Sosyal Savaş Dergi v5

Page 1

v.5 / Eylül 2017



icerik . 4 6 10 11 12 15 17 19 23 27 31 33 36 37 39 45 46 47 48 52 53 54 55 56 57

sf

Anarşist Gruplar Koordinasyonu Nedir?

sf

İktidar Lojistiktir. Her Şeyi Bloklayın! - Görünmez Komite

sf

Sokağa Taşan Tecrit ve Yok Edilişin İsyanı

sf

Direniş Ayağınıza Geldi - Özlem

sf

Anarşizm ve Ulusal Kurtuluş Mücadelesi - Alfredo M. Bonanno

sf

1 Mayıs 2012: Eylem, Süreç ve Sonuçları

sf

İnternet Üzerinde Güvenli İletişim Teknikleri

sf

Rojava’da Savaşan Anarşist Birlikte Uluslararası Devrimci Halkların Gerilla Kuvvetleri (IRPGF) ile Röportaj

sf

Devrim Artık A’dan B’ye Giden Kanlı Yoldan Geçmeyecek ya da 80’lerin Devrimci Paradigması #BlockG20’yi Anlamaya Çalışıyor

sf

Demokrasi ve Diktatörlük İkilemine Dayalı Sistemin Meşrulaştırılması Sürecinde Anarşistlerden Çağrı

sf

‘Türkiye’deki Anarşist Tutsaklar’

sf

İşin ve Borcun Ötesinde Ret Stratejileri

sf

Hamburg İsyan Notları

sf

Hamburg Güncesi

sf

Anarşizm ve Psikoloji - Dennis Fox

sf

İnfial Misyonunu Tamamladı

sf

Coğrafyalararası Anarşist Sinema Kolektifi (CASK) Nedir?

sf

‘Türkiye’de Anarşizm ve Sinema’ Üzerine

sf

CASK’ın Özgürlükçü Demokrasi ile Yaptığı Röportaj’ın Tam Metni: Coğrafyalararası Alternatif Sinema Arayışı

sf

Karadut Gıda Kolektifi Nedir?

sf

Anarşist Kütüphane (Kerem Kamil Koç Kitaplığı)

sf

DIY Prensibi Anarşist Bir Politikadır!

sf

Distro-A Kolektifi Nedir?

sf

Benim Dengemi Bozmayın - Queer-A

sf

Heteroseksist Ablukaya Gedik : Queer-A


anarsıst gruplar

koordınasyonu nedır

?

https://anarsistkoordinasyon.noblogs.org/ Yaşadığımız coğrafyanın içinde bulunduğumuz zaman diliminde, devletin toplumu topyekün teslim almaya yönelik saldırıları yaklaşan ‘başkanlık sistemi’ referandumu süreciyle katlanarak devam ediyor. İktidar kendisine tehdit olarak gördüğü sosyal mücadeleleri toptan ezmek için taarruza geçmiş durumdayken, ana akım toplumsal muhalefet, tüm sosyal mücadeleleri referanduma endeksleyerek iktidar karşısında moral kazanmaya odaklanmış durumda. Küresel ölçekli neoliberal bir muhalefet anlayışının parçası olarak ‘demokrasi’nin yörüngesine oturtulmaya çalışılan sosyal mücadeleler, parlamentarizmin çoğulculuk skalasında birer renge indirgenmek isteniyor. Bugün mevcut faşizm ve diktatörlük altında ezilenler için parlamentarizm ve demokrasi seçeneğinin ön açıcı olduğu düşünülse de, demokrasinin bir bataklık olduğunu ve bir çok radikali ilkelerinden ve sokaktan uzaklaşmaya sevk ettiğini görmezden gelemeyiz. Öte yandan, en demokratik rejimlerde bile demokrasinin radikaller için diktatörlük olduğunu unutamayız. Bizler anarşistler olarak, sınıflararası savaşın ve sosyal mücadelelerin parlamentarizme, demokrasiye, uzlaşmaya dayalı, otoriter ve reformist yapılara sıkıştırılarak bertaraf edilmesine karşı anti-otoriter, yatay, eşitlikçi, özerk ve hiyerarşisiz bir örgütlenme modeli olarak anarşist örgütlenme ilkesini hayata geçirmek zorunda olduğumuzu ifade ediyoruz ve topyekün özgürlük iddiasındaki anarşi davasını ortaya koyuyoruz. Anarşistlerin kendi mücadelelerini ve ilkelerini bir kenara bırakarak ‘sosyal hareketlerin’ peşinde koştukları serüvenlerinin sonu genellikle parlamentarizm ve demokratik siyasetle sonuçlandı. Diğer taraftan ellerindekini de kaybetmemek adına her daim geri adım atan ve medya gündemiyle kendini var eden toplumsal muhalefetlerin safsataları her geçen gün total özgürleşme için zorunlu olan radikal hareketlerin kuyusunu kazmaya devam ediyor. Artık bu oluşumlar için günü kurtarmaya dayalı seçeneklerin her defasında sistemin radikal değişiminin önünde birer engel haline getirilmesinden usanmış durumdayız. Bizler buna itiraz ediyoruz. Mevcut reel politik dünyanın ortaya koyduğu otoriter veya liberal siyaset ve örgütlenme anlayışları arasında seçim yapmak veyahut mevcut hareketlere angaje olmak zorunda kalan anarşistler bugüne kadar çoğunlukla ilkesel olarak bu hareketlerde asimile oldular. Bu nedenle, bizler karşılıklı yardımlaşmaya, dayanışmaya, komüne ve devrimci bir perspektife dayalı toplumsal örgütlenme anlayışını ve ilkelerini hayata geçirmeyi öncelikli mesele olarak önümüze koyuyoruz. Biz, anarşistler, ne iktidarların ne iktidarı arzulayanların ne de araya sıkışmış siyasetlerin gölgesinde barınmamızın mümkün olmadığını her fırsatta dile getiriyoruz ve birlikte eylem-yaşam-üretim pratiklerini örme çabalarımızla etrafımızdaki en büyük zincirlerden kurtularak egemen güçlerin, hiyerarşinin, eşitsizliğin olmadığı anarşist ve devrimci yaşamların mümkün olduğunu göstermeyi hedefliyoruz. Tükettikçe daha bağımlı ve daha memnuniyetsiz oluşumuz bize üretimlerimizde, söylemlerimizde, mekanlarımızda ve ortaklaştığımız yaşam alanlarında bu yozlaşmış ilişkilerden bir kopuşu zorunlu kılıyor. İhtiyacımız olan şey artık fikirlerin ötesinde somut bir paylaşım ve bu paylaşımların bizi sistemin dayattığı zorunluluklardan kurtararak mücadelemize hız kazandırmasıdır. Toplumun devrimci dönüşümü için topyekün kurtuluş perspektifiyle hareket ediyoruz. Mevcut sınıflar arası savaşta safımız bellidir. Bizim için sınıf savaşı ekonomik, sosyal, politik, psikolojik, cinsel, duygusal ve ekolojik olarak baskı altında tutulan ve sömürülen herkes ve herşey için topyekün bir kurtuluş ve özgürlük savaşımıdır. Bizler bu savaşta ancak örgütlü olursak başarılı olabileceğimize inanıyoruz. Bu nedenle, aynı veya farklı cephelerde mücadele eden anarşist ve anti-otoriter gruplar arası federatif yapılar oluşturulmasını elzem görüyoruz. Anarşist veya anti-otoriter ilkeleri benimseyen bireyler ve gruplar arasında güçlü bağlar oluşturmak, bu bağların toplumsallaşması için çalışmak, gerek toplumsal gerekse öznel olarak merkezi sorunlara ortak çözümler üretebilmek için bir araya gelebilmek ve anarşist örgütlenme kültürünü bir gerçeklik haline getirmek için anarşist grup ve projeler arasında bir koordinasyona ihtiyaç duyuyoruz. Bunun için bir adım atarak Anarşist Gruplar Koordinasyonu’nu inşaa ediyoruz.

SOSYAL DEVRİM VE TOPYEKÜN KURTULUŞ İÇİN

ANARŞİ ve ÖZGÜRLÜK İÇİN BİRBİRİNİZİ BULUN! ÖRGÜTLENİN! KOORDİNE OLUN!

4


İLKELER • Öncelikle Anarşist Gruplar Koordinasyonu’nun ağsal ve enformel bir örgütlenme olduğunu vurgulamamız gerekiyor. Hiyerarşik ve devrimin öncülüğüne soyunan, iktidara talip bir yapı olmadığından resmi üyelik gibi bürokratik bir işleyişe uzak olduğu kadar, ilkesizliğe, belirsizliğe, istikrarsızlığa, sorumsuzluğa ve güvensizliğe dayalı liberal ilişkilerden de ciddi bir farklılık gösterir. Koordinasyonda birleşen tüm bireyler ve gruplar ortak ilkeler çerçevesinde birlikte hareket ederler. Bu nedenle, birlikte hareket eden ve koordine olan tüm birey veya ilgi grupları birbirine karşı sorumludurlar. • Anarşist Gruplar Koordinasyonu’nun olmazsa olmaz ilkesi, kapitalizme, faşizme, ırkçılığa, milliyetçiliğe, dinciliğe, erkek egemenliğine, homo/trans/bifobiye, türcülüğe, otoriteryanizme, sekteryanizme, liberalizme, örgüt fetişizmine, reformizme ve dogmatizme dair uzlaşmaz karşıtlığıdır. Bu kapsamda cereyan eden tüm toplumsal hareketleri ittifak olarak görür. Ancak tek boyutlu mücadeleleri benimseyen hareketler tarafından absorbe edilmeyi reddeder. Koordinasyon bir mücadelenin bir diğerini öncellediği gibi bir fikri, mücadeleler arasında bir hiyerarşi kurmayı, ahlakçılığı ve kimlikçiliği reddeder. Anarşist mücadele tüm tahakküm kurumlarını eşit oranda sorgulamaya ve yok etmeye yönelmelidir. • Biz, anarşistler için örgütlenmenin temelini, bireyler ve topluluklar arasında dayanışma, karşılıklı yardımlaşma ve iş birliği gibi kavramlar oluşturur. Örgütlenmeler içerisinde farklı bireylerden oluşan gruplar otonom yapıları oluştururken bireyler de kendi başlarına birer otonom olabilirler. Kendileri dışında kimse tarafından temsil edilmek zorunda değildirler. Bu nedenle koordinasyon bireysel çabalara ve doğrudan eylemlere saygı duyar. Ancak asalak bir ilişki biçimini dayatan bireysel yaklaşımların bu ağda yeri yoktur. • Koordinasyonda, her kolektif kendi yerel projelerini sürdürürken, kolektifler ve projeler arasında sıkı bağlar oluşturmak bu projeleri daha da kuvvetlendirecek ve besleyecektir. Farklı zeminlerde hareket eden birey ve grupların kendi faaliyetlerini diğerini rakip görmeden birbirini besleyecek şekilde bir araya getirmek ve güçleri birleştirmek koordinasyonun asli amaçlarındandır. • Örgütler arası bir örgüt olan koordinasyon otonomiyi temel alır. Çoğunluk adına bireyin veya grupların iradeleri yok sayılamaz. Koordinasyonun çoğunluğu tarafından alınan her karar, farklı düşünen birey veya gruplar için bağlayıcı olamaz. • Koordinasyona katılım, koordinasyon ağında bulunan mevcut gruplarla birebir temasa geçilmesi yoluyla gerçekleşecektir. Yüzyüze iletişim ve ilkesel bir araya gelişe dayalı olarak işleyen koordinasyonun bir merkezi bulunmamaktadır. Mekanlar ve gruplar üstü bir yapı olan koordinasyonla mahallelerde, okullarda, üniversitelerde, işyerlerinde, eylemlerde ve çeşitli anarşist projelere dahil olarak temas kurabilirsiniz. • Koordinasyon içerisindeki gruplar veya bireyler mahallelerarası, üniversitelerarası, şehirlerarası, projelerarası, çeşitli meselelere odaklı ilgi grupları arası örgütlenme zeminleri oluşturabilirler. Koordinasyon otonomları kuvvetlendirmek ve federatif örgütlenmeleri tetiklemek için bir araç olarak görülmelidir. • Koordinasyonu oluşturan anarşistlerin nihai hedefi sosyal devrim olmakla birlikte koordinasyonun kendisi devrimin veya anarşist hareketin öncüsü olmayı iddia etmez. Bu noktada örgüt fetişizmini besleyen, öncülük yarışıyla ve örgüt kavgalarıyla birbirini yiyen kibirli yapılanma biçimlerinden uzak durur. • Koordinasyon aynı zamanda bir çağrıdır. Sadece mevcut ilişkileri düzenlemez, daha fazla örgütlenmeye yol açmaya çalışır. Amacı sadece kendi olmayı aşan, daha farklı mecralarda, farklı çevrelerde, farklı yerelliklerde ve alanlarda anarşist ilkelerin ve örgütlenmelerin tohumlarını atmayı temel bir hedef olarak ortaya koyar. O nedenle her zaman mevcut durumu aşmaya çalışır. 5


ık t ı d a r lo j ı s tık tır

hers eyı blo k lay ın

1 - İktidar Artık Altyapılarda Barınıyor Tunus’da Kasbah’ın ve Atina’da Syntagma Meydanı’nın işgali, 2011’deki öğrenci hareketi esnasında Londra’daki Westminster kuşatması, 25 Eylül 2012’de Madrid veya 15 Haziran 2011’de Barcelona’da parlamento kuşatması, 14 Aralık 2010’da Roma’da Temsilciler Meclisi’nin etrafındaki isyanlar, 15 Ekim 2011’de Lisbon’da Cumhuriyet Meclisi’ni işgal etme girişimi, 2014 Şubat’ta Bosna başkanlık binasının yakılışı: kurumsal iktidarın merkezleri devrimciler üzerinde manyetik bir çekim uyguluyor. Fakat isyancılar Ukrayna, Libya veya Wisconsin’de yaptıkları gibi parlamentolara, başkanlık binalarına, ve diğer kurumların merkezlerine girmeyi başardıklarında tek buldukları şey boş binalar, yani iktidardan yoksun yerler. “Halkın” “iktidarı almasını” önlemek adına bu yerleri işgalden korumuyorlar, iktidarın kurumlarda bulunmadığını farketmelerini önlemek adına bunu yapıyorlar. Oralarda terkedilmiş tapınaklardan, işlevi kalmamış kalelerden, sahne setlerinden, devrimciler için gerçek tuzaklardan başka bir şey yok. Kulislerde ne döndüğünü bulmak için akın eden yaygın dürtü hayal kırıklığına uğramaya mahkûm. İçeri girerlerse, en ateşli komplo teorisi manyakları bile oralarda gizemli bir şey bulamayacak; gerçek şu ki iktidar artık modernitenin bizi alıştırdığı tiyatral gerçeklik değil. Nitekim iktidarın gerçek mekanı hiç de gizlenmiş değil; rahatlatıcı kesinliklerimizin soğuk suyla yıkanmasından korktuğumuz için görmeyi reddediyoruz. Bu durumun kanıtı için Avrupa Birliği tarafından basılan banknotlara bakmak yeterli. Ne Marksistler ne de neoklasik ekonomistler paranın özünde ekonomik bir araç değil de politik bir gerçeklik olduğunu kabul edemediler. Kendisini desteklemeye yetkin politik bir düzene bağlı olmayan herhangi bir para görmedik. Bu yüzden farklı ülkelerin banknotları imparatorların ve büyük devlet insanlarının, kurucu babaların veya ulusun kişileşmiş alegorilerini taşır. Fakat euro banknotlarında ne var? İnsan figürleri 6

Turin

değil, kişisel bir egemenliğin amblemleri değil, köprüler, su kemerleri, arklar ---- kişisel olmayan mimari parçalar, taş kadar soğuk. Şuanki iktidarın doğası hakkında her Avrupalı basılmış bir örneğini cebinde taşıyor. Şu şekilde ifade edilebilir: iktidar artık bu dünyanın altyapı tesislerinde bulunuyor. Günümüzün iktidarı mimari ve kişiliksiz bir doğaya sahip, temsili ve şahsi değil. Geleneksel iktidar temsiliydi: Papa İsa’nın yeryüzündeki temsili idi, kral Tanrı’nın, başkan halkın, ve Parti Genel Sekreteri proleteryanın. Bütün bu şahsi politika öldü ve bu yüzden dünyanın yüzeyinde hayatta kalmış az miktardaki hatip yönetmekten çok eğlendiriyor. Politikacılar kadrosu esasen değişen yeteneklere sahip palyaçolardan oluşuyor – sefil Beppe Grillo’nun İtalya’daki veya meymenetsiz Dieudonné’nin Fransa’daki başarısı işte bu yüzden. Neticede, sizi nasıl eğlendireceklerini biliyorlar. Yani, ortada olanı ifade etmek dışında politikacılara “bizi temsil etmedikleri için” kızmak yalnızca nostaljik bir hava estiriyor. Politikacılar bunun için orada değiller, dikkatimizi dağıtmak için oradalar, zira iktidar başka yerde. Ve bu doğru sezgi günümüzdeki komplo teoriciliğinde manyağa dönüyor. İktidar gerçekten de başka yerde, kurumlardan başka bir yer, fakat hiç de saklı değil. Ya da öyleyse de Poe’nin “çalınmış mektubu” gibi gizli. Kimse onu görmüyor zira herkesin her daim gözünün önünde – yüksek voltaj hattı, otoban, trafik çemberi, bir süpermarket, ya da bilgisayar programı biçiminde. Ve gerçekten saklıysa, bir kanalizasyon sistemi, denizaltı kablo hattı, tren hattı uzunluğundaki fiber optik kablo hattı, veya bir ormanın ortasındaki veri merkezi kadar gizli. İktidar bizzat bu dünyanın örgütlenmesidir, bu düzenlenmiş, biçimlendirilmiş, amaçlandırılmış dünyanın. İşte sır bu: ortada bir sır yok. Teknolojik olarak düzenlendiğinden ve metalaştırıldığından iktidar artık hayata içkin. Tesislerin veya Google’ın boş sayfasının tarafsız görünümüne sahip. Her kim me-


kanın düzenlenmesini belirliyorsa, her kim sosyal çevreleri ve atmosferleri yönetiyorsa, her kim şeyleri idare ediyorsa, her kim erişimleri işletiyorsa – insanları yönetiyordur. Günümüzün iktidarı kendini bir yandan “vatandaşların iyiliği ve güvenliğini” sağlamak olan kadim polis biliminin, ve öteki yandan stratejik hareketliliği ve iletişim ağlarını devam ettirmeye dönüşmüş askeriyelerin lojistik biliminin “orduları hareket ettirme sanatının” varisi yapmış durumda. Gerçek kararlar gözümüzün önünde uygulanırken kamusalın, politikanın dil temelli kavranışına dalmış vaziyette tartışmaya devam ediyoruz. Günümüzün yasaları kelimelerle değil çelik yapılarla yazılıyor. Bütün bu vatandaş öfkesi yalnızca afallamış kafasını bu dünyanın betonuna çarpabilir. İtalya’daki TAV’a karşı verilen mücadelenin en büyük marifeti basit bir kamu projesindeki politik meselenin kavranmasıdır. Simetrik olarak, hiçbir politikacının kabul edemeyeceği bir şey bu. NO TAV militanlarına çıkışan Bersani gibi: “En nihayetinde burada bir tren hattından bahsediyoruz, bombardıman uçağı değil.” Nitekim sömürgeleri “pasifize” etmekte üzerine olmayan Maraşel Lyautey’in tahminine göre “bir inşaat alanı bir tabura denktir.” Eğer büyük altyapı projelerine karşı mücadeleler, Romanya’dan Brezilya’ya tüm dünyada çoğalıyorsa bunun nedeni bu sezginin yayılmasıdır. Mevcut dünyaya karşı herhangi bir şeye girişecek kimsenin buradan başlaması gerekir: gerçek iktidar yapısı bu dünyanın maddi, teknolojik ve fiziksel düzenlenişidir. Hükümet artık hükümette değil. Belçika’da bir yıldan uzun sürmüş “iktidar vakumu” bu noktaya iyi bir örnek. Ülke hükümet, seçilmiş temsilciler, parlamento, politik tartışma ya da seçim meseleleri olmadan normal işleyişi etkilenmeden işini gördü. Yıllardır “teknik hükümetten” “teknik hükümete” giden İtalya’da da aynı durum söz konusu, ve hiç kimse bu tabirin ilk faşistleri ortaya çıkaran 1918’in Fütürist Partisi’nin Manifesto-programına dayanmasından rahatsızlık duymuyor. İktidar, bundan böyle, şeylerin düzenidir ve polis onu korumakla görevlidir. Altyapılarda, onları işletmekte, kontrol etmekte ve inşa etmekte gereken araçlarda barınan bir iktidarı düşünmesi kolay değil. Dilde ifade edilmeyen, adım adım ve kelimesizce inşa edilen bir düzene nasıl karşı çıkabiliriz? Gündelik yaşamın nesnelerinde vücut bulan bir düzen. Politik oluşumu maddi oluşumu olan bir düzen. Optimal performansız sessizliğine Başkan’ın sözlerinden çok açığa çıkan bir iktidar. İktidar kendini yasalar ve yönetmeliklerle ifade ettiği bir çağda eleştirel bir saldırıya açıktı. Fakat bir duvarı eleştirmek diye bir şey olamaz, ya yokedersin ya da yazılama yaparsın. Araçlarını ve planlamalarını kullanarak hayatı düzenleyen bir iktidar, ifadeleri trafik konilerinin dizildiği ve kameralarla gözetlenen bir sokak biçimini alan bir iktidar yalnızca kendisi

kadar sözsüz bir yıkımı davet edebilir. Gündelik yaşamın düzenlenişine karşı her saldırganlık günah halini aldı, sonuç olarak; yasasını ihmal etmek gibi bir şeye dönüştü. Şehirlerdeki isyanlarda ayrım gözetmeyen yıkım hem bu durumun farkındalığını hem de karşısında görece güçsüzlüğü işaret ediyor. Bir otobüs durağında vücut bulan, sessiz ve sorgulanamayan düzen maalesef ki durak parçalandığında yerde dağılmış bir halde durmaya devam etmeyecek. Kırık camlar teorisi bütün mağaza camları parçalandıktan sonra da durmaya devam edecek. “Çevrenin” kutsal karakterine yönelik tüm iki yüzlü açıklamalar, korunmasına yönelik haçlı seferi, yalnızca bu mutasyonun ışığında anlaşılabilir: iktidarın kendisi çevresel oldu, etrafındakilerle birleşti. “Çevreyi korumaya” yönelik bütün resmi çağrılarda korumaya çağrıldığımız şey iktidardır, küçük balık değil.

2- Örgütlenme ve Kendini Örgütleme Arasındaki Fark Üzerine Gündelik yaşam her zaman örgütlenmemişti. Bunun başarılması için, öncelikle yaşamı dağıtmak gerekiyordu, şehirden başlayarak. Yaşam ve şehir “toplumsal ihtiyaçlara” denk gelen işlevlere ayrıldı. Ofis bölgesi, fabrika bölgesi, konaklama bölgesi, rahatlama mekanları, eğlence bölgesi, yenilen-içilen yer, çalışılan yer, gezilen yer, ve de bütün bunları birbirine bağlayan araba ve otobüs bütün yaşam biçimlerini mahveden yaşamın uzunca bir düzenlenişinin sonucu. Metodolojik olarak bir yüzyıldan fazladır bütün bir gri yakalı idareciler tarafından yapıldı. Yaşam ve insanlık ihtiyaçlar bütününe ayrıldılar; ardından bunların bir sentezi düzenlendi. Bu senteze “sosyalist planlama” mı “piyasa planlaması” mı dendiğinin hiçbir önemi yok. Başarısız yeni yerleşim deneyimleriyle mi yoksa yeni moda semtlerle sonuçlandığının da bir önemi yok. Sonuç aynı: bir çöl ve varoluşsal anemi. Parçalarına ayrıldığında bir yaşam formundan hiçbir eser kalmaz. Tersinden bakarsak, bu durum işgal edilmiş Puerta del Sol, Tahrir ve Gezi meydanlarındaki ya da Nantes kırsalının iğrenç bataklıklarına rağmen Notre-Dame-des-Landes’deki işgalin yarattığı bitmek bilmeyen neşeyi açıklıyor. Her komünde olan neşe. Aniden hayat birbirine tutturulmuş parçalara bölünmeyi bırakıyor. Uyumak, dövüşmek, yemek, kendine bakmak, partilemek, komplo kurmak, tartışmak aynı yaşamsal harekete ait hale gelir. Her şey örgütlenmemiştir, her şey kendini örgütler. Fark anlamlı. Birisi yönetime, diğeri dikkate ihtiyaç duyar – her açıdan uyumsuz iki eğilim.

7


yanın mevcut bir durumunu açığa çıkaran bir şey var, o da, üretim yerlerinin bloklanması temel alınarak yapılan ve emekliliğin revize edilmesi karşı olan haraketin, politik olarak göz ardı edilemeyeceğidir.

2000lerin başındaki Bolivya Aymara isyanlarına gönderme yapan Uruguaylı aktivist Raúl Zibechi, şöyle yazar: “Bu hareketlerde örgüt gündelik yaşamdan ayrı değil. İsyancı eylemde bizzat gündelik yaşamın kendisi harekete geçirilir.” 2003’te, El Alto’nun mahallelerinde “komünal bir ethosun eski sendika ethosunun yerine geçtiğini” gözlemler. Altyapı dediğin anda kendi koşullarından kopmuş bir hayattan bahsediyorsun demektir. Bu koşullar yaşama nüfuz edici bir şekilde yerleştirilmiştir. Böyle bir yaşam artık kontrolünde olmayan etkenlere bağlıdır, altındaki zemin kaymıştır. Altyapılar dünyasız bir yaşam örgütlerler, askıya alınmış, harcanabilir, her kim yönetiyorsa onun merhametinde olan bir yaşam. Metropol nihilizmi bu durumu kabul edememenin kaba bir yolu. Raúl’un ifadeleri ayrıca dünya genelinde birçok sayıdaki köylerde ve mahallelerde girişilen deneylerde ulaşılmak istenen sonucu ve kaçınılmaz tuzakları belirtiyor. Dünyaya geri dönüş değil, dünyanın tekrar yaşanılabilir kılınması. İsyanlara gücünü ve de düşmanın altyapısına zarar verme yeteneğini veren komünal yaşamın kendini örgütleme seviyesidir. Occupy Wall Street hareketinin ilk refleksler olarak Brooklyn Köprüsü’nü kapaması ve Oakland Komünü ile birlikte birkaç bin insanın 12 Aralık 2011’deki genel grevde şehrin limanını durdurma girişimi öz örgütlülük ile blokaj arasındaki sezgisel bağın kanıtı. İşgallerde az biraz ortaya çıkan öz örgütlülüğün zayıflığı bu girişimlerin daha ileriye gitmesine izin vermedi belli ki. Buna zıt olarak, Tahrir ve Taksim meydanları Kahire ve İstanbul’daki otomobil dolaşımının ana merkezleri. Bu akışları engellemek durumu lehimize açmak anlamına geldi. İşgal anında bir blokajdı. Bu nedenle bütün bir metropolde normalliğin hakimiyetini atabilmişti. Tamamıyla farklı bir seviyede, Zapatistaların madenlere, otobanlara, enerji santrallerine, ve baraj projelerine karşı süregelen ve Meksika’nın her yerinden farklı yerli halkları içeren yirmi dokuz savunma mücadelesini birleştirmeye teklif etmesiyle kendilerinin son 15 yılda federal ve ekonomik güçlere karşı kendi özerkliklerini kurmaya harcamaları arasında bağlantı kurmamak mümkün değil.

3 - Blokaj Üzerine 2006’da Fransız hareketi CPE “ilk işe alınma sözleşmesi ”ne karşı “Dünya güçleri ilişik halde muhafaza ediliyor. Her şeyi bloklayın!” çağrısı yaptı. Bu, zaten azınlığı temsil eden bir grubun da azınlıkta olan bir kısmı tarafından yapılan bir toplanma çağrısıydı ve de‘’zafer’’ keyfini o zamandan beri sürdürüyor. 2009’da Guadeloupe’u felç eden “kar etme” karşıtı haraket de büyük ölçüde bu blokaj taktiğini kullandı. Blokajın gücünü, emeklilik yapılandırmasına karşı başlayan Fransa hareketinde de gördük, bir yakıt deposu, bir alışveriş merkezi, bir tren istasyonu ve bir üretim yeri bloklandı, bu da mücadelenin temel taktiğine dönüştü. Şimdi, dün8

Yetmişlerin sonunda, üretim yerleri “işletme sanayi” “değişken devirli” sanayi diye bilinen sanayilerin öncüsü oldu. O zamandan beri üretim yeri işletmesi, çoğu fabrikanın yeniden yapılanmasında rol model oldu. Dahası, insanlar artık fabrikalardan değil üretim yerlerinden konuşmalı. Fabrikayla üretim yeri arasındaki fark şudur; fabrika, ana malzemelerle, hammaddeyle dolu, uzmanlığı olan işçilerin yoğunlaştığı yer iken üretim yeri sadece üretim akışında haritada bir noktadan ibarettir. İkisinin tek ortak noktası, alınan malzemenin belirli bir değişime uğrayarak çıkışının sağlanmasıdır. Üretim yeri, işgücüyle üretim arasındaki ilişkinin ilk defa altüst edildiği yerdir. Orada işçinin, daha doğrusu oparatörün makinaları muhafaza veya tamir etme gibi bir görevi dahi yoktur. Bu görev genellikle geçici işçilere verilir ve operatörden ise sadece otomatik üretim sürecine belirli bir dikkat göstermesi ve bu süreci denetlemesi beklenir. Belki bir şeyler ters gittiğinde yanan bir ışık, garip sesler çıkaran bir boru ya da gelmemesi gereken bir yerden gelen duman. İşte operatör bunların gözlemciliğini yapan, pürdikkat, ama çoğunlukla avare bir figürdür. Batı’daki çoğu sektörün bugünkü hali budur. Eski anlamındaki işçi, üretimi yapan kişi olarak düşünülebilir, ancak günümüzde işçiyle üretim arasındaki ilişki tersyüz edilmiştir. İşçi, sadece üretim aksadığı zaman devreye girer. Ürün valorizasyonu (benzinin yeraltından çıkarmaktan pompaya gelene kadar) piyasadaki para dolaşımıyla örtüştüğünden ve bu da aynı şekilde üretim süreciyle örtüştüğünden Marksistler kendilerini tekrar etmeye devam edebilirler. Ürünün değeri çalışma saatlerini belirleyen politik bir manevradır ve piyasanın son halindeki dalgalanmalara bağlı olduğu görüşü yanlış olduğu kadar verimsizdir de. Çalışma yerleri, aynı otomatik sisteme oturtulmuş fabrikalar gibidir ve acınası bir ironiyi işaret eder. Çin de gelecek on yıl boyunca işçi talepleri doğrultusunda yürütülürse aynı durum meydana gelecektir. Tabi ki çalışma yerlerindeki işçilerinin en iyi maaş alan endüstri çalışanları olması da önemsiz değildir. Bu sektörde, en azından Fransa’da sendika ilişkileri için güzel bir şeymişçesine “akışkan sosyal ilişkiler” terimi ilk defa kullanıldı. Fransa’daki emeklilik reformuna karşı olan hareket sürecinde çoğu benzin istasyonu orada çalışan beş işçi tarafından değil de öğretmenler, öğrenciler, şoförler, demiryolu çalışanları, postacılar, işsizler, ve lise öğrencileri tarafından bloklandı. Bunun sebebi işçilerin ayaklanmaya hakları olmamasından değildir. Üretimin belli bir merkezden değil de dağınık, akışkan ve büyük ölçüde otomatik sisteme oturtulmuş bir şekilde olmasındandır. Artık her makine iç içe gecik bir sistemdeki bağlantı noktası olmuştur. Bu makine üreten makineler sistemi birbirlerine internet üzerinden bağlıdır ve her biri kapitalist üretim sürecinin bir parçasıdır. Artık güç ve sosyal ilişkilerden bağımsız bir üretim tabakası yoktur. Zaten artık bir üretim tabakası da yoktur. Bunun yerine tüm dünyayı ve ilişkilerini bağlayan bir ağ vardır. Bu yüzden bu ağlardan herhangi birine yapılan fiziksel saldırı sistemin tamamına yapılan bir saldırıdır. Eğer grevi yapan işçilerse blokajı yapan herhangi biri olabilir. Bir uygarlığın çöküşe geçmesi genellikle en gelişmiş ve ileri olduğu döneme denk gelir. Her üretim ağı artık o kadar fazla aracıyla ve özelleştirmeyle çalışır hale gelmiştir ki bu aracılardan biri bile yok olsa tüm sistemi paralize edebi-


lir hatta yok edebilir. Üç yıl önce Japonya’daki Honda fabrikaları altmışlardan beri en uzun işten çıkarma sürecini yaşadı. Tek sebebiyse belirli bir bilgisayar çipi sağlayıcısının 2011 Mart ayında yaşanan bir depremde yok olması ve bu çipi kimsenin tekrardan üretemiyor oluşuydu. Bu blokaj tutkusu artık her boyuttaki harekete eşlik ediyor ve bu zamanla olan ilişkimizi ters yüz ediyor. Walter Benjamin’in Meleklerin Tarihi’nin geçmişe bakması gibi biz de geleceğe bakıyoruz: “Biz bir olay zinciri görürken, o tek başına bir felaket görür, ebediyen ayaklarının dibinde üst üste binen yığınlardan oluşan.’’ Geçen zaman artık berbat bir sona doğru atılan adımlardan başka bir şey değildir. Her geçen on yıl insanların yavan bir şekilde ‘’küresel ısınma’’ diye adlandırdığı iklimsel kaosa atılan bir adımdır. Ağır metaller, radyoaktif ve diğer her türlü ölümcül atıkla birlikte, günbegün yemek zincirinde yer almaya devam edecektir. Bu yüzden global sistemi bloklamak için verilen her çaba, her ayaklanma, her hareket, zamanı durduran ve ölümcül sonumuzu erteleyen bir girişim olarak görülmelidir.

4- Araştırma Herhangi bir devrimci perspektifin kayboluşunun açıklaması mücadelemizin zayıflığı değildir ; mücadelemizin zayıflığını açıklayan güvenilir bir devrimci perspektifin olmayışıdır. Devrimin politik hayaline kafayı takarak onun teknik boyutunu ihmal ettik. Devrimci perspektif artık toplumun geleneksel olarak tekrardan yapılanmasına değil, dünyanın teknik yapılanmasına odaklanmak durumunda kalıyor.. Bu yüzden, günümüzde takip edilebilen bir çizgisi mevcut, gelecekteki muğlak bir görüntüden ibaret değil. Bir perspektif kazanmak istiyorsak dünyanın, daha iyi bir versiyonunu inşa etme isteğiyle ayakta kalamayacağını kavrayabilmemiz gerekiyor. Dünyanın devam etmesi, herkesin yaşamak için genellikle pürüzsüz işleyen sosyal makineye bağımlılığına borçludur. Dünyanın işleyişi ile ilgili teknik bilgilere sahip olmamız gerekiyor, hem mevcut hakim işleyişi nötrlememizi sağlayacak hem de yıkımdan fiziksel ve politik olarak bağımızı koparabilmemiz(fakirlik korkusu ile olan değil hayatta kalmanın acil kopuşu) için gerekli zamanı yaratmak için işe yarayacak bilgilere. Açık olarak söylemek gerekirse, nükleer santralsiz yapamadığımız sürece devleti etkisiz hale getirmek için can atışımız yüzlerde gülümseme bırakmakla kalacak ve arzulanan ayaklanma ihtimali gittikçe düşecek, sağlık, gıda ve enerji için güçlü bir topluluk hareketi gerçekleşmeyecek. Başka bir deyişle, titizlikle araştırma yapmamız gerekiyor. Her köşeye bakmamız gerekiyor, bulunduğumuz bütün bölgelerde stratejik teknik bilgilere sahip olanları aramamız gerekiyor. İşte sadece bu temelde kurulan hareketlilikler “herşeyi yıkma” cesareti gösterebilecektir. Sadece bu temelde özgürleşmeye giden yöntemleri deneyimleme isteğimiz ortaya çıkacak.Bu bilgi birikimi ve her alanda gerçekleşecek kurulum süreci gerçek ve kitlesel devrim sorusunun ön koşuludur. . “İşçi hareketi kapitalizm tarafından değil demokrasi tarafından mağlup edilmiştir.” demiş Mario Tront. Buna ek olarak bir de işçi hareketinin asıl manasını içselleştirememekten dolayı da mağlup edilmiştir. İşçiyi tanımlayan şey, diğerleriyle ortak paydası olan patronu tarafından suistimal edilmesi değildir, onu tanımlayan pozitif şey spesifik bir konuda üretim dünyasındaki ustalığıdır. Bu beceri hem bilimsel hem de istenendir, sermayeden önce zenginliği keşfeden istekli bir bilgi birikimidir ki

bu süreçte sermaye tehlikeyi fark eder ve bütün bilgiyi emdikten sonra işçileri operatörlere, monitörlere ve makinelerin koruyucularına dönüştürür ama orada bile işçinin gücü durmaya devam eder çünkü bir sistemin çalışma şeklini bilen aynı zamanda onu sabote etmeyi bilendir. Fakat kimse tek başına sistemin kendini yenilemesi için gerekenlere ustalıkla hakim olamaz bunun için ancak kolektif bir güç gereklidir. İşte bu şu an tam olarak devrimci bir güç oluşturmak bu demektir, bütün dünyaları ve devrim için gerekli teknikleri birleştiren, bunları bir yönetim sistemine değil tarihi bir güce dönüştürebilen. 2010 Sonbaharındaki emeklilik yapılanmasına karşı mücadelenin kaybetmesi bu konuyla ilgili çok acı bir ders verdi. Eğer CGT harekete tamamen hakimdiyse bunun nedeni bizim teknik olarak yetersiz olmamızdandır. Sendikanın tek yapması gereken rafinerilerin boykotunu yönlendirip hareketin öncüsü haline getirmekti. O şekilde her an oyunun sonu olarak rafineri valflerinin açılabileceğinin sinyalini vermek mümkündü ve ülkeye sürecin stresi yayılabilirdi. Hareketin o an sahip olmadığı şey net olarak sürecin işleyişine dair minimal bilgi, bazı mühendislerin tekelinde olan işçilerin bir kısmının sahip olduğu bilinçti. Eğer polisin biber gazı stoğuna erişimini engelleyebilseydik ya da televizyonla gerçekleştirilen propogandayı bir günlüğüne sekteye uğratabilseydik ya da otoriteyi bir günlüğüne elektriksiz bırakabilseydik yaşanacakların yaşandığı kadar üzücü olmayacağından emin olabilirdik. Ek olarak, hareketin asıl politik mağlubiyetinin kimin mazota erişimi olacağını belirleme gücünün devlete bırakılışı olduğu sonucuna da ulaşmamız gerekiyor. “Günümüzde birinden kurtulmak istiyorsanız onun alt yapısını hedeflemeniz gerekiyor.” diye yazmış Amerikan bir akademisyen, zekice. İkinci dünya savaşından beri Amerikan Hava Gücü “alt yapı savaşı” konseptini geliştiriyor. Bu stratejik alt yapı tesislerinin sürekli daha da gizlenmesinin asıl sebebidir. Bir devrimci güç, düşmanın alt yapısını sonlandırmak için ne yapması gerektiğini, gereksinim duyulduğunda kendi lehine nasıl çalıştırılacağını bilinmiyorsa bir önemi yoktur. Teknolojik sistemi sonlandırabilecek yetkinlikte olmak sistemi gereksiz kılacak yöntemleri denemiş/uygulamış olmayı gerektirir. Dünyada tekrar yaşamayı düşünmek, başlangıç olarak, varlığımızın gerektirdiği kondisyonlardan bihaber olmamak demektir.

