Balkanizasyon sürecinde devletleşme

Page 1

ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ KAMU HUKUKU ANABİLİM DALI GENEL KAMU HUKUKU BİLİM DALI

BALKANİZASYON SÜRECİNDE DEVLETLEŞME

YÜKSEK LİSANS TEZİ

Erdem EREN

Ankara Kasım, 2012

1


ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ KAMU HUKUKU ANABİLİM DALI GENEL KAMU HUKUKU BİLİM DALI

BALKANİZASYON SÜRECİNDE DEVLETLEŞME

YÜKSEK LİSANS TEZİ

Erdem EREN

Danışman: Prof.Dr. ANIL ÇEÇEN

Ankara KASIM, 2012


İÇİNDEKİLER:

GİRİŞ-------------------------------------------------------------------------------------- 1

1. BÖLÜM BALKANİZASYON (BALKANLAŞMA) VE BALKANİZASYONUN TARİHİ SÜRECİ A- Balkanizasyon Kavramı Üzerine------------------------------------------------------ 10 B- Birinci Kuşak Balkanizasyon (Osmanlı Barışından Hasta Adama) 1234-

Balkanların Osmanlılaşması---------------------------------------------------------- 16 Milliyetçi Akımların Osmanlı’ya etkileri ve Osmanlının Balkanlaşması------- 20 Avrupa Devletler Konseyi ve Osmanlı---------------------------------------------- 26 Osmanlının Paylaşılması-------------------------------------------------------------- 30

C- İkinci Kuşak Balkanizasyon 1- Son Tango------------------------------------------------------------------------------- 36 2- Tito Dönemi----------------------------------------------------------------------------- 37 3- Yugoslav Barışından Etnik Bunalıma----------------------------------------------- 41 (Yugoslavya’nın Çıkmazı ve Etnik Parçalanma)

D- Üçüncü Kuşak Balkanizasyon 1- Yugoslavya Sonrası Genel Durum---------------------------------------------------- 51 2- Üçüncü Kuşak Balkanizasyon Devrede---------------------------------------------- 54 (Avrupa’nın Ortasında Yeni Bir Yahudi Devleti mi Doğuyor?)

2. BÖLÜM BALKANİZASYONLA OLUŞAN DEVLET YAPISI A- Tek Vatandan Dayton Barış Antlaşmasına Bosna------------------------------------ 58 B- İstikrarsızlık ve Uluslararası Toplum--------------------------------------------------- 65 C- Devlet İçinde Devletler ( Matruşka Devlet Modeli)---------------------------------- 70 D- Bosna-Hersek, Hersek-Bosna’ya Karşı------------------------------------------------- 74


E- Domino Taşları---------------------------------------------------------------------------- 79 F- Vardar Nehri’nin Ayırdığı Ülke--------------------------------------------------------- 86 3. BÖLÜM TARTIŞILAN DEVLET KAVRAMI VE YAPISI A- Etnisite Yaklaşımlarına Göre Devlet Modelleri------------------------------------- 93 B- Ulus Devlet ve Yeniden Yapılanması------------------------------------------------ 99 C- Geleceğin Devlet Yapısı ve Küresel Balkanizasyon 1- Küresel Balkanizasyona Doğru------------------------------------------------------110 2- Küreselleşirken Yerelleşmek-------------------------------------------------------- 118 3- MayFlower (Mayıs Çiçeği) Demokrasisi------------------------------------------ 122

SONUÇ--------------------------------------- 125 KAYNAKÇA------------------------------------------------------------------------------------ 132


TÜRKÇE-İNGİLİZCE TEZ ÖZETİ Eren, Erdem, Balkanizasyon Sürecinde Devletleşme, Yüksek Lisans Tezi, Danışman: Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN, 135 s. Küreselleşen dünyada devlet kavramının gitgide önemini yitirdiği düşünülse de, günümüzde dünya politikalarının ve insanoğlunun kaderinin ana belirleyicisi yine devletlerdir. Devletlerin etnik ve mezhepsel sebepler ile ayrışıp birer devletçiğe dönüşmesine siyaset biliminde Balkanizasyon denmektedir. Bu bakımdan çalışmamızın ana tartışmasını Balkanizasyon ve Ulus devlet ikilemi olarak nitelendirebiliriz. Balkanizasyon sürecinin günümüzdeki yansımasını daha iyi kavrayabilmemiz için tarihsel sürecini iyi bilmemiz gerekmektedir. Genel olarak değerlendirdiğimizde Balkanizasyonu dört ayrı döneme ayırabiliriz. Birinci kuşak Balkanizasyon süreci, Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanması olarak tarih sahnesinde boy göstermiştir. Birinci kuşak Balkanizasyon ile imparatorluklar çok milletli imparatorluklar çağı kapanmış; ulus devletler süreci başlamıştır. İkinci kuşak Balkanizasyon süreci ise doksanlı yıllarda tüm dünya kamuoyunun gözü önünde yaşanan ve Tito Yugoslavyasının parçalanmasına neden olan kanlı yılların adı olarak siyaset tarihinde yerini almıştır. Üçüncü Balkanizasyon süreci ise Doğu Avrupa’da doksanlı yıllarda yaşanan savaşın ardından imzalanan barış antlaşmalarının kalıcı çözümü yaratamamasından ve bölgede oluşan otorite boşluğundan meydana gelmiştir ve halen de siyasi çözümsüzlükler, aşırı milliyetçi duyguları besleyerek yeni etnik parçalanmalara uygun ortam sağlamaktadır. 21. yüzyılda ise Balkanizasyon kavramı bölgesel bir kavram olmaktan çıkmış ve dünya genelinde yaşanan etnik ve mezhepsel çatışmaların ana kaynağı olarak görülmektedir. Bu bakımdan Balkanizasyon dördüncü evresinde karşımıza küresel Balkanizasyon olarak çıkmaktadır. Balkanizasyonun küresel boyut kazanması, yeni dünya düzeninde devlet tiplerini, anayasal süreçleri ve sosyal-ekonomik yapıları derinden etkilemektedir. Eren, Erdem, Nationalization Process Balkanization, Master’s Thesis, Advisor: Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN, 135 p. Even though the world is leading towards globalization, world’s politics and mankind’s destiny is stil predicted by states. When states are divided into small entities, this process becomes Balkanization. In this regard, our main disgussion focuses on the dilemma of the Balkanization and nation state. In order to understand the reflection of the Balkanization process we have to be aware of the historical background. In general, Balkanization can be divided into 4 stages. The first stage is represented by disintegration of the Otoman Empire. Together with the first stage of Balkanization multi-nation empires transform into small individiual national states. The second stage of Balkanization took place in the 90’s in front of the world’s view. The disintegration of the Tito’s Yugoslavia has taken place through bloody political maneuvers. The third stage of Balkanization occured due to the peace treaties signed after the war which didn’t bring a permanent solution. Never the less, the lack of regional authority and unresolved political issues led towards extreme nationalistic feelings. All these reasons create new ethnical divisions. In the 21.st century in the Balkanization process becomes global rather than regional. In conclusion, Balkanization takes a global dimenssion cretaes a new world order, constitutional process and social-economical structures are deeply affected.


BALKANİZASYON SÜRECİNDE DEVLETLEŞME

GİRİŞ

“ Bir yere vatanım diyebilmek için orada doğup büyümenin yetmediğini pahalı öğrenmiş bir kuşağın çocuklarıydık biz. Balkan

Savaşı

çıktığı

yıl on

dokuzundaydım. Üstünde doğduğumuz, çocukluğumuzun geçtiği, vatan bildiğimiz topraklar el değiştirmişti. Bizleri de kendiliğinden uyruk değiştirmiş sayıyorlardı. Gerçekte saçma bir durumdu bu. Uyduruk, temelsiz bir işti. Biz yine bizdik. Kaşımız gözümüz, boyumuz posumuz, dinimiz dilimizle eskiden neysek yine oyduk. Ama üstünde

yaşadığımız topraklar

alınıp

veriliyor,

ev

sahibi

iken

yabancı

tutuluyorduk.”1

Yukarıdaki cümleler, edebi bir özellik içermek ile beraber, Balkan coğrafyasının tarihini yansıtan siyasi bir gerçeklik de barındırıyor. Bu gerçeklik, Osmanlı İmparatorluğu’nun son yüzyılından, bugüne kadar devam etmektedir. Oyun hep aynı: Ekonomik temelli etnik ve mezhepsel çatışmalar, iç savaşlar, uluslar arası müdahalenin kaçınılmazlığı, büyük devletlerin çizdiği sınırlar, yapboza dönüştürülen coğrafyalar ve bütünün yok edilip parçaların “istenen şekilde” yaratılması…

1

Necati CUMALI, Makedonya–1900, Cumhuriyet Kitapları, 15. Basım, say: 127.

1


“İstenen şeklin” ne olduğu aslında hiçbir zaman gizlenmedi; sadece her yeni dönem, kendi parlak kılıfını icat etti. Toplumların planlı şekilde bilinçsizleştirildiği, içi boş olguların göz boyama ile zirveye çıkarıldığı, televizyon ve internetin sunduğu özgürlük (!) kadar özgür olunduğu, her şeye çok yakınken bir o kadar da uzak ve yalnız kalındığı, görünüşte totaliter rejimler yıkılırken, uluslar arası sermayenin yarattığı yeni bir totalitarizmin ürünü olunduğu “küreselleşme”, 21. yüzyılda “Tek Dünya Devleti” hedefinin en renkli ve masum sunumudur dünyamıza.

Tek dilli, tek para birimli, tek ordulu, tek merkezli bir dünya devletinin oluşabilmesi ulus devletlerin parçalanmasına bağlıdır. Ulus devletleri, küresel sermayenin önünde engel olmayacak şekilde yok edecek olan en önemli silah “Balkanizasyon”dur.

Küreselleşme; ulusal hükümetleri, piyasa ekonomisine dayalı neo-liberal düzene çekerek, Batının egemenliğini pekiştirmek istiyor. Kapitalizmin tarihsel eşitsiz gelişimi, günümüzde daha da derin eşitsizlikleri yaratıyor. Büyük halk kitleleri yoksulluk içinde sürünürken; küresel güç odakları, etnik ve dini kimliklerin geliştirilmesini tek sorunmuş gibi gösteriyor. Azınlık ve yerelleşme söylemleri, küresel egemenin elinde ulus devletleri yıkıcı bir silaha dönüşmekte. Ulus devletleri, etnikçilik ve mezhepçilik yöntemleri ile yıkan sürece verilen ad olan Balkanizasyon, hızını kaybetmeden yoluna devam ediyor. Bu bakımdan Balkanizasyon, Balkanlar’da uygulanan bir yöntemden daha çok; tüm dünyada emperyalizmin genel bir yöntemi olarak karşımıza çıkmaktadır.

2


Çalışmamız iki temel üzerine oturmaktadır. Bunlardan biri “Balkanizasyon”; diğeri ise “devlet” kavramıdır. Balkanizasyon sürecini iyi anlayabilmemiz için devlet olgusunu da masaya yatırmamız gerekmektedir. Çünkü Balkanizasyon genel anlamda; devletleri, devletçiklere dönüştürme sürecidir. Devlet yapılarının hangi noktadan neye dönüştürüleceği/ dönüştürüldüğü iş bu çalışmanın temel sorunudur.

Her ne kadar küreselleşen dünyada devlet kavramının gitgide önemini yitirdiği düşünülse de, günümüzde dünya politikalarının ve insanoğlunun kaderinin ana belirleyicisi yine devletlerdir. Tartışılan devlet kavramını ele alacağımız üçüncü bölümde, devlet olgusunu ve köklerini geleneksel teorilerden ayrı değerlendirmek zorunda kaldık. Çünkü günümüzde Balkanizasyon süreci ile şekillendirilen devlet, bugünkü anlamına 16. yüzyılda kavuşmuştur. Balkanizasyon sürecinin tarihsel gelişimi dikkate alındığında, tüm siyasi otoritelerin değil; bugünkü devletin karşılığı olan ulus devletin irdelenmesi gerektiğini düşünmekteyiz. Bu bakımdan çalışmamızın perde arkasındaki ismini “Balkanizasyon ve Ulus Devlet Savaşı” olarak koyabiliriz.

Devletin kökenine açıklama getiren tezler ise modern devleti ve unsurlarını açıklamaktan uzaktır. Ailelerin giderek büyümesi ve birleşmesi ile devletlerin oluştuğunu ileri süren “aile teorisini”, devleti insan gibi doğan-büyüyen-ölen bir canlı organizmayla eş tutan “biyolojik teoriyi”, devletin güçlüler ile zayıflar arasındaki mücadelede güçlü lehine ve yararına kurulduğunu ileri süren “kuvvet ve mücadele teorisini”, devleti insan aklının ve iradesinin bir ürünü olarak gören “sözleşme teorisini”, siyasal ve tarihsel araştırmalara dayanmayan, bugünkü devleti ve devletin unsurlarını karşılamayan savlar olarak nitelendirebiliriz.

3


Devletin kökeni konusunda tartışmaya en açık sav ise toplumsal sözleşme kuramıdır.

Devletin

kökenini toplumsal sözleşmeye

dayandıran

düşünürlerin

görüşlerinin ortak noktası, teorilerinin başlangıç noktasının hiçbir tarihsel gerçekliğe dayanmayan “tabiat hali” olmasıdır. Söz konusu varsayımlar, devletin kökeninin ne olduğundan ziyade, siyasal otoritenin nasıl olması gerektiğini ortaya koyma işlevini görürler. Bir başka deyişle; toplumsal sözleşme kuramları, Hobbes, Locke ve Rousseau’nun benimsedikleri toplum modellerinin adıdır. Öne sürülen toplum modelleri her ne kadar farazi bir noktadan başlasalar da, ortaya çıkardıkları devlet modellerinin özellikleri, bir doğuş hikâyesinden daha çok, nasıl bir devlet sorusuna cevap vermeleri açısından çok önemlidir.

Kısacası Balkanizasyon sorunu, siyaset bilimi içinde yeni bir kavram olup iyi irdelenebilmesinin tek yolu, ulus devleti iyi tanımaktan geçer. Ulus devlet, dağınık ve çatışan otoriteler arasında bölünmüş olan insanları, ülke ve millet kavramları etrafında toplayan yeni bir kuruluştur.2 Bu bakımdan Balkanizasyon sürecinde devletleşme konusu, aslında başlı başına bir ulus devlet sorunudur aynı zamanda.

Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla Doğu Bloku, Batı karşısında yenilmiş; kapitalist sermaye en büyük rakibinden kurtulmuştu. Bu durum her ne kadar başta Amerika Birleşik Devletleri (ABD) olmak üzere Batının zaferi olsa da, madalyonun öteki yüzünde, ABD Soğuk Savaş döneminde iç muhalefetini ve dünyadaki Batı karşıtı, bağımsızcı hareketleri susturma sebebini (daha doğrusu bahanesini) yitirmişti. 2

Münci KAPANİ, Politika Bilimine Giriş, Bilgi Yayınevi, 11. Basım, Kasım 1999-ANKARA, say:40.

4


Emperyalizm, kendisine yeni bir düşman yaratma ve bu yaratılmış düşmanı kendi amaçları doğrultusunda kullanma konusunda her daim başarılı olmuştur. Sovyetlerin yıkılışıyla emperyal batının yardımına bu sefer Saddamlı Irak koştu. Batının tüm dünyaya sunduğu yeni düşmanı, Aşağı Mezopotamya’nın stratejik topraklarını kapsayan, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nden sonra dünyanın en büyük üçüncü petrol rezervine sahip (savaştan önce) ülkesi Irak Cumhuriyetiydi.

Emperyalizmin, hedeflerini gerekçelendirmesi ve kamuoyunun uyutulması içi yeni tehdit algıları yaratıldı. Sonuçta uluslar arası terörizm ve Huntington tarafından ortaya atılan “Medeniyetler Çatışması” ile özellikle Hıristiyanlığın karşısında İslamcı terör paranoyasının oluşması istendi. Baba Bush’un; “ bahsettiğimiz şey küçük bir ülkeden büyüktür, büyük bir düşünce, yeni bir dünya düzeni,” diye sözünü ettiği yeni dünya sisteminin en önemli dayanağını, bu sözlerden 10 yıl sonra yaşanan 11 Eylül 2001 saldırıları oluşturacaktı. Henry Kissinger’ın saldırıdan birkaç gün sonra belirttiği yargı; ABD güdümlü emperyalizmin, inandırıcılık, uluslar arası meşruiyet ve destek toplama sorununu da aştığını göstermektedir: “Batı ittifakı içinde de, Soğuk Savaş sonrası hâlâ ortak bir amaç olup olmadığı yönünde süren tartışmalara da son nokta konmuştur.”

Tarihsel hedeflerinden hiçbir zaman vazgeçmeyen küresel sermaye, bu hedefleri gerçekleştirirken diplomasinin ötesinde zor kullanmaktan da geri kalmadı. 1912’de dönemin Amerikan Başkanı Wilson; “Amerikan kapitalizminin temel hedefi, zayıf ülkelerin ham maddelerini ve ulusal pazarlarını açık birer kapı olarak tutmaktır. Bunun

5


için diplomasi ve gerekirse zor kullanmalıdır,”3 derken yaklaşık 90 yıl sonra, ABD askeri, Afganistan’a girerken başkan Bush; “Haçlı seferindeyiz,” şeklinde konuşmuştu.

Emperyalizmin

tarihsel

hedefi

doğrultusunda,

Sovyetler

Birliği’nin

ve

Yugoslavya’nın dağılması ile iç içe geçmiş halklar birbirinden koparıldı. Kışkırtılmış iç savaşlarla binlerce insan yaşamını yitirdi. Emperyal güçlerce, ellerine tutuşturulan özgürlük oyuncaklarıyla kandırılan halklar; Batılı devletlerin ve uluslararası sermayenin denetiminde tüm varlıkları sömürülerek parçalanmış hayatlar yaşıyorlar. Bu durumda Balkan halkları, kaderlerini kendileri mi tayin ettiler; yoksa kaderleri başkaları tarafından mı yazıldı? İnsan hakları ve hürriyet türkülerinin turuncu devrimler ile kullanıldığı, ulus devletlerin demokrasi projeleri ile iflas ettirildiği, Balkanlarda, Kafkaslarda, Ortadoğu’da, Afrika’da etnik dağılmaların yaşandığı, Batının çıkarlarına göre Ortadoğu’da 22 ülkenin sınırlarının değişimi planlarının yapıldığı, emperyalist işgal günlerini yaşamaktayız.

Büyük devletler ve çok uluslu şirketler, doğal kaynaklara ve dünya pazarlarına el koyarken etnikçiliğin ve cemaatçiliğin egemen olduğu toplum yapısını planlarlar. Bilinç kaymasına uğramış böyle bir toplum yapısını ise demokratikleşme, yerelleşme özelleştirme yöntemleri ile biçimlendiriyorlar. Cemaatçi ve etnikçi ayrışım ile parçalara ayrılan

ulus

devlet;

emperyalizm

güdümündeki demokratikleşmenin,

aslında

sömürgeleştirme olduğunun açık kanıtıdır.

3

Yılmaz Dikbaş, Yanlış Hesap Bağdat’tan Döner. Toplumsal Dönüşüm Yayınları, 2. Basım, say:173, İstanbul–2003

6


Şair ve düşünür Şinasi ÖZDENOĞLU, demokrasinin olmazsa olmazlarını şu şekilde açıklıyor: “Demokrasinin maddi hedefleri (ekonomik refah, sosyal adalet, sosyal dayanışma) ile birlikte; manevi hedeflerini de (hukukun üstünlüğü, korkusuz yaşama hakkı v.b.) hâlâ gerçekleştiremeyen bir toplumda, özgürlükçü demokratik parlamenter rejim gibi sloganlarla halk kitlelerini ancak bir süre oyalayabilirsiniz.” Bu değerli tespitin ardından şu soru akla geliyor: Ağızlarında demokrasi sözcüğünün eksik olmadığı küresel güçlerin, parçaladıkları ve/veya sömürdüğü topraklarda, Özdenoğlu’nun bahsettiği demokrasinin maddi ve manevi hedeflerinin yeşertildiğini gören var mı?

Çalışmamızda, Osmanlı’nın “Rumeli-i Şahane” olarak isimlendirdiği Balkan coğrafyasında ortaya çıkan, 20. yüzyılın sonlarına doğru ise bir siyasal terim olan “Balkanizasyon” (Balkanlaşma) olgusunun devlet yapılarına etkisi anlatılmaya çalışılacaktır. Bu bakımdan konumuzun başrolünde Balkanizasyonun şekillendirdiği devlet yapısı vardır. Bu eserde, devlet yapılarının dönüşümünde oynanan oyunlar, yapılan girişimler, yaşanan savaşlar ve bu savaşların iç yüzünden ziyade, barışın oluşturduğu veya oluşturamadığı yapılar irdelenmiştir. İncelemelerde ele alınan somut devlet yapılarını, Balkanizasyonu tüm dünyanın gözleri önünde çok kanlı bir şekilde yaşayan Bosna-Hersek özelinden aktarmaya çalıştık. Ayrıca Kosova ve Makedonya Cumhuriyetlerinin devlet yapılarının da etnisite eksenli dönüşümünü sunmaya çalıştık. Bu yapıları anlamak içinde uluslararası toplumun sunduğu demokrasi, küreselleşme ve self determinasyon gibi kavramları da incelememize dâhil ettik.

7


Bu çalışmayı okurken, küreselleşen dünyamızda, tarihsel bir yolculuktan geçerek bizi bekleyen “gelecekteki devlet” yapısını görebileceksiniz. Çalışmanın başlangıcını, bu bakımdan “Balkanlar ve Balkanizasyon” konusu oluşturmaktadır. Birinci bölümün devamında Balkanizasyonun tarihi süreci ele alınmıştır. Balkanizasyonun tarih sahnesine çıkışı aktarılırken birinci kuşak Balkanizasyon sürecini ve Osmanlı’nın Balkanlardan çözülüşünü, ikinci kuşak Balkanizasyon dönemini ve bu kanlı sürecin öncesi olan Tito Yugoslavyası’nın irdelenmesini, Yugoslavya’nın parçalanmasının ardından akan kanı durduran; ancak çözümsüzlüklerin doğurduğu üçüncü kuşak Balkanizasyonu anlatmaya çalışacağız.

İkinci bölümde ise Yugoslavya’nın parçalanmasıyla uluslararası toplumun öncülüğünde imzalanan barış sözleşmelerinin içeriği ve etkileri tartışılmaktadır. Üçüncü bölümde, tartışılan devlet kavramı etnisite temelinde incelenmiş ve devlet yapıları da bu esas üzerinden sınıflandırılarak kapsamlı şekilde irdelenmiştir. Ayrıca günümüzde kimi kesimlerce demokrasinin başat koşulu olarak görülen yerelleşme, bölgeselcilik ve federasyon modellerinin içerikleri de bu bölümün içerisinde yer almaktadır. 3. bölümde, “Küresel Balkanizasyon” gerçeğinde geleceğin devlet yapılanması masaya yatırılmış ve çalışmamızın özünün, aslında emperyalist projenin şekillendirdiği devlet yapısı olduğu vurgulanmıştır.

Çalışmamızı okurken dipnotları da dikkate almanızı önemle rica ediyoruz. Çünkü özellikle devlet yapıları incelenirken çalışmamızın ana konusunu oluşturmayan; ancak kendilerinin bile başlı başına bir çalışma konusu olabileceği küçük ayrıntılar dipnotlarda yer almıştır.

