Objektif sayi 2

Page 1



Prof. Dr. Jale SARMAŞIK İletişim Fakültesi Dekanı

1 objekTİF Sayı 2 / Haziran 2015

Öğrencilerimizin yorucu çalışmalarının ürünü “ObjekTİF”in 2. sayısı ile sizlerle yine birlikteyiz. ObjekTİF, öğrencilerin içinde yaşadıkları topluma karşı sorumlu ve özenli tavırlarını beraberce, dostça yansıtabildikleri bir çalışma alanı oldu. Öğrencilerimizdeki gelişmeyi gördükçe, yaptıkları işe olan heves ve bağlılıklarına tanık oldukça, onlara olan inancımız daha da pekişti. Bu sayımızda da yine, tarihten kültüre, spordan sinemaya, geçmişe yapılan yolculuklara kadar çevremizde yaşanan gerçekleri sizlerle paylaştık. ObjekTİF’in bu sayısında dosya konumuz 100. yaşını kutlayan “Türk Sineması”. Dosyada yer alan konular ise, asırlık çınar ağacı Türk Sinemasına dair kısa bir panorama; 100 yılın en iyi 100 filminin ilk beş filmi; Altın Palmiyeli Nuri Bilge Ceylan’ın “Kış Uykusu”; Burçak Evren ile keyifli bir sinema söyleşisi. Derginizin sayfaları arasında, Tirebolu’da var olmuş, tarihin griliğinde kaybolan veya kaybolmaya yüz tutan meslekleri; Doğu Karadeniz’de kök salıp gelişen kemençenin hikayesini; Tirebolu’da sporun tarihini; hem öğretmenlik hem de içindeki yazarlık ruhunu aynı yaşama sığdırabilmiş Tirebolu’nun naif hanımefendisi Reyhan Vural ile söyleşiyi bulabilirsiniz. Ayrıca, geçmişte sinemaya, tiyatroya ve müziğe olan ilgisiyle tarihsel geçmişinin yanı sıra sosyal yaşamıyla da zengin bir yerleşim yeri, Giresun’un şirin ilçesi Tirebolu’nun sosyal yaşamına ilişkin anıları okuyabilirsiniz. Büyük bir özveri ile çalışan tüm öğretim elemanı arkadaşlarıma; bu özverilerimizi karşılıksız bırakmayan öğrencilerime yürekten teşekkür ve sevgilerimi sunuyorum. Bir sonraki sayıda buluşmak dileğiyle keyifli okumalar...

dekan

Merhaba…


içindekiler

42 objekTİF Sayı 2 / Haziran 2015

2

Dosya Asırlık Bir Çınar Ağacı Türk Sineması

4 8 12 18 25

Üniversiteden/Fakülteden Haberler

Tirebolu’ya Kazandırılan Değer Tirebolu İletişim Fakültesi Tirebolu’da Sosyal Yaşam

Harşit’in Sessiz Çığlığı Reyhan Vural ile Dünden Bugüne


ObjekTİF Haber,Kültür ve Sanat Dergisidir. Yıl: 2 Sayı: 2 / 2015

Dosya

Yüzyılın Beş Filmi Dosya

Bilge’nin Kış Uykusu

Yayın Kurulu Prof. Dr. Jale SARMAŞIK Prof. Dr. Filiz SUSAR Prof. Dr. Battal ODABAŞ Görsel Danışman Arş. Gör. Gökhan TOPTEPE Danışmanlar Yrd. Doç. Dr. Berrin AVCI Yrd. Doç. Dr. Zeynep Özen BARKOT Öğr. Gör. Nedim Serhat BİLECEN Arş. Gör. Anıl Uğur OĞUZCAN Arş. Gör. Arzu BAYAR Arş. Gör. Gökhan TOPTEPE Sayfa Tasarımı Mustafa ABANOZ

Kemençe

Editörler Meral YILMAZ Cüneyt ÖZDEMİR Katkıda Bulunanlar Ayhan YÜKSEL Şaban Aydın ASLAN

Tirebolu’da Spor Tarihi

Tirebolu’da Kaybolan Meslekler

Baskı Giresun Üniversitesi Tirebolu İletişim Fakültesi Baskı Atölyesi

içindekiler

Burçak Evren’le Türk Sineması Üzerine

Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Öğr. Gör. Nedim Serhat BİLECEN

3 objekTİF Sayı 2 / Haziran 2015

29 36 53 58 66 69

Dosya

İmtiyaz Sahibi Prof. Dr. Jale SARMAŞIK

İletişim Adres: Giresun Üniversitesi Tirebolu İletişim Fakültesi Tirebolu/Giresun e-mail: tif.dergi.28@gmail.com Tel: 0 (454) 310 17 60 ObjekTİF dergisi, Tirebolu İletişim Fakültesi öğrencileri tarafından Medya Atölyesi’nde hazırlanmıştır. Yazı ve fotoğrafların tüm hakkı ObjekTİF dergisine aittir. Yazılı izin alınmadan alıntı yapılamaz.


Üniversiteden Haberler üniversiteden haberler

Sayın Rektörümüze “en iyi üniversite” ve “yılın yöneticisi” ödülleri verildi.

objekTİF Sayı 2 / Haziran 2015

4

Hüseyin Hüsnü Vefat Etti

TEKIŞIK

Giresun’un yetiştirdiği değerli insanlardan; Giresun Üniversitesi Fahri Doktora Unvanına sahip, eğitimci yazar öğretmen Hüseyin Hüsnü TEKIŞIK 8 Eylül 2014 tarihinde yaşamının 86. yılında Ankara’da vefat etti. Öğretmenimize Allah’tan rahmet dileriz.

Karadeniz Sempozyumu

Uluslararası

Üniversitemiz ev sahipliğinde, Karasam ve EkoAvrasya işbirliğinde 6-7 Kasım 2014 tarihlerinde “6. Karadeniz Uluslararası Sempozyumu” düzenlendi. Konusu “Karadeniz’den Hazar’a Stratejik Bakış” olan oturuma yurtdışından ve yurtiçinden ilim insanları katıldı.

Üniversitemiz ve Rektörümüz Oxford’da Taçlandırıldı Avrupa, Afrika, Latin Amerika, Asya ve Ortadoğu Uluslararası Konseyi tarafından “Sosyal Kalkınma Projeleri Tasarımı ve Uygulaması“ alanında “Oxford Liderler Zirvesi” “Sokrates Ödülleri” adı altında Üniversitemiz ve

Öğrenci Konseyi Seçimi 19 Kasım 2014 Çarşamba günü Üniversitemiz Rektörlük Ek Hizmet Binası Toplantı


Rektörümüz “Yılın Rektörü” Oldu Ordu Haberci Gazetesi’nin her yıl geleneksel olarak yaptığı ve yılın başarılı isimlerinin belirlendiği anket sonuçları açıklandı. Gazetenin okurları ve Ordu halkının oyları ile yapılan anket sonuçlarına göre Rektörümüz Prof. Dr. Aygün Attar “Yılın Rektörü” seçildi. 8 Mart Dünya Kadınlar Günü Etkinliği 8 Mart Dünya Kadınlar Günü etkinlikleri çerçevesinde 10 Mart 2015 Salı günü saat 13.00’de Güre Yerleşkesi Rektörlük Konferans Salonu’nda Kadın Sorunları Araştırma Merkezinin (GÜKAM) düzenlediği “Hayatın İçinde Kadın“ adlı panel ve Fakültemiz Dekanı Prof. Dr. Jale Sarmaşık, Arş. Gör. Arzu Bayar, Arş. Gör. Gökhan Toptepe ve Burak Ağdemir (illüstrasyonlar) tarafından hazırlanan “Kadınlar Her Yerde, Her Meslekte: Yolu

üniversiteden haberler

Açanlar” sergisi gerçekleştirildi. İslami İlimler Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Abdurrahman Hakçalı’nın “İslamda Kadın”, fakültemiz öğretim üyesi Prof. Dr. Beybin Kejanlıoğlu’nun “Kadın ve Medya” ve Hüseyin Hüsnü Tekışık Eğitim Fakültesi öğretim üyesi Yrd. Doç. Dr. Fatmanur Özen’in “Kadınların Eğitiminin Önemi” konulu sunumlarının gerçekleştiği panele Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Mahir Kadakal, üniversitemiz akademik ve idari personeli, öğrenciler ve her zaman olduğu gibi bizlere desteklerini esirgemeyen Tirebolu Sivil Toplum Kuruluşları katıldılar.

5 Rektörümüze İki Ödül Daha Türk Dünyası Yazarlar ve Sanatçılar Vakfı (TÜRKSAV), kuruluşundan bu yana her yıl vermeyi sürdürdüğü ve bu yıl 19. kez verdiği “Türk Dünyasına Hizmet Ödülleri” kapsamında, Sayın Rektörümüz Prof. Dr. Aygün Attar “Türk Dünyasının Birlik İdeali’ne getirdiği tarih tezleri” nedeniyle ödüle layık görüldü. Ödül töreninde ayrıca Rektörümüz Prof. Dr. Attar’a Kazakistan ile Türkiye arasındaki dostluk ve işbirliğinin geliştirilmesindeki büyük katkılarından dolayı Kazakistan Cumhurbaşkanı Sayın Nursaltan Nazarbayev adına Büyükelçi Sayın Canseyit Tuymebayev tarafından Kazakistan Devlet Madalyası Nişanı takdim edildi.

objekTİF Sayı 2 / Haziran 2015

Salonunda Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Mahir Kadakal ve Öğrenci İşleri Daire Başkanı Doğan Tunç gözetiminde konsey seçimi gerçekleştirildi. Üniversitemizin akademik birimlerini temsil eden bölüm temsilcileri ve fakülte temsilcileri adayları arasından seçilen yönetim kurulu üyelerinin oylarıyla, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Uluslararası İlişkiler 4. Sınıf öğrencisi Ömer Faruk Kocatepe Öğrenci Konseyi Başkanı seçildi.


fakülteden haberler

Fakülteden Haberler

objekTİF Sayı 2 / Haziran 2015

6

Öğretmenler Günü Fakültemiz 24 Kasım 2014 Pazartesi günü “Öğretmenler Günü” dolayısıyla bir dizi etkinlik düzenledi. Etkinlik çerçevesinde Dekanımız Prof. Dr. Jale Sarmaşık önderliğinde, fakültemiz öğretim üyeleri, öğrencileri ile gruplar halinde Tirebolu’da hayatlarını sürdüren emektar öğretmenlerimizi ziyaret ettiler. Ziyaretleri mutlulukla karşılayan emektar öğretmenler, sohbetlerinde kendi dönemlerindeki öğrencilik ve öğretmenlik anılarını paylaştılar.

Tiyatral Dans Gösterisi Giresun Üniversitesi Devlet Konservatuarı ve Türk Halk Oyunları Topluluğu’nun Çanakkale Zaferi’nin 100. Yılı nedeniyle düzenledikleri “18 Mart Çanakkale Zaferi’nin

Tiyatral Danslı Anlatımı” gösterisi 19 Mart 2015 Perşembe günü Fakültemiz Konferans Salonu’nda gerçekleştirildi. Savaş yıllarında vatan topraklarını korumak için halkımızın verdiği fedakarlığın sanatsal bir anlatımla gerçekleştiği gösteri izleyenlere duygu dolu anlar yaşattı.

Dünya Tiyatrolar Günü Fakültemiz Konferans Salonu’nda “Dünya Tiyatrolar Günü” münasebetiyle Tirebolu Halk Eğitim Merkezi tiyatro eğitmeni Yasemin Alemdaroğlu tarafından sahneye konulan, fakültemiz öğrencilerinin rol aldığı “Çanakkale: Aşk ve Zafer’in 100 Yıllık Destanı” adlı tiyatro oyunu 27-28 Mart 2015 tarihlerinde halkın beğenisine sunuldu. “Sinerji”

Fotoğraf

Sergisi

Fotoğraf sanatı alanında çalışan önemli hocaların, akademisyenlerin ve genç yeteneklerin eserlerinin yer aldığı “SİNERJİ” adlı fotoğraf sergisi fakültemiz sergi salonunda açıldı. Küratörlüğünü


Fakültemiz İletişimciler Topluluğu, 23 Nisan Perşembe günü “Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı” münasebetiyle Sultan Köyü İlkokulu öğrencilerini fakültemizde ağırladı. Etkinlik kapsamında öğrenciler öncelikle, Tirebolu Kapalı Spor Salonu’nda gerçekleşen törene katıldılar. Öğle yemeğinin ardından minik misafirlerimiz fakültemiz öğrencileriyle birlikte çeşitli oyunlar oynadıktan sonra Fakültemiz Konferans Salonu’nda tiyatro ekibimizin sergilediği “Masallara Yolculuk” adlı tiyatro gösterisini izlediler. Tiyatro gösterisinin bitiminde müzikli eğlence ile keyifli dakikalar geçiren küçük arkadaşlarımız, öğretim elemanlarımız ve öğrencilerimiz tarafından verilen çeşitli hediyeler ile uğurlandılar. Türk Sineması’nda “Karadeniz” İmgesi Fakültemizde “Türk Sinemasının 100. Yılı” nedeniyle düzenlenen “Türk Sineması’nda Karadeniz

9. Sanat Şenlikleri

Kültür

ve

Spor

Üniversitemizin düzenlemiş olduğu şenlikler kapsamında fakültemiz erkek basketbol takımı ikinci, masa tenisi erkek takımı ise üçüncü olmuştur. Masa tenisi turnuvası bireysel kategoride ise fakültemiz Halkla İlişkiler ve Tanıtım bölümü öğrencilerinden Aslı Şahin ikinci, Gözde Özer ise üçüncü olmuştur. Fakültemize Hoş geldiniz… Çağdaş teknik bilgi ve beceriyle donatılmış bireyler yetiştirmek için yola çıkan ve eğitim alanında hızla ilerlemeye devam eden fakültemiz, amaçlarını gerçekleştirmek için akademik kadrosunu güçlendirmeye devam ediyor. Bu yıl aramıza katılan öğretim elemanları: Prof. Dr. Filiz Susar, Prof. Dr. Beybin Kejanlıoğlu, Prof. Dr. Battal Odabaş, Doç. Dr. Safiye Kırlar Barokas, Yrd. Doç. Dr. Berrin Avcı, Yrd. Doç. Dr. Özge Uluğ Yurttaş.

fakülteden haberler

Küçükten Büyüğe El Ele 23 Nisan

İmgesi” konulu etkinlik kapsamında 13 Mayıs 2015 Çarşamba günü yönetmenliğini Yeşim Ustaoğlu’nun yaptığı ¨Bulutları Beklerken¨ ve yönetmenliğini Alper Özcan’ın üstlendiği ¨Sonbahar¨ adlı filmlerin gösterimi yapıldı. Etkinliğin ikinci gününde Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo Televizyon ve Sinema Bölümü Başkanı Prof. Dr. Şükran Esen geçmişten günümüze sinemada Karadeniz imgelerinin ve mekan olarak Karadeniz Bölgesi’nin kullanımı ile ilgili bir konferans verdi. Prof. Dr. Şükran Esen konferans sonunda öğrencilerimizin çeşitli sorularını da yanıtladı.

7 objekTİF Sayı 2 / Haziran 2015

Ordu Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Ata Yakup Kaptan ve Seyhan Terzioğlu’nun yaptığı sergide, 81 fotoğraf sanatçısının 81 eseri yer aldı. Büyük ilgi gören ve beğeniyle izlenen sergi, 23 Mayıs 2015 tarihine kadar sanatseverlerin ziyaretine açık kaldı.


DEĞER TİREBOLU’YA

röportaj

KAZANDIRILAN

objekTİF Sayı 2 / Haziran 2015

8

TİREBOLU İLETİŞİM FAKÜLTESİ

Haber: Nevzat TİRAKİ, Nazlı GÜLSOY Fotoğraf: Mustafa ABANOZ

Giresun Üniversitesi Tirebolu İletişim Fakültesi, Türkiye’de bir ilçede açılan ilk iletişim fakültesi olma özelliğini taşıyor. Çağdaş, teknik bilgi ve beceriyle donatılmış bireyler yetiştirmek amacıyla 2013-2014 akademik yılında öğrencilerine merhaba diyen Tirebolu İletişim Fakültesi, eğitim yolunda hızla ilerlemeye devam ediyor. Doğu Karadeniz’de yükselen bu eğitim yuvasının kuruluş öyküsünü en iyi bilen, en çok emeği geçen fakültemizin kurucu dekanı Prof. Dr. Jale Sarmaşık ile röportaj yaparak, onun anlatımıyla fakültemizi sizlere daha da yakından tanıtmak istedik.

Hayalleri Tirebolu’ya bir iletişim fakültesi kazandırmak olan bir avuç Tirebolulu’nun 2008 yılında bir araya gelmesiyle serüven başladı. 29 Haziran 2009 yılında yapılan temel atma töreni sonrasında fakülte inşaatı Giresun Üniversitesi’ne devredildi ve çok değil, 3 yıl gibi kısa bir sürede alt yapısı son derece modern olan fakülte binamız tamamlandı. Ben, 2012 Kasım ayında fakülteye dekan olarak atandım. Bir yandan binanın iç donanımı, iletişim eğitimi için gerekli olan “uygulamalı eğitimi” verebileceğimiz teknik altyapıyı hazırlamaya çalışırken, diğer yandan da fakültenin eğitim-öğretime Tirebolu İletişim Fakültesi’nin açılabilmesi için gerekli kuruluşu ile ilgili bilgi verir akademik kadroyu oluşturma misiniz? çabalarıyla geçen bir yılın


R

Çağdaş iletişim eğitimi için gerekli altyapı araç ve gereçleri ile donatılmış bilgisayar laboratuarları, haber ajansı, halkla ilişkiler, tasarım, baskı, film, fotoğraf ve medya atölyeleri öğrencilerimize uygulamalı eğitim imkânı sağlıyor. Şu anda, fakültemizin akademik kadrosunda her biri alanlarında uzman 4 profesör, 3 doçent, 4 yardımcı doçent, 2 öğretim görevlisi, 2 araştırma görevlisi bulunuyor. Diğer yandan, çağın teknolojik olanaklarından yararlanılarak kurulan interaktif bağlantı sayesinde de mekansal uzaklık ortadan kaldırılıyor, öğrencilerimize alanlarında uzman ve seçkin öğretim üyelerinden ders alabilme imkânı sağlanıyor. Fakültede ne gibi sosyal faaliyetler bulunuyor?

İletişim eğitimi için koşullar yeterli mi? İl merkezinden uzakta olmamızın getirdiği zorlukları Fakültemiz henüz 2 yaşında gidermek için, öğrencilerimizin olmasına rağmen gerek yararlanabileceği sosyal

9 objekTİF Sayı 2 / Haziran 2015

Halkla İlişkiler ve Tanıtım, Radyo-Televizyon-Sinema ve Gazetecilik olmak üzere üç bölümü bulunan fakültemizde, 2013-2014 eğitim-öğretim yılında Halkla İlişkiler ve Tanıtım, Radyo-TelevizyonSinema bölümünde eğitime başladık. Fakültemiz bir ilçede açılan ilk iletişim fakültesi olma özelliğinin yanı sıra, lisans, yüksek lisans ve doktora programlarını da aynı anda açmış olan ilk fakültedir. Yine aynı yıl Halkla İlişkiler ve Tanıtım Yüksek Lisans, İletişim Bilimleri Doktora programları da açıldı. 2015-2016 eğitim öğretim yılında ise Gazetecilik Bölümü ve Sinema-Televizyon Yüksek Lisans programında eğitime başlayacağız.

röportaj

sonunda 2013-2014 akademik akademik personel gerek teknik yılında eğitime başladık. alt yapısı açısından ülkemizde bulunan iletişim fakültelerinin Fakülte’de hangi bölümler çoğunda bulunmayan imkanlara bulunmaktadır? sahiptir.


röportaj

faaliyetlere çok önem veriyoruz. Fakültemizde düzenlenen film gösterimleri, söyleşiler ve konferanslar gibi çağdaş eğitim anlayışının olmazsa olmaz etkinliklerinin yanı sıra, uzman eğitimciler eşliğinde modern ve geleneksel danslar, sportif faaliyetler, tiyatro, enstrüman eğitimleri için açılan kurslarla birlikte neredeyse il merkezinin tüm kültürel ve eğitsel imkanlarını öğrencilerimizin çeşitli eğilim ve becerileri doğrultusunda planlayıp hayata geçiriyoruz.

