Temmuz2011

Page 1

ıssn 1303-9113 • 2011 / 07

• sayı 110

• 2.25 TL(KDV’li)

her temmuz’da yeni baştan l cenazemizi istiyoruz l halkın evliyaları l devrimin tiyatroları - 1: sovyetlerde tiyatro l



a y l ı

k

s a n a t

d e r g i s i

Merhaba

2 Temmuz’du... 1993’ün 2 Temmuz’u... Karanlığın cellatları, ta Maraş’tan, Çorum’dan beri gizlendikleri yerlerden çıkmış, yeni kurbanlarının peşine düşmüş, pusuya yatmışlardı. Sahibi Tavır Yayınları adına Bahar Kurt Genel Yayın Yönetmeni Gamze Keşkek Sorumlu Yazıişleri Müdürü Yeliz Yılmaz Yazışma Adresi İstanbul Mahmut Şevket Paşa Mah. Mektep Sk. No: 4-B Okmeydanı - Şişli - İstanbul Tel: (212) 238 81 46 Faks: 238 82 49 e-posta: tavir2007@gmail.com www.tavirdergisi.com Ankara İdilcan Kültür Merkezi Eski 1. Cadde 636. Sk. No: 207/2 Tel: 0 541 336 65 37 Hesap no (TL) 1042- 30000 596147 Gamze Mimaroğlu İş Bankası Parmakkapı/İST. Hesap no (EURO) 1042- 3010000 129062 Gamze Mimaroğlu İş Bankası Parmakkapı/İST. Fiyatı (DÖVİZ) Almanya: 5 Euro Fransa: 5 Euro Hollanda: 5 Euro Avusturya: 5 Euro İsviçre: 7.5 Frank İngiltere: 4 Sterlin Posta Çeki Hesap no Selma Altın 515 72 82 Baskı Ezgi Matbaa Sanayi C. Altay Sok. No: 10 Çobançeşme / İstanbul Tel: (0 212) 452 23 02 Yayın türü: Yerel Süreli

Onlar pusudayken, bu ülkenin en aydınlık yüzleri; Pirlerini, kendilerine zalime direnmeyi, teslim olmaktansa onurlu bir ölümü tercih etme mirasını bırakan Pir Sultan’larını anmaya gelmişlerdi o iki yüzü olan kente. Bir yüzü Pir Sultan’dı o yüzün; öbür yüzü Hızır Paşa... Bir yüzü dost, öbür yüzü katil... Bir yüzü direniş, öbür yüzü katliam... Semah döne döne Madımak’a geldiler. Bu ülkenin, bu halkın aydınlarıydılar. Kerbela’nın, İmam Hüseyin’in direnen ruhuyla karşı koydular gericilerin, faşist katillerin saldırısına. Semahla direndiler, inançla direndiler... Katıldıkları son cemdi bu direniş. Artık onların cemi direnişti. Döne döne semaha durdular yeniden. Alevler içinde, dumanlar içinde. Tam 33 kez döndüler, döndüler, döndüler... Ve semah durdu. Yanan bizdik, kavrulan biz. Bizimle birlikte yakılmak istenen bu ülkenin en aydınlık yüzüydü. Umudumuzdu, yarınımızdı... Kardeşi kardeşe düşürmek egemenlerin düşüdür. Birlik olmak da halkın. Korku, yılgınlık yaymak egemenin işidir. Korkunun, yılgınlığın üzerine ölüm pahasına yürümek, cesaretle direnmek de halkın... Sivas’ın ateşi hala yanıyor. Ölü canlarımızın külleri hala savruluyor vatan toprakları üzerinde. 33’lerin küllerine ant olsun! Hesabın mahşere kalmadığı günlerin mutlaka yaşanacağına dair sözdür çakmak çakmak gözlerimiz. Sözdür göğe kalkmış yumruklarımız. Sözdür hançeremizi yırtan haykırışlarımız... Yananların ahı yerde kalmaz; kısa çöpün uzundan alacağı kalmaz! Yanmış, kül olmuş cesetlerimizin üzerinde tepinenler, Madımak’ı unutkanlığın girdabında boğmak için çırpınanlar, halkın hafızasını unutkanlıkla sakat belleyenler, bu ülkedeki zulmün sahipleri bilsinler ki hafızamız dem tutmasını bilir ateşsiz, ısısız. Unutmak ihanettir! Sorulacak hesabı defterden silmek onursuzluk!.. Onurumuza, bize bu onuru miras bırakanlara da ant olsun ki; yüzleri hiç kaybolmayacak gözlerimizin önünden. Semahları hiç bitmeyecek. Onların öfkesiyle dönecek, dönecek, dönecek... Bir sonraki sayımızda görüşmek dileğiyle... Dostlukla...


İÇİNDEKİLER

07/2011

3 7 10 12 14 16 17

21 24 26 30 35

MAKALE mehmet esatoğlu her temmuz yeni baştan MAKALE ümit ilter yarın artık bugündür DENEME paluri arzu kal demirçi bir gün bir adamla tanıştım ANI hüsnü yıldız cenazemizi istiyoruz MEKTUP semiha eyilik sevgili güler ŞİİR victor jara ırgat için dua MAKALE ümit zafer idealizmin yeni elbisesi: postmodernizm ÖYKÜ neslihan kale vitrinlerden sokağa ŞİİR demet büyüktanır gölgeler MAKALE fethiye gönenç çocuklara dair BİYOGRAFİ ümit zafer halkın evliyaları DENEME sevda yağmur anka kuşu

39 43 44 46

51

56 57 60 62

ÖYKÜ demet büyüktanır umudun adı ŞİİR serkan sezgin harf harf seviyorum sizi ŞİİR mahmud derviş filistinli sevgilim ARAŞTIRMA eren buğlalılar devrimin tiyatroları-1: sovyetlerde tiyatro BİYOGRAFİ aydın anık ütopyasının peşinde koşmak: tomassa campanella ŞİİR kemal özer ömrü kısa kelebekler SİNEMA sevgi duman “bir ayrılık” SİNEMA sevgi duman “tehlikeli yol” HABERLER

KAPAKLAR ön kapak: tavır ön iç kapak karikatür : xiaoqiang hou/çin arka iç kapak tablo: diego rivera arka kapak kolaj: yürüyüş


makale makale

her temmuz yeni baştan mehmet esatoğlu

Sıvas kıyımının üzerinden on sekiz yıl geçti. 1993 Haziran’ının son günleri güle oynaya Sıvas’a gitmiştiler. Başta yazar Asım Bezirci olmak üzere seksenin üzerinde aydın sanatçı, bilim insanı, gençlerimiz çocuklarımız. Gidenlerden otuz beşi geriye dönemedi. Alçakça bir saldırıyla yakıldılar. Asım beyin cenazesi başında İstanbul’un Kabataş meydanına toplanmış binlerce insana yazar Yaşar Kemal şöyle soruyordu. “Dünyada otuz beş sanat insanını yakmış başka bir millet var mıdır acaba?” O gün İstanbul’da iki yüz bin kolkola verdi ve yürüdü. Faşizme karşı öfkesini haykırdı. Kimdi bu yakılanlar? Kimdi bu ölenler? İçlerinde bilge sanatçılar da vardı. Gençler ve küçücük çocuklar da. Bir kente kültür-sanat etkinlikleri götürmüşlerdi. Yazarlar konuşmalar yapacak, kitaplarını imzalayacaklardı. Tiyatro ekipleri oyun gösterileri yapacak, ozanlar dinletiler sunacaktı. Gençler semah dönecekti. Çeşitli konularda paneller yapılacaktı. Fotoğrafçılar, karikatürcüler de vardı içlerinde. Onlar da sergiler açacaktı.

TEMMUZ 2011 | TAVIR | 3


Sıvas diye yola düşenlerin güncelerinde şöyle yazıyor: “Bir yaz gecesi yollara düştük. Üşüdüğümü hatırlıyorum. Sıvas’a vardım. Çifte Minare, Gök Medrese, Buruciye. Sıvas’ta şenlik var. Türküler söyleniyor, şiirler okunuyor, kitaplar imzalanıyor. Fotoğraf, karikatür sergileri açılıyor. Semah, tiyatro, paneller, söyleşilerle uzayıp gidiyor program. Bir aydınlanmış, bir karamış koca bir Sıvas tarihi ardımızda, önümüzde. 30 Haziran akşamı yeryüzünün, ülkenin dört bir yanından Sıvas’a yolculuk var. İnsanlar akıyor Sıvas’a doğru. Yazarlar, çizerler, düşünürler...

ca hınç dolu. Saat 14.00 Buruciye medresesinde yirmiden fazla yazar-şair okurlarıyla söyleşecekler. Her masada öbek öbek insanlar, selamlaşmalar, gülümsemeler, gülüşmeler, kahkahalar. Her yanda ışık ışık insanlar. Bir yanda ışık öte yanda karanlığın içinde fısıltılar. İşte o fısıltılar 2 Temmuz 1993 günü büyüdü çığ oldu. Kışkırtılmış bir kalabalık adını bilmediği, yüzünü görmediği seksen insanı ateşe verdi. Bunlardan otuz beşi yanarak öldü. Geriye kalanlar kurtuldu. Ama on sekiz yıldır Sıvas acısıyla yaşıyorlar.

Metin Altıok geçiyor, Burhan Günel, Behçet Aysan, Nesimi Çimen, Prof. Cevat Geray, Hidayet Karakuş, Ali Yüce geçiyor, Lütfiye Aydın, Ali Balkız, Asaf Koçak, Zerrin Taşpınar, genç kızlar, delikanlılar, çocuklar... Sıvas’a dört bir yandan geliyorlar. Avuçlarında ışığı taşıyarak.

Şair Zerrin Taşpınar o günlerde yaptığı bir konuşmasında şöyle söylüyor: “Sıvas katliamı bizim yaşamımızı ikiye böldü. Yangından önce ve yangından sonra”

Yolda durduruyorlar:

Ülkemizin yetiştirdiği en önemli şairlerden Metin Altıok bir yazısında şöyle anlatıyor geçmişini:

Sıvas’ta yitirdiğimiz sanatçıların her biri ayrı bir değerdi.

- ” Duur! Yozgat- Sıvas yolu bozuk” - Aaaaaa….

“Ben Metin Altıok. 14 Mart 1941’de, Bergama’da doğdum... Yitik uygarlıkların gizini kattım şiirime... Hiç bir güzellik unutulsun istemedim.

- Olsun. Biz de toprak yoldan gideriz”. Çevre yemyeşil.. Sabahın ilk saatlerinde o saf dünya güzelliği hepimizi büyülüyor. Her yerden yaşam fışkırıyor. Her indiğimiz yerde yüzümüzü yıkıyoruz, soğuk sular içiyoruz. Şarkışla’dan geçerken güneş doğmuştu. Aşık Veysel’in köyü neredeydi? Deniz Gezmiş’in yolu Şarkışla’nın neresine düşmüştü?. Geldik buyur edildik Madımak Oteli’ne. Madımak Sıvas’ın simgesi olmuş bir bitkinin adı. Ne güzel ad koymuşlar”.

Sürekli olanı aradım dizelerimde. Şiirimle yaşadım, çizgilerimle var olduğum kadar...Uzun bir yolculuktu ömrüm. Bazen yerleşik bir yabancıydım gittiğim yerlerde, bazen kendine sürgün... bir sözcüğün ardından günlerce koşturan bir şairdim çoğu kez. Kendimi kanattım en çok... Sorular sordum size: Deşin diye içinizdeki gizi. Yoklayın, nedir yüreğinizdeki süveyda?” Altıok kendi özgün dilini var etmiş önemli bir sanatçıydı. Kendi konumunu bir şiirinde şöyle tanımlıyordu: Sorular sordum / Sormamam gereken / Kendime bir / Kefen biçtim / Kendi tenimden.

Yazar Aziz Nesin’in güncesinde ise şunlar var: “Sıvas’a geleceğim gün havaalanında sağa sola bakarken bir kitap arıyordum. Kitap yerine daha değerli olan Asım Bezirci ile karşılaştım. Pir Sultan’la ilgili kitap sordum. Çantasını açtı kendi kitabını verdi bana. Onun kitabından öğrendiklerim ve kendi eski bilgilerime dayanarak aktarmak istiyorum. Pir Sultan Abdal. Bu Abdal adı nereden geliyor. Etimolojik olarak Abdal gezgin dervişlere verilen ad. Anadolu’da çok Abdal var. Ama bizim aptallar gibi değil. Yani yüzde 60 aptallar gibi değil”. 1 Temmuz 1993 saat 10.00. Caddeler şenlik afişleriyle donatılmış. Herkes sokaklarda.. Şenlik başlıyor. Kültür merkezi hın-

4 | TAVIR | TEMMUZ 2011

Madımak Oteli’nin dışında “yak” diye bağıran kalabalık farkında bile değildi bu dizelerin. Zorlu yoksulluk koşullarda yaşıyordu o kalabalık . Kendisini aç ve yoksul yaşatanların kışkırtmasıyla kendisi için eşit ve özgür bir dünya düşleyen sanatçıları ateşe veriyordu. Ateşe verilenlerden biri de Doktor Behçet Aysan’dı. Aysan hem bilimle hem de edebiyatla uğraşırdı. O da şöyle anlatıyor bir yazısında kendini. “Ben Behçet Aysan... Doğumum 1949, Ankara... Şair bir babanın oğluyum... Kendimi bildim bileli, insana karşı olan her şeyle savaştım. Örgütlenmenin ve direncin şairiyim. Her zaman dingindim bu yüzden... toplumu sorguladım bir yaşam boyu. Duyarlılığımı kattım gözlemlerime.


Çerkes artık Kardelen'e girerken "Bizden kimse var mı?" diye sormuyor. Bahçedeki yirmi bir nolu masa artık hep boş. Dostlarınız karanfillerle fesleğenlerle donatıyorlar. Onlara "Uğur'un Erdal'ın dostları merhaba, hoş geldiniz" demek istedim, masaya yaklaşamadım; hıçkırıklara boğuldum.

İnançlarım uğruna gözükara, serdengeçti biriyim. 12 Martta tutuklanmam bundandır. Şiir, yaşam içindi bana göre. Dostluk ve barış için..”. Faşizm yetmişli yıllarda birer ikişer insanlarımızı yok ederken Aysan “Kanlı Zambak” şiirinde şu dizeleri yazıyordu: “onu vurdular, gözümle gördüm onu / ak bir zambağa binmiş / gidiyordu / zambak dur, sana da bulaştı kan.” Aysan; edebiyata sanata düşkünlüğü kadar mesleğine de bağlı bir bilim adamıydı. Madımak Oteli’nde yangından kurtulmuşken fenalaşan bir çocuğun durumuyla ilgilenmek üzere geri döndüğü ve o anda yandığı anlatılır. Yanan şairler içinde bir de Uğur Kaynar vardı. O da bir yazısında şöyle anlatıyordu kendini: ”Ben Uğur Kaynar... Sıvas’ın Zara ilçesinde doğdum 1956’da... Bir sürgünler kentiydi Zara. 14 yaşımda annemi yitirdim ve Zara’dan sürgün ettim kendimi. Yabancı bir Ankaralı olarak yaşadım sonra. İlk kızımın doğumunda tutukluydum…Yaşam biçimim yansıdı şiirlerime. Dostlarımla ne kadar içtensem, öyle doğaldır dizelerim.” Kaynar bir şiirinde ölüm kavramıyla şöyle hesaplaşıyor: “Sen ey denizin oğlu / deli rüzgâr / batık gemi / İnsan azıya aldı mı gemi / Aşkın gümüşten oltasına takılı / sudan yeni çıkmış balık gibi / güneşin altındayken ölmeli / ölmek yeter mi” Birbirleriyle yakın dost olan Metin Altıok, Behçet Aysan ve Uğur Kaynar’ın ardından dostları şu satırları yazdı: “Sizler, evet sizler Dalton kardeşlerdiniz(!). Neredeyse her akşam, Ankara Konur sokakta Kardelen' de buluşur, birbirinize yarenlik eder, çevremizdekileri gülmekten kırıp geçirirdiniz. Yaşam dolu, güzellikler zinciriydiniz. Çerkes'i bize yadigar bıraktınız, dumanlarla birlikte göğe uçtunuz.

Sıvas'a gitmemiştiniz henüz, öğlen saatleri mimar dostlarınızdan biri merdivenlerden bahçeye çıktı, sizi görünce "Lan oğlum on beş gün önce geldim yine buradaydınız, sizin hiç eviniz yok mu?" deyince, imdadınıza yetişip, " o masanın tapusunu onlara verdim" dediğimde gülüşmüştük. Aynı arkadaş sizleri uğurladıktan sonraki günlerde yine Kardelen bahçeye geldi ve ben masamdan kalkamadım, “Hoca, onlar artık yok, gittiler” dedim. Masanıza baktık fesleğenler hüzünlüydü, zira sizler ellerinizle onları okşamıyordunuz.” Sıvas’ta yitirdiğimiz değerler içinde Asım Bezirci’nin yeri bir başkadır. Yetmiş kitap yazmış bir edebiyat araştırmacısıydı Bezirci. Ülke insanının, sanatçısının her yazdığı satır önemliydi onun için. Yeni başlayanından ustalara her yazarın, şairin yazdıklarından dosyalar hazırlardı. Evindeki kütüphanenin bir kısmı bunlara ayrılmıştı. Yazarın ürünleri ona ve yapıtlarına ilişkin değişik gazete ve dergilerde çıkan yazılar, kendi değerlendirmeleri bu dosyanın içinde yer alırdı. Öylesine titiz dosyalar hazırladı ki bazen evine konuk gelen yazar ya da şair kendi dosyasını görmek isterdi. Şair Kemal Özer kendi dosyasını incelediğinde kendisinin bile bilmediği bir dolu eleştiri ve değerlendirme yazısını bu dosyada bulduğunu anlatırdı. Profesör Server Tanilli Bezirci’nin ardından şöyle yazıyordu. “Asım Bezirci, Nesimi Çimen, Hasret Gültekin uzayıp giden bir acılar listesi. Vahşetin aramızdan koparıp aldığı bu insanlar arasında Asım Bezirci en yakından tanıdığımdı. Yazdığı kitaplar üst üste daha şimdiden bir insan boyu aşmış, bu yorulmak bilmez araştırıcı, bu kültür ve gerçek tutkunu bu edebiyat ve sanat aşığı artık aramızda yok. O dev eser sütununa bakıp Pir Sultan Abdal gibi dediğim şu oluyor; “Kul olayım kalem tutan eline”

TEMMUZ 2011 | TAVIR | 5


Mahkemeler garip kararlar vererek (evrak eksikliği bile gerekçe oldu) katliama katılmış bir dolu insanı serbest bıraktı. Hiçbir kurum bu olayların doğru dürüst takipçisi olamadı. Bir kesim olayları sadece Alevilere yapılmış bir saldırı olarak sundu ve bu durumdan nemalanmanın yollarını yarattı. Sıvas olayları üzerine onlarca değerlendirme yapıldı. Kimi alevi-sünni çatışmasını öne çıkardı, kimi laiklik olgusunu. Etkinliğin düzenleyicilerinden Ali Balkız’ın Pir Sultan Abdal Dergisi’nde o günlerde yazdıkları ise şöyle: “Devlet bilincimiz bulanırsa, daha çok Sıvas’lar yaşarız. Devletin sınıfsal özünü bir an bile göz ardı edersek daha çok yakılırız. Biz Sıvas’a giderken düşünmedik mi sanki bize sataşılacağını. Ama hemen şunu da düşündük: Biz oraya savaşmaya gitmiyoruz ki, şenliğe gidiyoruz. Söyleşmeye konuşmaya, semah dönmeye gidiyoruz. Üstelik devlet bize para verdi, Kültür Bakanı açılış konuşmasını yapacak, Vali konuşacak. İl Kültür Müdürü Tertip Komitesi üyesi, devletin mekanlarını kullanıyoruz… Sıvas’a gitmeyen ama katliamın acısıyla yitip giden bir yazarımız var o da Rıfat Ilgaz. Ilgaz o günlerde çeşitli rahatsızlıklarla boğuşuyordu. 2 Temmuz günü olayları önce öğrenemedi. Çünkü can dostu Asım Bezirci de oradaydı. İlk gün kimlerin ölüp ölmediği belli değildi. Yakınları ondan olayları sakladılar. Sonunda olup biteni öğrendi. Bir zamanlar aynı semtte yaşarken biraz daha uzak bir yere taşındığını öğrenince üzüntülere boğulduğu Asım Bezirci ölmüştü. Haberi alınca yıkıldı. “Artık yaşam yalama oldu” dedi Ardından şu satırları yazdı: “Asım Bezirci bizim için yıllarca çalışıp kitaplar yazan değerli bir yazar. Yazar, kitapları yalnız kendisi için yazmaz. Kitaplar birer sevgi derlemeleridir. Asım aylarca günlerce benimle yattı-kalktı. İyi günlerimde güldü, hapishanelerle kelepçelerle ağladı. Türkiye’de yaşama da ölüme de inanılmıyor. Asım Bezirci yaza yaza kayboldu gitti işte. İnsanca yapabileceğimiz tek şey şimdi Asım’ı saygıyla anmak.” Sıvas olaylarının hesabı doğru dürüst sorulamadı. O günlerde Cumhurbaşkanı’ndan düzen partilerinin yöneticilerine, medya yöneticilerine ortak bir koro, otuz beş insanın diri diri yakılmasının ardından “tahrik” gibi açıklamalarla katliamı akladılar.

6 | TAVIR | TEMMUZ 2011

Üç-beş çapulcu gelir kapımızda ürerse devletin polisi var, jandarması var, çıkar kovalarlar olur biter. İşte bu düşünce ve anlayıştı bizi yakan. Devlete güvenmenin faturasını ağır ödedik.” Bizlerse Sıvas’ta yitirdiklerimizin yokluğuyla biraz daha çölleşmiş bir dünyada bulduk kendimizi. Asım Bezirci gibi bir edebiyat ustasından mahrum kaldık. Metin Altıok, Behçet Aysan ve Uğur Kaynar’ın dizeleri yarım kaldı. Aşık Nesimi Çimen, Hasret Gültekin, Muhlis Akarsu gibi saz sevdalıları, Mehmet Atay ve Erdal Ayrancı gibi fotoğraf ve film sevdalıları, tiyatro sanatçıları Muammer Çiçek, Sait Me tin kim bilir neler üreteceklerdi? Gençlerimiz Yeşim Özkan, Nurcan Şahin, Murat Gündüz (Bir kamyon kitabı Sıvas’a taşıyan bir emekçi), Handan Metin, Ahmet Özyurt, Huriye Özkan, İnci Türk, Özlem Şahin, Yasemin Sivri, Asuman Sivri, Sehergül Ateş, Gülender Akça, Gülsün Karababa, Serkan Doğan, Belkıs Çakır, Menekşe Kaya, Koray Kaya, Serpil Canik ülkelerine kimbilir ne güzellikler katacaklardı? Muhibe Akarsu’nun, Hollandalı Carina Thuıjs’un kimbilir ne düşleri vardı? Onsekiz yıl oldu Sıvas’ı unutmadık. Anlatıyoruz, anıyoruz, kavgasını veriyoruz. Kim bilir belki biz unutmadıkça kavgayı sürdürdükçe onlar da bu kavganın içinde yaşıyorlar. o


makale makale

yarın artık bugündür ümit ilter

“Bende sığar iken cihan Ben bu cihana sığmazım” (İmadeddin Nesimi)

“... ‘Şimdiki an’ın içindeki yarını yaşayıp yaratmanın en somut ve sade hali, halkın Mahir halidir. Elbette, kimileri ‘şimdiki an’ın korkusuna, bozgununa, yozluğuna yenilebilir. Hayat denilen müthiş kavganın Mahirler'i ise, kazanır bugünden yarının zaferini. Ki tarihin çağrısıdır bu: ‘Şimdiki an’da yarını yaratmak... Bireyciliğin, bencilliğin ayyuka çıktığı bu yoz zamanlarda, kolektivizmde ısrar etmek gibi...”

1. Her şeyin bir genişliği, bir yüksekliği, bir de uzunluğu vardır. Bu üç boyutun ötesi ise zamandır. Zaman, dördüncü boyut sayılır. Ki her dünyanın zamanı da kendine hastır. Elbette, Einstein haklıdır ve zaman izafidir. Zaman, iki türlü algılanıp yaşanabilir: Takvime ya da tarihe göre... Mesela şöyle: Gergin bir tartışmanın içinde, delikanlı, bir an durdu ve sordu babasına: “Peki ama, yarın devrim olacağını bilseydin, yine karşı çıkar mıydın kararıma?” Cevap şu oldu: “Hiç öyle şey olur mu evladım, o zaman yaparsın tabii...” Delikanlı o sabah evden ayrılır ve baba, bu işe şaşırır. İki farklı zaman ve değer ölçüsü söz konusudur burada. Birisi, takvime göre; diğeri, tarihe göre algılamaktadır “yarın”ı. Babaya göre, yarın, bir sonraki gündür. Delikanlıya göre, kazanılacak gelecektir. Takvim ve tarih, menfaatçilik ve fedakarlık, iki ayrı dünyanın değer ve zaman ölçüsüdür. Delikanlı için, yarın, bugünden başlamıştır. Eş deyişle, yarın, şimdiki “an”ın içinde yaratılır. Delikanlı için takvim değil, tarihtir esas olan. Ve işte bu yüzden, “yarın”ın bir gün mutlaka geleceğine inancı vardır. Peki ama ne zaman?

TEMMUZ 2011 | TAVIR | 7


alıcı muharebelerini görecek kadar yaşamayabiliriz.” diyordu sürgündeki Lenin. 1917 Ocak'ında Zürih'teki ana dili Almanca olan bir grup gencin toplantısında. Bunu, devrimin her şeye rağmen kaçınılmaz olduğunu tartıştıktan sonra söylüyordu. “Avrupa, devrime gebedir” diyordu. “Avrupa'da gelecek yıllar, tam da bu yağma savaşı nedeniyle, proletaryanın önderliği altında halk ayaklanmalarına yol açacaktır...” (Halkların Dünya Tarihi / Chris Harma / Syf: 401 / Yordam Kitap) Lenin kahin olmadığı için takvimsel zamanını bilemiyordu ama tarihsel kesinliğinden emindi “yarın”ın. Ki 1917 Ekim'inde “yarın”a ebelik yapan da kendisi oldu... 3. Yarın, takvime göre, gelmekte olan sıradan bir gündür sadece. Bir sonraki gündür. Zamanın patinaj yaptığı birer takvim yaprağıdır. Tarihe göre ise, yarın, emekçilerin Bolşevik ellerinde yaratılan yeni bir hayatın adıdır. O delikanlı, işte bu hayata yani “yarın”a inanıyordu. Lenin ve bütün zamanların tarihsel delikanlıları gibi. Cevap malumdur: Yarın... Peki ama yarın ne zaman? Başa döneriz yine: O ihtiyar için, yarın, takvime göre ertesi gündür. Delikanlıya göre, yarın, tarihin kaçınılmazlığı olarak “Bir gün mutlaka”dır... 2. Ne diyordu A. Huxley: “Keşfedilmemiş hiçbir yer kalmadı. Keşfedilmemiş zaman var...” Yarın, zamanı keşfetmektir. Ve bu keşfin ilk adımı, yarına inançtır. Lenin, bir kahin değildi. O, yarına inanmış Yeni İnsan'dı. Evet, “yarın”a inanır, çünkü tarih bilinciyle donanmıştır. “... Eski kuşaktan olan bizler, gelmekte olan devrimin sonuç

8 | TAVIR | TEMMUZ 2011

Gerisini de György Lukacs söyler:... Oportünistlerin liderleri Bolşevizmin, devrimci Marksizmin köklerinde yattığı söylenen ‘dinsel inanç’tan -tıpkı küçük burjuva özgürlükçüleri gibialay edercesine söz ediyorlar. Bu suçlamalarda kendi iktidarsızlıklarının suskun itirafı yatıyor. İçlerini kemiren kuşku illeti serinkanlı ve nesnel ‘bilimselliğin’ kibar mantosunu boş yere sarınıp duruyor. Aralarındaki en iyilerinde bile her söz, her tavır umarsızlığı açığa vuruyor; kötülerinde ise içlerindeki boşluğu, yani proletaryadan, onun yolundan ve çağrısından kopmuşluğu. İnanç dedikleri ve ‘din’ diye niteleyerek aşağılamaya çabaladıkları şey ne fazla ne eksik ama kapitalizmin çökmekte olduğuna dair kesinliktir; proletaryanın zaferi -eninde sonunda- kazanacağının kesinliği. Bu kesinliği belgeleyecek “maddesel” hiçbir garanti olamaz. Bunu ancak yöntem diyalektik yöntem- garanti edebilir. Ve bu garantiyi deneyip sınayabilecek olan da ancak eylemdir, devrimin kendisi, devrimin yolunda yaşamak ve de ölmektir...” (Tarih ve Sınıf Bilinci / G. Lukacs / Syf: 105 / Belge Yayınları)


“Yarın”a inanmak, teorik bir kabul değildir sadece. Ki “yarın”ın kesinliğinin pratiğinden uzak durmak, “yarın”a inançsızlıktır aslında. Çünkü, yarın, teori ve pratiğin birliğinden doğabilir ancak. İşte bu yüzden, “yarın”ın harcında verilen emek, ödenen bedel vardır. G. Lukacs, devam eder: “... Teori ve pratiğin birliği sadece teori için değil, pratik için de söz konusudur. Proletaryanın bir sınıf olarak bilincini, ancak mücadele ve eylemlerle fethedip, öyle koruyabileceğini, kendi kendisine -nesnel olarak verilentarihsel görevin düzeyine ancak böyle çıkarabileceğini gördük. Aynı şekilde parti ve bireysel mücahitler de kendi teorilerine, ancak bu birliği kendi pratiklerine aktaracak duruma geldikleri zaman, malik ve sahip olabilirler. Dinsel dedikleri inanç, tarihsel sürecin tüm geçici yenilgi ve tepkilere rağmen bizim eylemlerimizde ve eylemlerimizle gerçekleşeceğine inanmaktır...” (Age.) Anlatılan, yarının engebeli yolunda adım atmanın, eş deyişle “şimdi”yi “yarın”a, bilgiyi hayata, teoriyi pratiğe çevirmenin sırrına dairdir...

içinde olduğunu bilir. Ve işte bu bilinçtir ki, kendisini, eğilmeyen boyunların üstünde taşıyanları Mahir eyler. “Şimdiki an”ın içindeki yarını yaşayıp yaratmanın en somut ve sade hali, halkın Mahir halidir. Elbette, kimileri “şimdiki an”ın korkusuna, bozgununa, yozluğuna yenilebilir. Hayat denilen müthiş kavganın Mahirler'i ise, kazanır bugünden yarının zaferini. Ki tarihin çağrısıdır bu: “Şimdiki an”da yarını yaratmak... Bireyciliğin, bencilliğin ayyuka çıktığı bu yoz zamanlarda, kolektivizmde ısrar etmek gibi... “Akıllı solcular”ın düzen içinde tapulu yer aldığı bu yoz zamanlarda, geleceğin sarp yolunda adım adım yürümeye devam etmek gibi... “Hiçbir şey için ölmeye değmez” diyerek çürüye çürüye yaşamanın vaaz edildiği bu çağ yangınında, “Bir canım var feda olsun halkıma” diyebilmenin onurunu yaşatmak gibi... Ki yanan “şimdiki an”ın kendisidir ve aydınlanan “yarın”dır, o delikanlıların yüzünde ve yüreğinde. Ve 122'lerden Gülay Kavak, yola çıkarken sordu: “Bizden geriye ne kalacak?” Cevabı alnındaki yıldızdı ve Gülay ve Selma ve Sergül ve cümle canlar 1 Mayıs'taydı. Gördünüz mü, yaşıyorlardı... o

4. Ne diyordu Dayı: “İnanç, bilgi ve gerçeğin birleştiği bir duygu yoğunluğudur...” Öyledir ve bu inanç, tarih ile gelecek arasına köprü kuran yegane güçtür. “Şimdiki an”ı, yarın denilen deryanın damlasına çeviren de budur. Tam da bu nedenle, yarın, ziyadesiyle bugündür. Sırasıdır, konunun felsefi açılımını G. Lukacs'tan dinlemenin: “... Oluşma aynı zamanda geçmiş ile gelecek arasında dolayım rolünü oynuyor; ama somut, yani tarihsel geçmiş ile yine somut, yani tarihsel gelecek arasında... Somut anlamdaki Burası ile Şimdi bir süreç halinde eriyince artık zamanın sürekli, elle dokunulmaz bir anı olmaktan çıkıyor, uçuşup giden bir dolayımsızlık olmaktan kurtuluyor; tam tersine en derin ve en dallı budaklı dolayımın odaklaştığı kararın odaklandığı, yeni'nin doğduğu an haline geliyor. İnsan, çıkarlarını geçmişe ya da geleceğe -düşünerek seyreder gibi (kontemplatif)- yönelttikçe bunların ikisi de yabancı birer varlık halinde kemikleşip kalırlar. Ve özne ile nesne arasına şimdiki an dediğimiz o aşılması imkansız “ tehlikeli uçurum” yerleşir. Oysa insan ‘şimdiki an’ı bir oluşma olarak kavrayabildiği zaman; yani insan o ‘an'a özgü diyalektik çelişkilerden hareket ettiğinde, kendisine geleceği yaratma imkanı da sağlayacak olan eğilimleri yine orada, ‘şimdiki an'da görebildiği zaman, ‘şimdiki an'da oluşmanın ‘şimdiki an'ı haline gelir, insanın kendisinin ‘şimdiki an’ı olur. ‘Şimdiki an'ı somut bir hakikat halinde görmek ancak geleceği yaratmayı üstlenen ve isteyenlerin yeteneğindedir...” Age / Syf: 307) İşte o delikanlı, bu hakikatin farkındadır. Geleceği yaratmayı üstlenen ve isteyenlerden olduğu için, “yarın”ın “şimdiki an”ın

G. Lukacs

TEMMUZ 2011 | TAVIR | 9


deneme deneme

bir gün bir adamla tanıştım paluri arzu kal demirçi

"İnsan hayatının hiçe sayıldığı, kendinden olmayanın değersiz görüldüğü, barışın ve kardeşliğin önemsiz sözcükler, insanın en değersiz şey olduğu ülkede yok olan sen, yok olan ben, yok olan sevgi, yok olan zaman, yok olan insan, yok olan... yaşam !”*

Umay : Yavrum, bu yıl 6 yıl mı bitti 7 mi? Arzu

: 6 yıl bitti Umay

Umay : Bitsin bakalım… Arzu

: ………….