8


Bilimsel hayata atılmış bir ilk adım niteliğindeki bu mütevazı çalışma ile tarihsel süreç içersinde Balkanizasyonun işleyişi ve geleceğe olan etkileri ele alınmış; konuyla ilgili bazı tartışmalı kavramlara da açıklık getirilmeye gayret edilmiştir.

9


1. BÖLÜM BALKANİZASYON ( BALKANLAŞMA ) VE BALKANİZASYONUN TARİHİ SÜRECİ

A- BALKANİZASYON KAVRAMI ÜZERİNE

“Balkanlar, bir gözü ile ağlarken, öbür gözü ile gülebilen insanların yaşadığı topraklardır.” Balkanların uzun tarihini incelediğimizde, Balkan Türklerinden sıklıkla dile getirdiği bu sözün, ne kadar yerinde olduğunu rahatlıkla anlayabiliriz. Bir tarafta, bin bir renkte insan çeşnisi, iklim ve doğanın vazgeçilmez uyumu ve bereketli topraklar; öbür yanda ise kardeşin kardeşkanı döktüğü, ansızın pazar yerlerinin bombalandığı, anaların en yakışıklı oğullarını kaybettiği, göçlerle birlikte sadece yuvaların değil, insanlığın da paramparça olduğu, yok sayıldığı topraklar…

Balkan topraklarının sinemaya, tiyatroya, kitaplara konu olan; müziğine, ninnilerine işlenmiş hayat hikâyesi, bulunduğu coğrafyanın yansımasıdır. Ülkelerin jeopolitik ve jeostratejik konumları, onların dünya politikasındaki yerini de belirler. Dünyanın her yerinde, her toprak parçası için bu tespit doğru olmakla beraber; Balkanlar kadar, coğrafyanın politikaya bu kadar yön verdiği bir bölge çok azdır. Ancak ne gariptir ki; “dünyanın ateş çemberi” diye nitelendirebileceğimiz toprakların çoğu, Avrasya olarak isimlendirdiğimiz coğrafyada yer almaktadır. 21. yüzyılda küreselleşmenin yeni kuşak Balkanizasyon sürecindeki hedefinde Avrasya’nın bulunması bu bakımdan hiçte

10


şaşırtıcı değildir. Yaşadığımız yüzyılın tarihsel adını, (Zbigniew Brezezinski’nin tanımlamasıyla) “Avrasya Balkanları”nda4 yaşanacak güç mücadelesi belirleyecektir.

Dünya her geçen gün, küresel sermayenin egemenliğini daha çok kabul etmek zorunda bırakılıyor. Bu amaçla öncelikle, hedef ülkenin ekonomisi ve kültürü ele geçiriliyor; böylece toplumdaki insan yapısı değiştiriliyor. Daha sonra halklar çağlar boyunca barış içinde yaşadığı farklı din veya etnik kökene sahip komşusundan nefret etmeye başlıyor ve bozulan ekonomisinin nedenini de farklı etnik gruplarda arıyor. Bütün bu kavgayı çıkaran oltanın ucundaki yem ise etnikçilik ve mezhepçilik olarak kendini gösteriyor. Oltayı tutanlar ise küresel egemen güçler…

Küresel egemen güçleri en başta üç ana grupta toplayabiliriz: Birincisi; başka ulus devletleri ekonomik egemenliği altında tutan büyük emperyalist devletler, ikincisi; özel sektörde yer almasına rağmen büyük ulus devletlerin kontrolünde olan ve desteğini alan büyük şirketler ve üçüncü olarak tamamen küresel boyuta erişmiş, yıllık kazançları birçok dünya ülkesinin gelirinden daha fazla olan, tekelci, çok uluslu şirketler.

Bu küresel güçlerin; insanlığa dayattığı model, yerelleşme ve federalizm görüntüsü altında, ulus devletlerin yerine yeni dünya düzeni dedikleri “imparatorluklarını” kurmaktır. Bu imparatorluğun nihai hedefi, tek bir dünya hükümeti ve tek bir dünya ekonomisi eksenli büyük oluşumdur. Bu oluşuma giden yol haritası; ulus devletlerin, küreselleşme ve onun en büyük silahı olan Balkanizasyon süreci ile parçalanacağını ve parçalanan ulus devletlerden eyalet devletlerin oluşturulacağını bizlere göstermektedir. 4

Zbignew Brezezinski, Büyük Satranç Tahtası, Çev:Yelda Türedi,İnkilap Yay. İstanbul–2005, say:162

11


Hedefin ikinci bölümünde, küçük eyalet devletlerin bir araya gelmesi ile “bölgesel birimler” ve en sonunda da bölgesel yapıların oluşturacağı “Tek Dünya Devleti” meydana getirilmek istenmektedir.

Bugün asıl sorun; yeryüzünde yaşanmakta olan tüm mücadelenin küresel sermayenin,

daha

fazla

enerji

ve

pazar

alanına

sahip

olma

güdüsünden

kaynaklanmasıdır. Bu bakımdan kapitalizmin devamı, kendi çıkarlarına uygun, “özgürsınırsız dünya” yı oluşturmaktan geçer. Sömürünün bu doğal dürtüsünün başlıca hedefinde ulus devlet vardır. Balkanizasyon; küresel sermayenin, hedeflediği yapıyı yaratma adına uyguladığı yöntemin adıdır. Balkanizasyon akımları ile küresel sermayenin

hedefindeki

ulus

devletler

parçalanmakta,

ufalanmaktadır.

Bu

bölünmüşlük, küresel güçlerce, etnikçilik ve mezhepçilik kullanılarak yapılmaktadır. Butros Gali’nin; “Dünya 200 devletli olmaktan 2000 devletli, hatta 5000 devletli bir yapılanmaya doğru gidiyor,” diye dile getirdiği planın esasını “Balkanlaştırma” oluşturuyor. Balkanlar artık bir coğrafi bölgeden çok daha fazla şeyi ifade ediyor ve bu ifadenin siyaset biliminden, uluslararası ilişkilere ve günlük hayatta kamuoyu yargısı oluşturabilecek kadar derin bir etkisi vardır. Örneğin; Avrupa’da “Balkanlar” kelimesi etnik çatışmalar ve bölgesel güç rekabetini çağrıştırır.5 Bölgede, yıllardır yaşanan istikrarsız süreç, Balkan terimini Batının gözünde adeta bir barbar coğrafyasına dönüştürmüştür. Batının, Balkanlara olan bu bakış açısını en iyi şekilde anlatan tarihçi Maria TODOROVA’ya göre: “Balkanlı ve Balkanlaşmayı aşağılama terimleri olarak kullanmanın yeni dalgası, ancak Soğuk Savaşın sona ermesi ve Doğu Avrupa’da devlet komünizminin çökmesiyle kendini gösterdi.” 5

Zbignew Brezezinski, Büyük Satranç Tahtası, Çev:Yelda Türedi,İnkilap Yay. İstanbul–2005, say:175.

12


Tarihi süreçte oluşmuş tüm yargılara rağmen sebep ve sonuç ilişkisini iyi değerlendirmek istiyorsak, Balkan sözcüğünün anlamından yola çıkmamızda yarar olduğu düşüncesindeyim. Türkçe bir sözcük olan Balkan isminin; “sarp ve ormanlık sıradağ; sık ormanla kaplı dağ; yığın, küme; sazlık, bataklık” gibi anlamları vardır. 6 16. yüzyıldan itibaren ise Batılı seyyahların eserlerinde bu tanım yer almaya başladı. Birçok Batılı kaynak; günümüzde Balkanlar yerine “Güney Doğu Avrupa” terimini kullanmayı tercih etmektedir. Bu tercihin bölgeyi, Avrupa’nın bir parçası yapma ve Rusya’dan uzaklaştırma çabasının küçük bir parçası olduğu kanaatini taşıyan siyaset bilimciler ve tarihçiler de vardır.

Balkan coğrafyasının ismine yakışır şekilde dağlık bir yapıya sahip olması, yerleşim yapısının çok parçalı olmasına sebep olmuş ve farklı etnik grupların kaynaşmasına engel olmuştur. 19 ırkın ve 16 dilin yaşadığı Balkan topraklarında, bu bakımdan “ortak bir bilinç” tam anlamıyla oluşmamış ve bir arada yaşama şuuru her zaman pamuk ipliğine bağlı kalmıştır.

Bu hassas doku içinde, kültürel, siyasi ve ekonomik

kopukluklar zamanla milliyetçiliğin dozunun artmasına yol açarak iç savaşın yaşanmasına sebep olmuştur. Bu kopuklukların, aynı zamanda bölge cumhuriyetlerinin tarihsel hedefleriyle örtüşmesi, tüm Balkan coğrafyasını kana bulamıştır. “Tarihte Roma ve Osmanlı haricinde bölgeye hükümranlığını geçirmiş büyük devlet olmaması, “Büyük Sırbistan”, “Büyük Makedonya”, “Büyük Arnavutluk”, “Büyük Hırvatistan”,

6

Türk Dil Kurumu – Büyük Türkçe Sözlük “Balkan” sözünün anlamları ve köken bilgisi.

13


“Büyük Bulgaristan”, “Büyük Karadağ”, “Büyük Yunanistan”, “Büyük Yugoslavya” söylemlerini getirmiş ve milliyetçiliğin ağır basmasına yol açmıştır.”7

Uluslararası arenada ortaya çıkan iç savaşların veya çatışmaların temel nedenlerini; aşırı milliyetçilik, etnik gruplar ve azınlıklar olarak sıralayabiliriz. Toplum ve siyaset biliminde bu kavramlar, tam bir mayın etkisi taşımaktadır. Bu yüzden dünyadaki çatışmaların

yüzde

yetmişi

(%70)

milliyetçi

ve

etnik

temelli

sorunlardan

kaynaklanmaktadır.8 Bugün dünyada ulus-devlet dışında kültürel aidiyetleri olan ve 233 farklı etnik gruba mensup 900 milyondan fazla insan azınlık olarak yaşamaktadır.9 Başta günlük 20 milyon varil petrol ihtiyacı olan ABD olmak üzere küresel egemenlerin,

kendi üstünlüklerinin devamı

için etnik,

dinsel farklılıklardan

yararlanması çok normaldir. Emperyalizm, sömürgeciliğini devam ettirmek için etnik ve dinsel tohumlarını her daim hedefteki ülkelere atmasını iyi biliyor.

Önümüzdeki yıllarda enerji paylaşımına bağlı küresel boyutta yaşanabilecek bir krizi gerçekçi kılan senaryolar, nükleer savaşın Balkan coğrafyası ile benzer özellikler taşıyan Hazar Denizi Havzası ve Orta Asya odaklı olabileceğini akıllara getirmekte. Bu bakımdan Balkanları jeopolitik açıdan da iyi irdelemek gerekmektedir. Balkan coğrafyasına küçük ölçekle baktığımızda bölgenin, Avrupa ve Asya arasındaki geçiş güzergâhı olduğunu görürüz. Dünya haritasına daha geniş baktığımızda ise, Avrupa -

7

William, PFAFF, The Absence of Empire’dan aktaran Halil AKMAN, Paylaşılamayan Balkanlar, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul–2006, say:33. 8 Walter S.Jones’tan aktaran Muhittin Ataman, Burhanettin Duran, Kemal İnat, Dünya Çatışmaları- Çatışma Bölgeleri ve Konular, 1. Cilt, say:3, Nobel Yayın Dağıtım, 3. baskı-Ankara–2010. 9

Karen Mingst, Essentials of Internationals Relations’dan aktaran Muhittin Ataman, Burhanettin Duran, Kemal İnat, Dünya Çatışmaları- Çatışma Bölgeleri ve Konular, 1. Cilt, say:3, Nobel Yayın Dağıtım, 3. baskı-Ankara–2010.

14


Asya - Afrika üçgeninin kesişim noktasında Balkanların yer alması ve bu bakımdan da Doğu - Batı enerji trafiğinin kilit noktası olması dikkati çekmektedir.

Balkan yarımadasının doğusunda Ege ve Karadeniz, batısında Adriyatik denizi ve güneyinde Akdeniz yer alır. Her ne kadar bölge coğrafi açıdan “yarımada” olarak nitelendirilse

de,

kimi

uzmanlara

göre

kuzey

sınırının

Tuna

Nehri’ne

dayandırılmasından dolayı, dört bir tarafının sularla çevrili olduğu şeklinde bir tespit de yapılabilir.

Doğu Avrupa’dan Ortadoğu’ya ve Orta Asya’ya kadar uzanan, iştah kabartan yeraltı enerji kaynaklarına sahip geniş coğrafyanın giriş kapısı olma özelliği taşıyan Balkanlar, Doğu - Batı güç dengesinde de paylaşım mücadelesine her daim sahne olmuştur, olmaktadır. “Balkanların dışında Balkanları yöneten, batıda Avrupa’yı, doğuda Rusya’yı tehdit edecek güce sahiptir,”10 tespiti bu bakımdan çok doğrudur. Vietnam’dan sonra ABD’nin yurtdışındaki ikinci büyük askeri üssü olan “Bondsteel Kampı”nın Kosova’nın başkenti Priştine yolu üzerinde kurulması hiçte şaşırtıcı değildir. Bondsteel askeri üssünü, Amerikan petrol şirketi, “Brown Roat” grubunun finanse etmesi de, emperyalizmin enerji planlarının en iyi örneklerinden birini sunuyor bizlere.

Genel olarak yeryüzüne ve paylaşım savaşına baktığımızda; sınırlı orandaki doğal kaynakların ve bunlara hâkim olma dürtüsünün neden olduğu kanlı hesaplaşmalara tanıklık etmekteyiz. Diğer yandan; genellikle tek bir siyasi birim çevresinde bir araya 10

Oral SANDER, Türkiye’nin Dış Politikası, İmge Kitabevi, say:189, Ankara–1989.

15


gelen,

ulusal

bütünlüklerini

korumaya

çalışan

ulus-devletlerin,

varlıklarını

parçalanmadan devam ettirme çabası içinde olduklarını bilmekteyiz. Kendilerini farklı etnik unsurlar olarak gören kitlelerin de, siyasi örgütlenmelerini sağlama ve kimlik savaşımında oldukları çok açıktır.11 Ulus devlet ile farklı etnik ve dini gruba ait unsurların arasındaki bu “varolma savaşı”, emperyalizmin hegemonya mücadelesinin ana silahı olarak karşımıza çıkmaktadır. Dünya barışı, özgürlük, insan hakları ve demokrasi söylemleri ise, küresel imparatorluğun kullandığı güç ve şiddetin meşruiyet kaynakları olarak öne sürülmektedir. Kosovalı bir öğretmenin dediği gibi: “Buralarda demokrasinin ikinci adı pisliktir.”

Dünya tarihi büyük devletlerin etnik çözülüş sürecinin ilk örneğini Osmanlı İmparatorluğu yönetimindeki Balkanlarda yaşadı. Balkanların parçalanıp ufalanması Osmanlının sonunu getirdi. Peki, bu süreç nasıl başladı?

B- BİRİNCİ KUŞAK BALKANİZASYON (Osmanlı Barışından Hasta Adama) 1- Balkanların Osmanlılaşması

“Elhamdülillah Osmanlıyım.” Kosova’nın ikinci büyük kenti ve kültür başkenti Prizren’de insanlar, ister Türk olsun ister Arnavut kendilerini bu şekilde tanımlıyorlar. Şehri boydan boya ikiye bölen Akdere’nin kenarında Türk kahvesini yudumlarken

11

Sorunun kavramsal olarak temelinde, “demokrasi” ve “güvenlik” ikilemi yatar. İki kavramı bir arada yaşatabilen ülkeler çoğulcu demokrasiye kavuşmuşlardır. Balkanlaşma terimi bir anlamda, her iki kavramın bir arada yaşayamayacağı ön yargısından ortaya çıkmaktadır.

16


Kosovalılar, ezan sesi yankılanıyor. Diğer yandan camiye komşu olan Ortodoks kilisesi ve hemen yukarıda Katolik kilisesi…

Osmanlı İmparatorluğu’nun sahip olduğu topraklarda yarattığı huzur, istikrar ve barış ortamına vurgu yapmak isteyen tarihçiler, Pax Romana’dan esinlenerek, “Pax Osmanlı”

(Osmanlı

Barışı)

veya

“Pax

Turcica”

(Türk

Barışı)

kavramını

kullanmışlarıdır. Pax Osmanlı veya Pax Turcica, imparatorluğun zirvede olduğu 16. yüzyıl ile duraklama sürecinde olduğu 18. yüzyıl arasındaki dönemi en iyi belirten terimlerdir. Osmanlının, Balkanlara kalıcı olarak yerleşmesi ise, çok daha önceleri, 1389 Kosova Savaşı’ndan sonra başlamıştır. Osmanlı Devleti, “fetihçi” anlayışa sahip olduğundan, fethettiği yerleri de ülke toprakları olarak saymıştır. Bu anlayışın sonucu olarak; fethedilen topraklarda yoğun imar çalışmaları yapıldığı gibi, o yörede yaşayan gayrimüslim halklar da Osmanlının “millet” sistemine dâhil edilmişlerdir. Osmanlının millet sisteminde toplum; Müslüman, Rum, Ermeni ve Yahudi olarak ayrılıyor ve tüm dini toplulukların hakları güvence altına alınıyordu. Böylece tebaayı oluşturan halk arasında oluşabilecek herhangi bir dini veya etnik çatışmanın önüne geçiliyordu.

“İslam anlayışına göre millet ve taife sözcükleri, “community-communutas anlamında,” dini topluluğu tanımlamak için kullanılırdı. Etnisite, kavm kelimesi ile ifade edilirdi. İstanbul’un fethinin ardından, devlet yapısı imparatorluğu yönetecek şekilde yeniden düzenlenirken, gayri Müslimlerin kurumsal bir yapı içinde temsil edilmelerine olanak veren millet sistemi temelli esaslara bağlandı.”12

12

Sacit KUTLU- Milliyetçilik ve Emperyalizm Yüzyılında Balkanlar ve Osmanlı Devleti, Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul–2007, say:7.

17


Osmanlının millet kavramı eksenli kucaklayıcı politikası, bir milletin üstünlüğüne dayanmıyordu. Bu ifade, Sacit KUTLU’nun saptamasıyla ayakları yere basan bir gerçekliğe dönüşmekte: “Osmanlı İmparatorluğu, Müslümanların gayrimüslimlere hükmettiği bir imparatorluk olmaktan çok, Türklerin kurduğu beyliğin geliştikçe kozmopolit ve evrensel nitelikler kazanarak Roma İmparatorluğuna varis olduğu bir devletti.”13

Osmanlının Balkanlarda egemenliğini sağlamlaştıran en önemli etken “tarikatlar” olmuştur. Tarikatlar, Balkan Hıristiyanlarını (özellikle Arnavutları ve Boşnakları) insan odaklı anlayışlarıyla etkilemeyi başardılar. Bu açıdan Balkanların İslamlaşmasında özellikle Bektaşiliğin önemi yadsınamaz bir gerçektir. “Sünnilik üzerinden Müslüman olmaya kıyasla Bektaşilik aracılığıyla din değiştirmek daha kolaydı. Bektaşilik; Hıristiyan azizlerini, yortularını, kült yerlerini dışlamıyor, aksine asimilasyon gücü sayesinde onları benimsiyor ve içine alıyordu. İsa’nın insan suretinde, Tanrı’yı temsil eden Ali ile bir tutulması, Hıristiyan azizlere “Hızır” adı altında saygı gösterilmesi v.b. mezhepler

üstü

nitelikleri

nedeniyle

Balkanlarda,

“Halk

İslâmı”

kolayca

benimsendi.”14

Osmanlı egemenliğini, Balkanlara taşıyan bir diğer etmen, bölgede etkili olan “Bogomil” mezhebidir. Bogomillik, Balkanlarda doğmuş bir harekettir ve sözcük anlamı olarak “Tanrı’nın sevdiği, Tanrı’nın sevgilisi” anlamına gelmektedir. Bogomil

13 14

KUTLU, a.g.e, say:10. KUTLU, a.g.e., say: 4.

18


akımı, her ne kadar Hıristiyanlığın bir mezhebi sayılsa da, inançsal farklılıklar bakımından tamamen Ortodoks ve Katolik dünyanın karşısında yer almıştır. “Bogomiller, yüksek Ortodoks sınıfına karşı koyuyor, özel mülkiyeti, lüks hayatı, evliliği, hayvani gıdaları ve içki içmeyi reddediyorlardı. Dünyayı kötülüğün sembolü şeytanın yarattığına inanıyor, Tevrat’ı kabul etmiyor, Hz. Meryem’in kutsallığını ret ve kilise ayinlerini protesto ediyor, ikonlara ve haça saygı duymuyor, bunlara nefret besliyorlardı.”15

Bu niteliklerinden dolayı Bogomiller, Ortodoksların ve özellikle Katolik Vatikan’ın sert tepkisine maruz kalmışlar ve tüm baskılara rağmen Ortaçağ kilise egemenliğine boyun eğmemişlerdir. Baskı ve zulümle karşılaştıkları zamanda bile, şiddetten uzak direnişi öğütleyen Bogomillik, sadece dinsel bir mezhep olmayıp Ortodoks ve Katolik kiliselere karşı sosyal bir duruşu da simgeler. Bogomillik öğretisi, Balkanlarda en çok Bosna’da yaygınlaşmıştır ve kurumsallaşmıştır. Bosna kilisesi adı altında örgütlenen bu akım, Ortaçağ Katolik ve Ortodoks krallarının zulmünden kurtuluşun tek yolunu Osmanlı’da bulmuştur.

Bosna’da Müslümanlığın barışçı yollardan kabul görmesinin ana sebebi, Bogomillik ile İslamiyet arasındaki ahlâki temellerin benzerliğidir. “Elbette tarih boyunca dünyanın her yerinde ve her dininde olduğuna benzer tarzda Bosna’da da bireysel ve toplumsal

din

değiştirmelerde

değişik

faktörler

rol

oynamıştır.

O

zaman

Müslümanların yüksek ve gelişmiş bir medeniyet temsil etmeleri, bu din mensuplarının

15

Obelensky, Dmitri, The Bogomils Cambridge,1948 aktaran: Kadir ALBAYRAK, Bogomolizm ve Bosna Kilisesi, Emre Yayınları,İstanbul-2005, say:126.

19


siyasal, ekonomik ve sosyokültürel alanlardaki avantajlı konumları Boşnakların din değiştirmesinde etkili olmuştur. Osmanlı devlet idaresinde en üst kademeye gelmek için Müslümanlığın önemli olmasının da, bireysel boyuttaki din değiştirmeleri etkilemiş olduğu da ifade edilmektedir.”16

Boşnaklar her şeyden evvel, kendilerine karşı yapılan Ortaçağ zulmüne karşı çıkarak toplu halde Müslümanlığa geçmiş ve Balkanlarda Osmanlı egemenliğinin sağlanmasında önemli yararları olmuştur. Bu trajedi tarihsel bütünlükle irdelendiğinde; Boşnakların Ortaçağ’da yaşadığı zulmü, 1990’larda yine Ortaçağ zihniyetine maruz kalarak yaşaması, Batı dünyasının kendisinden farklı olana karşı beslediği kin dolu içgüdüyü görmek adına anlamlıdır.

