterli değil. Çeşitli yönetmenlerin izleri var sinemasında Alper’in... Uzun sekanslar, lirik, edebi diyaloglar, özellikle başarılı olduğunu düşündüğümüz fotoğrafı andıran “tablo gibi” görüntüler, ona özgü özellikler olmaktan çok, tanıdığımız yönetmenlerin tanıdığımız özellikleri olarak göze çarpıyor. Ancak sekanslardaki uzunluğun yer yer abartılı bir hal aldığını, bunun filmin ritmini iyiden iyiye düşürdüğünü, kurgusal açıdan bütünlük sorunu olduğunu ve bu yanıyla filmin bir yürüme sorunu yaşadığını söyleyebiliriz. Buradan hareketle, henüz kendi sinema dilini oluşturabilmiş değil kanısındayız. Bu durum doğal elbette. Bir yönetmenin sevdiği yönetmenlerden izler taşıması ayıp karşılanacak bir şey değil. Kendi sinema dilini oluşturmak için çabalaması, kendini yenilemesi kaydıyla elbette... Bunu zaman gösterecek tabi ki. Özcan Alper sineması için tamamıyla politik sinema demek zor. Hayatın bütününün politik olduğu gerçeğini de gözardı etmemek gerekiyor. Bu nedenle hayata dair, insana dair, düzene dair bir şeyler anlatan bütün filmler, bir anlamda politiktir aynı zamanda. Bunun biraz ilerisindedir. Gelecek Uzun Sürer. Kürdistan’da yaşanan kayıpları ele alıyor ya da almaya çalışıyor. Bugüne dek pek de el atılmayan atılamayan, işlendiğinde işleyenin de başını ağrıtacak, hem de pek izleyici çekmeyecek, bu nedenle yapımcısına para da kazandırmayacak bir konu aslında bu. Yani derdi piyasa olmayan, bir şeyler anlatma kaygısıyla çekilen bir film. Ama filmin ana konusunu kayıplar meselesinden çok; bir arayış, bir aşk öyküsü oluşturuyor.
OCAK 2012 | TAVIR | 59
disine küçük bir dünya yaratıp, bohem bir yaşam sürdürecek kadar arafta bir karakter Ahmet... Bazı anlarda bir Holywood filmi tiplemesine; , bazı anlarda gerçek bir Kürt’e dönüşüyor film boyunca. Bugünkü Amed gerçeğine pek uymuyor, yani Ahmet bize biraz uzak bir karakter. Karakter seçiminde, o bölgenin analizinin tam anlamıyla yapılmadığı ortada. Oyunculuğuna gelince; kimi zaman kafa göz yaran, kimi zaman da tam tersine iyi oynayan (Adana Altın Koza’da En İyi Erkek Oyuncu ödülü aldığını hatırlatalım) bir Durukan Ordu izliyoruz... Diğer karakterler, kısa ama önemli rollerinde göze batan oyunculuklar sergiliyorlar.
