Tabure Kültür-Sanat Dergisi Sayı-2

Page 1


İÇİNDEKİLER

www.taburekultur.com

İmtiyaz Sahibi Tabure Kültür-Sanat Yönetim Ekibi Adına

Baturay Günay

3

amerikan müziğinin görünmez tanrısı: Tom waits

biyografi

5

Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Seyhan Kınalı Editör Baturay Günay

7

Kapak Çizimi Ünal Altındağ

10

inceleme

9

13 15

Dergimizde yayınlanmasını istediğiniz yazılarınızı, çizimlerinizi ve diğer özgün çalışmalarınızı editor@taburekultur. com adresinden bize ulaştırabilirsiniz

19

abim sadık onur yaman

AYRIM NOKTASI Adem Parlar

11

Tasarım DaDa Collect

e.Nihan acar

post modern edebiyatın serseri çocukları: beat kuşağı

Kreatif Direktör Engin Erol

Hamingway’in keskin kaleminden amerikan realizmi

amerikan edebiyatının tarihsel süreçteki evrimi inceleme

AMERİKA BAĞIMSIZSİNEMASI VE BAŞARILI BİR ANLATISI ahsen kurtuluş

14

sıkışık

melisa alagöz

SANAT KENDİN İÇİNDİR çağla tuna

17

TİYATRODA KADIN KARAKTERLERİN “ÖTEKİ” ÖYKÜSÜ kamer yıldız ok

amerikan müzik tarihi inceleme

taburekultur

taburekultur

taburekultur

Tüm hakları saklıdır. Dergi içinde yer alan yazıların yayın hakkı Tabure Kültür-Sanat ekibine aittir. Başka bir amaçla ve herhangi bir web sitesinde izinsiz kullanılamaz.


21 24 27 29 33

Salgın ve sinema osman utku atış

BEN

25

BOYUN EĞMEYEN KADINLAR GEÇİDİ*

28

kırık ayna

31

kaptan

S. Pınar Ceylan

çocuk kadın viyan kaçmaz

Zozan Çetin

GİŞE DEVRİMİ: GENÇ HOLLYWOOD

Mert Cemal Pekşan

Hüseyin Opruklu

sarı bezli kadınlar röportaj

mağmum ali tarhan

gergedanın sahnesi dOREMİ

34 35 36 37

23

Gönülçelen - genç kalemler nihal narı elif sude yanık rüveyda ünal sıla şan rabia uslu sude şencan emrecan asker Eren özeN

menderes samancılar

Çizerler sercan özlü sevcan gülsoy zuhal emirosmanoğlu selma hatipoğlu özge özçiçek şehmus atasever hazar kutay aymergen sevgi oral buket serin kübra uslular ünal altındağ fatih güney


AMERİKAN MÜZİĞİNİN GÖRÜNMEZ TANRISI

TOM WAITS “Gary Graff’ın deyişiyle Waits’in sesi; bir fıçı burboda ıslatıldıktan sonra beş ay tütsülenmiş ve ardından da bir arabanın altında çiğnenmiş gibidir.” Thomas Allen Waits; 7 Aralık 1949 Pomona Kaliforniya’da dünyaya gelmiş Amerikalı şarkıcı, besteci ve oyuncudur. Deneysel rock, blues ve caz en etkin olduğu türler arasında gösterilirken, folk alanında da başarılı olan şarkıları azımsanamayacak niceliktedir. Waits’in babası bir gece kulübünde kapıcılık yaptığı için, Waits erken dönemde müzikle iç içe büyüme fırsatı yakalamış; babasının çalıştığı kulübe gelen, Bob Dylan, Lord Buckley ve Hoagy Carmichael isimlerle tanışma fırsatı bulmuştur. Tom Waits şarkıları genel olarak hasarlı ruhları olan, yıpranmış, ötekileşmiş karakterlerin hikayelerini anlatır gibi dinleyiciyi içine alan monologlardan oluşmaktadır. Şarkılarında geçen karakterler genellikle; kadınlar, sarhoşlar, kumarbazlar, eski sevgilileri, dışlanmışlar, barmaidler, fahişeler ve toplumun alt sınıf diye nitelendirdiği insanlardan oluşmaktadır. Tom Waits’in o kendine özgü; hırıltılı ve çatlak sesiyle söylediği şarkıları dinlerken gözlerinizi kapatırsanız eğer, bir hikayenin içinde akıp gittiğinizi hissedebilirsiniz. Gary Graff ’ın deyişiyle Waits’in sesi; “bir fıçı burbonda ıslatıldıktan sonra beş ay tütsülenmiş ve ardından da bir arabanın altında çiğnenmiş” gibidir.

Çocuklarım sürekli benim şarkılarımı din- leselerdi onları psikoloğa götürürdüm… Evet, tam olarak böyle söylüyor Waits, şarkılarının melankolik tarafı ağır bastığından olsa gerek, kendisini sürekli dinleyen insanlarda “hasarlı” bir durum olduğunu iddia ediyor. Erken dönemlerinde etkisinde kaldığı yazarlardan Raymond Chandler ve Charles Bukowski’nin, Waits’in şarkılarındaki melankolinin temelini oluşturduğu düşünülmektedir. Waits’in şarkıları dikkatli incelendiğinde, yaptığı hatalardan duyduğu pişmanlık göze çarpar. Şarkılarında bahset-

3

tiği “hasarlı” ruhlardan biri de kendisidir aslında. Kendi ruhundan yansıyanları diğer insanların zaaflarıyla harmanlayarak yaptığı şarkılar, bireyin iç dünyasına hitap etmekte, herkesin kendi hayatından birer kesit görebileceği şekilde yazılmış melankolik eserlerdir. Waits’in pişmanlığını ifade ettiği en iyi şarkılardan biri –bana kalırsa- “All Word is Green’dir.” I fell into the ocean Okyanusa düştüm And you became my wife Sen karım olduğun zaman I risked it all against the sea Her şeyi denize karşı riske To have a better life attım Marie you are the wild blue Daha iyi bir yaşama sahip sky olmak için Men do foolish things Marie, sen hiddetli mavi You turn kings into beggars gökyüzüsün Ve erkekler aptalca şeyler Beggars into kings yapar Pretend that you owe me Sen kralları dilenciye çevinothing rirsin And all the world is green Ve dilencileri krala We can bring back the old Bana hiçbir şey borçlu oldays again madığını farz et When all the world is green Ve tüm dünya yeşil Eski günleri geri getirebiliriz Ve tüm dünya yeşil


kelebeği” olarak hayat sürenlerin daha kolay benimsedikleri bir karakter. Barlar hakkında ise; “bir bar, bir psikolog kliniğinden daha işlevsel ve daha ucuzdur” diyerek fikrini açıkça belirtiyor sanatçı.

Elleriniz köpekler gibidir, daha önce oldukları yerlere geri dönüp dururlar. Bir enstrümanı çalarken aklınız devreden çıkıp parmaklarınız konuşmaya başladığında dikkatli olmalısınız… Tom Waits

Evet, tam olarak katıldığım bir cümlesi de budur yaşlı Tom Amcanın. Enstrüman çalanlar bileceklerdir; spesifik bir şey çalmak için değil de can sıkıntısından enstrümanı elinize aldıysanız –gitar olarak- hep aynı riffleri çaldığınızı fark edersiniz. Erken dönemlerinde sadece gitar ve piyano çalan Waits bu konuda tam olarak şöyle söylüyor: “Elleriniz köpekler gibidir, daha önce oldukları yerlere geri dönüp dururlar. Bir enstrümanı çalarken aklınız devreden çıkıp parmaklarınız konuşmaya başladığında dikkatli olmalısınız. Onları alışkanlıklarından vazgeçirmelisiniz, yoksa yeni şeyler keşfedemezsiniz; güvenli ve alışılmış olanı çalmaya devam edersiniz. Ben fagot gibi hakkında en ufak bir şey bile bilmediğim enstrümanları çalarak bu alışkanlıklarımı kırmaya çalışıyorum”. Tom Waits, gitar ve piyanonun dışında tam “on üç” farklı enstrümanı iyi, bir o kadarını da orta seviyede çalabilmektedir. Müziğe deneysel yaklaşımı çaldığı enstrüman sayısıyla fark edilebilecek olan sanatçı birçok konserine doğru düzgün “akortlanmamış” gitarı ve piyanosuyla çıkar. Konser içindeyse birçok farklı enstrümanı eline alarak dinleyicilerine unutulmaz bir deneyim sunar.

İçki problemim yok, içki bulabildiğim sürece... Tom Waits’in alkole düşkünlüğü şarkılarının birçoğuna da yansımıştır. Şarkılarında sıklıkla yer alan; barmen ya da barmaidler, alkolikler ve alkol ile ilgili söylemleri buna en iyi kanıtlardandır. İçki problemini çoğu zaman esprili bir dille yansıtmıştır şarkılarına; “I don’t have a drinking problem ‘Cept when I can’t get a drink” ya da “ The piano has been drinking, not me” gibi şarkı sözleri, kendi alkol problemiyle dalga geçtiğini gösteren türdedir. Melankolik ruh hali, etkilendiği yazarlar ve içinde bulunduğu hayat onu alkolle iç içe bir yaşama sürüklemiş ve bu bağlamda alkol birçok şarkısının ana teması haline gelmiştir. “Heartattack and Wine, Bad Liver and Broken Heart, Jockey Full of Bourbon, Hope I Don’t Fall in Love with You, The Piano Has Been Drinking, Flumbin’ with the Blues, Drunk on the Moon, Warm Beer and Cold Woman, The Heart of the Saturday Night” alkol temalı şarkılarından sadece birkaçı olarak nitelendirilebilir. Hafifmeşrep bir hayatı benimseyenler Tom Waits’i de benimser diyor bir psikolog. Haklılık payı da yüksek gibi. Waits’in şarkılarında hafifmeşrep karakterlere sıkça rastlanır ve kendisi de bu karakterlerin başını çeker. Hırıltılı sesiyle karizmatik bir duruş yakalamış olan Waits, “bar

Yaptığı albümler, oynadığı filmler, aldığı ödüllerden bahsetmek yerine; kendine has, hırıltılı sesinden dileyebileceğiniz birkaç şarkısını bırakıyorum… * Dead and Lovely * Time * Blue Valantines * Hold On *Alice *Chocolate Jesus * Green Grass *Broken Bicycles *Road to Peace *Warm Beer and Cold Woman *The Piano Has Been Drinking *San Diego Seranede *Flumbin’ with the Blues * Pony *Sins of My Father * How its Gonna End * Telephone Call from Istanbul * The Heart of Saturday Night * Jersey Girl *Ol’55 *Take it with Me

4


car

A E.Nihan

HEMİNGWAY’iN KESKİN KALEMİNDEN AMERİKAN REALİZMİ

Realizm akımının önde gelen isimlerinden olan, Amerikalı yazar Ernest Hemingway’in usta kaleminden çıkan eser, bizi yaşlı bir balıkçının birkaç gününe götürüyor. Bunu yaparken teknesinde balıkçıyla birlikte yol alıyor ve karakterin yaşadıklarına, deyim yerindeyse birebir tanıklık ediyoruz.

inceleme

Kitap Başarısıyla Ülkemizde de Kendine Yer Ediniyor

Kitap Küba’da yazıldı. Yayınlandığı 1952 yılından sonra ses getirdi ve 1953’de Pulitzer Ödülü’ne layık görüldü. 1954 yılında ise yazara Nobel Edebiyat Ödülü kazandırarak kitabın ünü arttı ve yazar Amerikan edebiyatına adını altın harflerle yazdırdı. 1958’de kitap beyaz perdeye taşındı. John Sturges yönetmenliği ve Spencer Tracy’nin oyunculuğuyla dünya sinemasına mal edildi. Kitap şu an ülkemizde “100 Temel Eser” arasında yer alıyor ve doğrudan öğrencilere tavsiye ediliyor. Yalın ve akıcı anlatıma sahip olan kitabın çevirmenliğini Orhan Azizoğlu üstleniyor. Robert Koleji mezunu olan ve asıl işi avukatlık olan çevirmen 1930 doğumlu. 1987 yılında Ray Cooney’den çevirdiği ‘İkinin Biri’ ile “Yılın en iyi çevirisi” ödülünü kucaklayan Azizoğlu’nun elinden geçen çevirileri şu şekilde sıralayabiliriz: Çeviri Romanları: İhtiyar Balıkçı, Güneş de Doğar (Hemingway), Sardalya Sokağı, Tatlı Perşembe, Yukarı Mahalle, Alev (Steinbeck), Kuwai Köprüsü (Pierre Boulle) ,Türkiye’nin Terörle Mücadelesi (A. Mango), Yarınlar Bizim (Larry Collins) Çeviri Oyunları: Kim Kimi Kimle, Fantastic, Hangisi Karısı, İkinin Biri, Pisi Pisi, Tatlı Çarşamba, Terlik, Size Nasıl Geliyorsa, Mavi Devriye, Gemide İsyan.

Yazarın Biyografisinin Kitabın Alt Yapısıyla İlişkisi

Tam ismiyle Ernest Miller Hemingway (21 Temmuz 1899 - 2 Temmuz 1961) hikâye yazarı, romancı ve gazetecidir. Chicago’da doğmuş, Küba’da vefat etmiştir. Babası doktor, annesi müzisyen olan yazar, sade üslubu ve basit yazma teknikleriyle 20. yy kurgu romancılığının başarılı isimlerinden olmuştur. İlk yazılarını lise yıllarında okul gazetesinde yayınlayan yazar, üniversiteye gitmek yerine bir gazetede muhabirliğe başlamıştır. Birinci Dünya Savaşı sırasında orduya yazılmak isteyip reddedildiğinde ambülans şoförlüğüne soyunmuş, sonrasında İtalyan piyade birliğinde görev yapmış ve 1919’da teğmen rütbesiyle terhis edilmiştir. Savaştan sonra Chicago’ya ve oradan Paris’ e giden yazar gazeteciliğe başlamış ve Amerikalı yazarlar F. Scott Fitzge-

5

rald, Gertrude Stein, Ezra Pound ve İrlandalı James Joyce ile tanışmıştır. Yazarlık anlamında bu isimlerce cesaretlendirilen Hemingway’ın yolu 1922’de İstanbul’a düşmüş ve çalıştığı gazete onu savaş muhabiri olarak görevlendirmiştir. Ülkemizde bir ay kadar kalan yazar İzmir, İstanbul, Mudanya, Edirne ve Lozan ile ilgili haberler yapmıştır. Yazdığı gazete yazılarında en bilinen satırlarından biri de şudur: “Mustafa Kemal’in kimselerin unutamayacağı, İsmet Paşa’nın da kimselerin hatırlayamayacağı bir yüzü var.” Eşinin hamileliği dolayısıyla döndükleri Paris’te yazarlıkta üretken bir döneme girmiş ve eserlerinde savaşı işlemiştir. Kısa öykü ustası olarak anılmaya başlayan yazar yaşadığı yerlerden ve olaylardan eserlerine zeminler yaratmış ve eserlerinde bunları malzeme haline getirmekten kaçınmamıştır. İkinci Dünya Savaşı’nda yine savaş muhabirliği yapan Hemingway, iki savaş arasında o zamanki eşiyle yaptığı Afrika safarisi sonrası kendisine bir tekne almış ve “Yaşlı Adam ve Deniz” eseri için alt yapı bu yaşanmışlıklara dokunmuştur. Hemingway denince “Çanlar Kimin için Çalıyor” kitabının başarısından ve 1941 de aday gösterildiği Pulitzer Ödülünden bahsetmeden olmaz. Ama ona asıl ünü getiren “ Yaşlı Adam ve Deniz” kitabıyla 1954’de kazandığı Nobel ödülüdür. Yazarın hayatında iki savaş görmesi onun hayata bakış açısını ve dolayısıyla eserlerini daha karamsar bir hale soktuğu söylenir. Yazar geçirdiği uçak kazasından sonra alkol sorunları yaşamış ve sağlığı kötüye gitmeye başlamıştır. Anılarını yazmaya başlaması, melankolisini arttırmış ve hayatının son zamanlarına hâkim olan olumsuz ruh hali onu intihara sürüklemiştir. Yazarın kaleme aldığı eserler şunlardır: Yaşlı Adam ve Deniz, Çanlar Kimin İçin Çalıyor, Afrika’nın Yeşil Tepeleri, Irmaktan Öteye Ağaçların İçine, Kadınsız Erkekler, Akıntı Adaları, Tehlikeli Yaz, Silahlara Veda, Güneş de Doğar, Kilimanjaro’nun Karları, Kazanana Ödül Yok, Ya Hep Ya Hiç, Paris Bir Şenliktir, Yazma Üzerine, Öğleden Sonra Ölüm, Varlık Yokluk, Askerin Dönüşü, Beyaz Filden Tepeler.

Kitaba Yolculuk

Roman, yaşlı bir balıkçının denizde ve karada beş gününü konu alıyor. Santiago isimli balıkçı yaşadığı yer de, denizdeki talihsizliği ile ünlü, geçim sıkıntısı çeken ve


tek başına yaşayan bir ihtiyardır. Talihsizliği onu seksen dört gündür aç bırakmakta ve maalesef tek bir balık bile avlayamamaktadır. Onun hayattaki tek destekçisi, eskiden yardımcısı olan bir çocuktur ve o da ailesinin baskısı üzerinde bu bahtsız ve ihtiyar balıkçı yerine balık hasılatı daha iyi olan teknelerde çalışmak zorunda kalıp balıkçıyı yalnız bırakmıştır. Bu duruma her gün üzülen ve her av dönüşü soluğu Santiago’nun yanında alan çocuk onun insanlarla en güçlü bağıdır. Balıkçı geçim sıkıntısından da bu talihsizliğinden de çok sıkılmıştır ve bir gün denizde daha uzaklara açılmayı ve talihini kovalamayı kafasına koyar. Ama bu ona biraz pahalıya patlar.

