İÇİNDEKİLER cortazar 2 Julıo biyografi coelho - elif 3 Paulo kitap incelemesi
ve nefes 22 renk zozan çetin
5 Şişman güzeldir: Kolombiyalı bir
24 sangrIa
23 sessizlik
çağan oğuzhan cantürk
modern sanat ressamı inceleme
7 FARK ETMEDiğiMiZ KESKiNLiK: LATiN AMERiKA SiNEMASI Mert Cemal Pekşan
doremi
25 yeni yüzyılımızın ilk güncellemesi dilan güler
26 izahsız çaresizlik hacı söylemez
sonundaki ışık 9 tünelin evren akşahin
Son Bir Sigara Yaktım; Yok Oluşuma Karşı mutlu varlıoğlu
10 ARTHUR MACHEN veya ESKiNiN YÜCE BiR TANRISI
27 ALBERT CAMUS’NÜN ‘’YABANCI’’ ROMANI ÜZERiNE DEğiNiLER burhan aLSan
28 albüm cansu pekcanattı 29 yaşamak
özge güldiken
Oğuzhan Acar
11 MÜZiKTE GENÇ BiR LATiN RÜZGARI: ENRIQUE IGLESIAS benan çelik
haklıydım fakat siz kazandınız 13 ben persona
14 marquez esra koca
30 saylangoz s. pınar ceylan
31 17.15
gökhan ağzıkara
32 iki büklüm gamze gedik
33 plastik-leş-me
15 YARATMA ARZUSUNA PSiKANALiTiK BAKIş
duygu demirci
kum saati
çağla tuna
mazlum candemir
17 uğraşsız e. nihan acar
35 Gönülçelen - genç kalemler
18 nergis
36
erkan ç.
topraklar üzerinde 21 bereketli menderes samancılar
37
Aslıhan Kılıçhan Ece şen Emir Talip Eto Emine Çetin
Dergimizde yayınlanmasını istediğiniz yazılarınızı, çizimlerinizi ve diğer özgün çalışmalarınızı editor@taburekultur.com adresinden bize ulaştırabilirsiniz İmtiyaz Sahibi
Tabure Kültür-Sanat Yönetim Ekibi Adına
Baturay Günay
www.taburekultur.com
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Seyhan Kınalı
taburekultur
Editör
Kreatif Direktör
Kapak Çizimi
Tasarım
Baturay Günay
Engin Erol
Ünal Altındağ
DaDa Collect
taburekultur
taburekultur
Tüm hakları saklıdır. Dergi içinde yer alan yazıların yayın hakkı Tabure Kültür-Sanat ekibine aittir. Başka bir amaçla ve herhangi bir web sitesinde izinsiz kullanılamaz.
2
“Julia Cortazar, tanımak mutluluğuna eriştiğim en etkileyici insandı. Üstelik o yaşlı 1956 sonbaharının bitimine doğru, ara sıra uğradığı, parmaklarını boyayan kocaman bir dolmakalemle önündeki okul defterine yazılar doldurmak üzere, Jean-Paul Sartre’dan yüz metre ötede, köşe masalarından birine kurulduğu, İngilizce adlı Paris kahvesinde onu ilk gördüğüm günden beri… İlk öyküler kitabı Bestiario’yu okumuş, daha ikinci sayfasında, büyüyüp adam olduğum zaman böyle bir yazar olmak istediğimi anlamıştım. O belki de hiç istemeden herkesçe sevilmeyi başaran tek Arjantinliydi”. Gabriel Garcia Marquez Arjantin’in en büyük yazarlarından biri olan Cortazar, 1914’te Ixelles, Brüksel bölgesinde doğdu. 1938’de Presencia adlı şiir kitabı yayınladı. Üniversitede eğitim görevlisiyken Peron yönetimine karşı girişilen eğleme katılınca hapse girdi, daha sonra üniversiteden ayrıldı. İlk kısa öykü kitabı Bestiario 1951 yılında yayımlandı. UNESCO’da çevirmen olarak çalışmak üzere Paris’e yerleşti. En sevilen kitaplarını bu kentte kaleme aldı. Kitaplarının çoğunu Fransa’da yazmış olmasına rağmen Latin Amerika gençlerinden oluşan dev bir okur kitlesine sahipti. Kitaplarının genelinde yaptığı şey, bir Latin Amerikalı olarak endişeleri, sorunları, kişisel sorgulamaları ortaya koymak, dışa vurmaktı. Genç kitleye hitap etmek gibi bir kaygısı hiç olmamıştı ve bunu şu cümlelerle ifade etmişti. “Gençler üzerinde en ufak bir nüfuzum olsun istemedim hiç. Şuna eminim ki gençlere belirli bir mesaj iletmeyi hedefleyen yazarlar genel olarak vasat şeyler yazıyorlar”. Latin Amerikalı olarak davasına borçlu olduğunu hisseder ve doğrudan edebiyatla alakası olmayan bir gaye edinir. Her türlü mesajı, her türlü fikri, hatta her türlü eylemi iletme imkanı olduğunu düşünür ve borçlu olduğunu düşündüğü davasına destek olur. Russell mahkemesine gider, Polonya’da ve İtalya’da
kongrelere katılır. Kitapları onlarca dile çevrilir ve ulaşabileceği en uç noktaya kadar davasını taşır. Kendisini yazmak istediğinde yazan bir amatör olarak gördüğünü yıllarca dile getirmiştir. Yazmak ona kendiliğinden gelen bir şey de değildir. Kulağında sürekli çalan bir müzik gibi hiç susmayan bir ihtiyaçtır yazmak Cortazar için. Yaşadığı her şey, toplumsal sorunlar, diktatörler ve ezilen halklar “yazıyı” Cortazar’a getirmiştir. Gerçek dünyayla olağandışı yaşantıları iç içe geçiren Cortazar’ın edebiyat dışında ilgilendiği şeyler arasında mitoloji, antropoloji, psikoloji, boks, fotoğrafçılık ve sinema da vardır. 1950’li yıllarda yayımlanan “Hayvan Öyküleri”, “Oyunun Sonu” ve “Gizli Silahlar” adlı öykü kitaplarını 1963’te yayımlanan Seksek adlı romanı izledi. Yazarın başyapıtı “Seksek” sayılır, geleneksel romanın olay örgüsünü altüst eden, belirli bir sona bağlanmayan bir romandır. Cortazar’ın diğer önemli eserleri arasında “Manuel’in Kitabı” ve “Mırıldandığım Öyküler” sayılabilir. Son yıllarında kendini insan hakları davasına adamış ve UNESCO’da çalışmıştır. 1984’te Paris’te bir “Latin Amerikalı” olarak gözlerini kapatır.
3
KİTAP İNCELEME
Kitap, yazarın 2006‘da Rusya’yı boydan boya geçmek ve hayranlarıyla buluşmak için yaptığı bir tren yolculuğunu konu alıyor. Yazar bu kitabında denenmemiş bir yöntemle kitabı, o zamanlar sıklıkla E. Nihan ACAR ÜVER kullandığı bloğundan yayınlamaya başlıyor. Aslında gezi notu şeklinde kayda aldığı “blog” yazılarını okuyucusunun beğenisine sunarak okuyucuyla etkileşime ne kadar değer verdiğini gözler önüne seriyor. O vakitler bir Twitter bağımlısı olan yazar buna rağmen günde on iki saat yazıyor. Twitter’ın onun dinlenme alanı olduğunu söylüyor. Eskilerin “Yazmak izolasyon ister” inanışının tersine okuyucusuyla hareket etmeyi seviyor. Kitabı yazdığı zamanlarda, 2010’da Forbes’e göre en etkili Twitter ünlüsü olarak Justin Bieber’dan sonra ikinci sırada gelmesi bu anlamda manidar. Zamanında, yayıncısıyla papaz olacağını bile bile, korsana engel olmak için eserlerini online satışa açan cesur bir yazar o. New York Times’da 26.09.2011 tarihinde Julie Bosman ile yaptığı röportajda sosyal medyanın gücüne inandığını ve bu gücü kullandığını itiraf ediyor. İlk kitabı kırk yaşında yayınlanan yazar, ailesinin “yazarlıkta para yok” dayatmasını zamanında aşamayan, ama daha sonra dünyaca ünlü bir yazara dönüşen bir başarı hikâyesine sahip. Bugün Gabriel Garcia Marquez’den sonra Latin Amerika’dan çıkan ve en çok okunan ikinci yazar olma özelliği taşıyor. Başka kayda değer bir nokta ise ülkemiz, “Elif” kitabını Dünya’da yayınlayan ikinci ülke olarak yazara ve özellikle içindeki Türk esintilere hakkını teslim etmiş durumda. Kitap için materyali dört senelik bir sürede topladığını söyleyen yazarın kitabı yazması ise sadece üç haftasını almış. Kitabın içine doğru Kitaba gelecek olursak kitap bir yol hikâyesini konu alıyor. Yazarın önceki kitapları “Simyacı” ve en son kitabı “Hippi”de olduğu gibi. Bu yol hikâyesi tabii ki tipik bir Paulo Coelho kitabı olarak içsel yolculuğu da içine alıyor. Yazarın mistisizm ve doğu kültüne hâkim olduğunu bilen okur, bu kitabın anlattığı alt metne daha kolay ulaşıyor. Nitekim yazarın yazdıklarını kurgusal olarak ele alırsak fantastik bir hikâye ile karşı karşıya olduğumuzu söylemek güç değil. Geçmişteki hataları için acı çeken ruhları konu alan eserlere illa
denk gelmişizdir. Yazarın önceki hayatlarında yaşadığı bir takım olaylar, onun şu anki hayatını etkilemeye başlıyor. Bu bağlantı, her ne kadar kitabın sonuna doğru netleşse de olay örgüsünde yazarın amacı bizi tren yolculuğuna çıkarmak falan değil. Asıl istediği ruhsal yolculuğuna ortak etmek. Geçmişteki hatalarını onarmak için ruhsal seyahatlere çıkan yazar bu defa eli boş dönmüyor. Yanında Türk kızı Hilal var çünkü. Neden bir Türk söz konusu? Kurgu olsa -doğu ülkesi göndermesi- var diyebilirdik. Ama değil. O vakte dek yazarın yaşadığı boşluk, ona hayatı sorgulatan ve yaşamayı tatsızlaştıran bir engel adeta. Hayatın anlamını bulmak için yolculuğu tavsiye eden hippi bir yazar beklerken, bizi diğer âlemle tanıştıran ve bu konuda aracılık eden ruhani bir kişi var aslında kitapta.
Elif demek, ne demek?
Peki, “Elif” bu hikâyenin neresinde? Elif tasviri, belki yazarın mevzuyu kelimelere ancak bu kadar dökebilmesinden belki de kitabın çeviri görmüş halini okuduğumuzdan, giderek azalıp bulanıklaşıyor. Yani tasvir ne kadar kelime kullanılırsa kullanılsın az kalıyor. Daha önce tanık olunmayan ve ya deneyimlenmemiş bir olay ve olguyu karşı tarafa verme zorluğunu düşünün. Yazar öncelikle bu zorlukla karşı karşıya. . Çünkü Elif’i yaşamak herkesin harcı değil. Peki, kitapta geçtiği kadarıyla nedir Elif? Bu andan tüm zamana uzanan bir geçit diyebiliriz öncelikle. Tanrıyla, her şey-
Yasemin Alkaç
4 le ve herkesle bir olma hali olarak açıklanabilir çaresizce. Elif’e gidip önceki yaşamlarını bir daha yaşayabilirsin. Ama zaten tüm hayatların Elif’te sürekli yaşamaktasın. Böyle bir -tüm anlar- düzleminde kendini istediğin yere götürebilmek maharet ve yazarın kitap adına materyali dört senede toplamak dediği büyük ihtimal bu deneyimle ilgili. Bunları kurgu yerine koyup fantastik baktığımızda gidilen yer, ruhlar âlemi. Bilim kurgu derseniz zamanda geriye gitmek belki. -Bu noktadan sonra kitap hafif sürpriz bozan içerebilir-
hala deneyimlemekte. Kitap kısaca yazarın her şeyin, herkesin birleştiği ortak ana gidip doğru yere kendini konumlayıp sadece bugünkü değil geçmiş hayattaki hatalarıyla yüzleşmesinden ibaret bir hikâyeyi barındırıyor. Biz bugünkü hatalarımızı kabul etmekte zorlanırken yazarın bu yüzyıllık hesaplaşmaya girmesi oldukça düşündürücü. Bu, geçmişten taşıyıp durduğumuz tüm yüklerin, bu hayatımızda da bizi etkileyeceği gerçeğiyle yüzleşmemizi sağlıyor. Geçmiş geçmişte kalmıyor maalesef. Geçmiş katlanarak büyüyor ve her yaşantımızda attığımız düğüm bizi giderek daha
“İlk kitabı kırk yaşında yayınlanan yazar, ailesinin “yazarlıkta para yok” dayatmasını zamanında aşamayan, ama daha sonra dünyaca ünlü bir yazara dönüşen bir başarı hikâyesine sahip. Bugün Gabriel Garcia Marquez’den sonra Latin Amerika’dan çıkan ve en çok okunan ikinci yazar olma özelliği taşıyor.”
Yazar yaşadığı hayatlardan birinde 8 kadının acımasızca öldürülmesine neden oluyor. Eski Avrupa’da Engizisyon Mahkemeleri’nin hükümlerinin uygulayan, kurulda yer alan ve cadılarla savaşan bir kanun ve din adamı kendisi. Hilal, bu kadınların arasında yer alan, cadılıkla itham edilen masum bir mahkûm. Onu diğerlerinden ayıran özelliği, celladına âşık olması. Ama kurula karşı duygusal görünmemek için sesini çıkartmıyor ve kızın ölümüne neden oluyor. Hilal’in onu affetmesine ihtiyacı var. Ruhundaki boşluk, bu tatsızlık bu yüzden. Hilal ona Elif’te eşlik ediyor ama hikâyenin aslına çok sonradan vakıf oluyor. Öfkeleniyor. Oysa yazara beslediği sevgi yüzyıldır taze. Yazar ise gerçek hayatında evli ve mutlu bir adam. Hilal ile sadece bu hesaplaşma için karşılaştıklarına inanıyor. Ve Hilal in bunu öğrenmesinin, ona hayatındaki düğümlere çözmesine yardımcı olacağını düşünüyor ve oluyor da. Herkes kendi krallığının sahibi oluyor çünkü affedilmek ve çözülen düğümler insana kocaman bir dünya, bir krallık sunabiliyor.
Ruhsal yolculuk meselesi
Yaşanılan ruhsal seyahatlere inanmak zor olsa da yazar, kitabın son sözünde, temel bilgiye sahip olmadan, zamanda yapılan bu yolculukların tehlikeli olabileceği konusunda okuyucuyu uyarıyor. Bu uyarı gerçek. Yani yazar gerçekten onca geçmiş deneyimi yaşıyor. Kitabı kurgu gibi okuyup olanlara inanmakta güçlük çekenleri silkeleyip atan bu durum, kitaba farklı gözle bakmamızı sağlıyor. Kitaba baştan alıp Elif üzerinde düşünmek ve Elif’i irdeleme isteği uyandırıyor. Yüce ruh ile konuşmalar, Şamanizm, mistisizm yazarın eserlerinde sıklıkla kullandığı kavramlar. En önemlisi yazar, bu kavramların içini doldurmakta çok başarılı. Neden? Çünkü yazar bunları deneyimlemiş ve
Yasemin Alkaç
çok rahatsız etmeye, kontrolü kaçırmamıza ve sonsuz sorgulamaya girmemize sebep oluyor. Biz Elif’e ortak olamayan normal insanlar ne yapacağız peki? Geçmişe gitme şansımız yok, yüce ruhu falan duymuyoruz. Biz bu düğümlerimizle nasıl yaşayacağız? İki yolumuz var. Ya hiçbir şey olmamış gibi, geçmiş geçmişte kalmıştır deyip yolumuza gideceğiz ya da görünen ve duyulan geçmişe ne kadar gidebilirsek o kadar gidip cevaplarımızı arayacağız. “Anne dedem nasıl bir insandı?” sorusunun ötesine geçemeyeceğiz belki ama anlamaya ve uyanmaya çalışacağız. Görmek, anlamak, bilmek istersek kim bilir belki bir gün biz de Elif’e dönebiliriz…
5
SiSMAN GÜZELDiR: KOLOMBiYALI , , BiR MODERN SANAT RESSAMI
FERNANDO
BOTERO
19 Nisan 1932’de Kolombiya Medellin’de dünyaya gelmiş, eğitimini de İspanya San Fernando Güzel Sanatlar Kraliyet Akademisi’nde almıştır. Fernando Botero genellikle şişman insanlar çizmektedir. Şişman insanları değil, insanların şişman uyarlamalarını resmeder. “Şişman Güzeldir” der Botero ve ekler; “çünkü şişman insanlar diğer insanların yüzünde hemen bir gülümseme yaratma kabiliyetine sahiptirler, sempatiktirler.”
Botero, eserlerinin genelinde; topluma dayatılmış, gerçekdışı güzellik algısını yıkmayı amaçlamaktadır. Eserleri genel olarak uyarlamalar şeklinde olup, geçmiş ustaların önemli tablolarını kendi üslubuyla ifade eder Botero. Buna belki de en güzel örnek; Leonardo da Vinci’nin “Mona Lisa” tablosu olabilir. Hayatının uzun bir bölümünü New York ve çeşitli Avrupa ülkelerinde geçiren sanatçı, “Latin Amerika Halklarına” duyduğu özlemi tablolarının arka planına yansıtır. Tablolarının arka planında sanatçının kendi ifadesiyle; “kendi yurdunda tanıdığı güzel insanlar” yer almaktadır.
6 Fernando Botero’nun eserleri başta Kolombiya olmak üzere dünyanın birçok ülkesinde sergilendi. Sanatçının “altmış dört” eseri, 2010 yılında İstanbul Pera Müzesi’nde de sanatseverlerle buluşmuştu.
“Ben gerçek bir boğa ile karşılaşıncaya kadar hep matador olmak istedim.” Çocukluğundan beri boğa güreşine merakı olduğunu ifade eden sanatçı; “boğa güreşini çizmeye cesaret ettiğini, çünkü benliği ile bu konu arasında güçlü bir bağ olduğunu” dile getirir. Sanatçı; “ben gerçek bir boğa ile karşılaşıncaya kadar hep matador olmak istedim. Ne var ki, boğa ile göz göze gelince, o kadar yürekli olmadığımı anladım,” diyerek neden matador olmadığını açıklar.