2)

Milliyetçi

Akımların

Osmanlı’ya

Etkileri

ve

Osmanlının

Balkanlaşması:

Balkanların, Osmanlı hakimiyetinde istikrarlı bir şekilde uzun yıllar kalmasına yarayan “Pax Ottomana”, bugün bile Osmanlı hayali kuran çevrelerin en tatlı nostalji kaynağıdır. Balkan tarihinin en huzurlu dönemini isimlendirmek isteyen birçok tarihçi Pax Ottomana kavramına sımsıkı sarılmıştır. Osmanlı devleti; dönemin şartlarında, çağının çok ötesinde “çoğulcu” bir anlayışla, tüm tek Tanrılı dinleri tanıyan ve bu dinlere mensup cemaatlere kendi kültürlerini yaşama olanağını sunan tek devletti. Bu barışçıl ortamın yaratılmasını ve devamını sağlayan sihirli sözcük Pax Ottomana, aynı zamanda içeriği itibariyle Osmanlının sonunu hazırlayan ulusçu akımlara uygun ortamı 16

ALBAYRAK, a.g.e, say:267.

20


hazırlamıştı. “Osmanlı Barışı”nın, hem bir tür altın çağ dönemi hem de imparatorluğun sonunu hazırlayan bir olgu olarak sunulması, çelişki gibi gözükse de, bu dönemde milletler sistemi içinde ayrı ayrı yaşatılması sağlanan dini cemaatlerin, 18. yüzyılın sonlarından itibaren ulusçu akımların tesiriyle ayrılıkçı yapılara dönüşüp çöküşe yol açmaları, bu tespitin doğruluğunu kanıtlar niteliktedir. Pax Ottomana’nın çelişkisi aslında kendisinden kaynaklanmıyordu. Osmanlının millet sisteminde, milletler dinsel özelliklerine göre belirleniyordu. 18. ve 19. yüzyıldan itibaren sadece dinsel kapsamlı olan millet anlayışına, ulusçu düşüncelerin de girmesi, Osmanlı Barışı ile yaşayıp gelişen cemaatlerin, ulusçu fikirlerle yoğrulmasına ve büyük devletlerin “hamilik” taleplerine açık hale gelmelerine sebep olmuştur.

Hamilik süreci, Rusya’nın Ortodoks milletin koruyucusu kabul edildiği 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması’yla başladı. Bir süre sonra öteki güçler de, kendileriyle benzer dini eğilimi paylaşan cemaatleri koruma hakkını talep ettiler. Fransa Katoliklerin, Britanya ve Amerika Protestanların koruyucusu oldu.17

Yukarıdaki açıklamaların ışığında; Osmanlının merkezi devlet yapısının güçlü olduğu yıllar boyunca imparatorluk topraklarında huzur, barış ve istikrar sağlayan “Pax Ottomana” nın ulusçuluk fikirlerinin doğmasının yanı sıra, Osmanlının zayıflayan merkezi sistemiyle birlikte imparatorluğun çöküşünü hazırlayan bir etkene dönüştüğünü açıkça söyleyebiliriz.

17

Yahya Kemal TAŞTAN, Balkanlarda Ulusçuluk Hareketleri, Balkanlar El Kitabı, Cilt:1, KaraM&Vadi Yayınları, Çorum-Ankara, Nisan–2006, say:425.

21


17. ve 18. yüzyılda, Rönesans ve Reform sürecinin sağladığı düşünsel ve teknik gelişme, deniz aşırı keşiflerle oluşan sömürgecilik düzeni ve sanayi devrimi ile zenginleşen Avrupa karşısında Osmanlı, “denge” politikası esaslı siyasete dayanmak zorunda kaldı. Büyük Avrupa Devletlerinin çıkar çatışmalarından yararlanma çizgisinde olan Osmanlı dış politikası, imparatorluğa kurtuluş reçetesi sunmuyor; ancak ölümünü geciktiriyordu.

1699’da Macaristan’ın kaybı ile başlayan sarsılma süreci, 1789 Fransız İhtilalinin yaydığı milliyetçilik dalgalarıyla parçalanmayı beraberinde getirirken, 19. yüzyılda ekonomik anlamda dışa tam bağımlılık, Osmanlı Devleti’ni başta İngiltere, Fransa, Rusya olmak üzere tüm dünya güçlerinin iştahını kabartan, ölümün eşiğinde bir “hasta adam” konumuna düşürmüştü. 19. yüzyılın ortalarına gelindiğinde, devletin kıyılarından çökmeye başladığı görülüyor. Rusya; Kırım ve Kafkasları ele geçirmiş, Sırbistan özerkliğini kazanmış, Yunanistan bağımsız, Romanya ise özerk bir prenslik olmuştu. Fransa, Cezayir’i işgal etmiş, Arap hanedanlarından Suudlar Arabistan’ın büyük bir bölümünü yönetmeye başlamışlardı. Mısır’da Mehmet Ali Paşa, ailesini ömür boyu vali yapmıştı ve eyaleti neredeyse bağımsız bir biçimde yönetiyordu.18

Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkanlardan başlayan çözülme süreci, 1789 Fransız İhtilali’nin tüm dünyaya sunduğu milliyetçilik düşüncesinin Balkanlarda uygun gelişme ortamı bulmasıyla yıkım sürecine dönüşmüştür. Fransız İhtilali bu etkisiyle de garip tezatlıklara yol açmıştır. Çünkü milliyetçilik akımıyla, Almanya ve İtalya ulusal

18

Dr. Şennur ŞENEL, 19. VE 20. Yüzyılların Denge Oyununda Balkanlar, Balkanlar El Kitabı, say:404.

22


birliklerini kurarken, Osmanlı ve Avusturya-Macaristan İmparatorlukları parçalanmıştı. Birinci Balkanizasyon süreci, çok uluslu imparatorlukların sonu olmuştu.

Osmanlı coğrafyası, ulusal bütünlüklerini sağlayan Almanya ve İtalya’nın da büyük Avrupalı devletlere katılımıyla büyük hesaplaşma sahasına dönüştü. Sömürgecilik, emperyalizm adı altında yine sahnedeydi. Avrupa’da biriken sermaye fazlasına yeni yatırım imkânları ve alanları bulmak, sanayi devriminin sonucu olan üretim fazlasına yeni pazar imkânları oluşturmak, nüfus artışına bir çare olarak yeni yerleşim alanları yaratmak ve üretim sürecinin esası olan hammadde elde etme istekleriyle bütünleşen emperyalizm, 19. yüzyılın sonlarında tırmanan savaş tehditlerine bağlı güvenlik endişelerini arttırarak gerilimi daha üst seviyeye taşımıştır.19

Avrupalı devletlerin emperyalist hedefleri ile Balkanlardaki milletlerin “mikro milliyetçiliği” birleşerek Osmanlının sonu hazırlanmıştır. Balkanlar eksenli başlayan çıkar çatışmaları, nihayetinde dünya savaşına yol açacaktır.

Bir tür antropoloji müzesi olan Balkanların ulus inşası da etnik temellere dayandırılmıştır. 1789 Fransız İhtilali ile ortaya çıkan Fransız menşeli ulusçuluk, “ortak bir siyasi irade gösterme” ve “bir devlete vatandaşlık bağı ile bağlı olma” ilkelerine dayanırken; Batı Avrupa’da uluslaşma sürecini en geç tamamlayan Almanların ulus anlayışı doğal olarak etnik kökene dayanıyordu. Çok parçalı bölgesel prensliklerden oluşan Almanya’nın ulusal pazarını birleştirmesinin tek yolu da soy birliğinden geçiyordu. Kültürel ulusçuluk olarak da tanımlayabileceğimiz Alman 19

Dr. Şennur ŞENEL, a.g.e., say:407.

23


ulusçuluğu içeriği itibariyle “fanatik” unsurlar taşıdığından, Balkan ulusal hareketlerini kolaylıkla etkileyebilmiştir. Geç oluşan ulusal hareketler, Fransa örneğinde olduğu gibi evrimleşme sürecini yaşamadıkları için kesin hatlarla belirlenmiş olan dilsel, dinsel, ırksal birliğin kendisiyle aynı olmayanı tehdit olarak görme psikolojisiyle yola çıkmıştır.

Geç oluşan Balkan ulusçuluğunda da, kan birlikteliği gibi aşırılıkların

bayraklaşması ve buna bağlı olarak oluşan parçalı siyasi yapılanma, balkanlaşma teriminin tarih sahnesine çıkmasına sebep olmuştur.

Milliyetçilik akımının gelişmesi, Osmanlının yumuşak karnı olan Balkanlardaki Hıristiyan cemaatlerin, Avrupalı devletlerin (Rusya dâhil) elinde politik birer silaha dönüşmesine neden olmuştur. Fransız İhtilalinin etkilerini anlamakta geciken Osmanlı yönetimi, Avrupa’nın ortasında yaşanan gelişmelerin kendi iç dinamikleri ile bir ilgisi olmadığını düşünüyor ve hatta Avrupa ihtilalle uğraşırken kendisinin rahat bırakılacağını tahmin ediyordu. Sarayın bu yanlış öngörüsü, imparatorluğa çok pahalıya mâl olacaktı.

Kısa bir süre içinde, imparatorluğun sınırları içinde özgürlük ve eşitlik haykırışları, Helen uygarlığının eski şan ve şerefinin iade edilmesi, Mora ile Girit’in Osmanlı Devleti’nden ayrılması gerektiği şeklinde ürkütücü haberler gelmeye başladı. Napolyon, Rumları merkezi otoriteye karşı kışkırtıyordu. Komutanlarına verdiği bir emirde çalışmalarının amacını şöyle belirtiyordu:

24


“Halkı kazanmak için elinizden geleni yapınız. Eğer halkın bağımsızlığa eğilimi varsa bağımsızlık duygusunu körükleyiniz. Yunanistan’da kabarmaya başlayan milliyet taassubu din taassubundan daha kuvvetli olacaktır.”20

Fransız İhtilalinin yaydığı milliyetçilik akımı, liberalleşmeyle gelişen ticaretin sırtında Osmanlı topraklarına giriş yaptı. Osmanlı İmparatorluğu ise Avrupa’nın geçirmiş olduğu sosyal ve ekonomik devrimlerden uzak kalarak Hıristiyan tebaasının Batı tarafından şekillendirilmesinde etkisiz bir unsur olarak yerini aldı. Avrupa’daki burjuva devrimi, pazar devrimi ve sanayi devrimi, Osmanlıda yaşanmadığından bu gelişmelerin etkisi de imparatorluk topraklarına dışardan gelmiştir. Bu tespitin ekonomi temelli pratiği, Balkanlarda ulusal burjuvaların oluşup gelişmesidir. Balkan topraklarının, Avrupalı devletlerin pazarı olarak görülmesi ile yaşanan ticari gelişmeler ve şehirleşme sonucunda Avrupa etkisi altında büyüyen yerli Hıristiyan tüccar sınıfı, ulus bilincine daha çok sahip çıkıyordu.

Gayrimüslim tüccarlar, konsoloslardan aldıkları belgelerle, Avrupa devletlerinin himayesine giriyorlar ve kapitülasyon imtiyazlarından yararlanmayı tercih ediyorlardı. Osmanlı Devleti kendi tüccar tebaasını kaybediyordu. (…) Bunlar kendi toplumlarının ulusal düşüncesinin gelişiminde büyük rol oynadı.21

20

Oral Sander, Anka’nın Yükselişi ve Düşüşü, Aktaran: Cengiz Özakıncı, Türkiye’nin Siyasi İntiharı Yeni- Osmanlı Tuzağı, 12. Basım, Otopsi Yayınları, 2007-Mayıs, İstanbul, say:553–554. 21

Yahya Kemal Taştan, Balkanlarda Kapitalistleşme Süreci, a.g.e, say:428.

25


3) Avrupa Devletler Konseyi ve Osmanlı

Osmanlı Devletinin giderek zayıflaması, “hasta imparatorluğu” Avrupa’ya biraz daha itti. Osmanlının zamanın akıl ve bilim anlayışından uzak yapılanması ve yaşanan toprak kayıpları, imparatorluğun, kurtuluşu Avrupa Devletler ailesinde görmesine sebep oldu. 1814 yılında toplanan Viyana Kongresi ile “Avrupa Devletler Konseyi” oluşturuldu. Günümüzün Avrupa Birliği diye tanımlayabileceğimiz oluşumun içine Osmanlı Devleti alınmamıştı. Diğer yandan aynı dönemde Yunanistan’daki bağımsızlıkçı hareketler, Osmanlı toprak bütünlüğünü git gide tehlikeye atıyordu. Osmanlı için bölünmekten kurtulmanın tek yolu, Avrupa devletler ailesine girmek ve böylece bütünlüğünü garantiye almaktı. Bu bakımdan 19. yüzyılın ilk yarısı imparatorluğun Avrupa Devletler Konseyi’ne üye olma çabaları ve bu çabalar doğrultusunda Avrupa devletlerinin yönlendirmeleriyle geçecekti.

1821’de Rusya, ayrılıkçı Yunan ayaklanmasını başlattığında İngiltere Akdeniz’deki egemenliğinin tehlikeye düşeceğini iyi biliyordu. Yunanistan’ın kısa zaman sonra bağımsızlığını kazanacağını düşünen İngiltere, bağımsız Yunanistan’ın Rusya’nın değil, kendi güdümünde olmasını istiyordu. Osmanlının toprak bütünlüğünden yana tavır sergileyen İngiltere, Rusya’nın yayılmacılığını durdurmak adına Yunanistan’ın bağımsızlığını destekledi. Bu tarihi olaydaki çelişki gibi gözüken durum, İngiltere’nin 19. yüzyıl başındaki Osmanlı politikasından kaynaklanıyordu. İngiltere, Rusya’nın Osmanlıyı parçalama ve imparatorluk coğrafyasında egemen olma hedefine karşılık,

26


Osmanlının toprak bütünlüğünü koruyan dost ülke görünümlü siyaset izliyordu. Cengiz ÖZAKINCI’nın İngiltere ile ilgili tespiti, Osmanlının acziyetini de gözler önüne seriyor: “ Osmanlı topraklarında ayrılıkçılığı kışkırtmıyordu İngiltere; fakat Rusya’nın ya da Fransa’nın kışkırttığı bir ayrılıkçılık baş gösterdiğinde, ayrılıkçıları hemen kendi güdümüne alarak Osmanlı’dan kopacak parçanın Rusya’nın ya da Fransa’nın uydusu olmasını önlüyordu. Eh bu da Osmanlı için kötünün iyisiydi. Asılacaksan İngiliz sicimiyle asılacak, bölüneceksen İngiliz bıçağıyla bölünecektin.”

Osmanlının denge politikası sonucunda İngiltere’ye yanaşması doğal olarak ödünler vermesine yol açıyordu. İngiltere’nin koruyuculuğu karşılığında Osmanlı gümrük egemenliğini, 1838 Balta Limanı Antlaşması ile İngiltere’ye veriyor ve Osmanlı pazarı İngiliz hâkimiyetine geçiyordu.

İngiltere koruyuculuğu altında bir başka döneme geçiş de Tanzimat Fermanı’nın (Gülhane Hattı Şerifi) ilanıyla oldu. Osmanlıda 18. yüzyılda başlayan “Batıcılık”, 1839 yılında ilan edilen Tanzimat Fermanı ile çok daha boyutlu bir yapıya dönüşmüştür. Sosyal

hayattan,

idari

yapılanmaya,

basından,

edebiyata

kadar

Batı etkili

“modernleşme” kendini gösterdi. Türkiye’de anayasalcılığın miladı olarak kabul edilen Tanzimat Fermanı’nın en önemli özelliği birçok kaynağa göre “kanunlaşma” olarak gösterilmiştir. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu da Tanzimat’ın hukuk yönüne dikkat çekiyor: “Tanzimat, Osmanlı Devleti’nde o zamana kadar hüküm sürmüş olan keyfilikten

27


hukukiliğe, kanunsuzluktan meşruiyete, emniyetsizlikten emniyete geçişi ifade eder. Gülhane Hattı baştanbaşa bu ruhla doludur.”22

Tanzimat her ne kadar Osmanlı modernleşmesinin en önemli ayaklarından da olsa, Mısır meselesinde, Avrupa devletlerinin (özellikle İngilizlerin) desteği alınmak için ilan edilmiştir. Bu anlamda herhangi bir iç dinamiğe bağlı olduğu pek de söylenemez. Tanzimat Fermanı çalışmamızın doğrudan konusu olmadığı için okuduğunuz bu çalışmada, dönemin getirdiği yenilikler ve düşünce yapısından bahsedilmeyecektir. Tanzimat Fermanı’nın konumuz açısından önemi; Osmanlı İmparatorluğu’nun yüzyıllardır sürdürdüğü millet sisteminin, bu fermanla yazılı olmasa da örtülü olarak kaldırılmış olmasıdır.23

Parçalanma korkusunun bir yansıması olarak İngiltere’nin kanatlarının altına giren Osmanlı, Balta Limanı Antlaşması ve Tanzimat Fermanı ile denge politikasında dümeni İngiltere’ye çevirmişti. Rusya ise açıkça parçalamak istediği Osmanlı’yı, İngiliz nüfuzundan koparmak ve avıyla baş başa kalmak ister. Osmanlı hesaplaşmasının en

22

H. Veldet, Kanunlaştırma Hareketleri ve Tanzimat, aktaran: Ersin Kalaycıoğlu, Ali Yaşar Sarıbay, Tanzimat: Modernleşme Arayışı ve Politik Değişme yazısı. Türkiye’de Politik Değişim ve Modernleşme, Alfa Aktüel, 2007İstanbul, say:9. 23

Ülke bütünlüğü garantisinin Batıdan geçtiğini düşünen Osmanlı yönetimi, Hıristiyan cemaatine geniş haklar tanıdı.

Avrupalı devletlerin müdahale aracına dönüşen gayrimüslim cemaat, ilerde yaşanacak olan Kırım Savaşı ve Islahat Fermanı’nda da başrolü oynayacaktı. Batılılaşma, Osmanlı için her daim bir yandan modernleşme ve yeniden dirilmenin tek yolu olarak düşünülürken bir yandan da sömürgeciliğin maskeli taşıyıcısı olarak tepki görmüştür. Bu bakımdan İmparatorluğu iyileştirmeye çalışan iyi niyetli reformistler de kimi zaman Avrupalı devletlerin maşası olarak sunulmuşlardır. 20. yüzyılda ise bu tartışma daha da yoğunlaşarak, “Batıcılık” ve “Batılılaşma” kavramlarının ayrımının yapılmasına neden olmuştur. Tarihte bu ayrımın en iyi örneğini de Mustafa Kemal önderliğinde yapılan Türk Devrimi’nde görebiliriz.

28


önemli “oyun”larından biri Kırım Savaşı’nda yaşandı. 1853 yılında Rusya, zayıflamış Osmanlı üzerinde hüküm kurma politikasını bırakarak, bu devleti yıkma politikası izlemeye başladı. Rusya bu hedef doğrultusunda İngiltere’ye ortaklık teklif etse de, Avrupa’nın

güç

dengesi

dikkate

alındığında

Osmanlı

piyasasını

kesinlikle

kaybetmemeyi ilke edinen İngiltere, Rusya’nın paylaşım teklifini reddetmiştir.24 Rusya, İngiltere’nin bu tavrı karşısında Osmanlıya karşı kılıcını tek başına çekmiş; Osmanlı ise İngiltere ve Fransa’nın desteği ile 1854’te başlayıp 1856’da bitecek olan savaşa girmiştir. “İngiltere ve Fransa, hem Rusya’yı frenlemek istiyor, hem de küçük düşecek şekilde yenilmesi halinde Rusya’da, Avrupa’da yayılacak olan, bir devrime yol açmasından çekiniyorlardı. Bu yüzden savaş sanki bir “danışıklı dövüş” gibi yürütüldü.”25

Kırım Savaşı ile Osmanlı, hayalini kurduğu Avrupa Devletler ailesinin bir üyesi olmuştu. Avrupa devletlerinin bir parçası olmayı kurtuluş sayan Bab-ı Ali, şimdi de bu birliğe kabul edilmenin gerektirdiklerini yerine getirmeliydi. Toprak bütünlüğünü ve ülkesel varlığını savaş sonunda imzalan Paris Barış Antlaşması ile garanti altına aldığını düşünen Osmanlı, gayrimüslimlere ayrıcalık tanıyan, yabancılara toprak satışına izin veren Islahat Fermanı’nı da bu duygularla ilan etmiştir. Islahat Fermanı ile Osmanlı,

24

millet

anlayışını

resmen

kaldırıp

bütün

din

topluluklarına

İngiltere’nin Osmanlıyı parçalamaktansa nüfuzu altında tutmak istemesinin sebepleri savaş sonunda yaşanan

gelişmeler göz önüne alındığında daha iyi anlaşılabilir. Kırım Savaşı’nı sonlandıran Paris Barış Antlaşması ile Osmanlı, Avrupalı devletler ailesine katılmış sayılsa da; pahalıya gelen yıkıcı bir savaşı yürütebilmek için müttefiklerinden tarihinde ilk defa borç alması ve bu borçlanmanın bir tür sarmala dönüşmesi, Osmanlıyı Avrupalı devletlerin mali denetimi altına sokmuştur. 25

Sacit Kutlu, a.g.e. say:75–76.

29


eşit vatandaşlık hakları sağlayarak Müslüman ve Gayrimüslim Osmanlı tebaası arasında tam bir eşitlik sağlamayı amaçlamıştır. Osmanlının içinde bulunduğu borç batağı, Avrupalı devletlere, Islahat Fermanı ile Gayrimüslimlere tanınan hakların takipçisi olma ortamını yaratmıştır. Osmanlı ise Islahat Fermanı ile tebaaları arasında eşitliği sağlayıp varlığını sağlamlaştırmayı amaçlarken; geleceğini, kendisini yutmak isteyen Avrupalı devletlere bırakmıştır. Bu bakımdan Islahat Fermanı; yabancı devletlerin, Osmanlının iç işlerine karışmasının meşruiyet belgesi olmuştur. 26

4) Osmanlının Paylaşılması:

Rusya’nın Balkanlar üzerindeki hedefleri engellenmiş de olsa, bir süre sonra bu hedefler tekrar gün yüzüne çıkacaktı.

Avusturya ile Rusya arasındaki “Peşte

Antlaşması” da pastanın nasıl bölüşeceğine dair bir gelişmedir. Peşte’ye göre; Avusturya, Bosna ve Hersek’te; Rusya ise Balkanların diğer bölgelerinde serbest kalacaktı. 1875’te Bosna-Hersek’te başlayan isyanla birlikte Sırbistan, Karadağ ve ardından 1877’de Rusya Osmanlı’ya saldırdı. Savaş sonrası yapılan Ayestefenos Antlaşması, Büyük Bulgaristan’ın doğumunu sağlıyordu. Bu düzen her ne kadar Rusların yayılmasına uygun olsa da, İngiltere ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, bu antlaşmadan memnun kalmadılar ve 1878 yılında yapılan Berlin Antlaşması ile Büyük Bulgaristan’ı yaratan Ayestefenos geçersiz kabul edildi. Berlin Antlaşması ile oluşan yeni durum kimseyi memnun etmemişti. Balkan Slavları aradıklarını bulamamış, Rusya istediği kadar güçlü bir Slav devleti kuramamış, Avusturya tam anlamıyla 26

Eflak ile Boğdan’ın birleşmesi ve Sırbistan’a verilen ayrıcalıkların arttırılması, Avrupalı devletlerin Osmanlı’nın içişlerine karışması sonucu gerçekleşen değişikliklerdir. Ayrıca, 1857 yılında Osmanlı Devleti sınırları içinde 2000’in üzerinde misyoner okulu faaliyet gösteriyordu. Tüm bu gelişmeler Osmanlıyı parçalama planının çok boyutlu olduğunu gösteriyor.