Bitiyor Umay, yıllar bitiyor da içimizdeki acı hiç bitmiyor. En zor zamanlarımızdı onlar, o altı ay. Cihangir’de bir evde verilen yaşam mücadelesi, hayata tutunma sınavı. Bir de ayakta kalma, onun yanında güçlü olma ve ona üzüntünü belli etmeme. Bir insanın hayatta kalma savaşında dostlarıyla ördüğü bir dünya. Bazen çok neşeli, bazen ölüm sessizliği. Bir anda dağıtırdın o kasveti. Senden güç alırdı Umay, senden güç alırdık. Nasıl kızardı bize değil mi? “Kazım ve kadınları” diye dalga geçerdin sen Umay. Hepimize karışır dururdu. O uyurken mutfaktaki sohbetlerimizde “Gönlüyle” haber yollardı, “En çok Arzu’nun sesi geliyor, döveceğim onu” diye. Hemen ardından da “Ya küser de giderse” diye şaka yaptığını açıklardı. Küser miydim, gider miydim hiç? Ailem, arkadaşlarım tatlı sitemler ettiklerinde “O bir iyi olsun, bir sene gitmeyeceğim yanına, hep sizinle kalacağım” derdim. O bir iyi olsun… Hepimiz inanmıştık bizimle kalacağına. Belki de başka türlüsünü düşünmek istemedik diyorum şimdi. Bir tokat gibi çarpmıştı suratıma, bir gün “Arzu, Kazım ölüyor” deyişin. Kol-

10 | TAVIR | TEMMUZ 2011


meden hayata tutunmak için verdiği mücadele ve o kocaman yüreğiyle, bu dünyadan bir adam geçti. Arzu: Bir gün bir adamla tanıştım bütün hayatım değişti. Kazım: Ona kitap derler… O gün mütevazılıkla bunu kabul etmek istememişse de, ben yine tekrarlıyorum, bir gün bir adamla tanıştım ve bütün hayatım değişti.

tuğa yığılıp kalmıştım. “Hayır, tedavi sürüyor, otlar kaynatıyoruz, hatta reiki bile yapıyoruz, olmadı yurtdışında başka hastanelere gideriz belki”... “Niye öyle bakıyorsun Umay?” Yaramaz çocukları severdi ya, kendisi de onlardan biriydi. Muhalif, soran, sorgulayan, işte o koca burnunu her şeye sokan... Devrimle ilgili sözlerindeki gibiydi aynı, hani sokakta yürüyüşü bile bir başkaydı, insanlara davranışı, onlarla diyaloğu... Sanatçı(!) olduğu iddiasıyla yanına kimseyi yaklaştırmayanlara inat konser sırasında kulise alınmayan dinleyicileri için “Siz kimi kimden koruyorsunuz? Onlar benim arkadaşlarım, nasıl yanıma gelmelerine engel oluyorsunuz?” diyen; tedavi sürecinde doktorların tavuk ya da hindi eti yeme önerisine “İnsan arkadaşını yer mi?” diyerek karşı çıkıp ısrarlarımız üzerine “Ben hiç hindi görmedim, onunla tanışmıyoruz” diyerek en azından hindi yemeye ikna edebildiğimiz... Kendisi ağrıdan kıvranırken çaresizlik içinde yüzüm düştüğünde “Seni kıracak bir şey yapmadım değil mi?” diye soran ve aynı anda “Umay’ı eve yalnız göndermeyin saat çok geç oldu” diyen; genelde kendisini değil de kendisinden başka çevresindeki her şey ve herkesi düşündüğü için ve o koca burnunu her şeye soktuğu için lanet hastalığa yakalandığını kendi de itiraf eden ve giderken bile kimseyi kırmadan ve hayatta ne kadar yapsa hep eksik kalacağını bilerek de olsa büyük bir sevgi krallığı bırakarak giden canımızın yıldızlara gidişinin üzerinden 6 yıl geçmiş.

“Bu arada; hiç başımızdan eksik olmayan gökyüzüne, günün karanlık saatlerine, ara sıra kopsa da fırtınalara, bir gün boğulacağımız denizlere, eski günlere, neler olacağını bilmesek de geleceğe, kötülüklerle dolu olsa bile tarihe, tarihin akışını düze çıkarmaya çalışan tüm güzel yüzlü çocuklara, Donkişotlar'a, ateş hırsızlarına, Ernesto "Che" Guevara'ya, yollara-yolculuklara, sevgililere, sevişmelere, sadece düşleyebildiğimiz olamamazlıklara, üşürken ısınmalara, her şeyden sıcak annelere, babalara ve tadını bütün bunlardan alan şarkılara kendi sıcaklığımızı gönderiyoruz. Kötü şeyler gördük. Savaşlar, katliamlar, ölen-öldürülen çocuklar gördük. Kendi dilini, kendi kültürünü, kendisini kaybeden insanlar, topluluklar gördük. Yanan köyler, kentler, ormanlar, hayvanlar gördük. Yoksul insanlar, ağlayan anneler, babalar, her gün bile bile sokaklarda ölüme koşan tinerci çocuklar gördük. Biz de öldük. Ama her şeye rağmen bu yeryüzünde şarkılar söyledik. Teşekkürler dünya.” o * Kazım Koyuncu-Viya Albüm Kapağı 2001 ** Kazım Koyuncu

Geçen sadece yıllar olmuş, acılarımız ilk günkü tazeliğinde. En ufak bir dokunmada yeniden yeniden kanıyor. Bir ortak dostu gördüğümüzde, bir sokakta yürüdüğümüzde, sevdiği bir meyveyi manavda gördüğümüzde, saçlarımı iki yandan ördüğümde, yol kenarlarındaki su birikintilerinde, en sevdiği tatlıyı her pişirdiğimde… Hayattaki duruşu, düşünceleri, inandıkları, inanmadıkları, kavgaları, öfkeleri, zorlukları ama yine de duruşundan ödün ver-

TEMMUZ 2011 | TAVIR | 11


anı anı

cenazemizi istiyoruz hüsnü yıldız

Dört kardeş, 1983 Haziran sıcağını hafifletmek için Florya halk plajındayız. En büyükleri benim. Nurcan, Nurten ve Ali diye sıralanıyor diğerlerinin isimleri yaşlarına göre. İçlerinde bir tek ben yüzme biliyorum, eğleniyorlar onlar kenarda. Genellikle yiyecek getirenler, mangal yapanlar, Orhan Gencebay dinleyenler, uzun beyaz donla veya şalvarla, elbise ile denize girenler... Tam bir curcuna, şenlik havası var plajda. Deniz az kirli. İnsanlar daha cılız ve kuru... Arada bir bikinili kız göründüğünde bütün gözlerin ona çevrildiği dönemler. Kayık kiralıyoruz; akıntı kıyıdan öteye akıyor. Fark ettiğimde kıyıdakilerin karınca kadar uzak olduğunu görüyorum. Telaşımı belli etmemeye çalışıyorum. Asıldıkça küreklere, akıntı ters olduğu için zorlanıyorum. Yardım isteyecek kimse de yok.

ali yı ldı z

12 | TAVIR | Temmuz 2011

Kardeşlerim fark ediyorlar telaşımı, tedirginlik onlara da yansıyor. Beynimde o “acımasız” muhasebe geçiyor. Olur da kayık alabora olur ve devrilirse en küçüğümüz olan Ali’yi kurtarabilirim diye düşünüyorum. 10 yaşında henüz, zeki, cin gibi gözlere sahip en kü-

çüğümüz o… Dersim’den ne zaman sürgün edildiği belli olmayan Sivas Zara Belentarla (Dewa Paşa) köyüne kayıtlı bir Alevi Kürt Zaza ailenin bireyi olarak 1973 yılında İstanbul’da doğdu Ali. Yoksul gecekondu evinin gözbebeği oldu. Hani derler ya herkes severdi onu. İşte o tanıma en uygun kişilerden biriydi. Mahalle, yoksul Anadolu’nun göç izlerini taşıyordu. Örnektepe’ydi mahallenin adı. Yoksulluğa, açlığa karşı; insan olarak var olma mücadelesi veriyordu mahalle halkı. Bu kente geliş aslında atalarının yaşadığı zulüm sürgünlerinin bir benzeriydi. Yoksulluk, işsizlik, yokluk süresizliğinde bütün Anadolu kentleri gibi İstanbul’a akmışlardı ailecek. Böylesi koşullarda eğitime başladı. İki ablası okuyamamış, abisi de yüksek okulu parasızlıktan bitirememişti. Her gecekondu duvarında bir örgütün sloganı veya bir devrimci önderin resmi asılıydı o zamanlar. Liseye kadar etrafında olanları adlandırmaya çalışan Ali, lise bittiğinde aktif bir devrimci olmuştu. Onu, etrafında bir sürü gençle sürekli bir sohbet halinde görmek artık sıradanlaşmıştı. Teorisi çok yüksek düzeydeydi. Okuyordu sürekli. Okuduğunu hayatın pratiğine dökmek istediğini görüyorduk. Zayıf, uzun, düzgün bir fiziği vardı; ağırbaşlı, saygılı çok sevilen kişiliğini hep korudu. Annemin kapı gözlediği ilk günler ve onun gidişini kabullenmeyişi... Sonra kulağı kapı zilinde, gözlerinin ferinin solduğu zamanlardı. Gören, duyan, haberi olan var mı diye ev-


deki çiçeklerle konuştuğu, bana hesap sorduğu zamanlardı. Zamanın babamı kahrettiği, kardeşlerimi soldurduğu zamanlardı. Kız yeğeni olmuştu adını 19 Aralık katliamında, ölüm oruçlarında katledilen devrimcilerin koyduğu Nesli Su’yu tanımadığı; kederin, habersizliğin, ulaşamamanın, baharların hiçbirimizi gülümsetmediği zamanlardı. Sevdalıların onu gözetlediği, düşlerinde koynuna aldığı zamanlardı. Anneme, “Beni aradı konuştum, şu arkadaşıyla selam gönderdi, benden bir şeyler istedi, sizlere selamı var” diye yalan söylediğim zamanlardı. Birçok devrimci yoldaşının hapishanelerde katledildiği; beni Ali’yi ziyaret eder gibi Ümraniye, Bayrampaşa, Kandıra direnişlerine davet eden zamanlardı. Armutlu’da ölüm orucu direnişini sürdüren kahramanların birer birer tarihe yazıldığı zamanlardı. Selam durduğum her yiğit devrimciyi, içimde hep Ali’yi yolcular gibi selamladım. Ümraniye bahçesinde gittiler, çoktan gittiler. “Uzak ve ayrı kanatlardan gelip / sevdalarını kızıl bir ırmağa verip / tok özgür bir ülke için gittiler / şimdi dağ rüzgârları okşuyor saçlarını / şimdi ırmaklar yıkıyor yüzlerini… şiirini, Aygün Uğur şehit düştüğünde Ali’ye haykırmıştım. Peki, gitmemesi için hiç mi bir şey yapmadım ben? Hissediyordum, şahin kanatlanacak uçacak gör bu aralar... Hem içelim hem konuşalım yemekte dedim. Oturduk köhne bir meyhaneye. İkimizin de alkol bağımlılığı yok. Halk deyimiyle bir ufak söyledik. Doldurduğumuz ilk kadehler hiç bitmedi… Sana devrimcilik yapma demiyorum. Mücadele etmenin kaç tane yolu var; başka bir alanda olursan eğitimine de devam ederek yapabilirsin dedim... “Abi çok fazla düşündüm ve birçok şey yapmaya çalıştım bu arada. Hiçbir şey gitmeme engel teşkil etmez. Annem, babam, ablalarım ve sen; hepinizi çok düşündüm. Fakat gitmeliyim. Sen akıllı ol” dedi. O bana giderken “sen akıllı ol” dedi ve gitti. Dersim dağlarına; Pir Sultan’ın, Seyid Rıza’nın, Mahirlerin sesinin geldiği yöne doğru doruklara gitti.

likte Dersim dağlarını arşınladılar. Silahlar kendisinden istenir, o ise “Hayır bunlar örgütümün” der “veremem”... Vermez de son anına dek. Arkadaşlarına ulaşmaya çalışır bu arada. Çatışma ortamı olmadan, tank ateşiyle Dersim Aliboğazı mevkiinde 17 yurtsever ve yoldaşı Mehmet Ali Aslan ile birlikte şehit olur. Yıldızını kana bularlar, yetinmez ölüsünden korkarlar. Bir de ana yüreğinden... Saçlarını son kez okşamasını istemezler. Adına toplu mezar denilen yere koyarlar. Dersim’in bağrında bir ateş gibi yanar 14 yıl boyunca. Dağlarında çiçek açar, kanatlanır, haykırmaya devam eder. Zeytinli makarna yapar geceleri bizimle... Yıldızlarda buluşur, diz çöktürür düşmana bir kez daha. Telefonda bir ses… “Ali şehit olmuş Dersim’de...” Kızımın minik elleri terliyor. “Baba Ali amcama bir şey mi olmuş?” diyor. Tanımadığı amcası küçücük yüreğinde bir volkana dönüşüyor. Diz çöküp ağlıyorum. Sevinç ve üzüntüm karmakarışık. Nihayet kavuşacağız Dersim’in son parlak yıldızı ile.

“Ali’nin sesini duymadan veya ölmüşse cenazesini almadan olur da bir gün ölürsem gözüm arkada kalır” diye yıllarca düşündüm. O kardeşimdi benim; aynı zamanda yoldaşım... Piro idi, 12’lerdi, Güler Zere’ydi...19 Aralık’ta mermilere, bombalara karşı koyanlardandı.

Bulutlar üstünde, annemle yıldızları daha yakından görmek üzere Dersim’e kanat açıyoruz. Feribot suları yararken etraftaki dağlara bakıp “Sen hangi dağlardaydın yiğidim?” diyorum içimden. Kıvrımlı dağlarında gizlenmiş zebaniler, ölü sevicilerin bakışlarıyla görüyorum Dersim’i.

İhanet, zayıflık, sadakatsizlik, çapsızlık, güvensizlik insanoğlunun tarihinde hep olmuştur. Ali bunu da yaşadı bir arkadaşı ile birlikte. Bir süreliğine Kürt milliyetçi hareket ile bir-

Haykırıyorum “Alacağız seni” diye... Ve seni, senden önce gidenler gibi uğurlayacağımıza olan inancımla. o

Temmuz 2011 | TAVIR | 13


mektup mektup

sevgili güler semiha eyilik

Canım bitanem ne kadar uzun zaman geçti sana yazmayalı değil mi? Canım kardeşim seni fiilen kaybedeli bir yıl oldu. Fiziken bir yıldır yanımızda değildin ama her an kalbimizdeydin. Bizimle yürüyor, bizimle üzülüyor, bizimle gülüyor, slogan atıp halay çekiyordun. Canım bitanem belki gördün belki hissettin öyle güzel bir düğünün oldu ki, gelincik tarlalarından dolaşarak gittik senin çocukluğunun geçtiği mahalleye. Hani umudumuzun türkülerinde söylendiği gibi "İki olur gerillanın düğünü / Bir düşünce toprağa / bir çıkınca dağlara"... Tam da sana yakışan bir düğündü. Yoldaşların seni bir araca koymuşlardı. Mezarlığa giderken biz de araçlara binmiştik ve mahallenizden bir abla vardı yanımda oturan. Araçlardan kırmızı bayraklar fışkırmıştı. Bisikletle bizim yanımızda gidenler flamalarla zafer işareti yapmıştı. Bunu gören abla "Sanki kızımız ölmemiş, sanki Güler'in düğünü bugün, düğün gibi değil mi?” diye bana sordu... Canım bitanem seni çok özledim; sana yazmayı, sohbet etmeyi çok özledim. Okuduğumuz kitapları anlatmayı, yaşadığımız olayları anlatmayı özledim. O kadar sohbet birikmiş ki, boğazıma bir yumruk gibi oturdu sanki... Bitanem, seni yolcu ettikten sonra zebaniler evlere, derneklere girdiler, baskın yaptılar Ankara’da. Her yeri didik didik aradılar. Güler Zere ve Mahir Çayan fotoğrafları aradılar oda oda. Sorguda savcı, mahkemede hakim dediler ki evlerden, der-

14 | TAVIR | Temmuz 2011


neklerden toplananlara: "Güler Zere’yi sahiplenmiş, Mahir Çayan'ı anmışsınız”... Onlar da dedi ki: “Evet sahiplendik, bundan sonra da suçsa eğer onları anmak ve sahiplenmek, işleyeceğiz her zaman o suçu." Hazımsızdı zebaniler, çünkü Grup Yorum İnönü Stadyumu’nda umudun türkülerini 55 bin kişiyle söylemişti. 17 Nisan’da Bakırköy’de bir konser daha düzenledi Grup Yorum ve 150 bin kişilik halk korosu eşlik etti Grup Yorum’a. 1 Mayıs çok coşkulu geçti. 30 bindik umudun kortejinde. Taksim’de, o güzelim 1 Mayıs Alanı’nda, Cemo söylendiğinde 500 bin kişi eşlik ediyordu Yorum’a. Daha çok kızdı zebaniler; önce İstanbul'da derneklere saldırdı. Gözaltılar oldu, tutuklananlar da... Ankara'da ODTÜ’de şenlik yapıldı. Gözaltından çıkan Grup Yorum üyeleri orada da bir konser verdi. ODTÜ’de 7 bin öğrenci genç vardı konserde. Yağmur ve çamur dememişlerdi, Yorum’u dinlemeye gelmişti. Canım kardeşim, iki konserde de dikkatimi çeken bir şey oldu. Bakırköy konserinde 150 bin kişilik bir kitle vardı ve tamamı halktı. “Bu halk adam olmaz” diyenlere inat, umudun sloganlarıyla girdiler konser alanına. ODTÜ’dekinde gençlik vardı, yani halkın çocukları; ama bir o kadar da yozlaştırılmıştı. Gençlerimizi sistemin ne hale getirdiğini gördüm orada, çok üzüldüm. Konser yeri açık hava olmasına rağmen alkol kokusundan sarhoş olacaktık. Gençlerimizi bu yozlaşmanın içinden nasıl kurtaracağız; tabi ki mücadeleyle... Siyasi iktidarlar, üniversite gençliğinin ve mahallelerimizdeki yoksul gençliğin devrimcileşmemesi için, emperyalistlerin özgürlük anlayışıyla yetişmesini sağlıyor. Onların uyuşturucu, alkol ve bazı alışkanlıkları emperyalistler için devrimcileşmelerinden hayırlıdır. Görüyorsun ya gülüm işimiz çok. Bugün TV’de başbakanın konuşmasını dinledim. (Ha bu arada Türkiye'de seçim var; demokrasicilik oyunu son gaz sürüyor) Ankara için çılgın projelerini açıkladı. İleri demokrasinin altından nasıl faşizm çıktıysa, çılgın projeden de faşizm ve emperyalist işbirliğinin başkenti çıkıyor. Ankara’yı “savunma sanayi kenti” yapacakmış. İnsanın aklına hemen “Acaba Ortadoğu’ya emperyalistlerin saldırı politikasına nasıl bir yararı olacak veya halka uygulayacakları katliamın boyutunda nasıl bir yükseliş olacak?” sorularını getiriyor. Ankara'yı savaş şehri yapacakmış yani. İkinci projesi de Ankara'ya yeni devasa bir “adalet sarayı” yapacakmış mevcut olanı yeterli değilmiş. Adaletsizlikleri o kadar arşa çıkmıştır ki tabi ki yetmez, bence o da yetmez. Daha büyük yapsın. Gülüm görüyorsun iktidarlar açısından değişen bir şey olmadı sen gideli. Bizim açımızdan güzel şeyler oldu; umudun adını bir adım ileriye taşımaya çalıştı yoldaşların. Canım kardeşim sen rahat uyu; görevini başarıyla tamamlamış olmanın huzuruyla rahat uyu. Sana herkesin selamları var. Buradaki yoldaşların, seni selamlıyorlar. Biliyorum kırmızı gülleri çok seversin; bunu da seveceğini düşünerek kırmızı çiçek veriyorum sana. Sevgili kardeşim, bitanem seni çok ama çok seviyorum, sevgiyle selamlıyorum. İyi ki senin gibi kardeşlerim var. Bana bu sevgiyi yaşattığın için teşekkür ediyorum bitanem. Sevgilerimle... o

Temmuz 2011 | TAVIR | 15


şiir şiir

ırgat için dua victor jara

Kalk ve dağlara bak Oralardan gelir Su, güneş ve rüzgar. Anlayacaksın ırmaklar nereye akar; Hissedeceksin gönlünün kanadı nasıl dolar. Kalk ve ellerine bak, Yetiş sarıl kardeşine, Yürüyeceğiz birlikte, Kanımız birleştirmiş bizi, Bugünü yarın ederiz belki. Bırakalım bizi acıya Boğan şeyleri, Getirelim seni efendi kılacak adaleti Ve eşitliği. Es rüzgar gibi Uçurum çiçeğinin. Tozut ateşiyle Silahımdaki merminin. Bitecek sonunda Bu topraklardaki huzurun. Vuralım cesaretin ve gücünle. Es rüzgar gibi Uçurum çiçeğinin. Tozut ateşiyle Silahımdaki merminin. Kalk ve ellerine bak, Yetiş sarıl kardeşine. Yürüyeceğiz birlikte, Kanımız birleştirmiş bizi. Vaktidir şimdi Ölüme gidişimizin. Amin. 1969 16 | TAVIR | Temmuz 2011


makale makale

idealizmin yeni elbisesi: postmodernizm ümit zafer

"Dünyayı yorumlamak yetmez, aslolan onu değiştirmektir" Karl Marks 1... Bugünün dünyasında idealist felsefenin giydiği son elbiseye "postmodernizm" deniyor. Elbette bu elbisenin de terzisi burjuvaziden başkası değil. Burjuvazinin, kapitalist sömürü düzenini "tarihin sonu" olarak yutturmak için, Büyük İnsanlık aklının diyalektik işleyişini bozmak istediği malumdur. İşte bu bozgunculuğun adıdır postmodernizm. Büyük İnsanlık'ı elden ayaktan düşürerek, tarihi yaratma özelliğini ortadan kaldıran bir zehirdir bu. Öyle ki bu zehire bilincini açan kimileri, kaçınılmaz olarak “Büyük İnsanlık”ın zehirlenmesine de gönüllü olmuşlardır. "Sağa kayış, radikal solun 1970’lerin ortalarındaki yenilgileri (...) moral bozukluğuna uğrattığı kimi kesimlerinde de etkisini gösterdi. Kimisi tüm devrimci girişimin bir yanlışlık olduğuna karar verdi. Kimisi parlamenter reformculuğa yönelik eleştirilerinde çok katı olduklarını düşündü. Kimisi de basit olarak sınıf mücadelesinin geçmişte kalan bir şey olduğu sonucuna vardı (...) Genellikle bu mücadeleler yenilgiye uğratıldı ve yenilginin bir mirası da sınıf mücadelesinin ‘eski moda’ yöntemleriyle başarı sağlanamayacağı inancı oldu. Bu durum işçi sınıfı eylemcilerinin bir tabakasının bir kez daha umutlarını parlamenter politikacıların vaatlerine bağlamala-

TEMMUZ 2011 | TAVIR | 17


mayın, yorumlamakla yetinin" diyen burjuvaziye hizmet etmektedir. 2... Postmodernizmin aklına göre, herkes kendi ahlakına göre değerlendirilmelidir. Ne kadar masum, değil mi? Hiç değil! Basit bir örnek: Pedofillerin sapkın ahlakı, çocuklara yönelik tacizi, tecavüzü normal görür. O halde pedofiller, kendi ahlaklarına göre masum sayılırlar. Bir başka örnek: Burjuvazinin kapitalist ahlakına göre, artı-değer sömürüsü, ekonomik işleyişin gereği olarak normaldir. O halde burjuvazinin, emekçileri iliklerine kadar sömürmesi meşrudur. rına yol açtı. Bu ayrıca sol kanat entelektüelleri, sınıf ve sınıf mücadelesi nosyonlarını daha fazla sorgulamaya yönlendirdi. Bunları ‘postmodernizm’ denen; gerçekliğin her yorumunun, bir başkası kadar geçerli olduğunu söyleyen ve dünyaya ilişkin total bir kavrayışı başkalarına empoze etmeye çalıştığı için toplumun işleyişini değiştirmeye yönelik her girişimin ‘totaliterce’ olacağını iddia eden entelektüel bir modayı benimsediler.

Oysa Büyük İnsanlık'ın tarih boyunca yaratıp yücelttiği evrensel değerler hak ve özgürlükleri vardır. Ki buna göre ne pedofiller masum sayılır ne de burjuvazinin sömürüsü meşrudur. 3... Postmodernist akıl, halkların dövüşe dövüşe yarattığı değer, hak ve özgürlüklerin geçerli birer doğru ilke ve kural olmasını istemez. Çünkü o zaman kendisini var edemez.

Postmodernistler toplumun tehlikeli istikrarsızlığının her zamankinden daha belirgin bir hale geldiği bir sırada toplumu değiştirmek için mücadele nosyonunu reddediyorlardı...” (Halkların Dünya Tarihi / C. Horman / Syf: 561 / Yordam Kitap)

Eğer, siz, insanlık değerlerinden, hak ve özgürlüklerden oluşan ilkelerinizden vazgeçmezseniz "totaliter" ilan edilirsiniz. Dünyayı yorumlamakla yetinmez ve halkların çıkarları olacak şekilde değiştirmeye çalışırsanız da adınız "terörist"e çıkar.

Görüldüğü gibi postmodernizm şairin "ol hakikat yektir amma, iş ki rivayet muhtelif" deyişindeki “muhtelif rivayetler”in hepsinin hakikat olduğunu söyler. Bir diğer ifadeyle hakikatsizliğin felsefesini yapar. Eğer buna kapılırsanız dünyayı yorumlamakla yetinirsiniz.