Özcan Alper, sevgilisinin dağa çıkmasının ardından, kendini okuluna vermiş, yüksek öğrenimini bitirmiş Sumru karakterini, Kürdistan’da ağıt derlemeye yolluyor. İmkansız bir aşk Sumru ile dağa çıkan sevgilisi Harun’unki. Sumru politikayla öğrencilik yıllarında pek ilgilenmeyen biri. Yıllar sonra Kürdistan’da ağıt derlerken ve hala Harun’u ararken de öyle. Ama etkileniyor gerçek karakterlerin anlatımıyla yaşanan kayıplardan. Kimi eşinin, kimi kardeşinin, kimi de oğlunun elinden çekilip kör karanlıklarda kaybedilişini anlatan eş, ana, abla olan Kürt kadınlarının anlatımlarını filme çekerken, belki de o güne kadar görmediği göremediği, belki de çok farkında olmadığı Türkiye gerçeğiyle, devlet gerçeğiyle karşı karşıya geliyor. Evet etkileniyor, çünkü kendisi de Kürt halkının yaşadığı acıların, uğradığı baskıların bir bölümünü, bir Hemşinli Ermeni olarak en azından asimilasyon boyutuyla yaşamış birisi. Yine de filmin bütününde Batılı bir karakter görünümünden kurtulamıyor Sumru. O hala üniversite yıllarındaki kadar Batılı, ortadan kaybolan Kürt sevgilisini ararken. Yönetmen mi öyle istedi, yoksa Gaye Gürsel mi Sumru karakterini bizden biri yapamadı bilemiyoruz; ama durum bu, Sumru’nun oyunculuk analizinde. Diyarbakır’da iki cami arasında kalan beynamaz misali Ahmet’le karşılaşıyor Sumru. Politikayla ilgilenmiş bir dönem ama, “kafa dağıtmak” için korsan DVD satan, aslında hala ne yapacağına karar veremeyen, üstelik Diyarbakır gibi bir yerde ken-
60 | TAVIR |OCAK 2012
Kayıplara tekrar dönersek... Alper, “Bu film benim Kürt halkına borcumdu, onu ödedim. Üniversite yıllarımda benimle aynı sıralarda oturan arkadaşlarımdan çoğu da dağa çıkmıştı. Dağa neden çıkar insanlar, onu biraz anlatmaya çalıştım” diyor. Böylesine iddialı söylemin karşılığını aldığımızı söyleyemeyeceğiz ne yazık ki. Madem böyle bir konu seçiliyor, o zaman daha derinlemesine bir sorgulamayı da yapmak gerekiyor. Tespit etmek, ya da eleştirel olarak gerçeklere, doğrulara vurgu yapmak iyi bir şey ama yeterli mi? Değil! Bir tek şey bile eksik bırakılmamalı. İnsanın dilinde hemen uçup gidecek tatlar değil, yürekte ve bilinçte izler bırakmak olmalı bir aydının görevi. Gerçeği anlatmak yetmiyor; nedenleri ve sonuçları ile birlikte aktarmaktır doğru olanı! Aydının, hele de yüreği sosyalizmden yana olanların yapması gereken budur. Sanat anlayışı bu olmak zorundadır, bu söyleme sahip bir sanatçının. Adana Altın Koza Film Festivali’nde bu filmle Yılmaz Güney Ödülü alırken yaptığı konuşmada “Yılmaz Güney’e layık filmler yaparsak ne mutlu bize” diyen Alper’in Yılmaz Güney filmlerinden öğreneceği daha çok şey var elbette ki... Görüntüler, Sonbahar filmindeki görüntüleri aratmıyor. Doğu’nun da en az Karadeniz kadar insanı derinden etkileyen bir kültürü, en az Karadeniz kadar güzel dağları, ovaları, evleri, çarşıları... var. Diyarbakır’ı gidip görmek istiyor insan filmi izlerken. O Ermeni kilisesini, o dağ köyünü, çarşıdaki Kürt halkını... Yalnız Diyarbakır mı o kadar karanlık, yoksa Alper’in ya da görüntü yönetmeninin tercihi mi bu, bilemiyoruz ama filmin başından sonuna kadar bu karanlık yüklü kasvet, iç sıkıntısı sürüyor. Bir de Özcan Alper’in vazgeçilmezi “ölüm” kavramı girince devreye, insanın bu filmden alması gereke-
