ÖZDEMİR ASAF’IN “HİDİM”İ Oscar Wilde’ın uzun şiiri Reading Zindanı Balladı’nı Türkçe’ye ilk Özdemir Asaf kazandırdı. Baladın konusunu anımsatalım: “Kraliyet Muhafız Alayı süvarisi olan 30 yaşındaki Charles Thomas Wooldridge, 23 yaşındaki Laura Ellen Wooldridge ile evlidir. Karı koca kıskançlık yüzünden sürekli kavga etmektedirler. Charles Thomas, 29 Mayıs 1896 Pazar akşamı saat 9’da, Windsar İstasyonu ile Clewer köyü arasında, Arthur sokağında karısını boğazını keserek öldürür. 17 Haziran 1896’da Charles idam cezasına çarptırılır. 7 Temmuz 1896 Pazartesi günü sabah saat 7.45’de Saint-Laurent Kilisesi’nin büyük çanı çalmaya başlar ve saat 8’de idam hükmü yerine getirilir. İnfazın gerçekleştiğini göstermek için hapishaneye siyah bayrak çekilir. Ceset yasa gereği bir saat boyunca ipten indirilmez. Bir saat sonra içinde sönmemiş kireç bulunan bir çukura gömülür.” Reading Zindanı Balladı ilk kez 1968 yılında Özdemir Asaf’ın kendi matbaası olan Sanat Basımevi’nde, yine onun kurduğu Yuvarlak Masa Yayınları’ndan basıldı. Bunu Altıkırkbeş, Broy, Epsilon ve Kırmızı Yayınları’nın baskıları takip etti. Bu sonuncu baskıda şiirin öyküsünün yanı sıra Doğan Hızlan’ın önsözüne, Asaf’ın kaleminden Oscar Wilde’ın hayatına, Asaf’ın, 1 Ekim 1949 tarihli Kaynak Mecmuası’nda yayımlanan “Muasır Şiirin Hüviyeti Hakkında Birkaç Düşünce ve Dünya Şiirine Genel bir Bakış” başlıklı yazısına ve kitabı yayına hazırlayan kızı Seda Arun’un giriş yazısına yer veriliyor. Seda Arun’dan Özdemir Asaf’ın çeviri serüveninin Galatasaray Lisesi’nde okuduğu yıllara kadar uzandığını, Asaf’ın bu yıllarda çeviriler yaptığını ve bunlardan bazılarının birçok dergide yayımladığını öğreniyoruz. Asaf şiir ve düzyazı çevirilerine, Erzurum’un Topalak Köyü’nde yaptığı askerlik yıllarında ağırlık vermiş. Reading Zindanı Balladı’nın çevirisine de işte bu yıllarda başlamış. “1949 Nisan ayı sonuna kadar kaldığı Erzurum’un Topalak Köyü’ndeki hayat, Özdemir Asaf’ın alıştığı gibi değildir. Yörenin kış koşulları çok acımasızdır. Sık sık sağlık sorunları yaşar. Bu zorlukların üzerine bir de ailesine duyduğu özlem eklenince, görev almadığı tüm zamanlarını çeviri yaparak geçirir.” *** Reading Zindanı Balladı Asaf’ın tek çevirisi değildir. Şairin diğer çevirilerini Hidim’den okuyabilirsiniz. Seda Arun’un yıllar süren çalışmasının ürünü olan Hidim’de, çevirmen Asaf’ın Charles Baudelaire’den, Paul Eluard’a, Jacques Prevert’den Victor Hugo’ya, Langston Hugshe’dan Lorca’ya, Ezra Pound’dan Friedrich Schiller’e, Wallence Stevens’dan William Butler Yeats’e kadar pek çok şairden şiir çevirdiğine tanık oluyoruz. Şiir ve Etika Çevirileri altbaşlığıyla yayımlanan bu kitapta şiir çevirilerinin dışında gerek Nietzche’den, gerek Paul Valery’den gerekse Fransız Atadeyişleri’nden (Bu sözcük Asaf’a ait) çevirilere de yer verilmiş. Ne demek Hidim? Bunun cevabını şairin Ankara Piyade Okulu’nda askerliğini yaparken 14 Ağustos 1948’de karısı Sabahat Selma Tezakın’a yazdığı bir mektupta buluyoruz: “… Yolculuğumuz çok uzun sürdü. Bir çok yerlerde çok beklediğimiz gibi, çok defa da ağır ağır gittik. Ankaraya 21, buçuk saatte geldik. Mektebe girdiğimizde öğle olmak üzere idi. Yemekten sonra yatakhaneye çıkarak yattım. Uyuduğum müddetçe rüya gördüm. Rüyamda sadece seni gördüm. Karıcığım; kurayı benim yerime sen çekmişin ve bana geliyorsun. Çektiğin yer de HİDİM isminde bir yer. Kime sorsak bilmiyor. Rüyamda o yeri haritada arıyoruz ve cenubi garbi (güneybatı) anadoluda bir yerde buluyoruz. …Sonra ben bir çok haritada öyle bir yer aradımsa da bulamadım. Orası rüyaların şehri olmalı.”
Seda Arun’un Asaf’ın eşine yazdığı toplam 150 mektubu derlemesi tam 12 yılını almış ve böylece Asaf’ın çevirileri yıllar sonra kitap olarak günışığına çıkmış. Kitabın isim babası da Seda Arun. *** Asaf askerden döndükten sonra daha çok kendi şiirine yöneldiği için çeviriye fazla zaman ayıramamış ve çevirilerin bazıları son şeklini alamamış. Kimi şiirde çevrilmemiş dize kalmış: “Remember! Souviens-toi! Ey sefih! Esto memor! (Şu madensel dillerim bütün dilleri bilir.) Dakikalar, ölümlü çılgın birikmelerdir Elden kaçırmamalı altın ondan çıkıyor! (Charles Baudelaire “Çalarsaat” s. 33) Kimi şiirde de sonradan karar verilmek üzere parantez içinde seçenek çevirilere yer verilmiş: Çiftçi dönünce hazır bulur (Sofrasında bulur) (Baudelaire, Pipo, s. 35) Seneler geçedursun! Kader senden ayrılmaz. O yalancı bir dostluğu bizleri sarıverdi (O yalancı bir dosttu) Ümitsiz laflarına gurur kolay inanmaz Tattığımız her zevki acıdığından verdi (zevkleri) Victor Hugo, Genç Bir Kıza, s. 63) Bir gün hakikati tanıyınca (Bir zaman geldi hakikati sezdim) Alfred de Musset, Keder, s. 74 So-shu düş görüyordu (kuruyordu) Ezra Pound, Eski Zaman Aklı, Hem de Nasıl Göksel, s. 86) Betik, yır (şiir) tomarları, ışıldayan (ışıl ışıl), sytle’i (üslubu) (tarzı) (tutumu), ölçüsünü başıyla (usuyla), Yalancıda bellek gerekir. (Yalancıda olması gereken, bellek), Bir rüya (düş) gördüm. (Hayal kurdum.), Tanrıyı tedirgin etmeye değer miydi, onu yaratmak için, ey insan? (İnsan değer miydi Tanrıyı tedirgin etmek, onu “yaratmak” için?) Paul Valery s. 166, 172, 173, 177) Şubatta kar yağarsa yaz iyi olur. (Şubat beyaz, iyi yaz.) Fransız Atadeyişleri, s. 189 Kimi şiirin ise adı ya da şairi atlanmış: Adı atlanan şiirler: Oliver de Magny’nin bir şiiri (s. 70) ve Alfred de Musset’nin bir şiiri (s. 72)
Adı çevrilmemiş şiirler: Jacques Prevert, De Droit Chemin, s. 83), Jacques Prevert, Chanson du Geolier, s. 78. (Ayrıca bu şiirin tümü çevrilmemiş) Şairi belirtilmeyen şiir: Sayfa 130’daki şiirin şairi belli değil. (Şiirin adı da yazılmamış) *** Özdemir Asaf,kitaplarında çeviri üzerine görüş belirtmemiş hiç. Ancak dil hakkındaki şu düşünceleri çevirmenliğine ışık tutabilir: “Ben kendimi zorlamayorum, konuşduğum gibi yazıyorum. Dilime ne gelirse kullanıyorum, tutmuş yeni sözcükleri de kullanıyorum. Ama ısınamadıklarımı kullanmayorum. Belki ileride ısındığım oranda tutmamışlarından da kullanacağım.” Söylediklerinin bir de “çevirisi”ni yapıyor Asaf! “Bunun çevirisi: Ben kendimi zorlamayorum, yataktan kalkdığım gibi sokağa çıkıyorum. Şimdilik koyu renk gecelik giyiniyor, pabuca benzeyen terlik giyiyorum ve çorapla yatıyorum. Ama ileride belki ısınırsam ceket, gömlek, pantolon da giyinirim.” (Özdemir Asaf’ça, Kültür Yayınları, s. 134) *** Özdemir Asaf’ın kendine özgü bir dili olduğu bilinir. Seda Arun’dan aktaracak olursak: “Günümüz Türkçesi’nde sözcük sonlarına “d”, “b” gib harfler gelmezken Özdemir Asaf, kitap, mektup, cellat gibi sert ünsüz harflerle biten sözcükleri kitab, mektub, cellad şeklinde kullanır. Aktarılmıştır, gerektirecekti, söylenmiştir gibi sert ünsüz benzeşmesinin olması gereken kelimelerde de bu kuralı uygulamayıp aktarılmışdır, gerektirecekdi, söylenmişdir biçiminde kullanmayı tercih eder. Osmanlıca kökenli bazı sözcükleri ise alışılmışın dışında yazar. Israr yerine israr, israf yerine ısraf, mütalaa yerine mütalea gibi… Özel isimlere gelen takılara kesme işareti koymaz.” Bu kendine özgü kullanım içinde kuşkusuz en Asaf’ça olanı, “ünlü daralması” kuralına uymayarak “bekliyorum, anlıyorum” gibi sözcükleri “bekleyorum, anlayorum” şeklinde yazmasıdır. Kitabı okurken kendi kendime “acaba” dedim, “Asaf,ın çevirirken kendi gibi konuşturduğu bir şair olmuş mudur?” Jean Baptiste Rousseau’nun şu dizeleriyle karşılaşınca gülümsemeden edemedim: İçinde parlayor şah, sultan, bakan Biz halk da bakarız arka sıradan Bir dize de bir Eskimo şiirinden: Denemek isteyorum/kendimin içine girmeyi.
OSSIAN, MACPEARSON, SALİH ZEKİ VE GÜNDÜZ DERGİSİ Bugün James Macpherson ismi çoğumuza bir şey ifade etmeyebilir. Ama yaşadığı çağda sadece İngiltere’de değil, tüm Avrupa’da çok ünlüydü. Kimileri için romantizmin öncüsü, kimileri için ise bir sahtekardan ibaret olan Macpherson, 1736-1766 yılları arasında yaşamış bir İskoç şairdi. Eskiden İskoçya’da ve İrlanda’da yaşayan Keltler’in Gaelic ya da Erse adı verilen diline ve bu dille yazılan şiirlere büyük merakı vardı. Bunlara öykünerek 1760’da Fragments of Ancient Poetry Collected in the Highlands of Scotland and Translated from the Gaelic or Erse Language (İskoçya’nın Dağlık Bölgesinde Derlenen ve Gaelic ya da Erse Dilinden Çevrilen Eski Şiir Parçaları) adıyla bir kitap yayımladı. Kitap büyük ilgi görünce bu defa Fingal, an Ancient Epic Poem (Fingal, Eski bir Epik Şiir) ve Temora adıyla iki uzun destan daha yayımlayıp kitapların altına çevirmen olarak imza attı. Kitapların yazarı ise sözde III. yüzyılda yaşamış olan Ossian adlı bir savaşçıydı. Eski Kelt dilini ve şiirini iyi bildiği için insanları Ossian’ın varlığına inandırması güç olmadı ve Ossian hayranlığı tüm İngiltere’ye yayıldı. Ancak, bir süre sonra Kelt dilini ve şiirini iyi bilen bazı insanlar durumdan şüphelenmeye başladılar. İngiltere Ossian’ın varlığına inananlar ve inanmayanlar olmak üzere ikiye ayrıldı. Uzun tartışmalardan sonra Macpherson’dan çevirilerin asıl metinlerini
göstermesi istendi. Zavallı Macpherson bütün bu yazdıklarını oturup bir de Kelt diline çevirmek zorunda kaldı. Ancak bu çeviriler de Ossian’ın varlığı konusunda insanları ikna edemedi. Ölümünden sonra Machperson’un yazdıklarını inceleyen bir komisyon bu şiirlerin eski olmadığına karar verdi ve Ossian efsanesi başladığı gibi bitti. Avrupa’da Ossian Etkisi James Macpherson’un yayımladığı şiirler yaşarken sadece İngiltere’yi değil tüm Avrupa’yı kasıp kavurdu. Macpherson romantizmin öncüsü olarak kabul edilirken, tüm Avrupa’yı etkisi altında bırakan Ossiancılık akımı doğdu. Bu akım, ulusçuluk anlayışına kapı açan, halk edebiyatına ve halkbilimine yönelik bir akım niteliği kazandı. Bu akımın en güçlü takipçisi İngiltere’de Thomas Percy (1729 – 1811) oldu. Percy 1765 yılında, Eski Şiirinden Kalıntılar/Reliques of Ancient Peotry) adlı 3 ciltlik eserinde, eski İngiliz-İskoç halk türkülerini yayımladı. İsviçre’de Johann Jacob Bodmer (1698 – 1783), 1721-23 yıllarında Discourse adlı dergiyi çıkardı. Onun halkbilimine en önemli katkısı, Alman İlyada’sı olduğunu söylediği Nibelungen ve Parcifal gibi epik şiirleri bulması, incelemesi ve onları tarihin çalışma alanına alması oldu. Almanya da romantizm ve aydınlanmacı görüşlerle beraber, Ossiancılık akımının en etkili olduğu ülkelerden biri haline geldi. Klopstock (17241803) Ossiancılık akımının bu ülkedeki temsilcisiydi. Ossiancılık akımı Fransa’da da etkisini gösterdi ve Fransa’da kurulan L’Academia Celtique, yazılı ve sözlü gelenekler, özellikle halk edebiyatı üzerine araştırmalar yaptı. Türkçede Ossian Ossian’ın Türkçedeki izini araştırırken Gündüz dergisinin 3. Sayısında Kaledonya Şiirleri üst başlığıyla Minvane’nin Ağıtları adlı şiirini buldum. Çevirmeni Salih Zeki. Türkçedeki ilk ve tek olduğunu düşündüğüm Ossian çevirisini vereyim: [Ryno Fingal’in oğludur ki İrlandada Svovaran ile cenk ederken ölmüştü. Güzelliği, sevimliliği, saraylardaki zarafeti ve cenklerdeki yiğitliklerile tanınmıştı. Ossianın çok bahsettiği Gaul’ün kızkardeşi Minvan onu sevmişti. Sevgilisinin ölümü üzerine söylediği ağıt uzun bir manzume imiş fakat elde küçük bir parça kalmış. Bu mısralarda şair onu Fingal akınlarıle İrlandaya gelmiş olarak tasavvur ediyor ve bir kaya üstünde görüyor. ] “Morven’de denizlerin geniş sinesine atılmışyüksek bir kayaya kapanan “Minvan” dağılan saçlarını yoluyordu. Pırıl pırıl yanan silahlarıle kahramanın döndüğünü görünce yaslı sesile: -Nerdesin Ryno, sevgilim nerelerdesin? diye bağırıp sızlandı. Yaslı gözlerimizi yere indirerek: -Ryno artık yoktur. Onun kahraman ruhu bulutlara uçtu. Şimdi onun zayıf sesi taze meltemlerle tepelerin kabarmış çimenlerinde inildeyip dolaşıyor..dedik. O: -nasıl! diye çırpındı. Fingal’in oğlu Ullin’in yeşil vadilerine mi düştü? Ona destek olan kollar daha çok kuvvetliydi. Heyhat; ben artık kimsesiz ve tesellisiz mi kaldım? Ey siyah saçlarımı dağıtan rüzgâr! Hayır, hayır ben böyle kalamam. Ben böyle figanlarımı senin ıslıklarına terk ederek kalamam. Aynı mezarda sevgilimin yanında yatmak isterim. Ey benzersiz sevgilim! Seni artık bir daha göremiyeceğim; senin bütün gençliğin ve bütün güzelliğinle, pırıl pırıl gözleri kamaştıran halinle aydan gelişini bir daha göremiyeceğim.. Gecenin karanlığı aziz “Minvan” kahramanını sarmış ve sükûn toprakların altında seninle berabermiş. Arkandan ayrılmıyan sadık köpeklerin nerede? O mızrağın o ok geçmiyen kalkanın nerede? O düşmanlarına ölüm serpen ve göklerin ışığına benzeyen parlak kılıcı ne yaptın? …. Heyhat!..onların kalyonuna yerleştirildiğini görüyorum. Aziz sevgilim! O kana bulanmış silahların muzlim mezarında yanı başına konamadı. Heyhat! ..sana artık şafakların sesi: “kalk ey genç kahraman avcılar sahraya çıktı ve geyikler ormana döndüler” diyerek gelemiyecekler. Çekil artık lâl kanatlı şafak! Çekil.. “Ryno” uyuyor. Artık senin sesini duyamaz. .. Şimdi mezarının üstünde ceylanlar oynaşıyor. Ey yiğit sevgilim! Seni ölüm götürdü; fakat ben sessizce sana yaklaşacağım ve yatağına yavaşça sokulacağım. “Minvan” aziz Ryno’sının
yanında, sükûn içinde yatacaktır. Arkadaşlarım, genç ve güzel kızlar! Beni arayacaklar ve nâğmelerle izlerimi takip edecekler. Fakat heyhat!... Ey arkadaşlarım, ey genç ve güzel kızlar! Ben artık o zaman sizin nâğmelerinizi duymıyacağım hayır, hayır.. hâtırama ağlamayın ben artık güzel avcının yanı başında ve ölüler âleminde dinlenmeğe gidiyorum. Çevirinin sonuna Salih Zeki şöyle bir dipnot düşmüş: “Ossian dünyanın en büyük destan şairi “Omer”le bir tutulan İskoçyalı büyük bir destanî şairdir. “Fingal” ve “Temura” adlı iki destanı kendisine atfen neşreden “Makferson” onu dünyaya tanıtmış her dile manzum ve mensur şekillerde tercüme edilmiştir, dünya edebiyatı derin bir surette bunlardan müteessir olmuş ve mecrasını değiştirmiştir. Bu şiirlerin asıl mühim olanları uzun poemalardır.” Salih Zeki Bu vesileyle Salih Zeki ve Gündüz dergisinden de söz edeyim. Salih Zeki adını Ovidius’un başyapıtı Metamorphoses’unun ilk çevirmeni olarak duymuştum. On beş kitaplık bu yapıtın ilk sekiz kitabını Salih Zeki, Değişişler adıyla kazandırmıştı Türkçeye. Kitabın tüm çevirisi yıllar sonra İsmet Zeki Eyuboğlu tarafından yapıldı (Dönüşümler, Payel Yayınları, 1994).Salih Zeki, Ovidius’tan başka Oscar Wilde’ın da Türkçedeki ilk çevirmeni. Wilde’ın Bahtiyar Prens adlı kitabı Salih Zeki çevirisiyle 1943 yılında Ahmet Sait Matbaası tarafından basılmış. Sözü edilen kitap, daha sonraları Mutlu Prens adıyla pek çok çevirmen tarafından çevrilip pek çok yayınevi tarafından defalarca basıldı. Salih Zeki’nin Bahtiyar Prens’inde Oscar Wilde’ın şu öykülerine yer verilmiş: Bahtiyar Prens, Hodkam Dev, Maruf Fişenk, Cömert Dost, Gül ve Bülbülve Esrarsız Heykel. Salih Zeki’nin bu çevirilerden başka 1927 – 1948 yılları arasında çeşitli dergilerde elliden fazla çevirisi yayımlanmış. Bunlar arasında Ovidius’tan, Virgilius’a, Sokrates’den Platon’a, Aristophanes’ten Fredrich Hölderlin ve John Keats’e kadar Latin edebiyatınden, eski Yunan edebiyatından ve çağdaş Batı edebiyatından çeşitli isimler var. Ossian’dan yaptığı çeviri de bunların arasındadır. Hayatı 1896 yılında Isparta’da doğan Salih Zeki ilkokul yıllarında şiirler ve hikâyeler yazmaya başlar. Liseye Konya’da devam eden Zeki bu yıllarda Yunan tarihine ve mitolojisine ilgi duyar. Yine bu yıllarda kendi kendine Fransızca öğrenir. Askerliğinin ardından Afyonkarahisar Lisesi’nde kısa süre müdürlük yapan Salih Zeki daha sonra İstanbul’a yerleşir ve 21 Mart 1971’de yüksek tansiyondan kaynaklanan bir rahatsızlık sonucu yaşamını yitirene dek İstanbul’da yaşar. Uzun yıllar Süleymaniye ve Beyazıt Kütüphanelerinde çalışmış, Türk Yurdu, Yeni Mecmua, İçtihat, Yolların Sesi, Gündüz, Yeni Türk, Divan, Türk Sanatı ve Büyük Doğu dergilerinde şiirler, çeviriler, denemeler yayımlamıştır. Bugün adını çok azımızın bildiği Salih Zeki, Üsküdar Karacaahmet Mezarlığı’nda yatmakta olup mezar taşında kendine ait olan şu şiir yazmaktadır: Ölümüm İçimde solmadan şafak Bir ağustos böceği neş’esiyle yaşamak Ve son akşama gönlümün son sesini vererek Bir sabah ölüvermek Kırlangıçlar, serçeler… Akşamda çığlıkları Selviler medar gibi uzanırken yukarı Ağarken göğe dua; Bir sabah ölüvermek. Ne olsa dönmeyecek giden kuşlar bir daha Bir ağustos böceği neş’esiyle elveda…
Gündüz Dergisi 1 Nisan 1936 tarihinden Şubat 1939’a kadar Aylık San’at ve Fikir Mecmuası olarak otuz dört sayı yayımlanan Gündüz dergisinde Peyami Safa, Fikret Mualla, Cahit Sıtkı Tarancı, Behçet Kemal Çağlar, Salah Birsel, İlhan Berk, Rüştü Onur, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Ziya Osman Saba, Yaşar Nabi gibi önemli imzalara rastlayabildiğiniz gibi, ilk sayıdan itibaren Charles Baudelaire’den, Leon Tolstoy’a, Friedrich Schiller’den Henrich Heine’ye, Alexandre Pope’tan, Shakespeare’e, John Keat’den, Hölderlin’e, Lamartine’den, Pirandello’ya dek dünya edebiyatından pek çok ismi de çevirileriyle bulabiliyorsunuz. Gündüz dergisi, 35. sayıdan itibaren Gündüz Hikâyeler adıyla bir hikâye dergisine dönüşmüş. Eylül 1938 tarihli sayısında Gündüz’ün daha sonra Gündüz Hikâyeler adıyla bir hikâye dergisi kimliğiyle yola devam etmesi, şiir türünde yayıma değer ürün bulunamamakla açıklanmış: “Bu sayımızda hiçbir şiir bulunmayışı elimizde hakikatten şiir denilecek bir manzume olmayışındandır. Biz ancak, cidden güzel olan manzumeyi okuyucuya sunmak istiyoruz. Yoksa bir sürü çoluk çocuk yaygarasıyla zevkleri baltalamak niyetinde değiliz.” Gündüz dergisi bu yeni haliyle İstanbul’da yedi sayı kadar yayımlanabilmiş.
Kaynaklar: Mina Urgan, İngiliz Edebiyatı Tarihi, YKY. Ovidius’un Metamorphoses Adlı Eserinin Türkçeye İlk Çevirisi ve Salih Zeki Atay’ın Çevirileri Üzerine, Yrd. Doç. Dr. Namık Kemal Şahbaz, Mersin Üniversitesi Halkbilimine Giriş 1, Dr. Süheyla Sarıtaş
POEME EN PROSE – DÜZYAZI ŞİİR Eskilerin artistik nesir, ya da daha yaygın olarak mensur şiir-mensure dediği, şimdilerde çoğunlukla düzyazı şiir olarak anılan –kimilerinin düzanlatımsal şiir, düzyazısal şiir olarak karşıladığı- poème en prose’un(1) dünyadaki ilk örneği Aloysius Bertrand’ın Gaspart de la Nuit adlı eseridir. Baudelaire bu kitaptan etkilenir ve 1857-1867 yılları arasında daha sonra Paris Sıkıntısı adıyla yayımlanacak olan Kısa Düzyazılmış Şiirler’i yazar. Baudelaire Kısa Düzyazılmış Şiirler’in önsözünde şöyle der: “Küçük bir itirafta bulunacağım size. Aloysius Bertrand’ın Gaspard de la Nuit’sini (sizin, benim ve dostlarımızdan kimisinin bildiği, hepimizin müthiş diye anılmayı hak ettiğini düşündüğümüz bu kitabı) en azından yirminci kez karıştırırken gelgi aklıma bu kitabınkine benzer bir şeyler denemek, onun o eski zamanların resimlere konu olmuş yaşamını çizerken uyguladığıu yöntemi, çağdaş yaşama, daha doğrusu daha çağdaş ve daha soyut bir yaşamın tanımlanmasına uygulamak.” *** Paris Sıkıntısı’nın (Le spleen de Paris) Türkçede bildiğim üç çevirisi var. Çevirilerin yayımlanış sırasına göre çevirmenlerin isimlerini veriyorum: Tahsin Yücel, Erdoğan Alkan ve Hasan Anamur-Beki Haleva(2). İlk iki çevirmen Spleen de Paris’yi Paris Sıkıntısı olarak çevirirken Hasan Anamur-Beki Haleva ortak çevirisinde kitap adı olarak Paris Kasveti uygun görülmüş. Bu tercihi şöyle açıklamış çevirmenlerimiz: “Bir ortak çalışma ürünü olan bu çeviride, Kısa Düzyazı Şiirler’in Türkçeye şimdiye kadar Paris Sıkıntısı olarak aktarılmış başlığını biz Paris Kasveti’ne dönüştürdük. Bunun nedeni, ilk önce, “sıkıntı” sözcüğünün Fransızcada “ennui” biçiminde var oluşu, ancak Baudelaire’in başlıkta bu sözcük yerine Fransızcada var olmayan İngilizce “spleen” sözcüğünü kullanmasıdır. (…) Şairin aktarmak istediği ve “sıkıntı” kavramının boyutlarını aşan bir bunalım duygusunu tanımlayabilmek için “spleen” sözcüğünü seçtiğini, Herkesin düşü kendine/Chacun sa chimère başlıklı şiirinde kullandığı İngilizceFransızca kırması “spleenetique” sıfatını da bu nedenle ürettiğini görüyoruz. Baudelaire yapıtında “ennui” sözcüğünü de kullanmıştır, ancak “can sıkıntısı” karşılığı olarak. Bu kullanımı Kahramanca bir ölüm / Une mort héroique’te, Eliaçık kumarbaz / Le joueur généreux’de, Eğilimler /Les vocations’da görülmektedir. Bu nedenle “spleen” karşılığı olarak “sıkıntı”nın da katmerlisi saydığımız –ayrıca yabancı kökenli olan- “kasvet”i seçtik.” *** Lautréamont’un da neredeyse Baudelaire’le aynı yıllarda Les Chants de Maldoror’u (Maldoror’un Şarkıları) yazdığını görüyoruz. Kitabı yazmaya başladığında adı Isıdore Ducasse, ama yazma süreci içinde Compte de Lautréamont’a dönüşüyor. 1869 yılında bu adla Brüksel’de yayımlanan Maldoror’un Şarkıları uzun süre yayıncının deposunda tutuluyor. Yirmi sekiz yıl sonra André Breton’un Ulusal Kitaplık’da bulduğu kopyayı 1920 yılında Philippe Soupault bir önsözle yayımlanınca kitap günışığına çıkmış oluyor. Yine Özdemir İnce çevirisiyle Türkçede okumak mümkün. *** Düzyazı şiir türü en yetkin anlatımına Arthur Rimbaud (Une saison en Enfer – Illuninations) ile ulaştı. Bir Baudelaire hayranı olan genç Rimbaud, Paris Sıkıntısı’nda aldığı esinle yazdı bu şiirleri. Türkçe’de yine birkaç çevirisi var. Özdemir İnce (Cehennemde Bir Mevsim, Illuminations), Erdoğan Alkan (Cehennemde Bir Mevsim, Illuminations), ve Mahmut Kanık (Cehennemde Bir Mevsim, Aydınlanışlar). İlhan Berk’in ve Can Alkor’un da seçmeleri bulunuyor. ***
Fransa’da doğmuş olan düzyazı şiirin başyapıtlarını da burada vermesi doğal. Fransa’da bu türde örnekler vermiş diğer şairler arasında Mallarmé, Paul Claudel, Max Jacob, Pierre Reverdy, Saint-John Perse, Francis Ponge, Antonin Artaud, Paul Eluard, Henri Michaux, René Char vb. sayılabilir. *** Düzyazı şiir türünün Türk edebiyatındaki ilk temsilcisi Halit Ziya Uşaklıgil'dir(3). Tercüman-ı Hakikat gazetesinde yayımlanan Aşkımın Mezarıdüzyazı şiir idi ve mensur şiirler olarak Türkçeye aktarıldı. Uşaklıgil 1891'de Mensur Şiirlerve Mezardan Sesler başlığıyla bu türde şiirler yayımlamıştır. Halit Ziya'yı Mehmet Rauf, Hüseyin Cahit, Ahmet Hikmet, Celal Sahir, Faik Ali gibi isimler izledi. Siyah İnciler adlı kitapta Mehmet Rauf'un mensur şiirleri vardır. Daha sonraki dönemde Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun, mensur şiir türünde Okun Ucundan ve Erenlerin Bağın'dan adlı eserleri sayılabilir. Günümüz şiirinde de Ülkü Tamer, Kemal Özer, Şükrü Erbaş, Ahmet Erhan, Hüseyin Ferhad, Salih Bolat, Ali Cengizkanbu türde şiirler yazmış isimlerden ilk akla gelenler. *** Düzyazı şiir ile ilgili Şiir Saati dergisi bir özel sayı yapmış (Şiirsaati Dergisi / Sayı:14 (Ekim, Kasım, Aralık) 2011)ve kapsamlı yazılara yer vermişti. Yeni çıkan bir kitap nedeniyle ben de bu yazıyı kaleme alma gereği duydum. Söz konusu kitap bir ilk kitap. Orontes Mensurları. Şairi Faris Kuseyri. Islık yayınlarından çıkan kitapta düzyazı şiirin başarılı örnekleri yer alıyor. Şiir okurlarının gözünden kaçmasın. Dipnotlar 1) Ben düzyazı şiir demeyi uygun buluyorum. Bu yazıda da onu kullanacağım. 2) İnternette yeni bir çevirisinin yine Paris Sıkıntısı adıyla Mitra yayınlarından 2013 yılında çıktığını gördüm. Çevirmen olarak Tolga Güne adı geçiyor. Google’da arattığımda Tolga Güne adı hakkında başka hiçbir bilgiye ulaşamamak soru işaretleri uyandırdı bende. 3) Bu düzyazı şiir bize şiirden önce çeviriyle girdi aslında! Tanzimat dönemindeki ilk şiir çevirileri çoğunlukla düzyazı çevirilerdi. Şiiri düzyazı olarak çevirmek de bir yöntem ve dünyada örnekleri hiç az değil. Ilyada ve Odysseia Batı dillerinin çoğuna düzyazı olarak çevrilmiştir. Mallarme’nin Poe çevirileri de düzyazı çevirilerdir. (Poe’nun şiirleri Mallarme’den sonra Fransızcaya pek çok çevirmen tarafından nazım olarak çevrilmesine karşın, Poe hala Mallarme çevirileriyle anılır.) Nerval, Goethe’nin şiirsel oyunu Faust’u manzum olarak çevirmekten çekinmiştir. Andre Gide, Antonius ve Kleopatra’yı düzyazı olarak çevirmiştir. Bizde de Tanzimat sonrası ilk çevirmenler (Ahmed Refik, Ahmed Rasim, Ahmed Celâl, Süleyman Vehbi, Muallim Naci, Mehmed Remzi) bu yönteme sıkça başvururdu. Bu tür çevirilerde amaç, şiirsel özellikleri çevirmek mümkün olmadığı için, şiirin duygu ve anlam yükünü aktarmaya çalışmaktır. Yani daha en baştan kısmî bir başarı hedeflenmektedir. Burada parantez açıp, ÇN’nin 5. sayısındaki Nihal Yetkin’in “Lefevere, Şiir Çevirisnde Yedi Strateji ve Bir Örnekleme” yazısından yola çıkıp ünlü çeviribilimci Lefevere’in şiir çevirileri için saptadığı yedi stratejiyi hatırlatalım: a.Sesbirimsel çeviri: bir yandan anlamın kabul edilebilir bir içımlamasını yapmayı sağlarken bir yandan da kaynak Dil’deki sesin Erek Dil’de tekrar üretimini hedefler. b.Sözcüğü-sözcüğüne çeviri: Orijinalin anlam ve sözdizimini çarpıtan sözcüğü sözcüğüne çevirmeyi hedefler. c.Vezin (Ölçü) çevirisi: Kaynak metindeki vezni tekrar üretmeyi hedefler. d.Şiirin düzyazıya çevirisi: Orijinal metnin bazı şiirsel özelliklerinin hedef metne aktarımını hedefler.
e.Uyak çevirisi: Çevirmeni vezin ve uyak olmak üzere çifte bir kıskaçla mücadele etmeye zorlar. f.Uyaksız şiir çevirisi: Çevirmene yapı seçimi konusunda bir sınırlama getirir. Açımlamaya, dizenin daraltımına, sözdiziminde değişikliklere, bir dizenin çevirisinin bir sonrakinde devam etmesine imkan verir. g.Yorumlu çeviri: İkiye ayrılır: versiyonlar ve taklitler. Versiyon formun değiştiği, içeriğin korunduğu tiptir. Açımlamalar, gündelik kullanımlar, ilave eğretilemeler, monologlar vs. versiyonların tipik özellikleridir. Taklitler (imitasyon) ise sadece kaynak metnin başlık ve çıkış noktasının orijinal metinle aynı olduğu, dolayısıyla kaynak metnin sadece ilham kaynaklığı yaptığı bir çeviri tipidir.