Postmodernizm, bu esas özelliği ile, emperyalizmin "Yeni Dünya Düzeni"ni ilan ettiği dünyada kasılarak dolaşan idealist felsefenin giydiği dekolte elbisedir. O kadar dekolte bir elbisedir ki bu idealizmin bütün çürümüşlüğü açıkça görülmektedir. Çünkü postmodernizm, bütün yaygarası bir yana "burjuvaziye biat edin, emperyalizmin hakimiyetine uyum sağlayın ve dünyayı değiştirmeye kalkmayın" demenin felsefesidir.

Postmodernizm, hayata dair bin bir yorumun hepsinin en az diğerleri kadar gerçek, dolayısıyla doğru olacağını esas alıyor. Yeter ki, dünyayı değiştirmek eyleminden uzak durulsun. Diyorlar ki dünya üzerinde tek gerçek ve doğru yoktur. Gerçeğin birçok hali, doğrunun da çok değişik doğrultuları vardır. Bu karmaşayı anlamaya çalışıp yorumlamak gerekir ve bu da yeterlidir. Yorumlamanın ötesine geçerek hayata ilişkin (devrimci) bir yorumu başkalarına (burjuvaziye) hem de şiddetli bir şekilde kabul ettirmeye çalışarak dünyayı değiştirmek "totaliter" bir yaklaşımdır. Bu yanıyla, postmodernizm "dünyayı değiştirmeye kalkış-

18 | TAVIR | TEMMUZ 2011

4... Fidel Castro, kendisiyle yapılan bir röportajda Marks ve dolayısıyla Marksizmin tarihsel önemine vurgu yapıyor: "... Marks'tan insan toplumlarının ne olduğunu öğrendik. Bunu okumamış ya da kendisine bunlar anlatılmamış bir insan gece vakti ormanın ortasında bırakılmış gibidir. Kuzeyi, güneyi, doğuyu, batıyı bilmez. Marks bize toplumun ne olduğunu ve insan toplumunun gelişim tarihi fikirlerini öğretti. Marks olmadan, tarihi olayları, eğilimleri ve gelişmesini tamamlamamış bir insanlığın konumunu tam olarak yorumlamanızı sağlayacak bir formül oturtamazsınız..." (İki Ses Bir Biyografi / Ignacio Romanet / Doğan Kitap)


İşte tam da bu nedenle postmodernizm Marks'ın aşıldığından, aşılması gerektiğinden bahseder. Çünkü tarihi ve hayatı ve geleceği aydınlatmamızı sağlayacak "bir formül" oturtmanızı istemez. Fidel'in vurguladığı biçimiyle "gece vakti ormanın ortasına bırakılmış" ve "kuzeyi, güneyi, doğuyu, batıyı bilmez" bir halde kalmanızı ister burjuvazi. Ki gideceği yönü hedefini yitirenler "tarihin sonu"ndan bir türlü çıkamazlar. Postmodernizm işte bu çıkışsızlığın "entelektüel" modasıdır. Ya da bulaşıcı hastalığı... Bu modaya kapılmayanlar "totaliter", "dinozorluk", "taş devrinde kalmak" ile suçlanarak yola getirilmeye çalışılır. Yola gelmeyenler tecrit edilip kanları dökülerek o “formülü” yaygınlaştırmaları engellenmeye çalışılmaktadır. 5... Kapitalist sömürüyü, emperyalist sömürgeciliği bütün acı ve kanlı sonuçlarıyla meşrulaştırmaya çalışmanın gözbağıdır postmodernizm. "Ernesto Che Guevara'nın zamanı geçti", "Hiçbir ideal için ölümü göze almaya değmez" diyenler, bu gözbağını halklara da takmaya çalışmaktadır. Bunları burjuvazi açıktan söylese hiçbir inandırıcılığı olmayacağı için "dost yüzlü dost gülücüklü"ler aracılığıyla bu zehiri yaymaya çalışıyorlar. Elbette halklar bu zehir karşısında çaresiz değil. “İnsanlık asla çaresiz kalmaz" diyen Avukat Behiç Aşcı haklıdır. Ki duruşu ve eylemiyle, bu zehirin panzehirini de herkese göstermiştir. Bu yanıyla "Kabul etmek gerekiyor ki felsefe, yalnızca meslekten filozof olanların özel mülkiyeti değil, her insanın öz uğraşıdır" diyen Louis Althusser'i de doğrulamıştır.

tın gerisinde kalır. İdealizmin açıklamaları ile hayatın gerçekleri arasındaki çelişki uzlaşmazdır. İşte bu yüzden Büyük İnsanlık'ın tarihsel yürüyüşünü postmodernizm prangası da durduramaz. Zeuslardan ateşi çalan, Engizisyon ateşlerinin içinden geçen insanlık, emperyalist karanlığı da aşma gücüne sahiptir. İçinden Cheler, Mahirler çıkarmaya devam etmesi de bu gücünün göstergesidir. 6... Althusser'in idealist ile diyalektik-materyalist düşünün farklılığına işaret eden hoş bir benzetmesi vardır. Şöyle ki: “... İdealist, trenin hem hangi istasyondan kalktığını hem de nereye gittiğini önceden bilen adamdır ve trene bindiği zaman nereye gideceğini de bilmektedir. Çünkü onu götüren trendir. Materyalist ise aksine nereden gelip nereye gittiğini bilmediği trene hareket halindeyken binen adamdır..." Diyelim ki o trenin adı “zaman” olsun ve böyle olunca da idealistin “böyle gelmiş böyle gider” deyişinin güncel hali postmodernizm olmaktadır. Ki burjuvazinin “tarihin sonu”nu ilan etmesi de “böyle gelmiş böyle gidecek” deyişinin en yüksek perdeden dile getirilmesinden başka bir şey değildi. L. Althusser'in benzetmesindeki diyalektik-materyalist ise trenin adını “tarih” olarak değiştirip gideceği yeri de kendisi belirler. Çünkü o trenin makinistinin de, motorcusunun da kendisi olduğunu anlamıştır. 7... İdealist felsefenin insanlığı edilgenleştirmesinin yöntemi, postmodernizmin bakış açısıdır. Büyük İnsanlık’ın devrimci felse-

Bu tanımda, felsefe için "her insanın öz uğraşı" denilmektedir. Peki ama neden? Sorunun cevabı felsefenin kendisinde vardır: Felsefe insanın dünyayı (doğayı ve toplumu) açıklamak, gerçek bilgiye ulaşmak için geliştirdiği düşünce sistemidir. Kısaca, dünya görüşüdür. Ve her insanın bir dünya görüşü vardır. İşte bu yüzden felsefe her insanın öz uğraşı olmaktadır. Deyim yerindeyse hayat herkese felsefe yaptırır. İdealizm, tüm çabasına rağmen çürümüşlüğünden kurtulamaz. Sömürü düzeninin böylece sürüp gitmesinin felsefesi olduğu için daima haya-

TEMMUZ 2011 | TAVIR | 19


fesi ise halkları dinamik bir güç haline getirmenin yoludur. Ve fakat bu yoldan çıkıldığında Tunus'tan Mısır'a, İspanya'dan Yunanistan'a ... halklar ayağa kalksalar da yarına doğru ilerleyememişlerdir. Gece vakti ormanın ortasına bırakılmış gibi meydanları doldurmuş çatışma, ama bir süre sonra dağılıp gitmişlerdir. Fidel, haklıdır. Marksizmin kılavuzluğunda yürüyemeyen halklar aslında yerinde saymaktan öteye geçememektedir. Postmodernizm işte bu durumu yaratmak için burjuvazi tarafından imal edilmiştir. Marks der ki: "Nasıl ki felsefe maddi silahını proletaryada bulduysa, proletarya da entelektüel silahını felsefede bulur." Emekçilerin entelektüel silahı olarak felsefe demek, emekçilerin kendi sınıfsal çıkarlarına uygun düşünmesi demektir. Bunun anlamı, doğru düşünmektir. Doğru düşünmek, halkın kendi safını bilmesi ve kendi felsefesinin ilkelerini içselleştirmesiyle mümkün olur. Böylece emekçilerin hayata bakış açısının odağına kendi sınıfsal çıkarları yerleşir. Ki emekçilerin doğru düşünmesinin temelinde de işte bu sınıfsal bakış açısı vardır. 1980-’90'lı yıllardan bu yana burjuvazi kendi sınıfsal bakış açısına uygun olarak emekçilerin sınıfsal bakış açısını bozmak, çarpıtmak ve yok etmek için taarruza geçmiştir. Bu taarruzun adı postmodernizm olmuştur ve başarısız olduğu da söylenemez. Örneğin savaşmayı reddeden özgürlük ordusu olarak EZLN'nin komutanı Marcos figürü ve söylemi postmodernist zehirlenmenin bütün izlerini taşımaktadır. Benzer şekilde Marks'ı aşma

20 | TAVIR | TEMMUZ 2011

iddiaları akıllı solculuk tasfiyeciliği de aynı zehirlenmenin belirtilerindendir... 8... Bilinir, kraliçe Marie Antoinette, yoksullar için ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler demişti. Bugünün dünyasının Antoinetteleri olan burjuvaziler ise, halklar için ekmek bulamıyorlarsa böcek yesinler diyor. Öyle ki Birleşmiş Milletler adına Belçika'nın Wageningen Üniversitesi’nin yaptığı araştırmaya göre et bulamayan yoksullar et yerine böcek yiyebilirmiş. Çünkü böcekler protein, vitamin ve mineral bakımından zenginmiş. İngiliz Kraliyet Entomoloji Derneği de, düzenlediği bir konferansla hangi böceklerin yenilebileceğini ele alıyor ve et bulamayan yoksullara 1700 böcek türünü yemeleri için tavsiye ediyor. Lenin ise başka bir şey söylüyor ve diyor ki: "Ekmek için savaşım, sosyalizm için savaşımdır." Ve Ernesto Che Guevara da ekliyor: "Bizim için sosyalizmin insanın insan tarafından sömrülmesine son verilmesinden başka tanımı yoktur." Postmodernizmin her alanda her türden biçimlenişinin yaldızını kazıyın; altından, emekçilerin burjuvazi tarafından sömürülmesinin devamını sağlama gayesi çıkar. Büyük İnsanlık bunun farkında olduğu için hayatın her alanında kendi felsefesinin gereğini yapmaya devam ediyor. Hem de tek başına. Ki insanlığı yücelten de bu büyük yalnızlığıdır. İşte bu yalnızlığı kazıyın, altından bütün bir tarihin ve halkların onuru, umudu ve çoğulluğu çıkar her zaman... o


öykü öykü

vitrinlerden sokağa neslihan kale

Akşama kadar çalışmanın verdiği yorgunlukla yolumun üzerindeki banka oturuyorum. 5-10 dakika dinlenip gideceğim eve. Yorgunlukla oturduğum bankta etrafı seyre dalıyorum. Herkeste eve yetişme telaşı var, cadde kalabalık. Nasıl da telaşlı ve yorgun insanlar. Herkes farklı farklı şeyler düşünerek önümden geçip gidiyor. Genç, yaşlı, çocuk... her yaştan, her kesimden insan geçiyor. Ne de olsa Ankara'nın merkezi burası. Onun için herkesin yolu buradan geçiyor. İnsanları seyrederken gözüm karşıdaki mağazanın vitrinine takılıyor. Yaptıkları süsler, ışıklar ve çizdikleri yazılarla albenili hale getirmeye çalışmışlar. Vitrinin camına da “Babalar Günü İçin Özel İndirimdeyiz, Babanı Mutlu Etmek İstiyorsan Bize Uğramadan Geçme...” yazılarını asmışlar. Yarının Babalar Günü olduğunu anımsıyorum bu yazılardan. Kapitalistler her şeyi para kazanma aracı haline getirdiler. Mutluluğumuzu, sevgimizi alacağımız hediyelerle ölçüyorlar. Her şey para demekti onlar için. Bir şeyin iyi veya kötü olmasına, kar getirip getirmediğine göre karar veriyorlar. Bu onların var olabilme kuralı; onun için de çok garipsemiyorum. Ama can sıkıcı olan, koca bir halkı onlar gibi düşünmeye, onların söylediklerini kabul etmeye zorlamaları. Hayatta her şey alınıp satılır onlar için. Oysa onların alıp satamayacağı şeyler var.

önce tanık olduğum bir olay, onların tersine halkımızın temiz sevgisini işaret ediyordu bana;

Ahtapot kollarına rağmen ulaşamadıkları temiz sevgilerimiz, değerlerimiz çok bizim. Onlar vitrinlere yaptıkları süslü reklamlar ile babalarına olan sevgilerini ispatlaya dursun, yıllar

8-9 yaşlarındaki Eda birgün ağlayarak eve geldi. Onu öyle ağlayarak gören annesi öce bir yerine bir şey oldu sanarak panikledi. Bir şeyi olmadığını görünce neden ağladığını sordu.

TEMMUZ 2011 | TAVIR | 21


O küçük kız büyüdüğünde bu gerçekleri görmeli ve nasıl ağladığını hatırladıkça gülebilmeli yaptıklarına değil mi? Vitrine dalıp bunları düşünürken etraftaki sesler çoğaldı. Slogan sesine benziyor bu sesler diye aklımdan geçirirken kafamı seslerin geldiği yöne doğru çevirince 18-20 yaşlarında, kırmızı önlük giymiş gençleri gördüm. Gençler, “ Parasız Eğitim İstemek Suç Değildir” Küçük kız, “Bugün Babalar Günü arkadaşlarımın hepsi babalarına hediye almış ama ben bir şey alamadım. Param yok hediye alacak...” Annenin yüz ifadesi değişti. Çaresizlik, yoksulluk kızının söyledikleri ile bir kez daha canevinden vurmuştu onu. Yıllardır canlarını dişlerine takarak çalışıp kıt kanaat geçiniyorlardı. Ve işte yine o gerçekle yüzyüze kalmıştı. “Açlıktan nefesinin kokmamasına dua etmeliydi.” Ama önce kızını susturmalıydı. “Tamam ağlama biz de kendimiz bir hediye veririz babana. İlla mağazadan almaya gerek yok. Hem buna daha çok sevinir baban” dedi ve kızının elini tutup evin önündeki küçücük bahçeye çıktılar. Özenle yetiştirdikleri güllerden birini koparıp verdi kızına “Babalar Günü hediyemiz bu işte” diyerek…. Ve Eda sevinçle gülü babasına verdi akşam eve geldiğinde. İşte kapitalizm çocukluktan beyinlerimize işlemeye başlıyor ve öyle bir hale getiriliyoruz ki, sanki o süslü mağazalardan birşeyler almazsak sevgimizi gösteremeyeceğiz. Onlar için ne kadar tüketirsen o kadar seviyorsundur. Oysa gerçek öyle mi? Ne kadar üretirsen, emek verirsen sevgin o kadar büyür, gerçek bu. Bu gerçeği çarpıtma telaşındalar.

22 | TAVIR | TEMMUZ 2011

diye bağırıyorlardı. 10 kişi kadardılar. Bunlar ikinci grupmuş. İlk grup bir saat kadar önce “Parasız Eğitim İstemek Suç Değil, Ferhat ve Berna'ya Özgürlük” yazılı bir pankart açarak meydana çadır kurmak istedikleri için gözaltına alınmışlar. Şimdi bu gençler arkadaşlarının başladığı eylemi devam ettirmek için gelmişler. Çadırlarını almış polis, onlar da 4 tane sopanın ucuna naylon bağlayarak sembolik çadır yapmışlar. İnsan gençliğinde daha yaratıcı oluyor demek ki... Yine polisler yaklaşıyor gençlere doğru. Aralarında tartışmalar oluyor, anlaşılmıyor tam olarak bulunduğum yerden. Ama fazla sürmedi tartışmaları ki gençlerin slogan sesleri yükseldi. Gözaltına alıyorlar bu gençleri de. Gençleri aldıkları gibi, sopaların ucuna bağlayıp yaptıkları “çadırı” da alıyorlar. Anlaşılan çadırın da, gençlerin de “suçu” büyük!! Eee tabi onlar bunca para kazanma, kar etme derdinde iken parasız eğitim istemek de ne demek? Şu karşıdaki vitrin boşuna mı ışıldıyor, tüm vitrinlerde “al beni” diyen mallar boşuna mı duruyor orada? Bu gençler ve o vitrinler farklı diller konuşmuyor mu?


İşte o vitrinlerin dilinden konuşmadıkları için babalarına hediye adı altında mağazalara girip tüketime katkıda bulunmayıp “parasız, özgür...” dedikleri için “ceza”ları bu oluyor. Oysa o gençler Babalar Günü’nde belki de babalarına parasız eğitim haklarını müjdelemek istiyordu. “Suç diyebilir misiniz bu isteğe şimdi? Hani eğitim herkesin anayasal hakkıydı, parasızdı ne oldu? Neden gözaltına alıyorsunuz bu çocukları...” diye düşünüyorum ve bu düşündüklerimi gözaltına alanlara, onlara bu emri verenlere haykırmak istiyorum ama bunu yaparsam başıma geleceklerden de korkuyorum. Emir sahiplerine haykıramasam da, gençlere “Devam gençler, sonuna kadar haklısınız ve destekliyorum sizi” diyorum içimden. Oturduğum yerden biraz daha etrafı izleyip kalkıyorum eve gitme niyetiyle ama ayaklarım gençlerin çadır kurduğu yere doğru gidiyor. Destekliyorum deyip de yanlarına uğramadan gitmeye içim el vermiyor. Nereye kadar korku-kaygı taşıyacağım... Vicdanım, mantığım öne çıkmalı artık. Ayaklarım gençlere doğru gidiyor, beynim bu hesaplaşmayı yaparken. Bir tane genç kalmış çadırda, diğerleri gözaltında. Yanında 3-5 kişi var. Onlarla tanışıyorum. Saçı sakalı ağarmış babalar ve iki de ana gençlere destek için gelmişler. Gençlerin haklılığı üzerine konuşuyoruz. Sonra onlara, yanlarına nasıl geldiğimi anlatıyorum. “Biraz dinlenmek için banka oturdum ve kendimi burada buldum. Vitrinlerdeki Babalar Günü süslemelerini, alışveriş yapanları düşünürken şimdi buradayım” diyorum. Analardan biri lafı alıyor, başlıyor anlatmaya: - Babalar Günü, Anneler Günü, Sevgililer Günü.... şu günü bu günü her günü bir şeyin günü ilan edip insanları bir alışveriş çılgınlığına sürüklüyorlar. Alışveriş festivalleri yapıyorlar. Onlara göre herkes her gün su gibi para harcamalı. Ama hiçbiri çıkıp demiyor ki bu insanların yiyecek ekmeği var mı ki onlardan alış veriş yapmalarını istiyoruz. Demezler ama cebimizdeki 3 kuruşa böyle göz dikerler. Şu çocuklar ellerinde biralar burada hoplayıp, zıplasa, kız erkek karışsalar kimse gelip bir şey yapmazdı ama parasız eğitim deyince alıp götürdüler çocukları. Bunlar bizim çocuklarımız. Biz daha iyi koşullarda yaşayalım diye çocuklar bu acıları çekiyor. Ne mutlu bize böyle evlatlarımız var. Genç, hemen ananın sözlerine karşılık veriyor: Anacığım olur mu asıl bize ne mutlu ki sizin gibi ana-babalarımız var. Bizi sizler yetiştirdiniz, doğruları sizden öğrendik. Biz de sizin yolunuzda devam ediyoruz. Gökçe abiyi Bayram amca yetiştirmedi mi? Bize örnek oldu Gökçe ve biz de yeni Gökçeler olmaya çalışıyoruz. Herhalde bizim Bayram amcaya en güzel hediyelerimizden biri her yıl Gökçe abinin mezarı başına gittiğimizde daha da kalabalık olmak, dağların şahanlarına verdiğimiz sözü tutmak. Boşuna ölmediklerini peşlerinden kalabalık gittiğimizi gös-

termek olurdu değil mi Bayram Amca? - Doğru diyorsun kızım. Gökçem de gençlerimiz parasız eğitim hakkına kavuşsun, ana-babalar hastane kapılarında sürünmesin, zenginler bizim sırtımızdan daha da zengin olmasınlar, hakça bir düzen kurulsun diye aramızdan ayrıldı. Mehmet amcanın kızı bunları istediği için tutsak düştü, şimdi sizi bunun için gözaltına alıp-tutuklayıp pes ettirmeye çalışıyorlar. Diyorlar ki bizim istediğimiz gibi olacaksınız. Onların istediği gibi olup bu sokaklara eylem için değil, içki içip kendimizden geçmeli, alışveriş-tüketim çılgını olmalı, kendimiz de dahil her şeyi tüketmeliyiz ki onlar da gemilerini rahatça yüzdürsünler. Rahat rahat sömürülerini sürdürsünler. Ama bunları söylememiz hoşlarına gitmiyor, bu gerçekleri sokaklarda biz anlatınca düzenleri tehlikeye giriyor. Şimdi burada olmak yerine yarınki Babalar Günü için ışıklı vitrinlerden eşya arama, eşya alma derdinde olsaydık onlar için daha iyi olmayacak mıydı? Oysa ben o vitrinlerden alınan eşyalarla değil, burada sizlerle doğrunun peşinde olmakla daha mutluyum. Ve sizin sevginizi burada daha net görüyorum. Süslü paketlerde vereceğiniz hediyeler değil bana olan sevginizin işareti. Şurda başıma bir şey gelecek olsa hepiniz birden önüme kalkan olmak için seferber olmanızdan daha başka ne olabilir ki sevgi? Haksız mıyım? - Haklısın tabi. Onların derdi ana babalarımızın mutluluğu olsaydı, bu ülkedeki binlerce ana-babanın acılarını görürlerdi. Bu ülkede bir lokma ekmek yediremediği için açlıktan bebekleri ölenler, 600 TL ile evini geçindirmeye çabalayanlar, yıllarca çocuğundan haber alamayanlar, başında ağlayacakları bir mezarı bile olmayan kayıp aileleri var. Eğer amaçları insanların mutluluğu-sevgisi olsaydı bu saydıklarımızın yaşanmaması gerekirdi. Ama maalesef bunlar halkın, büyük çoğunluğumuzun yaşadıkları. Mutlu olan çok az bir kesim var. Onların da mutluluğu bizlerin-halkın mutsuzluğu üzerine kurulu. O nedenle bu tabloyu değiştirmeliyiz. Bu amaç uğruna gidenlerimize verdiğimiz sözü yerine getirmeliyiz.” diyor oradaki başka biri. Sohbet güzel ama saatte epey ilerlemiş, kalkmalıyım. Bu güzel sohbet için memnuniyetimi belirtip kalkıyorum. Durağa doğru giderken kafamda o konuştuklarımız, bu ülkenin yoksul ana-babaları, onlar için canını veren çocukları dönüp duruyor. Böylesi bir sevginin, vefanın olduğu yerde şu ışıklı vitrinler ne yapabilir, neyi ölçebilir ki? Bu sevgi tükenir mi? Bu sevgiyi gördükten sonra korku mu kalır insanda? o

TEMMUZ 2011 | TAVIR | 23


şiir şiir

gölgeler demet büyüktanır

Bir elden binlerce merhaba olsun sizlere! Misafir geldim hücrenize Açın mazgalınızı, Alın oradan içeri soluğumu, Katın soluğunuza Katın ki daha çok yollar kat edelim beraber… Gece soğuk, gece ayaz

Ah! Ne soğuktur geceler Bilmez miyim ben… Ben ki açlığın cirit attığı sokakta yalınayak dolaşan Ben ki evine bi ekmek parası götüremeyen Ben ki bir ekmek için hazır can vermeye Ben ki sırtlanmışım bütün yükü omzuma Ben ki yanmayan sobanın isiyle kaplanmış yüreğim… Yüreğim… Yüreğim acıyor, Yüreğim çok acıyor, Ama bilir misiniz Ama tanır mısınız beni? Yüreğim kirlenmemiş hala Yüreğim hala sıcacık yüreğiniz gibi… Hadi alın beni hücrenizden içeri Alın ısıtın beni tüm sıcaklığınızla… … Az önce bir ses işittim Bugün kış saati başlangıcıymış Desenize karanlık geceler uzuyor yine

24 | TAVIR | Temmuz 2011


Dert etme yürek! Ne çabuk unuttun diğer yüreklerin gölgesini! Yalnız bırakmaz ki onlar seni… Gölgenle buluşacaksın şimdi Hadi adım at Çal yıkılası hücrenin demir kapısını! Öyle bir çal ki geldiğini anlasın gölgeler Öyle bir çal ki açmaya gerek kalmasın yıkılsın kendiliğinden… -Kapı çalınırMazgalın arkasından bir gölge yürek bakar şimdi. Ne o Yoksa bana kalmadı mı yer Kaç kişilikti bu hücre Kaç Peki, ama nasıl alıyorsunuz onca kişiyi içeri Hiç ayrılmadınız mı Peki, neden hücre diyorlar buraya Girdim hemen içeri İçeride her renkten çiçek var Yeşiliyle kırmızısıyla Mavisiyle sarısıyla Tek tek kokluyorum bütün çiçekleri Öyle güzel kokuyorlar ki Kendimi o güzel dağların eteklerinde Hissediyorum şimdi… Öyle ya dağların doruklarından Gelmiş gölgeler onlar. Her birine sinmiş umudun ve kavganın bütün güzel kokuları…

Ama baksana diyor, Eliyle bir tohum bırakıyor usulca, Sonra diyor, Sonra usanmadan su vereceksin, emek vereceksin. Bak göreceksin sonra nasıl çıktığını taş betondan Göreceksin sonra nasıl amansız yeşerdiğini ve dağların eteklerinde nasıl dans ettiğini… Peki diyorum, Ya çiçeği koparanlar Çatıyor kaşlarını gölgeler… Bizde bitmez tohum diyor biri Öyle ya, bitmez Dağların eteklerinde umut hiç biter mi? dağların çiçekleri hiç solar mı ki… … Gece uzun, Hele de karşında demirden bir kapı, kapıda çürümüş, kokuşmuş bir yürek! yürek bu değil ki, bu pisliğin ta kendisiyse eğer, Yanında da demirden bir ranza varsa… Ahh! Ne uzun olur o geceler! Kaç kez geri alınmıştır saatler! Kaç kez yakalamıştır yelkovan akrebi… Geceler uzun olur, Gölgelerle konuşuyorsan hele. O gölgeler ki, düşmana korku saçar. Ensesinde bir soluk, Soğuk bir ölümdür düşmana!

Tekrar soluyorum o temiz havayı… Oturuyorum, Bir güzel sohbete koyuluyoruz. Çaylarımızı yudumlarken bir yandan nasıl solmamayı başardıklarını soruyorum onlara… Bak diyor biri, Bu betonda yeşerir mi bir çiçek Cevap veremiyorum…

Dolup taşar hücrede gölgeler Hepsi birbirine benzer Hepsi birbirinden güzel gölgeler… Ben de bir gölgeysem eğer And olsun ki size gölgeler, Ben de Betona tohum serpeceğim. Serpilsin de yeşersin diye dağların eteklerinde… Selam olsun size gölgeler!

Doğanın kanunu gereği değil yeşermek bir ot bile bitmez burada.

Selam olsun o en güzel rengi yakalayan çiçekler! Gölge kavgasına tohum ekiyor şimdi…

Temmuz 2011 | TAVIR | 25


inceleme inceleme

çocuklara dair fethiye gönenç

Bunun için masallarda çoğu zaman toplumsal gerçekler işlenir. Kötülükle savaşılır ve iyilik galip gelir. Yani bir gün bu dünyada sadece iyilik ve güzelliğin hüküm süreceği inancı hep vardır ve geleceğe duyulan bu inanç hep var olacaktır. Çocukların hayattaki ilk dersleri olan ninnileri, anneler sevgiyle, sabırla fısıldar kulaklara. Bunun için ninniler çocukların ilk gıdalarıdır. "Uyu yavrum, uyanacak günler var Eli, dostu gözetecek günler var Sen büyürsen düşmanlara korku var Sen ağlama, ben ağlayım ninni Uyu yavrum ninni"

Çocuklar bilineceği gibi ninniler ve masallarla büyür. Bu ninnileri, masalları büyükleri onlara anlatır. Geleneklerin, kültürün, değerlerin aktarımıdır bu anlatımlar. Erdem, ahlak, iyi ve güzel kavramları, ilk masallarda verilir çocuklara.

26 | TAVIR | Temmuz 2011

Masallar ve ninniler aynı zamanda, uzun yıllardan beri dilden dile dolaşarak varlığını sürdüren sözlü halk edebiyatı ürünleridir. Bunun için masal denince ilk olarak akla M.Ö. 1. yy’da yaşamış ünlü Hint yazar Beydaba ile MÖ. 6. yy’da yaşamış Ezop gelir. Beydaba, masal-hikaye anlamına gelen, kahramanlarını çoğunlukla hayvanların oluşturduğu Fabl türünün en önemli eserlerinden "Kelile ve Dimne"yi yazmıştır. Eserde bulunan hikayelerde dönemin zalim hükümdarı Depşelim'i eleştirir. Ezop'un ise günümüze kadar gelmiş iki yüz masalı vardır.


