ıssn 1303-9113 • 2012 / 07-08
• sayı 122
• 2.25 TL(KDV’li)
01-02 merhaba_1-2 merhaba ve icindekiler 7/30/12 2:48 PM Page 1
a y l ı
k
s a n a t
d e r g i s i
Merhaba
Sahibi Tavır Yayınları adına Bahar Kurt Genel Yayın Yönetmeni Gamze Keşkek Sorumlu Yazıişleri Müdürü Yeliz Yılmaz Yazıişleri Müdürü Veysel Şahin Yazışma Adresi İstanbul Mahmut Şevket Paşa Mah. Mektep Sk. No: 4-B Okmeydanı - Şişli - İstanbul Tel: (212) 238 81 46 Faks: 238 82 49 e-posta: tavir2007@gmail.com www.tavirdergisi.com Ankara İdilcan Kültür Merkezi Eski 1. Cadde 636. Sk. No: 207/2 Tel: 0 541 336 65 37 Hesap no (TL) 1042- 0596147 Gamze Mimaroğlu İş Bankası Parmakkapı/İST. Hesap no (EURO) 1042- 0129062 Gamze Mimaroğlu İş Bankası Parmakkapı/İST. Fiyatı (DÖVİZ) Almanya: 5 Euro Fransa: 5 Euro Hollanda: 5 Euro Avusturya: 5 Euro İsviçre: 7.5 Frank İngiltere: 4 Sterlin Posta Çeki Hesap no Selma Altın 515 72 82 Baskı Ezgi Matbaa Sanayi C. Altay Sok. No: 10 Çobançeşme / İstanbul Tel: (0 212) 452 23 02 Yayın türü: Yerel Süreli
Düzen, halk düşmanı yüzünü her geçen gün daha çok belli ediyor. Halkın her kesimi bu düşmanlıktan payını fazlasıyla alıyor elbette. Sanatçılar ve aydınlarımız da bu kesimler arasında. Son günlerde özellikle devlet ve şehir tiyatrolarına yönelik saldırılara karşı özellikle sanatçılar arasında parlayan ateş, ne yazık ki yine saman alevi olmaktan öte gidemedi. Bu kıvılcım yine de anlamlıdır. AKP faşizmine karşı durmak, direnmek ve bir araya gelmek, sesini yükseltmek, sanatın ve sanıtçının doğası gereği olmasına rağmen, bugüne kadar bu ülkede buna pek tanık olamamıştık. Bugün halktan yana sanat susturulmak, sanat yoluyla halkın bilinçlenmesinin önüne geçmek için saldırıyor faşizm. Yan yollar, patikalar artık çözüm değildir. Dosdoğru yoldan yürümek, doğru bildiklerin için yola çıkmak ve bu onurlu yolculukta bedellerin en büyüğünü bile gönül rahatlığıyla karşılamak zamanıdır. Korkuya Karşı Özgür Tiyatro, bunun ilk adımıydı. Şimdi adımı büyütmektir acil görev. Sanat Cephesi’ni zaman geçirmeden kurmaktır. Bu cephede sanatın tüm alanlarından halka dair üretimde bulunanlara yer olacaktır. Devrimin ve sosyalizmin değil sadece, faşizme karşı durmanın onuruyla yaşayanlara, düzene tepki duyanlara, faşizmin elinden aldığı işini, aşını geri almak isteyenlere, haksızlığa-adaletsizliğe dur demek için mücadele etmek isteyenlere yer olacaktır. Bu cephede halkın sanatçılarına yer olacaktır. Çağrımızdır! AKP faşizmine karşı çıkmak, aydın olmanın, halkın sanatçısı olmanın ilk şartıdır. Demokrasi ve haklar mücadelesine omuz vermek değil, bizzat o mücadelenin örgütleyicisi olmaktır birinci görev. Gelin bu görevi birlikte üstlenelim. Gücümüzün birlikte olmaktan, birlikte direnmekten geçtiğini unutmayalım. Sanatımızla direnelim faşizme karşı. Sanatımızla karşı koyalım saldırılara. Filmlerimiz, resimlerimiz, heykellerimiz, romanlarımız hikayelerimiz, şiirlerimiz, tiyatrolarımız, heykellerimiz dövüşsün Sanat Cephesi’nde. Tüm dünya dillerinden, tüm dünya ezgilerinden şarkılarımız dövüşsün. Gelin, sanatımızı tek çatı altında dünyanın en büyük kavga cephesi haline dönüştürelim. Unutmayın bir ülkenin şarkılarını yapanlar, yasalarını yapanlardan daima daha güçlüdür. Gelin bu gücü yenilmez kılalım. Geleceğin o güzelim dünyasını kurmak için kavganın sanat cephesinde birlikte darbe vuralım sanata, sanatçıya, halka düşman olanlara... Bir sonraki sayımızda görüşmek dileğiyle... Dostlukla...
01-02 merhaba_1-2 merhaba ve icindekiler 7/30/12 2:48 PM Page 2
İÇİNDEKİLER
07-08/2012
3 6 9 12 13 17 20 22 24 27 30 32
GÜNCEL levent karakaya enternasyonalist değilsen aydın da değilsin! MEKTUP idil kültür merkezi emekçileri sanat bir cephedir DENEME güzin karaduman hangi polis? hangi sanatçılık? DENEME ibrahim demircan nasıl bir sanatçılık? İGÜNCEL mehmet esatoğlu baskılara karşı 7 gün 7 gece MAKALE ferhat selim madımak hala yanıyor DENEME sezen karadeniz bir ceza istiyorum DENEME ercan rençber harbiye açık hava’dan binlerce yürek geçti DENEME mehmet esatoğlu bir konserin doruk anı GÜNCEL şahin şap bir tıkla devrim yapılır mı? KONSER grup yorum dersim’de cemo’nun sesi yankılandı DENEME ferit salman sanatımızın temeli hayattır
35 36 39 41 43 44 46 50 53 58 58 62
ŞİİR eda dereli kırk altısında delikanlı İELEŞTİRİ filiz tanya fukaranın “sosyete pazarı” İGÜNCEL sinan gümüş aziz yıldırım olayı GÜNCEL güzin karaduman kamera arkasında neler oluyor? AYIN FOTOGRAFI FOSEM DENEME paluri arzu kal demirçi ıhlamur kokusu, dağlar ve kahramanlar BİYOGRAFİ hasan selim bir kez daha rıfat ılgaz... KİTAP çağlar mirik kurdu öldürmek için BİYOGRAFİ mete sırmacı latin amerika’nın ezgili soluğu İNCELEME asım taşçı kimin yaşamı kimin yazgısı ŞİİR ümit ilter köroğlu’nu gördüm HABER
03-05 suriye_sablon 7/30/12 2:49 PM Page 3
güncel
güncel
enternasyonalist değilsen aydın da değilsin! levent karakaya
Tunus, Mısır, Libya… Şimdi Suriye, sonra İran, Kuzey Kore… Bir yandan Yemen, Bahreyn… Amerika, İngiltere, Almanya, Fransa gibi emperyalist devletler kara, kana ve paraya doymuyor. Çünkü onların “kapitalizm”leri, sanayileri, gelişmişlikleri, “halkının refahı”, işçisinin “kısmi gelir refahı” neyin üzerine kuruludur? Afrika’nın açlığının, Hindistan, Pakistan, Afganistan’ın yoksulluğunun, Ortadoğu’nun cehaletinin, Filistin’in, Kürdistan’ın, Tamiller’in ülkesizliğinin ve 7,5 milyarlık dünyanın 6 milyarının ezilmişliğinin, sömürülmüşlüğünün, asimile edilmişliğinin, insan yerine koyulmayışının tam da üzerine dikilidir. Yani insanlık altta kalmış, kapitalistler ise üstte. Emperyalizm denen şey, bir tabut gibi bütün insanlığımızı sararak, bizi yerin dibinde ölüler olarak tutmak istiyor. Aydın olmak, enternasyonalist olmaktır. Enternasyonalizm ise bu gerçeği gör-
mektir. Bu gerçeği görmüş olmak ise; bu tabutun parçalanmasına ve insanlığın yeryüzüne çıkışına, emperyalizmin ise tüm çürümüşlüğüyle bu tabutla birlikte yerin ta derinliklerine gömülüşüne inanmayı gerektirir. İnanmak öyle bir şeydir ki; inandın mı ve el ele verdin mi emperyalistlere sadece kaçacak delik aramak düşer. Halklar “inanmak, başarmanın yarısıdır” derler ki, el ele vermek de diğer yarısıdır. İşte bu korkudandır; “böl, parçala, yönet” politikaları. Din, milliyet, mezhep oyunları… İşgaller, emperyalizmin saldırı savaşları, bombaları, uçakları, topları, tankları ve her şeyleri. Yiyeceği, içeceği, duruşu, kalkışı, oturuşu, konuşması, gülmesi, giyinmesi, ekranları, radyoları, haberleri, kağıtları… Bu yaygara, bu fırtına ondandır. Zehirli yılan, emperyalizm. Zehiri; siyasi, sosyal, kültürel saldırıları. Panzehiri ise; el ele vermek. İşte aydın olmak bu zehire karşı, bu elleri çoğaltmaktır. Emperyaliz-
me karşı insanlığı örgütlemektir. Şimdi yılanın başı Amerika tarafından bu zehir, Suriye ve Suriye halklarına bulaştırılıyor. AKP iktidarı ise zehirli yılanın halklara karşı korumalığını yapıyor. İçerde kendi halkına dışarıda başka halklara saldırıyor. İnsan olmak içerde AKP iktidarına, dışarıda Amerika’ya bayrak açmaktır. İnsan olmak bu zehire karşı savaşmaksa, aydın olmak bu savaşın en önünde olarak savaşacak halkı yaratmaktır. Öğretmek, bedel ödemek, motive etmek, güçlü kılmak, ayakta tutmaktır. Bir ülkenin, bir ulusun aydını ezilmişse, körleştirilmişse halkından da dimdik ayakta durması, çok uzakları görebilmesi beklenmemeli. Bu noktada “aydın” dönüp kendine bakmalı. İşte yanıbaşımızda yalanlar, dolanlar eşliğinde bir ülke parça parça yok edilmeye çalışılıyor. Aşağılanıyor, halkı birbirine düşürülüyor. Kendi topraklarımızda “mülteci” adı altında silahlı grupların temmuz-ağustos 2012 | taVIR | 3
03-05 suriye_sablon 7/30/12 2:49 PM Page 4
grup yorum antakya konseri eğitimi yapılıyor, Hatay’daki kamplarda. Ondan sonra İslami yardım kuruluşları “nerede insanlık” diye kampanyalar düzenliyor, bu silahlı gruplara yardım örgütlüyor. Bu silahlılar ne yapıyor? Suriye halkını, çocuklarını katlediyor. Kadınlarına tecavüz ediyor. Geldikleri ülkemizde bile kadınlarımıza, kızlarımıza sarkıntılık yapıyor. Yedikleri önlerinde, yemedikleri arkalarında, en sağlam, varlıklı çadırlar, prefabrikler, en geniş olanaklar onlar için seferber edilirken, Van’da Kürt halkının çocukları yokluktan yok oldu, açlıktan öldü, naylon çadırlarda diri diri yandı. Deprem için seferber olan halkın yardımları ise engellendi. Şimdi adaleti sorgulayın. Bir aydın bu adaleti sorgulamalı. Hesap sormalı.
Suriye’nin en büyük “suçu” emperyalistlerin efendisi Amerika’ya kafa tutması, işbirlikçiliği kabul etmemesi, başını eğip buyur etmemesi. Sadece bu nedenle bile bir aydın koşulsuz olarak Suriye’nin yanında Amerika’ya bayrak açmalı. Bunu açıklıkla dile getirmekten çekinmemeli. Medya, nasıl yaygara koparırsa koparsın, emperyalist efendileri ne kadar demagoji yaparsa yapsın; aydın ölçütü burada aramamalı.
Suriye, emperyalistlere borcu olmadığı için mi suçlu? Hiçbir emperyalist üsse, kuruluşa kendi topraklarında izin vermediği için mi suçlu? Eğitim ve sağlık hiçbir kapitalist ülkede olmadığı şekilde ücretsiz olduğu için mi suçlu?
Ülkemiz aydınları adeta Suriye konusunda da sesini çıkarmıyor, istisnalar dışında. Grup Yorum bu istisnaların en başında yer alır. Herkesin sustuğu, cılız eylemler yapıldığı bir dönemde; Suriye’nin tam dibinde, savaşın kokusunun en güçlü hissedil-
4 | taVIR | temmuz-ağustos 2012
Temel olan, emperyalizmin saldırısıdır. İlk başta bu ortak düşmana karşı çıkmaktır aslolan. Suriye’nin yanındayız diyebilmektir. Suriye’nin kendi içindeki sorunlarını ise ancak kendi halkının örgütlenmiş gücü çözer. Sorunun çözümü Amerika’da, AKP iktidarında değil.
diği Antakya’da 30 bin kişilik bir halk konseri yapıyor. Aynı topraklarda bir yandan işbirlikçilere AKP iktidarının korumalığı tarafından silahlı eğitim verilirken, bir yandan da devrimciler Antakya halkıyla, Arap halklarıyla birlikte ABD’ye ve işbirlikçisi AKP’ye karşı haykırıyor. Bu politikaları teşhir ediyor, AKP’nin ipliğini pazara çıkarıyor. Bu konseri çok engellemeye çalıştılar. Konseri düzenleyen üç kişiyi tutukladılar. Böyle olunca Grup Yorum elemanları yola koyuldu konseri kendi çabalarıyla, Antakyalılarla birlikte el ele vererek örgütledi. Afişinden, el ilanı dağıtımına, sokak sokak gezmeye kadar her emeğin içerisinde yer alarak. Ve konser günü gediğinden on binlerce Antakyalı, Suriye’den gelen Suriyeliler, çevre bölgelerden gelen Arap halkı bir aradaydı. İnandılar, el ele verdiler, başardılar. Aydın olmanın misyonunu yerine getirdiler. Konseri hep engellemeye çalışan AKP’nin polisi, oraya ancak beş bin kişi toplanır diyordu, gördüler otuz bin ki-
03-05 suriye_sablon 7/30/12 2:49 PM Page 5
şiyi. Halkın öfkesini. Suriye’den konsere gelmek için çırpınan birçok Suriyeli sınırlarda engellendi. Konser iptal oldu söylentileri çıkarıldı, olaylar çıkacak dendi. Hatta bu konseri Grup Yorum, Antakya kamplarındaki silahlı gruplar için yapıyor bile dendi. Her şeye rağmen halkın öfkesi ve aydının, halkın sanatçısının gücü birleşti, ortaya Suriye Halklarıyla Dayanışma Konseri diye Türkiye’den güçlü bir haykırış çıktı. Önemli olan bu haykırışı sürdürmek, bunu çoğaltmak, anlatmaya devam etmek. Ve yakın tarihten emperyalizmle sanat alanından işbirlikçiliğe bir örnek$ İngiliz şarkıcı Morrissey, Harbiye’de Yorum konserinden önce grubunun elemanlarına üzerinde Esad’a küfürler yazan tişörtler giydirdi. İşte Yorum, işte Morrissey. İki taban tabana zıt anlayış. Morrissey tarihin çöplüğüne gidecekken, Yorum Arap ve Suriye halklarının yüreğinde ebediyen yaşayacak. Soruyoruz öyleyse şimdi. Neredesiniz “aydınlar”, “sanatçılar” ve bilumum “bi-
lim insanları”, “gerçekçiler”, “enternasyonalistler”, ahkam kesenler? Daha fazla beklemeye devam ederseniz, daha çok kahvaltılara çağrılacaksınız, çok yalanlar dinleyeceksiniz. O yalan kahvaltılarına her gidişinizden sonra, yeni katliamlar yaşanacak. Demokrasi paketleri kokteyllerine her katılışınızdan sonra yeni gazeteciler tutuklanacak. Her Avrupa deyişinizde Avrupa emperyalistlerinin memleketimizde yarattığı yozlaşmanın sonuçlarıyla karşılaşacaksınız. Dönüp yalanlara her kanışınızda, yine suçu bu halka atacaksınız: “Bu halktan bir şey çıkmaz” diye. Bu halktan değil, böylesi bir aydın anlayışından bir şey çıkmaz diyoruz biz de. Aydın olmak halk olmaktır, halkın içinde olmaktır. Halkın gerçekleriyle hareket etmektir. Bugün Suriye halkının ihtiyacı, yalanlar bombardımanı altında gerçekleri ulaştırabilecek aydınlardır. Bu bombaları etkisiz hale getirebilmektir. Bir ülke daha yok ediliyor, değerleriyle, kültürüyle, ahlakıyla, tüm zenginlikleriyle. Ne uğruna? Rant, kar uğruna. Emperyalistlerin büyümesi uğruna. İşbirlikçi
asalaklarının daha fazla beslenmesi uğruna. Ortadoğu’daki hakimiyetlerini koruma ve artırmaları uğruna. Emperyalist şirketlerin Suriye’ye de yayılması uğruna. Yozlaşmanın, dejenerasyonun yayılması uğruna. Geriye kalan bütün cümleler ise, emperyalizmin yalanlarıdır. Amerika ve AKP’nin yalanlarıdır. Bunu görmek; bundan sonra İran’ı, Kuzey Kore’yi ve sıradaki diğer ülkeleri ve halklarını koruyabilmek, kurtarabilmektir. Bunu görmek, Irak, Afganistan, Tunus, Mısır, Libya’dan ders çıkarmış olmaktır. Halkların, emperyalizme, ABD’ye ve işbirlikçilerine karşı direnişi meşru olandır. Yanında olmamız gereken de budur. Türkiye halkının aydınları dünya halkları karşısında tarih karşısında "Başı dik, yüzü ak olmalı". Türkiye aydınının görevi her koşulda, her alanda Amerikan emperyalizminin ve Avrupa emperyalizminin Böl-Parçala-Yönet politikasının karşısında olmasıdır. Doğru olan budur. o
ingiliz şarkıcı morrissey ve grubu küfür yazılı tişörtlerle açık hava tiyatrosundaki konserde
temmuz-ağustos 2012 | taVIR | 5
06-07 idilemektup_sablon 7/30/12 2:50 PM Page 6
mektup mektup
sanat bir cephedir idil kültür merkezi emekçileri
Seyid Rıza heykelinin gölgesine kurulmuş, oldukça küçük sayılacak çadırdan sana yazıyoruz. Seyid Rıza ismini duyunca anlamışsındır, Dersim'deyiz. Sevgili İdil, dostluk, kardeşlik, yoldaşlık ve hiç kopmayacak bağlılık adına seni sevgi ve hasretle selamlıyoruz, merhaba. Biraz önce anlık gelişen bir durumu sana anlatarak bir yıllık özlemle sohbetimize başlamak istiyoruz. Hayatımızın bir parçası haline gelen “Yaşasın Direniş, Yaşasın Zafer” sloganları hiç de yabancımız değildi ve meydanı çınlatırcasına atılmış6 | TAVIR | Temmuz-AğusTos 2012
tı. Sloganın sahiplerine dönüp baktığımızda, tutuklanan arkadaşlarımızdı. Neden mi? Tutuklanmışlardı, suçları konser çağrısı yapmak, konser afişi asmak, konser çalışmalarını örgütlemekti. Bu çadır da, onlar serbest bırakılsın diye kurulmuştu. Bilirsin, tahliye olan arkadaşlarımızı nasıl sıcacık kucaklar, sararız.Öyle de oldu, onların sloganlarına bizde katıldık ve en kocamanından kucaklaştık. Sayıca azdık belki ama cüret, cesaret, kararlılıkla sürdürdüğümüz bir kavgayı daha kazanmanın hazzını doyasıya, bir kez daha haykırdık.
Sevgili İdil, bu anlattığımız olay aslında bir yıl boyunca sürekli yaşadığımız, olağanlaşmış durumun bir özeti idi. Biz koyduğumuz hedef doğrultusunda mücadeleyi büyütüp kavgaya dört elle sarılınca, düşman da boş durmayıp saldırılarını arttırıyor. Biz sana, size söz verdik. Sizlerin bizlere bıraktığınız sözlerin altını kalın çizgilerle çizerek, belliğimize yazdık ki, asla vazgeçmemek adına ne gerekiyorsa yapalım diye. Büyüyoruz, adımlarımız sıklaşıyor, sesimiz gürleşiyor, kol kola girdiğimizde binlerle alanlara sığmıyoruz. Bakırköy halk pa-
06-07 idilemektup_sablon 7/30/12 2:50 PM Page 7
uykularını kaçırmaya yetiyor. Yalan, içi boş, yapıştırıcı özelliği sadece kar hırsı olan, sistemlerinin çökmesinden, bunun dünyanın Türkiye'sinde Sosyalizme evrilmesinden korkuyorlar. Dünyalar güzeli sevgili İdil, birine sormuştuk seni, bize İdil'i anlatır mısın? Ne diyeyim demişti. O insan güzeli, o sanatçı, yazar, oyuncu, o piyano çalacak parmakları varken özgürlük türküsünün peşinden koşacak kadar Mahir olmayı, bir adı olsun istedi. Nereye gidiyorsunuz? İdil'e. Çocuğun adı ne? İdil. Senin adın ne? İdil. Adı olanlardan oldun ve o kadar çoksun ki memleketin her karış toprağında sonsuz bir aşk gibi adın var. Roza, Clara, Sabahat gibi benliklerden asla silinmeyecek her yürüyüşün molasında Vur ha, Vur ha,Vur ha, Vur deyip Halkımızın Gelini olduğun tekrar tekrar söylenecek. Çocukların geliyor ve öyle çoklar, sıra sıra fülüt çalmaya, gitarın, sazın teline vurmaya, resim çekmeye, tiyatro oynamaya, sinema filmi çekmeye. Ama bütün bunları İdil'ce yapmak istemekteler. Yaşamının her anında öğrettiğin devrimci sanatçı kimliği ile.
zarını bilirsin, 350 bin kişilik, dünyanın en büyük korosu ile bir araya gelip türkülerimizi söyledik. Irkçılığa karşı Almanya'da onbinleri bir araya getirdik. On binlerle Emperyalist ve yerli işbirlikçilerine karşı Antakya'da Suriye halkının yanındayız dedik. Yüzlerce Mahir olup Kızıldereye aktık. Kürecik dağlarına çıkıp Nato'nun radar üssüne, gözümüz her an üstünüzde, bu vatan bizim defol ! Amerika dedik. Hasan Beyaz olduk yiğitçe, Van depreminde dayanışma şehidi verdik. Ali Yıldız'ı sahipsiz çukurlarda bırakmadık. Ya alırız seni- ya da
abin olur yatarız bizde yanında dedik. Parasız eğitim dedik,açlığı yoksulluğu sıra defterlerinden çıkartıp müfredatımıza koyduk. Amerika'yı yeni keşfetmiş olmanın şanlı gururu ile ! Diyorki adamın biri. Terörün arka bahçesine bakmak lazım. Orda şiir var, resim, heykel karikatür var. Orayı kurutmak gerekiyormuş. Korkuyorlar İdil, alabildiğine korkuyorlar. Heykelleri yıkıyor, çıkmamış kitabın yazarını tutukluyor, dergi satanı sırtından kurşunluyor, karşı çıkanı işkenceyle katlediyorlar. Bir pankart
Mektuplar geliyor mahpus çiçekleri kokulu, İdil Kültür Merkezi adresli. Tecrit öldürse de vazgeçmiyor tutsağa düşmüş sözcükler. Hasret kokan her paragrafın sonunda, devrime adanmış bir veda ile kapanmış zarflar. Onlara ve sana söz veriyoruz İdilcan! En güzel filmi biz çekeceğiz, en iyi tiyatro oyununu biz yazıp o arka bahçede çiçek gibi açacağız. Şiir, resim, fotoğraf, türküler ve sanatın her dalı için ödenmiş yüzlerce bedelimiz, alınması gereken hıncımız var. Öğrettiniz bize, hala da öğretmektesiniz: Sanat Bir Cephedir. o
Temmuz-AğusTos 2012 | TAVIR | 7
şiir şiir
kardeşlik acıları enver gökçe
Yıllar var ki sizleri düşünüyorum : Yanan şehirlerim, Düşmana ekmek veren tarlalarım, Teknelerim, ocaklarım, öğretmenlerim! Ve sizleri : Caddeler, tarlalar, fakülteler, Nehir boyları, şehirler, ordular, Aşklarım, hünerlerim, sefaletlerim! Ellerime ateş düştü Yüreğime, gövdeme, kollarıma. Biliyorum ey demokrasi! Bütün şairlerin ölür Barikatların susar Ve yanar da limanların, iskelelerin Zafer gülleri sensiz açmaz Böyle bir macerada. Kardeş, kardeş! Alkış tutan ellerini kesmedim, Tanklarımla tarhlarını ezmedim. Ben kendi halimle müthiş kişi Ben sevici sert ve delişmen... Ve hürlük kardeşlik çırasını
8 | TAVIR | Temmuz-AğusTos 2012
Kendi hissemce götüren insan. Biliyorum bu dünyada Gökyüzü ve denizyüzü Cümle çiçek ve cümle yemişler vardır Biliyorum bu dünyada Yalnız ve "yalnız insanlar Yani kardeşler vardır." Beni şehir şehir beni, Beni köy kent beni Beni usul, beni yolca götür Kardeşlik treni! Ağır yaralılar taşıyorum İncinmesin kollarım, ayaklarım, ellerim Işıltılı gündüzlere gitmeliyim Acılar, darağaçları, kelepçe demirleri! Bayram şenliklerine, Demokrasi şenliklerine gitmeliyim Uğruna şiir yazılan, döğüşülen, ölünen insanlar! Yeter değil bana Zaferlerin, Yıllardır gece hücumlarına Sokak savaşlarına katlandığım.
09-11 hangi polis_sablon 7/30/12 2:51 PM Page 17
deneme
deneme
hangi polis, hangi sanatçılık? güzin karaduman
Her gün biri bitip biri başlayan, sakız gibi uzadıkça uzayan, dizilerin sezonunu çok şükür bitirdik! Akılda soru işaretleri bırakan sezon finalleri ile heyecanlı bekleyiş(!) yeni sezona kadar sürecek. Ekranları başında bir sezon boyunca bunları izleyen insanlar, merakta kalıp diğer bölümleri beklemeye koyulacaklar. Beğenelim ya da beğenmeyelim, bugün bu dizileri azımsanmayacak bir çoğunluk izliyor. Eskiden sadece ev kadınlarının ilgisini çeken diziler, şimdi pıtrak gibi çoğalarak kadına, çocuğa, evin erkeğine hitap eder çeşitlilikte sunuluyor. Tüketmeye hazır seyirci kendisine uygun olanları seçip her güne birini koyuyor ve ekran başından ayrılmıyor. Ertesi gün bunların yönlendirdiği bir bilintemmuz-ağustos 2012 | taVIR | 17
09-11 hangi polis_sablon 7/30/12 2:51 PM Page 18
çle sürüp gidiyor hayat...
yalinizdeki polis tipini!
Hayat öyle gerçek, öyle yalın ki ve öylesine azgın bir sömürü çarkının içinde AKP faşizminin azgın saldırıları bitmiyor. İşkence ayyuka çıkmışken ekranda gösterilen polis dizileri tartışılmaya değer bir durumda.
Bunun gibi geçmiş yıllarda pek çok polis dizisi boy gösterdi ekranlarda: Adanalı, Memoli (Yılan Hikayesi), Hırsız-Polis... Uzun yıllardır ekranlarda boy gösteren Arka Sokaklar da yine aynı türün türevi. Amaçları belli: Polis teşkilatını sempatik göstermek, kahraman göstermek. Polisin yaptığı yargısız infazları, katliamları, işkenceleri meşrulaştırmak...