Sürpriz bozan zamanı…

Kitapta asıl anlatılan, ihtiyar balıkçının denizdeki macerasının çileye dönüşme hikâyesidir. Santiago’nun oltasına oldukça iri bir kılıç balığı takılır ve onu Golf Stream akıntısı boyunca sürüklemeye başlar. Bu sürüklenme günler sürer. Balıkçı bir yandan balığa ayak uydurmak zorunda; diğer yandan yaşam savaşı vermektedir. Balığın takıldığı misinasını omzuna sabitler ve balığı avlayacağı doğru ana odaklanmaya çalışır… Bu onun gibi yaşlı bir adam için hiç ama hiç kolay değildir. Gücü tükenene, nefesi kesilene dek kovalamaca sürer. Sonunda dev balığı alt etmeyi başarır, onu kayığına bağlar. Üstüne dönüş yolunda köpek balıklarıyla cebelleşir ve hepsinin hakkından gelir. Başarı hikâyesi gibi görünen bu çileli serüven, balıkçının evine dönmesiyle biter. Teknede sadece balığın koca kılçığı asılı kalmış, köpekbalıkları balıkçıya satabileceği ve ya yiyebileceği hiçbir şey bırakmamıştır. Açık denizde çektikleri sonucunda edindiği bir mükâfat yoktur ve eski sefil hayatına geri döner.

Romanda Realizmin İzini Sürerken

Ona tek üzülen, hikâyede adı olmayan ve ihtiyarın hayatını dolduran o çocuktur. Açık denizde, büyük balığın peşi sıra günlerce yol yaparken kendi kendine konuşmalarında yanında hep o çocuğu hayal etmiştir. Onun arkadaşlığını aramış ve bu süreçte yanında olmasını sık sık dilemiştir. Romanı ödüle boğan ve yazarı enlere taşıyan da bu hikâyecilik tekniğidir aslında. İhtiyar balıkçının kendi kendine konuşmaları olmasa onun nelerle boğuştuğunu ve ne acılardan geçtiğini bilemeyecektik. Misina omzuna ağırlık yaparken de ellerini keserken de hep acının konuşturulması söz konusudur. Bu yüzden hikâyenin içine, yaşlı balıkçının teknesine dek uzanabiliyor, verdiği nefesi duyup yediği çiğ balığın tadını onunla birlikte alabiliyoruz. İşte

realizm akımı da tam olarak budur. Konusunu toplumsal sınıflar ve temalardan alır ve günlük yaşamı ön yargısız ve bilimsel tutumla inceler. Nesnel gözlemler yapar; romantik ve klasik akımlarda bariz ortaya çıkan okuyucuyu yönlendirme ve yapaylıkla kuşatma gibi eylemlerden alabildiğine uzaktır. Zaten Realizm bu iki akıma bir başkaldırı olarak ortaya çıkmış ve 19. yy da kimi yazarları etkisi altına almıştır. Realizmin Amerikalı savunucuları Theodore Dreiser, Ernest Hemingway, John Steinbeck, Jack London Mark Twain olarak da sıralanabilir. Hemingway’in bu kitabında karşımıza çıkan yoğun çile sarmalı, kimilerine göre dinsel yüklemeleri akla getirmiştir. Hatta kayığından inip ağını sırtlaması ve avuçları açık şekilde kendini yatağa bırakması; Hz İsa’nın çarmıhı sırtında taşıması ve avuçlarının açık duruşuyla bağlantı kurulmasına sebep olmuştur. Dini göndermeleri doğrulayan bir kaynak olmamasının yanında Realizmin çemberinden geçen yazarın gerçekçi davranıp denizi, balıkçılığı ve bunların getirdiği zorlukları kendi hayatından referans alarak romana işlemesi fikri daha akla yatkındır. Zaten Hemingway’ın bu konuya ilişkin sözleri aynen şu şekildedir: “Kitapta sembolizme ilişkin hiçbir şey yok. Deniz bildiğimiz deniz, yaşlı adam da yaşlı adam. Kitaptaki köpekbalıkları, denizdekilerden daha iyi veya daha kötü değiller. İnsanların kitapta buldukları sembolizm örnekleriyse zırvadan ibaret.” Yazarın hayatına bakıldığında göçler yaşaması, tüm dünyayı etkileyen iki savaşın, orduda olsun basında olsun, bir fiil içinde yer alması; eskittiği sayısız evlilikler; geçirdiği kazalar kısacık hayat döngüsünde az şey değildir. Yani yazar bu kadar acının ve çatışmanın içinde 20. yy dünyasında gerçekçi olmanın dışında pek bir seçeneği yoktur. Dünya değişiyor, makineler yükseliyor, bilimsellik artıyor ve insanlar artık romantizm ve ya klasisizm istemiyorlardı. Gerçekler, savaşlar, değişimlerle insanların gözünün önünde bambaşka bir çağ açılıyordu. Hemingway bu kadar gerçeğin ve değişimin her zaman içindeydi ama nihayetinde o da bir âdemoğluydu. Onu bu eseri verdikten sadece 9 sene sonra intihara sürükleyen nedenlere uzaktan baktığımızda, insan olmanın ve gerçeklerle yaşamanın zehrini apaçık görebiliyoruz. Ama yazarın bu kitabında yazdığı iki cümleyi, bizim gibi savaş görmeyen ve ya göçler içinde kendini arama zahmetine girmemiş nesil için ders niteliğinde başucumuza iliştirebiliriz: “İnsan yenilmek için yaratılmadı. Âdemoğlu mahvolur ama yenilmez.”

6


POST MODERN EDEBİYATIN SERSERİ ÇOCUKLARI

Belirgin olarak 1950’li yıllarda bir grup yazar tarafından doğaçlama bir şekilde ortaya çıkan bir akım Beat akımı. Sınırları yok sayan, her türlü kanun, gelenek ve toplumsal normu reddetmekten de öte bunları tanımayan ve yokmuşçasına hayatlarını sürdüren bu gençler kendi yaşam tarzlarını kalemlerine yansıtarak yepyeni bir akımın öncülüğünü üstlenmiştir. Sadece Amerikan değerlerini değil, dönemin lüks yaşamını, şatafatını ve sanatçıların kendini toplumdan üstün gördüğü yaklaşım tarzını da yerin dibine sokmuşlardır. Amerika’nın yükselen ekonomik gücünün toplumda pembe bir rüya hali yarattığını ve tüm bu maddi zenginliğin mutluluğu satın almaya yetmeyeceğini savunmuşlardır. Düzensizliği düzen eden bu yazar ve şair topluluğun esin kaynağı arasında Jack London’ı görmekteyiz. Amerika’nın yakın tarihinde yaşanan toplumsal ve ekonomik buhranlar sonucu toplumun bir kısmının ezilerek yaşamlarını sürdürme çabaları, ilerleyen süreçte bu gençlere ilham veya nefret kaynağı olacaktı. Kuşağın öncü üç ismi bulunmakta; akıma Beat ismini veren Jack Kerouac’ın yol macerası da akımın öncü eseri olarak kabul edilebilir. Beat akımında öne çıkan unsurlardan biri de yoldur, Kerouac Yolda (On the Road, 1957) kitabında Amerika’nın bir yakasından diğer yakasına

7

doğru yol alırken “yolda olmak”, “ilerlemek”, gibi terimlerin fiziksel olarak sürdürülmesinden çok içsel bir yolculuk olarak tanımlamakta ve okuyucuya yansıtmaktadır. Burada değinilmesi gereken bir diğer nokta da “içsel yolculuğu” içinde barındıran Zen felsefesidir; “anlam arayışın kendisidir”. Kısaca yolda olmak bir şeyi bulmaya yönelik değildir, yolda olmak aramanın ta kendisidir diyebiliriz. Akımın öncü isimlerinin hemen hemen hepsi kitapta bir karakter olarak karşımıza çıkmaktadır. Orijinal rulo olarak yayınlanan kitabın güncel baskısı Ayrıntı Yayınları tarafından Türkiye’de de basılmıştır. Aynı zamanda kitapla aynı adı taşıyan 2012 yapımı Walter Salles yönetmenliğinde çekilen birde filmi bulunmaktadır. Bu akımın oluşturdukları kendi değerlerin, yaşam tarzlarını ve dünyaya bakış açısını bu kitapta gözlemleyebiliyoruz. Akımın bir diğer öncüsü Allen Ginsberg olarak karşımıza çıkmaktadır. Walt Whitman şiirleriyle tanışmasının ardından şiire yönelen sanatçının en önemli eseri Uluma (Howl, 1956) olarak değerlendirilmekle beraber Beat Kuşağının manifestosu olarak kabul görmektedir. Üniversite yıllarında Jack Kerouac, William S. Burrougs ve Neal Cassady ile tanışmasıyla akımın içine katılmış ve günümüzde bakıldığında öncüleri arasına girmiştir.


Kuşağın en ilginç temsilcisi ise William S. Burrougs olarak karşımıza çıkmaktadır. Oldukça rahat şartlarda büyüyün Burrougs Çıplak Şölen (Naked Lunch, 1959) kitabıyla hem edebiyat dünyasına kült bir eser kazandırmış hem de yakın dostu Kerouac ve Ginsberg’le birlikte bu akımın öncülüğünü yapmıştır. Arka sokak hikayelerini kendi tecrübeleriyle harmanlayan yazar kitaplarında genelde uyuşturucu deneyimlerini kitaplarına yansıtmıştır. Enteresan hikayeleri yanı sıra kafa karıştırıcı kolaj tekniği sebebiyle akımın en renkli ve en tuhaf yazarıdır. Naked Lunch eseri yine 1991 yılında David Cronenberg yönetmenliğinde beyaz perdeye uyarlanmıştır. Sanat dünyasında her ne kadar ses getiren bir akım olmasa da Beat akımı çok geniş kitlelere hitap etmiş, bir çok insanı yolda olma felsefesiyle harekete geçirmiştir. Dönemin Hippi olarak nitelendirilen alt kültür kesimi de bu jenerasyona dahil olarak çeşitli organizasyonlarda rol almıştır. Bu organizasyonların başında kuşkusuz tarihi Woodstock Festivali gelmektedir. 15-18 Ağustos 1969 yılında New York’ta bir mandıra alanında gerçekleşen bu akıl almaz festivale Amerika’nın her köşesinden yaklaşık 450.000 genç katılmıştır. Festivalde Jimi Hendrix, the Who, Janis Joplin, Crosby, Stills, Nash & Young, Richie Havens, Jefferson Airplane, Joan Baez gibi sanatçılar ve gruplar performanslarını sergilemişlerdir. Woodstock Festivali 1960’ların bunalan gençliğinin bir araya gelmesinin sembolü olmuştur ve incelendiğinde Beat akımın yaşam tarzı ve dünyaya bakış açısının yansıması olarak değerlendirebiliyoruz. Beat akımı her ne kadar edebiyat alanında ortaya koyulmuş eserlere ev sahipliği yazsa da etkileri hem o yıllarda hem de ilerleyen yıllarda diğer sanat alanlarında da hissedilmiştir. Bob Dylan, Jim Morrison, Hunter S. Thompson olmak üzere pek çok şair, yazar, oyuncu ve müzisyen üzerinde büyük etki bıramış; hatta Dylan yıllar sonra Yolda kitabı için “Herkes gibi benim de hayatımı değiştirmişti.” Demiştir. Tom Waits de, Jack ve Neal’i bir şarkısında

anar ve Beatlerden “atalar” diye bahsetmektedir. Tanınmış fotoğrafçı Robert Frank ve Stephen Shore da 1970’lerde Kerouac’ın kitabını rehber alarak, Amerikan yol gezileri yapmışlardır. Hunter S. Thompson’ın yol romanı Fear and Loathing in Las Vegas gibi, Easy Rider, Paris, Texas ve hatta Thelma ve Louise gibi filmleri de, Kerouac’ın romanı olmadan düşünmek çok zordur. Pink Floyd, Beatles, The Rolling Stones gibi gruplarında yaptığı deneysel çalışmalarında Beat akımının muhalif ve düzen yıkıcı yansımalarını çok net görebiliyoruz. Türkiye’nin Beat akımı ile tanışması ise ne yazık ki yıllar sonra gerçekleşmiştir. 1990’lı yıllarda başta 6:45, Sel ve Ayrıntı yayınları tarafından akımın önde gelen kült eserleri ülkemizde yayınlansa da maalesef talep görmemiş ve sahaflarda veya depolarda tozlanmaya mahkum edilmiştir. Fakat bu çaba internet kullanımının ihtiyaç haline geldiği ve bilgiye ulaşmanın kolaylaştığı 2010 yıllarında karşılıksız kalmamış yayınevlerinin, yazarların ve çevirmenlerin desteğiyle Türkiye’de tanınmaya başlanmıştır. 2013 yılında Ankara Kızılay’da bir barın bodrum katında Neo Beat terimi telaffuz edilmiş ve kısa bir dönem Beat akımı yansımaları çerçevesinde bir takım organizasyonlar gerçekleştirilmiştir. Ülkemizde bu alanda bir çok kaynak yayınlanmıştır fakat bu konuda şüphesiz en zengin kaynak Şenol Erdoğan’ın hazırlamış olduğu, Altıkırkbeş ve Sel Yayıncılık tarafından 2011 yılında ortak yayınlanan Beat Kuşağı Antolojisi’dir. Bu antolojide geçen başlıca Beat yazar ve şairleri ise şu şekildedir; Neal Cassady, Lawrence Ferlinghetti, Peter Orlovsky, Gregory Corso, Richard Brautigan, Gary Snyder, Kenneth Rexroth, John Clellon Holmes, Anne Waldman, Diane di Prima, Michael McClure, Lew Welch, Tuli Kupferberg, Ed Sanders, Lucien Carr, Joanne Kyger, Amiri Baraka, Ted Joans, Carolyn Cassady, Charles Olson, Philip Whalen, Edie Parker, Herbert Huncke, Jean-François Duval, Joyce Johnson, Alfred Leslie, Carl Solomon, George Whitman, Harold Chapman, Jack Hirschman.

8


ABİM SADIK

n

ma Onur Ya

Ne kadar basitmiş değil mi Sadık abi? Soba dumanlarının sararttığı Köhne binaların kuytusunda Evveliyatsız ve edepsiz bir öpüş gibi, Göle salınan kağıttan gemiler gibi, Kolay vazgeçiyor insan insandan. Sonra Sadık abim, Dağlar ardı oluveriyor üzerimizdeki kasvet. Dışarıda azgın bir sağanak tutturmuş, İri yarı bekçiler bir çingene çocuğunu kovalamakta.

şiir

Sabah bülteninde kulağıma çalındı Bir baba işten eve dönmüş, Bebesi yerde öylece kalmış, ölmüş. Sebebi siyanürmüş. Anadolu feryat figanmış şimdilerde. Büsbütün enkaza sürülüyormuş kadınlar, çocuklar... Bir enkazın ortasından bu yankılar. Aralık’ın ortasından bağırıyorum size! Bu bağırış ki; sevdasına mağlup, halkına mahcup, Çingene çocuklarına şekerler borçlu...

illustrasyon: sercan özlü

Ehemmiyetsiz şakaklarımız üzerinde Toroslarda hazin akşamüzerlerine çalan gözlerimizle Sırtlıyoruz inancın heybesini. Terli avcumuzla gözümüzü ovuştururken Demirden hallice bir maddeyi kesiyor gibi Gıcırdıyor dişlerimiz. İki adımda cüretkar oluyoruz Henüz iki adımda saçılıyor heybedekiler. Çenemiz dizimizle tam elli senelik ahbap, Ayağımız elbet çıplak. Kasımda bir kavak yaprağı gibi titrek bedenimiz. Tanıdık bir sesle son buluyor Tüm bu inanç fıkrası. Çabuk kanıyormuşum bu sevda yalanlarına, Pamuktan da daha akmış kalbim. Üstelik Üstelik tam elli senelik çektiği varmış O gidenler hiç dönmemiş geri. Böyle diyor Sadık abim. Sadık abim yalan söylemez. 70’lerin en fiyakalı eskicisi çünkü o.