Botero’nun toplumsal yanını incelemeye fırsat bulduğumuz en önemli eserlerinden biri de “Abu Ghraib” tablosudur. Sanatçı eserinde; 2003 yılında Amerikan askerlerinin, işgal altındaki Irak’ta yer alan Ebu Gureyb Cezaevi’nde tutuklulara uyguladıkları işkenceleri konu almıştır. Botero; Amerikan askerlerinin tutuklulara sopa ve coplarla bulundukları cinsel istismardan ve erkek tutuklulara kadın kıyafeti giydirilip tecavüz edilmesiyle ilgili duyduğu acıyı yansıtmıştır tablosuna.
Fernando Botero sadece bir ressam değil, dünyada önde gelen heykeltıraşlardandır. Heykel sanatında da üslubu aynı şekilde olup, insanların ve diğer canlıların şişman uyarlamalarını yansıtır. Sanatçının heykel alanındaki yapıtları birçok ünlü müzede sergilenmesinin yanı sıra, dünya başkentlerinin önemli meydanlarında da yer almaktadır.
7
K
üçük yerler diye bahsederek, metropoller haricinde tuttuğumuz alanların büyük hikayeleri vardır. Bu alanlar kadar insanlarının da meselesi çoktur. Metropoller ve içerisinde barındırdıkları bu noktada fazlasıyla yavan kalır örneğin. Aralarında organiğinden olup; heyecan, endişe, mutluluk, üzüntü, isyan, keşif ve yeni başlangıçlar kadar rafine olmuş hisler yaşanmayabilir. Versiyonlarıyla yaşanmaya alışılan bu değerlerin hepsi aynı zamanda bizi toplumsal bakışa da yönlendirir. Keyfe odaklı yaşayışların algısından uzak, bilincin ve gerçekliğin yükseldiği arka sokaklara. Latin Amerika’da sinema bu sancıyla doğdu diyebiliriz. Küba devrimi gibi atılan büyük adımlar, sinemalarının toplumsal söylem açısından tutkulu bir dinamiği oldu. Latin Amerika, sınırlandırmaya kalktığımızda üzerinde kesin çizgiler çizebileceğimiz bir alan değil. Sinemasal içeriklerine baktığımızda bununda benzerlik gösterdiğini söyleyebiliriz. Sömürgeciliğe maruz kalmakla beraberinde gelen yoksulluk, baskılı rejimler, gettolaşma, suça itilmiş insanlar ve ölüm sinemalarına mutlak yansıyan kavramlardan. Yönetmenlik alanında ise oldukça özgün üsluba sahip isimlerle dolu bir coğrafya. Kısıtlı imkanlarla filmlerini çeken bu isimler ilk projelerinden sonra ya bölge dışına transfer olmakta ya da aidiyetinde kalıp üretimine devam ettiler. Sadece yönetmenler nazarında bakılmamalı tabii. Bir de sinemaya katılmış bölge akımları mevcut. Bunlardan en mühim olanı ‘Üçüncü Sinema’dır, Fernando Solanas ve Octavio Getino tarafından, Hollywood ve Batı
REC
İNCELEME
)
FARK ETMEDiGiMiZ KESKiNLiK: LATiN AMERiKA SiNEMASI
Mert Cemal Peksan ,
sinemasını inkar niteliğindedir. Gerçeklerin sinemasıdır ve pembe düşleri barındırmaz. Ancak bu hareket ana akım sinema algılarına karşı stepne görevi üstlenme niyetinde değildir. Bunu da olağanca sansürlenme ve baskılara karşı yoğun üretim ve kararlılığıyla göstermiştir. 90’lar ve sonrasında Meksika Sineması altın dönemini yaşamıştır diyebiliriz. Yönetimlerin genellikle politika aracı olarak kullandığı alan, sanatsal bakış açısında da fazlasıyla özgün ve yenilikçi olmaya başlamıştı. Sinema hem yönetimsel hem de içerik üreticileri bakımından artık toplum seyrinin yansıtıldığı bir ayna haline gelmişti. Ripstein’ın ‘La Mujer del Puerto’su, Alfonso Arau’nun ‘Como agua para Chocalate’ filmleri en sevdiğim yeni dalga Meksika sineması örneklerindendir. Kiremit rengi topraklarda büyük şapkalı adamların korselerine sıkı sıkıya bağlı olan kadınlara estirdiği öfkeli aşk havasından çok büyük oranda sıyrılmışlardı. Tabii tüm öz değerlerini de kaybetmediler. Örneğin Como agua para chocalate aşk temalı bir filmidir. Yemek tarifleriyle insan psikolojisinin aynı tavada eritilip servis edildiği çok samimi bir anlatım taşır. Filmde içerisine kısa sürede dâhil olabileceğimiz bir masalsı gerçeklik vardır. Meksika devrim döneminde geçer. Latin Amerika sinemasının birçok örneğinde bu büyülü anlatımla karşılaşabiliriz. Ve Guillerme del Toro… Kendisi bahsetmiş olduğum bu masalsı gerçekliğin zirve noktalarından bir tanesidir. Yaratmış olduğu fantastik evrenler, masalsı işleyişiyle gerçekliğin tüm sertliği doğrultusunda saptırılmadan çok samimi ifadeler bı-
Küba devrimi gibi atılan büyük adımlar, sinemalarının toplumsal söylem açısından tutkulu bir dinamiği oldu
8 rakabiliyor. Pan’ın Labirenti bu konuda sinemanın en iyi örneklerindendir. Alejandro Gonzalez Inarrıtu cephesinde ise bu fantastik sert gerçeklik yerini trajedinin en uç anlatımlarına bırakıyor. Uzun planları, estetik kaygıdan uzak karakterleri, acıdan yükselen intikam filmlerinin anahtar imgeleridir diyebiliriz. Ölüm üçlemesini (Amores Perros, 21 Grams, Babel) tamamladığım zamanı unutamıyorum diyebilirim. Meksika sinemasında eşik çok yükseklere çıkarıldı diye düşünmüştüm. Yine bahsi geçen diğer isimlerde olduğu gibi sert ve gerçekçi üslup, bununla donatılmış yoğun metaforlar ve çapraz hikayelerin iç içe geçerek non-linear kurgulanması adeta seyri şölen haline getiriyor. Fernando Meireless ve City of God, arka sokakların en sert ve acımasız suç örgütlerinin epik anlatımıdır. Film Brezilya menşeili ve Fransız ortak yapımı olarak izleyiciye servis edildi. Hareketli ve sıçrayan çekim teknikleri, zamanda gidiş dönüşler ve bir anlatıcı ağzından aktarılması, hikaye içerisine seyircisini tartaklarcasına sürüklüyor. Filmin sonunda kendinizi Nakavt Ned olarak bulmanız gayet mümkün. Film özetinde Brezilya varoşlarını ve buradaki amatör suç gruplaşmalarını görmekteyiz. Silah, uyuşturucu, rüşvet, cinsellik tüm gerçekliğiyle anlatılmaktadır. Tanrıkentten gidenin de kalanın da öleceğinin bilindiği bu savaşta, insanlar yine de yaşam için çabalamaktadır. Hikaye geçmişten başlayarak Rocket karakteri anlatımıyla günümüze kadar ilerlemektedir. Sinema tarihinde gerçek bir hikayeden uyarlanma olup, kurmacalaşma evreninden uzak durabilmiş çok az eser vardır. Cidade de Deus(Tanrıkent) sinematografik anlamda da en az hikayesi kadar gerçekçi kılınmış bir yapım. Kamera açıları ve noktaları, sizleri kendinizi filmin içerisinde bir kişiyi dikizlerken veya vuruluyormuşsunuz gibi hissettirebilir. Son olarak filmden yönlendirici bir tutum beklentiniz varsa kesinlikle yanlış filmdesiniz. Cidade de Deus size
ahlaki eğilim konusunda hiç bir şey katmayacaktır. Salt gerçeklikle karşı karşıya bırakarak hiçbir sorumluluk yâda prensibi kabul etmez. Tıpkı Meksika, Küba ve Brezilya gibi ülkelerde gördüğümüz baskıcı rejimlerden sıyrılıp topluma ve bireye daha fazla yaklaşan bir diğer sinemasal devrim Arjantin’de yaşanmıştır. Yeni Arjantin Sineması olarak adlandırdığımız dönem bahsetmiş olduğum temalar haricinde bireysel bakışa daha fazla nüfuz etmiştir. Bununla birlikte gelen sonuçlar arasında “auteur” sinemasını doğurmuştur. Bununla birlikte toplumsal serüven, kültürel kodlar ve folklorik temalara körü körüne bağlanmadan kendi çarpıcı dilini oluşturan yönetmenlerde mevcut. Özel olarak paylaşmak istediğim isimlere gelmeden önce şunu belirtmek isterim. İnsanoğlu gerçek evrende başına gelmesinden korktuğu ya da endişe ettiği olaylara sürekli merak halinde olur. Bunun çekim cazibesi üzerine çok derin analizler yapılabilir ancak bu merakı giderim konusunda en güvenli bulduğumuz yol sinemadır. Gaspar Noe bize bu merakımızın karşılanması konusunda üstün hizmet sağlayan usta bir yönetmen. Hayatımızın bir parçası olan şiddet ve şiddetli cinsel öğeleri neden yok sayarız? Gaspar Noe diyalektiği ve farklı açılarda temsili olan her aktivitenin sanatsal olarak değerlendirilebileceği görüşünde. Bu yüzden şiddetin ya da pornografik unsurların beyaz perdeye taşınmasında bir engel görmüyor. Neredeyse filmlerinin tamamında bulunan uyuşturucu, cinsellik, ensest ve intihar gibi konular yönetmenin kendi öz görüşünde seyirciye ayna vazifesinde olduğunu savunur nitelikte. Yaratılan çıkmazların insanın bir takım değerleri sorgulamaya yola açtığını ve bu çatışmanın sonucunda bakış açılarında gelişimler ortaya çıktığını da belirtebiliriz. Dolayısıyla kendisini avan-garde sinemanın lokomotifleri arasında görmek mümkün. İzlemekten keyif aldığım filmleri; Irreversible, Enter the Void, Love ve Climax olarak sıralayabilirim.
9
Tünelin sonundaki ışık , Evren Aksahin
Susma yutkunamıyorsun bu ukde kalmış boğazından Savrulur sözcüklerinden yalnızlığın ve ne varsa Çok kez boğulmuşsun bu senin boyunu aşan denizlerde Çok kez yadsımışsın yanlışlarını dostlarının Ağlamaklı çocukluğun geliyor arkandan Elinde evinin yolunu reddetmiş tek oyuncağın Geleceği ve seveceği ne kalbi varsa büsbütün Hep yarım gülüşleriyle ve cam kırıklarıyla geliyor Sen adını kaldıramıyorsun bence bunu düşün Özlemin kayıp senin Hatırla tek çarendi oysaki Düşündüm de çok düşünmemek gerekiyor her şeyi Çiçekler de açmayacaksın Şiirler de yazmayacaksın Boyayacaksın kendini tek renk gri Yağsa bir yağmur yağar korkma Bu senin ilk yağmurun değil Açma bu pencereleri yalancı kuşlar ötecekler Sevgilimle sözcükler türeyecekler öz Türkçe Açma bu pencereleri yabancı kadınlar öpüşecekler
SON BiR SiGARA YAKTIM; YOK , , OLUSUMA KARSI
Y
Mutlu Vanlıoglu )
masada
HİKAYE
apayalnızdı, her şey tam da yaşamasına uygundu oysa… Suyu, yemi, oksijeni; çiçeği bile vardı, kök salmıştı suya. En çok sevdiği deniz kabuğu boş artık. Ne severdi kabuğun içine kıvrılıp uyumayı, kuyruğu haddinden fazla büyük olduğundan bir kısmı dışarıda kalırdı hep. Üşüyordu kuyruğunun uçları. Öğleden sonraları güneş vuruyordu yuvasına, hayat veriyordu suyuna. Ama yapamadı, taşıyamadı o minik bedenindeki yükü daha fazla. Önce gözlerini zor açar oldu, köklere kadar çıkıp dinlenmeye başladı fazla yüzemiyordu. Bir kaç gün daha böyle idare etti ve bir sabah artık solungaçlarından nefes alamaz oldu. Bir kaç defa zorladı kendini; tutunabilmek için hayata, son birkaç gün daha belki de… Yapamadı, artık dayanamadı daha fazla, gözlerini kapadı aralıklarla; birkaç kez daha nefes almak için zorladı kendini, en sevdiği kabuğun içine kıvrılmıştı gene, suyun ağırlığı tüm vücudunun üzerindeydi; sanki dünyanın yükü omuzlarında gibi, dayanamadı ve bıraktı kendini. Su kaldırdı onu yukarı, başı havada yüzgeç ve kuyruğu aşağıya doğru, ipek çarşafların rüzgârda dalgalanması gibi açık ve kıvrımlı. Ruhu sudan kolay çıksın diye ağzı suyun yüzeyinde öylece asılı kalmış sanki. Ben de bir sigara yaktım karşısında; yalnızlığımın sonuna baktım, yeşillikler içinde, camdan bahar rüzgârı eserken bir sabah son nefesimi vermiş yatar halde gördüm kendimi.
Taraflı sansürler tüketecekler mahkemede tek celse Çoğu yalan ve yanılgı bir sevgilin olacak İzdüşümünü seveceksin asıl aslıyla işin olmayacak Parçalanacaksın parmak uçlarından kaçarı yok Parçalanacaksın annen bile tanımayacak seni Düşündüm de çok düşünmemek gerekiyor her şeyi Ezgi Dokumacı
İnsan duyguları hiçbir zaman salt bir var oluş içermez, her zaman beraberinde gelen çeşitli duygu durumu ile iç içedir. Bunun en güzel örneğini korku teşkil eder; korku, kaygı, dehşet ve sair duygular birbirinin ardılı yahut öncülü olarak var olurlar. Tabi korkunun en güzel ilişki kurduğu hâl meraktır, bilememe hâli ve bilme istenci korkunun en ateşli hâlini oluşturur. Şüphesiz bu durum insanlığın en eski dönemlerinden beri süregeldiği için ilkel insan; çoğu zaman merak temelli korkularını kişileştirmiş ve cismani bir forma sokmuştur. İlkel insanın düşüncelerinin en dominant unsuru doğaydı. Doğaya karşı güçsüzlüğü ve onu anla-maya karşı olan arzusu, doğanın tanrısallaşmasına vardı. Ve işte Pan, bu durumun sonuçlarından biriydi. Pan, Hermes’in bir “nymphadan” olma oğlu olarak mitolojide kendine yer buldu. Keçi boynuzlu, keçi bacaklı ve sakallı olması en belirgin fiziksel özelliklerindendir. Fakat asıl önemli olan Pan’ın bir bereket tanrısı olması ve azgınlığıyla güzel kızların, oğlanların peşinde olmasıdır. Bu yüzden Pan, çobanlar arasın-da bir panik hali ve yüksek derecede korku yayar. Özellikle ilahi dinlerin şeytan tasavvurlarında kullanılan boynuz ve keçi sakalı, kaynağını Pan’dan alır. Korkunç bir tanrı figürüne bürünen ve pagan dönem kalıntı-ları içeren Pan, günümüzde de sanat ve edebiyat alanında varlığını sürdürmektedir. Pan’ın edebiyat sahnesinde kullanıldığı en başarılı eserlerden biri şüphesiz Arthur Machen’ın Yüce Tanrı Pan (The Great God Pan) adlı eseridir. Bir oturuşta tüketilecek kadar kısa olmasının yanı sıra etkisi oldukça uzun süren bir yapıttır. Arthur Machen üslubu ve anlatımıyla oldukça etkileyici bir iş ortaya koymuş, okuyucusunun ruhuna bu antik varlığın korkusunu işlemeyi başarmıştır. Kitaba geçmeden önce yazara kısaca bakmamız iyi olacaktır, çünkü Machen korku edebiyatının önemli isimlerini etkileyen büyük bir yazardır. Arthur Machen, gotik korku edebiyatının en popüler olmasa da en yetkin isimlerinden birisidir. Galli yazar yoksullukla mücadele ettiği hayatında, gündüzleri çalışmış geceleri ise yazmıştır. Yüce Tanrı
Oguzhan Acar )
ARTHUR MACHEN veya ESKiNiN YÜCE BiR TANRISI1
ARAŞTIRMA
10
Pan çıkana kadar bir şeyler karalamış olsa da, ismini bu eserle kazanmıştır. Eser Oscar Wilde gibi isimler-den övgüler alsa da; çoğu fantastik ve korku edebiyatı yazarları gibi muhafazakâr edebiyat çevrelerden eleştirilere maruz kalmıştır. Olumsuzluklara rağmen Machen’ın eserleri, Howard Philips Lovecraft (Cthul-hu Mitosu’nu Machen’ın bir öyküsünden esinlenerek kurgulamıştır) ve Stephen King (Yüce Tanrı Pan için, yazılmış en iyi İngiliz öyküsü cümlesini söyler) gibi günümüzde korku edebiyatının önde gelen isimlerini doğrudan etkilemiştir. Yüce Tanrı Pan kitabına gelecek olursak, ilk göze çarpan kitabın inceliği olsa gerek. Kısa sürede okunulabilecek bu eserin tadını kaçırmamak için hikâyesinin detaylarına girmeyeceğim. Yazarın kullandı-ğı dil oldukça akıcı ve anlatımı çok tutarlı. Bölümlerin bitişleri hikâyenin en merak körükleyici noktaların-da bitiyor. Kitabın geneline hâkim olan mistik ve gizemli hava, sürükleyiciliği artırmanın yanı sıra tekinsiz bir okuma yapmanın heyecanını da diri tutuyor. Kitap birden fazla karakter üzerinden ilerlemekte, her birinin farklı öyküsü olan bu karakterlerin kaderleri muntazam bir şekilde örülmektedir. Her biri birbirinden bağımsız gibi gözüken karakterler, öy-künün içindeki gizem unsuru etrafında birleşmektedir. Doktor Raymond, çılgınca ve cesurca fikirlere sa-hip dahi bir bilim insanıdır. İnsan beyninde henüz işlevi keşfedilmemiş sinir uçlarına yapılan müdahale sayesinde, insanın maddi âlem ve ruhlar âlemi arasındaki perdeyi kaldırabileceğini düşünür. Bu oldukça tekinsiz ve tüyler ürpertici hikâye, Dr. Raymond’un yaptığı deneyle başlar, amaç elbette ki yüce tanrı Pan’ı görmektir. Deneye de şahitlik eden ve ezoterik öğretilere merakını dizginleyemeyen Clarke, tekin-siz olaylar silsilesinin içine düşüvermiş kent soylusu Villiers ve geçmişi türlü gizemlerle dolu Helen isimli genç bir kadının kurguya dahil olmasıyla işler; çözülen her gizemle beraber merakın tatmininden gelecek rahatlamanın tam aksine, tüylerinizi ürpertecek dehşetli gerçekler ortaya çıkmaktadır. Bu eser kesinlikle korku edebiyatı ilgililerin en başta okuması gereken bir şaheserdir.