Üniversitemizin tüm birimlerinde olduğu gibi gelişmeye devam ediyor. Öncelikle, akademik kadromuzu daha da genişletmeyi düşünüyoruz. 2015-2016 eğitimöğretim yılında daha öncede belirttiğim gibi, Gazetecilik lisans programı ile Sinema-Televizyon Yüksek Lisans programını açmak için hazırlıkları bitirmiş bulunuyoruz. Diğer yandan, fakültemizde bir radyo stüdyosu ve bir televizyon stüdyosu açmak için hazırlıklarımız devam ediyor. Öncelikle radyo yayınlarına başlamayı planlıyoruz. Tirebolu İletişim Fakültesi Fakültemiz, yakın gelecekte, için geleceğe dair planlarınız Türkiye’nin en genç, modern ve nelerdir? dinamik iletişim fakültesi olarak değerleri, duruşu ve akademik Tirebolu İletişim Fakültesi, Giresun personeli ile adından söz ettiren Üniversitesi’nin son yıllardaki bir fakülte haline gelecektir. hızlı gelişimi içinde yerini aldı.

objekTİF Sayı 2 / Haziran 2015

10 Jale SARMAŞIK, 1950 yılında İstanbul’da doğdu. Nişantaşı Kız Lisesi’nden mezun olduktan sonra İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. 1982 yılında İstanbul Üniversitesi İşletme İktisadı Enstitüsü’nde İşletmecilik İhtisas Programı’nda ihtisas yaptı. Akademik yaşamına 1983 yılında Marmara Üniversitesi Basın-Yayın Yüksekokulu’nda başlayan Jale Sarmaşık, 1985 yılında Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Radyo-Televizyon Bölümü’nde yüksek lisans eğitimini, 1988 yılında İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Kamu Yönetimi bölümünde doktora eğitimini tamamladı. 1995 yılında Doçent olan Jale Sarmaşık, 1997 yılında Marmara Üniversitesi’nden ayrılarak Maltepe Üniversitesi’nin kuruluşunda görev aldı. 2001 yılında Profesör oldu. Marmara ve Maltepe Üniversitesi İletişim Fakültelerinde dekan yardımcılığı, bölüm başkanlığı yaptı. 2003 yılında İstanbul Ticaret Üniversitesi İletişim Fakültesi kadrosuna katıldı. 2004-2010 yılları arasında İletişim Fakültesi Dekanı olarak görev yaptı. Ekim 2012 tarihinde Giresun Üniversitesi’nde göreve başladı. 05.11.2012 tarihinde Tirebolu İletişim Fakültesi’ne dekan olarak atandı.



TİREBOLU’ YAŞAM Haber: Fatih NAMLI, İlhan ÖZALP Fotoğraf: Emre TAMTÜRK, Sündüz SOLAKOĞLU


’DA SOSYAL Nasıl ki bazı kentlerin beşiklerini Sallar ticaret Bulunabilir mi mezara konulacak Başka türlü bir mücevher Rutubet, tuz kokusu ve denizden esen rüzgârdan gayrı ... Serhan ADA


yaşam

Sahilden esen rüzgarın getirdiği serinlik, huzur veren sokakların sesleri, gördüğümüz çocuk tebessümleri kadar neşe veren ve renkli bir sosyal yaşamı olan başka bir alem Tirebolu… Fındığın, çayın ve kirazın eksik olmadığı Giresun şehrinin bu şirin ilçesi, tarihsel geçmişinin yanı sıra sosyal yaşamıyla da zengin bir yerleşim yeri. Tirebolu’nun sosyal yaşamı üzerine Emin Oruç, İsmet Serdaroğlu, Fatma Yıldırım ile yaptığımız röportajlar, Tirebolu’nun eskiden kültürel etkinlikler ve eğlence anlamında daha da zengin bir ilçe olduğu düşüncesi üzerine yoğunlaştı.

objekTİF Sayı 2 / Haziran 2015

14

Tarihine bakıldığında, birçok millete ev sahipliği yapmış, kültürel çeşitliliği çok zengin bir ilçedir Tirebolu.

Tirebolu. Her evde kitap okunurdu, her evde bir nevi kütüphane vardı. İnsanlar evde toplanırlar, aralarından güzel okuyan bir erkek kitabı okur, kadınlar da dinlerlerdi. 60’lı ve 70’li yıllarda, yaz akşamları, parkta dolaşmalar çok rağbet görmüştü. Parklarda müzikler çalınır, açık havada kadınla ve erkekler dans ederdi.” Görele ilçesi doğumlu olan ancak yıllardır Tirebolu’da yaşayan ve bu ilçenin “fevkalade bir ilçe” olduğunu söyleyen emekli öğretmen Fatma Yıldırım’da aynı fikirde: “Burada herkes gezmeyi, eğlenmeyi çok severdi. Yazın yaylalara çıkarlar, park ve bahçelerde gezerlerdi. Gelenler gitmek istemezler, bir ev alıp buraya yerleşmek isterlerdi. Görele, Tirebolu kadar sosyal değildi. Eskisi ve yenisi diye ayıramıyorum ama, televizyon yaygınlaşmadan önce sinema, insanların sosyalleşme aracıydı. Her pazar kadınlar matinesine giderdik. Sinemalar tek tek kapandı. Oysa kapanmaması gerekirdi. Bugün insanlar çevre illerdeki sinemalara gidiyorlar.”

1950 yılında Tirebolu’da doğan ve gençlik yıllarını burada geçiren öğretmen Emin Oruç, 1960’lı ve 70’li yıllar, “Tirebolu’nun en güzel yıllarıydı” diye başladı söze: ”Öğrenci olduğum yıllarda, Tirebolu’nun çok lüks bir sosyal yaşamı vardı. İstanbul lehçesi, en güzel burada konuşulurdu. O zamanlar, Paris modasının en güzeli burada takip edilirdi. Ramazanlarda tahtalardan dönme dolaplarla yemekler sunulur, evlerde tombalalar oynanırdı. Çok eğlenceli, Tarihsel geçmişine bakıldığında, nüfusu çok daha fazla olan birçok millete ev sahipliği neşeli bir ilçeydi.” yapmış, kültürel çeşitliliği çok zengin bir ilçedir Tirebolu. Yine Tirebolu doğumlu Geçim kaynağı fındık ve çay olup öğrencilik hayatından olan, yüksek kesimlerde ise sonra öğretmen olan İsmet hayvancılık ile uğraşan halkın Serdaroğlu’nun anlattığı küçük sosyal yaşamı çok renklidir. anekdotlar da Tirebolu halkının Geçmişte sinemaya, tiyatroya sosyal ilişkileri hakkında ve müziğe olan ilgisi bugüne önemli ipuçları vermekte. göre oldukça fazladır. Bugün, “Gece etkinlikleri az olmazdı. tek bir sinemanın dahi olmadığı Aileler arasında akşamları Tirebolu’da o yılarda iki tane kış eğlenceleri yapılırdı. kışlık sinema salonu vardır: Fincan oyunu, tombala, tavla, İpek ve Harşit sinemaları. kızma birader ve domino kış Bu sinemaların yanında dört gecelerinin vazgeçilmeziydi. tane de yazlık sinema vardır. İstanbul Türkçesinin en güzel Bir tür törendir sinemaya konuşulduğu yerlerden biriydi gidişler. Günler öncesinden


Serdaroğlu, hamama gitmenin eskiden adeta bir ritüel olduğundan bahsediyor. O dönemlerde hamama gitmek yaz ve kış aylarında insanların eğlence kaynağıdır. Evlerde çeşitli yemekler hazırlanır, göbek taşına serilir ve uzun bir zaman diliminde yenilirdi. Bütün bunların yanında darbuka sesi de eksik olmazdı. Hamama gidildiğinde saatlerce çıkılmaz, neredeyse bir gün hamamda kalınırdı. Emin Oruç, o günlere ait unutamadığı “Eğitim Kervanı” isimli etkinlikleri dile getiriyor: “Eğitim Kervanı’yla, her kurumun kendi alanında uzman yetkilileri ile birlikte köylere gidilir, köylülere bilgiler

yaşam

Ünlü tiyatrolar da oynanırdı ilçede. İstanbul’da o yıllarda tiyatrolarda hangi oyun oynanıyorsa, ertesi hafta aynı oyun gösterimi Tirebolu’da da yapılırdı. Lale Oraloğlu ve Avni Dilligil, Tirebolu’ya senede ikiüç defa gelip tiyatro oynarlardı. Ayrıca Shakespeare, Moliere gibi ünlü yazarların eserleri de tiyatroda sahnelenirdi. Müziğe olan ilgi ise bambaşkaydı. 1960’larda televizyon olmadığı için radyolar çok dinlenirdi. Radyolarda sesi duyulan sanatçılar konser vermeye gelir, konserler hava durumuna göre kapalı sinema

salonunda ya da açık hava sinemalarında verilirdi. Aynı zamanda, Tirebolu Musiki Derneği, müzikle uğraşanları bir çatı altında toplardı. Bu dernekte müzik aleti çalan kişiler, özellikle yaz konserleri verirlerdi. Hemen hemen her evde ud veya keman çalmayı bilen birileri vardı.

15 objekTİF Sayı 2 /Haziran 2015

yerler ayrılır, herkes en güzel, en temiz giysilerini giyerek sinemaya gider, film izler. Pazar günleri, hem sinema günü hem de peynirli pide günüdür. En güzel elbiselerle sinemaya gidilir. Film izlendikten sonra pideler yenir ve sohbetler edilirdi. Bu tür organizasyonlar Tirebolu için çok önemlidir o dönemlerde. Çünkü insanların birbirleriyle uzun uzun sohbet edecekleri başka ortamlar yoktur.


yaşam objekTİF Sayı 2 / Haziran 2015

16

aktarılır. Doktor, muayenesini yapar; müftü vaazını verir; ziraatçı tarımı anlatır. Böylece merkezle köy arasında sürekli bir bilgi akışının sağlandığı bir yapı kurulur. Eğitim Kervanı etkinliği, bugün bile merkezle köyler arasında uygulanabilecek en reformcu uygulamalardan biridir.” Tirebolu’ya ulusal gazeteler ve dergiler vapur yoluyla gelirdi. İlçede bir dönem Harşit adında bir gazete çıkarılır, ancak bu gazete ilçe halkı tarafından fazla bilinmemektedir. Gazeteye olan ilgi ve gazetenin satışları azalınca, gazete kapatılmak zorunda kalır. İlçede eğitime de çok önem verildiğini belirten Yıldırım, o dönemde 14.000 nüfuslu ilçede sadece ilkokul ve lise varken, şimdi Meslek Yüksek Okulu ve İletişim Fakültesi’nin de olduğunu belirtti. Bir sahil kasabası olan Tirebolu’ya dışarıdan gelenler,

buranın yaşam biçimine ayak uydurmakta zorluk çekmezdi. Plajları güzel olan Tirebolu’ya, Giresun’dan, Trabzon’dan insanlar gelip denize girer, plaja çadır kurarlardı. İlçede sporun bu kadar yaygın olmadığını da vurgulayan Yıldırım, şimdi gençlerin spora daha yatkın olduğunu ve sporun geliştiğini de belirtiyor. İlçeyle ilgili en büyük eleştirisi ise çalışan insanların az olması. “Eskiden Rumların bahçelerini ipotek edip almışlar, sonra bu arazileri, kendilerine ve çocuklarına mal etmişler. Sonunda da bu arazileri satıp, büyük şehirlere göç ettiler. Oralarda yaşamlarını devam ettiriyorlar. Alın teriyle çalışma yok burada. Erkekler genelde kahvede oturur. Kadınlar, erkeklere oranla daha çok çalışırlar.” Her yerde olduğu gibi zaman içinde Tirebolu’nun da sosyal yaşamı değişir. Tabii en önemli etken televizyondur. 1972’den sonra, ilçeye televizyonun girmesiyle birlikte insanlar


Geçmişten günümüze Tirebolu’da sosyal yaşam böyledir. Geçmişin renkli yaşamı artık pek görülmese de bugün sosyal yaşam, plaj festivalleri ve çeşitli etkinliklerle canlandırılmaya çalışılmaktadır.

yaşam

yaşamı değişime uğratan bir diğer etken ise, Tirebolu’nun asıl yerlilerinin metropollere ve bir kısmının da yurt dışına göç etmesidir. Onun deyimiyle “kasaba halkının” göç etmesinin nedeni, gerek çocuklarının eğitiminden gerekse ekonomik olgulardan dolayıdır. İlçenin sosyo-ekonomik yapısı, yüksek ve orta gelirli ailelerden oluşmasına rağmen, ilçe de göç olgusunun önüne geçilemez. Bugün, Tirebolu nüfusunun çoğunluğunu köylerden gelen aileler oluşturmaktadır.

17 objekTİF Sayı 2 / Haziran 2015

evlerinden çıkmaz olur. Halk için dünyayı ayaklarına kadar getiren bir araçtır televizyon. Bu da ilçedeki bireyselleşmenin belki en önemli sebebidir. Teknolojinin gelişmesiyle değişen iletişim ortamında Oruç şunları söylüyor: “Bugün, herkesin elinde bir telefon var. Özellikle de gençlerimiz telefondan kopamıyorlar. Yanlış anlaşılmasın, benim iletişime karşı olduğum anlamına gelmesin bu söylediklerim. Ama gençlerin sosyal çevreden bu kadar kopmasına karşıyım. Teknoloji, insanları birbirlerinden uzaklaştıran değil, birleştiren, dünyadan haberdar olmamızı sağlayan, yaşamımızı kolaylaştıran büyük bir nimettir. Ama ne yazık ki günümüzde insanlar birbirinden uzaklaşıp bireyselleşiyor.” Emin Oruç’a göre, sosyal


HARŞİT’İN

SESSİZ

ÇIĞLIĞI

Haber: Meral YILMAZ, Ceren GÜNEŞ Fotoğraf: Mehmet Cem OK

Harşit Vadisi 2014


Öyle bir vatan düşünün ki öylesine bir vatan değil…

Harşit Vadisi 1960’lar Fotoğraf : Yalçın DURAK


tarih objekTİF Sayı 2 / Haziran 2015

20 Düşman kuvvetleri karşısında verilen amansız bir mücadele... Ne asker sayısı ne de silah sayısı eşit. Umutsuzluğun, korkunun, gözlerdeki endişenin her geçen gün bir kıvılcım gibi yükseldiği zamanlar. Harşit’in azgın akan suyu, dik yamaçları ve sert kayalıkları arasında geçen azimli bir direniş ile verilen yok olmama mücadelesi… Tüm bu olumsuzluklara rağmen, vatansever insanların saygıdeğer mücadelesini gözler önüne seren yaşanmış gerçek bir hikaye Harşit Savunması. Türkiye’nin Doğu Karadeniz Bölgesi’nde bulunan, adeta tarih akan Harşit Çayı, Vavuk Dağı eteklerinden doğup Gümüşhane, Torul ve

Kürtün’ü geçerek Tirebolu’dan Karadeniz’e dökülür. Dar ve kayalık vadiler ormanlarla bezenmiştir. Yüksek dağ yarıklarından akan çaya diğer su kaynakları ve küçük dereler katılmakta ve vadilerden hırçın bir şekilde akarak Harşit Çayı’nı güçlendirmektedir. Tarihin gizli kalmış köşelerinden olan Harşit Çayı, I. Dünya Savaşı’nda vatanımızı işgal eden Rus ordularının durdurulduğu, cephe oluşturulup askerlerimiz ve gönüllü milislerimizle zor şartlar altında savaşa direndiğimiz topraklardır. Bu topraklarda hem savaşın getirdiği hüzün hem de zaferin getirdiği sevinç yaşanmış ve Harşit Savunması tarihimizde


Birinci Dünya Savaşı sırasında düşman devletler, Osmanlı Devleti’nin tüm topraklarını ele geçirmek için savaşlar ve işgaller yapmışlardı. Osmanlı Devleti, Çanakkale Savaşı’ndan zaferle çıkarak “ÇANAKKALE GEÇİLMEZ” sözünü tarihe kazıma başarısını gösterdi. Ancak Doğu Cephesi’nde yapılan Sarıkamış Harekatı’nda Osmanlı ordusu büyük bir darbe aldı ve doksan bin Türk askeri şehit oldu. Böylelikle sıcak denizlere inmek isteyen Rusya’nın önü açıldı. Sarıkamış yenilgisi sonrasında Rusların önünde silahsız, yokluk içinde, takviyesiz ve toparlanmaya çalışan bir Türk ordusu kaldı. İçlerinde binlerce Kazak, Gürcü ve Ermeni olan Rus ordusu bir koluyla güneyden Erzurum, Bayburt, Gümüşhane, diğer koluyla da Karadeniz sahilinden Batum, Artvin, Rize, Trabzon tarafından Osmanlı Devleti topraklarını işgal etmeye başladı. Sahil kuvvetlerine de Rus donanması eşlik etmekteydi. Artık Doğu Karadeniz’de ve Doğu Cephesi’nde her karış toprak savaş alanıydı. Her dere, her vadi, her sırt doğal bir cepheydi. 1915 yılı başından itibaren savaş gemilerini de devreye sokan Rusya, Karadeniz kıyılarında özellikle Hopa’dan Şile’ye kadar hemen hemen bütün iskeleleri bombalamış, birçok deniz aracını da batırmıştı. Giresun, Ordu, Rize, Sinop ve Tirebolu bombalanan yerlerin başında geliyordu.