9


AYRIM NOKTASI

kimseden alamazsın. Hiç kimseyi siyahı sevdiği, hiç kimseyi pembe giydiği, hiç kimseyi ama hiç kimseyi senin ideana inanmadığı için cezalandırmaya çalışamazsın. Unutma ki dünya bir düşünceden, bir tanrıdan, bir liderden ibaret değildir. İnanılan binlerce farklı tanrı, desteklenen milyarlarca farklı düşünce ve uğruna esas duruşa geçilen milyonlarca lider vardır. Seninkinin saçı sarıdır, onunkinin file benzer görüntüsü vardır. Bir ötekinde ise mutlak huzurun yolu köfteli makarna yemekten geçmektedir. Hepimiz bir ağacın farklı noktalarından geçiyoruz. Kimimiz yaprak olur, nefes aldırır. Kimimiz kabuk olur ve korur. Kimimiz daha ileri gider, meyve olur. Farklılıklarımızdan ziyade bizi bir eden noktalara odaklanmalıyız. Biz bir ağacın farklı parçalarıyız, aynı kökten enerji alırız. Bizi yaşatacak olan farklılıklarımızın her birimize kattıklarıdır. Denklem çok basit; yaşa ve yaşat…

ar

arl Adem P

deneme

Asalak mutluluğunun denklemi basittir; bilme, öğrendiklerinle kal, geliştirme ve asla fikrini değiştirme… Bilginin doğruluğu kanıtlanamaz, kanıtlansa da aktarılamaz. Öğle vaktinde güneşe çıkarsan, güneş ışınları yakıcıdır dersin, fakat akşamüstü çıkarsan bu bilgiyi yalanlarsın. Aradaki farkı ortaya çıkarabilmek için ise aklının sana verdiği sınıra dayanırsın, kavramlar… Kavramlar her an için karmaşıklaşabilir. Kargaşaya bile sürükleyebilir. Birini kırmadan asla uyaramazsın. Birine hata yaptığını asla kabul ettiremezsin. Bırak birilerini, kendini eleştirirken bile az da olsa cezanı yumuşatırsın. “Ben buyum, kabul eden böyle etsin.” diye eser gürler, kendini bile eleştirmezsin belki de… Bütün bunların ötesinde, kendini başkalarıyla kıyaslar ve bu şekilde bile mutlu olabilirsin. Bunlar insanın kendi tercihlerine kalmış davranışlardır, ama… Yapmaman gereken, hatta umarım, bir gün yasalarla desteklenerek yasaklanacak şeyler vardır. Her şeyden önce saygı… Altında, üstünde veya yanında olan her kim olursa olsun; hangi dine, hangi ideolojiye, hangi ırka mensup olursa olsun, düşüncelerini ifade edebilme hürriyetini

Sevcan Gülsoy Çizim&Manifesto

Yunanca’da “Korkunç Kertenkele” anlamına gelen dinazorların nesli tükense de hayal gücümüzü kışkırtmaya, fosillerinin varlığı ile bastığımız toprağın, yukarılara baktıran göğün sınırsızlığının hoyratça tüketicisi insanlığın “SON” a baş döndürücü bir şekilde gidişinin andırıcısı uyarıcısı olarak dev cüssesinin kemikleriyle ruhlarımızda. Doğada, aslında ölüme terk edilmiş doğanın içinde kemikleriyle bir başına dolaşan, sürünen küçük kertenkeleye dönüşen insanın suretidir

10


AMERİKAN EDEBİYATININ TA Britanya İmparatorluğu ve “On Üç Koloni” arasında gerçekleşen Amerikan Bağımsızlık Savaşı (1775-1783) modern kurtuluş savaşlarının ilk örneği olarak sayılabilir. 4 Temmuz 1776’da yayınlanan “Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi” genel hatlarıyla incelendiğinde; dönemin iki aydınının etkisi altında kalınarak yazıldığı; eşitlikten yana olduğu beyan edilen bir sözleşmedir. Bu iki aydından biri olan John Locke’un “Two Treaties of Government” kitabında geçen; “devletin en yüce görevi, her insanın hakkı olan yaşam, özgürlük ve mülkiyeti korumaktır” maddeleri, birebir olarak Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’nde de geçmektedir. Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’ni yazanların etkilendiği bir diğer isim ise Jean-Jacques Rousseau’dur. Bildirgenin ikinci paragrafı; neredeyse Rousseau’nun “Toplum Sözleşmesi” tezinin birebir kopyalanmış halidir. İngilizlerin ekonomik yaptırımları ve ağır vergilerinden bunalan Amerikalı Koloniler, Amerikan Bağımsızlık Savaşı’nı başlatmış ve Fransa’nın da desteğiyle savaştan galip çıkmışlardır. Savaşın daha ilk yılında yayınladıkları bildirgenin Amerika’da ortaya çıkmasının birkaç temel sebebi vardır. Coğrafi konum olarak İngiltere’den uzak olması en temel sebep olarak sayılabilir. Bu sayede İngilizler, Amerikan kolonileri üzerinde rejimsel ve dini bir baskı kuramamışlardır. Bir diğer sebep ise Amerika’nın yüzölçümü Avrupa’ya göre çok daha büyük olduğundan, toprak sıkıntısı çekmeyen insanlar ekonomik olarak sıkıntıya düşmemiş, zenginlik anlamında, halk arasında bir uçurum oluşmamış, daha eşitlikçi bir çiftçi toplumu hali oluşmuştu. Bu sebeple, “eşitlikçi” bir bildirge halk arasında çok daha çabuk kabul görmüştü. Bir diğer sebep ise Amerika’daki ilk yerleşimciler; kendi ülkelerinin, dini, siyasi, ekonomik baskılarından kaçmış olan “özgürlükçü” insan topluluklarından oluşmaktaydı ve bu sayede bildirge, toplum tabanında çok daha hızlı yayılma fırsatı bulmuştu.

şı) sırasında en etkili kitle iletişim araçlarından biri “broşürlerdi.” Devrim esnasında binlerce farklı broşür basılmış ve satılmış olup, bunların genelini devrim ile ilgili ateşli, halkı motive eden yazılar oluşturmaktaydı. Thomas Paine’in Common Sense (Sağduyu) adlı broşürü yüz binden fazla satarak insanları etkilemeyi başarmıştır. Benjamin Franklin’in önerisi üzerine Amerika’ya gelen Paine, kölelik ve İngiliz sömürgeciliğine karşı yazdığı yazılar sayesinde devrimin fitilini tutuşturanlar arasında sayılabilir. Paine, devrimden sonra yazdığı kitaplarla daha da ün kazanmış; 1791-92’de yazdığı The Rights of Human (İnsan Hakları) ile bugün kullanılan birçok anayasanın temel maddelerini oluşturmuştur. Thomas Paine, dinlere karşı yaptığı eleştirilerden dolayı çok tepki görmüş olsa da, doğru bildiğini söylemekten çekinmeyerek Tevrat, İncil, Eski Ahit gibi kitapları şu sözlerle eleştirmiştir: “Müstehcen hikayelerle, gaddarlıklarla, intikamcılıklarla dolu sayfalarını okuduğumuzda, bu kitapların Tanrı sözleri olmaktan çok, şeytan sözleri olduğunu söylemenin daha uygun olduğunu anlarız. Bu kitapları Tanrı kitapları olarak benimsemeyi Yaradan’a karşı saygısızlık sayarım.”

Benjamin Franklin, fakir bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiş, kendi eğitimini kendisi tamamlanmıştır. Gençken birçok yabancı dil öğrenmiş ve okumayı alışkanlık haline getirmişti. John Locke gibi birçok aydınlanma yazarını iyi okumuş, onlardan öğrendiklerini kendi fikirleriyle sentezlemiştir. 1732’de yayınlanmaya başlayan Poor Richard’s Almanac, (Fakir Richard’ın Almanağı) koloni bölgelerinin tamamında tutulmuş ve Franklin’i ünlü ve zengin bir adam haline getirmiştir. Bu zenginlik ve ün Franklin’i hiçbir değişime uğratmamış, aksine daha çalışkan ve alçakgönüllü olmasını sağlamıştır. 1787’de A.B.D Anayasası’nın taslağının oluşturulmasında önemli rol oynayan Benjamin Franklin, ilerleyen yıllarda kölelik karşıtı bir derneğin başkanlığını da yapmıştır. Amerikan Devrimi (Amerikan Bağımsızlık Sava-

11

A l ma nya’ da başlayan Romantizm akımı, hızla İngiltere ve Fransa’yı da sarmış Amerika’ya ise 1820’li yıllarda ulaşmıştır. Romantikler doğanın ruhsal ve estetik boyutundan ilham alarak, birey ve toplum için “ifadeci sanatın” önemini vurgulamışlardır.Ralph Waldo Emerson, Henry David Thoreau, Walt Whitman, James

çizim: zuhal emirosmanoğlu

Avrupa’dan Amerika’ya Benjamin Franklin ve Thomas Pa- Sıçrayan Akım: Romantizm ine’in Etkileri


ARİHSEL SÜREÇTEKİ EVRİMİ Russell Lowell ve Emily Dickinson; Romantizm akımının Amerika’daki en önemli temsilcileri arasında sayılabilir. Ralph Waldo Emerson; kendisinden sonra gelen birçok edebiyatçıyı etkisi altında bırakmış, döneminin kuşkusuz en etkili isimlerinden biridir. Dine karşı yaptığı eleştiriler yüzünden mezunu olduğu Harvard İlahiyat Fakültesi’nde otuz yılı aşkın süre istenmeyen adam ilan edilmiştir. Emerson; “iyi bir papaz olmak için kiliseyi bırakmak gerekir,” der ve ekler; “adeta Tanrı ölmüş gibi davranıyorlar.”

Bir Tuhaf Adam: Edgar Allen Poe Edgar Allen Poe’yu anlatırken birden fazla tanımdan bahsetmekten zorundasınızdır. Onu sadece şair ya da yazar olarak tanımlayamazsınız. Şair ve yazarlığın dışında çağının en büyük edebiyat eleştirmeni de olmuştur. Editörlük ve yayımcılık işleriyle de uğraşan Poe, kendi dergisini yayınlayamadan hayata veda etmiştir. Edgar Allen Poe, küçük yaşta yetim kalmasının ardından, bir aile tarafından –gayri resmi- evlatlık olarak alınmıştır. Aile yaşantısındaki sarsıntılar Poe’nun eserlerinde sıkça rastlanan izlerdendir. Amerikan Edebiyatı’nda romantizm akımının önemli temsilcilerinden biri olmasının yanı sıra “kısa öykü” türünün ilk örneklerini verenler arasındadır. Gizem türündeki edebi eserlere yön vermiş olan sanatçı, polisiye türünün mucidi olarak kabul edilmektedir. Kırk yaşında hayata veda eden Poe, Amerikan Edebiyatı’nın temel taşlarından biri olarak ismini tarihe geçirmeyi başarmıştır. Bugün gizem türündeki seçkin edebiyat ürünlerine yıllık olarak Edgar Ödülü verilmektedir.

Amerikan İç Savaşı’ndan Dünya Savaşına Kadar

Amerikan İç Savaşı(1861-1865) coğrafi olarak bakıldığında, ülkenin kuzeyi ile güneyi arasındaki bir savaştır denilebilir. Kuzey eyaletleri genelde sanayi ile uğraşırken güneyde büyük çiftlikler ve tarımsal ekonomi hüküm sürmekteydi. Ülkenin kuzeyinde sanayide serbest ekonomiyi ve iş gücünü canlandırmak adına kölelik yasaklanmıştı. Abraham Lincoln’ın başkan seçilmesiyle güney eyaletlerinde sesler yükselmeye başlamış, Lincoln’ın köleliği kaldıracağını açıklamasıyla beraber iç savaş patlak vermiştir. Savaş kuzeyin galibiyetiyle sonuçlanıp, kölelik ülke genelinde yasaklanmış, ABD bölünme tehlikesini atlatmıştır. Bu savaş; siyasi, toplumsal ve ekonomik sonuçlarıyla o dönemin edebiyatçılarını derinden etkilemiş ve dönemin eserlerine fazlasıyla yansımıştır. Mark Twain takma adıyla eserler veren Samuel Clemens’in Amerikan Edebiyatı’ndaki anıtsal yerini en iyi ifade eden cümlelerden birini Ernest Hemingway söylemiştir: “Amerikan Edebiyatının tamamı bir büyük kitaptan, Twain’in Adventures of Huckleberry Finn (Huckleberry Finn’in Maceraları)’den gelmektedir.”

İki Dünya Savaşı Arasında Birinci ve İkinci Dünya Savaşı arasında geçen sürede Amerikan yazarlar savaşın yıkımından fazlasıyla etkilenmişler ve bu yönde eserler vermeye başlamışlardır. Savaşın yıkıcılığını anlatan en iyi eserlerden biri Hemingway’in Silahlara Veda’sıdır. Savaşlardan bağımsız olarak da Amerikan Edebiyatının en verimli dönemlerinden biri olan bu süreç, içerisinde birçok dev yazarı ve önemli eseri barındırmaktadır. Bu dönemi şiir türünde inceleyecek olursak; Ezra Pound, T.S Eliot, Robert Frost, E.E Cumings gibi dev şairlerden bahsetmek mümkün. Dönem şiirde olduğu kadar düz yazıda da Amerikan Edebiyatına yön veren isimleri barındırmaktadır. F. Scott Fitzgerald, Ernest Hemingway, William Faulkner, Sinclair Lewis ve John Steinbeck’i sayabiliriz.

İkinci Dünya Savaşı Sonrası

İkinci Dünya Savaşı’ndan 60’lara kadar olan süreden bahsedecek olursak şiir alanında önemli eserler verenler arasında; Robert Lowell, Sylvia Plath, Anne Sexton ve Elizabeth Bishop’u saymak gerekir. Düz yazı alanında ise; John O’Hara, James Baldwin, Vladimir Nabokov, Jack Kerouac ve J.D Salinger’in isimlerini anmadan geçemeyiz. Amerikan Edebiyatı’nın ürünleri de her toplumun edebi ürünleri gibi içinde bulunduğu zamanın koşullarından etkilenmiş ve döneminin şartlarına göre evrilerek günümüze kadar gelmiştir.

12


inceleme

AMERİKA BAĞIMSIZ SİNEMASI VE BAŞARILI luş u t r u K n Ahse BİR ANLATISI Before (Sunrise/Sunset/Midnight)

13

Sinema hareketi, aslen Fransız olan Lumiere Kardeşlerin 1895’te paydos saatinde fabrikadan çıkan insanları görüntüye alması ile başlamıştı. Fransa’nın yanında İngiltere, Almanya, İtalya, Rusya ve Amerika gibi ülkeler de, hayal gücünü görsele dönüştüren sinemaya, tam ifadesiyle ise “sinematografiye” kayıtsız kalamamıştı. Akabinde, onun sanat boyutundan ziyade endüstri boyutu ülkeler arasında rekabete yol açmıştı. Bu rekabetten galip gelen ise Amerika olmuştu. Amerika’nın zaferi, süreç içinde sinema endüstrisinin kalbi olan Hollywood’da devasa stüdyoların kurulması ve devamında Hollywood’un bir film fabrikası haline gelmesiyle taçlanmıştı. Amerika, her ne kadar başlangıçta Charlie Chaplin gibi bir usta yeteneğe sahip olması nedeniyle, sinemanın sanat boyutuna eğilimli gibi görünse de; tröst T. Edison’un sinemayı tekeline alması ve yönetmenli-

ğe soyunması sonucunda, sinemanın sanat ile olan bağının son bulduğu söylenebilir. Böylece, ‘sinemanın hayal gücünü görsellik aracılığıyla paylaşabilme, ona sanat formu kazandıracak olan olay örgüleri ve en önemlisi görüntü ile insanları düşünmeye davet etme gücünün yitirildiği’ çıkarımı yapılabilir. Charlie Chaplin’in şu ifadeleri yapılan çıkarımı destekler niteliktedir: “Ben Charlie Chaplin, Hollywood’un can çekişmekte olduğunu ilan ederim. Artık Hollywood’un bir sanat olan ve olması gereken sinemayla hiçbir ilişkisi kalmamıştır. Hollywood’da yapılan tek iş kilometrelerce ve kilometrelerce film harcamaktır ve burada <yalnız ve yalnız> para babalarının sözü geçer. Hayır, sakın bir devrimci ya da Bostonlu bir gazetecinin yazdığı gibi sabotajcı olduğumu sanmayın. Anlaşılan büyük bir suç işledim: Vatan sevgimin ya da dünya görüşümün sınır tanımadığını söyledim. Sınır tanımamam politika için olduğu kadar, sinema için de geçerlidir.” İşte, Amerikan Bağımsız Sineması’nın doğuşu, bir tesadüfün sonucu değildi. T. Edison’un sinemayı tekeline almasına ve sinemanın salt bir işe dönüşmesine tepki olarak doğmuştu, bağımsız sinema. 1919’da bağımsız sinemaya öncülük edenler arasında Charlie Chaplin, D.W. Griffith, Marry Pickford gibi isimler yer almaktaydı. Amerikan Bağımsız Sinemasına içerik kazandıran John Cassavetes; Pi ve Black Swan filmleriyle tanınan Darren Aronofsky; Pulp Fiction, Resarvoir Dogs, Inglourious Basterds ve daha nice filme imza atan Quentin Tarantino gibi isimler ise bağımsız sinemanın yakın geçmişteki ve günümüzdeki temsilcilerindendir. “Peki, Amerikan Bağımsız Sineması’nı özel kılan ve Hollywood tarzı filmden ayrı kılan yanları nelerdir?” diye merak edilecek olunursa, bu soruyu bağımsız sinemanın başarılı örnekleri arasından bir tanesiyle cevaplamak açıklayıcı olabilir. Bu noktada, Amerikan Bağımsız Sineması’nın yakın geçmişteki ve günümüzdeki temsilcilerinden bir diğeri olan Richard Stuart Linklater’ın Before serisinin, bağımsız sinemanın betimlemesine uygun düşen başarılı bir örnek olduğunu düşünüyorum.


SIKIŞIK Bir kuyu, İçi benim doğrularıma uzak. Bir açmaz,

agöz l A a s i l Me

Ruhumda bir delik. Kordon’daki falcı çingeneleri, Arıyor kulaklarım; “Rosalindaaa fal bakayım bea.” Plastik bir vazo gibi davranıyor bu kent bana, Manamdan uzak, Yapma çiçeklerini vazoya koyma niyetinde herkes. Dar boğazlarda sıkışıp kalmak; Bu toplumun farkında olanına, Kitap nedir bilmezlerin eleştirisi. Doğru bildiği yanlışlar, Ait olmak; Gönülden ve fikirden olur Sıkışıp kalmak gündüz vakti Paslı beyinlerin içinde nesillerce.