nin ne olduğu noktasında kafası karışmıyor değil. Sonbahar’da da bu vardı. Ölüm ve ardından hüzün. Yani karamsarlık. Umuda dair tek bir iz yoktu filmde. Sonbahar’da, hapishanede direnen bir tutsak ölüyordu filmin sonunda. İnsanları üzen bir şey elbette ölüm. Ama öyle bir anlatırsın ki ölümü, “Bir ölür bin doğarız”da anlamını bulan umut gün gibi ışır izleyenlerin gözlerinde. Öyle olmuyordu Sonbahar’da. Bu filmde de aynı duygularla ayrılıyor insan sinema salonundan. Yönetmenin tercihi bu yönde ama bizim tercihimiz böyle değil tabi. Gerçekler, doğrular ve olması gerekenlerle birlikte düşündüğümüzde, bunu bir sanatçının tercihine bırakmak doğru değildir. “Benim tercihim, benim tarzım bu. Bunu böyle kabul edin” deme lüksüne, özellikle de “ilerici” bir misyon yüklenen sanatçı sahip değil. Hele hele kayıplar gibi bir konuyu işliyorsanız hiç değil. “Yılmaz Güney sinemasına layık filmler çek-
ve mazlum olanın gözünden anlatmalı bir halk aydını... Sonuç olarak, hiç kimse el atmadığı, bedel ödeme kararlılığını göstermediği için es geçilen, yok sayılan, üzerinden atlanılan bir konuyu ele alan ya da almaya çalışan, hiç olmazsa yitip giden hafızalara yeniden bir nebze de olsa dönülmesi için bir şeyler söyleme iddiasında olan ama bu konuda çok da başarılı olamayan bir film Gelecek Uzun Sürer. Özcan Alper’in sinema yolculuğunda ikinci adım Gelecek Uzun Sürer. Bundan sonraki adımlarında feyz aldığı, ustam dediği Yılmaz Güney’e, kendi söylemiyle “layık olacağı” filmlere doğru yolculuğunu sürdürmesi dileğiyle...o
KÜNYE: Yapım: 2011-Türkiye Tür: Dram, politik Yönetmen: Özcan Alper Oyuncular: Osman Karakoç, Gaye Gürsel, Durukan Ordu, Sarkis Seropyan Senaryo: Özcan Alper
meye aday” bir yönetmen, dahasını ortaya koymalı. Sonuçları değil sadece, nedenleri sorgulamalı, nedenlere vurgu yapmalı. Didaktik film değil kastımız, kör gözüm parmağına da değil. Gerçekçilik arıyoruz biraz, sosyalist olanından tabi, Yılmaz Güney öyleydi çünkü. Öyle bir ülke ki burası, bedel ödenmeden hiçbir şey elde edilemiyor. Bunu en başta da aydınların kavraması gerekiyor. Çünkü onlar sömürge bir ülkenin, çarpık kapitalizmin hüküm sürdüğü bir coğrafyanın, faşist bir sistemin aydınıdırlar. “Demokrasi, insan hakları, düşünce ve ifade özgürlüğü” safsatalarına en başta onların “Yalan söylüyorsunuz!” diye haykırması gerekiyor. Sanatçı da bunu sanatıyla yapmalı. Sinema bugün kitleye ulaşmada en dolaysız sanat dallarından biri. Bu gücü iyi değerlendirmek, doğruyu, güzeli, insana dair olanı, iktidarın ve sistemin halka düşmanlığını, işkenceleri, kayıpları, yani kısacası tarihe tanıklığı; ama halkın penceresinden, halkın yanından, ezilen
OCAK 2012 | TAVIR | 61
62-64 haber_29-30 ellerimi tut 9/5/12 5:50 PM Page 62
haberler
haberler
"Van’ı Terk Etmiyoruz" Konseri Yapıldı
19 Aralık Anması Bayrampaa Önünde yapıldı 19-22 Aralık 2000 tarihinde 20 hapishaneye birden gerçekleştirilen ve 28 kişinin hayatını kaybettiği operasyon İstanbul Bayrampaşa Hapishanesi önünde protesto edildi. Tecrite Karşı Mücadele Platformu'nun düzenlediği anma törenine İdil Tiyatro Atölyesi de kısa bir sokak oyunuyla katıldı. “Bir Basın Açıklaması” adlı oyun, operasyon zamanı Bayrampaşa'da diri diri yakılan 6 kadını anlatırken aynı zamanda o dönemde medyanın yalan propagandalarını da teşhir ederek adalet çağrısı yaptı. o