Öyle Bir Vatan Düşünün ki Ruslar, Trabzon yönünde Öylesine Bir Vatan Değil… ileri harekata girişerek, 6 Mart 1916’da Pazar ve Bu savaş orantısız kuvvetler

HÜSEYİN AVNİ ALPARSLAN 42’nci Alay Komutanı olarak katıldığı İstiklal Harbinde şehit düşen Binbaşı Hüseyin Avni Bey, 1876 yılında Tirebolu’nun Cintaşı Mahallesinde dünyaya geldi. Askerlik mesleğine atıldığı ilk günden şehadetine kadar bütün ömrünü muharebe meydanlarında geçirmiş gerçek bir kahramandır. Birinci Dünya Savaşında önemli başarılar kazanan, gönüllü birliklere öncü olan Hüseyin Avni Alparslan’dır. Rus ordularının durdurulduğu Harşit Cephesinde, Alay komutanı olarak savaşmıştır. Milli Mücadele’de, Giresun Askerlik Şube ve Mevki Komutanı olarak, Osman Ağa ile birlikte “Alparslan Grubu’nun”, devamında 42. ve 47. Alayların oluşmasını sağladı.

tarih

Karadeniz’in Çanakkale’si

Çayeli’ni, 8 Mart’ta Of’u, 14 Nisan’da Trabzon’u işgal etti. Rusların karşısında direnmeye çalışan Türk birlikleri, 20 Temmuz 1916’da Fol Deresi kenarına çekildiler. Rusların 21 Temmuz’da Fol’a girmesi üzerine Türk kuvvetleri Çavuşlu Deresi’ne, 2 Ağustos’ta Görele’ye, 24 Ağustos’ta Çanakçı Deresi’ne çekilmek zorunda kaldılar. Türk kuvvetleri 30 Ağustos’ta taarruzla Görele’ye kadar ilerledilerse de, Rusların taarruzları ile 21 Ekim’de Harşit Vadisi’nin batı yakasına çekilmek zorunda kaldılar. Harşit Vadisi’nin doğu yakası Rus güçlerince işgal olurken, batı yakasında Osmanlı güçleri savunma hattı oluşturma çabası içindeydi. Amaç Rusları daha fazla ilerletmemek ve Ruslara Harşit’i geçirmemekti. Rus ilerlemesine karşı, dağılan Kafkas Cephesi alayları tekrar yapılandırılarak. Ordu yeniden teşkilatlandırıldı. Oluşturulan 3. Ordu yedi kısma ayrıldı. 3. Ordu Komutanı Vehip Paşa; Erzincan, Tirebolu arasına çizgi çekip savunma hattı oluşturdu. Bu cephe Harşit Cephesi’ydi. Toprakları savunan birlikler Teşkilatı Mahsusa Alayı, Trabzon Müfreze Taburu, Giresun ve Tirebolu Müfreze Taburu, 15 tane topçu taburu, 5 tane hudut taburu, 9 tane piyade taburu ve Nizamiye alayıydı. Ayrıca Hüseyin Avni Alparslan ve Topal Osman’ın oluşturduğu gönüllü birlikler de bulunuyordu. Ruslar, oluşturulan savunma hattını kırıp Harşit’in doğu yakasındaki Halkovalı düzünden karşıya, Harşit’in batısına geçemedi.

21 objekTİF Sayı 2 / Haziran 2015

önemli bir yere sahip olmuştur.


tarih

savaşıydı. Rus askerlerinin bu savaşı kazanacak büyük bir ordusu ve silah cephanesi varken, Osmanlı Devleti’nin ne Rus birlikleriyle baş edecek kadar güçlü bir ordusu ne de silah cephanesi bulunmaktaydı. Ellerinde olan en büyük silah, vatan topraklarını düşman işgaline bırakmama arzusu ve bu amaç uğruna verilen amansız mücadeleydi. Bu, yok oluşa giden yolda var olabilme savaşıydı. Ayrıca sadece dış saldırılarla da vurulmuyordu Osmanlı Devleti. Vatan topraklarında yaşayan çok sayıda Ermeni asıllı asker, Ermeni çete ve gönüllüler Rusların yanında Osmanlı Devleti’ne karşı savaşıyorlardı.

objekTİF Sayı 2 / Haziran 2015

22

Rus birliklerinin asker sayısı kat be kat fazlaydı. Vatan topraklarını sınırlı sayıda askeri birlikler, milis kuvvetler ve bölgede yaşayan halk savunmaktaydı. Mevcutta bulunan 3 top vardı, ama bu topların önce biri, sonra da ikincisi kullanılamaz hale gelmişti. Kullanımda olan tek top, çekilmesini kolaylaştıran yollarla ve güçlü çekici gönüllülerle gün içerisinde

değişik yerlere götürülerek Rus mevzilerine ateş edilmişti. Silah eksikliği ise geceleri küçük gruplar halinde Harşit’i geçen askerler tarafından, Rus birliklerinin karargah ve siperlerine yapılan baskınlardan elde edilen mühimmatla giderilmişti. Savaş esnasında kadınların emeği büyüktü. Kadınlar, dağlık, taşlık demeden cephane ve yük taşımışlardı. Savaşın olumsuz etkileri sadece bunlarla da sınırlı değildi. Ruslar işgal sırasında birçok köyü yakıp yıkmış, bölge halkına çeşitli işkenceler yapmışlardı. Bebekler öldürülmüş, kadınlara tecavüz edilmiş, köylere baskın yapılıp toplu katliamlar gerçekleştirilmiş, evler ve mallar yakılıp yıkılmıştı. Ayrıca Rus işgali, Karadeniz bölgesinin doğusunda başladığı andan itibaren işgal yerlerinden kaçan sivil halk (kadın, çocuk ve yaşlılar) batıya doğru, özellikle de Giresun bölgesine göç etmişti. Halk bir yandan kendi yaralarını sarmaya çalışırken, bir yandan da evlerine sığınan muhacirlere kucak açmıştı. Tüm bunların yanı sıra askerler, direnen milis kuvvetleri ve halk açlıktan


Elde edilen sözlü bilgilere göre Rusları durduran en önemli sebep o günlerde yaşanan doğal hava koşullarıymış. Rivayetlere göre düşmanın vatan toprağına geldiğini gören gökyüzü boş durmamış, şiddetli yağan yağmurlar, sert kayalıklardan vadiye akarak Harşit sularını coşturmuştur. Dolup taşan Harşit Çayı düşmanın geçişine müsaade etmemiştir. Askerlerin ve milis kuvvetlerinin direnişi ve doğanın mücadelesi birleşince Ruslar Harşit Çayı’nın batı yakasına geçememiştir. Başka bir rivayete göre de o günlerde yağan karların erimesiyle usul usul akan Harşit Çayı kabarmış ve düşman birliklerinin gözünü korkutmuştur. Konu hakkında yıllardır araştırma yapan ve görüşlerini aldığımız emekli memur Hayri Çakır, Rusların Harşit’i geçemeyişinin bir diğer sebebi olarak kadınların verdiği mücadeleyi vurguladı. Kadınlar düşman askeri Harşit’i geçemesin diye Harşit üzerindeki köprüleri yıkmışlardır. Ancak bu durum Harşit’in doğu yakasında kalan halka ve muhacirlere zarar vermiştir. Düşmandan kaçmaya çalışan yerli halk ve muhacirler Harşit’in batısına geçmek istemiş, ama geçememişlerdir. Kadınlardan bazıları çareyi

Çanakkale Cephesi’ndeki Türk zaferi Rusya’nın mevcut sıkıntılarını daha da artırdı.1917 Bolşevik İhtilali ile bütün cephelerde Rus birlikleri dağılmaya başladı. Bu arada 18 Aralık 1917’de Osmanlı Devleti ile Rusya arasında imzalanan Erzincan Mütarekesi sonrasında Ruslar’ın cepheden çekilişi daha da hızlandı. Rusya’dan gelen gemiler Görele’de Bolşevik yanlısı askerleri götürdüler. Rus askerleri giderken köylerde tahrip etmedikleri ev ve mal bırakmadılar. İşe yarar eşyaları, değerli olan her ne varsa alıp gittiler. Kalan Çar yanlısı Rus askerleri ve Ermeniler ise savaşı bir süre daha devam ettirdiler. 12 Şubat 1918 sabahında Osmanlı askerleri ileri harekâta başlayarak, çetin ve kanlı savaşların ardından vadiyi düşmandan kurtarmayı başardılar. Düşmanın Giresun’dan ve Tirebolu’dan çekilişi halkta büyük sevinç yarattı. 12 Şubat Torul, 13 Şubat Görele, 18 Şubat Gümüşhane, 24 Şubat Bayburt’un düşman işgalinden kurtarıldığı tarihler olmuştur. Bize biçilen kaftanı çıkarma savaşıydı Harşit Savunması. Atılan her bir merminin, toprağa düşen her topun karşılığı özgürlüğe, bağımsızlığa gitme

tarih

Harşit’in Yükselişi

kendilerini Harşit suyuna atmakta bulmuş, kimileri de Rus ve Ermeni gazabına teslim olmak zorunda kalmışlardır. Bu sebepler sonucunda Ruslar, Türk savunmasını kırıp Harşit Deresi’ni aşamayınca bütün güç ve hırslarıyla Tirebolu kasabasına ve halkına saldırmışlardır. Rus diretnotu Maria Zırhlısı büyük topları ile tam anlamıyla Tirebolu’yu yakıp yıkmış, Harşit’in sarp ve sisli dağlarından akan suyu kanlara bulamıştır.

23 objekTİF Sayı 2 / Haziran 2015

ve yokluktan büyük sıkıntılar çekmişti. Muhtaçlar bir lokma ekmek alabilmek için fırınların önünde sabahtan akşama kadar beklemelerine rağmen ekmek alamadan ayrılmak zorunda kalmışlardı. Salgın hastalıkların da baş göstermeye başlamasıyla açlıktan ve hastalıktan birçok kişi hayatını kaybetmişti. İşte bu şartlar altında askerler ve gönüllü birlikler Rusların saldırılarına karşılık vermiştir.


tarih

yolunda verilen mücadeleydi. Bu mücadele uğruna birçok yaprak düştü ama azmin mücadelesi zaferi getirmekte geç kalmadı. Kötü bir kâbustan uyandı Türk halkı, karanlıktan aydınlığa döndü yaşamları. Yazar Mustafa Reşit Tarakçıoğlu’nun da dediği gibi: “Bugün daha güzel, daha zenginlik ve huzur içinde yaşamakta olan Tirebolulular, dedelerinin kahramanlıklarıyla övünebilirler.”

objekTİF Sayı 2 / Haziran 2015

24

Kaynakça

TOPAL OSMAN AĞA

YÜKSEL, Ayhan, Giresun Tarihinden Sayfalar, İstanbul. YÜKSEL, Ayhan, “Birinci Dünya Savaşı Yıllarında Giresun”, Karadeniz İncelemeleri Dergisi, sayı: 17 (Güz 2014), s. 55-70. BEYOĞLU, Süleyman, Millî Mücadele Kahramanı Giresunlu Osman Ağa, İstanbul. ÇİÇEK, Seyfullah, Kurtuluş Savaşı’nın Efsane Kahramanı Milis P. Yarbay Topal Osman, İstanbul 2011 ÇAKIR, Hayri, Araştırmacı Yazar http://www.turkmeclisi.org “Harşit Çayı Savunması” http://www.dogankenthaber.com “Seyit Güvendi, Harşit Vadisi Savunma Hatları” http://www.gebzegazetesi.com “Harşit Cephesi ve Karadeniz’in Kurtuluşu” https://groups.yahoo.com/ neo/groups/turkelipostasi/ conversations/messages/18079

1884 Yılında Giresun´un Hacıhüseyin Mahallesinde doğdu. 1912 Yılında Balkan Harbine gönüllü katıldı. . Savaşta göstermiş olduğu başarılarından dolayı yarbaylık rütbesine kadar yükseldi. Bu savaşlarda sağ dizinden yaralanarak sakat kaldı ve ´TOPAL´ lakabı ile anılmaya başlandı. 30 Kasım 1915´te gönüllü olarak Doğu Cephesinde Ruslara karşı savaştı. Giresuna döndükten sonra 1.Dünya Savaşına katılmış, Batum ve Harşit çayında Ruslara karşı savaşmış, Rusların Harşit çayını geçmelerini engelleyerek Tirebolu’nun işgalini önlemiştir.


Dünden Reyhan Vural ile Bugüne sohbeti de derin ve entelektüel karakterinden izler taşıyor.

Haber: Gonca ÖZTÜRK, Kamer DURAN, Hatice BASKIN Fotoğraf: Mustafa ABANOZ

Gerek eğitimci kişiliği, gerekse Tirebolu’nun geçmişini aydınlatan anılarla dolu kitaplarıyla tanınan Reyhan Vural, 21 Haziran 1935 yılında Giresun’un Tirebolu ilçesinde doğdu. İlk ve orta öğrenimini Tirebolu’da tamamladı. Erzurum Nene Hatun Kız Öğretmen Okulu’ndan üçüncülük, İstanbul Eğitim Fakültesi’nden ise ikincilik derecesi ile mezun oldu. Bakanlık tarafından açılan sınavda Fransızca bölümünü kazanarak bir yıl süre ile Fransa’ya giden Vural, Fransa’daki öğrenimini Grenoble Üniversitesi ve Sorbonne Üniversitesi’nde tamamladı. Öğretmenlik hayatına Giresun

Lisesi’nde

başlayan

Vural,

1980 yılında Pendik Lisesi’nden emekliye ayrıldı. Geçmişine yolculuk yaptığı Çocukluk Hatıraları, Özlem, Dünden Bugüne Tirebolu ve Biz Akrabayız isimli dört kitap kaleme alan Reyhan Vural ile sıcak ve samimi bir söyleşi gerçekleştirdik. Öncelikle kendi jenerasyonunuza göre bir hayli yüksek olan eğitim hayatınızla başlayalım. Gençlik yıllarında dimdik ayakta duran, okuma arzusuyla sorumluluklarını omuzunda taşıyan güçlü bir kadın olarak, yurtdışında yüksek eğitim almanızda en büyük desteğiniz neydi?

objekTİF Sayı 2 / Haziran 2015

portre

Hem öğretmenlik görevini hem de içindeki yazarlık ruhunu aynı yaşama sığdırabilmiş renkli bir kişilik Reyhan Vural… Hayatının her aşamasında üretken özelliğini asla elinden bırakmayan, 25 Tirebolu ilçesinin naif ve farklı karakterlerinden biri... İçerisinde birbirinden sıcak anekdotların yer aldığı kitapları gibi, Vural’ın


Annem ve ablamın desteği bende

çok büyüktür. Okuma zevkini ilk olarak, “yerde gördüğün kağıt parçasını da al oku. Akıl unutur, kalem unutmaz, yaz, her şeyi yaz” diyen annemden aldım. Ona da bu aşkı ağabeyleri aşılamıştı. Büyük dayılarımı tanıma fırsatına erişemedim. Hepsi Cihan Savaşı’nda şehit olmuşlar. Ortaokulu bitirdikten sonra öğretmen okulu imtihanına girdim. Üç arkadaşımla beraber Erzurum Öğretmen Okulu’nu kazandık. Mezun olduktan sonra girdiğim sınavda ise, Fransızca öğretmenliğini kazanarak Fransa’ya gittim. Fransa’ya gittiniz. Oraya gittiğinizde neler yaşadınız? Sonuçta farklı kültürler, farklı insanlar… Üç kadın ve bir erkek arkadaş gittik Fransa’ya. Lisan öğrenip dilimizi geliştirmek amacıyla,


Yurtdışında birçok macera yaşamışsınız… Peki, mavi ve yeşilin doğal uyumunu yansıtan Tirebolu’da geçen çocukluk hatıralarınız arasında, en ilginç olanlardan birini paylaşır mısınız? Çocukluk anılarım arasında sınıf arkadaşım İnan ile ilgili olanları unutamıyorum. Bir gün Türkçe hocamız ders anlatıyordu, birden sinirlenerek öfkeli bir tavırla arka sıralardan birine doğru yürüdü. Bir gürültüyle başımızı çevirdik, hocamız bir arkadaşa tokat atmıştı. Sobanın yanında uyuyan arkadaş birden neye uğradığını şaşırarak yerinden fırlayıp tepki gösterirken sobaya çarpmış, sobanın borusu duvardaki yerinden çıkmıştı. Müdür odası bizim sınıfa bitişikti. Boru yeri açık kalınca, nereden aklıma gelmişse deftere, “Şimdi müdür bey başını uzatacak” diye yazmışım. Bunu okuyan arkadaşım İnan’ın manzarayı gözünün önünde canlandırması üzerine sinirleri bozulup gülmeye başlamıştı. Arka

Her nesilde olması gereken, ancak şimdilerde körelmeye başlayan bir özelliğiniz olduğunu portre

Madam’ın bir de askerde oğlu vardı. Bir sabah, madam bana “Oğlum askerden gelmiş” dedi. Ben de onların askerleri nasıl diye merak edip “Oğlunuzu görebilir miyim?” dedim. Madam bana “Sabah gitmiş” dedi. Çok şaşırmıştım. Oğlu askerden gelmiş ve annesini görmeden gitmişti. Oysa bizim buralarda aile bağları çok kuvvetlidir. Bu durumu çok yadırgamıştım.

tarafta hoca bağırırken arkadaş kendini savunmaya çalışıyordu. İnan kendini tutamayacağını anlayınca sıranın altına girdi. Bu kez beni daha çok gülme aldı, kendimi durduramadım. İyi ki biz ön sıralardaydık, gürültü içinde hoca bizi fark etmedi. Bir de bizi görseydi, cezalardan ceza beğenirdik. Ne zaman o günü hatırlasam -hiç olmayacak bir yerde de olsa- kendimi tutamayıp hemen gülerim. Asıl olaya gelince, arkadaş gece balığa çıkmış, herhalde uykusuz kalmış olacak ki, oracıkta uyuyakalmış. Bu durumu bilmeyen hocamız dersi dinlemek istemiyor zannederek öfkelenmişti.

27 objekTİF Sayı 2 / Haziran 2015

Fransız ailelerinin yanında kalmak için müracaat ettik. Benim kaldığım pansiyonun sahibi, 6 yaşındaki oğlu ve 18 yaşındaki kızı ile birlikte yaşayan, eşinden ayrılmış bir Madam’dı. Madam ile anlaşmamız zor oldu, ama 6 yaşındaki minik oğlu ile gayet iyi anlaştık. Onun da, benim de kelime dağarcığımız az. Odama geliyordu ve birlikte oyunlar oynuyorduk.


portre objekTİF Sayı 2 / Haziran 2015

28

görüyoruz; tarihe, özüne ve kökenlerine merak duygusu. Biz Akrabayız isimli kitabınız bunu açıkça gözler önüne seriyor. Emekli olduktan sonra başlayan bu merak duygunuzu neler tetikledi?

“Yerde gördüğün kağıt parçasını da al oku. Akıl unutur, kalem unutmaz, yaz, her şeyi yaz”

Bu tutkunuz nereden geliyor ve size nasıl bir geri dönüşü oldu? Erzurum Nene Hatun Öğretmen Okulu’nda okurken ders saatleri dışında geliştirici kurslar vardı. Sağlık kurslarının yanında fotoğrafçılık kursu da mevcuttu. Benim gönlüm fotoğrafçılıktan yana oldu. Fotoğrafçılığı seçmemdeki sebep ise, karanlık odada yapılan farklı çekimler oldu. Değişik, ilginç olan fotoğrafları çok severim. Bir ot bile olsa, ona farklı açıdan bakmayı, beni düşündürmesini seviyorum. Bazen albümleri açıp baktığımda, iyi ki diyorum, iyi ki bu fotoğrafları çekmişim. İyisiyle kötüsüyle bana anılarımı, dostlarımı ve ailemi hatırlatıyorlar.

Emekli olup Tirebolu’ya dönünceye kadar sadece dedelerimin, anneanne ve babaannemin isimlerini biliyordum. Bazen bize gelen misafirler, bazen sokakta rastladığım bir tanıdık, bazen de hiç tanımadığım birisi “Biz akrabayız” derdi. Zamanla bu “Biz akrabayız” cümlesinin aslını merak eder oldum ve araştırmaya başladım. Gelecek nesiller de görsün, unutulmasın diye bu kitapları yazdım. Dört seneden beri hayvanlarla ilgili bir kitap yazmak istiyorum, ancak sağlığım el vermediği için Yakın dönem Cumhuriyet henüz gerçekleştiremedim. tarihine tanıklık eden Reyhan Vural, halen Tirebolu’da, ablası Son olarak, fotoğraf çekmeye Fatma Türker ile yaşamını tutkun olduğunuzu biliyoruz. sürdürmektedir.