şiir

İlk olarak, R.S. Linklater’ın Before ile pek çok bağımsız yönetmenin yaptığı gibi, gündelik hayat hikâyesini ve bireylerin iç dünyasını konu aldığı söylenebilir. Böyle olmasına karşın, onun ortaya koyduğu ürünü başarılı ve özgün kılan, Celine (Julie Delpy) ve Jesse’nin (Ethan Hawke) hikâyesini, aynı oyuncular ile “dokuz” yıl arayla ve üç farklı zaman diliminde seyirciyle ustalıkla buluşturmasıdır. Filmin ilk serisi olan Before Sunset’te seyirci, Celine ve Jesse’nin tren yolculuğu esnasında tanışıp gün doğumuna kadar Viyana sokaklarındaki gezintilerine tanıklık ediyor. Şehrin göz alıcı sokakları, seyirciye adeta görsel bir şölen yaşatırken Celine ve Jesse’nin felsefe, edebiyat, aşk gibi konular üzerine geçekleştirdikleri diyalog ise ‘dinlemekten keyif aldığımız ve bitmesini istemediğimiz’ bir şekilde büyüleyici… Tadı damakta kalan hikâyeyi, ilerleyen zamanın vermiş olduğu olgunluğu tüm çıplaklığı ile yansıtarak “dokuz” yıl sonra Before Sunset ile başarılı bir şekilde devam ettiriyor, R.S. Linklater. O, bu kez seyirciyi Paris’e alıp götürür. Olgunlaşan Celine ve Jesse, farklı zaman diliminde, farklı mekânda selamlarlar, seyirciyi. Kitabevinde birbirlerine rastlayan ikili kaldıkları yerden devam ederler, diyaloglarına. Felsefe, aşk, edebiyat konularının yanına, gerçekçi tartışmalar da eklemlenir: “Siyaset, Çevre Sorunları, Evlilik…” Aradan bir “dokuz” yıl daha geçer: Aynı çift, farklı mekân, farklı bir zaman dilimi. Bunların yanına, birde ekonomik kaygılar, evliliğin bireysel yaşamdan alıp götürdükleri, yapmak istenen ama gerçeğe dökülemeyen eylemler, ebeveyn olmanın vermiş olduğu zorluklar eklenir. Başka bir deyişle, Celine ve Jesse daha da olgunlaşıp gerçekçi tarafından ele alırlar, hayatı… İşte, R.S. Linklater böylelikle bağımsız sinemanın en iyi örneklerinden birini ortaya koyuyor. O, ortaya koymuş olduğu ürün ile mutlu sonla bitmesine alışkın olduğumuz film türüne, kötülerin sonunda cezasını buldukları ve sonunda seyirci tarafından ‘biliyordum’ şeklinde tepkiye yol açıp bir gün sonra unutulan filmlere, süper kahramanların başarıyla sonuçlanan hikâyelerini işleyen ve süper kahramanların kapitalizmin aletine dönüşüp ateş pahasına satıldığı bin bir çeşit ürünün (oyuncak, t-shirt, kupa vs.) pazara sürülmesine yol açan Hollywood tarzı filme adeta bir darbe indiriyor. Nitekim kalıplaşan Hollywood tarzı film karşısında bağımsız sinema her ne kadar kimileri tarafından, izlenmediği halde ‘sıkıcı’ olarak nitelendirilip tercih edilmese de yaşamın gerçekliğine dokunması, yaratıcı olay örgüsü ile filme sanat formu kazandırması ve görüntü yoluyla bireyleri düşünmeye sevk etmesi bakımından sinemayı salt ticari bir mecra olarak gören anlayıştan keskin bir şekilde ayrılıyor. Son zamanlarda, bağımsız sinemacıların büyük stüdyo sahipleri tarafından desteklenmeleri, gişe filmleri ile bağımsız filmler arasındaki ayrımın bulanıklaşmasına yol açmış gibi görünüyor olsa da bugün bağımsız sinemanın Hollywood tarzı film karşısında ‘yaratıcı’ gücünü koruduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.

Dar boğazlarda sıkışan nehirler coşarlar; Sudur, Elinde tutamazsın, Yıkasın istersin, Uçar gider aydınlıklara. Boş lakırdı ve dedikodulu evler Uçurumlar sunar, Çatlayıp kırılabilir, Plastik vazo da değilmişim demek ki.

çizim: selma hatipoğlu

14


SANAT KENDİN İÇİNDİR Tanımlar üzerinden sanat Tanımlamak kimileri için dilde dolaşan kimileri içinse bir eylem olarak gereklilik halini almış bir kullanımda karşımıza çıkmaktadır. Zihninde olanı tanımlamak; büyük bir ihtiyaç gibi hissedilmekte, anlaşılabilmenin yolu, zihnin kapılarını kolayca açabilen bir anahtar… Karşı taraf için daha aydınlatıcı olabilmek, doğru anahtar kullanılıp kilit açıldığında her şeyin daha berrak olacağına dair bir varsayım. Görecelikten uzak sanılan, kalıplara sığan ve asla taşmayan, tam denk gelen bir olgu. Peki öyle mi gerçekten? Günlük hayatımızda kullanmayı pek de sevdiğimiz, öğrenim hayatı boyunca ders kitaplarımızın baş tacı tanımlar… Bu kez burada tanımlama kavramına bir de başka yerden bakacak hatta işin içine biraz da sanat serpiştirecek olursak işlerin biraz daha değişik hal alabileceğini fark edeceğiz. Tam olarak ne demek istiyorum biraz daha açık bir ifade ile aktarmaya çalışacağım. Tanımlama kavramına nasıl baktığımız, yaptığımız tanımlar üzerinde etkili olmakta, nasıl mı? Yapılan her açıklama veya konuya dair düşünceyi ifade edebilme değişmez bir kural gibi göründüğü takdirde tanım kavramına çok sığ bir bakış gelmektedir. Dogmatik olan her şey elbet bir gün etkisini yitirmeye mahkum olacaktır. Dogmalar tanımlardan oluşmaktadır, bilinen kalıplaşmış ifadelere körü körüne inanarak oluşan ve değişmesi- değiştirilmesi bir hayli güç olan kavramları ve hatta inançları içermektedir. Değişen her yeni kuşak beraberinde yeni düşünceleri, fikirleri, inanış biçimlerini getirir ve eskiden kabul gören hatta kimi zaman neredeyse tapılacak durumda olan kavramlar yerini kocaman bir saçmalığa bırakır. Evrimsel bir süreç içerisinde çok fazla değil elli yıl geriye giderek bu çıkarımı yapmak mümkün olacaktır, hem de neredeyse her birey için. Bu kadar aşikar bir gerçeğin arka planında yatan en büyük dayanak ise yıllar önce kabul almış ve birçok kişi tarafından doğruluğu onaylandığı için neredeyse doğruluğuna emin olunan nesilden nesle aktarılan tanımlamalar. Tanımların arkasındaki dayanak Bir düşünce çoğunluk tarafından doğru kabul ediliyorsa gerçekten doğru anlamına gelmekte midir? Ya da doğru denilen şey tam olarak nedir? Tanımların dayanak bulduğu yer işte tam da burada kendini gösteriyor, her şeyi bir kalıba koymak ve kalıbın şeklini alamıyorsa veya o kalıba uygun değilse bir tarafa kaldırıp bir daha yüzüne bakmamak, orada yüz çevrilmiş ve asla kıymeti bilinmeyen eserlerin birikimi… Eğer şans

deneme

una Çağla T

15

ları varsa yıllar sonra değişen dünya algısı sayesinde değeri anlaşılanlar. Kitabı öldükten sonra basılan yazar, tablosu ölümünden yıllar sonra değerlenen çağının ünlüsü olmayı ıskalamış ancak sonraki çağlarda ün sağlayan ressam... Kulağa çok da yabancı gelmiyor değil mi? Franz Kafka yaşadığı dönemde kavuşamadığı üne ancak ölümünden sonra ulaştı, neden peki? Kafka; bireyin karanlık tarafını, korkularını, bohem ve kaba tabirle o zamanın şartlarına göre “absürt” denebilecek bir üslup ile ele alıp, o zamanki dünyanın kaldıramayacağı bir derinlikte yazarken, yılların geçmesi ve nesillerin değişmesi ile birlikte düşüncelerin farklılaşması; insanların olaylara, yaratılan eserlere bakış açısının farklılaşması ile birlikte tüm dünya tarafından tanınan bir yazar halini aldı. Kafka eserlerini yayımlamak istemedi mi, yoksa bu cesareti gösterecek bir ortam mı bulamadı veya eserlerini kaleme alırken aslında onları yayınlamak için oluşturmadı mı gibi sorular kalıyor yazarın ardından geriye. Kendi dizelerinden yola çıkarak yorum yapılacak olunursa Kafka; belli ki dogmatik yaklaşımları pek de benimsemeyen, kendi fikirlerinin paralelinde tanımlarını oluşturan ve ancak bunların doğruluğuna inanan bir kimse. Kabul edilebilir olandan değil, doğru olandan başlayınız. Kafka bu dizesinde hala adından söz ettirerek bu yazı için ilham kaynağı olabilmekte ve aynı zamanda kendi benliğine dair bir ipucu bırakmaktadır. Şimdi bakıldığında Kafka’nın gizemini koruyor olmasının sırrı; sığ tanımlardan uzak kalması mı yoksa gerçekten yanlış çağda yaşam sürmüş olması mıdır? Hal böyle olunca akılda oluşan sorular da genişliyor. Sanat; içinde bulunulan çağ için mi, topluma hitap etmek için mi, kişinin kendisini ifade etmesi için midir? Sanata dair yıllarca söylenenlerden yola çıkarsak sanat kimin içindir, ne içindir? Sanat ne ifade ediyor ya da sanat bir şey için olmalı mıdır? Sanat bir özne mi yoksa özneden etkilenen bir nesne mi veya tüm anlamı noktalayan olmazsa olmaz bir yüklem mi? Sanata dair nasıl bir tanımlama yapılıyor? Tanımlarımız fikirlerimizi yansıtır, tanımlanan obje ya da olay üzerinden tanımı yapan bireyin bakış açısına dair irili ufaklı kırıntılar elde etmek olasıdır. Büyük bir zincir üzerine kurulmuş olan sanat ve edebiyat, iç içe giren ve birbiri ile ilintili haldedir, birbirini kapsa maktadır. Tam da bu noktada bireyin sanatı tanımlama şekli sanata dair fikrini, bakışını göstermektedir.


çizim: özge özçiçek İşte o zaman sanat ne içindir, kim içindir sorusundan önce akıllara gelen soru şu oluyor, sanat nedir? Bu tanımı kendi içine sinen ve doğruluğuna inandığın biçimde yaptığın vakit sanat artık o tanımladığın şey oluyor, o anki doğrun, hatta doğru olmak zorunda olmayan, kalıplara sığmayan, esneyebilen sadece o an için olan. O neyse, sanat da onun için oluyor dolayısıyla… Sanat bir yazı yazmak, bir resim çizmek, bir hitabet midir? Yoksa sanat; bir yemek yapmak, derin kitleleri etki altına alabilmek veya büyük bir ikna kabiliyeti midir? Ya da sanat gidilen yerlerin fotoğraflarını çekmek hatta onları sergilemek mi? Henüz kelimelere dökemediğin zihninde canlanan bambaşka bir şey mi? Bir tiyatro sahnesi mi sanatın dışavurumu, yoksa bir yönetmen koltuğu mu? Herkesi galeyana getirecek bir nesir mi, sevgilinin özlemini derinden hissettiren bir şiir mi, yoksa memleket hasreti ile yanıp tutuşurken kulağına gelen bir türkü mü? Hal böyle olunca tanımlamak daha güç oluyor sanki öyle değil mi? Acaba tüm bu küçük tanımlardan elde edilen daha genelgeçer bir tanım mı sanat, sanki daha olası… Peki yüzyıllar öncesine dayanan sanat toplum içindir, sanat sanat içindir çekişmesi nereden geliyor? Sanat ile uğraşan kimseler, kıyasıya mücadele etmiş ve bu dava ile sanatın amacını anlayabilmek için bir hayli çaba harcanmıştır. Kaçırılan nokta, uzlaşılamayan mevzu veya akla gelmeyen soru ise belki de sanat nedir olmalıydı? Hem öyle olduğu vakit savunması daha kolay olmayacak mıydı? Nedir sorusunun kesin cevabı olmalı yanılgısı mı bazılarını tanımlamaktan alıkoyan? Genelgeçer ve herkes için kabul görmüş, görece normal olana, alışılması kolay olana daha bir yatkınız san-

ki… Nedir sorusunun çoğu kez birden fazla yanıtla cevaplanabilme ihtimaline pek hazır değiliz henüz… Cevaplar mıdır önemli olan yoksa sorular mı? Sesli düşünüp, ifadelerimi yazıya dökerek kendimle tartışacağım bu kısımda. Cevaplar olmasa soruların bir anlamı kalmazdı ancak sorular olmasa ise cevaplar olmazdı, ne büyük paradoks! Asıl mesele soru ve soruya verilen cevapların birbiri ile olan uyumu sanki… Sorunun farklı cevapları olması; farklı bakış açılarını, farklı fikirleri ve dolayısı ile yukarıda belirtildiği gibi farklı tanımları beraberinde getirmektedir. Farklı cevaplar ise beraberinde farklı sorulara gebedir. Her yeni cevap gelecek olan yeni sorunun habercisi değil midir? Düşünen zihinlerde süreç bu şekilde işlerken birçok olguya dair dogmatik tanım yapmak çok da akıl karı değil gibi. Tanımlara yüklediğimiz anlam ne kadar katı ve dogmatik olursa, bakış açımız ve fikirlerimiz o kadar sığ kalıyor. Hal böyleyken sanat kimin içindir sorusunun cevabını vermek isterim kendi adıma. Sanat kendin içindir! Senin tanımların, senin bakışın, senin yüklediğin anlamdır. Kimi zaman izlediğin bir manzara sanat eseri olur senin için kimi zaman ise sahnelenen bir tiyatro eseri. Bu sebeple dogmalardan uzaklaşıp, tanımların esneyebildiği ölçüde daha yaratıcı, daha üretken ve hatta belki sadece içinde bulunan çağ için değil de gelecek nesiller için de yüzyıllar sonrasında dahi anlam bulabilen, hala değerini koruyabilen eserler oluşturmak, kavramları farklı perspektiften tanımlamaktan geçmektedir.

16


“ÖTEKİ” KADIN ÖYKÜSÜ TİYATRODA

deneme

ldız ı Y r e m Ka

17

Ok

KARAKTERLERİN

“Kadın” olmak… “Kadın Karakter” olmak… “Öteki” olmak… “Öteki Kadın Karakter” olmak… Yüzyıllar içinde, zaman zaman içinde, çağlardır toplumlarda siyasetin, sosyolojinin, felsefenin, psikolojinin, sanatın içinde kadını tartışmak, kadını; erkeğin ötekisi, aklın zıttı, haklarının savunanı kılmak… Var olma olgusunun yeterini benimsemekten öte, hep bir varoluş çabasının içinde devinimde bırakmak… Kadın olmak ve kadın olunduğu için hep bir açımlamanın ya da tanımlamanın içinde “öteki” kalmak, olmak ya da olamamak… İşte bütün mesele bu! Çağların, tarihlerin, anlatıların içinde saklanmış, kendisine destanlar, masallar, şiirler yazılmış, tüm bu sanatların süslü sözlerinin içinde öykünen, hayran olunan, kendisi için savaşılan kadın, oysaki hep birilerinin diğeri olma hadisesi içinde sıkışıp kalmıştır; çağlar, zamanlar boyunca… Kadına âşık olunmuş, kadına hüküm verilmiş, kadına değer biçilmiş, kadına tapılmış, kadına küfredilmiş, kadına hep bir olgu, tanım ya da kavram yüklenerek aslında ‘kadın’, ‘kadınlık’ tartışılırken, erklik ve eril söylemler kadının bireyliğini yerle bir etmiştir. Erklik midir yoksa aslında erkeğe de biçilmiş erkeklik formu mudur bu tartışmanın sebebi bilinmez; Ezberlediğimiz, zamanların bizlere bıraktığı kadınların öteki öyküleri aslında… Sevdalanılan, kaçırılan, yakılan, sevilen, ezilen, sömürülen, güzelliğiyle, çirkinliğiyle, anneliğiyle anlatılan kadınların başka başka öyküleri… İşte bu öyküler, sanatın tüm alanlarında kadını figür, model, resmedilen, çizilen, konu edinilen, temalaştıran, olaylaştıran, çatışmanın ya da metinler arası çatışmaların kaynağı yapan sanatların karakteri yapmıştır. Kimi zaman bir soylunun yanındaki hanımefendi, kimi zaman bir soytarının arkasındaki gölge, kimi zamansa hüküm süren erkeğin bekleyeni olan kadın çizilmiş, yazılmış, resmedilmiş, anlatılmıştır. Erkeğin anlattığı, yazdığı, resmettiği, çizdiği olmuştur. Peki ya yazan, çizen, resmeden, anlatan kadınlar? Olan, var olan, var olmuş ve olmaya devam edecek olanlar… İşte bütün mesele bu! Bizlerin geçmiş zamanlara bakarken yırtık, soluk resimlerde, filmlerde, romanlarda, öykülerde hep bir mücadele içinde anlatılırken, okuduğumuz, gördüğümüz, izlediğimiz, bulduğumuz kadınların öteki hikâyeleri… Bazen bir adamın eşi, metresi, sevgilisi, bazen bir kadının diğer bir kadını gizlice sevdiği harem hikâyeleri, bazense cinselliği kapalı kapılar ardında yaşayan iki çocuğun acılı hikâyesi, bazense özgürlük uğruna adamlarla kadınlarla restleşen itilmiş insanların hikâyeleri… İnsanı var eden insanın öyküleştirilme hali… Ve tüm