Bir Behzat Ç. vakasıdır giderken, ki bu değişik boyutlarıyla tartışılıp duruyor, Arka Sokaklar’a ve bir süredir ekrandan akan diğer polis dizileri furyasına değinmek istiyoruz. Öyle bir durum ki yazımızın başında beğeniye göre dizi yapıldığından bahsetmiştik, bu beğeniler polisine göre de değişiyor. Beğeniye göre polis çeşidi sunuluyor. İsterseniz Behzat Ç. gibi psikopat (ama haklı sebepleri olan ve yeri geldiğinde kendi teşkilatına bile posta koyan bir psikopat) isterseniz Arka Sokaklar’ın romantik, insan sevgisi taşıyan polisleri, “kahraman”, “zeki”, “ahlaklı”, “kötülerin düşmanı”... Hadi seçin ha18 | taVIR | temmuz-ağustos 2012
İşkence o kadar ayyuka çıkmış ki, artık insanları sokaklarda komaya sokacak, öldürecek kadar aleni bir şekilde yapılırken, birtakım dizilerle insanlarımız uyutulmaya devam ediyor. Hele hele Behzat Ç. yok mu... Adaletin sembolü o! Diğer polis tiplerinden farklı. Behzat Ç. dizisi temiz tertipli, akademili, kibar, kanunların bekçisi polis tipinin yerine “zenginden alıp fakire veren” bir Robin Hood karakterini önümüze seri-
yor. Yeri geliyor, HES’lere, Hrant Dink cinayetine, Dikmen Vadisi halkına, Cumartesi Anneleri’ne, faili meçhul cinayetlere, şiddet gören kadınlara göndermeler yapıyor. Dizide gördüğümüz polisler apartmanlarda lüks evlerde oturmuyor, tam tersine gecekondularda oturuyorlar. Şık giyinip elit bir yaşam sürdürmüyorlar. İnsanın “Memlekette bunca rüşvet alınıyor, peki nereye harcanıyor?” diyesi geliyor. Behzat Ç.’nin polisleri “gariban” diyebileceğimiz karakterler. İçlerinde beceriksizi, sakarı, isyankarı, saçı uzunu, küpelisi, sürekli içki-sigara içeni, pavyon kadınlarına aşık olanı, 1 Mayıs eylemlerine gideni var. Halktan birileri gibi yani. Yeri geliyor onlar da haksızlığa uğruyor, onlar da isyan ediyor, onlar da ceza alıyor. Peki polis gerçekte böyle mi? Psikopat
09-11 hangi polis_sablon 7/30/12 2:51 PM Page 19
mı polis? Hayır polis psikopat değildir. Psikolojik sorunları olan insanlar değildir polisler! Yaşanan işkenceler, katliamlar bir-iki psikopat polisin işi değildir. Bunu böyle açıklamak tam da AKP iktidarının istediği biçimdir. Polis kadrosu bu bilinçle, yani işkenceye, halk düşmanlığına programlanmış ve insanlıktan çıkarılmış tiplerden oluşur. Ve burjuvazinin sınıf kiniyle donatılmış bu polisler, bu kinle uygular işkenceleri bir diğer sınıfa. Yani sistemi korumakla görevli kolluk kuvvetleridir onlar. Asla insani bir yanları yoktur. Bu nedenle faşizmdir ideolojik görüşleri. Gerçek hayatta ne Behzat Ç.’ler vardır, ne de Arka Sokaklar dizisinin romantik ve “kahraman” polisleri vardır. Dizilerle ile amaçlananın ne olduğu belli. Peki orada rol alan sanatçılar? Nasıl bir oyuna alet olduklarının far-
kında mıdır acaba? “Ben oyuncuyum, gerekirse Hitler’i bile oynarım” deseler bu “sanatçılar”, yeterli bir açıklama olabilir mi bu? Elbette bir oyuncu Hitler’i de oynar perdede. Ancak eğer Hitler’in insani bir yönü vardır diye anlatılan bir senaryoda rol alırsa, tıpkı polis dizilerinde olduğu gibi, o zaman iş sanatçılıktan çıkar, taraf olmaya varır. Bunun adı halkı yanlış yönlendirmektir, kandırmaktır. "Hayır benim amamcım bu değildi. Ben polisi şirin göstermek niyetinde değilim, bakın rüşveti de gösteriyorum, polis şiddetini de... Taraf değilim yani" diyen bir senarist/yönetmene söylenecek sözümüz şu olacaktır: Hiçbir şey niyetlerle açıklanamaz. Somut durum üzerine, yani sonuçlar üzerine konuşmak daha doğrudur. Bu filmlerde polis gerçek yüzüyle değil, tümüyle kurgusal bir görüntüyle yansıtılmakta, bu
da insanların yanlış yönlendirilmesine yol açmaktadır. Bir de tüm diziler sınıfsallıktan uzak bir neden-sonuç ilişkisiyle çekilmektedir. Bu da bilinçli bir seçimdir. Burjuvazinin izin verdiği kadarıyla, ya da daha doğru bir deyimle burjuvazinin doğrudan yönlendirdiği biçimiyle anlatılıyor "hayatın gerçeği" bu dizilerde. Bu dizilerde rol alan sanatçıların kendilerini sorgulamaları, yaptıkları işin ahlaki ve vicdani boyutlarının muhasebesini yapmak durumundadır. Polisin de, yapımcının da amacı ortadayken, sanatçının amacı bu olamaz. Ekmek kazanmak uğruna kirli, kanlı lokmalar boğazından geçmemelidir bir sanatçının. O nedenle bilinçli yapılıyor ise suçtur. Sanatçılarımız bu gerçeği görmeli ve bu noktada tavır almalıdırlar. Halka gerçekleri anlatmalı halkın safında yer almalı, halkın sanatçısı olmalıdırlar.o
temmuz-ağustos 2012 | taVIR | 19
deneme deneme
nasıl bir sanatçılık? ibrahim demircan
Sanat her zaman halkların duygularına, hayallerine, özlemlerine tercüman olmuştur. Bir sanat eseri bunları dile getirdiği oranda halkın gözünde değerli olmuştur. Sanatçı da böyle eserler yaratabildiği oranda halkın gönlünde yer edinmiştir, kalıcılaşmıştır. Ama bir sanatçı için sadece halkın beğeneceği eserler üretmek yeterli değildir, o sanatçıyı halkın gözünde değerli hale getirmeye. Sanatçı okuması, izlemesi, dinlemesi, seyretmesi, hissetmesi için ürettiği halkın ne kadar içindedir, ne kadar o halkın değerlerine sahiptir? En can alıcı nokta işte burasıdır. Anadolu toprakları çok farklı medeniyetlere beşiklik etmiş ve birçok dalda çok değerli sanatçılar çıkartmıştır bağrından. Ve bu sanatçıların hemen hepsi halka dair derin bir saygı ve tanımış12 | TAVIR | Temmuz-AğusTos 2012
lık içinde olmuştur. Köyü yazmıştır, yaşayarak, çok öğretici sevda hikayeleri anlatmıştır, kendi sevdalanmıştır. Ama halkın değerleri, inançları ile hiç ters düşmemiştir. Günümüze geldiğimizde ise sanatçı ve halk arasında derin uçurumlar ortaya çıkmıştır ne yazık ki. Kapitalizmin kültürel birçok saldırısından çokça sanatçı etkilenmiş ve bu etkilenme eserlerine, yaşamlarına yansımıştır. Yüzyıllardır halkın yaşadıklarını dile getirmeyi kendine dert edinen sanatçılık makamı bireysel, bencil, kendini tatmine yönelen eserlerin ortaya çıkmasını sağlayan bir içeriğe bürünmüştür zamanla. Sonucunda halkın her kesimine düşman olan iktidarların sanatçıya “Siz kimsiniz, öyle halka tepeden bakamazsınız” diye demagoji yapmasına fır-
sat vermeye kadar gitmiştir bu durum. Evet, ülkemizde sanat halktan kopuktur. Sanatçılarımız halkın yaşamından uzaktır. Çok açık bir şekilde kapitalizmin sanat anlayışının etkisi altında savrulmaktadır. Halkımız, onca sorun, onca acı, zaman zaman mutluluklar yaşasa da, bunlar günümüzde sanatçının eserlerinde işlediği konular arasında yer almıyor ne yazık ki. Kendi dünyasında, kendi istekleri, kendi hayalleri ile sınırlı sayıda bir şeyler üretilmeye çalışıyor çoğu günümüz sanatçısı. Ortaya da sanat değeri olmayan bir şeyler çıkıyor sonunda. Tam da kapitalizmin istediği gibi yani. Kapitalizm bunları yaparken en çok özgürlük kavramını kullanıyor sinsice. Sanatçı işleyeceği konuları seçerken öz-
daha niceleri, türlü işlerde çalışmış, bir yandan da üretmişlerdir. Var mıdır bugün onların eserlerini aşan bir eser yaratabilen, yoktur ne yazık ki. Çünkü çoğu sanatçı geçimimi sağlamalıyım diyerek kendisine dayatılan sınırların ötesine adım atma cesaretini gösterememektedir. Ve dayanışma duygusu yok edilmiştir ne yazık ki, bırakın halkın yanında yer almayı, sanatçılar kendi içlerinden birinin başına bir iş geldiğinde bile görmezlikten geliyor, korkuyor, çekiniyor. Ters düşmeyeyim düzenle diye, gözlerini kapatıyor, susuyor, duymazlıktan geliyor. Ta ki kendi başına gelene kadar.
gür olmalı, serbest bırakılmalı, herhangi bir yere bağlı olmamalı düşüncesi yaygınlaştırılarak, bencillik ve bireysellik dayatılıyor. Özgürlük adı altında çok açık olarak sanat ve sanatçının özgürlüğü gaspediliyor aslında. Sanatçı özgürdür ama ürettiği eser nasıldır, neyi işler; bakın sanat diye reklamı yapılan, teşvik edilen sergilere, filmlere, hepsi halkın yaşamından uzak, hayattan kopuk eserlerdir. Ama halkın, hayatın, yaşadığı ülkenin gerçeklerini ele alan halktan yana bir sanat ve sanatçı söz konusu olunca ise teşvik yerine engel olma, karşısına zorluklar çıkarma başlıyor bu sefer de. Özgürlük neresinde bunun, yani özgürlüğün sınırı gerçekleri dile getirmemeyle çevrelenmiş oluyor. Sanatın özgürlüğü diye sanatçı yaşadığı toplumdan işte böylece uzaklaştırılmış oluyor. Sanatta halkın gündeminden çıkarak, gerçekleri etkili bir şekilde ortaya koyarak halkı aydınlatma gücünden de uzaklaştırılmış, anlamsız, değersiz bir meta haline dönüştürülmüş oluyor. Eserlerinde neyi işleyeceğine aslında kendisi karar veremeyen sanatçıya,
bir yandan da ürettikleri ile aynı kapıya çıkan bir yaşam tarzı dayatılıyor. “Bir yere kapanmadan yazamıyorum, 1 ay bir adaya, bir eve kapanacağım”, “ İçmeden yoğunlaşamıyorum, sahneye çıkamıyorum” diye birçok yakarış duyuyoruz çokça sanatçıdan. Ama gerçek böyle midir; bir sanatçı üretmek için illa bir yere kapanmalı mıdır her zaman, ya da her sahneye çıkışında içmeli midir? Bizce hayır. Yukarıda bahsettik, özgürlük adı altında özgürlükler sınırlandırılıyor diye, bu sefer de sanatçının iradesi elinden alınıyor, her türlü yönlendirmeye açık hale getiriliyor. Öylesine yaygınlaştırılıyor ki bu anlayış, sanki kendini halktan soyutlamadan, her konser vs. öncesi içmeden sahneye çıkılmaz anlayışı sanatçı tanımının bir parçası haline geliyor. Böyle bir sanatçı tek bir satır yazmıyor, tek bir kare çekmiyor, notaya dökmüyor onca yaşananları. Çekilip bir köşeye, susarak, sadece kazanacağı paraya bakan iradesiz, bencil insanlar haline geliyor. Oysa ki ne yazarlarımız var Anadolu topraklarında. Bir Fakir Baykurt köyde yaşayarak yazmış, bir Orhan Kemal, Sabahattin Ali... ve
Peki nereye kadar sürecek bu durum? Bu işin sonu nereye varır? Sanatın ve sanatçının tükenişidir bu işin sonu. Nihayetinde insanlığın, erdemin, onurun tükenişidir. Peki ne yapabiliriz, bu durumu nasıl aşabiliriz? En önemlisi önce halka gitmek ve örgütlenmek. Ama asıl olarak halka gitmektir mesele. Tiyatrocular sahnelerini yoksulların mahallelerinde açamazlar mı; müzisyenler konserlerini bu mahallelerde veremez mi? Bütün bunlar hayata geçtiğinde, sanatçının üretiminin artmasına ve sanatçı kişiliğin yerli yerine oturmasına sebep olacaktır. Bugüne kadar gelinen nokta ortada, bundan sonrası için çok iş düşüyor sanatçılarımıza, ama önce şapkayı önüne koyup düşünmelidir sanatçılarımız. Geçim sıkıntısını herkes gibi elbette sanatçılarımız da çekiyor, biliyoruz. Ama halkın içinde, evinde, işyerinde, cenazesinde, düğününde, sevincinde, acısında olundukça, dert olmaktan çıkacaktır geçim derdi. Gelin birlikte karşı duralım. Zordur ama doğrusu hayata tutunarak yaşamak ve üretmektir. Geleceğe kalacak ve yüzyıllar geçse de unutulmayacak eserler halkın içinde yaratılır, icra edilir. Tarih de sanatçıyı buna göre defterine işler, unutulmasına asla izin vermez. o Temmuz-AğusTos 2012 | TAVIR | 13
makale makale
baskılara karşı yedi gün yedi gece mehmet esatoğlu
Tiyatroların özelleştirilmesine karşı direnen İstanbul Şehir Tiyatrosu sanatçıları 7 gün 7 gece süren bir sanat maratonu düzenledi. Toplam 151 saat süren maratonda tiyatro sanatçıları, dansçılar ve müzikçiler sahne üzerinde etkinlikler gerçekleştirdiler.
kinliklere yüzlerce sanatçı ve binlerce izleyici katıldı. Ressam, fotoğraf sanatçısı ve grafikerlerin de destek verdiği eylem 22 Haziran gecesi saat 24.00 de noktalandı.
Gelişmelere ilişkin İstanbul Şehir Tiyatroları sanatçısı Burteçin Zoga şu açıkla16 Haziran’da bir yürüyüşle başlayan et- mayı yaptı: 14 | TAVIR | Temmuz-AğusTos 2012
12 Nisan 2012... Akşam saatlerinde takriben saat 21:00 gibi İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisi'nde İstanbul Şehir Tiyatrosu'nun Yönetmeliği değiştirildi... Herşey işte o zaman başladı ve bir grup Şehir Tiyatrosu çalışanı gece saatlerinde toplandılar Kadıköy'de bir mekanda... Saatler saatleri vurdu ve 13 Nisan günü İŞ-
TİSAN tarafından derhal bir toplantı kararı alındı... 71 gün geçti... Takriben 1712 saat 33 dakika geçti şu ana değin... Ve 13 Nisan 2012 tarihinde saat: 13:00 da Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi Önünde ilk toplantı gerçekleşti ve ilk bildiri okundu... 70 gün geçti... Takriben 1696 saat 39 dakika geçti şu ana değin... Ardından toplantılar, planlamalarla 24 Nisan Galatasaray Mitingi kararlaştırıldı... Tüm ülke çapında aynı saatte okunacak bildiri hazırlandı ve 24 Nisan 2012 saat 11:00'da çok büyük bir katılımla İstanbul toplanarak "Korkuya Karşı Özgür Tiyatro" dedi... Bizlere 1000 kişi dediler ama kaç kişi olduğumuz biliniyor aslında... :) 59 gün geçti... Tam olarak 1434 saat 35 dakika geçti şu ana değin... İşte bu kalabalığın sesleri duyuldu her yerden... Başladı saldırılar artmaya... Ve sonunda 29 Nisan'da tekrar toplanmak hasıl oldu... Ve "Mumunu da al gel" dedik...İşte o gün bize "Siz Kimsiniz?" dendi... "Bir avuç Serseri" dendi... İstanbul daha da şevkle yine toplandı, bu sefer Harbiye'de, Muhsin Ertuğrul sahnemiz önünde güneş ilk ışıklarını gösterene kadar "Susmayacağız" "Uyumayacağız" dedik ve seyircimiz, İstanbullular, meslektaşlar, sanatçılar, öğrenciler ve nice dost bizimle güneşi doğurdu... 54 gün geçti... Tam olarak 1307 saat 6 dakika geçti şu ana değin... Günler sonra artık konu Devlet Tiyatroları'na vardı... İş iyice karışmaya başladı... Tiyatrolar kapatılıyor dendi... İşte o zaman "SUS!muyoruz" eylemine kararverildi ve İKSV'nin açılış gecesi 9 Mayıs 2012 saat 18:00'de toplandık... Yine Muhsin Ertuğrul Sahnemiz önünde "Beyazlarını giy gel" dedik ve "SUS-
MA" Eylemi ile Susarak durduk... Ancak ilerleyen saatlerde kimse susamaz hale geldi ve yine tek ses olduk... 44 gün geçti... Tam olarak 1067 saat 36 dakika geçti şu ana değin... Ve Ankara sesini çıkarttı... Devlet Tiyatrosu Küçük Tiyatro önünde 13 Mayıs 2012 de saat 17:00 da toplandık ve Ankara'dan seslendik yine hep beraber... Bildiriler okundu... Devlet Tiyatroları Müdavimleri, Tobav, Detis, İştisan, Sendikalar, Seyirciler ve Sanatçılar yine beraberdik.... 40 gün geçti... Tam olarak 972 saat 37 dakika geçti şu ana değin... Ve son olarak Bitmeyen Gösteri planlandı ve adı "Sanat Maratonu" oldu... Amaç
16 Haziran'da başlayacak ve 22 Haziran'da bitecek bir plan yapıldı... Bu sürede 24 saat hiç durmayacak, sahne hiç boş kalmayacaktı... Bir seyirci bile kalsa gösteri devam edecekti... Ve etti de... Herşey planlandı ve muhteşem gösteri zamanında başladı... Caddebostan'dan bir yürüyüşle başladı ve 17:00 da 16 Haziran günü açıldı... Bu açılış dur durak vermeden devam etti ve teşekkür faslının bitişi ile sayacımıza baktık.... Sonunda 151 saat 43 dakika 53 saniye çalışmıştı sayacımız... Şehir Tiyatrosu sanatçıları önümüzdeki günler için yeni eylemlilikler planlıyorlar. o
Temmuz-AğusTos 2012 | TAVIR | 15
şiir şiir
adalet ayşe arapgirli
Adaleti, bir kor gibi vereceğiz ellerinize, Bizi ısıtan, yakacak sizi. Adalet.. göğsümüzün ortasında kanatlanan bir kuş şimdi gelecek o gün, mutlaka gelecek. bir gün öyle haykıracağız ki yıkacağınız duvarlarınızın “yüksek güvenliğini” Bizi serinleten, boğacak sizi Soğuk, kara gecelerin karasında tuttuğunuz yakamız, yolduğunuz saçlarımız ellerinizde kalacak Yerlerde sürükleyip çürüttüğünüz etimiz dirhem dirhem ayağa kalkacak, Sizden hesap soracak ve öyle gürültülü olacak ki gidişiniz bir daha gölgeniz hiç düşmeyecek türkülerimizin üstüne...
16 | TAVIR | Temmuz-AğusTos 2012
17-19 madimak_sablon 7/30/12 2:58 PM Page 17
makale
makale
madımak hala yanıyor ferhat selim
2 Temmuz 1993... Bu toprakların yaşadığı en büyük katliamlarından birinin yaşandığı tarih. En büyük acılarından birinin. Diri diri yakılan canlar. Gericiliğin, ırkçılığın, kan içiciliğin ve büyük bir halk düşmanlığının örgütlendiği, kontrgerillanın baştan sona organize ettiği bu saldırıda tam 33 canımızı yitirdik. Bu ülkenin aydınlarıydılar. Geleceğe dair güzel düşler taşıyorlardı. Pir Sultan'ın torunlarıydılar. Alevisi, Sünnisiyle bu toprağın çocuklarıydılar. Halktılar. O aydınlık düşlerinin, çürümüş ve yozlaşmış düzenin tekerine çomak sokacağını bilen egemenler, bu fikirleri yok etmek, halka ve aydınlara gözdağı vermek için saldırıyordu Madımak Oteli'nde toplananlara. Türküler korkutur egemenleri. Halk vardır içinde çünkü. Halka dair güzellikler. temmuz-ağustos 2012 | taVIR | 17
17-19 madimak_sablon 7/30/12 2:58 PM Page 18
Geleceği dair düşler. Ve elbette zalimin zulmüne karşı öfke. Direniş ve mücadele. Adalet özlemi. Pir Sultan'ın izinden, onun söylediği kavga türkülerine yenilerinin katılacağından korkanlar, bu türkü ustalarını yok etmek için yaktılar Madımak'ı. Yiğitlik saydılar bir otelin içinde birikmiş bir avuç canı cayır cayır yakmayı. Korkularından. Ve halka karşı taşıdıkları düşmanlıklarından... Madımak'ı içindeki canlarla birlikte yakanlara öfkenin ortalığı kasıp kavurması beklenirdi doğal olarak. Olmadı. Cenazeler kaldırıldı on binlerin, yüz binlerin katılımıyla. Öfke dolu sloganlar haykırıldı her yerde. Katillere lanet edildi. Ve çok ağlandı, hüzünlenildi, kahredildi, beddualar yükseldi mezarların başında. Mutlaka yapılmalıydı bunlar elbet. En kitlesel şekilde yapılmalıydı. Ama bunlarla sınırlı kalmamalıydı. Önce aydınlar sindi köşelerine. Düşmanın yaşatmak istediği travmayı ilk onlar yaşadı. Oysa halktan önce ve halktan daha çok öfke duymalarıydı doğal olanı. Halktan önce ve halktan daha çok kin duymalıydı katillere. Halktan önce ve halktan daha çok ağlamak ve halktan önce ve halktan daha çok korkmak değildi yani doğal olan. Mutlaktır ki, bir aydın, bir halk aydını halktan önce hissetmeli ve halktan çok görmeli olayların arkasında yatanı. Ondan çok acı duymalı, ondan çok duygulanmalı. Bunlar ayrıcalık olarak değil, taşıması gereken doğal yanlarıdır bir halk aydınının. Ama olmamıştır, böyle tepki duymamıştır bu ülkenin aydını. Köşesine çekilenlere hatırlatmak fayda verir mi, bilinmez. O yangın hiç sönmemiştir bu topraklar üzerinde. Her gün yeni yeni Madımaklar yakılmaktadır vatanın dört bir yanında. 2 Temmuz'dan bugüne tam 19 yıl geçti. 50 bin insanımızı katletti bu devlet Marmara depreminde. İhmalkarlığından değil, halka duyduğu düşmanlıktan. 19 Aralık'ta bir gecede, tam 20 hapishaneye on binlerce katille 18 | taVIR | temmuz-ağustos 2012
saldırdı ve 28 tutsağı katletti. Bayrampaşa'yı aynı Madımak gibi yakarak, altı kadın tutsağı diri diri yakarak hem de. Yedi yıl boyunca bu ülkenin hapishanelerinde, dışarıda direniş evlerinde tam 122 insan tecrite karşı verilen savaşta hayatını kaybetti. Tecrit saldırısının sorumlusu yine devletti. Katili odur. Siirt'te 13 yaşındaki bir kıza, kaymakamı, jandarması, polisi, bürokratıyla, resmen devlet tecavüz ediyor bu ülkede. Sokakta yaşayan bir çocuk, üç gündür açken bir simitçiden istediği simiti alamayınca, açlığın yenemediği onuruyla denize atıyor kendini. Bir anne, kışın ortasında soğuktan donmak üzere olan çocuklarını ısıtmak için oduncudan rica minnet aldığı üç-beş odun parçasını sobaya attıktan sonra, öteki odaya geçip kendini asıyor. Ailesinin geçimini kaçakçılıkla sağlamak durumunda kalan 35 Kürt’e uçaklarla saldırılıyor ve katlediliyorlar. Katilleri yine devlet. Tuzla'da denize düşen bir işçinin ce-
sedini çıkarmak için dalınan denizin dibinde üç ay önce denize düşen başka bir işçinin cesedine rastlanıyor. Daha? Daha ne olacaktır? Bu kadarı yeter de artar bile nasıl bir ülkede yaşadığımızı anlamaya. Bir aydın için fazladır bile. Madımak'ın hiç sönmediğini, her gün onlarca Madımak yakıldığını görmemek için kör-sağır ve dilsiz olmak, ya da insanlığını yitirmiş olmak lazımdır. Artık susmanın değil, öfkeyi haykırmanın zamanıdır. Yanmak değil, öfkemizden düşmanı cayır cayır yakma zamanıdır. Burada iş bugünün aydınlarına düşüyor elbette. Sivas'ta, Madımak'ta yakılan odur. Düşünceleri yok edilmek istenen odur. Korkutulmak, sindirilmek, teslim alınmak istenen odur. Ne yapacaktır bu ülkenin, bu halkın gerçek aydını? İsa tavrı aydınların tavrı olamaz. Atılan tokatın karşılığı, sinerek öteki yanağını çevirmek ola-
17-19 madimak_sablon 7/30/12 2:58 PM Page 19
maz. Atılan tokatın acısını yüreğinde duyup, öfkeyi büyütme zamanıdır şimdi. Balık hafızası taşıyamaz bir aydın. Acıları unutamaz, unutmamalıdır. Bunun için çıkmalıdır sırça köşklerinden, ilham yuvalarından. Halka karışmalıdır. Halkın içinde aramalıdır ne arıyorsa. Orada aradığı her şeyi bulacaktır. Kendisinin sahip olmadığı cesareti de, öfkeyi de, adalet özlemini de. Onunla yatıp onunla kalkmalıdır, dertlerine çare aramalıdır. Tanımalı, sevmeli, bir daha acı çekmemesi için atmalıdır hiç çekinmeden ateşin ortasına. Aydın olmak bir paye, bir unvan, bir apolet değildir. Akademisi, fakültesi yoktur. Parayla da satın alamazsınız. Piyangodan da çıkmaz. Yalnızca halk verir bu adı size. Seçicidir halk ama, kolay benimsemez. Herkesten önce atılmalıdır kavgaya bir kere. bedeli ilk önce o ödemelidir. Fedakarlığı ilk önce o göstermeli, herkesten iki kat daha fazla çalışmalıdır. Emekte en önde, yemekte en sonda olmalıdır. Kişisel zenginlikler peşinde değil, yarin yanağından gayrı her yerde her şeyde hep beraber diyebilmek için ömrünü vermelidir. Bu halk, herkesten önce ölür bu vatan için, ama en azından kavgada omuz başında ölebilme kararlılığı ister aydınlardan. Budur ölçü, budur doğru olan. Aydınlarımız halkın bu yanılmayan terazisinde tartılmayı göze alabilecekler midir? Bu cesareti gösterenler zaten o terazide ağır basan kefede olacaktır.
halk, her gün ölüyor bu yaşam kavgasında. Geride iki çocugunu bırakıp da ölüm orucuna yatabiliyor, hayatını hapishanedeki kardeşleri için feda edebiliyor. Hiçbir aydının kanı halktan daha kırmızı değildir. Öğretmek mi, elbette halka öğreteceği koca bir dünya vardır aydının ve elbette böyle olmalıdır. Ancak halktan öğrenmesini bilmeyene aydın değil ukala denir, bilgiç denir, çok bilmiş denir. Bilecek aydınımız, herkesten fazla bilgiye sahip olacak ama "bilgiç" olmayacak. Bilmenin mütevazılığını kuşanacak, o bilgiyi halk için taşıdığının farkında olacak. Korkmayın. Atın kendinizi halk denizinin içine. Ne varsa oradadır çünkü. Boğulmaz-
sınız, korkmayın. Aksine hiç tatmadığınız güzelliklere rastlayacaksınız. Hiç rastlamadığınız yanlarıyla çarpılacaksınız belki. Bilgeliklerine şaşıracak, bildiklerinizin ne kadar az olduğunun farkına varacaksınız. Bedeli olacak belki bunun ama merak etmeyin, omuzlarında taşıyacaktır siz bu halk. Ortada bırakmaz halkımız kimseyi. Yüreğinin en sıcak yerinde taşıyacaktır. Bedreddinler, Pir Sultanlar, Mahirler, Dayılar'ın yaşadığı yere sizi de yerleştireceklerdir. Cesur olun, adım atın! Madımak'ın hesabını halkla birlikte sormak için er meydanına çıkın! Tarih sizden bunu istiyor. Yapmazsanız onun önünde suçlu suçlu boyun eğmekten kurtulamazsınız. o
Madımak'ın külleri hala üzerimize yağmaya devam ediyor. Bu küllerin üstümüze yapışmasından, gözümüze kaçmasından kaçmamak gerekiyor. Aydın olmak; bir daha böylesi acıların yaşanmaması için katillerin yakasına yapışmak, adalet istemektir. Bu yozlaşmış ve çürümüş düzenin ortadan kalkması için mücadele etmektir. Kıstası savaştır aydının. Savaşın, cephenin neresindedir? Buna bakacaktır. Hiç yetinmeyecek, verebildiğinden daha fazlasını adalet kavgasına verecektir. Can mı? Elbette gerektiğinde canını da verecektir. O burun büktüğü, beğenmediği, taşralı deyip de aşağıladığı temmuz-ağustos 2012 | taVIR | 19
deneme deneme
bir ceza istiyorum (*) sezen karadeniz
Charlie Chaplin’in filmlerini hatırlayanlar vardır, genel olarak da mizah filmleriyle anımsarız “Şarlo”yu. Adını andığımızda yüzümüze bir gülümseme ilişir. Bize sadece komikliklerini göstermeye çalıştılar. Oysa Charlie Chaplin, birçok filminde faşizmle alay eder. Faşizmin katliamcı, baskıcı yüzünü gösterir. Büyük Diktatör filminde, Hitler karakterine bürünmüştür örneğin. Hitler’e benzeyen bir işçi, tesadüfen Hitler’in koltuğuna oturur ve ülkeyi yönetmeye başlar. Bir sinema filmiyle Hitler’den, faşizmden hesap sormuştur. Filmlerinde komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle, Amerika’ya girmesi yasaklanmıştır sonradan.