* Görünmez Komite’nin ‘To Our Friends’ adlı metninden alınmıştır. 9


SOKAGA TASAN TE C RIT V E YOKEDILISIN ISYANI ‘’Yirminci yüzyılda gerçek bir hayat yaşamamak insanları ölmekten daha çok korkutuyor. Tüm bu ölü, makineleşmiş yeknesak eylemler hayatımızdan her günü azar azar çalıyor, ta ki zihin ve beden bitap düşünceye, ölüm hayatın nihayete ermesi değil de, yokluğun nihai özümsenmesi oluncaya değin..’’

yok etmek ve neo-liberal faşizmini sağlamlaştırmak için tayin ediyor. Her eylemin illegalleştirilmesi ve eylemcilere karşı oluşturulan hainlik algısı, medyayla derinleştirilen şovenizm ve tüm bu köşeye sıkışmışlık hapishanelerden açlık direnişlerini taşırarak toplumsallaştırıyor.

1981’de IRA militanı Bobby Sands açlıkla direnerek ölene kadar gerçek bir yaşam uğruna olan mücadelesini tüm dünyaya duyurdu. Ne Sands’a ne de cezaevindeki diğer tutsaklara greve başlaması için baskı yapılmamıştı. Tam tersine komutan tutsaklara direnişi bırakmaları çağrısında bulundu.

Bu eylem biçimini destekleyerek ölümleri kutsuyor muyuz?

2000’de Türkiye’de devletin en ağır yaşamı kuşatma mekanizması olan F tiplerine karşı mücadele veren direnişçilerden onlarcası katledildi, yüzlercesi sakat bırakıldı. Hapishanelerle kendini duyuran açlık grevleri ve ölüm oruçları gösteriyor ki direnişçiler en temel ihtiyaçların dahi denetimden geçtiği, tüm insani değerlerin yok sayıldığı, seslerini duyurmak için tüm yollarının tıkandığı noktada bedenlerini bir silaha dönüştürerek direniş aracı olarak ortaya koymuşlardır. Bugün de görüyoruz ki devletin tecritinin sınırları yoktur. Nuriye ve Semih ne kadar dışarıda gözükseler de aslında içerdeydiler. Bizler ne kadar dışarda gözüksek de aslında içerdeyiz ve gün geçtikçe OHAL’llerle, piyasa güçleriyle, KHK’larla, keyfi hukuklarla hapishane duvarları dışında tecrit ediliyoruz. İktidarın en örgütlü faşizmini dayatarak en pasif direnişleri bile darbe girişimi olarak nitelendirdiğini ve yaşamlarını ortaya koyan insanları tarihte bir ilki gerçekleştirerek tutuklama cesareti gösterdiğini görüyoruz. Bugün açlık grevlerine olan tavrıyla iktidar, vicdansız bir makine olmadığını kanıtlama ihtiyacı dahi hissetmeyecek kadar sınırsız baskı gücünün kabul edilirliğini kanıksamış durumda. Tüm muhalif ve radikal özneler iktidarin en temel hedefi halinde. Mevcut tiran tüm araçlarını kendine karşı durabilecek unsurları 10

Bizim için ne zorunlu olarak içinde bulunduğumuz yaşam hali ne de bir ideal ya da amaç uğruna ölüm kutsaldır. Ne kadar kutsal yaratırsak o kadar esaret yaratırız. Ancak açlık grevlerinin önemi onların insanın en büyük çelişkisi olmasında yatar. Yaşamda kalma insandaki en güçlü dürtüdür. Yaşamsal faaliyetleri sonlandırma eylemi ya bu yaşam dürtüsünü bastıracak güçte sebeplerle ya da tam da bu dürtüyle açıklanır. Spinoza ‘canlı varlık ölümü düşünmez’ demiştir. İşte bu sebeple açlık direnişinde yaşamı arzulayan, talepleri yaşama dönük bir yön vardır.

Bedeni ölüme yatırma olan bir eylem biçimini örgütsel baskıyla, şov yapmakla açıklamak canlılığın bu temel güdüsünü de reddetmek ve psikoloji disiplininin temelini yok saymak demektir. Bu argümanlar bireyin eylemiyle ortaya koyduğu yaşam mücadelesini, iradesini ve motivasyonlarını tamamen absorbe edip çözümsüz kılmaya, bireyi yok saymaya çalışan devlet fikrinden ileri gelir. Direnişi kişinin kendi adına değil de başka bir temsil adına yapıyor olması dahi bunun iradi bir karar olmadığını göstermez. Tüm alanları ve araçları zaptedip mahrumiyeti dayatan, yasalarla kişinin kendini öldürmesini dahi yasaklayan ve bu hakkı yalnızca kendinde gören tiranlar varken eylem biçimlerinin doğruluğunu tartışmak liberal, devlet destekçi, tahakkümü tekrar üreten bir tavırdır. Bu toplumsallaşan açlık grevleri bizi direnişçileri eylem bırakmaya ikna etmeye değil, devletin meşruiyetini sorgulamaya, direnişlerin dili olmaya, devletin kayıtsız bir makine oluşunu ifşa etmeye çağırıyor..


dırenıs

Sivil itaatsizlik, yerel hareket, kendiliğinden örgütlenme, eyle-öğret-organize et… Kavramsal anlamda ele aldığımızda birçok farklı formundan bahsedebileceğimiz bu birliktelikler, çoğu zaman sosyal alanda bahsedilip medyatik olabilmek için harlanmış bir ateş olmak istiyor.

Kendini hızla yenileyen ve aynı hızda adaptasyon geçirmeyen hiçbir sosyal birlikteliğin gözünün yaşına bakmayan bir modern denetim toplumundayız. Erişim kolaylığı, çabuk haberdar olmayı dolayısıyla çoğu zaman izleyici olmayı kabul etmek zorunda kalan kitleleri doğuruyor. Sermayeyle el sıkışmış bu mekanizma kendine evlerin içinden sokağın diline, iş hayatına, merkezi medyadan güvenlik kurumlarına, temsili meclislerin içine kendini var edecek figürlerle varlığını devir-daim ediyor. Küçük aksaklıklar dışında sistemin söylemi, reklam değeri kendini birçok alanda ve birçok zihinde sistemli şekilde güncel tutuyor. En radikal unsurlarını bile böylesine güncel tutarak ve baskın çoğunluğun kültürel değerlerini referans vererek kabul ettiriyor. Bir birikimin içinde olmak, en azından baskının doğrudan muhatabı olan vatandaş tarafından bütüncül bakış açısından değerlendirmeyi pek de mümkün kılmıyor. Sınıf ilişkilerini, finans kaynaklarını, ekonomi politikalarını ve yerelin saha çalışmasını incelemeden elbette derin çıkarımlar yapılabileceğini zannetmiyorum, niyetim gözle görünür, doğrudan hayata müdahale eden politakalara ‘karşı kültür’ oluşturabileceğini düşündüğüm çok bilindik bir modeli tanıtmak; gündelik direniş pratiklerimiz… Politik anlamda ele alacak olursam bahsettiğim model birçok siyasetin içinde bireyci, liberal, çoğu kez apolitik bulunmasıyla oldukça meşhur. Siyasi hareketler başka başka dinamikler içinde şekillense de << sınıf siyasetlerinde de, sendikal siyasetlerde de, otonomistlerde de, anarşist siyasetlerde de (…) >> her hareketin içinde belli başlı fikirsel ve yöntemsel ayrımlar dışında geniş ölçekli bir asgari müşte-

AYAGINI ZA GELDI

rekte birleşen fraksiyonlar, siyasetler arası bir işgal halinde. Cinsiyet ve cinsel yönelim politikaları, ekolojik ve hayvan özgürlüğü mücadelelerinden başka bir şey değil bahsettiğim. Birçok muhalif alanda farklı farklı söylemlerle yer edinmiş politikaların, günlük hayatla çok ilişkili olduğu aşikar. Çok yeni bir yöntem önermekten ziyade her gün burun buruna gelmemiz çok muhtemel şeylerden bahsediyor bu hareketler. Yine önemli özelliği mümkün mertebe baskının doğrudan muhatabı kimselerce üretilen mücadele biçimleriyle ürüyor, kitleleri politize ediyor, yerel örgütlenmelere kapı açıyor. Yepyeni bir örgütlülük modeli önererek en özel alanları dahi büyük bir ‘açık çağrı’ alanına dönüştürebiliyor. Bu anlamda sokağın sesini hanelere devşirerek politikasını her daim diri tutabiliyor.

Örgütlülük halinin devamını sağlayan biraraya gelişler elbette oldukça kıymetli ancak House of Cards bölümlerini aratmayacak entrika siyaseti bir gün bir başka bahaneyle evlerimizin kapısını tek tek çalmaktan da çekinmeyecektir. İşte tam da ilk sezonunu yaşadığımız bu distopik yaşam kurgusunda, kurduğumuz anarşist birlikteliklerin ağzımızda bıraktığı kekremsi tadın işlevi büyük. Beraberliğimiz bir bar masasında yahut bir toplan-

Özlem

tı salonunda, bize neler bırakıyor? Beraber deneyimlediğimiz her şeyden her birimize düşen pay, birbirimizi az çok aynı paydada buluşabildiğimiz bir tavıra örgütlemekte. En alelade gelişen bir sohbette bile, dilimizdeki köle ile efendinin arasındaki mesafeyi muğlaklaştırabildiğimiz kadar bir önem arz ediyor toplaşma yerlerimiz. Arka sokağa, devlet başkanlarının basın açıklamalarını takip eden sonsuz çiğ muhalefet döngüsünden çok inşa etmekte olduğumuz daha bağımsız bir alan açmak örgütleyici olan. Bu bağlamda vegan olmanın hala uzun uzun tartışılmakta hayvan özgürlüğü ile doğrudan alakası üzerinde durmak yerine bağlayıcı etkisi üzerinde durmak daha faydalı olanı gibi görünüyor. İki bayram arası devrimcisi olmakla olmamak arasındaki o ince çizgi, gündelik hayatta peşten gelen gölgenin düzleminde, ideolojik omurganın üzerine konuşlanmış. Yani sokakta öğrendiğimizi kafamızın içindeki tel örgüleri kesmekle, sonsuz bir eğitim aracı olan dili eleştirebilmekle, kabul gören ezici çoğunluğun dengesini her yeni sarsıcı üretimle tehdit etmekle, yani hep biraz daha yok olmakla burun buruna gelerek, ötekileşmeyi de sahiplenemeden reddedeceğiz. Mutlak özgürlüğün bir ütopya olduğunu düşünen biri olarak, beni yaşadığım dünyaya savaş açmaya iten ütopyalarımın sonsuz kusursuzluk hakkını elinden almaya çalışan her şeye savaş açmaya itecek olan da yine ütopyamın kendisidir. Gerçek ütopya önemsiz detaylara dahi tahammülsüzdür. Uğruna savaşmayı göze almamın sebebi de tam olarak budur.

“’...Vermediğiniz şeyi alamazsınız, kendinizi vermeniz gerekir. Devrim’i satın alamazsınız. Devrim’i yapamazsınız. Devrim olabilirsiniz ancak. Devrim ya ruhunuzdadır ya da hiçbir yerde değildir.’’ 11


anarsızm

ve u lu sal ku rt u l u s mucadelelerı

İsyancı anarşist Alfredo Maria Bonanno’nun 1976 senesinde anarşizm bağlamında ulus ve ulusal kurtuluş mücadelelerini değerlendirdiği Anarşizm ve Ulusal Kurtuluş Mücadelesi kitapçığını türkçe konuşanlar ve okuyanlar arasında yaymamız gerektiğini düşündüğümüzden tercümesini yapmış bulunmaktayız. Ancak tüm metin dergide çok yer kaplayacağından, kitapçığın sadece Jean Weir’ın önsözüyle başlayan ve Anarşizm ve Ulusal Kurtuluş Mücadelesi başlığıyla devam eden ilk kısımlarını yayınlamayı uygun bulduk. Bunların haricinde, anarşistlerin, marksistlerin, Bakunin’in ve Rudolf Rocker’ın Ulusal Kurtuluş Mücadelelerine bakış açılarını yansıtan kısımlarıyla birlikte pek yakında kitapçık olarak dolaşıma sokacağımızı belirtmek isteriz.

Giriş

Anarşistler milli kurtuluş mücadelesi probleminden kaçınma eğiliminde olmuşlardır ya da onu enternasyonalist prensiplerinden ötürü reddetmişlerdir. Enternasyonalizmin sadece anlamsız bir retorik olmaması için, farklı ülkelerin ya da milliyetlerin işçi sınıfları arasındaki dayanışmayı işaret etmesi gerekir. Bu somut bir koşuldur. Bir devrim olduğunda ancak, tıpkı geçmişte de olduğu gibi, belirli bir coğrafi bölgede olacaktır. Orada ne kadar kalacağı ise enternasyonalizmin kapsamına bağlıdır; hem dayanışmanın hem de devrimin kendisinin yayılması açısından. İnsanlarda basit ve saf bir seviyedeki ‘vatanseverlik’ otonom olmak için verilen bir mücadeledir, doğal bir dürtüdür; hakiki bir dayanışma ile birleşmiş bir sosyal grubun yaşamının ürünüdür, henüz ekonomik ve politik çıkarların olduğu kadar, dini soyutlamaların da etkisi ve yansımasıyla zayıf düşürülmemiştir.’ (Bakunin) Tıpkı devletin insan karşıtı bir yapı olması gibi, milliyetçilik de sınıf mücadelesinin ötesine geçmek ve ona engel 12

Alfredo M. Bonanno

olmak için tasarlanmış bir kavramdır, kapitalizmin olduğu her yerde var olur (dünyanın her yerinde). Milli özgürlük adı altında var olan sosyal ve ekonomik karışıklığın içinde yaşayan insanların çabaları liderlerin ellerine bırakılırsa eğer, kendilerini daha iyi bir yerde değil, mikro-kurumsal devletlerin içinde, onlar için seçilmiş herhangi bir bayrağın altında yaşarken bulma riskleri vardır. Verilen mücadele sınıf temeline, makroda olduğu kadar mikro ölçekte de oturtulmaz ise anti-emperyalizm yerel korporatizmi gizleyebilir. Alfredo Bonanno’nun yazısı İtalya’da, bilhassa Sicilya’da ki, gerçek bir duruma cevaben yazılmıştır. Ekonomik ve politik ayrışmanın genel geçer bir durum olduğu günümüz İtalyasında en zayıf halka olan Sicilya, ayrılıkçı bir çözümün temellerini atmayı amaçlayan propaganda ve gerginlik hali yaratan faaliyetlere maruz bırakılmıştır. Bu çözüm, yani ayrı bir Sicilya Devleti, mafya ile müphem bir iş birliği içinde olan sağcı güçler, yani faşistler, tarafından önerilmiştir; iki taraf da CIA aracılığıyla ABD’nin çıkarlarına hizmet etmeye heveslidir. İki tarafın da koruyup gerçekleştireceği çıkarları vardır: Mafya finansal hareketleri için gerekli politik bağlantılara ve olanaklara erişim sağlayacak; Amerika şu anda çözümü Komünist Parti’de arayan bir ülke ekonomisi üzerindeki hakimiyetini ve Akdeniz’de ki stratejik üssünü koruyabilecek; ve faşistler de bir kez iktidara geçtikten sonra güvenilirliklerini arttıracak ve bu iktidarı Kuzey’e doğru genişletebileceklerdir. Tahmin edilebileceği üzere, ülkenin problemleri için ortaya atılan bu çözümün bedelini Sicilya’nın işçi sınıfı ödeyecektir. Tıpkı bugüne dek Kuzey’i kan ter içinde kalkındırmış ve Almanya ve İsviçre ekonomilerine ucuz işçilik sağlamış oldukları gibi. Bu durum, sırf uluslararası görünürlüğe ulaşıp milli mücadele kılıfına konulduğu için, devrimcilerden alakasız görülüp bir kenara atılamaz. Sicilya’nın esas gerçekliği,


fazlaca sömürülen ve bu durumdan çıkmak için tek çaresi, federal ya da kolektivist bir üretim-değişim sistemiyle otonom olmak için silahlı mücadele vermesi gereken bir işçi sınıfıdır. Eve yaklaştığımızda ise (İngiltere’yi kastediyor), iki durumla karşılaşıyoruz: birincisi, ya çok karmaşık olduğu için kenarda köşede bırakılan ya da anti-emperyalist bir savaş olarak koşulsuzca desteklenen İrlandadır. Bu anti-emperyalizmin netleştirilmesi gerekiyor. İrlandalı proleterlerin kendi hayatlarını yönetmesinin, İngiliz askerlerinin işgali altındayken imkansız olduğu bir gerçektir. Ancak, cumhuriyetçi olsun ya da olmasın, yerli bir hakim ve onun kendi ordusu ya da devlet aygıtı daha küçük bir engel olmayacaktır. Yani, her zaman milli bağımsızlık ile birlikte tanımlanan devrimin tohumları İrlanda’da mevcuttur ama bu gerçeklik durmadan kendi çıkarları için ırksal ve dini farklılıklar kullanılarak saptırılmaktadır. Etnik farklılıkların yeni bir boyut kazanmasının ve üstyapısal fantezilerin yok edilmesinin tek yolu devrimci bir ekonomik ve sosyal değişimden; sömürülen tüm İrlandalıların, Britanyalıların ve dünyanın diğer tüm ezilenlerinin desteği ile bir bütün olarak otonom faaliyet göstermesinden geçmektedir. İrrasyonel ve nefret dolu meseleleri körüklemekte oldukça başarılı olan medyayla mücadele için karşı-bilgi üretilmelidir. Bu irrasyonel meselelerin ekonomik temelleri; bu temellerin karşısında üretimi, dağıtımı ve savunmayı halkın kendi ellerine vermek için uğraşan doğrudan eylem yöntemi tüm dünyaya sergilenmelidir. İskoçya’da işçilerin kendilerini ‘İngiliz hükümetinden bağımsız’ olmak için ‘milli ekonomiyi inşa etmek’ ve ‘enflasyonu engellemek’ gibi yanlış hedefler uğruna feda etmelerinde milliyetçilik argümanı etkili oldu ve büyük işletmeler kendilerine yeni kökler edindiler. Çok uluslu çıkarlar, eski bir kavram olan güçlü milletten ziyade daha küçük ve merkezi bağımsız devletlerin üzerinden yükselebilir. Sosyal açıdan bakıldığında her zaman kazanılacak kişisel (ekonomik ya da statü) çıkarlar vardır: mesela, bir dilin yeniden dirilmesi çoğunlukla medya, eğitim v.b. alanlarda yeni bir elitin oluşması demektir. Aynı zamanda, kasıtlı olarak az gelişmesi sağlanmış olan İskoçya’da sömürülen insanların milliyetçi bir bakışla kendi ıstıraplarının karşılığını neden İngiliz kapitalizminin merkezinde aramalarının nedenini anlamak kolaydır. Mantıksız milliyetçiliğin maskesini düşüren devrimci faaliyet, temel

kimlik ve öz yönetim mücadelesini hafife almamalıdır ya da onu soyut bir dünya devriminin pasif bir bekleyişine çevirmemelidir. Dolayısıyla, anarşistler milli özerkliğin yoksunluğunu görünür kılmalı, asıl mücadeleyi kendini yetiştirme ile tanımlamalı ve buna sağlam bir destek vererek partilerin, işçi sendikalarının ve patronların planlarını bozmalıdır. Genelleşmiş bir isyana giden yolda, üretim ve dağıtım mekanizmalarını ele geçirmek ve kendi alanlarını özgür federalizm ve/veya kolektivizm ile yürütmek için sabotaj ve savunma teknikleri bizzat dahil olan kişilerin ellerinde olmalı, böylece dışarıdaki gruplara bağlılık ortadan kaldırılmalıdır. Bu, ‘geçiş aşaması’nın yer edinemediği öz yönetim temelinden yola çıkıldığında, daha geniş bir özgür toplum federasyonu perspektifiyle öngörülebilir bir gerçek olacaktır. Tüm bunlar pratik ve teorik seviyelerde araştırma ve çalışma gerektirir. Umuyoruz ki bu broşür bu yola küçük bir katkı sağlar. Jean Weir Glasgow, Haziran 1976

Anarşizm ve Ulusal Kurtuluş Mücadelesi Anarşizm enternasyonalisttir, onun mücadelesi kendini dünyanın bir yöresine ya da bölgesine sınırlamaz, ama kendi özgürlükleri için savaşan proletarya ile birlikte her yere yayılır. Bu, soyut ve belirsiz değil kesin ve iyi tanımlanmış bir ilkeler bildirisine ihtiyaç duyar. Kaynağını ve meşruluğunu 1789 tarihli Fransız burjuvazi devriminden alan bir evrensel hümanizmle ilgilenmiyoruz. Bugün dünyada iktidara sahip tüm demokratik ülkeleri tarafından dalgalandırılan bir sancak olan insan hakları beyannamesi, burjuva idealler ile yaratılan soyut bir adam ile ilgilenmektedir. Evrensel devrimden, inanç pratiklerinden, aydınlanmacılıktan bahseden ve özünde proletaryanın mücadelesini reddeden ve popülerlik karşıtı, idealist bir anarşizme sık sık karşı çıktık. Bu anarşizm, belli bir sosyal ve ekonomik içeriği olmayan bireysel ve mitolojik bir hayırseverlik haline gelir. Tüm gezegen biyolojik bir ünite olarak görülür ve tartışmalar tüm diğer ideallerin üzerinde bir anarşist idealin belirleyici gücünü üstün gören steril ertelenmelerle son bulur. 13


bir önceki devletin politik sınırlarıyla eşleşmeyecektir. Bu durumda etnik ayrım, dağılan politik ayrımın yerini alacaktır. Etnik boyutun birbirine bağlı elementleri tam olarak milliyeti tanımlamaya yardım edenler ve Bakunin tarafından az evvelki alıntıda apaçık bir şekilde ifade edilenlerdir. Anarşistler proleterya diktatörlüğü prensibini ya da proleteryanın eski burjuva devletini kullanma yoluyla gerçekleştireceği bir yönetimi reddederler. Devrimin tam anlamıyla başladığı andan itibaren mevcut burjuva devletin siyasal boyutunu kesin biçimde reddederler. Devlet aygıtının devrimci bir anlayışla “kullanımını” kabul edemeyiz bu anlamda özgürce örgütlenmiş yapılara getirilecek geçici sınırlama etnik olanı kalıcılaştırır. Kropotkin’in, Orta Çağ komünlerinin yaklaşık ve yetersiz örnekliğine dayanan özgür insanlar federasyonunu toplumsal sorunun çözümü olarak görmesi bununla ilişkilidir. Tam aksine, biz insanın belli bir tarihsel durumun içine doğan ve bunun içinde yaşayan tarihsel bir varlık olduğunu düşünürüz. Bu insanı, bilim alanındaki önemli sonuçlarla, felsefi düşüncelere ve somut eylemlerle birlikte var olan belirli ekonomik, sosyal, dilsel ve etnik, vb. yapılarla ilişkili bir yere koyar. Milliyetçilik problemi bu tarihsel bağlamda doğmuştur ve anarşist federalizmin temelini bozmadan bertaraf edilemez. Bakunin’in belirttiği gibi ‘‘Her insan, ne kadar küçük olursa olsun, kendi karakterine, kendine özgü bir yaşama, konuşma, hissetme, düşünme ve çalışma yoluna sahiptir, ve bu karakterin spesifik varoluş şekli, tam da onun milliyetinin temelidir. Bu, tamamen doğal ve spontane bir fenomenin olan tarihsel hayatın ve insanların içinde yaşadığı ortamın koşullarının, sonucudur.’’. Anarşist federalizmin temeli, insanların siyasal yönetimlerine karşı olarak ürünlerin üretimi ve dağıtımının organizasyonudur. Aslına bakılırsa, devrim yapım aşamasındayken, üretim ile dağıtım kolektivist ya da komünist bir yolla (ya da ihtiyaç ve olanaklara göre farklı yollarla) idare edilmeye başlandığında, devrimin federal yapısının doğal sınırları önceki siyasal yapıyı yersiz kılacaktır. Bu kadar geniş bir sınırın tüm gezegene yayıldığını hayal etmek eşit bir şekilde absürt olurdu. Bir devrim olacaksa eğer bu tamamlanmamış bir devrim olacaktır, ve mekanda somutlaşacaktır. Böylece bölgesel sınırlar devrim ile yok edilmiş olan 14

Fakat bir noktayı açıklığa kavuşturmak gerekir ki bu argümanın ayrılıkçılıkla hiçbir ilgisi yoktur. Burada kurmakta olduğumuz argümanın esas noktası, sömürenler arasında bir farkın olmaması ve yine belli bir yerde doğmuş olma olgusunun sınıfsal bölünme üzerinde herhangi bir etkisinin olmamasıdır. Düşman üretimi ve bölüşümü kapitalist bir boyutta örgütleyen sömürendir, sömüren bize yurttaş, parti yoldaşı ya da herhangi bir başka hoş sıfatla hitap etse dahi bu böyledir. Sınıfsal bölünme, emrine amade olan tüm ekonomik, toplumsal, kültürel ve dinsel araçlarla sermaye tarafından yaşama geçirilen sömürüye dayanmaktadır ve yine devrimci federasyonun sınırlılıkları olarak nitelenen etnik temelin bununla hiçbir ilgisi yoktur. Yereldeki sömürenlerle birlik imkansızdır çünkü çalışan sınıflarla sömürenler sınıfı arasında birlik hiçbir biçimde mümkün değildir. Bununla ilişkili olarak, Rocker şunları yazmaktadır: “Biz ulusal-olmayanız. Her komünün, her insanın, her bölgenin özgür karar verme hakkını talep ediyoruz, tam da bu nedenle kendisi saçma bir fikir olan ulusal üniter Devlet fikrini reddediyoruz. Bizler federalistiz yani kendilerini birbilerinden ayırmayan ancak tam da bunun tersi olarak doğal, ekonomik ve ahlaki ilişkiler üzerinde en iyi türden samimi bağlarla ortaklaşan özgür insan gruplaşmaları federasyonunun partizanlarıyız. Özlem duyduğumuz birlik kültürel bir birliktir, bu, karşılıklı ilişkilerin her türden deterministik

mekanizmasını püskürtme kapasitesine sahip ve özgürlüğe dayalı en fazla çeşitlilik gösteren temeller üzerinden ilerleyen bir birliktir. arkasında kimi bireysel çıkarların gizlendiği her türden adem-i merkeziyetçiliği ve ayrılıkçılığı reddediyoruz..... çünkü burada kapitalist grupların aşırı çıkarlarını ayırt etmenin mümkün olduğu bir ideolojiye sahibiz.” Milliyet problemiyle çatışıldığında anarşistler arasında bile gözlemlenen bir biçimde idealistik akıl yürütmenin canlı bir kalıntısı bugünlere devrolmuştur. Anarşist Nido’nun 1925 yılında şu satırları yazması elbetteki nedensiz değildir, “Bir ülkenin parçalanması pek çok devrimci tarafından arzulanan bir ideal değildir. Kaç tane İspanyol yoldaş İspanya’nın tarihsel anlamda ortadan kalkmasını ve onun Galiçya, Kastilya, Bask ve Katalan...vb. gibi etnik gruplardan oluşan bir bölgesel temelde yeniden organizasyonunu onaylayacaktır? Almanya’daki devrimciler kendisini Bavyera, Baden, Westphalia, Hannover....vb gibi tarihsel gruplarla temellendiren bir liberteryen örgütlenme türüne yakın bir parçalanmayı kabullenecekler midir? Diğer yandan bu yoldaşlar, İngiliz devrimcilerin hoşlanmayabileceği, günümüz Britanya İmparatorluğu’nun parçalanmasından ve onun deniz aşırı bölgelerdeki ve Büyük Britanya’daki sömürgelerinin(İskoçya, İrlanda, Galler) özgür ve bağımsız bir yeniden örgütlenme içine girmesinden muhtemelen oldukça hoşlanacaklardır! Böylesi adamlar vardır ve yine bu biçimiyle son savaş boyunca (1. Dünya Savaşı) tarihsel anlamıyla milliyet kavramının anarşistlerin devrimci iddialarıyla yan yana var olduğuna şahit olduk. ( Kropotkin’e ve On Altının manifestosuna kesişn bir biçimde atıfta bulunarak.) Nido fazlaca değişmemiş bir ruh haline gönderme yapmaktadır. Anarşist hareketin belirli bir bölümünde masonik ve illuminist ideallerin dirençli oluşundan ya da yoldaşları en yakıcı problemlerden uzaklaştıran ve onları daha rahat sulara iten zihinsel tembellikten kaynaklı olarak milliyet kavramı karşısındaki tepkiler bugün dahi Nido’nun betimlediğinden çok da farklı değildir. Çok belirgin bir tarihsel çıkışa sahip olmasa ve yine netlik eksiği gelişim süresince verilecek mücadelelere son derece olumsuz etki yapmayacak olsa sorun kendi başına bizi çok da ilgilendirmemektedir. Aslında milliyet sorunu kuramsal düzeyde kalırken ulusal özgürleşme mücadelesi problemi günümüz dünyasında giderek artan bir pratik ilgi kazanmaktadır.


1 Mayıs 2012:

Eylem, Sureç ve Sonuçları

Tayfun K.

0. Başlarken ​Üzerinden 5 yıl geçmesine rağmen 2012 1 Mayısından neden bahsediyoruz, kısmına geçmeden önce 2012 1 Mayısını ve yaşananları şu şekilde özetleyebiliriz: Kendilerini ‘’isyancı anarşist’’ olarak tanımlayan bir grup, 1 Mayıs yürüyüş güzergahında (Mecidiyeköy – Taksim Meydanı) çokuluslu şirketlere, banka ve ATM’lere, hayvan katliam ve sömürüsüne dayalı fastfood yemek zincirlerine ve mağazalara yönelik tahribat eylemleri gerçekleştirdiler. Ya da direkt ana akım medyada servis edildiği haliyle ‘’bir grup vandal Mecidiyeköy’ü savaş alanına çevirdi’’. Beş yıl sonra bu yaşanan olayları tekrar hatırlatmamızın nedenine dönersek eğer, bunun iki pratik sebebi var. Birincisi, 2012 Mayısının ortalarında Türkiye ve Kürdistan çapında anarşistlere yönelik gerçekleştirilen operasyon neticesinde yargılanan (3 ay süreyle Metris T Tipi Hapishanesi’ne kapatılan 15 kişi de dâhil) tüm anarşistlerin davadan beraat etmeleri. Ancak bu tarihe dönmemizin asıl sebebi burjuva hukuk formunun verdiği kararın duyurusunu yapmak değil elbette. Bu yazıda asıl dert edilen ve ikinci pratik nokta, 1 Mayıs operasyonu, gözaltılar ve hapishane sonrası anarşistler arası ilişkilenme biçimi, mücadele şekli ve mücadele seyrinde olan kırılmalar. 1. Hipertrofik Mücadele Hipertrofi, tıpta birçok anlama gelmekle birlikte, organ büyümesi olarak da bilinir. Yani mealen söylersek bir organın büyüyerek diğer organları kaplaması. 2012’yi referans alsak da, biraz geriye dönüp baktığımızda anarşist mücadele bir tür hipertrofi salgınına kapılmış durumda. Ancak herkes kendi organının hipertrofisi ile baş başa. Kimilerine göre vegan olunmadan, kimilerine göre feminist olunmadan, kimilerine göre isyancı olunmadan ve kimlerine göreyse komünal bir ilişki ve ‘’üretim’’ olmaksızın anarşizmden bahsedilemez. Her bir söylemin tereddütsüz kendi içinde tutarlı olduğunu söyleyebilirim. Ancak tek hakikat buymuş gibi hareket edenler, yani vegan, feminist ya da LGBTİ+ mücadelesinin anarşizme içkin devrimci-oluşlar olarak değil de statik birer kimlikler olduğunu açık ve örtük savunanlar aslında mücadelenin önüne de kimlik politikası taşını koyanlardır. Elbette anarşist bir hareket vegan, feminist, ekolojist vs mücadeleden nüveler taşımalı hatta bu fikirler doğrultusunda hareket etmelidir. Ancak bu hareketlerin kimlik politikasına dönüştürülmesinden ve mücadelenin yegane unsuru haline getirilmeye çalışılmasından ve böyle bir fikrin mücadeleye verdiği zarardan mustaripliğimizi belirtmeye çalışıyoruz. Yoksa derdimiz burada bir tür ‘’birleşik anarşist cephe’’ kurmak ya da mücadeleyi tekleştirmek değil. Bir veganın aynı zamanda feminist, bir anarko/komünistin aynı zamanda pasifizm karşıtı olması ve kendilerini isyancı anarşist olarak tanımlayanların şehrin göbeğinde komünler kurması olarak anarşizm ihtimalinden bahsediyoruz. Yani müşterekler anarşisinden. Hipertrofiye kapılmış, mücadeleyi tek biçimli ve kimlikli hale getirmiş, anarşizme içkin değerleri anarşizme itiraz olarak gösteren hipertrofik bir anarşizmden doğan zayıf düşüncelerin eleştirisiyle işe koyuluyoruz. Sık sık kullanılan bir adlandırma yumağıyla karşıkarşıyayız: Vegan/anarşizm, eko/anarşizm, queer/anarşizm... Bu adlan-

dırmalar öyle bir hal almış durumda ki anarşizm sıfatlar silsilesi haline getirildi. Yanlış anlaşılmamak adına tekrar etmekte fayda var: vegan, ekolojist, feminist, queer bir mücadeleyle hiçbir sorunumuz yok. Ancak önüne çeşitli hareket isimleri getirilerek sıfatlandırılmış bir anarşizmin de tehlikelerinin farkındayız. Bu sıfatların giderek kimlik haline gelmesi ve kimlikleştiği ölçüde de dıştalayıcı/ ötekileyici etkileri kendilerini her durumda açığa vurdu. Veganların veganlarla hayvan odaklı beslenmeyi tartışmaları, feministlerin feministlerle patriarka tartışmaları ve Lgbti+ bireylerin yine Lgbti+ bireylerle cinsiyetçilik tartışmaları konuştuğu bir hareket biçimi toplumsallaşmaktan yani karşılaşılan sorunları bütün bir topluma yaymaktan çok uzaktır. Çok uzak olduğu ölçüde de bir tür cemaatleşmeye, kimlik odaklı bir kapama aygıtına dönüşmeye mahkûmdur. ​Tekrar 2012 1 Mayısına dönecek olursak, aynı hâkim algı o zamanlarda da mücadeleye musallat olmuştu. Kimi zaman açık açık, kimi zaman üstü örtük bir şekilde anarşizmin isyancı olması gerekliliğinden dem vuruluyordu her ortamda. Bu hâkim algı 1 Mayıs 2012 eylemlerinde kendini dışavurdu. Sonrasında ülke genelinde anarşistlere bu tarihe kadarki en kapsamlı operasyon düzenlendi. Yaşananları tekrar özetlememizin sebebi aslında eylemin doğruluğunu, biçimini, zamanını ya da mekânını tartışmak değil. En azından bu yazıda değil. ​1 Mayıs operasyonu ve sonrasında yaşananlar, beklenenin aksine, anarşist hareket içinde bir sıçrama, motivasyon olmaktan çok, deyim yerindeyse, insanların köşelerine çekilmelerine, bir araya gelmemeye ve ortak bir şeyler yapmamaya ‘’özen’’ göstermelerine sebep oldu. Elbette kendilerini anarşist zanneden liberallerin söylediği gibi, bu durum kapitalist şirketlere ve kar amacıyla yaşamı talan eden kurumlara şiddet kullanımından kaynaklanmadı. Sorunun gerçek kaynağı, belki de, bir güç haline gelmeden harekete geçmekten kaynaklıydı. İyi bir şekilde organize olmamanın, örgütlenmeyi otoriterleşmeyle bir tutmanın ve gizliliğe yeterince dikkat etmeden harekete geçmenin elbette ki bedelleri olacaktır. ‘’Bir güç olarak ortaya çıkışımız uygun an gelene kadar ertelenmelidir. Görünür olmaktan ne kadar uzak kalabilirsek o kadar gelişip kuvvetlenebiliriz. [1] ’’ Bir hapishane dayanışma ağı kurmadan hapishaneye girmeyi göze almanın, hayvan merkezli olmayan alternatif bir beslenme biçimini ve olanaklarını örgütlemeksizin vegan beslenmeyenlere tavır almanın çoğu durumda kurucu bir tarafı yoktur. Elbette ki bu araçlara sahip olana kadar veya bu araçları üretene dek bu mücadele alanlarından ve risklerden uzak duracak değiliz. Ancak farkına varmamız gereken şey, belki de, araçlarından yoksun bir mücadelenin, önünde sonunda yıpratıcı, öğütücü ve ayakları yere basmayan bir hal alacağıdır. Nitekim 1 Mayıs örneği özelinde, belli bir çevrenin karşı karşıya kaldığı sorunlar, 15


benzer sorunlardı. Aynı yılın ağustos ayına gelindiğinde tutuklu anarşistlerin ‘’tutuksuz yargılanmaları’’ kararı sonucu tahliyeler yapıldı. Ancak o günden sonra birçok, hatta neredeyse bütün bir eyleme katılan kitle, (arkadaşlık ilişkilerini saymazsak) bir araya gelmedi. Bunun kişisel olanları da dâhil birçok sebebi vardı. Ama şurası da apaçık bir gerçek ki, 2012 1 Mayıs’ı eylemi istenilen sonuçları vermedi. Elbette bu eylemden bir devrim beklenmiyordu ama bu denli geri tepmesi de ihtimal dâhilinde değildi. ​Bu tür tepkisel hareketlerin ‘’öğrettici’’ birçok yanı da oldu elbette. Banka camlarını kırmanın, eylemlere katılıp polisle çatışmanın, fastfood camlarına okkalı bir taş fırlatmanın yetmediğini politik bir mekanı nasıl işletebiliriz, kolektif bir üretim ve karar alma mekanızması nasıl ve hangi araçlarla yapılır, bir mahallede bir mekan açmanın maddi koşulları nelerdir sorularının yanıtını bilmediğimizi fark edince anladık. Çünkü düşmanla gösteriye dayalı bir cephe savaşını kazanamayacağımız ortada. Simetrik bir güç ilişkisine giremeyeceğimizse apaçık. ‘’Etkili isyan, kendisini bir gösteriye dönüştürmektense tüm gösteri aygıtını devre dışı bırakmalıdır: haber medyasını, sosyal medyayı, marka çalışmasını, bir isyan imajının üretimini. İmajsız, elektronik medyanın dikkatini çekmek için oluşturulmuş etkinliklerle kamusal tanınırlık peşinde koşmayan isyan, Marx’ın yeraltında görünmez bir şekilde tünel kazan “yaşlı köstebeği” gibi olmalıdır, mevcut düzenin temellerini baltalayıp altını oyarak, mevcut düzenle açık yüzleşmelere girmeden gözden ırak olur.’’ [2] 2. Kaçış Çizgisi Olarak: Ortak Olanın İnşası ​Mücadeleye, devletle gireceğimiz gösteriye dayalı bir cephe savaşıyla başlamayacağımız gibi bizi sermayenin zamanına hapseden, ücretli emek olarak sabitleyen mevcut politik partileri destekleyerek, bu tarz bir muhalefetle başlayamayacağımız da açık olmalı. ‘’Görünür olmaktan kaçınmak gerekir. Öte yandan sadece gölgelerde toplanan bir güç sonsuza dek gölgelerde kalamaz.’’ Bir araya gelmek için ani bir saldırının, bir olay ya da protestonun ya da toplumsal bir olayın zuhur etmesini beklemenin bir anlamı yok. Maruz kalma üzerinden yapılan bütün mücadele biçimleri bir şeye karşı direnç göstermek üzerine kuruludur kaçınılmaz olarak. Bu karşıtların bir aradalığını devindiren, üreten ve yeniden üreten bir olgunun da kabulüdür. Bu nedenle karşıtlığı üreten bir mücadele hattından çıkmak, antagonizmayı üreten bir kurucu yıkıcılığı mücadele hattı haline getirmek, bizi saldırının muktedirlerine karşı uzlaşmaz bir mücadele hattına taşıyacaktır. Elbette saldırıya karşı koymak önemlidir ama saldıranın varlık koşullarını ortadan kaldırmayan bir mücadele hattı karşıtının varlığına yaslanan onu sabitleyen bir sorunu da üretir. Zaten her gün saldırı altındayız. İçinde bulunduğumuz toplumsal, ekonomik, etik ilişki biçimlerini değiştirmek için 16

bir araya gelmeliyiz. Yeni ilişkiler kurabilmek için yeni alanlar ve mekânlar kurmak elbette vazgeçilmez olacaktır. Bunları yapmak içinse birbirimizden, ‘biz’in yaratıcılığından ve kuruculuğundan fazlasına ihtiyacımız yok. ​Strategy for Labour [Emek Stratejisi] isimli kitabında, hâlâ gündemimizde olan bir soru sordu Gorz: “İçeriden -yani kapitalizmin yok edilmesinden önce- sisteme hemen dâhil edilmeyecek ve sistemin egemenliği altına girmeyecek anti-kapitalist çözümlerin dayatılabilmesi mümkün mü?” Sosyal ortamcılığa dönüşmemiş bir örgütlenme düzlemi-dost meclisi, salt ekonomizme saplanmamış kolektif bir üretim biçimi, bir komün ya da bir “sendika,” işgal evleri, kent bostanları, alternatif radyo istasyonları, ortak yaratıcılığımızla kurduğumuz ortak mekânlar… Komünist/anarşist bir toplumun içinde olmadan bugünden de kurulabilecek şeyler tüm bunlar. Keza komünizm de anarşizm de bugünün içinde mevcutlar, sorun bu ilişkileri hangi formda örgütleyeceğimizde. “Devrimin bant sistemi gibi bir mekanizmaya ihtiyacı yoktur. Birbiriyle gayrı resmi temaslarda bulunan gruplarda toplanan yüzlerce, binlerce ve hatta milyonlarca insana ihtiyacı vardır.” [3] Sermayenin zamanından kaçıp ortaklığın zamanını üretmek için bir araya gelip komünleşmemiz, en kritik meselelerden birisi olarak da sermayeden/ işten kaçmamızı sağlayacak çok daha fazla zamanı özgürleştirme ufkunu büyütmeliyiz. Yeteneklerimiz, kişisel becerilerimiz ölçüsünde hemen hemen yapabildiğimiz kurabildiğimiz her mekânı her aracı kullanmalıyız. “Tornayı, freze tezgâhını ve kapanmış bir fabrikanın indirimli satılan fotokopi makinelerini meta toplumuna karşı düzenlenen bir komployu desteklemek amacıyla kullanmaktan daha mantıklı bir şey olamaz.” [4] Bir tekstil atölyesi yeterince suç ortaklığı ile bir “karşı-fesat birliği” olarak da kullanılabilir. Birlikteliklerimizi, işgal evlerini, bir komün deneyimini salt marketlerden bir şeyler aşırarak, yağmalayarak ya da sınırlı kaynaklarımızı (öğrenci bursları, part-time işler…) daha da zorlayarak karşılayamayız. 3. Başlangıç Yerine ‘’O zaman öfke, paranın egemenliğine karşı duyulan öfkedir. Bankaların pencerelerini kırın, politikacıları vurun, zenginleri öldürün, bankacıları aydınlatma direklerinden asın. Kesinlikle bütün bunlar çok anlaşılabilir şeyler, ama pek bir yararı dokunmaz. Öldürmemiz gereken paradır, paranın hizmetkârları değil. Ve parayı öldürmenin tek yolu farklı toplumsal dayanışmalar, bir araya gelmenin farklı yolları, farklı iş yapış biçimleri yaratmaktır. Parayı öldür, emeği öldür. Burada, şimdi.’’ [5] Atıf Nesneleri [1] Görünmez Komite, Yaklaşan İsyan, Çev.: R. Işık Güngör, Sel Yayınları, 2012. [2] Bruce Baugh, Gösteriye Direnmek: Karşı Gösteriler ve Görünmez Taktikler, Çev.: İrem Temel, Dünyanın Yerlileri, http://www.dunyaninyerlileri.com/gosteriyedirenmek-karsi-gosteriler-ve-gorunmez-taktikler/ Son Erişim Tarihi: 28.07.2017 [3] Colin Ward, Eylemde Anarşi, Çev.: H. Deniz Güneri, Kaos Yayınları, 2001. [4] Görünmez Komite,Yaklaşan İsyan, Çev.: R. Işık Güngör, Sel Yayınları, 2012. [5] John Holloway, Ne İçin Mücadele Ediyoruz? içinde, Paranın Egemenliğine Öfke Duymak, Habitus Kitap, 2013.