Bir köle iken bilgeliğinden dolayı azad edilen, ardından Atina'ya giden ve burada özgürlüğe olan düşkünlüğünden dolayı diktatör Peisistratos tarafından ölümle cezalandırılan Ezop'un masalları çocukların vazgeçilmezidir. Ve aslında bu masallarda büyüklere de dersler vardır. Eğitirken eğlendiren Ezop masalları, 17. yy Fransız yazarı La Fontaine'in fabllarına esin kaynağı olmuştur. La Fontaine'den masallar kitabını okumayanımız yoktur muhtemelen. Hatta Nazım Hikmet gibi şairlerimize de ilham vermiştir La Fontaine. Hayvanları konuşturduğu dizeleri çocuklar kadar büyükleri de etkiler. Çocukları çok seven usta şairin, "Güzel günler göreceğiz çocuklar / Motorları maviliklere süreceğiz..." dizelerini ise severek okumuşuzdur. Nazım Hikmet'in şiirlerinde sık sık çocuklar geçer. "Doğum" şiirinde hak etmedikleri bir dünyayla tanışan; siyah, beyaz, sarı ırktan bütün çocuklar için dünyanın, mavi atlas döşekli bir beşik olacağını düşler. Derin insan sevgisi ve duyarlılığıyla dünyanın öbür ucunda yaşanan acılara da duyarsız kalmaz ve "Kız Çocuğu" şiiriyle Hiroşima'da ABD'nin attığı atom bombasıyla yanarak ölen çocukların duygularına tercüman olur Nazım. ÇOCUK EDEBİYATINA EMEK VEREN ONURLU AYDINLAR İlk olarak ülkemiz masallarının derlenip yayımlanmasında büyük emeği olan Pertev Naili Boratav'dan bahsedelim. Çocuk edebiyatına çokça eser kazandıran aydınlarımızdan biridir Pertev Naili Boratav. Aynı zamanda folklor ve halk edebiyatı araştırmacısıdır. Tekerlemeler açısından zengin olan bu masallar, halk gerçeğini; paylaşmanın, dayanışmanın, adaletin önemini vurgularken bir takım yanlış tutum ve davranışları da yermiştir. Az Gittik Uz Gittik, Zaman Zaman İçinde, Nasreddin Hoca, Tekerlemeler... en önemli eserlerindendir. Ünlü mizah ustamız Nasreddin Hoca'yı da unutmamak ge-

rekir. Çocukların sevgilisi Nasreddin Hoca, her aydın gibi çağının toplumsal sorunlarına duyarlı davranmış, ezenlerle alay ettiği kadar, ezilenlerin korkaklığı ve sahteciliğini de yermiştir. Örneğin; "Filin Dişisi" adlı fıkrada zamanın padişahı Timur'un zulmünü, buna karşılık yöre insanının korkaklığını ince zekasıyla hissettirir okuyucuya. Göle maya çalma fıkrası da o ince zekanın bir başka yansıması, "imkansızı" isteme durumudur. Bu yazımızda bir kısmına yer vereceğimiz çocuk edebiyatının onurlu aydınlarından biri de Samed Behrengi'dir. "Beni diken, yetiştiren, emek veren meyvemi yiyemedikten sonra, emeği olmayana da ben yedirmeyeceğim." Bu sözler, "Bir şeftali Bin Şeftali" isimli masalın kahramanı şeftaliye aittir. Bu masalında da görüleceği gibi Samed Behrengi çocukların dünyasına özgür kalemi sayesinde girmiştir... Dostluğu, dürüstlüğü, sevgiyi ve onurlu yaşamı onlara sunmuş bir yazardır. Onu öncelikle "Küçük Kara Balık" ile tanıdık. Yaşadığı nehrin derinliklerini merak eden ve özgürlüğün peşinden sürüklenen Küçük Kara Balık ile çocuklara sorgulamayı ve özgürlüğü öğretmek istemiştir. Soru sormaktan uzaklaştıran mevcut eğitim sistemini düşünürsek, Behrengi'nin eserleriyle çocukları bu köhne eğitim sisteminin dışına çıkarma isteğini daha iyi anlarız. Okulların bize verdiği bilgiler çoğu zaman gereksiz ve sıkı-

Temmuz 2011 | TAVIR | 27


cıdır ve de düşündüklerimizin gelişimini önleyen adeta bir yüktür. Okullarımızdaki bu durum elbette öğretmenlerimizin suçu değildir. Çünkü aralarında birçoğu, devletin niteliği üzerine az şey bilir. Sadece kendine verilen müfredatı uygular. Bu, yaratıcılığı yok eden eğitim programının asıl mimarları ise egemen güçlerdir. Bu nedenle gerçeği bilen ve gösteren aydın kafalar er ya da geç o egemenlerin zulmüne uğrar. İşte İranlı yazar Samed Behrengi de aydın kimliğinden dolayı 29 yaşındayken öldürülmüştür. Behrengi'nin diğer eserleri; Bir Sevgi Masalı, Kel Güvercinci, Bir Günlük Düş ve Gerçek’tir. Ülkemizde de onurlu yazar, şair ve sanatçılarımız egemenlerin zulmünden paylarını almışlardır. Çünkü bu onurlu aydınlarımız eserlerinde hep yoksulluğu, adaletsizlikleri işlemişlerdir. Bir de yoksulluğun, zulmün, adaletsizliklerin yok edileceği umudunu... Maksat çocukların yaşanan gerçeklikleri gören, soran, sorgulayan, çözüm üreten, duyarlı, halkını ve vatanını seven bireyler olmalarını sağlamaktır. Çünkü bilirler ki insanı gerçek kimliğine büründürecek olan edindiği bilgilerdir. E. A. Rauter, "Düzene Uygun Kafalar Nasıl Oluşturulur?" isimli kitabında şöyle der: “Okulda insanlar imal edilir. İnsan yapma olayına eğitim denir. Aile çevresi, sinema, televizyon, tiyatro, radyo, gazeteler, kitaplar ve afişler de bir anlamda okuldur. Yani tüm bilgi ileten yerler okuldur." (Syf: 5) Eserleriyle okul olma işlevi gören yazarlarımızdan biri de Orhan Kemal'dir. Çocukluğu dahil bütün ömrü yoksulluk içinde geçmiştir Orhan Kemal'in. Yapıtlarında çocuklara ve onların dünyasına geniş yer verir. Yoksul çocukların yaşantıla-

28 | TAVIR | Temmuz 2011

rına ışık tutar. Yağmur Yüklü Bulutlar, Kırmızı Küpeler, Küçücük, Sokakların Çocuğu, Arslan Tomson, İncinin Maceraları... en güzel çocuk klasiklerindendir. Yine çocuklar için dersler içeren eserleriyle Fakir Baykurt da önemli bir yazarımızdır. Fakir Baykurt'a göre öykü, yazıldığı dönemin tarihsel, toplumsal renklerini, özelliklerini içermeli ve bir belge işlevi görmelidir. Bu bakış açısıyla yazdığı; Topal Arkadaş, Yandım Ali, Barış Çöreği, Koca Ren ve Sarı Köpek... çocukların elinden düşmemesi gereken eserlerdir. Diğer eserlerinden "Dünya Güzeli" ve "Saka Kuşları" derleme masallarından oluşurken; "Sakarca"da bir halk masalını yeniden ele alıp anlatır. ONLAR HEP “ÇOCUKLAR GELECEKTİR” DİYENLERDİ "... İki iş tuttum ömür boyu köklü. Çocukları okutmaktı ilk işim; ikincisi yazdıklarımı çocuklara okutmaktı... Kim ne derse desin çocuklar için yazdım hep." Bu satırların yazarı olan Rıfat Ilgaz eserleriyle çok şey kazandırmıştır edebiyatımıza. Çocukların ondaki yeri ise bambaşkadır. Bir öğretmen ve yazar olarak bilir ki, çocuklara gerek okulda gerekse yazılarında verdiği bilgiler, onların kafasında yargı ve kanaatlere dönüşecek. Yargı ve kanaatler ise kişinin davranışlarını yöneten mekanizmanın işleyişinin davranışlarını yöneten mekanizmanın işleyişinin gerekli birer parçasıdır. Bunun için, her onurlu aydın gibi öncelikle toplumsal gerçeklere vurgu yapar. "Ço-


cuk Bahçesi" isimli şiir kitabında ise çocukların dünyasını ustalıkla anlatmıştır. Bir çocuk merakıyla sorup bir bilge ustalığıyla cevap verdiği bu şiirleri derslerle doludur. Cankurtaran Yılmaz, Öksüz Civciv, Bacaksız, Kumandan Betona, Apartman Çocukları... en güzel eserlerindendir. Çocuk kitapları denince akla gelen bir diğer onurlu aydınımız Aziz Nesin'dir. Çocuklar onu okurken gülmeden edemez. "Şimdiki Çocuklar Harika"yı okumayan çocuk hemen hemen yoktur. Çürümeye yüz tutmuş, kokuşmuş düzeni güldürerek, eğlendirerek sorgulatır çocuklara. Memleketin Birinde, Hoptirinam, Uyusana Tosunum, Aziz Dededen Masallar, Az Gittik Uz Gittik, Fil Hamdi, Ölmüş Eşek... en önemli kitaplarındandır. Dünya edebiyatından klasikleşen çocuk kitapları da vardır. Charles Dickens'ın eserleri bunlardandır. Yaşamı boyunca köleliğe karşı çıkan İngiliz yazar, eserlerinde yoksulluk yaşamlarına tanık olduğu insanları anlatır. "Oliver Twist, David Capperfield" en güzel çocuk klasiklerindendir. Yine birçoğunun yaşam mücadelesine, yaşamın öğreticiliğine, ilginç yanlarına tanık olmak isterseniz Maksim Gorki'yi okumalısınız. Çocukluğum, Ekmeğimi Kazanırken, Benim Üniversitelerim, Danko'nun Yüreği... Bu anlamda en güçlü eserleridir. Çocuklar üzerine yaptığı çalışmalarla tanıdığımız Sovyet eğitim emekçisi Makarenko da Gorki'yi kendisine, eğitimini üstlendiği çocuklarına kılavuz edinmiştir. Ve şöyle demiştir onun için: "... Bizi eğlendirmek ya da o dönemde söylenen biçimiyle bizi geliştirmek için uzun öyküler yazan sıradan bir yazar olmadığını biz yeni anlıyorduk..." Evet sıradan bir yazar değildi Gorki. Aynı zamanda sosyalizmin kültürel inşasında çalışan bir eğitimciydi. Burjuva düzenin aksine soran, sorgulayan, çalışan ve yaratan bir nesli inşa etmekle sorumlu olan emekçilerden biriydi. BİZE DÜŞEN Gorki'lerin ter döktüğü bu inşa sorumluluğu, güzel günler görmek isteyenler için hala devam ediyor. Çocuklarımızı burjuva eğitimin dişlileri arasında bırakmak istemiyorsak, onların etrafına dikilen tecrit duvarlarını görmeli ve göstermeliyiz. Çocuklarımızı ucube kahramanlarla değil gerçek kahramanları tanıtarak büyütmeliyiz. Görüleceği gibi burjuvazinin çocuklarımıza sunduğu Barbie bebekler, Ben 10, Smek Down gibi çizgi "kahramanlar" çok hızlı bir şekilde hayatlarına sokuluyor. Yaratılan bu sanal "kahraman"larla hayatın, dünyanın gerçeklerinden uzaklaştırılıyorlar. Kendine, yaşamına, kül-

türüne yabancı bu sanal saçmalıkları örnek alıyorlar. Aslında emperyalizm, kumandası altında, adeta bir makine gibi yönetmeye hazırlıyor onları. Söyleneni tartışmasız yapan robotlar haline getirmek istiyor. Öyleyse emperyalizmin sanal saçmalıklarıyla değil yukarda bir kısmını aktardığımız yazarlarımızın, şairlerimizin, sanatçılarımızın eserleriyle tanıştırmalıyız çocuklarımızı. Özellikle, okulların tatile girdiği bu günlerde ilk adımı geçirmeden atabiliriz. Onlara kendi değerlerini öğreten, insani erdemleri işleyen bir kitap armağan edebiliriz. Ve her fırsatta çocuklarımıza halkların gerçek kahramanlarını anlatabiliriz... Sabo'yu, İdil'i, Engin'i tanıtabiliriz onlara. Çocuklarımız için iyi olanı istiyorsak onların yaşamını emperyalist kültürün saptamasına izin vermeyelim. Sadece çocuklarımız için değil kendimiz içinde hayatımızın emperyalist kültür tarafından çizilmesine izin vermemeliyiz. Bu her ne kadar bizleri yanıltarak ve zor kullanılarak yapılsa da boyun eğmemeliyiz. Çünkü şairin bahsettiği güzel günlere ancak başı dik yürüyenler ulaşacaktır. o

Temmuz 2011 | TAVIR | 29


biyografi biyografi

halkın evliyaları ümit zafer "Topraktan öğrenip kitapsız bilendir Hoca Nasreddin gibi ağlayan Bayburtlu Zihni gibi gülendir" (Nazım Hikmet)

Anadolu'nun neresine gitseniz, ya bir evliya makamı çıkar karşınıza ya da bir halk kahramanının destanı çalınır kulağınıza... Halkın aynı arayışının, toprağın altındaki ve üstündeki şekilleridir her ikisi de. Halkın bin bir derdi vardır ve bunlara karşı asırlar boyunca derman arayıp durmuştur. Bulamadığı oranda da evliya yatırlarına rağbet etmiştir. Ya da bir kuru ağaca bez bağlamıştır. Peki siz o kuru ağaçlara bez bağlayan bir bey, ağa, sultan, burjuva... görüp duydunuz mu hiç? Egemenler böyle bir şey yapmaz. Çünkü yoksul ve dolayısıyla da çaresiz değildirler.. O yatırların altında belki insan mezarı bile yoktur. Hatta, böylesi yerlere rağbet, dinen caiz bile sayılmayabilir. Ama tüm bunlara rağmen halk o evliya makamına el sürdürtmez.. Bu sahiplenmenin ardında, halkın bu dünyanın efendilerinden bulamadığı çareyi öbür dünyanın azizlerinde araması vardır. Halkın o yatırları sahiplenmesinde, gerçek hayat içinde yaşadığı çaresizliğin çaresini, metafizik dünyada arayışı vardır. İşte bu yüzden, Anadolu'nun her yanında sayısız evliya makamı vardır. Kimi zaman Yunus Emre'de olduğu gibi, aynı evliyanın birden fazla yerde makamı bulunabilmektedir. Ayrıca, giderek bu tür yatırlar arasında da belli bir iş bölümü gelişmiştir. Kimisi şu çaresizliğe "çare" sunarken, kimisi de bu çaresizliğe "çare" sunar olmuşlardır. Anadolu'da evliya yatırlarının bu denli bol olması yoksul halkın derman arayışının hem tarihsel köklerini hem de güncel

30 | TAVIR | Temmuz 2011

yaygınlığını gösterir... Kahramanlar... Anadolu'nun neresine gitseniz mutlaka bir halk kahramanı da çıkar karşınıza. Ya bir türküde adı geçer onların ya da bir destanın içinde yaşamaya devam ederler. Bu yanıyla halk kendi içinden çıkardığı kahramanlara sahip çıkar ve kulaktan kulağa kuşaktan kuşağa aktararak yaşatır. Yaşatılan, o halk kahramanı şahsında halkın adalet arayışı, hak kavgası, yar sevdası... gibi vazgeçemediği değerleridir. Demirci Kawa, Köroğlu, Kiziroğlu, Hekimoğlu, Pir Sultan, Ferhat ile Şirin, Mem u Zin, Hızır, Çakırcalı Efe... liste böyle uzayıp gider. Halkın kendi içinden çıkardığı bu kahramanları, asırlar boyu yaşatmasının sebebi adalet arayışına, kavgasına sevdasına olan bağlılığıdır. Pir Sultan “dönen dönsün ben dönmezem yolumdan” diyerek ölümü göze almasaydı halk yaşatır mıydı onu böyle? Halk kendi içinden çıkardığı kahramanlara, inançları için ödedikleri bedelin büyüklüğü, cüretlerinin keskinliği ve bağlılıklarının sağlamlığı... ölçüsünde değer verip yaşatır. Kahramanlarına sahip çıkıp yaşatan halk, zorbalığa karşı çaresiz olmadığı düşüncesini yaşatıyor demektir. Bu yanıyla Anadolu'da oldukça köklü bir kültür söz konusudur. Hem tüm bölgelerinde bilinen kahramanlar hem de birçok yerel kahramanları vardır. Bu toprağa kanı karışan evlatlarını unutmaz Anadolu'nun


cefakarları. Onların maceralarını kuşaklar boyu yaşatarak örnekler yaratmasını bilmiştir kendisine. Böylece zalimler var oldukça kendisine dayatılacak olan zorbalığa karşı başkaldırmanın sırrını, örneğini, yolunu da korumuştur. Unutulmasın ki halk hiçbir şeyi laf olsun diye yapmaz, yaratmaz ve asırlar boyu da yaşatmaz. Halkın bakış açısı sadedir ve ihtiyaçlar üzerine şekillenmiştir. İhtiyaç duymayacak olsa, kahramanlarını da onca zaman yaşatmazdı. Ki yaşatılan, zulme karşı çıkmanın örnekleridir. Bu topraklarda bunca zaman Dadaloğlu'nun "Ferman padişahınsa dağlar bizimdir" deyişinin çalınıp söylenmesi boşa değildir. Çünkü, egemenler var oldukça, kendi katline ferman çıkarılacağını bilen halk, isyanın yolunu açık tutan türküler çalıp söylemeye devam eder. Halk kahramanlarının heybesinde halkın özlemleri, belinde halkın kılıcı, yüreğinde halkın o büyük sevdası vardır. Böyle olduğu içindir ki, halk düşmanları tarafından katledilseler de, halk tarafından yaşatılırlar. Yaşatılan, halkın hasreti ve adalet arayışıdır... Cemil Hayek...

Anadolu'nun halk kahramanlarından birisi de Cemil Hayek'tir. Cemil Hayek, Hatay bölgesindeki Arap halkının 1930’larda yaşayan kahraman bir evladıdır. Malum, emperyalizmin kanlı ve kirli elleri her zaman Ortadoğu'da olmuştur. 1930'larda da Hatay, Fransız emperyalist güçlerinin açık işgali altındadır. Mösyö Beyaz Adam, bölgedeki kara kafalı Arap halkına "uygarlık" götürme iddiasıyla işbaşındadır yine. Oysa, daha Fransa diye bir yer bile yokken, Antakya vardı ve döneminin en uygar yerleşim yeriydi. Fransız işgali altındaki Hatay'ın Samandağı'na bağlı bir köyde (Kabaharnup-Çanakoluk) yaşayan sıradan bir delikanlıydı Cemil. İşinde gücünde koşturup duruyordu. Ta ki, yörenin zengin bir ailesinin züppe oğlu, kız kardeşi Rozana'yı taciz edene kadar. Bunu kabul edemezlerdi ve etmediler. Haramilerin pisliğini sineye çekmediler ve bu hakarete uygun karşılığı verdiler. Haramilerin adiliği varsa, halkın da misillemesi vardır. Öyle de olur ve aileler arasında çatışmalar yaşanır. Bu noktada, Fransız işgal güçleri olaya müdahale eder ve Cemil Hayek, yaralı olarak yakalanır.

Temmuz 2011 | TAVIR | 31


Gelecekleri varsa görecekleri de olur elbette. Cemil, kurşunlarını sakınmaz. Birçok çatışmaya girer ve işgalcilere darbe vurarak yakalanmadan aradan sıyrılır. Çünkü bölgenin zeytin, defne, çam ağaçları ve dağı, taşı, toprağı ve ille de halkı Cemil Hayek'i sahiplenir. Evlatları olarak bağırlarına basıp saklar. Arap halkının Fransız işgal güçlerine karşı onurudur Cemil. Ele geçirilememesi bundandır. Cemil Hayek'in her geçen gün büyüyen efsanesi, Mösyö Beyaz Adam'ı rahatsız eder iyice. Mesele, bir kişinin dağa çıkmış olması değildir. Fransız işgal güçlerini rahatsız eden, halkın o tek bir kişiye yüklediği misyondur. Cemil'in peşinde koşturan ama her defasında elleri boş dönen Fransız güçlerine alayla bakmaktadır halk. Fransız işgalcilerinin dayanamadığı da bu durumdur. Otoriteleri zaafa uğramaktadır. Bir Cemil'e güç yetiremeyen işgalciler, Cemil Hayek'leşen halk karşısında elbette bu bilinci taşımaktadır. Bu korkuyla Cemil Hayek'in peşine daha sıkı düşerler. Ailesi ve tanıdıklarını baskı altında tutup, yardımcı olan köylüleri de takibata alırlar. Aynı zamanda, muhbir de devşirirler. Ve günün birinde, bekledikleri ihbar gelir.

cemil hayek Yakalanır ama, Fransızlar'ın karşılarında aman dileyen, ağlayıp sızlayan bir zavallı yoktur. Cemil tutsaktır, eli kolu bağlıdır, yaralıdır ama mağdurdur. O'nun aklından geçen sızlanmak değil, firar etmektir. Öyle de yatar. Yaralı haliyle Halep'e götürülen Cemil Hayek, bulduğu ilk fırsatta Fransız askeri güçlerinin elinden kaçar. Ve Hatay'a geri döner. Ne de olsa, Fransız askerleri bölgede yabancı, Cemil ise kendi vatanında, halkının arasındadır. Cemil Hayek, artık bir kaçaktır. Eşkıyadır, asidir ve böyle olmasıyla da, "kötü" örnek sayılmaktadır. Fransız işgal güçleri, böylesi örneklerin halk için bulaşıcı olacağını, sömürgeci gelenekleri gereğince iyi bilirler. Ve Cemil'in peşine düşüp üstüne giderler.

32 | TAVIR | Temmuz 2011

Cemil Hayek ve abisi İbrahim, Değirmenbaşı denilen yerde, kan kokusuna üşüşen, "uygar" çakallar tarafından kuşatılırlar. Cemil ve abisi için, iki şey söz konusu değildir: Kuşatmayı yarmak imkanı ile teslim olmak ihtimali yoktur. O halde, sonuna kadar çatışacak ve “son”un ne olacağına kendileri karar vereceklerdir.

Kurşunlarını idareli kullanarak çatışırlar. İşgalciler uzun süre yanlarına yaklaşamazlar. Ne de olsa Mösyöler'in canı tatlıdır. Yoğun çarpışmalar yaşanır ve giderek Cemiller'in sıktığı kurşunlar seyrekleşir. Kuşatma daralırken Cemiller'in kurşunları da azalır. Ne yapmalıdır Cemil Hayek? Halk kahramanlarının kitabında zalime teslim olmak yazmaz. Çünkü, içinden çıktıkları halkın onuru oldukları bilincine ulaşmıştır onlar. Teslimiyeti reddeden bu bilinçtir. Ve bu bilincin davranışı da yiğitçe olur. Cemil Hayek'in son iki mermisi kalmıştır. Derler ki, birini abisine diğerini de kendisine sıkar. Derler ki, aslında Cemil'in kuşatmadan çıkma ihtimali varmış. Abisi oyalarken o gidebilirmiş ama abisini o koşullarda yalnız


bırakmak istememiştir. Derler ki, bu son çarpışmasında da Fransız güçlerine epeyce kayıp verdirmiştir. Derler ki, Cemil Hayek’in yiğitliği karşısında, vicdanlı Fransız askerleri de gözyaşlarını tutamamıştır. Ölürler ama teslim alınamazlar. Fransız işgal güçlerinin eli boş kalırken, halkın yüreği dolar bir kez daha. Ve kendi içinden çıkardığı evladını yine kendi yüreğine gömerek ölümsüz kılan halk, adına ağıtlar, şarkılar söyleyerek Cemil Hayek'i bugüne taşır. Dünya halklarına "uygarlık" ," özgürlük", "demokrasi" götürme bahanesiyle halkları kana bulayan emperyalist güçlerin elinde teknoloji harikası bombalar, kirli provokasyonlar, kışkırtma politikaları olabilir ama hakların da Cemil Hayekler'i vardır. Olmuştur ve olacaktır... Cevher... Nereye giderseniz gidin, bu toprakların her yanında neden evliya makamları ve halk kahramanları çıkar karşınıza? Dertlerine derman bulamayan halkın, tarihsel arayışının abidesidir o evliya yatırları. Ne kadar çoksa, halkın derman arayışı o kadar derin ve yaygın demektir. Bu dünyanın efendilerinden umudunu kesen halk, çareyi o yatır taşlarına yüz sürmekte bulmaktadır. Öteden beri böyledir bu. Osmanlılar, Cumhuriyet ve derken nice hükümet gelip geçmiş ama o kuru ağaçlara asılan bezler hiç eksilmemiştir. Zulme sürgit boyun eğilmeyeceğini söyler bütün halk kahramanlarının macerası. Eğer, bu evlatlarının destanlarını hala yaşatıyorsa, halkın bir bildiği var demektir. O da şudur ki, halk kendi içindeki kahramanlaşma potansiyeline sahip çıkıyordur. Yapması gereken yerde, ne yapacağını unutturmuyordur böylece kendisine.

çaresiz halinde bile medet aramayı sürdürür. Ve gidip toprak altındaki evliyada ara çaresini. O yatırlara gidiyor oluşundan öte, o yatırlara götüren arayışın kendisi, gerçek çarenin de filizleneceği toprak olur. Halk kahramanlarının var oluşu, işte o gerçek çarenin “önsöz”ü sayılır. Ki kahramanlar, halkın en duru haldeki özü, kristalize haldeki cevheridir. O cevher halkın içindedir. Sömürü ve zulüm koşulları, o cevherin açığa çıkacağı zemini yaratır her zaman. Sonrası malum. Haksızlığı sineye çekmemektir halkın evlatlarını kahramanlaştıran. Kız kardeşi Rozana'nın saldırıya uğramasına kadar, köyünün sıradan bir delikanlısı olan Cemil, adalet arayışına başlayınca artık herkesin Cemil Hayek'i olur. Çünkü, aradığı adalet, herkesin arayışıdır. Ve Cemil, işte bunu anladığında artık Cemil Hayek'in ta kendisi olur. Teslim olmayışının özünde de bu vardır... Feda Geleneği... Batı'nın "uygar" aklı, onur için can verebileceğini kara kafalı halkların barbarlığına sayar. Çünkü o "uygar" mösyöler için, ne olursa olsun hayatta kalmak için her şey mübahtır. Onlara göre, hayatın sürdürülme çabası insanın yegane varoluş motivasyonudur. İşte bu yüzden kara kafalı halkların "ölmek var dönmek yok" deyişi, pek "vahşi" gelir Beyaz Adam'a. Ve elbette, bu kültürel şekillenişi yozlaştırmadan halkları teslim alamayacaklarını da bilirler. İşte bu yüzden, burjuvazinin "hiçbir şey için ölmeye değmez" yaklaşımı, halkları halk yapan temel bir cevhere, değere yönelen bozguncu bir saldırıdır. Ki halkın dilince, "ölmek var dönmek yok" şeklinde ifadesini bulan feda kültürünü bozabildiği oranda, halklar köleleştirebilirler. Tam da burada, Seneca'nın o cümlesi hatırlanmalıdır: "Ölmeyi öğrenmiş kişi, köle olmayı öğrenmemiş olan kişidir. Özgürlük işte böyle bir şeydir."

Evliyalar ve kahramanlar, halkın halleri ve hasretleri icabıdır. Toprağın altındaki evliyası da, üreğinin içindeki kahramanları da halka dairdir. Ki evliyaların kulağına söylenen o hasretler, kuru ağaçlara takılan bezler bir gün örgütlenirse, kahramanlaşan halk kovar emperyalizmi buralardan.

Şarlo da (C. Chaplin) aynı şeyi söyler: "Umutsuzluğa düşmeyin! İnsanlar ölmeyi bildikleri sürece, özgürlük yok olmayacaktır..."

Duyuyor musunuz, Cemil Hayek, Karayılan, Yörük Ali türküleri söyleniyor hala bu topraklarda...

Halk kahramanları, içlerinden çıktıkları halk için birer umut yıldızı olurlar. Böylece, halkın zulüm, sömürü ve horlanma boyunduruğundan kurtulma imkan ve ihtimalinin varlığına ışık tutarlar...