ğıdaki dizeler ona aittir ve engin bir halk sevgisini ve feda kültürünü anlatır: “Ben düştüm. Yerimi bir başkası alacak.... O kadar Burada bir kişinin lafı mı olur? Kurşuna diziliş, dizildikten sonra kurtlar. O kadar yalın ve akla yatkın. Ama birlikte olacağız fırtınada, Halkım, çünkü sevdik seni.”
Avrupa’da Hitler ve Mussolini önderliğinde faşizm kol gezerken Stalin, Balkanlarda, Sovyet topraklarında ve Avrupadaki halkları örgütlemiş ve faşizmi yok etmişti. Avrupayı faşizmden kurNikola Vapstarov, Bulgar bir şairdi. Ül- tarmıştı. Ve halkın aydınları, sanatçılakesi işgal edilince, faşizmin işgaline rı bu savaşta en önde yer almışlardı. karşı en önde savaştı; idam edildi. Aşa- “Ben düştüm, yerimi başkası alacak” di20 | TAVIR | Temmuz-AğusTos 2012
yerek faşizme karşı topyekün, halkların savaşı sonucu zafer kazanıldı. Hitler’in yenilgisinin üzerinden çok geçmeden, Avrupa’da faşizm ve ırkçılık yeniden örgütlenmeye başlandı. Bizzat Alman devleti Nazilerin örgütlenmesinin önünü açtı. Bir yandan, bütün Alman okullarında, Hitler’i bir deli gibi gösteriyorlar, bir yandan da Nazi örgütlenmesinin önünü açıyorlar. Faşizme yönelik bütün suçları Hitler’in üzerine yıkınca, faşizmi besleyen, büyüten gerçek suçlular aklanmış oluyor. Gerçek suçlu, azgınca bir sömürü sistemi kuran büyük şirketlerdi. Hitler’e para desteği sağlayan Krupp Thyssen tekeli ve diğer büyük şirketler faaliyetlerini sürdürmeye devam ediyorlar. Dolayısıyla Almanya’ya çalışmaya giden Türkiyeli, Bulgar, Yunanlı... işçilere kar-
şı ırkçı saldırılarda bulunulması, tekil örnekler değil. 70 yıl önce Hitler’i ortaya çıkaran bu sistem, şimdi de Nazi katliamları örgütlüyor. İşçi olarak Almanya’ya götürdükleri işçileri, yıllarca aşağıladılar. Almanya’da yetişen, büyüyen çocuklarımıza dillerini unutturmaya çalıştılar. Yabancı diyerek özel yasalar çıkardılar. Almanya’da yaşayan halkımızın türkülerine de yansımıştır bu baskılar. Halk şairi Derdiyoklar, Türkiyelilere yönelik saldırılar, ev yakmaları yererken, sadece “dazlakları” değil Alman devletinide yermiştir: “Fırınlar yaktığın çağa doğru mu Yolculuk nereye Alman efendi? Kasaplık yaptığın çağa doğru mu Yolculuk nereye Alman efendi?” Alman devleti Nazilerin örgütlenmesine izin veriyor. Katliamları seyrediyorlar. Bu katliamları bizzat Alman devletinin örgütlediği ortaya çıktı. Almanya Anayasayı Koruma örgütü, bu katliamları bizzat örgütlemişti. Katliamın görüntülerini kaydedip, izledikleri ortaya çıktı.
Grup Yorum, bu yaşananlara sessiz kalmadı, tüm Avrupa’da ırkçılığa karşı bir konser örgütledi. Avrupanın her tarafında “Irkçılığa karşı tek ses tek yürek” sloganı halkla buluştu. Avrupa’da yaşayan halkımızın ortak duygularını on bin kişiyle haykırmayı hedefliyordu Grup Yorum. 2 Haziran’da Almanya’nın Düsseldorf şehrinde büyük bir konser yaptı. Çalışmalara Avrupa’daki dernekler de destek verdiler. Konsere gelmek isteyen ama yol parası yüzünden gelemeyecek olanlar için otobüsler tutuldu. Bu otobüslerin parasını karşılamak için her bölgede onlarca gönüllü çalıştı. Almanya’nın, Avrupanın çok uzak bölgelerinden otobüsler gelecekti, konser oralarda yapılıyormuş gibi çalışıldı ve halkımızın desteğiyle, Avrupanın onlarca yerinden otobüsler tutuldu. Son haftaya girildiğinde senfoni ile provalar başladı, Oberhausen Alevi Kültür Merkezi’nde üç gün prova yapıldı. Almanya gibi bir ülkede her şeyin değerini parayla ölçen bir sistem varken, Oberhausen Kültür Merkezi üç gün boyunca Yorumcuların evlerindeymiş gibi
hissetmelerini sağladı. Her şeyin karşılığının para olmadığını, çok daha büyük değerlerin yaratıldığını bir kez daha gördük. Kendi çocukları sahneye çıkıyordu ve Yorumcularla aynı heyecanı dernek başkanı ve çalışanları da hissediyordu, bunu çok açık olarak gördük. 2 Haziran’da Düsseldorf Mitsubishi Halle’de yapılan konsere 12 bin kişi katıldı. 12 bin kişi tek yürek oldu. Grup Yorum’la birlikte, marşları, türküleri, halayları “Asimile olmayacağız, emeğimizle varız.” diyerek söylediler. Avrupa konserlerinde belki de ilk defa bu kadar gür, bu kadar güçlü slogan atıldığını duyduk. “Faşizme Karşı Omuz Omuza” sloganı tek bir ağızdan çıkıyordu. 12 bin kişi, ateş emrini verenlerden hesap soruyordu. Sesimizi büyüttüğümüzde, tek yürek olduğumuzda hiçbir gücün bizi yenemeyeceğini gösterdik. 1945’te, faşizmi, Nazileri yenmenin onuru devrimcilere aittir. Bugün de, Avrupa’daki ırkçılığı ve faşizmi devrimcilerin öncülüğünde ezeceğiz. Ateş emrini veren cellatlar cezasız kalmayacak.o *pablo neruda Temmuz-AğusTos 2012 | TAVIR | 21
deneme deneme
harbiye açık hava’dan binlerce yürek geçti ercan rençber
Grup Yorum Harbiye konserleri geleneğine bir yenisini daha ekledi... Binlerce dinleyici günlerce öncesinden arıyor, konser ile ilgili bilgileri alıyor ve heyecan gün geçtikçe artıyordu. Konser gönüllüleri günlerce önceden çalışmalara başlamıştı. Kimi konserin tanıtımı için canla başla çalışıyor, kimi konsere hazırlanıyor, kimi ütü yapıyor, kimi ise yemek yapıyordu. Her şey bir arada olmanın güzelliği içindi. Ve 21 Temmuz’a gelindi. Üç yıl aradan sonra İstanbul’un orta yerinde, hep ayrı bir havası olmuş Harbiye Açıkhava Tiyatrosu’na doğru yola çıkmanın zamanı geldi. En büyük endişe, “İçeri giremeyen olur mu?” endişesi idi. Bir gün önceden bütün biletler satılmış, hazırlıklar tamamlanmıştı. Ve o saat gelip çattı. Bu sefer konserimizin farklı konukları vardı. Şimdiye kadar sahnesini çoğunlukla müzisyenlerle paylaşan Yorum’un, 22 | TAVIR | TEMMUZ-AĞUSTOS 2012
bu sefer sanatın farklı dallarından misafirleri vardı. Sinema yönetmenleri, oyuncular, tiyatro yönetmenleri, yazarlar, gazeteciler... AKP’nin saldırılarından nasibini almış sanatçılar, Yorum’un çağrısı ile bir araya gelip bu konserde saf tutmuştu. Ağırlıkla ilk albümlerindeki şarkılardan oluşan bir repertuvar hazırlamıştı Yorum. Ve ilk şarkı başladı. İlk şarkı ile birlikte kopan alkışlar ve adalet sloganları ortalığa yayıldı. Ki o sabah katledilmişti Hasan Selim Gönen. Sanki izleyici koltuklarında oturanlar bağrında açan karanfili, Hasan’ı gösteriyordu. Bir karanfildi şimdi Hasan. Ve halkın adalet özleminde sloganlarında hayat buluyordu. Açıkhava haykırıyordu: “Hasan Selim Gönen Ölümsüzdür” Adaletin kızı Sultan ise hastane odasında bütün bilinci ve yüreğiyle bu konseri izliyordu gözlerini kapatarak. Görevini yerine getirmiş olmanın tatlı huzuruyla uyuyordu. Ve onlarca insan Hasan’ın ve Sultan’ın yerini doldurmak için yemin ediyordu. Öyle bir konserdi ki bu; seyirci, seyirci değildi. O seyirci koltuklarında oturan-
lar mı sahnedeydi, yoksa Yorum mu, bu tartışılırdı. Yorum o dalga dalga halaya, horona duran dinleyicilerini mi izliyordu yoksa dinleyicileri sahnede bütün kalbiyle türküler söyleyen, Yorumcuları mı dinliyordu? Herkes tek yürek olmuştu. Bazen bir tek söz, bir tek bakış yeter bir şeyleri anlatmaya. Şiirler, şarkılar art arda bir nehir gibi akıyordu sahneden. Ve konserin doruk anı geldi çattı. Sanatçılar AKP’nin zulmüne uğramış sanatçılar, Yorum’un çağrısı ile geldiler sahneye. O muhteşem kalabalık Yorum ile saf tutan sanatçılarını alkışlıyor bağrına basıyordu. Halkın huzuruna çıkmaktı o sahne. Ve bu dayanışmanın saf tutmanın şerefine patlıyordu sloganlar: “FAŞİZME KARŞI OMUZ OMUZA” ... Önceden belirlenmiş olsa bu kadar yerinde olurdu ki sahnedeki sanatçılar, “FAŞİZME KARŞI OMUZ OMUZA “ pankartını açarak seyirciyi selamlıyorlardı.
len, İdil, Erdal Dalgıç ve Engin Çeber’in destan gibi geçen genç ömürlerini alkışlıyordu seyirci. Salonun içinde de örgütlenme ve direniş çağrısı yapılan pankartlar asılmıştı. Faşizme karşı bedel ödemiş devrimci sanatçıların resimlerinin olduğu pankart geceye ayrı bir anlam katıyordu. Kimi zaman ressam Picasso elinde fırçasıyla Guernica’yı yeniden çiziyor, kimi zaman Cemo’nun yasaklanması tiyatronun diliyle sahnede protesto ediliyor, seyirciden bolca alkış alıyordu. Tiyatro oyuncuları Yorum’un sahnesini paylaşarak geceye renk katıyorlar, sanatın o birleştiriciliğini bir kez daha gösteriyordu. Seyirci Yorum’un çağrısıyla özgür tutsakları da selamlıyor, bir dakika boyunca ayakta alkışlıyordu.
Sahnedeki Şehir Tiyatrosu yönetmeni Ragıp Yavuz konuşarak tiyatrolar ve sanatçılar üzerindeki baskıları anlatıyor, Seçkin Aydoğan’a özgürlük istiyordu.
Hasan Selim ise halkın sol göğsünün üstünde bir yıldız gibi yanıyordu bütün gece boyunca. “Haklıyız, Kazanacağız!” diyerek geceye son sözleri söyleyen Yorum, sahneden ayrılırken ertesi gün devrim şehidi Hasan Selim’i uğurlamak için yollara düştü Yorum ve dinleyicileri...
Ilık bir yaz rüzgarı gibi değil fırtına gibi akıp geçiyordu şarkılar. Ekranda Ayşe Gü-
Binlerce Yürek geçti Harbiye’den binlerce yürek adalet istedi...o TEMMUZ-AĞUSTOS 2012 | TAVIR | 23
deneme deneme
bir konserin doruk anı mehmet esatoğlu
Harbiye Açıkhava Tiyatrosu’nda bir konser akşamı. Her akşam oralarda arz-ı endam edenlerden farklı görüntüler var ortalıkta. Bir kenarda üstü başı eski püskü birileri oturuyor. Ellerinde su şişeleri bir sohbet tutturmuşlar. Konserin başlamasına daha dört saat var ama onların umurunda değil. Birbirlerini bulmuşlar. Ellerinde birkaç yudum suları var. Yüzlerinde bir endişe, bir umut konuşup duruyorlar. Sol taraftan gençler giriyorlar konser alanının kapısına doğru. Islık çalıyorlar. Islıkla “Cesaret” yayıyorlar etrafa. Tam arkalarında bir pankart bekliyor. Üzerinde “Korkuya Karşı Özgür Tiyatro” diye yazıyor. Pankart suyu akmaz bir çeşmeye asılmak isteniyor. Ancak yan taraftaki kongre merkezinin özel güvenlik elemanları buna karşı çıkıyorlar. Bir anda geriliyor ortalık. Güvenlik elemanları pankartı engellemenin rahatlığıyla bağlı bulundukları binaya doğru yönelirken pankart bu kez başka bir duvarın üsrının orkestrası, Grup Yorum. tünde karşılarına dikiliyor. Elinde megafonla kravatlı bir adam fırlıyor birden ortalığa. Konserin iptal edildiğini ilan ediveriyor. Dileyenleri yağlı güreş müsabakalarına davet ediyor. Kahkahalarla gülüyor kalabalık bu spontan oyun gösterisine. Aslında kravatlı adamın Temmuz’un sıcak bir gecesi. Kent yoksul- sözleri her gün yaşadığımız traji-komik larının gecesi bu gece. Sahnede ise biraz- günlere bir gönderme. dan çalmaya başlayacak; kent yoksullaTürkü sesleri konser alanının kapısında birikmeye başlıyor. Üç-beş kişilik halaylar dönüyor türkülerin etrafında. Çevredeki özel güvenlik şaşkınlıkla bakıyor bu konser izleyicisine.
24 | TAVIR | Temmuz-AğosTos 2012
Yasaklamalar, engellemeler, ağır hapis cezaları, sebepsiz tutuklamalar, sebepsiz salıvermeler. Kaybolup giden, insan ömründen çalınan saatler, günler, aylar hatta yıllar. Kravatlı adam gösterisini sürdürürken tiyatro sanatçıları doluyorlar alana birer ikişer. Kısa bir süre önce iktidar onların da ca-
nını yakmış. Sahnelerine, sanatlarına yoğun bir saldırı başlatmış. İktidarın tepesinde oturanlara göre her yeri olduğu gibi sanat alanını da bürokratlar yönetmeliymiş. Oyunlara, sahnede yapılacaklara dekora, kostüme oyunun müziğine hep dar kafalı bürokratlar karar vermeliymiş. Peki sanatçı ne yapacak? Ya sopa gösterenlerin önünde hazır ola geçecek. Geçmezse kapı dışarı edilecek. İşçiler, kamu çalışanları az ücrete razı olacak. Sağlıkçılar iktidarın emrettiği biçimde çalışacak. Öğretmenler ses çıkarmayacak. Öğrenciler ağızlarını bile açmayacak. Özetle her kesim gece gündüz “padişahım çok yaşa” formatında yaşayacak. Ama kazın ayağı pek öyle çıkmıyor. Her kesim tepkilerini ortaya koyuyor. Sağlıkçılar, öğretmenler, öğrenciler sokakta hak arama için dövüşüyorlar. Derken bu kalabalığa sanatçılar da katılıyor. İstanbul Şehir Tiyatroları ve Devlet Tiyatrosu’na baskılar yoğunlaşınca onlar da bu kirli oyuna başkaldırıyorlar. Kış aylarında Harbiye’de Muhsin Ertuğrul Tiyatrosu önünde başlayan protestolar oradan Beyoğlu İstiklal Caddesi’ne oradan da Kadıköy-Göztepe Özgürlük Parkı’na uzanıyor. Canı yanan sanatçılar protesto için o parkta yüz elli bir saat uyumadan sahne gösterileri yapıyorlar. Bu dünya çapında bir rekor. Bütün bu haykırışlara karşı iktidar kulaklarını kapayıp duruyor. Ama sanatçıların bu haykırışına bir yanıt geliyor Grup Yorum cephesinden. Otuz yıla yakındır yaşamadığı baskı, saldırı, işkence, hapis kalmamış Grup Yorum, sanatçıların bu çığlığını yüreğinde duyuyor. Onlar iktidarın açtığı yaraları çok iyi bilirlerdi. Kültür merkezleri iktidarın güvenlik güçlerince kaç kez basılmıştı. Sayısını kendileri bile hatırlamıyor. Saldırıya uğ-
rayan mekanlar, kırılan enstrümanlar, parçalanan nota sehpaları, ayak altında ezilen notalar ve şarkı sözleri. Bu acının çığlığını en iyi Grup Yorum duyardı. Tarihi acılarla, mapusluklarla dolu Grup Yorum. Temmuz konserini baskıya uğrayan, sahneleri elinden alınmaya kalkılan, türkü söyledi diye yargılanan, heykelleri kırılan, resimleri, fotoğrafları sakıncalı ilan edilen, karikatürleri, oyunları yasaklanan sanatçılara adıyor Grup Yorum. Madem ki faşizm saldırıyordu sanatın üstüne. O zaman faşizme karşı omuz omuza olmak zamanıydı. Grup Yorum, Temmuz konserinde omuz omuza olacağı sanatçılara sadece kuru bir çağrı çıkarmıyor. Peşpeşe onca konserin arasında kimisinin kapısını çalarak, kimisine telefonda ses vererek tek tek buluşmaya çağırıyor. Sanatçıların bir kısmı sağlık sorunlarıyla boğuşuyor. Bir kısmı tatilde. Ama bu çağrı bir yürek çağrısıydı. Buna kayıtsız kalınamazdı. Büyük bir yolculuk başladı Açıkhava Tiyatrosu’na doğru.