BURÇAK EVREN’LE

TÜRK SİNEMASI ÜZERİNE

Bizler sizi bilhassa yapmış olduğunuz tarih araştırmaları ve arşiv çalışmalarıyla tanıyoruz. O nedenle ilk olarak Türkiye’deki film arşivciliği meselesiyle başlayalım istiyoruz. Fuat Uzkınay’ın Ayastefanos’taki Rus Abidesinin Yıkılışı (1914) filmini Türk sinemasının başlangıcı olarak kabul ediyoruz. Ancak siz bundan öncesi olduğunu da sık sık dile getiriyorsunuz. Siz Türk sinemasının ilk filmi

filmi

kabul

Bilindiği gibi tarih söylentilerle değil belgelerle yazılır. Ne yazık ki sinemamızla ilgili bilimsel çalışmalarda, belgeler değil de söylentilerden oluşan alıntılar öne çıkıp önem kazanıyor. Geçmişte yazılan hiçbir bilgi araştırılmadan, kaynaklanmadan doğruymuş gibi bir sonraya aktarılıyor ve sonunda bu kaynaksız bilgiler doğrular olarak ortaya çıkıveriyor. Biraz iddialı olacak ama bugün Türkiye’de sinemayla uğraşan yazarından uzmanına, akademisyeninden tarihçisine, hiç kimse 1914’te çekildiği iddia edilen Fuat Uzkınay’ın Ayastefanos’taki Rus Abidesinin Yıkılışı’nı bir ilk film olarak kabul edemez. Öncelikle film ortada yok. Çekilip çekilmediği dahi bilinmiyor. Ola ki bu filmin çekildiğini varsayalım, ondan evvel çekilen ve elimizde olan filmler mevcut. Bunlardan biri de Manaki Kardeşler’in filmleridir. Manakiler, 1907’de Balkanlar’da film çekmeye başlıyorlar. Bu dönemde Balkanlar, Osmanlı Devleti’nin Haber: Gülçin Kaya, Davut ÖNGEN bir parçası. Zaten çektikleri filmlerin kutularının üzerine

dosya

olarak hangi ediyorsunuz?

29 objekTİF Sayı 2 /Haziran 2015

100. yılında film hafızasından yoksun Türk sineması sansüre direnmeye çalışıyor. Kültürel mirasımız olan sinema salonları yerlerini AVM’deki yerlerine bırakıyor. Popüler sinema gişe başarısını katlarken, sanat filmleri izleyici bulamıyor… Türk sineması üzerine gerek arşiv gerekse eleştiri alanında çok önemli çalışmalarda bulunmuş, Türk sinema kültürünün gelişmesine katkı sağlamış isimlerden biri olan Burçak Evren’le keyifli bir sinema sohbeti gerçekleştirdik. Sinemadaki arşiv sorunundan sansüre, sektörel problemlerden Türk sinemasının bugün içinde bulunduğu koşullara uzanan bu söyleşiyi sizlerle paylaşıyoruz;


Röportaj: Davut ÖNGEN, Gülçin KAYA


de Türkiye yazıyorlar çünkü kendileri Türk vatandaşlarıdır. Biraz daha incelense Ayastefanos’tan önce çekilmiş kimi filmlere de ulaşmak mümkün. Eskilerin bir sözü vardır: “Söylentisi gerçeğinden beterdir” diye. Sinemamızın doğum günü de böyle bir söylenti sonucu ortaya çıkmıştır ve yanlışı tüm belgelere rağmen değiştirmek de mümkün olmamaktadır. Çünkü birileri böyle istiyor. Ama tarih birilerinin isteğiyle yazılmaz, belgelerle yazılır. Belge yoksa tarih de yoktur. Olamaz da.

Arşiv bellektir. Belleksiz bir toplumun ne geçmişi ne de geleceği olabilir. Ama bizler hem geçmişten söz edip onunla övünüyoruz hem de geçmişe ilişkin belleğimizi oluşturacak çalışmalar, kurumlar oluşturmaktan kaçınıyoruz. Çoğunlukla bu belleksiz olmanın faturasını da gençlere çıkarıyoruz. Örneğin, sinemadaki bilgilerin çok zayıf olduğundan yakınıyoruz. Gerçekte biz bugünün genç sinemacılarına ne verdik ki ne istiyoruz? Hangi üniversitenin doğru dürüst bir kitaplığı, bir film arşivi var? Hiçbirinin yok. Olanlar da göstermelik. Ülkemizde sinema alanında arşivlerin olmamasının bir diğer nedeni de bu arşivlere hiç kimsenin gereksinim duymamasıdır. Bilim adamlarının sinema konusunda

yazdığı bilimsel makalelere bakarsanız, bunların büyük bir çoğunluğunun yeni bilgiler içermediğini, yalnızca eski bilgilerin yinelenmesinden ibaret olduğunu görürsünüz. Bu tür bilimsel çalışmalar neden bir arşive gereksinim duysun? Mevcut bilgiyi yinelemenin kolaylığı arşivlerin var olmasını da engelleyen bir neden sayılabilir. Bir de sinemamız ne yazık ki belgesiz, bilgisiz bir alan. Sinema oyuncularıyla yönetmenler bile oynadıkları filmlerle ilgili bir albüme sahip değil. Yani yaptıkları işi önemsememişler, kendi filmleriyle ilgili senaryo, fotoğraf, lobi, yazı vs. dahi toplama gereği duymamışlardır. Kişisel arşivler önemli ama eski orijinal filmler kişisel arşivlerde çürüyor. Neden topluma sunulmuyor?

31 objekTİF Sayı 2 /Haziran 2015

Belki de Türk sinemasının en büyük sorunlarından birisi, ülkemizde film hafızasının olmaması. Siz ulusal bir film arşivimizin olmamasını nasıl değerlendiriyor ve bugünkü arşiv çalışmalarını nasıl buluyorsunuz?

dosya

ARŞİV BELLEKTİR


dosya objekTİF Sayı 2 / Haziran 2015

32

Arz ve talep sorunu. Örneğin önemli filmlerin CD ya da DVD’leri kimi zaman 2 TL’ye satılıyor ama satın alan yok. Sinema dergilerinin tirajları ortada. Sinema kitapları ise en az satanlar arasında. Yayınevleri bunları basmaktan çekiniyor. Çünkü talep yok. Bir sinema öğrencisi acaba kaç kez bir sinema kitaplığına gitme gereksinimi duyup bir çalışma yapıyor? Ancak zorunlu olduğu zaman ödev amacıyla gidiyor. Ya da kaç sinema öğrencisi ve hocası düzenli olarak ülkemizde çıkan sinema dergilerini alıyor? Bu sorulara içimizden verdiğimiz yanıtlar ne yazık ki pek olumlu değil. Bence, çürüyen arşivler değil. Mevcut durum, sinema eğitimi yapanlarla, alanların güncelliğin pençesinden kurtulup bu arşivlere gereksinim duymamasından da kaynaklanıyor. Film hafızasından bahsetmişken, özellikle İstanbul’da bu zamana kadar ayakta kalmayı başarmış olan sinema

salonları, AVM kültürünün giderek yerleşmesiyle bir bir yok oluyor. Emek Sineması, kültürel mirasımız niteliğindeki bu değerlerin yok olmasının en açık örneği. Sizin bu konudaki görüşleriniz nelerdir? Teknolojik olgulara karşı koymak zor, hatta olanaksız gibi bir şeydir. Yalnızca devasa büyüklükteki salonlar mı yok olup gidiyor? Her şeyden önce sinemaya gitme alışkanlığımız yok oluyor. 35 mm’lik film tarih oldu ana akımın dışındaki Türk filmlerine giden seyircinin sayısı giderek azalarak binin altına düştü. Yani hem büyük salonların olmasını istiyoruz hem de onlara gitmiyoruz. Garip bir paradoks. Kapanmadan önce Emek Sineması’nın seyirci kapasitesini bilen var mı? Ben, bu sinemanın son yıllarında iki üç kişiyle çok film izledim. Şimdi birileri sormaz mı; “yıkılmaması için toplanan binlerce kişi, acaba bu salonlara neden gitme gereksinimi duymadı?” diye. İstanbul’un tarihi sinema salonları üzerine birkaç kitabım var ve bu konu üzerinde kafa yoranların da başında geliyorum. Elbette ki kapanışlarını izlemek insana acı veriyor. Çünkü onlar yalnızca filmlerin gösterildiği düş şatoları değil, bunun ötesinde bir kentin geçmişini koruyan birer anılar müzesiydi. İki hatta üç bin kişilik bir salonda bir toplumun perdedeki görüntülerle birlikte nefes alışının, hüzünlerle sevinçlerini aynı anda ortaya koyuşlarının yankılandığı bu salonları unutmak, yakılıp yıkılmaları karşısında edilgin kalmak ya da kalabilmek mümkün mü? Yalnızca bu sinemalar yıkılmıyor, dahası belleğimiz, anılarımız yok olup gidiyor.


Bu yıl “Türk sinemasının 100. Yılı’nı kutluyoruz. Kültür Bakanlığı bu vesileyle bir film listesi yayınladı ve liste izleyiciler tarafından oylandı. Sonuçlara baktığımızda birbirinden çok farklı filmlerin listenin başını çektiğini görüyoruz. Siz bu sonuçları nasıl değerlendirdiniz?

Günümüzde sinema alanının dışında da sansür mekanizması işlemiyor, işletilmiyor mu? Peki, neden Antalya’dakinin onda biri kadar karşı bir protesto olmuyor?

Bırakın geniş kapsamlı soruşturmalarda, sinema yazarları arasında yaptığınız benzer soruşturmalarda bile sağlıklı bir sonuç almak mümkün değildir. Çünkü bizler çıkardığımız dergilerde bunu defalarca denedik ve farklı sonuçlar aldık. Bu tür soruşturmaları pek fazla ciddiye almamak gerekiyor. Zaten sonuçlar da bunu göstermiyor mu?

Türk sineması dünyada benzeri olmayan bir özelliğe sahip. Yani yapımcısı olmayan (birkaç tanesinin dışında) bir sinema. Herkes kendi olanaklarıyla film yapıyor. Dağıtım ve işletme sorunları da öyle. Örgütlenme bilincinden yoksunluk, mesleki örgütlerin işlevsizliği ve yaptırım güçlerinin çok az olması vs. Yani sorun çok ama sektör yok. Daha acısı, sektör olabilmenin yolu da izlenmiyor. Yani herkes, her film yapan, kendi başına bir sektör.

Bir süre Gazeteciler Cemiyeti’nin üyesi olarak sansür kurulunda yer aldım ve bu konu üzerine sanırım beş-altı cilt tutacak yazılar yazdım. Ama Antalya’daki olay sansürden daha çok (keşke öyle olsaydı) kimi grupların ödeşmelerinden kaynaklanan sansür soslu bir şey oldu. Sansürden yana olmak elbette ki mümkün değil. Çağdışı bir olgu. Hele hele bir sanat eserinin kesilip biçilip yasaklanması bağışlanmaz bir aymazlık, düşünce özgürlüğüne yapılan en büyük suçtur. Geçmişte bu suçun pervasızca işlendiğini çok gördük.

Aslında dediğiniz gibi sinemamızın çıkardığı Ömer Lütfi Akad, Metin Erksan, Yılmaz Güney gibi çok değerli yönetmenler var. Ama tüm bu isimleri düşündüğümüzde onların yapıtlarının kişisel çalışmalar olduğunu görüyoruz. Aynı tarihlerde, özellikle Batı’ya baktığımızda hem yerleşik bir sinema sektörü var hem de belirli çatılarda toplanmış film hareketleri mevcut. Size göre Türkiye’de bu tarz gelişmeler neden yaşanmadı? Sanırım size katılmıyorum. Lütfi Akad, Atıf Yılmaz, Metin Ersan vd. hiçbir zaman kişisel film yapmadılar. Hepsi yapımcılara bağlı olarak çalıştılar. Yani bu ve benzer yönetmenlerin kendi hesabına çektikleri hiçbir film yoktur. Hep yapımevlerinin hesabına, yani parayı veren ve bulan yapımcılar hesabına

dosya

33 objekTİF Sayı 2 /Haziran 2015

Türk sineması 100 yaşına girdi, ama bu süre zarfında hep aynı sorunları konuşuyor gibiyiz. Bunlardan biri de sansür meselesi. Bunun son örneği, bu sene Altın Portakal’da yaşanan sansür skandalıydı. Siz bir sinema festivalinin sansür koymasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Türkiye’de bir sinema sektöründen bahsetmek sizce mümkün mü?


dosya objekTİF Sayı 2 / Haziran 2015

34

çalıştılar. 70’li ve 80’li yılların ilk yarısına kadar sağlam olmasa da bir sinema sektörü vardı. Örneğin, 60 ve 70’li yıllardaki yapımevlerinin sayısı yüze yakındı ve her yapımevi senede en az 2 ile 10 film üretme kapasitesine sahipti. Bugün yapımda 3-4 film üreten bir yapımevine sahip miyiz? Sorduğunuz soruyla alakalı bir başka soru aklımıza takılıyor. Hem film üretimi sayıca geriye düştü hem de Türkiye’de özellikle popüler anlatılar dışında bağımsız filmlerin ya da yönetmen filmlerinin sinema salonlarında pek yer bulamadığını görüyoruz. Buradan yola çıkarsak, sizce bağımsız filmler sinema salonlarında neden kendine yer bulamıyor? Ya da şöyle soralım: Popüler sinema filmlerinin bu derece tercih edilmesinin sebebi nedir?

filmler ayakta tutar. Günümüz Türk sinemasında iki türlü film yapılıyor; ana akım filmler ve festivallik filmler. Birisi gişeye oynuyor, diğeri ödüle. Minimalist, festivallik, durum filmlerin ya da ne derseniz deyin- ülkemizde hiçbir zaman gişesi olmamıştır. Düne kadar Nuri Bilge Ceylan filmlerine kaç kişi gidiyordu dersiniz? Festivallik ya da minimalist filmlerin birçoğu ne yazık pek de başarılı değil; ya çok naif ya çok ilkel ya da çok kişisel. Son on yılda Antalya ve Adana film festivallerinde, birinci olan filmlerin ticari sinemalardaki (ki birçoğu gösterime girecek sinema bile bulamadı) gişesi ise yok denecek kadar az. Hem bu tür filmlerin yapılmasını istiyor hem de gitmiyoruz. Doğrusunu söylemek gerekirse birçoğuna gitmemekte de çok haklıyız. Çünkü birçoğu her açıdan sabrımızın sınırlarını zorluyor.

Aslında bu durum, belgesel Sinemayı tüm dünyada ana akım sinemayı düşündüğümüzde


daha da vahim bir hal alıyor. Belgesel filmler ya belirli popüler film kanallarına hapsolmuş durumda ya da izleyicilerle buluşamıyor. Belgesel sinemaya olan ilgi sizce neden bu denli düşük?

Ana akım filmlerinin ne sinema ne de sinema gelenekleri ve kültürüyle bir alışverişi yoktur. Onlar yalnızca gişeye oynar ve her zaman da hazır seyircisi vardır. Ama ne gariptir ki dağıtım ve iletme ağını yaşatanlar da onlardır. Onların yokluğu sinemada önemli bir krizin habercisi olur. Yine de bu türü küçümsemekten yana değil aksine ciddiye almaktan yanayım. Sanat filmi yapıp beş kişiyi etkilemektense, popüler film yapıp milyonları etkilemenin (ve tabi bir de para kazanmanın) ne sakıncası var ki? Son olarak 2000’li yıllardan sonra “Yeni Türk Sineması”

35 şeklinde bir kavram ortaya atıldı. Buna katılıyor musunuz? Türk sinema tarihi açısından böylesi bir “yeni” dönemden bahsedebilir miyiz? Yeni Türk Sineması kavramı 2000’lerde değil, 1978’de ortaya atıldı ve 1978 ile 1986 arasındaki döneme bu ad verildi. 1994’ten sonraki sinemaya ise “Bağımsızlar” ya da “Post Yeşilçam” adı verildi. Her üç dönemin isim babası da benim. 2010’dan sonra da Bağımsızlar’ın ikinci kuşağı, gençleri ortaya çıkmaya başladı. Ama bu yeni dönem henüz isimsiz. Sanırım bu döneme isim vermek için biraz daha beklememiz gerekecek.

objekTİF Sayı 2 /Haziran 2015

Sizce günümüz popüler sinema örnekleri, Yeşilçam kültürüne ne derece bağlı kalıyor ve bu durumun Türk sinemasına etkileri nelerdir?

dosya

Buna klasik bir yanıt vereceğim: Konuştuğumuz gibi düşünmüyor, düşündüğümüz gibi de ne yazık ki konuşmuyoruz. Belgesel filmler diye tutturuyoruz ama izlemiyoruz. Festivallerde bile birkaç kişiyle izleniyor bu filmler. Örneğin, belgesel yarışmalarında her belgesel çeken kişi kendi filmini izliyor ama yarışacağı diğer filmleri izleme gereksinimi bile duymuyor. Yani belgesel yapanın tavrı bu olursa sıradan izleyiciye cezayı kesmek niye? Üstelik keyifle izlenecek kaç belgesel yapılıyor ki?


objekT襤F Say覺 2 / Haziran 2015

dosya

5 100 Y覺l覺n Filmi

36


dosya objekTİF Sayı 2 / Haziran 2015

37

Haber: Murat KORKMAZ, Gülçin KAYA


kazandıran filmlerden biri olan (Berlin Film Festivali-Altın Ayı Ödülü) Metin Erksan’ın Susuz Yaz filminden bahsetmemiz yerinde olur.