Arthur Machen, Yüce Tanrı Pan, çev. Barış Tanyeri, İstanbul: İthaki, 2018. Galliler (Galce: Cymry), Büyük Britanya adasının batısında yer alan Galler bölgesinde yaşayan ve ana dilleri Galce olan Kelt kökenli bir etnik gruptur. Ezoterizm, bir konudaki derin bilgilerin ve sırların ehil olmayanlardan gizlenerek, bir üstad tarafından sade-ce ehil olanlara inisiyasyon yoluyla öğretilmesidir. (Yazar bu şekilde kullandığı için böyle bırakmayı uygun gördüm.) 1 2 3
MÜZiKTE GENÇ BiR LATiN RÜZGARI: ENRIQUE IGLESIAS “Çok mu derindeyim?” diye soruyor şüpheyle. “Aklımı mı kaybettim?” Sonra mahcup ve sakin bir geçiştirme yerleştiriyor sesine: “Umurumda değil!” Onun olmayabilir ama bizim pek tabii umurumuzda; böylece onu başlıyorum anlatmaya. Julio Iglesias’ın oğlu diyerek geçiştirmeyeceğim, çünkü babasıyla anılmaktan öte, toplamda 390 ödüle sahip bir şarkıcı, aktör, model, prodüktör ve söz yazarı “Latin Pop’unun Kralı” Enrique Iglesias’tan bahsedeceğim sizlere. Tam adıyla Enrique Miguel Iglesias Preysler; 9 Mayıs 1975, Madrid doğumlu, dünya çapında 70.000.000 adetten fazla albüm satmış bir müzisyen. 1983 yılında 8 yaşındayken ailesiyle Miami’ye taşınan Enrique, ilk performansını lisedeyken Hello Dolly müzikalinde sergiliyor. Miami Üniversitesine devam ederken gelecekte onun menajerliğini yapacak olan kişi tarafından keşfediliyor ve sesi çok beğeniliyor. Enrique Martínez takma adıyla iki adet demo hazırlayan Enrique; albümünü çıkarmak üzere aylar sonra Toronto’ya gidiyor. Enrique Iglesias, İlk albümünü çıkarmaya 17 yaşındayken karar verdiğini dile getiriyor. Bu planını ailesinden gizleyerek 20 yaşındayken hayata geçirebiliyor ve kendi adını taşıyan ilk albümü “Enrique Iglesias”ı 21 Kasım 1995 tarihinde piyasaya sürüyor. Dünya çapında 6 milyondan fazla kopya satarken bir “ilk albümden” beklenmeyecek başarılar elde ediyor ve çokça da ödül topluyor. Öyle ki, albümün tüm teklileri Billboard Hot Latin Tracks listesinde bir numaraya vuruyorlar. Enrique, bu albümün kapağında öyle toy, öyle taze bakıyor ki açık kahverengi gözleriyle! Burnunun sağ yanındaki beni ve yanık teniyle, aralanmış ağzıyla, gün batımı renklerinin yüzüne yansımalarıyla o sıcak Latin canlılığını taşıyan biri olduğunu gösteriyor Enrique. Henüz yirmi yaşında, belki de bir alçak gönüllülükle ilk albümüne dair kalbine öyle büyük ümitler yerleştirmeyen şarkıcı, bu çılgınca ilgiyi iç dünyasında nasıl karşılamıştır, kim bilir? Tarzı için Pop, R&B ve Latin sıfatları uygun görülmüş ve bu çeşitliliği de şimdiye kadar ortaya koyduğu işlerde rahatlıkla bulabiliyoruz. Yalnızca Latin bölgelerinde kendi dilinde söylediği şarkılarla yetinmeyip ona 116 Platin, 227 Altın Plak Ödülü, 1996 Grammy En İyi Latin Uyruklu Şarkıcı Ödülü, 1997
İNCELEME
11
Benan Çelik
Billboard Dergisi Yılın Albümü Ödülü, WMA’nın En Çok Albümü Satılan Latin Sanatçı Ödülü ve daha nicelerini kazandıran dünya çapına ulaşmış bir yeteneğe sahip. Müziğin haricinde, zaman zaman bazı filmlerde oynamış biri, Enrique. Antonio Banderas, Salma Hayek ve Johnny Depp ile başrolü paylaştığı Once Upon a Time in Mexico (Bir Zamanlar Meksika’da) filminde Lorenzo karakterine hayat vermiş ve kendisine uyan roller olursa, yine oyunculuk yapmaya hazır olduğunu söylüyor.
Öyleyse bütün bunların ardından, sanatçının, “Enrique Iglesias” adlı ilk albümüne biraz daha yakına gelerek bakalım. Albümün tamamı İspanyolca 10 şarkıdan meydana gelmekte; aralarından en sevdiğim olan Si Tú Te Vas’ta (Eğer Gidersen) şöyle diyor Enrique: “Eğer gidersen, bütün cesaretim beni bırakacak; ama biliyorum, bir daha asla geriye dönmeyecek.” Doksanların klasikleşmiş müzik stilini vurmalılarda yansıtırken hüzünlü bir Latin romantizmini kulaklarınıza dolduruyor, sıcacık. Tatlı, sakin ve güven verici bir ses tonuyla gitarın asi tınılarının bütünleşmesi, bütün bunların nasıl tek bir şarkıda böylesine uyumlu olabileceğini düşündürüyor dinleyene. Sevgilisi onu terk etmek üzere olan mahcup ve iyi yürekli bir genç adamın, sevgilisinin bu kararına acı dolu bir başkaldırısı diye tanımlayabiliriz bu özel parçayı. İkinci kişisel favorim ise Experiencia Religiosa. Experiencia Religiosa’da şu sözler çıkıyor Enrique’nin ağzından: “Bana dokunduğunda yeniden dirildiğimi hissediyorum, tıpkı dinsel bir tecrübe gibi.”
12 1995 yılından 1997 yılına, “Vivir” albümüne geçiyoruz. Yine tümü İspanyolca 10 parçadan oluşan albümden Enamorado Por Primera Vez, Solo en Tí ve Miente şarkıları tekli olarak piyasaya sürülüyor. Latin müzik listelerinde en yukarılara çıkan bu şarkılarla beraber başarısı da giderek yükselmeye devam ediyor. İlk turnesi için stadyumlarda konser vermeyi tercih eden Enrique Iglesias Elton John, Bruce Springsteen, Billy Joel gibi usta isimlerin şovlarında yanlarında bulunuyor ve hınca hınç dolu hayran kalabalıklarına şarkı söylemekle başlıyor işe; 16 ülkede. 1998 yılına gelindiğinde Cosas Del Amor albümünü çıkarıyor; Esperanza ve Nunca Te Olvidaré gibi popüler şarkılarını sunuyor dinleyenlerine. Cosas Del Amor turnesi, McDonalds’ın sponsorluk ettiği ilk turne olarak kayıtlara geçiyor. 1999 yılında “Enrique” albümüyle birlikte tamamı İspanyolca olan 10 şarkılık albüm stilinden uzaklaşarak sekizi İngilizce, altısı İspanyolca olmak üzere 14 şarkılık bir albüm çıkarıyor ortaya. Hafif tempolu, damakta yoğun bir Latin müziği tadı bırakan Rhythm Divine şarkısı dillere dolanıyor; Whitney Houston ile düeti olan Could I Have This Kiss Forever ise adeta bomba etkisi yaratıyor. 2000 yılında Super Bowl XXXIV şovunda Christina Aguilera ve Phil Collins gibi şarkıcılarla birlikte performans sergiliyor. Bu performansın ardından, bir radyo DJ’i olan Howard Stern, Enrique’nin, Rhythm Divine şarkısını çıplak ve kötü bir sesle seslendirdiğini söyleyerek bunu haftalarca radyo programına konu ediyor ve Enrique Iglesias’ın sesinin stüdyo dışında yeterince iyi olmadığı, hatta gülünç olduğu şeklinde tartışmalara giriliyor. Bunun üzerine Enrique, New York’a uçuyor ve Howard Stern’in radyo programına katılarak bahsi geçen şarkıların akustik versiyonlarını canlı söylüyor. Bu olaydan sonra ise Stern, bu yersiz eleştirilerine nihayet noktayı koyuyor. 2001, 2002, 2003, 2007, 2010, 2014 yıllarında sırasıyla Escape, Quizás, 7, Insomniac, Euphoria ve Sex & Love albümlerini çıkaran Enrique Iglesias, 2010 yılında piyasaya sürdüğü Euphoria albümünün müzik kariyerindeki en güzel albüm olmadığını fakat yine de iyi olduğunu söylüyor ve bu albümü ölen köpeği Grammy’e adıyor. Bunların haricinde, 2012 yılında Coti Sorokin ile birlikte, “Lo Dije Por Boca de Otros” albümüne imza atıyorlar. Albümlerinden bu kadar bahsettikten sonra, biraz da şarkılarını kendi başlarına ele alarak dinleyiciye nasıl şeyler -ama nasıl şeyler!- hissettirdiğini anlatmalıyım, anlatmak zorunda hissediyorum! Latin sanatçılara ait müzik eserleri, kime ait olursa olsun hepsinde istisnasız yürek titreten ezgiler gizlerler ve bu ezgiler de yalnızca o coğrafyaya özgüdür. Taklit edile-
mezdir, ısıtır, dans ettirir, can yakar, hiç gitmediğiniz yerlere götürür sizi ve bunu yaparken de çok misafirperver davranır; dışlamaz sizi, aksine içine alır. Sarar, sarmalar samimiyetle. Enrique Iglesias’ın şarkıları da işte böyledir; İngilizce veya İspanyolca fark etmeksizin bütün bu anlattıklarımı onun sanatında hissedebilirsiniz. Müzik videolarında ise aşk ve keder ağır basar. Bazen ise şaşırtıcı bir biçimde “can yakan” ve “dans ettiren” o sesler, o notalar, o şarkı sözleri tek bir parçada çıkar karşınıza. Örneğin, “Heart Attack” şarkısında Enrique, “Sensiz bir dünyada yaşamak istemiyorum.” diye haykırırken hemen ardından kulaklarınıza yerleşen tempoyla başınızı sallamaya başlarsınız. Finally Found You’da enerji yüklenir ve nereden geldiği anlaşılmayan hızlı bir tehlike duygusuyla karşılaşırsınız; son sürat giden bir arabanın içindeymişçesine. El Perdedor’da, eğer İspanyolca bilmiyorsanız yine de anlamadığınız o sözlere duygulanır, muhteşem Latin esintisini bütün hücrelerinizle kabul edersiniz; bir gitarın içtenliği ve gösterişsizliği karşısında siz de alçaltırsınız gönlünüzü. Euphoria albümünde asıl hissedeceğiniz şeyler ise, şehirlerarası otobüslerin koltuk arkası ekranlarında dinlediğiniz şarkıların vereceği duygulardır. Ne demek istediğimi anladığınızı biliyorum! Milenyumun ilk on yılından özenle seçilmiş o şarkıların havasına sahip olan bu albümde -hâliyle- Enrique, Usher, Pitbull, Ludacris, Akon, Nicole Scherzinger gibi isimlerle bolca düet yapmış bulunuyor. En kıymet verdiğim şarkısı olan Hero’yu sona saklamak istiyorum; bu şarkı, Enrique’nin 2001 yılında çıkardığı Escape albümünde, 4 numaralı şarkı olarak yer alıyor. Üçüncü saniyede fısıldıyor: “Bırak senin kahramanın olayım” ve sonra narin ve basit bir gitar tınısı eşliğinde devam ediyor: “Dans eder miydin, sana dans etmeyi teklif etseydim? Kaçar mıydın ve asla arkana bakmaz mıydın? Ağlar mıydın, beni ağlarken görseydin? Bu gece ruhumu kurtarır mıydın?” Sona gelindiğinde, sakince söylüyor son cümlesini: “Senin kahramanın olabilirim.” Ilık ve romantik, esmer bir Latin rüzgarına kapılmak çekerse canınız, Enrique hemen yakınınızda olacak. Sizin, benim, onların, hepimizin yakınında olacak; bizi elimizden tutup uçlarında minik ateşler yanan notalarının arasından yürütecek, doğduğu yerlere götürecek.
13
!
BEN HAKLIYDIM FAKAT SiZ KAZANDINIZ
Gün içinde ne kadar çok şey düşünür insanlar aslında; arabayı vurmuştur ya da hız sınırını ihlal etmiştir, gelen faturayı nasıl ödeyeceği sorunsalı gün boyu aklını kurcalar. Trafiğe takılmadan eve gidebilirse, akşamki maçın ikinci devresine yetişebileceğini de düşünebilir. İş yerindeki “başarısızlığından” ötürü yakın zamanda işsiz kalacağı düşüncesinin korkusu da sarabilir içini. Annesini düşünebilir bir insan gün içinde. Eski sevgili, benzer parfüm kokusuyla bir anlığına canlanabilir hayalde. Ne kadar yalnız olduğunu anımsayabilir insan. Konut kredisinin taksiti, faturalar, çocukların eğitim masrafı, ipsiz bir kardeşin sorumsuz hareketleri, patronun kaprisi, yeni transferin kötü oynaması, ölüm korkusu, çok beğenilen bir kıyafetin indirime girmesi, akşam ne yenileceği, ne olacak bu ülkenin hali gibi birçok düşünce geçer insanın kafasından, gün içinde, sessizce. Parası varsa eğer; “akşam rakı içeyim,” diyebilir. İnancı varsa herhangi bir şeye; namaz vaktinden önce evde olmak isteyebilir. “On iki yaşında bir kız evlenebilir.” Normal bir insan gün içinde bunu düşünmez, bunu düşünme ihtiyacı hissetmez. Aklına gelmez bir kere! Normal bir insanı bunu düşünmeye iten hiçbir dinamik yoktur. Günü bitirip yatağa uzandığında, bedeni durur, zihni çalışmaya başlar insanın: “konut kredisini maaştan öderim, memleketteki daireden gelen kirayla faturaları öderim, haftaya arkadaşlarla rakı içeriz, on iki yaşında bir kız evlenebilir, şu trafik cezasını yemeseydim iyi olurdu, çocukları oku…” Dur orada! Böyle bir düşünce sistemi yok! Düşüncenin arasına karışabilecek bir konu değildir bu; iki şekilde gerçekleşebilir, ya sapkının tekisindir ya da bu söylemden bir çıkarın vardır. Çoğu zaman da ikisi birliktedir. “Şu yavru köpeğin dört patisini birden kesip ormana atayım en iyisi.” Merak ediyorum, hanginizin aklına gelir böyle bir şey? İçinizde var mı böyle biri? Belki sizin içinizde yok ama içimizdeler, bizimle birlikte yaşıyorlar; göremiyoruz dışarıdan bakınca, sana bana benziyorlar, sağlamlar dışarıdan, tek farkları; çürümüş olan içleri.
Ağızlarını açıp konuşmaya başladıklarında tanıyoruz onları; çürümüş vicdanlarının kokusu ağızlarından dışarı yayılıyor, engel olamıyorlar buna: “O saatte ne işi varmış sokakta?” Bunu söyleyen herkes istisnasız; potansiyeldir, uzak durun! Ne mi oldu son günlerde? George Floyd, aşağılanarak öldürüldü, “katili polis.” Sarah Hegazi, intihar etti, “katili dünya” Bir sokak köpeği tecavüze uğYasemin Alkaç rayarak öldü, katili “insan.” “Hayvana tecavüz edene insan mı denir?” dediğinizi duyar gibiyim. Evet, kaçmayın gerçeklerden. Bir “insan” bir köpeğe aylarca tecavüz edip ölümüne yol açtı. Altı yüz lira ödedi ve serbest kaldı. Bilenleriniz vardır; genelevler ucuzdur, hayır, ama o “insan” geneleve gitmek yerine altı yüz lirayı bir köpeği “düzmek” için harcadı. Ağır geliyor değil mi söylediklerim? Okurken benden nefret ediyorsun belki de, belki umurunda değil. Çok basit birkaç soru soracağım. Ödenen “altı yüz” lira nereye gitti? Ölen köpeğin ailesine mi verildi? Hadi ama bana “deli” dediğinizi duyuyorum. Nereye gitti altı yüz lira? Sadece bunu düşünün. Adam serbest kaldı; altı yüz liraya köpekle düzüşme hakkı satın almış oldu. Başka bir ceza almadı çünkü. Zavallı köpek, birileri tarafından altı yüz liraya, ciğeri beş para etmez bir adama satıldı ve düzülerek öldürülmesine göz yumuldu. Şimdi size bir denklemden bahsedeceğim ve temel matematik bilgisine sahip olan herkes, olayda adı geçen şahısları denklemdeki yerine yerleştirebilir diye düşünüyorum. Para karşılığı seks olayında genelde “üçayak” vardır: Müşteri, orospu ve pezevenk. Pezevenk arabulucudur ve fiyatı belirler, orospu işini görür, müşteri de aldığı hizmet karşılığı ödeme yapar. Artık bu olayda da kim ne iş yapıyor, denklemdeki yerine koyarsınız. Ben artık çabalamıyorum, yukarıda yazdığım her kelimenin sonuna dek arkasındayım, fakat yoruldum artık. Ben haklıydım, fakat onlar kazandı. Güçlü olan haklı oldu, masumu koruması gereken kanun, caninin kalkanı olduğu sürece de onlar kazanacak. Şimdi lütfen biraz susar mısınız?
14
Ülkemizde “Yüzyıllık Yalnızlık” kitabıyla tanınan Gabriel Garcia Marquez, Latin Amerika’da ‘Gabo’ olarak bilinir. Yaşadığı coğrafyanın geçmişini usulca okuyucuya aktaran Marquez, düş ve gerçeği birleştirerek yeni bir akımın-Büyüleyici Gerçeklik- öncüsü olur. 1927 yılında Kolombiya’da dünyaya gelir. On altı kardeşin en büyüğüdür. Ebeveynleri başka şehre yerleşince, anneanne ve dedesiyle yaşamaya başlar. Dedesi emekli albaydır ve anılarını anlatmaktan hoşlanır. Anneannesi ise halk hikâyeleri ve mitolojiye meraklıdır. Marquez’in yazın dünyasının temelini çocuk yaşta dinlediği bu anlatılar oluşturur. Liseyi din ağırlıklı eğitim veren bir okulda okur. Sonrasında Kolombiya Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni kazanır. Aldığı eğitimden sıkılarak yarıda bırakır. İlgi alanı edebiyattır ve Kafka okumayı sever. ‘El Universal’ gazetesinde muhabirliğe başlar. 1950’lere gelindiğinde, ‘El Espectador’ gazetesinin Roma ve Paris muhabiri olarak çalışır ve farklı ülkelere gitme imkânı bulur. 1955’de batan bir gemiden kurtularak, salda on gün yaşam mücadelesi veren bir denizcinin hikâyesini gazete için kaleme alır. Sonrasında bu yazı ‘Bir Kayıp Denizci’ ismiyle yayınlanır. İlk öyküsü ‘Yaprak Fırtınası’nın yayınlanması aynı döneme denk gelir. Öykü, gelecek de sıkça duyacağımız hayali kasaba Maconda’nın kapılarını arar. İnzivaya çekilerek 18 ay boyunca sadece yazar. Yoksullukla boğuşur. ‘Yüzyıllık Yalnızlık’ 1967’de yayınlanınca tüm borçlarını öder. New York Times eseri, ‘Eski Ahit’ten bu yana okunması gereken ilk edebiyat ürünü’ olarak yorumlar. Kitap “otuz” dile çevrilerek, “elli” milyondan fazla satar. Yayıncılara kolay ulaşabilmek amacıyla Barcelona’ya yerleşir. Hemen ardından Latin Amerika tarihini şekillendiren olayları işlediği kurgu romanı ‘Başkan Babamızın Sonbaharı’ raflarda yerini alır. 1985 yılında kaleme aldığı ‘Kolera Günlerinde Aşk’ ile elli yıllık dev bir aşkın hikâyesini anlatır. Eser yapımcıların dikkatini çeker ve sinemaya uyarlanır. ‘Kırmızı Pazartesi’ kitabı ülkemizde çok beğenilir ve tiyatroya uyarlanır. 1982 yılında Nobel Edebiyat Ödülünü alır. Ömrünün son zamanlarını edebiyattan uzak geçirerek, 2014’de Meksika’da vefat eder.