İşgalcinin askeri, haraminin zaptiyesi varsa, halkın da Cemil Hayekler'i vardır. Cemiller'in varlığı, halka güç ve güven verir. Bu yanıyla, Cemil Hayek artık tek bir kişi değil, halkın hıncı, hasreti, adalet arayışının vücuda gelmiş halidir. Egemenler, halka her zaman çaresizlik dayatırlar. Halk ise, en

Sanal Kahramanlar... Burjuvazi, halk kahramanlarını kurşunlarla öldüremeyeceğini anlamıştır. Ve fakat, halkın hafızasından kahramanları silmek için çabalamaktan da vazgeçmemiştir. Bunun bir yön-

Temmuz 2011 | TAVIR | 33


renemeden yetişen Antakyalı gençler, Angelina Jolie'ye hayranlık tezahüratında bulunurlar. Halk kahramanlarını öldürmek isteyen burjuvazi, bunun için hiç durmadan sanal kahramanlar yaratmaya devam ediyor. Bu işi ciddiye alıyor. Çünkü, R. Stausch'ın "Kahramanlar; umutlarımızın ve hayallerimizin vazgeçilemez sembolleridir" deyişinde somutlanan önemin farkındadır. Halkların, gençliğin umut ve hayallerini kontrol etmenin bir yolu da, böylesi sanal kahramanlar yaratıp yaygınlaştırmaktan geçmektedir... Sonuç Yerine... Halkın evliya yatırlarına gösterdiği ilgiyi, kimileri "ilericilik" adına, kimileri de ilahiyat adına uygun bulmaz. Oysa, açık olan şudur ki, talep ve özlemleri karşılanmayan halk kesimleri, bu dünya için istedikleri tüm imkanları öteki dünyanın azizlerinden istemeye devam ederler. Ta ki, istedikleri her şeyi almak için ellerini kullanmayı öğrenene kadar sürecektir bu. Halk kahramanları, işte bu öğretimin yolunu aydınlatırlar. Bir diğer yandan, orada burada kimsesiz yatırları evliya makamı sayan halk, hiçbir bey, ağa, sultan mezarına gidip böylesi bir beklentisini dile getirmez. Halk en batıl davranışında bile, belli bir sınıfsallık gösterir dersek, abartı olmaz herhalde. Bakın Anadolu'ya üç-beş kara taşa yatır muamelesi yapan halk, beylerin, ağaların, sultanların o görkemli mezarlarına gidip medet aramaz. Kırsalın ortasında kuru bir ağaca bez bağlayıp dilekte bulunan halk, sarayların yamacına gidip bez bağlamaz.

temi de Süpermenler'in devreye sokulmasıdır. Örümcek Adam, Rocky, Harry Potter, Batman, Polat Alemdar, Recep İvedik, Karayip Korsanları, Candy, Barbie, Terminatör vb. gibi bir dizi uyduruk “kahramanlar”ın yaratılma sı için seri imalata geçilmiştir. Aynı şekilde ticarileşmiş spor ve yozlaşmış sanatın kimi figürleri de "kahraman" haline getirilerek, olunması gereken örnekler olarak sunulmaktadır. Ve Madonna'dan Ronaldo'ya "kahraman" pazarlanır halklara. Öyle ki, Cemil Hayekler'i öğ-

34 | TAVIR | Temmuz 2011

Halkın kahramanlarına ve evliyalarına sahip çıkışının sırrına erdikçe, halkın sömürü ve zulüm düzeninden aslında hiçbir şey beklemediğini de anlarsınız. Kimse kızmasın o kuru ağaçlara bez bağlayan, o kara taşların kenarına mum yakan ahaliye. Anlayın, ki umudun ne ve nasıl olacağını anlatabilesiniz. Ne mutlu ki, bu toprakların birçok yerinde türbesi bulunan Yunus Emre'si, Cemil Hayekler'i, Seyid Rıza'sı ve hayat denilen kavganın Mahirler'i var. Hepsi bizimdir. Bizdendir. Bize dairdir. Çünkü, biz halkız. Hem evliya hem eşkıya halimizle, biz halkın ta kendisiyiz... o


deneme deneme

anka kuşu sevda yağmur

Postadan yeni bir kitap geldiğini öğrendik. Tavır Yayınları'ndan çıkmış. Adı Ayçe İdil Erkmen. Kitabı hapishane idaresinden istedik. Hemen veremezlermiş. Toplatma kararının olup olmadığına bakacaklarmış. Sabırsızlıkla beklediğimiz kitapla nihayet buluşacağız. Nasıl bir kitap olduğunu merak ediyoruz. "Şöyledir, böyledir" biçiminde türlü türlü yorumlar yapıyoruz. İçimizde İdil'i tanıyan yok. Ancak onun ayak bastığı yerlerden geçenlerimiz var. Biraz da bu yüzden kitabı görmek için sabırsızlanıyoruz. Çanakkale Hapishanesi'ne sevk edildiğimizde İdil'in karanfilleşmesinin üzerinden tam üç yıl geçmişti. Ancak izleri taptazeydi. Kadınlar koğuşunda elli dört kişiydik. Sanki İdil elli beşincimiz olarak aramızda yaşıyordu. Direnişi birlikte göğüsleyen yoldaşlarımızın ona dair anlatacağı çok şey vardı. Kah havalandırmada voltalarken, kah yemekhanede çay içerken, kah koğuşta ranzadan ranzaya sohbet ederken İdil'i anlatıyorlardı. Ondan söz ederken yoldaşlarımızın gözleri parlardı. Sanki İdil, baktıkça hepimizi içine çeken berrak bir su gibiydi. İdil, Cephenin hatta dünyanın ilk kadın ölüm orucu karanfiliydi. Aramızdan sıramızdan biri olarak başarmıştı bunu. Bu

TEMMUZ 2011 | TAVIR | 35


men” kitabını bize uzatıncaya kadar. Kitabı alıp incelemeye başladık. Belgesel niteliğindeydi ve bir derleme sayılırdı. Sade bir anlatımı vardı. Sayfaları birer birer çeviriyoruz. Yayınevinin önsözünde “Ne söylesek eksik kalacak endişesiyle ama elimizden geldiği ölçüde yazılmış bu satırlar dileriz ki yeni İdillerin yetişmesinde küçük de olsa katkıda bulunur.”(1) deniliyor. Kuşkusuz öyle olacaktır. Çünkü İdil uzun zamandır onların kulağına fısıldanan ve dilden dile dolaşacak olan unutulmaz bir şarkıya dönüştü. Bu kitapla şarkımız daha gür söylenecek. Bu yüzden emeği geçenlerin şimdiden ellerine sağlık. Ayçe İdil Erkmen adı artık devrimci sanatçı kişiliğinin de adıdır. O bir müzisyendi, piyano çalıyordu. Oyuncu ve yazardı aynı zamanda. Devrimci sanat ve kültür cephesini yaratmanın zorlu mücadelesini verenlerden biriydi. Sadece baskı ve yasaklarla değil, kültür-sanat alanında egemen olan küçük burjuva anlayışla da mücadele etmişti. Egemenlere göre sanatçılar örgütlü olmamalıydı. Çünkü örgütlülük yaratıcılığı köreltirdi. Devrimci sanatçılar, sanat adına slogancılık yapan militanlardı. Üretmezlerdi, üretebilmek için birey olmayı başarmalıydılar...

kulvarda kadınlar cephesinden kazandığımız ilk zaferimizdi. Yoldaşlarımıza döndük ve dedik ki: "Arkadaşlar, İdil'i başka insanlar da bizim gibi tanımalı. Söz uçar yazı kalırmış. Bu yüzden İdil yazılmalı." Yoldaşlarımız birbirlerine baktılar ve bize dönüp "Biz de onu yazmaya çalışıyoruz" dediler, "hatta ikinci defa deniyoruz. Bitmek üzere. Olmazsa bir daha deneyeceğiz. Yazı konusunda profesyonel değiliz. Elimizden geleni yapmaya çalışıyoruz. Doğrusu bu da içimize pek sinmedi..." O yazılan da olmamıştı, tekrardan herkesin düşünceleri ve önerileri alındı, yeniden yazılacaktı. Böylece İdil'in romanına başlandı, hatta epey de ilerlenmişti. Belki de bu, İdil'in anlatıldığı, anlatmayı başarabildiğimiz bir çalışma olacaktı. Karanlığın sahipleri 2000 yılında Aralık'ın 19'unda şafak sökmeden hapishaneye geldiler. Üç gün boyunca enkaz haline çevirdiler her yanı. Nihayetinde koğuşları tazyikli suyla doldurmaya başladılar. Kitaplar, defterler yüzüyordu suyun üstünde. Muhtemelen İdil'e dair kitap çalışması da onların içindeydi. Farklı kentlerin farklı hapishanelerine götürülüp hücrelere atıldığımızda yeni bir sürecin içindeydik. Bir önceki süreçte 1996'da karanfilleşen İdilimizin anlatılması bir ukte olarak kalmıştı içimizde. Ta ki mazgal açılıp da gardiyan “Ayçe İdil Erk-

36 | TAVIR | TEMMUZ 2011

Tam tersini de düşünenler vardı. Devrimciler “sanat-sepet” işleriyle uğraşmamalıydılar. O, örgütlülük düşmanlarını da; kültürve sanata “boşa harcanan emek, boş harcanan zaman” olarak gören küçümseyici yaklaşımları da ciddiye almamış ve yoluna devam etmişti. Yani bu kitapta sadece İdil'in yaşamını değil, onunla birlikte çalışmış olan halkın sanatçılarının gözünden İdil'i tanıma imkanı buluyoruz. İdil'in karanfilleşmesinden beş ay sonra şöyle diyorlardı; “... Halk, aydınlık ve sanatçının ana kaynağıdır. Önce bu kaynağı beslemelidir. Bunu başardıklarında vatan ve halk için direnmenin yanında ölebilmenin erdemini de öğrenmiş olacaklardır. Halktan yana olma iddiası bulunan tüm sanatçı ve aydınlarımız İdil'i tanımalıdır.”(2) Kitapta İdil'in sanatçı kişiliğinin yanısıra bir kadın olarak nasıl değişip dönüştüğüne de yer veriliyor. Çünkü o da ülkemizdeki pek çok kadın gibi egemen anlayışın belirlediği sınırlar içinde yaşamıştı. Kendine reva görülen ikinci sınıf vatandaş olma rolünü kabullenmişti. Bundan sıyrılması, yüzyıllarca kökleşen bu kültürün olumsuzluklarından bir çırpıda kurtulması zordu. İdil kendisine yönelik eleştirileri dinliyor ve anlamaya çalışıyordu. İdil, örgütüne güveniyordu, yoldaşlarına güveniyordu. Ama onu asıl özgürleştiren, düşünce sistemindeki ve dünyasında-


6 Temmuz'da yoldaşlarımız ondan gözlerini alamıyorlar ve onu kucaklarken yüzlerinden bir-iki damla yaş süzülmesini engelleyemiyorlar. İşte o vakit İdil, Ali Rıza Komutan'ın sözlerini hatırlatıyor onlara, “Acılarımızı gözyaşlarımızla hafifletmeyeceğiz.” 7 Temmuz'a gelindiğinde sık sık kusmaya başlıyor. Hiç yemek yemeyen bir insan nasıl kusabilir demeyin. Defalarca kusuyor işte. İçtiği suyu kusuyor, safra kusuyor. Ve İdil kısa sürede 41 kiloya düşüyor. Yoldaşlarıyla konuşmadığı vakitlerde onların elini sıkıyor. İdil'in kuvvetini farkeden yoldaşları seviniyor içten içe. ki değişikliklerdi. Geçmişteki en temel hedefi okumak, işe girmek, evlenmek ve çocuk sahibi olmaktı. Sistem onu kaprislere, kıskançlıklara, aşağılanmalara, kendine güvensizliğe mahkum etmişti. Oysa İdil'in kafası evinin, işinin sorunlarıyla değil, vatanının halklarının sorunlarıyla meşguldü. Bireysel kaygılar taşımıyordu o, ufku genişlemişti. Ülkesinin ve halkının geleceği için mücadele ederken her göreve hazırdı. Kitaptan, yurtdışı turnesi dönüşünde nasıl gözaltına alınıp, nasıl “ceza” verildiğini öğreniyoruz. Tutsaklığı paylaştığı yoldaşlarımızın anlatımıyla onu hayatın içinde tanımaya başlıyoruz. Sayfaları çevirmeye devam ediyoruz. Ulucanlar Hapishanesi'ndeki günlerinin ardından işte Çanakkale'deyiz. “Ölüm Orucu Günlüğü” bölümünde sanki 11 yıl önceye gidiyoruz ve yoldaşlarımız onu bizlere anlatmaya devam ediyor. Her satırı tanıdık geliyor yazılanların, fotoğraflar tanıdık.

Hava sıcak mı sıcak. Yağmur öncesinin ağırlığı var ama yağmurun yağacağı yok. Koğuş basık, bunaltıcı. İçerinin havasını değiştirmek için havlu sallıyor, kartonlarla rüzgar oluşturmaya çalışıyorlar... Üstüne titriyorlar İdil'in. Onlar üstüne titredikçe “Açlık grevini bırakın” diyor birileri. Koğuşlarda yiyecek stoklandığını iddia ediyorlar. Kuşkunun yalanları menzile varılarak çürütülecek. Bunu en iyi İdil biliyor. Bu yolu birlikte adımladığı yoldaşlarına ve siper yoldaşlarına rastlıyoruz kitapta. Yanıbaşındaki siper yoldaşının adı Pervin, “güvercinim” diyor İdil'e. Kendinden daha genç olan İdil'in hızla ölüme yakınlaşmasına isyan ediyor. Annesi, abisi anlamak istemiyorlar. “Neden idil?” diyorlar yoldaşlarına, “Neden bir başkası değil?”… “En iyilerimiz en önde gidiyor” deseler de ikna edilemiyorlar...

Günlük 4 Temmuz 1996'dan bir gazete ilanından söz ederek başlıyor. Sağmalcılar, Ümraniye ve Sakarya hapishanelerinden yola koyulan 30 kişiden bahsediyor. Ve daha sonra yola çıkacak olanlardan...

Kitabın 124. sayfasındayız. 16 Temmuz Salı. İkinci ekipler yola çıkıyor. Çanakkale'deki iki kadın yoldaşımızdan biri Ayşe Baştimur. Çanakkale'deyken İdil'i en çok Ayşe'den dinlerdik. Ayşe gözyaşlarına her zaman zor hakim olur biliriz. Bir anda ıslanıverir kirpikleri. Bu sayfada adı geçmiyor ama bu bizim Ayşe. “... İdil'e sarılırken gözyaşlarını tutamıyor. “Bu sıralar çok duygusallaştık galiba” diyor.

Çanakkale'den İdil kuşanacak alın bandını. Gelin gibi görünüyor yoldaşlarının gözüne. Töreni düğüne, alnına takılacak bandı duvağa benzetiyor yoldaşlarımız.

İdil, “Olsun, devrimciler duygulu insanlardır” yanıtını veriyor. Evet, devrimciler duygulu insanlardır. İnsana, insanlığa duyulan sevgiden değil mi ölüme yatışımız...

Ve günlüğe şöyle bir not düşülüyor. “Sevinç, burukluk, gıpta, acı, kin, öfke... öylesine birbirine karışıyor ki. Birçok duyguyu bir arada yaşamak... Bir terslik mi var bu işte, her şey bir arada nasıl olabiliyor...” (3)

Soruyoruz İdil'e: ‘Peki sen neden ağlamıyorsun?’ Yanıtı sade: ‘Zafer günü ağlayacağım’... Bir arkadaş ikinci ekipteki direnişçiyi göstererek, ‘Onda ne görüyorsun?’ diye sorduğunda, “Kırmızı alın bandı, kırmızı tişört, bir de kırmızı burun görüyorum...”(4) Kırmızı burunlu kişi Ayşe. Ayşe'nin bu kitaptan ha-

TEMMUZ 2011 | TAVIR | 37


binlerce Ayçe İdil'in Anadolu topraklarında, Anadolu analarının bağrında yeşereceğini söylüyor. Yanılmıyor Semih Amca. Analarımız ziyaret günlerinde getirdikleri çiçeklerle sevgilerini sunuyorlar İdil'e. Onun karanfilleşmesinin ardından Çanakkale'de oluşturulan İdil köşesinin çiçekleri hiç soldurulmuyor. Kucak kucak papatyalar, leylaklar, iğde dalları taşınıyor. Bazen demet demet güller, karanfiller, nergisler... Her hafta yenileriyle değiştiriliyor. Ziyaret günleri çocukları içeri alabiliyoruz. Kimileri ellerinde çiçekleri, içeri dalıyorlar. “Bunları İdil ablaya getirdik.” deyip bazen köşeye kendileri yerleştiriyorlar. İdil'in duvarda fotoğraflarına ve kimi eşyalarına defalarca bakıyor, sorular soruyorlar... İdil'le hiç tanışmamış olanlarımız bile zorlanmadan onu anlatabiliyoruz. Birkaç adli tutsak, koğuşu boyamaya geldiğinde aynı köşeyi incelediler. Duymuşlardı İdil'i. İçlerinden biri duvarda asılı bulunan fotoğrafın etrafına alçı işi yapmak istediğini söyledi. Birkaç gün sonra alçı işinin ortasına yerleştirdik İdil'imizin fotoğrafını. Ona gösterilen ilgi ve sevgi hepimizi duygulandırmıştı... İdil'in kaleminden dökülen satırların ve onun ardından yazılanlardan sonra kitabın sonlarına yaklaşıyoruz. Fotoğraflar... En fazla dikkatimizi çeken bölüm denilebilir. Tekrar tekrar bakıyoruz. beri yok. Oysa o da İdil’i yazma girişiminde bulunanlardan. İdil 1996 yürüyüşümüzün ilk kadın kahramanı oldu. Ayşe 2000'ler yürüyüşümüzün onlarca kadın kahramanlarından biri şimdi. Ve 21 Temmuz'da ilk karanfil düşüyor toprağa. Aygün Uğur. Artık ayağa kalkamayan İdil saygı duruşu için “kalkacağım” diyor. Yardımla kalkıyor, kendini zorluyor ve uğurluyor Aygün'ü. Giderek İdil'İn bilinci kapanıyor. “... ‘Mitralyözden sonra'... Üç kez tekrarlıyor bu sözü İdil. 'Kim mitralyöz İdil?' 'Benim' 'Senden başka mitralyöz var mı?' 'Yok'”(5) Karşı sayfada Ayşe ve İdil görünüyor. İdil gözleri kapalı yatıyor. Ayşe sakin, sabırlı. Hesap sorar gibi, “Bizim de günümüz gelecek” der gibi bakıyor. Günlük bitiyor, bizse sayfaları çevirmeye devam ediyoruz. Yoldaşları, siper yoldaşları ve dostları onu anlatıyor. Mezar başında babası Semih Amca, “Yavrucuğum” diye sesleniyor ve

38 | TAVIR | TEMMUZ 2011

Tüm karanfillerimiz gibi mezarı başında anmalar yapılıyor. Fotoğrafı yakalarda, göğüslerde taşınıyor. “Ölümüne savunulan değerler kaldı mı?” diyenlere cevaben Ayçe İdiller boy veriyor bu topraklarda. Ki kitabın en çok beğendiğimiz bölümü en son bölümü oluyor. Bu ölümsüzlük tablosunu seyrederken Ayçe İdil'ce büyümekte olan tüm yavruların gözlerinden öpmek istiyoruz. Ve diyoruz ki Ayçe İdil Erkmen yaşıyor. Anka kuşu misali küllerinden kendini yeniden ve yeniden yaratıyor. o

Alıntılar: (1) Ayçe İdil Erkmen / Tavır Yayınları / Syf: 9 (2) Age / Syf: 290 (3) Age / Syf: 106 (4) Age / Syf: 124-125 (5) Age / Syf: 140


öykü öykü

umudun adı demet büyüktanır

Burası küçük bir gecekondu mahallesiydi. Yoksulluğun büsbütün sınırıydı burası. Kimi aileler bu durumdan şikayet ederler, buradan, bu sınırdan çıkmak için kademe atlama arayışı içine girerler, bu atlayışlarda da nedense gözleri görmez ve birbirlerini ezerlerdi. Ama bazı aileler vardı ki, onlar artık bu sınırla bütünleşmişlerdi. Yoksulluktan memnun olma, aç kalma, ısınmama mutluluğu değildi onlarınki, bir ekmeği paylaşma duygusuydu. "Komşuda pişerse bize de düşer"di. Tabakların boş gelmemesiydi. Paylaşmaktı kısacası onlarınki. Her şeyi paylaşmak. Aşı da ekmeği de, sevinci de üzüntüyü de. Ve onlar daha mutluydular böyle. Çünkü birbirlerini ezmezlerdi kademe atlamak için... Böyle bir mahalleydi burası. Ve burası bugün sonbaharın dökülen yapraklarıyla, evlerde yavaş yavaş yanmaya başlayan sobanın dumanlarıyla, esen bir rüzgarın yerle bir ettiği toprakla, yağan yağmurun üzerine sinen toprak kokusuyla kaplıydı. Hayatın sıradanlığından mı yoksa yaratıcılığın yokluğundan mıdır bilinmez yine aynı bir gündü. Çocuklar bahçede top oynuyor. Topu olan can yakıyor, istediğini oyuna alıyor, beğenmediğini sınır dışı ediyor. Yenmese de kazanıyor mutlak. Bu durum sınıf ayrımını da beraberinde getiriyor. Yoksul çocuklar ve varlıklı olmaya ramak

kalan gecekondu köşklerinden çocuklar hayatın içindeki yokluk ve varlıktan habersiz oyun oynuyorlar şimdi. Oyunun adı "yakan top". Burada mesele topu havada tutup can kazanmakta, cana can katmakta. Zorlu bir can savaşında içlerinde sıyrılan bir çocuk var şimdi. Az önce topu havada yakalayan. Adı Umut. Yokluğun vücuduna kattığı çelimsizliği taşıyor üzerinde. Evin küçüğü. Ailenin tek Umut'u. Geleceğin "büyük adam"ı... Yoksuldu ailesi, ama hiç yokluk yaşatmamışlardı Umut'a. Annesi temizlik işlerine gider, bazen çocuk bakıcılığı yapar, aynı zamanda annelik ve yuvanın dişi kuş görevini de yerine getirirdi. Babası inşaatlara gider, omuzlarındaki yüklere bir yük daha eklerdi. Bir çocukları daha vardı bu küçük ailenin. Eski zamanlarda -fazla eski değil- az önceki yıllarda kayıp olmuştu birdenbire. Kimi bir emniyetin bilmem kaçıncı katından atlamış diyordu, kimi işkencede dayanamamış çelimsiz vücudu diyor, kimileri ise kaçıp gitmiştir düşüncesine inandırıyordu kendilerini. Hani belki yaşıyordur ama bizden biraz uzaktadır diye düşünüyorlardı akıllarına her geldiğinde. Abisini az çok hatırlıyordu Umut. Belki daha çok küçüktü bunları anlamak için. Fakat biraz biraz beliriyordu nedenleri: Neden onun abisiydi? Sadece onun abisi miydi? Ne yapmıştı Umut'un abisi?

TEMMUZ 2011 | TAVIR | 39


giysi daha ekliyor, oyuncaklarını beğenmiyor, rengi kötü beğenmedim diyerek yeni bir oyuncak daha aldırıyordu ailesine. İşte bu çocuk az önce bağırarak kendini oyunun ortasına attı ve "hayır!" dedi. Topu sahiplendi. "Top benim, ben seninle oynamak istemiyorum" deyip, kendi tarafına seçecek çocukları gözden geçirdi. Bunlar az önce Umut'a hemen hemen benzeyen çocuklardı. Vücutları çelimsiz, avurtları çökmüş, haftalık giysilerine özen gösteren ama bunu pek beceremeyen çocuklardı bu çocuklar. Buna karşılık Umut atıldı öne, "Asıl sana hayır!" Çok iyi biliyordu bunu Umut. Aralarında bir anlaşmazlık filan yoktu, oyunda da bir tatsızlık çıkmamıştı. O'nun yapmak istediği tek şey, kendilerini ezmek istemesiydi. İzin vermedi buna Umut. "Hayır" dedi tekrar.

Neden o kahrolası birinci şubeye almışlardı O'nu? Ne sormuşlardı O'na? Ne demişti abisi? Niye vurmuşlardı abisine? Acı duymuş muydu ölürken? Ölmüş müydü Umut'un abisi? ... Bilmiyordu ki bunları Umut! Neden olduğuna dair birkaç şey sıralıyordu anne babasına sorduğu sorular karşısında cevap bulurken kendine. Abisinin "suç"u ses çıkarmaktı. Sesine ses katmak için birlikte hareket etmekti, öncülüktü belki de, halkın, kavganın önüne atılmaktı. Bütün bunları düşünürken bir yandan gözyaşlarını gizlemeye çalışıyor, bir yandan da yumruğunu sıkıyordu saklıca. Az önce Umut can almıştı kendine. Yenilmez olmuştu yine yeniden. Oyundan hiç çıkaramıyorlardı onu. Çünkü o bu oyunu çok güzel oynuyordu. Oyuna gölge düşürmek isteyenlerse onu çıkartmak için türlü bahaneler savuruyorlardı oyunun tam ortasına. Giyim kuşamıyla kendini belli eden, mahallenin çocuklarından sıyrılan bir çocuk vardı burada; Berkecan. Bizimkiler bir hafta giyerken aynı giysileri, o her hafta giysilerine yeni bir

40 | TAVIR | TEMMUZ 2011

Mahallede sanki hayat durmuştu aniden. Çocuklar çıt çıkarmıyor, rüzgar esmiyor, kuşlar uçmuyor, yapraklar kımıldamıyordu. Umut'un ses çıkarması öfkeyi kamçılamıştı çocuklarda. Yeterdi artık, bu kadardı! Ya onları böyle kabul ederdi ya da yalnız kalırdı. Herkes sessizce olup biteni izlemeye koyuldu. Buna Berkecan da dahil. Şaşırmıştı Berkecan. İlk defa biri ona karşı çıkmıştı. Her istediği yapılıyordu çünkü. Umut elindeki topu sertçe yere bıraktı. Çocukların arasından sıyrılıp Berkecan'ın karşısına çıktı. Berkecan buz kesilmişti. Umut'un ne yapacağını kestiremiyordu. Umut ardında bütün çocukları bırakarak konuşmaya başladı... "Bizler bu mahallenin çocuklarıyız. Bizler burada yaşıyor, burada oynuyor, burada ağlıyor, burada gülüyoruz. Bizler buralıyız. Tam da bu mahallenin, bu yoksul mahallenin çocuklarıyız, tıpkı sen gibi. Hangimiz şu bulunduğumuz durumdan memnunuz ki? Hangimiz gece tok giriyor yatağa, ya da hangimiz kendini hayallere kaptırmıyor? Evet, biz belki senden daha kötü durumdayız. Biz bir giyerken, sen iki giyiyor; biz üşürken, sen terliyorsun. Ama etrafına bir baksana, sence hangimiz daha acınacak durumda? Dön bak bir şu mahalleye, sence hangimiz buraya daha yabancı? Sence hangimiz çıkmalı bu oyundan? Acınacak durumda olan sensin! Acıyorum sana, çünkü bu yaptığının bizde yeri yok!" Berkecan donakalmıştı. Umut'un yaptığı bu konuşma hiç iyi gelmemişti ona. Şimdi tarafına alacak hiçbir çocuk kalmayacaktı. O da iyi biliyordu ki Umut haklıydı. Ve haklı olanlar daima daha güçlü olurlardı. Berkecan ise yalnızdı şimdi. Başı öne eğik, yerdeki karıncaya bakakalmıştı. Belki de şu anda o karıncadan bile daha küçüktü kendisi. Her istediği oluyordu Berkecan'ın. Ama nedense bir tek şey olmuyordu, bir tek şeyi tadamıyordu Berkecan; diğer çocuklardan daha mutlu olamıyordu hiçbir zaman. Onlarsa nasıl mutlu oluyordu anlayamıyordu bir türlü, topu olan kendisiydi. Berkecan'ın can yakması gerekirken, onlara hiçbir şey olmuyordu. Bir türlü kazanamıyordu, işte yine olduğu gibi. Şimdi ise büs-


bütün yenikti. Ne yapacağını bilemiyor, kahrolurcasına kendini çıkmaz düşüncelere bırakıyordu. Olması gerektiği yer belki de diğer çocukların yanıydı. Böyle çok mutsuzdu çünkü. Onlar gibi olmak için can atıyor, Umut'a benzemek için... Bütün olup biteni kafasına pay ediyordu. Tamam, diğer çocukların yanıydı artık adresi, tamam, tamam ama, bakalım onlar ne diyecekti. "Haklısın" dedi Berkecan, tüm cesaretiyle ama sessizce, "Haklısın" dedi yine. Bir adım attı, elini Umut'un omzuna koydu. "Özür dilerim" dedi usulca. Başı yeniden öne eğildi. Gözüyle az önceki karıncayı arıyor gibiydi. Neredeydi bu karınca? Küçük bir karınca bile yanında değildi artık. Büzüldü, iyice küçüldü. Derken bir el de onun omzuna dokundu. Hemen ardından bir ses işitti, Umut'tu bu. "Söyle şimdi, bizimle oyuna devam mı?" Aniden büyüyüverdi Berkecan. "Hı hı" dedi. Gözleri gülüyordu Berkecan'ın. Az önce acınası gözlerle baktığı arkadaşlarına baktı şimdi. Yeni ve güzel oyunların hasretiyle bakıyordu Berkecan... Duran hayat devam etmeye başladı. Rüzgar esiyor, kuşlar uçuyor, doğa güzel sesiyle türkü yakıyordu. Ve çocuklar yeni oyunlarla yeni zaferler kazanmaya devam ediyordu... O gece Umut usulca yıldızlara baktı. Nedense yıldızlarla konuşurdu hep. Ama onlar konuşurken kimse duymazdı ne söylediklerini. Şimdi Umut yıldızlara bugün yaşananları anlatıyordu heyecanla. Heyecanlıydı, çünkü Berkecan'ı kazanmıştı. Yıldızlara tüm bu olup biteni anlatırken, aniden bir yıldız kayıverdi. Silkindi Umut. Çünkü oralarda derlerdi ki, biri ölünce bir yıldız kayarmış gökyüzünde. Ölüm deyince aklına abisi geldi Umut'un. Kim bilir abisi şimdi neredeydi ve kim bilir abisi Umut'un bugünkü zaferini görse ne kadar gurur duyardı. Kim bilir? Gözünde bir yıldız parlayıverdi, tüm bunları düşünürken uykuya daldı Umut… Ertesi gün mahalleyi kötü bir sürpriz bekliyordu. Umut yeni bir güne gözlerini açarken güneşi değil de koca koca takım elbiseli, yabancı adamları buldu karşısında. Olup biteni meraklı gözlerle takip etmeye koyuldu. Bütün bir mahalle sanki bir olmuş, yabancı adamlara karşı cephe oluşturmuştu. Tek tük bir şeyler duyuyor, onları da kendince yorumlamaya çalışıyordu. Sonunda birkaç cümle duyabildi. Bu adamlar yıkıma gelmişlerdi. Bir hafta süre vermişler, mahalleden tüm gecekonduları yok edecekler... Gece parıldayan yıldız yine beliriverdi Umut'un gözlerinde. Yumruğunu sıktı Umut. Neden ama? Bu kez abisi gelmemişti ki aklına... Ne yapmalıydı peki şimdi? Mahalleyi onlara vermek istemiyordu ki Umut. Öyle ya, küçücük dünyası, sıcacık yuvasıydı ona burası. Bir hafta çok kısa bir süreydi. Nasıl ev bulacaklar,

nasıl taşınacaklardı? Bir dakika! Neden taşınıyorlardı! Bu mahalle onlarındı, neden bırakıp gideceklerdi ki? Ayrıca onlara neydi ki bundan? Neden yıkıyorlardı evlerini? Kime ne zararı vardı ki?.. Ne yapacağını düşünüyordu. Evi terk etmeseler yıkamazlardı herhalde. Ama yok, bu adamlar onu da yapardı. "İnsan" olarak görmüyorlardı çünkü kendilerini... Hani herkesin "barınma hakkı" vardı? Okutulan ders kitapları yanlış mıydı yoksa? Umut'a göre ya kitap yanlıştı, ya da bir haksızlık vardı. Her şeyden önce "yaşama hakkı" alınmıştı ellerinden. Tıpkı abisi gibi... Acaba abisi yanlarında olsaydı tüm bu yaşananlara ne derdi? Ne önerirdi?... Kurtarıcı abisi yıkım günü kapılarını çalmaya gelecek miydi?.. Bir hafta boyunca her gün birinin evinde bütün mahalle toplanmış, ne yapacaklarını düşünmüşlerdi. İçlerinden kimileri yeni bir ev aramış, çareyi terk etmekte bulmuş, kimileri ise çare bulmaya gelmişti. Tüm bu günler boyunca tek bir şey kesindi. Sonuna kadar direneceklerdi. Bu herkesin kafasında "net"ti. ... Ve o gün gelmişti. Mahalleye erkenden gelen üniformalıları gece nöbet bekleyen mahalleliler karşıladı önce. Sonra herkes evlerinden çıkıp, şaşkın ama bir o kadar da kendinden emin tavırlarla evlerinin önündeki taşlarda oturmaya başladılar. Mahalle bir başkaydı bugün. Çocukların şen kahkahaları kesilmişti. Onlar bir yandan, büyükler bir yandan olup biteni izlemeye koyuldular. Şu an en öfkeliler ise belki de çocuklardı. Çünkü tam da oyun sahalarının içine adım atmıştı üniformalılar...Ardından dozerler girmeye başladı mahalleye... Mahalleli bu kadar da olmaz diyor, hayretle bakakalıyordu. Tam bu sırada biri yüksek sesle konuşmaya başladı: "Bu mahallede sizin rantlarınıza yer yok! Mahallemizden defolun!" Umut hemen ayağa kalkıp bu konuşanı bulmaya çalıştı. Kırmızı önlüklü, uzun boylu, esmer bir abiydi bu konuşan. Önlüğün üstünde sarı puntolarla "YIKIMLARA SON", "MAHALLEMİZDEN DEFOLUN!" yazıyordu. Sonra gözü yanındaki arkadaşlarına takıldı. Onlarda da aynı önlükten vardı. Slogan atmaya başladılar birden. Daha sonra bu sloganlara anne babasının katıldığını görünce nedense çok sevindi Umut. Yalnız anne babası değil Berkecan'ın ailesi bile, tüm mahalle katılmıştı slogan seslerine. Az önce konuşan abiyi üniformalılar yaka paça sürükleyerek almaya çalıştılar. Bunlar "çevik kuvvet"ti. Ama onlardan daha çevik bir kuvvet vardı ki, o da tüm mahalleydi. Hemen dozerlerin önüne oturup, birbirlerine sıkı-