ı n te rn et u z e r ı n d e

guvenlı ıletısım teknıklerı

Anarşist çevrelerde sıklıkla yapılan Cryptoparty buluşmalarının nacizane bir özeti yerine geçecek olan bu yazıda, öncelikle bireylerin birbirleriyle internet üzerinden iletişim kurma biçimlerinin, egemenlerin takip süzgecinden az da olsa sıyrılması üzerine bazı temel bilgi ve teknikler üzerinde durulmuştur. Basit bir örneklendirmeyle ‘Güvenli İletişim’ , lastik eldivenlerle yemek pişirmeye benzer. Arkanızda parmak izi bırakmadan, meziyetlerinizi ortaya dökersiniz. Ancak, bu pratiklerin klişe tabir ile fişi çekilmiş bir sistem kadar ‘%100 Güvenli İletişim’ vaat etmediğini unutmayalım. Tekno-endüstriyel kapitalist uygarlığın en büyük semptomlarından biri olan ve şuan kitlesel çapta bir yönelimi bulunan internet ağına katılım her geçen gün artıyor. Katılanların sayısı arttıkça katılım yaşı da düşme eğilimi gösteriyor. Sosyal medya sayesinde artık, her bireyin kendisi dışında varlığını önemsediği ve hatta gerçek kişiliklerinin büyük bir bölümünün buna bağlı olduğu bir ‘sanal profili’ bulunmakta. Otorite’nin bireyler üzerindeki etkisi açısından bakıldığında, tekno-iletişim artık kitlesel kalkışmaların başlangıcına kaynaklık edebilme potansiyeli sebebiyle, sokaklardan daha fazla kontrolün ve takip sürecinin yürürlülükte olmasını gerktiren bulunmaz bir nimet. Bu mekanizma sadece, devletin toplumun tüm kesimleri üzerindeki demir yumruğunun parmaklarından biridir. Sadece, kısayoldan öneriler sunmaktan ziyade internet üzerinden iletişim sisteminin işleyiş biçimini açıklamaya çalışırsak, bu konuda yoldaşlara daha büyük katkımız olacaktır. Ve bence tüm Cryptoparty buluşmalarında teknolojiyle arası pek iyi olmayan yoldaşların, en çok merak ettiği, günü beyin bulanıklığıyla tamamlamasının en büyük etkenlerinden birisi de bu. Zamanın dar, uzayan etkinliklerin ise sıkıcı olması, belki de en önemli olanı en az tartışmaya veya daha çok bilgi paylaşımı yapma gereksinimini olanaksız bırakıyor. Özünde, ‘Güvenli İletişim’ aşağıda bulunan görseldeki kadar basit ve açıklayıcı bir biçimde tanımlanabilir. ‘Internet’i simgeleyen dünya ikonu ile, kullandığınız cihazların iletişim yolunun ortasına konulmuş olan ‘kilit’ ikonu, cihazınızın internet bağlantısı üzerinde takip edilmeye karşı alınmış bir önleme işaret ediyor. Akabinde sorulması gereken bu ‘kilit’ işlemini nasıl ve ne şekilde gerçekleştireceğiz? Bunları hepsini bu yazıda detaylı olarak gözden geçirebilme imkanımız yok. Ancak, en yaygın olan bazı teknikleri burada en yalın haliyle aktarmaya çalışalım. Bu hizmetlere halen, internet servis sağlayıcılarının engellemeleri sürerken, yerlerini her gün yeni ve benzer servisler alıyor.

Günümüzün teknolojik ablukası, toplumun tüm kesimlerini birbirine bağlamaya devam ederken, tüm bu iletişimi gözetlenmesi ve kontrolünü kolaylaştırmak için belli mecraların kullanımını da yaygınlaştırdı. Sosyal medya veya benzeri platformlarda yapılan yazışmalar, etkinlik ve eylem çağıları, hesaplara giriş çıkışların yapıldığı tüm akıllı ve akılsız cihazların kimlik ve lokasyon bilgilerinin otoritelerin süzgecinden geçtiğini ve hatta, ivedilikle kontrol edildiğini bir kez daha tekrar etmekle beraber gariptir ki, üzerinde yaşadığımız coğrafya da muhalif akımların fikirsel düzeyde yayılmayı en çok tercih ettiği alanlardan birisi de bu mecralar oluyor. Bu durumun, geniş kitlelere ulaşma amacı taşıyan oluşumlar için sunduğu katkı kadar, bir o kadarda götürüsü bulunmakta. Bu etkenlerden birincisi; yüzyüze iletişimin dışında, hali hazırda sanal bir platformda, bir politik bilince sahip olsun-olmasın tüm bireyler arasında bir etkileşimden ziyade büyük bir kutuplaşma sözkonusuyken, gerçek yaşamlarında fikirsel olarak birbirlerine doğrudan karşıt olanların bu mecralarda ortak bir nokta bulmasının zorluğu, zıtlaşılan kişiyle yada grupla ‘engelleme’ veya ‘ayrılma’ seçeneğiyle kolayca bağlarını koparacakları anlamına gelir. Bir başka deyişle, bireyler o an ki fikirlerine karşıt organizasyonlara ya bilmeden ya da tesadüfen iştirak ederler. Artık, herhangi bir sosyal medya mecrası üzerinden yapılmış olan bir çağrı zaten, o fikre yakın grup ve bireylerle bağlantıları olanlara ulaşırken, sözümona yayılacağı düşünülen ‘geniş kesim’ tarafından ya gözardı edilir ya da engellenir. Diğer bir nokta ise; daha önce belirttiğimiz gibi devletin kontrol mekanizmasının deleyip topladığı bilgi akışıyla birlikte, kolluk gücünün nerede, ne zaman, ne olacağına dair bilgi sahibi olmasının yanı sıra, kılını bir kıpırdatmadan o organizasyona katılan ve hatta düzenleyen oluşum hakkında ön bilgiye ulaşarak, bir adım önde olması gibi tüm muhalif yapıları doğrudan ilgilendiren histerik bir durum ile karşıkarşıyayız. Bu tip sanal platformların eğer illa ki kullanılması gerekiyorsa, tüm görsel ve yazınsal propaganda faaliyetlerinin ‘anonim’ bir biçimde yapılmasına yoğunlaşılması yani, bu alanın amaç değil araç olarak değerlendirilmesi, popülist bir yaklaşımı beslemek veya bireysel haz edinmekten daha net sonuçlar doğuracaktır. (Dahası için bkz. https://goo.gl/kdDqmU) İnternete bağlı tüm elektronik cihazlar, merkezi kontrol mekanizmasının bir parçası olarak konumlandırılabilir, bu cihazlarla yaptığınız tüm işlemler ve gittiğiniz heryerde daha önceden belirlenmiş olan bir istatistiğin parçası olabilirsiniz. İzlenme ile ilgili bu bilgilere birçoğumuz artık öyle yada böyle aşina, görmezden gelmeye çalıştığımız nokta ise, bir buzdağının suyun altında kalan kısmı kadar detayı fazlasıyla içeriyor. Çok uzatmadan bazı teknikleri tanımlama ve öneri kısmına geçmekte yarar var. 17


İnternet üzerinde ‘anonim’ olarak dolaşmak ve iletişim kurmak için kullanabileceğiniz yöntemler izinizi kaybettireceğiniz maskeleme programları ve eklentiler kullanmaktan geçiyor. Her cihaz için aynı yöntemin işe yarayacağının garantisi bulunmamakla birlikte, önce cihazınızın marka ve modeli hakkında bilgi alıp neyi destekleyip neyi desteklemediği konusunda bilgi sahibi olalım, daha sonra bu program ve eklentileri nasıl edinebileceğinizi ‘kısa bir araştırma’ ile bulabilirsiniz.

VPN Nedir?

Bilgisayarınız veya akıllı telefonlarınızla, internet üzerinde yaptığınız gezintiler sırasında tekrarlamanız gereken bazı güvenlik işlemleri şunlardır; Tarayıcınızın biriktirdiği çerezleri engelleyin veya sık sık temizleyin; Çerez dosyaları sitelerinin en çok yaralandığı bilgi kaynaklarıdır. Burada, CCleaner gibi programları hem bilgisayarınız hem de akıllı telefonlarınızda kullanabilirsiniz. Ghostery ve Privacy Badger gibi çerez önleyen eklentileri internet tarayıcınıza yükleyebilirsiniz. Konum Bilgisi Paylaşımını Kapatın; Bilgisayarınız veya telefonlarınızda konum bilgisi paylaşımını kapatın. -Hatta bir eylem sırasında telefonunuz kapatmak ve SIM kartınızı çıkartmak faydalı bir önlem olacaktır. Baz istasyonları üzerinden, o bölgeye odaklı şebekeye bağlanan kullanıcı listesi analizi kolayca yapılabilmektedir.-

VPN, Virtual Private Network (Sanal Özel Ağ) teriminin kısaltılmış halidir ve en temel anlamıyla internete başka bir IP adresi üzerinden bağlanmanızı sağlayan hizmettir. VPN, bağlantınızı güvenli hale getirir ve herhangi bir ağa bağlanırken sizin bağlantınızı şifreler ve kimliğinizin bulunamamasını sağlar. VPN servislerini tarayıcınızın eklentisi olarak veya direk uygulama olarak yükleyip kullanabilirsiniz. Pratikte en kolay yöntemlerden biridir. Yine zamanla engellemelere maruz kalacağı için yeni uygulamaları araştırmanız gerekebilir. Masaüstü bilgisayarlarınız için Browsec, Speedify, PrivateTunnel, Hotspot Shield Free, Freelan, Windscribe, TunnelBear gibi uygulamaları, telefon için Zero VPN, VPN Master, Privatrix ve Latern isimli uygulamaları kullanabilirsiniz.

Tor Browser Nedir?

Tor, açılımı “The Onion Routing” olan kullanıcılarının gerçek kimliklerini gizleyerek iletişim imkanı sunan bir yazılım projesidir. Ayrıca tor, devlet yetkililerini eleştirmek, sansürlenmiş bilgilere erişmek ve politik aktiviteler organize etmek amacıyla da kullanılmaktadır. (https://goo.gl/SckEAH) 18

Gezindiğiniz web sitelerinde HTTPS (SSL) bağlantıları tercih edin; Yine hali hazırda kullanmakta olduğunuz internet tarayıcınıza eklenti olarak yükleyebileceğiniz HTTPS Everywhere adlı eklentiyle, bağlandığınız web sitelerine -eğer destekliyorsa- bu bağlantı biçimiyle bağlanacaktır. Reklam ve Pop-up engelleyen bir eklenti kullanın; Adblock Plus veya uBlock Origin isimli eklentiler sayesinde gezindiğiniz siteler üzerindeki reklamlardan arınmış bir biçimde devam edersiniz. Bu masum görünebilen pop-up reklamlarından bazıları bilgisayarınızda veya akıllı telefonunuzda işletim sistemi açıklarından yararlanan yazılımlar yükleyerek, kişisel bilgilerinizin başkalarının eline geçmesine sebep olabilir. İşletim siteminizi saldırılara daha dayanıklı, açık kaynak kodlu yazılımlarla değiştirin; Birçoğumuzun bildiği, en yaygın işletim sistemleri aynı zamnda en çok güvenlik açığı bulunan sistemler. Daha farklı ve güvenli seçenekler mevcut (https://goo.gl/6ipYbk)

Kullandığınız arama motoru tercihlerinizi değiştirin; Google, Yandex, Bing gibi arama motorları artık aradığınız kelimeleri kaydediyor ve -eğer hesabınıza tarayınızdan giriş yapmışsanız- bu aramaları hesabınızla ilişkilendiriyor. DuckDuckGo, StartPage, Hullbee, SearX ve Disconnect.me gibi alternatifler ise bu alanda kullanılabilecek en güvenli seçenekler. (https://goo.gl/GZGd4p) Telefonlar için uygulama kilidi kullanmak; Akıllı telefonlar için yüklenebilecek App Lock by keepsafe uygulamasıyla telefonunuz başkalarının eline geçse bile, uygulamaları açamayacaktır. Apple telefonlar için parmak izi özelliği de bulunmaktadır. İşletim sisteminiz üzerine sanal bir makina kurmak; Bir masaüstü yazılımı olarak VMware özünde, bir işletim sistemi üzerinde sanal bir makina yaratarak bu alana, başka bir işletim sistemi yüklemeye olanak sunan bir programdır. Önemli bilgilerinizi -ayarlarından şifreleyeceğiniz- bu bölgede tutabilir veya tüm işlemlerinizi buradan gerçekleştriebilrisiniz. Windows, Linux ve Mac OS X üzerinde çalışmaktadır. (https://goo.gl/VgAiCT) İletişim için kullandığınız programları gözden geçirin; Facebook chat, Google hangouts, WhatsApp messenger ve Skype gibi programlarla akıllı telefonunuz veya masaüstü bilgisayarınızdan yaptığınız yazışmaların, hem bu büyük kâr odaklarının reklam istatistiklerine, hem de egemenlerin kontrolünden geçtiği artık sır değil. Son zamanlarda, bu şirketler getirdikleri bazı düzenlemelerle ‘güvenli bir protokol’ üzerinden mesajlaşma yapılacağına dair bildirimde bulunmuş olsalarda, kullanıcıları kendi istatistiklerinin bir parçası olarak görmekten başka bir değişiklik yaptıkları veya yapacakları söylenemez. Unutmayalım ki, ‘Güvenlik’ ve ‘Gizlilik’ iki ayrı olgudur. Programları belirtilen güvenlik yöntemleriyle -VPN vb uyguluamalar ile birlikte- kullanılıp alınacak güvenlik önlemleri bireyin güvenlik algısıyla ilişkilendirilir. Gizliliğe dair en bariz nokta ise, kullanılan programın şifreleme platformu ve o programın yaratıcılarının kullandığı protokol altyapısı ile ilgilidir. Bu alanda şuan için; Telegram, Signal ve Wire programları öne çıkıyor. Bu programlarda özel yazışmalar için şifreleme ve self-destruct seçenekleri bulunuyor. En başta bahsettiğimiz diğer platformlara nazaran çok uluslu şirketlere ait olmamaları, bu programları diğerlerine göre büyük oranda tercih edilebilir kılmakta. (https://goo.gl/bfA3oM)


ı r p gF

Rojava’da savaşan anarşist birlik ‘Uluslararası Devrimci Halkların Gerilla Kuvvetleri’

YPG içinde de uluslararası savaşçılar var. Siz neden özerk bir yapı olarak hareket etmek istediniz? Öncelikle bizim oluşumumuz ilk defa Rojava’da kurulmadı. Biz önceden de vardık, sadece Rojava’daki varlığımız bizi dünyaya tanıttı. Biz IRGF’I dünyadaki özgürleştirici potansiyeli olan silahlı güçlere katılmak icin kurduk. Rojava’da da katılmamız gereken böyle bir mücadele vardi.Ikinci olarak, evet biz iç süreçlerimizde özerk konumdayız. Ayni zamanda IFB’nin bir parçasıyız ve tabur hakkındaki kararları IFB’nin diğer bilesenleriyle birlikte veriyoruz. Ancak, ön saflarda (cephede), burada var olan askeri yapının verdigi emirlerine uymalıyız. Özerk bir yapıya olan ihtiyaçla ilgili olarak, istediğimiz dayanışmayı bireysellikten ziyade bir örgüt olarak daha iyi uygulayabileceğimizi düşünüyoruz. Propaganda yapmak ve diyaloglara katılmak gibi normalde sahip olmadığımız fırsatlar ve seçeneklere sahip oldugumuzu düşünüyoruz. Örgütsel stratejinin bu iki hareketin birbirinden birşeyler öğrenmesini sağladığını düşünüyoruz.

Diğer devrimci güçlerden nasıl geri dönüşler aldınız ve onlarla ilişkileriniz nasıl? Bizim icin herkesle çalışabilmek hayati onem taşır.Oldukça genç bir organizasyon olarak, öğrenilecek birçok şeyin, özellikle diğer devrimci aktörlerin hâlâ burada olduğunu kabul ediyoruz. Bu nedenle, öğrenmek, deneyim kazanmak ve bu aktörlerle ilerlemek için mümkün olan her fırsatı değerlendirmeye çalışıyoruz. Örneğin, IFB içinde çalışmak çok değerli bulduğumuz bir deneyim oldu. Burda bize gercek yoldaş gibi davranılıyor ve ideolojik farklılıklarımıza karşılıklı saygı duyuyoruz. Genel olarak, oluşturduğumuz bu ilişkilerin hem yeni umutlar ve fırsatlar sağlayabileceğini hem de dünyadaki devrimci hareketlerimizi güçlendireceğini umuyoruz.

ıle roportaj

İlkeleriniz ve işleyişinizden bahseder misiniz? IRPGF, Rojava’da sürmekte olan toplumsal devrime kendini adamış açıkça anarşist ve militan bir kolektiftir. Bu nedenle, yalnızca devrimi askeri düzeyde degil, aynı zamanda gerçekten özgürleştirici bir yolda ilerleyen devrim icin çok onemli olduğunu düşündüğümüz anarşist prensiplerini ve fikirlerini sivil toplumda yaymayı hedefliyoruz. Biz anarşistlere burdaki sivil toplumdan gerillaya kadar hem herkesten birşeyler öğrenebileceğimiz hem de onlara katkıda bulunabileceğimiz bize ait sürekli var olacak bir oluşum kurmayı planlıyoruz. Umarız burada bize katılan anarşistlerin elde ettiği bilgi, taktik ve stratejiler, kendi bölgelerine oraların yapısına uygun olarak adapte edilir, haber ağları aracılığıyla yayılır ve de böylece anarşinin dünyada ilerlemesi sağlanır. Unutulmamalıdır ki, Rojava’da sadece IRPGF operasyon yapmıyor. Aksine, IRPGF her gercek özgürleşme mücadelesinde devrimcilerle yan yana savaşmaya hazırdır ki biz bunu dünya özgürleşmesi için gerekli olan kollektif ilerlemenin vazgeçilmez bir parçası olarak görüyoruz. Anarşistler olarak sahip oldugumuz ilkelerimiz arasında yatay örgütlenme, enternasyonalizm, feminizm, militantizm, çoğulculuk, anti faşizm, anti kapitalizm vb vardır. Bugüne kadar yaptığımız çalışmalar büyük ölçüde bu kavramları devrimci pratikle hayata geçirmekten oluşuyordu. Örneğin, ISIS (DAIS ya da DAESH)’le savaşmak

için buraya gelmenin yanı sıra, dünyadaki çeşitli devam eden mücadeleler arasındaki bağlantıları açığa vurarak enternasyonalizme olan bağlılığımızı örneklendirmeye çalıştık. Latin Amerika’daki ataerkil şiddetle mücadele eden kadınlardan Almanya devletinin kelepçelediği anarşistlere kadar, baskıya ve egemenliğe karşı savaşan herkesle dayanışma göstermeye çalıştık. Biz sermaye ve devleti yenmemiz icin çoklu ve esnek yapıda devrimci iliskiler kurmak ve de devam ettirmek gerektiğine inanıyoruz ki böylece birbirimize bağlı kalabilelim ve de mücadeleye devam edebilelim.

Yatay örgütlenen ve anarşist bir örgüt olarak IRPGF’nin bu savaştan edinmek istediği kazanımlar nelerdir? Öncelikle, bu devrimden birşeyler öğrenmek istiyoruz. Savaşmanın ne demek oldugunu, mücadelenin aslında hayatını feda etmek anlamına geldigi bir ortamda mücadele etmenin ne oldugunu, ve de gerçek bir devrimin nasıl oldugunu (ya da göründüğünü) öğrenmek. Devrim sürecinde yaşanan karmaşıklıklar ve zıtlıkları öğrenmek, karşılığında kitaplarda okuduklarımızdan ve hayal ettiklerimizden uzaklaşabilmeyi öğrenmek. Sonra bütün bu deneyimler sayesinde detaylarıyla arayışımızı (amacımızı)yeniden gözden geçirebilmemizi saglayacak yeni bir devrim anlayışı oluşturmayı umut ediyoruz. Belki birgün bizi özgür toplumalara ulaştıracak olan amaçlarımıza yeni taktik ve stratejilerle ulaşabiliriz.

19


Ikinci olarak, umut ediyoruz ki biz buradaki insanlara özgürlüğe giden yolda kullanabilecekleri yeni bir perspektif getirebiliriz. Daha sonrasında da umuyoruz ki, dünya genelinde özgürlük mücadelesini devam ettirecek ve bağlantılar saglayacak örgütsel ve kisiler arası iliskiler kurmak istiyoruz.

Kadın, LGBTİQ+ , hayvan özgürlüğü gibi alternatif mücadele alanları Rojava’da ne ifade ediyor. Bunları konuşabiliyor ya da mücadelenize dahil edebiliyor musunuz? Örgütsel olarak, en önemli ilkelerimizden biri farklı yerlerdeki mücadelelerin birbiriyle olan bağlantılarını görebilmek. Bunu esas olarak propaganda yoluyla gerçekleşen dayanışma eylemleri vasıtasıyla başarmaktayız. Rojava’daki faşizme karşı olan mücadelenin, Brezilya’daki baskılara karşı yapılan işçi grevlerinin veya yerli halkın topraklarını yok eden boru hatlarına karşı verdikleri mücadelenin bir parçası olduğuna işaret etmek buna bir ornektir. Bunu dünyanın dört bir yanından gelerek bize katılan üyelerle birlikte yapıyoruz ve burada mücadeleyi birlikte gerçekleştiriyoruz. Bu da yalnızca dünyanın farklı mücadelelerini birbirine bağlamakla kalmaz aynı zamanda toplumsal cinsiyet mücadeleleri, işçi mücadeleleri ve her türlü egemenlik arasındaki bağlantının altını çiziyor. Maalesef, Rojava’da, bakış açımız tipik olarak ve beklenen şekilde buradaki bakış açılarından farklı olduğu için, bu genellikle oldukça karmaşık bir hal alıyor. Örneğin bizim ekoloji anlayışımız burdaki insanların ekoloji anlayışından farklı. Muhtemelen burada var olan kültür ve gelenekler dolaylı olarak fikir ayrılığına neden oluyor. Burda hayvanların gördüğü muamelenin bazı hayvan kurtulusunu destekleyen insanları üzdüğünü gördük. Bu konular hakkında konuşmaya çalışmak da genellikle çok zor olabilir; ama yine de insanlara zorla birseyi dayatmak yerine herkesin birbirinin düşüncelerini anlamaya çalışacağı tartışmalara teşvik ediyoruz. Konuyu daha da karmaşık hale getiren, savaşın kendisidir; savaş kendi ilkelerine sıkı sıkıya uymayı zorlaştırır; savaşta genellikle en ekolojik biçimde davranacak altyapıya sahip olamazsın. Mesela buraya savaşmaya gelmeden önce vegan yada vejetaryen olan üyelerimiz var ancak buradaki şartlara alışmak ve de alışkanlıklarından ödün vermek zorunda kaldılar. Sonuç olarak 20

prensipli olmalı ancak uygulamada dogmatik olmamaya dikkat etmeliyiz.

Bir çoğunuz anti kapitalist ve anti faşist mücadelelerde aktiftiniz. Ülkenizdeki aktif oldugunuz mücadelelerle burda içinde bulunduğunuz silahlı mücadele arasındaki farklılıklar neler? Burayla daha önce aktif oldugumuz bölgeler arasında çok fazla farklılıklar var, ama bu farklılıkların içinde en önemlisi bizim hem savaş bölgesinde hem de kurtarılmış bölgede aktif olmamız..Bununla birlikte, bunun etkinliklerimizin niteliğini değiştirmediğini, derecesini değiştirdiğini belirtmek önemlidir. Örneğin, söz konusu soru antifaşizmden bahsediyor. Burada, kendi ülkelerimizdeki gibi gerici gruplara karşı anti faşist eylemimizi sürdürüyoruz, ancak taahhüt derecesi açıkça çok farklı. Geldiğiniz ülkede baskı ve / veya tehlike nüansları olsa bile, genellikle karşılaşabileceğiniz en kötü senaryo hapis cezasıdır. Ama burda DAIS’le her çatışmaya girdiğinizde hayatınızı riske atıyorsunuz. Burada faşizme karşı verilen mücadelenin her aşamasının her seviyesinin ölüm riski var. Bunun yanı sıra, daha önce olduğu gibi aynı mücadele alanlarında büyük oranda hareket etmeye devam ederken, hem yeni durumlara uygun şekilde adapte olup, hem de anarşist perspektiflerimize bağlı kalmaya özen gösteriyoruz.

Uluslararasi yoldaşlarınızdan ne gibi dayanışma ve destek bekliyorsunuz? Dünyanın her yerinden aldığımız olumlu tepkiler ve geribildirimden son derece mutluyuz. Bizim icin bunun anlamı çok büyük. İnsanların bunu ilham kaynağı olarak görmesini,bura-

daki mücadeleye katılmalarını, eğer bizimle degilse bile, işbirliği yapabilecekleri herkesle bir araya gelerek anarşizmi ileri taşımaya karar vermelerini umuyoruz. Birçok insanın kendi kontrolünün ötesinde çeşitli sebeplerden dolayı Rojava’ya gelemeyeceğinin farkındayız ve bu nedenle insanların oldukları yerde ellerinden geldigi kadarını yapmalarını umuyoruz. Daha spesifik olarak, aslında her yerde anarşist militan örgütler için harika olacağına inandığımız birkaç şey var. Finansman, konut ve ulaşım özellikle birçok militan için büyük sorun. Boylece insanların destekledikleri militan örgütler icin bir miktar para ayırması, devrimcilere barınak ve/veya ulaşım sağlaması sadece bu kisiler icin degil, genel olarak hareket icinde büyük yardim olacaktır

Türkiye’de en çok konuşulup tartışılan konu Rojava’da anarşistler nasıl hiyerarşik ve otoriter örgütlerin bayrağı altında(YPG veya Marksist, Leninist vs. yapılar) savaşıyor? Siz bu eleştiriler konusunda ne düşünüyor veya hissediyorsunuz? Bu sorunun bizim müttefiklerimizle yan yana mücadele etme kararımızı iyi sekilde ifade ettigine inanmıyoruz. Onun yerine, sorulması gereken ilk soru su olmalı: Rojava’daki sürecin bir devrim olduguna inanıyor muyuz? Cevabimiz evet, ve biz her devrimcinin ve özellikle de anarşistin devrim sürecinde ezilen insanların yanında yer alması gerektiğine inanıyoruz.Muttefiklerimizin anarşist olmadığı doğrudur ama sadece anarşistleri içine alan bir devrim var midir? Belki o sekilde daha kolay (ya da daha zor) olurdu, ama bu tam bir fantezidir. Devrim bir insanlik sürecidir ve insan varlığı çelişkilerle doludur; devrim de doğal olarak işte


bu çelişkilerin dengelenmesini içeren bir süreçtir. Devrimcilerin gerçekleştirmesi gereken en önemli eylem, bir araya gelmek ve bu devrimi gerçekten inşa edenlerle, ‘Berxwedan jiyan e!’ ya da ‘Direniş hayattır!’ diye bağıranlarla birlikte dayanışma içinde hareket etmektir. Şimdi, soruyu daha doğrudan cevaplamak için - önce, bu tartışmada daha önce söylediğimiz gibi, burada Rojava’da bir anarşist siyasi alan kurmaya çalışıyoruz. Bağımsızlık ve özerklik, sadece söylem değil, onun yerine tıpkı diğer anarşist örgütlerin kendi içlerindeki çelişkilerle yüzleşmesi gibi devam eden mücadelelerdir. Ikincisi, her ne kadar biz ve YPG ya da biz ve diğer örgütler arasında bir çok farklılık varsa da kendi prensiplerimize ihanet etmeden birleşmek adına uygulamada ortak noktalar bulup, o noktalardan yola çıkarak örgütlenebilir ve ilerleyebiliriz. Ayrıca, uygulamaya bu kadar odaklanıldığında, bu devrim sürecinde birlikte gerçek bir mücadele verdiğimiz bazı Marksist-Leninist grupların, gelecekteki verilecek mücadelelerde paha biçilemez müttefikler olduğu ortaya çıkabilir.

Kürt özgürlük hareketinin daha liberter söylemlere doğru ideolojik dönüşümü hakkında ne düşünüyorsunuz? Bu mücadelenin anarşist bir harekete evrilme şansı var mı? Bölgedeki anti-kapitalist ve anarşist devrimin gelişmesi icin gereken iki onemli unsur: 1) milliyetçilikten ve mezhepçilikten uzaklaşmaya ve kültürel kimliğe ve uluslaşmaya önem vermekten kaçınmaya(özellikle birinin diğerini tanımlamasına izin verilmesi) devam etmek, ve 2) kendi kendini örgütleyen toplulukların, siyasi özerklikleri (Rojava’da YPJ/YPG/Asais), ve devam eden silahlı savunmayı insanların kontrolü altında artan bir sekilde denetlenmek. Devrim, ancak bu sekilde sınıfı, sermayeyi ve devleti yok etme konusunda başarılı olabilir ve Türkiye, Yunanistan ve Suriye’nin geri kalanına yayabilecek uluslararası bir devrimci güç yaratabilir.

bir dönüş yaptı. Türk komünist partileri de daha çağdaş yönlerde gelişti ve büyük oranda milliyetçi ideolojilere sahip değiller. Genel olarak demokratik konfederalizm fikri bölgede popüler ve Rojava’da tanıştığım devrimcilerin icinde hiç kimsenin tarihin otoriter rejimler açısından kendini tekrarlamasını isteyeceğini sanmıyorum.Ama yine de bu örgütler hala hiyerarşik yapıya sahip ve kendi kendini örgütleyen(öz-örgütlenen) toplumlara ornek teşkil edemezler. Hareket, milliyetçi eğilimi ile güreşmeye devam ediyor ve partide ve hareketin genelinde bu konuda farklı sesler çıkıyor. Hiyerarşik siyasi kültür ve geleneksel karakter, nasyonalistlikten uzaklaşmayı ve de genel anlamda fikirlerin değişmesini zorlaştırıyor. Tey-Dem, PYD ve diğer gruplar komünal ve direk demokratik yapılar kurulmasına çok yardim ettiler ama yine de hala tepeden partiler tarafından yönetilme tehlikesi icindeler, hatta Tey-Dem’in devlet gibi işlev gördüğünü söyleyenler var. Sorun, aynı zamanda Rojava’daki üretim ilişkilerinin geleceğiyle ilgili. Taraflar özel mülkiyete karşı bir güç oluşturmadığını kanıtlamazsa ve bunun yerine kendilerini burjuvazi / küçük-burjuvaziyle birleştirdiyse, devrimci hareket için büyük bir sapma anlamına gelir. Emek ücreti, kira ve sermayeye karşı en tepeden en aşağıya herşeyi Rojava halkı belirleyecektir. Şu anda, devrimci hareketin ve toplumun yörüngesini açıkça tanımlamak çok zor; ve kesinlikle bu iki konu birbirlerini belirleyecektir. Bunun nedeni koşulların büyük ölçüde Suriye’deki gidişatın sonuçlarına bağlı olması. Rojava’daki Turkiye ile olması muhtemel savaş ihtimali inancının artmasıyla Rojava devrimi, Türkiye’de devrim için bir taban haline gelme potansiyeline sahip duruma gelmiştir. Önemli olan nokta, sosyal devrimin siyasi devrime ayak uydurması ve siyasi devrimi

yönlendirmesi gereğidir; ancak savaş ortamında ve DAIS tehdidi ile bu zor gözüküyor. Bir savaş durumunda askeri çabaların merkezileştirme eğilimi toplumun siyasal gelişimini etkiler. Rojava’daki federal sistemin daha merkezi hale gelmesi riski her zaman var. . Ben geleceğin partilere değil komünlere ve halk meclislerine ait olduğunu düşünüyorum. Ayrıca, tarafların geleceği, halka ve onların meclislerine olan desteğine bağlı. Aşağıdan gelen güç ve organizasyon artarsa halk devrimin büyüyüp bölgeye yayılmasıyla birlikte kaynakları ve üretimi tamamen kontrol altına alabilir. Ancak DAIS kontrolündeki son topraklar ele geçirildiğinde bir taraftan Esad’ın diğer taraftan da Türkiye’nin tehditleri devam edecek ve devrimin yayılması her iki yönde de savaş anlamına gelecektir. Türkiye ile savaş muhtemelen Başur’da iç savaş anlamına gelecektir. Tüm bunlar, sosyal ve ekonomik değişiklikleri zorlaştırıyor ve yavaşlatıyor; ancak bunların hepsine rağmen kuşkusuz çok şey gelişti.

Dünyada ciddi bir faşizm ve ırkçılık artışı var ancak aynı zamanda antifaşist hareketler de yükseliyor. Antifaşist hareketlere öneri ve uyarılarınız neler olur? Şu anki faşizm yükselişinin liberal demokrasinin doğrudan bir sonucu olduğunu, yalnızca demokratik devletin otoritesini daha da sağlamlaştırdığını düşünüyoruz. Faşizme karşı etkili bir mücadele vermek için tüm sistemin yok edilmesi ve yeni bir sistem oluşturulması gerekir; çünkü düşmanlar sadece Berkeley sokaklarındaki naziler değil, ya da Goldman-Sachs kulesinde oturan yöneticiler, dot-com milyarderler, Atlas Shrugged’un kopyalarını tutan hediye fon yoneticileri, bulundukları yüksek kademelerden başka

Öcalan’ın ve onun Demokratik Topluluk fikirlerinin çok popüler olduğu Rojava’da bunun en iyi ifadesi veriliyor. Zemin üzerinde, komünler ve halk meclisleri, yalnızca Rojava devriminin bir parçası değil, aynı zamanda yoğun baskıların yaşandığı Başur’da da varlık gösteriyorlar.. PKK son 20 yılda önemli 21


bir dizi vaatte bulunan politikacılar.. Tüm bunların karşısında, çok cepheli bir koordineli saldırı, birleşik ve tutarlı bir devrimci amaç taşıyan bir taktik çeşitliliği, statükoya en çok tehdit oluşturan unsur olacaktır. Bu kabiliyete ve isteğe sahip olanlar tarafından sokakta sergilenecek bir fiziksel direniş son derece yaşamsaldır ve faşizmin neferlerine karşı ateş hattına bedenlerini yatıranlarla dayanışmamızı tam anlamıyla ifade ediyoruz. Pasifizm ya da daha geniş anlamıyla genel liberalizm ihaneti yalnızca, etnik temizlik ve soykırım amacı güden faşizme yardımcı olacaktır. Aşırı sağ yalnızca; acil hizmetler, eğitim, gıda ve barınma gibi şeyler için devlete ve/ veya pazara bağımlı olmaya zorlanmış insanların gereksinimini karşılayan bir alt yapı kuracak olan bir direniş ve bir devrimci toplumsal örgütlenme tarafından yenilecektir. Bu ayrıca; özellikle güncel siyasal tiyatro içinde yanılsama yaşayanlar veya toplumsal güvencesizliğin kaynağı olarak uydurulmuş, kolay hedefler (tipik anlamıyla ‘öteki’, göçmen, azınlık, queer..vb.) önerirken kendilerini düzen karşıtı olarak konumlayan aşırı sağ grupların kavrayışına sıkışabilen insanlar için anarşizmi, geleceğe yönelik uygulanabilir bir çözüm ve bir yol olarak meşrulaştırmaya hizmet edecektir. Zaten, dünya çapındaki çeşitli anarşist gruplar tarafından yaşama geçirilen bu tip önemli çalışmaları görmekteyiz. Diğer grupların bu projelere mükemmel örnekler olarak bakmaları ve kendi alanlarında benzer projeler yaratmak için onlarda esin bulmaları gerektiğine inanıyoruz. Aynısı, bu projeler sırasıyla kurulduğu ve savunulması gerektiği ölçüde giderek daha zorunlu hale gelecek olan silahlı mücadele için de geçerlidir. Dolayısıyla direnişe angaje olmuş antifaşistler için söyleyebileceğim, çevrenizdekilerle devrimci ilişkiler inşa etmek, hep birlikte yıkabilmeniz için gerçekleştireceğiniz askeri eğitimlerde bulunmak ve beraber inşa edeceğiniz toplumsal projelerde çalışmak olabilir. Saldırıya geçin ve tümü çok daha çirkin şeylere dönüşmeden önce sermaye, devlet ve faşizme vurun. (burada çirkinle kastedilen şeyi tahayyül etmek gerçekten zordur.)