RAKUN YAKALI PALTO Sinan Altındag
)
Marquez
Esra Koca
Sıyrılan perdeden tanrı sızıyordu Tanrıyı boğan dumanı izliyordum Tanrı vardı, tanrı oradaydı Biliyordum Saat dördü beş geçiyordu Aklımdan bir dağ yolu geçiyordu Yoldan sen geçiyordun Aklım beni es geçiyordu Duvarlar üşüyordu Duvardaki tablolar üşüyordu Kül tablam üşüyordu Valizin, makyaj takımın, diş fırçan Kapı ve koridor üşüyordu Mutfak, banyo, balkon sessiz Ayakkabıların üşüyordu Ayakların üşüyordu Sen üşüyordun Soğuk dudaklarının Keskinliğinde gezindim bir süre Gözümün teriyle ıslattım yüzünü Bilincimin gizini verdim sen uyurken Ellerinle gizledim elini Boynundaki uçurumlarda Farklı intiharlar düşündüm Boynunda gezinirken ayazında üşüdüm
Yaratılıcığın tanımından ziyade nerden geldiği, hangi güdü sayesinde filizlendiği, oluşan hangi zihinsel süreç ile ortaya bir şey çıkarma çabasına girildiğine değinilmeli belki de. Ne oluyor da içerdekini dışa yansıtıyoruz? İçerdekini dışa yansıtan güç, dışavurumunu sağlayan motivasyon nedir? Bu sorulara verilen yanıtlar, aslında yaratma motivasyonunu kendiliğinden açıklayacaktır. Yaratıcılık bir ifade etme biçimi, bir kendilik göstergesi, bir somutlaştırma biçimi belki de kalıcılığa dair duyulan özlemin bir yansıması, unutulmaktan duyulan endişenin bir çıkarımı. Tüm bunlar cevap olabilecekken, sanatçıya dair gözlem ve elde edilen bulgular ile yaratmanın kökenlerine inmeyi hedeflemekle birlikte, bunun yanı sıra varoluşsal bir perspektif ve hatta psikanaliz kuramın bakış açısı ile yaratma kavramını ele almak. 20. yüzyılla beraber sanatçının eseri ile kurduğu bağı anlamak için, sanatçının özel yaşamına dâhil olmak, eserlerini oluştururken etkilendiği süreçleri irdelemek, bilinçdışındaki çağrışımları anlamaya çalışmak eleştirilmiş ve bazı ahlak kuramcıları tarafından uygun görülmemiştir. Ancak psikanalitik edebiyat kuramcıları sanat eserinin daha iyi anlaşılabilmesi için sanatçının bilinçdışı argümanlarının fark edilmesi ve yaratılan eserlerin bu perspektifte incelendiğinde daha anlamlı olacağına dair söylemleri mevcuttur. Ancak popüler kültür ile birlikte sanatçılarım yaratma motivasyonu da değişmekte ve sanatçıların eserlerini ortaya çıkarırken kimi kaygılar güttüğü görülmektedir. Herhangi bir kitleye hitap etmek, daha fazla okuyucuya ulaşmak, okuyucunun da içinde kendisinden kesitler bulabileceği olay örgüsü ve kahramanlar oluşturmak gibi. Aslında oluşan yeni motivasyon da günümüz sanatçıları için incelenmesi gereken ayrı bir psikanalitik süreci beraberinde getirip bir çelişkiye yol açmaktadır, neden görünür olmaya dair böyle bir arzu oluşuyor? Sanat eserlerin sadece kişinin değil toplumların bilincini de yansıttığı gözümüze çarpan bir gerçekliktir, tarih kitaplarına göz gezdirildiğinde savaşlar, doğal afetler, siyasi olaylar gibi tarihsel gerçeklik sahnelerinin sanatsal faaliyetlere yansımaları kaçınılmaz
Çagla Tuna )
YARATMA ARZUSUNA PSiKANALiTiK BAKIS,
ARAŞTIRMA
15
olmuştur, tüm bunlar gözle görünür bir gerçekken yaratma duygusunun altında hiçbir şeyi barındırmadığını söylemek anlamsız olacaktır. Bu gibi toplumsal süreçleri ele alan sanatçılar ve tamamen toplumsal olaylar, siyasal faaliyetlerden bağımsız kendi süreçlerini ele alıp yaratısını ortaya koyan sanatçıların doyurulması gerektiği arzu farklıdır. Toplumsal olayları dile getirip, unutulmamasını nesilden nesile aktarımını sağlayarak hafızalara kazımak isteyen sanatçı kalıcılığa dair, görünmeye ve göstermeye dair arzu duyarken, dünyadaki olaylara kayıtsız kalıp yaratısını ifade etmeye çalışan bir sanatçı ise içindekini özgürleştirmeye dair, olan biten her şeyi olduğu gibi ortaya serme arzusu içinde olabilmektedir. Aslında her birey kendi yaratısını bir biçimde ortaya koymakta ve bilinçdışındaki o arzuyu tatmin etmeyi hedeflemektedir. Özgür kılan, huzurlu kılan hazdır ve insan farkına varmadan bu arzusu için çabalar durur bilinçdışında. Bu kimi zaman bir ressamın tablosunda anlam bulur, kimi zaman savaşın ortasında yazılmış bir şiirde özgürlüğüne kavuşur. Yaratılan şey olmuştur, vardır, oradadır. Sanatçıdan bağımsız varlığının sürdürecektir, sanatçı artık olmasa dahi eser bir başına olabilecektir ancak her zaman sanatçıdan izler taşıyarak. Sanatçının ilham kaynağı bu izler neden olmasın? Bu izler ile birilerini dokunabilmek birilerinde farkındalık yaratabilmek veya hiçbiri değil de işte bu da benim eserim diyebilmek bir motivasyon kaynağı için yeterli değil midir? Bilinçdışındaki motivasyonu doğru yola göstermek olan bir sanatçı elbette toplumsal gerçekleri gözler önüne serecek ve ne var ne yoksa halk ile buluşturmayı kendine görev edinecektir, çünkü ancak bu sağlandığında bilinçdışındaki arzusunu doyurabilecektir.
20. yy Edebiyatçılarından Pablo Neruda’nın Yaşam Öyküsünden Yaratma Arzusuna
16
“
Yaratma arzusuna dair ilk çabasını babasına karşı vermeye başlayan Pablo devamında da bu mücadeleyi bırakmayıp halkın sesi olmak, fayda sağlamak gibi güdülerle hareket ederek aslında bilinçdışı arzusunun keşfedip peşinden gitmiştir. Babasının arzusu, babasına göre var olmanın yolu ihtiyaçları karşılamaktı bu sebeple de doktor, mimar olabildiği zaman ancak var olunabileceği düşüncesindeydi, yani ihtiyacı gidermek onun arzusu iken oğlu bambaşka arzuların peşinden gidiyordu, Pablo daha farklı meslek yönlendirmelerine karşın kendi içindeki yaratma arzusunu gerçekleştiren ve yaşamının ilk yıllarında oldukça ses getiren yapıtlara imza atarak kendi bireyselliğini, varlığını kanıtlayıp, yaratısı ile özgürleşen sanatçılardan biri olmayı tercih etti. Yaşam öyküsüne bakıldığında içinde bulunduğu zaman ve koşullar Pablo’nun sanatçı kimliğinde evrilmelere gelişme ortamı sunarak içindeki arzusunu dışa vurmasında bir araç olarak kendini göstermiştir. Yaşam boyu güçlü duruşu ile tanınması davasının peşinden gitmesi ise tıpkı çocukluk ve gençlik çağlarında babası ile vermiş olduğu mücadeleye benzemektedir. İşte tam bu perspektiften bakıldığında yaratı ve psikanaliz bütünleşerek bir anlam buluyor. Psikanalitik süreçleri irdelediğimizde bilinçdışında doyurulamayan arzu, mücadele edilen kötü ben iyi ben çatışması sanki Pablo’nun siyasi duruşu ve yaşam tarzı ile bir şekilde bir yaratı olarak somutlaşıp, halkın sesi olarak toplumlara mal olan bir sanatçıya sebebiyet vermiş gibi kendini gösteriyor. Kendini gerçekleştirmek, önce kendi içsel süreçlerini anlamak ve sonrasında yeni bir bakış kazanmaktan geçiyor, kendini dışa vuran her yaratıcı bir şekilde bir başka canlıya dokunmak ister, bunu kimi zaman bilinçli yapar kimi zaman ise bilinçdışındaki o itki ile gerçekleştirir. Ortaya çıkan her yaratı belli birikim ile karşımıza çıkıyorken, yaratıyı ortaya çıkaranın kendiliğinden, yetiştiği ortamdan, toplumdan kültürden uzak algılamaya çalışmak veya yorumlayabilmek yaratıyı ne kadar doğru anlamamızı sağlayabilir ki? Tam da bu yüzden psikanalitik anlamda bireysel incelemeler ve toplumsal incelemeler sanatta daha çok kendini göstermelidir. Sanatçının kimliğini zedelemeden, tamamen insanı oluşturan ve dışa vurmasını gerekli kılan o içsel arzusunu daha iyi anlamak eseri daha iyi anlayabilmek hatta daha çok özümseyebilmek için gereklidir. Yapılan bir yemeğin içinde ne olduğunu merak etmek gibi, gidilen bir yerin neresi olduğunu öğrenmek istemek gibi. İncelenen bir tabloda, bir heykelde veya bir şiirde, bir romanda sanatçı eseri hangi süreçlerden ge-
çerken kaleme almış, bu süreçlerin sanatı için tezahürü ne olmuş da yaratı bu şekilde somutlaşmış? Herkes farklı somutlaştırıyor kimisi için kâğıt kalem ifade şekli oluyorken kimisi içinse boya fırça… Ama somutlaştırılmaya çabalanan şeyin ne olduğu sanatçının kendisinde gizli…
İnsan ulaşamadığı her şeyin delisi ulaştığı her şeyin nankörüdür
pablo Neruda
Dile getirdiği bu söz ile de bilinçli bir şekilde veya bilinçli olmayarak ne kadar güçlü bir arzuya sahip olduğu ve sürekli arzusunun peşinden koşarak, kendini daha da somutlaştırıp, özgürleşmenin, gelişmenin peşinde, bir tutku ile var etme isteği ile dolu olduğunu görebilmek mümkün. Kaleminden dökülen bu dize bir yaratıdır, bu yaratıdan psikanaliz yoruma gidilecek olursa, ulaşma çabasını, içindeki isteği ve buna dair duyduğu hazzı görebilmek mümkündür, öte yandan ulaşılan kısma yaptığı vurgu ile de aslında sürekli ilerleme peşinde olduğu ve doyurulması güç olan bir arzusu olduğuna işaret etmektedir. Yaratılarının sayıca fazla oluşu, birçok kişiye hitap etme arzusu aslında tam da söylenenleri kanıtlar niteliktedir. Sanatçının kendisini ortaya koyma biçimi, sanatçı hakkında ipucu toplamamızı kolaylaştıran bir faktör bakabilmeyi bildiğimizde… Babasının deyimi ile ihtiyaca karşılık gelmek yararlı olmak doktor veya mimar olmak ile mümkünken Pablo içindekini keşfedip tutku ile sarıldığında birçok kişi için rol model, esin kaynağı veya bir idol olarak bambaşka bir kanaldan temas edip aslında belki de en temel ihtiyaçların doyurulmasına katkı sağlamıştır, bilincinde veya bilinçdışında… Kendisi gibi hissedenlerinin hislerini fark etmelerini sağlamak belki de hem benliğindeki boşluğa dokunup kendi boşluğunun dolmasını sağlayıp onu hazza ulaştırırken öte yandan da başka insanlara hitap edip onlara ses olabilmek, duygularını somutlaştırmaları için cesaret olabilmek gibi gözle görülmeyen sanki temel bir gereksinim değilmiş gibi algılanan ihtiyaçları gidererek daha da derine inebilmeyi, derinlerde bireyin özüne dönük farkındalık yaratabilmeyi sağlamaktadır. Derinleştikçe anlam da derinleşiyor, gerekli olan belki de benliğin içine ve başka benliklerin içine yönelik keşif, başka bir yerden bakabilme becerisi…
(
“ O
E. Nihan Acar
“
UGRASSIZ ,
HİKAYE
17
Yeni yetmenin gözü bikini üstüme kayıyor yavaşça. Aldırmıyorum. Baksın, görsün, büyüsün.
lduğum yerde uyuyakalmışım. Çevrem sıcacık. Sıcak beni uyandırıyor. Şemsiyeden şezlonga vuran güneş yakıcı. Ne kötü bir hava böyle… Dışarıda biraz gölgeye, esintiye hasret bedenim. Rahatsızca kımıldanıyorum, istemsiz. Kumsalın en hareketli zamanı olması gereken saatte, televizyonda türeyen uzmanların sözünü dinlemiş millet, tıkılmış evlerine. Sahilde insanlar tek tük. Öğle saatinde dışarda kalmayı yasaklayan haberler bu ara pek moda. Haklılar mı ne? Ne kötü bir nem bu ya rabbim… “Abla içecek bir şey ister misin?” Ne güzel şezlonguma kurulmuşum, dünyaya tavırlıyım. Nerden çıktı bu yerden bitme? Derhal kovmak niyetiyle yüzüme örttüğüm şapkamı yana kaydırıp gözlerimi sese çeviriyorum. “On beş” yaşlarında, beyaz tenli, güzelce bir çocuk elinde tuttuğu limonata tepsisini cılız kollarıyla taşımaya çalışıyor. Zorlanıyor belli. Kollarının arada titremesinden anlıyorum. İçim bir garip oluyor. Vicdanım devrede, yardıma koşmaktan kendimi alamıyorum: “Ver canım bir tane hele, ne kadar bardağı?” “İki buçuk lira, abla.” Yeni yetmenin gözü bikini üstüme kayıyor yavaşça. Aldırmıyorum. Baksın, görsün, büyüsün. Hem sahil burası. Herkes bu şekil salınıyor etrafta. Bozuk paralarımı elden çıkartmış oluyorum. Şıngırtısı gider cebimden. Ah sefam olsun. Neşeleniyorum anlamsızca. Yeni yetme ‘iyi günler abla’ deyip başka şezlonglara meylediyor. Ondan habersiz arkasından izliyorum onu, bardak elimde. Kadınlara ağırlık vermiş alışverişte, mayoluları es geçip üç bikinili kadına satıveriyor limonataları. ‘Gözün çıkmasın’ diyorum içimden. Dönüyorum kendi dünyama. Ara verdiğim kitabıma. Ama bu sıcakta hiç çekilmiyor. Bırakıyorum elimden sonra. Ayla’ya demiştim beraber gelelim kıyıya diye. Yok uzmanlar çıkmayın demiş, yok kanser… Ne saf kız ya. Gölgedeyiz işte. Hoş gölge bile ferahlatmıyor da neyse. Denize de giresim yok. Çorba olmuştur şimdi su. İyiden iyiye sıkılıyorum. Bir dikişte limonatayı
Havva Günay
mideye indiriyorum. İyi geliyor soğuk soğuk. Denize kayıyor gözlerim, bardakla işi biten kafamı ağır ağır aşağı indirirken. Bir de ne göreyim: Kıyıdan elli metre ötede denizde sabit duran dubada, bizim yakışıklı Berk! Midemde bir şeyler oynuyor sanki. “Otuz iki” yaşıma geçen ay basmış ve evde kalmış damgası yediğim bu küçük yerde şunun gibi bir pilici oltaya getirsem ne iyi olurdu. İçimi çekiyorum istemeden. “Allahtan gayet formumdayım,” deyip bikinin sağını solunu çekiştirip şemsiyenin yanında ayağa kalkıp bir dünya geriniyorum. Kollarımı aça aça. Dikkat çekmeye çalışa çalışa… Gözlüklerimin siyah camlarını aşıp yüzüme dokunan güneş, ısınmış otobüsün bunaltıcı havası gibi oturuyor burnuma. Şimdi midemde hafif bir bulantı. Neyse dubaya yüzmeli. Berk ile bu sefer konuşmalı. Uzmanları dinleyenler sayesinde sahil yarı yarıya dolu. Ayla’nın gelmediği iyi olmuştur belki!