BİLGE KARASU ve ÇEVİRİ Geçtiğimiz günlerde Bilge Karasu’nun Şiir Çevirileri yayımlandı. Kitabı iki yıllık yorucu bir çalışmanın ardından Tunç Tayanç yayıma hazırlamış. Tayanç’ın önsözde belirttiğine göre bu kitap, Bilge Karasu’nun tüm çevirilerini, özgün dillerdeki metinlerle birlikte vermeye yönelik çok daha kapsamlı bir çalışmanın sadece şiir çevirilerini içeren parçasını oluşturmaktaymış. Umarız yakın zamanda sözünü ettiği bu çalışmanın da üstesinden gelir Tayanç. Biz şimdilik eldeki çalışmaya dönelim. Kitap, Bilge Karasu imzasını taşıyan şiir çevirilerinin neredeyse tamamını içeriyormuş. Bu “neredeyse” ne olur ne olmaz diye konmuş bir ihtiyat payıymış. (Yine Tayanç’ın belirttiğine göre Bilge Karasu’nun “çeviren” olarak adının yer almadığı, özellikle Akis, Forum gibi süreli yayınlarda yayımlanan çevirileri de olmuş.) Şiir Çevirileri, Bilge Karasu’nun çoğu Frederico Garcia Lorca’dan olmak üzere yedi şairden (kitaptaki sıraya göre Gustavo Adolfo Becquer, Frederico Garcia Lorca, Ezra Pound, William Shakespeare, T. S. Eliot, B. Rajan, Srinivas Rayaprol), İngilizce ve İspanyolca olmak üzere iki dilden yaptığı şiir çevirilerini içeriyor. Bu çeviriler 50’li, 60’lı yıllarda çeşitli dergi ve gazetelerde yayımlanmış (1). Yani Bilge Karasu’nun çevirmenliği öykücülüğü kadar eski. İlk öyküleri de "Seçilmiş Hikayeler" dergisinde 1950'de yayımlanıyor Bilge Karasu’nun. Öykülerinden derlediği ilk kitabı ise 1963'te. D. H. Lawrence'dan çevirdiği "Ölen Adam" da aynı tarihte TDK çeviri ödülünü alıyor. 23 yaşında Lorca’dan yaptığı ve Seçilmiş Hikâyeler Dergisi’nde yayımlattığı çevirilerle başlayıp 1990 yılı Aralık sayısında Argos’ta yayımlanan Umberto Eco’dan çevirdiği “Sanatın Zamanı” başlıklı yazıya kadar süren (Bilge Karasu 1960’lardan sonra şiir çevirmiyor) tam 42 yıllık bir çeviri serüveni Bilge Karasu'nunki. “Benim dilim, çiçek dermek üzere eğilip kalkan bir gövdenin yumuşaklığına, dalgalanışına ulaşmalı” diyen Karasu gibi bir dil ustasının şiir çevirileri, tüm şiirseverlere çok şey öğretecektir. Çevirilerin orijinalleriyle birlikte yayımlanması ise İngilizce ve İspanyolca bilen okurlar için bulunmaz bir nimet. *** Bilge Karasu’nun çeviriye ilişkin görüşlerini, ölümünden sonra Füsun Akatlı’nın yayına hazırladığı Öteki Metinler adlı kitabındaki "Türkçeleştirme ya da Bugünün Diline Aktarma Üzerine Kopuk Düşünceler" adlı metinde buluruz. Karasu bu metinde, çevirinin temel sorunlarından sadakat-güzellik ilişkisine değinir ve ana metne sadakati asla güzelliğe feda etmemek gerektiğini belirtir: “Her iki dilin iyi bilinmesi, çevirinin sağlığının ana koşulu olsa gerek. Bir dili iyi bilmese de ana dilini iyi bilen bir çevirmenin çok güzel bir çeviri yapabileceği söylenir; buna örnek de gösterilebilir. İmdi, bu kişi, yanlış çevirdiğini bile kabul ettirecek güzellikte bir çeviri yapmışsa, o kişinin çok güzel çeviri yaptığını söyleyebiliriz; sağlıklı bir çeviri yaptığını söylemek ise, bu durumda güç olsa gerek. Metne bağlılığın ana dilde çarpık, çetrefil bir anlatıma yol açabileceği durumlarda özgür davranmanın gerekli hale geldiği yollu savunmalar da bana pek inandırıcı gözükmüyor. Metne bağlılığı, böyle bir durumda, şöyle anlarım ben: Metin, onu kendi dilinde okuyan insanlara da çetrefil geliyorsa, bu anlatım yazarın özelliği ise, çevirmenin bundan kaçması, kaçınması ya da ürkmesi saçma bir şey! Tersine, bu özelliği aktarabilmek için kendi dilinde bunun karşılığı olabilecek bir çetrefillik araması zorunludur, derim. Yok, çetrefillik, ya da güç anlaşılırlık, metni kendi dilinde okuyanın hiç karşılaşmayacağı çeşitten bir kültür başkalığından doğuyorsa, ayrıntılarda biraz daha özgür davranıp yöreselleştirmeğe belki, bir ölçüde, gidilebilir ama genel çizgide metnin özelliklerinin bozulmamasına gene çalışmak gerekir. Bütün bu sözler de, iki dilin iyi bilindiği varsayımına gelir dayanır. Büyük bir yazı ustası, yanlışını bile kabul ettirebilecek ölçüde güzel bir çeviri ortaya koyan usta, biraz daha çaba gösterse de o yanlışı yapmasa, bize metni olduğu gibi aktarsa iyi olmaz mı? Diyeceğim, güzel çeviri yapabilmekte
olmak, bize metni istediğimiz gibi eğip bükmekte, çarpıtıp değiştirmekte haklı olabileceğimizi düşündürmemeli. Böyle bir ustalığa da zamanla varılır, bütün ustalıklar gibi” *** “Herkes kendi diline çevirir. Ama kendi diline çevirirken, çevirdiği metni unutur, çevirdiği metnin özelliklerine dikkat etmez, ben bunu böyle yazarım işte! diye düşünürse, işte o olmaz" Bilge Karasu’ya göre. “Yoksa elbette herkes kendi söyleyişine, kendi diline uyduracaktır. Evet çevirmen de bir bakıma imzasını atmaktadır ama, imzasının saygı görmesini sağlamak üzere asıl yapacağı iş metne elinden geldiğince –ki bu da çok gevşek bir ölçü olur ama ne yapalımbağlı kalmaktır. Bu bağlı kalmak ise iki ayrı şeye bağlı kalmak demektir: Anlamı anlayıp aktarmak ve bir de onu metnin aslı nasıl söylüyorsa Türkçe’de ona en yakın biçimi bulmağa çalışmak. Bir de, 'iyi biri çevirmen olunabilir ama iyi bir çevirmen, çevirdiği her kitabı çok iyi çevirir demek değildir. Kimi kitabı çok iyi çevirir; o kitapla kendi arasında çok ince bir gönül yakınlığı kurulabilmiş olduğu içindir.'" Deyim çevirilerine gelince; deyimlerin olduğu gibi aktarılmasına karşıdır Bilge Karasu. “Türkçe’deki deyimleri öylece çevirsek bir yabancı dile, onlar da anlamsız olacaktır o halleriyle. Deyimleri çevirmek çok kolay değildir, bilmek gerekir. Bir de bir dil bilgisi, bir dil eğitimi, bir dil beğenisi olması gerekir." (Bilge Karasu Aramızda, Haz.: Füsun Akatlı-Müge Gürsoy Sökmen, Metis Yayınları, s. 24-25) *** Bilge Karasu aşağıdaki kitapları çevirmenin dışında çok sayıda dergide şiir, öykü ve inceleme çevirileri de yayımlattı: Herman Wouk, Şehir Çocuğu (Seçilmiş Hikâyeler Yayınları, 1953) Emil Ludwig, Abraham Lincoln (Seçilmiş Hikâyeler Yayınları, 1953) William Faulkner, Doktor Martino, Yenilik Yayınları, 1956, A. de Penennrun, 1912 Balkan Savaşı-Troya Seferi, Harp Tarihi Dairesi, 1957, Georges Simenon, Bella’nın Ölümü, Ulus Gazetesi, 1959 (1. Basım: Karacan Yayınları, 1981), Nevil Shute, Kumsalda, Ulus Gazetesi, 1960, D.H. Lawrence, Ölen Adam, Ataç Yayınları, 1962, J.M. Barrie, Peter Pan, Büyümek İstemeyen Çocuk, MEB Yayınları, 1966, Simone de Beauvoir, Sessiz Bir Ölüm, Bilgi Yayınları, 1967, İtalo Calvino, Üç Deneme, Yapı Kredi Yayınları, 1993 *** Bilge Karasu’nun ilk romanı Gece 1985 yılında yayımlanır ve 1991'de Türk romanının son on yıl içinde ulaştığı en ileri çizgilerden birini temsil etmesi nedeniyle PegassusÖdülü’ne değer görülür. Gece İngilizceye çevrilir. Çevirmeni Güneli Gün’dür (2).Bu ilk çeviriyi daha sonra peş peşe Aron Aji çevirileri izler. Nasıl olur Aron Aji’nin Bilge Karasu’yla tanışması? 1995’ten beri yaklaşık on üç yıldır Amerika’da yaşayan, İngilizceyle yatıp kalkan Aron Aji, Türkçeye, diline dönebilmek için çevirinin iyi bir fırsat olacağını düşünür. 1995’te Türkiye’ye gelir ve çevirecek yazar arayışına girer. Bilge Karasu o yaz ölmüştür. Aron Ajiadını yeni duyduğu bu yazarın bütün kitaplarını alır. Daha sonra edebiyat anlayışına değer verdiği arkadaşlarına da danışır. Herkes Bilge Karasu’yu çevirmesi konusunda ağız birliği etmiş gibidir. O zaman Bilge Karasu’yu çevirmeye karar verir ve o gün bugündür Bilge Karasu çevirir! Halûk’a Mektuplar’da çeviri konusu: Halûk’a Mektuplar, Bilge Karasu'nun dostu, şair ve eleştirmen Halûk Aker'e otuz yıl boyunca yazdığı mektupları içeriyor. Kitabı yayına hazırlayan da Halûk Aker. Bu mektuplarda yer yer çeviri konusuna değiniliyor. 10/06/1964 tarihli mektupta Peter Pan’ın çevirisini bitirmesi gerektiğinden söz ediyor Karasu: “… perakende, ıvır zıvır işler dışında yaz sonuna dek Tepe’yi de bitirmeli, Peter Pan’ın çevirisini de.” 08/08/1964 tarihli mektubunda ise çevirmeye niyetlendiği bir kitaptan bahsediyor: “Şu anda Kritovulos’un Fatih Mehmed’in Tarihi yanımda. Bir yeri var ki çevrilip yayımlandıktan sonra
her 'aydınım' diyenin duvarına çakması, her gün okuması gerekir. Çevirip yayımlayacağım.” Halûk Aker'in dipnotundan, Bizanslı tarihçi Michael Kritovulos’un Fatih Sultan Mehmet üzerine, 1451-1467 yıllarını kapsayan 5 ciltlik kitap yazmış olduğunu öğreniyoruz. Bir sonraki mektubunda, 1967'de Bilgi Yayınevi’nden, 1989'da ise İletişim Yayınları'ndan basılacak olan Simone de Beauvoir’ın annesinin ölümünü anlattığı romanı Sessiz Bir Ölüm’ü çevirdiğinden söz eder Karasu: “Ben harıl harıl Simone Hatunu çeviriyorum. Anasının ölümünü. İyi olacak galiba. Ama öylesine titizleştim ki, eskiden yaptığım işin ancak yarısını yapabiliyorum her gün, üstelik bir iki saat de fazladan çalışarak. İyi mi? Biliyorsun, bundan sonra da Duygusal Yolculuk var sırada.” (Ankara, 18/11/1966). Duygusal Yolculuk'la ilgili Halûk Aker şu dipnotu düşmüş: "Duygusal Yolculuk dediği kimin yapıtıydı? Çevirdi mi? Şu anda anımsamıyorum." Aynı yıl yazdığı bir diğer mektupta şöyle diyor: “Bilgi Yayınevi için çevirdiğim Beauvoir vardı bitirilecek. Kasım’ın dördünde Küflü’ye teslim ettim kitabı, parasının %60’ını aldım. (…) Bir hafta, ortalık toplamak, çeviri üzerinde sıkı çalışırken savsakladığım her türlü işleri yapmakla geçti. (…) Beauvoir’ın provalarını Güven okumama yardım etti. Yakında kitap ortaya çıkar herhalde.” Yine aynı mektupta geçen “Sterne’ün kitabını çevirmeğe daha başlamadım ama yakında ona bütün motorlarımı takarak girişmeliyim” cümlesine Halûk Aker şu dipnotu düşmüş: “Sterne kim, şimdi bilemiyorum. Ondan çeviri yapıp yayımladı mı? Ondan da haberim yok. Yapıp yayımlasaydı haberli olurdum sanıyorum. Ansiklopedide Laurence Sterne (24.11.171318.03.1768) adında birine rastladım, o mudur, değil midir? Bu bilgileri konuyla ilgilenenlerin katkılarıyla tanımlayabiliriz diye düşünüyorum.” Bu mektupta Karasu, çeviriyle ilgili bir yazı yazmak istediğini belirtir. Söz konusu yazıyı o tarihlerde yazamasa da bu konudaki düşüncelerini yukarıda belirttiğimiz Öteki Metinler adlı kitaptaki “Türkçeleştirme ya da Bugünün Diline Aktarma Üzerine Kopuk Düşünceler" başlıklı yazıda bir araya getirdi. Bu yazıyı yazma düşüncesi şöyle oluşmuş: “Amerikan Kitaplığından aldığım çok güzel bir kitap vardı bu arada. Çeviri üzerine. Yordam’ın edebiyat sözlüğüne bir şeyler yazmamı önerince, Güven’e 'Çeviri Üzerine' yazarım dedim. Farkına vardım ki, yirmi sekiz aydan beri, gerek öğretmen olarak edindiğim görgü, gerek, çevirici olarak yaşadığım, gerek kitaplarda, ortalarda bu konuda düşünenlerin artması, gerek çeşitli nedenlerle daha çok çeviri okur hale gelmem, içimdeki bir takım şeyleri ekşitiyor, mayalandırıyor. Dernek’ten ayrılmam da bir bakıma çeviri üzerine görüşlerimizin pek uyuşmaması yüzündendi. Çeviri üzerine söylenecek epey şey var. Şu anda Oflazoğlu’nun Janouch’dan çevirdiği Kafka ile Konuşmalar’ı okuyorum. Oflazoğlu, çevirmesini de biliyor, Türkçe de biliyor. Nesi eksik bana kalırsa, biliyor musun? Edebiyatın ne olduğunu bilmiyormuş gibi davranıyor. Herhangi bir sözcüğün yerine herhangi bir söz dizisinin kullanılabileceğine, “öyle” söyleyecek yerde “böyle” söylemenin herhangi bir değişiklik yapmayacağına inanır görünüyor. Oysa, bunları pek iyi bilecek durumda bir insan. Yazıyor da. Yazmanın ne olduğunu biliyor, bilmesi gerekir. Ama çevirisi, insana bir diken tarlası gibi geliyor. Kafka’nın ya da Janouch’un deyişlerinin çok ötesinde bir şey bu. Türkçe'sinin yarattığı bir durum. Kim bilir, benim çeviriler de başkalarına öyle gelecektir. Ama, bir çeviri bitirmenin benim için ne demek olduğunu düşündükçe, acaba, diyorum, herkes, benim katlandığım zahmete katlanıyor mu ki? Katlansa, bu dikenlerin çoğu koparılmış olurdu. Kendimi beğeniyor falan değilim ama emeğimi, çalışmamı hiç küçümsemek istemem. Hiç değilse onunla övünebilirim: Yaptım mıydı, eşekçe oturup çalışıyorum. Uzun sözün kısası: Bütün çeviricilerin yaptığı gibi ben de, çeviri üzerine kırk bin yıldan beri söylenmiş sözleri, evirip çevirip, biraz değiştirip söylemeğe kalkıyorum. Yazacağım ama. Birçok arkadaşımızla saç saça gelmem gerekse bile. Görüşlerden ötürü tabii; kimseyi tutup yermek, eleştirmek niyetinde değilim yoksa. Hem, benim bu yazıyı yazmam Tanrı bilir, senin askerden dönüşünü falan bulabilir.”
01/01/1968 tarihli mektupta şu satırlar var çeviriyle ilgili: “Şu anda, en az beş aydır bir elimden bir elime aktardığım, ama birkaç gün içinde vermeğe kararlı olduğum ufak bir çeviri var: Türk Dili için. Levi-Strauss’la yapılmış bir konuşma. Önemli bir adam. Tanınsın. Arkasından, Cep Dergisiiçin on dört aydır düşündüğüm, bir türlü hazırlayamadığım üç çeviri öyküden ilkine girişeceğim. Elimde gene bir yıldır bekleyen bir çeviri kitap var, Bilgi için.” 30/06/1968 tarihli mektupta “Bir yandan çeviri, bir yandan bir takım güdük (şimdilik) girişimler…” diye bir cümle geçiyor. 05/11/1975 tarihli mektuptan: Pasolini’nin ölümü üzerine, ölümün soruşturması üzerine ağırbaşlı bir yazıya rastlarsan kes yolla. Almanca da olsa elbet okuyup çevirecek birini bulurum. Ağırbaşlıdan kastım, öyle, dedikodu, rezalet satıcılığı yapmayan bir yazı olması… 14/12/1975 tarihli mektupta yine ne yazık ki gerçekleşememiş bir çeviri tasarısıyla karşılaşıyoruz: “Önce masallar bitsin, Ferit’e gitsin de(?) ondan sonra Borges çevirisiyle metinler kitabını doğrultmağa bakalım.” Aynı mektuptan: “… Pasolini yazılarına çok teşekkürler. Bir arkadaşla oturup okuyor, çeviriyorum. Aklınız durur. Ben o kadar Almanca'yı nereden çıkarıyorum, bilemedim. Eh, elbette ağır ilerliyoruz. Bitince haber veririm. (Eski yazı okumanın ilk günlerine benzemiyor değil bu Almanca okumalar. Gerçi, eski yazı hızlandı, şimdi bayağı bayağı kitap deviriyorum. Almanca ise hiçbir zaman öyle olmayacak. Geçelim.)” 13/05/1981 tarihli mektuptan: “Gerçi bir takım önemli mektuplar gecikiyor. Örneğin Pazarkaya, çevirmesi için bir metin belirlememi istedi. Hâlâ yazamadım” Aynı mektupta bir çocuğun bir öyküsünü çevirmek istediğini söyler ama çocuk hakkında da öykü hakkında da bilgi vermez: “… bu arada bir hafta geçip gitti. Biz Füsun’la İstanbul’a, bizler için düzenlenen imza gününe katılmak üzere gittik. Fena olmadı doğrusu. Eski kitaplarımın yeniden basılması yolunda bir umut kırıntıcığı belirdi. Olursa fena mı? Bir masalımı İngilizce'ye çevirmek isteyen bir çocuk geldi beni buldu. Bu işi yürütmeğe karar verdik. Kendisiyle biraz konuşup tartışırız sırası gelince.” 28/07/1985 tarihli mektupta Lawrence'ın ikinci baskısının haberini verir Halûk Aker'e: “Mektubunda sorduklarını yanıtlayayım önce: Lawrence’ın ikinci baskısı çıktı, gene de epey yanlış var. Ama ilk baskısı bir felaketmiş! Adam, bizden KDV hesabı açmamızı istediği, ben de yanaşmadığım için, parasını (yani 35.000 L.) ödemedi daha. Dursun!" Aynı mektuptan: "… Şu anda bir yandan USBGA,(3), bir yandan Gece Fransızca'ya çevriliyor. Basılırsa… Paris’te çıkan bir Amerikan dergisi de yazı istedi; Fred (4) çevirmekte şu ara.” 26/12/1985 tarihli mektuptan: "Bu arada Uzun Sürmüş’ü de Gece’yi de Fransızcaya çeviriyorlar. İkisiyle yakından ilgileniyorum. Gece’nin ilk yarısını on beş yirmi gün içinde 'basılacak' hale getirebilirsek şubatta bir yayınevine gitmesi beklenebilir. Ondan sonrası, elbet, Allaha kalır!" 02/09/1987 tarihli mektubunda "ev sahibi maaşımı olduğu gibi istediği için bundan böyle, yaşayabilmek üzere, ek işler yapmak zorunda kalacağım. Gergedan’a çeviriler, bir ders… Anlayacağın, çoğu “yazı” olacak bu işlerin" der. 22/12/1987 tarihli mektupta yine aynı dertten yakınır: "Şu ara, para kazanmak için ders verip çeviri yetiştirmeye çalışmaktan başka bir iş yapamıyorum. 1991-1992 yıllarında aklı Gece'nin İngilizce çevirisindedir: "Gece’nin çevirisi de irili ufaklı sorunlar yaratacak bu arada… " (08/12/1991) "Gece’nin çevirisini düzeltmek, bir silindir gibi gelip geçen bir iş oldu, yamyassı etti beni." (22/12/1992) Kaya Özsezgin’le mektuplaşmalarında çeviri konusu Hacettepe Üniversitesi’nin yayımladığı, yılda bir kez çıkan Frankofoni dergisi 9. sayısında Bilge Karasu Özel Bölümü hazırlamıştı. Bu sayıda şairin arkadaşlarından Kaya Özsezgin, “Bilge Karasu’nun Mektupları ya da Bir Dostluğun Tanıkları” adlı yazıda Karasu’yla
mektuplarına yer vermişti. Bu mektuplarda da çokça geçer çeviri konusu. 11/5/1963 tarihli mektupta, Karasu basılan bir çeviri kitabından söz eder. Muhtemelen 1962 yılında Ataç Yayınları'ndan çıkan D. H. Lawrence’ın Ölen Adam’ıdır bu: “Biri hikâye, biri de çeviri olmak üzere iki kitabım çıktı. Görmüş olacaksın.” 20/11/1965 tarihli mektupta Peter Pan çevirisiyle ilgili satırlara rastlarız: “Para kazanabilmek için de birtakım işler yapmak zorunda kalıyorum. Bu işlerin kimi yayımlanacak çeşitten, kimi değil. Yakında, Milli Eğitim Yayınları arasında Peter Pan çevirimin çıkmasını bekliyorum. Bakalım; bu yakın dediğimiz ne kadar yakın olacak." 8/4/1966 tarihli mektubu yazdığı sırada hâlâ basılmamıştır Peter Pan: “Peter Pan’ı hâlâ bekliyorum. Devlet Basımevi'nin işleri böyle olurmuş diyor eş dost. Bakalım ne zaman biter.” 1/7/1966 tarihli mektupta umutlu bekleyiş sürmektedir: “Sana iyi bir haber. Peter Pan, galiba çok kısa bir süre içerisinde piyasaya çıkacak. Dün, telif hakkının kitap çıkarken ödenen son üçte biri için bir 'verile emri' geldi. Sabreden derviş oluyoruz bu gidişle.” 8/9 /1966 tarihli mektup yazıldığı sırada Peter Pan nihayet basılmış ve Kaya Özsezgin’e yollanmıştır: “Peter Pan’ı, İstanbul’a hareket etmemden dört saat önce aldığım için ancak geçen gün yollayabildim sana. Bu mektupla birlikte o da geçer eline inşallah.” 1/7/1966 tarihli mektubunda çevirmeye niyetlendiği bir Sterne kitabından söz eder. Halûk Aker'e de yukarıda belirttiğimiz 18/11/1966 tarihli mektupta söz ettiği kitaptır bu: “Bu aralar başım öyle sıkıştı ki işten, anlatamam. Daha da sıkışacağa benzer. İyi ama. Milli Eğitim Bakanlığı'ndan Klasikler dizisi için Sterne’ün bir kitabını istedim. Vermişler ama haberi bana daha iletilmedi. Onların makinesi benimkinden de ağır işliyor, anla artık. Ben zaten kıyısından köşesinden kemirmeğe başlayacağım. Kısacık kitap ama içi dolu turşucuk. Güzel olmasını istiyorum, aslı gibi güzel. Bunun da, olmazlığı bir yana, güç olacağını kestirirsin. Ben havalenin ‘resmen’ yapılmasını bekleyedurayım, başka bir kitap (onu da ben seçtim, beğendiğim bir şey olduğu için – bir dahaki mektubumda daha geniş bilgi veririm) üzerinde çalışmam gerek." Aynı mektupta Tercüme dergisine çevrilecek bir Machiavelli metninden söz eder: "Tercüme dergisine acele yetiştirilecek şöyle böyle on beş sayfalık bir parça… Bunlar işin ‘ekmek parası çeviri’ yanı. Ama utanılacak şeyler değil. Tercüme’ye, Machiavelli’nin Floransa Tarihi’nden Osmanlı İmparatorluğuyla Floransa ilişkileri, daha doğrusu Floransalı gözüyle Doğu-Batı ilişkileri üzerine sayfaları çevireceğim. Ondördüncü, onbeşinci yüzyıl Türkçe metinlerini ‘içinden’ okumağa koyulacağım bu işi yaparken. Kabusname, Aşık Paşa, Mevlid, Şeyh Bedreddin falan… Güzel iş, değil mi? Ancak, benim kullanacağım dil, yirminci yüzyılın, bugünün Türkçesi olmalı. Machiavelli’nin İtalyancası gününün taze taze diliydi çünkü. Sonradan, kitabın tümünü çevirip vereceğim klasiklere. Tasarı bu işte…” Şu satırlar da yine bu mektuptan: “Yeditepe’de, Lorca’nın şiirlerini bir araya getiren bir kitap çıkaracak Cevat Çapan. Aralarında benim çeviriler de var. Bir de Dost, yedi yıl önce çevirdiğim Simenon’u –inşallah- ekim ayında çıkaracakmış." *** Bir Bilge Karasu şiir çevirisiyle bitirelim: Uzanmış Bir Kadına Kaside Seni çıplak görmek, toprağı anmak demek... Toprak, dümdüz uzanan, atların çiğnemediği, Sürüp yeşertmediğim, salt biçim olan toprak; O gümüşten sınıra, geleceğe, kapalı... Seni çıplak görmek, anlamaktır tutkusunu İnce bir bel arayan yağmurun. Yahut, yanağının aydınlığını bulamıyan Koca denizin yanıp tutuşmasını.
Kanlar uğuldayacak yataklarda, Ateşten kılıçlarla gelecek; Bilmeyeceksin ama nerede gizlendiğini Kurbağa yüreğinin, mor menekşeciğin. Kökler birbirine girmiş karnında; Dudaklarını, bir gündoğusu, sınırsız. Yatağın ılık güllerinin altında bekliyor sırasını ölüler, gamsız. Federico Garcia Lorca Notlar: (1) Kitapta bir de Lorca’dan daha önce yayımlanmamış bir çeviri - Küba’lı Zencilerin Türküsü- yer alıyor. Oğuz Onaran’ın Tunç Tayanç’a getirdiği, daktiloya çekilmiş bir tomar Lorca çevirisinin içinden çıkmış bu şiir. (2)Bilge Karasu'nun bu çeviriye epeyce müdahale ettiği ve düzeltilerini çevirmene kabul ettirmek için çevirmenle mücadele ettiği biliniyor. Rivayete göre Bilge Karasu “düzeltiler olmazsa yayınlatmam,” diye bastırınca çev irmen kabul etmek zorunda kalmış, ama “Benim çevirim değil,” diye de belirtmiş. ABD'de ilgi görmemiş Gece. (3) Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı. (4)Şair-çevirmen Fred Stark. Yararlanılan Kaynaklar: Şiir Çevirileri, Bilge Karasu, Haz.: Tunç Tayanç, Metis Yayınları Haluk’a Mektuplar, Bilge Karasu, Devin Yayınları Öteki Metinler, Bilge Karasu, Metis Edebiyat Bilge Karasu Aramızda, Haz.: Füsun Akatlı-Müge Gürsoy Sökmen, Metis Edebiyat Frankofoni, Ortak Kitap 9, Bilge Karasu Özel Bölümü
LATİN AMERİKA ŞİİRİ ANTOLOJİSİ On dokuzuncu yüzyılda, üç yüzyıllık İspanya boyunduruğundan kurtulan Latin Amerika artık İspanya kültürüyle barışıktır ve “yeni şiir”ini oluşturmak için gözlerini Avrupa’ya çevirir. Böylece 1830’larda Avrupa’da esen romantizm rüzgârına Latin Amerika ülkeleri de kapılırlar ve latin Amerikan romantizmini oluştururlar. Kolombiyalı Gregorio Gutierrez Gozales ile Brezilyalı Antonio Gonçalves Dias bu akımı kıtada başarıyla temsil eder. Kübalı şair Jose Marti’nin 1882’de yayımlanan Ismaelillo adlı ilk şiir kitabı ise yeni bir akımın, modernizmin habercisidir. 19. Yüzyılın sonunda filizlenmeye başlayan modernizm, I. Dünya Savaşı yıllarında en canlı dönemini yaşar ve etkisini tüm Latin Amerika ülkelerinde gösterir. Bu akımın önemli diğer şairleri arasında Kübalı bir başka şair, Julian del Casal, Meksikalı Manuel Gutierrez Najera, Kolombiyalı Jose Asuncion Silva, Nikaragualı Ruben Dario sayılabilir. 1930’larda Latin Amerika, Avrupadaki yeni akımlarla da -kübizm, dışavurumculuk, gerçeküstücülük- tanışır. Şilili şair Vicente Huidobro, Fransız şairlerle arkadaşlık kurar, Guillaume Apollinaire ve Pierre Reverdy ile birlikte Nord Sud dergisini yönetir. Aynı yıllarda İsviçre’de öğrenim yapmış Arjantinli Jorge Luis Borges, Buenos Aires’e dönünce Avrupadaki avant-garde sanatın etkilerini taşıyan yapıtlar vermeye başlar. Gerçeküstücülük’ün izlerini
taşıyan bir bildiri hazırlar. Bu arada yeni bir akım, Yeni Dünya (Mundonovismo) akımı tüm kıtayı etkisi altına alır. Yeni Dünya akımı, şiirin öz kaynaklarına dönüştür. Uluslararası etkiler yerini ulusçu anlayışa bırakır. Bu akımın öncülüğünü Perulu Jose Santos Chocano yapar. Aynı yıllarda, Latin Amerika’da, özellikle Brezilya ile Karayip’lerde zencilerin sayısındaki artış Kara Şiir (poesia negra) akımının doğmasına yol açar. Toplumsal bir başkaldırı niteliğindeki bu şiirin öncüleri Porto Rikolu Luis Pales Matos, Kübalı Nicolas Guillen ve Brezilyalı Jorge de Lima’dır. 1920’lerden sonra Latin Amerika’da çok sayıda güçlü şair ortaya çıkar. Çoğunun temelinde gerçeküstücülük yatar. Gerçeküstücülük’ün etkisi ancak İspanya İç Savaşı’yla kırılır. Neruda gibi, Vallejo gibi şairler toplumcu şiire yönelirler. Günümüz Latin Amerika şairleri de çoğunlukla toplumcu şiirin örneklerini vermektedirler. Latin Amerika şiirini bütünlüklü görebilmemizi sağlayan önemli çalışmalardan biri Ülkü Tamer’in hazırladığı Çağdaş Latin Amerika Şiiri Antolojisi’dir. 1867 doğumlu Ruben Dario’dan 1942 doğumlu Javier Heraud’a dek, tam 50 (elli) şair yer alır bu çalışmada. Aralarında Gabriela Mistral, Cesar Vallejo,Miguel Angel Asturias, Jorge Luis Borges, Nicolas Guillen, Pablo Neruda, Octavio Paz’ın da olduğu çok sayıda çağdaş Latin Amerikalı şairin şiiriyle çoğumuz bu antoloji sayesinde tanıştık. Geçtiğimiz günlerde Ataol Behramoğlu ve Ebru Yener Gökşenli’nin hazırladığı yeni bir Latin Amerika Şiirleri Antolojisi çıktı karşımıza Kırmızı Kedi Yayınları’ndan. Bu çalışma, çok sayıda çağdaş, yaşayan Latin Amerikalı şairi içermesiyle bir önceki çalışmanın devamı, tamamlayıcısı gibi görülebilir. Bu ortak kitaptaki şairlerin en yaşlısı 1930 doğumlu: Honduraslı Roberto Sosa, Kübalı Pablo Armando Fernandez, yine Kübalı Roberto Fernandez Retamar, Paraguay’lı Ruben Bareiro Saguier, Uruguay’lı Saul Ibargoyen ve yine Uruguay’lı Washington Benavides. En genci ise El Salvador’lu 1967 doğumlu Otoniel Guevara. Her iki antolojinin kesiştiği tarihler arasında (1930-1942) her iki antolojide de yer alan 6 (altı) şair bulunuyor: Pablo Armando Fernandez (Küba), Roberto Fernandez Retamar (Küba), Arturo Corcuera (Peru), Otto Rene Castillo (Guatemala), Jose Emilio Pacheco (Meksika) ve Javier Heraud (Peru). Ataol Behramoğlu ve Ebru Yener Gökşenli’nin hazırladığı antolojide, 2010 yılında Nakaragua’nın Granada kentinde düzenlenen VI Uluslararası Şiir Festivali’nde tanıştığım kadın şair Gioconda Belli de var. Torpil yapıp onun şiirini alıyorum aşağıya. Gioconda Belli (1948) Romanları ve şiirleri 14 farklı dile çevrilen şair, Uluslararası Pen Club ve Nikaragua Dil Akademisi üyesidir. 1970’den itibaren Anastacio Somoza diktatörlüğüne karşı mücadele vermiş ve bir dönem Meksika ve Kosta Rika’ya sürgün edilmiştir. Pek çok ulusal ve uluslararası gazetede yazıları yayınlanan Belli, aynı zamanda dört çocuk annesidir. 1973 yılında Sobre la grama isimli şiir kitabıyla Nikaragua edebiyatına şiirsel duyarlılığı ile yeni bir yön veren şair, Linea de fuego ile 1978 yılında Küba’nın prestijliCasa de las Americas Ödülü’ne layık görülmüştür. Bu eserleri Amor insurrecto ve De la costilla de Eva (1987), El ojo de la mujer (1991) ve Apogeo (1997) isimli şiir kitapları izlemiştir. Son olarak şaire, Sor Juana de la Cruz ve Biblioteca Breve ödülleri (2008) verilmiştir. Kadından Erkeğe Tanrı seni benim için erkek yaptı. Bilinçaltımın en derinlerinden Hayranlık duyuyorum sana, Şefkatle çevrelenmiş Garip bir hayranlık ve taşkınlıkla. Senin dertlerin, sorunların Merakımı uyandırıyor, ilgilendiriyor beni Ve gözlemliyorum seni Düşündüğün ve tartıştığın sırada
Dünyadan konuşurken Ve sözcüklerin yeni coğrafyasını verirken ona Zihnim hazır almak için seni içeri, Düşünmek için fikirlerini Ve düşündürmek için sana benimkileri; Duyumsuyorum seni, güzel yoldaşım benim Bir bütünüz biz yan yana Ve bakıyoruz birbirimize gururla Bilerek farklılıklarımızı Kadın ve erkek olduğumuzu bilerek Ve bedenlerimizin benzemezliğine Değer vererek.