30


Bosna-Hersek’i sınırları içine katamamıştı. İngiltere ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ise Osmanlının toprak bütünlüğünü koruma politikasını, Berlin Antlaşması ile bırakmıştır. Görüldüğü üzere, Berlin Antlaşması, pastada istenilen bölüşümü sağlayamamış, sorunu geleceğe taşımış, bu anlamda Balkan Savaşları’nın ve 1. Dünya Savaşı’nın temelini oluşturmuştur.27

Daha da vahim olanı, antlaşmayı imzalayan devletler de bölgede bir istikrar ve barış ortamını sağlamadıklarını iyi biliyorlardı. Perdenin arkasındaki amacı, İstanbullu bir gazeteci olan Aram Andonyan 1913’te şöyle açıklıyor: “Kongreye katılan devletler, özellikle İngiltere ile Avusturya -Avusturya’nın arkasında da Almanya- gelecekte barışı ve hakkı korumaktan ziyade Ayastefenos antlaşmasını tahrip etmek için toplanmışlardı Berlin’de. (…) Nitekim bütün bir ay süren müzakereler boyunca, bu gaye için çalıştılar: Düzelttiler, kesip biçtiler, durup dinlenmeden değiştirdiler; ne incesine baktılar, ne yarının sakıncalarından çekindiler. Berlin antlaşması karanlık ve karışık bir gelecek vaat ediyordu. Fakat böyle karanlık ve karışık bir gelecek, çıkar birliği yapan devletlerin Doğu’da giriştiği avcılık için en uygun ortam değil miydi? Osmanlı İmparatorluğunu yağmalamak fikri hepsini büyülüyordu. Yağmaya niyetlenenler içinse, karanlık ve bulanık bir ortamdan daha yararlı ne olabilirdi?” 28

Yukarıda bahsedilen karanlık ve karışık gelecek, kısa bir süre sonra Osmanlı’nın üzerine kâbus gibi çöktü. Osmanlıdan bir bir ayrılan genç devletler, hedeflerinin

27

Oral Sander, Siyasi Tarih, 1. Dünya Savaşı’nın sonundan 1980’e kadar, İmge Yayınları, Ankara–1989, say:225–226

28

Aram ANDONYAN, Balkan Savaşları, Rumeli Yağmalanan İmparatorluk, Mahmut Şevket Paşa, Hafız Hakkı Paşa, Örgün Yayınevi, 2009- İstanbul, say:353

31


önündeki seti yıkmak istiyorlardı. Bunun için aralarındaki anlaşmazlıkları ve çatışmaları bir tarafa bırakıp ortak tehlike olan Osmanlıya karşı birleşmişlerdi. 1912 ve 1913 yılları arasında süren Balkan Savaşları, Osmanlının Balkanlardaki son toprağı olan Arnavutluk ile Makedonya’nın paylaşılma mücadelesiydi. Genç Balkan devletlerinin, Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkanlarda kalan son topraklarını paylaşma isteği, Berlin Antlaşmasının 23. maddesinde belirtilen reformlara29 ve “milliyetler ilkesine” dayandırılıyordu. Her halkın özgün yapısından dolayı “bağımsız devlet kurma” veya “idari otonomiye sahip olma” hakkı olarak tanımlanabilecek olan milliyetler ilkesi, Balkan devletleri ve arkalarındaki büyük Avrupalı devletlerin elinde politik bir enstrümana dönüşmüştü. Osmanlının Balkanizasyonu, hep aynı senaryo üzerinden oynanıyordu: Yerel Hıristiyan halkın ayaklanması, onu bastırmak isteyen Osmanlıya Avrupalı büyük devletlerin müdahalesi ve bir uluslararası antlaşma ile bu yerel halka siyasal hakların verilmesi… Bulgaristan, Yunanistan, Sırbistan ve Karadağ ortak cephesi, bu duygularla 1912’de Osmanlıya saldırdı. Edirne ve Kırklareli dâhil Osmanlı’nın tüm Balkan toprakları elinden çıkmıştı. 1. Balkan Savaşı ile Arnavutluk ve Makedonya topraklarının; Sırbistan, Karadağ, Bulgaristan ve Yunanistan tarafından ele geçirilmesi tarafları memnun etmedi. Ayestefenos Antlaşması’nda öngörülen Büyük Bulgaristan hedefine ulaşamayan Bulgaristan’ın diğer devletlere saldırması sonucu 2. Balkan savaşı başladı.

Osmanlı, bu savaşlarla Balkanlara veda ediyor; savaşı

sonlandıran Bükreş Antlaşması ise, Osmanlının Balkan topraklarındaki 500 yıllık hâkimiyetini yıkıyordu. Balkanizasyon, imparatorluğun batı yakasında istediğini almıştı ve şimdi sıra başkent İstanbul, Anadolu ve Ortadoğu’daydı. 29

İdari otonomi, Belçikalı ya da İsviçreli genel valiler, seçimle gelen vilayet parlamentosu, jandarma kuvveti, serbest eğitim, vilayet milis kuvveti gibi haklar, Ayestefenos Antlaşması’nın 23. maddesinde düzenlenmiş ve 30 yıl sonra Balkan Savaşlarının görünürdeki hukuki dayanağını oluşturmuştu.

32


Osmanlının Balkanlaşması ile bir millet Balkan topraklarından atıldı. 1914’te başlayan ve 1918’de bitecek olan 1. Dünya Savaşı ise o milleti Anadolu’dan atma planının uygulandığı, Türk milleti için “tamam mı devam mı” niteliğindeki büyük maçın başlangıcıydı. “Bir komşunun ağzını tekrar tekrar sulandıran şey bomboş kaynaklar ve şu andaki sahibinin bunları yapmaktan aciz olduğunun farkına varmasıdır. Doğanın boşluktan nefret etmesiyle ilgili eski bir inanış vardır. Bu nedenle Türk mirasına olan susuzluk giderilmedikçe bu boşluk asla yok olamayacaktır ve bu susuzluk ancak savaş yoluyla giderilebilir. Hali hazırdaki çatışmalar zaten bu susuzluğu gidermek için ortaya çıktı. Bu nedenden eğer savaş Türkiye’nin bölünmesini sağlamazsa er ya da geç aynı büyüklükteki bir başka savaşın gelmesi kaçınılmazdır.”30 Savaş muhabiri Rus Vladimir Jabotinsky, 1916 yılında bu tespiti yaptıktan iki yıl sonra Dünya Savaşı sona erecek; savaştan yenik ve tam anlamıyla bitmiş olarak çıkan Osmanlının eline ölüm fermanı verilecekti.

19. yüzyılın sonlarına doğru Avrupa’da yaşanan cepheleşme, Osmanlının paylaşılması konusunda keskinleşti. Paylaşım mücadelesinin bir tarafını Almanya, Avusturya-Macaristan ve İtalya’nın oluşturduğu İttifak devletleri; diğer tarafını ise İngiltere, Fransa ve Rusya’nın oluşturduğu İtilaf devletleri temsil ediyordu. Balkan Savaşları sonucunda büyük toprak kaybının yanı sıra onuru da incinen Osmanlının yeniden dirilişi, yönetimdeki İttihatçılara göre Almanya’nın yanında savaşa katılmaya

30

Vladimir Jabotinsky’den alıntı Av. Hüseyin Özbek, İstanbul Barosu’nun düzenlediği “Lozan’ın Anlam ve Önemi” adlı konferanstaki konuşmasından, 20 Temmuz 2007, İstanbul Barosu Yayınları.

33


bağlıydı. Sonunda İttihatçıların istediği oldu ve Alman menşeli bir “cihad” ilanıyla Osmanlı, İtilaf devletlerine karşı savaşa girdi.31

Emperyalist

devletlerin

amacı

belliydi

ve

İmparatorluğun

ölümü

artık

ertelenemezdi. Şimdiye kadar yaşaması da zaten Avrupalı devletlerin iç çekişmelerine bağlanıyordu: “Osmanlı İmparatorluğu’nun varlığını 1699’dan 1922’ye kadar sürdürebilmesi, milli çıkarları onu yıkmayı gerektiren ama söz konusu yıkımın başkasına (rakiplerine) yararlı olmasından korkan ve mirasın paylaşımı konusunda aralarında anlaşmaya varamadıkları için Osmanlı’yı yapay olarak hayatta tutanların eseri olmuştur.”

32

Balkanlarda başlayan çözülme sürecine geniş boyutta bakmamızı

sağlayan Anıl ÇEÇEN, emperyalist planı şu şekilde özetliyor: “Balkan bölgesinde başlayan küçük devletlere bölünme süreci Balkanizasyon olarak Balkanlardan Anadolu ve Kafkasya’ya taşınacak, daha sonraları da Orta Doğu’da cemaatleri ve etnik grupları esas alan eyalet devletçiklerin oluşturularak İstanbul’a bağlanmaları ile plan tamamlanacaktı.”33 Bu planın en önemli parçası olan Çanakkale geçilseydi, başkent İstanbul daha önceden işgal edilmiş olacak; cemaatler ve etnik grupların temel alındığı küçük devletlerin İstanbul’a bağlanmaları sağlanacaktı.

31

Osmanlının, I. Dünya Savaşı’nda Almanya’nın yanında yer alma süreci, çalışmamızın konusu olmadığı için kaleme alınmamıştır. Konuyla ilgili detaylı ve yararlı bilgilere Cengiz Özakıncı’nın “Türkiye’nin Siyasi İntiharı Yeni-Osmanlı Tuzağı” adlı eserinden ulaşabilirsiniz. 32

Jean-Paul Roux, Türklerin Tarihi adlı eserden aktaran: Bozkurt Güvenç, Türk Kimliği, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, 1994-Ankara, say:227. 33

Anıl ÇEÇEN, Sevr Kıskacında Türkiye- Makale, İbrahim Sadi Öztürk, Sevr Antlaşması Tam Metin, Fark Yayınları, 2. Baskı, Ankara–2007, say:269.

34


Çanakkale’de oyunları tutmayan İtilaf devletleri, savaşın sonunda Osmanlı İmparatorluğu’nun ipini çektiler. Sevr Antlaşması ile Osmanlı Devleti tarih sahnesinden silinmiş oluyordu. “Halkların eşit hakları” deyimiyle ülkeyi parçalayan güçler; kendilerince Türk olmayan bölgeleri Avrupa devletlerinin nüfuz alanı olarak görüyorlardı.34

Sevr Antlaşması35 ile Osmanlı İmparatorluğu’nun, soy, din, dil esasına göre küçük topluluklara ayrılması ve ortaya çıkan her bir etnik yapı için Batılılar tarafından bir mandater atanması, hukuki dayanak olarak sunulan “halkların eşit hakları” ilkesinin emperyalizm için sadece bir maşa olduğu gerçeğini gözler önüne sermektedir.36

Osmanlı beyliğini imparatorluk düzeyine çıkaran Balkanlar, Osmanlının sonunu getirmişti. Hikâye başladığı yerde bitmişti. Birinci Dünya Savaşı sadece Osmanlı İmparatorluğu’nun sonunu getirmemiş; Habsburg, Hohenzollern ve Romanov İmparatorlukları da tarihteki yerlerini almışlardı. Bir devir sona ermiş; merkezi imparatorluklar çağı kapanmıştı.

34

Paul C. Helmreich, Sevr Entrikaları adlı eserinden aktaran: Nadim MACİT, Sevr Entrikası adlı makale, İbrahim Sadi Öztürk, Sevr Antlaşması Tam Metin, Fark Yayınları, 2. Baskı, Ankara–2007, say:279. 35

Sevr Antlaşması’nın tüm maddelerini ve içeriğini, İbrahim Sadi Öztürk’ün hazırladığı ve konusunda uzman kişilerin makaleleri ile zenginleştirilmiş olan “Sevr Antlaşması Tam Metin” adlı kitapta bulabilirsiniz. (Fark Yayınları-Yayın yılı:2007) 36

Fransa’nın küçük bir kasabası olan Sevr’de imzalanan 433 maddelik “Sevr Antlaşması” büyük bir imparatorluğu böyle yıkıyordu. Sevr ile 1- Osmanlı İmparatorluğu’nun soy, din, dil esasına dayalı olarak küçük topluluklara ayrılması; ortaya çıkan her bir topluluk için Batılılar tarafından “mandater” (koruyucu- idareci) atanması, 2- İstanbul ve boğazlar bölgesinde, emperyalist devletlerin ortak yönetiminde olan yeni bir devlet kurulması, 3- Kapitülasyonların genişletilmesi, 4- İşgal giderlerinin Osmanlı devleti tarafından karşılanması; ülkenin müttefik güçler tarafından paylaşılması, 5- Yabancı eğitim kurumlarının istediği dilde eğitim verebilmesi, dini konularda sınırsız eğitim hakkına sahip olması, düzenlenmekteydi.

35


C- İKİNCİ KUŞAK BALKANİZASYON SÜRECİ

1- SON TANGO:

1990 Dünya Basketbol Şampiyonası, yer Arjantin… Yugoslav Basketbol Milli Takımı, kadrosundaki farklı etnik kökenli oyuncularla birlikte büyük bir başarıya imza atıyor ve dünya şampiyonu oluyordu. Maçın sona ermesi ile birlikte tüm takım, kenetlenmiş bir şekilde başarılarının tadını çıkarıyordu. O sırada seyircilerden biri elinde Hırvat bayrağı ile birlikte parkeye inip oyuncuların arasına karıştı. Sırp asıllı ünlü oyuncu Vlade Divac, sinirli bir şekilde taraftarın elindeki bayrağı aldı. Divac’a göre bu zafer sadece Hırvatların veya Sırpların değildi, zafer Yugoslavya’nındı. Yıllar sonra olayla ilgili görüşü sorulan Divac: “O gün orada Sırp bayrağı da olsa aynısını yapardım,” dedi. Zafere gölge düşmüştü bir kere. Divac’ın Hırvat bayrağına tepkisi, takım arkadaşı Hırvat kökenli Drazen Petrovic ile aralarının açılmasına neden olmuş; Drazen’in Almanya’da bir trafik kazası sonucu hayatını kaybettiği 1993 yılına kadar küslükleri devam etmişti. İki yakın dost, bir daha barışma imkânı bulamayacaktı. Takım kendi içinde parçalanmış; uzun yıllar beraberce ter döktükleri Yugoslavya forması artık sahipsiz kalmıştı. Divac, tepkisinden dolayı Sırbistan’da kahraman, Hırvatistan’da ise düşman ilan edildi. Aynı dönemde Balkanların kara yazgısı yeniden hortlamıştı. Kimin kahraman, kimin vatan haini olduğu birbirine karışmıştı. Etnik milliyetçilik tekrar başroldeydi. Yaklaşık on yıl sürecek olan savaş, dünyanın gözü önünde yüz binlerce insanın ölmesine, milyonlarca insanın da yerini yurdunu terk etmek zorunda kalmasına yol açacaktı.

36


1990 Arjantin Dünya Basketbol Şampiyonası, sadece Yugoslavya’nın son dünya şampiyonluğuna değil; aynı zamanda ülke içi etnik kökenli rahatsızlıkların dışa vurulmasına sahne olmuştu. O maça şahit olanlar; Arjantin’de Yugoslavya’nın son tangosunu oynadığını nereden bileceklerdi ki?

Balkanizasyonun dünya tarihindeki ikinci örneği, 1990’larda yine Balkan topraklarında yaşandı. Tito önderliğinde, Balkan uluslarının ulusal kimliklerini aşan ve bunun yerine daha geniş bir kimliği (Yugoslav) benimsemeleri projesi, Tito’nun ölümüyle diğer ulusları Sırplaştırma politikasına dönüştü. Dünya arenasının gözü önünde yaşanan büyük kıyımlarla Yugoslavya dağıldı. Brzezinski’nin ifadesi ile “Balkanlar, Soğuk Savaş’ın sona ermesi ile birlikte, küresel üstünlük mücadelesinin yaşandığı bir satranç tahtası durumundaydı.” Balkanlarda satranç kanlı bitti.

İkinci kuşak Balkanizasyon olarak isimlendirdiğimiz bu süreci iyi anlayabilmemiz için parçalanma öncesine yani Tito dönemi Yugoslavya’sına gitmemiz gerekmektedir.

2- TİTO DÖNEMİ:

1945 yılından 1980’e kadar Yugoslavya’yı yöneten Tito, ülkesinin bir uluslar parkı olduğunu iyi biliyordu. Yugoslavya’yı oluşturan ulusların arasında oluşabilecek herhangi bir etnik kıvılcımın, ülkeyi yakabileceğini düşünen Tito, ülkede tüm ulus fikirlerinin üstünde olan Yugoslav kimliğini oluşturmak istedi.

37


Güney Slav Ulusu ( Yugoslav Ulusu) oluşturma hedefine, ülkeyi oluşturan ulusların benzerliklerine vurgu yapılması yoluyla değil; uluslara daha fazla özerklik ve eşitlik sağlanmasıyla ulaşılmaya çalışıldı.

Tito önderliğindeki 6 cumhuriyetli, 2 özerk bölgeli federal yapı, ülke içinde farklı milliyetçi akımların diri kalmasına izin veriyordu. Yugoslavya’nın içinde yer alan milliyetçi akımların her biri farklı nitelikteydi. “Sırp milliyetçiliği ülke genelinde hâkimiyet kurmayı, Hırvat ve Sloven milliyetçileri ise federasyondan ayrılmayı planlıyorlardı. Makedon milliyetçiliği, içeride Sırplara ve Arnavutlara, dışarıda Yunanistan’a karşı varlığını kanıtlama çabasındaydı. Kosova Arnavutları, Arnavutlukla birleşmeyi amaçlarken, Bosna Müslümanları ise ayrı bir ulus kimliği mücadelesi veriyorlardı.”37

Tüm bu milliyetçi hedefler içinde Tito, 35 yıl sürecek olan Yugoslavya rüyasını Balkanlarda gerçekleştirdi.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında doğan “Tito Yugoslavya”sı köklerini, savaş yıllarındaki mücadelesinden aldı. Komünist Partizanların önderliğinde verilen mücadele, savaşın sonunda Sosyalist Yugoslavya’nın oluşmasına yol açtı. Tito, devrimi anlatırken iç dinamiklerin önemini özellikle çiziyor: “Biz kopya çekmek yerine kendi devrim birikimimize baktık; tarihsel kökleri, hatta hanedanın Güney Slavya’yı birleştiren katkısını bile olumlu karşıladık. İkinci Dünya Savaşı başladığında millete

37

Dr. İrfan Kaya ÜLGER, Yugoslavya Neden Parçalandı? Balkan Dramının Perde Arkası, Seçkin Yayınları, Ankara– 2003, say:86.

38


bağımsızlık fikrimizi kavrattık ve insanlar beş köşeli yıldız taşıyan birliklerin kendilerini dinsizleştirmek veya geleneklerinden koparmak niyetinde olmadıklarını, tam tersine mücadele ederek yabancı zulmüne karşı savaşma azminde olduklarını gördü.”38

Savaş süresince öz güçleri ile hem İtalya ve Almanya’ya karşı hem de ülke içindeki ırkçı yapılara karşı savaşan Tito liderliğindeki Partizanlar, kurulan yeni devletin, Kızıl Ordu tehdidi altındaki diğer Doğu Avrupa devletleri gibi Sovyetler tarafından şekillendirilmesini önlemiş oldular.

Tito Yugoslavya’sında oluşturulan sosyalist sistem, her ne kadar başlarda Sovyet uygulamalarının örnek alınması temeline dayandırılmışsa da, kısa bir süre sonra Tito, “Yugoslav modeli sosyalizm”i hayata geçirmeye başladı.39

İkinci Dünya Savaşı sonrası oluşan ABD-SSCB eksenli dünyada, üçüncü bir yol yaratan Yugoslavya, karizmatik lideri Tito ile bünyesindeki farklı ulusları bir arada tutabiliyordu. Yugoslavya’ya yön veren diğer esaslar ise şunlardı: Sosyalist piyasa ekonomisi, öz yönetim, federalizm, bağlantısız dış politika ve 1941 Kulubü ( Partizan Hareketi).”

40

Tito Yugoslavya’sındaki farklı milletleri uzun yıllar bir arada tutmayı

sağlayan bu etkenler, aynı zamanda kendi içlerinde etnik ayrışımı derinleştiriyordu.

38

Teoman ALİLİ, Yugoslavya Dersleri, Kaynak Yayınları, 2. Basım, İstanbul- Aralık- 2010, say: 27–28. Yugoslavya’da 1945 ile 1948 arasında süren Sovyet rüzgârı, kilit sektörlerin ( hizmet, bankacılık, sigorta, ulaşım, enerji v.b.) devletleştirilmesine yol açtı. Bu durum Yugoslavya’nın, SSCB kontrolündeki Kominform’dan (Komünist partiler arasında işbirliğini sağlayan enformasyon bürosu) ihraç edildiği 1948’e kadar devam etti. Ayrıca; Yugoslavya’da Stalinist politikaların sürdüğü dönemde, dine karşı tavır alınmış; Katolik kiliseler yıkılmıştır. İslamiyet ise o süreçte geri kalmış Asya tipi bir din olarak nitelendirilmiştir. Stalin etkisindeki Yugoslavya, idari anlamda merkeziyetçiliği esas alan politikalar sergilemiştir. 39

40

Heidi H. Hobs. “Whither Yugoslavia- The Death of a Nation” dan aktaran: ÜLGER, a.g.e., say:53.

39


Soğuk Savaş dünyasında, kendisine üçüncü bir yol yaratan ve bu yol ile birçok ülkeye de örnek olan Yugoslavya, liderinin 1980’de ölmesi ile birlikte etnik rekabetin gerçek yüzüyle tekrar karşılaştı. Osmanlı’nın yaşadığı “Pax Otomana” çelişkisini, şimdi de “Pax Yugoslavian” ile Balkanlar yaşıyordu.

Sovyet etkisinden sıyrılmak isteyen Tito, yeni kurulan ülkenin ancak etnik grupların dengesi üzerinde yaşayabileceğini düşünüyordu. Slovenya dışındaki cumhuriyetlerin hiçbiri, etnik olarak homojen bir yapıya sahip değildi. Sırplar, Hırvatlar, Arnavutlar ve Müslümanlar, çoğunluk oldukları bir cumhuriyetin dışında hemen hemen bütün cumhuriyetlerde azınlık konumundaydılar. Cumhuriyetin tek ulusun milli varlığına dayanmayan yapısı, milli olmayan bir “birlik ve beraberliğe” imkân sağlıyordu. Yugoslavya’da, bu birimlerin her birine menfaat sağlayarak bütün halkların uzlaştırmaya çalışılması düşünülüyordu.41

Tito’nun yaratmak istediği, milletler üstü yapı olan Yugoslav kimliği, kendini federal yapıda kurumlaştırabildi. Federal yapı, cumhuriyetlerin içindeki egemen grupların, azınlıklar üzerindeki baskısını kırabilecek merkezi kontrolü simgeliyordu.

1953 yılında cumhuriyetlere tanınan siyasi ve ekonomik konularda karar alma ve bu kararları uygulama yetkisi, Stalin sosyalizminden, Tito sosyalizmine geçişin önemli bir basamağını oluşturur. İdari merkeziyetçilikten uzaklaşmanın hukuki dayanaklarından önce ekonomik sebepleri vardı. Yugoslav modeli sosyalizmin kendine özgü özelliği olan “özyönetim” kurumu da 1950’de bu ruhla oluşturuldu. Özyönetim sistemi ile 41

Yard. Doç. Dr. Nesrin KENAR, Yugoslavya- Bir Dönemin Perde Arkası, Palme Yayınları, Ankara–2005, say:72.