Kiminin dişleri ve düşleri sızlıyordu. Kimisi hasta yatağında bir anayı komşularına emanet ederek, kimi oğlunu da yanına alıp yollara düşüyor. Sanatçılar Açıkhava Tiyatrosu’na girdiğinde binlerce kent yoksulu alanda yerlerini almıştı çoktan. Bir başka havası vardı bu Açıkhava Tiyatrosu’nun. Burada yüzbinler bir araya gelemiyordu ama bu alanda Grup Yorum’un yazdığı büyük bir tarih vardı. 12 Eylül karanlığını yırtan, katillerin, işkencecilerin yüreğine korku düşüren ilk türküler bu mekanda söylendi binlerle. Bir dönem gelen izleyici saatlerce kapıda iktidarın izin verdiği oyunları beklerdi. Bin dereden su getirirdi katiller. İzin için çeşitli dalavereler çevirirlerdi. Kalabalıkları bir araya getirmemek için bin bir engel çıkarırlardı. Ama sonunda halkın gücüne yenik düşerlerdi. Kör basın, medya görmezdi bu çirkef oyunları. İktidara hak veren yayınlar yaparlardı. “Hassas dönemler”den söz ederTemmuz-AğusTos 2012 | TAVIR | 25
lerdi ve bu “hassas dönem”ler hiç bitmez- Konserin ilk yarısı biterken konserin dodi. Maazallah Grup Yorum konseri yapıl- ruk anı da geldi çattı. sa ekonomi çökebilirdi. İktidarın saldırılarından canı yanmış saBir gün yalanlar tükendi. Söylenecek ya- natçılar birden ayağa kalktılar. Ellerinde lan, engelleyecek yasa kalmadı. Bu kez de pankartlarıyla sahneye doğru yürümekimi kalemler Grup Yorum’a övgü düzme- ye koyuldular. Bir kısmı sahnede ellerinye ve konserlerinin çok “özel” olduğundan de “Faşizme Karşı Omuz omuza” pankardem vurmaya başladılar. Ortalıkta tam bir tıyla sıralanırken diğer bir kısmı da sahperhiz ve lahana ilişkisi kol geziyordu. ne önünde “Korkuya Karşı Özgür Tiyatro” pankartını açtılar. O temmuz gecesinde Grup Yorum sahneye çıktığında bir gök gürültüsüyle se- Bir tiyatro yönetmeni mikrofonu eline lamlandı. Kalabalıkların alkışları, ıslıkları aldı. Tiyatroya ve tüm sanat dallarına yave çığlıkları bir gök gürültüsü gibi çınla- pılan baskıları bir çırpıda anlatıverdi. Ardı ortalıkta. dından incecik bir sesle Çav Bella marşının ilk notaları duyulmaya başlandı. Bambaşka bir şarkı düzeniyle başladı konser. Sahnede adeta tüm Yorum ele- Binlerce izleyici ayağa kalktı. Bu büyük komanları hem çalıyor hem de solo türkü- roya seslerini verdiler. İşte konserin doler seslendiriyorlardı. Her türkü bittiğin- ruk anı başlamıştı. de izleyiciler bu Yorum’un kaç solisti varmış meğersem diye aralarında ince- Sanata ömrünü vermiş onlarca sanatçı cikten gülüşüp duruyorlardı. adeta haykırıyordu: Ey efendiler bu memleketi dilediğiniz gibi evirip çevire26 | TAVIR | Temmuz-AğosTos 2012
mezsiniz. Bu ülkenin sanatçıları var. Bilim insanları var. Öğretmenleri var. Gençliği var. İşçileri var. Kır yoksulları var. Her şeyden önemlisi canını kanını ortaya koymuş bir halkı var. Bugün iktidar olup zulmedebilirsiniz ama unutulmasın ki sabahın bir sahibi var! Bir Grup Yorum konseri sürdü gitti gece boyunca. Sahneye kah Picasso’nun Guernica tablosu çıktı. Kah Cemo türküsünü durdurmaya çalışan gerici güçler. İzleyici tüm olup bitene ince kahkahalar attı. Türküleri durdurmaya, halayları engellemeye nerdeyse otuz yıldır iktidarların gücü yetmemişti. Şimdi tüm sanat alanı tehdit altındaydı. Ama iş elele vermekteydi. Elele verildi mi bu da gelirdi bu da geçerdi. Bir Grup Yorum konseri daha bitiyordu. Acaba konser mi bitiyordu, yoksa ülkede yeni bir tarih mi yazılıyordu? o
27-29 bir tıkla devrim_sablon 7/30/12 3:01 PM Page 27
güncel
güncel
bir tıkla devrim yapılır mı? şahin şap
Sosyal medyanın gücü ve işlevi Ortadoğu’da yaşanan olaylarla bir kez daha sorgulanır hale geldi. Bu ayaklanmaları tamamen sosyal medyanın gücüyle paralel görüp arkasında merkezi bir örgütlenme/dış destek olmadığını iddia etmek ne kadar doğruydu? Sosyal medyanın gücü ilk olarak Tunus'ta seyyar satıcı bir gencin arabasına polisin el koymasının ardından kendini yakmasıyla gündeme gelmişti. Bu olayı protesto etmek için internet üzerinden örgütlenen binlerce insan sonunda hükümetin istifasıyla sonuçlanacak bir ayaklanmanın mimarı olmuştu. Analistler bu olayın diğer Arap ülkelerinde ivme yarattığını iddia etse de, aslında bu olayların arkasında merkezi bir örgütlenme olduğu açıktı. Ortadoğu’da yaşananların sosyolojik boyutu bir başka yazının konusu olabilir; ben bu gelişmeleri bir kenara bırakarak günümüz inter-
net kullanıcılarının sosyal medyaya haddinden fazla değer vermesi üzerine konuşacağım. 21. yüzyıl teknolojisiyle birlikte her gün daha fazla kitleyle buluşan sosyal ağların gücünü inkar etmek olmaz. Her gün milyonlarca insanın bilgi alışverişi yaptığı, fikirlerini ve düşüncelerini kolayca -ve zahmetsizce- paylaştığı, herhangi bir veriye anında ulaştığı dev bir ansiklopediyi andıran bu ortam gayet kullanışlı. Fakat bu ortama gereğinden fazla değer vermek, sanalın sokağa olması gereken kanalize işlevinin önüne geçmiş durumda. Avrupa'da ve Türkiye'de internet üzerinden yapılan örgütlenmeler iktidarın sokağa yönelik faşizmini internete de uygulama girişimiyle karşılık bulmuş vaziyette. Fakat her daim sokağın özgür olması için mücadele etmesi gerekenler sanal özgürlük konusunda daha duyarlı davranıp, ifade özgürlüklerini sanal yoldan savunmaya çalıştılar. Bu durum öyle-
sine garip bir hal aldı ki, sanal ağları insanları sokağa davet etmek için kullanması gereken birçok insan, asıl mücadele alanı olan sokakları terkedip sanal slogancı oldular. Yazının başında da belirttiğim gibi bu durum sanal ortama haddinden fazla değer vermekle alakalı bir durum. Emek harcayarak bir şeyler elde etmeyi unutmuş ve kolaycılığa alışmış bir neslin gençleri de bu durumu içselleştirdi ve hayatlarına uyguladı. Çünkü sanal slogan atmak sokak mücadelesinden daha kolaydı; sokak mücadelesine göre daha az riskliydi. -hatta anayasada sanal yolla işlenen “suç”larda 3/1 uygulanıyor- Fakat esasında işin görünen yüzü hiç öyle değil.Telefonumuzdan yatak odamıza kadar her şeyi ve herkesi dinlemeye alacak kadar paranoyaklaşmış bir düzen karşısında sosyal ağları kullanarak iktidarı devirmeyi düşünmek, ütopik kavramını bile utandıran cinsten bir tahayyül olsa gerek. Sanal ağlarda yapılan her şeyin kayıt altıtemmuz-ağustos 2012 | taVIR | 27
27-29 bir tıkla devrim_sablon 7/30/12 3:01 PM Page 28
na alındığını ve o kişinin iktidarı reel anlamda iktidarı tehdit etmeye yeltendiği zaman karşısına çıkarılacağını düşünmemek biraz ahmaklık olur. Bu özensizlik ve dikkatli olmama durumu insanın başına durduk yere dert açacağı gibi sanal olarak ilişki kurduğu kişileri de etkileyecektir. Oligarşinin ve onun burjuva basınının, gençleri alanlardan uzak tutmaya yönelik her türlü saldırısı karşısında internet ortamı muhalifler açısından bir kaçış yolu oldu. Faşizmin ülkeyi götürdüğü boyuttan oldukça rahatsız, fakat yine faşizmin kendisine bulaşma ihtimalini düşündükçe kendini sokaktan geri çeken her yaştan insan için sosyal ağlar bir nimet niteliğinde. İnsanlar takma isim ve rumuzlarla açtıkları twitter, facebook, friendfeed hesaplarından faşizme karşı içlerindeki öfkeyi kusarak rahatlayıp, hem de iyi bir şey yaptığını zannedip kendini avutur hale geldi. Sanal or-
tamın sokaktan kaçış alanı olmaktan ziyade sokağa davet alanı olması gerekirken, tam tersi bir durumun ortaya çıkması oldukça düşündürücü bir durum. “Sanal aktivist” olup sosyal ağlarda slogan atmanın faşizme kaybettirdiği ne olabilir? Bilindiği gibi ABD Dışişleri Bakanı Clinton, “sanal aktivistlere”, "temel hak ve özgürlükler" çerçevesinde 25 milyon dolarlık yardım yapacaklarını açıklamıştı. ABD gibi bir kan emicinin hak ve özgürlükler çerçevesinde “sanal aktivist”lere yardım yapması gerçekten normal mi? BBC ve TİME gibi burjuva basının ağababalarının sürekli olarak Ortadoğu ayaklanmaları ve internet üzerinde paralellik kurması ve sanal ağları yüceltmesi normal mi? İnsanların başka bir dünyaya olan özlemini "sanal yoldan" doyurmaya çalışmak ne kadar mantıklı? Gençleri sokaktan uzak tutmaya yönelik bu tarz davranışlar oligarşinin ekmeğine yağ sürer nitelikte. İnternetin gücünü sokağın potansiyelinden yük-
sek gören bu anlayış, gençlerin düzen karşısındaki isyankar potansiyeline gem vurup, sanal ağlarda yapacakları işlerin onları en devrimci yapacağı görüşünü aşılamaktadır. Pratiği geriye itip “sanal aktivist”likle kendini kısıtlayan bu öğretiyle dünyanın değişebileceğini sanmak hayalperestliktir. Masa başı solculuğu devrimci eylemliliğe tam zıt oranda sinsice gelişmektedir. Twitter ve facebook gibi sosyal ağlarda, gittikleri eylemlerin ve organizasyonların fotoğraflarını paylaşan ve bu durumu kendine "en devrimcilik" gibi devrimci eylemlilikle uzaktan yakından alakası olmayan bu durum karşımıza acı bir tablo gibi çıkmaktadır. İşin bir başka boyutu da şu: Doğruluğunu yanlışlığını bile bilmediğimiz olaylar hakkında sanal yolla geliştirilen yönelndirme kampanyaları. Suriye'deki olaylarda bunu bizzat görmüş olduk. Geçenlerde twitterda Suriye ordusunun Humus kentinde 300 kişiyi katlettiğine yönelik bir bilgi ortaya atılmıştı. Hatta El-Cezire gibi televizyonlardan alıntılar yapılarak bu ispatlanmaya çalışılmıştı. Fakat işin gerçek yüzü öyle değildi, bu açık bir provokasyon çağrısıydı. Kendi ülkelerindeki katliamları, işkenceleri unutup çıkarları doğrultusunda Ortadoğu halklarının kaderleriyle oynamaya çalışanların çarpıtma çabası ortaya çıkarılmıştı. Bunun gibi birçok yanlı tutum sanal ortamda bilgi kirliliğine neden olmakta, insanları yanlış yönlendirmektedir. Başta da belirttiğim gibi sanal ortamın gücü yadsınamaz boyuttadır. Bugün sosyal ağlar olmasaydı bizler Uludere katliamından haberdar olmayacaktık; iktidarın çanak yalayıcısı olan basın kuruluşlarının üç maymunu oynamasına kanacaktık. Daha geçenlerde Pozantı Hapishanesi’nde
28 | taVIR | temmuz-ağustos 2012
27-29 bir tıkla devrim_sablon 7/30/12 3:01 PM Page 29
kamuoyunda taş atan çocuklar olarak bilinen Kürt çocuklarına adli suçluların taciz ve tecavüz haberini sosyal ağlarda öğrendik. Bunun gibi daha nice haber ve bilgiye anında ulaşmamız açısından internet ve sosyal ağlar bulunmaz bir nimet. Bugün EZLN (Zapatista Ulusal Kurtuluş Ordusu) gibi Latin Amerika kökenli bir çok örgüt interneti aktif olarak kullanıp propaganda yapmakta. Sanal ağlarda paylaşılan muhalif içeriklerin bir çok ülkede yaratmış olduğu endişe, bu potansiyelin sokağa dökülme ihtimalinden duyulan kaygıdan kaynaklanmaktadır. Başta Türkiye olmak üzere birçok ülkede internete uygulanan sansür ve filtreleme çalışmalarının temel sebebi de budur. Sanal içerikle meşgul olan ve etliye sütlüye karışmayan bir nesil iktidarın işine gelir ve bunu destekler, fakat bu boyuttan çıkış sokaktaki mücadeleyle harmanlanan ve interneti bir
araç olarak kullanan bir nesil iktidarın her zaman hedefinde olur. Burjuva medyasının herhangi bir eylem sonrası "internetten örgütlenmişler" vurgusunu yapmasının asıl sebebi de kitlelerin ancak sanalda örgütlü olduğu izlenimini yaratmak ve sokaktaki bu örgütlenmenin arkasındaki merkezi örgütlenmenin olmadığı imajını vermeye çalışmaktır. Bu yüzden eleştirilerimizin hangi boyutta olduğunu iyi irdelemek gerekiyor; sokak gerçeğini unutan bir sanal realite sosyalizm mücadelesinin neresinde? Devrimciler 1930'larda halka ulaşabilmek için radyo istasyonlarını ele geçirmeye çalışırlardı. O zamanın koşullarına göre kitlelere ulaşabilmenin en büyük olanaklarından biri buydu. Gelişen süreçlerde teknoloji ve bilgi yayma unsurları az sayıda olduğu için iktidarların elindeydi ve bunu aktif bir biçimde kullandılar. Bugünün
koşullarını irdeleyecek olursak insanlara ulaşma oranı sanal ağın gelişmesiyle birlikte oldukça fazla. Bilgiyi kontrol etmenin oldukça zor olduğu bir süreci yaşıyoruz. Fakat internetin bu denli güçlü bir araç olması onun kontrol edilemeyeceği/ izlenemeyeceği anlamına gelmiyor. Bu sistemin alternatifi sanal platformlarda kurulacak ütopik bir dünya değil, insanların olanca emeğiyle harmanlanmış bir sosyalist iktidardır. İnterneti güvenlik tedbirini elden bırakmadan, halkların ortak yararına ve devrim mücadelesine katkı sağlayacak biçimde kullanmak, öncelikli görevlerden biri olmalıdır. İşin güvenlik boyutunu bir kenara atıp isim isim eylem çağrısı yapmak, masa başından dünyayı değiştireceğini sanan bir kitlenin parçası olmak, sanalda slogan atıp yumrukları sıkmak, fakat sokaktaki mücadeleye sırt çevirmek asla kabul edilemez. o
temmuz-ağustos 2012 | taVIR | 29
konser konser
dersim’de cemo’nun sesi yankılandı... grup yorum
şam saatlerinde ulaştık. Birkaç sene evvel yapılan barajla şehrin değişen bu görüntüsüne alışamadık henüz. Dersimliler baraj inşaatına karşı direnmişlerdi aylarca. “Munzur Özgür Akacak” Geçtiğimiz yıl ilkini gerçekleştirdiğimiz demişlerdi. "Devrim Yürüyüşümüz Sürüyor" konserinin ikincisini yapacağız. Dersim, Grup Konserin yapılacağı Seyyid Rıza ParYorum'u iyi tanıyan bir şehir. Yıllardır on- kı’nda bir çadır karşıladı bizi. Konserin larca konserler verdik Dersimlilere. Ve tanıtım çalışmalarını yaparken gözalçok yoğun duygular yaşadık her defa- tına alınıp tutuklananların serbest bısında. Çünkü Dersim yiğitlerin odağıy- rakılması için açılmış bir çadırdı bu. Çadı. Tarihi ve gelenekleriyle önemli bir dır amacına ulaşmış, tutuklu arkadaşdeğerdi bizim için. Dersimliler de her larını geri almıştı. Konser tanıtım çalışdefasında aynı sıcaklıkla karşıladı bizi, maları sırasında gözaltına alınanlar hiç yabancılık hissettirmedi. Bizi her ko- arasında Yorum elemanlarından Ayfer şulda misafir eden ailelerimiz, konser- de vardı. Ve koromuz elemanlarından lerimizin sorunsuz geçmesi için emek Taner tutuklanmıştı. Arkadaşlarımıza harcayan Dersimli gençler ve bizi evlat- yönelik bu saldırıya karşılık biz de İstanları gibi seven ve değer veren Hasan Ba- bul’da bir açıklama yapmıştık ve olayı basına duyurmuştuk. Şimdi ise onlarbamız... la kucaklaşmanın sevincini yaşıyorDersim'e konserden bir gün önce ak- duk. Konser alanındaki işlerimizi bitirHaziran ayının en sıcak günleri kendini hissettiriyor. Biz yine yollara düştük. Hem de İstanbul’dan çok daha sıcak bir coğrafyaya; Dersim'e doğru...
30 | TAVIR | Temmuz-AğusTos 2012
dikten sonra evlere dağıldık. Ertesi sabah Van depreminde hayatını kaybeden Hasan Beyaz’ın mezarını ziyarete gittik. Hasan Baba, Van halkıyla dayanışma için oradaydı. Vanlıların acılarına ortak olmak için oradaydı. Mezarlığa vardığımızda Hasan Babanın yanında yoldaşı, sırdaşı, dostu Kumru Ana’yı bulduk. Hasan Baba’nın başucunda kucaklaştık hasret giderdik. Konser alanına vardığımızda hemen hemen her şey hazırlanmıştı. Biz de son hazırlıklarımızı tamamlayıp konser saatini beklemeye başladık. Seyyid Rıza Meydani kırmızı flamalarla ve pankartlarla süslenmiş, güvenlik şeritleri çekilmiş, satış stantları kurulmaya başlanmıştı. Grup Yorum önlükleri giymiş onlarca görevli alanın dört bir yanında koşturuyorlardı. Konser alanının çevresindeki kafelerde çay bahçelerinde Yorum şarkıları çalıyordu. Dersim'in
çeşitli ilçelerinden ve çevredeki şehirlerden gelen Yorum dinleyicileri yavaş yavaş alandaki yerlerini alıyorlardı. Geçtiğimiz yıl "Devrim Yürüyüşümüz Sürüyor" konseri Dersim Atatürk Stadı’nda olmuştu. Konserimizin misafiri, kardeşinin cenazesini toplu mezardan almak için ölüm orucu eylemi yapan Hüsnü Yıldız’dı. Hüsnü Yıldız, bu sene konserin sunucusu olarak sahnedeydi ve Nazım’dan dizelerle selamladı binlerce Dersimliyi. Ve işte konser anı da gelip çatmıştı. Hüsnü Yıldız bizi anons edip de sahneye adımımızı attığımız anda alanı dolduran binlerce dinleyicimizi gördük. Heyecanımızı iyice alevlendirdi bu coşkulu kalabalık. İlk şarkimiz "Dersim’de Doğan Güneş."
şarkının ilk notaları duyulur duyulmaz büyük bir alkış koptu alanda. Çünkü, Dersimlilerin umudunu, öfkesini resmediyor bu şarkı. Devrime olan inancını tazeliyor. Hep bir ağızdan söylüyoruz şarkıyı. Ardından tüm dinleyicilerimizi selamlayan merhaba konuşmamızı yapıyoruz. Gündemimiz yoksulluk, baskılar, katliamlar ve yozlaşma oluyor. Adalete olan özlemimizi haykırıyoruz konuşmalarımızda ve şarkılarımızda. Dersim’de son yıllarda yaşanan en büyük sorun gençler üzerindeki yozlaşma. Gördüklerimizi, duyduklarımızı paylaşıyoruz Dersimlilerle. Hep birlikte Dersim’in tarihinin direnişin tarihi olduğunu haykırıyoruz bir daha. Zalimle ortak olmanın, onlarla dost olmanın ihanet olduğunu haykırıyoruz. Her umut verici sözcük büyük coşkuyla alkışlanıyor. Şarkılar, marşlar yerini halaylara bırakıyor. Reşo’yla, Keçe Kurdan’la halaya du-
ruyor Dersimliler. Konserin sonlarına doğru kitle içinden "Cemo, Cemo"sesleri yükseliyor. Dersim halkı biliyor ki Cemo, Dersim dağlarının yiğididir. Dersimin ve tüm Anadolu’nun çocukları Cemo’nun yolunu gözler. Şarkıya ne kadar güçlü eşlik edilirse sanki Cemo o kadar çabuk inecektir ovaya. Alnında yıldızlı bere, elinde mavzeriyle... Ve alanı dolduran sekiz bin dinleyici çok büyük bir koro olarak bitiriyorlar konseri. Seslerimiz Munzur’un suyuna karışıyor, Dersim Dağları selamımızı Toroslar’a iletiyor. Hem sahnedeki Yorumcular, hem de alandaki Yorumcular hissediyor bunu. Seslerimizin çoğalacağı umuduyla ayrılıyoruz Dersim’den, Munzur’un serinliğini yanımıza alarak. o
Temmuz-AğusTos 2012 | TAVIR | 31
deneme deneme
sanatımızın temeli hayattır ferit salman
İnsan etkinliklerinin, insanın fiziksel ve toplumsal evrimiyle, toplumların ilerleyişiyle gelişerek birbirinden ayrılması, bilimsel bir gerçektir. Emek etkinliği, kendisiyle birlikte eğitimsel, iletişimsel, dinsel, sportif... vb. etkinlikler yaratmıştır. Sanatsal etkinlik de bunlardan birisidir. Bu etkinlik alanlarının ayrımlaşmış olması, gelişmelerine paralel kendi bağımsız alanlarında özel yapılara ve yasalara sahip oluşları, aralarında mutlak bir ayrışmanın varlığını kanıtlamaz. Tüm insan etkinlikleri görece bağımsız yapılara sahiptirler ve karşılıklı ilişki, etkileşim içindedirler. Sanatla ilgili tüm düşüncelerimize, perspektiflerimize yön vermesi gereken diyalektik-maddeci estetik ve sanat görüşümüzün temel noktalarından biridir başlarken ifade ettiklerimiz. Ve bu kuramsal ifademizin karşılığı sanatın hayattan kopuk olmayacağı-ol-
32 | TAVIR | Temmuz-AğusTos 2012
maması gerektiğidir. Metafizik kategorileştirme burjuva dünya görüşünün, idealizmin karakteristik yöntemidir. Bu yöntemi sanata yaklaşımda da uygular. Çıkarları doğrultusunda sanatı etkin ve yaygın biçimde kullanıyor olsa da, sanat sanattır sadece. Kendine ait, sınırlı bir alanı olmalıdır ve kendi iç yasalarıyla hayatın diğer alanlarından bağımsız “gelişmelidir”. Özetle bunu söyler burjuvazi. Elbette bu mümkün değildir ve bugün burjuvazinin bu yönde bir yaklaşımı sanatta hakim kılma çabası şüphesiz ki politiktir. Esasen sanatın rolünün ve gücünün etkisiz hale getirilme çabası söz konusudur. Çünkü sanat dünyayı -maddi, sosyal ve siyasal alanlarda gerçeği- görme, yapısını çözümleme ve anlama yeteneğini güçlendirir halkın. Devamında mevcut gerçeklik ile ideal olan halk için doğru, güzel, gerekli, yararlı olan- arasındaki çelişkiyi,
farkı görmesini sağlar. Nihayetinde gerçekliğin ideale doğru yeniden yaratımının değiştirilmesinin mümkünlüğünü gösterir. Bunun yol ve yöntemlerini barındırır bünyesinde. Sanatın çok sınırlı tutarak vermeye çalıştığımız bu genel özellikleri nedeniyle, hayattan kopuk bir sanat anlayışı egemen sınıflarca olumlanır. Soyutçuluk, biçimcilik, saf edebiyat, sanat için sanat vb... bilindik söylem ve kavramlardır. Yorumdan öte bir gerçekliğin izahıdır; burjuvazinin hayattan kopuk bir sanatı olumlaması, iktidar güç ve olanaklarıyla dayatması, sınıfsal çıkarlarını ve iktidarını korumak içindir. Bu dayatmaya karşı sosyalist sanatçılar, devrimci sanatçılar felsefi, ideolojik ve politik kulvarlarda cepheden bir savaş yürütmelidirler. Bunun pratikteki karşılığı hayatın ve halkın içinde ol-
malıdır. Sanatsal etkinliğin alanı hayatın ya da başka bir deyişle sınıflar mücadelesinin sınırlarına yaklaşma hedefiyle daima genişlemelidir. Sanatın temeli hayattır, eğer sanat bu temel üzerinde gelişmiyorsa. birincisi zaten gerçek anlamda bir gelişme söz konusu değildir, ikincisi çürük temel üzerindeki en göz alıcı yapı dahi çürüktür. Çürümenin içindeki her yeni doğum. ölü doğumdur. Böylesine bir yapı çökmeye mahkumdur. Sanatımızla, müziğimizle, resmimizle, tiyatromuzla, sinemamızla, edebiyatımızla halka hayat hakkında bilgi vermeliyiz. Bu, gerçekliğin gösterilmesi demektir. Halkın yaşamında karşılaştığı, farkında olduğu ya da olmadığı bütün sorunları ortaya sermelidir sanatımız. Bunların özel nedenlerini ve temel nedenini, emperyalist-kapitalist sistemi işaret etmektedir. Bun-
ları -gerçekliği- anlatmayan bir sanat, burjuvazi adına sınıflı sömürüye dayalı toplumsal hayatın gerçeklerinin üzerini örtmeye hizmet eder. Burjuva ideolojisi maddi toplumsal gerçekliğin mutlak olduğunu, durgun olduğunu ve değişemeyeceğini anlatmaya çalışır türlü yol ve yöntemle. Sanat üzerindeki bu yönlü çabası, karşısında bizim sanatımızı bulmalıdır. Hayattan ve halktan beslenen sanatımızla halkı ilgilendiren her konuda ve toplamında sistem konusunda değişimin mümkünlüğünü, zorunluluğunu, kaçınılmazlığını anlatmalıyız. Gerçekliğe karşı ideal olanı -doğru, güzel, gerekli, yararlı olanı- anlatmalıyız. Binlerce yıldır halk yönetilendir, bu gerçekliktir. Fakat sosyalizm buna son vermiştir. Halk yöneten durumuna gelmiştir, bu gerçekliğin ideal olana doğru değişmesi demektir. Sosyalizmin tüm haya-
tı değiştireceğini biliyorken, bütün halkın hayatından sayısız olay ve olgu üzerinden ideal olanı anlatmak, sanatsal yaratım alanının da genişliğini gösterir. Devrimci sanat, halk için sanat, gerçeğin ve doğrunun genelleşmiş, soyutlanmış haliyle, bilgi haliyle, sınırlı bir içeriğe sahip değildir. Sanatımızda içerik, genel olanla güncel olanın bütünlüklü ilişkisini gözetmelidir. Sanatımız güncel olanı, zaman zaman tekil bir olayı, günün en acil sorunlarını ele alabilmeli ve cevaplar, çözümler sunabilmelidir halka. Burjuva sanat görüşü ve onun etkisindeki birçok görüş, bunun sanatsal yaratımı sıradanlaştıracağını, salt mesaj, bilgi, değer aktarım yanının öne çıkacağını iddia ederler. Fakat gözeteceğimiz bütünlüklü ilişki nedeniyledir ki, bu boş bir iddiadır. Yaşamla kurulmuş Temmuz-AğusTos 2012 | TAVIR | 33
hapsetmeye karşı, sanatsal kuramı hayatla geliştirip, hayatı değiştirmek. Bu konuya ilişkin perspektifimiz bu olmalıdır. Yazdıklarımızın özeti ya da çıkacak sonuç:
sıkı ve besleyici bağ; halkın yaşamının çok yönlü etkinlik alanları, sürekli devinim ve dinamizmi sanatsal yaratımdaki içeriği, içeriğin imgesel biçimlenişini ve nihayetinde içeriğin cisimsel biçimlenişini zenginleştirir. Güncel olan üzerinden geneli anlatmak, tıkanmanın, sönük ve tekdüze anlatımın içeriğin etkisizleşmesinin panzehiridir. Sanat akımları, sanatsal ölçüler ve hayat arasındaki ilişki konusunda da, burjuva sanatıyla aramızda mutlak bir ayrım söz konusu olmalıdır. Sanat akımlarını, sanatsal ölçüleri olduğu gibi kabul edersek maddi ve toplumsal yaşamı, halkın hayatını buna göre 34 | TAVIR | Temmuz-AğusTos 2012
sınırlamış oluruz. Buna göre, durağan bir halk gerçeği, durağan bir ekonomik yapı, durağan bir sosyal durum ve durağan bir siyasi atmosfer, kabullendiğimiz gerçeklik olur. Ve elbette bu yanlıştır. İdealizmin kabulüdür. Bu, gerçekliğin, bırakalım ileri yönde değiştirilmesini, olduğu gibi yeniden sanatsal yaratımının önündeki engeldir. Hayatı sanat akımlarına, ölçülerine uydurmaya, bu yönde tahrifata karşı mücadele etmeliyiz. Ve en başta, bizim sanatımız ölçü ve -temel yasalarından ayrı olarak- yasalarını hayatın akışına göre sürekli düzenleyecek bir perspektifi köşe taşı olarak oturtmalıdır. Hayatı sanatsal kurama
Sanat hayattır ve sanat halkın hayatının toplumsal bilincinin gelişmesinde etkin rol oynar. Sanata dair söylediğimiz her şey, sanatçı için özel olarak söylenecek şeyleri belirler. Sanatçı için bu ünvanın gerektirdiklerini içerir. Burjuvazi çarpık görüşlerini salt sanatçı eksenli de dile getirdiği için, esasen uzun ve dolaylı bir incelemeyi gerektiren sanatçının bağımsızlığı, özgürlüğü konusuna da bu yazı kapsamında kısaca yer verilmesini gerekli görüyoruz. Burjuva görüş sıklıkla dile getirir: “Sanatçı özgür olmalıdır.” Benzer söylemlerin en yaygın ve iki yüzlü olanıdır bu. Evet, sanatçı özgür olmalıdır, tıpkı halk gibi. Ve bu özgürlük, gerçek özgürlük, burjuvazinin düzeninde, onun öğretileriyle değil, ona rağmen, ona karşı mümkündür ancak. Burjuvazinin sanatçıya bahşettiği özgürlük(!) sanat alanına çizmeye çalıştığı sınırlarda, gönüllü kölelik ilişkileridir. Burjuvazi doğrudan hizmetindeki sanatçıları bu ilişkilerle çürümeninkokuşmanın sanatına mahkum ederken, tüm sanatçılara da halktan ve hayatın gerçekliğinden uzaklaşmayı telkin eder. Bu telkine karşı mücadele ediyoruz, etmeliyiz. Özgür sanatçı halkın safında, halkla ve hayatla bağlı, güçlü ve sanatını böyle icra eden sanatçıdır. Örgütlü sanatçıdır. Lenin'in dediği gibi “Burjuva yazarın, sanatçının, oyuncunun özgürlüğü, maskelenmiş (ya da iki yüzlüce gizlenmiş) bir bağımlılıktan başka bir şey değildir.” Sanatımızı halklaştırmalı ve hayatla bağını güçlendirmeliyiz. Gerçek özgür sanatçılar da bu çabanın içinde yer alanlardır. o
35 kirkaltisinda_sablon 7/30/12 3:03 PM Page 35
şiir
şiir
kırk altısında delikanlı eda dereli
ellerin çok dert görmüş ellerin erdal, ellerin emekçi ellerinde isyanlar patlar şimdi ellerinde büyür umut ellerin devrim gibi gözlerin çok acı görmüş gözlerin Erdal tarih gibi gözlerin umutlu gözlerinde bir tebessüm hayata karşı dik bir duruş direncin resmi gibi ömrün Erdal delikanlı ömrün sessiz ömrün ömründür zindandan geçer ömründür dağlarda gezer
zulmün önündesin şimdi aklına düşüyor Engin’in kırılan kemikleri dimdik ayaktasın şimdi hatırlıyorsun bir daha ferhat’ın felç olmuş bedenini ellerin erdal ellerin sabırsız yanıyor ellerin dokunuyorsun tetiğe gözlerinde parlıyor kıvılcımlar umrunda bile değil saplanan kurşunlar haklıyız diyorsun haklıyız, kazanacağız! ömrün kırk altısında bir delikanlı ömrün bir destan şimdi
temmuz-ağustos 2012 | taVIR | 35
eleştiri eleştiri
fukaranın “sosyete pazarı” filiz tanya
Ülkem son günlerde festivallerle sallanıyor. Birçok şehirde ardı ardına festivaller ve şenlikler düzenleniyor. Neden biz duymadık, haberimiz yok, hiç farkına varmadık demeyin. Bu şenlikler, kültür sanat festivalleri falan değil. Belki de bizlerin en son ilgisini çekecek festivallerden. Açıkçası benim de hiç haberim olmamıştı. Arkadaşlarımın beni uyarmasıyla
fark ettim. Pek anladığım cinsten bir festival değil bu. Bir alışveriş festivali tam söylenişiyle; ‘Shopping Fest’ yani böyle söyleniyor. Festivalden önce, “alışverişe gidelim mi?” diye sorduğum bir arkadaşım sayesinde haberdar oldum. O da bana, gelemeyeceğini tüm alışverişle ilgili planlarını, başlayacak olan
‘Shopping Fest’e göre ayarladığını söyledi. Bense, “ne ola ki bu ‘Shopping Fest’ ” diye düşünürken bir akşam Kızılay Güvenparkta karşıma çıkan dinozorlarla irkildim. Parkta devasa dinozorlar vardı. Ne olduklarını anlamak için yanlarına yaklaşıp dokunmak istediğimde “hanımefendi lütfen yaklaşmayın YASAK!” diyen bekçinin sesiyle kalakaldım. Parka devasa dinozor maketleri koymuşlar. Hem hareket de edebiliyorlar. Bir de her dinozorun başına bir bekçi. Aman vatandaşlar dinozorlara zarar vermesin! Güvenpark’ın ortasında bakakalıyorum. Buranın Ankaralıların hafızasında bıraktıklarını düşünüyorum. Bu parkta yapılan eylemleri, geceler boyunca yapılan oturma eylemlerini, Ankara’lı emekçilerin biber gazıyla ilk karşılaşmalarını…. Hepsi bu parkta olmuştu. Sonra polis gelip parkımızı işgal etti ve bir “karargah” kurdu. Şimdi de dinozorlar... Bir yandan kendime ‘çok ön yargılı olma’ diyorum. Öte yandan bu dinozorların toplumsal mücadeleye bir
36 | TAVIR | Temmuz-AğusTos 2012
katkısı olabilir mi, diye düşünüyorum gülümseyerek. Öğreniyorum ki bu maketçikler ‘Shopping Fest’ kapsamında buraya konulmuş. Yani alışveriş festivalinin bir parçasıymış. Sonra bütün Kızılay ışıl ışıl taklarlarla süslendi, her yerlere bu festivalin reklamını yapan panolar, afişler, flamalar asıldı. Ankara rengarenk oldu anlayacağınız. Tüm bunların ne için, kim için, hangi amaç için olduğu açık ve net görünüyor: Halk alışveriş yapsın, alsın, versin, ekonomiye can gelsin. Bir iktisatçı değilim ekonominin canlanması için neler gerektiği konusunda burada ahkam kesecek değilim ama sormadan da edemiyor insan: Halk hangi parayla bu özendirilen alışverişi yapacak? Cebine para girmeyen vatandaş neyi harcayacak? Belki de gelecekte kazanacak olduğu paraları harcayacak. Kredi kartı kuyusuna yuvarlanacak. Yani onların gözü yalnızca cebimizdeki parada değil, cebimize girecek olan paralarda. Ankara bir memur kentidir. Memurun ne kadar maaş aldığı, kaç aydır zam alamadığı da bellidir. Yani Ankara öyle ticaretle uğraşan zengin kitlenin yaşadığı bir kent değil. Çoğunlukla 62 TL zam almış öğretmenin, 40 TL zam almış büro memurunun, 80 TL zam almış mühendisin yaşadığı bir kent. Anlayacağınız bu zamlar harcamakla bitmez. Bu yüzden bize bir alışveriş festivali lazımdı. Sağolsun büyüklerimiz bir dediğimizi ikiletmezler, bize hemen bir ‘shopping Fest’ düzenlerler.