ÇEVİRMEN ORHAN VELİ Yalnız Seni Arıyorum Orhan Veli’nin Nahit Hanım’a yazdığı mektuplardan oluşan Yalnız Seni Arıyorum (Yapı Kredi Yayınları) adlı kitaba çeviri bahsi de konu olmuş. Nahit Hanım malûm, Orhan Veli’nin aşağıdaki dizelerde adını gizlediği kadın: “Bir de sevgilim vardır, pek muteber ; İsmini söyleyemem, Edebiyat tarihçisi bulsun.” Mektupların yazıldığı yıllarda Nahit Hanım İstanbul’da yaşıyordu. Nahit Hanım’ın son yıllarını geçirdiği Elmadağ’daki evine 80’li yıllarda benim de birkaç kez gitmişliğim oldu. Her akşam rakı sofralarının kurulduğu, şairlerin, edebiyatçıların, edebiyat severlerin uğradığı , keyifli sohbetlerin yaşandığı bir evdi. Orhan Veli ise 1945’te girdiği TEB Tercüme Bürosu’ndan iki yıl sonra “kurumda antidemokratik bir hava esmeye başladığı” gerekçesiyle ayrılıp İstanbul’a yerleşmişti. Bu konu Orhan Veli'nin 16 Ocak 1947 tarihli mektubunda şöyle geçiyor: “Biliyorsun, Ankara’dan ayrılmamın en mühim sebebi otel meselesiydi. Buraya geldikten sonra tekrar Ankara’ya dönebilmem için de ilk olarak o işin halledilmesi icap ediyordu. Bu da ancak elimdeki tercümenin bitmesiyle kabil olacaktı. Halbuki geçen gün kötü bir haber duydum. Gerçi böyle bir şey beklemiyor da değildim. Hatta sana bile söylemiştim. ‘Bu vekil Sabahattin’i Tercüme Bürosu’nda da bırakmaz’ demiştim. Duyduğuma göre dediğim çıkmış. Tercüme Bürosu’nu, kabine kurar gibi, Suut Bey yeniden teşkil edecekmiş. Mesele bir insanın gidip yerine bir başkasının gelmesi meselesi olsa bu hadiseyi hiç mühimsemem. Ama değil. Değişiklik, bir zihniyet değişikliğinden ileri geliyor. Göreceksin bu zihniyet Maarif teşkilatını pek kısa bir zamanda bir faşist teşkilatı haline getirecektir.” (Nitekim söz konusu “vekil” Reşat Şemsettin Sirer, göreve gelir gelmez Tercüme Bürosu’nda Sabahattin Eyuboğlu’nun yönetimindeki kadroyu bozmuştur). Birkaç satır sonra mektup şöyle devam ediyor: “Diyelim ki ne vekil, ne de Suut Kemal Bey tercüme işlerinde esas itibariyle hiçbir şeyi değiştirmeyecekler. Ama bu da meseleyi halletmeyecek. Çünkü Suut Beyben Ankara’da iken mecmuasına yazı yazmadım diye bana selâm bile vermiyordu. Ölçütleri bu kadar şahsi olan bir insanın eline bir fırsat geçtiği zaman bu fırsattan istifadeye kalkışmayacağını düşünmek biraz safdillik olur. İşte bu yüzden üç gündür tercümeyi elime alamıyorum. Halbuki kitabı hem yarılamış hem de en güç kısımlarını geçmiştim. En çok bir haftalık işim kalmıştı. Bu münasebetle senden bir şey isteyeceğim. Fakat mektubumu yine iş mektubu telakki edeceğini düşünüp cesaret edemiyorum. Şimdi bu işlerle kim alakadarsa onlardan öğrenemez misin? Tercümeye devam edeyim mi? Yoksa bırakayım mı? Ama bunu öğreneceğin insan az çok salahiyetli biri olmalı. Çünkü tercümeyi bitirdikten sonra kitapçılara filan satamam, emeğim de boşa gitmiş olur.” Orhan Veli bu yıllarda geçim sıkıntısı çekmekte, Ankara’daki borçlarını ödemek için Moliere’den çevirdiği ve hepsi 1944’de MEB klasikleri dizisinden yayımlanan Scapin’in Dolapları,Sicilyalı yahut Resimli Muhabbet, Tartuffe ve Versailles Tuluatı adlı oyunlardan gelecek parayı beklemektedir. Ne var ki durum pek umutlu değildir: “Ben işlerimi henüz yoluna koyamadım. Elime ara sıra üç beş kuruş bir para geçiyor. Bununla da bir şey yapmak mümkün değil. İlk gayem Ankara’daki borçlarımı ödemek. Moliere tercümesini buna karşılık tutmak istiyorum. Fakat o iş de suya düştü. Galiba Vekil Bey bizi mahkemeye veriyormuş. Herhalde eğlenceli olacak.” Sonrasında mahkeme durumu ne oldu bilemiyoruz ama TEB Tercüme Bürosu’yla yollarını ayırmasının bedelini ağır ödediğini biliyoruz Orhan Veli’nin. Şahap adlı birine borçludur aşağıdaki satırlardan anlaşıldığı gibi: “Şahap’ın ödediği paradan bahsediyorsun. Çok üzülüyorum. Fakat elimden hiçbir şey
gelmiyor. Benim sefaletimi ne sen tasavvur edebilirsin ne de Şahap. Bu herhalde ilanihaye bu şekilde devam edemez. İlk fırsatta Şahap’a yardım etmeye başlayacağım. Ama ne zaman bilemiyorum. Kendisini gördüğün zaman bu yazdıklarımdan istersen bir parça bahset. İstersen hiçbir şey söyleme. Yaptığım tercüme ile Tercüme mecmuasında çıkacak yazılarımdan onlara bir şey ayırabilecektim, yani kendim hiçbir şey almayacaktım. Ama o işler de suya düştü. Tercüme mecmuasındaki bibliyografyaları muzır neşriyattan telaki etmişler. Hasılı fena halde canım sıkılıyor” 12 Mayıs 1947 tarihli mektubunda “Sana bir şiir göndereceğimden bahsetmiştim, o şiiri gönderiyorum. Herhalde beğenmeyeceksin. Ben de beğenmiyorum. Mamafih yakında çok mühim şiirler yazacağım” der Orhan Veli. Sözü edilen şiir “Sizler İçin” adlı şiirdir ve yanına Orhan Veli tarafından şu cümle düşülmüştür: “Biraz Eluard’ın şiirlerine benziyor.” Bu şiirin yazıldığı yıllarda Orhan Veli, Varlık Yayınları için Fransız Şiiri Antolojisi hazırlamaktadır. 15 Temmuz 1947 tarihli mektubunda şu satırlara rastlarız: "Yeni şiirlerim olup olmadığını soruyorsun. Olsaydı gönderirdim. İnsan zaman zaman böyle susuyor. Mamafih şiiri hiç düşünmüyor değilim. Bu muhakkak daha büyük bir devir için hazırlıktır. Yakın zamanlarda mühim şiirler yazacağımı umuyorum. Zaten son şiirlerimi yazarken de büyük bir hamleye hazırlanıyordum. Şimdilik elimde başka bir iş var. Varlık Yayınları için bir Fransız Şiiri Antolojisi hazırlıyorum. Bu münasebetle de hep edebiyat tarihi kitapları okuyorum. Bununla beraber bu iş de beni şiirden uzaklaştırmış sayılmaz. Bilakis, çok Fransız şiiri görüyor, mütemadiyen onlar üzerinde düşünüyorum.” 25 Kasım 1947 tarihli mektuptan: “Antoloji meselesi maalesef halledilemedi”. Aynı yıl söz konu antoloji (Fransız Şiiri Antolojisi) meselesi halledilir ve kitap 1947 yılında Varlık Yayınları tarafından basılır. Önsöz’de Orhan Veli, çeviri anlayışına ışık tutan şu sözleri söyler: “Şiir tercümesinin adamakıllı güç, hatta çok kere imkansız bir şey olduğunu hatırdan çıkarmamak lazım. Burada sadece mütercim olarak konuşmuyorum. Kendim de şiir yazdım. Bir şiirin ancak bir defa söylenebileceğini, ancak bir türlü söylenebileceğini kendi tecrübelerimle biliyorum. Bu gerçeği Fransız şairi Cocteau şöyle anlatıyor: ‘Bir şiir hiçbir dile tercüme edilemez. Hatta yazılmış göründüğü dile bile.’ Peki, madem ki öyle, insan bu kadar güç, bu kadar imkansız bir işe niçin girişiyor? Bunun cevabını kendime göre vermeye çalışayım. Şiir başka bir dile ister çevrilsin ister çevrilmesin, bir şair başka memleketlerin şairleri gibi duymaya, onların düşündüklerini düşünmeye, onların usullerini kullanmaya kalktı mı kendi imkanlarının başka hiçbir suretle genişletilemeyecek bir şekilde genişlediğini görüyor. Bu, yalnız şair için değil, okuyucu için de böyle. Böyle olduğunu türlü milletlerin edebiyatlarının gelişmesinde tercümenin nasıl hayırlı tesirleri olduğunu görünce daha iyi anlıyoruz.”
Orhan Veli'nin Çevirileri Orhan Veli’nin oldukça zengin bir çeviri külliyatı vardır. Oktay Rifat’la yaptığı ilk çeviri 1943’de yayımlanan Alfred de Musset’den Bir Kapı Ya Açık Durmalı Ya Kapalı’dır. 1944’de yine Alfred de Musset’den çevirdiği Barberine basılır. Bunu aynı yıl yayımlanan Moliere’in Scapin’in Dolapları ve Sicilyalı Yahut Resimli Muhabbet” takip eder. Aynı yıl, 1953 Nisan ve Mayıs’ında İstanbul Şehir Tiyatrosu’nda temsil edilen Moliere’in Tartuffe'ünü dilimize kazandırır. Yine aynı yıl Azra Erhat’la birlikte Versailles Tuluatı’nı çevirip yayımlatır. Tüm bu çeviriler Milli Eğitim Bakanlığı'nın Dünya Edebiyatından Tercümeler, Fransız Klasikleri serisinden basılır. 1945’te Nikolay Vasiliyeviç Gogol’den Üç Hikaye Rus Klasikleri dizisinden yayımlanır. İki öykünün çevirisi Orhan Veli’ye diğer öykünün çevirisi Erol Güney ve Oğuz Peltek’e aittir. 1946’da Fransız Klasikleri serisinden Alain Rene Lesage’dan Turcaret'yi çevirir. 1946’da çeşitli Fransız şairlerinin on beş şiirini bizzat, beş şiirini de arkadaşlarıyla birlikte Türkçeye çevirip Seçilmiş Tercüme Eserler Serisi'nin ilk kitabı olarak Fransız Şiiri Antolojisi* adıyla yayımlanır. 1948’de Jean de la Fontaine’den La Fontaine’in Masallarıadıyla kırk dokuz fabl'ı manzum olarak Türkçeye çevirir. Doğan Kardeş adına iki cilt halinde yayımlanır. 1949’da Charles
Lamb’ın William Shakespeare-Hamlet ve Venedikli Tüccar'ını Şehbal Erdeniz’le birlikte Türkçeye çevirip Doğan Kardeş adına yayımlatır. “Tercüme” dergisinin 34-36 sayılı Şiir Özel Sayısı’nda kendi çevirdiği on, arkadaşlarıyla birlikte çevirdiği beş şiirden başka, biyografi ve nesir olarak da beş çevirisi bulunmaktadır. Son olarak Yeditepe Yayınları'ndan çıkan Batıdan Şiirler adlı eser de, Orhan Veli’nin; oktay Rifat ve Melih Cevdet Anday’la birlikte yaptığı çevirileri bir araya getirmiştir. Orhan Veli ölümünden önce yayımlamak olanağını bulamadığı iki tiyatro oyunu da çevirmiştir. Bunlardan biri Jean Anouilh’dan çevirdiği Antigone'dir ve Devlet Tiyatrosu tarafından sahnelenmiştir. Diğeri ise Jean Paul Sartre’ın Saygılı Yosma adlı eseridir. Bu eser 1950 yılında Saat 6 Tiyatrosu tarafından bir kez sahnelenmiş, 1961 yılında ise Ataç Kitabevi tarafından yayımlanmıştır. Orhan Veli’nin ayrıca, tamamlamak fırsatını bulamadığı başka çevirileri de vardır. İrene Nemirovsky’nin Les Chiens et les Loups adlı eserini İtlerle Kurt başlığı altında çevirmeye başlamış, 245 sayfalık kitabın 105. sayfasını çevirdikten sonra hayata gözlerini yummuştur. Memet Fuat Orhan Veli'nin arkada bıraktığı kağıtları arasında bulunan yayımlanmamış yirmiye yakın şiir bulunduğuna dikkat çeker. Bunlar yarım bıraktığı değil; tamamladığı, ama yeterli bulup yayımlamadığı çevirilerdir. Memet Fuat ayrıca, Orhan Veli'nin yırtıp attıklarının yayımladıklarından daha fazla olduğuna inanır. 2000 yılında Adam Yayıncılık tarafından yayımlanan Orhan Veli adlı araştırma kitabında "anlamla birlikte yapıyı da çevirme"ye dayalı çeviri anlayışının zorluklarına şu cümlelerle dikkat çekiyor önce: "Böyle bir anlayışla çarpıcı şiir çevirileri üretmek kolay değil. Eli yüzü düzgün çevirileri bile başarılı saymak gerekir. Çevirmek istediğiniz şiirin önce biçimsel çözümlemesini yapıp onu Türkçeye nasıl aktarabileceğinizi düşüneceksiniz. Biçimsel özelliklerine bizim şiirimizde karşılık bulacaksınız. Anlamı aktarmak yetmiyor, yapı da aktarılacak" Sonra da Orhan Veli'nin çevirmenliğine duyduğu hayranlığı dile getiriyor: "Ne kadar temiz bir Türkçe! Ölçüleri uyakları sanki kendiliğinden denk düşmüş! Ne kadar kolay oluvermiş her şey! Çok şanslı bir şair olmalı bu Orhan Veli! Neye elini uzatsa Türkçesi hazır, cuk oturuyor!" dedikten sonra "Evet, Orhan Veli çok usta. Öylesine ki yapılan işin çetinliği aklından bile geçmiyor okurun, çeviriye bakmadan, doğrudan şiirle, şiirin konusuyla, söyledikleriyle ilgileniyor, böyle şiirleri severim ya da sevmem diye düşünüyor. Sanırım Orhan Veli'nin "anlamla birlikte yapıyı da aktarmak kaygısı" ile, şiir çevirmenlerimiz arasında çok özel bir yeri var." diye bitiriyor. Oysa yaşadığı yıllarda Orhan Veli çevirmen olarak çok eleştirilmiş, özellikle de iyi bilmediği dillerden çeviri yapmakla suçlanmıştır. Orhan Veli'nin bu suçlamalara verdiği yanıt ilginçtir: " Yarım yamalak bildiğim dillerden eserler, rubailer tercüme etmeye (çevirmeye) kalkıyormuşum. olabilir. O dilleri hiç de bilmeyebilirim. Kelimelerini öğrenmek için lügâte (sözlüğe) bakarım, cümle teşkillerini (kuruluşlarını) anlamak için ötekine berikine sorarım, ama gene de tercüme ederim. Tenkit etmek (eleştirmek) isteyenler alırlar o tercümeleri, asıllarıyla karşılaştırırlar, yanlışları varsa bulurlar, kötü yerleri varsa tespit ederler, gösterirler. Ellerinden gelirse daha iyisini yaparlar. Tenkit, eseri tenkitle olur; hiç tanımadığı bir şahsın (kişinin) hiç bilmediği hususiyetlerini (özelliklerini) ileri sürmekle değil. Herhangi bir dili çok iyi bilir diye tanınmış bir zatın tercüme ettiği bir eser yanlışlarla dolu olsa bu eseri, o zat o dili çok iyi bilir diye, hoş mu göreceğiz?" (Orhan Veli, Bütün Yazıları II, Bindiğimiz Dal, Can Yayınları, s. 104-105)
Yaprak Dergisi-Philippe Soupault ve Orhan Veli Gerçeküstücü akımın kurucularından Philippe Soupaullt 1949’da Ankara’ya gelir ve Garip akımının temsilcisi şairlerle tanışmak ister. Tanışma, Yaprak dergisinin yönetim yerinde gerçekleşir! Orhan Veli ve Oktay Rifat, Philippe Soupault'dan çevirdikleri şu şiirleri okurlar şaire:
ŞARKI Bir tüfek aldım
Eyvah Bakkalı vurdum Vah vah Tüfeğimi sattım Maşallah Çev: Oktay Rifat
ŞARKI Şakir Efendi Koltukçu Öldü Düm gece Çerkeş’te Gitti Öldü Çerkeş’te öldü gitti. Çev: Orhan Veli Şiirde geçen Şakir Efendi, Çerkeş gibi yerli öğeler hiç rahatsız etmez Soupault’yu. Şiirin özünü verebilmek için yapılan bu değişikliklere onay verir Soupault. O da şiirin böyle çevrilmesinden yanadır. Şöyle düşünür şiir çevirisi hakkında Soupault: “Evet, şiir gerçi bir söz sanatıdır. Ama bir muhteva sanatıdır da. Bu bakımdan tercüme edilebilmelidir. Ben şiirin tercüme edilebileceğine inanıyorum. Hatta daha fazlasına, şiir dilinin, musiki gibi, milletlerarası bir dil olduğuna inanıyorum. Dünya milletleri birbirlerini, belki her şeyden çok, şiirle anlayacaklar. Şiirin, insanlar arasında esaslı bir barış sağlamak bakımından büyük payı olacak. Şiir tercüme edilir. Yalnız, tercüme edenin, onun bir söz sanatı olduğunu da unutmaması gerekir. Bu gereği yerine getirebilmek için de şiiri herhalde bir şair tercüme etmeli.” O gün saatlerce şiirden, çeviriden, hayattan konuşulur uzun uzun. Şiiri Türkiye’de bulmuştur Soupault: “Bütün dünyayı dolaştım, Hiçbir yerde gerçek şiiri bulamadım. Meksika’da bulur gibi olmuştum; Türkiye’de buldum.” der Soupault. “Şiiriniz, Fransa’da da, herhangi bir Avrupa memleketinde de birinci sınıf şiirdir. Bununla övünebilirsiniz. Üstelik, bu şiirin bir özelliği var. O da, Avrupalı olduğu kadar yerli oluşu, milli oluşu; Avrupalı olduğu halde Avrupa şiirinin taklidi olmayışı.”
Ayrılırken, Milli Eğitim Bakanlığı tarafından yaptırılan klasiklerin tercümesini de uzun uzun övmeden edemez. Aslına bakarsanız ortada ne gazetenin yönetim yeri vardır, ne de Philippe Soupault’yu ağırlayabilecek bir yer. Bunu Ece Ayhan’dan dinleyelim: “Velhasıl Yaprak dergisi çıkıyor ama 1949'da Fransa'dan Philippe Soupault (ünlü bir Oğuz Atay'ın deyişiyle üstgerçekçi şair) Türkiye'ye gelir, elçiliğin ve başkonsolosluğun çağrısı üzerine ve Yaprak dergisinin yazıhanesini görmek ister. Eyvah! Böyle birşey yoktur. Dergi, bazen Nahit Hanım'ın evinde bazen at yarışlarında, bazen sokakta, bazen bulvardaki Özen pastanesinde derlenmektedir. Seninkini alır bir telaş. Orhan Veli çok sarhoş olduğu zamanlarda eski bir Ankara evinin müştemilatında uyumaktadır, müştemilat delik deşiktir, çatı akar, her yerden rüzgar girer, zaten daha önce kömürlükmüş. Orhan Veli naapsın, Fransız şair ısrar ediyor, Paris'te alıştığı gibi her derginin bir yazıhanesi vardır. Para da yoktur. Bakkaldan un alır. Bir de sahan bulur, unun içine biraz su katar karıştırır tutkal gibi yapar ve uydurma barakanın bütün boşluklarına, deliklerine, açıklarına Yaprak dergileri yapıştırır. Nahit Hanım da bir kilim ve halı bulur evinden. Komşusundan da bir masa ayarlar ve sekreter olur. En sonunda herşey hazırlanınca Phillippe Soupault'ya burasını Yaprak dergisinin, genç kuşağın dergisinin yazıhanesidir diye gösterir. Bunu bana Nahit Hanım güle güle anlatmıştır.”
Melih Cevdet Anday ise şöyle anlatır bu olayı: “Unutamayacağım anılarımdan biri, ünlü Fransız ozanı Philippe Soupault’yu Yaprak yönetim evimizde ağırlamamızdır. Gerçekte böyle bir ev yoktu. Orhan Veli, o zaman, bir apartmanın bahçesindeki tek odalı bir evde oturuyordu. Odanın duvarları çatlak çatlaktı. Döşeme dayama bakımından yoksuldu. Tuvaleti yoktu diyebilirim. Bu yüzden biz, ünlü Fransız ozanını bir lokantaya davet etmek istedik ama o razı olmamış buna, ille de Yaprakçıların yönetim evine geleceğim diye tutturmuş. Odaya iki gün içinde badana vurduk, çatlakları elimizdeki Yaprak dergileriyle kapattık, evlerimizden koltuklar, masa, kilimler, içki-yemek takımları getirdik. Hiç unutmam, şiir okuma sırası kendine geldiğinde, Orhan Veli, Soupault’dan yaptığı ‘Şakir Efendi öldü/dün/gece Çerkeş’te/Çerkeş’te öldü gitti’ çevirisini okudu. Biz gülüşmeye başlayınca, adam ne oluyor gibilerden bakındı. Anlattık. Bir daha dinledi. ‘Tamam’ dedi, ‘benim şiirim bu.’ Sonra ülkemizden ayrılırken, ‘şiiri Türkiye’de buldum’ diye demeç verdi gazetelere.” (15 Ekim 1981 – Milliyet Sanat Dergisi)
Dadacılık, Gerçeküstücülük ve Garip Orhan Veli gerçeküstücüleri okuduğunu yadsımaz hiç: “1935’te Melih Belçika’da idi. Oktay ile sürrealistleri okuyorduk.” (Yenilik Dergisi, Aralık 1953). “O sıralarda gavur şiirlerini okuyorduk. Bu arada Baudelaire’den sonraki nesilleri, daha çok modern şairlerin kitaplarını. Bir de sürrealistleri. İşte herkesin acaiplik telakki ettiği şiirleri o zaman yazdık.” (Yedigün Dergisi, 2.2.1947) Ancak böyle isimlendirilmelerini doğru bulmaz. Garip’in önsözünde bunu açıklar: “Surrealisme’den birkaç defa böyle sevgi ile bahsetmemizden olsa gerek, ya surrealisme’i , yahut da bizim şiirlerimizi okumamış bazı insanlar, hakkımızda yazılar yazarken, bizi bu isimle isimlendirdiler. Halbuki Surrealisme’e, burada bahsettiğimiz iştirakler dışında hiçbir alakamız olmadığı gibi herhangi bir edebi mektebe de bağlı değiliz.” Orhan Veli, Melih Cevdet Anday ve Oktay Rifat’ın Gerçeküstücülük ile esas karşılaşmaları, 1937 yılında Gerçeküstücülük Manifestosu’yla olmuştur. Melih Cevdet Anday Belçika’dan yeni dönmüş, Oktay Rifat henüz Fransa’ya gitmemiştir. Oktay Rifat’ın evinde, Oktay Rifat’ın gelini onlara satır satır Manifesto du Surrealisme (Gerçeküstücülük Manifestosu) okumakta, Türkçeye çevirmektedir. Ne Orhan Veli’nin, ne Melih Cevdet Anday’ın ne de Oktay Rifat’ın bu kitabı anlayacak yetkinlikte Fransızcası vardır. “Şiir olsa bir kelimeden dünya kadar mana çıkarırlar ama bu kitap hem zorludur, hem de şiir değildir.” Gelin tercüme etmesine ediyordur ama yazarın ne demek istediğini o da pek anlamıyordur. “Ötesini siz anlayıverin çocuklar” der. Şairlerimiz ise her cümlede uçmaktadırlar. Oktay Rifat’a göre bu kitaptan Orhan Veli birçok şey öğrenmiştir. Ama Orhan Veli’nin şiirinin gerçeküstücülükle ilgisi yok gibidir. Belki bir tek şiiri dışında: Elimi çok dallı bir ağaç gibi Tutarım göğün yüzüne Ve seyrederim bulutları Bir deve gürültüler içinde koşar koşar koşarken Güneş doğmadan evvel varmak için Ufka… Asım Bezirci'ye göre Orhan Veli gerçeküstücüleri hem okumuş, hem de onların az çok etkisinde kalmış, hatta Philippe Soupault'dan "mülhem" (esinlenen) 'Eleji' ve Jules Superville'den "mülhem" "Küçük Bir Kalp" gibi şiirler yazmıştır ya, yine de büsbütün onlara bağlanmamıştır. Gerçi gerçeküstücüler gibi o da bilinçaltını rahatça boşaltmayı engelleyen ölçüyle uyağa, belagat kurallarıyla edebi sanatlara sırt çevirimiş, anlatımda yalınlık ve çıplaklğa yönelmiş, yaşamın karşısına zaman zaman gülmece ve alayla çıkmıştır. Fakat noktalama işaretlerini kullanmak, imgeyle simgeden kaçınmak, resimle otomatik yazıya sırt çevirmekle de onlardan ayrılmıştır". (Asım Bezirci, Orhan Veli,
syf. 51) Bezirci, Orhan Veli'yi gerçeküstücülerden ayıran bir başka özelliğin de şiiri insanın beş duygusuna değil, kafasına (yani aklına) hitap eden bir sanata dönüştürmek istemesi olduğunu belirtir. Gerçeküstücüler ise onun tersine, mantıkçı aklın davulunu patlatıp yırtığına bakmayı öne sürerler.
Varlık dergisinin Ekim 1937 sayısında da Orhan Veli veOktay Rifat’ın ortaklaşa kaleme aldıkları Sürrealist Oyunlardan Diyalog yayımlanır. Bu örnek Cemal Süreya’ya göre Garipçilerinçıkışlarında gerçeküstücü biraz da Dadacı esinlerle yüklü olduklarınınbir göstergesidir. (Cemal Süreya, Toplu Yazılar I Şapkam Dolu Çiçekle ve Şiir Üzerine Yazılar,YKY,Oktay Rifat'ın ilk Şiirleri, s. 340) Ahmet Kabaklı'nın görüşü şöyledir: "Mesela garipçiler, bir yandan günlük yaşayışı ve dış âlemi hiş şairaneliğe kaçmaksızın yazmak ilkelerini uygularken bir yandan da rüyaya,sayıklamaya, deliliğe, altşuura dayanan gerçeküstücü şiir ilkelerini nazarî olarak savunmuşlardır." (Ahmet Kabaklı, Türk Edebiyatı, C. IV., Türk Edebiyatı Vakfı Yay., İstanbul, 2002, s. 43.) Mehmet H. Doğan da kapalı bir biçimde gerçeküstücülük etkisinden söz eder: “Orhan Veli’nin çevirdiği Andre Breton ile Paul Eluard’ın ‘ Şiir Üstüne’ adlı bir yazısı var. Bu yazıda Garip şiirinin baştan beri benimsediği düşüncelerden çok şey var. Garipçilerin Gerçeküstücüleri bildikleri buradan da belli.” (Mehmet H. Doğan, Türk Şiirinden Son Okumalar, s. 80-81, İkaros yay.2008) Konur Ertop Milliyet Sanat Dergisi’nde bu konuya değinir: “Gerçeküstücülerin usa karşı çıkmaları, doğayı değiştirmeleri, olmayacak şeyleri olmuş gibi anlatmaları Garipçilerin şiirine geniş ölçüde yansımıştır: ‘ Ağaca bir taş attım; / Düşmedi taşım./ Taşımı ağaç yedi.’ (Ağaç, O. R.- O. V.), ‘ Bazan şaşırıp ekmek yerine/ Yıldız yiyorum’ (Ekmek ve Yıldızlar, O.R.)” – Konur Ertop, Milliyet sanat dergisi, Sayı: 275/ 1 Kasım 1991 Enis Batur’a göre akımın, gerçeküstücü hareketten hız aldığı kolaylıkla söylenebilir. Batur, daha da ileri gitmek gerektiğini belirtir ve “hem Garip, hem II. Yeni gerçeküstücü hareketten dolaylı biçimde etkilenmiş, “öncüllerden daha dolaysız etkiler taşımış iki anlayıştır: ilkinde Cros ve Corbiere’in, ikincide Apollinaire, Cendrars ve Max Jacob’un varlığı daha belirgindir. Ne yazık ki, bizde hala karşılaştırmalı yazın araştırmaları yapılmıyor –bu da, üstünkörü buluşturmalarla yetinilmesine yol açıyor” der. Hasan Bülent Kahraman, Birinci Yeni şiirinin çıkış noktasında, tavır olarak dadacılık, kuramsal ‘derin yapı’ olarak da gerçeküstücülük olduğunu belirtir. (Türk Şiiri Modernizm Şiir,s.68) Erdoğan Alkan Şiir Sanatı kitabında bu etkilerin bazılarını Orhan Veli’de, neredeyse “aktarma” (çalıntı) dizeler olarak örnekler; “1937 ortalarından itibaren değişim başlar. Onu dadacı ve gerçeküstücü olarak görürüz” der. “Yazık ki Garip’teki gariplik bile Orhan Veli ve arkadaşlarının kendi malları değil, ülkemize dadacılar’dan aktarma” diye ekler. Öte yandan Ercümend Behzat ile Mümtaz Zeki de özgür koşukla Orhan Veli'den önce kendilerinin şiirler yazdıklarını, bu nedenle Fransız Gerçeküstücülerinin 1924'lerde ortaya attıkları fikirlerin ilk kez Garip'le şiirimize girmiş olduğu fikrine karşı çıkarlar. Ercümend Behzat S.O.S adlı kitabının önsözünü ve aşağıdaki parçayı bunun kanıtı olarak sunmuştur: .... Şekil: Dikenli hendese, kurtul! Düzgünlü mısra: Çakıltaşı... Kalıp, kafiye: Akla köstek... Yalnız gözle okunması için şiirin Buğulu aynadan ahengi sil.
... Mümtaz Zeki'nin de dadacılardan esinlenerek 1934 yılında Alo Alo adlı eseri yazdığı doğrudur. Önümüzdeki sayıda devam edecek.