Yüz Yılın Beş Filmi Kültür ve Turizm Bakanlığı, Türk Sineması’nın 100. yılı vesilesiyle harekete geçerek, sinemaseverlere “en iyi 100 film”in seçileceği bir anket sundu. 300’ün üzerinde filmin olduğu ve tam olarak 367.620 oyun kullanıldığı anketle “en iyi Türk filmleri” seçildi. Sinemaseverlerin internet üzerinden online olarak kullandıkları oylarla şekillenen listenin ilk 5 filmi şöyle: Susuz Yaz, Hababam Sınıfı, Babam ve Oğlum, Eşkıya ve Canım Kardeşim. Peki, bu kadar filmin arasından neden bu beş film seçildi? Bu filmler bizim için neyi simgeliyor, biz bu filmleri izlerken neler buluyoruz? Gelin biraz daha yakından bakalım… Yönetmenini de Aşan Bir Yapıt Sinema tarihimize baktığımızda kronolojik olarak dünya sinemasıyla paralel ilerlediğimizi söyleyebiliriz ancak sinemasal gelişim olarak

kıyasladığımızda geride kaldığımız aşikar. Türkiye’de sinemanın sadece eğlence aracı olarak görülmesi ve bir sinema bilincinin oluşamamasıyla beraber sinemamız bir türlü sektörleşemedi. Bunun en güzel örneği: Amerika’da ilk görüntünün bile bugün kayıtlarına ulaşabiliyor iken, Türkiye’de hala ilk filmin ne olduğunu tartışıyoruz. Bir arşiv sıkıntımızın olduğu çok açık. Bazı filmler hiç çekilmemiş gibi. Sadece yazılı metinlere ulaşabiliyoruz. Bütün bunlarla birlikte, ana akım dışındaki bağımsız sinemanın kendisini gösterecek bir mecrası olmaması; günümüzde alışveriş merkezlerinin içinde hapsolmuş bir sinema anlayışının hakim olmasıyla beraber, bu salonlara gittiğimizde birkaç yerli absürt komedi ve Hollywood aksiyon sinemasından başka filmlere neredeyse rastlamamız bağımsız sinemaya nefes aldırmıyor. Buradan şu sonuca varabiliriz: Her ne kadar ana akımdan filmler gişelerde hasılat rekoru kırsa da, günümüzde ülke sinemaları bağımsız filmlerle anılıyor ve bu filmlerle başarı kazanılıyor. Bu noktada Türk sineması adına yurt dışından ilk ödülü

1963 yılında yapımı tamamlanan ancak Türkiye’de Sansür Kurulu’na takılarak vizyona giremeyen Susuz Yaz, sinemamızda yıllar boyu ve bugün de hala bir başyapıt olarak anılmakta. Türkiye’de o yıllarda vizyona giremeyen film, gizlice yurt dışına kaçırılarak Berlin Film Festivali’nde gösterildi ve burada büyük ödül olan Altın Ayı’yı kazanarak büyük dikkat çekti ki, bu da hayli ironik olarak Sansür Kurulu’nun fikrini değiştirmesine neden oldu. Metin Erksan denilince Susuz Yaz’ın değil, Susuz Yaz denilince aklımıza Metin Erksan’ın geliyor olması yani yapıtın yönetmenin isminin üstüne çıkması, filmin değerini açıkça ortaya koyuyor. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın yaptığı 100. yıl anketinde de ilk sırayı Susuz Yaz’ın alması, bunun en güzel kanıtı. Peki neden Susuz Yaz? Yakın tarih incelendiği zaman, 1950 sonrası liberal ekonominin benimsenmesiyle sanayileşmeye başlayan kentlerin, işçi ihtiyacını karşılamayı amaçlayarak kapılarını kırsal kesimde yaşayan nüfusa açtığı görülüyor. Kırsal nüfus, ekonomik anlamda yaşadığı çaresizlikten ve köy hayatının zorluklarından bezmiş olup bunu fırsat bilerek köyden kente göç etmeye başlıyor. Dolayısıyla günümüze değin kent halkının çoğunluğunu kırsal kesimden göçmüş bu insanlar oluşturuyor. Filmin biçimsel özelliklerine baktığımızda girişte gözümüze çarpan taştan ve balçıktan


yapılmış köy evleri, engebeli köy yolları, hayvan gücünden faydalanma, köy yaşantısının ince detayları. Bu detaylar seyirciyi ve filmi birbirine yaklaştıran görünmez bağlar. Bilindiği üzere Osman ve Hasan kendi tarlalarını ekip biçen iki kardeş. Osman, tarlasından geçen suyu köylüyle paylaşmak istemeyen egoist, açgözlü bir adam. Kardeşi Hasan ise onun aksine eşitliğe ve adalete önem veriyor. Osman’ın su meselesi yüzünden köylülerden birini öldürmesi üzerine suç Hasan’ın üzerine kalıyor ve Hasan hapse giriyor. Bu fırsattan faydalanmak isteyen Osman, Hasan’ın karısı Bahar’ı taciz etmeye başlıyor. Hapisten çıkan Hasan’ın Osman’ı öldürüp su arkının içerisine atmasıyla son buluyor film. Mülkiyet rejiminin ve kadının toplumsal konumuna yönelik önyargıların son buluşunu temsil eden bu final, ister kentsoylu isterse kırsal kesim için olsun, herkes için evrensel bir değer teşkil ediyor. Güldürmek Ciddiyet İster 1975 yılında Ertem Eğilmez’in yönetmenliğini üstlendiği Hababam Sınıfı dünkü değeri neyse bugünkü değerini de aynı şekilde korumuş, unutulmamış ve insanların hafızasında yer ederek tatlı bir anı olarak kalmayı başarmış bir film. Türk Sineması’nın yüz yıllık tarihi içerisinde belki de en iyi komedi filmi, hatta en iyi filmlerinden biri olmayı başarıyor. Rıfat Ilgaz’ın

unutulmaz eserini beyaz perdeye son derece canlı bir şekilde yansıtan, İnek Şaban, Güdük Necmi, Kel Mahmut gibi karakterlere hayat veren film, bunu eşine az rastlanır bir doğallık ve samimiyetle yapıyor. Karakterler filmin bir parçası değil de sanki aile fertlerimizmiş gibi. Güldürmenin ciddi bir iş olduğunu ve disiplin gerektirdiğini, çektiği filmlerle çok iyi ortaya koymuş bir isim Ertem Eğilmez. Bugünkü komedi filmleriyle kıyaslandığında, Hababam Sınıfı gibi bir filmin kıyısından köşesinden geçen o zamanki Ertem Eğilmez sinemasına yaklaşan bir filmi örnek göstermemiz çok zor. Çünkü

sinemalarda gördüğümüz, birkaç kaba saba ve sulu komediden çok da fazlası değil. Her şeyden önce kaliteli bir öyküye sahip değiller. Bütüne değil parçaya önem vererek güldürmeyi amaçlıyorlar. Belki güldürüyorlar ancak bütün olarak incelediğimizde sabun köpüğünden öteye gidemiyorlar. Oysa Eğilmez, öyküyü bir bütün olarak ele alıyor ve her sahneyi ince ince işliyor. Ortaya çıkardığı sadece bir komedi filmi olmakla kalmıyor, aynı zamanda yer yer dramatik unsurlar da barındıran, sosyal gerçeklere dikkat çeken bir sinema anlayışı geliştiriyor. Bu da bize güldürmenin aslında ciddiye alınacak bir iş olduğunu kanıtlıyor.


Anlatılan Senin Hikayen… Sosyal gerçeklik ve dramatik öğeler üzerinde durmuşken, yeni dönem Türk sinemasından yine aynı eğilimde olan ancak bu sefer toplumsal bir yaraya odaklanan; kara bir darbe sabahının getirdiği travmatik etkileri ve ardından baba-oğul ilişkilerini konu alan bir filmle karşı karşıya kalıyoruz. Babam ve Oğlum kuşkusuz o günleri, ardından getirdiği ruh halini ve hem öznel hem de toplumsal anlamda başa çıkmak zorunda kaldığımız kayıplarımızı en iyi anlatan filmlerden biri. İnandığı şeyler uğruna ailesine karşı gelerek gazeteci olmak için İstanbul’a giden Sadık, aslında ne gidebilmiş ne de kalabilmiş bir karakter. Babasının onun için düşündükleri ise bambaşka. O, oğlunun ziraat mühendisi olup çiftliğin başına geçmesini istiyor ama Sadık bunu kabul etmeyecek

kadar idealist ve yurtsever. Babası ise onunla bir daha konuşmayacak kadar inatçı. Sadık yaşadığı yeri bir türlü sahiplenemeyip eskiyi özlerken arada kalıyor ve bu sırada darbe onun da kapısını çalıyor. Babam ve Oğlum her şeyden önce, Türk toplumundaki baba-oğul arasındaki soğuk ve mesafeli ilişkilere çok cesurca yaklaşır. Bu ilişkinin sadece bir takım fikir çatışmalarından doğmadığını , bizzat bunun babaoğul ilişkilerinin doğasında bulunduğunu açığa vurup ancak özünde baba ile oğul arasında dile getirilemeyecek kadar büyük bir sevginin olduğuna da dikkat çeken bir film. Aynı zamanda Çağan Irmak’ın fantastik dünyasına da ara ara göz attığımız, belki de kendi dünyasından, çocukluğundan izler taşıyan sahneler de mevcut. Dedesinin filmin sonunda Deniz’e hediye ettiği film makinesi, belki de Çağan Irmak’ın kendi yönetmenlik macerasına göz kırpıyor. Kişisel ile toplumsal

olan bir araya geliyor, birlikte dokunuyor. Darbenin insanlar üzerindeki psikolojik ve fiziksel etkisini çok iyi ortaya koyan ve bunu baba oğul ilişkileriyle de çok iyi harmanlayan bir yapımdır Babam ve Oğlum. Her ne kadar dramatik yönü ağır bassa da Ege şivesinin o doğal havasının verdiği bir mizah unsuru da mevcuttur filmde. “Anlatılanlar bizim hikayemizdir”: İzleyici kendisinden parçalar bularak bir an için yalnızlığını unutur ve kimi zaman ufak bir tebessüm ve gözünden akan yaşlar ile filmle kendisi arasında kişisel bir bağ kurar. Bu durumda film sadece yönetmenin ve onu çeken ekibin yapıtı olmaktan çıkarak, toplumsal bir olguya dönüşüyor. Bu da film sahibinin sadece Çağan Irmak değil, aynı zamanda izleyici de olduğunu gösteriyor. Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olsa… Doğu’daki feodal sisteme ve toplumsal koşullara kendi ahlaki kuralları doğrultusunda başkaldırmış “son eşkıya” Baran ve görkemli Beyoğlu’nun varoş semtlerinde mafya ile işbirliği yaparak para kazanmayı amaçlayan Cumali’nin hayatlarının kesiştiği bir Yavuz Turgul filmi var sırada: Eşkıya… Kendi kabuğuna çekilmiş olan Baran, hapiste geçirmiş olduğu uzun yıllar boyunca farklılaşan toplum düzenini yadırgıyor. İstanbul’a geliş sebebi onu sırtından vuran yakın dostu Berfo’yu ve biricik aşkı Keje’yi bulmak ancak bu büyük şehir ona yabancı. Kendisi gibi


bir kez daha içimizde hissederiz. Ertem Eğilmez her ne kadar Yeşilçam dönemiyle anılsa da aslında onun filmlerini bu akımdan ayıran çok önemli özellikler var. Olaylar günümüz Türkiye’sinden farklı bir yerde ve farklı şartlarda geçmez Eğilmez’in filmlerinde. Çocuğun doktora gidip ardından okula geldikten sonra arkadaşlarına söylediği şu sözler, Ertem Eğilmez’in sinemasının ne kadar “bizden” olduğunu ortaya koyar: “Bir şeyim yokmuş, boşuna para tutunamamış ama tutunmaya verdik.” çalışan Cumali’yi, mafya lideri Demircan’ın elinden Filmdeki bir diğer önemli kurtarırken, Demircan’ın nokta, televizyonun ülkemize sarfettiği şu sözler her şeyi girdiği yıllarda, bir çocuğun özetliyor: “Kaldı mı dağlarda ona duyduğu merakın artık eşkıya, emmi, eşkıya nasıl bir sınıfsal gösterge artık şehirde”. Eşkıyalık olarak karşımıza çıktığı... dağlarda bitmiş ancak hırsızlık, Eğilmez bunu öyle ince bir uyuşturucu kaçakçılığı ve şekilde yapıyor ki belli bir benzeri zorbalıklar şehirde kesim televizyona sahip devam etmekte. Yani Cumali olabiliyorken, öteki kesimin aslen modern bir “eşkıya.” “yine mi fasulye yiyeceğiz” diyerek gelir dağılımındaki Doğu insanının hayata bakışını eşitsizliğe vurgu yapması, kaba yeniden sinemamıza kazandıran sloganlara gerek duymaksızın Yavuz Turgul, geçmişe has popüler bir anlatıda da eleştiri temiz ahlaki değerlerini yapılabileceğini gözler önüne sürdürmekte olan Eşkıya seriyor aslında. karakteriyle, aslen değerlerini Çocuk televizyonun geleceği ve ahlakını yitirmekte olan bir günleri umut içinde beklerken, toplumun portresini sunuyor tüm film boyunca ağabeyi ve bizlere. Bizim onu en iyiler arkadaşları kardeşlerinin listesinde seçmemiz izleyiciler son isteğini yerine olarak filme verdiğimiz en getirmek için çıkış güzel cevap oluyor. yolları ararlar. Sonunda bir televizyonu çalıp Taş Olsa Ağlar çalıştırırlar. O an o kadar mutludurlar ki… Ancak Canım Kardeşim filmi deyince çocuğu uyandırmaya aklımıza gelen ilk şeylerden gittiklerinde çocuk biri Cahit Oben’in bestelediği uyanmaz, artık büyük ve filmin dramatik tarafını ağır uykudadır. Ertem Eğilmez, kılan o unutulmaz müziktir. bir çocuğun televizyon Bu müziği ne zaman duysak, sevdasını ele alarak birçok alt kesimden gelen o fakir filminde olduğu gibi yine insanların çaresizliklerini örtük olarak toplumsal şartlara

değiniyor ve bu filmiyle dramatik yapıyı da oldukça iyi kurarak sinemamızın başyapıtlarından birini sunuyor. Sonuç olarak anket içerisinde ilk 5 içerisine giren bu filmler, özünde toplumdan ve bu toplumun insanından, insani değerlerinden parçalar taşıyan, kimi zaman güldüren kimi zaman ağlatan, aynı zamanda hoş vakit geçirten, televizyonda ya da başka bir yerde rastladığımızda izlemeden geçemediğimiz yapımlar. Bu ve bu gibi anketlerin bize gösterdiği bir başka gerçek ise gişelerde izlenme rekoru kıran filmlerin bu listede çok fazla yer bulmadığı. Bu da bize bir daha gösteriyor ki bir filmin çok izlenmesi ve rağbet görmesi o filmin iyi bir film olması için yeterli bir sebep değil. Bununla birlikte sinemanın sadece bir eğlence aracı olmadığı, kültür ve sanat boyutunun da olduğu ortaya çıkıyor. Her şeyden öte, bu listenin bize dediği, bir yaşam biçimi olarak sinemanın yaşamlarımız, yaşamlarımızın da beyazperde üzerinde bir iz bıraktığı...


ASIRLIK BİR ASIRLIK BİR Ç

TÜRK SİN

TÜRK SİN Haber: Esra ERDEM, Davut ÖNGEN


ÇINAR AĞACI ÇINAR AĞACI

NEMASI

NEMASI Bu yıl Türk Sineması’nın 100. yaşını kutluyoruz. Bu süre zarfında toplumsal, siyasi ve kültürel anlamda birçok olaya şahit olmuş, krizlere ve buhranlara rağmen hep öyküler anlatmayı sürdürmüş, izleyiciyle bağ kurmaktan asla vazgeçmemiş bir sinema Türk Sineması… İşte size sevapları ve günahlarıyla bir asırlık Türk Sineması’na dair kısa bir panorama…


dosya objekTİF Sayı 2 / Haziran 2015

44 Bu yıl Türk Sineması’nın 100. yaşını kutluyoruz. Bu süre zarfında toplumsal, siyasi ve kültürel anlamda birçok olaya şahit olmuş, krizlere ve buhranlara rağmen hep öyküler anlatmayı sürdürmüş, izleyiciyle bağ kurmaktan asla vazgeçmemiş bir sinema Türk Sineması… Yeşilçam’ın hafızalara kazınmış, zaman zaman bizi gülümseten imgelerini unutmak ne mümkün! Buna rağmen, 100 yıl boyunca bu sinemada nelerin değişmediğini görmek, belki de en önemlisi. Geldiği yaşa rağmen, aynı olgunluğa kavuşabilmiş bir sinemadan söz edebilir miyiz? Bu soruyu biz cevaplamayalım, gelin yanıtı siz bulun. İşte size sevapları ve günahlarıyla bir asırlık

Türk Sineması’na dair kısa bir panorama… Bir Sinema Doğuyor Her ülkede sinemanın başlangıç tarihi kesin bilgilere dayansa da, Türk Sineması için aynı şeyi söylemek ne yazık ki mümkün değil. Kimi yazarlara göre sinema Türkiye’ye Bertrand’ın Osmanlı sarayına gösterime soktuğu bir filmle, kimine göre bir Fransız ressamın gösterisiyle, kimi araştırmacılara göre ise Sigmund Weinberg’in çektiği filmle giriyor. Bugüne değin yapılan araştırmalarda henüz kesin bir tarihe varılmış değil. Sinemanın Türk izleyicisiyle ilk karşılaşmasına dair Ercüment Ekrem Talu şöyle diyor: “Avrupa’nın bir yerinde


İlk örneklerin ardından gelişen süreçte sinemamız, neredeyse 30 yılı aşkın bir süre tiyatronun etkisi altında kalıyor ve sinemaya özgü bir dil gelişemiyor. Sinema o yıllarda bir merak, yeni bir

dosya

verilen tepkinin ne denli evrensel olduğunu bir kez daha ortaya koyuyor. Kesin bilgilere dayanmasa da bugün resmi tarih, Türk sinemasının başlangıcını Fuat Uzkınay’ın çektiği Ayastefanos’taki Rus Abidesi`nin Yıkılışı filmine dayandırıyor. Buradaki muğlaklığın sebebi, sinemamızda karşılaştığımız arşivleme sorunuyla ilgili. Sinema çalışmalarında tarihe olan ilgisizlik, arşiv araştırmalarının meşakkatli bir iş olması bu sorunun temel nedenleri.

45 objekTİF Sayı 2 / Haziran 2015

bir istasyon, bacasından fosur fosur kara dumanlar savuran bir lokomotif peşinde takılan vagonlar duruyor. Rıhtım üzerinde telaşlı telaşlı insanlar gelip gidiyor. Ama ne gidiş geliş! Hepsi sara nöbetine tutulmuş kalmış sanırsınız. Hareketler o kadar hızlı ölçüsüz ve acayip ki... Tren kalktı bittabi sessiz sedasız. Aman ya Rabbim! Üstümüze doğru geliyor. Trenin perdeden fırlayıp seyircileri çiğnemesinden korkanlar ihtiyaten yerlerini terk ettiler galiba. Hani ben de korkmadım değil; lakin merak galip gelip beni iskemleye mıhladı. Bereket versin ki tren çabuk geçti... Gitti.” İzleyicileri dehşete düşüren bu filmin Lumiere Kardeşler’e ait olduğunu siz de tahmin edersiniz. Filmle gerçekleşen bu ilk karşılaşma, gerçekliğin yeniden üretimine


dosya

heves. Emeklemeye yeni yeni başlayan Türk sineması için tiyatro bir tutunma noktası sağlıyor. Belki de bunun sorumlusu görülen “tek adam” Muhsin Ertuğrul, sinema yerine kamera aracılığıyla yapılan bir tiyatro sunuyor izleyiciye. Melodramların hakim olduğu, son derece teatral bir sinema onunkisi. Türk film geleneğinin iliklerine işlemiş bir anlatı formatının kurucusu olan Ertuğrul, aynı zamanda “sinemamızın ilkleri”ni de getiriyor. İlk Türk kadın oyuncular, ilk gerilim filmi, ilk sesli ve hatta ilk renkli film… Yine de Türk Sinemasındaki “görüntülerle anlam yaratma” sorunu ve sektörel problemler daha o yıllardan başlıyor.

objekTİF Sayı 2 / Haziran 2015

46

sinemada bir geçiş dönemi yaşıyoruz; savaş ve ekonomik krize rağmen, sinemaya verilen emek anlamında kendisinde devinme gücünü bulan bir dönem bu. “Batı’yı görmüş” iyi eğitimli gençlerin Muhsin Ertuğrul’un erkini yıktıkları 40’lı yıllar izleyiciyle “gerçek bir sinema”yı buluşturma derdinin yavaş yavaş egemenlik kazandığı bir dönem. Ne var ki bu dönem, aynı zamanda halen aşamadığımız bir problemin de başlangıç yılları oluyor. Sinema her ne kadar 40’lı yılların başında devlet desteği görmüş olsa da sansüre uğramaya başlıyor. Sansür meselesi, II. Dünya Savaşı’nda tarafsızlığını korumaya çalışan bir ülkenin aldığı önlemler şeklinde görülse de daha sonrasında Türk Sinemasına Bir sinemamıza deyim yerindeyse Karabasan Dadanıyor: musallat oluyor. Satır aralarında Sansür kalan yasal açıklamalar ya da boşlukların neredeyse keyfi 40’lı yıllara gelindiğinde bir şekilde uygulanmasının


dosya

sonucunda, cesaretini henüz toplamış olan Türk sinemasının şevkini kırıyor. Bu konuda belki de Metin Erksan sineması tarihi bir öneme sahip. Daha çektiği ilk filmle başı sansürle derde giren Erksan, sansürün ne denli absürt boyutlarda yaşandığının en güzel kanıtı. Erksan’ın ilk filmi olan Karanlık Dünya’nın, isminin umutsuzluk ve depresiflik aksettirmesi nedeniyle sansürlenmesi, ardından tarladaki ürünleri cılız gösterdiği gerekçesiyle sahnelerin kırpılması durumun vahametini gözler önüne seriyor. Sonraki süreçlerde de sansür, yönetmenlerin elini ayağını bağlayan bir işlev görüyor.