IRPGF, Rojava devriminin başından beri Belarus’tan Brezilya’ya çeşitli konularda anlamlı propagandalar yaparak enternasyonalist söylemi öne çıkardı. Dolayısıyla IRPGF’nin, 22

Rojava’daki savaşa yeni bir soluk getirdiğini söyleyebiliriz. IRPGF militanlarının Rojava devriminin inşasına doğrudan, tahakküm ilişkilerinden muaf dayanışmaya ve karşılıklı yardıma dayanan yatay ilişkiler yaratarak mı katılacağını düşünüyorsunuz? IŞİD ve diğer emperyalist / sömürgeci güçlerle savaşmakla koşut olan benzer çabalar var mıdır? Bu sohbetin başında da belirtildiği gibi, IRPGF devrimin hem toplumsal hem de askeri alanlarının önemini bilmekte ve bölgede toplumsal olarak gerçekleşecek anarşist kuram ve ilkeler için kalıcı bir ev yaratmayı planlamaktadır. Bu karşılıklı yardıma dayanan yatay komünler yaratmak olabilir ya da bütünüyle faklı bir şey olabilir. Nihai form ne olursa olsun, IRPGF her zaman için hiyerarşik, baskıcı ilişkileri yok etme hedefini yaşama geçirecek ve otoritenin çizme topuğu altında yaşayanların kendilerini bütünüyle özgürleştirmelerine yardım edecektir. Devrimin uygulayıcılarıyız, ancak aynı zamanda da onun daimi öğrencileriyiz. Dolayısıyla yalnızca onların deneyimlerinden öğrenmek için değil aynı zamanda da onların stratejilerini rafine etme ve dolayısıyla da aynı hataları yapmama hedefine yönelik bir girişim içinde geçmiş devrimci grupların başarılarını ve hatalarını inceledik. Farklı silahlı grupların direniş stratejilerinde gözümüze çarpan hatalardan biri de direnişin yalnızca silahlı mücadeleye odaklanması. Bu belirli koşullar göz önüne alındığında anlaşılabilir, yine de militan bir organizasyon olarak devam etmek için tamamlayıcı bir siyasal örgütlenmenin gerekli olduğuna inanmaktayız. Şu anda spesifik ayrıntıları tartışamasak da, üyeler DAİŞ ve benzerleri ile savaşırken bir yandan da toplum içinde siyasal olarak örgütlenme çabalarının gerekli ve planlarımızın bir parçası olduğunu kesinlikle söyleyebiliriz.

Savaş bittiğinde ve savaş alanları boşaldığında neler olacağını düşünüyorsunuz? Sonrasında, evlerine döndüklerinde enternasyonalist gerilla güçleri neler yapacak? Silahlı militanlar savaşı ülkelerine götürecekler midir ya da ne olacaktır? Savaş yalnızca tüm baskıcı sistemlerin

varoluşu sona erdiğinde bitecektir. Bu zamana değin ezene karşı savaş devam edecektir ve toplumlarımızı, mahallelerimizi savunmaya devam edeceğiz. Suriye’de ve daha geniş anlamıyla bölgede savaş, düşmanlıklara belli bir dönem için ara verilse de sona ermeyecek. Emperyalistlerin ve yeni sömürgecilerin; yeni silah, taktik ve teknolojiler için test sahası, ucuz emek ve ham madde için duymuş olduğu susuzluk devam edecektir. Bu mücadele küresel bir mücadeledir, DAIS sahip olduğumuz düşmanlardan yalnızca bir tanesidir. Bu nedenle, kolektif özgürlüğümüz için ve halkın savunusu için savaşmaya devam edeceğiz. Savaş alanları asla boşalmayacak. Her mahalle ve kasaba otorite ve tahakküme karşı bir savaş alanıdır. Savaş hayatta kalmamız ve öz savunmamız için verdiğimiz bir savaştır. Silahlı militanlar toplumlarını korumaya ve devlet adına gerçekleştirilen polis harekatları olsun, mahalleleri mütenalaştıran emlak uzmanları olsun her türden baskıcı güce karşı onları savunmaya devam edeceklerdir.

Son olarak, şuanda sizi okuyan Türkiye’deki anarşist yoldaşlara ne önerebilir ya da neler söyleyebilirsiniz? Merhaba. Nasılsınız? Türkiye’deki yoldaşlarımıza, bölgedeki anarşizm, Türkiye’deki durum ve “Kürt Sorunu” üzerine bizlerle bir diyalog geliştirmelerini öneririz. Diasporadaki ve Türkiye’deki anarşist yoldaşlara buraya gelmek olsun, maddi olarak olsun ya da dayanışma eylemleri üzerinden olsun mücadelede bizlere katılmalarını ısrarla tavsiye ediyoruz.


DE V RIM ARTIK

A DAN B YE GIDEN KANLI YOLDAN GE C MEYE C EK ya da 80’lerin Devrimci Paradigması #BlockG20*’yi Anlamaya Çalışıyor

*Bu bir “Generation Next” yazısıdır. 1980 öncesi başta üniversite ve gençlik hareketleri, sosyalist düzen ülkü ve düşüncesiyle, toplumun gerek kent gerekse baskın olan kırsal kesiminde ciddi bir ivme ve güç yakalamıştı. 68 kuşağının hem renkli hem de şiddetli fraksiyonları dünyaya farklı sonuçlar taşıyan ilhamlar verdi, toplumları, kendi gerçekleri tarafından yorumlanarak değiştirdi. Bu kah ilerici kah gerici şekilde gerçekleşti. Türkiye solu daha çok şiddetli, sert ve sekter fraksiyon ve/ veya hareketleri benimseyerek yürüdü ve toplumu ve tarihini bu çerçevede (hadi solcu konuşalım: bu paradigmada şekillendirdi). Elbette fraksiyonlaşma kaçınılmazdı. Ama Türkiyeli örgütler ve fraksiyonlar çeşitlilikten güç alacağına birbirleriyle kapışmaya başladı. İletişim kanalları kapandı ve her fraksiyon kendi mevziisine sığınıp diğerlerini ya görmemezlikten geldi ya da kendi yolu dışında herhangi bir uzlaşmaya gitmedi. İşte hem bu fraksiyon iletişimsizliğini kırmak, hem bireysel düzeyde fikir alışverişi yapmak adına bir grup devrimci, solcu, aktivist vb bir araya gelip bir forum oluşturdular. Bu forumun üyelerin çeşitliliği hemen hemen tüm toplumun renk ve katmanlarını temsil etmeye başladı. Apolitik ama bilimsel, henüz üniversitede ya da başında fakat kimliği, dini ya da aidiyeti yüzünden sıkıntı yaşamış genç kadın ya da erkekler, orta yaşlarda olanlar, liberal, liberter, Ortodoks sol, Kürt, Alevi, Musevi, milliyetçi, diasporada, kırsal kentte, metreopollerde, bekar, evli çift ya da evli ve çocuklu üyelerin yanı sıra rengarenk, kendi deneyimlerini ve kimliklerini de katarak bir forum ve platform oluşturdular. Esnafından tut, kamyon şoförüne, inşaat teknikerine, motorcu kulübü üyesi ve hatta kadın metalürji uzmanına kadar çeşitliliğe sahip, oldukça varlıklı üyelerden tut asgari ücretten hallice geçinenine kadar, bu grup küçük ama çok dinamik. Dışarıya kapalı ve niyeti ne devrim

yapmak ne de bu tarz örgütlenme yaratmak. Kimse kendi rengini dayatmıyor. Dili oldukça neşeli, küfürbaz ve espirili. Mevcut koşulların yarattığı bunalımdan çıkmak, muhafazakârlaşmayı en azından kendi aralarında kırmak ve birbirlerine olabildiğince destek de olmak var niyetlerinde, tamamen birbirine goygoy yapmak da. Forum kapalı ve dışardan alım gibi bir niyet yok. Buna saygı duyduğumuzdan ve olası yobaz ya da faşist baskıların önüne geçmek için bu forumun adı veya linki verilmeyecek. Biz bu oluşuma kısacası tribün diyelim. Kapalı bir tribün. Rengarenk ve tek takım tutmayan taraftarlar, bir amigo ve ultralardan oluşan çekirdek bir ekip var. Çok eğlenceli ve sık sık tribün dışında da buluşurlar. Farklı şehirlerde ya da ülkelerde yaşayanlar kendi bölgelerindeki üyelerle buluşur, tatillerde bir araya gelmeye çalışırlar. Elbette tartışılan birçok konunun yanında güncel konular da ele alınır, farklı renk ve yaklaşımların katkısıyla eğlenceli ve bilgilendirici tartışmalar da oluşur. Bunlardan biri de Hamburg G20 karşıtı protestolara katılan bir üyelerinden birine yapılan sataşma ve akabinde gelişen nefis muhabbet. Tribünün amigosu olan John, Sol’a virüs gibi bulaşmış, bir grup politik meczubu peşine takmış ve diasporada yaşadığı Laos’ta Maocu olduğunu belirtiyor, Stalin Malin şeklinde ajitasyon yapıyor. Bu sefer sert taşa çarptı. :D Bu forum arkadaşlardan oluşur. Ego, alınganlık ya da kişiselleştirme asla olmaz o yüzden dili serttir. Tehditler okura sert ya da ciddi gibi gelse de asla gerçek değildir. Tartışma üslubu bazen küfürbaz ve cinsiyetçi de olabilir. Burada olduğunca özüne dokunmadan fakat olay yerleri ve isimler değiştirilerek o tartışmayı yayınlıyoruz. Tartışma, John’un karizmatik, gezgin ve otonom habercilik yapmaya çalışan

ve G20 gösterilerine katılan Aaron’a bulaşmasıyla seyrini almaya başlar: John: Eyyy Aaron! - Bere modası on sene evvel canlanıyor gibi oldu fakat modası geçti. - G-8 zirvelerinde araba yakan Avrupa anarşist hareketinin devrimci bir niteliği yok, abartmayalım. - Buddha’ya kalpten mi inanıp iman ediyorsun yoksa gösteriş için mi ibadet ediyorsun anlayamadım. Aaron : – Modaya sıçayım, keyfime göre giyiniyorum. - TRT yorumcusu gibi G20 eylemcileri kamu malı yaktı yıktı, pis çapulcular diye yorum yapacağına, oturtsaydın minberin yanına, sorsaydın. Hazır müridin gitmiş, barikatın arkasını, önünü görmüş diye. - Şu saatten sonra iman ve biatım sorgulanıyorsa sorun bende değil. Arz ederim! - G8 değil 20, devrim sikinde değil Avrupa Anarşistlerinin (ayrıca sıkı Latin Amerika ve Rus tayfası vardı) John: - İşte ben de bunu söylüyorum. Devrim yapmak isteyenler RAF 5.-6.-7. Jenerasyonları takip etsinler. Almanya’daki Türkiyeli devrimcilerle de konuşuyorum. Bu hareketler devrimci gençliğin gazını almaktan başka bir işe yaramıyor. Pasifizmden iyi olabilir ama kesinlikle devrimci değil. John: - TRT yorumcusu değil güzel kardeşim, devrimci bir gözle yorumlamaya çalışıyorum. Seni provoke etmemin nedeni de konuşturmak zaten. Aaron : - Yanlış pencereden bakıyorsun. Azınlık devrimlerinin, parlamentoyu ele geçirip ya da benzeri işgaller aracılığı ile devrim yapmanın devri kapandı. Kimse Bolşevik devrimi gibi kitleleri ideoloji, fikir ya da karizmatik lider pe 23


şine takıp Ekim devrimi gibi bir devrim yapamayacak Avrupa’da. - Dur büyük ekranlı bilgisayarın başına geçeyim, kahve koyayım. - Avrupalı ve onun uyduları (kimi Latin Amerika ülkeleri, henüz tam Avrupalı olmayan emekli doğu bloğunun ülkeleri ve olmuş olanlarının bir kısmı) çoktan başka bir bilince geçti. Kitle oluşuyorsa bireylerden oluşan kitleler görürsün. Örneğin ETA’yı protesto etmek için 300bin insan sokağa çıkıyorsa bizdeki gibi reis, sendika ağası, önderlik, vb abi ablalar çağırdığı için değil, birey olarak bilincine ve kendi meşrebine başka türlü davranış yakıştıramadığı için de katılır. Yani bilinçli bir birey olarak, sürü psikolojisine dayanarak değil. Bundan mütevellit özellikle Türkiye solu çoktan çıkmaza girmiş yöntemlerine sıkı sıkı sarılmayı bırakmalı. Örgütlenme yapısını baştan aşağıya değiştirmeli. Önce herkes için, beğenmese de herkes için genel özgürlükler talep edecek. İşçi sınıfının haklarının yanına ekolojik yaklaşım, LGBTİ+, sürdürülebilir enerji, eğitim çeşitliliği vb. koyacak. - Dilini güncelleyecek, felsefesini anlaşır kılacak. Reform edecek ve birey yaratacak.

24

Sınıfların özgürlüğü veya mücadelesi bundan 100 yıl önceki toplumsal kodların üzerine kurulu kalırsa uzaktan bakar, çemkirir sadece. - Hamburg’un yakıp yıkanların alayı anarşist değildi. Bakunin ya da Malatesta’nın tanımladığı dünya için sokağa çıkmadı. Aralarında avukat, hemşire, esnaf, garson yani her telden insan var. Bizdekiler gibi hem şehrin manyaklığından, tüketiminden şikâyet edip, hem alternatif yaratmayıp, zombi gibi boktan bir nihilist perdenin arkasına saklanıp, eylemsizliği veya çözümsüzlüğü saklanacakları bir sığınak olarak görmüyorlar. - Hayatın tam içinde ve bir parçasıdırlar genelde. Olsa olsa sadece 1/3’i komünlerde ya da squatlarda yaşar. - Hayatın tam ortasında ve içindedirler. - Kim olduklarını bilmedikleri için de sistem korkar.

yaymaz, taban bilinçlenir, tepeyi zorlar, sarsar, engeller, uyandırır, toplumda infial yaratmak suretiyle gündem yaratır zira gündem tartışmaya başlarsa medya her bakışa yer verir. - Hamburg Anarşist bir direniş miydi? Koca bir hayır! Anarşistti Queerdi Hippieydi Yurttaştı Otonomdu Sendikaydı Liseydi Üniversiteydi Yaşlılar yurduydu Esnaftı ve bunlardan oluşan koca bir dayanışmaydı. İtalyan ve bir kısım Rus yoldaşlar yanlış mahallede araba yaktılar. Bir nevi Nişantaşı’nı Cihangirle karıştırdılar, Rote Flora ve civarının paralanması da polisin direnişi bu bölgeye odaklamasıydı, sürmesiydi. - Özet bu John Efendi

- Asgari bir paydada yaşam kurar, az eşya ve komforla ama sanki orta sınıf ‘mış’ görüntüsünde, enerjilerini örgütlenmeye verirler, kaynaklarını dayanışmaya ve eylemlere yöneltirler.

- Tepeden inme devrimlerin zamanı doldu. Ekim müzesinde falan görürsün. Halk bilinçli, kuruldu mu sana başlar kaynamaya, hayatı felç etmeden önce her kanalı dener, medya, kamuoyu yaratma, boykottan Allah gibi korkar şirketler.

- Kitle bilinci bottom uptır burada. Tepeden birileri bir şey söyleyip tabana

Şu aralar Alman oto devlerinin kartel kurduğu, yıllardır fiyat konusunda birbirleriyle anlaştığı ortaya çıktı. 300.000


doğrudan istihdam söz konusu. Borsada her gün kayıplar veriyorlar, VW, Audi satışları düştü ve daha ortada sadece soruşturma var!

Eylemlerimde simsiyah giyiniyorsam hiçbir renk kayırmadığımdandır. Yoksa biz de gökkuşağının çocuklarıyız. - Neden stand up?

- Ve orta sınıf bir araba yaktıysak, o şerefsiz sürücüsü sırf ucuz diye Afrika petrolünden yapılma benzini almak için şehir dışındaki markasız benzinliğe gidecek kadar duyarlı ama siyahi’nin kendisinin Akdeniz’de boğulmasına sessiz kalmasındandır.

- Onu bir canlı yayın muahbbetinde falan anlatayım

Otonomların birilerine bir dert anlatma gibi hedefleri yok. Sömürülen dünyadaki insanların öfkesini benimseyip onlar adına eylem yapar. Bakkal Thomas amcanın fikri umurunda olmaz. - Sorusu olan yoksa ara verelim, arkadaşlar bir sigara neyin içsin... Bu muydu senin provoken? Hiç mi soru yok?

John: - Ok Aaron : - Yazması, yazarak o trajediyi anlatmak çok zor ve enerjimi de gerçekten o bilinçsiz bilince harcamak istemiyorum. Çok uyumsuz, çok dayatmacı ama insiyatifin onlarda olmadığı bir eylemde dahi kendi yöntemlerini dayatmaya kalktılar. John: - Anarşistler, Almanya’daki Amerikan üslerine saldırmayı anarşist bir görev olarak görmüyorlar mı? Lüks araç yakmak, buraya kadar mı anarşizm?

- Forumdan atıcam, ifadeni inceliyorum, delil bulmaya çalışıyorum.

- Hala 1969 gözü. Görmüyor abi. Değişimin ve direncin toplumun iliklerine ilişmesi için uğraşıyor.

- Yeni gördüm. Dizlerimin üzerinde blowjob yapacağıma ayakta sisteme sararım! Ernesto Guillano Zapataaron

Eline bomba aldığı anda bütün sistem tepesine çöküyor, daha tohumunda isyan bastırılıyor. RAF diyorsun niye çöktüğüne bakmıyorsun.

- Yorumlarında atlamışım. Avrupa’daki Türkiyeli devrimcilerden, sekter sol’dan (TIKKO ve MLKPli) gençler de vardı sahada.

Derdiniz devrim değil sansasyon.

Onlar ayrı bir stand-up’ın konusu olsun. Avrupalı örgütler burada çok trajikomik durumda. Mücadelelerini ya da azimlerini asla aşağılamak değil derdim. Ama Türkiye’de örgütlenememenin ne kadar sebebi varsa (baskı, medya, polis adını sen koy) burada hiçbiri yok ve gene örgütlenemiyorlar. Bir de buradan bak olaya. Çünkü dilleri ve modelleri çağ dışı, anlatamıyorlar kendilerini. Anca çatı örgütlerini toplayan çatı örgütleri (bunu bilerek yazdım gerçekten öyle) kurarak kitleymiş gibi davranıyorlar. John: - Sistemi felç etmekten bahsetmiş, foruma karşı isyan çağrısı olabilir. Aaron : - Forumumuz tek tipleştirme üzerine kurulu değil, rengarenk ve tahammül üzerine kurulu, shitstorm yese de fikirlerini özgürce ifade eden bireylerden oluşan bir gökkuşağıdır.

John: - Masada ne oyunlar dönerse dönsün, Suriye’de İslam Devletine karşı savaşan anarşizme selam olsun! Aaron : Onlar baş tacı burada. Burada ifşa etmeyim ama gitmeyenler de boş durmuyor Rojava devrimi açısından. Kamuoyu yaratıyor, yardım örgütlüyor vs… İlla ölecek bir devrimci, Martin Luther ölümsüzdür diye bağıracaksınız lan! John - Araba yakmak, banka camı kırmak birer şiddet eylemidir. Demek ki sistemin müsaade ettiği ölçüde şiddeti uyguluyorlar. Bunun dışında toplumun kendini ifade biçimi olarak sokağa çıkmasını elbette desteklerim. Derdim törpülenmiş şiddeti isyan olarak gösterenlerle. - Bir savaşı tek cepheden görüyorsunuz sadece. Oysa bugün Almanya Rojava’ya silah veriyorsa, toplum da buna destek veriyorsa o cephenin ajitasyonu, propagandası ve mücadelesi burada verildiği içindir, salt politik çıkarlardan dolayı değil.

Buradaki Anarşistlerin sloganlarından biridir “Kürtlere tank verin!” John: - Hemşerim ılık götlü Avrupa’da yürütülen her türlü çabaya saygı duyuyorum. Ben sana Kara Blok ve türevlerinden bahsediyorum, tartışmayı başka alana çekme Dev-Genç’in yumruğu beynine iner PUİŞT! - Şimdi argüman bitti tehdit başladıysa ben kahve tazeliyim o ara. – Laos’ta dahi Türkiyeli devrimin dar at gözlüğünü atamamışsın. Ölüm tarlalarının dibindeki Kamboçya’ya, Amerika’nın yerle bir ettiği Vietnam’a komşu bir ülkede yaşasam ben de öyle bakarım (bu bir kinaye ya da saldırı değil) - Çünkü sadece şiddet gözüyle bakıyorsun, o yumruğun koca eylemlerdeki boyutunu göstereyim mi sana? Hamburg’da yani - http://halkinsesitv.org/wp-content/ uploads/2017/07/19748327_10211464 765147121_2792907530446566963_n. jpg - Arkadaki “Fight G20 ile öndeki Dev Genç arasındaki kitle. Bu en kalabalık haliydi. John: - Yoo bakmıyorum, demokratik eylemleri ve çabaları şiddet eylemlerinden daha fazla ciddiye alıyorum. - Törpülenmiş şiddet bana heyecan vermiyor. Çünkü bu, Alman hükümetinin izin verdiği bir şiddet türü. Aaron : - Sen layk atasın diye mi cop yiyoruz lan? Heyecan yaratsın diye eylem yapmıyoruz. Aksine heyecanlı tayfa kendini ve etrafını ateşe atıyor, oysa bilinçle uzun vadeli çözüm hedefleniyor. Fast food devrimcisi değiller. Sonuç hemen şimdi olsun değil, uzun vadeli ve kalıcı olsun. - Bu denklemi al, ekonomiye, Queer hareketine, feminist mücadeleye, bilime, eğitime vs uygula, aynı sonuç! John - Olacaksa verecen RPG’yi, TNT’yi , araba yakmak ne lan? - Peki abi, biz de 10 sene sonra gene bir G bilmem kaç sonrası oturur, aynı mevzuları konuşuruz sayenizde. Adamın derdi yakıp yıkmak değil,

25


bilinç ve sorgulama yapmakta. Amerikan üssünü bombalasan o askerler “yazııık, birinin eşi, evladı” falan olur. Oysa sabotaj, blokaj vb. eylemlerle tartışmaya açıyor ve kamuoyunu buna karşı kuruyor. John: - Ulrike Meinhofgiller bombalarken sokaktaki 4 adamdan biri destekliyordu. Aaron : - RAF’ın bitişine bak dedim yukarda ki sen üstelik en etkisiz jenerasyonu saydın. Ayrıca geçen yy.’dan bildirmeye devam ediyorsun. Vietnam savaşı vardı, sistem ilk defa bu denli ciddi sorgulanıyordu ve fraksiyonlaşmanın boku çıkmadığı gibi emperyalizm kendini şirin gösteren PR çalışmaları yapmıyordu. 40-50 yıl önce olan toplum bugün yok. Somut koşulların somut tahlillerini artık bu yüzyıla taşıyın diyoruz lan! - Sizin kafa, halka rağmen, halk için. O yüzden örgütler küçüldükçe bayraklarınız büyüyor, oysa burada sembol fetişizmi değil fikir ve bilinç fetişizmi var ve 10.000 katılımlı bir eyleme 20.000 örgüt bayrağı çekilmiyor. Reklam panayırı değil, yoklama vermek için gelmiyor örgütler, fikri için geliyor! John: - Türkiyeli örgütlere sıçayım, neden onların kategorisine sokmaya çalışıyorsun? 26

Aaron : - Ya buradaki ve Türkiye’deki tayfayı anlarım da sen nasıl olur da geçen yüzyıldan bildiriyorsun hala anlayamıyorum. Muhafazakarlıkla mücadele ederken ortodoks sol kafaları da gündeme alsak mı? John: - Emperyalizm ve Siyonizm aradan gecen 50 yıla rağmen şiddetinin ölçüsünü azaltmadı. Aha Gazze, aha Irak. Devrimciler neden azaltsınlar? Aaron : - Ama PR yapıyor şerefsizler! Ağır imaj çalışmaları yapıyor. Dünyanın en büyük dijital oyun fuarı Gamescom’da ordu adam toplamak için tank ve seksi asker kadın falan getiriyor! John gel alt alta, aynı topic’te yazalım, karışıyor, ilk defa da bu kadar yapıcı bir diyaloğa giriyorum devrimci bakışla. - Silah bırakma zaten. Ama silah Rojava’da büyük güç iken buralarda değil. Burada silahın zekân, tartışman, insanları PR, dev Hollywood ve tüketim manyaklığının yarattığı duyarsızlıktan silkelemek. Alternatifi, bu kadar insanı havaya uçurmak olur. Olaya tek düzlemden bakmayacaksın. Girift, çok yönlü, elli çeşit takla atacaksın.

Kuantum fizik gibi. Devrim artık A’dan B’ye giden en kanlı yol değil!!! Alfred Corny : - Kes lan Aaron. Gurbetçi dediğin çikolata getirir, eşofman takımı getirir. Araba yakmaz!!! Aaron : - Lan o çikolatanın aynısı Migrosta var, Eşofman Merter’de dikiliyor, baktık taşıyacak bir şey kalmadı, yaktık arabaları lan işte! - O değil de, pezevenk ve torbacı gurbetçilerinkini yaktık ya da aradık. Zaten eylemler bitti piyasada CLK, Lamborghini vs!!! (red light district diyebileceğimiz Reeperbahn’da) Saklanmış puştlar! Bu diyaloğu derleyip yayınlayacağım. Tartışmaya açmak istiyorum. Helal et ya da itiraz et Dev Buddha: Devrim için tek yol; Devrimci Yol. Aaron : - Abi o yolu denedik, bir de başka yol denesek? – Hem hadi artık, siz kendi yüzyılınıza biz de yarını hazırlamaya. Anarşist bakış bunu gerektirir! John: - Ba ba baak. Dünyayı siz kurtaracaksınız!


DEMOKRASI

V E DI k t a t O r l U k I k I l e m I n e D a y a l ı SI s t e m I n M e S r u l a S t ı r ı l m a s ı SURE C INDE ANARSISTLERDEN C AGRI Demokrasiye ve Diktatörlüğe Karşı Anarşistler

“BU SEFER OLACAK GİBİ…” Bir coğrafya hep aynı siyasal gündemin döngüsünde mi yalpalar yoksa, daha önce ezberlediklerimizi yeni unuttuklarımıza ekleyip bu döngüde başka bir noktaya geldiğimizin farkına mı vardık? Dahası merkeziyete karşı toplumsal kalkışma, ayaklanma veya isyan tahayyülünün ortaya çıkışına neden olabilecek kıvılcımları -demokratik süreç, seçim, referandum vb. basireti kendinden bağlı siyasal süreçlerin sonuçlarını gözlemleyerek- ufaktan kestirebilmeye mi başladık? Uzaktan duyulduğu sanılan bir toplumsal ayaklanmanın seslerini, sadece onu doğrudan besleyebilecek olan ana öznelerin duyabileceği yalnılgısı, bu coğrafyada bir ‘park restorasyonu’na veya bir ‘kent işgali’ne ya da bir ‘çocuğun polis tarafından öldürülmesine’ tepki olarak doğan isyan pratikleri karşısında, toplumsal devrimi arzulayan tüm muhalif oluşumların nasıl ‘hazırlıksız’ bir biçimde yakalanabileceği, tarihin havuzundan bakıldığında kendini açık bir biçimde doğruluyor. Buna karşılık sormadığımız sorulardan biri; şu anda, daha önceki tarihsel ezberlerimize hiçbir tezat oluşturmayan ‘sıradan’ bir dönemden geçiyor olabilir miyiz? Bulunduğumuz coğrafyada süregelen darbeler kronolojisi ve yarattığı toplumsal infiale bakıldığında, devlet mekanizmasının ‘ordu’ ve ‘siyasal iktidar’ arasında hep bir çalkantılı köşe kapmacaya açıkça sahne olduğunu görebiliriz. Militarist güç, engellemeye çalıştığı iktidar odağının yanı sıra, ona muhalefet eden geniş bir kesimi de kapsama alanına almakta beis görmemiştir. Aynı şekilde bu tarihlerde, toplumsal devrimi örgütleyen tüm dinamikler bu rejim değişikliğinin getirdiği baskı koşullarını bir ‘iç savaş’ tahayyülü ile değerlendirmiş ve pratiklerini küresel veya yerel doğrultuda yaklaşan ‘iç savaş gündemi’ne endeksleyerek

harekete geçmişlerdir. Ancak, günümüz koşullarında bu tahayyül artık yerini ne yazık ki, siyasel erk’in görünmez sahibi olduğu ayyuka çıkmış olan diktatörlüğün resmiyete kavuşacağı bir referandum tiyatrosunda -faşizmin toplumsal alanda yayıldığı ve ayak sesleriyle artık kulakları parçaladığı bir noktada- karşı oy kullanmanın, mevcut durumu gerileteceği veya hiç değilse bir halk ayaklanmasına öncü -veya muhalefete moral- olabileceği gibi, bir takım yenilmişlik psikolojisine bırakmıştır. Egemen güç, kendi gündemini dayatma ve düşünceleri dahi belirleme hakkına sahip olduğunu deklare eder. Çünkü, düşünceler eylemlerin kaynağıdır ve kontrol altına alınmaları gerekir. Dolayısıyla, siyasal iktidar kendi resmiyetini anayasal yollardan sağlayamasa bile, tüm karşıtlarını kendi gündeminde birleştirerek zaten ‘devrin hakimi’ olduğunu çoktan deklare etmiş olur. Birçok fikir yelpazesi gibi, anarşizm’in çeşitliliği dolayısıyla farklı akımlara

ayrılması olası bir durumdur. Gerek tek bir tanımının olmadığı, gerekse onun toplumsal bir formasyon olarak nasıl gerçekleştirileceğine yönelik tek bir ideal bulunmamaktadır. Ancak, anarşizm’in en basitinden üzerinde uzlaştığı, ‘özgürlük hakkını herhangi bir otoriter yapıya devretmemek’ gibi ortak noktalar da mevcuttur. Bu bağlamda sistemsel çelişkileri olumlamak adına, sol ve sekter oluşumların dayattığı dar gündemlere sıkışmamak en bariz seçenektir. Güçlü bir alternatif olamamanın verdiği kaygılara rağmen; devlet mekanizmasını, anayasal düzeni, demokrasi, seçim ve referandumu reddetmek, anarşist tahayyülde, iktidar odaklarının bu alanlarda yaratacağı tüm uzlaşılara karşı takınılacak en ‘net ve açık’ tavırdır. Tutumlarını ‘kıt seçeneklerden’ yana belirleyen kesimler ise; günü kurtarmanın, umutsuzluğun umuduna yatırım yapmanın yanı sıra, kitlesel bazda birçok sekter yapının -burada faşizmin mihenk taşları kemalistler, ulusalcılar vb. oluşumlarda bulunmakta- içinde bulunduğu bir ‘aklar ile boklar’ komedyasında, ‘boklar’ bloğunda varolmaktan kaygılanmamaktadırlar. Dahası, uzun süredir faaliyette olan bir siyasal diktatörlüğün resmiyet kazanıp-kazanmasının, ilgili odağı hiçbir şekilde enterese etmediği, her halükarda sözü edilen Tiran’ın bu yetkiyi alsada-almasada uygulamaya geçeceği gerçeği görülmekle birlikte, karşı oy kullanacağını deklare eden cephe de algılanan tavır ‘bu oyunun tahtası etrafına oturmaktan başka seçenek kalmamıştır’ gibi yalpalayan tavırla kendi kendini ele vermesidir. Kitle kuyrukçuluğu genelde potansiyel dayatmalarını, alternatif bir kampanyayı örgütleme doğrultusunda elini taşın altına koymaya çalışan tüm oluşumları güçsüzlük, umutsuzluk ve yalnızlık teorileri ile zayıflatmaya yönelik yaklaşımlarda bulunmuştur. Liberal, sol ve sekter yapılanmaların sistemle uzlaşmacı yaklaşımları, 27


anarşist hareketin de toplumsal bazda idealize ettiği fikirlere de enjekte olmaya çalışırken, gelecekte bu tavrın anarşistler içerisinde ortaya çıkaracak olduğu tabloyla birinci elden sorumlu olacağımız aşikar. Anarşist bir klişeyi tekrar ediyoruz: “SEÇİM DEĞİL SOSYAL DEVRİM!” Her seçimde olduğu gibi, demokratik düzenin siyasi rakipleri EVET-HAYIR yarışında ezilenleri oyalarken, bu toprakların radikal kesimlerinin de bu ilüzyonda yerlerini almaları bir kaç seçimdir şaşılacak bir şey olmaktan çıkmış durumda. Radikallerin HAYIR’ının, faşistlerin, ulusalcıların, liberallerin veya sosyal demokratların HAYIR’larından farklı olduğunun ve HAYIR’ın zaferle çıkmasının tüm sosyal mücadeleler için bir moral kaynağı olacağının farkındayız. Ancak AKP iktidarının ve Erdoğan rejiminin sandığa yönelen tek bir bilek hamlesiyle çökebileceğini düşünmenin aşırı iyimserlik olduğunu da vurgulamasak sorumluluğumuzu yerine getirmemiş olacağız. Muhalefetin yüreğine su serpildiği 7 Haziran seçimlerinin ardından yaşanan gelişmeler, devletin gerçek yüzünü bir kez daha gözler önüne sermiş oldu. Gündelik hayatta en küçük hak arama ve özgürleşme çabasını bile komplolarla, baskı ve saldırılarla püskürtmekten kaçınmayan devletin, siyasal yönelimin sözüm ona ‘demokratikleşmesine’ müsaade etmeyeceği ortadadır. Özellikle yüzyıllardır kokuşmuş bir 28

devlet geleneği altında yaşamış olan halklar olarak, devletin demokratikleşmesi için mücadele etmektense, ömrümüzü buna harcamaktansa, hapse atılmak veya katledilmektense, zaten çetrefilli geçen hak mücadelellerinin yerine neden devletin tarih sahnesinden tamamen silinmesine yönelik bir mücadele vermeyelim? Küresel anlamda, ezilenlerin, yeryüzünün ve tüm canlıların yaşamlarına uygulanan tahakkümü meşrulaştırmak veya görünmez kılmaktan başka hiçbir fonksiyonu olmayan demokrasinin neferliğine soyunmaktansa, neden anarşiyi ve anti-otoriter mücadeleyi bir gerçeklik haline getirmek için çaba sarf etmeyelim? Referandumda HAYIR oyu vermek elimizi yormayacak elbette, belki anarşistliğimize, radikalliğimize halel getirmeyecek ama piyasada HAYIR için söylem üreten arkadaşların daha sonra ne yapmamız gerektiğine dair hiçbir somut projesi ve önerisi yok. Aksine tüm sorumluluğu üzerinden atıp iradelerini parlamentarist sola vermeyi tercih etmek bize pek dürüstçe gelmiyor. Parlamentarist HAYIRCI demokratların eli biraz güçlenecek belki ama ezilenler ve toplumsal devrim mücadelesi için pek bir faydası olmayacak. EVET de çıksa HAYIR da çıksa devletin ve paramiliter güçlerin saldırılarının artarak devam ettiğine şahit olacağız. İktidarın söylemleri HAYIR’ı kabul etmeyeceklerini gösteriyor. MHP ile kurulan ittifak, muhalefeti, radikalleri ve kürt hareketini topyekün

ezmeyi planlıyor. EVET’le mevcut OHAL düzeni ve muhalefete topyekün saldırı düzeni resmiyet kazanırken, HAYIR’la 15 Temmuz mizanseninde bir kaç saat içerisinde evlerine dönen cihatçı-faşist çeteler bu sefer sokaklarda silahlanmış bir biçimde rahatça cirit atacaktır. Bizi ilgilendiren her senaryoda asker-polis-hukuk destekli cihatçı-faşist çetelerin saldırılarına artık her an açık olduğumuzdur. Muhalif, devrimci ve anarşist güçlerin burada yapmak zorunda olduğu şey, yaklaşan sıcak çatışma ortamına bilfiil hazırlanmaktır. Tüm senaryoları değerlendirip, referandum illüzyonunda sonucu beklerken paralize olmadan, sonrasını planlamaktır. Yaklaşan savaşın dinamiklerine dair, anarşist, devrimci, muhalif ve radikal birey ve topluluklar açısından, izlememiz gereken bazı önerilerimiz var. Bu öneriler demokratik düzenin referandum sığlığında boğulmaktansa, ileriye yönelik hedef ve projelerimizi bugünden detaylandırmayı amaçlıyor.

Yerel Eyle, Yerellerarası Koordine Ol Parlamenter, demokratik siyasetten ve devletin açık hedefleri haline gelen, istihbaratın cirit attığı ‘kitle örgütleri’nden uzaklaşın ve birbirleriyle koordineli yerel otonom yapılar oluşturun. Bunun için çok geç kaldığımız söylenebilir. Ancak, aniden ortaya çıkan sosyal


devrimler ve ayaklanmalar kendiliğinden yapılarını her zaman oluşturmuştur. Hazırlık yapmak için halen çok geç değil. Öncelik sıkı bir örgütlenme kültürü yaratmak. Anarşizm ve devrim adına eylemsizliği örgütleyen, ilişkilerin altını oyan, laf kalabalığı yapan ve asalaklılığı kültür haline getiren bireylerin dayattığı kısır süreçlerden en kısa zamanda uzaklaşın. Yaşam tarzı söylemleriyle mücadelenin önünü tıkayan, komün yaşam gibi yaşamsal meselelerde umut tacirliği yapan kişileri aktif çalışmalardan uzak tutun. Bu insanlar zaman içerisinde enerji emerek çalışmalara köstek olacağından, zamanınızı kesinlikle bunlarla harcamayın. Niceliğe odaklanmayın, nitelikli insanlarla nitelikli örgütlenmeler kurun. Kuru kalabalığa gerek yok. Anarşist azınlık olarak bizi güçlü kılacak örgütlenmelere odaklanın. Bizzat yaşadığımız mahalle, semt veya bölgede oluşturduğumuz örgütlenmelerle varlığımızı sürdürebiliriz. Özellikle, büyük şehirlerin sadece kozmopolit semtlerinde örgütlenmiş ancak, üyeleri başka semtlerde yaşayan yapıların olası bir sıcak çatışma durumunda mobilize olma şansı yoktur. Birlikte veya birbirine yakın yaşayan birey ve grupların mobilizasyonu daha yaşamsaldır. Merkezi örgütlenmelerin kararlarındansa, mahallede bizzat bulunan birey ve grupların karar alma süreçleri daha gerçekçidir. Merkezi yapılar, bir çok durumda her bölge için benzer kararları almayı dayatabilir. Bu anlamda, mahalleyi etkisiz hale getirebilir.