bu hikâyelerin hep figüranı bırakılmış kadın karakterleri… Onlar hep bir yan karakter oldular, bir erkeğin ya da erkek egemen dilin gizliği içinde. Onlar hep kurtarılmak istenen, bakılmak istenen, sevilmeyi bekleyen, acıları dindirilen, ağlatılan, aldatılan, kendini aldatan kadınların öteki öyküleri oldular aslında! Bazen bir adamın, bazen de bir kadının öyküsün içinde… Peki ya yüzyıllardır tartışılan kadının hakları söylemleri! Doğuştan var olanın tartışılırken aslında ret edilme hadisesi… Kadın olmak… Bir öykünün, romanın, tiyatro metninin kadın karakteri olmak… Karakter olabilmek için hangi erdemlere sahip, hangi haklardan yoksun, hangi başkahramanın seçtiği olmak? Tüm bunların içinde tiyatro sanatı “insanı” konu edinmiş yüzyıllardan beri… İnsanı konu edinirken “Tiyatronun güç kaynakları resim, müzik, yazın, sinema, fotoğraf, mimarlık, yontu, grafik, dans, vb. gibi sanat; toplumbilim, ruhbilim, tarih, felsefe, dil, halkbilim, göstergebilim, vb. gibi bilim; dekor, giysi, ışıklama, oyunculuk, vb. gibi estetik-teknik dallar…”olmuştur. Öyleyse tiyatro sanatı insanı anlatırken, tüm bu bilimin, ilimin, sanatın içinde kadını nasıl anlatmıştır? Yüzyıllar içinde kadın tiyatroda nasıl var olmuştur? Rahibelerden kurulu kadın korolarında, kadın karakterler erkekler tarafından oynandığında, eğlence aracı olarak görüldüklerinden açık saçık pantomimlerde kullanılarak, kadın oldukları için sahneye çıkmaları yasaklanarak ve yine kadın oldukları için rollerine bürünüp sahneye adım atarak, yazabilmek uğruna erkek isimleri kullanıp kimliklerini saklayarak, kadınlar tiyatroda hep var olmuştur! Var olma öykülerinde tiyatroda dramatik olanı yaratırken kadınlar: suça eğilimli, cinsel dürtülerini dizginleyemedikleri için günahkâr, güzellikleri başa bela, çirkin oldukları için istenmeyen, zevke sefaya düşkünlükleri ile tutkularının esiri, şiddete maruz bırakılması normal, bir erkek tarafından kurtarılmaya mahkûm, tecavüz düşkünü, taciz esiri, ne kadar habersizse erkeklerin dünyasından bir o kadar üstün vasıflı, bir yıkımın sebebi, bir yalanın kaynağı, bir adamın ötekisi olarak irdelendikçe “kadın” kavramının ötekileştirilmesinin içinde kaybolmaya başlamışlardır. Tiyatro sanatının içinde kadının gerçeği ne kadar masal, o kadar gerçeğe yakınsa; Öyleyse; Pamuk prenses cücelerinden biriyle evlendirilecek mi masalın sonunda?


illustrasyon: sercan özlü

Külkedisi üvey evlat kabul edildiği aile fertleri tarafından seks işçisi olarak fişlenip, ayakkabısını tüm gece kaldığı sokaklarda unutup bulabilecek mi? Kırmızı başlıklı kız dövüldüğü için artık hiç konuşamayacak mı? Rapunzel ise saçlarını tamamen kazıyacak hiç kuşkusuz… Çünkü kapatıldığı yerlerde muhtemelen hiç pencere yok… Ve onu kurtarmaya gelecek prens ise henüz hiç doğmamış! Masal ya… İşte bütün mesele bu! Yüzyılların içinde, zaman zaman içinde masalları değiştirmek belki de! Sözlü geleneğin yazılı geleneğe dönüşümünde, yazılı metinlerde atmosferi yaratırken kadına, kadının gerçek ötekileştirilmesine gerçeklikle bakmak! Tüm sanat dallarından bağımsız gerçekliği birebir, canlı yansıtan tiyatro sanatında, önce gerçek “öteki kadın kahramanların” hikâyelerini kaleme almak… Erk dili, ezberlediğimiz tüm olgularımız, algılarımız dışında yerle bir edebilecek “kadın olmak” söyleminden uzaklaşmak… Oysa hepimiz bir diğerimizin ötekisiyiz yaşamda! Tiyatroda yaşamın gerçekliğinden bağımsız kalamayacağına göre; Edindiğimiz konularda belki de klasik anlatımın dışına çıkabilmeliyiz! Kendi yaşamlarımızı tek gerçek kabul etmeyip, ucuz otellerde yitip giden kadınları, çocukluğu bir erkeğin koynunda unutturulan küçük gelinleri, unutulmuş travestileri, erkek olmak güç öğretilmiş adamları, tiyatro sahnesinde kaybedenler olarak göstermeyi unutmalıyız belki de! Başka başka yaşamların pencerelerinden bakabilmeyi becerebilmeliyiz! Yürürken, bakarken, susarken, dinlerken bir diğerimizin ötekisi olduğumuzu unutup görebilmeliyiz belki de geçmişten bugüne kadın karakterleri! Kadriye’yi, Mevdude Refik’i, Afife Jale’yi, Bedia Muvahhit’i, zamanlar içinde sahneye çıkabilmek uğruna aldıkları vesikaları… Kayboldukları yaşamlarını… Oysa ki; “Kadın” olmak… “Kadın Karakter” olmak… “Öteki” olmak… “Öteki Kadın Karakter” olmak… Değil mesele! Mesele; “Tiyatronun görevi her an insanı bütünlüğü içinde düşünürken heyecanlandırmak, kendisini bir başkasının yaşamı ile görebilmesini sağlamaktır.” Bunu görebilmekte… İnsanı bulabilmekte…

18


19


20


SALGIN

VE

çizim: şehmus atasever

SİNEMA

tış

tku A U n a m Os

1895 yılında, insanlık daha sinemadan bahsetmezken, Lumiere Kardeşler, Paris’te bir görüntü izlettiler, beyaz perdeye ilkin boş boş daha sonra ürperti ile bakan gözlere. Bu görüntü sinema tarihinin başlangıcı sayıldı. Kara Tren burnundan soluyan bir boğa gibi sessiz gürültüler çıkararak girdi gara. İzleyenlerden, perdede gördüğü “hareket eden” trene bakınca kaçanlar ve “Üzerimize geliyormuş gibi hissettik!” diyenler oldu. Evet, ilk kez cansız fotoğraflar hareket ediyordu ve kocaman kara bir tren üzerlerine geliyordu. İzleyenlerden bazıları kendilerine doğru gelen treni tehdit sayıp tabancasına bile davranmıştı… Ateş edenler bile olmuştu. Trenin Gara Girişi adlı kısa film gibi ani ve korku saçarak girdi hayatımıza Covid-19. İlk önce uzaktan haber-

21

lerini aldık. Bu yaklaşan trenin çıkardığı dumanı çok ileriden görmek gibiydi. Çin’de başlayan salgın, hızını almış bir kara tren gibi gözümüzün önüne, hayatımızın içine, ülkemize, en yakınımıza kadar geldi. Çareyi eve kaçmakta bulduk çünkü salgın beyaz perdede beliren kara tren gibi karşımıza dikilmiyordu, silahlarımızı ateşlemenin bir faydası yoktu. 1918 İspanyol Gribi vakasından çok sonra, 1948 yılında kurulan Dünya Sağlık Örgütü tarafından pandemi ilan ediyordu. Televizyon, internet, sosyal medya derken, konu ile ilgili ne bulduysak izledik, okuduk, dinledik. Salgının yayılmasını önlemek için birinci şart evde kalmaktı. İkinci şart, evde kalamıyorsak yani geçinmek için ille de çalışmak


“Tarık Akan’ın bir atla köye giderken fırtınaya yakalanması ve donma tehlikesi ile karşılaşması bölümünü çekiyorduk. Sürekli kar yağmadığı için kendimiz yapmak zorundaydık. Bu yüzden akşamları Kayakevi’nde strafor tabakalarını rendeleyip çuvallara dolduruyorduk…”

etme” konusunda şaşırtacak cinstendir. Tabii bu tahmin etme becerisini tek başına sinemaya yüklemek haksızlık olur. 2001: Bir Uzay Destanı filminin esin kaynağı olan Arthur C. Clarke’ın kısa öyküsü gibi, geleceği tahmin eden birçok filmin çıkış noktası edebiyatın yaratıcılık ve öngörülülük sınırları içindedir. Çevrimiçi yayınlar, evden çekilen diziler, film seçkileri, içerik sağlayıcılar derken dünün sinema izleyicisi bugün sinema salonlarında bulunamamanın acısını evine gelen, kolay yollu imajlarla gidermeye çalışadursun, Godard’ın da belirttiği gibi sinema, bugünleri atlatsak da atlatmasa da, imkanları zorlayarak dünyanın kültür mirasına ve yeniden anlamlandırılmasına katkı sunmaya devam edecektir. Bu katkının nasıl ve hangi şartlarda olacağını öngörmek ve bu konuda bir projeksiyon sunmak, içinden geçtiğimiz bulanık salgın sürecinde her ne kadar zor olsa da, Yılmaz Güney’e Altın Palmiye kazandıran Yol filminin yapılış sürecindeki bir anıyı paylaşarak tüm sinema camiasını koşullara direnmeye davet etmek yerinde olacak.

inceleme

zorunda olan sınıfa dahilsek, sosyal mesafeye dikkat etmek. Birinci şarta uyup evde kalanlarımız için internet ortamındaki içerik sağlayıcılar “Pandemide izlenebilecek filmler” listeleri yayınladı. Listelere göz atıp izleme zevkimize hitap edenleri neredeyse ilk bir haftada tükettik. Bu arada, sürecin henüz başları diyebileceğimiz bir zaman diliminde Fransız Yeni Dalga akımının yaşayan tek ismi Jean-Luc Godard’ı dinledik bir İnstagram yayınında. Ünlü yönetmen salgın sürecinin sinema adına, yaratıcılık adına verimli olacağını söylüyor ve bu verimliliği de sanatın “imkanların kısıtlandığı” anlarda normalden daha fazla tepki gösterme refleksine bağlıyordu. Godard sinema adına kötümser değildi. Bu olumlu tavrı; onun sözünü, bakışını önemseyen bizim gibi sanat icracıları için iç ferahlatıcıydı. Yeni film listelerine göz atabilir, salgın sonrası yapmayı planladığımız işler üzerinde çalışmaya devam edebilirdik. Yayınlanan film listeleri arasında en çok öne çıkan Euronews’in seçkisiydi. On filmlik seçkide 1995 yapımı Terry Gilliam’ın bilimkurgu filmi 12 Monkeys ve 2011 yapımı Steven Soderberg filmi Contagion en kayda değer ürünlerdi diyebiliriz. İki filmin de konusu tahmin edilebileceği üzere: Salgın. 12 Monkeys’de yönetmen bizi fütüristik bir evrene götürüyor. Bu aşırı gelişmiş dünyada, 1996 yılında ortaya çıkan ölümcül virüs dünya nüfusunun % 99’unu yok ediyor. Yalnızca %1’lik bir kısım insan virüsten korunabilmek için yeraltında kolonileşmek zorunda kalıyor. Bu fütüristik dünyada zaman yolculuğu yapmak mümkün ve insanların elinden gelen tek şey, geçmişe gidip virüsün ortaya çıkışını durdurmak. Bruce Willis ve Brad Pit ikilisinin başrolü paylaştığı yapım bizi salgın fikrinin geleceğine götürürken, Soderberg yapımı Contagion bizi bugüne, hatta KoronaVirüs salgınını önceden tahmin etmiş dedirtircesine, Çin’in güneyindeki Hong Hong’a götürür. Filmde virüsün yayılması, bugün çok tartıştığımız bir hayvan sebebiyledir. Bir yarasadan bir çiftlik domuzuna, oradan da o domuzu kesen bir aşçıya geçen virüs, aşçının bir kadınla tokalaşması üzerine diğer insanlara yayılır. 2011 yılında yapılan Contagion filmi, gerçekten de yapılışından dokuz sene sonra insanlığı pandemi seviyesinde sarsacak bir salgını önceden tahmin etmiş gibidir. Sinemanın bu tahmin gücü sadece salgın temalı filmlerle sınırlı değil elbette. İyi bir örnek olarak; daha uzay çalışmaları yeni yetme iken Stanley Kubrick’in 1968’de çektiği 2001: Bir Uzay Destanı adlı filmi ve bu filmdeki gerçekçi detaylar, yönetmenin kurduğu yapı izleyiciyi “geleceği tahmin

“Filme Bingöl’den başlayacaktık. Bingöl’e yirmi kilometre uzaklıktaki Yolçatı’da Kayakevi’ne yerleştik. Ekip yirmi iki kişiydi. 6 Mart 1981 Cuma günü Karlıova’da çekime başladık. Karayolunun iki yanında iki metre yüksekliğinde kar vardı. Tarık Akan’ın bir atla köye giderken fırtınaya yakalanması ve donma tehlikesi ile karşılaşması bölümünü çekiyorduk. Sürekli kar yağmadığı için kendimiz yapmak zorundaydık. Bu yüzden akşamları Kayakevi’nde strafor tabakalarını rendeleyip çuvallara dolduruyorduk…” Ahmet Soner ( Reji Asistanı)

Salgın elbette yağmayan kardan daha fazlası fakat Yol filminin çekilme hikayesi de yağmayan kar yerine strafor kullanma hikayesinden daha fazlası. Yılmaz Güney’in filmin senaryosunu hapiste yazması, çekilirken yurtdışında olma zorunluluğu, senaryonun sıkıyönetim denetiminden geçme hikayesi, oyuncu olarak belirlenen çoğu ismin Güney’in politik duruşu sebebiyle filmde oynamak istememesi ve daha nice zorluk… Ezcümle: Sinema hem yapanlar hem izleyenler açısından; eve kapanmak, sürgünde olmak, teknik imkansızlık, siyasi baskılar ve bunlar gibi türlü zorluğa rağmen, bir Yol’unu bulup insanlıkla buluşmaya devam edecektir.

22


lan

Cey r a n ı P . S

BEN

23

deneme

çizim: hazar kutay aymergen

Birkaç ay önce “ben” ile tanıştım. “Geç kalmadım değil mi” diye sordum. “Ne kadar ömrüm kaldı, bilmiyorum. Belki de çok değil. Üzgünüm.” dedim. “Bir gün ömrün bile kalmış olsa inan geç kalmadın. Şükür kavuşturana.” diyerek rahat bir nefes aldırdı bana. Solgun ve bitkin gözüküyordu, çocukluk yaşlarımdan beri görmüyordum onu, unutmuştum açıkçası. Arkadaşlar, bağımlılıklar, ailevi problemler ile geçen ergenlik döneminde zaten hiç yoktu. Onun ne istediği önemli değildi, arkadaşlarım ne isterse o olmalıydı, aynı okullara gitmeliydik, hiç ayrılmamalıydık ya da ailem ne istemezse o olmalıydı. Hiç konuşamadık onunla ne istediğini. Üniversitede yine görmedim onu, belki de göremedim. Tek varlığı bizler olan aileme yük olmamalıydım çünkü. Yaş on sekiz idi artık hem okula gidip hem çalışabilirdim. Yer göstericilik, kitap satıcılığı, garsonluk, tanıtım işleri, mikrofon tutuculuk, çevirmenlik yaparken önemli olan para kazanmak ve aileme yük olmamaktı sadece. Üniversiteyi bitirdim, artık üniversite mezunu olmak yetmezdi yüksek lisans yapmalıydım. Tamam, okul hayatım devam ediyordu ama yaşım da ilerlemişti, artık tam zamanlı, ciddi bir işte çalışabilirdim. Annem babam da olsa bana kitap, otobüs, sigara parası vermemeliydiler. İlk iş görüşmem sonrası başladım, bir gün bile boşluk olmayan, tam zamanlı çalışma hayatıma... “Ben” yine yoktu o sıralar... Kurumlarım, iş arkadaşlarım, eşim, çocuklarım; günlerim, aylarım, yıllarım onlara hizmet etmekle geçti... Hizmet derken saçını süpürge etmek, ayak yıkamak falan anlaşılmasın; önce onlar mutlu olsun, onlar mutlu olunca “ben” de mutlu olur zannettim... Zamanında uçaklarda yapılan o anonsları dinleseydim ah keşke... “Önce kendi maskenizi, sonra çocuklarınızın maskesini takınız”... Havasız kalmıştı “ben”, oksijeni bitmişti, birkaç ay önce tanıştığımızda... Maskeyi hep başkalarına takmıştım çünkü. Az kalsın öldürüyormuşum “ben’i,” hiç tanımayacakmışım belki de... Henüz tanıdım, cümlelerimde sadece özne sandığım “ben’i...” Şu sıralar sürekli birlikteyiz, sohbet ediyoruz, tanımaya çalışıyoruz birbirimizi. Ne sever, ne yapmak ister, öğrenmeye adayacağım bundan sonraki günlerimi...