50’li yıllara geçtiğimizde ise sinema artık kendini toparlamaya başlıyor ve yerli sinemaya özen gösteriliyor. Böylece sinema artık bir hobi, birkaç heveslinin uğraştığı bir zanaat olmaktan çıkıp iş kolu haline geliyor. Artık sektörel bazda kimi gelişmeler mevcut. 50’lerden 80’lere kadar varlığını sürdüren ve aslen adını İstanbul’daki bir sokaktan alan “Yeşilçam”ın doğduğu tarihler bunlar. Son derece naif, suya sabuna dokunmayan, yaşanan onca politik ve toplumsal olaya rağmen her şeyin tozpembe olduğu, biraz ağlatıp hemen sonra tebessüm ettiren bir sektör Yeşilçam. Ardı ardına çekilen filmlerle neredeyse bir patlama yaşanıyor. Hatta dönemin önemli ismi Sefa Önal, 400’ün üzerinde senaryosu ile Guinnes Rekorlar Kitabı’na giriyor.

anlayan ve görüntüyü anlam için kullanan yönetmenler de bu tarihlerde çıkıyor. Kendi sinema dillerini oluşturmaya çalışan yönetmenler onlar: Ömer Lütfi Akad, Metin Erksan ve Memduh Ün...

Akad’ın deyimiyle 50’ler sinema için konuşmanın öğrenildiği yıllarsa, 60’lar da ne söyleneceğinin öğrenildiği yıllar. 50’li yıllardan farklı olarak bu dönemde hem modern hem de ulusal bir sinemanın nasıl ortaya çıkartılabileceği tartışılıyor. Bu dönemde etkin olan toplumcu gerçekçilik en çok Ömer Lütfi Akad, Ertem Göreç, Metin Erksan, Duygu Sağıroğlu gibi isimleri etkiliyor. Toplumcu gerçekçilik yalnızca bir stil olarak da kalmıyor, sistem üzerinden eleştiriler yapılıyor. Yine de sinemamız Yeşilçam’ın sipariş filmlerinin üzerinde esen bu taze bahar yanında bağımsız bir ruhla havası çok sürmüyor. Bir yandan çalışan, sinemayı sanat olarak yapımcıların gişe başarısı

47 objekTİF Sayı 2 / Haziran 2015

Sinemacılar Kuşağı


yüksek olan filmlere yönelmesi, izleyicinin beklentilerine öncelik verilmesi, diğer yandan siyasi karışıklıklardan doğan huzursuzluk gibi nedenlerle toplumcu gerçekçi yönetmenler sıkıntı içine giriyorlar. Üstüne üstlük sansür sorunu şiddetlenerek artıyor. Örneğin, dönemin ve Metin Erksan’ın en önemli filmlerinden biri olan Susuz Yaz, yine ağır bir sansüre uğruyor. Halit Refiğ’in, “ulusal sinema” kavramını ortaya atması da belki bundan kaynaklanıyor. Yeşilçam’ın üretim sistemiyle barışmayı öneren, sansür belasından kaçmak için çareler arayan bu filmsel eğilim, belirli ölçüde toplumcu gerçekçi sinemayı uykuya daldırıyor.

Güneyden Gelen Yalnız Adam 70’ler sineması da diğer dönemler gibi ülkenin siyasi ve toplumsal yapısından oldukça etkileniyor. Keskin hatlarla çizilmiş, kutuplara bölünmüş bir Türkiye var artık. Bir kaos ortamı hakim o yıllarda. Sokaklara çıkmayı bırakın insanlar evlerinin balkonlarına, camlarına çıkmaya bile korkar olmuşlar. Sektörün politikası hep “aile filmleri” üzerine kurulu olduğundan, Yeşilçam’ın öz izleyicileri de yavaş yavaş terk ediyorlar sinema salonlarını. Öte yandan döneme damgasını vuran televizyonun hayatımıza, evlerimizin baş köşesine yerleşmesi de sinemaya kan kaybettiriyor. Sinema git gide


Sinemaya Vurulan Darbe Türkiye, 12 Eylül 1980 darbesiyle sadece siyasi değil, ekonomik, toplumsal ve kültürel anlamda da ciddi bir buhrana giriyor. Zaten ülkedeki mutsuzluğun ve umutsuzluğun tercümesi haline gelen arabesk şarkıcıların yer aldığı yapımlar ve onların çilekeş karakterleri, yaşanan işkence ve kıyımları nasıl dillendirsin? Darbeyle birlikte yeni oluşan aydın sınıfın güç kaybetmesi, total olarak sinema emekçilerinin dosya

İşte bu ortama yeni bir soluk getiren, güneyden gelen adam Yılmaz Güney’in sineması oluyor. Ömer Lütfi Akad’ın babalığını yaptığı ve Yılmaz Güney’in öncü olduğu bir sinemadır 1970’lerin Türk Sineması. Yılmaz Güney, politik meselelere cesurca el atan, toplumsal mesajlar içeren filmler yapıyor ve ondan cesaret alan yeni bir sinemacılar kuşağının gelişmesine katkı sağlıyor. Şerif Gören, Erden Kıral, Yavuz Özkan hep onun izini sürüyor. Devrimci sinemanın nasıl olması gerektiğini ele alan, görüntüleri ve öyküleriyle dönemin en iyi ama ideolojisi nedeniyle en tartışılan isimlerinden biri oluyor Yılmaz Güney. Ardında Umut, Arkadaş ve Yol gibi başyapıtlar bırakan bu eşsiz sinemacıyı belki en iyi anlatan sözler şunlar: “Parlak bir sinemacı ve sanatçı, hiçbir zaman amatörlüğün ötesine geçememiş bir siyasetçi, her şeyini kitlelerle paylaşmaya can atan bir “biz” ve çıkardığı siyasi dergiye Güney ismi verecek kadar bireyci bir “ben”… İnsanları barışa, sükunete, okumaya, sevgiye çağıran bir derviş. Bütün

bunların sonucunda mutlak bir yalnız adam.”

49 objekTİF Sayı 2 / Haziran 2015

güç kaybetmeye başlıyor. Ayakta kalmayı becerebilen güçlü sinemacılar da sektörü canlandırmak, izleyiciyi sinemaya çekebilmek için güldürüler ve (dönemin sonlarına doğru) arabeske yöneliyorlar. Ayakta duramayan sinemacılar ise durumlarını güçlendirmek için erotik filmlere ya da avantür sinema örneklerine imza atıyorlar. Karşımıza günü kurtarmak için akıl yoran bir Yeşilçam sineması çıkıyor.

hapishanelere atılması, öte yandan televizyonun tek hakim anlatı merkezi haline gelmesi, kendi özgün dilini henüz kurabilmiş bir sinemaya balta vuruyor. Yine de siyasi arenadaki bütün karmaşaya karşın, Yeşilçam anlayışının yıkılmasıyla birlikte erkek egemen bakışından sıyrılma şansı bulan kentli kadınlar sahneye çıkıyor ve


dosya objekTİF Sayı 2 / Haziran 2015

50

onların özgürlüğünü ifade eden ‘’kadın filmleri’’ çekiliyor ardı ardına. 1990’lardaki ana akım Türk filmlerinde ise erkek karakterler, erkek dostluğu üzerinden güçlerini tekrar göstermeye başlıyorlar. Örneğin, Mustafa Altıoklar İstanbul Kanatlarımın Altında (1996) filminde dört erkeğin iktidarı devirme cesareti bulmasını, Yavuz Turgul Eşkıya’da(1996) iki erkeğin ölümüne dostluğunu destansı bir şekilde beyaz perdeye aktarıyor. Bu filmlerde erkek dayanışması boy gösterirken, kadınlar geri planda kalıyor. Kadın karakterler ya yabancı uyruklu ya da erkekleri kötü yola düşüren karakterler olarak kullanılıyor. Öyküler hep kadını yok sayıyor; kadınlar hep susturulmuş, küçük düşürülmüş, dilsiz bırakılmış tıpkı Eşkıya’nın Keje’si gibi. Sessizlik ve çıkışsızlık hissinin hakim olması, 80’li yıllardaki krizin atlatılmadığının bir göstergesi belki de. Ülkedeki siyasi, ekonomik, toplumsal sorunlar film karakterleri üzerine yansıyor. Bu yüzden sinemamız, modern hayatın hızına yetişemeyen, topluma uyum sağlayamayan, yalnızlığın getirdiği melankolik ruh halinden gizliden gizliye keyif duyan karakterleri ön planda tutuyor. Yine de 1990’lı yıllarda Türk sineması, uykulu halinden sıyrılmaya ve silkinmeye başlıyor. Üzerinden darbe geçmiş bir toplumdaki apolitik ruh halini taşıyan filmlerle birlikte, kimi politik kavramları özel alana taşıyan ve temelde kişisel bir sinema dili inşa etmeye çalışan yönetmenler de yok değil. Hem insanın varoluşsal sorunlarını hem de temelde

otorite ve orta sınıf meselesini tutunamayanlar üzerinden tartışan Zeki Demirkubuz, aslen 2000’li yıllarda kendisini gösterecek olan toplumsal ötekilerin temsilini masaya yatıran Yeşim Ustaoğlu, bitmek bilmeyen insan sevgisini filmlerine yansıtan Derviş Zaim bu dönemin en yaratıcı isimleri olarak karşımıza çıkıyor. Taşrayla Kurulan Gel-Gitli Bir Bağ 2000’lere geldiğimiz ise kamera yüzünü Batı’ya dönmüş ama öykülerin hep taşrada geçtiğini görüyoruz. Aslında taşra Türk sineması için hep bir kafa karışıklığı demek. En başından bu yana köyde geçen hikayelerde ağalar hep kötü, halk ise masum ve iyi. Taşra ya saflığın, samimiyetin, dayanışmanın merkezi ya da ikiyüzlü ahlakın, donukluğun ve durağanlığın evi. Sözgelimi 80’lerde Ömer Kavur’la birlikte taşranın tekinsizliği ile karşılaşıyoruz. Taşra artık bir korku eşiğine dönüşüyor, Yusuf ile Kenan’da örneğin, kan davası, kırık bir aşk hikayesi, çevre baskısı ve imkansız bir aşkın geçtiği bir mecra


dosya

asla bırakmamış, tam olarak teslim olmamış bir sinema Türk sineması. Dahası Ömer Lütfi Akad, Metin Erksan, Yılmaz Güney gibi ustaları çıkarmış, bugün ise adı Bergman’la birlikte anılan Nuri Bilge Ceylan gibi yeni yönetmenleri içinde barındıran bir ülke sinemasından bahsediyoruz. Hep aynı sorunları Sonuç Yerine… konuşuyor olsak bile, umut etmek için çokça nedenimiz Soluksuz bir şekilde özetlemeye var… çalıştığımız bu panorama içinde Türk sinemasının gerçekten Kaynakça olgunlaştığını söyleyebilir KARA, Mesut, Sinema ve 12 Eylül, miyiz? Belki evet ama mevcut Agora Yay., İstanbul, 2012 sorunları halen çözebilmiş de SCOGNAMİLLO, G., 80’lerden değiliz. Özellikle 1980 sonrası Günümüze Türk Sineması, Kabalcı, sektördeki bunalımı tam olarak İstanbul, 2014. atlatabildiğimizi söyleyebilir miyiz? Ya da sansürün daha içselleştirilmiş bir şekilde yani oto-sansür olarak karşımıza çıktığını inkâr etmek mümkün mü? Yine de aldığı onca darbeye rağmen yaşam mücadelesini

51 objekTİF Sayı 2 / Haziran 2015

halini alıyor. 90’lardan günümüze kadarki sürede ise “taşraya dönüş” baskın bir tema olarak belirginleşiyor. Nuri Bilge Ceylan’ın, Semih Kaplanoğlu’nun başı çektiği bu taşraya dönüş hareketinde, karakterler hem merkeze göre taşra, hem de hayatın taşrası..


dosya

Bilge’ni objekTİF Sayı 2 / Haziran 2015

52

Cannes’dan Altın Palmiye ile dönen Kış Uykusu’nun Oscar’a aday olmamasının getirdiği şaşkınlığı henüz atlatamamış olabiliriz, ne var ki film yurt dışında çokça konuşulacağının sinyallerini veriyor.

Yazı: Murat KORKMAZ

Birçok eleştirmen tarafından başyapıt kabul edilen Kış Uykusu, yönetmenin diğer filmlerinde olduğu gibi yine Çehov’dan izler taşımakta. Aslında bu etkinin “izlerin” ötesine geçip filmin belkemiğini oluşturduğunu bile söylemek mümkün. Nuri Bilge Ceylan, daha önce Kasaba filminde denediği ancak pek de başarılı olamadığı “Çehov etkisini” ileri götürüyor ve o zaman için belki de mümkün olmayan ancak o günlerden beri kafasında dönüp duran bir projeyi; Kış Uykusu’nu çekerek bugün amacına ulaşıyor. Kış Uykusu ile yönetmenimiz, sinemasını bir adım daha öteye taşımayı başarıyor.

Egoist Bir Adam Mayıs Sıkıntısı’nda Muzaffer’in kendi filminin son sahnelerini çektiği, Saffet’in de düşüncelere daldığı bir sahne vardır. Muzaffer kendi filmini çekerken, Saffet filmin bir parçası olduğunu unutarak uzaklara doğru dalıp gider. Aslında bu noktada Saffet biraz da kendi geleceğine bakmaktadır. Arka fondaki belli belirsiz konuşmaların dışında, sahnede hiç diyalog yoktur. Saffet’in o anda ki bakışından ve Muzaffer’in uğraşından ne olup bittiğini ve ne hissettiklerini anlayabiliriz. Tek başına bu sahne bile Nuri Bilge Ceylan sinemasının en temel özelliklerini sunmaya yeter. Nuri Bilge’nin filmografisini


Ancak Kış Uykusu’nda daha farklı bir durum söz konusu. Kendi “erken” döneminden izler taşıyan, yine de bildiğimiz, alıştığımız Nuri Bilge filmlerinin dışına çıkan bir yapıttan söz ediyoruz. Diyalogların artışı ve görüntünün ara ara müzik gibi öğelerle desteklenmesi, filme edebi bir havanın da hakim olmasını sağlıyor. Bunun ötesinde yönetmen, diğer filmlerine nazaran izleyiciyi

farkında olmaksızın bir empati sürecine sokuyor ve bir anda kendimizi başta Aydın olmak üzere, karakterlerin yerine koyuyoruz. Daha önceki filmlerinde hakim olan mesafe duygusunun yerine ister istemez özdeşleşme süreci geçiyor, neredeyse her bir karaktere yaklaşıyor, onların dünyasına misafir oluyoruz. Bu da aslında Nuri Bilge Ceylan’ın en başından beri yapmayı sevdiği bir şey: İnsan psikolojisinin derinliklerine sızarak bazı davranışların asıl nedenlerini tartışmaya açmak ve daha da önemlisi insanın karanlık taraflarını hesaba katmak. Bu bağlamda Kış Uykusu farkını daha açılış sahnesinden belli ediyor. Yönetmen, sakin ve insanı düşüncelere sevk eden bir sahne yerine, daha aksiyon yüklü ve izleyiciyi daha ilk sahnelerden filmde tutmaya çalışan bir açılışı tercih ediyor. Her şey bir çocuğun attığı taşla başlıyor ama o yalnızca bir arabanın camını değil, belki de yaşamlardaki bir kırılmayı

53 objekTİF Sayı 2 / Haziran 2015

ele aldığımızda, genellikle az diyaloglu ancak görüntülerin tek başına ayakta durabildiği yani diyalog, ses ve müzik gibi öğeler olmadan da çok şey anlatabilen bir sinemadan bahsediyoruz. Özellikle ilk filmlerinde, herhangi bir şeyi diyaloglarla yansıtmaktansa derdini, fotoğraf sanatının olanaklarından da yararlanan yoruma açık görüntüler sunarak anlatır. Bu onun filmlerinin farklı yorumlanabilmesine de olanak sağlar. Kısaca diyalogdan çok görüntüyle öne çıkan anlatılardır, Nuri Bilge Ceylan filmleri.

dosya

in Kış Uykusu


dosya objekTİF Sayı 2 / Haziran 2015

54

temsil ediyor. Görünürde Hidayet ve İsmail’in arasında geçen bol küfürlü ve tehdit dolu konuşma, Aydın’ın çevresiyle geliştirdiği sorunlu ilişkiler hakkında küçük bir ipucu aslında. Nuri Bilge Ceylan, filmin ilerleyen sahnelerinde bu çatışmanın ne boyutlara ulaştığını ve aslında sorunun ne denli köklü olduğunu, romanesk bir atmosfer eşliğinde veriyor. Mevcut problem berraklaştıkça, Aydın da yavaş yavaş “koza”sından çıkıyor. Aydın, Göreme’de yerel bir gazetede köşe yazıları yazan, aynı zamanda turistik bir mekân işleten, başlangıçta kibar, kültürlü ve yardımsever bir profil sunuyor. Bir zamanlar oyunculuk yaptığı kentten belli ki küskün ayrılmış ama birikimini boşa harcamamak adına şimdilerde Türk tiyatrosuyla ilgili bir kitap yazmaya çalışan bir “aydın” figürü. Adından da anlaşılacağı gibi, Aydın belki de Türk entelektüelinin bir alegorisi. Bu nedenle kız kardeşiyle tartıştığı o uzun sahnede, Nuri Bilge,

Türk aydınına dair düşüncesini duyurabiliyor; kendisine söylendiği gibi “acı çekmemek için kendini kandırmayı tercih eden” bir karakter sunuyor Aydın. Tüm hayal kırıklıklarını, yarım kalmışlıklarını, kendisine gösterilen yapmacık saygıyla savuşturmaya çalışması da bundan. Kırgınlıklarıyla bilenmiş, belki de hınçlanmış olan Aydın, tıpkı filmin ilk sekansında olduğu gibi sırtını olup bitenlere dönüyor. Şişkin egosu çevresine sınır çekiyor, kendisi de kabuk bağlamış olan dünyasına çekiliyor. Oysa bu dünya, bir çocuğun elinden çıkan küçük bir taş parçasının isabetiyle tuzla buz olacak denli kırılgan. Kendi ördüğü kozasına isabet eden taş, o sert kabuğunu çatlatıyor. Girdiği ego mücadelesi ise kendi kontrolünü yitirmesiyle sonuçlanıyor. Kendisini kandıran, başaramadıklarını içine atan, yazmakta olduğu yerel gazetede kurduğu krallığıyla avunmaya çalışıp geçmişte başaramadığı ve şimdi de yapmaya gücünün yetmediği


Yüzleşme “Eylemlerimizin içinde, küçük de olsa hep başka hesaplar olduğunu düşünüyorum ve bunların verilmesi gerektiğini düşünüyorum” diyor Nuri Bilge Ceylan. Onun Cannes Film Festivali’ndeki basın toplantısında verdiği bu cevaptan yola çıkarak şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Yönetmenimiz, sadece sözcüklerden yola çıkarak bir anlatı kurmak yerine, daha çok sözcüklerin ardındaki gizemi keşfetmenin, yani biraz da söylenemeyenin peşinde. Ya da herhangi bir eylemin nasıl yapıldığıyla değil de neden yapıldığını sorgulamakla,

“Artık yaşlandım mı, kafayı mı oynattım yoksa başka bir adam mı oldum? Nasıl istersen öyle düşün. Bilemiyorum…

dosya

bunu yaparken de bir yargıya varmamakla ilgileniyor. Aydın’ın insanları kendinden nasıl uzaklaştırdığı ve nasıl itici bir hale getirdiğinin sırrı, onun dilinde, kurduğu cümlelerde yansıyor. Filmin adeta romanı andıran bir tada sahip olmasının nedenlerinden biri de bu. Aydın’ı, kardeşi, karısı ve hatta İsmail’in ailesi için bile çekilmez bir karakter yapmak; kısaca Aydın’ın o tatlı ama katlanılmaz dili filmi romana yaklaştırıyor. Bu elbette filmin diyaloglarının neden arttığının da cevabı ama bundan öte diyalogların filme nasıl bir anlam kattığı daha önemli. Nuri Bilge Ceylan filmlerinin fotoğrafımsı halleri, Kış Uykusu’nda da mevcut ama yönetmen bu kez diyalogların yoğunluğunu arttırarak, ibreyi doğrudan seyirciye çeviriyor ve karakterlerle empati kurulmasını istiyor. Bu yöntem, Aydın’la kendi aramızda bir köprü oluşturuyor.