18 Derhal denize atlıyorum. Acele ediyor gibi görünmek istemediğinden kâh sırtüstü kâh kurbağalama yüzerek dubaya varmaya çalışıyorum. Berk var aklımda şimdi. Üniversiteyi bitireli sadece birkaç sene olan bu yakışıklı, memlekete döndüğünden beri ilçenin tüm tazelerini kendine çekmiş durumda. Üniversiteyi birkaç sene sonra kazanan ve uzatarak zar zor bitiren Berk kaç yaşında ki? Aman ne laf olur onunla bir yere otursam, denizde sohbet etsem falan… Anında yayılır haberler. Ay ne sıcak hava. Su korktuğum gibi çorba olmuş, içen yok. Dubaya az kaldı herhâlde diye düşünürken, kafayı sudan kaldırıp dubayı kesmeyi akıl ediyorum. “Ee… Berk nerede?” Telaşla gözlerim, sahilden dubaya kadar olan hattı tarıyor. “E demin buradaydı,” diyorum kendi kendime. Yaşadığım hayal kırıklığını içime gömüp sahile yol alıyorum. Sinirle kulaçlıyorum sıcak suları. Denizden çıkıyorum sonra, suları kızgın kuma damlata damlata. Ayaklarım yanıyor yürürken, aldırmıyorum. Şezlonga uzanıyorum; sıcaktan ateş gibi olmuş havluya sarıyorum kendimi. Yüzüstü uzanmak için döndüğümde hemen sol arkamda kurulanan Berk ile göz göze geliyorum. Şaşırıyorum bir an. Açık ağzımı kapatıp hemen kısa bir selam vermeyi akıl ediyorum. Berk de karşılık veriyor. Laf atmayı istiyorum ama kısa bir an duraksıyorum. “Neyse şimdi tam zamanı, bir daha nerede bulacağım bu ortamı?” “Nasılsın Berk? Nasıl sıcak hava, değil mi?” “Hı hı,” diyor Berk. “Buralarda mısın daha?” “Yok, dönüyorum yarın. Uzmanlar bu saate dışarı çıkmayın diyor televizyonda. Zaten kimseler kalmamış sahilde.” “Evet, ben de duydum ama hava çok güzel, sıcacık. Kalacağım ben galiba.” “Tamam. Sana iyi günler!” “İyi günler?!” Yakıcı güneşe biraz daha maruz kalacağım mecbur. Şezlonga yerleşiyorum gönülsüzce. Biraz daha kalırım dedim ama yok, dayanamayacağım. “Toplayıp havlumu gideyim ben en iyisi.” Mini elbiseyi bir hamlede giyip ağır ve uğraşsız adımlarla kumlarda bata çıka yola dökülüyorum. Düşünceler kafamı ağ gibi sarıyor; hayal kırıklığım utandırıyor, utanç beni kötü hissettiriyor. Berk’in yakışıklı olması şu an umurumda değil. Tipi batsın. “Artık kocaman olmuşum hala neyin peşindeyim.” “Yuh bana…” Oysa insan ağır olmalı hayatta. Otuzlu yaşların gerektirdiği gibi, Berk tipli uğraşsız erkeklere kafa yormaya tenezzül etmeyecek kadar ağır… Berk’in; önümden yürüyen silueti köşede kayboluyor.
Nergis Erkan Ç. Yarına umudum olsa deneyeceğim Anlamı olacak boyun eğmenin Savaşın feryat figanın Daha da konuşacağım değiştirecek gibi Dünyadan ziyade kendimi Saldıracağım hatta dövüşeceğim fikrimle Gidebilsem durduk yere Adını yöresini bilmeden savursam kendimi Senin için de degil sırf yaşamaya Ölecegimi bilir gibi o saat Büyük bir hınçla yudumlayıp biramı Son kez izleyip günü ve batımı hayranca Büyükçe marifet sanıp evreni herbirini Güne güneşe şaşsam Ağlasam bilmezliğimle kendi dizlerimde Yalvarsam korkar gibi ölmekten Seni düşünsem yahut acıyacağını Kırılacağını böyle bir sona Ve gözlerinin rengini birkaç kez yeniden Odandaki çiçeği düşünsem üç günde bir Hepsine bir kalemde boş verip Demem o ki ilk kez haklı bir bencillikle Bırakıp yerden göğe tümünü Sığınmadan korkuya yahut cesarete İçtenlikle söylesem üç sözümü Karşımdasın gibi izlesem denizi Ovadan ötesini uçsuzu Yine de inansam sonu olduğuna Acının ve öfkenin Katlansam yarının varlığına Bilerek ve isteyerek gitsem Seni ve kendimi bırakarak yüzüstü Yok sayıp nefretimi bu kez korkumu Bir defa kararlı yaşantımda bir sefer Af dilemeden gururla Son versem dayanılmayacak boşluğa
Selma HatipoÄ&#x;lu
21
Menderes Samancılar
A n ı
Ölümünü Güneydoğuda bir film setinde öğrendim. Bir dağ köyünün muhtar odasında; yenisi olmadığı için eski gazetelere bakıyordum. Bir trafik kazası haberinin köşesinde Erkan’ın güler yüzlü bir resmi duruyordu.
Soldan sağa: Yaman Okay, Nur Sürer, Erkan Yücel ve Menderes Samacılar
Yüzü, gözümün önünden gitmiyor Erkan Yücel’in. Çukurova’nın temmuz sıcağında, tarlaların arasında bir yol kenarına oturmuşuz; “Bereketli Toprakları” çekiyoruz. Yemek arası vermişiz. Erkan, ırgatlardan, köylülerden konuşuyor, konuştukça coşuyor. Yıl “bin dokuz yüz yemiş dokuz,” ülkemizin üzerini kara bulutlar kaplamış, ama Erkan’ın yüzü aydınlık, yüreği de. Adana’ya gidişlerimde biletimi Ankara’ya alır, önce Erkan’ın yanına uğrardım. Onurlu bir şekilde yaşatmaya çalıştığı tiyatrosunun kapısında karşılardı beni ve hemen başlardı; “evlerinin önü dikili gargı, benden başgasında göynün mü vardı, var gelişine gidişine gurban.” Erkan’ın en sevdiği türkülerden biriydi bu. “Bereketli’nin” çekimleri boyunca söyledi bu türküyü. Çok hüzünlü okurdu. İnsan emeğini ve onurunu aşırı ciddiye alır, hayatı ise tam tersine çok ciddiye almazdı. “Bereketli Topraklar” tanıştığımız ve birlikte çalıştığımız ilk ve son film oldu. Ben onun yüzünde demli bir çayın berrak duruluğunu görürdüm. Sancısı-
nı saklamayan insanların coşkusuyla gülerdi. Herkesin ayaklanmasını ve öğrenmesini isterdi. En çok da “ bu memleket bizim kardeşim, onun insanına sahip çıkmak bizim sorumluluğumuz, buna mecburuz Mendo Kardeş,” derdi. Bulunduğu her meclisi coşkulu bir ırmağa çevirirdi: Öyle güzel konuşur, tane tane anlatırdı. Arkadaşlığımızın ölene dek süreceğini biliyordum; ne mutluydu bana, böylesine güzel bir insandan, bir dosttan kim bilir neler öğrenecektim. Ölümünü Güneydoğuda bir film setinde öğrendim. Bir dağ köyünün muhtar odasında; yenisi olmadığı için eski gazetelere bakıyordum. Bir trafik kazası haberinin köşesinde Erkan’ın güler yüzlü bir resmi duruyordu. Sevgili arkadaşım öleli bir hafta olmuştu. Elim ayağım buz kesmişti. Arkadaşımı bir daha göremeyecek olma düşüncesi yüreğimin etrafını dikenli tellerle sararken, arkadaşım ölüme inat karşımda duruyor, her zaman olduğu gibi ağız dolusu gülümsüyordu…
RENK VE NEFES
DENEME
22
Hiç içinizin kırıldığı ve o kırılan yerde donakaldığınız oldu mu? Tuhaf bir nokta orası, her şeyin uçuşup ruhunuzun kayıplara karıştığı bir yer. Orada kaçılamayacak, sıradan bir devinimdir, yılmak, hüznün çaresizliğinde sarsılmak, coğrafyaları, kıtaları aşmak arzusunda ‘nefes alamıyorum’ diyenlere nefes olmayı istemek. Bazen tanımadığımız birinin yası da karalar bağlatır. Tanımak nedir ki zaten gördükten sonra yaşama tutunmak isteyen birinin çırpınışını? O donakaldığım noktaya yuvarlanırken kulağımda yankılanan, tanımadığım ama ‘ah keşke yaşatabilsem onu’ dediğim George Floyd’un sesi. O ses, uzak bir kıtadan ulaşıyor bana, derinime işliyor, içine gömüldüğüm dünyamda, uyandırıyor, sarsıyor ve bir kez daha hatırlatıyor dünyanın ahvalini. Kötülüğün ne demek olduğunu, farklı olanın nasıl kanatıldığını, rengi, şekli, sevmeyi yeğlediği ne olursa olsun, eğer çok olana benzemiyorsa insanın aynı acıyla tanış olduğunu… Peki ama hani sevmekti esas olan, kulağımıza fısıldanan “bir insanı sevmekle başlar her şey” duyduğumuzda etkilemedi mi bizi, inandırmadı mı sevmenin sihrine? Peki ya bir insanın rengini sevmeyip yaşamını öylece ondan çekip alan biri, hiç mi sevmemiştir? Okşamamış mıdır çocuğunun başını, çiçek almamış mıdır sevdiğine, gülmemiş midir komşusuna içtenlikle? Kendime bu soruları sorarken anlıyorum aslında manayı. Evet, her şeyin başladığı yer bir insanı sevmekti, bittiği yer de bir insanı sevmemek, bir kişiye dahi nefretle bakmaktı. Asıl olan herkesi sığdırmaktı yüreğe, sana benzemeyeni de sevmekti, kendinden olmayanı da kucaklamaktı. Oysa bizler ne çok şeyden nefret ediyorduk. Ne çok rengini, kimliğini, bedenini sevmediğimiz vardı. Dünya da kırıp dökmekte çok iyiydi üstelik. Bilhassa naif ruhların yara aldığı bir cendereydi hayat. “Acımasızdın ama affediyorum” diyecek kadar kucaklayıcı gönülleri kıran, görmek istemeyen ve hayatlarını dar eden bir yerdi dünya. George Floyd’un kesilen nefesi ve sesi derinime işleyip içime koca bir kayanın yerleşmesine sebep olurken Sarah Hegazi’nin cümleleri de delip geçiyor beni. Kırılıyorum, Sarah’nın delip geçtiği yerden inciniyor, parçalara ayrılıyorum. Ben olsam affeder miydim diyorum, her şeye rağmen kucaklar mıydım? Nitekim ben tüm tökezleyişlerimde çok çabuk nefret etmiştim, silip atmıştım dünyayı. Sarah, sırf gökkuşağını sevdiği için şiddete maruz kalıp yaşam alanı daraltılırken tüm acımasız-
lığına rağmen dünyayı affetti ve yaşamı üzerindeki karar verme hakkını kullanarak ayrıldı bu hoyrat yerden. İntihar notunu okudukça içimde yaralar açılıyor ve kızıyorum kendime. Öyle kolayca silip atmak, dünyaya sırt dönmek de ne demek? Oysa gidecek ne çok yol var, her şeye rağmen affedenlerin hatırına. Aklım, sevmek mevzusuna gidiyor yeniden. Bütün olanlar gökkuşağını sevmemekten yaşanıyor gibi geliyor bana. Rengine, nefes almasına tahammül edilemeyenlerin, varlığının dahi istenmemesi tüm bu kanatılmış hikayelerin müsebbibi oluyor. Kötülük. Birileri; kendisine benzemeyenlerin hayatını, sırf sevmediği için zehirlerken, ortalığa saçılan hayalleri hissedebiliyorum. Onları yerden tek tek toplamak istiyorum. Onların düşlerini ve yaralarını yüreğime koymak, içimde bir ömür saklamak istiyorum. Sonra affetmek geliyor aklıma. Affetmenin nasıl bir şey olduğunu düşünmeye, anlamaya çalışıyorum. Bir gidiş haberi ile sarsılırken; “kendine benzemeyenin yaşamasına tahammülü olmayan dünyayı bağışlama Sarah,” diyorum içimden. Ama o, belki de hiç beslemediği kini ardında bırakarak kaya ağırlığındaki kelimeleriyle affediyor ve gidiyor. Gidişi, notu ilmek ilmek hüzün işliyor içime. Sarah’nın vedası, kocaman ve hep kanayacak bir yara bırakıyor yüreğimin orta yerine. Böylece tanımadığım birinin daha yasını tutmaya başlıyorum. Biri coğrafyasından kovulan, biri coğrafyasında sevilmeyen iki farklı insanın yarım kalan hayatlarına dair hikayeleri uzaktan uzağa izliyorum. Ruhum, boyutunu bilmediğim kayaların altında eziliyor. Beceriksiz kalemime akıyor hislerim, niyetimin dışında cümleler ediyorum. Zira amacım daha farklı, belki daha gerçekçi laflar etmekti ama hislerimin kurbanı oluyorum. Söylesenize, siz de daha çok duymaz mısınız içinizi, kırıldığınız zamanlarda? Ve şu an darılmadık mı dünyaya ve en çok da kendimize yaşatamadıklarımızın sancısında?
Zozan Çetin
“Dünya da kırıp dökmekte çok iyiydi üstelik. Bilhassa naif ruhların yara aldığı bir cendereydi hayat. “Acımasızdın ama affediyorum” diyecek kadar kucaklayıcı gönülleri kıran, görmek istemeyen ve hayatlarını dar eden bir yerdi dünya.”
)
Seviyordu. Çakmağı eline aldı. Parmağını sürtmesiyle çıkan anlık cızırtıyı, sonrasında sahneye çıkan o küçük alevin dudaklarının önünde dans edişini seviyordu. Buruk bir tebessümle, selam vermeksizin sahneden inercesine acele, o dans edişini... Ve anlık cızırtıyı da seviyordu. Hem de yeni kararmış gökyüzünün sessizliğini dinlerken daha çok seviyordu. Bulutlardan gelen... Şu kasvet yüklü, kurşuni bulutlardan, rüzgârın karanlıklara sürdüğü… Rotasız, darmadağın… Bir tane daha kalmıştı. İçer miydi onu da peşine? Bunu zaman gösterecekti. Beş dakikalık kısa bir zaman. Hem, bir tane kalmış olmasını da seviyordu. Sona kalanlar hep daha anlamlıydı onun için, daha duygusaldı. Karşı apartmanın ikinci katının sarı ışığı, tül perdenin arkasında bir an yandı söndü. Bu saatlerde yanardı genelde. Mutfaktadır diye düşündü, misafiri vardı belki de, önemli değil. Mehmet’in koltukta kıvrılmış bir halden bir başka hale geçerken çıkardığı gıcırtıyı duydu. Şöyle bir arkasına baktı, hâlâ uyuyordu. Bunu pek sevmezdi. Yine bir tartışma programında replik sırası bekleyen siyasilerin sesleri yükselmişti. Şu siyasilerin, birbirlerine hakaretler yağdırarak bağırıp çağırdıkları programdan sonra eğlenmeye gittiklerine inanırdı. Sahteydi onun için o yırtınışlar. Mehmet her akşam izlerdi onları ve sonra da böyle sızardı o eski, ahşap ayaklı koltukta. Televizyonu kapatmak istedi. Nefesini içine çekerken yanan tütünün kıvılcımlarını dinlemeyi seviyordu. Kapatırsa Mehmet uyanır, ekşi bir bakışla: “Neden kapatıyorsun be kadın?” derdi. “İzliyorum ben onu!” Oysa sadece ilk on dakikasını izlerdi Mehmet Bey. O da saçma bulurdu elbet, ancak sıkıcı hayatında daha anlamlı bir şey yapamazdı. Sonra da sızardı hep böyle zaten. Aşağıdan kedilerin ağlama sesleri yükseldi. Duygu dolu bir dilde, acı bir türkü. Her hecesinde yaşanmışlık olan… Acıyı gerçekten bilirmişçesine bir sesleniş, birbirlerine de değil, gökteki bulutlara… Bir dert, bir çağırış… Kedilerin ağlamalarını sevmezdi. Ama onların aşağıda bir yerlerde var olduklarını bilmek güzeldi. Çok kez kendini ne dediklerini anlamaya yormuştu. Haykırışlarını bazı kelimelere benzetmeye çalışır ama hiçbir zaman bulamazdı o kelimeleri. Sahi neden ağlardılar ki her akşam böyle? Nebahat’ın attığı mamalar yetmiyor muydu? Balkona ancak kediler için çıkan Nebahat’ın yalnız bir insan olduğunu düşünürdü. Önce bir bulutlara bakardı kısık gözlerle, yağmur yağar mı diye bakardı. Sonra da aşağıdaki tekirlere taksim taksim atardı kedi mamalarını. Hepsini bir se-
Çagan Oguzhan Cantürk )
SESSiZLiK
HİKAYE
23
ferde atmazdı. Ya tüm kediler eşit yesin ister, toplanmalarını beklerdi ya da hayatındaki tek meşgalesini bir anda harcamak istemezdi. Nebahat’ın hayatında sadece havanın nasıl olduğu ve kediler var sanırdı. Ama Nebahat yalnız değildi, kedileri ve bulutları vardı. Bulutları olan yalnız olmazdı. Yalnız olmak tek başına yaşamak demek değildi. Kedileri ve bulutları olan yalnız olamazdı. Nebahat Hanım’ı seviyordu, hiç tanışmamış olsa bile. Hatta ismini bile bilmezdi, onun hep Nebahat olduğunu düşünmüştü. Belki yıllar önce izlediği bir dizideki bir Nebahat’tı onun için. İnce kaşlı ve yanakları dolgun... İnsanlar konuşmazdı bu avluda, bazen birbirlerini seyreder, dinler ama asla konuşmazlardı. Acaba Nebahat de kedileri anlamaya çalışır mıydı? Otuz dört yıldır Mehmet’le evliydi. Yirmi sekiz sene önce ise bu binaya taşınmışlardı. Binalar o zaman yapılmıştı, şimdiyse miadını doldurmuştu her biri. Birbirlerine yaslanarak Beşiktaş’ın ortasındaki bu sessiz avlunun koruyucuları olmuşlardı. Gece kulüplerinin, barların arasında onlara düşmancasına sessizlikte, sadece kedi sesi ve ağaç hışırtılarıyla… Gözü balkonun köşesinde kalmış açelyalarına ilişti. Solmuşlardı. Yakından bakmak istedi, çıplak ayağı soğuktan buz kesmiş mermere değdi, irkildi, üşüdüğünü fark etti. Esen hafif bir rüzgârla ağaçlar hışırdadı. Avlunun toprağındaki mandalina ağaçlarına kim bakardı, önemli değil. Mandalina ağaçlarını da seviyordu. Hem de tam olgunlaşmışken, toplanmaya yakın, kışın ortasında… Esen rüzgâr, sigarasının ucundaki tütünü közledi. Küller kıvılcımlarla beraber aşağı doğru savruldu. Parmağına yaklaşmış olduğunu fark etti. Söndürdü. Sonuncuyu da içecekti. Çakmağı ateşledi. Soldaki binanın ikinci katından Kemal Bey’in siluetini gördü. Kemal’di onun için. Çamaşırları asıyordu. Perdenin arkasından süzülen sarı ışıktaki silüetin çamaşırları asışını izledi bir süre. Mehmet asla asmazdı. Komşulardan utanır, kadın işi derdi, “Ben ekmek getiriyorum yetmez mi?” Kim olduklarını dahi bilmediği şu komşulardan utanmak nedendi? Onların düşünceleri Mehmet için neden bu kadar önemliydi? Balkonda değil de içeride bir yerde asacak olsa asar mıydı? Ya Kerem asar mıydı acaba? Kerem asardı. Lisedeki Kerem asla kadın işi demezdi. Şu Kemal, Kerem olabilir miydi? Hayır, o kadar kilo almış olamazdı. Onu bütün hatlarıyla hatırlayamadığını fark etti. Kokusunu da... Anımsamaya çalıştı. Yapamazdı. Ya kokuyu duysa, Kerem olduğunu hatırlar mıydı? Düşünceleri peki,
24
SANGrIa
Ünal Altındağ
Kerem’in düşüncelerinde bir an olsun yer edebilmiş miydi bugünlerde, önemli değil. Kerem’in, kendi düşüncelerinde var olması ona yetiyordu. Sarılamamaksa zordu tenini okşayan rüzgâra. Bulutlardan gelen sessizliği bozmaya yemin etmiş yanan tütünün, kısık sesle, son seslenişine sarılamamak, zordu. Şu Kemal Bey, onu hep Kerem olarak görmek istemişti. Kemal koymuştu adını sırf hatırlatsın diye. Hiçbir zaman ona Kerem diyemedi, kusurunu görür de eskisi kadar sevemem diye çekindi. Dünyada bir yerlerde mükemmel bir insanın olduğunu bilmeyi seviyordu. Balkonların ve arka pencerelerin baktığı bu bahçeyi ve her penceredeki farklı hayatı seviyordu. Rüzgâr turuncuya çalan saçlarını karanlıkta büyümüş göz bebeklerinin önünde salındırdı. Göz bebekleri ıslanmıştı. Şu dalgalı saçlarının turuncuya çalışını severdi Kerem. Pembeye boyasam da sever misin ha? Severim tabi. Kerem severdi. Eskisi kadar gür değildi saçları. Bir iki teli koptu, kıvılcım ve küllerle savrularak karanlığa doğru kayboldu, fark etmedi. Eskisi kadar gür olmayışını Kerem sever miydi? Kerem severdi, Mehmet ise önemsemiyordu. Mehmet birçok şeyi önemsemiyordu ama Kerem severdi. Kerem’in sevişini seviyordu. Mandalina ağaçlarına bir kez daha baktı, seviyordu. Nebahat Hanım’ı seviyordu. Kemal Bey’i de, kocası Mehmet’i de seviyordu. Kedilerin aşağıda bir yerlerde var oluşunu seviyordu. Çakmağın çıkardığı sesi ve tütünün nefesindeki rüzgârla közlenişini de… Sebepsizce değil, onu sevdiği için; kırk dört yıldır görmediği, lisedeki Kerem’i… Söndürdü. “Yalnızlık dünyayı doldurmuş. Sevmek, bir insanı sevmekle başlar her şey. Burada her şey bir insanı sevmekle bitiyor.”* *Sait Faik Abasıyanık, Alemdağ’da Var Bir Yılan, Mart 1954.