Hani devletimizin parası çok kıymetli, memur maaş zamları hazineye çok büyük bir yük getiriyor ya… bizde bu festivalin bütçeye yüklediği yüke bakalım. Ne kadar yük getirmiş?. Üç kuruşluk zamlarını vergiye veren bizlerin ödeyeceği bedel nedir: Güvenpark’ın dinozorlarına laf etmiyorum artık, Kızılay Meydanı’nın ışıklandırmasından bahsedeceğim. Bugüne kadar belki İstanbul’un bile görmediği muhteşemlikte bir ışıklandırma yapılmış. Gökyüzünden sarkan kocaman avizeler var. Halk arasında dolaşan bir söylentiye göre Ankara Belediye Başkanı İ. Melih Gökçek bir gün Şangay’a gitmiş (Şangay dünyanın en güzel ışıklandırılan kentiymiş) orada bu ışıklandırmaları görmüş ve aynılarını Ankara’ya getirmiş -Ne muhteşem bir icraat-. Estetik olarak baktığımda gerçekten muhteşem ama ben harcadığı elektriği düşünüyorum ister istemez. Bunun faturasını kim ödeyecek? Bundan da ötesi bu elektriği üretmek için hangi güzel derenin üs-
tüne daha HES kurmak gerekecek? Bu kadar enerji sorunu olan bir ülkede bu ışıklara öyle saf güzel duygularla bakamıyorum. Bu ışıklara bakacağız diye bir derenin suyu daha kesilecekmiş, kime ne! Dere bizim mahalleden mi geçiyor, bize ne! Deresi olan köy düşünsün, değil mi? Festival olur da neler olmaz ki... 24 günde 45 noktada 5 bini aşkın etkinlik, 300 özel gösteri 28 konser 6 kortej, 22 araba çekilişi var. Yani anlayacağınız çok yönlü bir organizasyon. Çeşit çeşit etkinlik var ve şehrin dört bir yanına dağıtılmış. Murat Boz, Halil Sezai, Funda Arar, Ruslana, İsmail Türüt, Ebru Gündeş, Ali Şan, Orhan Ölmez, Kutsi, Manga, Sami Yususf, Hadise, Bengü, Ferhat Göçer, Hande Yener, Gülşen, Rafet El Roman, Safiye Soyman ve bir dolu medya maymunun konserleri var. Bu konserler genellikle alışveriş merTemmuz-AğusTos 2012 | TAVIR | 37
kezlerinde yapılıyor. “Hiç alışveriş merkezinde konser olur mu, her şeyin bir yeri vardır” demeyin, çünkü burada aslolan müzik değil alışveriş. Böyle olunca da müzik, alışverişi körüklemek için araç olarak kullanılıyor. Festivalin en trajikomik etkinliği ise üstü açık bir otobüsle yapılan şehir turu bence. Kızılay’dan kalkan bir otobüs, ücretsiz olarak halkı alıyor, bir şehir turu yaptırıyor ve geri getiriyor. Ama ne şehir turu. Otobüs içinde defler, ziller darbukalar bir eğlencedir gidiyor. Otobüsün kalktığı durakta kocaman beze yazılmış bir uyarı var: “yalnızca ailelere mahsustur”. Eskiden lokantalarda genelde üst katlar ailelere mahsus olurdu. Bu aile kavramından ne anlamamız gerektiği ve nasıl kontrolünün yapıldığı da hala meçhul bir konudur. Karı koca mı gitmek gerekir, yoksa karı koca ve üç çocuk mu gitmek gerekir bilemiyorum. Belki üçten az çocuğu olanlara aile bile denmiyordur artık. Ankara’da düdük ötmüş, memurlara paydos saati gelmiş. Kızılay’da otobüs duraklarında uzun kuyruklar oluşmuş, ama ortalıklarda otobüs yok. Gelenler de hınca hınç dolu, ayakta bile duracak yer yok. O da ne, üstü açık bir otobüs geliyor, içinden zil, darbuka sesleriyle eğlenen insan sesleri geliyor. Ama otobüs duraklarındaki kuyruk bir türlü azalmıyor. Durakta bekleyenler evlerine gitme telaşında, kendilerini bir otobüse atma telaşında, evine ekmek, aş götürme telaşında. Ortalama 50 TL zam almış, onun yarısını da vergiye vermiş memurun alışveriş ve festival düşünecek hali mi var? Hangi parayla alışveriş edilecek? Ekmeğinden aşından mı kıssın? Az yesin ama alışverişe mi gitsin? 38 | TAVIR | Temmuz-AğusTos 2012
Başbakanımız diyor ki “Memurun durumu çok iyi, hepsinin evinin önünde iki araba var”. Herhalde siz de duymuşsunuzdur Başbakanlık’ta çalışan bürokratların maaşının ne kadar olduğunu. Yasaya göre onlar da memur. Başbakanın da memur olarak gördüğü sadece onlar olmalı. Hayatında hiç öğretmen, işçi tanımadığı için ortalama maaşlarını bilmiyor olmalı ki böyle konuşuyor.
se “mutlaka hediye almalısın, yoksa çok ayıplanırsın” diye genel bir toplum görgüsü ile şartlandırılıyor. İnsanların yılbaşında veya anneler, sevgililer, babalar günlerinde yakınlarındakilere hediye alması empoze ediliyor. Ve insanlar da bu şekilde şartlanıyor. Yoksa ayıplanacağını düşünüyor ve kendisi de almayanı ayıplıyor. Biz de ne yapıyoruz, hediye alalım da ne olursa olsun diye ne kadar gereksiz eşya varsa onları heBildiğimiz memur ve işçi maaşıyla diye niyetine alıp etrafımıza dağıtıBaşbakanın dedikleri de olmaz. Bu yoruz. festivallerde alışveriş de olmaz. Bu kadar tanıtım reklam yapıldı, halkı- Ankara alışveriş festivalinin sonlarımız gitmedi mi bu alışveriş mer- na doğru çarşı pazara çıkmayıp kenkezlerine? Gitti tabii, en çok da bu sı- disini festivale saklayan arkadaşlarıcak havalarda serin klimalı bir yerde ma sordum “neler aldınız”. Aldığım vakit geçirmek için gitti. Alışveriş ise cevap “Her şey çok pahalıydı, gez gez pek mümkün olmadı çünkü fiyatlar- yorgunluktan başka bir şey değildi. da hiç de öyle denildiği gibi %30 Ben de aldım soluğu sosyete paza%50 ye varan indirimler yoktu. Her rında; Dinozor yoktu, ışıklı parklar şey yine pahalı, yine pahalı. İhtiyacı- yoktu, pazara gitmek için biz götümız olmayan şeyleri almamız için ya- recek bir üstü açık otobüsümüz bile pılmış bir kampanya var ortada. yoktu ama o büyük mağazalarda göÇünkü ucuz olan şeyler genel ihtiyaç rüp alamadığım her şey oradaydı. Biz malzemeleri değil, hayatımızda ol- kim, “Alışveriş Festivali” kim. Bizi anmasa da yokluğunu hissetmeyece- cak bütün fakir fukaranın gittiği ve ğimiz şeyler. dalga geçmek için ‘sosyete pazarı’ diye ad taktığı pazarlar paklar” idi. İnsanlar o büyük alışveriş merkezlerine gittiklerinde, psikolojik olarak Eğer ben de bugün bu yazıyı bitirekendilerini bir şey almak zorunda his- bilirsem, festivalden aradığını bulasediyor. Asıl ihtiyaçlara para yetme- mayan bir arkadaşımla “sosyete payince de bir şey almış olmak için en zarı”na gideceğim. Duydum ki festiucuz şeylerden alıp çıkıyor: kokulu valin en meşhur markalarının aynıdekoratif mumlar, küçük kaktüsler, larını bu pazarlarda satıyorlarmış. Payapma çiçekler, buzdolabı süsleri, kü- zarcılar “ gel vatandaş gel, dinozor çük ev aksesuarları, dolap içi koku- kalmadı ama ucuzluğun hası buraları vs. Bunları kullanmasak hayatı- da gel sen de gel” diye bağırıyorlarmızda ne eksik kalır, hiçbir şey. Ama mış. Sözün özü tüketim çılgınlığı bu sistemi öyle iyi işletiyorlar ki her- paralarını harcayacak yer bulamakesin bütçesinin yetebileceği ama ih- yanlara. Biz aldığımız kuş kadar zamtiyacının olmadığı şeyleri satarak larımızla ancak “sosyete pazarı”nın müthiş paralar kazanıyorlar. En çok yolunu tutabiliriz. o da özel günlerde yapılıyor bu, herke-
39-40 aziz yildirim_sablon 7/30/12 3:07 PM Page 39
güncel
güncel
aziz yıldırım olayı sinan gümüş
AKP ile Fethullah Gülen cemaati arasındaki iktidar savaşı hayatın tüm alanlarında hızla sürerken, kaçınılmaz olarak futbola kadar dayandı bilindiği gibi. Futbolun sadece futbol olmaması, esas olarak milyarlarca dolarlık çok büyük bir rant alanı olması, buradaki gücü elinde bulunduranı her alanda daha da güçlü kılması nedeniyle iştahları kabartıp iktidar sahiplerinin gözünü buraya dikmesini sağladı. Spordaki rantın en büyük kalelerinden biri hiç kuşkusuz ki Fenerbahçe kulübü idi. Bu kulübü ele geçirmek için önce “Şike operasyonu” yapıldı. Hedeflenen, kendileri ile doğrudan işbirliğine yönelmeyen Aziz Yıldırım’ı ve adamlarını tasfiye etmek ve yönetime kendi kadrolarını yerleştirmekti. Bu nedenle yüzlerce sayfalık iddianamel-
er hazırlandı, telefon görüşmeleri tutanakları ayrıntılı olarak ortaya konuldu. Ve Aziz Yıldırım tutuklandı. İşbirliğine yanaşmayan Aziz Yıldırım böylelikle sindirilecek ve taraftardan da uzaklaştırılacaktı. Ancak evdeki hesap çarşıya uymadı. Takımlarının başkanının haksız bir şekilde tutuklandığını ve büyük bir zulme uğradığını düşünen Fenerbahçe taraftarları Aziz Yıldırım etrafında kenetlendiler. Adeta iktidara bir meydan okuma başladı. Aziz Yıldırım’ın da sinip bir köşeye oturmaması ve bu haksızlığın ısrarla üzerine gideceğini söylemesi, iktidarla uzlaşmayan tavrı, Fenerbahçelilerin ve hatta diğer birçok kulüp taraftarının daha önce nefret etseler dahi şimdi onu adeta bir halk kahramanı gibi sahiplenmesini sağladı.
Futbolu uzun yıllar kitleleri uyutmanın aracı olarak kullanan, stadyumları koca bir beşiğe çeviren, insanların hayatının tam ortasına sadece takım sevgisini koymasını sağlayan ve böylece sömürüyü her geçen gün daha da arttıran iktidar, şimdi kendi Frankeştayn’ı ile karşı karşıya kalıyordu. Öyle bir taraftar tipi yaratmışlardı ki, başka hiçbir şeyi gözü görmüyordu. Ne sömürüyü, ne yoksulluğu… Ama bu defa farklı bir şey daha vardı. AKP ve cemaatin sabah akşam vaaz ettikleri yalanları da bir işe yaramıyordu. Ortada net bir gerçeklik vardı: Kendi takımlarına bir haksızlık yapılmaktaydı ve bu haksızlığın yöneldiği, zulme uğramış ve zulüm karşısında eğilmemiş bir insan vardı. Ve taraftarlar her yerde bunu protesto etmeye başladılar. Maçlarda pankartlar açtılar. Yürüyüşler, mitintemmuz-ağustos 2012 | taVIR | 39
39-40 aziz yildirim_sablon 7/30/12 3:07 PM Page 40
gler yaptılar. Kaldığı hapishanenin önüne toplu ziyaretler yaptılar. Mahkemelere topluca katıldılar. Ve her şeyden önemlisi tüm bunları yaparken polisle çatışmayı, gaz bombası yemeyi, gözaltına alınmayı göze aldılar… Halk olmanın onuruyla davrandılar. Burada bir yanıyla Anadolu insanın vefa duygusu, mazlum olarak, haksızlığa uğramış olarak gördüğü kişiyle dayanışma duygusu çıkıyor ortaya… Halkımızın can damarına basıldığında gözünün hiçbir şeyi görmediğini göstermesi bakımından oldukça çarpıcı bir örnek. Bir yanıyla AKP’nin halka nasıl bir düşmanlık beslediği açıkça gözler önüne serildi... Ligin son maçında Kadıköy’de oynanan Fenerbahçe-Galatasaray şampiyonluk maçının bitiş düdüğüyle birlikte, daha ortada bir protesto da yokken bütün stadyum gaz bombasına boğuldu. Polis taraftarlara azgınca saldırdı. Dört yanı duvarlarla çevrilmiş bir alana hapsedilmiş on binlerce kişi kadın-erkek, genç-yaşlı, çocuk-özürlü denilmeden bir açık hava işkence40 | taVIR | temmuz-ağustos 2012
hanesinde işkenceden geçirildi. AKP teslim alamadığı, diş geçiremediği herhangi bir gruba ne yapıyorsa burada da onu yaptı. Hakkını arayan işçilere, parasız eğitim isteyen öğrencilere, evlerini yıktırmak istemeyen kondululara nasıl davranıyorsa öyle yaptı. AKP halka düşmandı ve bir kesimi dostu gibi bile görse, en küçük bir yanlışında gaza boğmaktan, coplamaktan çekinmiyordu… AKP’nin halka düşman tutumu ve Fenerbahçe taraftarının tüm bu düşmanlığı göze alıp kenetlenmesi ülke gündeminin en üst sıralarında yerini aldı. Ancak üstünden atlanılmaması gereken bir yan daha vardı. Her ne kadar uzlaşmaz bir tutum içinde gibi görünse de Aziz Yıldırım’dan, bir futbol kulübü başkanından halk kahramanı yaratmaya çalışmak büyük bir yanılgı olur. Bu başkan da tıpkı diğer başkanlar gibi uzunca yıllar taraftarın uğradığı diğer saldırılara sessiz kalmış, futbolun bir uyutma aracı yapılmasının ve böylece AKP gibi partilerin yalanlarını propaganda edebilmesinin zeminini sağlayanlardan olmuştur. Kısacası ortaya çıkan sonucun so-
rumlularındandır. Futbol kulübü başkanlığının sağladığı maddi ve manevi kazançları saymakla bitmez. Onun savaşı, bir bakıma sahip olduğu bu büyük rantı kaybetmeme savaşıdır. Her şeyden öte, Aziz Yıldırım'ın kendisi "zenginler kulübü"nün en irilerinden biri olması, Fenerbahçe'nin taraftarının gerçek kahramanı olamayacağının göstergesidir. Taraftar ile Yıldırım ayrı sınıfın insanıdır. Aralarında uzlaşmaz çelişki vardır yani. Sınıfsal olarak da düşmandırlar. Her şeye rağmen, tahliye edilse de, alacağı cezayla yıllarını hapiste geçirme olasılığı olmasına rağmen biat etmemiş gibi görünmesi bir olumluluk olmakla birlikte, Yıldırım’a gereğinden fazla misyon yüklenerek kimse boş bir beklenti içine sokulmamalıdır. Ve taraftarın dizginlenemeyen öfkesinin polise yönelmesinin, dışarıdan bakıldığında olumlu bir şey gibi görünmesi de yanlıştır. Nihayetinde örgütsüz ve bilinçsiz bir öfkedir ve saman alevi gücündedir. Tek olumluluğu, örgütlendiğinde iktidar kavgasına da çevrilebilecek bir öfke olmasıdır. o
41-42 set işçileri_sablon 7/30/12 3:07 PM Page 41
güncel
güncel
kamera arkasında neler oluyor? güzin karaduman
Adına popüler kültür denen yozlaşma politikasının ihtiyacına cevap veren diziler artık günümüzde bir sektör haline geldi. Bizim gibi geri bıraktırılmış ülkelerde ise bu sektör de de sömürü en yoğun biçimde sürüyor. Bu konuda var olan muhalefet oldukça cılız bir şekilde kendini gösterirken dizi setlerinde ölümler, iş kazaları sürüp gidiyor.
Geceleri televizyon başına geçip heyecanla izlediğiniz dizilerin kamera arkasında neler oluyor biliyor musunuz? Her üretim sürecindeolduğugibidizifilmlerindekam-
era arkasında ve önünde oyuncusundan figüranına, set teknisyeninden ışıkçısına, makyajcısına onlarca emekçi çalışıyor. Peki hangi koşullarda?
En son bir kaç ay önce Arka Sıradakiler dizisinin setinde meydana gelen katliam gibi kazada hayatını kaybeden Selin Erdem’in sonu alenen katledilmesi ile bir kez daha gündeme geldi dizi setlerinde yaşanan vahşi ölümler, en basitinden iş kazaları. Ancak en az bunun kadar çarpıcı olan bir şey daha vardı ki, dizininyönetmeni Hamdi Alkan’ın olayı“eceli geldi”şeklinde açıklayan, hiç bir sorumluluk ve insani bir değer taşımayan sözleri idi. Üstüne de ekledi “bu işin bir realitesi vardır beğenmeyen bu iyi yapmasın”diye... Hamdi Alkan bu korkunç sömürü çarkının temmuz-ağustos 2012 | taVIR | 41
41-42 set işçileri_sablon 7/30/12 3:07 PM Page 42
sadece bir dişlisidir belki de. Ancak kaza sonrası yapığı açıklama insanlık adına bir suçtu. Kapitalizmin cilalı dünyasının ardındaki o kirli yüzdü. Kapitalizm ve onun kar hırsı belki de bu sefer onda vücut bulmuştu. Komedyen Hamdi Alkan kar hırsı ile bir canavara dönüşmüştü.
telaşıyla hızla çekilmeye çalışılıyor. Dolayısıyla buna hazırlık yapan tüm çekim birimleri makyajdan, kostümden set, ışık teknisyenleri büyük bir panik halinde çalışıyorlar. İşi kurallarına uygun yapmaya çalışan birimler “eli ağır” gerekçesiyle işten uzaklaştırılıyorlar. Bu nedenle herkes alabildiğine süratle çalışmayabakıyor. İşte tüm kazalar da bu anda oluyor.
Set işçilerinin sorunları ile ilgili yıllardır pek çok şey yazıldı çizildi. Kapitalizmin köle haline getirdiği set işçileri neler yapıyor peki?Nasılbirsömürüaltındayaşamlarını sürdürüyorlar? Asistan, ışık şefi, jimy cip, kameraman, kostüm şefi, sanat yönetmeni, set amiri, ulaşım sorumlusu... ekrandan ismi akıp geçen kamera arkasının yorgun bedenleri hangi koşullar altında çalıştırılıyorlar? Jenerikten isimleri akarken yıldızların büyülü dünyasında hem bedenleri hem de ruhları kaybolup gidiveriyor. Genç erkekler, genç kadınlar ekmek yiyorlar bu işten, insan yerine konmadan ve kapitalizmin aç dişleri arasında çiğnenerek. Hatta bunun farkında bile olmadan. O yaldızlı dünyanın içinde hayaller kurarak... Kısaca yaptığımız bir araştırmada bile çok can yakıcı sonuçlara ulaştık. En önemli sorun uzun çalışma saatleri olarak karşımıza çıkıyor. 90 dakikalık diziler için bazen 48 saate varan aralıksız çekimler, uykusuzluk, dikkat dağınıklığı, yorgunluk... 4-5 defa reklam kuşağı girebilmek için uzadıkça uzayan, sündükçe sünen diziler ekran başında milyonları tıngır mıngır sallarken işte bu dizilerin oluşmasını sağlayan, setlerde çalışan işçiler hiç bir hakları yasalar ile korunmadan sigortasız, can güvenlikleri bile hiçe sayılarak çalıştırılıyorlar. Bu korkunç sömürü altında emeklerinin karşılıkları bile ödenmiyor. Kanaldan para gelmedi, kriz var vb gerekçeler ile haftalık42 | taVIR | temmuz-ağustos 2012
ları gaspedilerek kendi emeklerinin dilencisi olmaları isteniyor. Bu koşulları beğenmedin mi? Söylemiş üstad! , “beğenmeyen çalışmasın” Yoğunbirsömürüaltındaçalışansetişçilerinin can güvenliklerine ilişkin diye getirdikleri sorunların içinde bakın neler var: “Üzerlerinde fünye patlatılan, ikinci kattan kösele ayakkabıyla atlatılan, yüzme bilmeden suya atılıp boğulma tehlikesi geçiren figüranlar, ışığın başında dururken sesini çıkaramadığı için soğuktan donarak ölen ışıkçılar, kuru sıkı tabancalar elinde patlayan set amirleri, köprülerin parmaklıklarına tek elle tutunup çekim yapmaya çalışan kameramanlar ve daha nicesi bu şizoid atmosferin içinde ölümün soğuk nefesiyle burun buruna olduklarının farkına bile varmayarak çalışıyorlar.” Berfu Şeker (bianet) Setlerde iş kazasını hazırlayan en büyük neden işi yetiştirme telaşı. Dünya standartlarında birkaç saat ön hazırlığı yapılarak çekilmesi gereken sahne, işi bir an önce yetiştirme
Setlerde aslında kaza oranı çok yüksek. Ancak bizde ölümle bitmedikçe kaza haberleri kamuoyuna yansımıyor. Dizi furyasının başladığı 90’lı yıllardan bugüne kaza geçiren, sakat kalan emekçi sayısı yüzlerle ifade ediliyor. Kötü çalışma koşullarından ötürü sağlığını yitiren ve sigortasızlıktan ortada kalanlar ise işin trajedisinin başka bir yanını oluşturuyor. Setlerde emekçiler bu acıları yaşarken tam yanıbaşlarında adlarına“figüran”denen yardımcı oyuncuların durumu ise trajedinin bir başka görünmeyen yüzü. Çok küçük paralara sözsüz roller için setlere getirilen bu insanlarla ilgili ne ciddi bir yazı bulabilirsiniz, ne de araştırma. İşin acı yanı bu kişilerin içinde bulundukları durum, onları oraya gönderen ajans sahibi başta olmak üzere kimsenin umrunda değildir. Yoğun sömürü çarkının en acımasız işlediği setlerde sorunların bu kadar ayyuka çıkmasının en temel sebeplerinden biri de örgütsüzlüktür. Set işçilerinin Sine - Sen çatısı altında kısmen bir örgütlülükleri bulunsa da bu örgütlenme çok küçük bir kesimi kapsamaktadır. İstenilene boyun eğen, işini kaybetme korkusu içinde olan set emekçilerine bugün örgütsüzlüğün bedeli ağır bir şekilde ödetilmektedir. Set işçilerinin sorunlarını anlatmaya sonraki sayılarımızda da da devam edeceğiz. o
43 ayin fotografi_sablon 7/30/12 3:20 PM Page 43
ayın fotoğrafı
ayın fotoğrafı
FOSEM
temmuz-ağustos 2012 | taVIR | 43
deneme deneme
ıhlamur kokusu, dağlar ve kahramanlar paluri arzu kal demirçi
onlar ki dünyanın son umudu soyları tükenen birer çılgındırlar ama yaşarlar dünyanın dört bir yanında ölümle alay ederler sanki
Orta Avrupa'da eskiden birçok köyde ıhlamur ağacı varmış. Merkezde bulunur, buluşma noktası olarak kullanılırmış. Ayrıca burada haber alış verişinde bulunulur, gelinler kendilerini gösterirlermiş. Mayıs başında dans festivalleri bu ağacın altında düzenlenirmiş. Köy mahkemeleri genelde yine burada kurulur, bu yüzden ıhlamur, mahkeme ağacı ya da mahkeme ıhlamuru olarak da bilinirmiş. Ihlamurlar ilkbaharın yaza dönmeye başladığı mevsimde açarlar. Umudun habercisidirler. Bugünlerde evden çıktığım gibi bir koku alıp götürüyor beni. Öyle güzel ve büyüleyici ki, nedir bu kadar güzel kokan diye etrafıma bakınıyorum. Neden sonra fark ediyorum mahallemizde birçok ıhlamur ağacı olduğunu. Büyük ve heybetli koca ıhlamurlar buram buram kokuyor şu yaz günlerinde. Ihlamur kokusu benim için çocukluğum demek, tıpkı kızarmış ekmek kokusu gibi. Sobalı evde büyüyen belki de son şanslı nesildenim. Sobalı evin zorluğu çoktur. Bir odası sıcak olur, diğerleri buz keser; külü tozu çoktur, söndü mü kolay tutuşmaz, karbonmonoksit zehirlenmesi riski vardır 44 | TAVIR | Temmuz-AğusTos 2012
ama çocuklar için eğlencelidir. Üzerinde sürekli bir ıhlamur demliği dururdu sobamızın. Bir de Lazcada k´uk´ma dediğimiz güğüm. Her daim sıcak su olur içinde, gerektiğinde kullanmak için. Her seferinde de su ilave edilir üstüne mutlaka. Babaannem fındık kırıp koyar üzerine, kavrulsun diye. Biz elma koyarız pişmesi için. Bir de sabah kahvaltılarında maşanın üzerine dizdiğimiz ekmek dilimleri. Öyle güzel bir koku kaplar ki evin içini… Mevsim kış ya, şimdiler gibi değil, bildiğin kış yaşanıyor. Yarım metre kar yağıyor mesela, alıyoruz leğenleri karda kaymaya gidiyoruz. Eve döndüğümüzde ıslanmadık yerimiz kalmamış. Ama keyfimize diyecek yok. Sobada kurutuyoruz giysilerimizi, kendimizi. Bir de kuş yakalamaya çalışırdık böyle havalarda. Bir sopaya bağladığımız ipi uzatıp pencereden içeri alıp sopanın üzerine leğeni koyup. Tabii biraz da ekmek kırıntısı. Sanki yakalayınca ne yapacaksak,
nasıl da beklerdik kardeşimle pencerede sabırla. Eğer memleketteysek yani Lazona**da, yaz akşamları bile soba yakmak istenebilir. Dağlara inen sisten yükseklerde yağmurun başladığını anlarız. Bir süre sonra da derenin suyu bulanıklaşmaya başlar zaten. Yükseklerde yağan yağmur toprağı dereye katmakta suyu bu sebeple bulanıklaştırmaktadır. Öyle birkaç saate geçer diye düşünürseniz yanılabilirsiniz. Bir başladı mı aralıksız günlerce yağabilir oralarda yağmur. Ama ben hiç şikayetçi olmam bundan. Yağmur bir coğrafyaya ancak bu kadar yakışabilir. Yeşilin kaç tonunu göreceğinizi bilemezsiniz. Tabiat canlanır, toprak kokusu yayılır bu kez etrafa. Ne güzel bir kokudur o. Güneş bir çıktı mı da hemen kurutuverir her yanı. Bu kez otlara yatıp gökyüzündeki bulutları şekillerine göre objelere benzetiriz hayal gücümüzün zenginliğince. Ben bir tanesini Prometheus’a benzetirim, ateşi
çalıp insanlara sunduğu için tanrılar tarafından Kafkas dağlarına zincirlenerek ciğerleri kartallara yedirilen ve yenen, ciğeri yenilenerek bu cezanın hiç bitmemesi sağlanan. İnsanlığa ışık tutmaktır suçu ve bu yüzden sonsuzdur cezası da. Benim bulutum hep cesur, yürekli, gözü pek kahramanlardır bu yüzden. Prometheus’tan beri cezasız bırakmamış düşman, halk için halktan yana olanları. Ama vazgeçmemişler, dönmemişler bu uğurda yola çıkanlar. Gerektiğinde ölmek de düşmanın suratına çarpılan tokat olmuş ve gelecek kuşaklara gurur ve övünç kaynağı. Ve serüvenciler düşer yollara. Benim bulutum hep kahraman…o *Şiir: Ahmet Telli **Lazona: Lazların yaşadığı yer anlamında kullanılan Lazca sözcük.