55 objekTİF Sayı 2 / Haziran 2015

projeleri göz ardı eden Aydın, kendisi gibi “aydınların” içine çekildiği uykuyu resmediyor. Sadece kendisi değil, kardeşi ve karısı da aynı şekilde yaşadıkları mekanın o karanlık atmosferi içinde, içlerine kapanıp bir uykuya dalmış durumdalar. Ama her uyku gibi, karakterlerin de uyanacağı bir gün, bir “aydınlanma” geliyor.


dosya objekTİF Sayı 2 / Haziran 2015

56

Ama birkaç gündür içime yerleşen yeni adam gitmeme izin vermiyor. Ne olur sen de gitmemi isteme.” Aydın’ın son sahnede eşi Nihal’a bakarak söylediği, daha doğrusu içinden geçirdiği bu sözler, onun bir an için kendisinin farkına vardığına işaret ediyor. O melankolik ve ahenk içinde söylenen sözlerin ardından, Aydın öyle bir rahatlıyor ki hep istediği kitabı yazma gücünü kendinde buluyor ve çalışma masasının başına geçerek eserinin başlığını atıyor. Film bittikten sonra aklımız da bazı sorular takılı kalıyor. Aydın o sözleri gerçekten söyledi mi? Eğer söylediyse ya da kendi durumunun farkına vardıysa daha sonra ne oldu? Nuri Bilge Ceylan’ın da dediği gibi “Her şey her yere gidebilir”. Yani Aydın bir süre sonra yine eski haline dönmüş olabilir ya da kendi bencilliğinin ve egosunun farkına varıp bunları bir daha tekrarlamamış olabilir. Bunlar çok da önemli değil. İşte Nuri Bilge’nin yapmayı istediği şey bu; filmlerini açık uçlu bırakarak izleyiciyi düşüncelere sevk etmek ve bu yolla izleyicinin

kendisiyle yüzleşmesine olanak sağlamak. Sinemanın, en azından kendi sinemasının asıl amacının sanat yoluyla bir şeyler anlatmak olduğuna ve bu yolla kendimizle yüzleşmemizi de sağlayarak bir takım şeylerin değişebileceğine inanıyor Nuri Bilge Ceylan. Kış Uykusu’nda da bu geleneği bozmuyor ve toplum içindeki zıt kutupları bir araya getirerek, bunu sosyal ve psikolojik bir çatışma olarak sunuyor. Bunu yaparken de incelikli anlatımından ödün vermiyor. Tıpkı Kış Uykusu’nda Aydın ile imam arasında geçen sahnede dikkatimizden kaçmayan o ayrıntı gibi: İmamın ayakkabılarını kapının önünde görüp kenara iten Aydın, toplumsal katmanlar arasında gizli gizli işleyen kutuplaşmaların aslında nerelerden kaynaklandığına dair çok şey söylüyor. Ne var ki Nuri Bilge Ceylan, bu noktada doğrudan bir şey söylemektense, sözü sinemanın en temel işlevine, “görüntülerin diline” bırakıyor.


KEMENÇE KEMENÇE

Yazı: Cüneyt ÖZDEMİR, Ayşe FİL Fotoğraf: Mustafa TURP


müzik

Üç Tel ve Bir Yayın Anlam Yüklü Bütünü

objekTİF Sayı 2 / Haziran 2015

58 Üç tel, bir yay… Bir bütün oluşturmak, bu bütünü anlamlara bürümek ve anlamı olabildiğince somut hale getirip yaşatmaktır. Etkilemek ve etkilenmektir oluşan bütünlüğü yaşatmak. Yaşam içerisinde insanın, nice emeği, nice umudu vardır. Toplumlar yılmadan, usanmadan özüne olabildiğince bağlı kalıp kültürünü yaşatma eğiliminde bulunmuşlardır. Yaşanılan bölgeye, özellikle de Karadeniz’e ait özelliklerin yansımasıyla oluşmuştur kemençe. Her telinde ayrı bir ses, her parçasında ayrı bir anlam taşımaktadır. Nice besteler yapılmıştır sevdaları anlatan, acıları anımsatan, gurbetteki insanlara seslenen ve duyguları dile getiren. Bunu en iyi biçimde icra eden eski üstatlar, kemençeyi benimsemiş ve bugüne kadar gelmesine

olanak sağlamışlardır. Yöre insanı, gurbetten sılaya olan özlemini, Karadeniz’in hırçın dalgalarından sevdalarına kadar en içten duygularını anlatmayı kemençe sayesinde başarmıştır. KEMENÇE TARİHİ VE KULLANILDIĞI YÖRELER İnsanlar tarih boyunca kültürlerini yaşadıkları coğrafyaya götürmüşlerdir. Bu, bütün tarih boyunca böyle olmuştur. Kemençe öncelikle, Orta Asya’dan Kıpçaklar tarafından Karadeniz bölgesine getirilmiştir. Daha sonrasında ise bölgeye gelen Çepni boyu tarafından benimsenmiş ve bölgede sevilen bir çalgı olmuştur. Orta Asya’dan gelen kemençenin köken olarak adı nın oklug-okluk-ıklıg-gıcak gibi çalgılar olduğu varsayılmıştır.


BİR KEMENÇE ORTAYA ÇIKAR?

NASIL

Kemençenin yapımı konusunda araştırma yaparken kendimizi, Giresun Görele’de ikamet eden kemençe ustası Ziya Patan (Şadi)’ın kemençe atölyesinde bulduk. Yaptığımız söyleşide bize kemençe ile ilgili tüm bildiklerini içtenlikle anlattı. Kemençeye merakınız zaman başladı?

ne

Meslek hayatıma ilk olarak iş makinası operatörlüğü ile başladım. Tabii yaş ilerleyince ve emeklilik zamanı da yaklaşınca hayatımda biraz değişiklik olsun istedim. 1963-1964 yıllarında büyük kemençe üstadı olan Esat Somuncuoğlu’na özenerek kemençeye merak saldım. Bu iş tamamen el sanatı ve el becerisidir. Daha önceleri

müzik

Anadolu’da Toroslar’da da var olmasına karşın, kök saldığı ve kendini geliştireceği ortamı Doğu Karadeniz’de bulmuştur. Bu nedenle adına, diğer kemençe türlerinden (Klasik kemençe, Yörük kemençesi gibi) ayrılması maksadı ile Karadeniz kemençesi denilmektedir. Kemençe, Doğu Karadeniz’de yetişen her ağaçtan yapılabilir ama genellikle tercih edilen özel ağaçlardan imal edilir. Bölgede ağaç çeşitliliğinin fazla olması buraların kemençe yurdu olmasında etkilidir. Türkiye’de üç çeşit kemençe vardır. Birincisi, klasik kemençe... Üç telli klasik kemençenin gövdesi yarım armuda benzediği için bu çalgıya “armudi kemençe” de denilmektedir. İkincisi, Güney Anadolu Türkmenlerinin çalgısı olan Türkmen kemençesidir. Üçüncüsü ise Karadeniz kemençesidir.

59 objekTİF Sayı 2 / Haziran 2015

Bu isimler arasında genellikle ıklığ adı ön plana çıkmıştır. 14. yüzyıldan sonra ise ıklığ ismi değişerek “kemençe” olmuştur. Bunun sebebi ise kimi görüşlere göre göçebe yaşayan Türklerin, Farsçanın egemen olduğu topraklar üzerinden geçmesi ve bu dilin etkisinde kalmasıdır. Kemençe sözcüğü, Farsça “keman” sözcüğü ile Türkçenin “-çe” küçültme ekinin birleşmesiyle meydana gelmiştir. Bu nedenle kemençe sözcüğü benimsenip zamanla ıklığ adı unutulmuştur. Kemençe 19. yüzyıla kadar sadece Karadeniz’de kullanılan bir çalgı türü olmuştur. Cumhuriyetin ilanından sonra 1923 mübadelesiyle kemençe kültürü , Karadeniz bölgesinden Yunanistan’a Rumlar tarafından götürülmüştür. Bu mübadele nedeniyle de bir dönem Rumlar, kemençenin kendi kültürlerine ait olduğunu savunmuşlardır. Yapılan araştırmalara göre kemençenin Orta Asya’dan Kıpçaklar tarafından getirildiği günümüzde artık kesin olarak bilinmektedir. Kemençe,


kemençe yapmak yerine kasetle, plakla uğraştım. On dört tane plak çalışmam vardır. İlk plağımın adı Enişdibi Yolları’dır. İlk çıkan plağım ile de tanındım. Zamanla sanat kısmından uzaklaşarak kendi atölyemde el emeğiyle kemençe yapımına başladım.

müzik

Kemençe yapım sürecinden bahseder misiniz?

objekTİF Sayı 2 / Haziran 2015

60

Öncelikle kemençenin yapılacağı ağaç belirlenir. Daha sonra içini çıkarmak için makineye alınır. Çoğu yerde, özellikle kemençe yapımına yeni başlanılan yerlerde, hemen hemen tüm kemençeyi makine ile yaparlar. Fakat ben sadece içini boşaltmak için makineyi kullanıyorum, diğer bölümlerini el ile yapıyorum. Arka kısmının bozulmaması için makine ile ağaç arasına bir örtü serilerek ağacın korunması sağlanır. Kemençe yapımındaki ağaç yaş ise yapım işi zorlaşır. Bu yüzden seçilen ağaç epeyce kuru olmalıdır.

Teller ise kemanın “la” teli gibi 25-28 cm çapında tel kullanılır. Ya da değiştirilip misina teli takılabilir. Misina daha dayanıklıdır. Daha önceleri İtalyan teli, bağırsak teli vardı. Fakat pahalı olduğu için pek kullanılmamaktadır. Kemençenin yayı erkek atkuyruğundan yapılır. Reçine olmadan yay ötmez. Diğer yaylı çalgılar için de bu böyledir. Son olarak da kemençenin üst kısmında bulunan dalgalı şekiller, Karadeniz’in dalgalarını ifade etmektedir. Kemençeyi en iyi yapan ustalar olarak kimleri söyleyebilirsiniz? Esat Somuncuoğlu, Niyazi Alaca, Kasapoğlu Salim. Bunların yanı sıra kaliteli kemençeler yapan Ali Yayla, Samsun Özören Köyü’nde yaşamakta ve Görele tarzı kemençe yapmaktadır. Çok iyi kemençe çalan Kâtip Şadi’nin kemençesini Kasapoğlu Salim yapmıştır.

Kemençenin yapımında Asıl soyadınız Patan olmasına kullandığınız ölçüler nelerdir? rağmen soyadınız her yerde Şadi olarak geçiyor, nedeni Kemençenin ölçüleri; 9 cm el nedir? boşluğu, aşağısı 41 cm (kapak boyu), arka kısmı normalde 9,5 Kâtip Şadi ile birçok çalışmamız cm fakat 10 cm de oluyor. Bu vardır. Önceden beri hep ölçüler ağacın durumuna göre beraber çalıştık. Yörede beraber de değişir. Köprü, direk, eşik, ün yaptık ve yapımcımız “Kâtip kravat (perde) gibi parçaları Şadi ile sizi kardeş yapıyorum. vardır. Bunlar Görele’ye has Bundan sonra senin de soyadın olarak yapılır. “Kemençenin Şadi’dir.” dedi. O günden sonra üzerindeki yıldız ve benzer da soyadım plaklarımda ve şekiller Ziya Patan’ın bir nevi diğer çalışmalarımda hep Şadi simgesidir.” Genel olarak olarak belirtildi. kemençe yapımında iyi olgunlaşmış ağaçlar; erik, ardıç, Her zaman aynı ayarda dut gibi ağaç türleri tercih edilir. kemençe yapabiliyor Benim de genelde kemençe musunuz? yapımında kullandığım ağaçlar bunlardır. Kemençe kapağı Her zaman aynı olmasa da genelde ladinden yapılmaktadır. çok nadir benzemeler oluyor.


müzik

Hepsinin sesi, şekli farklı olur. Mesela Kâtip Şadi’ye yaptığım bir kemençe vardı. Çok güzel çalardı. Fakat Kâtip Şadi o kemençeyi başkasına verdi ve daha sonra o kemençenin aynısını asla yapamadım. İstesek de aynı ayarda olmuyor. Kemençe üstatlarının ilham kaynağı genelde nelerdir? Özlem, hasret, ayrılık, aşk, gibi konular ilham kaynağı olmuştur ve bu kadar içten besteler yapılmıştır. Sanatçılar genellikle sevdiklerine kavuşamadıkları için kendilerini şiire ve şarkı sözü yazmaya adamışlardır. Aynı zamanda gurbette zorluk çeken bazı sanatçılar da bu yönde şarkılar yapmışlardır. Ben de size kendi parçamdan bir kesit söyleyeyim:

“Yeşil fındık koparıp harmanda kurutamam Benim ilk göz ağrımsın ebedi unutamam.” Günümüz hakkında istersiniz?

kemençecileri neler söylemek

Günümüzde kemençe çalan birçok genç sanatçı olmasına karşın eskisi gibi güzel ve anlamlı işler çıkmamaktadır. Zamanla her şey değişiyor. Hiçbir şey özünde olduğu gibi kalmıyor. İşte kemençe sanatı da bu değişimlerden etkileniyor. Benim için yeni nesilde en iyi kemençe çalan Mehmet Gündoğdu’dur. Bizim gelecekteki temsilcimiz, bu kültürün özünü de koruyacak biri olarak görüyorum. Çünkü kemençe kültürü için çok emek sarf ediyor.

“Yeşil fındık koparıp harmanda kurutamam Benim ilk göz ağrımsın ebedi unutamam.”

objekTİF Sayı 2 / Haziran 2015

61


müzik

KEMENÇE ÜSTATLARI

objekTİF Sayı 2 / Haziran 2015

62

Kâtip Şadi Kimdir? Bize biraz kendinizden bahseder Kemençe kültürünün misiniz? yaşatılması ve gelecek kuşaklara aktarılması için bu 1932 yılında Giresun Görele’nin sanatı icra eden birçok kemençe Kuşçulu Köyü’nde doğdum. üstadı vardır. Bu kemençe Bana kemençe çalmayı Kemal üstatları çeşitli çalışmalar ve İpşir öğretmiştir. Kendisi çok eserler ile kemençe kültürüne yetenekli bir ustaydı. Allah katkıda bulunmuşlardır. rahmet eylesin. Kültürün kaybolmaması için çalışmalarına devam etmişlerdir. Kemençeye merakınız kaç Karadeniz ve Türkiye çapında yaşında başladı? isimlerini duyurmuşlardır. Yöremizde yaşayan ve Tam olarak hatırlamamakla yaşamış kemençe sanatçıları birlikte kemençeye merakım şu şekildedir: Tuzcuoğlu, Halil sekiz yaşımda başladı. Benim Kodalak (Karaman), Osman olduğum köyde kemençe Gökçe (Piçoğlu), Kemal İpşir çalabilen yoktu. Bu yüzden ailem (Durkaya), Hacı Ali Özdemir, ve çevremdekiler beni kemençe Mehmet Sırrı Öztürk, Kâtip çalmam yönünde teşvik ettiler. Şadi, Sami Günay, Burhan Özellikle de babam bu konuda Caba, M. Naci Keskin, Mehmet bana elinden gelen tüm desteği Maksutoğlu, Şenel Dandin, sağlamıştır. Kemençeyi ilk Hüseyin Çınar, Hikmet Gök. Biz kez on yedi yaşımda elime bu değerli sanatçılar arasından aldım ve o günden sonrada hiç sizlere hala hayatta olan Kâtip bırakmadım. Şadi’yi tanıtacağız.


müzik

Kemençe çalmaya öncelikle düğünlerde başladım. Köy düğünlerinde kendimi iyice tanıttım ve geliştirdim. Daha sonra İstanbul’a giderek çeşitli düğünlerde çalmaya devam ettim. Sonra bir arkadaşımın abisinin de yardımıyla ilk plağımı çıkardım. O zamanlar kaset yoktu. 1966’da ilk plağımı çıkardım. Yirmi yedi tane taş plak ve sayısını hatırlamadığım kadar da kaset çıkardım.

Son olarak söylemek istedikleriniz nelerdir? Yıllar sonra gelip benimle konuştuğunuz için sizlere çok teşekkür ederim. Kemençe kültürünün unutulmaması için bu tür çalışmaları önemli buluyorum. Kültürümüze her zaman sahip çıkalım. Sizlere de bu ilgi ve alakanızdan dolayı tekrar teşekkür ederim.

KEMENÇE, KARADENİZ’İ VE BÖLGE İNSANINI Yeni kemençecileri beğeniyor İFADE EDER... musunuz? Özellikle gençlere tavsiyeleriniz var mı? Kemençe… Bir özümsemeyle

63 objekTİF Sayı 2 / Haziran 2015

Kemençe çalmaktan başka iş Ben işini düzgün yapan, yaptınız mı? dinleyicilere saygısı olan herkesi beğeniyorum. Bu Benim hayatım kemençedir. yüzden kemençeye merak Kemençeden başka bir işim salmış olan gençlerimizden olmadı. Olmasını da istemedim. sanata karşı saygılı olmalarını istiyorum. Ayrıca, kemençedeki Sanatçılık hayatınız nasıl kusurlarını başka bir müzik başladı? İlk kasetinizi ne aletiyle örtmeye çalışmamalarını zaman çıkardınız? tavsiye ediyorum.


müzik objekTİF Sayı 2 / Haziran 2015

64

başladı ve günümüze kadar önemini korudu. Orta Asya’dan Anadolu’ya; Anadolu’dan Doğu Karadeniz’e ve Karadeniz’in birçok farklı bölgesine ulaştı. İnsanların hayatının bir parçası oldu. Üç tel bir yaydan nasıl oldu da böyle besteler icra edildi? İşte bunun en iyi açıklayıcısı bestekarların ruhunda saklıdır. Bir sıkıntı bin besteyi; bir özlem Osman Gökçe’yi; bir sevda Kâtip Şadi’yi; bir gurbet Mehmet Sırrı Öztürk’ü ve nice ustaları ortaya çıkardı. Yaşamayı ve yaşanılanı insanlara hitap edecek şekilde ifade etmeye kemençe araç, üstatlar ise aracı olmuştur.

olmasa da genel olarak kulak aşinalığı vardır. Aslına bakılırsa kemençenin ortaya çıkışı insanların yaşamlarına bir katkı sağlamıştır. Duyguların ifade edilişini, eskiyi yeniye uyarlamayı, geçmişi unutturmamayı sağlamış ve geçmişin benimsenmesine olanak sağlamıştır. Kemençe; üç tel, bir yay ile anlam kazandı. Karadeniz’i ifade etmeye, hislerin yansıtılmasına bir yol açtı. Destanların, sevdaların, özlemlerin, acıların yaşandığı ve tüm bu hisleri aralayıp gün yüzüne çıkarmayı başaran Karadeniz’e özgü bir yaşam biçimidir kemençe.