40


işletmelerin yönetimi, işçilerin oluşturduğu işçi konseylerine bırakıldı. Bu sistemin söylemi de belliydi: “Fabrikalar işçilerin, toprak köylülerin…” Özyönetim sistemi ile birlikte belirli pazar alanlarına sınırlı otonomi verilmiş; artan üretim, gelişen bir iç pazar yaratmıştır. Yugoslav modeli sosyalizmin, kapalılığa dayanmaması, ülke ekonomisinin “pazar sosyalizmi” adıyla anılan karma bir yapıya kavuşmasına neden oldu. Yugoslav sosyalizmi; hızlı büyüyen, canlı bir ekonomi meydana getirdi. Sovyet Bloku’nun yanı sıra, Batı ülkeleri ve Bağlantısızlar Hareketi üyesi ülkelerle yaptıkları ticaret, Yugoslavya’ya çok seçenekli gelir kaynaklarını sunuyordu. Bu yüzden Yugoslavya, Sovyet Bloku üye devletlere ve gelişmekte olan ülkelere göre çok daha gelişmiş bir ekonomiye sahipti.

3- YUGOSLAV BARIŞINDAN ETNİK BUNALIMA: (YUGOSLAVYA’NIN ÇIKMAZI VE PARÇALANMA)

Ekonomideki gelişmişliğin verdiği mutluluk ve güven ortamı, farklı etnik grupların çatışmalarını da önleyen önemli bir etkendir. Yugoslavya’nın dışa açık ekonomik anlayışı, Batı’nın ülkeye yaptığı yardımlar ve Avrupa’ya giden Yugoslav işçilerin birikimlerini kendi cumhuriyetlerine aktarması, ekonomik gelişimin diğer sebepleridir. Bütün bu etkenler doğal olarak Yugoslavya’daki etnik gerginliklere kısa süreli de olsa sünger çekilmesine neden olmuştu. Yugoslavya’nın merkeziyetçi olmayan ekonomi politikası, kısa bir süre sonra bölgeler arası ekonomik uçurumu oluşturacaktı. Ekonomik farklılıkların, etnik kavgalara davetiye çıkarması ise kaçınılmazdı.

41


Özyönetim ve pazar sosyalizmi, her ne kadar sosyalizmde yeni bir anlayış gibi gözükse de, Yugoslavya’yı adem-i merkeziyetçi bir yapılanmaya götürüyordu. Ekonomik ve sosyal gelişimleri diğer cumhuriyetlere göre çok daha fazla olan Hırvatistan ve Slovenya, merkeziyetçi ekonomik yapıdan şikâyet ederken, Sırplar da Hırvat ve Sloven gelişimine katkı sağlayan ekonomik reformlardan memnun değildiler.

Cumhuriyetler içinde ülke genelinden ayrı ekonomik pazarların oluşması, Tito’nun “Birlik ve Kardeşlik” sloganlarının arka plana atılmasına neden oluyordu. Kendine yeten ekonomilere sahip cumhuriyetler, Yugoslav kimliğinden kopup milli kimliklerine kavuşma fikirlerini canlı tuttular. Ekonomideki liberalleşme, siyasal liberalleşmeyi de beraberinde getirdi. 1974 Anayasası, siyasal liberalizmin, Yugoslavya’daki en önemli dayanağıdır. Kabul edilen anayasa ile Cumhuriyetlere kendi geleceğini tayin etme hakkı ve ayrılma hakkı tanınmış oldu.42 Ayrıca; Sırbistan’a bağlı Kosova ve Voyvodina özerk bölgeleri Cumhuriyetlerle aynı haklara sahip olmuşlar, federal düzeyde karar alma sürecine katılma olanağını yakalamışlardı.

Tito, adem-i merkeziyetçi yapılanma ile Cumhuriyetlere daha fazla hak sunarken, federe Cumhuriyetleri etnik çatışmadan uzak tutmayı düşünmüştü. Yapılan adem-i merkeziyetçi reformlar ise bu düşüncenin aksine federal bağları ortadan kaldırıyor, Cumhuriyetlerde

milliyetçi

eğilimlerin

ortaya

çıkmasına

neden

oluyordu.

Konfederasyona dönüştürülmüş federal yapı, Cumhuriyetlerin kendi çıkarlarının Yugoslavya genelinin önüne geçmesine neden oldu. Devlet yapısının içinde

42

Self determinasyon (kendi geleceğini tayin etme hakkı) ve ayrılma hakkının Cumhuriyetler içindeki etnik grupları da kapsayıp kapsamadığı sorunu, 1990’larda tartışma konusu olacaktı.

42


barındırdığı çelişki, kimi zaman organlarının da sağlıklı çalışmasını engelliyordu. Tito 1974’te yasamanın daha katılımcı hale getirilmesi amacıyla, yasa taslağının resmiyete dönüştürülmesi için federe devletlere onay ve veto yetkisi tanımıştır. Bu dönemden sonra federe devletler hem daha otonom bir hale dönüşürken, hem de bazı önemli federal yasaların onaylanmasında siyasal tıkanmalar yaşanmıştır.43

Siyasi ve ekonomik gelişmeler, Yugoslavya’da farklı sebeplere dayanan, farklı milliyetçi akımların doğmasına neden oldu. Hırvatistan ve Slovenya, geri kalmış bölgelerin kendisine yük olduğunu düşünerek ayrılıkçı milliyetçiliği öne sürerken, Kosova ve Makedonya gibi geri kalmış bölgeler ekonomik sıkıntılardan beslenen milliyetçiliğe sarıldılar. Tüm bunların ötesinde, tarihten gelen anlayışlarıyla ülkeye egemen olma ve ülkenin parçalanmasını önlemeyi kendisine bayrak yapmış Sırp milliyetçiliği,

Tito’nun

ölümüyle

Yugoslavya’yı

uçuruma

sürüklüyordu.

Yugoslavya’nın çıkmazı; federalizm içinde Konfederatif uygulamalara ve sosyalizm içinde piyasa ekonomisine yer vererek milliyetçiliğin ekonomik zeminini yine kendisinin yaratmasıydı. Sosyalist bir ülkeyi, piyasa ekonomisine dönüştürme çabası ve böylece Cumhuriyet içi milliyetçi eğilimlerin artması, Yugoslavya’nın parçalanmasında büyük rol oynadı. Bu durumu Slovenya Cumhuriyeti’nin İngiltere ve İrlanda Büyükelçiliğini de yapmış olan Susan Woodword şöyle açıklıyor:

“Yugoslavya çatışması tarihsel düşmanlıkların sonucu ya da komünizm öncesine bir dönüş değil, bir sosyalist ülkeyi piyasa ekonomisi ve demokrasiye dönüştürme politikasının sonucudur. Bu başarısızlığın yaşamsal bir öğesi, büyük ölçüde dış borç 43

Cüneyt Yenigün- Ümit Hacıoğlu, Bosna-Hersek: Batı’nın Güvenini Kaybettiği Medeniyet- Makale, Dünya Çatışmaları adlı kitaptan, Nobel yayın Dağıtım, Ankara–2010, say:675.

43


krizini çözmeyi amaçlayan bir programın neden olduğu ekonomik çöküştür… Merkezi ve bölgesel yönetimler arasında ekonomik kaynaklar ve borç geri ödemesi paketlerinden oluşan ekonomik ve politik reformlarla ilgili anlaşmazlıklar,

anayasal

anlaşmazlıklara

ve

sonra

da

olağan politik

uzlaşmak

istemeyen

politikacıların kendi aralarındaki bir devlet krizine dönüştü… Cumhuriyetlerin liderleri federal anlaşmazlıklarda pazarlık gücünü kazanmak için halk desteği peşinde koşarken, milliyetçiliği kullandılar.”44

Cumhuriyetler

arasındaki ekonomik uçurum,

IMF’nin dayattığı kurumsal

merkezileşme ile birlikte tüm yükü, gelişmiş cumhuriyetlerin sırtına yüklüyordu. IMF’nin bu reçetesi, Yugoslavya’nın konfederasyona dönüşmüş federal yapısına son vermeyi gerekli kılıyordu. Aksi takdirde, bölgesel ekonomik eşitsizlikler Slovenya ve Hırvatistan’ı büyük yükün altına sokuyordu. Dünya, Balkanlaşmanın başarılı bir uygulamasına, kısa bir süre sonra ikinci kez tanıklık edecekti.

Balkanların etnik ve dinsel yapısı, tarih boyunca kültürel, ekonomik ve siyasi hayatı daima şekillendirmiştir. Yugoslavya örneği de 1974 Anayasası ile bu tespiti gerçek kılmıştır. Tito’nun sağladığı etnik gruplar arasındaki hassas denge, 1974 Anayasası’nın yürürlüğe girmesi ile sallanmaya başlamıştır. Bu sarsıntı, 1990 yılında yıkıma neden olacak sürecin fitilini ateşlemişti. Sırbistan, federal sistemin “merkezi” özelliğini yeniden hayata geçirmek isterken; Hırvat ve Sloven yönetimleri, merkezileşmekten uzak daha özgürlükçü bir yapıya sahip olmak istiyorlardı. Yugoslav Komünistler 44

Susan Woodword, The Balkan Tragedy- Avrupa Araştırmaları Merkezinde Yapılan Konuşma, Londra–21 Kasım 2000, Alıntı: Vassilis K. Fouskas, Balkanlar-Ortadoğu- Kafkasya, Soğuk Savaş Sonrası ABD Politikaları, çev: Ali Çakıroğlu, Aykırı Araştırma Yayınları, say:60.

44


Birliği’nin 14. Olağanüstü Kongresi’nde açıkça su yüzüne çıkan Cumhuriyetler arası çekişme, kısa zamanda Cumhuriyetlerin uygulamalarına da yansıdı. 1989 yılında Sırbistan kendi anayasasında değişiklik yaparak, Kosova ve Voyvodina özerk bölgelerinin, federal sistemde sahip olduğu tüm hakları geri aldı.45 Sırbistan’ın bir tür “iç mesele” olarak sunduğu bu anayasal değişiklik, Hırvatistan’ın ve Slovenya’nın büyük tepkisine yol açtı. Bir süre sonra Hırvatlar ve Slovenler çok partili seçime gitme kararı aldı; ayrıca Slovenya, kendi geleceğini Slovenya Meclisi’nin belirleyebileceğine ilişkin anayasasında değişiklik yaptı. Artık federasyonun işlevi kalmamış ve beklenen kopuş, Hırvatistan’ın ve Slovenya’nın bağımsızlıklarını ilan etmesiyle gerçekleşmişti.

Başta Avrupa Topluluğu olmak üzere Batı dünyası, federasyondan kopuşları, “tanıma” yoluyla meşrulaştırdı. Zaten Hırvat ve Sloven ayrılıkçılığının arkasında Batı dünyasının olması Yugoslavya’nın ölümünü hızlandırmıştı.46 Hırvatların Katolik oluşu, arkalarındaki Vatikan ve Almanya desteğini perçinledi. Almanya’nın Balkanlarda etkinliğini kırmak isteyen İngiltere ve Fransa ise Sırplara sınırlı ölçülerde yardımcı oldular. Sırpların arkasındaki tarihi destekçisi Rusya ise çözüm olarak “Slav Birliği”ni ortaya koyuyordu. Büyük devletlerin, Soğuk Savaş sonrası dengeleri yeniden kendi çıkarlarına dönüştürme savaşı, Yugoslav halklarının etnik savaşı üzerinden yapıldı. Kaybeden yine Balkanlardı…

45

Özerk bölgelerin; federal sistemdeki onay/veto hakkı, ekonomi alanında karar verme yetkileri, kendi güvenlik birimini oluşturma hakları ellerinden alındı. 46

Yugoslavya krizinde Avrupa ülkeleri kendi aralarında ortak bir tavır sergileyememişlerdir. Bir yandan kendi içinde farklı etnik unsurları barındıran Avrupalı ülkeler, Yugoslavya’nın toprak bütünlüğünü savunurken, diğer bazı ülkeler self-determinasyon hakkı temelinde bağımsızlığını ilan eden devletleri tanıma yoluna gittiler.

45


Tito’nun ölümünden sonra alevlenen milliyetçilik duyguları, aslında hiçbir zaman sönmemişti.

Ülkenin

federatif

yapısı,

“de

facto”

olarak

konfederasyona

dönüştüğünden, federal bağlar çürümüştü. Tito döneminde açığa çıkamayan milliyetçi duygular, bunları kullanan siyasetçilerin yönlendirmeleriyle iç savaşın yaşanmasına neden oldu.47

Yugoslavya’nın parçalanması kaçınılmazdı. İlk olarak; Slovenya, Hırvatistan, Bosna-Hersek ve Makedonya, ardından Sırbistan ve Karadağ federasyondan ayrıldı. Balkanlaşma, Cumhuriyetlerin bağımsızlık ilanlarından önce federasyonun lokomotifi işlevindeki orduda yaşandı. “Yugoslav Halk Ordusu” olarak isimlendirilen silahlı kuvvetler, kendi içinde etnik temelli olarak parçalandı.48 Ordu içinde örgütlenen bu etnik yapılar, uluslar arası aktörlerin takındığı üç maymun tavrının sağladığı uygun ortamda, etnik temizliğe giriştiler. Hâlbuki Yugoslavya, 2. Dünya Savaşı’nda, etnik çetelere karşı verdiği mücadele üzerine doğmuştu. Yugoslavya isminin tarihe karışmasına da yine aynı faşist çeteler sebep olmuştur.

Yugoslavya’nın bütünlüğünü koruyamayacağına kanaat getiren Avrupa Topluluğu, kurduğu bir komisyon aracılığıyla, bağımsızlığını ilan eden Cumhuriyetleri tanıdı. Böylece Yugoslavya’nın parçalanması uluslar arası alanda meşruiyet kazandı. Batı dünyası, bağımsızlıklarını ilan eden Cumhuriyetleri tanıma yoluna gitse de, sağlanan bu

47

“Yugoslavya’da Tito döneminde sağlanan totaliter rejim, etnik milliyetçiliği ve dini yaşantıyı kısıtlarken, bölgenin jeoekonomik temellerinin totaliter rejim tarafından kontrol altına alınmasıyla, daha önce yaşan çatışmaların jeokültürel ve jeopolitik nedenlerinin gerekçeleri de kontrol altında tutulmuş oluyordu.” Yenigün-Hacıoğlu, a.g.e., say:675. 48

“Yugoslav ordusu içinde Sırplar Çentik, Hırvatlar Uztaşi, Boşnaklar Genç Müslümanlar, Makedonlar Komiti, Arnavutlar UÇK gibi birimler oluşturdular. Arnavut ayrılıkçıların UÇK’sı en gizli kapaklı çalışandı, ama diğerleri bağlı subayların isimlerini bile açıkça dile getiriyorlardı.” ALİLİ, a.g.e., say:51.

46


hukuki durum özellikle Boşnakların acımasızca katledilmesini önleyemedi. İnsanlık tarihinin utanç sayfalarının en önemlilerinden birini oluşturan Boşnak katliamı, iyiniyetli bakış açısıyla bakıldığında bile Batı’nın Yugoslavya hakkındaki bilgisizliğini ve sessizliğini ortaya koyuyor. Bugün dünyada birçok kaynak ise bu iyiniyetli yorumun aksine Batı’nın Yugoslavya’nın parçalanmasındaki etkin rolünü gözler önüne seriyor.49

Batı, Yugoslavya konusunda kendisiyle çelişen tavırlar sergiliyordu. Avrupa Topluluğu tarafından bir yandan Yugoslavya’dan kopan parçalar tanınıyor; diğer yandan Yugoslavya’nın toprak bütünlüğüne saygı ve onu koruma adına Sırpların vahşetine göz yumuluyordu. Ayrıca Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 713 Sayılı kararı ile bölgede uyguladığı silah ambargosu, sadece Boşnakları zor durumda bırakmıştı. Sırpların, dağılan Yugoslav ordusunun elinde bulunan silahlara sahip olması, silah ambargosu sonucu savunmasız kalan Boşnakları “av” konumuna düşürmüştü. Daha sonra Amerikan Kongresi, silah ambargosunun kaldırılması yönünde karar alsa da, bu süreç içinde 20. yüzyılın en büyük savaş suçlarından biri yaşanmıştır.

Birleşmiş Milletler başta olmak üzere tüm dünyanın insan hakları açısından sınıfta kaldığı bu savaş, NATO müdahalesi ile sona ermiş; taraflar (Boşnaklar-HırvatlarSırplar), Amerikalı Richard Halbrook’un aracılığı ile masaya oturmuşlardır. Dayton Barış Antlaşması, savaşı sonlandırsa da, nihai barışı sağlayamamış; Yugoslav balkanlaşmasının Kosova ayağının ve günümüzde Bosna-Hersek’te halen yaşanan etnik buhranın kaynağı olmuştur.

49

Etnik çetelerin, ABD, AB ve İsrail desteği ile silahlandırıldığı ve CIA güdümlü Karadziç komutasındaki Çentik grupların Srebrenitsa katliamını gerçekleştirdiğine ilişkin bilgiler, savaş sonrasında ulusal ve yabancı basında sıklıkla yer aldı.

47


Yugoslav Balkanizasyonun ikinci kanlı oyunu Kosova’da sahnelendi. Sırbistan sınırları içindeki Kosova ve Voyvodina özerk bölgelerinin 1974 Anayasası ile elde ettiği anayasal haklar, bu yapıları anayasal düzeyde Cumhuriyet statüsüne yakınlaştırdı. 74 Anayasası’nın 402. maddesi ile “Kosova’nın eski Yugoslavya anayasasının değiştirilmesi ve ıslahı meselelerinde diğer Cumhuriyetlerle eşit durumda olduğu” hükmü getirilmiştir. Kosova ve Voyvodina’nın anayasada belirlenmiş statüleri dışında birçok yönden Cumhuriyetlerle eşit konuma getirilmesi, Sırbistan Cumhuriyeti içinde otonom özelliklere sahip üç ayrı yapının bulunması anlamına geliyordu. Tito, çok uluslu yapıda yaşanabilecek çatışmayı önlemek adına, Cumhuriyetlere ve özerk bölgelere geniş yetkiler tanısa da, Sırpların Osmanlı döneminden ve 2. Dünya Savaşı’ndan kalan tarihsel travmaları, Sırbistan’ın birer parçası olan Kosova ve Voyvodina’nın federatif haklara sahip olması gerçeği ile birleşince, milliyetçilik kıskacında ciddi bunalımların yaşanılması kaçınılmaz oldu.

Kosova’nın %80’den fazla oranda Müslüman Arnavutlardan oluşması, Sırp hedefi olmasının alt yapısını oluşturur. Yugoslavya’nın ekonomik açıdan en geri bölgesi olan Kosova’da, işsizliğin ve fakirliğin yarattığı toplumsal tepki ile daha fazla özerklik talepleri dile getirilmeye başlandı.50 Sırbistan’ın 1989’da tek taraflı olarak Kosova’nın özerkliğine son vermesi, yaşanacakların habercisiydi. Dayton Barış Antlaşması’nda, Kosova sorununun gündeme bile alınmaması, sorunun uluslararası alanda kan

50

1986’da Sırp Bilim ve Sanatlar Akademisi tarafından hazırlanan memorandumda Tito Yugoslavya’sının Hırvat ve Slovenlerin Sırbistan’ı sömürmek için kurdukları bir düzen olduğu ve Sırbistan’ın birer parçası olan Kosova ve Voyvodina’nın federal birimler haline getirilip Sırbistan’dan koparılmak istendiği vurgulanmış ve gereken tepkinin verilmesi gerektiği sert bir şekilde dile getirilmiştir.

48


dökülmeden çözülmesi şansının kaybedilmesine neden olmuştur. 1995–1999 yılları arasında Sırp kuvvetleri ile Arnavutların UÇK’ sı ( Kosova Kurtuluş Ordusu) arasındaki çarpışmalar yeni bir NATO müdahalesi ile sona erdirildi.

Doksanlı yıllar bitmiş geride yüz binlerce ölü ve yıkılmış hayatlar kalmıştı. Avrupa’nın güney doğusundaki etnik kökenli savaş, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra dünyadaki en kanlı yılların yaşanmasına nende olmuştu. Özellikle Bosna Hersek’te yaşanan kıyımın izleri hâlâ şehirlerde ve bölge insanının hafızalarında duruyor. Uluslar arası aktörlerin ve hukukun, soykırımı ispatlayacak yeterli delil olmadığına ilişkin kararları, yaşanan acıları daha da kalıcı hale getiriyor.51

Soğuk Savaşın ardından Doğu Avrupa’da yaşanan bağımsızlık hareketlerinin Yugoslavya’yı etkilememesi düşünülemezdi. Yugoslavya’da yaşanan bağımsızlıkçı hareketlerin farkı, bir iç sorundan çok uluslar arası nitelikte olmasıydı. Bunun sebebi; yaşanan kanlı savaşların etnik temel üzerinden yürütülmesi sonucu çatışmaların boyutunun derinleşip soykırıma varmasıydı. Sırpların etnik açıdan homojenleştirme amaçlı yaptıkları ülke bütünlüğü savunuculuğu, Yugoslavya’nın içinden yeni bağımsız devletlerin doğmasına neden oldu. Savaşın soykırıma dönüşen boyutta yaşanması, tarafların savaş sonrasında da bir araya gelmelerini engelleyen en önemli etken olarak karşımıza çıkar. Yaşanan bölgesel savaşın, uluslar arası müdahale ile sonuçlandırılması ise savaş sonrası yapının yine uluslar arası oyuncular tarafından belirlenmesine neden oldu. İnsan haklarının açıkça yok sayılmasına ve savaşın etnik temizliğe varacak boyuta 51

Bosna- Hersek’te yaşanan trajedinin boyutları ve uluslar arası hukukun konuyla ilgili yaklaşımını, Gözde Kılıç YAŞIN’ın “Mavi Kelebeğin İzinde Bosna-Hersek” isimli makalesinde bulabilirsiniz. Bağlantı adresi: http://www.21yyte.org/tr/yazi6223-Mavi_Kelebegin_Izinde_Bosna_Hersek.html. Bağlantı Tarihi: 11.02.2012.

49


varmasına sessiz kalarak izin veren uluslar arası siyaset, böylece müdahale ve savaş sonrası yapılandırma hakkını da kendisinde görüyordu. Böylece uluslar arası aktörler, kendi meşruiyetini kendisi hazırlamış oluyordu.52

Hırvatistan ve Slovenya’nın Batı sistemi ile kaynaşma isteği ve Boşnakların “selfdefense” (kendini koruma) politikası ile başlayan süreç, “self-determinasyon” ilkesine dayanan bağımsızlık kazanımlarıyla sonlanmıştır. Etnik temizliği sonlandıran taraflar arası andlaşmalar, etnik hesaplaşmayı bitirememiştir. 1. Balkanlaşma sürecinde Osmanlının Balkanlarda çözülmesi sonucu ortaya çıkan yapı, Bosna’yı da içine alan Sırp- Hırvat-Sloven Krallığı’nı oluşturmuş ve ulus devletler bu bölgede kurulamamıştı. 2. Balkanlaşma sürecinde de, bağımsızlığını kazanan devletlerin, ulus devlet özelliklerinden uzak çok parçalı yapılardan oluşması, etnik kargaşanın sıcak kalma sebebidir. Tüm bu nedenlerle Yugoslavya sonrası oluşan devlet yapısını anlamadan etnik temelli hesaplaşmalara, demokrasi düzeyinde azınlık haklarına ve devletlerin egemenliği sorununa çözüm bulamayız. Balkanlarda birçok gencin artık adını bile bilmediği Tito ise belirli yaş üstündeki insanların hasretle andıkları liderleri olarak dile getiriliyor. “Tito yaşasaydı, Yugoslavya parçalanmazdı”, diyen Prizren Kültür Evi Türk Tiyatrosu oyuncuları, bizlere belki de Balkanlarda çözüm adresini gösteriyorlar.