ÇEVİRMEN ORHAN VELİ (2) "Bütün Yazıları"nda Çeviri Konusu: Asım Bezirci'nin hazırladığı, Orhan Veli'nin bütün yazılarından oluşan Sanat Ve Edebiyat Dünyamız (Bütün Yazıları I) ve Bindiğimiz Dal'da (Bütün Yazıları II) Orhan Veli'nin çeviriyle ilgili görüşlerini aşağıdaki başlıklarda bulup ayrıntılı olarak okuyabilirsiniz: Sapık Temayüller (Bütün Yazıları I, s. 62-65). Bu yazıda Orhan Veli, Yazık oldu Süleyman Efendiye dizesinin Verlaine'in Priez pour le pauvre Gaspard dizesinden çalıntı olduğunu öne süren bir yazara yanıt vermiş. Yazıda aynı zamanda Orhan Veli'nin gerçeküstücülük ile ilgili görüşlerini de bulmak mümkün. Tercüme Şiirler (Bütün Yazıları I, s. 79-80). Bu yazıda Orhan Veli Tercüme Dergisi'nin hazırladığı Şiir Özel Sayısı* üzerinden son zamanlarda şiir çevirileri üzerine çıkan bazı yazılardan söz etmiş. Arkasından gelen Yunan Sayıları adlı kısa yazıda da Tercüme dergisinin kütüphanemize hediye ettiği Yunan kültürüne ayrılmış sayıların önemine değinmiş.
Şiir Tercümeleri (Bütün Yazıları I, s. 96) adlı kısa yazıda Orhan Veli şu cümlelere yer vermiş: "Elime Dünya Edebiyatından Şiirler adlı bir kitabın ikinci fasikülü çıktı. Bu kitapta Kosti Palamas, Kamoens, Claude Cezaneva, Paul Benda, Jean Hugle, Halina İzdebsko, Georges de Pilathy, Henri Martin, Armand Braibat, Monise Simon, Robitaille'den seçilmiş şiirler var. Kitabın mütercimi Bey Nurettin Nart bu kadar ünlü şair arasında meşhur İspanyol şairi Dom Salazar'la Macar Şairi Bela Kölebek'ten de birer şiircik olsun tercüme etmeyi (çevirmeyi) nasıl olmuş da unutmuş acaba?" Tercüme (Bütün Yazıları I, s.101, 107) Bu yazıda Orhan Veli yine Tercüme dergisinin çıkardığı Özel Şiir Sayısı’nın önemini vurgulamış ve bu sayıda yer alan Melih Cevdet Anday'ın Langston Hughes çevirisine (Ben de) yer vermiş.
Birkaç sayfa sonra Tercüme Dergisi başlıklı yazı yer alıyor kitapta. Konu yine Şiir Özel Sayısı. Bu sayı her tarafta ilgiyle karşılanmış ancak Son Telgraf gazetesinin bir sayısında Ali Rauf Akan’ın bazı olumsuz düşünceleri yer almıştır. Akan'ın eleştirileri üç noktada toplanmaktadır. 1) Bu dergideki şiirler asıllarından mı yoksa başka bir dilden mi tercüme edilmişlerdir? 2) Seçilmiş tercümeler dünya şiirini mükemmel bir tarzda tanıtmaya yeterli midir? Bazı büyük şairlerin tanınmış şiirleri yer almamaktadır. 3) Bazı şairlerin hayatları hakkında bilgi verildiği halde, bazıları hakkında hiç bilgi verilmemiştir. Orhan Veli'nin savunması ise şöyledir: 1)Tercüme dergisinin başından beri kabul ettiği şartlardan biri bütün tercümelerin asıllarından tercüme edilmesi şartıdır. Mısır, Çin, Japon dillerinde bazı imkânsızlıklar yüzünden bu şarta uyulamamış, fakat bu tercümelerin altına da o metinlerin hangi dilden tercüme edildiği yazılmıştır. 2) Yıllardır yapılamamış bir işi bir solukta tam ve kusursuz bir halde ortaya atıvermek üç beş kişinin gayreti ile olacak işlerden değildir. Zaten derginin iç kapağındaki yazıda da o sayısının kusursuz, eksiksiz bir dünya şiiri antolojisi olmadığı, sadece elde bulunan tercümelerle meydana getirilmiş bir eser olduğu, daha doğrusu bir başlangıç olduğu belirtilmektedir. 3) Memleketimizde Ezra Pound, Mac Leish, Langston Hughes, Eluard, Aragon, Malraux, Superville gibi yazar ve şairleri tanıyanlar azdır. Ama Shakespeare, Hugo, Baudelaire, Verlaine, Rimbaud gibi şairlerin hayatları hakkında herkes az çok bir şey bilir. Ayrıca Tercüme dergisinin eski sayılarında, zaman zaman bunların hayatlarından bahsedilmiştir. Bu nedenle bazı kimselerin daha geniş tanıtılıp bazı kimseler hakkında hiçbir şey söylenmemiş olması o kadar da kusur sayılacak bir nokta değildir. Bir Tenkit Üzerine (Bütün Yazıları I, s.140-141) başlıklı yazıda Cemil Meriç'in Fransız Şiiri Antolojisi’ne getirdiği eleştiriyi yanıtlıyor Orhan Veli. Cemil Meriç, Orhan Veli'nin böyle bir çalışmanın üzerine imza atmasına kızmıştır. Çünkü bu kitap Meriç'e göre bir antoloji değildir; ayrıca buradaki şiirlerin yüzde doksan beşinin Tercüme dergisinin şiir özel sayısında çıktığını
söylemiştir. Orhan Veli'nin savunması yine benzer şekildedir. Her şeyden önce kitabın önsözünde bu çalışmanın bir antoloji sayılamayacağı belirtilmiş, ileride yapılacak olanlara bir başlangıç niteliğinde çıkarıldığı belirtilmiştir. Üstelik kitapta 41 şiir vardır. Bu 41 şiirden 24 tanesi o özel sayıda çıkmış, geri kalan 17 tanesi çıkmamıştır. Üstelik bu 17 şiirin 8 tanesi de hiçbir yerde yayımlanmamıştır.Orhan Veli'ye göre Cemil Meriç'i asıl kızdıran “antolojide Hugo’yu küçük gösterecek hükümler sıralaması”dır. Orhan Veli’nin Hugo’yu beğenmeyen yazarlar da vardır, deyip bir Fransız eleştirmenin, Thierry Maulnier’nin, ismini vermesi Meriç’i oldukça öfkelendirmiş; Meriç “Hugo’yu bir kalem serserisinin merceğinden göstermeye utanmıyor” diyerek duygularını belirtmiştir. Şiir Yolu ile Tanıtma (Bütün Yazıları I, s. 158-160) başlıklı yazıda Orhan Veli’nin kültürümüzü dünyaya tanıtmanın önemini ve bu yolla dünya barışına yapacağımız katkıyı çok erken kavramış olduğunu görüyoruz. Şiirimizin hiç de Batı milletlerinin şiirinden geri olmadığının altını çizen Veli, “Bize, dünya barışına hizmet ederken milli bir gurur sağlayacak sanatçılarımız, dünya milletleri karşısına alın akıyla çıkacak şairlerimiz var. Unutmayalım onları. ‘Unutmayalım onları’ demek, milli menfaatlerimizi unutmayalım demektir” diyor. Avrupa’da tanınan tek şairimizin Nazım Hikmet olduğuna, onun da bize rağmen tanındığına dikkat çekiyor. Nihat Kuşlu’nun yaptığı bir söyleşiye yanıt verirken (Bütün Yazıları II, Orhan Veli, Oktay Rifat ve Melih Cevdet Anday ile Sanat Üzerine Konuştuk , s. 104) şiir dışında bir şeyle uğraşmaya vakti kalmadığını, ancak geçinebilmek için tercümeler yaptığını belirtiyor. Demokrasi Sayısı (Bütün Yazıları II, s. 153) ve ardından gelen Ölçü başlıklı yazılarda Orhan Veli, Tercüme Dergisi’nin 19 Kasım 1946 tarihli ve 39-40 sayılı demokrasi üzerine düşünceler özel sayısı üzerine görüşlerini belirtiyor. Philippe Soupault Ankara’da (Bütün Yazıları II, s. 169-170) ve Philippe Soupault Türkiye’de, Philippe Soupault Yaprak’ta (Bütün Yazıları II, s. 171-173) başlıklı yazılarda ayrıntılı olarak Orhan Veli’nin, Philippe Soupault’nun Türkiye’yi ve Yaprak Dergisi’ni ziyaretiyle ilgili görüşlerini okuyabilirsiniz. Palme Academique (Bütün Yazıları II, s. 208-209) başlıklı yazıda ise Orhan Veli, Fransızların elliden fazla piyesini çevirip sahneye koyduğu için İ. Galip Arcan’a Palme Academique ödülü verdiklerini belirttikten sonra, Molière’in Don Juan’ının bu çevirmen tarafından ikinci kez çevrilmesinin gereksizliğine dikkat çeker: “Son çevirilip de İstanbul Şehir Tiyatrosu’nda oynanan eser üzerinde bir saniye durmak istiyoruz: Diyelim ki, Türk seyircisine Molière’in Don Juan’ını göstermek gerekti. Ama, bunun için, eseri yeni baştan tercüme etmeye ne lüzum vardı? Melih Cevdet’le Erol Güney’in tercümeleri, hatta Vefik Paşa’nın adaptation’u [uyarlaması] bundan daha mı kötü idi? Maksat nişan almaya bir vesile hazırlamaksa ve önceki tercümelerden daha iyisini yapmak mümkün değilse, -onlara baka baka- hiç olmazsa onlar kadarını olsun, yapmak mümkün değil miydi?” Şevket Rado’ya Mektuplarda Çeviri Konusu: Şevket Rado, Yapı ve Kredi Bankası tarafından çıkarılan Doğan Kardeş dergisinde yönetici konumunda olup aynı zamanda arkadaşları olan Orhan Veli’ye, Melih Cevdet Anday’a ve Oktay Rifat’a çeviriler sipariş etmektedir. Aralarındaki yazışmalar yıllar sonra (2002 Ocak’ta) Şevket Rado’ya Mektuplaradıyla yayımlanır. Orhan Veli'nin mektupları, aşağıda da görüleceği üzere ağırlıklı olarak iş ilişkileri üzerinedir: “Sevgili Kardeşim Şevket, Bundan evvelki mektubumda size birçok kitabı tercüme etmek istediğimden bahsetmiştim. Elime başka güzel kitaplar geçti. Bir iki tanesinin ismini yazayım. Bunlardan hangisini istersiniz? Shakepeare’in piyeslerinden çocuklar için hikaye haline getirilmiş olanlar: Bir Yaz Gecesi Rüyası, Fransızcası 21 sahife Fırtına, Fransızcası 30 sahife İstediğiniz Gibi, Fransızcası 26 sahife
Makbet, Fransızcası, 30 sahife Kral Lir, Fransızcası, 25 sahife Ayrıca yine çocuk edebiyatından Buckley’in mitoloji hikayeleri var. Bunlardan birkaçının ismi: Yankı’nın Efsanesi, Fransızcası 11 sahife İlahi Çalgıcı, Fransızcası 30 sahife Heykel ve Heykeltraş, Fransızcası 10 sahife Daha birkaç tane var. Hepsinin adını yazmıyorum. “Doğan Kardeş”e yarayacağı kanaatindeyim. Bir de telif hakkı olarak ne istemeliyim? Bana süratle cevap verirsen memnun olurum. Çünkü paraya olan ihtiyacımı tasavvur edemezsin. Mutabık kaldığımız takdirde hemen tercümeye başlarım. Cevap bekliyorum.” (Şevket Rado’ya Mektuplar, YKY, s. 31, mektubun tarihi yok) “Şevketciğim, Mektubunu aldım. Teklifinizi esas itibariyle kabul ediyorum. Fakat siz böyle bir kitaba ne verebilirsiniz? Çünkü bu şiir tercümelerinin her birini muhtelif mecmualara ayrı ayrı zamanlarda satsam ve her biri için on, on beş lira para alsam yirmi tanesi üç yüz lira eder. Mamafih “Doğan Kardeş”in vaziyeti zannederim fena değil. Bu itibarla bu parayı verebilirsiniz. Mutabık kaldığımız takdirde müsveddeyi 1948 senesi sonuna kadar tamamlarım. Bunun benim için karlı bir iş olmadığını, daha ziyade zevk işi olduğunu herhalde tahmin edersin. İnsanın en aşağı fasılasız olarak yedi sekiz ayını alacak olan bir iş için bu kadar para sembolden başka bir şey değildir. Cevabını bekler, muhabbetle gözlerinden öperim. “(Şevket Rado’ya Mektuplar, YKY, s. 33, 22 Mart 1947 tarihli mektuptan )** “Sevgili Kardeşim Şevket, Sana, acil olan ihtiyacıma binaen birkaç tane daha La Fontaine tercümesi gönderiyorum. Sen de bana elli lira gönderebilirsen memnun olurum. Böylelikle alacağım paranın üçte birini almış olacağım. Teslim ettiğim tercümeler de aşağı yukarı tamamının üçte biridir. Senet imzalama işini nasıl istersen öyle halledelim. İstersen gönder, imza edip geri yollayayım, istersen İstanbul’a gelince imzalarım.” (Şevket Rado’ya Mektuplar, YKY, s. 35, 2 Haziran 1948 tarihli mektuptan ) “Şevketciğim, Galiba biraz geciktim. Şiddetle özür dilerim. İstediğin veçhile uzunca bir şiir tercüme ettim. (Şevket Rado’ya Mektuplar, YKY, s. 37, 17 Kasım 1948 tarihli mektuptan )*** “Sevgili Kardeşim Şevketciğim, Fransızca gazetelerden öğrendiğime göre Marcel Ayme’nin çocuklar için yeni bir kitabı çıkmış. Getirtmek istiyorum. Çok güzelmiş. Doğan Kardeş için tercüme etsem işinize yarar mı? Kitabın adı: Les Chiens (Şevket Rado’ya Mektuplar, YKY, s. 47, 17 Ocak 1949 tarihli mektuptan )
Almanca ve İngilizce’de Orhan Veli Orhan Veli’nin şiirleri Yüksel Pazarkaya ve Helmut Mader tarafından Almancaya çevrilip 1966 yılında Suhrkamp Yayınevi tarafından Poesie adıyla basılmıştır. Yüksel Pazarkaya “Sözcükler” dergisinin 50. sayısındaki yazısında (Şiirimizin Dehası Orhan Veli 100 Yaşında) şöyle anlatır bu çeviri ortaklığını: “1961 yılı kış sonu. (…) Alman şair arkadaşım Helmut Mader ile halk işi bir lokalde oturmuş yörenin ucuz kırmızı şarabından bir şişe açmışız. (…) Şarabın esrikliğiyle olmalı, kadehler üstüne eğilmiş başımı hafifçe kaldırıp Almanca mırıldandım: ‘Neler yapmadık şu vatan için! / Kimimiz öldük; / Kimimiz nutuk söyledik.’
Helmut Mader, kadehin üzerine uyuklar gibi eğilmiş başını birden kaldırdı. ‘Kimden bu?’ diye hayretle sordu, ‘Yaşamımda yalnızca bu üç dizeyi yazsam, başka hiçbir şey yazmasam olur.” O an Orhan Veli'nin çevrilmesine karar verilmiştir. O yaz Türkiye’ye gidilir ve Türkiye dönüşünde çeviri süreci başlamıştır artık. Beş yıllık çalışmanın sonunda basılan bu kitap, Nazım Hikmet’in Batı Almanya’nın Luchterhand Yayınevitarafından 1963 yılında yayımlanan ve Memleketimden İnsan Manzaraları’ndan bir kitap olan Şu 1941 Yılında (In Jenem Jahr 1941) adlı destanını saymazsak modern Türk şiirinden Almancada çıkan ilk kitaptır. İlk haliyle şairin şiiri üzerine bir tanıtma yazısını ve 49 şiirini içeren kitap büyük etki yaratır ve yankı bulur. Pazarkaya 1985 yılında şiir sayısını 49’dan yaklaşık 130 çıkarır ve kitap yine Almanca ve Türkçe olarak, genişletilmiş baskıyla Garip/Fremdartig adıyla, Frankfurt’taki Dağyeli Yayınevi’nde ikinci kez yayımlanır. Bu arada ne yazık ki kitabın çevirmenlerinden Helmut Mader genç yaşta hayata gözlerini yumar. Bu nedenle yeni eklenen çevirilerin tümü Yüksel Pazarkaya’ya aittir. Bu ikinci ve genişletilmiş kitap, Almancaya çevrilenler arasında bir Türk yazarın kazandığı en büyük ödülü alır. 35 tanınmış yazar ve eleştirmenin verdiği puanlarla her ay yayımlanan En İyi Kitaplar listesinde, mart 1986’da en yüksek puanı alarak birinci olur. Talat Sait Halman’ın İngilizce çevirileri ise Multilingual Yayınları tarafından Just For The Hell Of It, 111 Poems by Orhan Veli Kanık adı altında toplanmış ve 1997 yılında yayımlanmıştır. Dipnotlar: * Bu antolojide, François Villon (Evvel Zaman Kadınları Baladı, çev: Sabri Esat Siyavuşgil, Asılmışların Baladı, çev: Orhan Veli Kanık), Pierre de Ronsard (Helène için Sonnet, çev: Orhan Veli Kanık, Mezar Taşı, çev: Sabahattin Eyuboğlu), Joachim du Bellay (Güzel Seyahat, çev: Sabri Esat Siyavuşgil, Sonnet, çev: S. Eyuboğlu-O.V. Kanık), Jean de la Fontaine (Karga ile Tilki, çev: O. V. Kanık, Ağustos Böceği ile Karınca, çev: S. Eyuboğlu-O. V. Kanık), Andre Chénier (Hapisteki Genç Kadın, çev: S. Ayoba), Alphonse de Lamartine (Göl, çev: Yaşar Nabi), Victor Hugo (Boaz Uykuda, çev: O. V. Kanık), Alfred de Musset (Hüzün, çev: O. V. Kanık, Pepa’ya, çev: O. V. Kanık), Gérard de Nerval (Fantazya, çev: C. S. Tarancı, İlk Sevgililer, çev: S. Eyuboğlu-O. V. Kanık), Théophile Gautier (Çin İşi, çev: O.V. Kanık), Charles Baudelaire (Düşman, çev: A. M. Dranas, Alıp Götüren Koku, çev: A. Hanlı, Balkon, çev: C. S. Tarancı,Aşıkların Ölümü, çev: S. E. Siyavuşgil, İçe Kapanış, çev: S. Eyuboğlu, Çalar Saat, çev: A. M. Dranas), Jose-Maria de Heredia (Fatihler, çev: S. Eyuboğlu-O. V. Kanık), Charles Cros (Çirozname, çev: O. V. Kanık), Paul Verlaine (Green, C. S. Tarancı, Şiir Sanatı, çev: S. Eyuboğlu-M.C. Anday, Gök Öyle Mavi, çev: C. S. Tarancı), Arthur Rimbaud (Sarhoş Gemi, S. Eyuboğlu), Stephane Mallarmé (Deniz Meltemi, O. V. Kanık), Jules Laforgue (Cigara, O. V. Kanık), Jean Moréas (Hiçbir Yerde, çev: O. V. Kanık), Henri de Regnier (Ziyaretçi, çev: Z. O. Saba), Paul Valery (Dost Orman, çev: O. V. Kanık, Deniz Mezarlığı, çev: S. E. Siyavuşgil), Jean Pellerin (Dönüş Türküsü, çev: O. V. Kanık), Guillaume Apollinaire (Ren Gecesi, çev: S. Eyuboğlu-O. V. Kanık, Marızıbill, çev: S. Eyuboğlu-N. Cumalı), Jules Superville (Küçük Koro, çev: O. V. Kanık, Matematik, çev: S. Eyuboğlu), Aragon (Elsa’nın Gözleri, çev: O. V. Kanık) ve Paul Eluard (Hürriyet, çev: M. C. Anday-O. V. Kanık) şiirleri yer almaktadır. **Mektubun başına “Tercümeleri benden peyderpey alıp mecmuada da neşretmeniz mümkün” notunu düşmüş. *** Mektubun sonuna “Gönderdiğim tercümenin birinci mısraındaki yastık kelimesini isterseniz simit yapın” notunu düşmüş. Söz konusu dize Sütçü Kadınla Süt Kabı şiirindeki şu dize: Başındaki yastığa [simide] oturtmuş süt kabını. Yararlanılan Kaynaklar:
Orhan Veli, Bütün Yazıları I, Sanat ve Edebiyat Dünyamız, Can Yayınları, 1982 Orhan Veli, Bütün Yazıları II, Bindiğimiz Dal, Can Yayınları, 1982 Orhan Veli İçin, Hazırlayan: Adnan Veli Kanık, Yeditepe Yayınları, 1953 Orhan Veli, Memet Fuat, Adam Yayınları, 2000 Orhan Veli, Asım Bezirci, Evrensel Basım Yayın, 1995 Orhan Veli Kanık, Editör: Semih Gümüş, T.C. Kültür Ve Turizm Bakanlığı, 2011 Orhan Veli Kanık ve Garipçiler, Yusuf Yıldırım, Toker Yayınları, 2004 Yalnız Seni Arıyorum, Nahit Hanım’a Mektuplar, Yapı Kredi Yayınları, 2014
Şevket Rado’ya Mektuplar, Hazırlayan: Emin Nedret İşli, Yapı Kredi Yayınları, 2002 Sefiller’e çeviri davası Beste Erbak ile İlhan Eti’nin çevirilerinin intihal olduğu iddiasıyla iki yayınevine dava açtı. Altınova’nın mirasçıları,
BASINDA ÇEVİRİ VE ÇEVİRMEN Klasik eserlerin çevirisinde intihal sorunu yeniden yeniden karşımıza çıkıyor. Son bir haber 14 Ekim 2014 tarihli Hürriyet gazetesi’nde yayımlandı. Sefillere Çeviri Davası başlığıyla verilen haberde Victor Hugo’nun dünyaca ünlü eseri Sefiller’i Türkçeye çeviren Nesrin Altınova’nın mirasçılarının, çevirmenler Beste Erbak ile İlhan Eti’nin farklı tarihlerde yapmış oldukları çevirilerini basıp dağıtan iki yayınevine dava açtıkları belirtiliyor. Diğer ayrıntılar haberin içinde şöyle yer alıyor: “Nesrin Altınova özgün adı ‘Les Miserables’ olan Victor Hugo’nun ‘Sefiller’ adlı romanını 1969 yılında Türkçeye çevirdi. Eser anlaşmalı Altın Kalem ve Oda Yayınları tarafından yayımlandı. Çevirmen Nesrin Altınova 2011, mirasçısı Ayşe Tülin Çayözü de 2012’de vefat edince geriye mirasçılar olarak Zafer Ahmet Çayözü ve Eser Mehmet Çayözü kaldı. Davalı Engin Yayıncılık, İlhan Eti’nin ‘Sefiller’ çevirisini 1990 ve 2005 yılları arasında beş kez yayımladı. Diğer davalı şirket İlya İzmir Basım Yayın Dağıtım şirketi de Beste Erbak’ın ‘Sefiller’ çevirisini 2006 yılında bastı. Nesrin Altınova’nın iki mirasçısı, İlhan Eti ve Beste Erbak’ın yaptığı çevirileri kendi çevirileriyle karşılaştırınca birçok yerinde benzerlikler tespit etti. Mirasçılar iki yayınevinin de izinsiz olarak Nesrin Altınova’nın çevirisinden alıntı yapıp çoğalttıklarını iddia ederek iki ayrı mahkemeye dava açtı.”Davaların birinden karar çıkmış. İstanbul Fikri ve Sınai Haklar Hukuk Mahkemesi’nde birleştirilen dava dosyalarından Engin Yayıncılık şirketine açılan davayla ilgili hazırlanan bilirkişi raporunda Sefiller’in İlhan Eti’nin çevirisinin Nesrin Altınova’nın çevirisiyle büyük oranda benzerlik taşıdığı ve bu durumun bir çeviri intihali olduğu belirtilmiş. Mahkeme, davalılardan Engin Yayıncılık şirketinin Altınova’nın mirasçılarına 19 bin 446 lira ödemesine karar vermiş. Bilirkişi diğer davada ise İlya İzmir Basım Yayın Dağıtım şirketinin de mahkemenin Altınova’nın çevirisinden alıntı yaptığını tespit ettiği takdirde 42 bin 818 lira ödemesi gerektiğini belirtmiş. Mahkeme, bilirkişi raporuna karşı tarafların cevap haklarını kullanabilmeleri için duruşmayı ertelemiş. Geçtiğimiz yıl intihal çevirilerin yayımlanmadan önlenmesini amaçlayan TÜBİTAK destekli “Çeviride İntihal” projesi başlatılmıştı.İzmir Ekonomi Üniversitesi’nden, çeviri ve teknoloji ilişkileri üzerine çalışan çeviribilimci Yrd. Doç. Dr. Mehmet Şahin’in intihallerin bilgisayar destekli analiz edilebileceğini, böylece daha somut önlemler alınabileceğini saptamasıyla oluşturulan bir ekip, ”piyasada ‘yeniden çeviri’ maskesi altında görülen sahte çevirileri olabildiğince saptamayı, gerçek ve sahte yeniden çevirinin yapılma gerekçelerini tespit etmeyi ve geçerliliklerini tartışmayı, yeniden çevirideki intihal unsurlarını ortaya çıkarmayı ve özgün yeniden çevirinin belirleyici özelliklerini araştırmayı” hedefliyormuş. Bilgisayarlarla intihal tespiti konusunda ne denli başarılı olunabileceğini 2015 yılında göreceğiz. Çünkü ekip çalışmayı 2015’te tamamlayacakmış. ***
Dil Derneği Ömer Asım Aksoy Ödülü çevirmen Koray Karasulu’ya verildi. Yaşamı boyunca Dil Devrimine emek veren, 30 Ekim 1993’te yitirdiğimiz, Dilci Ömer Asım Aksoy’un devrimci düşüncelerini ve yapıtlarını gelecek kuşaklara aktarmak için Aksoy Ailesinin katkılarıyla düzenlenen Dil Derneği Ömer Asım Aksoy Ödülü, 1995’ten bu yana değişik dallarda veriliyor. 2104 yılında çeviri dalında düzenlenen ödülün Prof. Dr. Necdet Adabağ, Prof. Dr. Rahmi Er, Prof. Dr. Nedim Kula, Prof. Dr. Nevin Özkan ve (aile adına) Sevgi Özel’den oluşan seçici kurulu ödülü oybirliğiyle Koray Karasulu'nun F. M. Dostoyevski’den çevirdiği Kumarbaz adlı yapıta vermeyi kararlaştırdı. Koray Karasulu (1975), İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Rus Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirmiş. Ataol Behramoğlu’nun öğrencisiymiş; onun yönlendirmesiyle yazınsal çeviriler yapmaya başlamış, tiyatro çevirmeni olarak da çalışmış. Koray Karasulu’nun Puşkin, Dostoyevski, Tolstoy, Gogol ve Gorki gibi büyük Rus yazarlarından çevirileri var. Çevirmenler Birliği (ÇEVBİR) üyesi olan Koray Karasulu Günay Çetao’ya verdiği söyleşide Kumarbaz’ın çeviri sürecini şöyle anlatmış: “Kumarbaz”ı zaten severim, diğer çevirilerini ve
Rusçasını da sevmiştim. Kumarbaz’ın çeviri sözleşmesini ben yaklaşık üç yıl önce yapmıştım ve teslimden üç ay öncesine kadar tek kelimesine dahi dokunmamıştım. Hayat şartları öyle gerektirdi, araya bir sürü şey girdi, editörlük yapmaya başladım, o yüzden de birazcık daha tolere edebildiler beni. Fakat sonunda artık istemeye başladılar, ben de öyle başladım çevirmeye. Başta gayet hızlı gidiyordu, çünkü Kumarbaz Dostoyevski’nin diğer kitaplarına göre açıkçası vasattır: Güzel bir kurgusu var, çok güzel anlatılıyor tüm duygular, her zamanki gibi bütün karakterlerini yine görüyorsun kitapta – Karamazov Kardeşler’i de görüyorsun, Yeraltından Notlar’ın kahramanını da görüyorsun, ama onlar kadar derinlikli değil. Nedeni de malum, herkes için malum: Dostoyevski bir ay gibi bir sürede yazmış bu romanı, verdiği bir söz var yayınevine ve teslim etmek zorunda. Benim gibi aslında biraz. İlk bir ay fena gitmeyince kitap, elli sayfaya yakın çevirebilince, ‘Allah allah dedim, ben de bir ayda yapar mıyım acaba? Ne güzel olur, harika bir paralellik olmaz mı?’ diye düşündüm, ama olmadı, üç ay sürdü.” Koray Karasulu, “Çevirmen ve editör olarak bugünün çeviri dünyasının sorunlarına değinebilir misin biraz?” sorusuna ise şu yanıtı vermiş: “Gayet çevirmen taraftarı bir yanıt vereceğim. Bundan eminim artık: Bir defa Türkiye’de kötü çeviri diye bir sorun yok, kötü yayıncılık var. Çok basit bir şey: Özensiz bir çevirinin kitap olarak basılması ve okurlara dağıtılmasının tek sorumlusu yayınevleridir – ne redaktörüdür, ne çevirmenidir, ne de düzeltmenidir. Yayınevinin basiretsizliği varsa, kötü çeviri diyebileceğimiz şey vardır, çünkü bir eserin basılıp basılmaması kararını nihayet yayınevi verir. Sonuçta ben editörlük de yapıyorum, bana gelen bir çeviriyi reddetme hakkına sahibim, çeviriyi özgün dilinden kontrol edebilecek ya da ettirebilecek durumdayım. Bunu da çevirmeni kırmadan yapmaya çalışırım, biraz daha kendini geliştirmesi için yol gösteririm. Bana yazan tüm çeviri öğrencilerine de yardım etmeye çalışırım bu konuda. Dolayısıyla, kötü çeviri diye bir şey yoktur, kötü yayınevi vardır, basiretsiz tacir vardır.” *** Bir başka ÇEVBİR üyesi, çevirmen Suphi Nejat Ağırnaslı ise IŞİD’e karşı savaşmak üzere gittiği Kobane’de 5 Ekim günü hayatını kaybetti. 22 Eylül 1984’te doğan Ağırnaslı, lisans ve yüksek lisans eğitimini Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde tamamlamış, 2011’de Tuzla tersanelerindeki iş cinayetleri üzerine yazdığı yüksek lisans teziyle mezun olmuş. Bianet ve Fraksiyon.org gibi birçok dergi ve gazetede makaleler yazan Ağırnaslı’nın çevirdiği kitaplar şunlar: Biz Anonymous’uz (Paloma Yayınevi), Tarihin Yapıları: Tarihsel Materyalizme Giriş (Yordam Kitap), Para-Şüt (Optimis Yayın Dağıtım), Ters Yüz Et (Optimis Yayın Dağıtım), Düşük Bütçeli Filmler (Kalkedon Yayıncılık), L. Auguste Blanqui’nin Devrimci Teorileri (Otonom Yayıncılık). Niye Suphi, niye Nejat, niye Ağırnaslı? Aydın Engin’in kaleminden aktaralım: “Adı Suphi Nejat Ağırnaslı’dır. Adında bir tarih yatar. Adında bir çok kuşağın kişisel tarihinden bir sayfa açılır. Adı Suphi’dir. Mustafa Suphi’den gelir. 1920’nin 10 Eylül’ünde Bakü’de kurulan Türkiye Komünist Partisi’nin (TKP) kurucu başkanı Mustafa Suphi’den… Kurtuluş Savaşına katılmak üzere 15 yoldaşıyla birlikte geldiği Trabzon’da, kıyıya ayak basamadan kayıkçılar kâhyası Yahya ve çetesi tarafından boğularak öldürülen Mustafa Suphi’den… Adı Nejat’tır. Ethem Nejat’tan gelir. Türkiye Komünist Partisinin kurucu Genel Sekreteri Ethem Nejat’tan... Yoldaşı Mustafa Suphi ile birlikte Trabzon açıklarında boğularak öldürülen Ethem Nejat’tan… Soyadı Ağırnaslı’dır. Niyazı Ağırnaslı’dan gelir… Sosyalizme gözümüzü açtığımız Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) 1961 parlamentosundaki senatöründe… Orada sosyalizmin sesini yükselten ağabeyimizden... Benim kuşağımın sosyalizm öğretmenlerinden Niyazi ağabeyimizden… Suphi Nejat Ağırnaslı adını TKP kurucularından, soyadını onların izinde yürüyen dedesinden aldı. Boğaziçi Üniversitesi’nin en parlak öğrencilerindendi. Önünde pırıl pırıl bir gelecek uzanıyordu. Kobani’de IŞİD çetelerine karşı elde silah çarpışırken öldü. 30 yaşındaydı… “ (Cumhuriyet gazetesi, 17 Ekim 2014,Cuma) ***
Bir haber başlığı da geçtiğimiz ayın Taraf Gazetesi’nden: “W. D. Yeats yılı devletimize hayırlı uğurlu olsun.” Olsun da, kim bu W. D. Yeats? Doğrusu bir an “Acaba böyle biri de var mı?” diye kuşku duymadım değil. Sonra habere göz atınca söz konusu kişinin “bildiğimiz” William Butler Yeats olduğunu anladım. Haberde Yeats’in ismi başlık dahil tam 7 (yedi) kere geçmiş: “İrlanda hükümeti, 2015 yılını şair W.D. Yeats yılı ilan etti.” “20’nci yüzyılın en önemli şairlerinden W. D. Yeats…” “Yeat için ayrılan bütçeyi kullanarak…” (Bu cümlede Yeat olmuş) “W. D. Yeats etkinliğiyle…” “Nobel Edebiyat Ödülü’nün ilk İrlandalı olan W. D. Yeats’in şiirleri…” (Cümle düşüklüğü de cabası) “1865 doğumlu şair W. D. Yeats…” Gazete böylelikle haberin içinde William Butler Yeats’in adını bir kez bile doğru geçirmemiş olmayı başarmış. Şairin bir de Her şey Ayartabilir Beni adlı şiirini veren haberde şiirin çevirmeninin de (Cevat Çapan) belirtilmemiş olduğunu söylemeye gerek yok herhalde.