Dokunmayı dokunmak sanan bir kağıt parçasıydın ve üzerinde dağılmış mürekkebinle çok şıktın Senden daha sonrası diye bir gerçek Maneviyatı çok güçlü insanların uzanıp “sende bir kayıp var” demesi gibi bir gerçek Görmemek gibi bakan bir yalan var Soluk alışverişlerim tahtakurusu gibi içimi kemirecek Kilisenin bütün duvarları güneşi reddedecekti “Eksik bu para” demeye başladın Her yerden kilittim Kendimden çaldım “Senden kimseye bahsetmezsem, kendime olan saygımı koruyabilirim” diyecektin bir mektubunda Saygı kelimesine bir damla gözyaşı bırakacağımı Bilmiyordum Kalıntılarımın arasında Eski bir dostun yüzüme vurduklarında Bir şarap şişesinde “Sessiz çığlık devre mülkünü” üstüne almış kadın suretlerinde Konuşulacak birkaç cümleyi suratıma tüküren seyyar satıcıda Dilsiz bir can, zarar görmüş yavru köpekte Seni aradım Ben hayatım boyunca kaplumbağa olarak kalacağım Güne kahveyle başlayacağım Çatılarda mumları üfleyip Sokak lambalarının altında kendi çatlak sesimle dans edeceğim Saksılar dolusu çiçekler ekip mavi atletimle sigara yakacağım beni izleyen sen olmadan Posta kutularına mektuplar bırakacağım milyon tane hiç biri sana değmeden Uzun yol şoförlerini çok seveceğim Sol omzumun tüm ihtiyacını tek kaynakla sağlayacağım Sahaflarda kitaplara dokunmak için provalar yapıp Gördüğüm her pikap önünde önümü ilikleyeceğim Direksiyon başındaki tüm erkeklere oral yapacağım Kırmızıya takılmamak için büyük adrenalin yaşayan sen olmayacaksın
25
G
eride bıraktığımız tarihe ve tarihsel olaylara şöyle kabaca bir göz atarsak eğer zaman zaman insanlık için büyük olaylar yaşandığı bilgisini edinebiliriz. Yazarken içimden “bunlar gerçekten sadece insanları mı ilgilendiriyor?” diye soruyor bir ses… Hayır, sadece insanları etkilemiş gibi konuşmak yersiz olur; çünkü yaşanan her acı olay dünya üzerinde yaşayan tüm canlıları etkiliyor. Şu an içinde bulunduğumuz durumda da olduğu gibi. Evet, yeni normal kavramını hayatımıza katan, bizi şöyle bir titretip kendimize gelmemizi sağlayan, dünya canlılarının sadece küçük bir kısmını oluşturan insan adını almış topluluğun savunmasız kaldığı durum COVİD-19. Her ne kadar bela olarak tanımlanıyor olsa da ben bu olayın iyi taraflarına bakanlardanım. Bu dünyanın sahibi olduğunu sanmak ce-
Çizim: Yaşamı Solumak - Şehmuz Atasever
haletinden kurtulmamıza yarayan bir silah olarak görüyorum. Evet, kayıplar veriliyor, acılar yaşanıyor fakat öte yandan insanlık uyanıyor diye düşünüyorum. Henüz başına gelmemiş o yüzden bu kadar kolay konuşuyorsun denildiğini duyar gibiyim. Başıma gelip gelmeyeceği meçhul bir durumken net olan tek bir durum vardır o da ruhların ölmediğine inanan tarafımın ölümden korkmaması. Bu salgın yüzünden bedenim toprak olacaksa bunu bir felaket olarak görmüyorum. Benim felaket olarak adlandırdığım ise şudur; can dediğimiz şeylerin kıyımına göz yuman topluluğa mensup biri olmak. Yani insan olamamak... Evet, tek gayem insan olmak üzerinedir. Gördüğüm, duyduğum veya yaşadığım her olayda insana yakışır hareketler sergilemek. İnsan olabilmek ve kalabilmek. Ölümsüzleşmek için illa somut eserler oluşturmamıza gerek yok ki bu-
26 nun bir kanıtıdır. Sokrates, o sadece bedenen aramızda yok fakat fikirleri, düşünce tarzı ve inandıklarından vazgeçmeyişinin o efsane yaşam öyküsü bizlere öğrencileri tarafından aktarılabilmiştir. Demem o ki sizden sonra okunacak bir kitap bestelenecek bir şiir ya da gezip görülmeye değer bir yapıt bırakmak kadar insan olabilmenin hakkını vererek yaşamak da ölümsüzlüğün anahtarıdır. Bu büyük gezegenin küçük bir parçası olduğunu unutma, senin yaşamının değeri kadar başka canlıların yaşamı da değerlidir. Zarar vermeye devam ettikçe doğa sana cevabını verecektir. Sen insansın ve insan kal. Bu ilk değil ama son olabilir. Kendi elinle bozduğun düzeni yine kendi elinle düzeltebilirsin. Az çok demeden elinden gelenin fazlasını yapma gayretini göster doğaya, kapının önündeki kediye, sokaktaki köpeğe, banktaki evsize, ağaçtaki meyveye...
İZAHSIZ ÇARESİZLİK Hacı Söylemez
Selis Şen
Hani büyük ve görkemli bir gece yarısı Zihnime el sürmeden geçerken Uzun ve kalabalık bir caddeden Haykırmak artık boşa Kaçmak, boşa Gideceğim yerler oldukça noksan Ve her nereye gidersem gideyim Mutlaka bir bela bulurum başa. Hani geceye kan sıçrardı Ürkek ve nizamsız bir söylencede Bir rakı masasında Gecenin kanı senden akar Yarası daima bende dururdu. Hani ne yapsak da yakalanacağımız Ve ne yapsak da tutsak olacağımız Şehirler ve anılar vardı Kent kent delik arardık Tanrım, öyle sevdim ki denizi Hangi kente kaçacak olsam İlk önce denizi arardım. Maviyi sevmekten öte bir şeydi İşte hangi hüzünden kaçsam Başka sevinç kılıklı yakalardı beni.
Tuncay Eren
Ya ben kaçmayı bilmiyorum, Ya kaçmaktan anlamıyorum. Başka bir izahı yok Her defasında sana yakalanmamın.
)
ALBERT CAMUS’NÜN ‘’YABANCI’’ ROMANI ÜZERiNE DEGiNiLER Albert Camus’nün 1942 yılında yayınlanan ilk romanı, üzerinde en çok konuşulan, tartışılan ya da fikir teatisi yapılan eseridir. Kitaptaki karakterin gizemli ve anlamlandırılması güç bir tarafı var. Annesini kaybettiğini öğrendiğinde; herhangi biri ölmüş gibi tepki vermesi etrafındakiler tarafından yadırganır. Zaten “normal” olan da yadırganmasıdır ama bu ‘’Yabancı’’ için gayet olağandır. Annesinin defnedildiği günden hemen sonra kumsala gidip keyif yapması, kız arkadaşıyla gönül eğlendirmesi, içinde yaşadığı toplumun değerleriyle taban tabana zıttır. Ancak bu karakterin pek de umrunda değildir. Kitabın ilk bölümü; ana karakterin kız arkadaşıyla olan ilişkisini, iş yerindeki patronuyla olan diyaloglarını, oturduğu binadaki komşularıyla olan münasebetleri ve konuşmalarını içeriyor. Meursault; sevgilisi Marie ve komşusu Raymont ile birlikte, Raymont’un arkadaşlarının sahildeki evine gider. Orada Raymont’un daha önce tartışıp kavga ettiği insanları görürler. Aralarındaki sürtüşme devam eder. Karşılıklı ağız dalaşından sonra yumruk yumruğa birbirlerine saldırırlar. Raymont kolundan ve kafasından yaralanır. Kavga sırasında Raymont tabancısını Meursault’ya verir. Kavga sona erdikten sonra Meursault sahildeki kayalıkların olduğu yere gidip kafa dağıtmak ister. Kayalıkların orada biraz önce kavga ettikleri kişilerden birinin boylu boyunca uzandığını görür. Aralarındaki husumet tekrar alevlenir. Meursault beş el ateş ederek o kişiyi öldürür ve karakola götürülür. İkinci bölümde Meursault’nun yargılanma süreci etkileyici bir biçimde anlatılır. “Başkahraman” hücreye atılmıştır. Belli aralıklarla sorguya çekilir. Sorgu esnasında kendini savunacak cümleler kurmaz. Baştan savmış haliyle avukatını ve çevresindekileri şaşkınlığa uğratır. Hücrede kaldığı günlerde zamanın geçmemesinden hayıflanır. Mahkemeye çıktığında yargıçla ters düşer. Yargıç onu annesinin ölümüne karşı ortaya koyduğu tepkisizliğin toplumda ahlaki çö-
ARAŞTIRMA
27
Burhan Alsan
zülmeye sebep olabileceğini söyleyerek suçlar. Bundan dolayı giyotinle cezalandırılmasına karar verilecektir. Avukatın telkinlerine kulak asmaz. O tam bir yabancıdır etrafındakilere göre. Davranışlarıyla, sözleriyle insani duyguları hiçe sayan bir görüntü çizer. Mahkemede canı sıkıldığı bile olur. Aşırı sıcaktan, nemden, kalabalıktan şikâyet eder. Tanıkların ifadelerine ve onun hakkındaki sözlerine aldırış etmez. Yargıç tarafından çok ağır sözlerle itham edildiğinde dahi birkaç kelimelik yanıtlar dışında bir şey demez. O kendi içindeki gerçekliğe inanır. Mahkemenin verdiği karar neticesinde idam edilecektir. Tekrar hücresine götürülür. O sırada rahip gelip ona pişman olup olmadığını sormak suretiyle sohbet etme girişiminde bulunur. Rahiple geçen sohbetinde Tanrı’ya inanmadığını yaptığı hiçbir şeyden de pişmanlık duymadığını söyler. Rahip ona karşı biraz daha alttan alıcı ifadelerle yaklaşır, affedilebileceğini söyler ama Meursault rahibi azarlar; “Er veya geç öleceğim zaten,” der. Rahip gittikten sonra sakinleşir ve hücresindeki yatağa yatarak idam edileceği günün gelmesini tuhaf düşünceler Emrecan Asker içinde beklemeye başlar. Meursault; gözlemci, umursamaz, olanları kabullenmiş, hayatı derinlemesine düşünmeyen, aşırı uçta bir kimsedir. Ölüme yaklaştıkça kendine karşı farkındalığı artmakta ama bunu da umursamamaktadır. Meursault yargıç ve savcıların mütalaalarından sonra ölümü kabul etmiş ve kayıtsızca ölümü beklemektedir. Yazar; romanda insanın kendine, hayata, duygulara, çevreye, beklentilere yabancılaşmasını anlatırken umursamazlığı, yalnızlığı, ölümü ve kabullenmişliği sorgular. Yazarın dili oldukça akıcı ve sürükleyiciydi. Kitabı bir çırpıda okudum. Olanı olduğu gibi anlatan, yer yer ruhsal portreler çizen yazar, fiziksel tasvirlerden de faydalanıyor. Cümlelerin kısa, net ve duru olması okuma biçimini de kolaylaştırıyor. Varoluşsal gerçeklik, Camus’nün zihninden okuyucunun zihnine şahane bir yazınsal akışla geçiyor.
Cansu Pekcanattı
“K
Kendin için bir anı ölümsüzleştirmek vardı sadece,
“
ALBÜM
DENEME
28
tekrar dönüp bakabilmek için birkaç kare.
üçükken fotoğraf albümlerine bakmayı çok severdim. Hala da severim aslında. Her biri güzel anları gösteren karelerdir. Kalitesi pek yüksek değildir ama değeri paha biçilemezdir. Çektiğim fotoğrafları itina ile bastırır albümlerimi yapar sevdiklerime gösterirdim teker teker. Tabi o zamanlar “etkileşim” anında gerçekleşen bir durum değildi. Tam olarak bu sebeple; beğeniler, yorumlar hep yüzyüze ve gerçekti. Saklaması ayrı güzel, çekilmesi ayrı… Öyle aynı pozdan sayısız kere çekip “filmi” bitirme lüksün yoktu böyle bir ihtiyaç da hissetmiyordun zaten. “Acaba beğeni almaz mı” gibi bir derdin de olmuyordu: Kendin için bir anı ölümsüzleştirmek vardı sadece, tekrar dönüp bakabilmek için birkaç kare. Fotoğraf çekmenin zahmeti ve değeri olduğu zamanlardı o yıllar. Filmi çıkarıp takmanın, yakmadan pozları kullanmanın başarısı ve basılana kadar merakla beklenen bir süreç vardı. Beğenmedim diyerek silemeyeceğin nadide anlardı. Şimdi o anların yerini dünyada gerçekliği olmayan beğenileri almak için gözümüzdeki yaşı silip yalan bir gülümsemeyle çektiğimiz “selfieler” aldı. Albümler de pek kalmadı, dijital dosyalar ve içinde aynı pozdan en az “on” tane olan telefonlar var şimdi elimizde. Çektiğimiz anda gördüğümüz ama
Selis Şen - Sen En Yorgunusun Yorgunların
çabucak değerini kaybeden kareler. Artık cüzdanda vesikalık değil, ekranda bir “selfie” olarak saklıyoruz sevdiklerimizi. Doğallığından çıkarıp filtrelerin kalıplarına sığdırmaya çalıştığımız yüzlerimiz var. Albümlerimiz artık herkesin görebileceği, içinde gezebileceği bir platform.
Beden ölçülerin, göz rengin, ilişkilerin… Kendin bile her bir karede, başka biri gibi. Paylaşmadığımız her şey yaşanmamış, kayıp bir zaman gibi. Ve yaşadığın gerçekler burada bir yalan gibi...