TEMMUZ 2011 | TAVIR | 41


ca kenetlendiler. Mahalleden "DEFOL!" sesleri yükseliyordu. Umutsa, az önceki abinin koluna girmek için can atıyordu. Yan yana gelip, omuz omuza verip, kol kola dizildiler.

cevap alamamıştı ama. “Abimi tanıyor musun?" diye sordu. "Evet" dedi. "Abin arkadaşımızdı bizim"

Umut'un gözündeki yıldız parlaklığını koruyordu yine. Telsizlerden sürekli anlamsız anonslar birbirini takip ediyor, mahalle tüm kararlılığıyla direnişe devam ediyordu. Dozerler bir süre sonra çekildi. Ama üniformalılar hala oradaydı. Ve telsizler tüm manasızlığıyla çalışmaya devam ediyordu. Gece nöbetleşe uyuyup, sabaha birlikte Günaydın dediler. Yeni bir gün doğuyor, Umut yeniden büyüyordu. Bugün her şey belli olurdu, önlüklü abiler öyle demişti. Umut onlara öylesine inanıyor, onları bir anda öylesine seviyordu ki... Onlara her baktığında abisi geliyordu aklına. Belki de bu gelenler abisini tanıyordu. Şu olup bitenler son bulsun, birini kenara çekip soracaktı abisini. Belki abisinin arkadaşlarıydı onlar, belki de abisi gelememişti, onları yollamıştı.. Bekleyiş tüm hızıyla devam ediyor, hareket canlı ve dinamikliğiyle varlığını koruyordu. Akşama doğru telsizlerden gelen sese kilitlendi herkes. "Son verin, bırakıp gelin..." Herkes birlikten güç doğacağına inanmış ve bu gücün getirdiği zaferle sıcacık yuvalarına dağılmıştı. O akşam Umutların evde masaya fazladan bir tabak daha kondu. Misafir gelen Umut'un meraklı gözlerine takılan o abiydi. Yemekler yenilip, herkes bir köşeye çekildikten sonra tüm bu yaşananlar ve ileride yaşanması muhtemel olaylar hakkında konuşma yapıldı. Umut tüm bunları dinlerken, bugünkü düşündükleri geldi aklına. Konuşma bittikten sonra abisini sordu heyecanla. O abi şaşkınlıkla dinledi hikayeyi. Umut hala

42 | TAVIR | TEMMUZ 2011

"Peki" dedi Umut. "Nerede abim?" Yutkundu karşısındaki ses. "Çok mu görmek istiyorsun?" diye sordu. "Belki bir gün gideriz yanına, ama biraz daha büyümen gerekiyor..." Neden büyümesi gerekiyordu ki? Ne vardı şimdi götürse abisinin yanına! Neyse...Bir gün gidecekti nasıl olsa... Günler bir bir akıp gidiyor, Umutların masaya her gün farklı bir tabak daha ekleniyordu. Ve Umut hızla büyüyordu. Her gelen yeni biri beraberinde Umut'un kitaplığına yeni bir kitap daha ekliyordu. Evet "Umut" hızla büyüyordu... ... Bir gün Umut' a da bir tabak kondu gittiği sofrada. Sonra Umut o önlüklerden giyecek, Umut da gittiği kitaplığa yeni bir kitap ekleyecekti... Abisinin yanına yeni arkadaşlar giderken, Umut aynı yolda yürümeye devam ediyor, yenilgiyi zafere götürüyordu. ... Ve az önce Umut yola koyuldu. Boran fırtınasında "Umudun Adı"nı yazmak için... Gözlerinde yıldız, gözlerinde "Umut"... o


şiir şiir

harf harf seviyorum sizi serkan sezgin

Kürtçe güller derledim düşlerimin ince yerinden Lazca şakıyor umudumun haylaz serçeleri, hayatın omzunda Islak tümcelerini Rumca öpüyorum gecenin, ay altında Bahara Zazaca sarılıyorum en nazlı yerinden belinin Kalbime taş atan çocukların kelepçelerinden öpüyorum acılarını Koğuşlarında Ermenice bir ağıttır ela gözlerim, kırık dökük Kederlerinin röntgenini çekmeye yetmiyor buruk harflerim

Bilmediğimiz dillerde de öpebilsek ya birbirimizi Başka dinlerde susabilsek usulca, dingin Diğer coğrafyalarda ağlayabilsek koşar adım Bir harf bile eklemesek savaş çığırtkanı tümcelerin kuyruğuna Kalbimizi asla yaslamasak vahşet çığlıklarının çağrısına Neresinden ölmeye başlar acep savaş ve kapitalizm Vahşet neresinden lâl olur barış senfonilerimizin önünde Harf harf seviyorum dünyanın tüm renklerini...

Kızıl bir Laz takasıyım Kürdistan dağlarında yüzen Kürt ve Türk canlarım yanıyor orada, hece hece düşerek toprağa Dolar dolar üstüne haince yükselirken Firavun silah şirketlerinin kâr marjı piramitleri Koltukları, apoletleri palazlanırken obur bencilliğin Auschwitz’de milyonlarca kez yakıldık vicdanın öldüğü yerden Yetmiş iki bin kere süngülendi düşlerimiz Dersim’de, arsız sırıtışıyla vahşetin Irak’ta hamburger üstü tatlı niyetine işkence oyuncağı olduk Amerikanca Maraş’ta, Çorum’da sokak sokak vurulduk uygarlığın kalbinden Kosova’da görmezden gelindi yakamızda katledilen çiçekler Filistin’de taşla kırdılar özgürlüğümüzün kollarını Bir milyon kere yok edildi Ermenice ninnilerimiz, Ararat’ın kollarındaki Hakkari’de çocukluğumuzun kafasına dipçikle vurdular Ruanda’da palalarla kestiler en çocuk heveslerimizi Dolar dolar üstüne haince yükselirken Firavun silah şirketlerinin kâr marjı piramitleri Koltukları, apoletleri palazlanırken obur bencilliğin

TEMMUZ 2011 | TAVIR | 43


şiir şiir

filistinli sevgili mahmud derviş

Gözlerin bir diken yüreğe saplanmış, çıldırasıya sevilen, işkencesine dayanılamayan. Gözlerin bir diken, rüzgârdan koruduğum, ötesinde acıların, gecelerin, derinlere sapladığım. Kandiller yanar ışığınla, geceler dönüşür sabaha. Bense unuturum birden, -göz rastlar rastlamaz göze-, yaşadığımız bir vakitler kapının ardında yan yana. * Şakırdın sanki konuşurken. İsterdim konuşmak ben de. Dudaklarda hayır mı kalmıştı ki, O bahar gibi dudaklarda! Sözlerin güvercin gibi yuvamdan uçtu gitti. Kapımız, sonbahar kadar sarı basamakları ardından fırladı gitti canının çektiği yere.

44 | TAVIR | Temmuz 2011


Aynalar oldu paramparça, yığıldı içimize acı üstüne acı. Topladık sesin küllerini getirdik bir araya. Böylece söyler olduk acılı türküsünü yurdumuzun. Hep birlikte sazın bağrına ektik bu türküyü, evlerin damlarına taş fırlatır gibi fırlattık attık bu türküyü, alın, dedik, sancıdan kıvranan kalplere. Oysa her şeyi unuttum ben şimdi. Ya sen, ya sen, sevgili, sesini kimselerin bilmediği! Belki de gidişindir senin ya da susmandır sazı paslandıran. * Dün seni limanda gördüm, yapayalnız, yolluksuz yolcu. Bir yetim gibi sana doğru koşuyordum, arıyordum sanki yaşlı anamı. Nasıl, nasıl, yemyeşil bir portakal ağacı kapanır bir hücreye ya da bir limana, nasıl saklanır gurbet elde ve yemyeşil kalır? Yazıyorum not defterime: Limanda durakaldım... En dondurucu kış kadar soğuk gözler gibiydi dünya, doluydu portakal kabuklarıyla ellerimiz. Ve hep çöl, ve hep çöl, ve hep çöldü ardım. * Seni yalçın dağlarda gördüm, kuzularınla, kovalanan çoban kızı. Sen benim bahçemdin, yıkıntılar ortasında. Bendim o yabancı, bendim kapını vuran. Ey gönül! Ey gönül! Kapı kalbimin üzerinde yükseliyordu, pencere, taşlar ve çimento Kalbimin üzerinde. * Seni su testilerinde gördüm, buğday başaklarında, yıkık dökük, parça parça, un ufak. Hizmet ederken gördüm gece kulüplerinde, sancıların şimşeklerinde gördüm ve yaralarda. Bağrımdan koparılmış ciğer parçası sensin. Dudaklarıma ses olacak yel sen.

Ateş ve akarsu sensin. Gördüm seni bir mağaranın ağzında yetimlerinin çamaşırlarını iplere asarken. Gördüm sokaklarda seni ve ateş ocaklarında, kaynayan kanında güneşin. Ve ahırlarda... Ve bütün tuzlarında denizin. Ve kumlarda... Toprak gibi güzel, yasemin gibi, ve çocuklar gibi. * Ve ant içerim ki, bir mendil işleyeceğim yarına kadar, gözlerine sunduğum şiirlerle süslü ve bir tümceyle, baldan ve öpücüklerden tatlı: "Bir Filistin vardı, bir Filistin gene var!" * Gözleriyle Filistin, kollardaki, göğüslerdeki dövmelerle Filistin, adıyla sanıyla Filistin. Düşlerin Filistin'i ve acıların, ayakların, bedenlerin ve mendillerin Filistin'i, sözcüklerin ve sessizliğin Filistin'i ve çığlıkların. Ölümün ve doğumun Filistin'i, taşıdım seni eski defterlerimde şiirlerimin ateşi gibi. Kumanya gibi taşıdım seni gezilerimde. Koyaklarda çağırdım seni bağıra bağıra, inlettim senin adına koyakları: Sakının hey kayaları döve döve şarkımı koparan şimşekten! Benim gençliğin yüreği! Benim beyaz kanatlı atlı! Benim yıkan putları! Kartalları tepeleyen şiirleri benim eken tüm sınırlarına Suriye'nin! Zalim düşmana bağırdım, ey Filistin, senin adına: "Ölürsem, ey böcekler, vücudumu didik didik edin!" Karınca yumurtasından kartal çıkmaz hiçbir vakit, yalnız yılan çıkar zehirli yılanlardan! Ben barbarların atlarını iyi bilirim. Bir ben dururum onların karşısında, bir ben, gençliğin yüreğiyim her daim, yüreğiyim beyaz kanatlı atlıların. Çeviri: A. KADİR - Süleyman SALOM

Temmuz 2011 | TAVIR | 45


araştı rma araştı rma

devrimin tiyatroları - l: sovyetlerde tiyatro eren buğlalılar

Ekim devriminde sanatın özel bir yeri vardır. Devrim ülkeyi 1917 yılında ziyaret etmiş ve siyasi iktidarı almıştı ama sosyal devrimin gerçekleşebilmesi için uzun, karanlık ve kanlı bir tünelden geçmesi gerekiyordu ülkenin. Yüzyıllardır sürmekte olan sınıflı toplumun ve çar zulmünün yoksul ve eğitimsiz bıraktığı kitleleri eğitmenin, iç savaş için seferber etmenin ve hatta eğlendirmenin sosyalist ve devrimci yolları bulunmak zorundaydı. İşte tiyatro sanatı bu kültür seferberliğinde devrimin bir uzantısı oldu. Ve sanatın yalnızca yetenekli azınlıkların işi olduğunu ileri süren burjuva sanat anlayışına karşı, yüzbinlerce işçiyi birer tiyatrocuya dönüştürdü. Rusya’da kapitalizm ve kentleşme 1880’den başlayarak hızlanmış, özellikle St. Petersburg ve Moskova gibi büyük şehirleri kalabalıklaştırmış, buralardaki sınıf ve katmanların sayısını arttırmıştı. Şehirleri işçisinden öğrencisine, memurundan burjuvasına birbirine düşman sınıfların yaşadığı yerler haline gelmişti. Böyle bir ortamda elbette her sınıf kendi kültürünü, kendi eğlence biçimini talep edecekti. Kalabalıklaşan ve pek çok sınıfa ev sahipliği yapan bu şehirler özel tiyatroların gelişimi için uygun ortamı yaratıyordu. 3. Aleksandr 1882 yılında tiyatroların üzerindeki imparatorluk tekelini kaldırdığında, St. Petersburg ve Moskova’daki özel tiyatro sayısı birden bire çoğaldı. Ancak bu dönemde

46 | TAVIR | Temmuz 2011


tiyatrocunun halkla tanışmasına ve halka yakın bir sanat üslubunun geliştirilmesine katkıda bulundu. Bu tiyatro sendikalar tarafından desteklenen “Halk Evleri”nde yapılıyordu ve sayıları 1909 yılında 420’ye çıktı. Halk tiyatroları 1. Paylaşım Savaşı’nın öncesinde ve savaş boyunca giderek artan bir yaygınlığa ulaştılar. Bu tiyatroların ideolojisi de savaşla birlikte değişmeye başladı. 1915 yılında Moskova Tiyatroseverler Birliği kuruldu, aynı yıl Rus Tiyatro Topluluğu da bunlara katıldı ve halk tiyatrosu hareketinin sorunlarının tartışılması için Aralık 1915’te Tüm Rusya Halk Tiyatrosu Kongresi yapıldı. entelektüeller üzerindeki baskı arttığı ve henüz halk mücadelesi örgütlü bir biçimde yaygınlaşmadığı için, devrimciilerici tiyatrolardan söz etmek pek mümkün değildi. Yine de Rusya’daki devrimci mücadelenin tırmanışını izleyen 1890 sonrasında halk tiyatrosu önemli bir sanat alanı oldu. 1898’den başlayarak liberal entelektüellerin yönetiminde köylüleri cehaletten kurtarmak ve onların kültür düzeylerini yükseltmek iddiasında olan bir tiyatro hareketi Rusya kırsalında gelişmişti. Bu tiyatro halkın yoksulluğunun maddi temellerini anlamaktan yoksun olduğu için, sorunu halkın cahilliğinde, kültürsüzlüğünde arıyor ve bu sorunu devletle ve çarlıkla çatışmadan halletmeye çalışıyordu. Öte yandan yine şehirlerde daha ziyade kentli ve eğitimli izleyiciye seslenen çok sayıda tiyatro açıldı. 1905 Devrimini izleyen dönemde devrimin etkisiyle pek çok fabrikada işçi tiyatroları kuruldu ama bunların doğrudan devrimci ve ilerici temaları işlediklerine dair bir bilgi yoktur. 1905 Devrimi Rusya’da çarlığı devirdi ve iktidara burjuvazi geçti. Geçer geçmez de bir baskı dönemi başlatarak işçi hareketini ezmeye niyetlendi. Bu durum tiyatroların devrimci mücadeleyle kurduğu ilişkiyi bir hayli sınırlandırdı; örneğin 1905 yılının Şubat ayında bir sansür komitesi, tiyatronun giderek yayılmakta olan ve insanları etkisi altına alan bir sanat olduğunu ifade ederek, buna karşı önlemlerin alınmasını talep ediyordu. Fakat baskılara rağmen bu halk tiyatrosu hareketi, devrim sonrasında yeni bir tiyatronun ortaya çıkışına önemli bir etki yaptı. Profesyonel salon tiyatrosu tarafından gölgelenmişse de, bu işçi ve halk tiyatrosu hareketi pek çok aydının ve

Sovyetler Birliği’ndeki devrimci tiyatro Moskova ve St. Petersburg gibi gelişmekte olan burjuva kent tiyatrosu örneklerinden ve halk tiyatrosu denemelerinden olduğu gibi, Avrupa’da 1. Paylaşım Savaşı’yla birlikte gelişmeye başlayan “Avangard Sanat” denemelerinden de etkilenmişti. Bu avangard sanat 1. Paylaşım Savaşı’nın yarattığı kıyıma ve yoksulluğa yönelik bir tepki biçimini aldı. Savaşın ve kapitalizmin vahşetinin önceki sanat anlayışlarıyla ifade edilemediğini savunduğu için yeni biçimsel denemelere girişti. Ne var ki 1917 devriminin öncesinde sosyalistlerle ve işçi hareketiyle güçlü bağları bulunmayan entelektüellerin elinde bu avangard sanat, daha ziyade idealist ve seçkinci bir tona büründü. Ancak bu yeni biçim arayışları, o dönemde henüz devrimcileşmemiş olan Stanislavski ve Meyerhold gibi tiyatro insanlarını da kimi deneysel çalışmalar yapmaya itti ve bu iki tiyatrocunun devrim öncesinde şekillendirmeye başladıkları teoriler, Ekim Devrimi’yle birlikte devrimci bir yaklaşımla ele alınarak Sovyetler Birliği’ni 1920’den sonraki politik tiyatronun öncü üssü haline getirdi. Avangard sanat Sovyetler Birliğinde devrimci bir içerik kazandı. Devrimden Sonra Devrimden sonra Mayakovski, Tretyakov, Meyerhold ve Eisenstein gibi sanatçılar Bolşeviklerin saflarına katılarak, devrimci bir tiyatro yaratılması için çaba sarf ettiler. Ekim Devrimi yeni görevler dayatıyordu: Yeni toplumun inşasında insanlar eğitilmeli, devrim bütün hızıyla sürdürülerek sosyalizm güçlendirilmeliydi.

Temmuz 2011 | TAVIR | 47


Mevcut propaganda araçlarıyla, yalnızca dergiler ve kitaplar basılarak bunun yapılamayacağı besbelli olduğu için Sovyetler Birliği tiyatroya ve diğer sanatlara yöneldi. Parti bir ajitasyon ve propaganda departmanı kurarak, devrimin ihtiyaç duyduğu araçları bulmaya çalıştı ve devrime yakın olan tiyatrocular bu süreçte etkin rol oynadılar. Devrim öncesi Moskova’daki canlı tiyatro ve sanat yaşantısı sayesinde ülkede pek çok tiyatro kumpanyası ve tiyatrocu vardı. Tiyatrolar yeni biçim ve seyirci arayışındaydı, devrim ise kendi propagandasını yapacak birilerini arıyordu. Bu iki talebin kesişmesi, kısa süre içerisinde bir proleter kültür hareketinin yaratılmasına imkân tanıdı. Tiyatronun devrimci mücadele içerisindeki en etkin kullanımlarından biri devrim sonrasında Sovyetler Birliği’nde yapılan ve yüz binleri kapsayan kitle gösterilerindeydi. Dünya tarihinin en kalabalık tiyatro oyunları bu dönemde oynandı. “Üçüncü Enternasyonal Oyunu”, “Özgür Emeğin Öyküsü”, “Dünya Komününden Yana”, “Kışlık Saray Kuşatması” gibi oyunlarda on binlerce seyirci-oyuncu rol alıyordu. Bu oyunların oyuncu kitlesi o kadar kalabalıktı ki, sahnenin farklı yerlerinde aynı anda dört yönetmen çalışıyor, bir yönetmen de resmin bütününü değerlendiriyordu. Bu oyunların provaları bir askeri talim havasında yapılıyordu. Örneğin 7 Kasım 1920 tarihinde, Ekim Devrimi’nin 3. yıldönümünde sahnelenen “Kışlık Saray Kuşatması” adlı oyun 8000

48 | TAVIR | Temmuz 2011

oyuncu, 500 orkestra üyesi, 4 yönetmenle sahnelenmiş ve 100.000 izleyici tarafından izlenmişti. Ekim Devrimi’nin tarihsel anlarından biri olan Kışlık Saray’ın Bolşevikler tarafından kuşatılması ve iktidarın ele geçirilişi adeta bir kez daha gerçekleşmişti. “Kışlık Saray Kuşatması” gece saat 10’da, karanlıkta başladı. Kışlık Saray’ın ışıkları söndürülmüştü. Biri sarayın önüne, diğeri de saraya yakın olan genelkurmay binasının karşısına iki sahne kurulmuştu ve bunlar çeşitli platformlarla birbirine bağlanmıştı. Bu iki sahnede iki dünya temsil ediliyordu: Burjuvazi ve işçiler, kapitalizm ve sosyalizm, karşıdevrim ve devrim. Hugo Varlich’in yönettiği 500 kişilik orkestra genelkurmay sahnesinin arkasındaydı. Seyirciler ise meydanın ortasında iki grup halinde bulunuyordu ve aralarından iki sahneyi birbirine bağlayan bir yol geçiyordu. Meydanın ortasına kurulmuş bir başka platformda oyunun yönetmeni yanında radyolar ve ışıklarla 8000 oyuncuyu yönetmeye hazırlanıyordu. Saat 10’da Kışlık Saray önündeki 150 spot ışık yandı: Sahne üzerinde halk düşmanı Kerensky, onun hükümeti, önde gelen bürokratlar, patronlar, toprak sahipleri, bankacılar, askerler vardı. Henüz karanlıkta olan devrim sahnesinden homurtular yükselirken, Kerensky ve Rus egemen sınıfları 1. Paylaşım Savaşı’na devam etme kararı alıyordu.


Kızıl sahnede ise işçiler önce örgütsüz, dağınık ve ne yapacaklarını bilmez bir haldeydiler. Oyun ilerledikçe daha faal, daha iyi örgütlü ve güçlü hale geliyorlar ve en sonunda da kızıl bayraklı bir orduya dönüşüyorlardı. İki sahne arasındaki mücadele devrimin karşı-devrimin üzerine yürümesiyle son buldu. Kışlık Saray’ın yanındaki limanda bekleyen Aurora savaş gemisinin spot ışıkları sarayı aydınlatıyor ve devrimin kızıl bayrağı göndere çekilirken oyun son buluyordu. “Özgür Emeğin Öyküsü” adlı oyun da seyirciler üzerinde büyük bir etki bırakmış, oyunun son sahnesinde söylenen Enternasyonal Marşı’na katılmak için, sahneyi çevreleyen çitleri aşarak sahneye çıkmış ve marş söyleyenlere katılmışlardı. Devrim sonrasında oynanan bu türden kitlesel oyunların dışında, daha yerel düzeyde işleyen tiyatrolar da vardı. Sovyetler Birliği devrimin ilk yıllarının sarsıntısını ve iç savaşlarını atlatıp güçlendikçe, profesyonel tiyatro gruplarının yanında bir amatör tiyatro hareketi de oluştu: “Her mahallenin, her bir ordu biriminin, her fabrikanın kendi ‘tiyatro çevresi’ vardı ve bunlar büyük bir özen ve dikkatle izleniyor ve geliştiriliyordu.” 1920’lerin sonlarına doğru ise yalnızca sendikaların desteklediği ulusal tiyatrolar ağında yaklaşık 12 bin amatör sahne vardı. Sosyalizm halkı hiç olmadığı kadar kültürle ve sanatla iç içe geçirmiş, adeta onu sanatçılaştırmıştı. Bu tür grupların en ilgi çekicilerinden biri Mavi Gömlek adlı tiyatro kumpanyasıydı. 1923 yılında Gazetecilik Enstitüsü’nde kurulan bu grup, önce Moskova Sendikası Örgütü’nün lokalinde oyunlar yaparak yaşamına başladı. Daha sonra da işçi kulüplerinde oyunlar sahneledi ve daha ilk iki ayında 80.000 seyirciye ulaşmayı başardı. Mavi Gömlek günlük siyasi ve toplumsal gelişmeleri seyircilerine ajitatif ve propagandif bir dille ve görselliğin ağır bastığı bir üslupla sunuyordu. Halktan seyirciye daha kolay ulaşabilmek için halk tiyatrosunun geleneklerinden yararlanıyor, Rus halk tiyatrosunun kimi tanıdık figürleri ve şarkıları sahneye çıkarıyorlardı. Daha sonra bu canlı gazete çizgisi, Moskova’daki 153 işçi kulübünün daha benimseyeceği bir çizgi haline gelerek, buralardaki tiyatronun seyrini tümden değiştirdi. SSCB’deki tiyatro hareketi sadece sendikalar tarafından desteklenmedi. Her şehir sovyetinin, her kooperatifin, Komsomol ve Komünist Parti örgütünün de çeşitli tiyatro faaliyetleri, kendi tiyatro grupları vardı.

Komsomol örgütlerinin desteklediği en başarılı tiyatro grubu örneklerinden biri de 1922 yılında kurulan TRAM, yani İşçi Gençlik Tiyatrosu’ydu. 1928 yılında profesyonelleşinceye kadar TRAM oyuncuları sadece tiyatroyla uğraşmayı reddettiler. TRAM üyeleri çağdaş gençliğin diline ve sorunlarına yakın kalmak için fabrikadaki işlerine devam ediyordu. Tiyatroya katılım için başvuran kişinin fabrikada çalıştığını ve sendikaya üye olduğunu göstermesi gerekiyordu: “Her sabah makinelerimizin başındayız, ama akşam olunca işimiz TRAM’dır!” diyorlardı. TRAM bir yandan Stanislavski’nin Moskova Sanat Tiyatrosu gibi profesyonel tiyatroları reddetmesiyle, diğer yandan da tarihsel avangarda yönelik eleştirel yaklaşımıyla kısa süre içerisinde SSCB çapında ün kazandı. Sovyetler Birliği’ndeki devrimci tiyatro hareketi denildiğinde Meyerhold’dan da bahsetmek gerekir. Meyerhold Rus yönetmen Stanislavski’nin bir öğrencisiydi fakat ustasının mirasını ve kendisinden önceki klasik Rus tiyatro geleneğini reddederek devrimin bambaşka bir tiyatro anlayışına sahip olması gerektiğini söylemişti. Meyerhold ünlü şair Mayakovski’nin Ekim Devrimi’ni anlattığı “Mystery Bouffe” adlı oyununu da yönetmişti ve oyun şöyle açılıyordu: Diğer tiyatro kumpanyaları için Gösterinin bir önemi yoktur Onlar için Sahne Anahtarı olmayan anahtar deliğidir.

Temmuz 2011 | TAVIR | 49


laşamaması ve sosyalizmin sorunlarını çözmek için yine halka dönmekte yetersiz kalışı; 1950’lerin ikinci yarısından sonra tırmanışa geçen ulusal halk kurtuluş savaşlarına yönelik çekimser bakışı devrimci mücadelenin ve devrimci sanatın merkezini Sovyetler’den Latin Amerika’ya, Afrika’ya ve Güneydoğu Asya’ya kaydırdı.