TÜRKÇEYE FRANSIZ KALMAK Fransızcadan dilimize 6000’den fazla sözcük girmiş. Ortalama konuşulan bir batı diliyle karşılaştırdığımızda sayı çok abartılı değil. Bu sözcüklerin kimi dilimize normal yolla girerken kimisi de anlam dönüşümüne uğramış. Sermet Sami Uysal 1965 yılında başlayıp yaklaşık yarım yüzyıllık bir emek sonucunda "Türkçe’de yaratılan Fransızca Sözcükler ve Türkçe’de Anlamları değiştirilen Fransızca Sözcükler" adlı çalışmasında konuyu etraflıca işlemiş. (Yapı Kredi Yayınları). Ambale, Frenk, Gazoz, Konsomatris, Pavyon gibi sözcükler, anlam dönüşümüne uğrayan çok sayıdaki sözcükten bir kaçı sadece. Ambale sözcüğü iki anlamda kullanılıyor Türkçede: (Motor için) aşırı derecede yüklenildiğinden; anormal, verimsiz halegelmek. Fransızcada bu anlamda “s’embaler” fiili var. Türkçede ambale olmanın bir başka anlamı da “herhangi bir sebeple bunalarak düşünemez, iş göremez duruma gelmek. Fransızcada ne emballer ne de s’emballer fiillerinin böyle bir anlamı var. “ça ma emballé demeye kalkarsanız, bunaldım, kafam şişti demek yerine “çok hoşlandım” demiş olursunuz! Fransızca metallique (metalik) sözcüğü dilimize geçerken, “biçim”inin “metelik”e, “anlamı”nın da “on para değerinde demir paraya dönüşmesi gibi Fransızca bir sözcük olan “franc” (Frank) da Türkçeleşirken “Frenk” “biçim”ine girdiği gibi , “Fransız”dan başka “Avrupalı” anlamı da kazanmış. Fransızcada “gazeuse” (gazoz) gazlı demek. Türkçedeki “gazoz” karşılığında Fransızlar “limonade” (limonad) sözcüğünü kullanıyorlar. Fransızca “gazeuse” (gazöz) sıfatı, Türkçede büyük ünlü uyumuna uyarak “gazoz” biçimine girdikten sonra adlaştırılarak, “meyve esansı, şeker ve karbon asidi ile yapılan basınçlı hava ile şişelenen “alkolsüz içecek” anlamını kazanmış. Anlam dönüşümüne, daralmasına uğrayan bir diğer sözcük konsomatris. Fransızcada “üretici” karşıtı “tüketici” ve “bir kahve ya da restoranda bir şey içen, tüketimde bulunan kız/kadın müşteri anlamlarına gelen bu sözcük; Türkçede “tüketici” ortak noktasından dolayı “anlam kirlenmesi”ne uğrayarak, “bar, pavyon, gece kulübü, gazino gibi yerlerde, masasına gittiği müşteriyle birlikte içki tüketerek müesseseye kazanç sağlayan kadın ve bu gibi kadınlara verilen san” anlamını kazanmış. “Pavillon” (pavyon), Fransızcada “çok anlamlı” bir sözcük olup, “küçük ev”den “köşk”e ve “hastane koğuşu”na; kulak kepçesinden “kiliselerde kutsal ekmek kabı örtüsü’ne kadar değişik anlamları var. Fakat bu sözcük, Türkçede yeni bir anlam daha kazanmış: “Gecenin geç saatlerine kadar açık kalan, içinde kadınların da çalıştığı, içkili eğlence yeri.” Fransızlar bu tür yerlere “boite de nuit” diyorlar. Dildeki anlam değişikliklerinin çeşitli sebepleri vardır. Çoğu zaman, sözcüğün asıl anlamı ile sonradan kazandığı yeni anlam arasında, çok uzaktan da olsa bir ‘ilgi’ bulunur diyor Sermet Sami Uysal ve bu sepebleri 13 madde olarak şöyle sıralıyor: 1) Entelektüel züppelik, örn: nüans, (Fr. nuance ) 2) Hicap duygusu, Örn: konsomatris (Fr. consommatrice) 3) Ses benzeşmesi, Örn. Kur (Fr. cours), kursiyer (Fr. coursiѐre) 4) Aynı konuda, birbirine yakın sesletimli Fransızca sözcükler, Türkçeye geçerken anlam karışıklığı ve değişikliğe uğramıştır. Örn: apandis (Fr. appendice) yerine apandisit (Fr. appendicite). 5) Fransızcada kimi spor terimleri, Türkçeye önce sporcuların, ardından da halkın giydiği giysiler olarak geçmiştir. Örn: eşofman (Fr. echauffement). 6) Fransızcada bir şeyin yapıldığı maddenin adı, Türkçede o şeyin adı olmuştur. Örn: asfalt (Fr. asphalte), “route goudronne, katranlı, asfaltlı yol anlamında. 7) Konu, biçim ve yapılan iş ilgisi de kimi Fransızca sözcüklerin Türkçede değişik anlamlar kazanmasına yol açmıştır. Örn: daktilo (fr. Dactylo, daktilo (kız/erkek)/Fr. Machine a ecrire, daktilo makinesi yerine. 8) Bir Fransızca sözcüğe, Türkçede çeşitli anlamlar verilmesi, “anlam genişlemeleri”ne de yol açmıştır. Fr. bagage, Türkçe’de hem “yolcunun yanındaki eşya”, hem de arabanın eşya da konulabilen arka bölümü (Fr. Coffre-fort). 9) Kimi Fransızca sözcüklere de Türkçede sınırlı bir anlam verildiğinden, bunlar “anlam daralması”na uğramıştır. Örn: Manto (Fr. Manteau), Türkçede yalnızca kadın giysisi; Fransızcada hem kadın hem erkek giysisi. 10) Fransızcada bileşik sözcükler ve anlam değişmesi. Örn: antr kot (Fr. Entre cote). 11) Sonunda iki sessiz harf ve bir “e muet” (okunmaz “e”) bulunan, genellikle tek heceli Fransızca sözcüklerden bazıları,
Türkçeye geçtiklerinde sonlarındaki bu “e muet” okunur. Zira Türkçede, hece sonundaki iki sessiz harf güç söylenir. Ve böylece de sözcüklerde anlam değişiklikleri ortaya çıkmaktadır. Örn. Chiffre-şifre, double-duble, masque-maske. 12) Kimi Fransızca sözlüklerse, zamanla değişen moda yüzünden, Türkçede bir kez değil, birkaç kez anlam ve üstelik ses değişikliğine uğramıştır. Örn. Ceket (jaquette)*. 13) Ve Türk argosunda anlamı değişen Fransızca sözlükler. Örn. Aval (Fr. Aval) Fransızcada a) ödeme kefilliği, b) suyun aktığı yön. Türkçede aptal, alık. Buraya kadar her şey iyi. Bir de Fransızca olmayan “Fransızca sözcükler” var ki bunları sözcüğün tam anlamıyla biz uydurmuşuz. Örneğin bir Fransıza “Otopark (auto-parc) dediğinizde onda hiçbir anlam çağrıştırmıyor. Çünkü Fransızcada böyle bir sözcük yok. Fransızlar bu sözcük yerine ya İngilizceden ödünç aldıkları “parking”i ya da “parc de stationnement”i kullanıyorlar. İşin ilginç yanı bu sözcüğün bazı sözlüklerde, örneğin Meydan Larousse’da Fransızcaymış gibi gösterilmiş olması. Oto sözcüğünden yararlanarak uydurduğumuz bir diğer sözcük otokontrol. “Kendini denetleme, özdenetim” karşılığı olarak Fransızlar İngilizceden devşirdikleri “self-control” sözcüğünü kullanıyorlar. Otogar da öyle. Fransızların gare routiѐre dedikleri sözcüğü biz auto (otomobil) + gare (gar) sözcüklerini birleştirerek uydurmuşuz. Eski Yunancada kendi/kendi kendine anlamına gelen "autos"tan "auto" (oto) biçimiyle Fransızcada geçen bu ön ekle, yine Fransızca didactique (didaktik) sözcüğü eklenerek Türkçede kendi kendini yetiştirmiş/ öz öğrenimli anlamında "otodidaktik" sözcüğünü yaratmışız. Fransızlar bu anlamda İngilizceden devşikdikleri "self-controle sözcüğünü kullanıyorlar. Örnekler çok. Fransızlar kanal'ın küçüğüne "petit canale" derken bizler Fransızların fille/fillette örneğinde olduğundaki gibi sözcüğün sonuna getirildiğinde küçük/daha küçük anlamı katan bu ek ile kanalet sözcüğünü uydurmuşuz. Daha korkunç örnekler de var. Fransızcada poudre (pudr-pudra)'dan türetilen ve "pudra kutusu" anlamına gelen podrier (pudriye) sözcüğü Türkçeye (poudriѐre) pudriyer olarak girmiş ki Fransızcada anlamı "barut deposu" demek. Pudra nerede, barut kutusu nerede? Daha neler neler... Fransızcadaki yarış/ at yarışı anlamına gelen "course" dan üretilen coursier (kursye) güzel yarış atı" demek. Bu sözcüğün dişil biçimi olan coursiѐre (kursiyer) ise Fransızcada pek kullanılmıyor. Çünkü yarış atı'nın dişisi olmuyor. Fransızca’daki bon (iyi) sözcüğünden de iki sözcük türetmişiz. Bonkör ve bonservis sözcükleri Fransız dilinde yok ne yazık ki! Fransızlar bizim cömert, eli açık, gönlü bol, hayırsever sözcüklerimiz yerine “génereux” sözcüğünü kullanıyorlar. Fransızca’da Bon, iyi; coeur ise kalp demek. Neden bir araya gelmesinler diye düşünmüş olmalıyız! Benzer şekilde service (servis, hizmet) sözcüğü de Fransızcadan dilimize girme ama Bonservis (bon service) diye bir sözcük yok Fransızcada. Bizim, "işinden ayrılan birine, işveren tarafından görevinde başarılı olduğunu belirtmek üzere verilen, tavsiye mektubu niteliğindeki belge"ye Fransızlar "reference", "attestation" ya da "certificat" diyorlar. (İki yabancı sözcüğü birleştirmek yalnız bize özgü değil. Fransızcada da az sayıda olmakla birlikte örnekleri var. Örneğin Fransızlar da İngilizceden "snow"(kar) ve boot "(ayakkabı) sözcüklerini alıp snow-boot sözcüğünü türetmişler ve 1888'den bu yana "karlı ve yağmurlu havada ayakkabı dışına giyilen, lastikten yapılmış "kar potini" anlamında kullanmaya başlamışlar). Örnekler çok fazla. Siz iyisi mi "hazırlanması inanılmaz sabır, dikkat ve emek gerektiren" bu kitabı edinip okuyun. Ben size Uysal’ın dille ilişkisine ışık tutması açısından yaşamından kesitleri vereceğim son olarak: 29 Ekim 1925’te doğan Uysal, İzmit’te ortaokula başlayınca, ailesinin aynı köşkte oturduğu Prenses Elisabeth Obolensky-Ölçen’den Fransızca dersleri alıp Alphonse Daudet ve Guy de Maupassant başta olmak üzere Fransız yazarlarından çeviriler yapmaya başlar. Lise eğitiminden sonra, iki yıl İ.Ü. Fransız Filolojisi’nde okuyup (1947-1949) “Fransız Dili ve Edebiyatı” sertifikasını alarak Türkoloji Bölümü’ne geçer ve bu bölümü dördüncü yılın sonunda bitirebilen tek öğrenci olur (1949-1953). Galatasaray Lisesi’nde edebiyat öğretmenliği ve müdür muavinliği yaptığı sırada (1956-1963) İstanbul ve Ankara Üniversitelerinin aday göstermeleriyle Brüksel Üniversitesi’ne Türk dili ve edebiyatı
okutmanı olarak gönderilir. (1963-1965). İki yıl sonra, Paris Üniversitesi’nin aynı görev için davet etmesi üzerine, Fransa başkentine gidip beş yıl da orada kalır (1965-1970). Yedi yıl sonra Avrupa’dan Türkiye’ye dönünce, İ.Ü. Yabancı Diller Okulu, Türkçe Bölümü Başkanlığı’nı emekli oluncaya kadar, yirmi yıl sürdürür (1970-1990). Bu sırada aynı zamanda İstanbul Teknik Üniversitesi'nde on yıl boyunca Fransızca okutmanlığı yapar (1970-1980); İstanbul Tıp Fakültesi'nde de beş yıl süreyle 'Türkçe Anlatım Yöntemleri" dersleri verir (1978-1983). Radyo oyunları, Ankara ve İstanbul radyolarında oynanan Sermet Sami Uysal'ın Ionesco ve Camoletti'den çevirdiği çeşitli oyunlar da başta Devlet ve Şehir Tiyatroları olmak üzere özel tiyatrolarcasahnelenir. 1966 yılında Necati Cumalı'nın Nalınlar'ını, Les Sabots adıyla ve 1967 yılında yine Necati Cumalı'nın Derya Gülü adlı oyununu La Rose de la Mer adıyla Fransızcaya çevirir.
MULTILINGUAL YAYINLARI’NDAN YENİ YIL ARMAĞ ANI Yeni yıla saatler kala Multilingual Yayınları okurlarına 17 kitaplık bir set armağan edeceğini bildirdi. Bu armağanı elde etmek için yapmanız gereken tek şey kapın ıza kadar gelen kitaplar ın kargo ücretini ödemek. Liste şöyle: Akademik Çeviri Eğitimi/Sakine Eruz s. 304 Akademik Çeviri Eğitimine giriş /Margret Ammann s. 112 Biedermann und die Brandstifter/Max Frish s. 240 Brecht und das epische theater/ Nilüfer Kuruyazıcı s. 96 Devrimci Dram Yazarı/G.Büchner- Şârâ Sayın s. 240 Dilbilim yazıları/Berke Vardar, s. 216. Dilbilimin Temel Kavram ve İlkeleri/Berke Vardar s. 184 Dile Genel Bir Bakış/Fatma Erkman-Akerson s.288 Edebiyatta Dil Kullanımları/Ünsal Özünlü, s. 272 Grenzüberschreitungen und Übergänge/Şârâ Sayın, s. 280 Makaleler/ Tahsin Yazıcı, s. 192 Orhan Pamuk Lesen s.240 Sözcükbilime giriş Doğan Günay, s. 312 Terimden anlama/derleyen ve çeviren: Mustafa Durak s. 128 Wahrnehmungen Des Fremden/ Nilüfer Kuruyazıcı s.272 Yabancı dil öğretimi/ Özcan Başkan s.272 Yeni Alman Edebiyat Tarihi/ Gürsel Aytaç s. 352
Multilingual Yayınları bir süredir merakla takip ettiğim bir yayınevi. Merakım, ilgi alanıma giren pek çok kitabı sessiz sedasız basmasından kaynaklı biraz da. İnternette çok az bilgi yer alıyor yayınevi hakkında. Multilingual Yayınları 1989'da kurulmuş. Bu kadar eski bir yayınevi olduğunu bilmiyordum açıkçası. Türkiye'de "dilbilim" konusunda yoğun bir biçimde yayın yapan ilk özel yayıneviymiş. Moskova "Rusky Yazyk"ın Türkiye temsilcisiymiş. Rus diline ilişkin bilimsel yapıtlar basarak yayına başlamış. "Rusça Türkçe" / "Türkçe Rusça" büyük sözlük ve cep sözlükler ile Rus dili gramer kitapları ilk yayınları olmuş. Sovyetler Birliği'ndeki rejim değişikliğinden sonra, Türkiye'de Rusça'ya, Orta Asya Türk Cumhuriyetlerinde Türkçe'ye ilginin artması üzerine, alanını genişleterek, yayın listesine Rus dilinin büyük ustaları Tolstoy, Puşkin, Turganyev, Gogol üzerine yazılmış önemli biyografik çalışmalar eklemiş. Kuruluşundan bu yana, dilbilim ve yabancı dil ağırlıklı olmak üzere yerli ve yabancı birçok uzmanın 200'e yakın yapıtını yayımlamış.Yayınevinin kitapları arasında ülkemizin önde gelen dilbilimcilerinden Berke Vardar, Doğan Aksan, Süheyla Bayrav, Doğan Günay, Özcan Başkan, Fatma Erkman Akerson'un yapıtlarının yanı sıra, Saussure, Martinet, Baskakov, Kononov vb. yabancı dilbilimcilerin birçok kitabını da bulabilirsiniz. Yayınevi, dilbilim, edebiyatbilim, göstergebilim gibi alanların yanı sıra son zamanlarda çeviribilim yayınlarına da yöneldi. Bu alanda çok sayıda önemli çalışmayı yayınevinin kitapları arasında bulabilirsiniz. Kurucusu Lozan Kaynak. Yayınevi’nin 2006 yılında Komşu Yayıneviyle birlikte Memet Fuat Yayıncılık Ödülü’nü aldığını da belirttikten sonra biraz da kitaplardan söz edelim. Önce Dilbilim kitaplarına göz atalım. Ne de olsa Dilbilim yayınevinin özel ilgi alanı: 01. Dilbilimin Temek Kavram ve İlkeleri, Prof. Dr. Berke Vardar Berke Vardar, (1934-1989) dilbilim, göstergebilim, edebiyat bilim, çeviribilim, gibi alanlarda bir çok özgün araştırma yaptı. Dilbilim alanında pek çok kitabın da çevirisine imza attı, Saussure, Vendryes, Martinet ve Barthes gibi dilbilimin önde gelen kuramcılarından çeviriler yaptı. Özellikle “Dilbilim Terimleri” sözlüğüyle terim alanına ilişkin önemli katkıda bulundu. Türkçenin sınırsız olanaklarından yararlanarak çok sayıda yeni terim üretti. Bu kitapta Berke
Vardar, herhangi bir akıma veya kurama bağlı kalmadan dil olgusuna genel bir bakış atıyor ve temel kavramları tartışmaya açıyor. 2. Dilbilim Yazıları, Prof. Dr. Berke Vardar Kitap, Vardar’ın herhangi bir kitabında yer almamış, 60’lı yıllardan ölümüne değin dergi ve gazetelerde yayımlanmış yazıları derlenerek oluşturulmuş. Dilbilim Yazıları; “Fransa’da Sözlükbilim Çalışmaları”, “Kelime Bankası”, “Sözcük Düzeninde değişimler”, “Yapısalcılığa karşı Duygusal Bir Tepki”, “Dilbilim Açısından Çeviri” gibi başlıklardan da anlayacağımız üzere geniş bir yazı tayfı içeriyor. 3. Türkçe Örneklerle Dile Genel Bir Bakış, Fatma Erkman Akerson. Üç bölümden oluşan kitabın ilk bölümünde” dil nedir, dilbilim ve dilbigisi nedir, dilin işlevleri nelerdir, iletişim nedir, insanlar tarih boyunca dile ve dilbisine nasıl bakmışlar, dilin kayda geçirilmesi nasıl gerçekleşmiş, kayda geçirmenin sonuçları neler olmuş, dilin ve dilbilgisinini katmanları nelerdir , dilin dizge kurması ne demektir” gibi sorulara yanıt alınmış, ikinci bölümde dil, biçimsel olarak ele alınmış, sesbilgisi, biçimbilim ve sözdizim alanları gözden geçirilmiş, üçüncü bölümde ise dile işlevsel bir açıdan bakılarak adlandırma, belirlenim, niteleme, tümce kurgusu gibi konular ele alınmış. Fatma Erkman Akerson, Edebiyat ve Kuramlar, Göstergebilime Giriş, Edebiyatımızda Bireyselleşme Serüveni kitaplarının da yazarıdır. 4. Terimden Anlama, Prof. Dr. Mustafa Durak Kitapta Mustafa Durak’ın derlediği ve çevirdiği şu makaleler yer alıyor: Dil Bilinci (J.B. Marcellesi ve B. Cardin), Terim Konusunda (Bruno de Besse), İşlevsel Dilbilime Giriş (Henri Frei), Sözdizim, Anlambilim ve Edimbilim (John Lyons), Anlam Çözümlemesi (John Lyons), Anlam ve İktidar (Felix Guattari), Anton Marty’nin Dil Felsefesi (Oswald Ducrot). 5. Sözcükbilime Giriş, V. Doğan Günay Dilin temel öğesi olan sözcük, ses yanı, anlamı, oluşum biçimi , sözdiziminde kullanım yeri gibi pek çok açıdan ele alınmış. Ancak söz konusu dil olunca yazarın da önsözde belirttiği bibi “yazılan her yeni ve özgün yaklaşım, görüş ve değerlendirmeler kitap yayımlandığı gün eskimiş ya da eskimeye başlamış.”Yani konu büyük, konu geniş, konu karmaşık.” 6. Edebiyatta Dil Kullanımları, Ünsal Özünlü İngiliz Dili ve Edebiyatı kökenli Ünsal Özünlü daha sonraları dilbilimde yoğunlaşmıştır. Ayrıca Amerika Kızılderililerinin dili, kültürü ve edebiyatı ile de ilgilenmektedir. Kızılderili Mitolojisi, İri Boynuzlu Kara Geyik Anlatıyor ve Manitular kitaplarının çevirmeni olan Özünlü bu kitapta Şiir ve Düzyazı olmak üzere iki bölümde dilin edebiyattaki kullanımına değiniyor. 7. Yabancı Dil Öğretimi, Prof. Dr. Özcan Başkan Bir başka dilbilimcinin, Özcan Başkan’ın bir çok bilimsel çalışmaya kaynaklık eden bu kitabı, yabancı dil öğretimi ile ilgili olarak kendi yöntemlerini geliştirmek isteyen öğreticilere ve öğrenicilere, bir dereceye kadar olsun, yardımcı olmayı amaçlamaktadır. Kaldığımız yerden çeviribilim kitaplarıyla devam edelim: 8. Akademik Çeviri Eğitimi, Dr. Sakine Esen- Eruz Adından da anlaşılacağı üzere akademik çeviri eğitimi kapsamında , “çeviri”, “çeviribilim”, “çeviri edinci” gibi kavramlar tartışmaya açılıyor. Kuram ve uygulama birbiriyle harmanlanarak Çeviri amaçlı metin çözümlemelerine odaklanılıyor. 9. Akademik Çeviri Eğitimine Giriş, Margret Ammann Çeviribilim kuramcısı Hans Vermeer ile birlikte yaptıkları çalışmalarla dikkat çeken Margret Ammann Heidelberg Üniversitesi Çeviribilim Bölümü’nde derslere giriyor ve serbest çevirmenlik mesleğini sürdürüyormuş. Kitabın çevirmeni Emine Deniz Ekeman. Sırada edebiyat ve Tiyatro kitapları var. 10. Biedermann ile Kundakçılar, Max Frisch
İsviçreli yazar Max Frisch’in (1911-1991) Biedermann ile Kundakçılar adlı oyunu Almanca ve Türkçe olarak bakışımlı metin şeklinde yayımlanmış. 11. Devrimci Dram yazarı Georg Büchner, Şârâ Sayın Alman dram yazarının hayatı ve sanatı hakkında bir incele araştırma kitabı. Şara Sayın, şiirde Fransa’da Rimbaud, Mallarmé ve Baudelaire, İngiltere ve Amerika’da Ezra Pound, Auden, Almanya’da Rilke, Trakl ve Benn ne ise, dramda da Goerg Büchner’in o olduğunu öne sürüyor ve Büchhner’in oyunlarını mercek altına yatırıyor. 12. Yeni Alman Edebiyatı Tarihi, Prof. Dr. Gürsel Aytaç Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları’ndan çıkan eski baskısı elimde vardı ve çok kullanılmaktan yıpranmıştı. Bu yeni baskı tam zamanında elime geçti. Aslında yeni baskı değil elbette. 2001 yılında basılmış. Ancak benim elimdeki, 1983 tarihli baskıyla karşılaştırınca oldukça yeni sayılır. Alman Edebiyatı ile ilgili en kapsamlı çalışma halihazırda bu. 13. Makaleler, Prof. Dr. Tahsin Yazıcı Kitapta yazarın kendi ağzından yaşam öyküsüne, yayınlanan kitap ve makalelerine yer verilmiş. Doğu edebiyatlarına genel bir bakış olarak değerlendirilebilir. Almanya bilmediğim için işime yaramayacak olan ve en kısa zamanda Almanca bilen bir arkadaşıma hediye edeceğim kitapları da yorumsuz olarak sıralayayım. 14. Wahrnehmungen Des Fremden/ N. Kuruyazıcı s.272 15. Grenzüberschreitungen und Übergänge/ Şara .Sayın, s. 280 16. Brecht und das epische theater/ N. Kuruyazıcı 17. Orhan Pamuk Lesen s.240 Multilingual Yayınları’na bu değerli set için teşekkür ediyor, kampanya süresi dolmadıysa Varlık okurlarına da bu fırsattan yararlanmayı öneriyorum.
“SENSİZ YAŞAYAMAM JUAN RAMON!” Marga Gil Roësset 1908 doğumlu bir genç kız. Ressam ve heykeltıraş. Şiir de yazıyor. Sanat sevgisi aileden geliyor. Heykeltıraş Consuelo Gil Roësset’nin kızkardeşi. Ressam María Roësset Mosquera’nın yeğeni. İyi eğitim almış. Ablaları gibi piyano dersleriyle büyümüş. Dört dil biliyor. Resim ve heykel onda ayrı bir tutku. Yedi yaşında ablasının öykü kitabını resimlemiş. Rose des Bois (Ormanların Gülü) adlı kitap 1923 yılında Marga’nın yedi yaşında yaptığı resimlerle yayımlanıyor. Gençkız kısa süre sonra tümüyle heykele yöneliyor. Ressam López Mezquita’nın önerileri doğrultusunda kendi kendini yetiştiriyor. Modernizmden ve sembolizmden etkilenerek yavaş yavaş tarzını oluşturuyor. Margarita, dönemin yazarlarından Zenobia Camprubí’ye hayran. Zenobia, yazarlıktan çok Juan Ramón Jiménez’le birlikte yaptıkları Rabindranath Tagore çevirileri ile anılıyor. Aynı zamanda Jiménez’in eşi. Zenobia Camprubí Aymar Zenobia 1887 doğumlu İspanyol yazar. Varlıklı ve eğitimli bir ailenin kızı. Edebiyat eğitimi görmüş. Genç yaşından beri İspanyolca ve İngilizce öyküler yazıyor. Çeşitli gazetelerde edebiyat ile ilgili makaleler yayımlatıyor, konferanslar veriyor. Bir yandan da feminist hareketin içinde aktif olarak çalışıyor. 1913 yılında Juan Ramón Jiménez ile tanışıp 1916 yılında evleniyor. Bu tarihten itibaren yaşamını tümüyle kocasına ve onun şiir uğraşına adıyor. Artık şairimizin hem eşi, hem sekreteriyardımcısıdır. 1936 yılında, İç savaşın patlak vermesiyle çiftin hayatında sürgün yılları başlıyor. Küba, ABD, Buenos Aires, Porto Riko ve yeniden ABD. Zenobia ABD’de bir kanser operasyonu geçiriyor. 1954 yılında Porto Riko’ya geri dönüyorlar. Bunun nedeni Jimenez’in ABD’ye katlanamaması. Zenobia 1956 yılında Porto Riko’da kanserden hayatını kaybediyor. Zenobia böylece Jimenez’in aşkı nedeniyle yalnızca entelektüel hayattan çekilme özverisini göstermiyor, aynı zamanda ABD’deki olası bir kanser tedavisini de reddediyor. Jimenez ise karısının ölümünden sadece üç gün sonra Nobel Ödülü’ne layık görülüyor. Juan Ramon Jimenez 1881 yılında İspanya’nın Moguer adlı küçük Endülüs kasabasında doğar. Sevilla Üniversitesi’nde Hukuk okur. Bu yıllarda resme ilgi duyar. Daha sonra şiire yönelir. İlk şiirlerinde Ruben Dario’nun etkisi görülür. Öğrencilik yıllarından sonra Madrit’e yerleşir. Zenobia ile 1913 yılında Madrit’te tanışır ve aşık olur. 1920’lerde ülkenin en önemli şairlerinden biri sayılmaktadır. En önemli eserleri sürgün yıllarında olmak üzere çok sayıda eser veren Juan Ramon Jimenez 1958 yılında ölür ve çok sevdiği Moguer’de gömülür. Çağdaş İspanyol şiirinin kurucularındandır. Ve trajik bir hikâye Tarih 28 Temmuz 1932. Madrit’te, 38 numaralı Padilla Sokağı’ndaki bir apartmanın birinci katının kapısı acı acı çalınır. Kapıyı açanZenobia Camprubí Aymar karşısında Marga Gil Roësset’yi bulur. Genç kız elindeki dosyayı Jimenez’e iletilmek üzere verip adeta kaçarcasına uzaklaşır. Zenobia dosyayı çalışma odasında çalışmakta olan Jimenez’e verir. Jimenez daha sonra incelemek üzere dosyayı bir kenara bırakır. “Bizim küçük kız şiir dosyasını bırakmış” diye düşünür. Çift kendi aralarında Marga Gil Roësset’den “bizim küçük kız” diye söz eder. Dosyayı teslim eden Marga Gil Roësset, kararlı adımlarla amcasının evine gider. Amcasının silahını saklandığı yerden çıkarır, şakağına dayar ve tetiği çeker. Öldüğünde 24 yaşındadır henüz. Ölüm haberi ertesi gün Jimenez’lerin evine de ulaşır ve karı koca büyük bir şok yaşarlar. Biraz başa dönecek olursak, Marga bir opera çıkışında Jimenez çiftine kendini tanıtmış, Zenobia’ya olan hayranlığından
söz etmiş ve onun büstünü yapmak istemiştir. Nitekim yapar da. Bu süre içinde sık sık çiftin evine konuk olur. Onlarla arkadaşlık kurar. Ne var ki, Jimenez’e karşı beslediği duyguların önüne geçemez. Bu imkânsız aşkın acısıyla bir süre yüzleşen Marga hayatına son vermeye karar verir. Tüm çalışmalarını yok eder. Jimenez’e yazdığı aşk mektuplarını da dosyaya koyup şaire ulaştırır. Jimenez, Marga’nın şiirleri sandığı dosyayı ölümünden sonraki gün açınca, “Sensiz yaşayamam Juan Ramon” cümlesiyle başlayan 68 sayfa tutan mektuplar karşısında adeta dili tutulur. Günlük şeklinde yazılan bu mektupları yıllarca korur, olayın acısını içinden atamaz. İşte bu mektuplar 83 yıl sonra, geçtiğimiz ay yayımlandı. “Marga” adıyla “Fundacion Jose Manuel Lara” nın yayımlarından çıkan kitapta mektupların yanı sıra Jimenez’in Marga’ya yazdığı şiirler de yer alıyor. Platero ile Ben Jimenez’in Türkçe’de tek kitabı var. Akşit Göktürk’ün Türkçesiyle büyük bir bölümü dilimize kazandırılan Platero ile Ben: Bir Endülüs Ağıtı (Platero y Yo: an Andalusian Elegy) şiirsel bir öykü. Daha doğrusu düzyazı şiir. Jimenez’in Madrit’ten döndükten sonra Moguer’de geçirdiği altı yılda (19051911) yazılmış olan Platero ile Ben, şairin Endülüs kırlarındaki hayata olan özlemini dile getiriyor. Birçok dile çevrilmiş olan kitap modern İspanyol edebiyatının klasikleri arasında anılıyor. Akşit Göktürk kitabın önsözünde Platero ile Ben’i, Don Quijote ile karşılaştırıp, her iki kitabın da hem büyüklerin hem de küçüklerin sevebileceği nitelikte olduklarına dikkat çeker ve şöyle der: “Bu iki yapıt arasında kuruluş bakımından bile benzerlikler vardır. Ancak, Cervantes’in kahramanını ardından sürükleyen ülkü ‘Adalet’, Platero’daki ozanın ülküsü ise ‘Güzellik’tir. Güzellik uğruna yollara düşmüş üzgün bir ozanla şen bir eşeğin öyküsü…” Jimenez’in Şairliği İlk şiirlerini yedi yaşında yazmaya başlayan Jimenez’in uzun bir şiir serüveni var. İlk dönem şiirleri romantizm akımının etkisini taşıyor. Yalın ve lirik aşk şiirleri bunlar. 1900’de Madrit’teki edebiyat dergisi Vida Nueva’da yayımlanan bu şiirler, uzun yıllarını Madrit’te geçirmiş olan Nikaragualı şair Ruben Dario’nun dikkatini çekiyor ve Dario, Jimenez’i Madrit’e davet ediyor. Jimenez’in hayatında önemli bir dönemdir bu yıllar. Madrit’te edebiyat çevresiyle tanışıyor Jimenez ve iki de dergi çıkarıyor: Helios (1902) ve Renacimiento (1906). Ve şiir kitapları birbirini izliyor. Jimenez’in şiirlerinde Ruben Dario etkisi fazlasıyla görülebilir. Jimenez 1920 yılında Madrit’te Hukuk eğitimi gören genç Lorca’yla da tanışıyor. İspanyol şiirinin önemli isimlerinden Rafael Alberti de Jimenez’in arkadaşlık ettiği isimlerden. 1923-1936 yılları arasında hiç kitap yayımlamayan Jimenez, şair arkadaşlarıyla da ilişkisini keser ve yalnızlığına gömülür. İspanya İç Savaşı patlak verdiğinde Cumhuriyetçi hükümet Jimenez’i kültür ataşesi olarak Birleşik Devletler’de görevlendirir. 1939 yılında İspanya’da Franco’nun güçleri denetimi ele geçirince Jimenez için artık sürgün yılları başlar. 1958 yılında San Juan’da hayata gözlerini yumana dek çok sayıda eser üretir. 30’a yakın şiir kitabına imza atmış Nobel ödüllü bu şairin Türkçemizde başka kitabının olmaması üzücü. Şairin bibliyografyasının ardından, Eternidades (Sonsuzluklar) kitabından yaptığım tadımlık çevirileri paylaşmak istiyorum sizlerle: Almas de violeta, 1900, Ninfeas, 1900, Rimas, 1902, Arias tristes, 1903, Jardines lejanos, 1904, Elejías puras, 1908, Elejías intermedias, 1909, Las hojas verdes, 1909, Elejías lamentables, 1910, Baladas de primavera, 1910, La soledad sonora, 1911, Pastorales, 1911, Poemas mágicos y dolientes, 1911 Melancolía, 1912, Laberinto, 1913, Platero y yo, 1914, Estío, 1916, Sonetos espirituales, 1917, Diario de un poeta recién casado, 1917, Platero y yo (edición completa), 1917, Eternidades, 1918, Piedra y cielo, 1919, Segunda antolojía poética, 1922, Poesía, 1923, Belleza, 1923, Canción, 1935, Voces de mi copla, 1945, La estación total, 1946, Romances de Coral Gables, 1948, Animal de fondo, 1949.