Temmuz-AğusTos 2012 | TAVIR | 45
biyografi biyografi
bir kez daha rıfat ılgaz... hasan selim
“Girdiğim çıktığım yerler tanığımdır Kapımı çalanlar gece yarılarında Okunan karlar yüzüme karşı Korkmuyorum duygusal bitişlerden Tükenen kurşunkalemler tanığımdır…’’
Böyle anlatıyor Rıfat Ilgaz kendisine tanık olan girdiği yerleri, kurşunkalemleri… Tarihin tanık olduğu Rıfat Ilgaz’ın yaşamını, yazdığı yazıları, şiirleri, romanları, öykülerini… anlatacağız şimdi…
cuk gibi okul yaşı gelmiştir. İlkokulun altı yılını Terme’de bitirir. Mehmet için artık yolculuklar başlamıştır, ilk yolculuğu ise Kastamonu’ya, ablasının yanınadır. Ortaokulu okumak için çıkar yola. Bir yandan okulunu okurken öte yandan daha sonraki yıllarda yazacağı romanlarına konu olacak olayları bu okulda yaşar Mehmet. Kitabının ismini ise ‘Hababam Sınıfı’ koyacaktır.
7 Mayıs 1911’de bir çınar filiz verir Kastamonu topraklarında, bir çınar ki rüzgâr estikçe tohumuna, toprağına sarılan. Babası Vehbi Bey ve Annesi Fatma Hanım, Mehmet Rıfat koyarlar çocuklarının yedincisi olan bebeklerinin adını. Meh- Çok kitap okuyan bir genç olduğu için met’in çocukluğu Kastamonu’nun Cide ona ‘’romancı’’ demeye başlarlar, daha sonra her nasıl olmuşsa bu romancı ismi kasabasında geçer. ‘’ormancı’’ya evrilmiş ve halk arasındaÇocukluk dedik ya her çocuğun bir ilgi- ki ismi ‘’ormancı’’ olarak kalmış. Yazdığı si olur, Mehmet’in çocukluğundaki ilgi- ‘’Sevgilimin Mezarında’’ adlı ilk şiiri Kassi ise öykülerdir. Daha çocukluk yılların- tamonu’da çıkan bir gazetede yayımlada boy verir öykülere ilgisi. Babasının ve nır. ağabeyinin evde sesli şekilde okuduğu Kerem ile Aslı, Asuman ile Zeycan gibi O dönemde Kastamonu’da çıkan Açıköyküler ilgisini arttırır. Zaman geçer, göz, Güzel İnebolu, Güzel Tosya, Nazikgeçtikçe Mehmet büyür yaşamın bırak- ter gazetelerinde şiirleri yayımlanır. tığı izlerle... Ve artık Mehmet’in de her ço- Gülmece öyküleri ise Çalçene’de ya-
46 | TAVIR | Temmuz-AğusTos 2012
yımlanır. Mehmet 1928 yılında Muallim Mektebi’ne girer. Nazım Hikmet’in şiirlerini okumaya başlamıştır artık. Nazım’ın 835 Satır adlı şiir kitabını okur ve etkilenir. Bundan sonradır ki yazdığı şiirleri, yazıları beğenmemeye başlar. Şiirinin başka bir çizgisi olmalıdır diye düşünür. Yazdığı şiirler halkı, halkın sorunlarını anlatmalıdır diye düşünür. Çok geçmeden Mehmet Kastamonu Muallim Mektebi’ni bitirir. Bu yıllar Mehmet ismini de son olarak kullandığı yıllar olur. Mehmet, Gerede Misakı Milli İlkokulu’na öğretmen olarak atanır, 1931 yılında o okulda öğretmen olan ve evlilikleri kısa sürecek olan Nuriye Hanım ile evlenir. Adını Gönül diye koydukları bir kız çocukları dünyaya gelir. Yolculukları başlamıştır demiştik, Mehmet artık yolcuydu, bu seferki yolculuğu ise atandığı Akçakoca’dır.
Adapazarı’nda askerliğe başlar ve askerliği bitirdikten sonra olduğu yerde göreve başlar. Yedek subay okulunda daha genç bir şair olan Kemal Tahir ile tanışır. Genç şairler Geçit dergisinde bir araya gelmektedirler. 1934 yılında dönem değişir ve Soyadı Kanunu çıkar. Bütün çocukluğunu, okul yıllarını, edebiyata ilgi duymaya başladığı yılları Kastamonu’da yaşayan Mehmet, Kastamonu’yu andıracak, Kastamonu’nun yüce bir dağının ismini almak ister. Artık Mehmet Rıfat değil Rıfat Ilgaz vardır… Yeni ismi ile birlikte yeni bir hayatı da başlar artık Rıfat Ilgaz’ın, 1935’te Gümüşova’da başöğretmenlik yapmaya başlar, ertesi yıl da Gazi Enstitüsü Türkçe Bölümü’ne girer ve 2 yıl sonra tüberküloz hastalığına yakalanır. Ve artık Adapazarı’nda ortaokula Türkçe öğretmenliği yapmaya başlar. Bu süreçte hastalığının ilerlemesi sebebiyle İstanbul’da Sanatoryum’da yatar, bundan 1 yıl sonra eşi Rikkat hanım ile hayatlarını birleştirirler. İstanbul’a sanatoryuma yatmak için sürekli gidip gelmeye başlayınca öğretmenliği orada yapmak için atanmasını ister, atanması kabul edilir ve Karagümrük Ortaokulu’na atanır. Bu sırada
Nazım Hikmet ile karşılaştığı bir gün olur ve Nazım’ın şiirlerini ‘’İbrahim Sabri’’ imzası ile yayımlıyordu.. 1940 yılında adını Aydın koydukları çocukları dünyaya gelir, yine atanması çıkar ve 1943 Kasım’ında Nişantaşı Ortaokulu’na atandı. Rıfat Ilgaz’ın Ailesi Tosya’da yaşıyorlardı ve Tosya bir depreme tanık oluyordu, bunun üzerine Rıfat Ilgaz annesi ve ağabeyini görmek üzere Tosya’ya gitmek istedi. Orada kaldığı süre zarfında akciğer iltihaplanmasına yakalandı. 1943 yılında ‘’Yarenlik’’ adlı şiir kitabını çıkarır, ertesi yıl ise(1944) Bakanlar Kurulu tarafından toplatılan ‘’Sınıf’’ kitabını yayımlar. Toplatılan kitapta mahkemece yargılanma kararı da vardır. Ilgaz bunu biliyordu ve fakat hastalığı nedeniyle bir süre dışarıda kalması gerekiyordu. Dışarıda kaçak geçirdiği iki buçuk aylık bu dönemi ‘’Karartma Geceleri’’ adlı kitabında konu alır. Bu süre sona erdikten sonra 24 Mayıs günü Polise teslim olur ve Tophane’deki askerî cezaevine gönderilir. Ilgaz için artık zorlu yolculuklar başlamıştır, bilirkişinin kitapta suç olmadığını bildirmesine rağmen Rıfat Ilgaz 10 Ağustos 1944’te 1 No’lu Örfi İda-
re Mahkemesi’nce altı ay hapse mahkûm edilir. 6 ay sonunda cezaevinden çıktıktan sonra hastalığı tekrar boy vermiştir ve daha önce Yakacık Sanatoryumu’nda kaldığı gibi bu seferde Sanatoryum’da yatmak için Heybeliada’ya düşmüştür yolu. 1946 yılında tekrar öğretmenlik yapmak için Boğazlıyan (Yozgat) Ortaokulu’na atanır. Burada görevini 2 ay süre ile yaptıktan sonra o sırada görülmekte olan ve siyasal bir nitelik taşıyan ‘Hasan Ali Yücel–Kenan Öner’ davası dolayısıyla mahkemeye gönderdiği tanıklık mektubu, Milli Eğitim Bakanı Reşat Şemsettin Sirer’i kızdırmış olmalı ki işine son verilir; 1947 Haziran’ında öğretmenlikten ve sanatoryumdan çıkarılır. Yine Kasım ayı içerisinde Aziz Nesin ile birlikte Markopaşa adlı mizah gazetesini yayınlamaya başlarlar. Markopaşa o dönemde oldukça ilgi gören bir gazete olur. 29 Ekim 1948 – 30 Ocak 1949 tarihleri arasında Markopaşa gazetesinin sorumlu müdürlüğünü üstlenir. Markopaşa’nın yönetimine dönemin aydınları olan Aziz Nesin, Sabahattin, Mim Uykusuz’da katılırlar. Bu gazete sürekli kapa-
Temmuz-AğusTos 2012 | TAVIR | 47
ve şiirlerini kendi adı ile yayınlayabilme rahatlığını yaşar. Bu süreçte Akbaba, Vatan, Yeni Gün, Yeni Ulus yayın organlarında ve edebiyat dergilerinde devamlı olarak yazmaya başlar. Bu arada Sınıf Yayınları’nı kuran Rıfat Ilgaz bu Yayın ismi ile kitaplarını yayımlar. 1944 yılında kaçak yaşadığı bir süreç olmuştu. Rıfat Ilgaz yıllar sonra 1974’te ‘’Karartma Geceleri’’ adlı bir kitap yayınlar ve bu kitap o süreci anlatan bir kitap olur. Rıfat Ilgaz’ın emeklilik zamanı gelmiştir ve basından emekli olur.
tılan bir gazetedir, bundan dolayı Ma- yanlar çıkar yoluna. Eylül 1948’de bu şiir lumpaşa, Merhumpaşa, Alibaba, Yedi Se- kitabı da toplanır. kiz Paşa ve Hür Markopaşa gibi isim değişikliğine uğrar. Ocak 1953’te ‘’Devam Şiirleri’’ kitabını yayınlar, bu kitap da toplatılır, hakkında koRıfat Ilgaz bu gazetede yayınlanan bazı vuşturma açılır. 1950’li yıllarda ise gazeyazılarından dolayı birkaç kez tutuklu- tecilik yapmaya başlar. Rıfat Ilgaz artık luk yaşar. Ama ne yaşadığı tutukluluk- bazılarınca çok tehlikelidir, bundan dolar ne de daha genç yaşlarında kendisi- layı gazeteler, dergiler Rıfat Ilgaz İmzane yapışıp yakasını bırakmayan hasta- lı yazılara yer vermez. 1952-1960 yıllalık Ilgaz’ı yavaşlatmaz. Cezaevinde rı arasında Tan Gazetesi’nde düzeltmahkûm olarak yatıyordu ama dediği- men, dizgici, röportaj yazarı olarak çamiz gibi Ilgaz’ın peşini bırakmayan bir lışmaya başlar. Turhan Selçuk ve İlhan hastalığı vardı. Bunun için senatoryum- Selçuk’un çıkarmış oldukları ‘’Dolmuş’’ da yatmak üzere rapor alır. dergisine 2 aylık bir gecikme ile başladığından dolayı seçtiği ‘’Stepne’’ takma Daha sonra Demokrat Parti’nin iktidara adı ile yazılar yazmaya başlar. gelmesi ile birlikte genel af duyurulur. Ilgaz’da bu aftan yararlananlardan biri Rıfat Ilgaz’ın Hababam Sınıfı, Donkişot olarak cezaevinden ayrılır. Yazmaya baş- İstanbul’da, Bizim Koğuş (Pijamalılar)’ı ladıkta hemen sonra seçmiştir sınıfını bu bu dergide yayınlanır. Hababam Sınıfı’nı yüzden yaşadığı zorlukları aşmak, yolu- ise isminin tehlikeli olması nedeniyle na devam etmek zor olma. Yorulmadan ‘’Yedek Lastik’’ olarak yazar. “Yine Üskübaşlar yine yazmaya Rıfat Ilgaz. ‘’Yaşadık- dar’da Sabah” oldu adlı kitabı Tan Yayınça’’adlı şiir kitabıyla koyulur yola bu ları’ndan çıkar. 1961 Anayasası yürürlükez. Ve yine korkularından boş durama- ğe girer ve artık nihayet Rıfat Ilgaz yazı 48 | TAVIR | Temmuz-AğusTos 2012
Emekli olur olmasına ya, yine bırakmaz düşünmeyi, düşündüğünü yazmayı. 1975 yılında Cide’ye çocukluğunun, gençliğinin geçtiği, edebiyata ilk adımlarını attığı memleketine yerleşmek ister. Cide’ye gitmek istemesi üzerine ise Asım Bezirci’ye şunları söyler: ‘’ Köşe yazarlığına biraz ara vermek, yaşamımı bölümlere ayırarak romanlaştırmak istiyordum. Orası doğduğum ve sevdiğim yerdi. Anılarımı orada daha kolay tazeleyebilirdim...’’ Ve Artık Rıfat Ilgaz Cide’dedir. Doğduğu, sevdiği yerdedir. Basından emekli olup gelmiştir Cide’ye ama dedik ya, o bırakmaz yazmayı. Burada da Cide Postası Gazetesi’nde başlar yazmaya. Sarı Yazma adlı öyküsünü bu sıralar yazmıştır. Ilgaz Cide’de köyleri dolaşır, köylülerle sohbet eder, sorunlarını dinler ve çözüm bulmaya çalışır. Yaşamını ve yazarlılığını burada sürdürür. 28 Ağustos 1980’de oturduğu evin karşısında bulunan yıkıntıya ‘’Rıfat Ilgaz, bu apartmandan çıkarılmazsa 31 Ağustos gecesi taranacak’’ diye bir pankart asılı olduğunu görür. Mayıs 1981’de gözaltına alınır, gözleri bağlı bir şekilde Kastamonu’ya götürülür. Burada sorguya çekildikten sonra hastalığı sebebiyle tutuklu şekilde Ballıdağ Sanatoryumu’na gönderilir, Ilgaz bu sıralar 70 yaşındaydı.
Tutukluluğunun sona ermesinden sonra oğlu Aydın Ilgaz’ın yanında yaşamını sürdürmek ister ve İstanbul’a oğlunun yanına yerleşmek için çıkar yola.
Fırıl fırıl alıcı kuşlar tepende Benden geçti mi demek istiyorsun? Aç iki kolunu yanına korkuluk ol!
Geceleri, Karadeniz’in Kıyıcığında, Yıldız Karayel, Halime Kaptan, Apartman Çocukları, Pijamalılar, Geçmişe Mazi
Hayatının kalan kısmını İstanbul’da geçiren Ilgaz 7 Temmuz 1993 günü yaşamını yitirir. Onurlu bir aydındır Rıfat Ilgaz, onurlu bir aydın olmanın bilinci ile yaşar ve onun gerekliliğini yerine getirir. Bu bilinçledir ki 1968’de ‘’Aydın’’ kesime bir eleştiri olarak yazdığı şiirde şunları söylemiştir… … Tam çağında ise başlamanın doğan günle Bul içine tükürdüğün kitapların yeniden Her satırında buram buram alın teri Her sayfası günlük güneşlik Utanma suçun tümü senin değil Yırt otuzunda aldığın diplomayı Alfabelik çocuk ol Yollar kesilmiş alanlar sarılmış Tel örgüler çevirmiş yöreni
Aynı zamanda Rıfat Ilgaz hayatının son dönemlerinde, Grup Yorum elemanlarına; “imzalı şiir kitabını hediye ederek, bir tanesini bestelersiniz umarım.” dediğini unutmayalım. Rıfat Ilgaz’a ‘’Kendisini’’ örnek alabileceğimiz bir aydın olarak bize miras bıraktığı için teşekkür borçluyuz. Teşekkür ederiz Koca Çınar. o
OYUN-ÖYKÜ Hababam Sınıfı İcraatın İçinde, Hababam Sınıfı Uyanıyor, Hababam Sınıfı Baskında, Hababam Sınıfı Sınıfta Kaldı, Rüşvetin Alamancası, Nerde O Eski Usturalar, Çalış Osman Çiftlik Senin, Hoca Nasrettin ve Çömezleri, Sosyal Kadınlar Partisi, Don Kişot İstanbul’da, Şeker Kutusu, Garibin Horozu, Radarın Anahtarı, Dördüncü Bölük
Rıfat Ilgaz’ın Yapıtları: ŞİİR Yarenlik, Sınıf, Yaşadıkça, Devam, Üsküdar’da Sabah Oldu, Soluk Soluğa-Karakılçık, Güvercinim Uyur mu, Kulağımız Kirişte, Ocak Katırı Ala ROMAN Hababam Sınıfı, Sarı Yazma, Karartma
ÇOCUK Öksüz Civciv, Küçükçekmece Okyanusu, Cankurtaran Yılmaz, Kumdan Betona, Bacaksız Kamyon Sürücüsü, Bacaksız Sigara Kaçakçısı, Bacaksız Paralı Atlet, Bacaksız Okulda, Bacaksız Tatil Köyünde o
Temmuz-AğusTos 2012 | TAVIR | 49
kitap kitap
kurdu öldürmek için çağlar mirik
Geçtiğimiz yüzyılın en görkemli ve önemli olaylarından biri de kuşkusuz Küba Devrimi’ydi. 1959 yılında Batista diktatörlüğüne karşı Fidel Castro ve yoldaşlarının önderliğinde, Küba halkının devrimi başarıya ulaştı. Devrimin önderleri dünya halklarının kalbinde yer edindi. Bu önemli olay, Latin Amerika edebiyatına nasıl yansıdı? Küba Devrimi ile edebiyatı arasında nasıl bir etkileşim oldu? Ülkemizde Sovyet Devrimi’ni anlatan çok sayıda roman çevirisi olmasına karşın Küba Devrimi’ni romanlardan okumak bu kadar olanaklı olmadı. Küba’nın emperyalizme karşı olan mücadelesi Jose Marti’yle başlar. Gerek Ernesto Che Guevara ve gerekse Fidel Castro bunu yeri geldik50 | TAVIR | Temmuz-AğusTos 2012
çe dile getirmiş ve Jose Marti’yi saygıyla anmışlardır. On dokuzuncu yüzyılın sonları olan bu tarih –Jose Marti’nin emperyalizmi teşhiri ve mücadelesi- aynı zamanda devrimci Latin Amerika edebiyatının da tarihidir. Jose Marti’nin şiirleri İspanyolca konuşulan tüm ülkelerde, halkların kurtuluş savaşlarında meşale olmuştur, bayraklaşmıştır. Kübalı yazarlar diktatörlükler karşısında kendi kabuklarına çekilmemişlerdir. Küba’nın kanlı tarihini yazan faşistlerin başında gelen General Machado diktatörlüğüne karşı mücadelenin de ön saflarında yer aldılar. Yazarlar ve ozanlar korkusuzca mücadeleye katıldılar. 1920’li yılların yazar kuşağından,
ozan R. Martinez Villien daha sonra Küba Komünist Partisi’nin yöneticilerinden birisi olacaktır. Çağdaş Küba şiirinin en büyük ustası Nicolas Guillen’in şiirleri de 1930’larda toplumsal içerik taşımaktaydı. Machado diktatörlüğüne karşı savaşa etkin katılan Aleho Carpentier’in, Yeryüzü Egemenliği ve Yitmiş İzler gibi romanları çağdaş Latin Amerika edebiyatının önemli eserleri arasındadır. Bu gelenekten gelen Küba yazarları sonraki dönemde de yetişmiştir. 1959 devriminin başarıya ulaşması Küba edebiyatının devrimci bir çizgide güçlenmesine olanak yaratmıştır. Küba’nın Nicolas Guillien’in yanı sıra, Navarro Luna, F. Jamis, Fernandez Retamar gibi ozanları; Soler, Gonçalez de Cascorro, Garda, Otero
gibi Küba halkının mücadelelerini anlatan öykü ve roman yazarları da vardır. Ancak 1952’de Batista diktatörlüğünün ülkede egemen olmasıyla çok sayıda yazar da ülkesini terk etmek zorunda kalmıştı. “Para Matar Al Lobo” (Kurdu Öldürmek İçin) romanı ise hem kurgusu ve tekniği hem de gerçekliği açısından ilgi çekiyor. Kitabın yazarı Julio Travieso 1940 doğumludur ve 1967 yılında yayınlanan Savaş Günleri adlı öykü kitabı Granma Yayınevi ödülünü kazanmıştır. Kuzular Şarap İçiyor başlıklı bir öykü kitabı daha bulunan Julio Travieso’nun Kurdu Öldürmek İçin adlı kitabı 1976’da Havana’da yayınlanmıştır. Bu roman, Batista diktatörlüğüne karşı savaşan Küba gençliğinin yaşamından bir kesittir. Kitapta anla-
tılan olaylar aynı zamanda yazarın özgeçmişi niteliğindedir. Romanın kahramanları yazarın da içinde yer aldığı “26 Temmuz Hareketi” adlı illegal öğrenci örgütü içinde omuz omuza çarpıştığı genç insanlardır. O dönemde devrimci eylemlere kalkışan Havanalı öğrencilerin siyasal bilinci yetersiz, hatta yaşam tecrübeleri bile yok denecek kadar azdır. En fazla yirmili yaşlarında olan ama çoğu lise çağındaki bu genç insanlar, her şeyi Batista’ya karşı savaşırken öğrenirler ve bu mücadelenin ne denli karmaşık ve güç koşullarda yürütüldüğü açık yüreklilikle anlatılıyor romanda. Gençlerin pek çoğu silah elde veya diktatörlüğün zindanlarında yaşamlarını yitirdiler. Onlar bu savaş bilimini acımasız düşmanın karşısında savaşarak öğrendiler. Çünkü onlar için “önemli olan, Batista düşürülünceye kadar
mücadeleyi sürdürmektir.” Siyasal bilinçleri de bu şekilde gelişmiştir: “Sokaktan yükselen tiz fren gıcırtıları sesini boğdu. Kadın yavaşça: - Polis, dedi. Herkes ayağa fırladı; tabancalarını çektiler. Garcia sakince kalktı, sigarasını attı ve ‘M-1’ ine sarıldı. Sokaktan gürültüler ve açılıp kapanan araba kapılarının sesleri duyuldu. - Pencereden atlayın! Alt taraf bitişik evin damına çıkar. Ben sizi koruyacağım, dedi Garcia. Otomatiğin namlusu panjurlar arasından dışarı çevrildi.” (Sf: 16) “Miranda merdivenden aşağı indi, basamakları yine ikişer – üçer atlayarak. Kendi kendine: Sonunda mekanizma işletildi, diye düşündü. Şimdi ise suikast düşünülmeli, her şey, akıntıya kürek çekmeye öylesine benziyordu ki.” (Sf: 24) Julio Travieso soğuk bir gözlemci gibi değil, tutkuyla yazmış romanını. Olayların örgüsünde ve zamanlamada sinema tekniğini kullanıyor yazar. En merak edilen, en tedirgin eden bölümü sonlandırmadan başka bir sahneye kayıyor olaylar ve ileride yeniden devam ettiriliyor geçmişte kalan olay. Böylelikle bir an evvel okuma hırsı kaplıyor okuru. 205 sayfalık bu romanda yazın tekniğinin de birçok yönü kullanılıyor. Roman kahramanlarının yaşamı üçüncü kişinin ağzından anlatılırken bu kahramanlardan biri de tuttuğu günlüklerle katılıyor anlatıya ve zaman zaman da olayların akışı kesilerek, Batista cellatlarının devrim sonrasındaki mahkeme ifadelerinden parçalar veriliyor. Bu, roTemmuz-AğusTos 2012 | TAVIR | 51
mandaki gerçeklik duygusunu, akıcılığı bozmaksızın ve belgesel bir kuruluğa düşmeksizin romanı güçlendiriyor: “Bana kaburga kıran derler ama asıl adım Francisco Delgado. Onu sürükleyerek getirdiklerinde, oradaydım. Onu Guahiro getirdi, yol boyunca tekmeleye tekmeleye. Kim olduğunu sordum; Bechucco onun devrimciler arasında büyük bir balık olduğunu anlattı. Albayın odasına götürdüler. Az sonra çavuş beni aratmış. Bilirsiniz, stenodan anlarım biraz, çoğu zaman sorgu sırasında not tutarız. Oturdum, kalemi elime aldım, kayıtlara başladım. Bağırtılar mı? Yoo… bağırtıları kaydetmiyordum elbette. Yalnız itiraflar. Bu sorgulardan tiksiniyorum ama geçim dünyası, oğullarıma ekmek parası kazanmalıydım. (…) Ha ne diyordum… Çavuş orada koltuğa kurulmuş oturuyor, sorguyu yürütüyordu. Başkalarına benzemezdi o, hani böylesi sorgulardan sonra aklını yitiren, tutukluya soru sormayı bile unutanlardan değildi. Onlar sadece vurur vurur vururlardı, tutuklu ‘parçalanıncaya’ kadar. Hatta bazen ölmüş birine bile soru sorulmaya devam edildiği olurdu.” (Sf: 45 ve 47) “Gustavo bir karşılık vermeden bakıyor ona. Ne diyebilir ki? Düşünmeye devam ediyor: “İnsan nasıl oluyor da canavar kesilebiliyor, böylesine sadist olabiliyor? Böyleleri için adam öldürmek bir zevk olmalı, bir kadınla yatmak gibi. Hayır, anlamsız bu. Zevk için insan öldürülemez. Acı veriyor işkence ediyorlar, evet ama öldürmek, hayır… olamaz. Herhalde bir zevkin tanığı olanı yok etmek, işkencenin canlı anısını ortadan kaldırmak için… 52 | TAVIR | Temmuz-AğusTos 2012
Ama zaten ölmüş bir insan ne diye Travieso’nun romanını okurken devrim öncesinde Küba’daki boğuasılsın?” cu polis rejiminin atmosferini du- Öldürmek, yok etmek, bu onların yacak; kişisel sorunları, sevdaları, yaşam biçimidir, diyor Gustavo. bunalımları, karmaşaları, taptaze İrene söylediklerini iyice seçemiyor, gençlikleri ve inançlarıyla, akıl almaz işkenceler önünde yiğitçe didinliyor onu. renen bir kuşağın, halkların öz- Evet, diyor, evet. Ama kardeşim gürlüğü ve yeni bir ülkenin kuruölmüş, cellatlarıysa kıllarına bile do- luşu uğruna verdikleri mücadeleyi sarsılarak okuyacaksınız.. Kitap kunulmadan yaşamakta. bu yanıyla yazının başındaki soruGustavo önce İrene’ye cevap ver- lara tek başına bile cevap verebilecek niteliktedir. miyor, sonra alçak sesle: - Biliyor musun, enstitüde dev- ( Kurdu Öldürmek İçin , Julio Travierimci bir hücre eyleme geçti, diyor. so - 205 Sayfa, Yar Yayınları ) Kardeşinin öcünü alacağız. Sen de hücremizde çalışarak bize yararlı olabilirsin.” (Sf:127 - 128)
biyografi biyografi
latin amerika’nın ezgili soluğu: eduardo galeano mete sırmacı
Öyle duracaksın ki İnsanlığın orta yerinde Gelip geçen bakacak Vicdanı hatırlayacaksın
le kaleme aldığı Latin Amerika'nın Kesik Damarları adlı eseriyle tanımıştır. Bunun yanında tarih, güncel politik gelişmelerden, sanata, spordan edebiyata kadar geniş bir yelpazede yazıları da vardır. Yazmış olduğu her bir yazısını halklar cephesinden yazmış, onların sesi olmuştur. Ezilenlerin, sömürülenlerin, horlanıp yok sayılan, asimile edilen yerli halkların vicdanıyla yazılarını yazandır. En çok malı,mülkü olanın değil, gençlerin, yoksul gecekondu halklarının sokaktaki çocukların, emekçi kadınların haykırışıdır o.. Edebiyat aynı zamanda halkların tarihini unutturma çabasına karşı çıkmanın yazınsal bir ifadesidir. Egemenlerin tarih anlayışlarına karşı bir isyandır. Hakikatin ısrarla hatırlatılmasıdır. Bu hatırlatmanın bir adı da odur. Ezilenler, sömürülenler, devrimci ve sosyalistler onu edebi bir dil-
Kendisini alkışlamak isteyen burjuvaziye güvenmez. Çünkü o alkışlayanları "bizi bazen bizi zararsız bulanlardır" diyenlerdendir. Ve bundan dolayı burjuvazinin değil halkın övgülerini almanın çabasındadır. Hayata da halkın gözü ve vicda-
nıyla bakar. Adaletsizliğe, ikiyüzlülüğe karşı adaletin ve hakikatin sesi olur. Halkın direngen tarihini, yaşadıklarını edebi bir dille anlatmanın çabasındadır. Sivriltilmiş kalemiyle emperyalizmin ve işbirlikçilerinin gözüne sokarcasına onları rahatsız eder. Ki o onursuz bir barışa hayır derken "adaletsizliğe karşı kutsal isyan hakkına ve onun uzun Şili haritasındaki halk direnişleri tarihi kadar uzun tarihine evet" diyenlerdendir. Ve bunun için Tupac Amarular’dan Bolivarlar’a, Zapatalar'dan J. Martiler’e, Sandinolar’dan F. Martiler’e uzun, direngen bir tarihi sahiplenir. Eserlerinin toplamında direnmekten başka yol yoktur mesajını veren onurlu bir aydındır. Halklarını ülkelerin emperyalizm tarafından kesilen damarını yazarken, isyancı damarını unutmaz. temmuz-ağustos 2012 | taVIR | 53
"Namuslu olmak zorundayım" diyerek kalemine sahip çıkan, halkın vicdanı olmayı sürdüren, Latin Amerika edebiyatının şiirsel soluğu Edvardo Galeano'dan başkası değildir. Futbolcu Olamayan Çocuk.. Edvardo Galeano 3 Eylül 1940 günü Uruguay'ın başkenti Montevideo'da dünyaya gelir. Kendi deyimiyle ilk ağlaması "gooool" diyerek olur. Çünkü Uruguay'da dünyaya gelen her bebek böyle ağlarmış. Latin Amerika'nın bu küçük ülkesinde futbolun büyük bir yeri vardır. Çocuklar futbolcu olma hayalleriyle büyür. Futbolun böylesine etkili olmasında ilk Dünya Kupası'nın yapıldığı ve kupayı kazanan ilk ülke olmasının etkisi büyüktür. Galeano da her çocuk gibi futbolcu olmak ister. Fakat olamaz. Sonraki yıllarda neden futbolcu olamadığını, “tahtadan bir bacağım vardı sanki! O yüzden başka çarem kalmadı, ayağımın yapamadığını elimle yapmaya çalıştım. Bu yüzden futbol üzerine bir kitap yazdım." diye anlatacaktır.