Gelirleri Van depremzedelerine gidecek olan Grup Yorum, Kardeş Türküler ve Gevende’nin sahne aldığı “Van’ı Terk Etmiyoruz” konseri 25 Aralık Pazar günü Bostancı Gösteri Merkezi’nde yapıldı. Konserin sonunda tüm gruplar bir araya gelerek "Keçe Kurdan" ve "El Pueblo" şarkılarını birlikte seslendirdiler. Yaklaşık 3500 kişinin katıldığı konserde sık sık "Van Halkı Yalnız Değildir" “Halkız haklıyız kazanacağız” sloganları atıldı. o
"Kürt Halkıyla Dayanışma Gecesi" yapıldı Grup Yorum elemanı Seçkin Taygun Aydoğan Tutuklandı
11 Aralık 2011 Pazar akşamı Okmeydanı Sibel Yalçın Parkı'nda "Kürt Halkıyla Dayanışma Gecesi" yapıldı. Halk Cephesi'nin çağrısıyla yapılan geceye havanın soğuk olmasına rağmen "Kürt Halkımızın Üzerindeki Baskılara Son" diyen binlerce kişi katıldı. Geceye; Burhan Berken, Nurettin Güleç, Erdal Bayrakoğlu, Grup Yorum şarkı ve türküleriyle katılırken, İbrahim Karaca şiirleriyle, Çağdaş Hukukçular Derneği adına Av. Ebru Timtik bir konuşma yaparak destek verdi. Programlarının dolu olmasından kaynaklı geceye katılamayan BDP İstanbul milletvekili Sırrı Süreyya Önder ve BDP Eşbaşkanları Gülten Kışanak ile Selahattin Demirtaş'ın ise gönderdikleri mesajlar okundu. Gece boyunca halkların kardeşliğini vurgulayan ve faşizmi lanetleyen Türkçe, Kürtçe sloganlar atıldı. o
62 | TAVIR |OCAK 2012
13 Aralık 2011 sabahı Nurtepe Çayan Mahallesi’nde bulunan Nurtepe Haklar Derneği‘ne ve yine aynı yerde bulunan TAYAD’a yönelik gerçekleştirilen yasadışı polis baskınlarında onlarca insan gözaltına alınmıştı. Bu durumu protesto etmek ve dernek çalışanlarıyla dayanışmak için saldırı yapılan yere giden Grup Yorum elemanı Seçkin Taygun Aydoğan işkence edilerek gözaltına alınmış ve gözaltı sonrası çıkarıldığı mahkemece uydurma gerekçelerle tutuklanmıştır. İdil Tiyatro Atölyesi oyuncusu Bahar Ertürk de tutuklandı 15 Kasım 2011 tarihinde ifade vermek için gittiği bir mahkemede keyfi olarak tutuklandı. o
62-64 haber_29-30 ellerimi tut 9/5/12 5:50 PM Page 63
Halk Cepheliler yeni yılı umut dolu karşıladı 2011’in son gününde Halk Cephesi Okmeydanı’nda Destan Düğün Salonu’nda yeni yıl programı düzenledi.
GRUP YORUM g ü n c e Aralık: İkitelli “Birol Meydanı’ndaki mitingde Karasu Yozlaşmaya Karşı grev türküleri söyledi. Halk Şenliği”nde konser verdi. 4 25 Aralık: "Van'ı Terk etmiyoruz" konserinde 4 12 Aralık: Okmeydanı Bostancı Gösteri Sibel Yalçın Parkı’nda Merkezi’nde 3500 kişiye "Kürt Halkımızla Dayanış- seslendi. ma" Gecesinde 1500 kişiye konser verdi 4 31 Aralık: Okmeydanı'nda yapılan yılbaşı 4 14 Aralık: Vatan Em- gecesinde türküler niyet Müdürlüğü söyledi önünde yapılan oturma eylemine destek verdi, 4 8 Ocak: "Suyun Ticarmarşlar söyledi. ileşmesine Hayır Platformu"nun Mimar Sinan 4 21 Aralık: Kamu Üniversitesi'nde yaptığı emekçilerinin grevine sempozyumun sonundestek vererek Beyazıt da sahne aldı. 42
“Füze Kalkanı Değil, Demokratik Lise İstiyoruz” ve “Büyük Umutlar Taşıyoruz Yüreklerimizde Yarınlara Dair... Yeni Kavga Yılımızda Umudu Büyütmüye Çağırıyoruz” yazılı iki pankartın asıldığı geceye skeçlerin yanısıra TAYAD Korosu türküleriyle katıldı. İdil Tiyatro Atölyesi ise İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin’in korkularını anlatan bir skeç oynadı. Sahneye en son olarak Grup Yorum çıktı. Çaldıkları çifte telli, roman havası şarkılarla 7’den 77’ye herkesi sahneye oynamaya çağıran Grup Yorum'un ardından gece saat 23.30'da sona erdi.