Baksanız ne görürsünüz? Vanya Dayı Manya Teyze Kanepeye kurulmuşlar laflıyorlar. Amcalar ve teyzeler Umrumuzda değildir bizim: Sizin evde de vardır bunlardan! Biz size hayatı gerçeği göstereceğiz! Billahi! Ama tiyatronun en sıra dışı olanından bir seyirliğe dönüştürdüğü hayatı! Meyerhold ve Mayakovski’nin “Vanya Dayı, Manya Teyze/Kanepeye kurulmuşlar laflıyorlar” diyerek gönderme yaptığı oyun Çehov’un yazdığı ve Stanislavski’nin yönettiği “Vanya Dayı” adlı oyundur. Sovyetler Birliği’nin kuruluşu ve ülkede büyük başarı kazanan devrimci tiyatrolar uluslararası planda da bir devrimci tiyatronun inşa edilmesine büyük katkı yaptı. Örneğin Sovyetler ile çok yakın bağları bulunan Almanya’daki ajit-prop topluluklarının şekillenmesinde ve Brecht gibi önemli tiyatrocuların sanat anlayışının oluşmasında Almanya’yı ziyaret eden Sovyet tiyatro topluluklarının büyük önemi vardı. Bu anlamda Ekim Devrimi yalnızca siyasi ve toplumsal önderlik değil, kültürel ve sanatsal önderlik rolünü de üstlenmişti. Sovyetlerin bu önderlik rolünü neden devam ettiremediği; kültür ve sanat alanında İkinci Paylaşım Savaşı sonrasına dek devam eden dinamizmin, neden sonraki dönemlerde aynı derecede etkili olmadığı önemli bir tartışma konusudur. Fakat kısaca denebilir ki, Sovyetler Birliği’nin savaşın ağır kayıplarının ardından Doğu Bloku ülkelerinde yeterince halk-

50 | TAVIR | Temmuz 2011

Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin egemenliği altındaki partilerin devrim ve silahlı mücadele yerine barışçıl, yasal ve parlamenterist bir çizgi izlemesi ve burjuvaziyle uzlaşmak için fırsat kollar olması, Sovyetler çıkışlı sanatın halkın çıkarlarından ve devrim arzusundan uzak, coşkusuz, şabloncu ve yılgın bir hal almasına neden oldu ve bu elbette tiyatroya da yansıdı. Tiyatro uzun bir süre Sovyetler Birliği’ndeki devrimci mücadelenin, sosyalist “Yeni İnsan”ın yaratılmasının ayrılmaz bir parçasıydı. Bugün dünya ve Türkiye tiyatrosunun durumunu Sovyetlerdeki durumla karşılaştırdığımızda, tiyatronun devrimle ve halkla arasındaki mesafenin ne kadar açıldığını, gerilemenin boyutunu daha rahat görebiliriz. Bu gerilemeden aydınların ve sanatçıların dersler çıkarması gerekiyor: Sanatta hep peşinde koştukları yeniliğin de, parlak fikirlerin de, değişimin de kaynağı yine halktır, yine devrimdir. o

Kaynaklar *Fischer-Lichte, E. (2005). Theatre, Sacrifice, Ritual: Exploring Forms of Political Theatre. Routledge. *Leach, R. (1994). Revolutionary Theatre. Routledge. *Leach, R. (1999). Revolutionary Theatre, 1917-1930. In R. Leach, & V. Borovsky (Eds.), A History of Russian Theatre. Cambridge University Press. *Mally, L. (2000). Revolutionary Acts: Amateur Theater and the Soviet State. Cornell University Press. *Ostrovsky, A. (1999). Imperial and private theatres, 1882-1905. In R. Leach, & V. Borovsky (Eds.), A history of Russian theatre. Cambridge University Press. *Stourac, R., & McCreery, K. (1986). Theatre as a Weapon. Routledge. *Thurston, G. (1983). The Impact of Russian Popular Theatre, 18861915. The Journal of Modern History , 55 (2), 237-267


biyografi biyografi

ütopyasının peşinden koşmak: tomassa campanella aydın anık

Avrupa'nın genelinde olduğu gibi, onun yaşadığı İtalya topraklarında da halkların sefaleti, açlığı ve yoksulluğu korkunçtur. Köy ve kentlerde yaşayan halk, egemenlere karşı tepkilidir. Bu tepkiler kimi zaman halk ayaklanmalarıyla kendini gösterir. Ayaklanmalar egemenlerin korkunç zalimlikleriyle vahşice bastırılır. Oluk oluk kan akıtılır. Baskı ve zulüm katmerleşir. Bu yıllarda halk, belini büken vergilerden, yöneticilerin zorbalığından şikayetçidir. Rüşvet her alanda yaygındır. Feodalizmin dinsel görünümü altında gizlenmiş sömürü ve zulüm artık dayanılmaz noktadadır. Hırsızlık, dilencilik yaygınlaşır. Halkın her türlü eylemi ve tepkisi en ağır şekilde cezalandırılır. Zindanlar yoksul halkla doludur. Mevcut düzeni rahatsız edecek her düşünce, kitap tehlikeli görünüp yasaklanır. Böylelerini bekleyen kalelerdeki işkencehanelerdir. Onlardan nedamet getirmeleri istenir. İşkencede hiçbir sınır yoktu. İşkencelerin ardından Engizisyon Mahkemeleri devreye girer. Tüm bunlar hemen her çürümüş, yozlaşmış ve yıkılmakta olan bir düzende yapılanlardan sadece bazılarıdır. Böylesi düzenlerde halk ise bir arayış içinde olur. Halk yaşadığı açlığın, sömürünün son bulacağı bir yaşamın özlemini duyar. Adaletli bir dünya ister. İşkencecilerden, katil-

TEMMUZ 2011 | TAVIR | 51


lerden, rüşvetçi asalak yöneticilerden hesap sorulmasını ister ve bunların bir daha olmayacağının beklentisi içindir. İşte tam da böylesi zamanlarda halkın öfkeli duygularına tercüman olanlar çıkar. Halkların bu duygularını açığa vurup, onların duygularına ayna tutarlar. Onların bu düşleri bir kaçış değil, bir çağrıdır. Bireysel bir kurtuluşu değil, halkın kurtuluşunu düşünürler. Cehennem içinde cennetin düşünü kurarlar. Yaşadığı çağda böylesi bir yaşamın düşünü kurup bunun mücadelesine girişenlerden biri de Tommasa Campanella'dır. Bilgiye Susamış Coşkun Yürek Yaşamda öğrendiklerimiz aynı zamanda öğreneceklerimizin de habercisidir. Neyi aradığımız, nasıl bir yaşam sürdüğümüzle de ilgilidir. Yarın, dünden damıtılarak bugün yaptıklarımızla gelecektir. Yaşamın bizlere dayattığı bu sorumluluktan kaçıp, küçük dünyalarımızda yaşamaya çalışmak deve kuşu misali kafamızı kuma gömüp kendimizi aldatmaktır. Campanella böyle yaşayanlardan olmaz. O kendini halkının yaşadığı zulümden, acılardan, adaletsizliklerden ayrı tutmaz, tüm bu yaşanılanlara gözlerini kapamaz. Kendi kurtuluşunu halkın kurtuluşuyla bir tutar. Yaşam köklerini halktan alır. Bunun için, halkın kurtuluşu için kafa yorar. Daha güzel bir dünyanın düşünü kurup "Ben doğacak yeni sabahların çan sesiyim" diye haykırır. Kendini kaygısızca yaşamın ortasına koyar. O, “bilgi güçtür” sözünü doğrularcasına bilgiye susamış bir aydındır. Sonsuz bir tutkuyla öğrenme isteğiyle doludur. Öyle ki "Dünyanın bütün kitapları doyurmaz kafamın açlığını. Neler neler okumadım! Ama yine de kafamın açlığından ölüyorum... Kavrayışım arttıkça, bilgim eksiliyor..." diyecek kadar bilgiye susamıştır. Böylece bilginin ve öğrenmenin sonsuzluğuna da haykırış olur. Halk deryasına dalarak gücünü, bilgisini sınar. Sınadıkça eksikliklerini görüp yeni bilgiler edinir. Hiçbir zaman kendini yeterli gören, kendini beğenen, bilgisiyle egosunu şişiren, halkı hor ve aşağı görenlerden olmaz. Bilgi onun için halka ve hakikate ulaşmada bir araçtır. Onun bilgi açlığıyla dolu coşkun yüreğiyle yoğrulmuş ateşli sözler söyleyeceği henüz küçükken belli olur... Daha 13 yaşında manastıra giderken okumadığı kitap bırakmaz. Yaşamış olduğu bilgi aşkını, coşkunluğunu şiirler yazarak ifade eder. Coşku dolu konuşmalar yapar. Doğduğu İtalyan kasabasında çocukken bile zekası, hazır cevap mizacı okumaya, öğrenmeye olan açlığıyla, çevre halkın dikkatini çeker. Geleceğin bilge ve eylem insanı böyle böyle gelişir yaşamın gerçekliğinde. Campanella'nın eğitim gördüğü Manastırda verilen o ulvi ve yaşamla bağı olmayan soyut eğitim, onun için sıkıcıdır. Yaşadıkları kimi olaylar, verilen eğitimi sorgulamasına yol açar. Ege-

52 | TAVIR | TEMMUZ 2011

menlerin sömürücü ve zulüm düzenlerine hizmet eden bu eğitim, verilen bilgiler onu tatmin etmez. O ise halkın yaşadığı adaletsizliği, sömürüyü açıklayan, bunlardan kurtuluşun peşindedir. Halka bir yararı olmayan, düzeni meşrulaştıran böylesi bir eğitim ona göre değildir. Bu arayışının bir sonucu olarak o günkü koşullarında kaba materyalist ve somut olaylarla açıklanabilen düşünce sistemleri Campanella'nın dikkatini çeker. Aristoteles'in felsefesine karşı doğa felsefesini savunan Telesio'nun düşünce tarzından etkilenir. Bilimin soyut kavramlarından değil, doğadaki somut varlık ve deneylerden beslenilmesinin gerekliliğine inanmaya başlar. Campanella inandığı fikirlerin temelini inşa etmek ve Aristoteles'in felsefesini çürütmek için kitap yazar. Kitabı yazdığında henüz 20 yaşında genç bir delikanlıdır. Bir kez bilginin, öğrenmenin engin deryasına yelken açmıştır. Öğrendikçe bilgi açlığı çeker, yeni serüvenlere dalmanın heyecanını, coşkusunu yaşar. Fakat çok geçmeden bu genç bilgi aşığının böylesine düşünceler taşıması ve o düşüncenin doğrultusundaki tavırları egemen çevrelerin köhnemiş zihniyetinin karanlık duvarlarına çarpar. Tepki gösterirler Campanella'nın düşüncelerine. Yazdığı ve savunduğu fikirler din silahı kullanılarak mahkum edilmek istenir. Sapkınlık, din düşmanlığı, büyücülük yapıp, din dışına çıkarak tanrıtanımaz olduğu suçlamalarıyla karşılaşır. Her dönem olduğu gibi sömürü ve zulüm düzenini eleştirerek, ona muhalefet edip yeni bir düzen düşüncesini dile getirmek suçların en büyüğü olmuştur. Campanella da bu suçu işleyenlerdendir artık. Çok geçmeden de Papa bu düzen karşıtı tanrıtanımaz Campanella'yı eserini yazdığı Cosenza'dan kovar. Doğduğu kasaba olan Stilo'ya dönmek zorunda kalır. Campanella gibi kabına sığmayan coşkun biri için bu küçük kasaba ona dar gelecektir. Kendini karanlık bir dünyada gibi hisseder. O ise karanlık bir dünya değil, aydınlık bir dünyanın peşindedir. Böyle bir dünya yoktur, yaratılmalıdır. Tüm halklar için sömürü ve zulmün olmadığı adaletli bir dünyanın düşünü kurar. Karanlık kasabada ışıklı parlak kentlerin özlemi içindedir. Bir Ütopya: Güneş Ülkesi Kendine ait hayali olmayanlar sizinkileri de göremez, diye bir söz vardır. Campanella, halkın düşünü kurduğu, özlemini duyduğu sömürüsüz ve adaletli bir dünyanın hayalini görür. Ki bu hayal, bu düş özel bir mülkiyetle birlikte sınıflı toplumların ortaya çıktığından bu yana halkların kurduğu bir hayaldir. Tarihin bu dönemecinde bu ütopya, karşımıza Campanella aracılığıyla Güneş Ülkesi olarak ortaya çıkar. Campanella hayali bir ülke kurar. Kitabında bir yolcuyu konuşturur. Yolcu bu hayali ülkeyi nasıl keşfettiğini anlatır. Bu


ülkede özel mülkiyet yoktur. Üretim topluca gerçekleştirilecektir. Herkes yeteneklerinin elverdiği ölçüde yaşama katılacak ve yalnızca gereksindiği ya da hak ettiğini alacaktır. İnsanın insanı sömürmesi yoktur. Birileri çalışırken birileri asalakça yaşayamayacaktır. Tembellik suç olarak görülür. Mutluluk paylaşılır. Kadın erkek eşittir. Üretime çok az vakit ayrılır. Üretimden arta kalan vakitler bilim, sanat, felsefe ve din işlerine ayrılır. Eğitime büyük önem verilir. Yirmi yaşını geçmiş olanlar Yüce Kurul'u oluştururlar. Sosyal yaşamla ilgili önemli sorunlar bu kurulda çözülür. Campanella, o günkü koşullarda, tarihin bu dönemecinde uygulanmasının koşulları henüz olgunlaşmamış olsa da Güneş Ülkesi'ni böyle düşler. Bir gün bu düşlerin, gerçek olacağına inanarak... Düşünmek Yetmez... Düşüncemiz yaşamın kızgın pratiğinde sınanmalıdır. Düşünce pratikte örgütlemektir. Değilse, o düşünce yaşamdan kopuk soyuttur. Bu anlamda düşüncelerin doğruluğu-yanlışlığı ancak pratik yaşamda anlaşılır. Marks, Feuerbach Üzerine Tezler'de bu konuda şöyle der: "İnsan düşüncesinin nesnel bir doğruya ulaşıp ulaşamayacağı sorusu kuramsal bir soru değil, uygulamalı bir sorudur. İnsan doğruyu, yani gerçekliği uygulama içinde, güçlülüğü düşüncesinin ötesinde göstermelidir. Düşüncenin gerçek olup olmadığı tartışması uygulamadan soyutlandığında tümüyle skolastik bir tartışmadır." Campanella da düşüncelerini sadece yazarak bırakmaz. Düşünceleri, idealleri için mücadeleye girişip, bunun kavgasını verir. O bir düşünce ve eylem insanı olarak haklı ve doğru bulduğu fikirlerini halka ulaştırmaya çalışır. Bu amaçla tam 10 yıl boyunca tüm İtalya'yı yolunu arayan bir ırmak misali dolaşır. Dolaştığı bu süre boyunca pek çok düşünür ve bilim adamıyla tanışır, onlarla tartışma yapar. Gittiği her yerde düşüncelerini sapkınlık ya da şeytanca fikirler olarak gören gerici bağnaz düzeni savunan bilim adamlarıyla sert tartışmalara girer. Onların beyinlerindeki karanlıkları aydınlatmak için çok uğraşır.

O artık çok yerler gezmiş pek çok şey görmüştür. Artık on yıl daha olgunlaşmıştır. Fikirlerini yenileriyle beslemiş, güçlendirmiştir. Bunca yıl ülkeyi bir derviş misali dolaştıktan sonra değişen nedir? Ülke, özellikle Güney İtalya, İspanya egemenliği altındadır. Halk hala açlık ve yoksulluk içindedir. Din adamlarının zorbalığında, feodal beylerin sömürü ve zulmünde bir eksilme yoktur. Engizisyon Mahkemeleri aynen özel yetkili mahkemeleri gibi dönemin devrimcilerini muhaliflerini din düşmanı, düzen karşıtı sapkın şeytan diyerek devam eder. Egemenler beğenmedikleri kültür merkezlerini kapatıp tehlikeli kitapları yasaklamayı sürdürür. Eğitim kurumlarında gericilik yaygınlaştırılır. Düş kurmuş, Güneş Ülkesi’ni hayal etmiş biri olarak Campanella ne yapacaktır? Dönemin bir aydını olarak bunca görüp yaşadıklarından sonra bir kenara oturabilir mi? Bilginin açlığıyla her zaman yanıp tutuşan daha adaletli bir dünya düşünü kuran bu bilge ne yapacaktır? Koşullar, her insana sorduğu bu soruyu Campanella’ya da sorar. Yorumlamak Değil, Değiştirmek...

Onun amacı doğruyu, hakikati aramaktır. Özgür ve adaletli bir ülke kurulmasını ister. Bu düşüncelerini söyler, eleştirir. Kendisi de eleştirilir. Doğruyu bulmak için çaba sarf eder. Böyle böyle tüm kentleri dolaşır. Ve en sonunda yine doğduğu, kendisi gibi cesur, başı dik ve asi kasabaya geri döner. Şimdi Campanella'yı bir soru beklemektedir: Bundan sonra ne olacaktır? Doğru ve haklı olduğuna inandığı düşünceleri kendinde mi kalacaktır? Ütopyası Güneş Ülkesi için bir şeyler yapmayacak mıdır ?

Campanella, tarihin tanığı ve yaşanılanlara sessiz kalmayan, kabına sığmaz ve cesur bir aydının yapması gerekeni yapar. Bir kenarda durup tüm bu yaşadıklarına, gördüklerine sessiz kalmaz. Düşünceleri için kavgaya girer. Halk deryasının içine katılır. Öncelikle ülkenin işgalden kurtulması gerekir. Cumhuriyet ve özgürlük fikirleri geliştirir. Halkı yönetecek özü-sözü bir güvenilir, ayakları yere sağlam basan, halkın yanında yer alan projeler üzerine kafa yorar. Güneş Ülkesi'nin düşünü kurar.

TEMMUZ 2011 | TAVIR | 53


Campanella'nın düşüncelerini geliştirdiği projeyi egemenlerin kabul etmesi beklenemez. Çünkü onların varlığı sömürü ve zulmün varlığı demektir. Eşitliğin, adaletin hakim olduğu sömürünün olmadığı bir düzen onların sonudur. O zaman düşünü kurduğun dünya için mücadele etmek gerekir. Bu da egemenlerle dişe diş bir kavga demektir. Bunun için Campanella da dünyayı, yaşamı yalnızca yorumlayanlardan olmaz. Gerçekleşmesi o günün koşullarında her ne kadar tarihsel, toplumsal gelişimin gerçekliğine denk düşmüyorsa da; o sadece yaşamı yorumlamakla yetinmez onu değiştirmek ister. Bu anlamda Marks'ın "Filozoflar dünyayı yalnızca değişik biçimlerde yorumladılar. Sorun onu değiştirmektir." sözündeki anlayıştan hareket eder. Düşüncelerini halka götürür. Halkı örgütler, onları bu ayaklanmaya hazırlar. Halkın değişik kesimlerine hitap eder. Onların duygu ve düşünce dünyasına girer. İkna kabiliyeti güçlüdür. Öyle ki; bağnazlığıyla bilinen üç yüz rahibin yanında yer almasını sağlar. Söylemlerinde, o günkü koşullar etkili olan dinsel argümanları kullanır. Campanella'nın özgürlük ve adaletli bir dünya söylemleri arasında etkili olur. Zalimlikleriyle insan kanı içen egemenlere; kural tanımaz, yoksulları ezen beylere, krallara ve senyörlere; sömürü ve zulüm düzenini meşrulaştıran ve destekleyen çıkarcı din adamlarına karşı coşkun konuşmalar yapar. Halk bu konuşmaları heyecanla dinler. Eşitlik, demokrasi ve ifade özgürlüğü gibi talepler de halkta karşılık bulur. Yazılarını halkın anlamadığı, öğrenemediği Latince olarak değil, İtalyanca olarak yazması, düşüncelerini halka ulaştırma isteğinin bir sonucudur. Yenilsek de Ne Çıkar... Büyük ozan N. Hikmet, Bedrettin Destanı'nın bir yerinde şöyle der: “Tarihsel, sosyal, ekonomik şartların Zaruri neticesi bu!/ deme, bilirim! O dediğin nesnenin önünde kafamla eğilirim. Ama bu yürek / O, dilden anlamaz pek” Adaletin hakim olduğu, sömürü ve zulmün olmadığı bir yaşam için yürütülen mücadele her dönem olduğu gibi kolay değildir. Bedelleri ağır olan mücadeledir. Yenilgiler de, zaferler kadar olasıdır. Her şeyden önemlisi de düşüncelerin, ideallerin iyi, güzel, hakikatli olması yeterli değildir. Toplumsal gelişim sürecine uygun ve bilimsel temelleri de olmalıdır. Campanella’nın Güneş Ülkesi’nin gerçekleşmesi de işte böyledir. Bu noktada Campanella ve onun gibi ütopyaları olanlarla ilgili Friedrich Engels’in şu sözlerini hatırlatmak gerekir:

54 | TAVIR | TEMMUZ 2011

"Eğer ütopyacılar, görmüş bulunuyoruz, ütopyacı idiyseler bu, kapitalist üretimin henüz çok az gelişmiş bulunduğu bir dönemde, başka bir şey olamayacakları içindi. Eğer yeni bir toplumun öğelerini kafalarından çıkarmak zorunda kaldılarsa, bunun nedeni bu öğelerin henüz eski toplumda gözle görülür bir biçimde ortaya çıkmamalarıydı; eğer yeni yapılarının temellerini atmak için usa başvurmak zorunda kaldılarsa bu, henüz çağdaş tarihe başvuramamalarının sonucuydu." (Anti-Dühring / Syf: 382) Campanella, her ne kadar iyi organize edilmiş her ayaklanmaya kalkışsa da koşullar henüz ondan yana değildir. Egemenlerin casuslarınca bu girişim açığa çıkarılır. Bölgeden çıkmak için beklediği yerde tutsak düşer. Ve böylece Campanella için mücadelenin yeni bir evresi de başlamış olur. İşkenceye Filozofça Direnmek Egemen sınıfların, kendilerine yönelik her eylem ve düşünceye karşı aldıkları tutum sınıfsaldır. Bunun için yaptıkları her şeyin yaşamda politik bir karşılığı vardır. Bu anlamda egemen sömürücü sınıfların binlerce yıllık iktidarlarında kendilerine karşı gelenlere yaptıkları değişmeyen uygulamalardan biri de işkencedir. Campanella da bu uygulamadan muaf tutulmaz. Ondan düşüncelerinden, ideallerinden vazgeçip, nedamet getirmesi istenir. Bunun için en vahşi işkencelere maruz kalır. Kendisine yapılan işkenceleri daha sonra şöyle anlatacaktır: "Elli hapishaneye girdim çıktım. Yedi kez tüyler ürpertici işkencelere uğradım. Son işkence kırk saat sürdü. Bedenimi iplerle sıkı sıkı sarıp kan revan içinde bıraktılar. Ellerimi arkaya bağlayıp, sivri bir kazığın üstüne sallandırdılar beni. Kırk saat sonra öldüğümü sanıp, işkenceyi durdurdular. İşkencecilerimden bazıları, canımı daha da yakmak için, asılı bulunduğum ipi habire oynatıyor, boyuna küfür savuruyorlardı. Bazıları da, ‘Yaman adam doğrusu’ demekten kendini anlamıyorlardı. Hiç-


bir şeyle sarsamadılar, tek bir söz bile alamadılar ağzımdan. Tam altı ay süren bir hastalıktan sonra bir çukura attılar beni. On beş ay kaldım orada..." Campanella'ya yapılan işkence esas olarak onun şahsında özgürlük, adalet ve sömürüsüz bir dünya için mücadele eden herkese yöneliktir. Ve bundan dolayıdır ki onun nedamet getirmesini ve düşüncelerinin yanlışlığını söylemesini isterler. Zalimler de iyi bilirler böyle söylediğinde, inançlarından vazgeçtiğini açıkladığında, Campanella işte o zaman ölmüş olacaktır. Bunu Campanella da bilir. İşkencedeki tavrını da bu bilinç belirler. Kendisine yapılan vahşi işkencelere karşı haklılığından aldığı güçle direnir. Güneş Ülkesi ütopyasına sadık kalır. İdeallerine sıkı sıkıya sarılıp onlardan güç almasını bilir. Onu tanıyanlar işkencelere karşı direnişte gösterdiği bu tavrına pek şaşırmaz. Rossi adında bir yazar ona yapılan işkenceleri şöyle anlatır: "Campanella'ya otuz beş saat boyunca yaptıkları işkenceler öylesine vahşiceydi ki kıçının bütün damarları kopmuş, açılan yaralardan durmadan kanlar boşanıyordu. Bununla beraber, dişlerini sıkıp işkenceye öylesine dayandı ki, ağzından, bir filozofa yakışmayacak bir tek kelime bile alamadılar."

nasıl bilebilirsin? Şeytan mı var senin emrinde?' diye sordular. ‘Ben bildiklerimi öğrenmek için sizin içtiğiniz şarapların on misli kandil yağı harcadım’ diye karşılık verdim. Üç Düzmeci adlı kitabı yazmakla suçladılar beni. Oysa, ben daha dünyaya gelmeden basılmıştı bu kitap. Beni Demokritos'un düşüncelerini benimsemekle, kiliseye karşı düşmanca duygular beslemekle, din kurallarının dışına çıkmakla suçladılar. Güneşte, ayda ve yıldızlarda devrimleri haber veren belirtileri ileri sürüp ayaklanmalar hazırlamakla, dünyayı sonsuz ve bozulmaz gösteren Aristoteles'e karşı çıkmakla suçladılar beni. Bütün bunlardan ötürü, beni tıpkı Jeramiah gibi havasız ışıksız bir izbeye tıktılar." Sömürü ve zulüm düzeninin sahipleri, yüreği halk sevgisiyle dolu, haklı düşünceleri için ölümü göze almış birini dize getiremezler. Tarih bunun örnekleriyle doludur. Campanella da bu örneklerden biri olur. Onca işkence, zulüm ve 30 yıllık tutsaklıklar onu düşünce ve ideallerinden vazgeçiremez. Kimseye boyun eğmez.

Ona yakışan budur: Filozofça direnmek! Düşünce özgürlüğünü, ideallerine her koşulda savunarak göstermiş olur. Çünkü o düşüncesi için mücadele edip bu mücadelenin bedellerini ödemekten çekinmeyenlerin soyundandır.

Devlet büyüklerinden, krallardan, din ileri gelenlerinden bir kez olsun af dilemez. Çünkü o af dileyecek bir şey yapmamıştır. O sadece var olan adaletsizliği, sömürüyü görüp bundan kurtuluşun ütopyasını yazmıştır. Zalimlerin zalimliklerini, kokuşmuş ve çürümüş düzenin gerçek yüzünü halka göstermeye çalışmıştır. Düşüncelerini açıklamakla yetinmeyerek bu düşünceleri için mücadeleye girişerek, teori ile pratiği birleştirenlerden olmuştur.

Engizisyon Mahkemeleri

Sonuç: Hakikat Kazanacaktır

Bugün özel yetkili mahkemelere, önceli olan DGM’lere “Engizisyon Mahkemeleri gibi” denmesi boşuna değildir. Ezenezilenlerin olduğu her düzende egemenler, tarih boyunca sömürü düzenlerini korumak ve sürdürmek için böylesi mahkemeleri kurmuşlardır. Bunların adları farklı farklı olsa da işlevleri hep aynıdır.

Hapishaneden çıktıktan sonra Campanella’nın artık yorgun bir bedeni vardır. Bedeni coşku dolu düşünce ve ideallerini artık daha fazla kaldıramaz. Yaşadığı onca acıyı, zulmü, işkenceleri ve esareti unutmaz. Üzerine bir sünger çekmez. Yaşadıklarının kişisel olmadığını bilir, dolayısıyla öfkesi de sınıfsaldır. Egemenlerle barışma adına tüm yaşadıklarını; halihazırda halkların yaşadığı onca yoksulluğu, adaletsizlikleri sineye çekenlerden olmaz. Yine de yorgun bedeni 30 yıl önceki gibi değildir.

Campanella'nın yaşadığı dönemde egemenlerin kurduğu bu mahkemelere Engizisyon adı verilir. Bu mahkemeler aracılığıyla onun düşünceleri yargılanacaktır. Bu anlamda böylesi mahkemeler her dönem halkların umutları ve bu umudu gerçekleştirenlerin egemen sömürücü sınıfların çarpıştıkları birer alan olagelmiştir. Haklı ile haksızın ezenlerle ezilenlerin çarpıştığı bir cenk meydanı gibi... Egemenler, Engizisyon aracılığıyla esas olarak Campanella'nın düşüncesini, ideallerini yargılayarak kokuşmuş, yozlaşmış ve yıkılmaya mahkum düzenlerini sürdürmek isteyecektir. Bu onlar için hiç de kolay olmayacaktır. Çünkü karşısında haklı olmanın verdiği güçle çıkacak bir aydın olacaktır. Ona yönelik suçlamalar saçmalık derecesine varsa da o ciddiyetle haklılığını savunur. Mahkeme sürecine ilişkin şunları söyler: "Son yargıç önüne çıkarıldım. Önce bana 'Öğrenmediğin şeyi

Campanella gibi insanlara, sömürü ve zulüm düzenlerinde rahat yüzü yoktur. İtalya'da yine rahat bırakılmaz. Bunun üzerine Fransa'ya geçer. Yıl 1639'u gösterdiğinde 71 yıllık yaşlı bedeni bu dünyaya veda eder. Ondan geriye adaletli, özgür ve sömürüsüz bir dünya düşü kalır. O düş bir hayalet gibi tüm zalimlerin; asalak, sömürücü sınıfların üzerinde dolaşmaya devam ediyor. o

KAYNAKLAR: * Yüzyılların Gerçeği ve Mirası / Server Tanilli * Düşünce Tarihi / Afşar Timuçin * Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi

TEMMUZ 2011 | TAVIR | 55


şiir şiir

ömrü kısa kelebekler kemal özer

Herkes unutmuş olsa bile sen tutuyorsun ya aklında yıllar geçti diye aradan susacak değilsin ey ozan Gördüysen kısacık bir ömre neler sığdırdığını onların dökülmüş yaprakları değil birer ış kındı diyeceksin her biri Uçup gitmelerinden önce ış ıktan bir iz kaldıysa boş lukta iz sürenlerin yolunu ulaş tırmak için bir gövdeye Kiminin gülüş ünden bir kıvrım kiminin günlüğünden bir satır kiminin de bir ürperti o gövde sevdayı yeni tanımış yüreğinden Gördüysen her ş iirin bir ömrü daha derin kazıdığını belleğe yeniden çıkacaktır susanlar konuş an ağızlarda bir yürüyüş e

56 | TAVIR | Temmuz 2011


sinema sinema

“ayrılık” kavramına iran’dan sinemasal bir bakış... sevgi duman

Komünistlerin, cephe anlayışıyla hareket edip, sonradan büyük bir zaafa düşerek ve mollalara safça güvenerek devrimi onlara altın tepside sunmaları, İran’ı gerici-yobazların iktidarıyla baş başa bıraktı. Molla rejimi şeriatın kestiği parmak gözüyle baktı yaşamın her alanına. Önce komünistler katledilerek, kaybedilerek etkisiz hale getirildi, sonra tüm muhalefet odakları… Mollalar rahatlayınca, şeriat, yaşamın tüm alanlarına hakim bir rejim haline geldi. Molla rejimi yaşamı dini kurallara uygun şekilde organize ederken ve siyasi olarak İslam’ın tüm kaidelerini uygular bir politika izlerken, ekonomik alanda kapitalizmden başka bir sisteme dönüp bakmadı bile. Şah rejiminin uyguladığı ekonomik sistemi değiştirmedi, aynı sistemi bugüne kadar getirdi. Ve bunun doğal sonucu olarak da toplumsal olarak ezen-ezilen çelişkisi aynen devam ettiği gibi, sınıfsal farklılıklar da doğdu bunun yanı sıra. Burjuvazi, mollalardan ve diğer egemen tekelci burjuvaziden oluşurken, arada çoğunluk olan yoksul kesimlerin üzerinde, nispeten onlardan daha iyi koşullarda yaşayan orta-üst bir kesim de ortaya çıktı. Aslında, ekonomik sistemin gazabına her an uğrayıp elindeki avucundakini bir anda yitirebilecek bir kesim olarak ortaya çıkan bu küçük burjuva eğilimli kesimin yaşamına bir bakış manzumesi “Bir Ayrılık” (Jodaeiye Nader az Simin) … Son dönem İran sineması, tüm dünyanın ilgisini çeken bir ülke sineması görünümünde. Çekilen hemen her film büyük bir ilgiye mazhar oluyor ve nispeten prestijli film festivallerinden