Mahallelerde çeşitli devrimci birey ve yapılarla ittifaklar kurulabilir. Nicelik açısından güçlü olan yapıların himayesine girmek zorunda kalmamak için anarşist ve anti-otoriter örgütlenmelerin oluşturulmasının ve güçlendirilmesine çabalayın. Kendi yerelimizde tek başına tıkanmış durumdaysak, güçlü olduğumuz semtlerdeki yoldaşlara desteğe gidin. Güçlü olduğumuz yerellerde ve çalışmalarda birbirinizi bulun. Kendinizi oradan oraya savrulacağınız, kontrolü kaybedeceğiniz ve ateş hattında kalacağınız sokak hareketliliklerine sokmayın. Organize etmediğiniz ve organize olmadığınız durumlara dahil olmayın. Bu nedenle bugünden örgütlenmeye ve olası her senaryo üzerinde konuşmaya ve kararlar almaya başlayın. “Ne de olsa, mahallede güçlü yapılar var, onların peşine düşeriz.” gibi bir düşünceyle yetinmek bizi HAYIR’cı ulusalcı solcu/faşist güçlerle yan yana düşürür. Gezi ayaklanması sırasında İstanbul’un çeşitli semtlerinde olan buydu. Mahallelerde gerçekleşen bir çok eylem Cumhuriyet Mitinglerine dönüştürülmüştü. Faşist saldırıları kendi cephelerimizi açarak püskürtelim. Devrimci, anti-otoriter ittifaklar kurun. Alternatif iletişim kanalları oluştur! Yereller ve gruplar arası güvenliğe dayalı alternatif iletişim kanalları oluşturun. Sıcak bir çatışma durumunda en çok ihtiyacımız olan gruplar arası dayanışma ve destek ilişkisidir. İvedilikle harekete geçen, yanyana gelen grupların bir çok mesele karşısında ani karar alma ve eyleme geçme kabiliyeti olacaktır. Gruplarası bilgi akışını hızlı

ve güvenli kılma tekniklerini ve bunun bilgisini yaygınlaştıralım. İnternetin ve telefon hatlarının kısıtlanması veya engellenmesi son yıllarda alışılageldik bir uygulama haline geldi. Buna karşı oturmuş iletişim tekniklerini geliştirin.

Silahlan! Silah bizim için özsavunmamızı aldığımız bir tedbirdir. Bir ilişki biçimi değildir. Silahı öldürmek, bir baskı aracı olarak militarist yapılar oluşturmak için değil, bu gibi durumlarda hayatta kalmanın bir aracı olarak görüyoruz. Silah, sadece ateşli silahlardan oluşmak zorunda değildir. Çevremizde bulunan her türlü cisim ve maddeden savunma silahı yapabileceğimiz gibi, bu konuda teknikler geliştirebilir, çalışmalar yapabiliriz. Yoldaşlar arasında silah bağlamında anarşist etiğin ve bilgi birikiminin paylaşılması önemlidir. Yıllardır cihatçı-faşist çetelerin, bireysel silahlanmadaki aktivitesi liberal sol ve pasifist cenah tarafından sık sık teşhir edilir. Üstüne üstlük buna karşı birşeyler yapmak şöyle dursun bireysel silahsızlanma kampanyalarından medet umulur. Bu sırada atı alan Üsküdar’ı çoktan geçmiştir bile. Faşistler olası bir iç savaş için tam teçhizatlı bir biçimde hazırlanmış bekliyorlar. ‘Uyuyan hücreler’ birer birer gözlerini açmaya başlamış durumda. Ya biz? Bizler ise silahlanmaktan kaçınmayı tercih ediyoruz. Anti-otoriterler, özgürlükçüler ve anarşistler, yıllarca silahın kalıcı şiddet üreteceğine dair pasifist teoriler batağına saplanmış bir biçimde kendilerini silahsızlandırmıştır.

29


Tam da bu yüzden, iç savaşı bir kenara koyarsak, herhangi bir saldırı ve tehdit karşısında, kendi yaşam alanımızı bile korumaktan aciz bırakmışızdır kendimizi. İşte bu duruş bizim başımızı daha fazla belaya sokacaktır. Kadın ve trans cinayetleri karşısında özsavunma tekniklerini uygulamaktansa, sürekli olarak mağdur rolünü üstlenerek asıl verilmesi gereken mücadelenin devlete havale edilmesiyle bastırıldığını görüyoruz. Transların, kadınların, göçmenlerin, baskı altına alınan herkesin silahlandırılması şöyle dursun, silahsızlanma kampanyalarına imza atıyoruz. Böyle yaparak özsavunmamızı otoriter yapılara ve devlete teslim etmiş oluyoruz. Geçtiğimiz yıllarda sol bir örgütün bazı semtlerde astığı afişlerde “Silahlarınızı bize getirin biz savaşalım!” babında yaptığı bir çağrı halkın silahsızlandırılması kampanyasının bir parçasıdır bize göre. Şiddet ve özsavunmayı kendi tekelinde toplamaya çalışan bu tarz yapılardan toplumsal devrim ve kurtuluş anlamında medet ummayın. Kendiniz, kendi topluluğunuz için hazırlanın ve savaşın. Kimsenin sizin adınıza savaşmasına müsaade etmeyin. Anarşist ve anti-otoriter örgütlü duruşun cılız olduğu günümüzde, örgütlü silahlanmanın başarıya ulaşabileceğini düşünmüyoruz. Ancak her anarşist bireyin kişisel olarak olarak silahlanması gerektiğini söylüyoruz. İster ruhsatlı isterse ruhsatsız olsun her anarşistin kıyıda köşede kendini savunmaya yönelik bir silah bulundurması gerektiğini söylüyoruz. Ruhsat almak zorlu süreçleri gerektiriyor, ayrıca OHAL zamanında ruhsatlı silah edinme konusunda ciddi kısıtlamalara gidildi. Fakat düşman çoktan silahlanmış durumda. Güncel verilere göre son yıllarda ruhsatsız silahlanmaya ciddi bir yönelim var. Kimlerin ruhsatsız silahlanmaya yöneldiği gayet açık. Yakın zamanda toplumsal eylemlere yönelik saldırılara, mücadelede aktif muhalif kişilere yönelik süikast girişimlere şahitlik edebiliriz. Faşistler sosyal medyada boy boy silahlı fotoğraflarını paylaşıyor. Çeşitli semtlerde ve üniversitelerde muhalif ve devrimcilere karşı gerçekleşen pompalı tüfekli, baltalı ve bıçaklı saldırılar bu toprakların mücadele tarihi kadar eskidir. Arzularımızı gerçek kılmak ve varolmak için onları silahlandırmalıyız. Demokrasiden ümidinizi kesin, demokrasi tahakküm ve sömürü karşıtı mücadelenin yani anarşi’nin düşmanıdır. Parlamentarist, otoriter, liberal sol yapıların 30

peşlerini bırakın. Bu yapılarda bulunan samimi olduğunu düşündüğünüz yoldaşlarla ilkeler belirleyerek otonom yapılar oluşturun. Kapitalizmin, devletin ve tahakkümün, sömürünün olmadığı bir dünyayı arzuluyorsanız sadece onun için savaşın, onun için çabalayın. Savaşmak istemiyorsanız, savaşan yoldaşlarla mücadeleniz paraleldir. Savaşmak çok biçimlidir, silahlar farklılaşabilir. Gündelik yaşamı sosyal veya ekonomik olarak örgütlemek, üniversitede, işyerinde veya mahallede örgütlenmek de aktif çatışma gibi bir savaşım şeklidir. Karşılıklı bir dayanışma ve yardımlaşma ilişkisi oluşturun. Bir savaşta herkesin aynı oranda savaşması gerekmiyor. Savaşta olduğumuzun ve yoldaşlarımızla eşgüdümlü bir mücadele yürüttüğümüzün bilincide olmak kafidir. Kimseyi seçimlerde oy vereceği için kınamıyoruz. Sadece biraz dürüstlük görmek istiyoruz. İlla ki oy vermemiz gerekir deniyorsa, hak vereceğimiz argümanlarla gerekçelendiriliyorsa, bir yere kadar anlayabiliriz. Ancak referandum sonrasında herhangi bir devrimci projeniz, herhangi bir hedefiniz yoksa, bize demokrasi masalı anlatıp

durmaktan vazgeçin. Bir çok durumunda boykot yapmayı ve online imza kampanyaları düzenlemeyi alışkanlık haline getiren yoldaşların anarşizmin seçimler konusunda yaklaşımı ortadayken seçimlerin boykot edilmesini reformist solla hep bir ağızdan apolitik ve duyarsızca bir eylem olarak göstererek marjinalize etme ve bastırma çabalarını, bu arkadaşların anarşi davasına artık bir umut beslemediklerine ve demokrasinin neferleri olmayı tercih ettiklerine bağlıyoruz. Bu nedenle onlar için söylenecektek pek bir lafımız yoktur. Ancak anarşistler olarak tek söyleyeceğimiz ve bizi düşünsel olarak bağnaz kılan demokrasi, devlet ve kurumları karşısındaki sonsuz şüphemiz ve daimi öfkemizdir. Ve ezilenler için gerçek değişimlerin iktidarların kudreti altında oynanan demokrasi oyununun kolaycılığına havale edilerek gerçekleşmeyeceğine olan bilincimizdir.

Örgütlen! Yerellerarası Koordine Ol! Yaklaşan Savaşı, Sosyal Devrim Fırsatına Çevir!


tu r k ı y e ha pı sha nel erındekı

anars ıs t tuts akla r

Geçtiğimiz bahar ayında Viyana’da bir araya gelen anarşist yoldaşlar Türkiye devletinin devrimcilere ve tüm muhalefete yönelik artan saldırıları karşısında Türkiye hapishanelerinde bulunan anarşist tutsaklarla dayanışmak için bir etkinlik düzenledi. Etkinliğe bizzat katılma şansımız olmadığından Türkiye Hapishaneleri ve tutsak bulunan tutsaklarla ilgili bir bilgilendirme kaydı gönderdik. Viyana’daki yoldaşlar da anarşist tutsaklara ve bizlere tüm dayanışma ve desteklerini gönderdiler.

nı, tecritin kabul edilir bir şey olmadığını belirterek 20 Ekim 2000’de Çankırı ve Ümraniye Cezaevlerinde F Tipi cezaevlerine geçişe karşı açlık grevine başlamışlardır. Açlık grevi direnişine başlayan siyasi tutsaklar, Adalet, Sağlık ve İçişleri Bakanlıkları arasında imzalanan 3’lü protokolün kaldırılması, Terörle Mücadele Yasası’nın gözden geçirilmesi ve cezaevlerinin sivil toplum kuruluşları tarafından oluşturulacak bir heyetle denetlenmesi taleplerinde bulunmuşlardır.

İşte gönderdiğimiz o metin:

19 Aralık 2000 yılında, sabaha 04.30 sularında İstanbul Bayrampaşa E Tipi Kapalı Cezaevi’nde ‘’hayata dönüş operasyonu’’ adı altında katliamlar başlatılmıştır. Operasyon öncesi F Tipi cezaevlerine karşı, ölüm orucuna katılanların sayısı 284, açlık grevinde bulunanların sayısı ise 1139’dur açlık grevi ve ölüm orucu direnişinde bulunanların birçoğu yaşamsal olarak kritik bir süreç olan, direnişin 60. gününde olmalarına rağmen, devlet oyalama politikalarına devam etmiştir. ‘’Hayata Dönüş’’ adı verilen cezaevi katliamı kısa bir süre içerisinde 20 hapishaneyi kapsar duruma gelmişti. 19 Aralık’ta başlayan katliamda 20 hapishanede, toplam 8 komando taburu; 37 bölük olmak üzere 8385 askeri personel ve daha da fazla polis kullanılmıştır.

Merhaba. Türkiye ve Kürdistan’da hapishanelerin tarihi aynı zamanda katliamların da tarihidir. Bu kayıt bir tür ‘’Türkiye Hapishaneleri Tarihi’’ türünde bir şey olmayacak. Ancak Türkiye hapishanelerindeki dönüşümlerden kısaca bahsetmek kapatılan öznelerin maruz kaldığı şiddet ve baskının ne derece yoğun olduğu hakkında az da olsa bir fikir verecektir diye düşünüyorum. 1990’lı yıllarda, devlet hapishanelerin mimari yapısına ve koğuş sistemine karşı bir takım ‘’kaygılar’’ belirtmeye başladı. Devlet, bu duruma gerekçe olarak hapishanelerde hâkimiyet kurulamamasını gösteriyordu. Devlet nezdinde hapishaneler, ‘’örgüt evi’’ gibi işliyordu ve denetim sağlanamıyordu. Bu durumun en önemli sebebinin ise koğuş sisteminden kaynaklandığını söyleyen siyasal iktidar, hapishanelerdeki her vakayı ve tam denetimin sağlanamamasını hapishanelerin mimari yapılarına bağlayarak koğuş sistemin değişmesi gerektiğini savunuyordu. Devletin, denetim ve hâkimiyet bahaneleri ve medyanın hapishanelere yönelik değişime gidilmesine dikkat çekmesinin gerçek nedenleri ise apaçık ortadadır. Hedeflenen iddia edilenin aksine denetim ya da hâkimiyetten ziyade, tutsakların yalnızlaştırılması, bir arada faaliyet göstermelerinin engellemesi, sosyal bağlarından koparılmasına yönelik politikalardır, yani tecrittir. Cezaevlerini ‘’terörün kaynağı’’ olarak

gören devlet, medyayı da kullanarak, koğuş sisteminden hücre sistemine geçişin ‘’terör olaylarını’’ azaltacağını ve yavaş yavaş bitireceğini gündemde tutarak, cezaevlerindeki değişime ve yaptığı tutsak katliamlarına da meşruluk kazandırmaya başlamıştı. Git gide kamuoyunda kanıksanmaya başlanan bu düşünce devletin F Tipi cezaevi uygulamasını devreye sokmasını kolaylaştırmıştır. F Tipi cezaevleri ‘’yüksek güvenlikli’’ cezaevleri olarak tasarlanıp, devletin ‘’tehlikeli suçlu’’ olarak gördüğü tutsakların kapatıldığı hücrelerdir. Yasal dayanağını Terörle Mücadele Yasası’ndan alan F Tipi cezaevleri, tek kişilik veya üç kişilik hücre sistemine göre inşa edilmiş tecrit alanlarıdır. F Tipi cezaevleri bilinçli bir şekilde şehrin dışına, ıssız yerlere inşa edilerek ulaşılması zor yerler halinde tasarlanmıştır. Böylelikle tutsakların avukat ve ziyaretçi görüşleri güçleştirilmeye ve giderek yok edilmeye çalışılmıştır. F Tipi tecrit hücreleri, siyasi tutsakların siyasi kimliklerini yok etmek, psikolojik sorunlara yol açacak mekânlara kapatma, kişiliksiz hale getirme ve her şeye boyun eğen bir kişilik yaratmayı amaçlayarak açıktan cezaevi içinde cezaevi koşulları yaratmıştır. Siyasi tutsaklar, F Tipi cezaevlerinin tecrit ve izolasyon olduğunu, F Tiplerinde can güvenliklerinin bulunmadığı-

Adına ‘’hayata dönüş’’ ve ‘’ şefkat operasyonu’’ denen bu katliamlarda, Adana Ceyhan Cezaevi’nde 1, Bayrampaşa Cezaevi’nde 12, Bursa Cezaevi’nde 2, Çanakkale E Tipi Cezaevi’nde 4, Çankırı Merkez Kapalı Cezaevi’nde 2, Uşak Cezaevi’nde 2, Ümraniye Cezaevi’nde 7 toplamda 30 tutsak hayatını kaybetmiştir. F Tipi cezaevlerine geçişlerden sonra da açlık grevleri ve ölüm oruçları devem etti. 19 Aralık 2000 tarihinde Hayata Dönüş Operasyonuyla Türkiye genelinde cezaevlerinde ve dışarıda yapılan ölüm oruçlarında toplamda 122 kişi hayatını kaybetti yüzlerce kişi sakat kaldı. Türkiye ve Kürdistan’da 1995 – 2000 yılları arasında sırasıyla şu katliam ve 31


operasyonlar olmuştur:

Buca Cezaevi Katliamı - 21 Eylül 1995 Ümraniye Cezaevi Katliamı - 4 Ocak 1996 Diyarbakır Cezaevi Katliamı – 24 Eylül 1996 Ulucanlar Cezaevi Katliamı – 26 Eylül 1999 Burdur Cezaevi Operasyonu – 5 Temmuz 2000 Bergama Cezaevi Operasyonu – 25 Temmuz 2000 Bayrampaşa Cezaevi Katliamı / ‘’Hayata Dönüş’’ Operasyonu – 19 Aralık 2000 Kaydın başında da söylediğim gibi Türkiye coğrafyasındaki cezaevi tarihi katliamlar tarihidir. Bununla birlikte şunu da belirtmek gerekir ki aynı zamanda da direniş ve mücadeleler tarihidir de. Tüm bu katliamlar ve operasyonlar devletin siyasi tutsaklara yaklaşımını açıkça gözler önüne sermektedir. Devlet için siyasi tutsaklar yok edilmesi gereken düşmanlardır. En azından Türkiye devleti için bunu rahatlıkla söyleyebilmekle birlikte bütün devletlerin, aynı katilin farklı uzuvları olduğunu söylemenin de yanlış olacağını düşünmüyoruz! Hapishanelerde değişerek ve artarak devam eden baskı 15 Temmuz 2016’da adına darbe girişimi denen iktidar savaşı sonrası hat safhaya ulaştı. Her zaman olduğu gibi bu iktidar savaşına da en çıplak haliyle maruz kalanlar tutsaklar oldu. Bu iktidar savaşında tutsakların dışarıyla bütün iletişimleri kesildi. Tahliyelerin ikinci bir emre kadar yapılmayacağı belirtildi. Üzerinden yaklaşık bir yıl geçmesine rağmen hapishanelerdeki baskı ve keyfi uygulamalar artarak devam etmekte. Avukat ve akraba görüşü yasakları, hücreye alınacak kitap sayısına sınırlama ve kitap yasakları. Mektup, dergi alıp-gönderme yasakları, çıplak arama işkenceleri, hastahane ve ilaç ihtiyaçlarının karşılanmaması... Bugün geldiğimiz noktada tutsakların ‘’dışarıyla’’ bağları hemen hemen kesilmiş durumda. İşkence ve keyfi hak ihlallerine maruz kalmaktalar. AK Parti’nin iktidarda olan İslami-faşist yasakları ile ‘’dışarıdaki’’ mücadeleler ve siyasal alan da oldukça daralmış durumda. Bundan dolayı cezaevlerindeki baskı ve işkenceye karşı etkili eylemler yapılamıyor ne yazık ki. Hatta çoğu durumda tutsaklar hapishanelerde girdikleri açlık grevi ve itaatsizlik 32

eylemleriyle dışarıdaki mücadeleye destek vermeye çalışıyorlar. Devlet bu süreçte de siyasi tutsaklara karşı hasmane tutumlar izliyor ve baskı, işkence gibi şiddet uygulamalarını artırarak devam ettiriyor. Türkiye ve Kürdistan hapishanelerindeki siyasi tutsakların büyük bir kısmını farklı fraksiyonlardan da olsa (DHKP/C – PKK – MLKP – MKP/HKO...) Marksist/Leninist ve Maoist örgüt üyeleri oluşturmaktadır. İletişimde olduğumuz, daha doğrusu iletişimde kalmaya çalıştığımız Anarşist ve anti-otoriter tutsakların sayısı 18, bunlardan Vegan-anarşist Osman Evcan ve Anarko-komünist Umut Fırat Süvarioğulları hapishanelerde girmiş oldukları açlık grevleri ile gündeme gelmiş Türkiye ve dünya basınında isimlerinden söz ettirmişlerdi. Osman Evcan birden fazla açlık grevine girmiş ve kritik denebilecek günlere kadar eylemine devam edip devlete geri adım attırabilmişti. Osman’ın açlık grevi talebi genellikle vegan yaşam tarzını ve beslenmesini hapishanede de devam ettirebilmek üzerine idi. Ve verdiği mücadele sonrasında Türkiye hapishanelerine vegan iaşe (tutsaklara verilen yemek) uygulamasını sokmuştur. Umut Fırat Süvarioğulları ise kötü hapishane koşulları, anarşist ve siyasi tutsak olarak tanınma ve Devletin Kürdistan şehirlerinde sürdürdüğü savaşa tepki olarak dönüşümlü açlık grevi eylemlerine katılmıştı. Bununla birlikte 2012 1 Mayıs’ında, 1 Mayıs’ın anarşist tarihini hatırlatmak, sol ve sekter grupların biz anarşistler için isyan günü olan 1 Mayısı ‘’bayram gününe’’ çevirmelerine tepki olarak

Anarşist Blok adı altında toplanan bir grup anarşist birçok banka, ATM, hayvan sömürü ve katliamlarının sorumluları fast food yemek zincirlerine eylem gerçekleştirdi. Bu eylemden yaklaşık iki hafta sonra devlet ülke genelinde anarşist avına başladı. Haziran ayına gelindiğinde 60’ın üzerinde anarşist gözaltına alınmış ve 15 anarşist ise yaklaşık 3 ay Metris Cezaevi’ne kapatılmıştı. Kamu malına zarar, özel mülke zarar, yürüyüş ve eylem kollarına muhalefet, polise mukavemet gibi birçok saçma kanun gerekçe gösterilmişti bu operasyonlara. Dava hala devam etmekte. 2012 1 Mayısı ve sonrasındaki operasyonların Türkiye coğrafyasındaki anarşist ve anti-otoriterler için olumlu ve olumsuz birçok etkisi oldu. Ancak bu operasyonla devlet ilk defa anarşistlere karşı doğrudan bir operasyon yürüttü. Ve belki de anarşizm Türkiye devletinin ve polisinin gündemine bu operasyonlarla oturdu. Çünkü sorgu ve ifadelerde anarşizm hakkında en ufak bir bilgilerinin olmadığını fark ettik. ‘’Anarşist bir parti kurulacak mı? Sorusundan tutun da ‘’lideriniz kim?’’ gibi saçma sorular karşımızdakilerin anarşizm hakkında hiçbir şey bilmediğini açıkça gösteriyordu. Bu kısa kayıtta şimdilik söyleyebileceklerim bunlar.

Dayanışmayla Hapishanelere, savunucusu devletlere ve kafeslere yıkım!


ISIN VE BOR C UN OTESINDE

RET STRATEJILERI

Özneleşme süreci retle başlar diyor Hard ve Negri [1]. Hayatı kuşatan, arzularımıza ket vuran ve kendi varlığını, mümkünleri baskısı ve denetimi altında tutarak sürdüren ne varsa hepsinin reddiyle diye ekliyoruz biz de. Çalışma zorunluluğunu, zorunlu askerliği, kapitalist sömürü ve rekabet ilişkisine dayalı eğitim sistemlerinizi, borçlarımızı… kısacası kendi irademiz, isteklerimiz dışında bize dayatılan ekonomik ve ahlaki ne varsa ve tüm bunlara karşı kurmak istediğimiz her şeyi, reddin kurucu gücü ile yeniden düşüneceğiz.

İşin Reddi 1970’lerde Otonomist Marksistlerce kavramsallaştırılan ‘’işin reddi’’, fabrikalara kapatılmaya, disipline edilmeye ve bütün bir yaşamın işe indirgenmesine karşı çıkarak, klasik sendikalistlerden ve Marksistlerden farklı bir mücadele hattını savunuyordu. Kapitalizmde iş, bütün hayatı sarmalayan, kuşatan ve değersiz kılan bir süreçtir. İşin reddi ise bu süreci tersine çevirecek, bize yeni varoluş alanları açacak bir eylemlilik olarak ortaya çıkabilir. Gündelik hayatın işin boyunduruğuna girmesi, sadece çalışılan zamanla sınırlı değildir. İş diğer bütün yaşamsal etkinliklerimizi de kuşatır ve serbest ya da boş zamanımızı da iş için, işin baskısı altında geçiririz. Bunun içinse ‘’ücretli emek’’ haline getirilmiş olmaya gerek yok. Çünkü sermaye artık ücretlendirilmemiş emeği de kuşatmış durumda. Cleaver’in [2] de belirttiği gibi ‘’ücretlendirilmemiş emekçiler (yani, genellikle ev kadınları, çocuklar ve bazen de erkekler) için, ‘’boş’’ zaman çoğunlukla ev ‘’işine’’ adanır. Bu iş, yalnızca ev yaşamının yeniden üretilmesiyle kalmaz; çocukları işçileştirmek ve işçilerin de işçi olarak yeniden üretilmesini sağlamayı gerektirir’’.

açığa çıkarabiliriz. Bu süreç ise tüm mücadele alanına yayılarak, kendi özgünlüğü ile ortaya çıkacaktır. Çünkü sermaye yaşamın bütününe saldırdığı için, yaşam da direniş düzlemine geçecektir. Kadınlar eve hapsolmayı reddedip mücadele alanlarına, sokağa çıkıp hayatlarını ele geçirmeye başlayarak işi ve ücretli emeği yeniden üretmeyi reddederler. Öğrenciler daha özgür bir eğitim ya da daha iyi kantin hizmetleri için rektörlük binalarını ve kantinleri işgal ettiklerinde dayatılanı reddedip kendi arzu akışlarını devreye sokarlar. Tarım emekçileri, kendi ürünlerini, elde ettikleri mahsulü, devletin belirlediği alım-satım koşullarını reddedip, bölge bölge ve bölgelerarası kooperatifler kurduklarında ve böyle böyle de komünleştiklerinde karşılıklı yardımlaşmanın ve dayanışmanın kurucu gücü ile başka bir ‘’ekonominin’’ de temellerini atmış olurlar. Çünkü her reddediş başka bir mümkünü de doğurmak durumundadır. ‘’Tüm bunların fark edilmesi, sınıf mücadelesinin artık her yere yayıldığı gerçeğinin yanı sıra, ‘’ücretlilerin ve ücretli olmayanların mücadelesinin, ortak bir şekilde işin reddi, yani yaşamın işe indirgenmesinin reddi ve alternatif varoluş biçimleri için mücadele ekseninde içkin olarak iç içe geçtiği’’ anlamına gelir. Böylelikle Eski Solun yaptığı ücretli proletarya olarak işçi sınıfı tanımı, sermaye ücretli olmayanları da kendi yeniden üretimi için içermiş olduğundan değil, ücretlendirilmeyenlerin mücadeleleri ücretlilerinkini tamamladığı için, artık geçersizidir’’. [3] Fabrikanın ‘’toplumsal fabrika’’ya dönüşmediği, yani işin bütün bir hayatı

kuşatmadığı, zamanlarda da sanayi işçileri grev, iş yavaşlatma, makine kırıcılık ya da daha az çalışma saati taleplerinde bulunarak işin reddini önceleyen atılımlarda bulunmuşlardır. Marks’ın çalışma saatlerinin azaltılması üzerine düşünceleri ya da Kropotkin’in çalışmayı daha zevkli bir hale getirmek için önerdiği deneyimler, işin hayatın tamamını kuşatmasına karşı önerileri, işin her koşulda tahakküme edici yanını gösterme girişimleri olmuştur. Fabrika, toplumsal fabrikaya dönüştüğünden işin reddi, işin kendisi gibi, fabrikadan çıkarak bütün bir hayatı kuşatmaktadır. Ücretli emek ister fabrikalarda, atölyelerde, ister ofislerde yani, ister ‘’maddi’’ ister ‘’maddi olmayan emek’’ olarak iş görsün, işin reddi her durumda kendini göstermektedir. Bir makine kırıcı ile banka veznesinde çalışan ve ilk fırsatta patronundan gizli bilgisayarıyla oyun oynayan, sosyal medya hesaplarına bakan kişi arasında işten kaçma (kaytarma?) aynı şekilde meydana gelir. Çünkü sömürünün koşulları değişmiş olsa da sömürünün kendisi hala oradadır. O zaman işin reddi de hala ortadadır. Sadece başka biçimlerde kendini açığa çıkartıyor. Ev içi emeğin reddi ile özellikle 1970’ler İtalya’sında feminist mücadele, ücretli emek haline getirilip, eve hapsolmayı reddetme girişimlerinde bulunmuştur. Çünkü ev içi emeğin ücretlendirilmesi kurulu aile yapısını ve işçileştirme edimlerini de yeniden üretmektedir. Kadınlar ücretli emek olarak veya eve kapatılarak işçi olan eşlerini ve çocuklarını işçi olarak yeniden üretirler. Çünkü kadın evde

Sermayenin iş üzerinden, hayatlarımıza yaptığı baskıyı ve bütün bir hayatı ‘’toplumsal fabrikaya’’ dönüştürmesini, ona karşı gerçekleştireceğimiz ret stratejileri ile tersine çevirip kendi mümkünlerimizi ve kurucu gücümüzü 33


de olsa, evin dışında bir işte de çalışsa eve döndüğü an yeniden bir ev kadını, ev işlerini gören, eşine yemek yapan ve ona cinsel-psikolojik hizmet sunan bir role maruz kalır yeniden. ‘’Evden çıkmalıyız; evi reddetmeliyiz, çünkü başka kadınlarla birleşmek, kadının evde kalması gerektiğini varsayan tüm koşullara karşı mücadele etmek, ister bir kreş, bir okul, hastane ya da huzurevi, ister gecekondu olsun gettoda bulunan diğer tüm mücadelelere katılmak istiyoruz. Evi terk etmek zaten bir mücadele biçimidir, çünkü sunduğumuz sosyal hizmetler bu koşullarda artık gerçekleştirilemez ve böylece ev dışında çalışan herkes şimdiye kadar bizim üstlendiğimiz yükün doğrudan ait olduğu yere, yani sermayenin omuzlarına yüklenmesini talep eder. Kadınların ev içi emeği reddi ne kadar sert ve kesin olursa, mücadele şartlarındaki bu değişiklik de o kadar sert ve kitlesel olur’’. [4] İşin reddi gündeme geldiğinde, onun ilk takipçisi olan ‘’işsizlik’’ ya da ‘’çalışma zorunluluğu’’ da kendini tartışmanın öbeğine eklemler. Bir şekilde gündelik hayatımızı idame ettirmemiz gerektiği ortadadır evet, fakat bu durum, çalışmak zorunda kalışımızın, işe maruz kalışımızın yani sadece yaşamak için çalışmak zorunda oluşumuzun kabul edilebilir bir şey olduğu anlamına gelmiyor. İşsizlik ‘’sermayenin zamansallığından’’ kopuk değildir. Sermaye, işe karşı mücadeleyi tersine çevirerek, işsizlikle mücadele olarak dayatmaktadır. İşin, ücretli emeğin, reddi ile sermeyenin zamanından kurtulup, kendi ortak zamansallığımızı kuracak ve en kritik meselelerden biri olarak da kendi alternatiflerimizi oluşturup, karşı koymanın bir adım ötesine geçmek elzem olacaktır. Kropotkin’in anarşist/ komünist bir toplumu ulaşılacak bir ütopya olarak değil, ya da ‘’ütopyayı ertelemeden’’ bugünden kurmak diye tarif ettiği ve Proudhon’un ‘’eskinin kabuğu içinde yeniyi kurmak’’ olarak adlandırdıkları mücadele hattını genişleterek sermayenin zamanından çıkıp kendi zamansallığımızı kuracak beceri ve yaratıcılığın örgütlenmesini mücadele hattına taşımalıyız. Bu durumda ücretli emeği reddetmekle kalmayıp, onu gereksiz hale getirmek için adım da atmış olunacaktır.

Borcun Reddi Borç kelimesi, neredeyse, yaşamsal etkinliklerimizle eşdeğer bir anlam taşımaya başladı. En asgari yaşam şartlarımızı karşılayabilmek için harekete geçtiğimizde, hemen borcun boyunduruğu altında buluyoruz kendimizi. Eği34

tim, sağlık, barınma ve diğer yaşamsal ihtiyaçlar paranın, yani borcun, denetimi altında ve hayatlarımız da borcun denetiminde. Borçlarımızın ekonomik kısmı neredeyse tamamen kredi-paraya indirgenmiş durumda. Öğrencilerin eğitimlerini tamamlamada kullandıkları –ve önünde sonunda işçileşemeye mecbur bırakılacakları- eğitim kredileri, barınma ihtiyacını karşılamak için kullanılan konut kredileri ve daha nice ihtiyaç borcun ve borçlunun yeniden üretimine sebep oluyor. Hayatta kalabilmek adına borçlanıyoruz ve bütün bir hayatı borcun baskısı ve denetimi altında geçiriyoruz. Borç bizi denetliyor, arzu akışlarımıza, ihtiyaçlarımıza hükmediyor, onları bastırıyor. Ancak tüm bunlarla birlikte, borç bizi işçi olarak da, yani çalışma zorunda bırakarak da denetliyor. Öğrencilik süresince alınan krediler, bu sürecin bitmesi ile ‘’geri-ödeme’’ bekliyor. Konut ya da sağlık için alınan

krediler, para olarak alınan borçlar… Yani bir şekilde, borçlu olmak, neredeyse, işçi olmak yani bütün bir hayatı çalışarak tüketmeye mahkûm olmak demek. Çünkü borç kendisini ‘’geri ödeme’’ olarak da dayatır ve bu borçlandırılanda bir tür ödeme sorumluluğu yaratır. ‘’Siz borçlarınızdan sorumlu olursunuz ve hayatınızda yarattığı zorluklardan ötürü suçluluk duyarsınız. Borçlandırılan, suçluluğu yaşam biçimine dönüştüren mutsuz bir bilinçtir. Eylemliliğin ve yaratımın hazları, hayatlarından zevk alma araçlarından yoksun olanlar için, yavaş yavaş bir karabasana dönüşür. Hayatınız artık düşmana satılmıştır.’’ [5] Kredi-borç ilişkisiyle ortaya çıkan ‘’alacaklı-borçlu’’ figürleri, sermayenin itaatkâr, ‘’borcuna sadık’’ ahlaki yükümlülükler de içeren özneleştirmeler üretmesini sağlar. Böylelikle bu yükümlülük altında ezilen borçlu bütün yaşamını borçtan kurtulmanın,


onu tüketmenin ya da azaltmanın nafile çabası içinde, bütün bir hayatını borçlandırılmışlığından kurtulmak adına tüketir durur. Oysa sonsuz bir borcu ödemek için verilen boşa bir çabadır bu. Borç bitmeyecektir ve bu sebeple de çalışma ya da işçileştirme de devam edecektir. Ta ki işi, borcu, itaati reddedip, sermayenin özneleştirmelerinden sıyrılıp kendi özneleşme süreçlerimizi ele geçireceğimiz ana kadar. ‘’O halde borç bir özneleştirme içerimler, Nietzsche buna ‘’kendini işleme’’ ve ‘’kendine işkence etme’’ der. Bu çalışma, alacaklısı karşısında sorumlu ve minnettar hisseden bireysel öznenin üretilmesi çalışmasıdır. Bu yüzden ekonomik ilişki olarak borcun, tesir gösterebilmek için, öznenin tesisine yönelik etik-politik bir çalışma gerektirmesi gibi bir vasfı vardır. […] Borç hem ‘’bedeni’’ hem de ‘’zihni’’ hesaba katan bir özneleştirme sürecini gerektirir’’. [6] Bu özneleştirme sürecinin karşısına ret ile başlayan özneleşme süreçleri ile çıkmaya başlayabiliriz. Herhangi birine ya da bir bankaya olan borcumuzu ödemeyi reddediyoruz, kemer sıkma programlarınız (kamu borcu?!) umurumuzda değil, bu evde kira ödemeden istediğim kadar –ya da sıkılana kadar, neden olmasın?- oturacağım… Tüm bunlar hiçbir şekilde talep değil, talep etmiyoruz toplumsal zenginlikten payımıza düşeni alacağız, bizden çalınanı yani. Borç, nasıl ki yalnızca ekonomik bir dayatma olmayıp, yoksullaştırmanın, borçlu ve tabi kılmanın yanı sıra denetleyici özneleştirme süreçleri de üretiyorsa, borcun reddi de bir tür fakirlik, ödeyecek ekonomik imkândan yoksunluk vs şeklinde algılanmadan, borç bağlarının altının oyularak yerinden edilmesi olarak anlaşılırsa reddin kuruculuğu kendini açığa çıkartabilir. Ödemenin imkânsızlığı borcun ‘’sonsuz borç’’olmasından kaynaklanır. Çünkü alacaklı-borçlu ilişkisi her zaman ilki lehine bir denetim alanı da açacaktır. Bu denetimin ve kapama aygıtının devam etmesi içinse borç her zaman ‘’sonsuz borç’’ olarak dolaşımda kalacaktır. Bu yüzden borçların yapılandırılması, taksitlendirilmesi veya ödenmesi için dile getirilen talepler borç ekonomisinin denetim ve kapama aygıtına içkin, onun tarafından kuşatılmış olacaktır. ‘’Borç karşısında kendimizi aklamaya, borçlarımızı temizlemeye çalışmakla çok zaman kaybettik, hem de çok. Oysa her aklama sizi zaten suçlu kılar! Bu ikinci masumiyeti ele geçirmek, her türlü suçluluktan, ödevden, kara vicdandan kurtulmak ve tek bir kuruşu bile geri ödememek gerekir,

borcun iptali için kavga etmek gerekir, zira hatırlatalım ki bu borç ekonomik bir mesele değil, bizi fakirleştirmekle kalmayıp felakete de sürükleyen bir iktidar aygıtıdır’’. [7]

Başlangıç Yerine: Ret Bu ret kuşkusuz bir özgürlük politikasının başlangıç noktasıdır, ama sadece bir başlangıçtır. Kendi başına ret boştur. Bartleby ve Michael K güzel insanlar olabilirler, ama mutlak saflık içindeki varlıkları bir uçurumun kıyısında asılı durur. Onların otoriteden kaçış çizgileri tamamen yalnızlık üzerine kurulmuştur ve onlar sürekli olarak intiharın kıyısında dolaşırlar. Politik anlamda da kendi başına ret (çalışmayı, otoriteyi, gönüllü hizmeti ret) ancak bir tür toplumsal intihara yol açar. Spinoza’nın dediği gibi, toplumsal bünyenin zorba kellesini uçurmakla yetinirsek, parçalanmış bir toplumun cesediyle baş başa kalırız. Yapmamız gereken, reddin çok ötesine geçen bir projeye girişmek, yeni bir toplumsal beden yaratmaktır. Bizim kaçış çizgilerimiz, bizim çıkışımız [exodus] kurucu olmalı ve gerçek bir alternatif yaratmalıdır. Tek başına reddin ötesinde ya da bu reddin bir parçası olarak yeni bir

hayat tarzı ve her şeyden önce yeni bir cemaat kurmamız da gerekiyor. [8] Atıf Nesneleri

[1] Michael Hard & Antonio Negri – Duyuru, Çev.: Abdullah Yılmaz, Ayrıntı Yayınları, 2012. [2] Harry Cleaver’la Röportaj –Otonom Dergisi, Şurada [3] A.g.e. [4] Mariarosa Dalla Costa, Kadınlar ve Toplumun Altüst Edilmesi, Çev.: Kolektif, Otonom Yayıncılık, 2015. [5] Michael Hard & Antonio Negri – Duyuru, Çev.: Abdullah Yılmaz, Ayrıntı Yayınları, 2012. [6] Maurizio Lazzarato, Borçlandırılmış İnsanın İmali –Neoliberal Durum Üzerine Deneme- Çev.: Murat Erşen, Açılım Kitap, 2014. [7] A.g.e. [8] Michael Hard & Antonio Negri – İmparatorluk, Çev.: Abdullah Yılmaz, Ayrıntı Yayınları, 2001. Uyumsuz Ütopya 16.08.2015

https://goo.gl/AuHNh3 35


hamburg

Bir tarafta dünyanın en güçlü 20 devleti ve onları koruyan en az 20 bin zırhlı polis, Almanya Devleti’nin ve diğer devletlerin istihbarat servisleri, koruma orduları, onlarca TOMA, binlerce polis otosu, gün boyu havada eylemcileri gözetleyen helikopterler, 7 Temmuz gecesi sokağa çıkan silahlı Alman Özel Timleri. Diğer tarafta en ‘silah’lısının elinde şişe, taş, çekiç ve meşale olan eylemciler. Fakat yine de eylemciler kazandı. Çünkü gün sonunda insanlar G20’yi, dünya liderlerinin ne kararlar aldıklarını değil; eylemcilerin ‘kararlarını’ konuştu. İşte eylemcilerin aldıkları ‘kararlar’: Çok sayıda ATM, banka ve reklam panosu tahrip edildi. ‘Free hugs for blacks blocks’ , ‘Long live anarchy’ Rewe, Budnikowski gibi süpermarketler tahrip edildi ve kamulaştırıldı. O2, Comspot gibi telekom marketleri ve Flying Tiger gibi hediyelik eşya satan dükkanlar tahrip edildi ve kamulaştırıldı.