SONSUZLUKLAR Gece Karanlıkta öpeceğim seni bedenim bedenine değmeden -Perdeleri çekeceğim girmesin diye içeri ne gökyüzü ne sis Mutlak ölümünde Her şeyin, yeni dünya ve öpücüğüm kalsın bir tek
*** Evren Bedenin: göğü kıskanıyor Ruhum: denizi kıskanıyor -Ruhum bir başka göğü düşünüyor Bedenin bir başka denizi düşlüyor-.
*** Tertemiz geleceğim sana Deredeki taş gibi Gözyaşlarımla yıkanmış Bekle beni, tertemiz Yağmur sonrası bir yıldız gibi -gözyaşlarından bir yağmur-
*** Koşma, yavaş git, Çünkü gitmen gereken tek yer kendinsin! Yavaş git, koşma, Çünkü benliğinin çocuğu, yeni doğmuş olan Sonsuz, Gelemez peşinden senin!
*** Gözümün önündesin, burada işte
Ama unutup duruyorum seni düşündükçe.
*** Durgun Su Aşk senin ile benim aramda Elle tutulamaz, sessiz, kendi halinde Hava gibi görünmez Su gibi görünmez, gökteki ay ile Irmaktaki ay arasında. *** Kuş Gökyüzü, sen benimsin. Gökyüzü, sen benimsin! Gökyüzü değilsin sen, ah tutsak zambak çiçeğisin! Sonsuz kanatlarını usulca Açmadıkça ellerim! *** Ah zaman, sırrını söyle bana, nedir böyle yaşlandıkça gençleştiren seni! günden güne, geçmişin azaldıkça, geleceğin çoğalıyor -ve şimdiki zamanın hep aynı badem çiçeğinin an'ıyla!ey izsiz zaman sırrını söyle bana, ruhun nasıl ele geçiriyor her gün bedenini !
*** uyku; bugünden yarına giden bir köprü gibi altından sular akar düş gibi
***
Mezartaşım, Yaşarken Düşte öldüm. yaşamda dirildim. *** Uyumuyorsun. Hayır. Uyumuyorum. Yıldızlarda konuşuyoruz . Biziz, buradayız, yansıyan iki gülüz yeryüzünün barışında. İspanyolca'dan çeviren: Tozan Alkan
OKTAY RİFAT VE ÇEVİRİ Oktay Rifat ve Fransızca Oktay Rifat’ın dille yakınlığı ailesinden geliyor. Babası SamihRifat, Farsça, Arapça ve Fransızca biliyordu. Maarif Vekaleti Telif ve Tercüme azalığı yapmıştı. Dedesi Hasan Enver Paşa’nın İstanbul’da Fransızca eğitim yapan özel bir okulu vardı. Oktay Rifat Fransızcayı bu okulda söktü. Üç yıl boyunca kaldığı Fransa’da geliştirdi: “1937 yılında, hukuk doktorası yapmak için, Devlet hesabına, Paris’e gittim. Üç yıl kaldım. Savaş yüzünden Hukuk doktoru olamadım.” 1945 yılında çevirmen Sabiha Omay’la evlenince kitap çevirecek kadar ilerletti dili. Kandilli Kız Lisesi ve İstanbul Üniversitesi Romanoloji mezunu olan Sabiha Rifat (Omay)’ın Fransızca’dan bir çok çevirisi bulunmaktadır. Oktay Rifat’la birlikte de birçok kitabı Fransızcadan Türkçe’ye çevirmiştir. Şairle evlenmeden önce de edebiyat dünyasında tanınan bir isimdir Sabiha Omay. André Maurois’nın genç yaşta ölen İngiliz şair Shelly’nin yaşamını romanlaştıran Ariel adlı çalışmasının çevirmenidir. Ahmet Oktay’la yapılan bir konuşmada o günleri şöyle anlatır Rifat: Sabiha daha evvelden bazı kitaplar çevirmişti, çevirmendi, hatta, Ariel diye bir kitabı çıkmıştı. Bana Fransızca bakımından çok yardım etti, onunla birlikte Milli Eğitim Bakanlığı’na kitaplar çevirdik, tercümeler yaptık. Ve Fransızca’yı bu sayede biraz daha ilerlettim, biraz daha değil de, iyice kitap okuyacak, kitap çevirecek duruma geldim.” (Şiir Konuşması, Oktay Rifat’la Konuşma, Adam Yayınları, s. 333) Çevirileri: Oktay Rifat’ın yıllara göre, yaptığı tüm çevirilerin listesi şöyle: Bir Kapı Ya Açık Durmalı Ya Kapalı (Alfred de Musset’den)Milli Eğitim Basımevi, Ankara, 1943, 31 s.) Sevda Hekim (Molière’den), Milli Eğitim Basımevi, Ankara 1943, 36 s. Klara Miliç (Turgenyev’den), (Erol Güney’le birlikte) Milli Eğitim Basımevi, Ankara 1944, 100 s. İlk Aşk (Turgenyev’den), (Erol Güney’le birlikte) Milli Eğitim Basımevi, Ankara 1944, 100 s. Gecenin Sonu (François Mauriac’dan), Cumhuriyet Basım Evi, İstanbul 1945, 154 s. Mutlak Peşinde (Balzac’tan), (Sabiha Rifat’la birlikte) Milli Eğitim Basımevi, Ankara 1945, 312 s. Louis Lambert (Balzac’tan), Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1946, 164s. Modeste Mignon (Balzac’tan), Milli Eğitim Basımevi, Ankara 1947, 407s. Batıdan Şiirler (Orhan Veli ve Melih Cevdet Anday’la birlikte), İstanbul Basımevi, İstanbul 1953, 74 s. Elektra (Jean Giraudaux’dan), Maarif Basımevi, 1959, 133 s. Kanaldaki Ev (Georges Simenon), Varlık Yayınları, İstanbul 1963, 61 s. Latin Ozanlarından Çeviri, Çan Yayınları, İstanbul 1963, 61 s. Yunan Antologyası, Çan Yayınları, İstanbul 1964, 48 s. Şanlı Aşıklar(Moliere’den), Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1965, 71 s. Yunan Antologyası ve Latin Ozanlarından Çeviriler, Adam Yayınları, İstanbul, 1986, 95.s Gece Yazı (Batı Şiirinden Çeviriler), (Samih Rifat’la birlikte), Adam Yayınları, İstanbul, 98 s.
Yabancı Dillerde Oktay Rifat* Oktay Rifat’ın yabancı dillerdeki çevirilerinin dökümü şöyle: TheLiterary Review,Winter 1960-1961, Volume 4, Number 2, New Jersey (Oktay Rifat, Salah Birsel, Cahit Sıtkı, İlhan Berk, Ziya Osman, Orhan Veli, Edip Cansever, Turgut Uyar, Cemal Süreya; Attila İlhan ve Kemal Özer tanıtılıyor). Abidin Dino, Revue Litteraire Mensule-Litterature de Turquie, Europe, 1984 (Oktay Rifat, Nazım Hikmet, Orhan Veli, İlhan Berk, Can Yücel, Asaf Halet Çelebi, Yahya Kemal Beyatlı ve Ahmet Haşim’le birlikte İstanbul tanıtılıyor). Uldiz Berzinş, Altı Çağdaş Türk Şairi-Güvercin Dolu Avlular, Riga-1988. (Litvanya Yazarlar Birliğince basılan bu antolojide Nazım Hikmet, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Orhan Veli Kanık, Oktay Rifat, Attila İlhan ve Cemal Süreya’nın şiirlerinden seçmeler yapılmış). RythChristie-Richard McKane, Voices of Memory, Selected Poems, YKY-Rockingman Press İşbirliği, İngiltere-1993, 120 s. (Oktay Rifat’ın birçok şiirinden seçme yapılmıştır).
Nermin Menemencioğlu, The New Turkish Poem, Wester Review, Iowa, 1959.(Orhan Veli, Oktay Rifat ve Melih Cevdet Anday’ın kurduğu Garip hareketi tanıtılıyor. Oktay Rifat’ın “Uludağ Sokak Satıcıları” ve “Şehitlik II) şiirleri bu makaleye alınmış.) The Pocket Book of Twentieth Century Turkish Poetry, Yusuf Mardin, Ministry of Culture Publications, CulturalWork Series/144, Ankara 1990 Karga (Crow) şiiri bu seçmeye alınmış. Richard McKane, “Sonnet For Oktay Rifat”, Ayvalık”, Türkiye Şiirleri, s.101-107, YKY, İstanbul, Ekim 1994.
Ruth Christie-Richard McKane, Poems of Oktay Rifat, Anvil Press Poetry, 2007 Çevirmenlerinin Gözünden Oktay Rifat Şiiri Oktay Rifat’ın İngilizce çevirmenlerinden Ruth Christie “Bir Çevirmenin Gözüyle Oktay Rifat’ın Bazı Yönleri (Oktay Rifat İçin, YKY, s. 66-72) başlıklı yazıda Rifat’ın şiirlerini, kullandığı konuşma dili açısından İngiliz şairi Wordsworth’e benzetir. Christie’ye göre Oktay Rifat’ın şiirinde günlük dilin yanı sıra imge ve metaforun yan yana gelmesi de çeviri güçlüğü doğurmaktadır. Ruth Christie ayrıca Sıla, dert, ağıt gibi kültürel özelliklerden kaynaklanan kavramları çevirmenin güçlüğünden söz eder. Çeviri ortağı Richard McKane ise aynı kitapta Oktay Rifat’ın şiirindeki lirizm ve insan sevgisine değindiği “Oktay Rifat’ın Mavi Özgürlük’ü” başlıklı yazısında, “Yeni kuşaklar Oktay Rifat’ı bulmalı, yeni çevirmenler yaşamlarının bir bölümün ona adamalı. Yani (çevirinin özü budur) karşılıklı bir temelde, Türkçe ve Türkiye küresel ve insan hakları klişelerinden silkinmeli, Batılı çevirmenler ve okurlar düşüncelerini Türk şiirindeki, özellikle Oktay Rifat’ın şiirindeki, lirizm ve insan sevgisine açmalılar” der. Dünya Şiirinden Sevdikleri Baudelaire, Rimbaud, Verlaine, Valery, Superville, bir ara Char, gençlik yıllarının sevgili ozanlarıdır. İlk gönül verdiğinin Baudelaire olduğunu söyler. Rimbaud ve Verlaine de yarı tanrılardır Rifat için. Mallarmé’ye uzun zaman yanaşama ama sonradan çok sever. “Toplumsal taşlama alanında, deyişlerinden yararlandığı Prévert.” Sonra Yunan ve Latin ozanları elbette. Çeviri ve kitaplaştırır onları. Bir dönem İngiliz şairleriyle, özellikle Keats’le ilgilenir. Rilke’yi de anar sevdiği şairler arasında ama “asıl baba ozanlar Yunandadır” Rifat’a göre. “Homeros’un tadına doyulmaz. En çok sevdiği, sık sık yinelediği dizeler: La chairesttriste, hélas! Mallarmé Je suis le Ténebreux.- le Veuf, --L’Inconsole Le Princed’Aquitaine a la tourabolie Gérard de Nerval Oisivejeunesse A toutasservie Par delicatesse J’aiperdumavie” Arthur Rimbaud J’aifait la magiqueétude Dubonheure, qu’aucunn’élude Arthur Rimbaud
Dil ve sadeleşme üzerine görüşleri Oktay Rifat, şiir dilinin Türkçeleşmesi konusunda dönemin aşırı özleşme isteyen hareketlerine karşı mesafeli durmuştur. “(…) Dilimiz öz Türkçe’ye doğru gidiyor. (…) Demek ki bugün Osmanlıca ile düşünemiyoruz, düşüncemizi karşımızdakine anlatamıyoruz. Ama bu da
dilimizde ne kadar Acemce, Arapça kelime varsa atalım demek değil. ‘Merdiven’^kelimesinin kökünü bilmemiz, düşünmemiz için de, anlaşmamız için de gerekli değil.” (Şair ve Sözün Mahşeri Oktay Rifat, Dr. Tarık Özcan, Akçağ Yay., s.46) “Dil bir düşünme, bir anlaşma aracıdır. Bir aracın iyiliği, kötülüğü, onun araç olarak, işe yarama derecesiyle ölçülür. Bu yüzden düşünmeye, anlaşmaya engel bütün kelimeleri ayıklayıp, yerlerine anlaşılır, yeni kelimeler bulmak zorundayız. Ama ayıklanacak kelimeler bunlardır, konuşma diline girmiş kelimeler değil.” (Şair ve Sözün Mahşeri Oktay Rifat, Dr. Tarık Özcan, Akçağ Yay., s.46) “İşte aşırı Türkçecilerin yanıldıkları yer de burası. Onlar dilin arılaşmasını konuşma diline kadar götürmek istiyorlar. Halbuki bu dili değiştirmek şöyle dursun, kitap dilini o dile göre kurmalı.” (Şair ve Sözün Mahşeri Oktay Rifat, Dr. Tarık Özcan, Akçağ Yay., s.47) “Bugün dilimizin uyruğuna girmiş, yasasını tanımış, kurallarınca üreyip türeyen kelimelerin de, yabancı soydan gelmedir diye, atılması isteniyor. Galiba burada biraz durmalıyız. Dil davasının tek bir amacı olabilir, o da dilimizi, b,r düşünce aracı olarak, çağımızın gelişmiş dillerinin gücüne ulaştırmak. Halbuki biz ne yapıyoruz? Yıllardır senli benli olduğumuz kelimeleri, dilimizden atmaya çalışıyoruz. Demin belirttiğimiz amaçla bu işin ilgisini kim söyleyebilir bana? Dilimizden yabancı kelimeleri atıyorsak, daha iyi düşünmek, daha iyi anlaşmak için atıyoruz, yabancı soydan gelme kelimelere bir öfkemiz olduğu için değil.” (Şiir Konuşması, Adam Yayınları, s. 104) Oktay Rifat’ın dile ilişkin görüşlerini, deneme yazılarından oluşan kitapta (Şiir Konuşması, Adam Yayınları), “Kavram mı Kelime mi”, “Kitap Dili-Konuşma Dili”, “Cevap”, başlıkları altında da bulabilirsiniz. Esinlenme-Etkilenme Etkilenmek doğaldır Rifat’a göre. Hatta zorunludur gelişim için: “Bugün batı şiirinden korkuyoruz. Taklitçilik çok ağırımıza gidiyor. Batı kültür emperyalizminden yakayı sıyırmak ona sırt çevirmekle olmaz, batıyı iyi tanımak, batı şiirindeki ilerici ve gerici yanları saptamak, ilerici yanı özümsemek, gerici yanı bilinçle dışlamakla olur. Hiçbir şiir beslenmeden güçlenmez. Hem kendinden hem dünyadan kopuk görünüyor bana bugünkü şiir. “ (Oktay Rifat Kitabı, YKY.s.79) Kimler kimlerden etkilenmemiştir ki: “(…) Simgecilere dönersek, bunlar şiirlerini Baudelaire’le başlatırlar. Baudelaire’se sanatını Amerikalı Poe’ya borçludur. (…) Mallarmé büyük ustam diye anıyor Poe’yu, Poe’yu okuyabilmek için İngilizce öğrendiğini söylüyor. Méssage Poétique du Symbolisme adlı ilginç ve geniş yapıtına, Guy Michaud, simgecilerin bir de soyağacını koymuş. Coleridge, Poe’yu etkilemiş; Poe Baudelaire’i. Baudelaire ayrıca Alman romantizminin ve müzikçi Wagner’in etkisinde. İkinci sırada Baudelaire’den türeme üç büyük ozan var: Ortada Mallarmé, bir yanında Rimbaud, bir yanında Verlaine. Simgeciler Mallarmé’den türüyor. Moréas’lar, Ghil’ler filan. Ama asıl öz oğlu Valery. Rimbaud’nun soyu sopu çok daha karışık, torunları Apollinaire ve gerçeküstücülük. Verlaine’inkilerse dekadanlar, başta Laforgue ve sonunda Proust. Proust’u Bergson etkilemiş. Ayrıca aralarda etkilenmeler var. Carlyle, İbsen, Nietzsche aradaki bir sürü Fransız ozanını etkilemişler. Görülüyor ki Fransız toplumunda dışalım bizden hızlı. Oysa Batıya öykünüyoruz diye bizim adımız çıkmış.” (Şiir Konuşması, Adam Yayınları, s. 260) Doğan Hızlan’ın “Şiir kavramınızı, şiir kuramınızı Batıdan ve bizden etkileyen adlar oldu mu” (Gösteri, Aralık 1980) şeklideki bir soruyu ise şöyle cevaplandırır: Türk ve Fransız yazınında, hele ilk zamanlarda, eteğine yapıştığım, yollarından yürümeye çalıştığım birçok ozanlar oldu. Bütün büyük ozanları sevdim. Eski Yunan ve Latin ozanlarını okudum. Şiirler çevirdim onlardan. (…) Bu ozanların da etkisinde kaldım. Fransız düşünürü Alain özgünlüğü etkiye karşın değişmeyen özellik olarak tanımlar. Belki bu düşünce de etkiledi beni. Dedim ya, etki altında kalmaktan korkmadım.” (Şiir Konuşması, Adam Yayınları, s. 313) Çeşitli çevirilerle ve çevirmenlerle ilgili görüşleri
“Benzeşme ve Eşduyum” adlı denemesinde söz dönüp dolaşıp Baudelaire’in Uyuşumlar şiirine gelir. Cevdet Kudret’in Örnekleriyle Edebiyat Bilgileri (II.Cilt s.65)adlı çalışmasında yer alan çeviriye bir itirazı vardır Rifat’ın: “”Çeviride iki büyük eksik var. Birincisi, uyuşum değil uyuşumlar. İkincisi, kokular, renkler, sesler söyleşir değil, kokular, renkler, sesler uyuşur birbiriyle.” Şiiri kimin çeviridiği de belirtilmemiştir kitapta. “Belki baskı sırasında düşmüştür” diye yumuşatır Rifat, sonra söz konusu çeviriyi aktarır: “Bir tapınaktır Doğa, orda canlı sütunlar/ Anlaşılmayan sözler fısıldar zaman zaman;/ Tanıdık bakışlarla kendisini gözleyen/ Sembol ormanları arasından geçer insan./ Aydınlık kadar sonsuz ve gece kadar engin,/ Kapkaranlık ve derin bir birliğin içinde/ Uzaklarda birleşen uzun yankılarleyin/ Kokular, renkler, sesler uyuşur birbiriyle./ Kokular vardır çocuk tenleri gibi taze,/ Fülütler gibi tatlı, çayırlar gib yeşil,/ Kokular vardır azgın, zengin ve gürül gürül,/ Sonsuz şeylercesinegenişleyip yayılan/ Misk ve amber, aselbent, buhur gibi kokular,/ Duyu ve düşüncenin coşkusunu şakıyan.” (Şiir Konuşması, Adam Yayınları, s. 218) *** Memet Fuat’ın Thornton Wilder’dan çevirdiği Trenton ile Camden’e Mutlu Yolculuk adlı tek perdeli oyunun çevirisiyle ilgili şöyle der: “(…) Memet Fuat’ın çevirisi gerçekten başarılı. Duru, her türlü özentiden uzak, alabildiğine temiz bir dili var. Çevirisinde titizlikte yerli ağızdan, yerli deyişten de kaçındığı görülüyor. Sağlam bir dil yapısı kurmaya çalışmış. İyi de etmiş. Yalnız oyunu okurken, seyrek de olsa, şöyle diyeceğine böyle deseydidaha iyi olmaz mıydı? Dediğim oldu. Sözgelişi, altıncı sayfanın başında, anne: -Babanız nerede? Niye buralarda değil? Bu gidişle biz hiç yola çıkamayacağız, diyor. Bunun yerine: -Hani babanız? Yine nerelere gitti? Biz bu gidişle zor çıkarız yola, gibi, konuşma diline daha uygun bir şeyler söyleyebilirdi gibime geldi. Bilmem anlatabildim mi? Memet Fuat Türkçeyi en iyi yazan yazarlarımızdan biridir. Sadelik ve duruluk kaygısı onu bu çeviride sanki yer yer bir kuruluğa götürmüş. Her yiğidin bir yoğurt yiyişi vardır, o kadarına da karışılmaz, diyeceksiniz. Bu da doğru.” (Şiir Konuşması, Adam Yayınları, Bir Çeviri, s. 168)
*** Melih Cevdet Anday’ın Langston Hughes‘dan çevirdiği Bir Zenci Kızın Türküsü hakkında: “Dergimizin birinci sayısında Melih Cevdet Anday’ın o zenci şairden çevirdiği şiir, dilimize başka biri tarafından çevrilseydi belki bizi o kadar sarmayacaktı, ne bileyim, belki de daha çok saracaktı. Öyleyse aynı konunun başka başka ellerde daha güzel yahut daha çirkin olması neden? Şüphe yok, şiirin güzelliği söylenişine bağlı. Ama iş bu kadarıyla bitiyor mu? Ya o zenci şair, Dixie’de öldürülen kara biberinin arkasından yanıp yakılacak yerde sevinseydi, bayram etseydi, biz yine o şiiri güzel söylenmiş diye sevecek miydik?” (Şiir Konuşması, Adam Yayınları, s. 61) *** Sabahattin Eyuboğlu’nun çevirmenliği üzerine: “La Fontaine’in masalları çıktığı zaman, Sabahattin’e: ‘Niçin bu kitabın başına La Fontaine’in adını koydun da kendi adını koymadın?’ diye sormuştum. La Fontaine masallarının konusunu Aisopos’dan, Phaidros’tan almış, Fransızca söylemiş. Bizimki de La Fontaine’i koymuş önüne, Türkçe söylemiş. Bana ne cevap verdiğini şimdi bilmiyorum .Ama şurası bir gerçek ki, Shakespeare’ı, Hayyam’ı, Mallarme’nin, Rimbaud’nun kimi şiirlerini, hem de ustalıkla, Türkçeye kazandıran bu adamın ozanlıkta gözü yoktu. Yüksek bir dala tünemişti sanki, bütünü kavrayan bir noktadan bakıyor gibiydi sanata, düşünceye ve bilgeliğe. Çeviri ve eleştiriydi alanı. Söylemek istediğini bu yolda söylüyordu. Kımıl kımıldı içi. Söylenecek çok sözü vardı.” (Şiir Konuşması, Adam Yayınları, s. 199-200) (…) Yalnız bir Montaigne çevirisi bile kişiyi ölümsüz kılmaya yeterken Sabahattin Eyuboğlu tek durmaz, Eflatun’u, Rabelais’yi, Shakespeare’i, Melville’i kazandırmak ister Türkçeye. Yardımcılar bulur. Cimcoz’un yardımıyla Devlet, Mina Urgan’ın yardımıyla Moby Dick
çevirilir, Azra Erhat ve Vedat Günyol’un yardımıyla Rabelais’nin üstesinden gelinir.” (Şiir Konuşması, Adam Yayınları, s. 199-200) *** Eyuboğlu’na methiyeler düzen Rifat, bakın kimlerin çevirmenliğini, nasıl eleştiriyordu: “Şimdi gelelim Tahsin Saraç’ın bir René Char çevirisine. Tahsin Saraç Fransız şiirini ve Fransızcayı hepimizden iyi bilir. Bu işin ustasıdır. Ters tarafına gelmiş olacak. Çeviri şöyle: PARMAKLIK Terk edildim diye yalnız değilim, yalnız olduğum için yalnızım ben, kendi bahçe duvarları arasında badem ağacı gibi. Şiirin aslı tıpatıp şöyle: Bırakıldığım için yalnız değilim. Yalnızım çünkü yalnızım, bahçesinin duvarları arasında badem. Bizde badem denince akla badem ağacı gelir ya Fransızca’da gelmez. Badem ağacının adı ayrıdır. Bahçe olarak çevrilen sözcüğün de üstünde durmuyorum. Durulsa iyi olurdu. Öyleyse ne demek ola bu şiir? Ozanın baş vurduğu eksiltiyi ve eğretilemeyi bozarak söylemek gerekirse şu demek: “Bırakıldığım için yalnız değilim. Yalnızım çünkü yalnızım, kabuğunda badem gibi.” Bahçesinin duvarları sözcüğü bir eğretileme, kabuk karşılığı. Eksilti de var. Char iyi ki İlhan Berk’in eline düşmedi, diyorum. Rimbaud’yu altüst eden üstat, kapalı ve elliptique bir ozan olan Char’ın şiirlerini kim bilir ne kılıklara sokardı! Dönüp dolaşıp çeviriye geliyoruz. Can Yücel de Baudelaire’in bir şiirini, Serip kart kemiklerimi, bi yatsam, bi uyusam, Bataklığa gömülmüş timsah gibi nisyanda Diye çevirmiş. Baudelaire suda köpek balığı gibi diyor ya, bataklığa gömülmüş timsah demek belki daha işine gelirdi, diye düşündüm. Aslına aslından daha uygun. Ama bir noktaya ilişmeden de edemeyeceğim. Çevirdiğimiz metinleri ille de şirin göstermek zorunda değiliz. Çeviri bize yabancı bir sanatçıyı tanıtsın, neler yaptığını, neler yapmak istediğini göstersin yeter. Bizim daha çok buna gereksinmemiz var. Çeviri kadın gibidir, güzeli bağlanmaz, bağlananı güzel olmaz, derler. Varsın güzel olmasın, bize tanımadığımız bir ustayı olduğu gibi tanıtsın da.” (Şiir Konuşması, Adam Yayınları, s. 245-246) Şiir Çevrilir Mi? Oktay Rifat’ın şiir çevirisiyle ilgili görüşlerini anlamak için deneme yazılarının yer aldığı Şiir Konuşmaları (YKY, 1992) kitabından Şiir Çevrilir Mi? başlıklı yazı tümüyle okunmalıdır. Özellikle son paragraf, Rifat’ın çeviri anlayışına ışık tutması açısından son derece önemlidir: “Şiir başka dile çevrilir mi? Kimisi çevrilir kimisi çevrilmez. Kimisi bir şeyler yitirir, kimisi bir şeyler kazanır çevrilmekle. Bir Mallarmé’yi, hele Türkçeye çevirmenin olanaksız olduğunu söyleyebilirim. Buna karşılık bir Orhan Veli hiçbir şey yitirmeyebilir ustalıkla çevrilirse.” Aynı yazıdaki şu satırlarda da şiir çevirisinin güçlüğüne değinmektedir: “Şimdi düşünelim! Sözlüklere bu gözle bakan, dizeyi tek bir sözcük, şiirin tümünü ezgisel bir tümce olarak düşünen bir ozanın şiirini nasıl olur dabaşka bir dile aktarabilirsiniz? Buna olanak yoktur. Yapılacak her çeviri bir yaklaşım olmaktan öteye geçmeyecek. Hiçbir zaman aslına uygun düşmeyecektir.” (Söz konusu şair Mallarmé’dir yine) Latin Ozanlarından Çeviriler ve Yunan Antologyası Oktay Rifat Latin ve Yunan şairlerine büyük ilgi duymuş, bu şairlerden şiirler çevirmiş ve bu çevirileri kitaplaştırmıştır. Oktay Rifat’ın Latin şairlerinden yaptığı çeviriler ilk olarak Çan Yayınları tarafından 1963 yılında basılmıştır. 61 sayfalık kitapta Katullus, Vergilius, Horatius, Martialis’in şiirlerinden örnekler verilmiştir. Kitabın başına koyduğu sunuş yazısında şöyle diyor Rifat: “Latince bilmediğim için Les Belles Lettres Yayınevi’nin bu çeşit kitaplarından çevirdim bu şiirleri. Yalnız Fransızca’larıyla yetinmedim, anlamı, şiirlerin asıllarından izlemeye çalıştım. Elimden geldiğince ozanın
kullandığı kelimelere de, biçime de bağlı kaldım. Bu çeviriler Latin şiirini tanıtmak amacını gütmez. Ben bilgin değilim, ozanım. Gönlümün çektiği şiirleri çevirdim Türkçe’ye.” Lukulius, Yuvenalis, Persius, Tibullu gibi şairlerin de kitapta aslında yer almaları gerektiğini belirten Rifat şiir çevirisinin zorluklarına şöyle değinir. “Şiir çevirmek şiir yazmakla bir. Yoğurdun mayası kimi zaman tutuyor, kimi zaman tutmuyor. Beğeniyorsunuz, seviyorsunuz, çeviriyorsunuz, çeviriniz bir türlü şiir olmuyor. Katullus’tan ve Horatius’tan yaptığım birkaç çeviriyi bu yüzden yırtmak zorunda kaldım.” Yunan şairlerinden yaptığı çeviriler ise yine Çan Yayınları tarafından 1964 yılında basılmıştır. Kitap, “Aşk Epigrammaları”, “Ölüm Epigrammaları” ve “Tasvir Epigrammaları” olmak üzere üç ana bölümden oluşmaktadır. Oktay Rifat, Fransızca’ya düzyazı olarak çevrilmiş olan şiirleri “manzum”laştırmış, bir bakıma yeniden yazmıştır. Oktay Rifat, Yunan ve Latin şairlerinden yaptığı çeviri çalışmalarını diğer çeviri çalışmalarından farklı tutar ve bunları kendi şiiri gibi görür. Gece Yazı “Gece Yazı “ Oktay Rifat ve oğlu Samih Rifat’ın çevirilerinden oluşuyor. Bir baba-oğul ortak kitabı yani. Oktay Rifat ölümünden birkaç yıl önce bir ortak kitap taslağı, maketi hazırlaması ister Samih Rifat’tan.Ne var ki proje Oktay Rifat’ın ölümünden sonra hayata geçebilecektir ancak. Kitap, Oktay Rifat’ın, ilk basımı 50’li yıllarda yapılan ünlü Batıdan Şiirler adlı seçkide yer alan çevirileriyle, 70’lerin sonlarında Yazko Çeviri dergisinde yayınlanan çevirileri ve Samih Rifat’ın, Oktay Rifat’ın sağlığında, çoğu kez de onunla birlikte yayınladığı çevirilerinden oluşuyor(YKY, 1994). Bir tür Fransız şiiri seçkisi gibi. Oktay Rifat’ın Yunan ve Latin ozanlarından yaptığı çeviriler dahil değildir bu kitaba. Zaten Rifat bu iki kitabındaki şiirleri (Latin Ozanlarından Çeviriler ve Yunan Antologyası) çeviri olarak değil, kendi şiirleri gibi görmektedir. Önsöz’de Samih Rifat, Oktay Rifat’ın çeviriyle ilişkisini de şöyle özetlemektedir: “Babam, yaptığı ve yayınladığı şiir çevirilerine önem verir miydi? Pek sanmıyorum. Kimi zaman bir ozan, bir şiir onu heyecanlandırdığında, kimi zaman elini sınamak istercesine çeviri yaptığını anımsıyorum. Özellikle de bir ‘talep’ doğduğunda, örneğin Yazko Çeviri dergisi yayınlanmaya başladığında bu, onu (ve beni) şiir çevirmeye yöneltti.” Gece Yazı’da Louis Aragon, Yves Bonnefoy, RenéChar, Paul Eluard, Jean Follain, Jacques Prévert, Philippe Soupault, Jules Superville ve Andre Verdet’den şiirler yer alıyor. Ancak ilginçtir, bazı çeviriler Gece Yazı’da farklı, Şiir Konuşması’nda (Oktay Rifat’ın düzyazılarının toplamı) farklı. Sözgelimi Jules Supervielle’in Öteki Ben adlı şiiri Gece Yazı’da şöyle: Fare kaçıyor fare (Ne faresi be) Kadın uyandı (Nereden bildin) Ya gıcırdayan kapı (Daha yeni yağlandı) Duvarın yanında (Duvar muvar yok) Ağız açmak nasip değil (İyi ya susarsın) Kımıldamak da yasak (Yürüyorsun ya işte) Yolumuz nereye böyle (Bana sormalı asıl) Bir başıma yeryüzünde (Yanında ben varım ya) Bir başıma hem de nasıl (Senden de yalnızım ben )
Bak seni görüyorum (Var mıymış beni gören)
Şiir Konuşması kitabında ise şöyle: Fareye bak fareye (O fare değildi) Bir kadın uyanıyor (Ne biliyorsun) Bu kapının da gıcırtısı (Daha bu sabah yağlandı) Duvarın yanında (Ne duvarı canım) Ağzımı açmak kısmet değil (Daha iyi ya susarsın) Kımıldayamıyorum (Yolda yürüyorsun ya) Nereye gidiyoruz böyle (Ben de sana soracaktım) Yalnızım bu dünyada (Ben yanındayım işte) Yalnızım hem de nasıl (Ben senden de yalnızım)
Bu kitapta çeviriden önce şöyle bir dipnot düşmüş Rifat: “Aslındaki değerini ister istemez eksilterek Türkçeye çevirmek zorunda kaldığımız Alter Ego – Bir Başka Ben adlı …” Paul Eluard’ın Benden Sonra Uyku adlı on iki parçalık şiirinin 5 sayılı bölümü Şiir Konuşması kitabında şöyle geçiyor: Balmumu göller ve küflü meşeler Kiler kokulu Dörtgeni yeşil yıldızların Ölümsüz tavırlar takınıyordu Suyu çekilmiş kuşlar. Gece Yazısı’nda ise şöyle geçiyor: Kiler kokan Balmumu göller küflü meşeler Yeşil yıldızların dört köşesi Ölümsüz tavırlar takınıyordu Bir deri bir kemik kuşlar
Bu çevirileri Oktay Rifat sonradan değiştirmiş olmalı. Eluard’ınDüşleri’ndeki Gördükleri Kadına adlı şiirindeki bir dörtlüğünün çevirisini niye değiştirdiğini ise önceden belirtmiş: “Bizler Eluard’ın üç beş şiirini Türkçeye çevirdik. Bu arada ben de bir iki şiirini çevirdim. Eluard’ı Türkçeye çevirirken, onun gerçeğin düzenine uymayan görüntülerini Türkçede elimden geldiği kadar gerçeğin düzenine sokmaya çalıştım. ‘Rüyalarında Gördükleri Kadına’ adındaki şiirin bir yerinde: Uykuların sultanı Akçıl gecelerin siyah karı Kansız bir ateş içinde
Beyaz bastonlu kutsal şafak Yeni yolu göster onlara
Diyordu Eluard, ben beyaz bastonlu şafağı da, kansız ateşi de değiştirdim. Bu yeni şiir görüntüsünü gereğince anlamamış olmaktan ileri geliyordu. Fransa’da en az elli yıllık bir geçmişi olan yeni şiir görüntüsünden, yeni şiiri memleketimize getirmek iddiasında olanlar bile sakındılar.” ** Şiir, Oktay Rifat’ın değiştirdiği şekliyle şöyle yer almıştır Gece Yazı’da: Uykuların Sultanı Akçıl gecelerin siyah karı Solgun bir kızıllık içinde Ağarırken tanyeri Yeni yolu göster onlara
Salaş hapishanelerde yatanlara “Şevket Rado’ya Mektuplar”da Çeviri Bahsi: “(… )Benim Gecenin Sonu isimli bir tercümem basıldı. Onun bile tashihlerini burada ben yaptım. “ (10 Şubat 1945 tarihli mektuptan) “(… )Ben bir iki aydır Röter [Reuter] heyetinde çalışıyorum. Dış yayındayım. Sabahtan akşama kadar tercüme yapıyorum. Benim için iyi oldu. Fransızcam gittikçe pekişiyor. (Tarihsiz bir mektuptan) “(… )Tercümeyi beğendiğine memnun oldum. Bu münasebetle senden ve karından bir ricam var. Biz iki Balzac daha aldık. Lakin kitapları bir türlü ele geçiremiyoruz. Fransa’ya ısmarladık, yine bir ses seda çıkmadı. Çıkacağı da yok. Mevzubahs kitapların isimlerini bir kere de sana yazıyorum. Bizim için hayat memat meselesi olduğunu takdir edersin. Biri: Louis Lambert, öteki Ursule Mirouet. İkisi de, de Balzac cenaplarının. Eğer sağdan soldan ele geçirir bize yollayabilirsen, pek makbule geçer.” (Aynı tarihsiz mektuptan) “(…) Sana Bir tercüme yolluyorum. Hoşuna giderse Aile***’ye koyar, koymadan önce de ücretini bir an evvel gönderirsin. Adresimi ihtiyaten bir kere daha yazıyorum. (4 Eylül 1948 tarihli bir mektuptan) Son Arzu Oktay Rifat’ın son arzusu Orhan Veli’nin mezarının yanına gömülmektir. İstanbul Belediye Başkanı Bederettin Dalan’a sayısız başvuruya, Vali Cahit Bayar’ın araya girmesine karşın Orhan Veli’nin mezarının bulunduğu Aşiyan’da yer olmadığı gerekçesiyle şairin son dileği yerine getirilmemiştir. Belediye Başkanı toprak kayması olduğunu gerekçe göstererek Oktay Rifat’ın Aşiyan’a gömülemeyeceğini söyler. Oktay Rifat 20 Nisan 1988 Çarşamba günü Üsküdar Yeni Valide Camii’nde kılınan öğle namazından sonra 74 yaşında Karacaahmet Mezarlığı’nda toprağa verilmiştir. Dipnotlar: *DR. Selahattin Tuncer’in kaleme aldığı Şair Oktay Rifat adlı çalışmanın 2005 yılında yazılan önsözünde, Oktay Rifat’ın şiirlerinden oluşan seçmelerin eşi Sabiha Omay tarafından Fransızca’ya çevrilerek, Paris’te Gallimard Kitapevi tarafından yayımlanması için çalışmaların sürdürüldüğü belirtilmektedir. Ancak bugüne kadar henüz böyle bir çalışma günışığına çıkmamıştır. **Oktay Rifat Yeni Şiir Görüntüleri başlıklı bu yazıda imge kavramına yabancı olan Türk okurunun okuma alışkanlıklarına uyarak çevirinin aslını bozduğunu, daha anlaşılır kıldığını söyleyerek kendini eleştiriyor. Tam da bu nedenle Gece Yazı’ya çevirinin aslı alınmalıydı diye düşünüyorum. Aynı bölüm A.Kadir-A.Bezirci ve Sait Maden çevirilerinde şöyle geçiyor: Uykuların sultanı Ak gecelerin kara karı Kansız bir ateş içinden Beyaz değnekli Ermiş Tan
Yeni bir yol göster onlara Tahta hapisanenin dışında
Çev: A.Kadir-A.Bezirci Uykuların sultanı Ak gecelerin siyah karı Kansız bir ateş arasında Ak değnekli ermiş Tan Yeni bir yol göster onlara Salaş hapsanelerinden dışarı Çev: Sait Maden
***Yapı ve Kredi Bankası tarafından çıkarılmıştır (1947-1952). Sahibi ve yazı İşleri Müdürü Vedat Nedim Tör, sekreter Şevket Rado’dur. 20 sayı çıkabilen dergide Yahya Kemal Beyatlı, Ahmet Hamdi Tanpınar, Orhan Veli Kanık, Sait Faik Abasıyanık gibi pek çok yazar katkı sağlamıştır. Kaynaklar: Şair ve Sözün Mahşeri Oktay Rifat, Dr. Tarık Özcan, Akçağ Yayınları, 2005 Oktay Rifat, Şiir Konuşması, Adam Yayınları, 1992 Şair Oktay Rifat, Dr. Selahattin Tuncer, Bahar Yayınevi, 2005 Oktay Rifat İçin, Sempozyum-Belgeler, Haz: Güven Turan, YKY 1999 Gece Yazı, Çeviri Şiirler, Oktay Rifat-SamihRifat, YKY 1994 Şevket Rado’ya Mektuplar, Haz: Emin Nedret İşli, YKY 2012 Bir Usta Bir Dünya: Oktay Rifat, Yapı Kredi Kültür Merkezi 1994
Oktay Rifat Kitabı, YKY, 1991
DÜNYADAN ÇEVİRMEN PORTRELERİ: SELMA ANCIRA
Söyleşen: Özge Cengiz-Tozan Alkan
Selma Ancira, Meksikalı çevirmen, Slav dilleri uzmanı, eleştirmen ve fotoğraf sanatçısı. Barselona’da yaşıyor. Rusça ve Yunancadan İspanyolcaya çeviri yapıyor. Çok sayıda çeviri ödülü sahibi. Varlık okurları için bu sayıda onunla, çevirmen olarak hayatı ve çeviri konusundaki görüşleri üzerine söyleştik. Çeviriyi nasıl tanımlarsınız; çeviri sizce bilim mi, yoksa sanat mıdır? Çevirmen tam olarak kimdir?