, YASAMAK
HİKAYE
29
Sol eline bakıyordu. “85 model” açık yeşil arabanın arka camını ardına kadar açmış, dışarıya uzattığı elinden sarkan güneş ışınlarını dikkatle izliyordu. Güneşin günü terk etmesine sadece biraz vardı, önce bunu düşündü, araba ilerledikçe alçalan güneş arada bir dağların arkasına geçiyordu. Sonra elini iyice incelemeye koyuldu, ince parmakları ve teninde renk karmaşası yaratan damarları yaşlı fakat narin bir el görüntüsü oluşturuyordu. Ojeleri yeni sürülmemişti fakat şimdi nasıl da kırmızıydı, elini canlı bir varlık yapıyordu evet sol eli artık canlı bir varlıktı. Kaç yıl oldu diye düşündü kazadan sonra sahi kaç yıl geçmişti? İlk zamanlar günleri hatta saatleri sayıyordu, doktorlar bir gün belki dediğinde umutla gözlerine bakmıştı fakat hiç bir umut yoktu soğuk doktorların kansız dudaklarından bir kaç yalandı işte dökülen. Çocukluğu solak olmanın yarattığı endişeyle geçmişti. Farklıydı arkadaşları dalga geçmişti “bu kız sağ elini kullanmasını bilmiyor.” Yine de bu farkı iyi kullanmıştı, solaklığıyla ünlü bir ressam olmuş, sergileri dolup taşmıştı. İçini çekti ve çok güzel yaşadım dedi yanında oturan Tomas’ın “efendim bir şey mi dediniz” cümlesine dönüp bakmadı gözleri hala elindeydi, parmaklarını oynatıyor gün ışığıyla dans ediyordu, cevap vermedi. Tomas da zaten bir cevap beklemiyordu yıllardır yanında çalıştığı bu kadını artık tanıyor ve hala biraz garip buluyordu. Şimdi parmaklarının arasından beyaz mermerler geçiyordu, burası açık bir mezarlıktı yol kenarına öylece atılmış bir mezarlık daha önce burayı hiç görmemişti sahi nereye gidiyorlardı? Gözlerini mermerlerin üzerinde gezdirdi çok kısa bir andı fakat mermerlerin üzerinde hiç bir şey yazmadığına yemin edebilirdi. Kime soracaktı? Tomas’a söylese delirdiğini düşünürdü ve muhtemelen kısa bir gülümseme takınıp size öyle gelmiştir efendim derdi. Bu çocuk kaç yıldır yanındaydı? Neden şimdi geçen zamanı hiç hatırlamıyordu? Kafasında bu düşünceler dolaşırken araba toprak yola saptı şimdi parmaklarının arasından toprağın tozu geçiyordu ve kır çiçekleri ve buğday tarlaları ve güneşin turuncusu ne güzel bir yol dedi, bu sefer Tomas duymuştu ve önde oturan siyah fötr şapkalı adamlarda. Tomas gülümsedi “ah evet birazdan denizi göreceğiz” diye ekledi. Adamlar zaten yolun başından beri hiç konuşmuyorlardı hatta neredeyse hareket bile etmiyorlardı, “sanki cenaze arabasıyız” diye geçirdi içinden sonra tekrar aklı mezar taşlarına takıldı, isimsiz mezar taşları ve tekrar eline baktı hava serinlemişti fakat eli hala camın dışında duruyordu belki on yıldır
Özge Güldiken ilk defa sol eliyle rüzgârı hissediyordu belki de yirmi sahi şu zamanı niye netleştiremiyordu? Hesap yapmayı bıraktı ve tekrar elini izlemeye koyuldu fakat işte şimdi korkmuştu. Birden hatırladı, gördüğü manzara en son yaptığı resmin bire bir aynısıydı. Yıllar önce yani kazadan hemen önce yaptığı resimdi şuan baktığı. Kırmızı ojeli yaşlı ince ve damarlı bir el, eski bir arabanın camından çıkmış gün batımında az ilerideki denizi gösteriyordu. Evet, bu tablosu herkes tarafından bilirdi en son tablosu olarak oldukça pahalıya satılmıştı. Hatta bu tablonun geliriyle yıllarını geçirdi. Düşünmeye çalıştı hatırlamaya, o resmi yaparken ne hissettiğini hatırlamaya fakat işte zaman kavramı, bir türlü nerde olduğunu hatırlayamıyordu, ne zamandı, kaç günde yapmıştı, hangi yıldı? “Tomas,” dedi. “Buyurun efendim.” “Benim şu, şu...” (ah hayır tablonun adını bile hatırlayamadı) “Evet efendim?” “Son tablom” “Yaşamak, Yaşamak’ı mı soruyorsunuz efendim “Evet onun yapılış tarihi nedir bir bakar mısın Tom bazen hatırlamakta zorlanıyorum, şu elindekilere bir bak bakalım tabloyla ilgili ne bilgiler var?” “Hemen bakıyorum efendim.” Yaşamak, ne kadar da anlamlı bir isimdi belki de bunca yıllık meslek hayatında ilk defa kendini övüyordu. Tomas elindeki evrak dosyasından bilgi edinmeye çalışırken tekrar başını cama çevirdi. Şimdi her şey başka bir anlam bulmuştu yıllar önce hocasının ona sorduğu soruyu hatırladı “eğer resmettiğin bir şeyi yaşama şansın olsaydı neyi çizerdin?” “Ölümü,” demişti gülümseyerek, gençti; hocası dalga geçtiğini düşünmüştü, fakat o sıralarda aklını kurcalayan tek konuydu ölüm; aslında gizli bir merak duyuyordu, “bu korkunç bir his miydi?” Evet, ya içindeki meraka yenilseydi? Yine de şuan bile ne olacağını düşünmeden kendini alamadı, ünlü bir ressam olmadan ölüp gidecekti belki de bu tabloyu hiç yapmamış olacaktı, o kazayı hiç yaşamamış, elini sol elini ah nihayet elini hatırladı tekrar ona yaşam enerjisi veren bu elin işlevini kaybettiğinde peki neden hayatından vazgeçmemişti? “ Yaşamak “ dedi Tomas tok sesiyle ve ardından hızla bilgileri okumaya başladı. “ bu ünlü eser sanatçının hayatına mal olan kazayı geçirmeden önce son yaptığı tablodur, işin ilginç yanı sanatçı bu tabloda resmettiği gibi bir arabanın arka koltuğunda otururken sol taraf-
30
SALYANGOZ
DENEME
tan hızla gelip çarpan araç yüzünden ağır yaralanmış ve sol eli işlevini kaybetmiştir. Uzun bir hastalık süreci geçiren sanatçı bu olaydan sonra bir daha resim yapmamıştır. Aracın resimde görüldüğü gibi kır yolundan ilerlediği ve kazanın gün batımında gerçekleştiği belirtilmektedir fakat bununla ilgili kesin bilgiler yoktur. Yine de bu olay eserin değerinden fazlaya satılmasına sebep olmuştur. Tabloyu alan kişinin ise gizemi hala korunmaktadır. 1941 yılına ait bu eseri ilginç kılan diğer olay ise sanatçının eser hakkında sergide söyledikleridir; “Bu benim yaşadığım ve yaşayacağım bütün hayatımdır, işte benim sığındığım ve de kendimi sığdırdığım küçük pencerem, eserimin adı yaşamaktır ki ölmeden hemen öncesine hitap eder, görülecek tüm manzaralar görülmüş, gidilecek tüm yollar gidilmiştir ve işte ölüm anıdır artık bütün bozkırlar renkli denizler neşeli ve de günbatımları hala insan gözünün gördüğü en iyi şeydir. Bu anda sevgili dostlar yani ölüm geldiğinde her şey bu kadar berrak ve de güzeldir işte!” Sanatçının bu konuşması sergi sırasında gereksiz bulunmuş hatta birçok ressam tarafından ağır eleştirilere maruz kalmıştır fakat kazadan sonra tekrar gün yüzüne çıkıp incelenmiş ve tekrar manşetlere konu olmuştur. Yaşamak. “ “-Bu kadar yeter Tomas” dedi ve tekrar cama doğru döndü, Tomas da elindeki gazete kupürlerini toplayıp tekrar aynı sırayla yerleştirmeye koyuldu. Bu kadınla tanışması olaydan çok sonraya denk geliyordu hatta Tomas kazayı hatırlamayacak kadar gençti fakat yine
Ara ara kapıldığım düşünce sellerinden sonuncusu bugün beni “salyangoz” canlısıyla buluşturdu. Telefonumla yaşadığım sorundan yola çıkıp salyangozla tamamlanan düşünce selim… Salyangoz, hani şu bahçemizde özellikle yağmur zamanlarından sonra orada burada; yavaş yavaş, sessiz sakin dolaşan… Ayağımızın altında “çıtırt” sesini duyduğumuzda içimizin cız ettiği… En küçük tehlike hissinde kabuktan evine çekilen usulca… Bizim asla düşünemeyeceğimiz ama elin oğlunun bin bir para bayılarak afiyetle yediği… Kremini sürdüğümüzde yaşlanmayacağımızı hayal ettiğimiz sevimli canlı salyangoz… Benim düşüncelerimdeki rolü ise bugün; “Yavaş Hareketi (Slow Movement)” sembolü olmasıydı… Nedir yavaş hareketi? 1989 yılında İtalyan Carl Petrini’nin Roma’nın tarihi bir bölgesinde Mc Donalds açılmasıyla başlattığı, “Slow Food” adıyla yayılan, güncel yeme alışkanlıklarıyla kaybettiğimiz birçok şeye karşı
de bu kazayla ilgili çok şey okumuştu, neden şimdi aklına gelmişti bu tablo, uzun yıllardır kadının yanındaydı ve bu konu hiç açılmamıştı, evet hatta köşkte bu konuyla ilgili hiç kimse konuşmazdı. Tomas bir keresinde aşçıya soracak olmuş hemen ağzı kapatılmıştı, bunları düşünürken solmuş gazete küpürlerini tekrar dosyalamıştı, fakat dosyanın ağzı bir türlü kapanmıyordu, birkaç kez daha uğraştı beceremedi tam bir baş belasıydı bu eski dosya, hızla salladı ve bir daha denedi “ Bırak Tomas ölüm dolsun içeri “ dedi kadın eli hala camın dışındaydı. Tomas bu garip sese dönüp baktığında karşısında gencecik çok güzel bir kadın gördü, gözleri büyümüş dili tutulmuştu ne olduğunu anlamaya çalışıyordu fakat bu genç kadın bir şekilde tanıdıktı elindeki dosyaya baktı kısa bir an ve gözlerini tekrar kaldırdığında ana yoldan çıkıp hızla gelen kamyonu fark etti kamyon o kadar hızlı geliyordu ki Tomas önce burada böyle bir yol olmadığını düşündü, sonra tabloyu, az önce okuduklarını ve karşısında duran kadının dinginliğini. Yaşamak dedi kadın, sesi dinç ve sakindi, bir tabloya sıkışıp kalmaktır. Eğer bunu fark etmezsen o tablodan asla çıkamazsın işin kötü tarafı ise çocuğum fark edersen de orada boğulur kalırsın. Bu işin çocuğum tek bir güzel yanı vardır. Tuval ve boyalar senin elinde! Kendi hayatını istediğin gibi düşle!
S.Pınar Ceylan anlamlı bir direniş aslında. Sonraki yıllarda ise nüfusu elli binin altında olan kentlerin kendi kültürel, doğal ve sosyal değerlerini korumayı amaçlayan bir hareket olarak “CittaSlow” (Sakin Şehir) doğmuş. Genel olarak da günümüz dünyasında özlemle aradığımız ne varsa işte ona dönüş çabasının dışavurumu bence “Yavaş Hareketi”… Ben bugün bu harekete nereden mi vardım? İki ayda bir dolan telefonumun hafızası, fotoğraflarımı bilgisayara aktarma girişimim, aktarım sonrası; önceki aylar, yıllardaki işle ilgili binlerce belge arasında görebildiğim iyi, kötü, güzel, heyecanlı, sarsıcı, üzücü, sevindirici her ne ise sıfatı; fotoğraflanmış, fotoğraflanmamış hiçbir anı hatırlamıyor olmam. Hatta belki o aralarda aldığım milyarlarca nefesi… İşin özü biraz frene basalım, biraz yavaş olalım, aldığımız her nefesi vücudumuzda ulaştığı her hücreyi hissederek alalım, olur mu?
“Kıpırdatma başını lütfen!” Genç kız, ressamın ses tonundaki ağırlığı fark edip başını hafifçe sallıyor. “Bittiğinde görebilecek miyim?” diye soruyor ve hala açıkta duran- bundan utandığı her halinden belli- sol memesini bir an önce kapatmak istiyor. Soluk ve koyu bir mavi arıyor ressam. Safir ya da gece mavisi iş görür diye düşünüyor kızın boynunda emanet olarak asılı duran kolyeyi resmederken. Düşüncelere kendisini o kadar kaptırıyor ki, bazı anlarda ressamın donup kaldığını düşünüyor genç kız. İçinden ona seslenmek gelse de bunu yapamıyor. Genç kızın karakteristik bir yüzü ve canlı bir bakışı var. Ressamın asıl istediği tuvalin arkasında görebildiği bu duru ve aynı zamanda azametli bakışı kusursuz bir incelikle yansıtabilmek. Bu yüzden genç kızı; bu köhne otel odasına, her gün saat 17.15’te gelmek üzere ikna etmişti. Tek bir yaprağın bile kımıldamaktan aciz olduğu o bunaltıcı ağustos gününde karşılaşmışlar; ressam, genç kızı o saniyede resmetme arzusu ile dolup taşmıştı. Genç kız kararsız bir şekilde ve biraz da korkarak neden her gün gelmesi gerektiğini sormuştu. Yaptığının kolay bir iş olmadığını ve tek seferde bitiremeyeceğini düşündüğünü; emeğinin karşılığını vereceğini tüm ciddiyetiyle ifade etmişti ressam. Genç kız gittiğinde şövalesini bir kenara ayırıp, paletini, yıpranmış ve telleri yer yer dökülmüş fırçalarını, spatulasını ve envaiçeşit boyalarını toplayıp kaldırıyor. Bir süre resmi çağrıştıracak herhangi bir şey görmek istemediğini, uzak durmak ve rahatlamak istediğini fark ediyor. Artık yorulmuş. Sol elinin işaret parmağında büyüyen nasır kaşındıkça kaşınıyor. Kanayacak belki de. Ama önemi yok. Başladığı işi bitirmesi gerek. On yedi gündür yapabildiklerini düşünüyor. Yalnızca yüzünün sağ kısmını bitirebildiğini. Gözlerini çizmekte çok zorlandığını. Hatta belki de bunun ressamlık yaşamı boyunca karşılaştığı en zor gözler olduğunu. O parıltıyı resmetmenin hiç kolay bir iş olmadığını. Hele ki o solgunluğun ve canlılığın paralel dünyalar gibi sonunda birbirlerine karıştıklarını düşününce, işinin bir hayli zor olduğunu kabul ediyor. Buna bir de ışık ve gölge oyunları da katılınca kendisini hayali ormanlarda dolaşan bir gezgine benzetmekten geri duramıyor. Oysa daha yapacak çok işi var. Sıra genç kızın o dokunulmamış ellerine geldiğinde, o zarif
Gökhan Agzıkara )
17.15
HİKAYE
31
ve ince, tıpkı bir tüy kadar hafif olan ve günbatımının ancak küçük bir dokunuş olabileceği ellerini çizmeye kalkıştığında bunun belki de haftalar boyu süreceğini biliyor. O loş ve nemli otel odasından çıktığında kendini rahatlamış buluyor genç kız. Derin derin soluyor. Her gün bu hissi yaşıyor. Tanımadığı-işin aslı artık tanımaya da başladığı-bu adamın karşısında saatlerce bir memesi açıkta oturmanın ne kadar gerginlik veren bir şey olduğunu ve hareket etmesine de müsaade etmediğini düşününce buna neden katlandığını düşünürken buluyor kendisini. Yalnızca para için yapmadığını, daha farklı hislerin baskısı altında olduğunun bilincinde. Bazı günler, söz vermiş olsa da oraya gitmemeyi arzuluyor. Kendisiyle yaptığı içsel konuşmalarda bunun ressamdan kaynaklanmadığını; bir model olmanın kendisini rahatsız ettiğini, ama oraya gitmezse; sanki tuvaldeki yansımasının sonsuza kadar yarım kalacağını biliyor. Kendi içindeki boşluğa bir de yansımasında oluşan boşluk eklenirse bunun katlanılmaz bir durum yaratacağından şüpheleniyor. Birkaç hafta sonra genç kız her nasılsa müthiş bir cesaretle soruyor: “Neden bu resmi bitirmek istemiyorsunuz?” Amacının anlaşıldığını, artık saklanmasının mümkün olmadığını fark etse bile bu çok önemli soruyu yanıtsız bırakıyor ressam. Sanki bu soru hiç sorulmamış gibi genç kızın ellerini karış karış, damar damar incelemek istiyor. Parmak uçlarına inen günbatımının oluşturduğu etkiyi. Böylesi bir anda düşünceleri karanlık ve ıssız bir yolda ağır ağır ilerlemeye başlıyor; genç kızın bir şeyleri yönlendirebileceğini, mesela gece veya gündüz olmasını sağlayabileceğini, zamanı eğip bükebileceğini, hatta kendisine bile şekil verebileceğini düşünüyor. Sanat denilen şeyin doğada ve doğanın yarattığı en kompleks canlı olan insanda var olmasını; işte tam da genç kızın dudaklarının kıvrımında misal, kendisine bir alan yaratmasını tuhaf ama bir hayli baş döndürücü buluyor. Artık hareket etmesi güç. Resmi tamamlaması imkânsız. Genç kızın sorusu aynanın-kusursuz etkinin- kırılmasına yol açmış. Böyle düşünüyor ve “artık gidebilirsin” diyor genç kıza, “bir daha gelmene gerek yok.” O anda tüm bu sözleri acıya katlanan çileci bir peygamber gibi söylediğinde; genç kızın nerede ve nasıl bir hayat süreceğini, bir gün evlenip, çoluk çocuğa sahip olacağını ve sonunda yaşlanıp bir köşede sessizce ve bozulmamış güzelliğiyle öleceğini biliyor.
32 Âşık olduğumuz zaman, karşımızdaki kişinin insanüstü bir canlı olduğunu, gücünün her şeye yetebileceğini, kendi yalnızlıklarımıza iyi gelecek olan şeye sahip olduğunu, bizi ölümsüzlüğe kavuşturduğunu düşünürüz. Ya da belki de bir yerlere yalnızca yıldırım düşer. Gök gürler. Bu bize bir işaret gibi görünür. Oysa doğa yalnızca kendisini tekrar eder. Ama biz, farklı anlarız. Bazen sarı bir çiçeğin çok iyi bakılsa bile solup gideceğini, günlerin bir tür sayaç gibi geriye doğru eksilerek ilerlediğini, bazı şeylerin tek bir an içinde olup bittiğini, bir süreç gerektirmediğini göremeyiz. Bunun için acı çekeriz. Belki de bir şeyleri fark edebilmiş olmayı-artık mümkün olmasa da- dileyip dururuz. Genç kız ne olduğunu anlamadan, eline tutuşturulan emeğinin tam karşılığı para ile birlikte kendisini bir anda o otelin sokağında buldu. Başını kaldırıp, günler ve haftalar boyunca geldiği otel odasının penceresine son kez baktı. Derin derin solumak bir yana nefesi kesilmiş gibiydi. İçindeki boşluğun büyüdüğünü ve şimdi onu derinden sarstığını hissedebiliyordu. Ressamın neden böyle davrandığını anlamlandıramadı. Sorduğu sorunun bir hata olduğunu; kırılmanın burada başladığını ve bir anda gerçekleştiğini bilmiyordu. Yapabilecek herhangi bir şeyi olmadığını düşünüp, hüzünle yürüyerek sokağı döndü, uzaklaştı.