ÇOCUK KADIN

elleri, savunmasız zavallı küçük bedenimi… Tek kelimeyle ölümümdü. Titreyen dizlerimi karnıma çekmiş yatağın başında sessiz çığlıklar atıyordum. Ne uyuyabiliyordum ne de uykusuzluğa dayanabilecektim artık. Dört duvar arasında sıkışıp kalmış acılarımı bu küçük odaya sığdırmıştım. Ben bu odada büyümüştüm. Her gün nefes almak için açtığım pencerede ölüyordum hem de hiç atlamadan. Sancılarım iyice arttı, zor tutundum kapıya. Yatırdılar sedyeye çocuktum ve çocuğum olacaktı. İçimdeki sabi canımdan can alıyordu. Çığlıklarım bana bunu yapan herkeseydi! Beni satan babama, sessiz kalan anneme, küçük bir kız çocuğuna sahip olmak isteyen o şerefsize ve bu iş yasaldır ailenin izni vardır diyen o vicdansız hâkime. Beni korumayan devlete, üniformalı memura. Ona, buna, şuna, sana, hepinize ulan hepinize. Dünyalar dolusu küfürler var çığlıklarımda; koruyamadınız beni. Sıkı sıkı tuttuğum demirden kaydı parmaklarım, kaldıramamıştı bedenim bu kadar acıyı. Son nefesimi verirken mutluydum, insan ölürken nasıl mutlu olur bilemiyorum ama benim kurtuluşum ölmekti. Ben kurtuldum. Siz şimdi oturup çocuk yaşını tartışın. Ben Mizgin; benim katillerim ya tutuksuz yargılanacaklar ya da hiç yargılanmayacaklar, şüphem yok bundan. Aslında acılarım bu anlattıklarım kadar değil. Ancak acılarımı tek cümleye, dört dizeye, kıtalık şiire, basılmış hikâyeye, kararmış gökyüzüne, öfkeli denize, susuz çöle, şişmiş gözlerime, buz gibi bedenime, kırık kalbime sığdıramam ki; çünkü ben çocuk kadındım!

öykü

r io vg : se çizim

Gözlerimi pencereden dışarıya dikmiş arkadaşlarımı izliyordum. İçerde oturan görücülerin seslerine ritim uydurmuş bir şekilde ayağımla sandığa vuruyordum. Onların sesi yükseldikçe ben daha hızlı vuruyordum. Onların sesi yükseldikçe ben daha hızlı vuruyordum. Seslendi bizim çocuklar “Hadi gel, yakan top oynayalım.” Diye. Bilmiyorlardı ki asıl oyun içerdeydi, üstelik onların topu yakmıyor öldürüyordu. Bizim o taraflarda iş güç çok olurdu, evin büyük kızı olunca da yüküm hayli fazlaydı. Sabah erken uyanır hayvanlara yemini verir, bahçeyi sular ondan sonra okula giderdim. Ben de işleri bitirince aldım okul çantamı ve okulun yolunu tuttum. Okul çantası dediğime bakmayın, içinde ufak bir defter ve küçük bir okuma kitabı. O gün okulu son görüşüm oldu; çünkü babamın okula gelip müdürün masasına bir tomar para bırakıp ve bütün yalvarmalarıma rağmen, saçlarımdan tutup yol boyu sürüklemesiyle okul hayatım bitmişti. Bir hafta al boyunca eve kapatıldım. Kapı arkasında bir cümle; “evlenme yaşın gelmiş hala okul derdindesin, Okuyup da ne olacaksın, bundan sonra okul yok!” Nasıl yani evlenme yaşım on dört müydü? Şimdi diyeceksiniz ki; “istemiyorum, ölürüm de evlenmem” deseydin. Diyemezdim, çünkü ancak ölseydim evlenemezdim. Çocuk aklımla ne yapabilirdim ki? Haftalar geçti ve o lanet olası gün gelip çatmıştı. Davul zurna sesi yeri göğü inletiyordu. Herkes mutluydu. Ben daha evcilik oynamadan evlendirildim! Giydirdiler süslü, beyaz bir kefen ve bağladılar kırmızı kurdeleyi. Beş kuruş için akrabaya sattılar. Bundan sonrasını anlatsam mı bilemedim; o kâbus gibi geceyi, yabancı

az

açm Viyan K

24


etin

Zozan Ç

çizim: buket serin

25

BOYUN EĞMEYEN KADINLAR GEÇİDİ* Yarım ve eski bir hikâyenin içinden fırlamışçasına etrafa saçılmış cam kırıklarından gözümü alamıyordum. Fütursuzca yere fırlattığım bardağın her bir parçasına düşüyordu yaşlarım. Darmadağın kristal parçalar havalanıyor, yara beresini görmezden geldiğim kalbime batıyordu sanki. Hatırlamıyorum, kaç kere batırıldı bu cam kırıkları yüreğime, kaç kere umursamadım içimin oyulmuş köşelerinden oluk oluk akan kanı? Ne zamandır hayat beni görmüyor diye sırt çevirmiştim kendime? Hayır, bu hikâye burada bitmeyecek. Yenilgiyi kabul etmeyeceğim, kitaplardan yüreğime dolan sözcükleri yol haritasına dönüştürüp çıkacağım kabuğumdan. Unuttuğum ve kaybettiğim varlığımı yeniden doğurup daha güçlü var edeceğim kendimi. Duygularımın hücumunda saatlerdir kılımı kıpırdatmadığım kanepeden kalktım. Sadece bedenen değil, ruhen de ayaklanmıştım. Benim hikayem daha yeni başlıyordu. Bundan sonra kendi ellerimle ömrüme ikinci baharını getirecektim. Yatak odama geçtikten sonra çantamı hazırlarken birden tedirgin olmuştum. Şehirlerde kol gezmeye devam eden virüs gelmişti aklıma ama ben, bu evin virüsten daha tehlikeli, beni bağımlı hale getiren bir yer olduğunu biliyordum artık. O yüzden devam ettim toparlanmaya, farkına vardığım şeye bir kez daha şükrederek. Eğer o kitabın içine düşmeseydim bunu asla fark etmeyecektim. Evet, ben bir kitabın içine düştüm. İnsanlar bana deli kadın diyebilir ya da rüya gördüğümü söyleyebilir. Bu mantıklı dünyanın mantıksızı ilan edilmeyi göze alıyorum. Fakat ben gördüm, o geçitte karşıma çıkanların yılgınlığıma çare oluşunu ve silkeledim kendimi bana uzanan ellerin verdiği güç ile. Kitabın içine düşmeseydim, bir sesim olduğunu hatırlamasaydım, kurtulamayacaktım beni olduğum yere zincirleyen bu prangalardan. Neyse ki geçtim o eşikten, bir bir arşınladım görünmesin diye tabelası en karanlık köşeye gizlenen, ışıklandırması sökülen boyun eğmeyen kadınlar geçidini… Hep yollara düşmeyi, okyanuslar aşmayı hayal ettim. Genç bir kadın tek başına nasıl yola düşer dediler, beni hep cam bir fanusa kapattılar. Yapabilirim deyince inanmadılar. Sonra büyüdüm, onların kurallarında yoğruldum.


da “Amerika’da havalar nasıl” gibi saçma bir şey sorardım büyük ihtimalle. İyi ki konuşmamıştım. Kendime gelememiş olsam da yoluma devam ettim. Adeta zamanlar arası bir yolculuk yapıyordum. Ormanı geçince zamanla birlikte mekânım da değişmişti. Karşımda beliren büyük kapıyı açınca yazı masası olan, 20. Yüzyılın başlarını anlatan bir Amerikan filminden fırlamış gibi duran küçük bir odaya girdim. Pencerenin önünde yüzü dışarıya dönük olarak dikilen kadın, içeri girince yönünü bana döndü. Charlotte Perkins Gilman olarak kendini tanıtan ve duruşuyla bile cesaret saçan bu kadın, gülümseyerek masaya davet etti beni, kendisi de bir sandalye çekti yanıma. -Şaşkınsınız elbette ama çok değerli anlar yaşıyorsunuz. Bu anın içinde kendinizi, içinizde sesi kısılan şeyleri fark edin. Bir de mücadeleyi unutmayın. Hayat bir mücadeledir, öyle olmak zorundadır. Mücadele yoksa hayat da yok demektir. Charlotte, tüm olanları düşünmem için beni odada yalnız bıraktı. Allak bullaktım, odaya dönüyor sanmıştım ama sonra zamanın değiştiğini fark ettim. Kapıdan içeri bir kadın daha girdi. Ne yaşadığımı kestiremiyordum hala ama ne oluyorsa güzel oluyordu. Heyecanla, yine kızım sayesinde tanıdığım Maya’nın masaya oturmasını bekledim, eminim çok değerli şeyler söyleyecekti. Maya Angelou, heyecanımı ve içimin içime sığmayışını fark etmiş olacak ki gülümsedi. -Gerçekten çok güzel, anlamlı şeyler yaşıyorsunuz. Burada duyduğunuz her sözü kulağınıza küpe etmeyi unutmayın. Heyecanla hemen atıldım söze; -Peki ama ne yapabilirim ki? Kendi hayatım için atacağım adım, bunca duyduğum sözü işlememe vesile olur mu? Yani sadece benim mücadelem neyi değiştirebilir? Elimi sıkıca tuttu. -Çok şey yapabilirsiniz, milyonlara değebilirsiniz. Evet, belki sadece siz ayaklanacaksınız ama unutmayın, ne zaman bir kadın kendisi için ayağa kalksa aslında tüm kadınlar için ayağa kalkar. Siz de hem kendiniz hem de başka kadınlar için çok şey yapabilirsiniz, bunu aklınızdan çıkarmayın. Maya uzaklaşırken ben de coşku içinde ayaklandım, geçitteki diğer kadınları dinlemek için sabırsızlanıyordum. Odadan çıkınca önümde kümelenmiş genç kadınların arasına girdim, bu geçitten geçen her kadından öğreneceğim çok şey vardı. Boyun Eğmeyen Kadınlar Geçidinden uzaklaştığımda coşku doluydum, çok güçlü hissediyordum. Şimdi çantamı hazırlamayı bitirirken olanları hatırlamak, yeniden cesaret dolmama sebep olmuştu. Harriet Tubman haklıydı. Özgür değilsem ne işe yarardı başımın üzerindeki çatı? Başkalarının kurallarına göre, esaret altında yaşamak, yaşamak mıydı? Bu sihirli yolculuk beni çok değiştirdi, yollara düşürdü, korkularımı yenmemi sağladı. Ben, o geçitte yeniden doğdum, bağımlılık zincirlerimi kırdım. Yüreğime düşen tüm yolları tek tek arşınladım. Anladım ki sınırlar, sadece birileri çizdiğinde ve seni onların varlığına inandırdığında görünür hale geliyor ve insan aşmayı istemeye görsün, önünde uçsuz bucaksız okyanuslar beliriyor.

hikaye

Fakat yine de düşlerim asılı kaldı yerinde, kurmaya devam ettim. Bu sefer de evli ve çocuklu bir kadın tek başına nasıl yola düşer demişlerdi, beni bir kez daha eve hapsetmişlerdi. Tüm kafeslenmelerim içinde çocuklarım büyüdüğünde ise senin yaşında bir kadın yollarda ne yapar, bu yaştan sonra evde oturmalısın dediler. Aslında o zamanlar hissetmiştim bir terslik olduğunu ama o kadar alışmıştım ki onların kurallarına göre yaşamaya, kendim için doğrusunu düşünememiş, isyan edememiştim. Her şeyin değiştiği nokta, kızımın; “silkelen anne! Düşünü, gücünü ve sesini hatırla” diyerek hediye ettiği kitabı okumaya başlamam oldu. O kitap bana bir şeyler yaptı, bir yola düştüm. İlerledim, uyandım ve tanıştım; Harriet Tubman, Marti Kheel, Maya Angelou ve boyun eğmemeyi öğütleyen sayısız kadın ile. Neye uğradığımı şaşırdım ilk önce, pek akıl karı bir an değildi. Tedirgince geçtim tabelanın ardına. Bir kadın karşıladı beni, ellerimden tuttu. -Gelin, korkmayın. Burası, her kadının geçmesi gereken bir geçit. Adı Harriet idi. Daha önce duymamıştım. Zaten duysaydım, bana dur dediklerinde hemen durmazdım. Bana yol gösterirken tanıtıyordu kendini. Harriet Tubman, köleliğin ve kadınların uğradığı haksızlığın tam karşına dikilmiş şahane bir kadındı. Eylemleri, kaçmasına vesile olduğu köleler ve yaşamı o anlattıkça dudağımı uçuklatıyordu. Yanımda durması bile cesaret vericiydi. Bir süre benimle yürüdükten sonra ellerimi sıktı. -Biliyorsunuz ben de bir köleydim, kaçtım. Aileme ve sayısız insanın kaçmasına yardım ettim çünkü hakkım olabilecek iki şey vardı, özgürlük veya ölüm; biri olmazsa diğerine sahip olacaktım. Siz de bu sözümü unutmayın, kulağınıza küpe olsun. Harriet Tubman, beni bambaşka bir mekâna bırakıp yanımdan ayrıldı. Sanki onunla olduğumdan farklı bir zamandaydım. Kendi devrime dönmüş gibiydim ama gerçeklikten bir hayli uzak olduğumu hissedebiliyordum. İçinden geçtiğim ormanın ortasında soluklanmaya, ağaçlardan ve topraktan enerji almaya karar verdim. Fazlasıyla şaşkındım ama bu büyülenmiş hal sorgulamamı önlüyordu. Sonunda birilerinin duymasını umarak etrafa seslendim. -Neler oluyor? -Aslında hepimize olması gereken oluyor. Sesin geldiği yöne döndüm. Gözlerime inanamıyordum. Bu, kıtalar uzağındaki bana idol olmuş kadındı. Ekofeminizmiyle pek çok hayata dokunmuş Marti Kheel idi bu. Daha çok ne yapabilirim karmaşalarına her düştüğümde onun cümleleri toparlardı beni ve şu an karşımdaydı. Daha fazla dayanamayıp az önce oturduğum taşın üzerinden ayaklandım. Marti Kheel ise güler yüzüyle bana doğru yürüyüp anlatmaya devam etti. -Tabii ki birçok şeye ihtiyacımız var ama en önemlisi bu. Biz bu geçitten geçtikçe unuttuklarımızı hatırlayacağız. Güçlenip özgürleşeceğiz. Biraz dinlenip devam edin ama yürürken etrafınıza bakmayı unutmayın. Doğa özgürleşirse biz de özgürleşiriz çünkü. Onu eşit görürsek biz de eşit yaşarız. Marti Kheel selam vererek yanımdan ayrıldı. Ağzımı açıp tek kelime edemedim. Zaten konuşsaydım

26


an

Pekş l a m e C rt

Me

inceleme

GİŞE DEVRİMİ: GENÇ HOLLYWOOD

27

Amerikan sinema endüstrisi ya da diğer bir deyişle “Hollywood” olarak da adlandırabileceğimiz oluşum nereden bakarsak 20.yy’dan bu yana dünya üzerinde aktif olarak gelişimini sürdürmekte. Sessiz filmlerden bugünkü çağdaş filmler dönemi yapılaşmasına kadar büyük etkiler bırakmış olan bu oluşum sinema türünün lokomotif tutkularından biridir. Öyle ki bu tutku kısa süre içerisinde alanındaki en otoriter güç olmuştur. Bu durumun oluşturduğu sonuçlar nihai bir rehavet doğurmuş ve sonuncunda da “gişe filmleri” tabiri doğmuştur. Biçimden ziyade içerik ve estetik kaygıya bir hayli uzak ve ne para yapar algısıyla oluşturulan filmler büyük popülarite sağlamıştır. Büyük kahramanlara odaklı hikayeler; yüksek aksiyonlar, efektlere bulanan yüksek gerilimler ve mutlu sonlar… Yüksek doz tahrik içeren ve sinema salonlarının kapılarına dayanmamız için bunun gibi birçok faktör... Fakat buradan kötülemeyi hak eden bir yapısı var gibi bir söylem de çıkarılmamalı. Sıkıcı hayat rutini ve gerçekçi yaşam süreci sonrasında hepimizin tercih edebileceği bir ferahlama alanı fazlaca cazip gelebilir. Netice itibariyle sinema özgür tüketim ihtiyacımızın zevklerle bütünleşmiş bir karışımı. Hollywood’un bu çatısı aksine belli bir azınlık tüketimin salon, seans dinlemeden vizyon tarihi kovaladığı bir yapı daha var. Nitelikli yapımların oluştuğu, ticari beklentinin olmadığı ve tüm içeriksel ve sektörel kaidelere karşı duran “Bağımsız Amerikan Sineması.” 1950’lerden sonra bölgeye bulaşan yaratıcılığın vurgulanma anlayışı çok büyük eserlerle kendine yer buldu. Artık süper kahramanlar yerine bir meselesi olan filmler üretildi. Kahramandan sıyrılıp kıyıda köşede kalmış “farklı” tipler ve duygular ön plana çıktı. Mutlu sonlara mola verilerek seyirci aktif bir hale getirildi. Tembelce finali tüketip iki üç cümlelik yorumlar yerini, açık kompozisyonlar üzerinde saatlerce süren film

eleştirilerine bıraktı. Bu sayede akıma oluşan hayranlaşmayla sektörün dinamo yapım grupları da eserlerin üreticilerine dikkat kesildi. Wachowski ve Coen kardeşler, Wes Anderson, Jim Jarmusch, Francis Ford Coppola, Quentin Tarantino, George Lucas, Martin Scorsese akla gelen başlıca örnekler olarak gösterilebilir. Bu yeni ikinci dönem sadece sanatsal konformizm uğruna hamleler yapmadı elbette. Var olan politik düzen ve bunların getirmiş olduğu muhafazakar değerlerin kurulu düzenini derinden etkilendi. Artık seyircinin içeriksel ezberleri yok olmaya başlamış, yeniden yorumlayabilme kabiliyeti artmıştı. Siyah-beyaz çıkmazının gösterildiği kadar dürüst olmayışı ve bunun savaş endüstrisi gibi çok daha büyük bir resme uzandığı, yeni yapımların derin okunaklılığı sayesinde kendisini belli etmeye başlamıştı. Aile düzenindeki ataerkil hegemonyanın yıkılması, alkol ve uyuşturucunun ötekileştirilen bir ucubelik metaforu olan temsili artık etkisini kaybetmişti. En önemlisi de sinemanın kapitalist çatısı çökmeye başlamıştır. Otorite haline gelen tüm temsil değerleri bu yeni dönemle birlikte yıkılmaya başlamıştır. El değmemiş konular artık gün yüzüne çıkarak var olan sisteme tokat niteliğinde yorumlamalar getirir. Vietnam’a dair çekilen filmlerin birçoğunda bunu görebiliriz. Nihayetinde Amerikan sinema sanatında tabu olarak nitelendirilen kavramlar yıkılır. Fabrikasyon kalıplar geride bırakılarak daha sanatsal ve bireysel bir cazibe ortaya konur. Bağımsız sinemanın temsillerine geçmiş dönemlere bakıldığında yalnızca film festivalleriyle canlı katılımlar eşliğinde seyir sağlarken, şimdi birçok kanaldan ulaşabilmekteyiz. Ancak yine de hala dişe dokunur biçimde erişilebilir değil.