Benim için çeviri sanattır. Çevirmen sanatsal yaratıcıdır, başka dilde yazılmış bir eserden, kendi dilinde bir başka eser yaratır. Bunu yaparken amacı, çevirdiği eserin kendi ülkesinin edebiyatı içinde yerini almasıdır. Çeviri öğretilebilir mi? Çeviri sanatının öğretilebileceğini sanmıyorum. Dilbilgisi, kesin kurallar, dil kullanımı, dilin tarihi vb... öğretilebilir. Ama çeviri duyarlılıktır, iyi bir kulağa sahip olmaktır, kültürdür, okumadır ve bunlar öğretilemez. Duyarlılığa sahip olunur ya da olunmaz... İyi bir kulağa sahip olmak doğuştan gelen bir yetenektir.Eğer yeteneğiniz yoksa bunu müzik ve şiir yardımıyla öğrenebilirsiniz. Çevirmenin yolculuğu, kendi içine yapmak zorunda olduğu yolculuktur. Kişinin,kültürünü zenginleştirmeye, kulağını eğitmeye, okumaya, çok okumaya, hep okumaya ve yazarlardan öğrendiklerini çeviri yoluyla kendi diline taşımaya odaklandığı bir yolculuk. Bunlar çevirmenin gerçek hünerleridir. Çeviride orijinal metne sadık kalmak mümkün müdür? Eğer mümkün değilse, metinler ne türden bir dönüşüme uğrar? Bazı metinler çevirmenin aslına sadık kalmasına olanak verir. Bazılarında ise sadakatsizlik zorunludur, çünkübu sadakatsizlik, paradoksal olarak okuru yazarın üslubuna yaklaştırmanın en iyi yoludur. Sözcük oyunlarına sıklıkla başvuran Rus şair Marina Tsvietáieva gibi yazarları çevirirken çevirmenler de kendi dillerinin imkânları dahilinde benzer sözcük oyunlarını oluşturmak zorunda kalırlar. Bu da çevirmeni, yazarın sesini kendi dilinde yeniden yaratma arayışına sürükleyerekbazı durumlarda zorunlu olarak anlamdan uzaklaştırır. Her yazarı çevirmek aynı değildir. Genelleştirmemek gerekli. Biz çevirmenler, metinleri, yazarlarının bizden istediği şekilde dönüştürüyoruz. Çevirmen yazarın onun kulağına fısıldadıklarını can kulağıyla dinler. Yazar çevirmenin elinden tutar ve eserinin yeniden yaratım sürecinde ona öncülük eder. Bir çevirmen olarak günlükhayatınızı bizimle paylaşır mısınız; örneğin, haftada kaç gün, günde kaç saat çalışıyorsunuz? Elbette, büyük bir zevkle. Daha önce de söylediğim gibi, genelleştirmelerden hoşlanmıyorum. Her çevirmen farklı bir dünyadır. Benim sizinle paylaşabileceklerim kendi günlerim, kendi rutinim, kendi gündelik işlerimdir sadece. Haftanın her günü çalışırım. Çok erken kalkarım, en geç saatin altısında ayakta olurum ve çalışmaya başlarım. Haftasonları da. Bir tek Pazar günleri fazla çalışmam. Her sabah 8.30'da jimnastiğe giderim. Jimnastik benim o gün, günlerden ne olduğunu anlamamı sağlar. Günlerden Pazartesi mi yoksa Perşembe mi, ya da Cuma mı, o şekilde haberdar olurum. Jimnastikten döndükten sonra, öğle yemeğine kadar çalışırım. Yemekten sonra tekrar çevirinin başına geçerim. Akşamüstü altı sularında köpeğimle yürüyüşe çıkana dek çalışırım. Bu durum, gün içinde aklıma gelmeyen sözcükleri bulabilmem ve düzgün olmayan cümleleri düşünmem için bana olanak tanır. Aynı zamanda insanlarla konuşmakve keyifli bir gezinti yapmakiçin de iyi bir fırsattır. Yürüyüşten sonra zamanımı okumaya ayırırım. Söylediğim gibi, okumak çevirmen için kaçınılmazdır. Dil, dilin ritmi, sözcükler bir çevirmenin yaptığı işin malzemeleri, okuma uğraşının araçlarıdır. Çok erken yatarım, yoksa en sevdiğim ve en üretken olduğum sabah saatlerini kaçırırım. Sosyal güvencenizve üyesi olduğunuz mesleki bir kuruluş var mı? İspanya'da sadece çeviri yaparak geçinmek mümkün mü? Evet, bir sigortam var. Ayrıca Yazarlar ve Çevirmenler Örgütü üyesiyim.Kişinin hayatını sadece edebiyat çevirisiyle kazanması çok kolay değil. Benim şansım Meksikalı olmak. Meksika, Meksikalı sanatçılara işlerini yapabilmeleri için destek ve yardım veriyor. Aldığım yardımlar sayesinde, istediğim
şeyleri büyük ölçüde hayata geçirebiliyorum.Meksika Ulusal Kültür ve Sanat Fonu(FONCA) kendimi tümüyle işime adamama olanak veriyor.Bu destek ve yardımlar, kitaplarımla ilgili gereken yolculukları, araştırmaları yapabilmemi ve çevirilerimin edebi bir çalışmaya dönüşebilmesi zaman sıkıntısı duymadan, rahat rahat çalışabilmemi sağlıyor.FONCA sayesinde telaşsız, dingin bir hayat sürerek bedenimin ve ruhumun tümünü mesleğime ayırabiliyorum. Çevirmenler için internet ne gibi olanaklar sunuyor? Bazı şeyleribulmamızda internet çok yardımcı olabiliyor. Örneğin Nikos Kazancakis’in Zorba’sını çevirirken kitapta sık sık, sözlüklerde bulamadığım bitki adları geçiyordu. Kazancakis, Girit dilinde, yerel adlarıyla söz ediyordu bu bitkilerden. O zaman internet çok işime yaradı, ayrıntılı bir araştırma yapmamı sağladı. Bir çevirmenin vazgeçilmez araçları nelerdir sizce? Bir çevirmen için en önemli araç sözcükler, sahip olduğu ve kullandığı sözcük dağarcığıdır. Bir çevirmenin sözcük dağarcığı ne kadar zenginse ve bu sözcükleri ne kadar iyi kullanabiliyorsa çeviri o kadar iyi olacaktır. Sözlükler de yardımcı olur, yol gösterir ama iyi bir çeviri sadece sözlüklerle yapılamaz. Bu nedenle ısrarla, okumanın çevirmeniçin en önemli etkinlik olduğunu söylüyorum. Okumak, okumak, okumak. Değişik yazarları, değişik dönemleri okumak. Onların dillerine yolculuk yapmak, sözcüklerine, cümle yapılarına, dünyalarına girmek. Online sözlüklerden yararlanıyor musunuz yoksa geleneksel, matbu sözlüklere devam mı? Genellikle kâğıdı tercih ediyorum. İnternette olmayan çok sayıda İspanyolca sözlük var. Onları sıklıkla kullanıyorum. Hepsinden çok daMaria Moliner’in sözlüğü. Aynı zamanda Manuel Seco’nun Güncel İspanyolca Sözlüğü. Marina Tsvietáieva’yı çevirirken tersine sözlük*çok yardımcı oldu. Online olarak da ansiklopedileri ve ansiklopedik sözlükleri kullanıyorum. Ancak ayrıntılı aramalar ve sözcüklerin anlamları için evdeki matbu sözlüklerimi kullanıyorum. Rusça ve Yunancadan çeviri yapıyorsunuz. İki önemli dil, iki büyük edebiyat. Üniversitede Rus Dili ve Edebiyatı okudunuz değil mi? Evet. Rusya ve Yunanistan olmak üzere iki dünya arasında gidip geliyorum sürekli. Her ikisi de çok heyecan verici, çok keyifli ve birbirinden çok farklı. Belki birbirlerini tamamlayıcı demeliyim. Moskova Devlet Üniversitesi’ndeRus Diliokudum; Uzmanlık alanım 19. yüzyıl edebiyatı. Bitirme tezim Cervantes’in Dostoyevski üzerindeki etkisiydi. Yunancayı ne zaman ve nasıl öğrendiniz? Rusya’da doktoramın son yılında Çağdaş Yunanca okumaya başladım. Bitirdikten sonra, az bir Yunanca bilgisiyle Atina’ya yerleştim ve Atina Üniversitesi’nde Çağdaş Yunan Dili ve Edebiyatı okudum. Şu ana kadar çevirdiğiniz eserlerin kısa bir listesini yapabilir misiniz? Kısa bir liste yapmak çok kolay değil... Pekçok kitap çevirdim. Ama yazar olarak çok fazla değil. Genellikle sevdiğim yazarlara yoğunlaşmayı tercih ederim. Bir yazarı ne kadar iyi tanırsanız, dilinize o kadar iyi taşıyabiliyorsunuz. Rusçadan Marina Tsvietaieva, Lev Tolstoy, MijaílBulgakov ve Nina Berberova’yı çevirdim.Yunancadan ise YorgosSeferis, YannisRitsos veYakovosKampanellis’i çevirdim. Puşkin’in, Çehov’un ve Gonçarov’un da bazı kitaplarını çevirdim. Birkaç yıl önce Meksika Kültür Ekonomi Fonu sadece benimçevirilerimden oluşan bir Rus Edebiyatı Antolojisi çıkarmayı önerdi.
Bunun mümkün olabileceğini görmek beni de şaşırttı. Puşkin, Gogol, Tolstoy, Dostoyevski, Gonçarov, Strajov, Çehov, Bulgakov, Bunin, Tsvietaieva, Pasternak, Blok, Gumiliov ve Mandelstam olmak üzere on dört yazarı içeren bir antoloji hazırladık. Yunancadan, saydığım yazarlardan başka, María Iordanidou’nun, konusu İstanbul’da geçen "Loxandra" adında bir romanını çevirdim. Çok güzel bir kitaptı, çok sevmiştim. Türkiye’ye ilk yolculuğuma bu kitap vesile oldu.Romanda geçen yerleri buldum: Makrohori (Bakırköy),Balıklı Meryem Ana Rum Manastırı, Pera, Ayasofya, Konstantin Surları, Üsküdar ve Tatavla (Kurtuluş). Hayran olduğum bir şehir olan İstanbul’ayaptığım ilk yolculuktu bu. Edebiyat çevirisinde yaratıcılık hakkında neler söylemek istersiniz? Tüm sanatlarda olduğu gibi edebiyat çevirisinde de her şey yaratıcılık ekseni etrafında döner. Çeviri sadece bir metni bir başka dile çevirmek demek değildir; çeviri yapılan dilin olanakları ile yeniden bir eser yaratmak, o dildeki edebiyat kanonunun bir parçası olmak demektir. Çevirmen tıpkı bir ressam gibi, bir heykeltıraş gibi, bir yazar gibi sürekli çeşitli sorunlarla boğuşur. Çevirdiği metne bağlı olarak yaratıcılığı ile bir sanat eseri oluşturur. Çevirdiğiniz yazarlar ile duygusal bir ilişkinizolur mu genelde? Elbette. Çevirdiğim yazara karşı asla kayıtsız kalamam. Çeviriyorsam ona karşı bir yakınlık duyduğum içindir. Ya duyarlılık anlamında ya da üslup olarak, bir şekilde onunla aynı frekansta olduğumuz içindir. Ben, benim yazmak istediğim şeyleri yazan ya da yazmak istediğim şekilde yazan yazarları çeviriyorum. Aramızda oluşan bağ öyle güçlüdür ki yazarların acılarını, sıkıntılarını hep paylaşırım. Çevireceğinizeserleri kim seçiyor; siz mi yoksa editörünüz mü? Çevirmek istediğim kitapları yayınevine ben öneririrm. Beni bir anda ele geçiren, çevirmezsem yaşamıma devam edemeyeceğimi hissettiren kitapları çevirmek isterim. Bu duyguyu ilk kez Marina Tsvietáieva’da yaşadım. Yolumu o çizdi; beni çevirmen yapan odur. Rilke ve Pasternak ile yazışmalarından oluşan “1926 Yazı Mektupları” adlı kitabı büyük bir heyecanla okudum ve bu harika yazışmaları çevirmekten kendimi alıkoyamadım. Bundan tam 35 yıl önceydi. O zamandan beri çeviri yapmayı neredeyse bir ihtiyaç olarakgörüyorum. Yaşamımı çeviriye adadım. Şiir çevirdiniz mi hiç? Evet, şiir de çevirdim. Şiir çevirilerinin çoğunu şair arkadaşım Francisco Segovia ile birlikte yaptık. Ölçülü, uyaklı şiirlerde ben birebir çeviri işini üstlendim, o şiirleştirdi. İspanyol şiirine uygun bir biçim verdik şiirlere. Serbest şiirlere gelince; Yunan şair Yannis Ritsos’un dramatik monologlarını tek başıma çevirmeyi göze aldım. Serbest şiirlerde kendimi daha rahat, daha iyi hissediyorum ve nasıl hareket edeceğimi biliyorum. Peki şiir çevirisi hakkında ne düşünüyorsunuz, şiir çevirmek diğer edebi türleri çevirmekten farklı mı? Her türün kendine özgü güçlükleri var. Tiyatro çevirisi örneğin, diğer edebi türlerin çevirisi ile kesinlikle aynı değildir.Şiir çevirisi de düzyazı çevirisiyle aynı değildir. Çevirmen her zaman çevirdiği türün özellikleri doğrultusunda hareket eder, ona göre çevirisini yönlendirir. Şiir müziktir; şiirde size müzik hükmeder. Bende yıllarca böyle oldu ve hâlâ da öyle... Şiir çevirmeni daha özgür mü sizce?
Tek şiir çevirmeni değil, genel olarak tüm çevirmenler yazar ile okuru arasında hassas bir denge oluştururlar. Anlam ile ses arasında. Metne sadakat ile sadakatsizlik arasında... Özgürlük şarttır. Yoksa, metne körü körüne bağlı kalırsanız onun gerisinde kalırsınız. Çevirinizin üzerine kanat gerip onu koruma altına almaya çalışmayın. Bir sanat eseri yaratmak için, edebiyat yapmak için, harfi harfine çeviriden kaçınmak için özgürlük şart. Ama bu özgürlük, yol aldığımız metin üzerinde yolumuzu kaybetmemize neden olmamalıdır. Tekrar dengeye dönecek olursak; çevirmen gergin bir ip üzerindeki akrobat gibidir. Yazara çok fazla yaslanırsa düşer, okura çok fazla yaslanırsa yine düşer. Her iki tarafa da ihanet etmemek için denge noktasını bulmalıdır. Çevirmek istediğinizama henüz çevirmediğiniz yazarlar ve eserler var mı? Başta da söylediğim gibi kendi yazarlarıma sadık kalmak isterim. Bazen edebi ufkumda bir şair ya da yazarın göründüğü olur. Ama genellikle kendi Rus ve Yunan yazarlarımn eserlerini çevirmek isterim. Bir yazarın derinliklerine inmek, labirentlerine girmek beni mutlu eder, daha rahat hareket etmemi sağlar. Bu da çevirilerimi daha iyi, daha değerli, daha akıcı kılar. Yazarla uzun bir birliktelik, çevirmeni sanatın diğer alanlarına da taşır. En azından benim için bu böyle. Marina Tsvietaieva’nın “Annem ve Müzik” adlı öyküsünü otuz yıl sonra ikinci kez çevirdiğimde, bu metni oyunlaştırıp tiyatroya taşımafikri geldi aklıma. Benzersiz, mükemmel bir deneyim oldu benim için. Metne çevirmenin gözünden değil de, sahneye uyarlayıp oyunlaştıracak kişinin gözünden bakarak okumamı sağladı. Büyük bir tiyatro yönetmeni olan BorísRotenstein’ınve bir piyanistin yardımıyla, Tsvietaieva’nın piyanist olan annesinin müzikleri üzerine uzun araştırmalar yaptım ve öyküyü sahneye koyduk.Oyunla ilgili aşağıdaki link’ten fikir edinebilirsiniz: https://www.youtube.com/watch?v=7z_gxgwqh-w Öte yandan, Seferis’le uzun bir birliktelikten sonra bir gün tesadüfen,onun Kıbrıs’a yaptığı bir gezide çektiği o harika fotoğrafları gördüm. Kafamda, şairin bu adada yazdığı herşeyi bir araya getirecek bir kitap oluşturma düşüncesi doğdu. Kıbrıs mektupları, günlüklerinden bölümler ve elbette Kıbrıs halkına ithaf ettiği şiirler. Seferis’in şiirlerini birlikte çevirdiğimiz Francisco Segovia ile aslında olmayan bir kitabı oluşturma işine giriştik. Sonuç olarak şiirlerinin fotokopileri ve şairin adada çektiği fotoğraflarla birlikte bir kitap yapıp yayımladık. Sadece İspanya’da olan çok özel bir Seferis kitabı var ettik ve ben bundan çok büyük bir heyecan duydum.
Fotoğraf sanatıyla da ilgileniyorsunuz, sizce çeviri ve fotoğraf arasında bir benzerlik var mı? Evet, fotoğraf benim yaşamımda hep oldu. Çeviri orijinal olanın yansıması, fotoğraf da gerçek hayatın yansıması olduğuna göre bu ikisi arasında bir benzerlik olsa gerek. Fotoğrafın bana verdiği haz öylesine büyük ki kitaplarımın çoğunun kapağına çektiğim fotoğrafları koymuşumdur. Şu sıralarda, Atina’daki Cervantes Kültür Merkezi’nde, adını Yorgo Seferis’in “Helena” şiirinden ilhamla “En las playas de Proteo” (Proteo sahillerinde) koyduğum bir sergim var. Son olarak, pek çok çeviri ödülünüz var. Edebiyat ve Çeviri alanındaki ödüller konusunda ne düşünüyorsunuz? Çevirmen de yaptığı işin hakkının verilmesini ve çevirilerinin tanınmasını ister. Çeviri ödüllerinin özendirici ve teşvik edici bir işlevi vardır. Yazar ile okuru arasında bağlantı kurar. Bir çevirmen için yaptığı işin ödüle değer bulunması son derece memnun edicidir. Sözlüklerin, ansiklopedilerin içinde kaybolan çevirmenin görünür olmasını sağlar.
*Tersine sözlük: Dil çalışmalarına, özellikle sesbilim ve biçimbilim çalışmalarına yardımcı olmak üzere sözcükleri, sonseslerine göre, abece dizisiyle veren sözlük türü. Örneğin -k sesiyle ya da –lık biçimbirimiyle biten öğelerin belli bir sözvarlığı içinde hangileri olduğu sorusuna böyle bir sözlük yanıt verebilir. (Doğan AKSAN, 1982, Her Yönüyle Dil, Ana Çizgileriyle Dilbilim, TDK Yay. C.3, s.85)
Antonio Machado Çevirirken Hayatı Antonio Machado, 1875 yılında Sevilla’da doğdu. Beş erkek kardeşten ikincisi. Aile 1883 yılında Madrit’e yerleşti. Machado, babasının bir arkadaşının kurmuş olduğu Institución Libre de Enseñanza’da eğitim gördü. Bu yıllarda öğretmenleri sayesinde edebiyat tutkusunu keşfetti. Ekonomik güçlükler nedeniyle oyunculuk dahil çeşitli işlerde çalışmak zorunda kaldı. 1899’da bir Fransız yayınevine çevirmen olarak çalışmak üzere Paris’e gitti. Paris’te geçen bu aylarda büyük Fransız sembolist şairleri Jean Moréas, Paul Fort ve Paul Verlaine ile temasa geçti.Rubén Darío ve Oscar Wilde’la da tanışması bu aylara rastlar. Machado’nun kendini şiire adamasına neden olan isimlerin başında gelir bu şairler. 1901’de ilk şiiri “Electra” adlı edebiyat dergisinde yayımlandı. İlk şiir kitabı 1903 yılında Soledades (Yalnızlıklar) adıyla basıldı. Bu şiirlere daha sonraki yıllarda yaptığı eklemeler ve çıkarmalarla 1907 yılında Soledades, Galerias, Otros Poemas (Yalnızlıklar, Geçitler ve Diğer Şiirler) yayımlandı. Aynı yıl, Soria’da bir okulda Fransızca öğretmenliği yaptı. Burada, kaldığı evin sahibinin kızı Leonor Izquierdo ile tanıştı ve 1909 yılında evlendiler. Machado 34 yaşında, Leonor ise 16 yaşındaydı. 1911 yılı başında genç çift Paris’e gitti. Machado burada Fransız edebiyatıyla yakından ilgilendi ve aynı zamanda felsefe eğitimi aldı. Yaz ayında Leonor ağır bir vereme yakalandı ve çift İspanya’ya geri döndü. 1912 yılında, şairin Campos de Castilla (Kastilya Kırları) adlı kitabı yayımlandıktan kısa süre sonra Leonor öldü. Machado Baeza’ya yerleşti ve 1919 yılına kadar burada yaşadı. Leonor’un ölümüyle ilgili bir
dizi şiir yazdı. Bu şiirler Kastilya Kırları’nın 1916 yılındaki yeni baskısına eklendi. Aynı yıl Nuevas Canciones (Yeni Şarkılar) yayımlandı. 1919 -1931 yılları arasında Machado, Madrit yakınlarındaki Segovia Enstitüsü’nde Fransızca öğretmeni olarak çalıştı. Antonio burada Pilar Valderrama adında, evli ve üç çocuklu bir kadınla yasak aşk yaşadı. 1936 yılında İspanya İç Savaşı patlak verdiğinde Machado Madrit’teydi. 1938 yılında yaşlı annesi ve amcasıyla birlikte Valencia’ya, oradan da Barselona’ya kaçtı. Franco birliklerinin oralara da ulaşmasıyla Fransız sınırını aşıp Collioure’e gittiler ve Machado 22 Şubat 1939 tarihinde burada, annesinin ölümünden üç gün önce öldü. Cebinde son şiiri bulundu: "Estosdíasazules y este sol de infancia" (Bu mavi günler ve çocukluğumun güneşi). Machado öldüğü yer olan Collioure’de gömüldü. Çalışmaları Antonio Machado’nun şairlik serüveni 1903 yılında Soledades (Yalnızlıklar) adlı kitabıyla başladı. Bu küçük kitap bize Machado’nun şiirini oluşturacak pek çok ipucunu sunmaktadır. 1907 yılında yayımlanan Soledades, Galerías. Otros Poemas, (Yalnızlıklar, Geçitler, Diğer Şiirler) kendine özgü bir ses yakaladı ve 20. Yüzyılın Octavio Paz, Derek Walcott, Giannina Braschi gibi şairlerini etkiledi. Düşler ve anılar aracılığıyla hüznü yansıtan bir sesti bu. 1912 yılında Kastilya Bölgesi’nin güzelliklerini öven Campos de Castilla (Kastilya Kırları) yayımlandı. Kastilya Kırları şairin daha süslü bir anlatımdan yalın bir anlatıma geçtiği kitaptır. 1917 yılında Poetas Completas (Tüm Şiirleri), 1924 yılında ise Nuevas Canciones (Yeni Şarkılar)adlı yapıtları basıldı. 1936 yılında Tüm Şiirlerin 4. baskısı yayımlandı. 1936 yılında denemelerinden oluşan Juan de Mairena basıldı. Toplum, kültür, sanat, edebiyat, politika, felsefe gibi çeşitli konular üzerinde Machado’nun görüş ve anılarını içeren bu kitap Machado’nun şairliğinin yanı sıra iyi de bir yazar olduğunun en somut kanıtıdır. Machado’nun yaşamında Ruben Dario ve Federico Garcia Lorca’nın önemli bir rolü oldu. 1937 yılında son çalışması La Guerra (Savaş) yayımlandı. Bu kitaptaki, Federico Garcia Lorca’nın ölümü üzerine yazdığı ağıt; El crimenfue en Granada (Cinayet Granada’da İşlendi) büyük bir okur kitlesinde etkili oldu. İlk çalışmalarında süslü dizelere yer veren Machado’nun şiiri zaman içinde, özellikle başyapıtı sayılabilecek Kastilya Kırları adlı kitabından sonra, sembolizmin hermetik-estetik ilkelerinden toplumcu gerçekçi şiirin ilkelerine doğru evrilmiş, daha yalın bir söyleyişe dönmüş, tıpkı diğer 1808 Kuşağı şairleri gibi yalnızlığından sıyrılarak gözlerini çalkantılı İspanya’nın toplumsal manzarasına çevirmiştir. Türkçede Antonio Machado
Antonio Machado’nun Türkçedeki ilk kitabı 1994 yılında Yön Yayınları’ndan çıkan “Seçme Şiirler”. Adnan Özer, Eray Canberk ve Vildan Başaran tarafından çevrilen şiirler şairin Soledades (Yalnızlıklar), Nuevas Canciones (Yeni Şarkılar), La Guerra (Savaş) ve Campos de Castilla (Kastilya Kırları) kitaplarından yapılmış bir seçki ve 47 şiir içeriyor. Kitabın başında yer alan Octavio Paz’ın “Antonio Machado: Zamanın Şairi” adlı denemesi şairle ilk tanışanlar için yol gösterici bir yazı: “Zamanın şairi Machado, yaşayan sözcükleri içinde olduğu zamansal bir dil yaratmaya çalışmaktadır. (…) O, zamana (Becquer ve Velazquez’in onu bir kuş misali kafese kapattıkları gibi) canlı olarak sahip olmak ister. Zamanın şairi kendisini bağlamsal ifadelerden alabildiğine uzaklaştırmış biri olur. Somut, akıcı ve herkesin anlayabileceği halkın dilini konuşur. Onun halk diline olan tutkusu geleneksel şiire olan tutkusuyla bütünleşir. Machado’nun gelenekselliği ‘geçmiş zaman kültü’ olarak adlandırılan şeyin tam tersidir. Bu geleneksellikte şimdiki zaman kültü ve şimdiki zaman olarak duran her şey söz konusudur. O, gelenekselci bir şairdir, çünkü halk, İspanya’nın yaşayan tek geleneğidir. Geriye kalan ne varsa (Kilise, Ordu, Aristokrasi) geçmiş zamandır, içi boş bir yapıdır, zamansızlığa erişmek isterken yaşanmakta olan şimdiki zaman, İspanya halkının gelenekselliğini baskı altına tutan ve sonunda onu bozan bir yapı.” (Almancadan çeviren: Rüstem Arslan). Türkçedeki diğer kitabı Kastilya Kırları. Machado’nun başyapıtı sayılan bu çalışmayı Ayşe Nihal Akbulut Türkçeye kazandırdı. Ayşe Nihal Akbulut çevirmenliğinin yanı sıra akademisyen olarak da bildiğimiz, çeviribilim alanında da önemli çalışmalara imza atmış bir isim. Kastilya’nın (Soria Topraklarının) güzelliklerini anlatan bu çalışma, şairin özyaşam öyküsünü özetleyen “Portre” şiiriyle açılıyor ve çevirmenin akıcı Türkçesi sayesinde bir solukta okunuyor. Kastilya Kırları, Machado’nun şiirinde önemli bir kırılma noktasıdır. Ayşe Nihal Akbulut’un da belirttiği gibi bu yıllar Machado’nun toplumsal benliğinin ayırtına vardığı yıllardır. “Gerçeklikle, tarihsellikle el ele veren ozan kabuğundan çıkar, toplumsallaşır ve bu toprakların insanlarıyla yüz yüze gelip, onlardan biri olarak aralarına katılır.” Bu iki kitabın dışında kuşkusuz çeşitli antolojilerde farklı Machado şiirleri de çevrildi. Şu sıralarda ben de yeni bir Machado seçkisi hazırlıyorum. Aşağıda Varlık okurlarıyla paylaşmak istediğim Machado şiirleri sanırım daha önce çevrilmedi. YUKARI DUERO ŞARKILARI Genç kızlara şarkı I Sevdiğim bir değirmenci, ırmağın kenarında değirmeni var yeşil çamlar altında. Şarkı söyleyin kızlar: “Dolaşmak istiyorum
Duero kıyılarında” II Soria topraklarında geziniyor çobanım. Bir meşe ağacı olsaydım dağın tepesinde Bir meşe ağacı olup uyurken ona gölge yapsaydım III Sevdiğim bir arıcı arı kovanlarında altın renkli arıcıklar koşturup duruyorlar. Ey sevgili arıcım bekçisi olaydım arı kovanlarının. IV Karlı ve gök mavisi dağlarında Soria’nın sevdiğim bir oduncu yeşil çamları keser. Bir kartal olsaydım izlerdim efendimi o dalları keserken V Sevdiğim bahçıvan Duero kıyılarında Soria topraklarında bir bostanı var. Ben bahçıvan karısı! Yeşil etek giyeceğim Mor rahibe elbisesi. VI Duero kıyılarındaki sevgili küçük kızlar dans edin, kırmızı gelincikler gibi Selam olsun sizlere! Dans edin kaval çalın dans edin def çalın. ŞAİR GUADALQUIVIR KÖPRÜSÜNDE BİR KADINI ANIMSAR Günbatımının parlak yıldızı üzerinde gümüş bir hançer gibi, ay pembe şafakta ışıyor karanlık suların derinlerinde. Taş köprünün altından akan ırmak alacakaranlıkta usul usul, senin adını fısıldıyor bana, ruhum
kıyılarındaki yeşil badem ağaçlarında ilkyazın canlandırdığı çiçeklenmiş en güzel dalı duru sularına fırlatıp atmak istiyor. Görmek istiyorum o dalın sulara düşüşünü, salınışını ve yitip gidişini sularda Gözlerim doluyor… Kalbim seninle halka halka büyüyen dalgalarında yüzecek Ah,bu nasıl bir akşamüstü böyle, Alacakaranlıkta usul usul akan bir ırmak Ve günbatımının parlak yıldızı üzerinde gümüş gibi ışıyan bir ay.