Miray Kibar
İKİ BÜKLÜM Gamze Gedik Kaburgalarım kupkuru fark ediyorum azaldım Gayretim tükendi dilim de Uykularımı böldüğüm gecelere Ziyanmış diyorum ve ürkmüyorum da Eskisi kadar ölümden Ne giden ne beklenen ne de utandığım Korkularım var… Beter, iki büklüm sabahlara uyanıyorum Kimsem yok, neşem, hayalim Şiirim, sesim, düzenim yok Bir aslım yok anlamıyorum Kuşların kanat çırpışını Her gün aynı saatte işe giden Mutsuzluğa rapt olmuş yüzleri anlamıyorum Üstümde büyüyen güneş ne budalaca Anlamıyorum İstiyorum mana vermeyi istiyorum Beceremiyorum Konuşmak, değer görmek için güç sarf ederdim Önceleri Düşürmezdim kirpiklerimi, kırışmazdı hiç alnım Bir de daha düşkündüm anneme Defneler dökülen Hicranını karda uyutan kalbine ve Ufkunda kir olmayan gözlerine kolayca Veda edemezdim Yüzümde senelerin sınırsız adımları geziyor işte Batı Şeria’da hep aynı keder… Şahidim yok kapıdaki küheylandan başka Bir fotoğraf kadar yaşadım Etrafım hınca hınç insan Kadupullar’ın ortasına kurulmuş filler sofrası Davet almışım Ekmeğinden, şiirinden, düzeninden yiyorum Ebrehe baş köşede ekmeğin kalbine kaftan biçiyor Taştan, sazlıktan sohbetler ediliyor Benim kaşığım kırıldı söylemiştim yokta dilim ama Gün güzü eritmeli gümüş havanda anlıyorum bir bunu Hükmüm bitti, eritmeli bir bunu anlıyorum…
PLASTiK-LES-ME , Hesaplarınızı biliyorum. Düşmemek için çelme takışınızı, kabul görmek için şekil alışınızı, gündüz farları yakışınızı, garanticiliğinizi. Mutlu olmadığınızı biliyorum. Arada olur gibi olduğunuzu, ışığı söndürmeden uyuduğunuzu; iğrenç şarkılar mırıldanıp, en sevdiğiniz şarkının melodisini veya ismini unuttuğunuzu. Kimseye yakın olmadığınızı biliyorum. Bunu istediğinizi fakat başaramadığınızı; başarmak üzereyken, yolun ortasında, aslında çok da istemediğinizi fark ettiğinizi, çünkü bildiğinizi; gücü bu beceriksizlikten, olmazlıktan aldığınızı. Gücü mütemadiyen yanınızda istediğinizi. Bazen çok ama çok yalnız kaldığınızı biliyorum. Yalnızken ne kadar yavan olduğunuzu, sonra sizi bile şaşırtacak kuvvette bu teklikten haz aldığınızı; elinizde şarap, kitap, kumanda, sigara ya da ne boksa eğlendiğinizi. Gene de sarsıldığınızı. Dengenizi kuranın ve bozanın bu ikilem olduğunu. Çabanızı, payınızı, hakkınızı biliyorum. Hayata olumsuz bakanları küçük görün; daha esaslı acıların bilinciyle. Olumlu bakanlardan nefret edin; içinde salındıkları kayıtsızlığa tiksintiyle. Yalnızca görmeyenleri, bir sebepten ‘elinde değil’ olanları sevin. Görme eylemi için tanrıdan izin koparamamış-
Kum Saati
Siir ,
Mazlum Candemir Yüzümdeki bu çizgisel hız Artık korkutuyor beni Daha dün şuracıkta bir çocuk vardı Elinde bilyeleri Yüzümdeki bu çizgisel hız Saçlarımın karanlığına ay vuruyor Daha dün şuracıkta bir çocuk İncecik omuzları üşüyor Ne kadar unuttuysam eskileri Yaşlanmışım bir o kadar Daha dün şuracıkta bir çocuk vardı Düştüğünde dizleri kanar
DENEME
33
Duygu Demirci
ları anlayın. Gücünüzü çevreleyen bu anlayış, bu şartlı sevme; sizi diğerlerinden daha fazla ayırırken, değerlerinize daha sıkı bağlayacaktır. Ama ötesini sormayın. Bu yüzle nereye kadar gideriz, bu beceriksizlikle? Kapağına dalıp okumak için yandığımız kitabın okunmazlığı, imkânsızlığı ile nereye? Öte mi yandan, beri mi, en sevdiğimiz şeyden hiç emin değilken, kimi dost ediniriz? Sebebi belli, eskiden bilinirdi, tarif edilirdi, bir şeye benzerdi, gerçekti. Şimdi kurgu, içinden bir o kadar çıkılmaz halde, dolaşık. Katiyen kurtarılmaz. Vücutta gereksiz yere çıkan bir üçüncü kol gibi. Ağır, işlevsiz ama bir parça sizden, atımı mümkün değil. Kendine bir üçüncü kol edinmiş birini anlamak? Gariptir. –e rağmen, yüzlere bakmak. Güçtür. Yeni bir arkadaş edinmek, eski ve sevdiğin bir diğerini aramak; kitaplardan, filmlerden, gündelik olaylardan; sıradan ve sıra dışı kimselerden, kumsallardan, kayalıklardan söz etmek. Değer mi? Değmesi kolay değildir anlıyorsunuz ya? Ruhunuzun… Herhangi bir eyleme... Sarsıntımız ‘zaman kaybı’ hissidir; “Yabancı.” Yatıştırılabilir ama çözülemez. Nice sonra ve ilk kez, afla.
SavAS, KarsItI 10 sarkI , , drix Jimi Hen e o J Hey oses Guns’n R r a W ohen Civil onard C e L n a tis its The Par Tom Wa e c a e eP lan Road th - Bob Dy on r a W f hn Lenn so r o J e t s r a e M Solid to be a t n a W I Dont Bagshot l e n lo o C urt s War Yas, ar K Six Day ,a s a v a S rkekler Haydi E Teoman ı z ı d l ı Çoban Y s, Gökyoku lı s A Siz
34
Ceyda Tuncel
35
Gençlerin İçeriklerini Neden Ayrı Olarak Yayınlar Tabure Kültür Ekibi, bugüne dek; birçok dergi, gazete yayınevi gibi bu sektörün temel taşlarını oluşturan kuruluşlarda çalışmış insanlardan oluşmaktadır. Tabure Kültür Ekibi olarak; sanatsal anlamda bir şeyler üretmenin ne kadar zor bir süreç olduğunu biliyor ve herkesin içeriğine saygı duyuyoruz. Yazı alanıyla ilgili birkaç söz söyleyecek olursak; yazı yazma eyleminin ne kadar sancılı bir süreç olduğunu, fakat doğuştan gelen bir yetenek olmadığını söyleyebiliriz. Müzik mesela; yeteneğe dayalı, etüt ile gelişen bir sanat dalıdır, fakat yazı yazmanın yeteneğe dayalı olduğunu düşünmemekteyiz. Müzikal yetenek şöyle ispatlanabilir, bir insan hiçbir eğitim almadan, kaba tabirle “kulaktan” enstrüman çalmayı öğrenebilir, şarkı söylemeyi ya da... Evet, iyi bir eğitimle yeteneğinin üzerine koyarak ilerleyebilir müzik alanında, fakat yazı bambaşkadır. “Yazmak” dediğimiz eylem öğrenilir, üzerine düşerek de geliştirilir. Kimse doğuştan yazmayı bilerek doğmaz. Yazma eylemi; tamamen idman işi olup, üzerine düşülmediğinde körelen, sonradan kazanılmış bir reflekstir. “On altı” yaşındaki bir insan; elli yaşındaki birine göre, hayatının çok kısa bir süresini yazma işine ayırabilmiştir. Otuz yıl düzenli yazı yazan insanla, bir iki sene önce yazma işine başlamış olan gençleri aynı yarışa dahil etmenin çok mantıklı olmadığını düşündüğümüz için; gençleri kendi aralarında değerlendirmeyi doğru bulduk. Bu konudan bahsederken yanlış anlaşılmak istemeyiz: On altı yaşındaki bir genç, elli yaşındaki bir insandan tabi ki iyi yazı yazabilir. Dışarıdan bakılınca bu böyledir. Unutmamamız gereken ayrıntı ise bu platformun bir “Edebiyat Dergisi” olduğu ve bu bağlamda buraya yazı gönderenlerin edebiyatla iç içe olduğudur. Tabure Kültür’ün Gençlere Tavsiyeleri; Çok yakın bir gelecekte hayat sizlere şunu söyleyecek: “Duygularınla hareket edemezsin, mantıklı ol!” Birçoğunuz toplum denen “standart kalıp fabrikasının” kurbanı olup aynı şekli alacaksınız belki de. Hayatınızın en bağımsız anlarının tadını çıkarın. Sevin, ağlayın, kavga edin, affedin. İtiraz parmağınızı gösterin sizleri belirli kalıplara sokmak isteyenlere. Küfredin; haksızlığa, duygusuzluğa. Kendinizle vakit geçirmeyi öğrenin, tanıyın kendinizi. İleride size “kim olduğunuzu” söylemeye çalışacaklar, o gün geldiğinde; “hayır, ben buyum!” diyebilecek kadar tanıyın kendinizi. Kötü bir zaman diliminde doğduğunu iddia eder her jenerasyon; öyledir de bir bakıma, her zaman dilimi acılarla doludur, her an değerli ve güzeldir. Çelişki; hayatın temelini oluşturur. Soru sormayı öğrenin mesela; “çok soru sorma, dediğimi yap” diyenlere inat. Size altın tepside sunulan şeylerden kaçının; genel olarak dışı parlatılmış içi kof olanı sunacaklar sizlere. Kalitesizleşme tam olarak bu noktada başlar arkadaşlar ve hızla yayılır. Size milyarlarca dinlenmiş şarkıyı önereceklerdir, en çok izlenenleri ya da, kulak asmayın. Okuyun, yazın, çizin; devam edin bu yolda. Bu yolda sizlere destek olabilmek adına sizlerden gelenleri yayınlayan bir “dergi” olduğunu unutmayın. Dediğimiz gibi;
Sevin!
36
KAYBOLMAK Deneme
GÖKYÜZÜNÜN BİZİ SEVMESİ
Aslıhan Kılıçhan (17)
, Ece Sen (17)
Aslında çok iyi bildiğiniz yollarda kaybolursunuz ama bunu fark etmezsiniz çünkü kaybolduğunuzu anlamazsınız. Çok iyi bildiğiniz insanların arasında kaybolursunuz çıkmaza girer aniden durgunlaşırsınız belki değişirsiniz önce görüntünüzü sonra huylarınızı değiştirirsiniz. Yavaş yavaş kayboluyorsunuz, hemen değil! İnsanların sizin hakkınızdaki düşüncelerine önem vermeye başlarsınız olmadığınız biri gibi görünmek istersiniz; “onun” gibi, hayalinizdeki “o” gibi. Çok ağlayacak, üzülecek hatta anlamını bilmediğiniz boş şeylere gülmeye başlayacaksınız, istemsizce.
Uzunca bir gece yarısı, Şakaklarımdan göğsüme doğru uzanan tarifsiz bir acı Bir daha dokunulamayacak bir yüz, Bakılamayacak gözler, Okşanamayacak saçlar, Ve bir daha öpülemeyecek olan dudaklar, Kasımın uğultulu rüzgârları gibi yüzüme çarpan gerçekler, Rüzgârın ardından yağmur damlaları gibi dökülen gözyaşları, Ve ben, Ben ve kalbim aralıklı sancılarla beraber uzanıyoruz, Bu sessiz gecenin karanlığında yalnızca ikimiz, Yıldızlara doğru bakıyoruz
Mutlu olduğunuzu düşüneceksiniz ama aslında her şeyden biraz biraz eksileceksiniz.
Şimdi bir dakika durun!
Ne kaçırdınız? Kaç yıl geçip gitti kısacık yaşamınızda? Olmak istediğiniz ile hayatın sizi ne yaptığına bir bakın; gerçekten oldunuz mu, istediğiniz şeyi? Kaybolmuşsunuz öyle değil mi? Toplumda yer edinebilmek için; herkes gibi olabilmek için kayboldunuz. Yeteneklerinizin farkına varamadınız kaçırdığınız güzellikleri görmediniz. Hayatın sizi yaptığı insan olup yaşamaya devam ettiniz. Durun artık! Sadece birkaç dakika durup soluklanın şu kısacık hayatınızda; bir kez olsun kendinizi düşünün, ne istediğinizi düşünün; bu cümlenin öznesi sizsiniz, lütfen ipleri başka öznelere devretmeyin. Nefes alın haykırın bu dünyaya “Ben buyum ulan!” deyin ve kendi kurallarınızı koyun, “biri” gibi olmaya çalışmayın, kendiniz olun! Bu dünyada kaybolmamak için kendiniz olun ve yaşayın!
, Siir
Yıldızlar sever belki bizi Belki de gökyüzü sever Hatta belki bulutlar sever Belki üstlerine binmemize izin verecek kadar severler bir gün Belki de sevmezler bizi İşte o zaman kalbim ve ben neye bakacağız Kırılan güvenimizi tamir edecek şeyi nerede arayacağız Haziran ayında tek umudumuz olsun bu Gökyüzünün bizi sevmesi
Gönül ve Düğüm
Siir
Emir Talip Eto (17) Çözülecek bir şey yok muydu? Bu sözlerin bile Gönlüme binlerce düğüm, O güzel gözlerin ise Aklıma çokça demir attı Onlarca çırpınış, onlarca yakarış Yok yere gitmek mi çabalayış? Her savaşın ortasında tekleyen silahım Ve her şiirimde aklımı kurcalayan şu soru: Madem gidecektin sevgili, Niçin çıkardın beni mağaramdan? Ah biliyorum galiba Biraz gururla biraz da savaştan arta kalan yaralarla Gamla kederle biliyorum Çünkü Gelen herkes gitmeye muhtaçtır.
37
Son “Bayat Ekmek” Yiyicileri Deneme Kısa Öykü Emine Çetin (17)
Şu an olduğumuz halin farkında mıyız? İsteklerimizin kısıtlandığını ve bir yere kapandığımızı hissediyoruz. Önümüzdeki hakikatleri görmeyerek hayata devam ediyorduk şimdi ise tıkılıp kalmış hissediyoruz. Üzgünüm ama doğrusu bu değil. Dört duvar arasında tıkılıp kalmış değiliz. Zaten her zaman böyleydik. Hep bir şeyler arasında sıkışıp kalan biz bu durumu ne kadar da gözümüzde büyütüyoruz. Önümüze gelen fırsatları her seferinde itip daha iyilerini isteyerek mutsuz olmayı fazlasıyla hak ediyoruz. Elimizdekilerle yetinmeme hastalığı sayesinde yakında bunun için elimiz bile olmayacak. Şikayet ettiğimiz her şey için yalvaracak hale geldiğimizde hatamızı anlayacaksak eğer vay halimize! Bir tablo hayal edin, büyük ihtimal daha önce çok defa karşılaştığınız bir tablo. Dış çerçevesi sadelikle döşenmiş içi ise gerçeklik ve soyutluğun renkleri ile bezenmiş. Bir kız çocuğu var oturduğu yere çökmüş kollarını birbirine kavuşturmuş başı eğik bir biçimde ağlıyor. Önünde kocaman yuvarlak bir masa üzerinde çeşit çeşit yemekler var. İleriden bir adam geliyor küçük kızın ağladığını fark ediyor yanına gelip; “Sana ne oldu tatlı kız?” diye soruyor, “seni ağlatan sebep ne?” “ Kaç saattir yemek yemedim karnım çok aç” diyor adama bakarak. Adam şaşırmış bir halde önce üzeri yemek dolu masaya sonra da kıza bakıyor. “Kocaman bir masa var,” diyor, “bunları yesene niye kendini bu kadar harap ediyorsun?” Küçük kız masaya umursamaz bir şekilde bakıyor adama dönüp; “masa kocaman olabilir ama yemekleri soğuk. Ben soğuk yemek yiyemem,” diyor. “Tamam, yemek yeme ama bak orada ekmek var onu yiyebilirsin. O senin tok tutar” diyor gülümseyerek. Küçük kız; “ekmek mi? Hayır tabii ki de, bayat o ekmek. Ben asla bayat ekmek yemem” diye karşılık veriyor. Adam kıza bakıp “ille de ekmek yemek zorunda değilsin ki tatlı da var. Onları da yiyebilirsin. Hem tatlıyı kim sevmez ki?” diyor kızın omzunu sıvazlayarak. Kız ise adama bakmaya bile yeltenmeyerek “ben şerbetli tatlı sevmem! Yapış yapıştır o. Hem tatlı ile karın mı doyurulur?” diyerek masadan kalkıp beş adım ötede bir yere oturuyor. Adam ne diyeceğini şaşırmış bir halde kızı izliyor ‘nerede yanlış yaptım’ diye düşünüyor.
İleriden boylarının uzunluğu aynı üç çocuk
geliyor. Bunlar üçüz Kardeşler. İçlerinden uzun saçlı yırtık elbiseli olanın ismi Kova, kısa saçlı utangaç olanın ismi Dalga ve saçı kazıtılmış olan oğlanın ismi de Fırtına. Üçünün de ortak özelliği ayakkabılarının yerine, ayaklarından büyük olan terlikler giymeleri ve üçünün de iki gündür midelerine bir şey girmemesi. Üçü de olağan bir biçimde açlardı. Masaya doğru yaklaştıklarında gözleri fal taşı gibi açılmış bir şekilde birbirlerine baktılar. Hayatlarında hiç böyle bir masa görmemişlerdi. Mutluluktan birbirlerini cimcikliyorlardı. Kova ve Fırtına masaya oturmuş, Dalga utanmıştı. Karnı çok açtı ama daha önce böyle bir şey görmediği için biraz çekinmişti. Fırtına ‘gel otur’ manasıyla sandalyeyi gösterdi. Üçü de şaşkınlık ve mutlulukla masadaki yiyecekleri yemeğe başladılar. Kova bu kadar güzel yemekler yemenin keyfini çıkartıyordu. Dalga önündeki ekmeğe uzun uzun baktı, yarısını bölüp cebine atacakken kova eline vurup “Ne yapıyorsun sen ye ve gidelim!” dedi. Dalga “ ya belki anneme götürürüm diye aldım biz burada yiyoruz ama annemin de karnı bizim gibi aç belki onun da karnı doyar dedim”. Kova da ona hak vererek ekmeğin diğer yarısını cebine koyup yemeğe devam etti. İçlerinden erkek olanı Fırtına ağlayan kıza uzun uzun bakıp yanına gitti: “Al, bir parça ekmek ye karnın doyar” dedi. “İstemez! Ben bayat ekmek sevmem. Hem sen benim aç olduğumu nereden bildin?” Fırtına kıza uzun uzun bakıp sade bir gülümsemeyle; “Hissettim. Aç kalma hissini iyi bilirim. Gözlerinden ve surat ifadenden belli oluyor. Bayat ekmek sevmeyebilirsin ama karnını doyurur. Her zaman istediğin şeyi yiyemeyebilirsin. En çok arzu ettiğin şeyler her zaman sana yakın olmayacak ama belki şimdi istemediğin bir şeyi yaparak ileride istediğin bir şeyi yapmanın kredisini ödemiş olacaksın. Gözlerini kapat ve fırından yeni çıkmış çıtır bir ekmek yediğini hayal et o zaman hem mutlu olursun hem de tok” dedi ve kıza ekmeği uzattı. Kız ise hayatında hiç ona söylenmeyen sözleri dinlemenin şokuna girdi ve ekmeği aldı. Gözlerini kapatıp karnını doyurdu. Tablonun sonu her zaman böyle bitmeyecek tabi. Bu sadece tevafuklar silsilesinin bir ürünü. Az şey gösteren ama çok şey anlatan bu tablonun adı “Son ‘Bayat Ekmek yiyicileri”. Hayatta her zaman taptaze bir ekmek yemeyeceğiz; çoğu zaman ‘bayat’ olanları yiyeceğiz. Umarım en iyi bayat ekmekleri yiyebilecek hale geliriz...