duyurular Grup Yorum Antalya’da konser verecek Atatürk Kültür Merkezi'nde 22 Ocak Pazar günü yapılacak olan konser 19.00'da başlayacak. Konser biletleri Müzikomani ve Şark-ı Divan Cafe'den temin edilebilir. İrtibat: 0 242 243 82 33 0 554 676 75 62
Emek Sineması'nın protesto edildi
yıkılması
İstanbul Beyoğlu'nda bulunan tarihi Emek Sineması'nın yıkılmasını protesto eden binlerce kişi 24 Aralık saat 16.00'da Taksim'de yürüyüş yaptı. "Emek bizim İstanbul bizim", "Bırak alkıştan yıkılsın", "Sanat Emek ister" yazılı pankartlarla İstiklal Caddesi boyunca yürüyen sanatçılar ve Demokratik Kitle Örgütleri, Starbucks ve Demirören AVM’yi yuhalayarak protesto etti. Güvenlik görevlilerinin girişini kapattığı Demirören’in önünde oturma eylemi yapıldı.o
Grup Yorum Bağımsız Türkiye Konseri 15 Nisan’da yapılacak Geçen yıl Bakırköy’de 150 bin kişiye konser veren Grup Yorum 15 Nisan 2012’de önceki yılın iki katı bir izleyici hedefliyor. Zülfü Livaneli, Aylin Aslım, Aynur Doğan ve Nihat Behram’ın katılacağı konser ücretsiz olacak.
İdil Tiyatro Atölyesi sokak oyunu hazırlıyor Bir milyon evi yıkmakla tehdit eden iktidara karşı İdil Tiyatro Atölyesi sokak oyunlarıyla cevap verecek. İstanbul’un yoksul mahallelerinde oyun sokaklarda parklarda, semt pazarlarında oynanacak.
OCAK 2012 | TAVIR | 63
62-64 haber_29-30 ellerimi tut 9/5/12 5:50 PM Page 64
haberler
haberler
kısa... kısa... kısa... kısa.. kısa... kısa... kısa... kısa... kısa... kısa... kısa... kısa... kısa... kısa...kısa... kısa...
4Ahmet Kulaksız Viyana'da yeni kitabını n imza gününe katıldı. Avusturya Anadolu Federasyonu’nun davetlisi olarak Avusturya’nın Başkenti Viyana’ya giden Ahmet Kulaksız, yeni çıkan kitabı "Herşeyin Başladığı Yerden"in tanıtımını yaptı. 30 Aralık 2011’de Federasyon Merkezi’nde akşam saat 18.30’de başlayan tanıtımda Kulaksız, yazdığı kitabın 2000-2007 Ölüm Oruçları döneminde nelerin olduğuna, kimin ne dediğine dair küçük bir bölüm anlattığını belirterek TAYAD'lı Aileler'in bu süreçte her zaman evlatlarının haklı mücadelesini desteklediklerini ve bu direnişin içinde olduklarını ifade etti. Ardından kitabın imzalanmasıyla imza günü saat 20.00’de sona erdi. 4TKM 2. Genel Kurulu Yapıldı Trakya Kültür Merkezi Derneği, 2. Olağan Genel Kurulu’nu 11 Aralık günü yapıldı. Dernek Başkanı Necmi Uçar’ın yaptığı konuşmayla başlayan toplantıda,TKM’nin kurulmuş olduğu 2007 yılından bugüne nasıl geldiği ve çalışmaları anlatıldı. Trakya Halk Komitesi’nin başlatmış olduğu “Ergene Trakya’dır. Emperyalizmin Çöplüğü Olmayacaktır!” kampanyasına destek verdiklerini belirten Uçar, “Bizler Trakya Kültür Merkezi olarak, başta Trakya bölgesinde yaşayan halklarımızın sorunları olmak üzere, ülkemizin bağımsızlık, demokrasi mücadelesine omuz vermeye devam edeceğimizi bir kez daha söylüyoruz”dedi. Aşurenin yenildiği toplantı, Trakya Kültür Merkezi Müzik Topluluğu’nun söylediği türküler eşliğinde son buldu.