Çok sayıda araba (çoğu eylem alanından uzakta zenginlerin yaşadığı mahallelerde) yakıldı. Barikatlar kuruldu; trafik levhaları, kaldırım taşları, inşaat malzemeleri, çöp kontenyırları gibi çevrede bulunan her şey barikatlarda kullanıldı. Yollar kesildi, eylemcilerin kesmediği

36

dan

ısyan notları yolların kat ve kat fazlasını polis kesmek zorunda kaldı. Hamburg Altona’da devasa bir kamp kuruldu. Bu kampta toplantı ve eylemlere hazırlık, tanışma ve örgütlenme, eyleme birlikte hareket edilecek nokta, yemek uyku gibi temel ihtiyaçlar, ilkyardım vb. malzemeler için bir yer, polisten özgürleştirilmiş alan gibi ihtiyaçlar karşılanmış oldu. Genel olarak sol eğilimli mahalleler olarak bilinen St. Pauli ve Sternschanze’de birçok sokak, park, tekel, kafe, sosyal merkez bir toplanma yerine dönüştü. Bütün mahallede eylemciler vardı. St. Pauli ve Sternschanze’de yüzlerce kafe, bar, restoran, hediyelik eşya dükkanı, mağaza eyleme destek amacıyla kepenk kapattı. Bu dükkanların büyük çoğunluğunun kapısında ‘NO G20’ afişleri görebiliyordunuz. Almanya’nın ve dünyanın birçok yerinden gelen eylemciler birlikteliğin, yoldaşlığın, coğrafyalararası dayanışmanın hissini yeniden yaşadı. İdeolojik farklılıklar bu süre zarfında bir kenara bırakıldı. Sokaklardaki aşırı sayıdakı polis, polisin keyfi çanta ve üst aramaları, 7 haziran gecesi sokağa çıkan SEK (otomatik silahlı Alman özel timleri), sosyal medyada paylaşılan orantısız polis şiddeti videoları insanların polis kurumunu yeniden sorgulamalarına neden oldu.


hamburg g u n c e s ı

Hamburg Diary

Dünya ekonomisinin %85’ini elinde tutan 19 devlet liderinin toplanacağı G-20 zirvesine karşı ‘Cehenneme Hoşgeldiniz’ sloganıyla düzenlenen eylem için Hamburg’dan Kara Blok çağrısı yapıldı. Dünyanın heryerinden onbinlerce anarşist, anti-faşist birey Shengen vizeleri askıya almasına rağmen eylemler için Hamburg’da buluştu. Türkiye’den de Anarşist Gruplar eylemdeydi ve olanları an be an bildirdiler. Birçok farklı bölgeden yola çıkan eylemciler kamplarda ve Rote Flora işgal evinde hazırlıklara katıldılar, eylem için eğitimlere girdiler ancak polis tacizi ve saldırılar eylemlerden önce başladı. Kamplarda helikopterlerle ve karadan yapılan baskınlarla aramalar, gözaltılar yapıldı. Yolda, çeşitli alanlarda polis tarafından keyfi aramalar yapıldı, şehirde olağanüstü koşullar ve ihlaller yaşatıldı.

Eylemciler arasında sivil polisler tespit edilmesiyle gerilimler yaşandı. Alman devletinin kampları engelleme çabalarına karşı St. Pauli Futbol Takımı stadyumunu barınma ve ihtiyaçların giderilmesi için açtığını açıkladı. Civardaki barlardan bedava su ve yiyecek dağıtıldı. ‘Evet Kamp Yapıyoruz’ başlıklı basın açıklaması gerçekleşti. St. Pauli taraftarları tribünde ”Bizim Semtimiz, Bizim Kurallarımız” pankartı açtılar. Böylece G-20 eylemlerinden önce kamp direnişleri başladı ve dayanışma alanları genişledi. Kişisel araziler, tiyatro, sirk, kilise ve çeşitli dernekler konaklamaya açıldı. Kalınmayan yerlere bile protesto amaçlı çadırlar bırakıldı.

Kamplarda ilk yardım çadırı, vegan yiyecekler de dahil olmak üzere gün boyu ücretsiz yiyecekler, bilgi panoları, haritalar, acil durumlar için hazırda bekleyen otonom avukatlar bulunuyor. Psikolojik destek ekipleri bile kurulmuş. Bir çok alanda her ihtiyacı sağlayacak karşılıklı dayanışmanın bulunduğu komün örnekleri yaşanıyor. G-20 toplantılarından bir gün önce ‘alternatif zirve’ düzenlendi. Polisin çevreyi sardığı alanda forumlar, antifa punk ve rap konserleri, sunumlar vs. düzenlendi.

Şehrin yarısında süpermarketler, bankalar, oteller fast food zincirleri darmadağın edildi, onlarca lüks araç kundaklandı. Lüks otomobil Porshe Merkezi yakıldı. Militanlar ”kontrollü protesto eylemlerini aşmamız gerektiğini, istenirse direnişin farklı biçimlerini hayata geçirebileceğimizi, küçük bir ‘lüks ateş’le bütün yoldaşların yüreklerini ısıtabileceğimizi gösterdik” dedi. Eylemden bazı sloganlar;

En önde kara blok eylemcilerinin olduğu yürüyüş korteji G-20’nin ilk günü 12.00 sularında yürüyüş için harekete geçti. Polis yüzleri maskeli binlerce kişi olduğu için eylemi engellemeye ve saldırmaya başladı.Gün boyu süren çatışmalarla mavi bölge olarak adlandırılan güvenlik çemberi(gösteri ve yürüyüş yasağı olan bölge) 38 km2’lik çemberden 500 m2’ye daraltıldı. Çatışmalar onlarca mahalleye yayıldı. Mahalledeki insanlar sokaklara çıkıp yol kapatmalara, barikatlara destek verdi.

“Hiçbir şey bilmiyorum, hiçbir yeteneğim yok, bana üniforma verin”

‘Kapitalizmin lojistiğini bloke et’ sloganıyla liman işgal edildi. Limanın girişi birkaç saat kapalı tutuldu, eylemciler içeriye polisi sokmadılar. Pek çok yol barikatlarla kapatıldı. Trump ve Erdoğan konvoylarını haber alan otonom güvenlik kuvvetleri(OGK) yolları kilitlemek için seferber oldu. Konvoylar beklemek zorunda kaldı, toplantılar gecikmeli başladı.

“Bütün Hamburg polisten nefret ediyor”

“Nazilere sokakları geri verin, parça parça, taş taş” Hamburg’daki kontrolü kaybettiğini söyleyen polis dışarıdan destek istedi ve askeri de göreve çağırdı. Danimarka’dan ve Avusturya’dan ekipler de Hamburg sokaklarında görev aldı. Uzun namlulu silahlarla gezen polislerin basına da silah doğrulttuğu ve ‘Şimdiden sonra basın özgürlüğü yok’ gibi sözler sarf ettiği görüldü. Aynı polisler silahlarla revir olarak kullanılan bir binaya baskın yaptı. Alanlarda ve ev baskınları sonucu gözaltına alınan eylemcilerin 186sı tutuklandı, 225 gözaltı var ve yüzlerce kişinin yaralandığı biliniyor. Ayrıca kara blok eylemcileri tarafından fişekler, taşlar, ses bombaları gibi saldırılar sonucu 476 polis de yaralanmış durumda. Faşistlerin de sokaklara çıktığı, kampları tehdit ettiği edinilen bilgiler arasında. Tüm giriş çıkışlar, hava, kara ve demiryolu ulaşımları polis kontrolü altında. Türkiye’den anarşistler de Hamburg’daki direnişe yazılamalarla selam gönderdiler. https://goo.gl/wEuX8u 37


Hamburg Diary “The Black Block” call was made from Hamburg for the action organized under the slogan ‘Welcome to Hell’ against the G-20 summit to be held by 19 state leaders holding 85% of the world economy. Thousands of anarchists, anti-fascist individuals from all over the world came to Hamburg for action even though Schengen’s visas had been suspended. Anarchist groups from Turkey were in action and they immediately reported what happened. The activists from many different regions joined the preparations in the camps and at the Rote Flora occupation house, they attended some trainings for the action but the police harassment and attacks had started before the acts did. In the camps, police did search and took some into custody through helicopter and land raids. On the way, arbitrary searches were made by the police in various areas, extraordinary conditions and violations were experienced in the city. Tensions were experienced when civilian police officers were detected among the activists. Despite the efforts of the German state to block the people, St. Pauli Football Team announced that it opened the stadium to the activists as a shelter. The nearby bars provided free water and food. The press release titled “Yes, we are camping” was made. St. Pauli fans opened a banner in the tributary “Our Neighborhood, Our Rules”. Thus, camp resistance began before the G-20’s actions and solidarity areas expanded. Personal properties, theater, circus, church and various societies were opened for accommodation. Tents were placed for protest in some areas that nobody stayed in. In camps, there are first-aid tents, free food including vegan option throughout the day, information boards, maps, and autonomous lawyers on hand for emergency situations. Even mental support teams have been established. There are many examples of communal practices through which mutual support is provided for any kind of need. One day before the G-20 meetings ‘alternative peak’ was held. In the areas surrounded by the police, forums, antifa punk and rap concerts, and presentations were held. 38

Walking cortege with the black block activists standing at the forefront began to walk around 12.00 on the first day of the G20. Because there were thousands of masked faces, the police began to block the protest and attacked people. As the conflict went on throughout the day, the security circle (the area that was prohibited for any demonstration or walk), which is called the blue zone, was narrowed from a 38 km2 circle to a 500 m2. Conflicts spread to dozens of neighborhoods. People of the neighborhoods went on to the streets, and helped the activists with blocking the roads and setting up the barricades. The port was occupied with the slogan ‘Block capitalism’s logistics’. The entrance of the harbor was closed for a few hours and the activists did not let the police in. Many roads were closed with barricades. The autonomous security forces (OGK) set the traffic up in a way so the convoys of Trump and Erdogan had to wait, and the meetings were delayed. Supermarkets, banks, hotels, fast food chains were shattered, dozens of luxury vehicles were destroyed in the half of the city. The Porsche Center was set on fire. “We showed that we can go beyond the controlled protest actions and if desired we can act different forms of resistance, and we can warm the hearts of all comrades with a little” luxury fire “.

Some slogans from the act; “All Hamburg hates policemen” “I do not know anything, I have no talent, give me uniform” “Give the streets back to the Nazis piece by piece, stone by stone” The police, who said they lost control of Hamburg, requested support from outside and military. The teams from Denmark and Austria took part in the streets of Hamburg. It was seen that police officers who walked with long barreled guns pointed their guns at the press saying, “There is no freedom of the press from now on.” The same cops with weapons raided a building used as an infirmary with weapons. In the fields and home raids, 186 of the 225 detainees were arrested and hundreds of people were wounded. There are also 476 policemen wounded by black block activists who used fireworks, rocks, sound bombs. It was also reported that fascists went to the streets and threatened the camps. All entrances, exits, air, land and rail transport are under police control. Anarchists from Turkey sent greetings to the resistance in Hamburg with graffiti paintings. https://goo.gl/wEuX8u


anarsızm

ve psıkolojı

Dennis Fox

Özet Çoğu anarşist “psikolojize” etme hususunda şüphecidir ve psikoloji’nin bireyci odak noktası olan bir disiplin olmasını reddetmenin de ötesinde, psikolojiye çok az referans vermektedirler. Hâlbuki iktidar, hiyerarşi, işbirliği ve benzer dinamiklerle ilgili psikolojik varsayımlar statizm ve kapitalizmin eleştirilerinden yola çıkıyor ve toplumu dönüştürmek için prefigüratif çabaları şekillendiriyor; böylece insanlar hem otonomi hem de karşılıklılık/müştereklik (mutuality) kazanabiliyorlar. Sorun, psikolojik araştırmaların ve psikoterapinin hangi yönlerinin, özellikle de eleştirel psikoloji ve hümanistik psikolojinin ve radikal psikanalizin uzantılarının, anarşistlerin hem kişisel hem de politikayla aynı anda süren kavgasına nasıl yardımcı olabileceğini belirlemektir. Gustav Landauer hepimizin içindeki, içsel ve dışsal güçlerin birleşimine atıfta bulunarak şöyle yazar: “Devlet bir koşuldur, insanlar arasındaki belirli bir ilişkidir, insan davranışının bir biçimidir, bunu diğer ilişkileri daraltarak ve farklı davranarak yok edebiliriz” (Landauer, 1910, cited in Buber, 1958, p. 46). Tüm dünya görüşleri gibi Anarşizm de davranış ve düşünme biçimimizi belirleyen insan doğası ve insan toplumu hakkında varsayımlar içerir. Bu “gündelik psikoloji” (Jones & Elcock, 2001) kendimizi ve başkalarının davranışını anlamamıza yardımcı olur ve ne tür bir toplumun arzulanabilir ve mümkün olduğuna dair hissimizi/algımızı (sense) şekillendirir. Anarşist politik kültürün parçası olmak (Gordon, 2005) sık sık eski varsayımları yenileriyle değiştirme anlamına gelir. Kişisel ve politik olan arasındaki karşılıklı bağlantılar bağlamında psikolojik varsayımların önemine rağmen, psikolojinin çeşitli yönlerinin - akademik disiplin, terapötik meslek, psikanalitik anlayış ya da popüler kültürün gücü - ne kadar özgürleşme ve toplumun ilerlemesine yardımcı olabileceği hala belirsizliğini koruyor. Anarşizm ve psikoloji, tanım, köken, yöntemler, kapsam veya hedefler konusunda pek az fikir birliğine varan bir eğilim dizisini içerir. Anarşistler - yalnızca anarşist akademisyenler değil - anarşizmin ne olduğu, ne zaman başladığı, ne aradığı, nasıl doğru yapılabileceği ve - özellikle de akademisyenler - post-anarşizm’in eski tipin yerini alıp almadığı hususunda tartışır. Psikoloji mukayeseli sorulara sahiptir: Doğru odak noktası zihin mi davranış mı? Psikoloji bir bilim midir ya da bir bilim olmalı mıdır, eğer bilimse ne tür olmalıdır? Genel davranış yasalarını mı yoksa bağlam içerisinde bireylerin daha iyi anlaşılmasını mı araştırıyor? Bu paraleldeki tartışmalar bizlere, anarşizmi ilerletmeye ve psikolojinin kimin amacına hizmet edeceğini belirlemeye dair çıkarım yolları sunacaktır. Anarşizm’in eleştirisi kaçınılmaz olarak psikolojik alana girer. Anarşistler genel olarak işbirliği ve karşılıklı yardımlaşma, kendi kendini yönetme ve katılım, kendiliğinden olma/anındalık (spontaneity) ve özgürleşme gibi değerleri savunurlar. Hiyerarşik-olmayan toplum, inanıyoruz ki, insanların süreçte başkalarını incitmeden, değişen ve bazen çelişkili olan otonomi ve karşılıklılık ihtiyaçlarını karşılamasına yardımcı

olur (Fox, 1985, 1993a). Elit denetimin yalnızca radikal hareketleri bastırmaya değil, aynı zamanda bizi kariyerci, tüketici, milliyetçi ve diğer münasip ideolojik yollarla otonomiyi veya karşılıklılığı ve çoğunlukla her ikisini de feda ettiren yanlış yönlendirmeye bağlı olduğunu biliyoruz. Bu yanlış yönlendirme, büyük ölçüde insan doğasının ve toplumun belirli görüşlerini içselleştiren ve yaygınlaştıran baskın kurumlar -eğitim, din, medya, hukuk, psikoterapi gibi- aracılığıyla çalışır. Açık olmak gerekirse: Bu konuların yalnızca psikolojik olduğunu ya da psikologların söylemek zorunda oldukları şeyin başkalarının söylediğinden daha yararlı olduğunu söylemiyorum. Bireyle topluluk arasındaki karşılıklı etkileşim “belki de tüm toplumsal teorideki merkezi gerilim olduğundan (Amster, 2009, s.290), en üretken yaklaşımlar disiplinlerarası olanlardır. Aynı zamanda çok fazla psikolojizasyon yapmanın dikkati siyasi çalışmadan saptırdığını da biliyorum. En son trend olan “pozitif psikoloji”, dünyamızdan ziyade düşüncemizi değiştirmenin çözüm olacağını öne sürmenin bir başka cazip tezahürüdür (Ehrenreich, 2009). Şu notu düşen Zerzan’a katılıyorum (1994), “Psikolojik Toplumda, tüm sosyal çatışmalar, bireyin kişisel sorunu halinde dayatılmak için otomatik olarak psişik problem seviyesine kaymıştır, “ (s.5). Ve Sakolsky’e de katılıyorum (2011): “Karşılıklı yardımlaşma yönündeki insan dürtüsü, boğucu endüstrinin profesyonel olarak tebliğiciler tarafından apolitik pozitivist bir psikoloji adına, daha fazla boğulmaktadır. Kendi yabancılaşmamız ve baskı altında olmamızda bizim suçlu olduğumuz vurgusu daha sonra ortak uysallığımızın günlük ilişkileriyle pekiştirilir; mütemadiyen “realist ol”, “programa katıl”, “mızmızlanmayı bırak”, “gerekirse bir anti-depresan al” ve “tanrı aşkına neşeli görün” diye teşvik ederiz birbirimizi.” (p. 10)

39


Dahası, geleneksel Batı orta sınıf değerlerinin uygulayıcıları/zorlayıcıları (enforcer) ve devlet ve kurum gücü temsilcileri olarak psikologların rollerini görmezden gelmiyorum. Bu aşağılık bir tarihtir; İnsanları bürokratik sosyal kontrol için kategorize eden istihbarat ve kişilik testlerinden, mahkumları, işçileri, zihinsel hastaları, öğrencileri ve kadınları pasifleştirmeye, çarpıtılmış bir normallik anlayışından, kurumsal ürünlerin reklamını yapmaya ve Guantanamo körfezindeki mahkumların sorgulanmasına kadar yayılan bir psikolojik manipülasyon (Herman, 1995; Tyson, Jones, & Elcock, in press). Psikoterapistler, rutin olarak, psikiyatrlar tarafından yaratılan, sigorta şirketleri tarafından talep edilen ve bazen sosyal kontrol için açık şekilde tasarlanan tıbbi teşhisleri kullanmaktadır. Örneğin, “Karşı Gelme / Karşıt Olma Bozukluğu”(“Oppositional Defiant Disorder) Benjamin Rush’ın “anarşi” tanısından kaynaklanıyor; Benjamin Rush “Amerikan psikiyatrisinin babası” ve Bağımsızlık Bildirgesi’nin bir imzacısı, , “ özgürlük tutkusunun aşırılığı deliliğin bir biçimini teşkil eder.” diyerek federal otoriteye direnenlere bu tanıyı uyguluyordu. Anarşist psikologların serpilmesine rağmen (örneğin, Chomsky, 2005; Cromby, 2008; Ehrlich, 1996; Fox, 1985, 1993a; Goodman, 1966/1979; Sarason, 1976; Ward, 2002), disiplin karmakarışık olmaya devam ediyor. Bu yüzden anarşistlerin psikolojik kavramlar kullandıkları ve insan doğasından bahsettiği zaman bile psikolojiye değinmemesi şaşırtıcı değildir. Örneğin, Çağdaş Anarşist Çalışmalar’daki (Contemporary Anarchist Studies) (Amster ve ark., 2009) 28 bölümden çok azı, endekste görünmeyen, psikolojiye değinmektedir; 34 yazarın hiçbiri bir psikolog olarak tanımlanmamıştır. Bir Anarşist Çalışmalar Ağı okuma listesi, “psikolojinin, Anarşizm’i sunmak için potansiyel olarak büyük bir yeri vardır (ve tam tersi!)” diyor, ancak psikanaliz üzerinde psikolojiden çok daha fazla eser listeliyor; çoğu eski ve İngilizce değil (http://anarchist-studies-network.org.uk/ReadingLists_ Psychology). Başlıkta hem anarşizm hem de psikoloji içeren sadece bir kitaba referanslar buldum. Tek tük istisnalarla birlikte, ekopsikolojiye (Heckert, 2010; Rhodes, 2008) son zamanlarda yapılan bağlantılar da dahil olmak üzere, potansiyel bağlantıların sistematik bir şekilde ele alınışı çok az olmuştur. Daha önce de belirtildiği gibi, anarşistler düzenli olarak Marksistler ve Sitüasyonistlerinkilere paralel olarak (Debord, 1967; Vaneigem, 1967) psikolojik argümanlar üretmektedir. Bu, Kropotkin, Emma Goldman ve diğer klasik anarşistler için geçerliydi ve bugün için de geçerli. Landauer’e göre “ İnsanlar devletin içinde yaşamıyorlar. Devlet insanların içinde yaşıyor”du (Sakolsky, 2011, sayfa 1’de belirtilmiştir). Goldman’a göre “Bugün karşı karşıya 40

olduğumuz ve en yakın gelecekte çözülecek sorun, kişinin nasıl kendisi olacağı ve aynı zamanda diğerleri ile nasıl bir olacağı, tüm insanları derinden hissedip yine de kişinin karakteristik özelliklerini nasıl koruyacağıdır” ( Shukaitis, 2008, sayfa 12). Erken kadın anarşistler, “yaşamın kişisel ve psikolojik boyutlarını” vurgulayarak “ailelerin, çocukların ve cinsiyet gibi yaşamın kişisel yönlerinde meydana gelen değişikliklerin politik faaliyet olarak görülmesi” gerektiğini vurguladı (Leeder, 1996, s. 143). Bir asır sonra, Milstein (2009) diyor ki, anarşizm “birey ile toplum arasındaki gerginlikle tutarlı olan tek siyasi gelenektir” (s. 92) “toplumu dönüştürmek aynı zamanda kendimizi değiştirmeye de” yöneliktir (s. 12). Salmon’a göre (2010) “Sisteme meydan okuma konusunda konuşmak ve aynı zamanda kendimize meydan okumayı unutmak kolaydır. Birini diğerinin üstüne koymanın değil, her ikisinin de el ele gittiğinde gerçekten devrimci olduğunun farkında olunmalı “(s. 13) Gordon (2005) da dönüşümün şimdi başladığını ısrarla vurguluyor: Diğer politik hareketlerle kıyaslandığında, arzulanan sosyal ilişkilerin devrimci hareketin kendi içindeki yapıları ve pratikleri içerisinde gerçekleştirilmesine ihtiyaç duyulduğunu vurgulamasıyla, Anarşizm özel bir yere sahiptir. Dolayısıyla, prefigüratif politikalar “inşacı” (constructive) bir doğrudan eylem biçimi olarak görülebilir; burada hiyerarşi ve hâkimiyetten yoksun toplumsal ilişkiler önermiş olan anarşistler kendi inşalarını kendi başlarına üstlenirler. (S.4) Yine de bir sorun var. Bugün anarşist değerlerle yaşamak istesek de, hiçbirimiz bunun nasıl yapılacağını öğrenerek büyümedik. Barclay (1982) şöyle yazıyor “ bireysel üyeler [Anarşist maksatlı toplulukların] devletin kültürel gelenek ve değerlerinde yetiştirildiler ve kendilerini bu zararlı etkilerden arındırmak için en büyük zorlukları yaşarlar (sayfa 103). “Anarşist teorideki politik ve kişisel arasındaki gerilim” (DeLeon & Love, 2009, s.162), “dengeyi bulmak için sürmekte olan bir mücadele” anlamına gelir (Milstein, 2009, sayfa 15). Hareket içerisinde iktidar meselelerine karşı çıkan son eserler, ırkçı, cinsiyetçi, yaşçı (ageist ) ya da homofobik davranış dinamiklerini açığa çıkarma ve toplumdaki egemenlik kalıplarının bu dinamikler içindeki etkileşimlere nasıl yansıtıldığı üzerine odaklanır ve; aktivist çevrelerdeki liderlik pozisyonlarında neden, erkeklerin kadınlardan, beyazların beyaz-olmayanlardan ve engelli-olmayanların engellilerden daha fazla yer alma eğiliminde olmasını sorgular. (Gordon, 2008, sayfa 52) Bu güçlüklerle yüz yüze geldiğimizde, bazen tereddüt ederiz. Yapması gereken çok şey karşısında, bazen anarşist toplumun bir gün daha doğal olarak sağlayabileceği, kişisel, kişiler arası ve kolektif beceriler geliştirmek yerine sadece anı yakalamak için yeterince işlevsel kalmakla yetiniriz. Kendimize odaklanmanın - kendi ilişkilerimiz, ihtiyaçlarımız, hislerimiz, arzularımız, büyük ve küçük sorunlarımızın - meşgul edici, izole edici ve narsisistik olabileceğini biliyoruz. Bireysel çözümlere direndik. Ancak, eğer ihtiyaçlarımızı ve isteklerimizi daha iyi anladıysak - nereden geliyorlar, neden onlara sahip oluruz, onları nasıl tatmin edebiliriz, onları nasıl değiştirebiliriz - ve daha etkili bir şekilde etkileşime girmeyi öğrendiysek, yaşama durumlarımız daha tatmin edici, ilişkilerimiz daha doyurucu, çalışma hayatlarımız daha katlanılabilir ve topluluk ve politik projelerimiz daha başarılı olabilir. Anarşistlerin, bence, hayatın rekabetçilik, mülkiyetçilik, kıskançlık ve tahakkümden azade kılındığında kendimizi özgürlüğe, kendiliğindeliğe ve sevince açacağı-


mız konusunda iyi bir mantığı vardır. Ancak farklı olmaya karar vermek bizi farklı kılmaz. Kendimizi bir ömür boyu kötü alışkanlıklardan, deforme ihtiyaçlardan ve çarpıtılmış duygulardan kurtarmak o kadar kolay değildir. Psikoloji alanının düşmandan ziyade müttefik olması daha yararlı olacaktır, yine de anarşizmin psikoloji alanına sunacakları sunamayacaklarından daha fazladır. Bununla birlikte, giderek artan sayıda eleştirel psikolog (Fox, Prilleltensky ve Austin, 2009) araştırma, öğretim ve terapi alternatiflerini de araştırırken, psikolojinin ideolojik rolünü patlatmak için Sakolsky (2011) ve Zerzan (1994) kadar hazırdır. Eleştirel psikoloji, diğer alanlardaki muadillerinden daha marjinaldir ve muhtemelen öyle kalacaktır (Parker, 2007), taraftarları anarşistten daha çok Marksist hatta liberaldir (Fox, basın bülteninden), fakat bu, Gordon (2009) tarafından tanımlanan üç anarşist projeyi ilerletmek için en muhtemel disiplin alanı olmayı sürdürüyor ; “ gayrimeşrulaştırma (delegitimation), doğrudan eylem (hem yıkıcı hem de yaratıcı) ve ağ oluşturma (networking) “(s.253). Bir sonraki bölümde, anarşizmi ilerletmek için karışık etkilere sahip üç alan tanımladım: terapötik meslek olarak klinik psikoloji, bilgi üreten teknoloji olarak sosyal psikoloji ve hümanistik psikoloji ve radikal psikanalizin soyları.

TEMEL İLİŞKİ Anaakım psikologlar genellikle esas noktayı kaçırsalar da bazen yararlı kavramlarla uğraşırlar. Bireysellik ve karşılıklılık arasındaki gerginlik (tension) özellikle önemlidir. Kendilik (self) ve öteki (other) arasındaki varsayılan ikili bölünme; fail / cemaat (agency/communion), bağımsızlık / bağımlılık (independence/interdependence), otonomi / psikolojik topluluk duygusu (autonomy/psychological sense of community), gibi terimlerle birlikte standart tarifedir. Kişilik kuramcıları, koşulların -aile, arkadaşlar, okul ve saire - kendine odaklı çocukluktan toplumsallaşmış yetişkinliğe, gelişimi nasıl etkilediğini ve bazen farklı toplumların kendi ihtiyaç duydukları kişilikleri nasıl ürettiklerini göz önünde bulundururlar. Sosyal psikologlar, anaakım görüşlerin genelde toplumu, kültürü ve tarihi dışladığı halde, “kişi” (örneğin kişilik, duygu, inançlar) ve “ortam” (diğerlerinin varlığı, bir odanın konfigürasyonu, algılanmış normlar) arasındaki etkileşimin mantra’sını yapar, (Tolman, 1994). Bu gerilim ve etkileşimler anarşist düşüncenin merkezinde yer alır ki bu, hem kişisel hem de toplumsal değişim arasındaki ayrışmazlığı ve karşıtlığı hem de bu değişimi aynı anda sağlamaya girişme zorluğunu kabul eder. Anarşistler “ bu kendilik ve toplum arasındaki denge eyleminin bir insanlık durumu olduğunun ayırdındadır” (Milstein, 2009, p. 14) “işgalcilik” (squatting) ya da samimiyete açık ilişkiler gibi yaşamtarzı kararları anarşistleri radikal yaşam tarzı eylemlerin zihnimizi baskıcı sosyal normlardan kurtarma potansiyelini tanımaya itti” (DeLeon & Love, 2009, s.161). Çünkü “anarşistler için görev yeni bir toplumu tanıtmak değil, mümkün olabildiğince şimdiki zamanda alternatif bir toplumu gerçekleştirmektir” (Gordon, 2005, s.12), tüm alanlar mücadeleye davet etmektedir.

Salmon (2010), “Kişisel ilişkilerimiz bizi mevcut sistemle uyumlu tutmak için kullanılıyorsa, ilişkilerimizin temelini sorgulamak ana akımın sürekli olarak bizi zorlamaya çalıştığı siyasi çıkmazla mücadelenin bir parçası” olduğunu savunur “(S.13). Gordon (2010) benzer bir noktaya değinir: İnsan-insandışı ilişkileri ve hayvanların sömürülmesini eleştiren anarşistler, bu sömürüyü engellemenin yollarını bulmayı amaçlarlar, örneğin hayvansal ürünleri kullanmaktan kaçınarak. (Aynı zamanda kampanyalar yaparak, laboratuvarlar, mezbahalar, hayvan çiftlikleri vs. için doğrudan eyleme geçmek gibi). Benzer şekilde, tekeşliliği eleştiren anarşistler, örneğin feminist bir bakış açısıyla, günümüzde, polyamory (çoklu aşk) pratiğini kullanarak farklı şekilde yaşamanın yollarını arayacaklardır. (Gordon, 2010) Ya da sitüasyonist Raoul Vaneigem’in (1967) yazdığı gibi “Açık bir şekilde gündelik hayata değinmeden, aşk hakkında yıkıcı olanı ve kısıtlamaların reddindeki pozitifliği anlamaksızın devrim ve sınıf mücadelesi hakkında konuşan insanlar, ağızlarında ceset bulunduranlara benzerler”

Terapötik Meslek Olarak Psikoloji Çoğu kişi psikolojiyi düşünürken, akıllarında terapi mesleğini vardır: “ruh sağlığı” zorluklarını çözmeye yardım eden; klinik psikologlar, aynı zamanda psikiyatrlar, sosyal hizmet uzmanları ve danışmanlar. Psikolojinin Sigmund Freud’a dayandığını ya da psikoloji ile psikanalizin “belirgin bir sınır anlaşmazlığına sahip iki disiplin” den ziyade aynı şey olduğunu düşünebilirler (Tyson et al., Basında, s. 184185). Çoğu klinik psikoloji öğrencisi, hem ruh sağlığı ve hastalığını -ağır terimleri - hem de rakip düşünce okullarına dayanan terapi tekniklerini anlamanın çeşitli yollarını öğrenirler. Psikoterapistlerin yaptığı şeylerden sadece bir kısmı kendi kendimizi nasıl “tamir” edebileceğimizi öğreten pop-psikoloji kitaplarında bulunan kişisel gelişim tavsiyelerini andırıyor. Eleştirel psikologlar, psikoterapinin en yaygın yaklaşımına itiraz ettiler: Sorun ve çözümlerin toplumsal tabiatlarını tanımak yerine içselleştirerek tatminsiz bir dünyaya uyum sağlamamıza yardımcı olmasına. Psikolojinin felsefeden ayrı bir bilim olabileceği iddiası, kapitalist rekabet dünyası için rekabetçi ve çabalayan bir insan doğası hayal ve talep eden 19. yüzyıl Sosyal Darwinizm’ine eşlik ediyordu. Hiyerarşiye, ataerkilliğe ve ırk ayrıcalığına meydan okumaktan ziyade onu varsaydı. Terapist olan yirminci yüzyıl psikologları patronlara, politik seçkinlere veya egemen kurumlara daha geniş bir meydan okumaktan çok insanları kendilerini düzeltmeleri için teşvik ettiler. Ve hala günümüzde, ana-akım terapi, bize güven ve benlik saygısını artırarak ve ilişkilerimizi sürdürerek okuldan geçebilmemize,

Kişisel olan politiktir, aynı zamanda ekonomik hatta sosyal ve kültüreldir de. Bakım ve ev işleri, günlük görevlerin konuları ile ilgili mücadeleler, yalnızca daha geniş siyasi ve ekonomik sorunlardan bağımsız bireysel endişeler değildir - bunlar, bu daha büyük süreçlerin her günkü tezahürleridir. (Shukaitis, 2008, sayfa 5) 41


zamanında çalışmaya, bir sonraki gün de buna devam edebilmemize, stres azaltma tekniklerine hakim olmamıza yardımcı olarak işlevsel olmamızı sağlar ve milyonlarca kişi aynı “bireysel problemlere” sahip olduğunda bile, kendimiz dışında bir şeyin hatalı olabileceğine dair herhangi bir belirti olabileceğini görmezden gelirler. Bu kültürel açıdan yaygın klişeler günlük psikolojimizin bir parçası haline geldi, görünüşte açık, doğal ve doğru (Fox ve ark., 2009). Bu genellemelerin önemli istisnaları vardır. Feminist, Marksist, anarşist ve diğer eleştirel ve radikal terapistler - psikologlar, psikiyatristler ve Alfred Adler ve Erich Fromm gibi psikanalistler - duygusal hallerimiz, alışılagelmiş davranışlarımız ve çevremizdeki toplumlar arasındaki bağlantıları araştırdı ve ortak zorlukları kültürel olarak belirlenmiş koşullara kadar izlediler. Radikaller, çoğunlukla, zihinlerin toplumsal ve kültürel çevrenin ürünleri olduğunun sürekli farkındalığından dolayı, psikanalizi araştırmışlardır; psikanaliz kültürel eleştiri için her zaman psikolojiden daha fazla potansiyele sahipti, özellikle psikolojinin kavramsal anlayıştan ziyade teknolojik kontrole dayanan yönleri dolayısıyla” (Tyson ve diğerleri, basında, s.178). Reich; “anti-otoriter, baskısız yetiştirme, aile, evlilik, kariyer vb. bağlamında ataerkil ve hiyerarşik yapılardan kurtuluş, özellikle de kadınların özgürleşmesi, bireyin kendi yaşamı hakkında özellikle uyuşturucu ve ötanaziye atıfla özgürce karar verme hakları ve nihayetinde bireyin toplumsal norm ve geleneklerle bağlantılı olarak özgürlüğü gibi sorunları göz önüne alarak anarşist bir psikanaliz geliştirmek için Freud’dan ayrılan erken bir Freudcu olan Otto Gross’u ” (Uluslararası Otto Gross Topluluğu, 2009) izledi. Gross, “baskıcı bir toplumda iktidar (ve üretim) yapılarını değiştirmek isteyenlerin, bu yapıları ilk önce kendilerinde değiştirmekle ve “kendi iç varlıklarına sızan otoriteyi” ortadan kaldırmakla başlaması gerektiğine” inanıyordu (Sombart, 1991 , Heuer’de belirtilmiştir). Benzer bir şekilde, psikiyatrist Roberto Freire’nin 1970’lerde Reich’a dayanan somaterapi’si, “günlük yaşantılarında başlayarak bireylerin sosyo-politik davranışlarını anlamaya” (“Somaterapy”, 2010) çalışarak anarşist bir yaklaşımı benimsedi. Toplumsal bağlamı, daha varoluşçu bir yönü de dikkate alarak anarşist Paul Goodman’ın gestalt terapisine katkılarından etkilendi. (Perls, Hefferline, & Goodman, 1951). Anaakım Psikoterapi, asosyal, apolitik bir uyum arayan bireyciliği güçlendirmeye devam ediyor. Psikologlar hapishanelerde, akıl hastanelerinde, okullarda, fabrikalarda, ordularda ve insanları kısıtlayan ve davranışlarını şekillendiren diğer kurumlarda çalıştıklarında, çalışmalarının tarafsızlıktan toplumsal denetime geçtiği görülür. “Anti-psikiyatri” hareketi daha fazla dikkat çekiyor ancak psikologlar da akıl hastanelerinde çalışıyor. Aynı zamanda, eleştirel ve radikal psikologlar, anaakım psikiyatri ve psikoterapiyi eleştirme çabalarına katkıda bulunmuştur (P. Brown, 1973; Ingleby, 1980; Williams & Arrigo, 2005).