52

Bölgede konuştuğumuz insanların bir kısmı, NATO müdahalesinden dolayı ABD’yi kahraman gibi görürken, kimileri de şu ortak cümleyi kuruyor:”Savaşı çıkarıp evleri yıkanlar, savaş sonrası evleri yapıyorlar.”

50


D- ÜÇÜNCÜ KUŞAK BALKANİZASYON

1- YUGOSLAVYA SONRASI GENEL DURUM:

Tito, bir hayal ile yola çıkmıştı. Ülkesinin çok-etnikli yapısında, Sovyet Rusya’nın gölgesinde kalmadan sosyalist bir sistem oluşturma hedefini gerçeğe dönüştürdü. İki kutuplu dünyada Atlantik ile Sovyetler arasında dengeli ve kişilikli bir politika seyrederek bağlantısızlar hareketinin öncülüğünü yaptı. Bu hareket ile mazlum halkların sömürülmesine karşı sürdürülen mücadeleyi uygulamalarına yansıttı. Bu bakımdan Sovyet Rusya ve Çin’e göre çok daha sağlam bir Yugoslav kimliğini, çoketnili toplum yapısı içinde çıkarmayı başardı. Ancak bir millete dayanmayan Yugoslav kimliği, Cumhuriyetlerin zamanla iç pazarlarını yaratması ve bu yüzden etnik grupların daha fazla otonomi talep etmeleriyle çatırdamaya başladı. Federasyon sisteminde, konfederasyon modeline yaklaşılması, ülkede bağımsızlık söylemlerinin taraftar bulmasına neden oldu. Ayrılıkçı milliyetçiliğin karşısında yer alan Sırp milliyetçiliği, etnik vagonlardan oluşan trenin raydan çıkmasına neden oldu. Artık Yugoslavya yoktu…

Yugoslavya’nın parçalanmasını sadece Sırp hegemonik milliyetçiliğine bağlamak, kolaycı bir anlayış olur. On yıl boyunca Balkanlarda yaşanan kanlı çatışmaların müsebbibi tabii ki ırkçı Slav milliyetçiliğidir. Ancak sorunun temeline indiğimizde Balkanlardaki etnik milliyetçiliğin tarihsel kökenlerinin de, belirleyici unsur olduğu tartışmasızdır. Komünizmin devlet sistemi olarak çöküşünden sonra oluşan düşünsel

51


boşluk, Balkan uluslarının tarihsel hedeflerinin gün yüzüne çıkmasına neden oldu. Bu bakımdan resmi Marksizm-Leninizm’in çöküşüyle birlikte doğan “değer boşluğu”nun, milliyetçi ve popülist ideolojilerin gelişmeye başlamasına elverişli bir zemin sunduğunu söyleyebiliriz.53 Mikro milliyetçi siyasetin, her etnik grupta farklı sebeplere dayanarak açığa çıkması, Yugoslavya fikrinin çöpe atılmasına neden oldu. Barış içinde yan yana yaşamanın reçetesi olan “Yugoslav ulusal kimliği” yabancı desteğiyle bir yana konarken, budunsal ya da mezhepsel ayrım uğruna art arda soykırımlar yaşandı ve okkanın altına ilk başta, daha çok ve uzun süre Müslüman Bosnalılar gitti.54 Etnik temizliğe varan çatışmalar, uluslararası müdahaleyi dünya kamuoyu gözünde kaçınılmaz kıldı. Uluslararası müdahale, çatışmaları durdururken bu toprakların geleceğini çizme hakkını da uluslararası aktörlere verdi. Kendi kaderini belirleme hakkı kapsamında ortaya çıkan etnik talepler, uluslar arası aktörlerin Balkanların kaderini belirlemesiyle son buldu.

Savaşın ardından tesis edilmek istenen devlet yapıları, çok etnisiteli bir sistem öngörüyordu. Böylece ülkelerde, hiçbir etnik grup diğeri üzerinde hegemonyasını kuramayacaktı. Etnik grupların uluslararası sözleşmeler doğrultusunda elde ettiği haklar, zamanla hiçbir etnisiteyi tatmin etmemeye başladı. Var olan haklar, alt kimliğe dayanan yeni hak taleplerini gündeme getirdi. Bu durum, zaten karmaşık olan devlet yapılarını daha da karmaşık hale getirdi.

53

Gordon MARSHALL, Sosyoloji Sözlüğü, çev: Osman AKINHAY- Derya KÖMÜRCÜ, Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara–2009, say:506. 54 Prof. Dr. Türkkaya ATAÖV, Federasyon- Başkanlık- Yarı Başkanlık, Destek Yayınevi, 2011-İstanbul, say:44.

52


Yugoslavya’dan

ayrılan

devletlerin

karmaşık

devlet

yapıları,

barışın

ve

kurumsallaşmanın tesis edilmesini sağlayamazken; dış denetimlerin ülkeler üzerindeki kontrolünü meşrulaştırdı. Balkan ülkelerinde ne kadar istikrarsızlık var ise, uluslararası denetim mekanizmasının varlığının da o kadar uzun süreceği gerçeği, devletlerin birer uluslararası deney sahasına dönüşmesine neden oluyor.

Çok kimlikli siyaset, sanılanın aksine barışı tesis etmezken; devlet ve toplum yapısında bütünlüğün sağlanamamasına da neden oluyor. Kendi ulusal devletlerini yaratma çabası içinde olan etnik grupların birçoğu, Osmanlının Balkanlaşmasından sonra da ulusal devletlerini kuramamışlar ve Sırp-Hırvat-Sloven Krallığı’nı meydana getirmişlerdir.55 Ulus devletlerine kavuşan diğer Balkan halkları ise Avrupalı hanedan aileleriyle akrabalık bağı olan krallar tarafından yönetilmişlerdir.56

Aynı durum ikinci Balkanizasyondan sonra bağımsızlıklarını ilan eden devletler için de geçerlidir. Şu an Yugoslavya’nın parçalanmasından sonra kurulan devletlerin yapılarına baktığımızda (Hırvatistan ve Slovenya hariç), çok parçalı sistemde, ulus devletin olmazsa olmazı olan ortak bir ülküye ve milli kimliğe sahip olma niteliğinin yaratılmadığını söyleyebiliriz. Özellikle Bosna-Hersek devlet yapılanması, dünyada eşine rastlanmayan bir karmaşıklığı barındırıyor. Devlet yapısının kendi içinde küçük devletçiklerden meydana gelmesi ve karar alma mekanizmalarının bütün etnik grupların onayı üzerine kurulması, Bosna-Hersek geneli adına ortak bir karar alınamamasına 55

1918’de kurulan ve Balkanlarda Sırbistan, Bosna-Hersek, Karadağ, Kosova, Makedonya topraklarının tamamını, Hırvatistan ve Slovenya’nın bir kısmını kapsayan ve 1929’dan 2. Dünya Savaşı’na kadar Yugoslavya Krallığı olarak yoluna devam eden devlet. 56

Yunanistan Krallığı; Birleşik Krallık, Fransa, Rusya, Prusya ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu himayesinde kurulan bir devlettir. Yunan Krallığı’nın ilk kralı, Bavyera Kralı 1. Ludwig’in ikinci oğlu Otto’ydu. İkinci Kral ise 50 yıl boyunca tahtta kalan Danimarka Kralının oğlu 1. George oldu.

53


neden oluyor. Genel olarak bakıldığında ise; etnik sınıflanmaların bizzat devlet tarafından

oluşturulup

tanınması,

âdil

temsiliyetin

sağlanmasından

ziyade

mikromilliyetçi siyasetin her daim gündemde kalmasına yol açıyor. Çok etnikli devlet yapılanmasının yol açtığı sistem tıkanıklığı, savaşın toplumlar arasında yarattığı uçurumu daha da derinleştirdi. Halklar artık eskisine göre çok daha içine kapanık hayatlar

yaşamakta ve etnik kamplaşma, siyaset

araçlarının etnik hedefler

doğrultusunda kullanılmasına yol açıyor. Yaratılan etnik kargaşa, Balkanlarda büyük otorite boşluğuna neden oluyor. Bu durumda bölge üzerinde hedefleri olan büyük güçlerin doğal olarak devreye girmesine neden oluyor. 3. kuşak Balkanizasyon ise Balkanlardaki egemenlik sorununun, emperyalist güçlerce kullanılması planı olarak karşımıza çıkmaktadır.

2- ÜÇÜNCÜ KUŞAK BALKANİZASYON DEVREDE: (AVRUPA’NIN

ORTASINDA

YENİ

BİR

YAHUDİ

DEVLETİ

DOĞUYOR?)

Osmanlı Devleti’nin Batıdan çözülmeye başladığı ve ardından yıkılması ile sonuçlanan 1. Balkanizasyon süreci, Balkan coğrafyasını küçük devletçikler yurduna dönüştürmüştür. Balkanlar’da yaşayan Türkler de bu süreç sonunda Anadolu’ya göç etmek zorunda kalmışlardır. Balkanlardan gelen Türkler, Anadolu’da yeni bir Türk devletinin kurulmasında büyük pay sahibi olmuşlardır. Bu göç dalgası sadece Balkan Türklerini etkilememiş; Yahudiler de Balkan coğrafyasından kopmak zorunda kalmışlardır. 2. Dünya Savaşı sonrasında İsrail devletinin kurulması ile Balkan

54


Yahudilerinin önemli bir kısmı yeni kurulan Yahudi devletine göç etmişlerdir. Böylece 20. yüzyılın ilk yarısında Yahudiler Avrupa’nın merkezinden çekilmiş oldular.

Kurulduğu tarihten günümüze kadar varlığını ve gelişimini savaşmaya bağlı tutan İsrail Devleti, bölgesel gücünü tesis edebilmek adına her daim savaş senaryolarını ve buna bağlı saldırgan politikasını canlı tutmuştur. Diğer yandan Yahudi sermayesi ise İsrail Devleti ile sınırlı kalmayarak, dünya ticaretini tekelinde tutmayı başarmıştır. Zengin Yahudi grupların; çöl ortasında bulunan, din ve toprak temelli çatışmaları yoğun olduğu İsrail’e yerleşmek istememeleri, Yahudiler arasında yeni seçeneklerin değerlendirilmesine yol açmıştır. İsrail’in yarım yüzyılı aşkın süre önce kurulmasına rağmen hâlâ sınırları belli bir devlet düzenini kuramaması, Yahudi sermayesini yeni arayışlara sevk etmesinde başat rol oynamaktadır.

Balkanizasyon süreci ile Balkanlarda oluşan siyasi boşluk, zengin Yahudilerin gözlerini, tarihsel bağları da olan Balkan coğrafyasına çevirmesine neden olmuştur. Yahudilerin Balkanlar’da yeni bir İsrail yaratma çabalarının hedefinde Makedonya bulunmaktadır. 2. kuşak Balkanizasyonun yarattığı otorite boşluğu, bölgede 3. kuşak Balkanizasyonun devreye sokulmasına neden oldu. Bu süreçte Makedonya’nın hedef tahtasına oturtulmasının ana nedenini Prof. Çeçen şu şekilde açıklıyor: “İsrail’e gitmeyen Musevilerin, Makedonya’yı yedek ülke olarak seçmelerinin ana nedeni, bu ülkenin Balkanların ortasında sahip olduğu büyük jeopolitik konumudur. Bunun yanı sıra, Makedon nüfusun az olması ve bu toplum içinde ciddi bir kimlik bunalımının

55


yaşanması nedeniyle bir türlü güçlü bir Makedon milliyetçiliğinin geliştirilememesi de Makedonya’nın ikinci Yahudi devletine dönüştürülmesinde etkili olmuştur.”57

3. kuşak Balkanizasyon süreci tüm Avrasya’yı şekillendirme politikasının Balkanlar ayağını oluşturmaktadır. Balkanlardan başlayan etnik kışkırtmalar; Anadolu’yu, ardından Orta Doğu’yu ve en sonunda Orta Asya’yı emperyalist planlar doğrultusunda tasarlamanın başlangıç kıvılcımıdır. Makedonya’yı Filistinleştirme sürecinin adı olan 3. Balkanizasyon, Avrupa’nın merkezinde, güvenli ve verimli topraklara sahip, eski Osmanlı’nın jeopolitik nüfuz alanını kontrolünde tutan ikinci bir Yahudi devletinin kurulması sürecidir. 2. kuşak Balkanizasyonun neden olduğu siyasi istikrarsızlık ve ekonomik bunalım, 3. kuşak Balkanizasyon eliyle Balkanları küresel sermayeye bağlamaktadır.

Bu noktada Makedonya temelli Yahudi devletinin, Rusya ve Avrupa Birliği arasında yeni bir inisiyatif meydana getireceği ve Orta Doğu’ya uzanan emperyal projelerin Batı ayağını oluşturacağı görülecektir. Balkanların kaderinin sadece bölgede yaşayan milletlerin iradesine bağlı olmadığı; bölge üzerinde başta Rusya, Avrupa Birliği, Türkiye ve Amerika Birleşik Devletleri’nin de çıkarları olduğu göz önünde bulundurulduğunda, yeni Avrupa Yahudi Devleti’nin büyük çatışmalara yol açacağı çok açıktır. Oluşturulmak istenen alternatif Yahudi Devleti’nin Makedonya’nın şimdiki sınırlarıyla yetinmeyeceği; Büyük Makedonya hedefi ile Avrupa Birliği üyesi olan Yunanistan ve Bulgaristan topraklarına da sahip olmak isteyeceği, şu anki İsrail Devleti’nin genel politikalarına bakıldığında rahatlıkla çıkarılabilir bir sav olarak 57

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN’in Büyük Makedonya Kuruluyor adlı makalesinden. Makalenin tamamını okumak için: http://www.kemalistyaklasim.info adresinden söz konusu yazıya ulaşabilirsiniz.

56


karşımıza durmaktadır. 3. Balkanizasyon süreci ile Balkanlarda yeniden başlaması muhtemel etnik çatışmalar, Balkanizasyon fay hattının Anadolu’ya ve ardından Hazar Havzasına taşınmasını muhtemel kılabilir. Bu bakımdan 3. Balkanizasyon süreci, etnik bir fay hattı olarak Küresel Balkanizasyonun tetikleyicisi niteliğindedir. Diğer yandan Vatikan merkezli Hıristiyan Avrupa, Yahudi dünyası ve Moskova’nın karışabileceği Balkanlar üzerindeki büyük hegemonya mücadelesi, bölge topraklarıyla sınırlı kalmayacak yeni bir savaşın hiç de uzak bir ihtimal olmadığını bizlere göstermektedir.

57


2. BÖLÜM BALKANİZASYONLA OLUŞAN DEVLET YAPISI

58

A- TEK VATANDAN DAYTON BARIŞ ANTLAŞMASI’NA BOSNA:

Soğuk Savaş sonrası oluşan hava (liberalleşme ve demokrasi rüzgârına rağmen), Sovyetlerden ve Yugoslavya’dan kopan parçaları Batı dünyasıyla bütünleştirmekte başarılı olamadı. Çünkü bölge insanlarının hak ve özgürlük talepleri, etnik köken üzerinden yapıldı. Alt kimliklere vurgu yapılması, insanca yaşamanın anahtarı olarak görüldü. 58

Dino Merlin, 1992 yılında bağımsızlığını ilan eden Bosna-Hersek’in milli marşını kaleme aldı. Ancak “Jedna Si

Jedina” isimli bu milli marş, Bosna-Hersek’de 3 farklı etnik kimliğin bulunması nedeniyle değiştirildi. 1998’de “Intermeco” adlı sözsüz marş, milli marş olarak kabul edildi. Hâlbuki Merlin’in yazdığı eserde Boşnaklardan da bahsedilmiyordu:

Sadakatimle sana söz verdim Benim bin yıllık ülkem Szava’dan denize Drina’dan Una Sen biriciksin Sahip olduğum tek vatanım Bosna-Hersek Tanrı seni korusun Gelecek nesiller için Sen rüyalarımın ülkesi Sen atalarımın ülkesi… Ülkelerin çıkış noktasıdır milli marşlar. O ülke halkını birbirine bağlayan, bir milletin ortak sözüdür. Bu yüzden herkesçe benimsenen milli marşlar, uluslar arası antlaşmalara değil; o ülke insanının yaşadığı ortak acı ve kıvanca dayanmalıdır. Balkanlaşma ile birlikte değişen bayrakların ve milli marşların ötesinde, devletlerin sahip olduğu yapıların çok parçalı özelliğe dönüşmesi, incelememizin başat konusudur. Bu anlamda, çalışmamızın “Balkanizasyonla Oluşan Devlet Yapısı” bölümünde, uluslar arası siyaset ve hukukun şekillendirdiği devlet yapısını, Bosna-Hersek özelinden aktarmaya çalışacağız.

58


Tito Yugoslavyası’nda her bir cumhuriyet içinde yer alan ayrı milletlere ait azınlıklar, savaş sonrasında antlaşmalarla oluşturulan yapıda da sorun niteliği taşımaktadır. Etnik sınırlar, devletlerin sınırlarıyla örtüşmediği durumlarda, her ülke çoğulcu demokrasi reflekslerini öne çıkarmak yerine, kendi içindeki azınlık grupları kucağındaki bomba olarak görmeyi tercih ediyor. Bu görüşün oluşmasında Balkanlarda yaşanan kanlı savaşın payı, tartışılmaz derecede büyüktür. Öte yandan savaş sonrası imzalanan antlaşmalar da bu hassas dengeyi, barış adına sağlamlaştıracaklarına, çok daha karmaşık ve tartışmalı bir yola sokmuşlardır.

Bu bölümde, 2. Balkanlaşma sonucunda bağımsızlığını kazanan devletlerden Bosna-Hersek’in hukuki ve siyasal durumunu inceleyeceğiz. Çalışmamızın çıkış noktası olan Balkanizasyon/Balkanlaşma terimi, bir tür istikrarsızlık ve etnikmezhepsel çözülüş olarak nitelendirildiğinden, Yugoslavya’nın dağılışında en kanlı savaşlara sahne olan Bosna-Hersek’in devlet yapısına önem vermemiz gerektiğine inanıyoruz.

Etnik heterojenitenin şekillendirdiği devlet yapısı ve dünyada eşi benzeri olmayan “matruşka devlet” görüntüsü, Bosna’da istikrarlı olan tek şeyin “etnik sorun” olmasının temel sebepleridir.

21 Kasım 1995’te Sırp Miloseviç, Hırvat Franjo Tudjman ve Boşnak Alie İzzet Begoviç arasında imzalanan Dayton Barış Antlaşması ile Bosna Savaşı sona ermiştir. Antlaşma ana hatları ile şu şekildedir:

59


1- Bosna-Hersek bağımsız bir devlet olarak tanınmaktadır. 2- Bosna-Hersek Devleti, içinde Bosna ve Hırvat Federasyonu ile Sırp Cumhuriyeti’ni ihtiva etmektedir. Toprakların %51’i federasyona, %49’u ise Sırp Cumhuriyeti’ne aittir. 3- Saray-Bosna bir merkez hükümet, milli meclis, başkanlık sistemi ve anayasal mahkemeye sahip birleşik bir yapıda kalacaktır. 4- Başkan ve meclis demokratik olarak seçilecektir. 5- Kolektif başkanlık sistemi, birer Boşnak, Hırvat ve Sırp üyenin katılımıyla sağlanacaktır.59

Antlaşmanın taraflarından Boşnak lider İzzetbegoviç’in, “Bu adil bir barış olmayabilir; fakat süren bir savaştan daha iyidir,” sözü Dayton Antlaşması’nın Boşnaklar için hangi koşullarda imzalandığının belgesi niteliğindedir. Bosna-Hersek için kötünün iyisi denilebilecek bir antlaşma, kısa vadede savaşı sonlandırmış; uzun vadede ise etnik huzursuzluğun ve istikrarsızlığın yolunu açmıştır. Savaşın sonunda sınır bütünlüğünü koruyan Bosna-Hersek, antlaşmadan fiilen parçalanmış olarak çıktı. Savaşın kökünü oluşturan alt kimlik siyaseti, Dayton ile birlikte kurumsallaşmıştı.

Dayton Barış Antlaşması, hem içeriği hem de doğurduğu sonuçlar açısından dünyada ilk ve tektir. Antlaşma, bir ana metinden ve 11 ekten oluşmaktadır. Dayton Antlaşması’nı asıl önemli kılan nokta, içinde Bosna-Hersek Cumhuriyeti’nin anayasasını içermesidir. Antlaşmanın 4 No’lu ekini oluşturan Bosna-Hersek Anayasası, 59

Yenigül-Hacıoğlu, a.g.e. say:680

60


“Yeni Bosna”nın, bir uluslararası toplum icadı olduğunun açık kanıtı niteliğindedir. Dünya siyasi tarihinde bir ilk yaşanmış ve ülke, bir federasyondan ve bir cumhuriyetten meydana gelmiştir. Bosna-Hersek; birbirinden bağımsız siyasi ve idari yapılara sahip bir Bosna-Hersek Federasyonu’ndan ve bir de Sırp Cumhuriyeti’nden oluşmuştur. İki ana “devletçikten” biri olan Bosna- Hersek Federasyonu, kendi içerisinde 10 kantona bölünmüştür. Ayrıca ülkede “Brçko” adı altında özerk bir bölge de yer almaktadır.

Genel olarak bakıldığında Bosna-Hersek, siyaset biliminde ve kamu hukukunda “devlet” olma kıstasları olan 3 öğeye de ( toprak-halk-egemenlik) sahip olmasına rağmen, yapısal açıdan değerlendirildiğinde “devlet içinde devletçikler” modelini taşıyan işlevsiz ve uydurulmuş sistemi ile dikkat

çekmektedir. Ülkede 3

cumhurbaşkanlığı konseyi üyesinin, 13 hükümetin,3 başbakanın, 16 parlamentonun ve uluslar arası aktörlerin atadığı bir yüksek temsilcinin bulunması bir önceki cümlede yaptığımız tespitin doğruluğunu gözler önüne seriyor.

Uluslar arası siyasi aktörlerin Bosna’da çok halklı bir devlet yaratma istekleri, savaşın etnik temizliğe ulaşmasının bir sonucudur. Bu bakımdan Bosna’da bütün etnik grupların siyasal varlığını hukuken oluşturan, merkezi olmayan bir idari sistem yaratılmıştır. Etnik grupların siyasal varlığının kabulü, barışın ve demokrasinin başat koşulu olarak görülmüştür. Ancak merkezilikten uzak, çok parçalı yapı, idarenin işleyişini zorlaştıran, kimi zaman imkânsız hale getiren durumlara neden olmaktadır.

Eşit siyasal konumlanmaya dayanan devlet yapısı, en başta “dönüşümlü devlet başkanlığı” sisteminde görülmektedir. Bosna-Hersek Anayasası’nın 5. maddesinde

61


düzenlenen ilgili hükme göre: “Bosna-Hersek Cumhurbaşkanlığı üç üyeden oluşmaktadır. Bunlar; federasyon içerisinden seçilen bir Hırvat, bir Boşnak ve Sırp Cumhuriyetinden seçilen bir Sırp üyeden oluşmaktadır.” (…) “Cumhurbaşkanlığının çalışma usulleri üyeleri ile birlikte belirlenecektir. Başkanlık üyeleri içinden birisi Cumhurbaşkanı seçilecektir. Bu kişinin belirlenmesinde seçimde en yüksek oyu alma kriter olacaktır. Daha sonra Başkanlık Konseyi üyeleri, Parlamento başka bir alternatif benimsemediği takdirde, rotasyon usulü ile Cumhurbaşkanı olacaktır.”