GEVŞEK ŞİİRLER Şair Juan Ramon Jimenez’in "Ninfeas” " adlı kitabına Aşklardan bir kitap hoş kokulu, güzel çiçeklerden yıldızlara şekil veren zambak öykülerinden erken açan güllerden bir kitap ve köpüklerinden üzgün bahçelerin büyülü göllerinin ve hasta yaseminlerden ve uzak sislerinden mavi dağların… Unutuşun kutsallığından bir kitap Uzakların açtığı yaraları sağaltan rayihayı, Ruhun rayihasını söyleyen. Ki o ruh bir çiçektir yol üstünde. Kıymetli taşlarla ve güllerle bezenmiş ilkyazın beyaz canavarını anlatan bir kitap uzak, sisli bir çayırda kayıp…
GECEDE GÖKKUŞAĞI D. Ramón Valle-Inclán’a
Gece vakti Guadarramas’dan Madrit’e doğru gidiyor tren Gökte, ayın etrafında su damlalarından bir gökkuşağı Ah, berrak Nisan Ay’ı ak bulutları sürükleyen Annenin kucağında uyuyan bir çocuk. Çocuk uyuyor ama görüyor önünde uzayıp giden yeşil çayırları ve ağaçlara vuran güneşi ve altın renkli kelebekleri.
Anne, kara kaşlarıyla bir dün ile bir bugün arasında, sönmekte olan ateşler görüyor ve bir ocak başı, örümcekli. Hüzünlü bir yolcu var tuhaf şeyler görmesi gereken, kendi kendine konuşuyor ve baktı mı yok ediyor bizi bakışıyla. Karla kaplı tarlaları düşünüyorum ve başka dağların çamlarını. Sen ey Tanrım, suretinde gördüğümüz, göründüğümüz söyle bize bir gün senin yüzünü de görecek miyiz?
FRANCISCO ROMERO’NUN DÜĞÜNÜ Çünkü okundu Paul’ün sözleri çünkü bu aydınlık günde çiçeklenmiş erik ağaçları ve pembe badem ağaçları ve kulelerin tepesinde leylekler var çünkü her kuş çırağıdır bülbülün çünkü Francisco Romeo’nun düğünüdür öyleyse şarkı söyleyelim: Gaudeamus!*
Bekarlıktan kalan çatık kaşlar olmayacak artık o iki alında, fortunati ambo!* Bundan böyle siz ey genç çift, daha iyi göreceksiniz masum bir sürahi ne çok susuzluk giderir ve keten kumaş ne çok yakışır bir sandığa göreceksiniz huzur dolu kaç dakika var, zaman saçtığında o sonsuz anlarını kısa kısa Aşkınızın temeli sevgidir -zalimin zulmünü unutmayın aslave her gün bir dünya, siyah ekmek beyaz masa örtüleri üzerinde Bundan böyle çiçekli kırlara dönsün ayağınızın değdiği her toprak *Mutlu Çift (Virgilius’un Eneidos adlı eserinden). * XIII. yüzyıldan kalma bir elyazmasında bulunmuş öğrenci şarkısı. Sözleri şöyle başlar: Gaudeamus igitur, juvenes dum sumus, (Gülelim eğlenelim, madem ki genciz)
İspanyolca’dan Çeviren: Tozan Alkan
ATTİLÂ İLHAN’IN DİLE, EDEBİYATA VE ÇEVİRİYE YAKLAŞIMI Attila İlhan, bildiğimiz Batılı aydın tipinden oldukça farklı, sıra dışı bir aydındı. Batı’yı ve Batılı aydın tipini çok eleştirdi, hatta kimi zaman yerden yere vurdu. Dil, edebiyat ve çeviri de elbette payını aldı bu eleştiri ve yergilerden. Ünlü Hangi Batı adlı kitabında Türkiye’nin sorununun batılılaşmak sorunu olmadığını, modernleşme ve kişiliğini bulma sorunu olduğunu tekrar tekrar vurguladı. Sanayileşme, şehirleşme kavramları üstünde durdu. Batılılaşma yabancı egemenlikler altına girmek, yabancı etkiler altında kalmak demek değildi. Batılılaşmak, bağımsızlığımızı yitirmemiz, yabancı devletlerin zorla kabul ettirdikleri bir çerçeve içerisine girmemiz demek değildi. Batılı olmak, Batılı bir devlete benzemek değildi. Batılı ülkeler, Latin kültüründen gelen ülkeleri, ulus olarak kendi köklerinden gelen ilkelerle yoğurmuş, her birisi ulusça uygar ve Batılı bir bileşime ulaşmıştılar. Biz de böyle yapacaktık? Nasıl yapacaktık peki bunu? Derebeyliği tasfiye ederek, toprak reformu yaparak, sanayi devrimini başararak… Bunlar ortaya yeni bir tip insan çıkaracaktı. İşte Batılı olmak, aydın olmak böyle bir şeydi Attila İlhan için. Oysa Cumhuriyetle girişilen “devrim” hareketleri, asıl ve ciddi anlamıyla bir Batılılaşma hareketinin kanıtları olmaktan çok, Batılı olma özentisinin belirtileriydi ona göre. Fes yerine şapka giymekle, eski harfler yerine Latin harflerini benimsemekle, saati ve takvimi değiştirmekle, kısacası biçimle ilgili bir takım değişiklikler yapmakla Batılı olunmuyordu. Aşağıdan yukarıya, tarihsel ve toplumsal anlamı içinde düşünemediğimiz, köklü toplumsal değişimlere girişemediğimiz için; böyle “çoğunluğu Osmanlı, azınlığı Frenk kırması”, iki tür vatandaştan meydana gelmiş bir toplum olmuştuk. Edebiyatta Batılılaşma Hal böyle olunca, edebiyat alanında da gerçek bir Batılılaşma yaşanamadı, Önceleri Batılı olmaktan çok ulusal –yetersiz ölçüde ulusal- bir edebiyat akımı ortalığı kapladı. Bu durum,1940’lı yıllara, ‘bobstil şairler’ döneminin başlamasına kadar sürdü. Bu yeni şairler, ‘bobstiller’ diye alaya alınan sanatçılar, Batılı tutumlarla ortaya çıkan Batılı olmak isteyen kimselerdi. Çoğu, biçimsel Batılılık devrimlerini, öykünmek diye anladı; giderek, Batılı sanatçıların etkisine girdi. Şöyle diyor İlhan: “Aralarında aktif gerçekçiler, gerçeküstücüler (surrealiste), ne oldukları belli olmayanlar, biçimci olup da kendilerini özcü zannedenler vardır. Ayaklandılar. Eskileri süpürdüler. Diktatörlüğün, biçimsel Batılı karakterine uymayan ‘eski’lerin, önemini yitirmesi normal bir şeydi. Birkaç yıl içinde, ‘yeni’lerin’himayeye mazhar oldukları’ görüldü. İşin aslını arasanız, yeni sanat hareketi de, diktatörlüğün Batılılaşma hareketi gibi, yukardan aşağıya düşünülmüş; biçimsel, öyküntü, özenti bir hareketti.” Tüm bunların sonucunda biçimsel de olsa bir Batılılaşma, bir yenilenme başladı edebiyatta Attila İlhan’a göre.Ama bu bir yöntem, bir dünya görüşü yenileşmesi değildi. Yeniler ulusal koşullarlımızın farkında değillerdi. Tam bir öykünme dönemi başlamıştı. Batıda, özellikle Fransa’da; uzun, tarihsel, toplumsal ve estetik gelişmelerden sonra ortaya çıkmış sanat akımlarını öykünüyorlardı. İşte bizde şiirde Garip akımı, İkinci Yeni gibi akımlar hep bu etkinin sonuçlarıydı. Garip, İkinci Yeni ve Toplumcu Gerçekçilik
Attila İlhan’a göre Birinci Yeni (Garip) şiiri İnönü Diktası’nın şiiriydi, İkinci Yeni ise Menderes Diktası’nın. Ayrıca Garip akımı gerçeküstücülükle dada’cılığın, ikinci yeni varoluşçulukla lettrisme’in, toplumcu gerçekçilik ise sosyalist gerçekçiliğin taklitleriydi. Garip, yüzılın başında Avrupa’da, özellikle Fransa’da kendini gösteren Gerçeküstücülük (Surrealisme) hareketinden esinlenmişti ve şiirlerin çoğu, gerçeküstücü şiirlerin benzeri, taklidi, bazıları düpedüz kopyasıydı! İkinci yeni ise bir skandaldı şiirde. İki bakımdan skandaldı. Biçimciliğin en aşırı uçlara götürülüşlü ile (“Şiir geldi kelimeye dayandı –Cemal Süreya”, “Şiirin amacı hiçbir zaman belirli bir şey anlatmak değildir-İlhan Berk”, Şiir hiçbir şey anlatmaz, güzellik hçbir şey anlatmaz çünkü-Oktay Rifat.”) ve aşırı biçimci şiirin toplumcu geçinen bazılarınca (Memet Fuat, Fethi Naci, Rauf Mutluay vs.) toplumcu bir şiirmiş gibi inatla okurun önüne sürülmesi ile. Bunun doğal sonucu da şiirin okurdan kopmasıydı. Türk şiiri, bu akımlar yüzünden geleneksel sesini ‘kaybetmiş’; handiyse ‘çeviri şiir’ kılığına girmişti” Toplumcu gerçekçi Attila İlhan, toplumcu gerçek şiire de “giydirmeden” rahat edemezdi. Toplumcu gerçekçilik aşırı bir gazete gerçekçiliğine dönmüştü. Oysa toplumcu gerçekçilik bir yöntemdi, bir reçete değil. Bu bakımdan schematique köy gerçekçileri, esthetique ağırlığı olmayan romanlar yazmaktaydılar. Üstelik toplumculuğu, köycülük, köylücülük gibi anlama ve değerlendirme yanlışına düşmekteydiler. Bir Nazım’a toz kondurmadı Attila İlhan. Serbest vezinle yazmayı, serbest vezni geçerli hale getirmeyi, tek başına Nazım Hikmet başarmıştı Türk şiirinde. Nazım Hikmet’in şiirde kullandığı ritm ve ses motifleri, bizim gerek halk gerekse divan şiirimizde kullandığımız ses ve ritmden farklı, onlara aykırı değildi. Oysa Garip hareketi, ilk amaç olarak, bu ritmi ve ses motiflerini terk etmiş, Türk şiirinde halkın asla benimsemediği o çeviri şiir edası ve sesini sokmuştu. Fransız Edebiyatı ve Attila İlhan Attila İlhan ilk Paris yolculuğunu 1949 yılında Hukuk Fakültesinde ikinci sınıf öğrencisiyken yaptı. Bu seyahatin amacı, tutuklu bulunan Nazım Hikmet’in serbest bırakılması için yürütülen kampanyaya katılmaktı. Fransız toplumuna ve Paris’e dahil olduğu çevreye ilişkin gözlemleri ve alımladıkları hem şiir poetikasını biçimlendirmiş, hem de birçok şiirinin ham maddesini oluşturmuştur. İlhan, Sisler Bulvarı adlı şiir kitabının meraklısına notlar bölümünde bunu şu sözlerle dile getirir: “… Paris’te Plekhanov’u okumak, Fransız sosyalist ozanlarının farklı tutumunu görmek, önüme yeni ufuklar açıyor. Eski ‘inek toplumculuğumu’ sanatım için bir çocuk hastalığı sayıyorum. Doğasal ve toplumsal diyalektiği, bütün düzeylerde içi içe ele aldığım gibi, o zamana kadar zararlı diye elimi sürmediğim ozan ve akımlardan gelen esintileri de kişiliğimin özgün bileşimine yediriyorum. Kimler mi? Baudelaire’den Rimbaud’ya, Apollinaire’den Mallarme’ye bir sürü ozan! Varoluşçuluktan, gerçeküstücülükten, lettrisme’e kadar bir sürü akım! 40 yıllarında, İstanbul’da toplumcu ozan ağabeylerimiz, bu burjuva ozanlarını bize yasaklardı, oysa Paris’te Çağdaş Fransız Şiirinin Baudelaire’le başladığını, Aragon’un ağzundan işitmiştim. Zaten o da, Eluard da, Tristan Tzara da –ki partili ozanlardı- dadaisme’den, gerçeküstücülükten geliyorlardı.” Yağmur Kaçağı’nda ise şöyle der: “Paris’e ilk gelişimde, yarı yarıya politik hayatımda daha ağır bastığından, yarıdan fazla da franszıcamın yetersizliğinden, şiir konularına pek el sürememiş, Jdanov’dan kapma ‘inek toplumculuğumu’ sürdürmüştüm. Ama bu sefer? Daha Plekhanov’u sökmeye başlar başlamaz, toplumcu bir sanatın, hiç de bize öğretildiği gibi olmaması gerektiğini sezmiştim ama, Marc aracılığıyla troçkistlerden, Magda aracılığıyla anarşistlerden, bir de tabii kendi başıma okuduklarımdan gerçek toplumsal şiir bileşimine, doğu ve batı klasiklerine olduğuı kadar çağdaşlarına da uzanan köklü bir kültür özümlemesinden sonra ancak ulaşılabileceğini, büsbütün bulmuş çıkarmıştım. Kitaplığımda hala sakladığım Racine, Cormeille v.s.’de, Baudelaire, Verlaine, Rimbaud, Apollinaire, Sendrars vb. de hep o tarihleri taşırlar. İşte biri. Seine kitapçılarından almışım: François Villon ve Charles d’Orleans’ın şiirleri 6 Ocak 1952, Paris.”
Sevdiği-Etkilendiği Şairler Duvar kitabı yayımlandığında Ataç, kitaptaki aşk şiirlerini Geraldy’nin şiirlerine benzetir. Oysa Attila İlhan henüz Geraldy kim bilmez bile. Herhalde iyi bir ozan değil, yoksa Ataç niye dudak bükerek söz etsin diye düşünür. Bu arada şiirleri yazdığı üniversiteli kız Hachette’ten geraldy’nin Toi et moi (sen ve Ben) adlı kitabını bulup armağan eder Attila İlhan’a. Ne kız Fransızca bilmektedir ne de Attila İlhan. Bu davranışı, o kuşağı saran dangalakça batılılık hevesinin bir belirtisi sayar Attila İlhan. Hoş sonraları benim şiirlerle geraldy arasında hiçbir benzerlik ya da ilişki olmadığını anladım ama o günler o kitabı şöyle bir fiyakayla bir süre yanımda dolaştırdığımı hatırladıkça utanırım” der. Devamında söyledikleri ise daha da manidardır: “Fahri Onger’in Marianne’daki ballad biçimiyle yazılmış parçaları büyük bir yenilikmiş diye benimsemesine büsbütün şaştım, zira bunlar villon’dan galiba eyuboğlu’nun yaptığı bazı çevirilerin basit hilesine dayanıyordu: balladları bizim halk şiiri ağzıyla vermek! Fahri onger’in bu hileyi sezememesi, onun eleştirmenlik gücüne inancımı daha başından sarsmıştır.” Duvar’dan sonraki kitaplarda zaman zaman etkilendiği, beğendiği şairlerin adlarına ve dizelerine rastlarız Attila İlhan şiirlerinde: “Bir hafta her gece villon’dan bir şeyler okudum” Sisler Bulvarı-Kaptan Şiiri. Işıltılı bir sakal gibi çenemden sarkıyor Blaise cendrars’ın kıvırcık şiirleri.” Ben Sana Mecburum – Yirmi beşinci saat şiiri. Zaman zaman da alıntılara rastlarız: Quand je parle d’amour Mon amour vous irrite (Ben Sana Mecburum’da imkansız aşk şiirinin başındaki alıntı) Il reste ce je ne sais quoi de beau qui nous devore L’oubli de la douleur de la vie et la mort (Ben Sana Mecburum’da Cehennem Dairesi şiirinin başındaki alıntı) Türkçe ve Osmanlıca Geçtiğimiz günlerde “ecdadın mezar taşlarını” okuyamadığımız için zorunlu ders olarak okutulması gündeme gelmişti Osmanlıca’nın. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, "Eğer sen, yüzlerce yıllık hafızanı, birikimini, medeniyetini siler atarsan, işte sadece bazılarının uzaya gidişini seyredersin." diye özetleyivermişti meseleyi. Attila İlhan da Osmanlıca derslerinin müfredata eklenmesi gerektiğini savunur. Osmanlıca, Türklerin yüzyıllar boyunca geliştirdikleri özgün bir dildi. Arapçadan da Farsçadan da yararlanmış, ama ikisi de olmamıştı. Yeni Türk kuşakları Osmanlıcayı anlayabilmelidir ki, gelecekle geçmiş arasındaki köprüyü sağlam kurabilsindiler! Attila İlhan dille ve sadeleşmeyle ilgili görüşlerini özellikle Düzeltilecek ilk yanlış (1 Şubat 1982), Dilin Demokratikleşmesine evet, yozlaştırılmasına hayır (1 Mart 1982), Dilin Kemiği var (1 Temmuz 1982) ve İtiraz Neye (2 Ağustos 1983) başlık ve tarihli makalelerinde belirtmiştir. Dilde sadeleşmeye, yabancı sözcüklerden dilimizi arındırmaya çalışmaya karşıydı Attila İlhan. Arapça ve Farsçanın Türkçeyi zaptettiğini sanmak yanlıştı. Nasıl Batı dilleri, Latince ve Yunancadan dillerine yerleşmiş, onların olmuş kelimeleri, ana dilimizin kökeninden değildir gerekçesiyle tasfiyeye kalkışmıyorsa, biz de Arapça ve Farsça’nın dilimize kazandırdığı kelimeleri reddetmemeliydik. Dil Kurumu’nun hareket noktası haklı bir noktaydı aslında: Ulusal burjuvazinin, ulusal topraklar üzerinde, ulusal ve demokratik dili edinmesi, yani yönetenle yönetilenin, kırsalla
kentselin, aydınla halkın, en önemlisi alıcıyla satıcının birbirini anlayabilmesidir. Oysa işleyişte tam tersi olmuş, seçkinci bir dil yaratılmıştı. Şairler, yazarlar, bilim adamları, aralarında adeta ‘şifreyle’ konuşup yazmaya başlamışlar, halk da bundan bir şey anlamaz olmuştu. Attila İlhan burada Mustafa Kemal döneminin dildeki ulusallaşma hareketini değil, İnönü döneminde TDK tarafından benimsenip resmileştirilmiş olan Ataç uydurmacılığını kastetmekteydi. Çeviriye ve Tercüme Bürosu’na Bakışı Dönem, bir yandan dilde yoğun bir sadeleşmeye gidilen, diğer yandan da Attila İlhan’ın deyişiyle “Cumhurbaşkanlığı sanat danışmanı Nurullah Bey 'in (Ataç) 'alenen ve resmen' 'Yunanca ve Latinceye geçmeliyiz, onlar gibi olmalıyız, onlara benzemeliyiz!”' dediği dönemdi. Rönesans’ta olduğu gibi büyük bir çeviri faaliyetine başlanmış; Yunan/Latin klaikleri Türkçeye mal edilmiş; o kadarla yetinilmemiş, liselerde okutulmuş, köy enstitüleri ve halkevleri aracılığıyla, halka ulaştırılmak istenmiştir. Hasan Ali Yücel öncülüğünde başlayıp 1940’lı yıllar boyunca süren çeviri seferberliğine itirazını Attila İlhan şu cümlelerle belirtiyordu: “Çeviriler yapılmamalı mıydı? Öyle bir halt söylemedim. Öteki edebiyatlarla irtibat, elbet çeviriler yoluyla sağlanacaktır. Önemli olani çeviri olayına nasıl yaklaştığımızdır. O sıralar, ‘klasikler’ çevrilecek deniyor, fakat ağırlık yunan/Latin klasiklerine, Fransız, Alman, İngiliz klasiklerine veriliyor; göstermelik olsun diye, bir iki Mevlana, Şeyh Sadi vs yayınlandı galiba, yayınlandı ama, esamisi okunmuyor ki! Liselere Sophokles’i sokuyor, Mevlana’yı kapının dışında bırakıyorlar. Ne demek bu, sömürgelerde olduğu gibi batılı ‘metropol’ kültürüne başatlık tanımak, ana kültüre evlat muamelesi yapmak değil mi? Fikrimce, doğunun da, batının da bütün büyük eserleri dilimize çevrilecektir; bir zorunluluktur bu, ama yetişen nesillere bunlardan yararlanmak öğretilecektir, onları taklit etmek değil. İki yüz yıldır, Türk edebiyatı, taklit bir edebiyat olarak gelişiyorsa, bunda tek yönlü bir çeviri çabasına aşırı önem vermenin elbette etkisi vardır.” Attila İlhan’a göre, Ehrenburg’un Paris Düşerken – La Chute de Paris- ‘i gibi bazı kitapların Türkçeye çevrilmesi çok geciktiği gibi Türk okurunun adlarını işittiği, yapıtları bir tamam çevrilinceye kadar hiç olmazsa tanıtılmasını beklediği pek çok romancı bulunmaktaydı. İlk aklına gelenler şunlardı: Conrad, Rolland, Proust, Mann, Aragon, Malraux, Dos Passos, Musil, Fast ve Durrel. Kafka’ya sardıran birisinin Musil’i de okuması gerekmekteydi. Sartre’ın yalnız “Hürriyet Yolları”nın dört aynı çevirisi kitapçılarda tozlanırken, absurde düşüncesine ondan önce kitaplarında yer vermiş Malraux unutulmuştu. Gombrowicz’inse varlığından bile haberimiz yoktu. Dış siyasal denge karşısında Türkiye’nin dış politikası nasıl “şavullama” gidiyorsa, Türk eleştirmeciliğinin de uluslar arası yazar ve akımlar karşısında “şavullama” iş görmesine benzemekteydi bu durum. Bilgi yayınevi’nde yöneticilik de yapan Attila İlhan, yayınevlerinin çeviri açısından karşılaştıkları en büyük güçlüğün, yazarın kan grubundan çevirmen bulmak olduğuna dikkat çekiyordu. Çevirmenlerin bir kısmı, yabancı dili iyi bilmekte, Türkçeyi bilmemekte, bir kısmı da Türkçeyi iyi bilmekte ama yabancı dili bilmemekteydi. Her ikisini birden iyi bilenler ise hangi yazarın kan grubundan olduğunu kestiremiyordu. Türk Edebiyatının Dışa Açılması Türk şairlerini Türklerin çevirmesine karşıdır Attila İlhan. Böyle bir davranış daha başlangıçta şu kötü önyargıyı kagbul etmekti ona göre: Onları yeri öylesine yüksek, öylesine önemlidir ki, böyle bir şeye ‘tenezzül’ etmezler; biz, geri ve cılız bir sanat yapıyoruz, ama yavaş yavaş aonalrınkine benzetmeye başladık, çabalayıp dikkatlerini çekersek belki de ‘lütfen’ ilgilenirler, eh bu sayede de azbuçuk Türkün adı anılır.” Ayrıca Batı’da Türk edebiyatına ilgi olduğuna da inanmazdı. İstediği kadar Orhan Kemal Kazancakis’ten iyi
romancı, Dağlarca Seferis’ten iyi şair olsun, Fransa biz tanımaz, tanımaya da heves etmezdi. Onlar Doğu Akdeniz denince Yunanistan ve İsrail’i anımsardı hemen. Paris kitapçılarında “fellek fellek” romancılarımızdan yapılmış Fransızca çevirileri aramış, Yaşar Kemal’in o ‘dünyaca tanınmış’ İnce Memed’ini , Kemal Tahir’in Köyün Kamburu’nu bir solukta ele geçirebileceğini sanmıştı. Ne yazık ki Nazım çevirilerinden başka bir şey bulamamıştı. Ayrıca Yakup Kadri, Hüseyin Rahmi, Halit Ziya, Reşat Nuri, Halide Edip gibi “yerleşmişler” duruken; çevirmek için akla hemencecik Suat Derviş’in, Kemal Tahir’in, Yaşar Kemal’in vs. gelmesi de tuhaftı Attila İlhan için. Yazko Çeviri Dergisi için (sayı 10) Selim İleri’ye verdiği söyleşide de bu duruma vurgu yaptı: “Batılının edebiyatımızı da, bizi de, ciddiye aldığına hiç inanmadım. Edebiyatın içyüzünü biraz bilenlerin, yabancı dillere ‘çevrilme’ olayının hangi kapılardan geçtiğini saptamış olduklarını sanırım. Belirli devreler var, şu ya da bu kanaldan o devrelerden birisine kapağı attınız mı, kitabınız bilmem kaç dünya diline çevrilebilir. Ama bu, o ülkelerin insanlarının, size ve edebiyatınıza önem verdikjlerinin işaret midir? Ayrı soru. Hele Türk yazarının eserini yabancı dile çevirip batıda kapı aranmasını asla hazmedemiyorum. Hangi Fransız ya da İtalyan romanını Türkçeye çevirip ülkemizde yayıncı arıyor? Bu tür girişimlerin edebiyatımızı tanıtma bahsinde yararı olduğuna inanmıyorum. Bana sorarsanız, batıda kitap yayınlamış olmanın da yazarına yararı, daha çok Türkiye’de dokunuyor. Nefes darlığına uğramış bazı yazarlarımız,snob okurdaki batı hayranlığından yararlanıp satış pompalıyorlar.” Malraux ve Aragon çevirmeni Attila İlhan Attila İlhan Andre Malraux ve Louis Aragon’dan çeviriler yapmıştı. (Kanton'da İsyan,André Malraux, Umut, André Malraux ve Basel'in Çanları,Louis Aragon) Niye Malraux, niye Aragon? İşte nedeni: “Başka başka dillerde yazsalar da, bazı yazarların kan grupları aynıdır. Her yazar, biraz kurcalasa, yabancı dillerde yazan, kendi ‘kan grubundan’ bir ya da birkaç yazar bulabilir, Attila İlhan’a göre. Bunda, vaktiyle o yazarlara çıraklık etmiş olmak rol oynayacağı gibi; onu hiç okumadan, dünyayı ve insanları aynı biçimde algılamak da etkili olabilir. Bu nedenle de edebi bir eserin çevirisinde, sorumluluğu mutlaka ‘kan grupları’ aynı – hiç değilse benzer- yazarlar üstlenmelidir. Peki hangi yazarlarla aynı kan grubundandı İlhan? Malraux en önde geliyordu kuşkusuz. İlhan’a göre Malraux 21. Yüzyılın bilinciydi. Yüzyılın sonradan inanılmaz boyutlara erişilecek olan bütün sorunlarını ilk ortaya o koymuştu. Bütün Avrupa aydınını ilgilendiren “devrim” sorununu neredeyse tüm kitaplarında irdelemiş, Emperyalizmin yeryüzüne bir “Üçüncü Dünya” olgusunu getireceğini ilk görenlerden birisi olmuştu. Bu nedenle Malraux’yu su içer gibi çevirmişti Attila İlhan. Diğerlerini ise şöyle sıralıyordu: Aragon, Ehrenburg, Koestler ve Remarque. Ne var ki İlhan’ı çeviri yapmaya iten neden edebi bir sevgiden ziyade paraya olan ihtiyacıydı. O tarihte çalıştığı gazetede iki yıla yaklaşan bir grev başlamıştır ve çalışanlar doğru dürüst para alamıyorlardı. İşte Attila İlhan’dan bize armağan kalan üç çeviri romanın nedeni buydu. Kaynaklar: Attila İlhan, Hangi Batı, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları Nazım Hikmet ve Attila İlhan Şiirinde Paris İmgesi, Pelin Ekşi, Yeditepe Üniversitesi Yayınları Attila İlhan, Gerçekçili,k Savaşı, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları Attila İlhan, İkinci Yeni Savaşı, Bilgi Yayınları Attila İlhan, Batı’nın Deli Gömleği
Attila İlhan, Ulusal Kültür Savaşı, Bilgi Yayınevi Attila İlhan’da Kültür Sorunsalı, Gönülden Esemenli Söker, Bilgi Yayınevi Attila İlhan’la Hayatın İçinden, Tarihçi Kitabevi, Erol Manisalı Yazko Çeviri, sayı 10, Attila İlhan’la Çeviri Üzerine, Selim İleri