Bilgi-Üretim Teknolojisi Olarak Sosyal Psikoloji Sosyal psikoloji, disiplinin terapi mesleği yerine bilim olarak tercih edilen imajını örneklendirmektedir. Sosyal psikologlar bazen terapistlerin kullanabileceği araş42

tırmalar yapar ancak zaman ve mekândan bağımsız olduğu varsayılan evrensel davranış ilkelerini aramak için çoğunlukla daha geniş bir yelpazeye sahiptir. Neden birilerine yardım ederiz? Ne zaman, az ya da çok emirleri takip ederiz, işbirliği mi rekabet mi, sevgi mi nefret mi? Hatta: İnsanları geri dönüşüm yapmaya nasıl ikna edebiliriz? Sosyal psikologlar tipik olarak, içselleştirilmiş gündelik psikolojimizi kullanarak kendimize normalde açıkladığımız davranışları incelemek için deneysel yöntemler kullanır; bizim “gündelik psikolojimiz genellikle yanlıştır” (Jones & Elcock, 2001, s.183) ve yalnızca bilim gerçeği açığa vurabileceği için bu araştırmanın gerekli olduğunu iddia etmektedirler. Bir lisans öğrencisi olarak sosyal psikolojinin liberal reform gündeminden naif iyimserliğim ve kişisel merakım yüzünden etkilenmiştim. Ancak daha sonra; İsrail’in ütopik sosyalist kibbutz sistemine (Horrox, 2009), 1970’lerin nükleer enerji karşıtı harekete (Epstein, 1993) ve Kropotkin’den (1902) Bookchin’e (1971, 1980, 1982) kadar varan kitaplara dayanan lisansüstü okula geri döndüm. Daha sonra, sosyal psikolojik araştırmanın -Güç, hiyerarşi ve otorite, karar verme ve işbirliği, ilişkiler ve toplum üzerine- “toplumsal bireyselliğin” faydalarını (Ritter, 1980) “özgür bireylerin özgür bir topluluğu” içerisinde gösterdiğini fark ettim (Milstein, 2009, sayfa 12). Diğerleri çok kayda değerdi; Örneğin, Anarşist Arşivlerin küratörü olan politik psikolog Dana Ward, otoriterliği, grup dinamiklerini ve siyasal kavramların gelişimini araştırdı (“Siyasal Psikoloji ve Anarşizm”, 2009; Hamilton, 2008, içsel motivasyon hakkında; Fox, 1985) ). Ancak alan, anarşizmin özerkliği ve toplumu en üst düzeye çıkarma konusundaki sosyal psikolojik vizyonunu hiçbir zaman kucaklamadı. Bazılarının daha fazlasını hayal ettiği bir zaman vardı. Modern psikolojinin şafağında, Augustin Hamon (1894) bir sosyal psikoloji geliştirerek: Sistematik, ampirik araştırmayı vurguladı ve bireysel ve toplumsal analiz düzeyleri arasında sosyal psikolojinin “problematiğini” yerleştirdi... Bu yenilikler Anarşist-Komünist düşüncelere kuvvetli bir bağlılığa sahip olmakla beraber sosyal bilimler, kriminoloji ve benzerlerindeki kavramların eleştirel olarak yeniden değerlendirilmesini de yanında getirdi; Tabii bu Hamon’un sosyal bilimlerden ne anladığını açmamızı gerektirir. Kendine özgü ( sui generis) eleştirel bilimler olarak. (Apfelbaum & Lubek, 1983, s.32; bkz. Lubek & Apfelbaum, 1982) 1967’de, anarşizme model bir şey olarak bakan bir avuç teorisyenden biri olan Abraham Maslow, Ütopik Sosyal Psikoloji adlı bir ders verdi. Dersin değindikleri: “Ampirik ve gerçekçi sorular: İnsan doğası bir topluma ne kadar iyi izin verebilir?


Toplum bir insan doğasına ne kadar iyi izin verebilir? Mümkün ve uygulanabilir nedir? Ne değildir? “(Maslow, 1971, s.212).Fakat günümüzde sosyal psikoloji nadiren ütopyacı ya da hatta sosyal, “davranış açısından ne düşündüğümüze odaklanarak,” çelişkili bir şekilde ... davranışı sosyal ve kültürel faktörlerden çok bireysel olarak açıklamak istiyor “(Jones & Elcock, 2001, p 187). Toplulukla deneyim konusundan pek bahsedilmiyor. “Psikoloji ve hukuk” adı verilen bir alt alana giren kendi çalışmamda anarşist bir bakış yasal sistemin kendi meşruiyetine ilişkin gerekçelerini incelemeye yardımcı olur; bu meşruiyet, insan doğasının o kadar kötü olduğunu varsaymaktadır ki, yalnızca yasanın hayatta kalmasına izin veriyor (Fox, 1993a, 1993b, 1999). Anarşistler insan doğası konusunda mutabık değildir - bazıları oldukça iyi olduğunu düşünür, bazıları duruma göre iyi veya kötü, bazılarının umurumda değil gibi görünüyor-ancak biz genel olarak çoğu insanın sıradan koşullarda makul derecede iyi olmasının sebebinin, yasama meclisleri, hâkimler ve polis olduğunu düşünmüyoruz. Dahası, anarşistler, hukukun yararının kimin kontrol ettiğine göre değişeceğini düşünmeye meyilli Marxistlerin aksine, genellikle kanun hükümlerinden kim sorumlu olursa olsun reddeder ve yasal gerekçelerin amacına itiraz edeler: insan etkileşimini gerçek insanlarla yüzleşen şartlardan bağımsız olarak genelleştirilmiş soyut ilkelere göre yargılamak

Hümanistik Psikoloji, Radikal Psikanaliz ve Prefiguratif Politika Terapi kitaplarının, kendi üzerine kapanmış, kişisel gelişim kitaplarının (Justman, 2005; Zerzan, 1994) toplumsal değişime yol açmadığının farkında olan anarşistler genellikle, bugün benlik ve ilişkilere dair çoğu yapıtın ortaya çıktığı insan potansiyeli hareketini yaratan Batı psikolojisi, Doğu felsefesi ve de New Age mistisizminden gelen hümanistik yaklaşımların yanı sıra, psikoterapinin esasına da kuşkuyla yaklaşırlar. Hümanist ve hatta New Age düşüncesinin bazı biçimleri toplumsal değişim hareketleriyle uyumlu olduğunu iddia etse de (McLaughlin & Davidson, 2010; Rosenberg, 2004; Saten, 1979), çok fazla katılımcı dünyayı değiştirmek için tek yolun kendileri üzerinde çalışmak olduğunu ısrarla vurguluyor. Kapitalistler elbette, meditasyon yapmak ve iletişim kurmak, yoga ve Tantra’yı uygulamak, otantik benliklerimizi keşfetmek ve o anın ruhsal yolunu gezen, olumlu, mutlu, bencil ve tehditkar olmayan şeyleri bize mutlaka satarlar. Anlaşılabilir biçimde, Anarşistler bu bireyselci çözümleri çoğunlukla reddeder ve bunun yerine daha sistematik yaklaşımlara odaklanırlar. Son zamanlarda, diğer yönde ilerleyen grupları keşfetmeye başladım: toplumu oluşturmak için kişisel büyümeye öncelik vermek ve kişilerarası dinamikleri önermek. Sosyal psikologların dile getirebileceği şekilde kişisel olarak ödüllendirici “katılımcı gözlem”, kendi varsayımlarıma, stereotiplerime ve alışkanlıklarıma meydan okudu ve yeni dile, stillere ve kendime ve dünyaya bakma yolları konusunda sabırlı davranma becerimi test etti. Karşılaştığım gruplar kendilerini anarşist olarak tanımlamaz ve bu nedenle çeşitli siyasi ve apolitik kimlikleri olan insanları cezbeder, amaçları ve yöntemleri anarşist değerlerle önemli derecede örtüşür. Bizi sarsıp rahatlığımızdan çıkartarak yeni alışkanlıklara, hedeflere, motivasyonlara

ve duygulara itmeyi amaçlayan bu kişiler, insan doğası ve hiyerarşisi, kapitalizm ve materyalizm, tekeşlilik ve cinsellik konusunda her zaman düşündüğümüz şeyleri yeniden düşünmek için anarşist çağrıları yansıtıyorlar. En azından bazıları için hedef, yalnızca içeriye odaklanmak değil, toplulukları daha az baskıcı ve zalim, daha eşitlikçi, tatmin edici ve adil yaratmaktır. Potansiyel fayda ve emansipasyona sahip çabalar kişisel gelişim, bireysel psikoterapi ya da iç huzuru bulmak adına bir gurunun reçetesini takip etmek yerine karşılıklı destek, araştırma ve dolayısıyla keşif yollarının önemini vurguluyor. Örneğin Yeni Kültür Ağları (http://www.nfnc.org ), hümanistik psikoloji, bilişsel ve gestalt terapi unsurları ve Reichiyen / Jungiyen analiz unsurlarını içeren eklektik, dogmatik olmayan bir yaklaşım ile çeşitli iletişim ve topluluk-kurma metodlarını kullanmaktadır. İnançlar ve duygular, beden ve bilinçdışı, ben ve kültür arasındaki bağlantıları keşfederek, NFNC yaygın duygusal, davranışsal ve cinsel varsayımlara meydan okuyan çevreler oluşturur. Bu araştırmanın bazıları, Almanya’daki (ZEGG, http://www.zegg.de ) ve Portekiz’deki (Tamera, http://www.tamera.org ) daha açıkça radikal kasıtlı topluluklarda geliştirilen yaklaşımları izlemektedir. Benzer şekilde, anarşist çerçeveler kullanan bazı psikologlar (McWilliams, 1985, Rhodes, 2008), bilinç ve gerçeklik, kendilik ve öteki gibi Batı düşüncesinin kavramlarına meydan okuyan Zen, Taoizm ve diğer psikolojilerin yanı sıra ekopsikoloji ve ekofeminizm anlayışlarını da içermektedir (Ornstein, 1972; Rosenberg, 2004).”Kişiliği yeniden yaratmak ve böylece yaşamı dönüştürmek” ya da “kendi gerçeğini yaratmak” imkansız olabilir (Zerzan, 1994, sayfa 12), ancak yeni beceriler öğrenmek mümkün, bununla beraber eylememize yardım edecek ve olanaklı olduğunu düşündüğümüz şeye yakın hissetmemizi sağlayacak topluluklar kurmak da aynı şekilde. Gordon (2010), biraz ilişkili bağlamda, “bu uygulamalar ve yaşam biçimleri, diğer faaliyet alanlarını (örneğin, doğrudan eylem, propaganda, dayanışma çalışması) mahveden kendi kendine atıflı bir alt kültür haline gelme tehlikesiyle karşı karşıya” Ancak şunları ekliyor: “Bunlar pahasına gelmelerini zorunlu kılacak hiçbir sebep yok. “ Kişilerarası ve politik çatışmalarda kullanılan “Şiddetsiz İletişim (Nonviolent Communication) Yöntemi” gibi radikal terapilerin erken savunucularından biri olan Marshall Rosenberg (2004), maneviyat (spirituality) görüşmeleri yapmakta, ancak şunu kabul etmektedir: İnsanları çok sakinleştirecek ve tehlikeli yapıları tolere etmelerini, kabul ve sevgiyle karşılamalarını sağlayacak olursak, maneviyat (spirituality) gerici olabilir. Toplumsal değişim için geliştirmemiz gereken maneviyat, bizi toplumsal değişim için harekete geçirebilmelidir. Sadece oturmamızı ve ne olursa olsun dünyanın tadını çıkarmamıza izin vermemeli. Bizi harekete geçiren bir enerji kalitesi yaratmalıdır. (Sf. 5-6) Henüz ruhani grupları araştırmadım, ancak şu ilginç bir nokta ki bazı anarşistler kurumsallaşmamış dini anarşizmle uyumlu olarak değerlendirirler. Kemmerer (2009) şunu belirtiyor: “her ülkede kurumsallaşmış din statükoyu destekleme eğiliminde ancak birçok dini öğreti ... anarşiyi destekliyor” (s.210). Lamborn Wilson (2010) da bunu kabul eder; “ “Çeşitli türden manevi anarşizme” atıfta bulunarak, “faşist ve köktendinci kültlerin”, neo-şamanizm, psikedelik veya “enteojenik” maneviyat, Amerikan “doğa dini” ile temsil edilen otoriter olmayan manevi eğilimlerle karıştırılmaması gerektiğini öneriyor ve bunların, Thoreau gibi anarşistlere göre, Yeşil Anarşi ve Primitivizm, kabilecilik (tribalism), 43


ekolojik direniş, Doğaya Kızılderili Amerikalı tutumları ... Rainbow ve Burning Man festivalizmiyle bile birçok ilgiyi ve temayı (mythemes) paylaştığını vurguluyor... (S.14) Lamborn Wilson yararlı bir uyarıyı ekler: “En özgürleştirici (liberatory) inanç sistemi, hatta en özgürlükçüsü (libertarian) (ya da serbestçisi (libertine)), 180 derece sert bir dogmaya çevrilebilir ... Tersine, en dindar dinler içinde bile, özgürlük için doğal insan arzusu, direnişin gizli mekanlarını oluşturabilir “(s.15).

Herşeyin Arayışında Olmak Milstein (2009), anarşizmin “dinamizm”inin “insanlar sadece sabit varlıklar değil, her zaman oluş halindeler” düşüncesinden kaynaklandığını savunuyor. Yaşamın evrimleşebildiğini görmek insanların ve toplumun değişebileceği fikrini ortaya çıkarmaktadır. İnsanlar ve dünya, olduklarından çok daha iyi hale gelebilir “(s.59). Buradaki ilgili soru, psikolojinin terapötik, araştırma veya alternatif biçimlerinden herhangi birinde, katılımcıların herkes için daha iyi bir yaşam sağlayacak dünyanın oluşumu için daha etkili çalışırken, kendilerinin de daha tatmin edici bir hayat yaşayabilecekleri bir anarşist kültüre katkıda bulunup bulunamayacağıdır Cromby (2008), Marxist psikolojilerin (Seve, Holzkamp, Vygotsky) aksine etkili bir anarşist psikolojinin olmadığını belirtti. Böyle bir projeyi hayal eden S. Brown (2008), psikolojinin işinin yine de kendisini sadece her zaman kolektifin zıttı bir görüşle bağlantılı olarak ifade edilen, belirli zamanlarda kabul görmüş birey modelinin ötesine doğru genişlettiği” gibi bir kanı oluşabileceğini vurgulamıştır. (s1) Bir anarşist psikoloji “farklı bir kişilik modelinden değil aksine aynı anda kişinin ve kolektifin birlikte düşünülmesinden ortaya çıkar” (s.2). “Aslında böyle bir disiplin bölümü yaratma düşüncesi anarşizm için zararlı görünmektedir. Ancak şunu söyleyebiliriz ki, anarşist bir çizgideki psikolojinin “öznellik” veya “birey” yerine “yaşam”ı nesne olarak alması gerekir “(S. Brown, 2008, s.10). Radikal terapistleri ve danışmanları topluluk oluşturma çalışmalarına yöneltmeye çalışan eleştirel psikolog Tod Sloan diyor ki: Mesele Hümanist bireyci psikoterapiyi almak ve onu anarşistleri iyileştirmek için uygulamak değil ... Diyalektiğin o sübjektif anının içine gömülmüş olan gerçeği çıkarmaktır… ve psike’de neler olup bittiğini görmek; her zaman olduğu gibi toplumsal düzenin ima edilmesi, baskının içselleştirilmesi, bedenin bastırılması vb. Aksi halde, sadece kendimiz üzerinde çalışarak, devlet ve kapitalizmin ve ataerkilliğin temel konular olduğunu unuturuz. Ve işte burası eleştirel psikolojinin işini yapması gereken yer. (Sloan, kişisel iletişim, 5 Ocak 2011) Psikolojinin herhangi bir biçimini kullanma riski, kendimiz dışındaki dünyadan yönlendiriliyor. Bu riske rağmen araştırmanın buna değer olduğuna inanıyorum. Kültürel olarak belirlenmiş gündelik psikolojimize karşı gelebilirsek çoğumuz daha etkili anarşistler olmakla beraber kendini daha çok gerçekleştirmiş insanlar olurduk. Shukaitis (2008), “Her gün yarattığımız toplumsal ilişkiler, dünyayı yalnızca metaforik anlamda değil, aynı zamanda tam anlamıyla ön plana çıkarmaktadır: gerçekten de, bedenlerin sürekli hareketi ve etkileşimi içinde somutlaşan diğer dünyanın ortaya çıkışı “ (Sf. 3). Öğrenebileceğimiz çok şey var. Bir devrim 44

isteyebiliriz, ama Emma’nın dediği gibi biz dans etmek de istiyoruz. Kişisel ve kişiler arası ilişkiye daha fazla önem vermek zihinsel veya duygusal sıkıntı yaşayan kişilere de yanıt vermek anlamına gelir. Aşırı, bürokratik, medikal, ilgisiz ve çoğu zaman yetersiz olan psikiyatrik sistemlere karşı genellikle - belki de bizim de- mücadele verdiklerini biliyoruz. Yine de bu mücadele arkadaşlar ve yoldaşlar ile gerçekleşir. Dorter (2007), psikiyatrik kurtuluş hareketlerinin “çıldırmış bir dünyada deli olmanın ne anlama geldiği...ruh sağlığı ve deli özgürlüğünün...temel sorularını sormasına rağmen... , anarşistlerin toplu olarak odaklandığı veya kendimizi yapılandırdığımız veya örgütlediğimiz biçimler arasında çok az yer aldığını” belirtir.(s. 8). Asher (2008), politik topluluklarımızda ve dostluk çevrelerimizdeki zihinsel hastalıklarla ilgili daha fazla tartışma başlatmayı ve böylece birbirimize ve kendimize ihtiyacımız olan desteği sunmaya başlayabileceğimizi umuyordu. İnsanların başa çıkamadıkları için bağlarını kopardıklarını fark etmeliyiz ve onlara ihtiyaç duydukları her şeyi verebilmek için elimizden gelen her şeyi yapmamız gerekiyor. Sözde radikal topluluklarımızda akıl hastalığı derinden damgalanmakta ve bazen alay konusu yapılmaktadır. İnsanları bu pisliğe karşı çıkmaya çağırmak aramızda ki o manik dönemleri yaşayan veya en depresif hallerinde olanlarımıza düşmemeli ama ne yazık ki çoğu zaman biz yapmazsak kimse yapmıyor. (S.3) Son olarak, anarşizme karşı direnç çoğunlukla insan davranışının kültürel olarak baskın açıklamalarından ve bazen ise bireylerin toplumsal bariyerler üzerinde başarıyla ilerlemekten duydukları keyiften kaynaklanmaktadır. Toplumun güçlü liderlere, güçlü yasalara ve güçlü polislere ihtiyacı olduğuna çünkü bunlar olmazsa insanların hayatta kalamayacak kadar kusurlu olduğuna inananlar, motivasyonun spesifik bir anlayışını yansıtmaktadır. Anaakım psikolojiye dikkatli bir şekilde bakmak bu argümanlardan bazılarına karşı yardımcı olabilir. Bireysel ve topluluk arayüzeyinde daha eleştirel bir alternatif psikoloji geliştirilmesi, bize beraber yaratma yeteneklerimizi yeniden hayal edebilmemizde yardım edebilir. (1) Makale müellif Dennis Fox’un şahsi sitesinden alınmıştır: http://www. dennisfox.net/papers/anarchism_and_psychology.html (2) Prefigüratif politika: Bir politik hareketin amaçladığı (gelecekteki) yeni toplumun nüvelerini oluşturmak için gerekli toplumsal ilişki biçimlerinin, karar alma süreçlerinin, kültürün şimdiden hayata geçirilmesidir. Gelecekteki toplumu yansıtmaya çalışan toplumsal ilişkiler ve örgütsel biçimlerin bu hedefe yönelik ilkelerinin, politikalarının şimdi ve burada uygulanmasıdır. Referanslar : https://justpaste.it/1bomq “Theory in Action” dergisinde yayınlanmıştır, 2011, 4, 31-48. Not: Bu taslak, yayınlanan versiyonu ile tam olarak eşleşmeyebilir! Bu bildiri “Kuzey Amerika Anarşist Çalışmalar Ağı” konferansında sunulmuştur Toronto, Ontario Ocak 16, 2011 Konferans sunumunun youtube videosu, 13 dakika uzunluğunda 2 parça 1 - https://www.youtube.com/watch?v=vJivHMjfpWo 2 - https://www.youtube.com/watch?v=_6B-7vrzJaw Tam metin yerine genel fikirlerin konuşmaya özgü özetleri Çeviri: Ramiz Zamir


mısyonunu tamamladı infiAl mekan projesi sona erdi… Bir mekan projesi olarak infiAl’in bu gün geldiğimiz noktada misyonunu tamamladığını ve artık onu sona erdirdiğimizi duyurmak istiyoruz. Yola ilk çıktığımızda, infiAl’in mevcut anarşist mücadele açısından belli bir evreyi kapsayan bir proje olduğunu, bu anlamda sonsuza dek yaşayacak bir kurum olarak düşünmediğimizi belirtmiştik. Her proje gibi, mekan projelerinin de belli bir ömrü vardır. Bu mekanı açan ve yürüten insanlar olarak anarşist mücadelemizi tek başına bir mekana endekslemek bir hata olurdu. O nedenle, bu iki yıllık süreçteki kazanımlarımızla doldurduğumuz bohçamızı alıp, farklı alanlarda yeni zeminler yaratarak devam ediyoruz yolumuza.. Başında belirttiğimiz gibi, mekanı anarşist, anti-kapitalist, ekoloji ve hayvan özgürlüğünden, kuir harekete kadar birbirleriyle doğrudan veya dolaylı irtibatı olan eğilimler arasında, karşılıklı yardımlaşma ve dayanışma ilkesine dayalı bir çeşit dirsek teması oluşturulmasına zemin sağlamanın ve tüm iktidarlara karşı, örgütlenmeyi ve harekete geçmeyi desteklemenin küçük bir adımı olarak gördük. Bu iki yıllık zaman zarfında hedeflerimize büyük oranda ulaştığımızı söyleyebiliriz. Elbette ki, tüm hedeflerimize ulaştığımız söylenemez. Ancak bir çok deneyimde olduğu gibi, bir mekanı kapatmak, bir yayına son vermek ve bir örgütlenmeyi feshetmek ne kadar bir yenilgi veya bir kopuş olarak hissedilse de, bu sefer infiAl mekan deneyiminin sona erdirilmesi yeni örgütlenme zeminlerine ve alanlarına yol açacağı sebebiyle örgütlenmemiz açısından bir yenilenme ve artık işlevini yitirmeye yüz tutmuş yüklerden kurtulmamız anlamına geliyor. Biz anarşistler geleneksel hareketlerden farklı olarak, işlevini yitirmiş araçları feshetmekten imtina etmiyoruz. Örgütlenme, karşılıklı yardımlaşma, dayanışma ve mücadele ağlarını beslediği ve farklı zeminlere yaydığı

sürece örgütlenmelerin kendi kendilerini yenilemelerini, feshetmelerini, yöntemlerini değiştirmelerini ve hatta dağılmalarını destekleriz. Mutlaklaştırılmış her türlü projeye şüpheyle bakarız. Ancak otonomiye, koordinasyona ve mücadeleye dayalı olarak istikrarlı ve sağlam ilişki ağlarının örülmesi için çabalarız. İnfiAl, bizler için anarşist ideallerin, ilkelerin ve pratiğin yaygınlaştırılması çabasına bir zemin oldu. Mekanın bir sosyalleşme alanı olmaktan ziyade, kapitalizme, devlete ve tüm tahakküm kurumlarına karşı mücadeleye odaklanmış, insanlar için bir zemin olarak kullanılmasına özen gösterdik. Tüm bunları yaparken kendimizi de tartıştık, eleştirdik, dayanışmanın ve karşılıklı yardımlaşmanın hayatiliğinden kopmadık. Bu vesileyle, bir çok örgütlenmeye, kolektife ve projeye hayat verdik. Karadut Gıda Kolektifi, Anarşist Kütüphane, DistroA, Coğrafyalararası Anarşist Sinema Kolektifi, Sosyal Savaş Yayın Kolektifi, Queer-A ve mevcut kolektiflerin koordine olduğu Anarşist Gruplar Koordinasyonu mücadelemizin bundan sonraki evrelerinde birlikte olacağımız araçlar ve ittifaklar olacaktır. Şimdilik bu projelerle sürdürdüğümüz örgütlenme ve mücadelemiz Tarlabaşı’ndaki mekanda olmasak da devam edecektir. Anarşist mücadeleye inancı olan herkesin doğru izleri takip edip birbirini bir şekilde bulacağını biliyoruz. Bitmedi kavga…sürecek… yenilenmiş araçlarla… 45


Cografyalararası

anarsıst sınema kolektıfı

Manifesto Anarşist Sinema Kolektifi, anarşist ve anti otoriterlerin mücadelelerini büyütmeyi, varsa nihai hedeflerine yönelik basamak sağlamayı; anarşinin tarihsel mirasını aktarmayı misyon edinen, bunun için sinemayı kullanan, üreten, etkinlikler düzenleyen bir kolektiftir. Film üretimlerinin/gösterimlerin veya atölyelerin amacı ‘kendilerinden olmayan’ kişilere ulaşmak ve bu fertleri dönüştürmek olduğu kadar kendileri arasındaki dayanışmayı, yoldaşlığı artırmak olmalıdır. Film üretici ve izleyici arasındaki ayrımını kaldırmayı, profesyonleşmenin ve sinemadaki tüketici anlayışın önüne geçerek anarşist sinemacı profili oluşturmayı hedefler. Film yapımında, atölyelerde, gösterimlerde(yahut sinema alanındaki herhangi bir etkinlikte) hiyerarşisiz örgütlenmeyi, yetenek ve arzu birlikteliğinde iş bölümünü şart koşar. Örgüt için eylem değil, eylem için örgüt’ şiarında manifestoyu benimseyen kişiler ve/veya manifestoya uyan etkinlik düzenleyenler ‘anarşist sinema kolektifi’ adını kullanabilir ve yerelliğini tanıtan ön ad koyabilir (Beşiktaş anarşist sinema kolektifi gibi), etkinliklerinden sonra kendini feshedebilir. Kolektifler aktif oldukları süreçte, öteki yerelliklerden gelen çağrılara olumsuz da olsa yanıt vermek mecburiyetindedir. Ekipman eksiğinin veya teknik yetersizliğin giderilmesi gibi dayanışma örnekleri, kendini anarşist sinema kolektifinin bir parçası ve yerelliği olarak görenlerin mülkiyete/mülkiyetçiliğe karşı alması beklenen tavırdır.

2. Coğrafyalararası Anarşist Film Festivali (29-30 Eylül - 1 Ekim 2017) Sonuç Bildirisi 1 Ekim’de Coğrafyalararası Anarşist Film Festivali’nin 2. ayağını tamamladık. Geçtiğimiz seneye kıyasla katılımın az olmasına karşın film, belgesel ve söyleşilerin niteliği açısından dolu dolu bir festival geçirdik. Geçtiğimiz seneden bu yana vurguladığımız ‘coğrafyalararasılık’ vurgusu bu sene de karşılığını buldu. Paris’ten Oregon’a, Zagrep’ten Malmö’ye, Londra’dan Ohio’ya, Barselona’dan İstanbul’a farklı coğrafyalardan paylaşılan film ve belgesellerle demir ağlarla örülen ulusal sınırları sinemayla parçaladık. Bunun yanı sıra, farklı coğrafyalarda kendilerini farklı gösteren toplumsal sorunlar ve mücadeleler arasında yaşamsal bağlar olduğunu gördük, bu mücadelelerin kapitalizm, devlet ve tüm tahakküm kurumları karşısında anti-otoriter ve devrimci bir perspektifte birleşebileceğine vurgu yaptık. Farklı anarşist ve anti otoriter bakış açılarından filmler izledik. Hayvan özgürlüğü aktivistlerinin yaşamlarına ışık tutan Aurora, Commandante Marcos’un da dahil olduğu ‘Chiapas Adında Bir Yer’, İsveç ve Yunanistan’daki antifaşist hareketin bugününü 46

anlatan ‘Antifaşistler’, anarşizmin tarihini hiç bir detayı atlamadan anlatan ‘Ne Tanrı, Ne Efendi’ filmlerden bazılarıydı. Bunların yanında Brezilya’daki kara blok’, Kanada’da bulunan Mi’kmaq’ların direnişi, 1936 Devrimi, Gazi ve Gezi ayaklanmaları, çocukların gözünden devlet, otorite, atarerki, Uğur Kaymazlar, çocuk gelinler, militarizm, savaş ve barış arasında kalmış çocuklar, tekno-endüstriyel uygarlığa karşı mücadele ve doğrudan eylem gibi bir çok başlık üzerinde filmlerle düşündük, sorguladık ve tartıştık. Kapitalist rutine mahkum olmamamızı özetleyen ‘Stuck in A Rut’tan, tacizcileri cezalandırırken kendi hayatında eril bir erkekle ilişkisi olan feministleri anlatan ‘Uğultu’ya, girdiği bedeni yok ederek en güçlü haline gelen ‘Homo Virus’ten, ABD’li anarşist Lucy Parsons’un devrimci yaşamını anime olarak bize sunan ‘Bin Asiden Daha Tehlikeli’ye kadar bir çok film izledik. Farklı coğrafyalardan gelen filmlerin yanında kendi sinema atölyemizden çıkmış ‘Keşif’ adında bir kısa filmin de festivalde gösterimini yaptık. Festivalde yalnızca filmlerle değil, söyleşilerle de biraradaydık. ‘Türkiye’de Anarşizm ve Sinema’da anarşist hareketin geçmişten bugüne gelişimini hep beraber tartıştık. ‘Sürrealist Sinema ve Anarşizm’ sunumunda çeşitli avangart sanatların anarşizmle olan ilgisini tartıştık, çakıştıkları ve çatıştıkları noktaları örnekleriyle gördük. Cumartesi gecesi ise Gözel Radio’nun dj performansı ve video kolajlarıyla dans ettik. Film ve belgesellerini bizimle paylaşan submedia.tv’ye, Tancrède Ramonet’e, İlhami Tunç Gençer’e, Ross Domoney’e, Kadir M. Ersoy’a, İzem Yaşın’a, Luka Padežanin’e, Kelly Gallagher’e, Emil Ramos ve Patrik Öberg’e, CASK Sinema Atölye ekibine, Piercarlo Paderno’ya, Burkay Doğan’a, Onur Atalay Şenol’a, Nettie Wild’a, Thomas Toivonen’e ve altyazı çevirisi, redaksiyon, film önerisi vb. konularda bizimle birlikte çalışan, isimlerini zikretmediğimiz herkese teşekkürlerimizi ve sevgilerimizi gönderiyoruz. Ayrıca yakında kapanacak olan ve festival için 2 yıldır bize zemin sağlayan infiAl ve ekibine teşekkür ediyoruz. Ve tabii ki, filmleri izlemeye gelenlere ve söyleşilere katılanlara ayrı ayrı teşekkür ediyoruz. CASK 2. festivalini de böylece tamamlamış oldu. 3. festivalimizde filmlerinizle, müziğinizle bizimle beraber olmak isterseniz, mail adresimiz aşağıda. Ayrıca gelecek sene için altyazı çevirisi, film-atölye-etkinlik seçimi, senkron, redaksiyon, film üretimi ve belki dublaj gibi hazırlık süreçlerinde yer almak isteyen herkesi memnuniyetle aramıza bekleriz. Hadi onlar olmadı, izlemeye, tanışmaya, kaynaşmaya bekliyoruz. Bizden haberdar kalın!

Coğrafyalararası Anarşist Sinema Kolektifi caskolektif@gmail.com


turkıye de

anarsızm ve sınema

Türkiye’de anarşizm adlı sunumda anarşizme ve anarşistlere dair üretilen olumsuz söylemlere paralel olarak Richard Porton’un Sinema ve Anarşizm kitabındaki analizlerinden hareketle Hollywood sinemasının anarşist ve anarşizm imajları irdelendi. Bu imajların bir yandan anarşist özneleri ve tipolojileri hastalıklı ve kötücül insanlar olarak resmederken, diğer yandan anarşist pratikleri teröre, şiddete ve kamu güvenliğini tehdit eden ve her türlü toplumsal ve dirimsel yaşamın karşısında bir a politik, şeytani ve yıkıcı güdülerin bir ifadesi olarak görür. Mesela bu bağlamda anarşist tarih şiddet eylemlerine veya idealizme ve romantizme saplanmış saf özgürlük arayışlarına indirgenebiliyor. Bu imajlarla anarşizmlerin ve anarşinin her türlü canlı ilişkilenmelerinin ve örgütlenmelerinin karşısında kara bir delik ve kaos olarak nitelendirildiği evrensel bir anlamını üretmeye çalışırlar. Bu yolla anarşist pratiklerin farklı coğrafyalarda farklı araçlarla ortaya çıkan tarihselliği ve çoklu mücadele ve yaratım deneyimleri evrensel kategorilerle algılanır. Bu fikirlere binaen, bu topraklarda da anarşist tarihin ve anarşist adının kötücül imajlarla ve söylemlerle yapılandırılmış paralel bir algılanışı vardır. Bu algıdan farklı olarak Türkiye’de anarşizmin Osmanlı döneminden itibaren deneyimlerinin tarihsel bir özeti yapıldı. Böylelikle anarşist deneyimlerin bu topraklardaki olanakları ve sınırlılıkları anarşist bir perspektiften değerlendirilmeye çalışıldı. Bu perspektiften hareketle anarşizmleri ve anarşistleri olumsuzlayan söylemler ve imajların tersine politik bir gelenek olarak anarşizmlerin ekoloji, cinsiyet ve ekonomiden siyasete ve kültüre kadar var olan insani ve diğer canlı örgütlenmelerine ve ilişkilerine dair nasıl alternatifler ürettiği ve bu alternatiflerin dünyanın olmakta olan hali ve ilişkilerinin değiştirilmesi yönündeki pratiklerin siyasal sınırlılıkları ve olanakları tartışıldı. Bu tartışma dahilinde anarşistlerin ve anarşizmlerin ürettiği öznellikler ve kolektif örgütlenme deneyimlerinin onu olumsuzlayan söylem ve algıların ötesine

geçip geçemediği sorgulandı. Sunum anarşistlerin hem bu topraklarda hem de tüm dünyada kolektif bir toplumsal devrimi nasıl üretebileceği sorusu ile bitti. Bu soru etrafında ortaya belirli vurgular çıktı. Bunlardan birisi anarşistlerin hayvan özgürlüğü hareketinden ekolojiye kadar toplumsal ve siyasal geniş ve çoklu pratiklerin içinde yer aldığı fakat her anarşistin kendi ilgi ve fikir geleneği ile bağlantılı olarak bu mücadelelerin herhangi birine yoğunlaşarak anarşist devrim perspektifinden uzaklaştığıydı. Anarşistler her hangi bir siyasal, toplumsal ve kültürel deneyim alanı içinde -sözgelimi hayvan kurtuluşu mücadelesi veya sendikalizm de olabilir- içerisinde aktif rol alırken diğer mücadele alanlarını dışlayan tutumlar almaktadır. Onu belirli evrensel anlamlara indirgeyen yaklaşımlara paralel olarak anarşistlerin bu parçalı mücadele deneyimlerinin anarşist tipolojilerin ve öznelliklerin çokluğunun yok sayılmasına katkıda bulunabileceği riskine de dikkat çekildi. Bu bağlamda hem öznellikler bağlamında hem de pratikler bağlamında bu çokluğun devrimci bir dönüşüm etrafında nasıl bir araya getirilmesi gerektiğine dair anarşist siyasal strateji ve taktiklerin ihmal edilmemesi gerektiği fikri ön plana çıktı. Bu fikrin bazı söylem ve algıların anarşist bir politikanın idealizm ve romantizmle imkansız görüldüğü ve onu kötücüllüğe ve yıkıcılığa indirgeyen hakim iktidar söyleminin onu a-politik bir kaos alanına hapsettiği algının tersine anarşist siyasetin olanaklarını ortaya çıkarmaya dair bir pratiği üretebileceği vurgulandı. Sunum bu fikirler etrafında anarşistlerin hem bu topraklarda ve hem dünyada günümüz koşullarında çoklu deneyimleri ve öznellikleri bir araya getirecek toplumsal devrimi ortaya çıkaracak örgütlenme deneyimleri üretmeye dair somut önerilerle sona erdi.

47


Cografyalararası

alternatıf sınema arayısı ‘Özgürlükçü Demokrasi’ gazetesine verilmiş olan röportajın tam metni

Coğrafyalararası Anarşist Sinema Kolektifi ne zaman kuruldu? Kurulmasındaki amaç neydi? C.A.S.K., ilk olarak geçtiğimiz sene, Coğrafyalararası Anarşist Film Festivali’nin organizasyonuyla birlikte kendisini deklare etti. Ancak kolektifin oluşumuna 2015’ten bu yana Tarlabaşı’nda bulunan anarşist mekan İnfiAl’de gerçekleştirilen SinemAnarşi film gösterim günlerinin ve daha öncesinde Yeşil Anarşi, 2/5 BZ, VideoSabotaj, InternationalA, Anti-Copyright, Sosyal Savaş ve MOACM gibi çeşitli projeler altında gerçekleştirilen video propaganda arşivi oluşturma çabalarının esin kaynağı olduğunu söyleyebiliriz. Yıllardır anarşist hareket içerisinde çeşitli projeler kapsamında süregelen yazınsal, görsel ve işitsel propaganda araçlarını verimli bir şekilde kullanmak isteyen, bu doğrultuda anarşist bir literatür oluşturmak ve sinema alanında anarşist anti-otoriter ürünler ortaya koyarak anarşist değerleri yaygınlaştırma arzusu kolektifin kurulmasına temel olmuştur. Kolektif, kapitalizm, devlet ve her biçimde tahakküm ilişkisinin sorgulandığı, dayanışmaya, karşılıklı yardımlaşmaya, komüne ve devrimci dönüşüme dayalı ideallerin toplumda sinema kanalıyla yaygınlaştırılması çabasını önemseyen bireylerden oluşuyor ve bu değerleri benimseyen herkesle buluşmayı arzuluyor. Öte yandan ister kamera arkasında ister kamera karşısında, isterse de ekran karşısında yerleşmiş sömürü ilişkilerini ve hiyerarşiyi deşifre ederek, anti-otoriter, anti-kapitalist ve devrimci bir sinema üretimi anlayışını ortaya koymaya çalışıyor.

İsmi nereden geliyor? Öncelikle aşağı yukarı neden anarşist sinema kolektifi dediğimizi ifade ettiğimizi düşünüyorum. Buradaki coğrafyalararasılık vurgusu bizim için 48

ayrı bir önem arz ediyor. Anarşistler ulusalcılığın, milliyetçiliğin ve vatanseverliğin özgürlüğün en büyük düşmanlarından biri olduğuna inandıklarından kendilerini her zaman enternasyonalist olarak tanımlamışlardır. Ancak bugün hudutlar ve devletlerle tanımlanmış uluslar arasındaki eşitlik kavramı dahi topyekün özgürlük tahayyüllerimiz için yeterli değil. Bu nedenle, devletlerarası anlaşmalarla belirlenmiş olan hudutlardan, vatanseverlikten ve ulusalcılıktan arındırılmış, farklı coğrafyalarda farklı yaşam alanlarında yaşayan insanlar arasında gayrı resmi, yatay, dayanışmaya ve karşılıklı yardımlaşmaya dayalı bağlar kurmayı “coğrafyalararasılık” olarak tanımlamayı tercih ettik.