Yukarıdaki hükümlere bakıldığında anayasanın, tüm etnik grupların çıkarını koruyan dönüşümlü devlet başkanlığı sistemini düzenlediğini görüyoruz. Etnik açıdan hassas dengeye oturtulmak istenen Cumhurbaşkanlığının, çok başlılığa ve sonrasında yönetim tıkanıklığına yol açacağı çok açıktır. Bu tespitin hukuki dayanağı ise 5. maddenin devamında yer alır: “Cumhurbaşkanı, Başkanlık kararlarını konsensüs ile almaya çaba gösterecektir. Ancak bunun mümkün olmaması halinde üçte iki oy oranı ile karar alınacaktır.”

Bundan sonraki bend, sistemin çözüme uygun olmadığını anayasa hükmünde itiraf ediyor: “Başkanlık konseyinin direnen üyesi, kararın kabulünden sonra üç gün içinde Cumhurbaşkanının kararının kendi seçim bölgesi olan Birimin hayati çıkarları için yıkıcı olduğunu ileri sürebilir. Bu durumda Cumhurbaşkanlığı kararına; Sırp üye tarafından itiraz edilmişse karar derhal Sırp Parlamentosuna, Boşnak üye tarafından

62


itiraz edilmişse Federasyon Halklar Meclisi’ne intikal eder. İlgili Parlamentoda Cumhurbaşkanlığı kararına karşı çıkanların sayısı üçte iki oranında ise, bu durumda karar yürürlüğe girmeyecektir.”

Bosna-Hersek’in dış politikasının yürütülmesinden, Parlamento kararlarının yürürlüğe girmesini sağlamaya kadar bir devlet için hayati yetkilere sahip olan Cumhurbaşkanlığı makamı, bizzat Bosna-Hersek Anayasası tarafından işlevsiz bırakılmıştır. Ülkeyi oluşturan Birimlerin elindeki “veto hakkı”, bir siyasal haktan öte, devletin işleyişini kimi zaman tamamen durduran bir silaha dönüşmüştür. Bu durumda ülke Birimlerinde, Bosna-Hersek’in genel olarak çıkarları düşünülmektense, devletçiklerin kendi çıkarları daha önem kazanmıştır. Siyasal açıdan daha fazla otonomi taleplerine kapı aralayan devletçiklerin veto hakkı, ülke bütününe ilişkin ortak aidiyet duygusunu oluşturmaktan da uzaktır.

Bosna-Hersek’teki karmaşık yapı, yasama faaliyetinde de kendini gösteriyor. Anayasaya göre parlamento iki kamaradan oluşmaktadır: Halklar Meclisi ve Temsilciler Meclisi. İki entite ( özerk devletçik) ve 10 kantondan oluşan ülkede, 16 ayrı parlamento ve 13 ayrı hükümetin olması demokratik temsilin çoğulculuğunu değil; yönetim yapısının karışıklığını ortaya koymakta. Bosna-Hersek’te temel siyasi ve anayasal konular üzerinde üç halkın da desteği olmadan karar alınamaması, sistemin tıkanıklığına işaret ediyor. Anayasaya göre; tüm yasama hizmetlerinin her iki Meclis tarafından da onaylanması zorunlu. Meclislerin aritmetiği, ülkedeki üç etnik yapıya

63


göre ayarlanmış; Federal kısım ve Sırp kısmı olarak ikiye bir oranı esas alınmıştır.60 Ancak bu durum katılımcı demokrasinin ülkede var olduğu anlamına gelmemeli. Entitelerin veto hakkı bulunması birçok kararın alınamamasına sebep oluyor.

Dayton Antlaşması’nın entitelerin sınırlarını belirlerken, savaş öncesi durumu değil de hâlihazırdaki vaziyeti dikkate alması, Sırp Cumhuriyeti’nin işgal ettiği birçok yerin, Antlaşma ile birlikte hukuken de Sırpların eline geçmesine neden oldu.61 Savaş sonrasında, Sırp Cumhuriyeti sınırları içinde kalan bölgelerde evleri olan Boşnakların, can güvenliklerinin tehlikede olmasından dolayı terk ettikleri

yerlere geri

dönememeleri, Dayton ile görünürde çözüme kavuşturulan mülteci sorununun, hâlâ devam ettiğinin en büyük göstergesi. Terk ettikleri evlerine geri dönemeyen Boşnaklardan dolayı Sırp Cumhuriyeti’nde savaş öncesine göre Sırp nüfusun giderek artması ve neredeyse homojen bir Sırp çoğunluğunun oluşması, entite vetolarının güçlü devletçik yaratma amacıyla kullanıldığı iddialarını destekliyor. Hiçbir etnik grubun diğeri üzerinde egemenlik kurmaması ilkesine dayanan “entite veto”, özellikle Sırp Cumhuriyeti tarafından “etnik veto”ya dönüştürülmüş durumda.

60

Ayrıca temsiliyetteki demokratik oran, Dayton’da toprak bölüşümünde sağlanamamıştır. Ülke genelinde nüfusun

%33’ünü oluşturan Sırplar, neredeyse (%49) ülkenin yarısına sahip olmuşlardır. Bu durum, Sırplar’ın savaş zamanında yaptıkları katliamın da uluslar arası alanda meşruiyet kazanmasına yol açmıştır. Diğer yandan ülkenin 2 entite üzerine kurulu yapısında, Hırvatların ayrı bir entiteye sahip olamaması sorunu, toprak bölüşümünün adil olmamasından da kaynaklanmaktadır. 61

“Sırplar savaş sırasında mümkün olduğunca çok Boşnak’ı katlederek Bosna-Hersek’de “bölge açma” politikası yürütmüşler, buralara da hızla Sırpları yerleştirmişlerdir. Aynı şekilde Hırvatlar da Bosna-Hersek’in çoğunlukla batı kesimlerine yoğun Hırvat göçleri düzenlemişlerdir.” Yenigün-Hacıoğlu, a.g.e., say:685.

64


B- İSTİKRARSIZLIK VE ULUSLAR ARASI TOPLUM:

Tüm etnik grupların, yasama faaliyetine katılımı ve onayı usulüne dayanan sistem, siyasi çözümü zorlaştırıyor. Sistemin kilitlendiği noktada devreye ulusal üstü yapılar giriyor. Anayasaya göre; “Temsilciler Meclisinde bir yasa önerisinin Boşnak, Hırvat ve Sırp ulusal çıkarlarına zarar vereceği, üye sayısının çoğunluğu tarafından kararlaştırılırsa, bu durumda söz konusu öneri Halklar Meclisine gönderilecektir. Boşnak, Sırp ve Hırvat üyelerinin çoğunluğu tarafından düzeltmeye gerek kalmadan kabul edilirse, Meclis Başkanı; Boşnak, Hırvat ve Sırpları temsil eden birer üyenin bulunduğu Ortak Komisyon oluşturur. Komisyon 5 gün içinde bir karara varamazsa sorun Anayasa Mahkemesine intikal eder.”

Bu anayasal hüküm, tek başına ele

alındığında yasama işleyişinin, etnik grupların katılımına dayandırılmasının hegemonya anlayışını yıkabileceğini düşünebiliriz. Sorunun nihai çözüm merciinin Anayasa Mahkemesi olması ise ilk başta anayasal yargının gücünü göstermektedir. Anayasa Mahkemesinin yapısını incelediğimizde ise 9 üyeden oluşan en üst yargı organının, 3 üyesinin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından seçileceği hükmünü görmekteyiz. Ayrıca aynı maddede; Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından seçilen üyelerin Bosna-Hersek ve komşu devletlerin vatandaşı olamayacağı kuralı vardır. Ülkeyi oluşturan Birimler ile başkent arasındaki ihtilaflarda çözüm adresi olan ve ülkeye ilişkin hayati meselelerde nihai kararların alındığı Anayasa Mahkemesinde yabancı hâkimlerin bulunması, Bosna-Hersek’in egemenlik sınırlarının çiziminde uluslar arası sistemin payını gözler önüne seriyor.62

62

Ülkede, Anayasa Mahkemesi dışında, Yüksek Temsilciler Dairesi tarafından kurulan Bosna-Hersek Adliyesi ve Savcılığının da kapatılması konusunda tartışmalar sürüyor:

65


Dayton Barış Antlaşması, savaşı durduran; ancak devlet yapısını alt kimlikler üzerinden oluşturmaya çalışan ve tarafları dışında uluslar arası aktörlere de sistemde geniş yetkiler tanıyan bir sözleşmedir. Çok kimlikli yapı oluşturularak etnik çatışmaların önüne geçileceği ve çoğulcu demokrasiye ulaşılacağı savının uygulamada, tarafları yakınlaştıracağına daha da uzaklaştırdığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Dayton’ın devlet sistemindeki açmazlarından kurtulmak için yapılmak istenen anayasa reformu, tarafların ortak bir gelecek anlayışı olmamasından dolayı tıkanmaktadır. Güçlü bir devlettense, güçlü bir entiteye ve hatta bağımsız devlete sahip olma istekleri, anayasa reformunu imkânsızlaştırdığı gibi ülkede etnik gerilimi de git gide arttırıyor.

Taraflar arasındaki çözümsüzlük, sözleşme ile geniş ve etkin haklara sahip uluslar arası toplumun atadığı “Yüksek Temsilcinin” devreye girmesine neden oluyor. Bir tür uluslar arası komiser niteliğinde olan Yüksek Temsilcilik makamı, Dayton Barış Antlaşması’nın uygulanmasını sağlama, ülkedeki Birimler arasındaki ilişkilerde aracılık yapma ve gerektiğinde Cumhurbaşkanı dâhil tüm seçilmiş kişileri görevden alma yetkilerine sahiptir.

Yüksek temsilci, barış anlaşmasının sivil hayata ilişkin düzenlemelerinin yaşama geçmesi adına Dayton’da sıralanan görevlerini yerine getirmekle sorumludur. Yüksek Temsilcinin görev alanı Dayton Barış Antlaşması’nın 10. ekinde düzenlenmiştir. Genel

“Bağımsız Sosyal Demokratlar Birliği (SNSD) ve Sırp Demokrat Partisi (SDS), Sırp Cumhuriyeti (SC) Ulusal Meclisi'nin onayı üzerine Bosna-Hersek (BH) adliyesi ve savcılığının feshedilmesi yönünde önerge sundu. Partiler, bu kurumlarda çalışan uluslararası personelin 'istenmeyen adam' ilan edilmesini istiyor.” http://www.setimes.com/cocoon/setimes/xhtml/tr/features/setimes/features/2012/02/04/feature-01. Bağlantı Tarihi: 01.03.2012.

66


olarak, barış anlaşmasının hükümlerine uyulmasını denetleyen Yüksek Temsilci, bu amaç doğrultusunda ülkeyi oluşturan tüm resmi ve sivil örgütlenmeler arasında eşgüdümü sağlamakla görevlidir. Yüksek Temsilciliğin önemli görevlerinden biri de ülkenin yeniden imarı ve rehabilitasyonu için kredi veren ülkelerle yapılacak toplantılara katılmasıdır.

Yüksek Temsilcilik, Bosna-Hersek’in tüm organları ile uluslar arası toplum arasındaki işbirliğinin aracısı niteliğindedir. Bu ilişki doğal olarak eşitler arası düzeyde değildir. Uluslar arası toplumun Bosna’daki gölgesi olan Yüksek Temsilcilik, gücünü ve meşruiyetini yine uluslar arası aktörlerden almaktadır. Bosna-Hersek’i meydana getiren iki devletçiğin Yüksek Temsilciliğe olan bakış açısı, ilişkinin boyutu ve yararı konularından dolayı farklılık içermektedir. Sırp Cumhuriyeti, daha otonom bir yapının oluşmasını talep ederken Dayton sürecinin ruhuna aykırı hareket ettiğinden, Yüksek Temsilciyi de bir tür “sömürge valisi” olarak nitelendirmektedir. Boşnaklar ise savaşın yıkımını çok ağır yaşadığından dolayı, uluslar arası toplumun desteğini olmazsa olmaz olarak görmekte; bu yüzden de, Bosna-Hersek’te barışın ve istikrarın yolunun Batı’yla bütünleşmekten geçtiğini düşünüyorlar. Birleşmiş Milletler Yüksek Temsilcisinin, 2002 yılından itibaren (Avrupa Birliği Genel İşler Konseyi kararıyla) aynı zamanda Avrupa Birliği’nin Bosna-Hersek Özel Temsilcisi görevini de üstlenmesi, Bosna-Hersek Federasyonu’nda AB ve NATO üyeliği hayallerini arttırmış durumda.

Yüksek Temsilci yetkilerini, “Barışı Uygulama Konseyi” üyesi 56 ülkenin her yıl yaptığı toplantılarda aldığı kararlar doğrultusunda kullanmaktadır. Savaş sonrası yeniden yapılanmada antlaşma hükümlerinin çok geniş ve ayrıntılı olması, uluslar arası

67


örgütlerin katkısını zorunlu kılmıştır. Dayton Antlaşması’ndan sonra 8–9 Aralık 1995’te Londra’da Barış Uygulama Konseyi (Peace Implementation Council- PIC) oluşturulmuş ve uluslar arası destek örgütlü hale getirilmiştir. Söz konusu Barış Konseyini,

somut

önerilerle yönlendirmek üzere de “Yönlendirme Kurulu”

oluşturulmuştur. Bu kurulun üyeleri arasında İslam Konferansı Örgütü adına Türkiye de yer almaktadır.

Barışı Uygulama Konseyi, 1997’de Bonn şehrinde düzenlenen toplantıda Yüksek Temsilcinin yetkilerini arttırdı. Bu geniş yetki çerçevesinde Yüksek Temsilci bizzat yasa çıkartabiliyor ve herhangi bir kamu görevlisini görevden alabiliyordu. Yetkilerin daha da sorgulanabilir tarafı ise, Yüksek Temsilcinin verdiği kararların yargı denetimine tabi olmamasıdır. Ülkenin üç ana etnik grubunun ve iki devletçiğin aralarında fikir birliği oluşturup yeterli uyumu gösterememeleri, uluslar arası aktörlerin Bosna-Hersek’te çok etkili olmasına neden oldu. Bu etki, siyasi istikrarsızlığın sonucu olarak ortaya çıksa da, ülke yönetiminin kendi ayakları üzerinde durmasını engelleyen ve hatta Bosna-Hersek’i bir tür “manda” konumuna düşüren uygulamalara dönüşmüştür. Bosna’nın çıkmazı, savaş ile yaratılan etnik gruplar arasındaki derin uçurumun, barış sürecinde yeniden yapılanmanın önünü tıkaması ve bu tıkanıklığın yeniden iç savaşa sebep olmaması adına uluslar arası aktörlerin koruyuculuğunun zorunlu olmasıdır. Bosna-Hersek, iç dinamikleriyle sorunlarını çözemediği noktada, uluslar arası örgütlerin destek adı altında ülkeyi yönettiği bir “kukla devlet” durumundadır. 63

63

“Kukla devletlerde, belirli bir ülke üzerinde göstermelik olarak egemen olan kişi veya kişiler, aslında gerçekte kendi güçleriyle değil, bir yabancı devletin gücü sayesinde egemendirler ve bunların gerçekte bir iradesi ve gücü yoktur; bunlar sadece yabancı gücün oyuncağı, kuklası durumundadırlar. Gerçekte egemen olan “kukla hükümetler” değil,

68


Bosna-Hersek’in devlet yapılanması, Dayton Barış Antlaşması çerçevesinde yürütülürken, demokratikleşme unsuru başat konuma oturtuldu. Antlaşma ile ülkedeki üç etnik gruba da nüfus oranları dikkate alınmadan siyasi temsil yetkisi verilmesi, demokratikleşmenin ve barışın sağlanmasında en önemli etken olarak karşımıza çıkmaktadır. Demokrasinin uygulamaya yansıması ise çok partili siyasal sistem içinde seçimlerin gerçekleşmesine bağlıdır. Bosna-Hersek’te 1995 yılında görevine başlayan Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT), ülkede demokratik şekilde seçimlerin düzenlenmesi konusunda yetkilendirilmiştir. Dayton Antlaşması’nın 3. ve 6. ekinde geniş yetkilerle donatılan AGİT, savaş sonrası dönemde yapılacak ilk seçimlerin devletin inşasında önemli bir aşama olduğu gerçeğiyle karşı karşıyaydı ve söz konusu seçimlerin düzenlenmesi görevi AGİT’e aitti. AGİT, güvenlik ve demokrasi kavramlarını bir arada kullanmış; bunun için de en başta siyasi kurumları oluşturma, insan haklarını geliştirme konularında adımlar atmıştır.

AGİT’in hedefi ve bu hedef doğrultusunda uyguladığı yöntem, uluslararası toplumun Bosna-Hersek’e bakışının yansımasıydı. Çok partili demokratik bir sistemin ülkeye yerleşmesini isteyen AGİT, bu süreçte çok etnikli siyaset hayatına hizmet edecek siyasi partiler ve bağımsız adaylar için kaynak sağlama sistemini oluşturmuştur. Öte yandan AGİT, Birimlerdeki milliyetçi partilere gereken ilgiyi göstermemiştir. Çoğulculuğun, çok etnikliğin siyasallaştırılması ile sağlanacağını düşünen uluslar arası toplum, istemeden de olsa devletçiklerdeki milliyetçi akımların diri kalmasında pay sahibiydi. Ülkenin her iki biriminde de radikal milliyetçi partilerin seçimi kazanması, onları orada tutan yabancı güçlerdir.” Kemal GÖZLER, Devletin Genel Teorisi, Ekin Kitabevi Yayınları, Bursa–2007, say:14.

69


bu tespitin en çarpıcı ispatıdır. Dayton süreci ile başlayan demokrasi ithali, BosnaHersek’in etnik ve dinsel yapısına ters düşmektedir. Söz konusu terslik, devlet mekanizmasının “entite veto” ile durma noktasına gelmesinden anlaşılıyor. Bu durumda da devreye uluslar arası toplum giriyor. Bosna-Hersek, Dayton barışının öngördüğü siyasal yapılanma içinde giderek entitelerin birbirinden koptuğu ve şehirlerinde bile etnik temelli bölünmenin yaşandığı Balkanizasyon laboratuarıdır. Uluslar arası siyasetin bir tür etnik kobay olarak kullandığı Bosna-Hersek’i, kendisini oluşturan iki entitenin yapısını ve entitelerin merkezle olan ilişkisini incelediğimizde daha iyi anlayabiliriz.

C- DEVLET İÇİNDE DEVLETLER (MATRUŞKA DEVLET MODELİ):

Bosna-Hersek, Dayton Barış Antlaşması ile tanınan Bosna-Hersek Federasyonu ve Sırp Cumhuriyeti’nden meydana gelmiştir. Bosna-Hersek veya diğer adıyla Dayton Anayasası diyebileceğimiz temel düzenleme, ülkeyi yetki devrine dayalı federasyon şeklinde örgütlemiştir. Dünyadaki diğer federal yapılardan farklı olarak, BosnaHersek’te federal sistem kendi içinde federal yapı oluşturmaktadır. Farklı bir anlatımla federal devlet içinden federal devlet doğmuştur. Merkezi yönetimi temsil eden BosnaHersek daha çok dış ilişkileri, dış ticareti, vergi ve para politikasını, ulaştırma ilişkilerini ve göç politikasını düzenlemektedir. Genel olarak bakıldığında bir devlet-iki devletçik temelli yapının etnik hassasiyetler üzerine kurulduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Anayasanın ruhu ve lafzı, devlet düzeyindeki organlarda herhangi bir etnik grubun diğer etnik grup üzerinde üstünlük kurmamasını hükmeder.

70


Ülkeyi oluşturan entiteler ise gerçek bir sınır niteliği taşımayan; ancak uluslar arası güç olan IFOR (IFOR= Implementation Force, şimdiki adı SFOR= Stabilization Force) tarafından denetlenen 1400 km. uzunluğundaki hat ile birbirinden ayrılmıştır. Boşnak ve Hırvatlardan oluşan Bosna-Hersek Federasyonu, kendi içinde 10 kantondan ve 81 belediyeden oluşmaktadır. Entite, kanton, belediye olarak üçlü düzeyde örgütlenen federasyon, etnik nüfusa göre ayrılmıştır. 10 kanton nüfus yapılarına göre; “Boşnak yoğun”, “Hırvat yoğun” ve “etnik olarak karışık” olarak sınıflanmıştır: 1- Una Sana Kantonu (B) 2- Posavina Kantonu (H) 3- Tuzla Kantonu (B) 4- Saraybosna Kantonu (B) 5- Livno Kantonu (H) 6- Merkez Bosna Kantonu (K) 7- Hersek-Neretva Kantonu (K) 8- Batı Hersek Kantonu (H) 9- Bosna-Podrinje Kantonu (B) 10- Zenica-Doboj Kantonu (B)

Bosna-Hersek Federasyon yönetimi, iki kanatlı meclisten, bir başkandan, iki başkan yardımcısından ve 16 bakandan meydana gelmektedir. Bakanlar kurulundaki 16 bakanlık, etnik yapı dikkate alınarak 8 Boşnak, 5 Hırvat ve 3 Sırp’tan oluşmaktadır. Entiteyi oluşturan her bir kantonda da bir başkan ve bir meclis bulunmaktadır. Kantonlara ait hükümetler de etnik grupların temsiline dayanır. Her kantonun kendi anayasası vardır. Kanton anayasası federal anayasaya, federal anayasa Bosna-Hersek

71


Anayasası’na uygun olmalıdır. Bir anlamda ülkede, anayasalar arası hiyerarşi söz konusudur.

Bosna-Hersek’i oluşturan diğer entite, Sırp Cumhuriyeti’dir. Dayton ile ülkenin %49’una sahip olan Sırp Cumhuriyeti, savaşta yaptığı etnik temizliğin semeresini, uluslar arası alanda ülkenin yarısının kendisine verilmesiyle almıştır.64 Bu açıdan Sırp Cumhuriyeti, diğer entite olan Bosna-Hersek Federasyonu’na göre çok daha homojen bir nüfusa sahiptir. Cumhuriyetin genel yapısı dikkate alındığında merkezi devlet anlayışının benimsendiği rahatlıkla anlaşılabilir. Yasama organları, Ulusal Meclis ve Milletler Konseyi’nden oluşmaktadır. Yürütme organını ise başbakanın, başkan yardımcılarının ve bakanların oluşturduğu hükümet meydana getirir.