Peki, kemençe ne anlam ifade etmektedir? Sesi duyulduğu an kemençe sevenlerin yüreğinde bir heyecan belirir. Tıpkı Karadeniz’deki balıkların denizde ardı sıra dizilmeleri gibi kemençe sesinin vermiş olduğu heyecan ile kemençe severler de horona dizilir ve o an bütün olumsuzluklar unutulur. Herkes tarafından tam anlamıyla benimsenmiş

Kaynakça GÜNDOĞDU, Mehmet, Mihr-i Kemençevi Piçoğlu Osman Efendi, Arı Sanat Yayınevi, 2014. Görele Belediyesi Kurumsal Web Sitesi, www.gorele.bel.tr Teşekkür Görele Foto Ak


Haber: Bülent İLELİ, Ümit YİĞİT Fotoğraf: Emre TAMTÜRK

1932’de memleketi Tirebolu’ya, Yavuz Zırhlısı ile ziyarette bulunan Donanma Komutanı Amiral Şükrü Okan’ın Altınsu Spor Kulübüne caz takımı hediye etmesi önemli bir dönüm noktası oldu. Bu hediye ile birlikte spor kulüpleri kültürel ve sanatsal etkinlikler düzenlemeye başladılar. Caz takımı ile birlikte kurulan orkestra, maçlarda takım bandosu görevini gördü. Spor kulübü misyonunu o dönemde başarıyla yerine getiren bu kulüpler, müzikal etkinliklerin de altına imza attı. Kulüplerde tiyatro ve piyesler sahnelenmesi, aynı zamanda Tirebolu’nun sosyal hayatına da renklilik kattı. Bu etkinliklerden birini Kaynakspor Kulübü, 1937’de bir balo tertip ederek gerçekleştirdi. Hilalspor Kulübü baloya gelen davetlilere caz heyetinden bir müzik ziyafeti sundu. Davetlilere keyifli anlar yaşatan bu etkinlik, Kaynaksporlulara göre “Tirebolu’nun zarif, şık ve eğlenceli olan ilk balosuydu.” 1946-1947 sezonunda 5 takımlı futbol ligi düzenlendi. Çift devreli lig usulüne göre oynanan

65 objekTİF Sayı 2 / Haziran 2015

“Ateşspor gençleriyiz biz. Formamız sade kırmızı. Hep kardeşiz, hep kardeşiz”

Tirebolu’da ilk spor kulübü 1921’de Tirebolu İdman Yurdu adıyla kuruldu. 1931 yılında Tireboluspor/İdman Yurdu adını alan kulüp, daha sonra adını Tirebolu Gençlerevi olarak değiştirdi. Kulüp Gençlerevi adını aldıktan sonra bir atılım gerçekleştirerek futbola ek olarak voleybol ve denizcilik şubelerini açtı. 1934 yılından sonra mahallelerle özdeşleşen kulüpler kuruldu. Ateşspor, Alemdarspor, Kaynakspor, Tirebolu Gençlikspor bu kurulan kulüpler arasında yer alır. Futbolun yanı sıra yüzme dalında da çalışmalar gerçekleştiren Ateşspor’da, maddi imkânsızlıklar sebebiyle oyuncular, ayakkabı ve formalarını kendileri temin ederlerdi. Bu durum forma renklerinin zaman zaman farklılık göstermesine neden olurdu. Bu formaları terzilik yapan kadınlar diker, maçtan sonra kirlenen formaları da oyuncuların anneleri ve kız kardeşleri yıkardı. Maçlara ise mahallenin aşina olduğu Ateşspor marşı söylenerek gidilirdi. “Ateşspor gençleriyiz biz Formamız sade kırmızı Hep kardeşiz, hep kardeşiz”…

spor

TİREBOLU’DA SPOR TARİHİ


spor

müsabakalara Akın Gençlik, Aksu Gençlik, Görele Yurtgücü, Bulancak Gençlerbirliği ile birlikte Tirebolu’dan da bir takım katıldı. Kaynakspor, Altınsuspor, Ateşspor’un yanısıra 17 Ekim 1949’da forma rengi sarı-kırmızı olan Tirebolu Gençlikspor Kulübü adıyla dördüncü bir takım daha kuruldu. O yıllarda lig maçları duraklama dönemine girdi ve 17 Eylül 1955’te lig maçları yeniden yapılmaya başlandı. Lig maçlarına Tirebolu’dan, Tirebolu Gençlikspor ve Ateşspor takımı katıldı.

objekTİF Sayı 2 / Haziran 2015

66

toplayarak ilk kez şampiyon olma başarısını gösterdi. Takım şampiyon olma sevincini ikinci kez 1999-2000 sezonunda yakaladı. 2004-2005 sezonunda ise kümede yükselme grubuna kadar geldiyse de, ne yazık ki profesyonelliğe yükselemedi. Günümüzde Tireboluspor takımı Süper Amatör Lig’de mücadele etmektedir. Tirebolu’da futbolun yanı sıra farklı spor dallarında da faaliyet gösterildi ve bu alanlarda başarılar kazanıldı. Voleybol alanında bayanlardan oluşan Tireboluspor Voleybol takımı, 2004-2005 sezonu Türkiye Bayanlar Voleybol grubunda 3. lige yükseldi. 2005-2006 sezonunda da yükselme grubuna çıktı, ancak Türkiye 1. ligine yükselemedi. Bayanlar Voleybol Takımı, deplasmanlı ligde Giresun’u temsil eden tek takımdır.

1969’da Giresun’da kurulu olan amatör spor kulüpleri yeni bir uygulama gereği birleşme kararı aldılar. Uygulama sonucunda Gençlikspor, Altunsu ve Ateşspor kulüpleri Tireboluspor adı altında birleşti. Tireboluspor, kurulduğu yıldan sonra, Giresun Birinci Amatör kümede 1971-1972 sezonunda 10 maçta 8 galibiyet, Yüzme alanında ise Tirebolulu 2 beraberlik aldı ve 18 puan sporculardan olan İsmail

Çamur, 1940 yılında Samsun’da yapılan Karadeniz Yüzme Grup Birinciliği müsabakalarında 1500 metrede grup birincisi, Türkiye Şampiyonası’nda Türkiye üçüncüsü olmuştur. Ayrıca 1 Temmuz 1941’de Denizcilik Bayramı Şampiyonası’nda Aksu Gençlik adına 100 metre ve 1000 metrede birinci, 1 Temmuz 1942’de Denizcilik Bayramı yüzme birinciliğinde çıkış yarışmasında birinci, 8 Ağustos 1943’teki müsabakalarda 1000 metrede birinci olmuştur. Emin İhtiyaroğlu ise 19 Mayıs 1945’te Gençlik ve Spor Bayramı içinde yapılan yarışmalarda, Akın Gençlik adına 100 metrede birinci olmuştur. Tirebolu’da yapılan güreş sporlarının akla gelen ismi olan eski milli güreşçi Tevfik Keleş, yaptığımız görüşmede bize kariyerinden ve başarılarından söz etmiştir. Tevfik Keleş, güreşe Yatılı İlköğretim Bölge Okulu’nda başlamıştır.


voleybolunda da başarılar kazanılmıştır. Türkiye Voleybol Federasyonu tarafından düzenlenen 2012-2013 sezonu plaj liginde başarılı maçlar çıkaran ve finale yükselen Tireboluspor final maçı öncesi yaşadığı talihsiz sakatlıktan dolayı plaj ligini 2. olarak tamamlamıştır. Ancak bu başarıların devamı gelmemiştir. Bunun nedeni ise ekonomik sıkıntılar ve ilçe sorumlularının takıma sahip çıkmaması sonucunda takımda yaşanan sorunlardır. Bayan voleybol takımı Türkiye 2. Liginde oynama hakkı olmasına rağmen, ekonomik sıkıntılardan dolayı ligden çekilmek zorunda kalmıştır. Temüroğlu bu konu hakkında dönemin yetkili kişilerine sitemde bulundu ve 300 bin TL takım bütçesinden 150-200 bin TL’lik bir bütçenin ayrılmamasını şaşırtıcı bulduğunu söyledi.

Tirebolu’da voleybol sporu Kaynakça için ise, basketbol takımı eski oyuncularından olan ve Kaan Temüroğlu’ndan alınan YÜKSEL Ayhan, Tirebolu Tarihşu anda da Tireboluspor’un bilgilere göre, sadece salon Kültür-Spor Yazıları, Arı Sanat antrenörlüğünü yapan Kaan voleybolunda değil plaj Yayınevi, 2008

spor

Temüroğlu ile görüştük. Yaptığımız görüşmede geçmişteki başarılarını, istekli ve gönüllü oyuncuların olmasına bağlayan Temüroğlu, kulüp başkanı Yusuf Hacıibrahimoğlu’nun da desteğini eksik etmediğini ekledi. Zamanla oluşan aile ortamı ile takımın daha da güçlü hale geldiğini vurgulayan Temüroğlu, halk desteğinin başarılarda etkisi olduğunu dile getirdi. Kazanılan başarıların etkisiyle oyuncular, teknik heyet ve halk birbirine daha çok kenetlendi. Bayan oyuncuları bir arada tutmanın zorluğuna da değinen Temüroğlu; “Halk ilk zamanlarda voleybol takımını hoş karşılamıyordu. Bunun sebebi ise kızların şort giymesiydi. Ancak zamanla oluşan samimi ortam ve başarı kazanmaları halkın desteğini sağladı ve bu hoşnutsuzluğu kırdı. Zamanla halk, takıma “bizim kızlar” diye hitap etmeye başladı.”

67 objekTİF Sayı 2 / Haziran 2015

Başarılı olmasıyla birlikte Ankara Büyükşehir’e transfer olarak, yıldızlarda Türkiye şampiyonu olmuştur. Gençlerde Dünya Şampiyonası’nda 3. olan Tevfik Keleş daha sonra İstanbul Büyükşehir Belediye Spor’a transfer olmuş ve 7 yıl Genç A Takımında mücadele etmiştir. Burada takım olarak Avrupa kupası kazanmışlar, Lig şampiyonluğu ve Türkiye birinciliği yaşamışlardır. Uluslar arası turnuvalara katılmış ve bu turnuvalarda madalyalar kazanmıştır. Daha sonra sakatlanarak bir süre güreşten uzak kalmış, devam etmeye çalışmışsa da sakatlığının nüksetmesi nedeniyle aktif sporu bırakmıştır. Kariyerinin devamında 3 yıl İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde antrenörlük yapan Tevfik Keleş, günümüzde Giresun İl Gençlik ve Spor Müdürlüğü’nde antrenör olarak çalışmaktadır.


TİREBOLU’DA

KAYBOLAN MESLEKLER

sözlü tarih

Yazı Dizisi - 1

objekTİF Sayı 2 / Haziran 2015

Yeşil ile mavinin kesiştiği, tarihin önemli şehirlerinden biri olan Giresun’un Tirebolu ilçesinde var olmuş, maalesef 68 tarihin griliğinde kaybolan veya kaybolmaya yüz tutan, içinde onca yaşanmışlığı, anıları barındıran mesleklerden bazılarına ışık tutmaya çalışacağız. Meslek ustalarının ağzından dökülen her söz aslında Tirebolu’nun derin tarihiyle ilgili bir kanıt taşıyacak nitelikte. İlk olarak, günlük yaşamın vazgeçilmezi giyisilerimiz ve onların zanaatkarları terzilere değineceğiz.

Haber: Ahmet YIĞIN, Rümeysa BEDİRHANOĞLU

Cumhuriyetin ilk yıllarında Tirebolu’da Çarşı-yı Kebîr Caddesi’nde; Tüysüzzâde Şaban, İmamdüzü’nde Hüsnüzâde Ali, Haliloğlu Ömer, Memişzâde Mustafa bu mesleği sürdürenlermiş. Yine Terzi Mehmet, Tozluoğlu Mustafa, Recepoğlu Halis, Recepoğlu Sabri, Karahasanoğlu Ali, Derviş Mehmet ve daha niceler

bu mesleği yapan kişiler arasında. Günümüz terzilerinin rutin hayatımızda çok fazla yeri olmasa da eskiden terzilik mesleği çok büyük önem taşımaktaydı. Giyimin çok daha resmi ve tekdüze olduğu dönemlerde yoğun bir ilgi vardı bu mesleğe. Giysiler terzilerde dikilirdi; hem terzilerin yüzü gülerdi hem de giysi sahibi insanların. Ne yazık ki yerini şimdilerde seri üretime bırakan bu mesleğin dünden bugüne yok oluşunu terzi ustası Avni Gökçe ile yaptığımız röportajla aktaracağız. 1933 Tirebolu doğumlu olan Avni Gökçe, ortaokul dönemlerinde kendini bu zanaatın içinde çalışırken


bulmuş, beş sene kadar bu mesleğe devam etmiştir. 1950 yılında, on sene kalacağı İstanbul’a giderek Cumhurbaşkanı Celal Bayar, ünlü iş adamı Vehbi Koç, Başbakan Adnan Menderes, Fenerbahçeli futbolcu Lefter, Galatasaray Yöneticisi Selahattin Beyazıt gibi dönemin önemli isimlerinin terziliğini yapan İzzet Ümmen’in yanında ihtisas yapmıştır. Askerliğini Mamak Muhabere Okulu’nda terzilik yaparak tamamlamış, askerlik sonrası nda ise mesleğe tam olarak kendini adamıştır. 1958 yılında Tirebolu’ya dönmüş ve o yıllardan bu zamana kadar mesleği icra etmeye kendi terzihanesinde devam etmiştir. Gerçekleştirdiğimiz sohbette, yaşının da verdiği yorgunlukla yoğun olarak ilgilenemediği mesleğinde sipariş üzerine ceket, pantolon ve yelek diktiğini; müşterilerinin genellikle İstanbul, Ankara, Trabzon ve Giresun’dan olduğunu söylüyor usta terzi. Birkaç kez mesleği bırakmaya niyetlendiğini, ancak çevresinden gelen ısrarlar sonucu mesleğine devam ettiğini anlatıyor. Yeni nesil gençliğin kılık kıyafetini eleştiren Avni Gökçe, İstanbul yıllarını da hatırlayarak “Tünel başında bir polis, bir bekçi, bir de inzibat vardı. Bunlar Beyoğlu’na ütüsüz, kravatsız, takım elbisesiz ve sakallı bir şekilde geçilmesine izin vermezdi. Tiyatroda, tramvayda, otobüslerde yaşlılara yer verilirdi. Eş dost saat 24.00’e kadar rahatça gezebilirdi. İstanbul yemyeşildi. Vapurlar yandan çarklıydı, ve çark sesleri hala kulağımda. Tirebolu’da mesleğe ilk başladığım yıllar geldi aklıma: Kahvehaneler ve çarşı eşrafı, esnaflar ve müşteriler, kıyafetlerin hepsi birer sanat eseri. Bir terzinin elinden çıktığı belli. Seçilmiş kumaşlar, kolalı yakalar… Takım elbisesiz insan hatırlamam caddelerde.”


Fotoğraf: Mustafa ABANOZ, Serkan EKİN, Mehmet Cem OK


Meslek yaşamı boyunca altı kişi yetiştiren Avni Gökçe, 1958 yılında Tirebolu’da otuz altı adet terzi bulunmakta olduğunu ve bunların on beş tanesinin aynı zamanda kumaşçılıkla uğraştığı bilgisini veriyor bizlere.

mesleklere geri döndüğümüzde karşımıza kalaycılık çıkar. Bakır ile üretilen aletlerin azalması ve bir zaman sonra ustaların da mesleği yapmaması ile birlikte, Tirebolu tarihinin derinliklerinde kaybolmaya itilen meslek haline gelir kalaycılık. Mesleğin kaybolmaması adına çaba sarfeden kişilerden olan usta Mustafa Durkaya ile yaptığımız röportajla kalaycılık mesleğini işin ustasından sizlere aktaracağız.

1960 yılından sonra kumaşçılık da yaptığını anlatırken günümüzde gelinen nokta itibarıyla terziliğin sona ermekte olan bir meslek olduğunu, özellikle takım elbise vb. üretimin hiç olmamakla beraber, tamir ve tadilat işleri için birkaç terzihaneden fazlasını Tirebolu’nun en eski kalay hatırlayamadığını söyleyerek ustalarından olan ve mesleğe sözlerini tamamlıyor usta terzi. sekiz yaşında başlayan Mustafa Durkaya; babası dedesinden, Hem terzilik ile ilgili hem kendisi de babasından de yakın tarihimiz ile ilgili öğrenerek bir aile geleneği olan konuşmamızın son bulmasının mesleği icra etmeyi bugüne ardından terzilik mesleğini kadar sürdürmektedir. Kazancı bir kenara bırakıp kaybolan ve talebi az, işçiliği zor ve


maliyeti fazla olarak tanımladığı kalaycılık mesleğini tüm bu eksilerine rağmen, ısrarla devam ettirmekte, kendisinin de mesleği bırakmasıyla birlikte, mesleğin Tirebolu’da yok olacağını dile getirmektedir.

sözlü tarih

Neredeyse her gün kalay yaptığını, on sene öncesine kadar sadece bakırla uğraştığını ancak günümüz seri üretim ve sanayileşme sebebiyle çelik işine de kalaycılık mesleğini devam ettirebilmek adına girmek zorunda kaldığını

objekTİF Sayı 2 / Haziran 2015

72

söyledi bizlere. Usta, bakırcılığın ve kalaycılığın günlük hayatta önemini “Bakırın ısı derecesi çelikten daha iyidir, ısı iletkenliği daha yüksektir. Yemekler bakır kaplarda daha bir tatlı olur. Bakır gereçler bakır renginde olursa, yani kalaylanmaz ise insanı zehirler. Kalaylamak ise bakırı temiz ve saf hale getirir. Kalayın zararı yoktur. Kalaylama işlemi genellikle kırmızı bakırın yıkanmasıyla başlar, temizlenip ocağa konulan bakır kalaylamaya müsait hale getirilir. Daha önceleri körük ile ısıtılan bakır, gerekli sıcaklığa ulaştıktan sonra ise kalaylama işleminin tamamlanmasıyla sona erer. Emeği temel alan bir meslek bizimkisi; geliri az, uğraşı çok” sözleriyle dile getirdi. Aslında durumun özetini son cümle açıklar gibi: “Geliri az, uğraşı çok.” Fabrikalaşma süreci hem terziliğin hem de kalaycılığın yavaş yavaş sona ermesine neden oldu. Makineleşmenin ve sanayileşmenin dört koldan saldırdığı, elbiselerin eskisi gibi tek bir kişi tarafından dikilmediği, bakırın el emeği ile kalaylanmadığı bir zamanda yaşıyoruz. Kısacası bu meslekler yerini şimdilerde seri üretime bırakıp, günümüzün gölgesinde kalarak tutunmaya çalışmaktadır. Emektar zanaatkarlar, yıllar boyu süregelen ustalıklarını bizlere kadar taşımış ve sonraki nesillere aktarmamıza vesile olmuşlardır. İnatla zanaatını sanata dönüştürenlere ve zanaatlarını yaşatmaya özveriyle devam edenlere teşekkür borçluyuz.




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.