Ne gibi çalışmalar yapıyorsunuz? Anarşist bir sinema kolektifi olarak elbette, daha çok aktif bireyin katılımıyla sürekliliğini ortaya koymuş olan ve kendi ayakları üstünde durabilen bir yapıya ulaşmak gibi bir hedefimiz var. Bunun için dar bir kadroyla kendi aramızda senaryosu, oyunculuğu ve kurgusunu tamamladığımız bir kısa film çekimi yaparak ufak bir adım attık, düzenleyeceğimiz festivalde gösterimini yapmayı düşünmekteyiz. infiAl’de yapılan ilk anarşist sinema etkinlikleri, film ardından söyleşi ve kısa sohbetlerle son buluyordu. Genelde, katılımların azlığı dolayısıyla sinema üzerine bir çalışma yürütülmesi söz konusu değildi. Coğrafyalararası Anarşist Sinema Kolektifi vasıtasıyla, bu etkinliklerin mesafesini biraz daha genişletmek adına, farklı lokasyonlarda sinema üzerine yapılabilecek etkinlik ve toplantılarla birlikte katılımcıların yürütebileceği etkin çalışmaların sürekliliğinin sağlanması, az sayıdaki bireyin üzerindeki iş yükünü azaltarak ortaya, birçok kişinin katkısıyla oluşturulmuş yeni ve nitelikli işler çıkarmak üzerinde duruyoruz. Ayrıca yurt dışında yaşayan İstanbul’dan yakinen tanıdığımız bazı yoldaşlarımızın fikir, deneyim ve bilgi

birikiminden faydalandığımızı, dahası iki yıldır bu süreçte birlikte koordineli çalışarak işleri yürüttüğümüzü belirtmek isteriz. Onların katkı ve motivasyonlarından bahsetmesek olmaz. Onların ve filmlerini her hangi bir ticari beklentileri olmaksızın bizlerle paylaşan yapımcı dostların katkılarıyla işlettiğimiz sürecin devletlerin sınırlarını aşan coğrafyalararası dayanışmaya dayalı olması bizim için en önemli kazanımlardan birisidir.

Türkiye’deki ve dünyadaki sinemalar hakkında ne düşünüyorsunuz? Sinemaların piyasalaşmasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Film üreticileri gerekli maddi kaynaklara ulaşabilmek için ya kamu fonlarından ya da elinde ciddi miktarlarda paraya sahip olan yapım şirketlerini kullanmak zorundadır. Her iki durumda da sinemanın bağımsız olmasının önünde engeller oluşur. Şöyle ki kamu fonlarını kullanan üreticiler Türkiye gibi ülkelerde belirli konularda oto sansür uygulayabilirler. İkinci durumda ise yapım şirketleri daha fazla kar edebilmek için izleyicilerin hazlarını harekete geçiren temalar ve film biçimlerini talep etmektedir. Bu iki kısıtlayıcı etken, film üreticilerinin üretimleri önünde engel oluşturuyor. Bu mesele önemli çünkü bugün sinema alanında bu iki güç yani devlet ve sermaye bir hegemonya oluşturmaktadır. Bu hegemonya sonucunda film üreticileri kendi çerçevelerinden sapma göstermekte ve çoğunlukla devlet ve sermayenin kitle hazlarına çağrıda bulunan imajlarını yeniden üretmektedir. Elbette izleyiciler burada atıl durumda değildir çünkü izleyiciler yapımcıların kar edebilmeleri için kendilerini dikkate almaya zorlarlar. Yönetmenler bu kısıtlamalardan kaçmak ve onları kırmak için ciddi yaratıcılıklar sergileyerek farklı sinema formları bulmaya çalışmaktadırlar. Mesela İran sineması bu konuda çok iyi bir örnek teşkil ediyor. İran’da yönet-


menler politik baskılardan kaçabilmek için dünya sineması için saf imajlarla ve metaforik anlatımlarla dolu yeni bir sinema formu icat etmişlerdir. Öte yandan piyasa etkisi altındaki sinema filmleri yapımcıların kar edebilme stratejilerinden biri olan izleyicinin hazzını sabitlemeye katkıda bulunabilirler. Şöyle ki yapımcılar artık günümüzde çok da sabit olmayan öznelliklere film üretmektedirler. Bunun anlamı kitlelerin algılarının sürekli değişmesidir. Bu anlamda bu değişkenlik ve akışkanlık zemini yapımcıları filmleri satabilmek için izleyicilerin haz aldığı imgeleri ve film biçimlerini sabitlemeye ve kontrol etmeye çalışırlar. Bunu yapabilmek için de sağduyuya ve alışkanlık haline gelmiş düşünce ve duygu formlarını içinde bulunduran ya da kitlelerin haz alabileceği sabitlenebilecek duygu ve düşünceleri ürettirmeye çabalarlar. Mesela Türkiye’de piyasa destekli komedi filmleri alışıldık cinsiyetçi ve milliyetçi imajları izleyicileri sinema salonlarına çekebilmek için yeniden üretirler ya da izleyicilerin ilgisini çekebilecek yeni imajlar icat ederler. Bu durum bütün konular için geçerlidir. Politik olaylar da böyle bir prosedüre maruz kalabilirler. Hollywood sineması Amerikan hegemonyasının sürekli vurgulandığı eski ve yeni düşünce ve duygularla yüklü imajları üretirler. Bu

açıdan sinema alanı politik bir mücadele alanıdır. Bu yüzden piyasaya teslim olmuş ve devlet kontrolünde bir sinema sistemin gerekliliklerine göre hareket edebilirler.

Sinema filmlerindeki cinsiyetçilik ve ırkçılığın temeli nedir? Bu bir algı yönetimi midir? Ya da algının filme yansıması mıdır? Söylem ve söylev birbirinden tamamen bağımsız ve etkileşimsiz düşünülemez. Görsel medya da bir istisna değil. Sinema iktidarın en büyük söylem alanlarından biri olduğu gibi aynı zamanda sektör olarak çağımızın en büyük ekonomilerinden biri. Toplumla ilişkisinin bu çerçevede değerlendirilmesi gerektiğine inanıyoruz. Her ekonomik alan gibi bir arz-talep ilişkisi üzerinden dönüyor, tamamen bir toplum mühendisliği ürünü olarak yaşaması imkansız bu nedenle. Aynı zamanda sinemadaki ayrılıkçı düşünceleri yalnızca algı yönetimi olarak görmek toplumdaki eğilimleri gözden kaçırmaya yol açarak yanıltıcı olur. Irkçı, cinsiyetçi, homofobik ve eşitliksiz toplumların yarattığı ürünler bu çarpıklığın olumlamaları oluyor. Aynı zamanda özellikle ticari

sinemanın tamamen piyasa tarafından ele geçirilmiş bir sektör olduğunu unutmamak lazım. Bu nedenle hakim ideolojiye ters fikirler ya sansürleniyor ya da içleri boşaltılarak sistem tarafından yutuluyor. Her film ideolojiktir, sonsuz olasılıklardaki hikayeler içerisinde seçilen her hikaye ve anlatış biçimi ideolojik seçimlerdir. Diktatörlükle yönetilen bir ülkenin filmlerinin ya militarizm güzellemeleri ya da her türlü politiklikten arındırılmış ucuz, seksist, homofobik maganda komedileri olmaları da tesadüf değil bu nedenle.

Sinemada kolektif ruh nasıl sağlanır? Siz bunu nasıl sağlıyorsunuz? Sinemanın kolektif bir medyum olduğuna inanıyoruz. Aynı zamanda film izlemek de tanımı gereği kolektif ruhu destekleyen bir deneyim. Tek bir anakarakter üzerinden ilerleyen klasik anlatıda (aynı zamanda Hollywood tarzı da denir) bile film, izleyicilerini “bedensizleştirerek” kendi anlatı dünyasının içine sokuyor; filmin süresi boyunca tüm seyirciler ana karakterle özdeşleşerek onun lensinden keşfediyorlar dünyayı, aynı sahnelerde duy 49


gulanıyor, aynı katarsisi yaşıyorlar. Çok ironik ama sinemanın bu kadar etkili bir propaganda aracı oluşu da izleyicide yarattığı bu beraberlik duygusundan kaynaklanıyor aslında. Tüm anlatıyı sistemi olumlayan ve yeniden inşaa eden değerler üzerine kurarak kolektif bir itaat yaratılıyor. Bizim amacımız bu silahı düşmanın elinden almak. Kendi hikayelerimizi, düşüncelerimizi, deneyimlerimizi anlatılaştırabilmek, yalnızca ortaya çıkan ürünü değil, yaratım sürecini de her türlü faşizm ve totaliteryanizmden arındırmak. Her ne kadar günümüz setinde maddi ilişkiler sonucu doğmuş gereksiz kadrolar olsa da, çekim süreci bir çok farklı görevi barındıran, iş bölümünün zorunlu olduğu bir süreç. Şu anki sistemde bu iş bölümü hiyerarşik ve maddiyat üzerine kurulu fakat biz kolektif, dayanışmacı bir set ortamının mümkün olduğunu biliyoruz, kolektifimizin en önem verdiği konulardan biri de atölyelerimizde eşitlikçi bir film yapım süreci keşfedebilmek, sürdürebilmek ve deneyimleyebilmek bu nedenle. Eylül ayının sonunda gerçekleşecek festivalde de izleyicilerin hem egemen sinema dilinden uzaklaşabilecekleri hem de kolektif ruhu deneyimleyebilecekleri filmlerden oluşturduk seçkimizi.

Bir sinema filminde olması gereken nedir? Film konu-

50

sundan bağımsız olarak neyi temel almalı? İzleyici için belirli kıstas ne olmalı? Sinemanın sonsuz ve sınırsız konu ve biçem spektrumu içerisinde olmaması gerekenleri izah etmek daha makul gelse de neler olması gerektiğine dair bir kaç düşüncemizi belirtmekten geri durmak istemeyiz. Yaratıcısının öznelliği çerçevesinde izleyiciye bir anlam boşluğu bırakan, didaktik olmayan aynı zamanda anti-otoriter (hem içeriği hem de yapım süreçleri dahilinde) bir eleştiri ile tüm veçheleriyle iktidarı tarif ve tahrip etmeyi hedef alan yıkıcı-yaratıcı sinema bir filmde olması gereken özgürleştirici düşünce çizgilerini ihtiva etmiş olacaktır .

Film konusundan bağımsız olarak neyi temel almalı? Bir film konusundan bağımsız olarak, yaratıcıları ve alımlayıcıları için hala bir motivasyon kaynağı olan tüm sanatlara içkin devrimci/isyancı potansiyelleri temel alabilir. Örneğin bir sinema filmi “doğrudan eylem”in ya da “şiirsel terörizm”in bir biçimi olabilir.. Muradımızı anlatmak için bu kavramları açımlamamız gerekecek;

Halihazırda terör kelimesini her ne kadar devletler kendilerine muhalif tüm çevreleri tanımlamak için kodlasa da biz bu kelimenin tarihsel olarak devletin yaptığı zorbalıkları tanımlamak için kullandığını biliyoruz. Hakiki anlamında “terörizmin kıstası insanları sindirmek ve bu böylece etkisiz hale getirmektir”. Şiirsel terörizm ise “Güzelliğin, şiirin, hayretin, büyünün ve düşünce provokasyonun yayılmasına adanmış bir harekettir.” Bu kavramın yaratıcısı yazar Hakim Bey bir anlam kayması yaratarak terör’ün insanların hayatını değiştirebilecek kadar şiddetli bir duygu tonuna sahip olabilmesine vurgu yapıyor, zira bir eylemin poetik/ şiirsel terörizm olarak adlandırılabilmesi için kıstas insanların hayatını değiştirebilecek nitelikte olmasıdır. Poetik terörizm “rasgele iyilik/nezaket eylemleri” (random acts of kindness) kavramından farklıdır. Poetik terör her zaman nazik ve iyi değildir, ancak nihai amacı kötü olmak da değil zihni genişletip ufku açmaktır. Şiirsel terörist eylemler şüphesiz nazik olabilir; aynı zamanda tuhaf, korkak, şok edici, kışkırtıcı, karşı-kültürel, anakronik, incelikli, yıkıcı, yaramaz, karanlık, yaratıcı ve sevimli de olabilirler. “Şiirsel terörizm; diğer sanatçılar için


değil, yapılan şeyin sanat olduğunu (en azından bir kaç saniye için) anlamayacak insanlara yapılması” tavsiye edilir. “En iyi şiirsel terörizm yasaya karşı olandır. Suç olarak sanat, sanat olarak suç” “Sadece karşılıklı tatmin nedeniyle değil, ayrıca telaşsızcasına güzel bir yaşam içinde bilinçli bir edim olarak da gerçekleştirilen enfes bir baştan çıkarma – nihai şiirsel terörizm olabilir. Şiirsel Terörist parayı değil, DEĞİŞİMİ amaçlayan kendine güvenen bir düzenbaz gibi davranır” Anarşistlerin daha aşina olduğu bir kavram; Doğrudan eylem, “insanlara kendi güçlerini göstererek hedeflerine kendilerinin ulaşmaları gerektiği konusunda onlara ilham vermeyi ve onları motive etmeyi amaçlar. “Terörizm” gücü sadece kendisi için elde etmenin peşinde koşan uzmanlaşmış bir sınıfın ilgi alanıyken, doğrudan eylem insanların kendi hayatlarının kontrolünü ellerine alabilmelerine izin vererek diğerlerinin faydalanabileceği imkanları gözler önüne serer.” Şiirsel terör ve doğrudan eylem tamamen hayatın içinde cereyan edecek bir eylem biçimi olsa da sinemanın da aynı etkiyi hayatın içinde ve insanlarda yaşatmaya muktedir olduğunu düşünüyoruz

İzleyici için belirli kıstas ne olmalı? Bu soruya da olumsuzu üzerinden yanıt vermek daha makul gözükmekte. Bir filmin popüler olması, gişede hasılat rekorları kırması, bol ödüllü olması o filmin niteliğini yansıtmakta hemen hemen her zaman yanıltıcı ölçütler olmakta... Sinema’da insanın tüm uğraşları gibi bir arayıştır. “Ararsan belki bulmazsın ancak bulanlar yalnızca arayanlardır” vecizesinin de işaret ettiği gibi, sinema seyircisi “alkışlanandan ziyade görmezden gelineni” arayıp bulmakla hakiki sinemanın da anlamına muhakkak vakıf olacaktır.

Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Tabi..Festivale dair bir kaç bilgi vermemizde fayda var. An itibariyle programın henüz netleşmediğini söyleyebiliriz. Ancak festival içeriğinden birazcık da olsa bahsetmesek olmaz. Öncelikle bu sene, festivalde Coğrafyalararası Anarşist Sinema Kolektifi olarak kendi ürünümüzün de gösterimini yapacağızı belirtmek isteriz. Ayrıca, anarşizmin tarihine 142 dakikalık bir gezinti yapa-

cağımız “Ne Tanrı Ne Efendi: Anarşinin Tarihi”ni, Avrupa’da militanlaşan faşizm, ırkçılık ve yabancı düşmanlığı karşısında militanlaşan antifaşist hareketleri anlatan Anti-faşistler’i, bugün ve gelecek arasındaki akışkan sınırları ortadan kaldıran ve kapitalizm sonrası bir Avrupa arayışındaki ütopyacı bir yol belgeseli ve kurgusu olan “Ütopyalara Giden Yollar”ı, tekno-uygarlık sorgusundan, sınırları ortadan kaldıran mülteci dayanışma hareketine, hayvan özgürlüğünden, doğrudan eyleme bir çok konuda film ve belgeselin yanısıra “Türkiye’de Anarşizm ve Sinema” ve Sürrealist Sinema ve Anarşizm” başlıklı söyleşi ve sunumlarla anarşist sinemanın teori ve pratiğine odaklanacağız. Öte yandan geçen sene sık karşılaştığımız sorulardan birisi de, festivalin biletli veya giriş ücretli olup olmadığıydı. Buradan bir kez daha duyurmakta fayda var. Film Festivaline giriş biletli veya ücretli değil. Herkes etkinliklere katılabilir. Ancak, festivali düzenleyeceğimiz anarşist mekan infiAl’in manifestosunda da belirttiği gibi “ırkçı, fa-

şist, homofobik, transfobik ve ataerkil düşünme ve eyleme halinde olanlara kapımızı her daim kapalı, elektriğimiz onlara ana kofradan kesik olacaktır.” Ayrıca işgal ettiğimiz mekanın sürdürülebilirliğine katkı sağlamak adına dayanışma ve destekte bulunmak, ticari mekanların aksine karşılıklı yardımlaşmaya ve dayanışmaya dayalı infiAl gibi mekanların kapitalizm karşısında daha rahat ayakta kalmasına ve yeni örülecek projeler için yapı taşı olacaktır. Bu doğrultuda, Karadut Gıda Kolektifi ve DistroA Kolektif kendi üretimleriyle festivalde yer alacaklardır. 2 aylık bir süre kala hazırlıklarımız sürerken, alt yazı çevirileri, redaksiyon, senkronlama ve diğer tüm konularda katkı sunmak ve destek vermeye niyetli olan herkesin katılımını beklediğimizi belirtmek isteriz. İletişim kurmak isteyen arkadaşlar: caskolektif@gmail. com adresinden bizimle iletişime geçebilir.

Festivalde görüşmek üzere... (https://goo.gl/S3iscb) 51


KARADUT KOLEKTIFI GIDA

https://karadut.tumblr.com/

Karadut Gıda Kolektifi Nedir? Karadut Gıda Kolektifi, içerisinde bulunan bireylerin herhangi başka bir birey veya topluluktan emir almaksızın; ihtiyaçlarını, iç ve dış ilişkilerini, ilkesel birlikteliklerini ve yöntemlerini doğrudan belirleyip düzenleyebildikleri, lideri ve azınlığı olmayan bir üretim kolektifidir. Kolektif, üretim alanı olarak belirlediği yerlerde, üretimlere olan talepler doğrultusunda, temiz, katkısız, ev yapımı olmasına özen gösterdiği ürünler pişirir. Endüstriyel bir kar oranı olmaksızın, hayvan sömürüsüne, gönüllü sömürüsüne, çocuk işçiliğine, ekolojik tahribata, ucuz emek gücüne dayalı; bireyi, kaynağı, yaşam alanını birer rant ve işgal alanı olarak gören her türlü ürün tedariğinden uzak bir mutfak tahayyül eder. Sömürüyü ve ayrıcalığı mazur gören hiçbir topluluk veya ideolojiyle ilkesel olarak dayanışma içinde olmaz. 52

Tüketim kültürünün yozlaştırdığı alışkanlıklara, yabancılaşmaya, merkezi ekonomik politikalara karşı doğrudan iletişimi savunan, emek veren herkesin ihtiyacına göre şekillenen bir iç ekonomi üzerinden yatay biçimde örgütlenir.


anarsıst kutuphane

kerem kamıl koc kıtaplıgı

Geçtiğimiz sene kaybettiğimiz yoldaşımız Kerem Kamil Koç anısına oluşturduğumuz Anarşist Kütüphaneyi hayata geçirme amacımız, anarşist harekete dair tüm dillerden anarşist kitap, dergi, broşür video vs. dokümanları toparlamak ve derli toplu bir biçimde ulaşılabilirliğini sağlamaktır. Kütüphane bu yayınların veya dokümanların ulaşılabilirliğini hedeflerken, daha fazla anarşist ve liberter kaynağı bünyesinde toplamayı da hedeflemektedir. O nedenle her türlü kitap, dergi veya doküman desteğine açıktır. Yerel veya uluslararası anarşist ve anti-otoriter literatürün derlenip toparlandığı bir distro niteliği de taşıyacak olan kütüphanede bugüne kadar yayınlanmış olan kitap, dergi, fanzin, broşür, bildiri ve dvd’lerle birlikte farklı dillerden yayınlara ulaşabilirsiniz. Aradığınız kitaplar için yayınladığımız kataloğu inceleyebilirsiniz.

Distro Aynı şekilde kütüphanenin bir parçası olan bazı kitap, dergi, broşür, fanzin, rozet, yama, tişört, video, cd, dvd gibi görsel ve işitsel dokümanların satın alınabileceği ve mekanın döngüsü için bir dayanışma vesilesi olan distro da mekanın açık olduğu günler-saatler boyunca işleyişini sürdürecektir. Kütüphanenin devamlılığı ve mekanla dayanışmak için, bir üyelik sistemi belirledik. 6 ay süre boyunca kütüphaneden yararlanabilmeniz için sizlerden belli bir miktarda bağış bekliyoruz. Üye olduktan sonra, istediğiniz herhangi bir materyali, bir adet olması koşuluyla, kütüphaneden temin edebilirsiniz. Kitap veya diğer materyaller en fazla bir ay boyunca sizde kalabiliyor ve geri teslim ettiğinizde tekrardan istediğiniz materyalleri kütüphaneden temin edebiliyorsunuz. Kitapların ve diğer materyallerin devamlılığı için, alımların bir adet olarak belirledik. Kütüphanenin güncelliğini devam ettirmek için yazılı, görsel ve işitsel materyal bağışlarına da açık olduğumuzu belirtiyoruz.

Okuyucu Rafı Kütüphanenin bir rafını da mekanın okurlarına ayırdık. Yazdıklarını paylaşmak isteyen okurlar için, bir adet olmak üzere kitaplaştıracağız. Böylece kütüphane ile okurlar arasında daha etken bir bağ kurucağız. Çalışmalarınızı direk Kütüphane’ye getirebilir veyahut e-posta ile bize yollayabilirsiniz. Bu arada, kütüphaneden faydalanacak arkadaşlara bir kaç hatırlatma ve rica bulunmak istiyoruz. Anlaşıldığı üzere Anarşist Kütüphane ticari amacı olmayan kolektif bir işleyişe sahip. Bu anlamda, kapitalist kitap mağazalarından farklıdır. Kitap ve diğer yayınların daha geniş çevrelere ulaşabilmesi ve kütüphaneden daha fazla insanın faydalanabilmesi için bünyesinde bulunan kitapları olduğu gibi korumak, hatta sizlerden gelen katkılarla daha da genişlemek zorundadır. Bu nedenle alınan kitapların özel kütüphanelere hapsedilmesindense geri getirilmesine özen gösterilmesini rica ediyoruz. Böyle bir perspektifle işleyen bir kütüphaneden yapılacak “kamulaştırma”nın aslında bir kamulaştırmadan ziyade bir özelleştirme olduğunu düşünüyoruz. Bu nedenle bu kütüphanenin anarşist mücadele için geleceğe aktarılacak bir miras olduğuna ve onu korumak zorunda olduğumuz, aynı zamanda Kerem’in anısını sevdiklerinin isteği üzerine getirdiğimiz kitaplarıyla yaşatmamız gerektiğine inanıyoruz. Not: Tarlabaşı’nda bulunan anarşist mekan infiAl Kolektifi, mekanı kapatma kararı aldığından kitaplığımızı Tarlabaşı’ndan taşıyoruz. Şu an için başka bir mekana taşınmayacağız ancak kitaplık kullanıma açık olacaktır. İletişim için şimdilik infialpostasi@gmail.com veya Anarşist Kütüphane facebook sayfasından mesaj atabilirsiniz.

Kitap Kataloğu : https://goo.gl/83ZE5U Facebook sayfası : https://goo.gl/7TdVV3 53


D . I . Y PRENSIBI

a n a r s ı s t BIR POLITIKADIR

Kendin yap! (D.I.Y.) politikası, ister piyasa olsun isterse devletçi olsun, endüstriyel kapitalizmin gündelik yaşamın her alanında yol açtığı merkezileşme ve uzmanlaşma karşısında ezilenlerin, karşı ve alt kültürlerin içgüdüsel olarak geliştirdiği bir otonomi hareketidir. Zaman içinde alt kültürlerle özdeşleşen veya kapitalizm tarafından belli bir kesimden tüketiciyi sisteme entegre etmek için bir terapi ürünü olarak sunularak absorbe edilen D.I.Y. politikası bizim için anarşist pratiğin başlıca ilkelerinden birisidir. Küresel ve yerel şirketlerin topluma dayattıkları merkezileşme ve uzmanlaşma altında özerkliğin topyekün yitmesiyle kötürümleşen birey ve toplulukların elinde sadece D.I.Y. (Kendin Yap!) veya özerkleşme politikası üretmek ve geliştirmek kalmış oluyordu. Ekonomik alandan, politik alana, toplumsal cinsiyetten, üretim ilşkilerine, propagandadan eyleme kadar, hayatın her alanında merkezi yapılara dahil olmadan veya merkezi yapılara dönüşmeden otonom hareket etmek bu politikanın temel ilkesidir. Öte yandan, D.I.Y. politikası kendine yeterlik ilkesi ortaya koyarken, gündelik eylemlerimizin sosyal alanda gerçekleşmekte olduğu gerçeğini gözardı edemeyiz. Kendimiz için, kendi gerçekleştirdiğimiz her eylem ve bu eylemi gerçekleştirme bilgi ve becerisi aynı zamanda içinde bulunduğumuz topluluğun tüm fertleri tarafından eşitlikçi bir şekilde sahip olunması gereklidir. Aksi taktirde anarşistler olarak benimsediğimiz bireycilik anlayışının liberal bireycilik anlayışından pek farkı kalmayacaktır. Gündelik hayattaki bilgi ve beceriyi kendinde biriktiren, kendini merkez kılan ve topluluk karşısında bu birikim sayesinde belli bir artıdeğer üreten birey mevcut düzenin değirmenine su taşır. İşte D.I.Y. politikasının kapitalizm tarafından absorbe edilmesi bu şekilde gerçekleşir. Bugün fanzin,alternatif/organik/ekolojik yaşam, permakül-

54

tür, müzik,sanat gibi alanlarda liberal algının hakim olması D.I.Y. politikasıyla sisteme karşı otonom mücadele arasında güçlü bir bağ oluşması önünde bir engeldir. Bize göre, D.I.Y. politikası bireysel alanımızı olduğu kadar toplumsal alanımızı da kapsar. Bu anlamda kendimizi toplumsal olandan izole bireyselliğe hapsetmeyerek Birlikte Yap ilkesiyle hareket etmeye çalışırız. Mevcut’a isyan ve toplumsal devrim yolunda verdiğimiz mücadelenin ilkelerinden biri olarak, eylemimizi öncü örgütlere, merkezi yapılara endekslemektense veya devrim koşullarını beklemektense herhangi bir kolektivitenin yokluğunda dahi bireysel olarak bir şeyler yapabileceğimizin bilincidir D.I.Y. Örneğin anarşistler ortak metinler yazabilirler, ortak fanzinler çıkartabilirler ancak bu kolektif durum bireysel olarak her bir anarşistin kendi metinlerini yazmasının, kendi fanzinlerini çıkarmasının önünde engel değil, aksine teşvik edicidir. Bu anlamda, D.I.Y. politikası bireye daha fazla sorumluluk ve disiplin yükler. Anarşistler merkezi ve uzmanlaşmanın olduğu örgütlenmelerde olduğu gibi yukarıdan gelen bildirileri beklemek ve ona göre hareket etmek zorunda değildir. Aksine hiç kimse yapmıyorsa biz yapmak durumundayız. Tüm bu bireysel sorumluluk anlayışı, D.I.Y. politikasının aslında bir kaçış veya sorumsuzluk teorisi olmaktan ziyade bireyin kendi özdisiplinini ve otonomisini kuvvetlendirmeye dönük olduğu anlamına gelir. Bizler, bürokratik değil otonom eylem anlayışıyla devlete, kapitalizme ve tüm tahakküm biçimlerine karşı mücadele ederiz ve D.I.Y. politikasını, bir sektör, bir sanat dalı veya altkültürlerde bir kariyer malzemesi olarak görmektense mücadelede bizi, eylemimizi ve ilkelerimiz güçlü kılan bir taktik olarak görürüz. Daha fazlası değil.


dıstro KOLEKTI F A

https://distroakolektif.wordpress.com/

Distro-A Kolektif 23-24 Aralık 2016 tarihleri arasında gerçekleşen ‘Kendin Yap (D.I.Y.) Propaganda Şenliği’yle birlikte oluşan DistroA Kolektif, serigrafi kolektifinin de katılımıyla tişörtten patch’e (yama), afişten bez çantaya, pankarttan tabelaya her türlü tekstil, kağıt vb. düz zemine baskı işlerini yapabiliyor. Çeşitli kampanyalar için toptan veya tek tek tişört, çanta, bayrak, flama, rozet yaptırmak isteyenlerin işlerini kar amacı gütmeden gerçekleştiriyoruz. Kitap, dergi, broşür, fanzin, video, cd, dvd gibi görsel ve işitsel dokümanlara da ulaşabileceğiniz DistroA, çalışanları tarafından özyönetimle işletilen ve çeşitli anarşist, antiotoriter projeleri desteklemek için oluşturulmuş bir kolektiftir. Temas kurmak ve sipariş vermek için irtibat adresi: distroa@riseup.net

Distro-A Collective Distro-A Collective which was formed with ‘Do it Yourself (D.I.Y.) Propaganda Fest’ between the dates of 23rd and 24th of December in Istanbul, can make print works from tshirts to patches, from banners (fabric) to bags and to signboards, and every kind of textile and paper by participation of the serigraphy collective. Without aims of profit we print on tshirts, flags, pins, bags for individuals or for wholesale. DistroA which provides anarchist and anti-authoritarian audio and visual documents like books, magazines, fanzines, brochures, videos, cd’s, dvd’s, is a self-managed collective by its workers and is formed for supporting anarchist and anti-authoritarian projects in Istanbul. To get in touch or to give orders, send us email: distroa (at) riseup.net 55


BENIM

“Yani ne olunca taciz oluyor?” Tacizin bir tanımı yok. Yani hem türlü türlü taciz var hem de düşünüldüğü gibi belli eylemler her zaman ve her koşulda taciz veya taciz dışı olarak tecrübe edilmiyor. Laf atmalar, ıslık, bakış, temas... Bunlar taciz olarak nitelendirilebilir, nitelendirilmeyebilir. Uçlarda düşünmek isteyenlere: “sevgilinizi” her istediğinizde öpemeyebilirsiniz. Bunun yanında, rızasız her hareket taciz sayılmayabilir. Bunlar çok karmaşık geliyorsa, genel bir algıya sahip olmak için bireyin bedenine, ruhuna, varoluşuna yönelik onaysız/rızasız müdahalelerin taciz olarak nitelendirilebileceğini düşünebilirsiniz. Örneğin, bir kişinin bulunmanızı istemediği bir alanda bulunarak o kişiyi taciz ediyor olabilirsiniz. Ufak bir not daha: Taciz sadece cinsel organlara ya da toplum tarafından ayıplanan/yasaklanan organlara yöneltilmiş eylemlerle sınırlı değildir. Sizin için sıradan olan tokalaşma, sarılma, öpme gibi gündelik hareketler kimileri için huzursuzluk verici, istenmeyen hareketler olabilir. Sizin için eylem ne kadar basit olursa olsun karşınızdaki böyle bir yakınlığı arzulamıyor olabilir. Tacizin bir tanımının olmaması herkesi zorlayan bir durum. Mu? “E her şey de taciz, naber demeye korkar olduk.” Mu? Böyle boş boş konuşmak yerine ilişkilendiğiniz kişilerin sınırlarını öğrenmeye gayret edin. Sınırları keşfetmeye çalışırken haddinizi bilin ve rahatsız edici, zorlayıcı olabilecek sorulardan ve davranışlardan kaçının ki bu çabanın kendisi tacize dönüşmesin. Bireylerin bedenleriyle, ruhsal durumlarıyla, cinsellikleriyle ilgili fikirlerinizi bunları irdelemeye uygun bir ilişkiniz yoksa hatta fikirleriniz sorulmadıysa kendinize saklayın. Bildiğiniz sınırları gözetip saygı duyun. Daima bilmediğiniz sınırlar vardır, bu sınırları zorlama riskini almayın. Örneğin çocuklarla, hayvanlarla kurduğunuz temasları gözden geçirin. Kişinin kendiyle ve sizinle olan ilişkisiyle ilgili koyduğu kurallara uymak zorundasınız. Kişi kendisiyle konuşmayı, kendisine bakmayı ve yaklaşmayı size menedebilir, uzak durun! Takip, kontrol, kısıtlama, ısrar, tehdit içeren davranışlar sergilemeyin. İlişkilenmelerinizi ve eylemlerinizi onay/rıza çerçevesinde şekillendirin. Ancak unutmayın, rıza verilebilir, verilmeyebilir ve geri alınabilir. İlişkiler, geçmiş ve bağlam kesin rıza ölçütleri değildir. Partneriniz olsun olmasın daha önce aynı kişiye aynı hareketi yüz kere yapmış olmanız yüz birinci defada rızasının olduğu anlamına gelmez. Bireylerin cinsel, duygusal geçmişi ve bu geçmişin bilgisine sahip olmak, beyana dayalı da olsa cinsiyet kimliği ve cinsel yönelimlerini bilmek rıza göstergeleri değildir. Bireylere toplumsal 56

DENGEMI

BO Z MAYIN

cinsiyet ve cinsel yönelim atamaktan ve bu atamalar üzerinden cinsellik ısrarından vazgeçin. Rızanın gösterildiği koşulları göz önünde bulundurmak zorundasınız. Rıza ısrar, tehdit ya da daha “masum” yöntemlerle çeşitli şekillerde inşa edilebilir. Rıza inşa etmeyin. Bireylerin iradesine müdahalede bulunmayın. Rızanın olmadığını anlamanız için birinin size “Hayır demek hayır demektir!” diye bağırması, direnmesi ya da kaçması gerekmez. Kişi rızasının olmadığını çok farklı yollarla belli edebilir ki bunu belirtmekle yükümlü de değildir. Yükümlü olunan şey taciz etmemektir. Taciz etmeyeceksiniz! Şunların tacizi hak ettiğimiz anlamına geldiğini düşünüyorsanız yaptığınız şey en hafif anlamıyla mağdur suçlayıcılıktır: Ne giydiğimiz, nereye kadar giydiğimiz, ne giymediğimiz, saç rengimiz, boyumuz, kilomuz, normalliğimiz, anormalliğimiz, sıradanlığımız, aşırılığımız, cinsiyet kimliğimiz, cinsel yönelimimiz, size yakınlığımız, uzaklığımız, alkollü olmamız, ayık olmamız, anarşist olmamız, özgür aşkı, cinsel özgürlüğü, bedeni, arzuyu savunuyor olmamız, herkesle sevişiyor olmamız, kimseyle sevişmiyor olmamız, sizinle flört ediyor olmamız, “zaten yollu” olmamız, alenen orospu olmamız, rızasız ilişkilerden haz alıyor olduğumuzu beyan etmemiz… Bunlar sizi ilgilendirmez ve tacizi meşrulaştırmaz. Her türlü mağdur suçlayıcılıktan uzak durun. Suç failindir. Aşağıdakiler bireyin beyanına dayalı olarak tanımlanan tacizin taciz olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Bunlara güvenmeyin: Yaptığınızın taciz olmadığını düşünmeniz, ben taciz ettiğimi düşünmüyorumlar, bence bu taciz değiller Olayın sizin tarafınızdan ölçülen boyutu, sadece sarılmıştımlar, ne var bu dediğimdeler Sizin travma kriterleriniz, daha açık haliyle: Öncelikle, her taciz travmatik değildir ve bir eylemin taciz olup olmadığını belirleyen şey yarattığı travmanın derecesi değildir. Ayrıca, eylemlerinizin yöneldiği bireyde travma yaratıp yaratmayacağına ve travmanın derecesine siz karar veremezsiniz. Konuyu aktardığınız kişilerin gerçekleştirdiğiniz eylemi taciz olarak nitelendirmemeleri, size hak vermeleri Yaptığınızı inkar edebilecek olmanız Şaka yapıyor olduğunuzu iddia etmeniz

Queer-A

Yanlış anlaşıldığınızı düşünmeniz Sarhoşluğunuz, öfkeli olmak gibi kişisel özellikleriniz, cinnet gibi anlık ruh durumları ve kişiyle daha önce yaşanılanlar Taciz beyanında bulunan kişinin “deli”, “sağı solu belli olmayan” biri olduğunu ve “böyle olduğu” için kimsenin ona inanmayacağını, güvenmeyeceğini düşünmeniz Taciz beyanının, beyanda bulunan kişinin sizi mahvetmek, sizden intikam almak istediği için ortaya çıktığını düşünmeniz Arkadaşımız, yoldaşımız, akrabamız olmanız Çok iyi bir insan, inanılmaz anarşist, aşırı solcu, tam anlamıyla bir entelektüel, başarılı bir sanatçı, çok önemli bir akademisyen… olduğunuzu düşünmeniz ve sizin gibi düşünen insanlar olduğunu bilmeniz. LGBTİQ+ olmanız Kadınların, geylerin, lezbiyenlerin… de tacizci olmaları gibi muazzam tespitler Sizin de daha önce çok tacize uğramış olduğunuz gibi çeşitli aktarımlar Diyelim ki bu uyarıları kulak ardı edip birini taciz ettiniz. O zaman feminist orospular, queer belalar peşinizde! Elbette her süreç farklı dinamiklerle şekillenir ancak genel olarak aktarım, çözüm ve eğer söz konusuysa teşhir süreçlerinin kimler tarafından ve nasıl yürütüleceğine karışamazsınız. Bir bireyi taciz edip sonra bu süreçleri şiddetli olmakla suçlayamazsınız. Taciz ile suçlanırsanız, egonuzu ve savunmalarınızı bir kenara bırakın ve özür dileyin. Çoğu zaman öz eleştiri talebi içeren bu süreçlerde bazen öz eleştiriye gerek duyulmayıp başka çözümlere de gidilebilir, anladınız. Ayrıca, özrünüzün ve öz eleştirinizin kabul edilmek zorunda olmadığını bilmelisiniz. Öz eleştiri sizi her pislikten arındıran bir temizlik ürünü değil içindeyken dürüst ve samimi olmanızı gerektiren bir süreçtir. Dostlara da bir tavsiye: Eğer taciz beyanı duyarsanız ve tacize maruz bırakılan kişiye destek olamıyorsanız susun. Buradayız! Yaptığınız hiçbir şey gizli kalmayacak, çünkü konuşmaya, paylaşmaya, dayanışmaya devam edeceğiz; çok korktuğunuz teşhir gibi mekanizmalar işleyecek çünkü bu sistematik şiddetin yanınıza kar kalmasına izin vermeyeceğiz! Tek tek ve birlikte, karşınızdayız!


heteroseksıst

ablukaya gedık:Queer Heteroseksist ablukaya gedik; Queer-A Kuirleşmeye meyleden anarşi Baskıyla daha yeraltında, Baskıyla daha radikal, Baskıyla daha sapkın,

2017’de Taksim Meydanı neon-pullu-simli halinden kocaman bir aile çay bahçesine dönüşmüştü. Taksim’e bekçi de getirdiler sonra! Bunun heteroseksist bir plan dahilinde olduğunun farkındaydık lakin geçtiğimiz yıllarda birçok arkadaşımız baskılar nedeniyle gitmiş, biz biraz buruk kalmış, biraz da eksilmiştik. Muhafazakar tüm yapılar, genel ahlak bekçileri, neoliberal şalalala hepsi boğazımıza biraz daha bastırırken, Yeniden yan yana dahi gelmenin, yolda bir dosta rastlamanın bile bizlere nefes olduğunu yeniden hatırladık ve yana yana yan yana gelmek için kuirleşmeye meyleden bir hafta düzenledik. Bu ablukaya delik açmak için ve en nihayetinde yıkım için yeniden kendimize dönmeye, birbirimize dokunmaya, birbirimizi affedip birlikte güçlenmeye ihtiyacımız vardı. Çünkü biz yine ve yeniden sıfırdan başlıyoruz mücadeleye!

Şiddetimiz çok hoş, çok güzel şefkatimiz* Arzu ve öfkede yan yana gelmek amacıyla 7-13 Kasım 2016’da ilk buluşmamızı gerçekleştirdiğimiz Queer-A’nın 2. buluşmasını 5-8 Ekim 2017 tarihlerinde iç güçlenme/öz güçlenme temasıyla gerçekleştireceğiz.

Queer-A eylemlilik ve gedik için hazırlık aşamasındadır, takipte kalınız! Buradayız! İstanbul, 2017 Facebook : https://goo.gl/qahjxb Tumblr : heteroseksistablukayakarsi.tumblr.com E-Mail : ablukayakarsi@gmail.com 57




www.sosyalsavas.org | sosyalsavas@riseup.net | issuu.com/sosyalsavas | youtube.com/sosyalsavastv | soundcloud.com/sosyalsavas


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.