Elden düşme motosikletin üzerinde babasının beline sımsıkı sarılmış etrafı seyrediyordu. Çuvaldan yapma tekerlekli kasayı doldurmak için ilk durağına yaklaşmışlardı. Kibrit kutusu gibi yan yana bloklardan oluşan lüks sitenin önündeki zeytuni renkli plastik çöp bidonlarının yanına gelince atladı motordan, babasından önce. Motoru öylece yolun kenarında bırakıp ikisi de seğirtti bidonlara. Yedi yaşında ya var ya yok; ayakları çıplak, bembeyaz dişleri güneş yanığı yüzünde parlıyordu kızın. Başlarını ayrı ayrı bidonlara sokup çıplak elleriyle eşelemeye başlayınca gözleri ışıldadı ikisinin de. Neler yoktu ki? Pazartesi günlerini oldum olası severlerdi. Hafta sonu artığı bol olurdu. Ne ararsan… Bir yandan ısrarla eşeliyor diğer yandan işe yarayanları ayıklıyorlardı. Onların aradığı sadece kağıttı. Buldukları rengi değişmiş zavallı kağıtları tek tek ayırıp özenle motosikletin arkasındaki çuvaldan yapma kasaya doldururken çöp varilinin civarına mevzilenmiş kuşkucu kediler onları seyrediyordu. Babasının kafasını çıkarmadan bidondan dışarı fırlattıklarını istiflerken kapağı yırtık bir kitaba ilişti gözü. Nasırlaşmış minik eliyle tutuğu kitabın içinden kimliğini yitirmeye başlamış bir fotoğraf düştü kucağına. Öylece atamazdı çuvala hayır. İşaret feneri gibi sağa sola sallayarak “Baba bak!” dedi yüzündeki hüzünlü gülümsemesiyle “anneme ne kadar benziyor!” Annesine benziyordu, ne güzel. Babası, bidonun ekşi ekşi tüten kokusunun yaladığı yüzünü dışarı çıkarmadan “tamam,” dedi “tamam koy çuvala…” Koymadı ama. İki eliyle kavrayıp hasretle kucakladı. Bidondan çıkardığı kağıtların arasına sıkışmış kırık bir ayna parçasının eline battığını henüz fark etmemişti çocuk. Babası bidonun içindeki taramayı bitirip elinde hazine gibi tuttuğu bir tomar kağıtla birlikte kafasını sevinçle çıkarınca gördü; evet, benziyordu. Telaşlı bir sükunetle eline alıp susmuş hatıralarını dinledi bir süre. İçine tarifsiz bir sıcaklık yayılırken fotoğrafın renkleri gittikçe soluyordu. “Babaaa!” sesiyle irkilip kendine geldi. Neyse ki gözlerine çöken hüznü henüz fark etmemişti kızı. Bir şey diyemedi haliyle, ama kollarını açıp minik gövdesine sımsıkı sarıldı. Kızın çıplak ayağına elinden şıp şıp damlayan koyu kıvamlı şerbete çok geçmeden adamın gözünden süzülen tuzlu su eşlik etti. Neden sonra motosiklet pata pata uzaklaşırken, aç kediler bidonun içine çoktan atlamıştı…

klu

pru O n i y e s Hü

çizim: kübra uslular

hikaye

KIRIK AYNA

28


Cemile Türkmen ile röportaj

Cemile Hanım merhabalar! Öncüsü olduğunuz bu mükemmel çalışmayı tebrik ederek başlamak isterim. “Sarı Bezli Kadınlar” oluşumundan önce biraz sizinle ilgili konuşmak isterim, bize biraz kendinizi tanıtabilir misiniz?

Cemile Türkmen: Selam. Desteğiniz ve ilginiz için bütün “sarıbezlikadınlar” adına ben teşekkür ederim. Cemile Türkmen ben; iki kız kardeşiz (ablam ilkokul öğretmeni, Boğaziçi Üniversitesi Kimya bölümü mezunu bir oğlu ve İTÜ İnşaat Mühendisliği’nde okuyan bir oğlu var.) Babam makine mühendisi, annem ev hanımı. Babamın memuriyeti gereği ilk ve ortaöğretimi farklı şehirlerde tamamladım. ODTÜ kimya mezunuyum ve İstanbul’da özel bir şirkette aktif olarak mesleğimi devam ettiriyorum.

Sarı Bezli Kadınlar, Cemile Türkmen’in kurmuş olduğu kar amacı gütmeyen; kadınlara ücretsiz kitap, sinema ve tiyatro bileti, seminer davetiyeleri sağlayan bir kuruluş. Bu güzel oluşum çok kısa sürede dikkatleri üzerine çekmeyi başardı. Instagram’da aktif olarak etkinliklerini sürdüren Sarı Bezli Kadınlar, çok kısa sürede “yüz altmış altı bin” takipçiye ulaştı. Bu güzel oluşuma destek vermek için sen de takip edebilir, kadınlarımız için kitap gönderimi yapabilirsin. şeyler yapmak. Aslında ilk başta kendi adımı hiç geçirmemeyi düşünüyordum hatta çevremde “Sarı Bezli Kadınlar’ı” bilenlere oluşumun benim tarafından kurulmuş olduğunu söylemeyin diyordum. Ancak zamanla oluşumumuz dikkat çekmeye başlayınca röportaj teklifleri gelmeye başladı ve SBK’nin daha çok duyulması için bir şekilde varlığımı göstermem gerekti.

Peki, nedir Sarı Bezli Kadınlar, bize biraz bu oluşumdan bahsetmek ister misiniz?

C.T: Herkes gibi ben de kadına şiddete karşıyım; ancak “ah vah” etmenin ötesine geçemiyordum. Bir şey yapmak gerekiyordu ve bu en inandığım konu olan eğitim, okumak ve bilinçlenmekle olabilirdi. Ben de aslında en iyi bildiğim konudan yola çıktım. Kitap okumak, tiyatroya gitmek ve seminerlere katılmak. Yani bakış açısının genişlemesi, vizyon sahibi olmak ve bilinçlenmek adına yapılacak temel hareketler. Tüm bunların ücretsiz olması gerekiyordu: 08.03.2019 da bu amaç ile tek başıma yola çıktım. Bugün “tek” olmadan, birçok kadın ile “biz” olarak devam ediyoruz.

Sarı Bezli Kadınlar ile karşılaşmamdan sonra bu güzel oluşum ve sizinle ilgili birçok araştırma yaptım; Sarı Bezli Kadınlar ile ilgili karşıma birçok bilgi çıkarken, Cemile Türkmen ile ilgili çok bir bilgiye rastlayamadım Tek başınıza bu kadar büyük bir işin alaçıkçası. Bu kadar güzel bir iş yaparken, kendi tından kalkıyorsunuz, yorulmuyor musunuz? isminizi öne çıkarmak yerine oluşumun ismini ön planda tutmayı tercih ediyorsunuz, bunun C.T: Yaklaşık “bir buçuk” sene oldu ancak bunun sebebini bize anlatır mısınız? C.T: Evet, ben çok ön planda olmamaya çalışıyorum çünkü burada amaç benden öte, kadınlarımız için bir

29

ilk aylarını çok saymazsak -çünkü az biliniyorduk- son bir sene içinde hiç “çok yoruldum” dediğim olmadı. Mental olarak bazen “kadın okusa ne olacak, tiyatroya gidince mi kadın olunuyor?” gibi mesajlar geldiğinde üzülüyorum ama


anlık oluyor; çünkü “kitabın geldi teşekkür ederim” mesajı geldiğinde ya da “biz de, ben de kitap göndermek istiyorum kadınlarımız okusun” mesajı geldiğinde evimde “işte bu” diyerek sevinç alkışı yaptığım oluyor. O yüzden hayır galiba, ben motivasyon ile çalıştığımdan yorulmuyorum.

Bugüne kadar –çok kısa bir sürede- yaptığınız muazzam iş ortada, peki Sarı Bezli Kadınlar’ın bundan sonraki planları nelerdir?

C.T: Sosyal medya hesaplarımızdan mesaj yazarak ya da orada bulunan e-mail adresinden ulaşabilirler. Her mesajı okuyup cevap vermeye gayret gösteriyorum.

Gönüllü bir ekip kurup bu işi daha da ileri noktalara taşımak ister miydiniz?

C.T: Büyüdükçe hedefler de büyüyor. İki ileri hedefte (ilki dijital kermes) gönüllük üzerine kurulacak bazı SBK evleri fikrim var ama bunun için zamanımız var, çünkü organize olmak süreç istiyor, özelliklede Dünyada ki pandemi sorunumuz yüzünden. Planlarımız fikren hazır, biraz daha zaman…

Yüz binlerce kadına hitap ediyor, onların hayatlarına dokunuyorsunuz, nasıl tepkiler alıyorsunuz?

Bu kadar başarılı olacağınızı tahmin ediyor muydunuz?

C.T: Okumaya, öğrenmeye meraklı kadınlardan çok büyük bir talep geleceğini biliyordum ancak kitapları kendim alıp kargosunu da ödediğimden; tiyatro davetiyelerini aldığımdan dolayı bu kadar çok kadına dokunabileceğimi bütçesel olarak tahmin etmiyordum. Ancak bahsettiğim gibi kitap, tiyatro bileti ve eğitim için Türkiye’nin her yerinden destek geldiğinden daha çok kadına dokunmayı hep beraber başardık. Bu denli büyümeyi ben de beklemiyordum ama hep beraber başardık, başarmaya devam ediyoruz.

Bir şekilde destek olmak isteyen insanlar Sarı Bezli Kadınlar’a nasıl ulaşabilirler?

Sarı Bezli Kadınlar oluşumu ne tarz yardımları kabul etmektedir? Sadece kitap mı yoksa farklı yardımlara da açık bir oluşum musunuz?

röportaj

C.T: Pandemi sürecinden dolayı sahada yapmak istediğim birçok konu askıya alındı. Kermesler, “SBK” tanışmaları, tiyatro etkinlikleri ve farklı şehirlerden destek için yapılan eğitimler gibi birçok planımızı askıya aldık. Ancak bu süreci avantaja çevirerek kitap dağıtmayı hızlandırdık, biz diyorum yine çünkü ikinci el kitaplarını gönderenler, daha önce dediğim gibi yazarlar, yayınevleri; “yazar değilim ama sizin için seçtiğim kitapları aldım” diyen birçok kadın sayesinde bir sene içinde “on bir binden” fazla kitap gönderdik. Gecikmeyle de olsa bundan sonraki ilk hedefim kermesler ya da dijital bir kermes ortamı. Bunun için araştırma yapıyorum, üzerine çalışıyorum.

C.T: Bundan beş-altı ay kadar önce iki farklı şehrimizde hiç sinemaya gitmemiş kadınlardan mesaj geldi. Yakın arkadaşlarımla ve ailemin destekleri ile onları bulundukları köylerden alıp; ulaşımları, sinemaları, çıkınca yemekleri için iki ayrı organizasyon yaptık. Video göndermişlerdi bana, iki grupta. Sanırım o gün yaşadığım mutluluğu unutamam. Ya da kitap okuyan bir çocuğun, kadının yazdığı; “bu bitti başka kitaplara da katılabilir miyim” naifliğinde ki sorularını. Bunlar bizim insanımızın ne kadar güzel olduğunun göstergesinden başka ne olabilir ki.

C.T: İçinde kadının olmadığı bir şey mümkün mü bu hayatta? O yüzden her şeye açığız; oluşumumuza, kurduğumuz karşılıklı saygıya sevgiye destek olacak her şeye açığız. Bu teklifleri olumlu ya da olumsuz bulmak sonuçtur ama başlangıç için SBK’nin yani kadınlarımızın yararına olacak her teklife açığız

Son olarak Cemile Hanım, tüm kadınlara iletmek istediğiniz bir mesajınız var mı?

C.T: Kadınlar olarak önce biz kendi değerimizi, kıymetimizi bilip kendi gelişimimize katkı sağladıkça, çevremize; çocuklara, gençlere daha güzel yol göstericiler oluruz. Sarı bezi bir saat erken elden bırakmak bir şey kaybettirmez ama o bir saatte okuyacağınız bir kitap, iştirak edeceğiniz bir seminer ne çok pozitif düşünce kazandıracaktır. Anne, teyze, hala, abla, komşu olmak fark etmez; kadınız ve birlikte neler yapabiliriz biliyoruz. Onun içinde içimizdeki gücün farkına varalım. Dünyayı kadınlar güzelleştirecek!

30


lar

ancı m a S s ere

Mend

KAPTAN Kırılmış çocukların hüznü vardı, sesinizin tonunda Kimse bir şey yapmadı, Herkes her şeyi gördü.

Yüreğinin yarası Dekorlar bile şahit her şeye İlhan vardı Antep’ten Hatay’a gittik.

Gecenin bir yarısı, baklavalar kayboldu; Hepimiz çorba içiyorduk, Kimseyi suçlamadık.

Okyanusun ortasında Yan yatmış geminin güvertesindesiniz.

Harun’un ışıkları tüm sahneyi kaplamış Her şey çırılçıplak

çizim: ünal altındağ

Replikler yürek yarası

Sevgi, emek de neymiş? Asya’nın dünyadan haberi yok Perdeler her şeyi anlattı Güle güle İlyas.

Geminin onda dokuzu Suyun altında kaptan!

Yakamozlar seni yanıltmasın Cesetlerin dansıdır yüzeyde kıpırdayan.

31

şiir

Yüzün geliyor gözlerimin önüne


y

ne Fatih Gü

32


an

Ali Tarh

MAĞMUM

öykü

33

Az ilerden köşeyi döndüler, geliyorlar Bir şey var yanlarında; yanarlı dönerli bir dev gibi Olanlara anlam arayacaklar, geliyorlar Batı Afrika’dan siyah bir Keşiş Foku konuşuyor şimdi Lütfen biraz sessiz olun Sahneden yavru bir gergedan düştü, meme arar gibi yönünü arıyor Sessiz olun duymuyorlar birbirlerini Mauritius adasından bir fener, gergedanın sahnesine ışık oluyor Dodo bu “dikkat çekiyor” Pinta Adasında soluksuz bir yangın, gergedanın sahnesine alev saçıyor Pinta Adası kaplumbağaları “dikkat çekiyor” Tüylü Mamutlar yola çıktı bile güneş dişlerine vuruyor Pirena Dağ Keçileri çığlık çığlığa kelaynak dağlardan iniyor Altın Kurbağa gri yaşamımıza doğru sinyal yakıyor Hepsi burada, gergedanın sahnesine doğru geliyorlar Yüzyıllar öncesinden, az önceden, biraz sonradan Yarından geliyorlar Sessiz olun, duymuyorsunuz Yanlarında bir şey var; yanarlı dönerli bir dev gibi İrlanda geyikleri yakın korumada, sarmış etrafını “Yokolan olmaya adaysınız” anonsu geçiyor caddelerimizden Anlam arama dedektörü bu, kaçmayın Anlam arayacaklar “yaptıklarımızda” Anlam arayacaklar “onlara olanlara” Anlam arayacaklar anlamsızlığımızda, vicdanımızda.