TEMMUZ 2011 | TAVIR | 57


mutlaka ödülle dönüyor. Bunda minimalist eğilimlerin, doğal ve insana dair konuların işlendiği güçlü hikayelerin ve o hikayeleri şiir tadında beyazperdeye aktaran yönetmenlerin katkısı çok belirleyici tabi ki. Fransa’da ortaya çıkan “Yeni Dalga” akımına gönderme yaparak, “İran Yeni Dalgası” denilen akımın geçmişi ’79 Devrimi’nin öncesine dayanıyor. İran Yeni Dalgası’nın yükselişini etkileyen unsurlar, özellikle, dönemin entelektüel ve politik hareketlerinin sonucuydu. 19 Ağustos 1953 darbesinin ardından, sanat alanında romantizmin hakim olduğu bir hava oluşmuştu. Bunların yanında, 1950'lerde edebiyatta kendisini topluma adamış, sosyalist gerçekçi bir edebiyat anlayışı şekillendi ve 1960'larda bu doruğa ulaştı. Bu dönem, Farsça edebiyatın altın çağı kabul edilir aynı zamanda. Orada tohumları atılan bu akım, devrimden sonra da, mollaların tüm sansürüne, engellemesine rağmen büyümeye devam etmiş, içinden saygın film yönetmenleri çıkarmıştır. İran Yeni Dalgası’nın en önemli yönetmenleri olarak, Abbas Kiyarüstemi, Cafer Panahi, Majid Majidi, Behram Beyzayi, Dariush Mehrjui, Mohsen Makhmalbaf, Mesud Kimiai, Sohrab Şahit Sales, Perviz Kimyavi, Samira Makhmalbaf, Amir Naderi ve Abolfazl Jalili'yi saymak mümkün. Kiyarüstemi ve Panahi, sırasıyla İran Yeni Dalgası yönetmenlerinin birinci ve ikinci kuşağını temsil ederken, Ghobadi, Maziar Miri, Asghar Farhadi, Mani Haghighi ve Babak Payami gibi yönetmenleri de üçüncü kuşak olarak görmek gerekiyor. Kiarash Anvari, Maziar Bahari, Sadaf Foroughi, Saman Saloor ve Mona Zandi-Haqiqi de, akımın yeni temsilcileri olarak kamera arkasına geçen isimler. Asghar Farhadi, İran Yeni Dalgası’nın üçüncü kuşağından, genç olmasına rağmen oldukça deneyimli bir yönetmen. 1972 doğumlu yönetmen, 2009’da çektiği “About Elly” filmiyle Berlin Film Festivali’nde en iyi ikinci yönetmen olarak Gümüş Ayı ödülünü kazanmıştı. Aynı yıl Tribeca Film Festivali’nden de “En İyi Uzun Anlatı” ödülünü alan About Elly, Asghar Farhadi’nin diğer filmlerinde olduğu gibi insanın ruhsal derinliklerine inen konusu ve yine doğal örgüsüyle öne çıkıyor. "About Elly" şüphe ve iftira etrafında dönen akıl karıştırıcı bir oyun. Hikaye son derece zararsız ve umut dolu biçimde başlıyor. Bir grup Tahranlı üniversite öğrencisi aileleriyle beraber deniz kenarında bir hafta sonu tatiline çıkıyor. Grupta iki de bekâr var. Avrupa'da yaşayan Ahmet, bir Alman kadınla yaptığı başarısız bir evliliğin ardından şimdi İranlı bir kadınla evlenmek istiyor. Grubun, yirmi yaşındaki Elly hakkında tek bildiğiyse, eğitimci olduğu. Genç kadın, tatili ayarlayan Sepideh tarafından davet edildiğinde şaşırıyor. Duygusal bir insan olan Sepideh, çocuklarının sevgi dolu bakıcısı olarak tanıdığı Elly ile Ahmet'in arasını yapmak niyetinde. Film, başlarda gösterişsiz, yaşamın içinden bir hikayeyi andı-

58 | TAVIR |TEMMUZ 2011

rıyor; ancak dakikalar ilerledikçe kahramanların kendilerini sorguladıkları dramatik bir olay örgüsüne dönüşüyor. Tahminler, iddialar birbiri ardına sıralanıyor, ta ki yalan sınırını aşana dek. Küçük ekibin son üyesi olarak, girişken Sepideh de nihayet grubun dinamiğine uyuyor. Fakat hakikate sırtını dönmesiyle onun da yaşama neşesi ve özsaygısı kaybolmaya başlıyor. İran'daki durumla ilgili tüm toplumsal ilişkilere karşın Farhadi'nin filmi evrensel bir boyut içeriyor. "İnsanlara, zor bir durumda nasıl davrandıklarını gösteriyorum" diyor Farhadi filmleriyle ve devam ediyor: "Günümüzde film izleyicileri sadece edilgen tüketiciler konumunda değil; kendi yorumlarını geliştirmelerine izin verecek alanlar talep ediyorlar. Hikayenin bilerek yarısını anlatıyorum, ikinci yarısıysa izleyicinin zihninde oluşuyor” Anlatım şeklini “Bir Ayrılık”ta da değiştirmemiş Farhadi. Zor durumlarda insanların nasıl davrandıklarını anlatmış yine bu filmde. Nadir ve Simin’in, ortada “şiddetli geçimsizlik” gibi bir gerekçe görünmemesine, hatta birbirlerini hala sevdikleri belli olmasına rağmen ayrılmaya karar vermesiyle başlıyor film. Fakat filmde ayrılık sözcüğü farklı anlamlara geliyor. En ön planda Nadir ile Simin ayrılık sürecini görüyoruz. Buna neden olarak ise Simin’in ülkeden “ayrılma” isteği bulunuyor. Nadir ise ülkesi İran’da kalıp Alzheimer hastası babasına bakmak zorunda hissediyor kendisini. Simin kızının geleceğini kurtarma derdinde bir yandan da. Ayrılmayı biraz da bunun için istiyor. İran’ı bir kız çocuk yetiştirmek için uygun bir ülke olarak görmüyor. Kocası tarafından vatanını sevmemekle suçlanıyor bu yüzden. Filme konu olan “ayrılık” kelimesinin içinin en çok sınıfsal ayrım konusunda dolduğunu görüyoruz film ilerledikçe. Sınıfsal önyargılar, öfkeler, nefretler, yok saymalar, insan yerine koymamalar, bencillikler… hepsi birer birer arz-ı endam ediyor beyazperdede. Ve Asghar Farhadi’nin About Elly filminde en öne koyduğu kavramlardan biri olan yalan, Bir Ayrılık filmi için de çok önemli bir yerde duruyor. Yalanın, yeri geldiğinde ve çıkarlar söz konusu olduğunda, ekonomik olarak gelir seviyesi ne olursa olsun, herkes tarafından rahatlıkla söylendiğine, kirlenmenin tüm kesimlere nüfuz ettiğine tanık oluyoruz film boyunca. Simin’in evden ayrılması üzerine Nadir, 10 yaşındaki kızı Termeh ve alzheimerli babasıyla yaşamaya başlıyor. Simin evi terk edip de annesinin evine taşındığı için, babasına bir bakıcı buluyor. Raziye adlı yoksul bir kadınla anlaşıyor. Ama bir gün eve geldiğinde babasını yatağa bağlı, Raziye’yi ise evin dışında buluyor. Raziye eve geldiğinde ise kadını sorumsuz davranışından dolayı suçlayıp itiyor. Ayrıca Raziye’nin para çaldığından da şüpheleniyor. Tipik bir ev sahibi, temizlikçi kadın vakası yani. Daha sonra Raziye hamile olduğunu ve Nadir’in kendisini itmesiyle çocuğunu düşürdüğünü iddia ederek dava açıyor.


Simin kocasına kendisiyle birlikte yurtdışına gelmesini isteyip, “Senin, kendi oğlu olduğunu bile bilmiyor, seni tanımıyor. Neden gelmiyorsun benimle?” dediğinde Nadir’in “Ama ben onun babam olduğunu biliyorum” cevabı, bu direnişin de göstergesi bir yerde. Fakat aynı Nadir, kendi çıkarı için yoksul bir kadın hakkında çok rahat yalan söyleyebiliyor ve kendince bunu kafasında meşrulaştırabiliyor.

Filmde bu aşamalar sırasında Farhadi perspektifimizi sürekli değiştiriyor. Önce Raziye’yi sorumsuz ve yalancı biri olarak görüyoruz, sonra da Nadir’i. Raziye’nin kocası Hocat ise sınıfsal öfkesiyle, maddi sorunları arasında kısılmış kalmış bir karakter olarak filme sonradan ekleniyor. Bazen onurunu kurtarmak, bazen para tırtıklamak, bazen de sadece sınıfsal öfkesini kusmak peşinde... Yoksulluğun, bazen dindarlığın da önüne geçtiğine, Raziye’nin son derece muhafazakar olmasına, günah kavramına sonun kadar bağlı kalmasına aldırmadan, ona yalan söylemesi için baskı yapabilecek kadar kirlenebiliyor. Yozlaşmanın sistemden kaynaklandığını, yoksulluğun ise her zaman ele silah alıp dağa çıkmayı veya direnişe yönelmeyi getirmediğinin bir kez de İran’dan kanıtlanması bir bakıma Bir Ayrılık.

Filmin temelinde insan var. İnsan ilişkileri, kadın-erkek ilişkileri, zengin-yoksul ilişkileri, değer yitimi, kirlenme, sınıfsal çelişkiler, bencillikler... var. Ve tüm bunlar çok doğal, sıradan (ama hiç bayağı/kaba bir şekilde değil), çok güçlü oyunculuklarla, iyi bir yönetimle veriliyor. Bu yıl düzenlenen 61. Berlin Film Festivali’nde En İyi Film, En İyi Erkek Oyuncu ve En İyi Kadın Oyuncu dallarında Altın Ayı ödülüne layık görülen Bir Ayrılık, son dönem İran sinemasını izlemek ve İran sinemasının geldiği aşamayı görmek isteyenler için... o

KÜNYE: Yapım: 2011-İran

Filmdeki tüm karakterler, sistemden aldıkları kiri, pası bir şekilde birbirlerine bulaştırıyorlar. Kimsenin yaşamı sadece kendisine kalmıyor çünkü. Diyalektik olarak yanındakini, yöresindekini etkiliyor; acıları, sevinçleri çoğaltıyor veya azaltıyor. Tekrar yalan konusuna dönersek; filmdeki tüm karakterler yalan söylüyor, kendi çıkarları söz konusu olduğunda. Bu değer yitiminin sistem sorunu olmadığını, bunu kişilerin karakterleriyle açıklamanın doğru olduğunu yalnızca idealistler iddia edebilir.

Tür: Dram

Pir Sultan, “Bozuk düzende sağlam çark olmaz” derken, kapitalist düzeni de anlatıyormuş sanki. Filmde bir yandan kirlenmeyi ve bunların yansımalarını izlerken, bir yandan da bu kirlenmeye karşı direnmeyi de belli oranda görüyoruz ama yönetmen de bunun çok mümkün olmadığını gösteriyor bize.

Yapımcı: Asghar Farhadi

Yönetmen: Asghar Farhadi Oyuncular: Leila Hatami, Ali-Asghar Shahbazi, Babak Karimi, Kimia Hosseini, Merila Zarei, Peyman Moaadi, Sareh Bayat, Sarina Farhadi, Shahab Hosseini, Shirin Yazdanbakhsh Senaryo: Asghar Farhadi

Görüntü Yönetmeni: Mahmoud Kalari Müzik: Sattar Oraki

TEMMUZ 2011 | TAVIR | 59


sinema sinema

“tehlikeli yol”da yürüyen ingilizler sevgi duman

Ken Loach, İngiliz işçi sınıfının yönetmeni olarak adını dünyaya duyurmuş bir sinemacı. Ülke ve Özgürlük (1995), Carla'nın Şarkısı (1996), Afili Delikanlı (2002), Özgürlük Rüzgarı (2006), İşte Özgür Dünya (2007) ve Hayata Çalım At (2009) gibi politik yanı ağır basan filmleriyle İngiliz sinemasının en önemli yönetmenleri arasında yerini almış durumda. ’70’ler ve ’80’ler boyunca, filmlerini dağıtma ve gösterime sokma zorluğu yaşayan Loach, madencilerin grevini anlatan “A Question of Leadership” isimli belgeseli ile Muhafazakar Parti'nin büyük tepkisini çekti. Politik sansürle de bundan sonra karşılaşmaya başladı. O yıllar İngiltere’de “Thatcherizm” iktidardaydı ve Margaret Thatcher, nam-ı diğer “Demir Lady” İngiltere’yi faşizan ve baskıcı bir politikayla yönetiyordu. Loach’ın, filmlerinin konularını ezilen sınıflardan, yoksulların yaşamından almaya başladığında Thatcher faşizminin de tüm hışmını üzerine çekmesinden daha doğal! bir şey olamazdı herhalde. Filmlerinde sosyalist kimliğini her zaman öne çıkaran Loach, sıradan insanı ele alarak onun günlük yaşamını, yaşadığı sınıfsal, sosyal ve ekonomik zorlukları tüm çıplaklığıyla ortaya seren, anti kapitalist bir yönetmen... Tercihini bu yönde yaptıktan sonra ortaya çıkardığı eserler hep kalburüstü olmuş, sinemasal açıdan kendisine de dünya çapında yer sağlamıştır. Politik bakışında, Avrupa tipi komünizmin/sosyalizmin etkilerini, özellikle İspanya İç Savaşı’nı anlattığı Lands and Freedom (Ülke ve Özgürlük) filminde çok açık görürüz. Bu filmde, açıktan bir Stalin eleştirisi mevcuttur. “Özgürlükçü sosya-

60 | TAVIR | Temmuz 2011

lizm” gibi ne anlattığı belirsiz bir kavramı şiar edinmiş Avrupalı sosyalistlerin etkisinde kalan Loach, filmde haksız bir şekilde Stalin’i eleştirme gafletinde bulunmuştur. Bunu da bir dipnot olarak düşmek gerekiyor Loach’ın filmografisini ortaya koyarken... Loach’un “Tehlikeli Yol”u, Irak’a paralı asker gönderen özel bir güvenlik firmasında sözleşmeli olarak çalışan Fergus’un İngiltere’ye döndükten sonra; birlikte büyüdüğü, deyim yerindeyse yediği-içtiği ayrı gitmeyen çocukluk arkadaşı Frankie’nin ölüm haberini almasıyla başlıyor. Bunu, cep telefonuna gelen bir kısa mesajla öğrenen Fergus, Frankie’nin ölümünü araştırdıkça, sözleşmeli işçi haklarına ve özel şirket politikalarına dair birçok karanlık gerçekle karşılaşıyor. Ve bundan sonra Irak Savaşı’nın en karanlık tarafı ile hesaplaşmaya başlıyor. Fergus’un hesaplaşması film ilerledikçe Ken Loach’un kapitalist dünya düzenini ve onun kirli savaş politikalarını sert bir dille eleştirdiği iyi kurgulanmış bir araca dönüşüyor. Film, bir yönüyle de bugüne kadar Irak’ın işgalinde, yüz binlerce Iraklının katlinde İngiltere’nin rolünü ilk kez beyazperdeye taşıması bakımından da önemli bir yerde duruyor. Çünkü bugüne kadar sadece Amerika’yı temel alan ve onun Irak işgalini meşrulaştıran filmler yapıldı bu konuda. (Bir tek Brian De Palma’nın yönettiği “Redacted/Örtülü Gerçek” filmini bunların dışında tutmak gerekiyor. Çünkü bu film ABD’nin gerçek katliamcı yüzünü açığa çıkaran bir işlev yüklenmişti.) “Film mutlaka ki Irak işgalini eleştiren bir yapıya sahip an-


KÜNYE: Yapım: 2010 / Belçika, Fransa, İngiltere, İspanya, İtalya Yönetmen: Ken Loach Oyuncular: Najwa Nimri, Andrea Lowe, Craig Lundberg, Gary Cargill, Geoff Bell, Jack Fortune, John Bishop, Mark Womack, Paul J. Dove, Stephen Lord, Talib Hamafraj, Talib Rasool, Tony Schumacher, Trevor Williams Senaryo: Paul Laverty Görüntü Yönetmeni: Chris Menges Müzik: Ray Beckett

cak filmde sadece İngilizler var, Iraklılar yeterince yer almıyor, yani Iraklılar cephesi zayıf ” türünden eleştirilere Loach şöyle cevap vermiş bir röportajında: “Bir Iraklı perspektifinden film çekmemizin imkanı yok. Dili konuşmuyoruz. Davranış farklılıklarını da anlayamazdım. Ama yine de, filmde esas Iraklıların acı çektiğini gösteren yeterince işaret olduğunu umuyorum. Bir yerde bir Iraklı şunu soruyor: ‘Bunu çözmekle, sadece o İngiliz diye mi ilgileniyorsunuz? Iraklılar sayılmıyor mu?’ Telefondaki anne (İngiliz askerlerinin tüm ailesini katlettiği anne/bn), ‘Paranı istemiyorum. Senden hiçbir şey istemiyorum’ diyor. Daha en başından beri, izleyiciye Iraklıların ızdırap çektiğine dair ipuçları vermemiz gerektiğinin bilincindeydik. Kimin öldürüldüğünü gösteren gerçek savaş görüntülerini kullandık. Ve filmde Fergus, şahit olduğu işkencede vicdan azabı çekerken, orda işkence görenler Iraklılardı.” Yönetmenin sözlerinin filmde büyük oranda yerine getirildiğini görüyoruz izlerken. Yönetmenin tercihi, haberlerde uzun bir süredir izlediği ve büyük paralar karşılığında Irak’a (ya da işgal edilen herhangi bir ülkeye) paralı katil gönderen özel güvenlik şirketlerini teşhir etme üzerinden Irak işgalinin gerçeklerini ortaya çıkarmak... Bu amacını da şöyle özetlemiş: “Haberlerde özel güvenlik şirketlerinin şöhretinin giderek art-

ması, beni “belki de anlatılması gereken hikâye budur” diye düşündürdü. Bütün bu illegal müdahale ortaya çıktığından beri, Paul Laverty (filmin senaristi/bn) ve benim aklımızda hep Irak vardı, fakat şu ana kadar bunu film olarak ortaya koymanın bir yolunu bulamamıştık. Askerlerin sayısında azalma oldukça, savaş çemberi de tamamlanmış oldu. Büyük şirketlerin çıkarları için savaşılmıştı ve şimdi özel şirketler mevcut işgalin kendisi üzerinden para kazanıyor.” Loach’ın sözleri bir milyon Iraklının katledilmesinin ve dört milyondan fazla Iraklının da yerinden yurdundan edilmesinin gerçek amacını kısaca anlatıyor gerçekten de. ABD ve yardakçısı diğer emperyalist güçler, sömürü düzenleri devam etsin diye ezilen halklara karşı büyük bir savaş açmış durumdalar ve bu doğrultuda dünyayı kana bulamaktan çekinmiyorlar. Irak işgali de bunun küçük bir parçası. ABD ve İngiliz tekelleri, Loach’ın da dediği gibi bunca ölümün üzerine çok büyük paralar kazanıyorlar şimdilerde Irak’ta. Loach doğru olanı yapıyor. Görmeyen gözlere, “demokrasi havarisi” sayılan ABD’yi, İngiltere’yi ve diğer emperyalist katilleri gösteriyor. Ezber bozuyor bir diğer ifadeyle. Ne yazık ki böylesi filmlere pek rastlayamıyoruz beyazperdede. Ülke sinemaları ve o sinemaları var eden gerçekten aydın yürekli sinemacıları Hollywood’un hegemonyasından kurtuldukça, sinema alanında da güzel örnekler izlemek mümkün olacaktır. o

Temmuz 2011 | TAVIR | 61


haberler haberler

I. Anadolu Halk Festivali sona erdi

Akşehir’de mizah günleri başladı Cumhuriyet Meydanı’nda gerçekleşen etkinlikte geleneksel tellal kıyafeti giyen bir grup, Akşehir'in cadde ve sokaklarını dolaşarak, 52. Uluslararası Nasreddin Hoca Anma ve Mizah Günleri programının broşürlerini dağıttı ve halkı etkinliklere davet etti.

24-25-26 Haziran tarihlerinde Okmeydanı Sibel Yalçın Parkı’nda "Anadolu Halk Festivali" gerçekleştirildi. "Halkız Kültürümüzle Varız, Anadolu İhtilalinin Son Halkasıyız" sloganıyla başlayan festivalde, Anadolunun her yöresinden katılımcılar vardı. İlk gün programı festival açılış konuşmasıyla başladı. Ardından tulum eşliğinde horona duruldu. İlk gün, tiyatro oyunu, şiir dinletisi ve film gösterimiyle sona erdi. İkinci gün gündüz programında İdil Çocuk Korosu’nun tiyatro, halkoyunu ve müzik dinletileri vardı. Gün boyu yörelerin kendi kültürlerini yansıttıkları çeşitli gösteriler sunuldu. Horondan zeybeğe, halaydan semaha, tüm festival alanı kültürlerin dayanışmasına ve düzenin yozluğu karşısında nasıl birlikte, güçlü olunabileceğine tanık oldu. Anadoludan gelen katılımcıların sergilediği etkinliklerin ortak teması "yoksulluk ve yozlaşma, bunlara karşı mücadeleydi". İkinci gün, yoğun yağmura rağmen Burhan Berken eşliğinde coşkulu halaylarla sona erdi. Festivalin son günü sahne programı yoğundu. TAYAD Tiyatro Grubu, İzmirden Grup Günışığı, Trakya Kültür Merkezi Müzik Topluluğu, Tiyatro Simurg ve İdil Tiyatro Atölyesi peşpeşe sahne aldılar. Ardından sahneyi türküleriyle Nilüfer Sarıtaş aldı. Festivalin kapanışı ise Grup Yorum'la oldu. Festivalin en önemli öğelerinden biri Kızıldere'den günümüze şehitleri anlatan, içinde canlandırmaların yer aldığı "Başeğmeyenler Tarihi" isimli tarih tüneliydi. Bir labirenti andıran tünel, festival boyunca en çok gezilen yerdi. Festival alanında "yoksulluk ve yoksullukla mücadele" temalı resim, fotoğraf, karikatür ve sinevizyon sergileri gösterimleri, halk için sağlık ve hukuk masaları, çocuk bölümleri yer aldı. o

62 | TAVIR | TEMMUZ 2011

Cumhuriyet Meydanı'nda tellallar ve yarenler eşliğinde yüründü. Tarihi Arasta Çarşısı önünde davul zurna eşliğinde halay çekildi. Oyunlara, Eğirdir Halk Oyunları, Gaziantep Delyanlılar Kültür ve Dayanışma Derneği Spor Kulübü Halk Oyunları ekipleri de katıldı. Bu yıl ilk defa 1-10 Temmuz tarihleri arasında düzenlenen şenlik, 10 gün sürecek... o

Tel Aviv Oda Tiyatrosu’nun oyunu iptal edildi İsrail ordu radyosu, Tel Aviv Oda Tiyatrosu’nun Antalya'da sahnelemeyi planladığı "Kalbimi Titret" adlı oyunun, gelen tehditler nedeniyle ertelendiğini ileri sürdü. Tel Aviv Oda Tiyatrosu oyuncularından Ramu Baruh, yaptığı açıklamada; oyunun gösteriminin Nakba olayları ve Mavi Marmara operasyonun yıldönümü ile denk geldiğinden endişelerin arttığını kaydederek, "bizi oyunu oynamamamız gerektiğine ikna ettiler" diye konuştu. o


Şerif Gören, 18 yıl aradan sonra kamera arkasına geçti Şerif Gören, 18 yıl ara verdiği sinemaya Necati Cumalı’nın 1960’lı yıllarda Türkiye’nin taşra bölgelerini anlattığı “Ay Büyürken Uyuyamam” adlı eserini beyaz perdeye taşıyarak dönüyor. Şerif Gören’in filminde Ayça Bingöl, Hazal Kaya, Cemal Hünal, Fırat Tanış, Selin Şekerci, Bülent Şakrak, Hakan Boyan, Necip Memili ve Mazlum Çimen’in yanı sıra Mehmet Esen, Serdar Yeğin, Aslı Düşenkalkar, Yaşar Güner ve Umut Demirdelen gibi isimler yer alacak. o

Hulki Aktunç hayatını kaybetti Uzun süredir kanser tedavisi gören 1949 doğumlu şairyazar Hulki Aktunç hayatını kaybetti. Edebiyatın her alanında eserler veren Aktunç'un yazı yaşamı, dönemin önemli dergilerinden Yeni Ufuklar’da başladı (1968). İlk kitabı Gidenler Dönmeyenler ile Türk Dil Kurumu Öykü Ödülü’nü (1977), Bir Çağ Yangını romanı ile Abdi İpekçi Ödülü’nü (1981), Bir Yer Göstericinin Hayatı ile Yunus Nadi Öykü Ödülü’nü (1990) kazandı. Aktunç son olarak 2010 Metin Altıok Şiir Ödülü'nü kazanmıştı. Aktunç'un "Büyük Argo Sözlüğü", alanındaki tek eserdi. o

GRUP YORUM g ü n c e 4 19 Haziran Ankara Dik-

men Mahzuni Şerif Parkında, Çankaya Kültür Derneğinin düzenlediği etkinlikte 3000 kişiye konser verdi. 4 19

Haziran Grup Yorum Korosu, Bursa’nın İznik ilçesine bağlı Müşküle köyünde zeytin üreticileriyle dayanışmak için katıldığı etkinlikte 800 kişiye seslendi.

4 24 Haziran Balıkesir Burhaniye’de 700 kişiyle türküler söyledi. 426 Haziran İstanbul Ok-

meydanı Sibel Yalçın Parkı’nda düzenlenen 1.

Anadolu Halk Festivali’nin üçüncü gününde 2500 kişiye seslendi. 4 30 Haziran 2 Temmuz Sivas Madımak Katliamı’nın yıldönümü için Ankara Yenimahalle’de düzenlenen gecede 7000 kişiye konser verdi. 4 1 Temmuz Grup Yorum Korosu, Nurtepe Çayan Mahallesi’nde Tayad’lıların açlık grevi çadırını ziyaret etti, dinleti verdi. 4 2 Temmuz Grup Yorum Korosu, İkitelli’de gerçekleşen 2 Temmuz anmasında 1500 kişiye seslendi.

Altın Koza onur ödülleri belli oldu Adana Büyükşehir Belediyesi tarafından bu yıl 18'incisi düzenlenecek Uluslararası Altın Koza Film Festivali'nde geleneksel "Yaşam Boyu Onur Ödülleri", Yönetmen Ali Özgentürk ile oyuncular Kadir İnanır ve Nebahat Çehre'ye verilecek.

ğını ifade etti. Aldırmaz, Yaşam Boyu Onur Ödülleri'nin 17 Eylül Cumartesi günü yapılacak açılış töreniyle sahiplerini bulacağını bildirdi. o

Adana Büyükşehir Belediyesi Başkan Vekili Zihni Aldırmaz, yaptığı yazılı açıklamada, Altın Koza Film Festivali'nin bu sene 17-25 Eylül 2011 tarihleri arasında organize edileceğini belirtti. Festival kapsamında Özgentürk, İnanır ve Çehre'nin filmlerinden oluşan seçkilerin izleyiciyle buluşacağını kaydeden Aldırmaz, sinema yazarı Burçak Evren'in yine bu üç isimle ilgili kitapları kaleme alaca-

TEMMUZ 2011 | TAVIR | 63


sa... kısa... kısa... kısa.. kısa... kısa... kısa... kısa... kısa... kısa... kısa... kısa... kısa... kısa...kısa... kısa...

4SİBEL YALÇIN PARKI’NDA SİNEMA GÜNLERİ BAŞLADI

4 VİCDAN FİLMLERİ ÇEKİLMEYE DEVAM EDİ-

4 STİNG'DEN KAZAK İŞÇİLERE DESTEK

YOR

İdil Kültür Merkezi’nin her yıl Okmeydanı Sibel Yalçın Parkı’nda düzenlediği Sinema Günleri başladı.

Ünlü İngiliz şarkıcı Sting, Kazakistan’da düzenlenen ''Astana Günleri'' etkinlikleri çerçevesinde vereceği konserin iptal gerekçesi olarak Kazakistan'daki işçi hakları ihlalleri ile insan haklarına aykırı durumunu gösterdi.

İnsanları TV’nin esaretinden kurtarmak, kapitalizmin bireyci-yoz kültürüne karşı, düzeyli ve belli mesajları olan filmleri göstererek, halkın kültürünü yaşatmayı amaçlayan İdil Kültür Merkezi, bu faaliyetini 2011 yaz ayları boyunca sürdürecek.

Sting, ''Petrol ve gaz işçileri ile ailelerine karşı sergilenen sert tutum devam ederken benim orada konser vermem kabul edilemezdi'' ifadesini kullandı.

Her cuma günü çocuklar için nitelikli animasyon filmleri gösterilirken; cumartesi ve pazar günleri büyüklere yönelikfilmler gösterilecek. Film gösterimleri akşam saat 21.00’de başlayacak.

İnsan hakları ihlalleriyle 40 yıldır mücadele ettiğini kaydeden Sting, konser vermesinin, yapılan işçi hakları ihlalleri ile insan haklarına aykırı tutuma ''onay vermek'' anlamına geleceğini, bunu da kabul edemeyeceğini vurguladı.

Uluslararası Hrant Dink Vakfı’nın 2009 yılında başlattığı “Vicdan Filmleri” projesi, yeni kısa filmlerle vicdanın yeni yüzlerini görünür kılmaya devam ediyor. Çağrıya ses veren amatör, profosyonel, eli kamere tutan herkes 15 Eylül tarihine kadar yarışmaya başvurabilecek. En fazla 5 dakika olması gereken filmler için konu sınırlaması yok. Projenin sonunda jüri tarafından belirlenecek olan ilk 20 filmden oluşan bir DVD oluşturulacak. Vicdan Filmleri’nin bu yılkı jürisinde şu isimler yer alıyor: Arsinee Khanjian, Costa Gavras, Cüneyt Cebenoyan, Ferzan Özpetek, Hale Soygazi, Nadje Al-Ali, Rakel Dink ve Serge Avedikian. Filmler vicdanfilmleri.org adresine yüklenerek jüriye ulaştırılabilir. o

DVD... VCD... albüm... DVD... VCD... albüm... DVD... VCD... albüm... DVD... 4 Gülcan

Altan

Gunef Ada Müzik

64 | TAVIR | TEMMUZ 2011

4 Nizamettin

Ariç

Azadi Kalan Müzik

4 Şirin

Pancaroğlu Elişi Kalan Müzik

4 Rıza

Kılıç

Şaha Doğru Kalan Müzik




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.