54 | taVIR | temmuz-ağustos 2012
Futbolcu olamayacağını anlayan Galeano farklı işler yapmaya başlar. Resim ve karikatür yapması işte bu çocukluk ve ilk gençlik yıllarına denk düşer. Resim ve karikatürleri dergilerde yayınlanır. Özellikle resmi severek yapar. İlk siyasi karikatürünü 14 yaşındayken Sosyalist Parti'nin haftalık yayınladığı El Sol dergisine gönderir. O günlerde henüz Galeano değil, Güis adını kullanır. Galeano annesinin soyadıdır. Büyük dedesi Avrupa'dan göçüp Uruguay'a yerleşenlerdendir. Babası çiftlikle ve oynadığı futbol bahsiyle geçimini sağlayan orta halli bir ailedir. MARCA onun okulu olur Galeano, "okulda hiçbir şey öğrenmedim ve oradan hiç hoşlanmadım" diyerek andığı okulunu 16 yaşında terk eder. O artık erkenden büyümüş ve hayatını kazanmak zorunda kalmıştır. Fabrikada işçi, banka memurluğu, fatura tahsildarlığı yapar. Çalıştığı günlerde orda kalan vakitlerde yazmaya çalışır. Gazeteciliğe başladığında düzenli yazmaya başlayacaktır. Yazdıkça yazının önemi ve etkisini daha fazla fark eder.
Henüz yirmi yaşlarında ülkede tanınmış bir dergi olan Marca’da çalışmaya başlar. Marca, 1939'da kurulup 1974'te faşist diktatörlük döneminde kapatılana kadar yayınlanmış bir dergidir. Yazı işleri müdürü Onetti'tir. Onetti ile tanışması dergide çalışmasına ilk adım olur. Dostlukları ölümüne değin sürer. Ki o da darbeden sonra ülkesini terk edenler arasındadır. Galeano ondan söz ederken "çok şey öğrendim Onetti'den. Bana yaşamayı hakkeden kelimelerin sadece sessizlikten daha iyi kelimeler olduğunu öğretti" diyerek anacaktır. 60'ların sonları ile 70'li yılların başlarında politik mücadele giderek yükselir. Dönem silahlı mücadelenin en yüksek olduğu yıllardır. Uruguay da bu gelişmelerin dışında değildir. Emperyalizm ve oligarşiler gelişmelerden rahatsızdır. Ordu politik sürece müdahale etmeye başlar. CIA'nın organize ettiği bir darbeyle de yönetimi ele geçirir. O yıllara ilişkin gerek ülkesi ve gerekse Latin Ame-
rika'ya ilişkin şunları söyleyecektir: "Latin Amerika'da, 1960'lı ve 70'li yıllarda askerler darbelerle iktidarı ele geçirdiler. Politik yolsuzluklara son vermek için, mutlak iktidarın sağladığı kolaylıklar ve her gün çok erkenden kalk borusuyla işe başlamalarının getirdiği verimlilik sayesinde politikacılardan kat kat fazla çaldılar. Kan, kin ve korku yılları: Yerel gerillaların şiddetine ve uluslar arası kızıl kâbusa son vermek için silahlı kuvvetler işkence yaptı, tecavüz etti, katletti. Bu, büyük bir insan avıydı. İnsanoğlunun adalet duygusunun her dile getirilişi, ne denli yumuşak olursa olsun cezalandırıldı." (Tepetaklak-syf:188) Galeano da cuntanın tutukladıkları arasında yer alır. Kısa süre sonra ise pasaportu verilmeden sınır dışı edilir. Çok sevdiği Montevideo'dan ayrılıp Arjantin'e gitmek zorunda kalır. Latin Amerika'nın Kesik Damarları "Uluslar arası işbölümü sonunda bazı ülkeler kazanırken bazı ülkeler de kaybediyor. Hep kazananlarla hep kaybedenler. Bizim bugün Latin Amerika diye adlandırılan toprağımız, kendini hep kaybetmeye adamış durumda. Rönesans Avrupalıların dişlerini boğazımıza geçirmek üzere okyanusa atıldıkları uzak çağlardan beri böyle bu. Yüzyıllar geçti aradan. Ve bütün bu süre boyunca Latin Amerika, ganimetleri, altınla örülü vadiler, gümüşle kaplı dağlar karşısında hayal gücünün şaşkınlığa düştüğü o eski harikalar diyarı değil artık elbette. Ama bölge hizmetçi durumunu koruyor. Yabancı gereksinimlerin hizmetinde olmaya devam ediyor(…) Kesik damarların kıtasıdır Latin Amerika. Keşfedildiği günden beri burada her şey, önce Avrupa, daha sonra Kuzey Amerika sermayesine dönüşmüş ve uzaktaki iktidar merkezlerine öylece bürünmektedir. Her şey, bütün her şey: toprak ve tüm ürünleri, zengin madenlerle dolu toprak altı insanlar, insanların üretim ve tüketim güçleri, tüm doğal ve insani kaynaklar…"
Bugün bile hala güncelliğini korumaya devam eden Latin Amerika'nın Kesik Damarları adlı eserine işte bu cümlelerle başlar Galeano. Bu kitabı yazmak için 4 yıl geceleri kitap okuyup gündüzleri çalışmak zorunda kalmıştır. Eser sadece düz bir tarih kitabı değildir. Kitabı yazarken duygularını katarak yazmıştır. Sömürgecilerin zulmünü, kıyıcılığını, barbarlığını, medeniyet götürme adı altında yerli halkı nasıl soykırıma uğrattığını gösterir. Halkların öfkeli haykırışı, onların vicdanı ve sesi olur. Sadece kıtanın kesik damarları anlatılmaz, aynı zamanda halkların isyan damarını da gösterir. Ezilen, sömürülen, soykırıma uğrayan halkın sömürücü egemenlere karşı direniş destanlarını unutmaz. Onları saygıyla anar, Tupoc Amora'dan Sandıno'ya, Zapatalar'dan Martilere kadar yurtsever, devrimci ve halkçı önderlerin yaşamlarını geleceğe aktarıp, bu soylu tarihe sahip çıkar. Galeano, Latin Amerika'nın Kesik Damarları ile salt bir tarih anlatmaz. Tarih aynı zamanda bugüne bakıştan ayrı değildir. Egemenlerin bize anlattığı tarihi kabul etmez. Tarih olmuş, geçmişe ait bir şey olarak görmez. Galeano işte bu tarih anlayışına karşı çıkar. "Tarih bize mumya gösterilir gibi, tanıdığımız, sevdiğimiz ve acısını çektiğimiz gerçeklikten uzak zamandan kopmuş tarihler ve veriler olarak öğretilir (…) Olabileceğimizden habersiz olalım diye olduğumuz şey bizden gizlenir ve bize yalan söylenir." Galeano tarihe böyle baktığı içindir ki aradan onlarca yıl geçmiş olmasına rağmen eseri hala güncelliğini korur. Okurken güncellikle bağını kurmak daha kolay olur. Tarihte yaşananları unutmadığı gibi unutturma çabalarına da izin vermez. Bu anlamda kitap, sömürücülerin, emperyalistlerin ve işbirlikçilerin suçlarının yüzlerine çarpılmasıdır. Bunları yaparken de asla gerçeklikten uzaklaşmaz. Gerçeğin devrimci olduğunu bilenlerdendir. Çünkü "Gerçeğin ne olduğuna bakmadan
onu değiştirmenin sihirli bir formülü yok. Onu değiştirmek için önce onun ne olduğunu görmek gerekiyor. Latin Amerika'daki sorun bu. Onu göremiyoruz. Kendimiz körüz. Çünkü kendimize başkalarının gözüyle bakmaya şartlandırılmışız" diyerek bunun önemini belirtir. Bugünü anlamak için geçmişi bilmek gerekir. Geçmişini bilmeyen bugünü ve geleceğini sağlam temeller üzerinde kuramaz. Dün olduğu gibi bugün de egemenler halkı kendileri gibi düşünmesi için gerçekleri çarpıtıp yalan söylemekten çekinmez. Tarihin çarpıtılmasına ilişkin Galeano şu uyarıları söyler: "Eşitsizlik yasalardan önce gerçek tarihin köklerinde yatıyor, ama resmi tarih bunu bellekle değil, unutuşla yazıyor. Şehir meydanlarında yerli katliamı yapanların ve köle tacirlerinin heykellerinin bulunduğu, sokaklarına ve caddelerine ülke toraklarını satanların ve hazine kasasını boşaltanların adlarının verildiği Latin Amerika'da biz bunu çok iyi biliyoruz" (Tepetaklak-syf:187) Galeano'nun bu kitabı tarihsel gerçekliği tanımak için önemli bir etki yapar. Ve bundan dolayı Latin Amerika'nın faşist işbirlikçisi iktidarları tarafından en tehlikeli kitaplar arasına alınarak yasaklanır. Bazı yerlerde yakılır. Üzerinde bu kitabı bulunduran insanlar gözaltına alınıp işkence görür. Yine de kitabın yaygın bir şekilde okunması engellenemez. Hiç kimse, zulüm ve zorbalıkla halkların gerçek tarihi ve emperyalizmin ülkeleri nasıl sömürgeleştirip yer altı yerüstü zenginliklerini yağmaladığı gerçeğini öğrenmesinin önüne geçemez. Edebiyat ve Gazeteciliğine Dair Galeano'ya göre gazetecilik edebiyatın değişik bir biçimidir. Gazeteciliği edebiyattan uzak, onun alt türevi olduğunu söyleyenlere karşı çıkar. Hatta ona göre gazetecilik edebiyatın en etkili biçimlerinden biridir. Gerçekleri ortaya koyup yalanları açığa çıkarır. Diğer yandan kötüyü, zulmü, eski ve çürüyeni, yozlaşatemmuz-ağustos 2012 | taVIR | 55
nı değiştirmenin en etkili yolu onu anlamak ve tanımaktan geçer. Kurgunun gerçeği asla yetkin ve tam olarak kavranamayacağını söyleyenlere "Hiçbir sosyolojik araştırma Kolombiya'daki şiddet üzerine Marquez'in Albay'a Mektup Yazan Kimse Yok kadar yansıtamaz" diyerek cevap verir. Latin Amerika'nın tarihi kıta edebiyatında önemli bir yer tutar. Sömürgecilik öncesi ve sonrası, emperyalizmin kıtaya açık-gizli müdahalesi, halkların direniş ve isyanları edebiyatın konuları arasındadır. Özellikle sömürgecilerin kıtanın yer altı yerüstü madenlerini-zenginliklerini yağmalamaları, vahşetleri, soykırımı, kültürel baskı ve şiddet, köle emeği üzerinde yükselen sermaye birikimi eserlerde kendine yer bulur. Bu anlamda Latin Amerika edebiyatından söz edilecekse bunu kıtanın ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel gelişmelerden ve yapısından soyutlayarak yapmak mümkün değildir.
saklayan bir sistem tarafından maskelendiği bizimki gibi ülkelerde. Gerçekliğin içine işleme yetisinde olanlar gerçekliği döllerler." (Biz Hayır Diyoruz)*
Galeano da ülkeden ayrılarak Arjantin'e gider. Burada Fico Vaqelius'un maddi ve manevi destek verdiği Crisis adlı sanat dergisini yönetmeye başlar.
Gerçekliği anlamak ve görmek onu değiştirmeye atılmış bir adım olduğu sürece devrimcidir. Edebiyat da bunu başarmak durumundadır. Ki etki gücü diğer yazı türlerinden daha fazla olabilmektedir. Bu anlamda edebiyat sadece var olanı değil, ilerisini, değişimin yönünü ve zorunluluğunu da yine benzer şekilde vermelidir. Galeano bu anlayışla hareket ederek şunları söyler:
Fakat çok geçmeden Arjantin'de Amerikancı faşist generaller darbe gerçekleştirir. On binlerce devrimci yurtsever aydın işkencehanelere taşınır. Kayıplar, katliamlar kitlesel boyuta varır. Hiçbir muhalefete izin verilmez. Galeano'nun çalıştığı Crisis gergisi de bu baskıdan payına düşeni alır. Darbeciler derginin istedikleri yayını yapmaları karşılığında açık kalmalarını ister. İstedikleri kabul olmayınca dergi cuntadan sonra 3 sayı çıkar. Dergi çalışanlarının bir kısmı katledilir, bazıları işkencehanelerden hapishanelere konulur. Galeano da aranır durumdadır. Adının ölüm listesinde olduğunu öğrenir. Yeniden yolculuğa çıkarak İspanya'ya gider.
“Edebiyat bilinçlere yönelir, onlar üzerinden hareket eder ve niyet, yetenek ve talihle donandığında bilinçle hayal gücünün ve değişim isteğinin horozunu tetikler.” (Biz Hayır Diyoruz)*
Galeano gerçekçi ama yaratıcı bir edebiyattan yanadır. Özellikle halkı cahil, hiçbir şeyden anlamaz görenlere karşı çıkar ve böyle düşünenlere ilişkin şunları söyler:
Edebiyat işte bunu başardığında görevini layıkıyla yapmış sayılır. Galeano bunu başaran gazeteci-edebiyatçılar arasındadır. Onun benzer bir yaklaşımını sanata bakışında görmek mümkündür. Burjuva ve küçük burjuva sanat anlayışına karşı çıkar. "Bu dünya tablosunda, biz insan sözünün tarafsızlığına" hayır diyenlerdendir.
"Halka anlayıştan yoksunmuş, hayal gücü kıtmış gibi yaklaşanlara baskıcıların ürettiği halk imajını onaylar; sıkıcı cümlelerden kurulu bir dil kullananlar, tek boyutlu tipler yaratanlar, korkusuz, çelişkisi şüphesiz tipler yaratanlar, her öyküde ya da romanda yazarın dediklerini mekanik olarak uygulayan kartondan tipler yaratanlar savaştıkları sistemi kutsarlar." (Biz Hayır Diyoruz)*
"Aynada kendini izleyen ilgisiz, soğuk bir sanatın sıkıcı cazibesi karşısında sıcak bir sanatı, tercih ediyoruz; insanın dünyadaki macerasını kutsayan ve ona katılan, umutsuzca aşık ve kavgacı bir sanatı tercih ediyoruz. Eğer adil olmasaydı güzellik olur muydu? Güzelliğin ve adaletin birbirinden koparılmasına hayır diyoruz, çünkü bu ikilinin güçlü ve verimli kucaklaşmasına evet diyoruz"
Galeano'nın gerçeklikten anladığı onu kopya etmek değildir. Ona göre, "Gerçekliği açıklamak onu kopya etmek anlamına gelmez. Gerçekliği kopya etmek ona ihanet etmek olur; özellikle de gerçekliğin hayatta kalabilmek için yalan söylemeye zorlayan ve gündelik olarak şeylerin adlarıyla anılmasını ya-
Sürgünlük… Futbola Bakışına Dair Galeano için sürgünlük zordur. Ülkesini ve halkını seven bir aydın olarak ülkesinden ayrılmak zorunda kalması ona zor gelir. Bu sevgi, ülke ve halkını iyi tanımasından gelir. Faşist generallerin baskı ve zulmünden dolayı ülkesinden ayrılmak zorunda kalan binlerce aydın, yurtsever devrimci gibi
56 | taVIR | temmuz-ağustos 2012
Galeano çoğu Uruguaylı gibi futbola ilgisini azaltmaz. Bu defa oynayarak değil yazarak bu ilgisini gösterir. "Güneşte ve Gölgede Futbol" adlı kitabında futbolun geçmişini araştırıp tarihteki en iyi oyun ve gollerden örnekler verir. Futbolu tiyatro performansı ile savaş arasında mukayese eder. Mafyalaşan, kara para aklayıp halkı depolitizasyon yanını göstermeyi ihmal etmez. Buna karşılık futbolun büyük kitleleri etkileme gücünün görmezden gelinmesini ve ilgisiz kalınmasını eleştirir. Ve şöyle der: "Sol görüşlü entelektüellere göre halkı, futbol yüzünden düşünmüyor. Sağ görüşlü entelektüellere göre ise, futbol örneği gösteriyor ki, halk düşünüyor ama sadece ayakları ile, kafaları ile değil. Değişik açılardan olaya bakan insanlar, futbolu, popüler bir tutku olarak ele alıyorlar. Bence, kibirlerinden ve de hangi tutkunun doğru, hangisinin yanlış olabileceğine karar verme hakkını kendilerinde görüyorlar." Galeano'nun kaygısı halkı böylesine etkileyen bu sporun gerektiği gibi değerlendirilerek halkı uyutup depolitizasyon
nun dışında yine yazmayı sürdürür. Her bir kitabı okurun vicdanını harekete geçiren, unutulan egemenlerin yok sayıp görmezden gelinmesini istediği her şey onun için yazı konusudur. Galeano farklı tarihlerde yazdığı kitaplarına ilişkin değişik ödüller alır. Fakat onun asıl ödülü kitaplarının halk tarafından yaygın bir şekilde okunuyor olmasıdır. O da bu güçle yazmaya devam eder. Günümüzde yazılacak çok şey vardır. Gerçekliği değiştirmek için onu tanımak ilk adımla o bu tanıma da halka yardımcı olan dünya aydınlarından biri olmayı başaranlardan biri olmuştur. Halka sadece tarihi gerçekliği, hayatın hakikatlerini anlatan değil, bu gelişimin, çürümüşlüğün, adaletsizliğin içinden yeni olanı, değişimin yönünü de gösterme çabasında olur. Yazmak bir eylem ise o "Ezilmişler için yüz yıllardır bu tarihe geçebilmek umuduyla kuyruklarda bekleyenler, kitap okuyanlar ve kitap alacak parası olmayanlar" yani emekçi halklar için yazmaya devam etmektedir.
Unutmamak ve Unutturmamak İçin Yazmak.. Yazmak onun en önemli tutkusudur. Tarih derslerinde pek iyi olmasa da tarih kitapları yazmaya devam eder. Israrlı ve iradeli bir çalışmaya verir kendini. Geceli gündüzlü yoğun bir araştırmanın sonucu 3 ciltlik Ateş Anıları'nı yayınlar Kitap ilk mitlerden Amerika'nın keşfine oradan sömürgecilik dönemine uzanıp günümüze kadar gelir.
alıp yürüdüğü başkentin sokaklarını gezer. Fico Vegelius birlikte Crisis dergisini çıkarmalarını ister. Öneriyi geri çevirmez. Dergiyi çıkarmak için kolları sıvarlar. Derginin çıktığının ertesinde Fico kansere yenik düşerek hayata veda eder. Yazmak, Galeano için bir eylemdir. Aynı zamanda ihtiyaç ve sorumluktur. Kendisine "size yazdıran etki nedir" sorusuna şu cevabı verir. "Size vereceğim cevabı Kübalı bir müzisyenden öğrendim. Bana 'sadece elim karşılığında çalarım' demişti. Ben de mantığım bana yaz dediği için değil, elim kaşındığı zaman yazıyorum. Sadece adeletsizliğe olan öfkemden dolayı değil, mükemmel bir korkunçluğa ve korkunç bir mükemmelliğe sahip olan yaşamı kutlamak için yazıyorum aynı zamanda."
1985 yılında çok sevdiği ve yıllarca ayrı kaldığı ülkesine dönen Galeano, nefes
2006'da Hugo Chavez'in kurduğu TeleSur kanalının yönetim kanalında yer alır. Bu-
aracı haline gelinmesinin önüne geçilmesidir. Futbolun paylaşımcı yanının öne çıkarılmasıdır. Futbolun sadece futbol olmadığı yaşanılan deneylerden, gelişmelerden bilinir. Bu sporun halkı etki altına alma gücü göz ardı edilemez.