şiir

Alarmın o tiz sesini duymadan açmıştı gözlerini yine. Huzursuzluk sanki somut bir varlık halini almış da elleriyle göğsünün üzerine çökerek uyandırıvermişti. Şöyle derin bir nefes almayı denedi, hafifçe doğrulduğu yatağından göz ucuyla saatini kontrol etti. Daha vakit vardı. Tekrar uykuya dalmak için kısa, yataktan kalkıp hazırlanmak içinse uzun bir zaman. Ne enteresan bir kavram şu zaman diye düşündü sırtüstü uzanmış tavana dikerken bakışlarını. Yaşanılan ruh haline göre değişiyordu ölçü birimi. Gazoz kapağına çamur doldurarak oyunlar oynadığı, bir misketin bile büyük mutluluk getirdiği o yıllar ışık hızında akıp gitmişken, içinde bulunduğu buhran halinde ise tersine akıyor gibiydi zaman. Herhangi bir aitlik hissiyatı yoktu içinde. Yabancı bir memlekete gidip; bir süre orada yaşadıktan sonra, artık kendini ne gittiğin ne de geldiğin yere ait hissedememek gibi: Yaşadığı dünyaya bir türlü alışamıyordu. Manasız gelen bir şey vardı. Hep başkasının çocuklarının örnek teşkil ettiği bir diyarda büyümenin verdiği eksiklik hissi miydi sebep, yoksa el ne der diyarında yaşamanın hayatında yarattığı bir istek – eylem dengesizliği mi? Belki de o kadar çok şeyin bileşimi idi ki bu hisler tamamen kopmuştu hayattan. Şahsi olarak var olup, ruhen var olamamanın yarattığı ikilem derin bir boşluk barındırıyordu ruhunda. Yerine koyacak hiçbir şey bulamadığı öylesine biçimsiz bir boşluk. Yaşamın bir anlamı var mıydı? Olmalı mıydı? Bunları düşünmek de neyineydi. Yaşamın genel gidişatını bozmadan devam etmeli, doğum ile başlayan yaşam; okul, iş ve evlilik sonrası artık çocuklar için yaşıyoruz tadında bir kıvama gelmeliydi. Hayatın anlamıdır, mutluluk nedir gibi lakırdılar çok gereksiz, farklı olmasını istemek ve öyle yaşamaya çalışmak düpedüz densizlikti. Makul bulmadığı bir topluluğa yaranmak için yaşamı bu hale getirmek ikiyüzlülüğünü gösteren insan ne de pisti. “Birçok şeye sahip ama birçok mutluluğa kiracı yaşamlar bizimkisi” dedi sesli bir şekilde, kendi kendine. Üstümüze uymayan yaşamları giymeye çalışmanın verdiği rahatsızlık hissi ile sürekli huzursuz. Bir sigara yaktı ve derin bir nefes çekti. Kafasında dolanan düşünceler alarmın sesiyle birer yana dağıldı. Sorgulamak yersiz; “kalk giyin ve işe git” diyordu yaşam. Sessizce kalktı ve üzerini giyinip işine gitti. Cesareti olmayanlar kendine biçilen role razı gelmeliydi.

GERGEDANIN SAHNESİ


Tabure Kültür Gençlerin İçeriklerini Neden Ayrı Olarak Yayınlar Tabure Kültür Ekibi, bugüne dek; birçok dergi, gazete yayınevi gibi bu sektörün temel taşlarını oluşturan kuruluşlarda çalışmış insanlardan oluşmaktadır. Tabure Kültür Ekibi olarak; sanatsal anlamda bir şeyler üretmenin ne kadar zor bir süreç olduğunu biliyor ve herkesin içeriğine saygı duyuyoruz. Yazı alanıyla ilgili birkaç söz söyleyecek olursak; yazı yazma eyleminin ne kadar sancılı bir süreç olduğunu, fakat doğuştan gelen bir yetenek olmadığını söyleyebiliriz. Müzik mesela; yeteneğe dayalı, etüt ile gelişen bir sanat dalıdır, fakat yazı yazmanın yeteneğe dayalı olduğunu düşünmemekteyiz. Müzikal yetenek şöyle ispatlanabilir, bir insan hiçbir eğitim almadan, kaba tabirle “kulaktan” enstrüman çalmayı öğrenebilir, şarkı söylemeyi ya da... Evet, iyi bir eğitimle yeteneğinin üzerine koyarak ilerleyebilir müzik alanında, fakat yazı bambaşkadır. “Yazmak” dediğimiz eylem öğrenilir, üzerine düşerek de geliştirilir. Kimse doğuştan yazmayı bilerek var olmaz. Yazma eylemi; tamamen idman işi olup, üzerine düşülmediğinde körelen, sonradan kazanılmış bir reflekstir. “On altı” yaşındaki bir insan; elli yaşındaki birine göre, hayatının çok kısa bir süresini yazma işine ayırabilmiştir. Otuz yıl düzenli yazı yazan insanla, bir iki sene önce yazma işine başlamış olan gençleri aynı yarışa dahil etmenin çok mantıklı olmadığını düşündüğümüz için; gençleri kendi aralarında değerlendirmeyi doğru bulduk. Bu konudan bahsederken yanlış anlaşılmak istemeyiz: On altı yaşındaki bir genç, elli yaşındaki bir insandan tabi ki iyi yazı yazabilir. Dışarıdan bakılınca bu böyledir. Unutmamamız gereken ayrıntı ise bu platformun bir “Edebiyat Dergisi” olduğu ve bu bağlamda buraya yazı gönderenlerin edebiyatla iç içe olduğudur. Sevgili Gençler; Bütün dergi içinde bize en iyi gelen, bizi en çok heyecanlandıran bölümün Gönülçelen Genç Kalemler olduğunu belirtmek isteriz. Her sayımızda sizlere daha fazla yer ayırmaya çalışmaktayız. Sanatın çatısı altında yapacağınız her çalışmaya açık olduğumuzu bilmenizi isteriz. Sevgi ve saygılarımızla; Tabure Kültür Yönetim Ekibi.

34


Korkuyorum

Şiir

Deneme

Nihal Narı (18)

Elif Sude Yanık (15)

Korkuyorum

O aynanın karşısında saçını tarayan kadındım bir zaman. Taradım, ördüm, bağladım. Omzumdan döküldü lüleler. Çıktım, giydim o sevdiğim kırmızı elbisemi, çıktım. Ayağımda topuklular, ama koşarcasına adımlarım. Başım hep dik, boynumda fularım. Gördüler beni yürüdüğüm sokaklarda, bindiğim tramvayda, girdiğim dükkanlarda. Gördüler, hissettim, hissettim bakışları omuzlarımda. Aldırma! Birkaç adım daha atmışım sonra, birden bir karanfil değdi boynuma, en sevdiğim. Döndüm, o. Ellerimi verdim yanımdaki oğlana. Derlerdi inanmazdım, güçlüymüş sevda. Güçlüymüş hırçın dalgaları kadar boğazın, yapraklarını savuran rüzgarı gibi sonbaharın, güçlüymüş gözyaşlarıyla çağıldayan suları gibi ırmağın. Kayboldum önce, döndüm dolandım bulamadım onu, sevdamı. Durdum yerimde, bir de baktım ki benmişim kaybolan, ben yalnız kalmışım. Kısalmışım ben, topuklarını kırmışlar ayakkabılarımın, örtmüşler göğsümü, kapatmıyormuş elbisem. Bir sıcaklık… Bir şeyler akıyor şimdi benden, bedenimden, kanatmışlar beni, yaralarım acıyor. Gözlerim, yoklar artık yerlerinde, ben artık görmüyormuşum. Seslerini duydum bazılarının, ben meğer ölüyormuşum. Oysa daha şimdi değil miydi elleri ellerime… O sımsıkı tuttuğum eller… Fularım sıkıyor boynumu, boğuluyorum, o tuttuğum eller boğuyor beni. İmdat, diye bağırıyorum, çıkmıyor sesim, o eller tutuyor ağzımı, konuşturmuyor beni. Koşmak, kaçmak istiyorum, o eller, ah o eller belimden ayaklarıma… Bitiyor artık hislerim, yalnız düşünüyorum. Ben daha az önce dans ediyordum. Yok artık, tutmuyor hiçbir uzvum. Artık biliyorum, son dakikalarım bunlar. Öldürdüler beni, son dakikalarım bunlar. Kadınım sadece ben, kadındım bir zaman. Adım Ceren benim, bazen Emine olur, bazen Özgecan. Zaman yanına almış, gidiyorum ben. Beni sevda öldürdü, ama korkmam sevmekten. Kadındım ben bir zaman Anneydim, olabilirdim Minicik kızdım O aynanın karşısında saçını tarayan kadındım bir zaman…

Ölümden Yok olmak ve her şeyi geride bırakmaktan Daha düzgünce sevememişken hele seni Ve daha gerçekleştirememişken düşlerimi Bakamamışken o güzel gözlerine derinden Ve söylememişken seni ne kadar çok sevdiğimi sana Vedalaşamamışken eski dostlarla Görmemişken uzun zamandır görülmeyeni Girmemişken denize bu yaz İçmemişken senin yaptığın çayı Korkuyorum Yaşamaktan Uzunca ve özgürce devam etmekten Seni düzgünce sevmekten Düşlerimi gerçekleştirmekten Gözlerine derince bakıp seni sevdiğimi söylemekten Eski dostlarla sohbet etmekten Uzun zamandır görülmeyeni görmekten Denize girmekten bu yaz Ve senin çayını içmekten korkuyorum Korkuyorum Kendimden

35

Oysa bir zaman…


Deneme

Rüveyda Ünal (17)

“Yatıya gidince uyutmayan saat meğer benmişim” Güzel fotoğraflarım yok benim. Güzel de çıkmam onlarda zaten. Fiyakalı bir fotoğraf makinem de yok. Fakat güzeli gördüm mü hemen anlarım. Çok güzel fotoğraflarım var benim, hepsi kafamın içinde. Beni güzel gören bir insan çıkar elbet. Ben herkesi alnından öpüyorum vedalaşırken. Güzel yolculuklarım oldu benim, şarkılar eşlik ediyordu yol boyu. Bir onlar vuruyordu hicazın dibine, bir de benim tiz sesim. Güzel yolculuklarda güzel insanlar tanıdım. İstisnasız hepsiyle bir hayal kurduk. Hepsi kursağımızda kaldı, yaz yağmuru gibi yağıp geçtiler, su testisiymiş yolda tanıdığın insan su yolunda kırılırlarmış. Ben her yaz aşık oldum birine. Gönlüm ne derse onu yaptım yazları. Sanki yaz olunca bir af çıkıyordu gönlüme. Bir yaz akşamı, hele bir de hafif bir meltem çıkmışsa serbestti bana sevmek. -parmaklarım hep uyuşuk, avuçlarım karıncalanıyor – Benim güzel sözlerimi duyan olmadı. Belki de güzel değiller. Güzel dediğin nedir ki yar bendeki aşk olmasa dememiş Veysel, ama diyebilirdi de. Çok sevdiğim fotoğraflar oldu benim aylarca hatta yıllarca işin içinden çıkamadığım. İş, içinden çıkılan bir şey midir? İş işlikten çıkar o zaman. Uğraşılacak bir şey kalmaz. O zaman hepimiz ölebiliriz. Kimse bana ilk görüşte aşık olmaz öyle bir korkunçluğum olmadı hiç. Ama annem beni görür görmez “bu şimdi benim kızım mı?” demiş. Anneler kaideyi bozmaz. Ben, ben resim çizebilirim mesela. Çok güzel seni çizerim. Bir dağın eteklerinde, sarı çiçeklerin arasında, ellerin cebinde yüzünde bi’ yarım gülüşünle... Yüzüne de bir bulut kondurduk mu işte o zaman kimse seni tanıyamaz. Hatırlat da bir gün dağa gidelim. Uzun yoldan geldim, vardım, döndüm; şimdi yine gidiyorum. Atım hazır, eyeri kendim vurdum. Yollar karşılıyor tekrar beni ne zaman ben yerleşecek olsam. Ne zaman yerli halka karışsam ve biz çeşitli danslar etsek yağmur yağınca, kendi kavmimize ait bir hırçınlıkla ne zaman yakıp yıkacak olsak ve ne zaman tam onlar gibi olacak olsam bir yol tutuyor beni. Vaktim olmuyor hiç barbarlığa, fakat ben et yiyip bağırmak, tuvaletlere para vermeden girmek istiyorum. Ben hiç bu yerliler gibi olamadım. -bu bir övgü değil; bu bir kopukluk, bu bir vakitsizlik.- Yine bir yola çıkacağım bu sefer sözlerim olmayacak. Bıraktım, yol beni alsın. Bu sefer yeminler etmeyeceğim. Küskün ölmeyeceğim, barıştım.

SESSİZ BİRER ÖLÜM

Şiir

Eren Özen (19)

Ölüme, en derine Issıza ve kedere Yaslı bir gölge gibi dokundu -ürpertiKayıp gençliğim benim -çağın yabancısıEskinin sancısı Biriken tortusu göğsümde Ölümü kakışlıyor kalbimde Elzem mesele -sessiz birer ölümSessiz ve beklenmedik ölümler Üstü karalanmış hayatlar İnsanı ne de çok yaralar Henüz, mevsimiyle yaşamanın Solması insanın Bir hece taşına dururcasına Çekilmesi gün perdesinin Ne kadar adildir? Varken yaşamaya gayretim Kaybedilmesi gençliğimin?

çizim: emrecan asker

Kafamla sohbetler

36


20 TEMMUZ

Şiir

Sıla San , (15)

Kırk yıl önce bugün bir sonbahar doğdu İlkbahar öldü Doksan yedi yıl önce bugün Panço Villa öldürüldü Faşistler sevindi Elli yıl önce bugün ilk kez Ay’a ayak basıldı Dünya sevindi Kırk dokuz yıl önce bugün İşçi Partisi kapatıldı Patronlar sevindi Kırk yıl önce bugün bir sonbahar doğdu İlkbahar öldü Kırk yıl önce bugün bir sonbahar doğdu Sonbahar kirpiklerine yayılmıştı en çok Ellerinde yağmur Parmakları, damlalarıydı yağmurun Ellerinden ilkbahara damlardı İlkbahar her damlada can verirken Kırk yıl önce bugün bir sonbahar doğdu Yaprakları kurumamış, sararmamış bir sonbahardı bu Yağmurunu içine akıtırdı İçinden her zerresine yayılarak ele geçirirken ruhunu Kırk yıl önce bugün bir sonbahar doğdu İlkbahar öldü kederinden Bütün mevsimler sonbahar kaldı

SAATLER

Şiir

Rabia Uslu (19) Okunamayan şiirler bıraktın bana Usulca, sessizce başucuma Gezilmeyen, hissedilmeyen duygular Sensiz saatler bıraktın sadece Ben yine o saatlerdeyim Şiir yazmak için kelime bulamadığım Kokunu içime hapis ettiğim Sensiz saatlerdeyim

EŞİTİZ

Şiir

Sude Sencan (16) , Seviyorsun papatya, Gülüyorsun. Ağlayışın ne güzel, Arayışın sonsuza gider. O kalbine dokunan şarkılar Beyaz yaprağında tüter. Biliyorsun sevgi de hüzün de biter, Umut bitmez papatya. Kim bilir hangi ormandasın, Polenlerin hangi yol kenarında? Kimin kulağına küpe oldun, Nerede büyüdün, ne zaman soldun? Bunları anlatma papatya, Tüm canlılar eşit doğar, Dil, ırk, coğrafya Herkesin hayatı sevme hakkı var! Ne zaman seni görsem, Sapsarı için kalbime dolar. Söyle şimdi papatya, Senin güneşten ne farkın var? İnsan insana neden üstünlük taslar? Anladım, kafan karıştı senin. Şimdi düşünüyorsun; Koskoca güneş kim sen kim? Zengin kim fakir kim? Papatyam, her şey birikim. İçine doldurduğun duygu kadar Yaşadığını hissedersin. Kendinden üstün görme güneşi, İnsanlardan da korkma, Ezemezler seni. Sen ki, Onlara şiir yazdırmış bir papatyasın. Gücün, sevginin de ilerisi. Hepimiz eşitiz aslında, Anla artık papatya. Herkesin hayatı sevme hakkı var. Yeter artık dil, ırk, coğrafya; Tüm canlılar dünyaya doğar. Söyle şimdi, Söyle papatya, Senin benden ne farkın var?

37


?

Tabure Kültür; kimsenin değil, herkesindir.

Tabure Kültür; takım tutmaz, fanatik değildir. Tabure Kültür; yakışıklıdır, güzeldir.

Tabure Kültür; fikir sahibidir. Hiçbir ideolojiyi, siyasi partiyi veya futbol takımını savunmaz.

Tabure Kültür; senin yolladığın her içeriği yayınlamak zorunda değildir. Tabure Kültür gazoz değildir. Ayran da değildir. Tabure Kültür'de sadece iki renk yoktur.

Tabure Kültür'de mavi bir balon, pembe balona aşık olmak zorunda değildir. Tabure Kültür; yerli, milli ve dini değildir.

Tabure Kültür; evrensel ve bütünleştiricidir. İçeriğini yayınlamadık diye Tabure Kültür'e küfür etmek senin tercihindir. Tabure Kültür seni hesaba almak zorunda değildir. Tabure Kültür; senin derdini dinler fakat her an seninle ilgilenmek zorunda değildir. Tabure Kültür; beğenmediğin taktirde "Takibi Bırak" butonuna basmanı umursamaz. Tabure Kültür; kin tutamayacak kadar tembeldir. Tabure Kültür yandaş değildir.

Tabure Kültür; ırkçı, faşist, homofobik değildir. Tabure Kültür "on sekiz" yaşından büyüktür.

Tabure Kültür bira içebilir. "Biliyorsun, bir şiir ayakta da bira içebilir." Tabure Kültür; yalnız değildir, seninle daha güzeldir...

arkanıza yaslanmayın, artık

'desiniz 38



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.