64 | TAVIR |OCAK 2012
4“Bir Zamanlar Anadolu'da”ya 11 adaylık Sinema Yazarları Derneği Ödülleri adayları belli oldu. 44. SİYAD Ödülleri'nde 11 adaylık alan "Bir Zamanlar Anadolu'da" ile birlikte "Gelecek Uzun Sürer", "Gölgeler ve Suretler", "Press" ve "Saç" En İyi Film'e aday oldu. 44. SİYAD Ödülleri, 16 Ocak Pazartesi akşamı Cemal Reşit Rey Konser Salonu'nda yapılacak törenle sahiplerini bulacak. 4Oscar ödülü satışa çıktı Yazar, yönetmen ve oyuncu Orson Welles'in 1941 yılında “Yurttaş Kane” filmiyle kazandığı Oscar ödülü satışa çıktı. Welles'in “En İyi Senaryo” dalında aldığı Oscar heykelciği, ABD'nin Los Angeles kentindeki Nate D. Sanders Auctions müzayede evi tarafından internet üzerinden düzenlenecek bir açık arttırmayla satışa sunuldu. Son tarih 20 Aralık olarak belirlendi. Oscar heykellerinin satılmasına karşı çıkan Sinema Sanatları ve Bilimleri Akademisi, daha önce ödüllerin satılması yönündeki birkaç girişimi engellemişti. 4“Tiyatro Ödülleri-2011” sahiplerini buldu Tiyatro Tiyatro Dergisi'nin organizasyonu ile gerçekleştirilen, Van Depremi nedeniyle uzun süre ertelenen "Tiyatro Ödülleri"nin 9.su 26 Aralık günü Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi'nde sahiplerini buldu. Berkun Oya "Yılın Yönetmeni" ve "Yılın Oyun Yazarı" ödüllerini alırken, "En iyi erkek oyuncu ödülü"nü Fatih Sevdi ve Ushan Çakır paylaştılar. 4Özcan Alper Hindistan'da ödül kazandı Yönetmen Özcan Alper'in ikinci uzun metrajlı fil-
mi "Gelecek Uzun Sürer", 9-16 Aralık günleri arasında Hindistan'da düzenlenen 16. Uluslararası Kerala Film Festivali'nde ödül aldı. 4“Berivan”ın gösterimi engellendi "Yılmaz Güney Film Festivali" programında yer alan "Berivan" adlı belgesel, gösterimine 1 saat kala Batman Valiliği tarafından engellendi. Valilik yaptığı yazılı açıklamada “Anayasamızın temel ilkelerine aykırı, kamu düzenini olumsuz yönde etkileyen, tarihi olayları çarpıtan, toplumda kin ve nefret düşmanlığını körükleyen ve PKK propagandası yapan unsurlar içermesi nedeniyle ticari dolaşım ve gösterime sunulması oy birliğiyle uygun bulunmamıştır” ifadelerine yer verdi. Arşiv görüntüleri eşliğinde 1992 yılında Şırnak Cizre’de 100’den fazla kişinin öldürüldüğü Newroz gösterilerini anlatan belgesel, 30. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nin yanı sıra Avrupa’nın 10’dan fazla ülkesinde de gösterilmişti. 4” Damında Şahan” Dokumentarist film festivalinde gösterildi Avukat Oya Aslan’ın yönetmenliğini yaptığı “Damında Şahan” Güler Zere Belgeseli Dokumentarist Film Festivali kapsamında gösterildi. 6-10 Aralık tarihleri arasında “Hangi İnsan Hakları” sloganıyla yapılan festivalin belgesel filmleri arasına giren Damında Şahan, 9-10 Aralık tarihlerinde izleyicilerle buluştu. Güler Zere’nin hapishanede damak kanserine yakalanması ve özgürlüğü için dışarıda verilen mücadeleyi anlatan belgesel 29 Kasım’daki ilk gösteriminin ardından 3-4 Aralık tarihlerinde İdil Kültür Merkezi’nde gösterilmişti.o
OCAK kapak.indd 3
1/9/12 8:34 AM
OCAK kapak.indd 4
1/9/12 8:34 AM