Hayata dair bir sorudur tarih Herkesin cevabı kendine kıymetlidir Her cevap / Ya zulmün kılıcını biler Ya vicdanı kılıç eyler.. İşte o yazdıklarıyla halkın vicdanını kılıç eyleyenlerden olur.o Eserleri: Ateş anıları; Latin Amerika'nın Kesik Damarları; Aşkın ve Savaşın Gündüz Geceleri; Biz Hayır Diyoruz; Tepetaklak; Zamanın Ağızları; Yürüyen Kelimeler; Kucaklaşmanın Kitabı; Gölgede ve Güneşte Futbol; Söz Mezbahası; Görüşmeler, Gözlemler, Görünümler; Aynalar. Yaranılan Kaynaklar: *Tepetaklak-Eduardo Galeano *Biz Hayır Diyoruz-Eduardo Galeano *Latin Amerika'nın Kesik DamarlarıEduardo Galeano *Şiirler Ümit İlter'in Anka Destanı adlı şiir kitabından alınmıştır o
temmuz-ağustos 2012 | taVIR | 57
inceleme inceleme
kimin yaşam ve yazgısı? asım taşçı
Sınıflar mücadelesi politik alanın dışında, ideolojik-kültürel pek çok alanda da değişik biçimlerde, araç ve yöntemlerle sürer. Burjuvazi asla boş durmaz; devrimci değerleri yok etmek, devrimcilerin ruhunu yaralamak, ideoloji ve kültürde gedikler açmak ve açtığı gediklerden sızıp geriletmek için aralıksız saldırır. Bu gerçeğin bilinci ve bunca yıllık tecrübelerimiz bize burjuvaziye karşı her an uyanık-tetikte olmayı, ona asla inanmamayı öğretti. O yüzümüze güldüğünde dahi, gülüşünün ardında hançer saklı olduğunu bilerek hareket ettik daima. Bunun içindir ki, burjuvazi karşısında hep çatıktır kaşlarımız. Artık çatık kaşlı olma devrinin kapandığı söylendiğinde de vazgeçmedik biz böyle olmaktan. Biz şunu çok iyi biliriz ki ,burjuvazi bir şeyi çok fazla övüyorsa, reklamını yapıyorsa,mutalaka onun içinde bir iş vardır. Öyle olduğu için de burjuvazi bir şeye ak diyorsa -onun hakkın-
58 | TAVIR | Temmuz-AğusTos 2012
da hiçbir şey bilmiyorsak bile- kara dırıldığı bir yaşam sürebilirler. Fakat olduğunu düşünmek gerçek ya da bunu yaparken aynı zamanda büyük gerçeğe en yakın tahmin olacaktır. bir manevi sefalet içerisindedirler. Bu sefaletten ötürü, bunalımlı, çarpık, Burjuvazi bir yazarı, bir kitabı ya da sapkınlıkların eksik olmadığı bir yafilmi çok övüyorsa, mutlaka okun- şam içinde debelenip dururlar. Tam masını, izlenmesini salık veriyorsa da bir değersizleşme, boşluktur bu duyine bu durum geçerlidir. Mutlaka rum. Burjuvaların, burjuva bir yaşam şüpheleniriz. Mutlaka o satırlarda süren şarkıcı vb. tiplerin hemen devrimcilere, Marksizm-Leninizme, hepsinin uyuşturucu kullanmaları, sosyalizme veya önderlerine bir sal- zaman zaman medyaya da yansıyan dırı, kara çalma vardır. Bu bazen sapkın arayışlara girmeleri vb. hep bu sinsice, dost görünümlü, kadifeler değer boşluğunu dolduramamalaiçinde yapılır; bazen de açıktan, en rının sonucudur. kaba, en demagojik haliyle. Her iki durumda da amaç aynıdır: çürütmek, Bizim yarattığımız, doyasıya yaşadıdeğersizleştirmek ve kendine ben- ğımız, insan ruhunu doyuran sevgi zetmek. bağları, arkadaşlıklar, çıkarsızlık, fedakarlık, güven, kahramanlıklar vb. Burjuvaziyi bunu yapmaya yönelten onlara çok uzaktır. Mesela onlar her bir diğer neden ise sosyalizmin, hafta bir sevgili değiştirebilirler, ama devrimcilerin yarattıkları karşısında asla gerçek sevgiyi tadamazlar. Bu tür duyduğu eziklik ve hazımsızlıktır. değerleri küçümseme çabaları da bu Onlar maddi açıdan çok büyük zen- eksikliği gidermeye yetmez. İşte bu ginliklere, lükse sahip olabilirler. ezikliğin bir neticesi olarak devrimPara ile edinilebilecek herşeyi edine- cilere ait olan değerleri, yaratılan kahbilir, lüksün ve saltanatın ifrata var- ramanlıkları karalamak, samimiyeti-
ni sorgulamak için de hiçbir fırsatı kaçırmaz, bundan özel bir haz duyar. Onyıllardır burjuvazinin sosyalizme ihanet etmiş döneklere, karşı devrimcilere sonuna kadar kucak açması, onlara payeler vermesi ve el üstünde tutması biraz da bu dürtüden kaynaklıdır. Çünkü bu tipler burjuvazinin cephaneliğine çifte mermi taşırlar. Bir yandan sosyalizmin saflarına cepheden saldırı için, diğer yandan ise sosyalist ruhun kendi içinden dinamitlenmesi ve moral gedikleri açılması için. Geçtiğimiz aylarda Türkiye'de yayınlanan ve burjuva medyada yaygın olarak reklamı yapılan, büyük övgülere mazhar olan “Yaşam ve Yazgı” adlı kitabı* da bu kapsamda de-
ğerlendirmek mümkün. Kitap, II.Emperyalist Paylaşım savaşı sırasında Stalingrad çarpışmasını anlatma iddiasını taşıyor. Yazarı Vasili Grossman bu yıllarda Stalingrad cephesinde Krasnaya Zvezda gazetesinin muhabirliğini yapmış, savaşı anlatan bir çok makaleleri yayınlamıştır. Bu dönem yazdığı makalelerin yazarın en iyi eserleri olduğu söyleniyor ki, böyle olması şaşırtıcı değildir. Bir kere bu dönem Grossman'ın kaleminin henüz kirlenmediği dönemdir ve Stalingrad'da yaratılan destansı direnişin ona kendi kapasitesini de aşan nitelikte yazılar yazdırması doğal olandır. Yaşam ve Yazgı adlı romanı ise Stalin'in ölümünden sonraki dönemde yazmış Vasili Grossman. Bilindiği gibi bu dönem Kruşçev liderliğindeki revizyonistlerin partide egemenliği ele geçirdikleri ve Stalin şahsında Bolşevik
ideolojiye saldırıya geçtikleri dönemdir. Bu dönemde Stalin'e, Stalin'in öğretilerine ve yarattığı değerlere küfretmek, kara çalmak adeta moda haline gelmiştir. Bu konuda kültür-edebiyat alanına da özel bir görev düşüyordu. Çünkü herşeyden önce Stalin sevgisi ve ona duyulan bağlılık Sovyet halkının ruhuna, yüreğine işlemişti ve ideolojik-politik karalamalarla bu etkiyi yok etmek, onu halkların yüreğinden çıkarmak pek o kadar kolay değildi. Kültür-edebiyat, doğrudan insan ruhuna hitap etmesiyle bu açıdan daha etkili ve sonuç alıcı bir silah olacaktı kuşkusuz. Zamanın bu ruhunu kavrayan İlya Ehrenburg, Vasili Grossman gibi yazarlar bu görevi üstlenmekte gecikmediler. Dikkat edilirse, bunlar aynı zamanda daha düne kadar Stalin'e,Stalin tarafından ortaya konan politikalara övgüler düzen yazarlardı. Bu övgülerin karşılığında kendilerinin de sürekli övülmelerini, muteber kişiler sayılmayı, her türlü eleştiriden muaf tutulmayı ve ''büyük edebiyatçı'' olarak ayrıcalıklı statüler elde etmeyi ummuşlardı belki. Böyle tiplerin proleterya edebiyatının saf temsilcileri olması, burjuva ideolojisinden şu ya da bu düzeyde etkilenmemeleri elbette beklenilemezdi. Nitekim bu durum savaşın ardından kısa sürede açığa çıktı. Bu tip yazarların burjuva ideolojisinin bariz işlerini taşıyan, Sosyalist Sanat cephesinin eleştirileriyle karşılaştılar. Bu durum, bu ''büyük sanatçı''ları afallatmış, şaşkına çevirmişti. Şimdi ne yapacaklardı? Yazdıklarını sosyalist açıdan savunamayacaklarının farkındalardı. Öte yandan düşüncelerini tartışma cesaretinden de yoksundular. Eleştirilere hak verir gibi yapmayı seçtiTemmuz-AğusTos 2012 | TAVIR | 59
ler. Fakat, özeleştirileri sahteydi ve sonra bugün olması da bu gerçeği gös- lardan kaçınarak ve ruhu ezen başka ''gururları''kırılmıştı. yıkımlara boyun eğerek yıprattı''... teren bir olgudur. İşte Stalin'in ölümü sonrası süreç bu gibi yaratım kısırı, çapsız, karaktersiz yazar-çizer takımı için bulunmaz fırsattı. Bütün nefretleri, hazımsızlıkları, kuyruk acılarıyla sarıldılar kalemlere. Bütün kötülükleri, olumsuzlukları Stalin'e mal etmek için özel bir çaba sarf ediyor, kinlerini kusuyor, Stalin'in yaratıcısı olduğu değerlerin ise aslında ne kadar değersiz, sahte olduğunu, ispata girişiyorlardı.Yani dün ak dediklerine bugün kara diyorlardı. İlya Ehrenburg gibileri bunun adına ''Buzların Çözülmesi'' dedi, Vasili Grossman ise ''Yaşam ve Yazgı'' demiş. Al birini vur öbürüne. Vasili Grossman, Stalin'i küçültmenin bir yolu olarak onunla özdeşleşmiş olan Stalingrad Direnişi’ne saldırma yolunu tutmuş. ''Kitapta,Sovyet yönetiminin gayrı insani amaçsızlığı hakkında çok şey anlatılıyor''**muş! Fakat bunu yaparken ölçüyü tutturamamış olacak ki, söz konusu kitap o zamanki revizyonist yönetim tarafından da yayınlanmamış. Hatta tanıtım yazılarına bakılırsa, kopyalarına el konulmuş. Fakat pek tabi başka kopyalarını saklamak mümkün olmuş ve yine tanıtım yazılarına bakılırsa,1974'te, Grossman'ın ölümünden 10 yıl sonra yurt dışına çıkarılmış. Böyle bir ''esere'' emperyalizmin kucak açmaması elbette düşünülemezdi! Fakat bu neden 10 yıl sonra olmuş, orasını anlamak zor. Zira kitap Amerika'da ancak 1985 yılında yayınlanmış. Belki de uzun zaman yayınlanmaya değer bulunmamıştır. Yayınlandıktan sonra da ciddi bir etki uyandırdığı söylenemez. Nitekim kitabın Türkçe'ye çevrilmesinin bile aradan onyıllar geçtikten 60 | TAVIR | Temmuz-AğusTos 2012
Ne ilginçtir ki, şimdilerde bu kitap burjuvazinin eleştirmenleri tarafından bir ''başyapıt'' olarak ilan ediliyor. ''Savaş ve Barış''a eşdeğer bir eser olarak tutuluyor ve reklamı bu şekilde yapılıyor. Herşey bir yana, madem öyleydi de, bunca zamandır neden Türkçe'ye çevrilmediği ya da varlığından pek kimsenin haberdar olmadığı sorularının ise geçerli bir cevabı yoktur. Son olarak Vasili Grossman'ın nasıl bir kişiliğe sahip olduğunu daha yakından görmek için hakkındaki şu bilgiler faydalı oluyor: ''Edebiyatı nedeniyle kınamalar ve kaypak lütuflarla karşılaştı. Bir süre için hayatı büyük tehlikeye girdi ki Moskova'dan uzakta bir kulübeye sığındı ve ancak Stalin'in ölümünden sonra ferahladı. Ilımlı bir kadınla yaptığı evlilik sevgisiz ve acı vericiydi. Savaştan önce bazen yaptığı gibi vicdanını yönetime küçük tavizler vererek, resmen yanlışları kabul ederek, doğru-
Sınıflar mücadelesi sürdükçe Vasili Grossman'lar hep olacaktır ve burjuvazi onları posalarını çıkarana kadar kullanmaktan vazgeçmeyecektir. Burjuvazinin bu saldırılarını yenilgiye uğratacak olan ise elbette sosyalist sanat, parti edebiyatıdır. Burjuvazinin ve onun güdümündeki dönek, satılmış veya burjuva kültürünün etkisinde kalmış kalemler karşısında değerlerimizin önünde ideolojimizle, sanatımızla, edebiyatımızla aşılmaz bir barikat olacağız hep ve her şeyimizle olduğu gibi, kalemimizle de sosyalizmin kazanımlarını savunacak, burjuvazinin çürümüşlüğünü ve devrimci kültürün, devrimci kişiliğin tüm güzelliklerini herkese anlatacağız. o *Yaşam Ve Yazgı,Vasili Grossman,Çeviri:Ayşe Hacıhasanoğlu,Can Yayınları,2012 **:Sam Sacks,Quarterly Conversation Akt:Radikal Kitap o
61 siir_sablon 7/30/12 3:11 PM Page 61
şiir
şiir
“köroğlu”nu gördüm... ümit ilter Engin’e, Erdal’a
Köroğlu’nu gördüm Şahlandırıp iradesini Kırat misali Yalın kılıç davranıp Dayandı zulüm kapısına Ve hayali hatıraya çevirerek Çarpıştı olanca hakikatiyle… Köroğlu’nu gördüm Al kanlar içinde vuruşuyordu Ve şehitlerin hesabını şehitlerle Sormanın eylemindeydi o gece… Köroğlu’nu gördüm Hıncında Engin vardı Ve tarihe Halkın da bir adaleti olduğunu Şakağından şafağa sızan Kanıyla yazıyordu Köroğlu’nu gördüm Kara toprak kadar yaşlı Bir kızıl karanfil kadar genç Ve ol sebepten Kavganın ölümsüz delikanlısıydı Köroğlu’nu gördüm Yanardağ ağızı gibiydi yaraları Ve anısı Ateşli nehirlerin şiddetiyle Nasıl da akıyordu yumruklarımızın içine Nasıl da yazıyordu zalimin alın yazısını
Patladı ha patlayacak Kabzasını kavradığımız sabrın kara taşı… Köroğlu’nu gördüm Ortasına koymuştu hayatın O pervasız narasını Ve çağırıyordu Omuzlarının üstünde onur Göğsünde yürek taşıyanları: “Köroğlu’yum kayaları yararım Halkın kılıcıyım hakkı ararım Şahtan, padişahtan hesap sorarım Uykudan uyanan katılır bana…” Köroğlu’nu gördüm Kırklara karışırken “Yine geleceğim” diyordu Yine! Geleceğim… Ve ellerimle vereceğim Halkın kanını içmişlerin Cezasını Gök ekini biçmişlerin Cezasını Engin denizlere kastetmişlerin Cezasını Ellerimle vermek için Yine! Geleceğim…
temmuz-ağustos 2012 | taVIR | 61
62-64 haber_29-30 ellerimi tut 7/30/12 3:12 PM Page 62
haberler
haberler
Grup Yorum'a 110 Yıl Hapis Cezası İsteniyor
Grup Yorum 3 Yıl Aradan Sonra Harbiye Açıkhava'daydı
10 Mayıs 2011 tarihinde çeşitli dernek ve kurumlara gerçekleştirilen gece yarısı “operasyonlarında” İdil Kültür Merkezi'de basılmış, albüm çalışmaları için orada bulunan Grup Yorum elemanları gece yarısı gözaltına alınmıştı. 55 bin kişiyle 25. yılda umudun türkülerini söyleyen, Bakırköy Özgürlük Meydanı'nda 150 bin kişiyle Bağımsız Türkiye özlemini dile getiren Grup Yorum, hiçbir gerekçe gösterilmeden gözaltına alınmış ve işkencelerden geçirilmişti. Gözaltına alınma gerekçeleri o gün İdil Kültür Merkezi'nde bulunmak olan Grup Yorum elemanları daha sonra serbest bırakılmıştı.
Grup Yorum 3 yıl aradan sonra 21 Temmuz akşamı Harbiye Açıkhava Sahnesi'nde dinleyicileriyle buluştu. Grup Yorum ve dinleyicileri için ayrı bir anlamı olan Harbiye konserlerinin üç yıl aradan sonra gerçekleşecek olması herkesi heyecanlandırıyordu. Çalışmaları günler öncesinden başlayan konserin biletleri çok kısa sürede tükendi. Son ana kadar konser iletişim hattını arayanlar ve bilet bulamama ihtimali olmasına rağmen açıkhava tiyatrosuna gelerek konsere girmek isteyen insanlar nasıl bir yoğunluğun olacağını gösteriyordu. Saat sekize doğru açıkhava tiyatrosunda her yer dolmuş ve merdivenlerde bile boş yer kalmamıştı.
Özel Yetkili Savcı Mehmet Berk'in, yeni tamamladığı iddianamaye göre, Grup Yorum elemanları Ali Aracı, Ayfer Rüzgar, Caner Bozkurt, Ezgi Dilan Balcı ve İdil Tiyatro Atölyesi oyuncuları Ahmet Denizer ve Veysel Şahin için 110 yıla varan hapis cezaları isteniyor. İddianamede gözaltına alınırken “Grup Yorum Susturulamaz”, “Türküler Susmaz Halaylar Sürer”, “Baskılar Bizi Yıldıramaz” gibi sloganlar suç delili olarak gösterilirken, parasız eğitim talebi için düzenlenen basın açıklamaları gibi çeşitli demokratik eylemlerde bulunmak da “örgütsel delil” olarak geçiyor. 110 yıla varan hapis istemiyle yargılanan Grup Yorum elemanlarının mahkemeleri 26 Kasım'da görülecek. o
62 | TAVIR |TEMMUZ AĞUSTOS 2012
Giriş kapısında Tiyatro Simurg, Hamit Demir ve başka diğer tiyatro oyuncularının da katılımıyla çeşitli etkinlikler gerçekleşti. 21.00 itibariyle başlayan konserde önce Disk Başkanı Erol Ekici'nin mesajı okundu. Yapılan konuşmayla birlikte Grup Yorum sahneye çağrıldı. “Umudun Türkülerini Söylemeye Devam Ediyoruz” adıyla düzenlenen konserde, aydın sanatçılar da yer aldı. Pınar Aydınlar, Metin Coşkun, Ezel Akay, Barış Pirhasan, Ragıp Yavuz, Selçuk Balcı gibi sanatçılar birinci bölümün sonunda Grup Yorum'la birlikte Çav Bella'yı söyledi. Şehir Tiyatroları yönetmeni Ragıp Yavuz yaptığı konuşmayla saldırılara karşı ortak tavır alınması çağrısında bulundu. Şarkı aralarında Tiyatro Simurg oyuncuları ve Hamit Demir çeşitli skeçlerle, AKP'nin sanata karşı uyguladığı baskıyı mizahi bir şekilde dile getirdi. İdil Tiyatro Atölyesi oyuncularının okuduğu şiirler ve çeşitli kurgularla zenginleştirilen konser iki saat sürerken internet üzerinden de satın alınan bir kodla canlı olarak izlenebildi. o
G G 1 d b Z y h f İk A p P K T k Ç s A
62-64 haber_29-30 ellerimi tut 7/30/12 3:12 PM Page 63
GRUP YORUM g ü n c e 42 Haziran: Almanya’nın Düsseldorf kentinde “Irkçılığa Karşı Tek Ses Tek Yürek” adıyla büyük bir konser verdi. Essen Senfoni Orkestrası ve Grup Yorum Korosu’nun da Yorum’a eşlik ettiği konserde 12 bin kişiye seslenildi. 48 Haziran : Bartın Balamba Piknik Alanı’nda 1500 kişiye seslendi.
421 Haziran: Uzun bir aradan sonra Denizli halkıyla buluşan Yorum, Denizli Açıkhava Tiyatrosu’nda 2500 kişiye seslendi 423 Haziran: İstanbul Gazi Mahallesi’nde düzenlenen 2 Temmuz 1993’te Sivas Madımak Oteli’nde yakılan aydınları anma gecesine katıldı.
49 Haziran : Kalan Müzik’in 20, yıl dolayısıyla Harbiye Açıkhava’da düzenlediği festivalde binlerce kişiye seslendi.
41 Temmuz: Okmeydanı Sibel Yalçın Parkı’nda bu sene ikincisi düzenlenen “Anadolu Halk Festivali”ne katıldı. Yaklaşık 1.500 kişiye seslendi.
410 Haziran : Yapı Sanat Evi’nin Kadıköy’de düzenlediği Adnan Yücel anmasında 500 kişiye seslendi.
414 Temmuz: Mersin Kazanlı’da düzenlenen festivale katıldı. 5 bin kişiye seslendi.
417 Haziran: Dersim’de Seyit Rıza Parkı’nda ücretsiz bir halk konseri verdi. Geçen sene birincisi düzenlenen “Devrim Yürüyüşümüz Sürüyor” konserinin bu sene ikincisini yapan Grup Yorum yaklaşık 10 bin kişiye seslendi.
415 Temmuz: Hatay Samandağ’da düzenlenen “Evvel Temmuz Festivali”ne katıldı. 45 bin kişilik dev bir koroyla umudun türkülerini söyledi.
419 Haziran: Adıyaman Gölbaşı’nda yaklaşık 2 bin kişiye coşkulu bir konser verdi.
421 Temmuz: 3 yıl aradan sonra Harbiye dinleyicisiyle buluştu. Aydın ve sanatçıların da katıldığı konserde Grup Yorum 7 bin kişiye seslendi. o
Grup Yorum'dan F Tipi Film Grup Yorum geliştirdiği film projesiyle tecriti anlatıyor. 19 Aralık 2000 tarihinde “Hayata Dönüş” adıyla uygulanan ve 28 devrimci tutsağın katledilmesiyle sonuçlandırılan operasyonla birlikte devrimci tutsaklar F Tipi hapishanelere sevk edildi. Zulmün en ağır biçimde uygulandığı ama devrimcilerin inanç ve yaratıcılıkla 12 yıldır tecrit duvarlarını alt ettiği F tipi hapishaneleri ve uygulanan tecrit zulmünü, Grup Yorum geliştirdiği film projesiyle anlatıyor. İki yıldır hazırlıkları süren ve senaryoları “Tecriti Yaşayanlar Anlatıyor” kitabı ve çeşitli somut anlatımlarla oluşturulan film projesinde Sırrı Süreyya Önder, Ezel Akay, Reis Çelik, Barış Pirhasan, İlksen Başarır, Aydın Bulut, Vedat Özdemir, Hüseyin Karabey, Mehmet İlker Altınay ve Grup Yorum(FOSEM) yer alıyor. On yönetmenin tecriti anlattığı on kısa filminde şu ana kadar Tansu Biçer, Serkan Keskin, Bülent Emrah Parlak, Gizem Soysaldı gibi oyuncular yer aldı. Altı kısa filmin çekimleri biterken geri kalan dört filmin çekimlerinin de temmuz ayının sonuna doğru bitmesi planlanıyor. Çekimlerine Kocaeli'nde Ottoman Film'e ait film platolarında devam edilirken çekilen altı kısa filmin montajı başta Fono Film stüdyoları olmak üzere çeşitli stüdyolarda sürdürülüyor. Filmin galasının 19 Aralık'ta Atlas Sineması'nda gerçekleşmesi ve 21 Aralık'ta birçok sinemada yoğun biçimde gösterime girmesi planlanıyor. o
TEMMUZ-AĞUSTOS 2012 | TAVIR | 63
62-64 haber_29-30 ellerimi tut 7/30/12 3:12 PM Page 64
haberler haberler kısa... kısa... kısa... kısa.. kısa... kısa... kısa... kısa... kısa... kısa... kısa... kısa... kısa... kısa...kısa... kısa...
4İdil Kültür Merkezi Dönem Sonu Şenliği Yapıldı Idıl Kultur Merkezi kursiyerleri 14 Temmuz günü Sıbel Yalcın Parkı'nda duzenlenen etkinlikte sahne aldı. Tüm yıl boyunca eğitim alan kursiyerlerden önce bağlama ekibi sahne alarak öğrendiklerini kendilerini izlemeye gelenlerle paylaştı. Bağlama kursu öğrencilerinin ardından gitarcılar sahne aldı. Gitarcıların ardından Halk oyunları kursiyerleri Antep yöresine özgü kıyafetleriyle sahneye çıkarak, Antep yöresine ait oyunlarını oynadılar. Halk Oyunları ekibinin coşkusuyla birlikte çocuk korosu sahne alarak türküleri seslendirdi. Gecede son olarak Grup Yorum Korosu sahneye çıktı ve Grup Yorum'un ezgilerini seslendirdi. 4Kalan Müzik 20. Yılını Kutladı Kalan Müzik, kuruluşunun 20. yılını Harbiye Cemil Topuzlu Açıkhava Sahnesi'nde 8-9-17 Haziran tarihlerinde düzenlenen konserlerle kutladı. 3 gün boyunca düzenlenen konserlerde Grup Yorum, Erkan Oğur, İsmail Hakkı Demircioğlu, Cengiz Özkan, Leman Sam, Mikail Aslan ve Kardeş Türküler gibi sanatçılar sahne alırken Olgun Şimşek ve Sırrı Süreyya Önder'de konserde bulunarak etkinlikleri sundu. 4Ferhat Tunç'a Kaypakkaya cezası: İki yıl Daha önce müzisyen Pınar Sağ’a, İbrahim Kaypakkaya’yı övdüğü için 10 ay hapis cezası veren, “Önderimiz İbrahim Kaypakkaya” diye
64 | TAVIR |TEMMUZ AĞUSTOS 2012
slogan attıkları için de 14 kişiyi ‘örgüt üyeliği’ iddiasıyla 110 yıl hapse çarptıran Malatya Özel Yetkili 3. Ağır Ceza Mahkemesi , bu kez müzisyen Ferhat Tunç’u cezalandırdı. Dersim’deki 1 Mayıs Mitingi’nde “Hepinizi Deniz Gezmiş ’lerin, Mahir Çayan’ların, İbrahim Kaypakkaya’ların devrimci ruhuyla selamlıyorum” diyen Tunç’a Maoist Komünist Parti (MKP) propagandası savıyla iki yıl hapis cezası istendi. Tunç'un avukatı Ercan Kanar, müvekkilinin aldığı cezanın onanması halinde Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne başvuracaklarını ifade etti. 4İran yapımı "Ayı", "Altın Kadeh"in sahibi oldu İlki 1993 yılında düzenlenen ve bugün Asya'nın en kapsamlı uluslararası film festivali olarak görülen Şanghay Uluslararası Film Festivali'nde en iyi film dalında Khosrow Masoumi'nin yönettiği "Ayı" adlı İran yapımı film "Altın Kadeh” ödülünü kazandı. 4Altın Portakal'ın jüri başkanı belli oldu Büyükşehir Belediyesi ile Antalya Kültür Sanat Vakfı'nın işbirliğiyle 6-12 Ekim tarihlerinde düzenlenecek 49. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali'nin jüri başkanlığını, ünlü Macar yönetmen Istvan Szabo üstlenecek. ''Mephisto'' adlı filmiyle 1982 yılında ''Yabancı Dilde En İyi Film'' dalında Oscar ve Cannes'da ''En İyi Senaryo'' ödülünü alan Szabo, Altın Portakal kapsamında düzenlenecek atölye çalışmalarında da yer alacak.
4Grup Yorum elemanı Seçkin Aydoğan’ın mahkemesi 8 Ağustos’ta Yaklaşık sekiz aydır Tekirdağ 1 No’lu F Tipi Hapishanesi’nde tutsak bulunan Grup Yorum elemanı Seçkin Aydoğan 8 Ağustos’ta Çağlayan Adliyesi’ndeki duruşmasına çıkacak. Duruşmaya aydın ve sanatçılardan yoğun bir katılım bekleniyor. 4Tiyatro Yazarı Güngör Dilmen Vefat Etti Midas'ın Kulakları oyunuyla tanınan, İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarı Tiyatro Bölümü'nde de öğretim görevlisi olan Güngör Dilmen 8 Temmuz'da tedavi gördüğü hastanenin yoğun bakım servisinde vefat etti. Güngör Dilmen'in cenazesi 10 Temmuz'da İzmir Konak Sahnesi'nde düzenlenen törenin ardından Beşikçioğlu Camii'ne götürüldü. 4Tepe'nin Ardı’na 3 Ödül Birden Emin Alper'in ilk uzun metrajlı filmi Tepenin Ardı,Tayvan'da düzenlenen Taypey Film Festivali'nin Uluslararası Yeni Yetenek Yarışması'nda Jüri Özel Ödülü'nü kazanan film, 47. Karlovy Vary Film Festivali'nde Asya filmlerini değerlendiren NETPAC (Asya Filmleri Teşvik Ağı) jürisi tarafından da En İyi Asya Filmi Ödülü ve 18. Saraybosna Film Festivali'nde de Jüri Özel Ödülü'nü kazandı. Yönetmen Emin Alper, ödül konuşmasında geçtiğimiz mayıs ayında hayatını kaybeden, filmin yapımcılarından olan Yönetmen Seyfi Teoman'ı andı ve ödülü ona ithaf etti. o