Dayton süreci ile güvence altına alınan, yerlerinden edilmiş insanlara geri dönme hakkı, Sırp Cumhuriyeti’ndeki siyasi ve toplumsal yapıdan dolayı hayata geçirilememiş durumda. Sırp Cumhuriyeti’nin nüfus yapısı zamanla giderek Sırplaşırken; bu durumun diğer yansıması da Sırp Cumhuriyeti’nde kanton yönetimlerinin oluşturulmamasıdır. Ayrıca yerel yönetim birimlerini oluşturan belediyeler üzerinde hükümetin sıkı

64

Son dönemde Sırbistan’da ve Bosna Sırp Cumhuriyeti’nde liberal kanattan gelen eleştirilerin içeriğine bakıldığında, Sırp Cumhuriyeti’nin bir tür etnik temizlik üzerine kurulu bir Birim olduğuna vurgu yapılmaktadır. Bu yorumlara katılmayanların genel cevabı ise; Sırp Cumhuriyeti’nin Srebrenitsa katliamından önce (1992’de) kurulduğu şeklindedir. Bu anlamda hem Sırbistan Sırplarında hem de Bosna Sırplarında, Cumhuriyetin (SC) kuruluş temelleri üzerine yoğun tartışmalar sürdürülmektedir. Basına yansıyan ve Sırpların çoğunluğunun büyük tepkisine yol açan yeni bir tartışma da Setimes.com yayın organında yayınlanmıştır: “Sırbistan'daki Liberal Demokrat Parti (LDP) Genel Başkanı Cedomir Jovanoviç, parti üyelerine hitaben yaptığı bir konuşmada Sırp Cumhuriyeti'ni (SC) "soykırımsal bir oluşum" şeklinde nitelendirerek, halk arasında feryada ve BH'nin bu siyasi tarafının niteliği hakkında tartışmalara yol açtı.29 Ocak'ta LDP yürütme kuruluna hitaben yaptığı konuşmada Jovanoviç, "SC, soykırım, Srebrenica soykırımı üzerine inşa edilmiştir. Bu etnik temizliğin 2. Dünya Savaşı'ndan beri eşi görülmemiştir." dedi. (Southeast European Times için Banja Luka ve Belgrad'dan Drazen Remikoviç ve İvana Jovanoviç'in haberi -- 06/02/12.

72


denetimi vardır. Entite yapısındaki merkeziyetçilik ve nüfus bakımından etnik homojenite özelliği, Sırp Cumhuriyeti’nde “entite veto” aracılığıyla bağımsızlık söylemlerini güçlendirmiştir.

Bosna-Hersek Federasyonu ve Sırp Cumhuriyeti’nden oluşan Bosna-Hersek’te ayrıca Brçko özel bölgesi vardır.65 Brçko şehri; ülkenin kuzeyinde, Boşnak, Hırvat ve Sırp etnik gruplarını coğrafi açıdan birbirine bağlayan kesişim noktasıdır. BosnaHersek’teki iki Sırp bölgesinin ortasında, Bosna ile Hırvatistan arasında kilit bir bölge olan Brçko, ülkenin en büyük nehir limanı olmasından dolayı ayrı bir öneme sahiptir. Coğrafi konumlanması ve ekonomik gelişmişliği, Brçko şehrinin ayrı bir statüye sahip olmasına sebep olmuştur.

Savaştan sonra tarafların Brçko konusunda anlaşamamaları, şehrin kaderinin uluslar arası bir hakem tarafından çizilmesine yol açmıştır. Uluslar arası hakemin kararıyla şehir, Birleşmiş Milletler Özel Temsilcisinin denetimine verildi. Bu gelişmeden kısa bir süre sonra Brçko, iki entiteye ( Bosna-Hersek Federasyonu ve Sırp Cumhuriyeti) ait olarak çok etnikli bir idare yapısıyla şekillendirildi.

Brçko, iki entiteye ait olmakla beraber, bu aidiyet kâğıt üzerinde bir hüküm içermektedir. Uluslar arası karar mekanizması; devletçiklerin şehri elde etme gayretini söndürmek için bu önemli bölgeyi özerk bir yönetime dönüştürmüştür. Kentin bütçesinin başkent Saray Bosna dâhil olmak üzere bütün belediyelerinkinden daha fazla 65

Tito döneminde Yugoslav kimliğinin birleştirici simgelerinden biri olan Brçko şehri, ülkede savaşın yıkıcılığını en acı şekilde yaşayan yerlerden biri olmuştur. Nüfus çoğunluğunun Boşnak ve Hırvatlardan oluşmasından dolayı Sırp kuvvetlerinin burada acımasızca etnik temizliğe girişmeleri, ortak kimliği yok etmiştir. Uluslar arası örgütlerin nezaretinde Brçko, şimdi ülkedeki iki entitenin dışında üçüncü bir devlet yapılanma şekli olarak karşımıza çıkıyor.

73


olması, bölgenin hem entiteler hem de uluslar arası toplum açısından önemini vurgulamaktadır.

Erkler ayrılığına dayanan devlet yapısı ile Brçko, doğrudan Bosna-Hersek Anayasası’na bağlıdır. Kendi bayrağı olmamakla beraber, kendi yasama organına, hükümetine ve bağımsız yargı kurumuna sahiptir. Askerden arındırılan bölgede güvenlik, çok uluslu birleşik polis gücü tarafından sağlanmaktadır. Her ne kadar Brçko’nun hukuken iki entiteye ait olduğu açık olsa da, uluslar arası himaye altında oluşu, bölgeyi çok uluslu “şehir devleti” yapıyor.

D- BOSNA-HERSEK, HERSEK-BOSNA’YA KARŞI:

Bosna-Hersek’in karmaşık yönetim yapısı, devlet işleyişini zorlaştırırken, bir arada yaşama duygusunu da yaratamıyor. Başkentteki merkezi hükümetin sorumluluk alanı, daha çok dış politika ve mali düzenlemeleri kapsıyor. Temel hizmetlere ilişkin görevler de iki entite (devletçik) ve federasyona bağlı 10 kantonun yetki alanına giriyor. Yönetim birimlerinin sayısı arttıkça, sorunların da niteliği ve niceliği artıyor. Ülkenin en büyük sorunu olan işsizlik, siyasi yapının oluşturduğu milliyetçilik duygusuyla dışa vuruluyor. 16 ayrı meclisin ve 13 hükümetin yarattığı çözümsüzlük noktasında, siyasetçiler her etnik grubun duygularını, başarısızlıklarını örtmek için kullanıyorlar. İşsizlik oranının %41 olduğu, halkının %20’sinin yoksulluk sınırının altında yaşadığı ülkede etnik hesaplaşmalar, entiteler arasında yeni talepleri gündeme getiriyor. Dayton Barış Antlaşması ile iki entite üzerine kurulu devlet yapısında, resmi bir Birime sahip olamayan Hırvatlar, üçüncü entite taleplerini sıcak tutuyorlar. Diğer yandan Bosna

74


Sırpları, sahip oldukları entiteye bağımsızlığını kazandırmayı ve hatta Sırbistan ile birleşip “Büyük Sırbistan”ı meydana getirmeyi düşünüyorlar. Bosna-Hersek’in gerçek sorunu olan ekonomik buhran yakın gelecekte düzeltilmez ise etnik yıkımın ve göçlerin yaşanması şaşırtıcı olmayacaktır.

Ülkeyi oluşturan halkların etnik temelli taleplerinin adımları, Bosna-Hersek Federasyonu içindeki Mostar şehrinde rahatlıkla duyulabiliyor. Neretva Nehri kıyısında kurulan şehir, yıllarca tarihi Mostar köprüsü ile simgeleşmişti.66 Savaş, sadece halkları parçalamamış; bir ülkenin ortak değerlerini de silmişti. Hırvat kuvvetleri tarafından yıkılan Mostar köprüsü, her ne kadar yıllar sonra yeniden yapılıp şehrin iki yakasını fiziken birleştirse de, etnik grupları bütünleştirmede etkisi yeterince olmamıştır.

Dayton Barış Antlaşması’nın kurduğu iki entiteli yapıda, kendilerine ait bir entiteye sahip olamayan Hırvatlar, Bosna-Hersek Federasyonu içinde ayrı bir Birim yaratma çabasındalar. Hırvatların kendi entitelerine sahip olma istekleri, federasyonu paylaştıkları Boşnaklar tarafından kaygıyla izleniyor. Hırvatların özerk bölge istekleri, özellikle Mostar’da Boşnaklar ve Hırvatlar arasında fiziki bir sınır oluşturmasa da psikolojik bir duvar örmekte. Bu bakımdan Mostar, Bosna-Hersek’te yaşanan etnik ayrışımın küçük bir özeti niteliğinde.

66

Balkanların simgesi Mostar Köprüsü 1990’larda yaşanan dramın kurbanlarındandı. 1566 yılında Mimar Hayrettin tarafından yapılan köprü Neretva Nehri’nin iki yakasını birbirine bağlıyordu. Mostar Köprüsü’nün iki ayağından birine “Tara”, diğerine “Helebiye” adı verildi. Evliya Çelebi, köprünün Tara adlı ayağının kulesinde üç ay kalarak seyahatnamesini yazdığı Mostar’ı gökkuşağına benzetmiş ve eserinde, Mostar’ın gezdiği on altı imparatorluk içerisinde benzersiz bir yapı olduğunu kaleme almıştır. Hırvat toplarıyla sulara gömülen Mostar Köprüsü ile sadece bir mimari şahaser yok olmamış; aynı zamanda Balkanların gökkuşağına benzeyen yapısı da paramparça olmuştur.

75


Savaşın etnik gruplar arasında yarattığı uzaklık, barış zamanında da devam ediyor. Doksanlı yıllarda yaşanan iç savaş, tüm etnik gruplarda diğer gruba karşı güven sorunu yaratırken; halkların daha da dindar ve milliyetçi olmasına neden oldu. İnsanların tutunduğu bu olgular, her etnik grubu kendi içinde birbirine bağlarken, ülke içindeki diğer etnik ve mezhepsel grupların birer potansiyel tehdit olarak algılanmasına yol açıyor. Devletin bir tür yansıması olan kamu hizmetleri de söz konusu ayrılığı kurumsallaştırıyor. Savaşı yaşamayan yeni neslin, ortak gelecek adına aynı sıralarda eğitim görmesi gerekirken, aynı okulda iki farklı sınıfta, iki ayrı müfredata göre öğretim sağlanıyor. Şehirde, yine etnik temelli olarak oluşturulmuş iki üniversite, iki hastane, iki posta birimi ve hatta iki GSM operatörü var.67 Şehirde görünmez duvarlar o kadar kalın ve yüksek ki, Hırvat ve Boşnaklara ait futbol takımlarının maçları bile birer siyasi kavgaya dönmekte. Hırvat fanatiklerinin ellerindeki Nazi bayrakları, 1990’ların başında Yugoslavya’daki etnik çetelerin yuvalandığı futbol takımlarını hemen akla getiriyor.

Şehrin batı kısmına hâkim olan Hırvatlar, federasyon içinde hukuki dayanağı olmayan ayrı bir devlet elde etme yolunda ilerliyorlar. Bu yolda Hırvatlar, BosnaHersek’in karşısına, “Hersek-Bosna” taleplerini sunuyorlar. Hersek-Bosna, BosnaHersek Federasyonu’ndan ayrılarak, Sırplar gibi ayrı bir entiteye sahip olmak isteyen Hırvatların kurduğu gayrı resmi devlettir. Ülkeyi oluşturan üç kurucu halktan biri olan Hırvatların, Mostar merkezli entite planının adı olan Hersek-Bosna, Dayton’u reddeden zihniyetin ürünü olarak, Bosna’nın fay hattını oluşturuyor. Dayton sonrası 67

Ülkenin entitelerinden birini oluşturan Bosna-Hersek Federasyonu genelinde ise güvenlikten sorumlu polis teşkilatının merkezi bir yapıya sahip olmadığını görebiliriz. Bosna’da polis teşkilatı ülke genelinde teşkilatlanmamış; entite ve kanton düzeyinde örgütlenmiştir. Bu durumun sonucu olarak ülkede tam 19 emniyet ve güvenlik teşkilatı bulunmaktadır. Her bir emniyet teşkilatı da ayrı yasalara ve bakanlıklara bağlıdır.

76


gerçekleştirilen “silahsızlandırma” çalışmalarının Mostar’da başarılı olamaması, şehri, muhtemel etnik çatışmalarının merkez üssü yapabilir. Ayrıca Hırvatlar tarafından şehrin en yüksek noktası olan Hun Dağı’na dikilen “dev haç”, Boşnakların büyük tepkisine neden olmaktadır.

Hırvatların, Hersek-Bosna arzularına en büyük desteği, doğal olarak Hırvatistan veriyor. Öte yandan Bosna içindeki Sırp Cumhuriyeti’nin de ayrılıkçı Hırvatları destekledikleri; böylece Sırp bağımsızlığına zemin hazırladıkları bilinen bir gerçek. Bu iki destekçinin yanı sıra Hırvatların ayrı entite taleplerinin perde arkasında aynı dini mezhebi paylaştıkları Almanya bulunuyor. Bosna-Hersek gibi Balkanların ortasında bulunan ve yeraltı zenginliklerine sahip bir ülkenin Ortodoks ve Müslüman ağırlıklı entitelere göre kurulması, Almanya’nın nüfuz alanını daraltıyor. Tüm bu etkenler, Mostar merkezli bir Hırvat Biriminin oluşmasına neden olduğu takdirde, Sırp Cumhuriyeti’nin de bağımsızlığını ilan etmesi ve ülkenin parçalanması ihtimali, Bosna’nın geleceği adına umutlu bir tablo sergilemiyor.

Savaş yılarında Müslümanların ve Hırvatların yaşadıkları yerlere göre doğu-batı şeklinde ayrılan şehir, barış zamanında 6 belediyeyle yönetilmeye başlandı. Bu karmaşık yapı, 2004 yılında AB Bosna-Hersek Yüksek Temsilcisi tarafından “Mostar’ın Statüsü” adlı düzenlemeyle değiştirilmeye çalışıldı. Mostar şehrini tek belediyeli bir yapıya sokan ve yönetimde Boşnak ve Hırvatlara eşit haklar tanıyan bu düzenleme, kentin batı yakasında gayrı resmi egemenliğini kuran Hırvatlarca kabul edilmediğinden, onaylanıp yürürlüğe giremiyor. Şehrin bugünlerde, tarihi Mostar

77


köprüsüyle değil de, 33 metrelik dev haçla anılır olması, etnik bunalımın yakın gelecekte daha da sorun yaratacağının habercisi.

Bosna-Hersek geneli itibariyle değerlendirildiğinde, ülkenin etnik esasa göre ayrılmış şehir devletlerden oluştuğunu söyleyebiliriz. Antlaşma ile yaratılmak istenen barış havası, bizzat antlaşmanın meydana getirdiği entite yapılanmasından dolayı bir türlü kurulamadı. Barışın tesis edilmesi uzadıkça, uluslar arası aktörlerin ülkedeki etkin rolü de devam etmekte. Antlaşmanın neden olduğu en büyük sorun, toprak bölüşümünde ortaya çıkmaktadır. Ülkede yaşanan kıyımların tetikçisi olan Sırplar, uluslar arası hukukun saptadığı toprak bölüşümüyle ülkenin yarısına sahip olarak aklanmış oldular. Sırpların uluslar arası arenada temizlenmeleri, Boşnak ve Hırvatların gözünde aklandıkları anlamına gelmiyordu. Savaş sırasında tamamen kopan birlik duygusu, Hırvatların ayrı bir entiteye sahip olma ve Sırpların da bağımsız devlet olma duygularını yansıtan politikalara ağırlık vermesiyle daha da ulaşılamaz bir rüyaya dönüştü. Kapanmayan hesaplar üzerine kurulu bir ülkenin ortak gelecek inşası da yapay “devletçik demokrasisi”ni doğurdu.68 Ülke geneli adına birlikte hareket etme siyaseti, entiteler üzerine kurulu yapıda gerçekleşemedi. “Devlet içinde devlet” yapısı, ülkedaşlığı pekiştirmediği gibi mikromilliyetçiliği, ülke rotasının belirlenmesinde esas etken yaptı. Kosova bağımsızlığını kazandığında Bosna-Hersek’in sessiz kalması, ülke içinde kurumsallaşmış mikromilliyetçi siyasetin sonucu olarak görülmekte. Ülke geleceği adına ortak tavır geliştirme kabiliyetinden uzak olan Bosna-Hersek, karmaşık idari yapısıyla uluslar arası aktörlerin himayesi altında topal devlet mekanizmasını 68

“Demokrasi ancak bütünleşmiş, uluslaşmış, işlevsel toplumlarda iyi sonuç verebiliyor. Aksi halde serbest seçimler etnik grup, aşiret, din, mezhep farklarını sadece yansıtmakla kalmıyor, bunları tırmandırıyor da…” Tarihçi Andrew MANGO (10 Kasım 2006’da Harp Akademileri’nde verdiği konferanstan)

78


işletmeye çalışmaktadır. Ülkede; sağlık, eğitim, güvenlik, dış ticaret gibi konularda toplam 160 bakanlığın bulunması çözümsüzlüğün en açık fotoğrafıdır.69

E- DOMİNO TAŞLARI:

Balkanizasyonun fay hattı, Bosna-Hersek’ten sonra Kosova’dan geçti. Bir tür domino etkisi taşıyan etnik gruplar, Balkan ülkelerinin her birinde ya çoğunluğu ya da azınlığı oluşturduklarından “Balkanlaşma savaşlarına” (etnik ve mezhepsel savaşlara) uygun

ortamı

Cumhuriyeti’nde

hazırlamışlardır. çoğunluğa

Bosna-Hersek

sahipken,

içinde

Kosova’da

bulunan azınlığı

Sırplar,

Sırp

oluşturmaktalar.

Arnavutların, kendilerine ait ayrı bir cumhuriyetleri olmasının yanı sıra, Kosova’nın %90’ını meydana getiriyorlar ve Makedonya’nın da üçte birini oluşturmaktalar. Hırvatların da ayrı bir bağımsız devletleri olduğu gibi Bosna-Hersek Federasyonu içinde hatırı sayılır nüfusları vardı Etnik haritanın, devletlerin haritalarına sığmadığı Balkan coğrafyasında, yaşanan veya yaşanacak herhangi bir etnik çatışmanın bir başka Balkan ülkesini etkilemesi çok normaldir. İç çatışmaları engellemek üzere uluslar arası aktörlerin himayesinde yaratılan çok parçalı yapının yarattığı bağımsızlık söylemleri, bölgede Balkanizasyonun bitmediğini gösteriyor.

Kosova’nın bağımsızlığını ilan ettiği 17 Şubat günü televizyonlar, ellerinde Amerikan bayrakları, kulaklarda yankılanan Avrupa Birliği marşı 9. Senfoni ile

69

Bosna-Hersek’te 2010 Ekiminde yapılan seçimler sonucunda tarafların anlaşıp hükümet kurmaları 14 ay sürmüştü. Taraflar ancak bu süre sonunda yeni bir hükümet kurabilmişlerdi. Hükümet bunalımı, Dayton sonrası oluşan etnikçi yapının neden olduğu tıkanıklığın en somut örneklerinden birini oluşturuyor.

79


bağımsızlıklarını kutlayan Kosovalı Arnavutları gösteriyordu. Yazar L. Doğan TILIÇ, genç ülkenin bağımsızlık ilanından iki gün sonra Birgün Gazetesi’ndeki köşe yazısında Kosova’nın en çok satan tabloid gazetesi Express’in, bağımsızlığın ilan edildiği pazar günü Sırbistan Kralı Karacoceviç, Yugoslavya’nın kurucusu Tito ve Yugoslavya’nın da sonunu getiren son Yugoslav cumhurbaşkanı Miloşeviç’in fotoğraflarını birinci sayfasına basıp onlara hakaret ettiğini söylüyor ve gelişmeleri şu şekilde aktarıyordu: “Gazetenin bu manşetinin atıldığı gün, Meclis’te bağımsızlık ilanını okuyan Başbakan Haşim Taci, Kosova’nın çok-etnili bir demokratik cumhuriyet olduğunu söylüyor ve Yugoslavya’dan doğan bu 6. cumhuriyette Sırpların huzur içinde yaşayabilecekleri garantisini veriyordu.”

Avrupa’nın en genç ülkesi Kosova, Bosna-Hersek’te yaşanan trajedinin bir benzerini yaşadıktan sonra uluslar arası müdahalenin koruyuculuğu altında devletleşme sürecini geçirmiştir. 2008 yılında ise bölgenin hiçbir şekilde Sırbistan’ın bir parçası olamayacağı uluslar arası alanda da anlaşılarak ülkenin bağımsızlığının yolu açılmıştır. Doksanlı yılların ikinci yarısında yaşanan kanlı çatışmaların sonucunda Balkanlarda uluslar arası himayenin yeni çocuğu doğmuştur. Hâlbuki aynı Kosova, bu kanlı süreçten çok önce 1991 yılında, kendi kaderini tayin hakkı kapsamında bağımsızlık referandumunu yaşamıştı. Yüksek oranda bağımsızlık kararının çıktığı referandum sonucunda, ülke bağımsızlığını ilan etmesine rağmen ilk Kosova Cumhuriyeti’ni Arnavutluk dışında tanıyan başka bir ülke çıkmamıştır. Herhangi bir ordu veya polis gücüne sahip olmayan Kosova, bağımsızlık kararının ardından Sırp saldırılarına uğramıştır. En başta sivil itaatsizliğe ve barışçı yöntemlere dayanan Kosovalı Arnavutların mücadelesi, uluslar arası alanda sahipsiz bırakılmıştır. Şiddetten uzak

80


sürdürülen mücadelenin Dayton Barış Antlaşması ile görmezden gelinmesi, Kosovalı Arnavutları silahlı eylemlere teşvik etti. Dayton Antlaşması; Miloseviç’in, Hırvatistan ve Bosna’daki kayıplarından sonra fazlaca hırpalanmadan sisteme entegresi mantığına dayandırıldığı için Kosova meselesinin anlaşmaya dâhil edilmesi istenmemişti.70

1999 yılında NATO müdahalesi ile son bulan çatışmalar sonucunda binlerce kişi hayatını kaybetmiş, yüz binlerce insan mülteci konumuna düşmüştü.71 NATO müdahalesi ile masaya oturmak zorunda kalan Miloseviç, Kosova topraklarını uluslar arası toplumun denetimine ve koruyuculuğuna bırakmıştı. Ancak varılan anlaşma ile Kosova’nın konumu, Sırbistan ve Karadağ’ın temsil ettiği Federal Yugoslavya Cumhuriyeti’nin özerk bir parçası olarak belirlenmişti. Müzakere yoluyla bölgenin geleceğine karar verme çabaları bu süreçte başarıya ulaşamadı.

1999’dan 2008 yılına kadar Birleşmiş Milletler, Kosova’da geçici bir yönetim oluşturdu ve bu yönetimin başına da kendi temsilcisini oturttu. Ülkenin hukuksal, ekonomik ve güvenlik yapılanması BM Özel Elçisine bırakıldı. Birleşmiş Milletler Kosova Misyonu (the UN Mission in Kosova, UNMIK), Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (The Organization and Cooperation in Europe, OSCE) ve Kosova Gücü (KFOR) ülkenin inşasına girişerek hukuk, ekonomi, güvenlik gibi temel devlet yapılanmalarını kurmaya gayret ettiler.

70

Hasan ÜNAL, Balkanlarda Geniş Arnavut Meselesi ve Türkiye, Avrasya Dosyası, Cilt:4, sayı:1-2,1998 aktaran: Dr. Ali BALCI, Kosova: Arnavut Sorununun Kilit Bölgesi, Dünya Çatışmaları, Cilt:1, Nobel Yayın Dağıtım, Ankara, say:759 71 Çatışmaların tırmanması ile ABD, tarafları Fransa’daki Rambouillet Şatosu’nda buluşturdu. Bu görüşmelerin başarısız olması sonucu NATO’nun bölgeye müdahalesi başladı.

81


17 Şubat 2008 tarihinde ikinci kez bağımsızlığını ilan eden Kosova Cumhuriyeti, bu sefer ilkinden farklı olarak uluslar arası toplumun nezaretinde yürüyordu. Dünya siyasi tarihi incelendiğinde devletlerin, bağımsızlık savaşları veya ülke içinde yaşanan devrimler üzerine kurulduğu gerçeğini görmekteyiz. Kosova ise bağımsızlığını, uluslar arası kuruluşların denetimi altında ve onların bizzat yönlendirmeleriyle kazanmıştır.72 Uluslar arası Adalet Divanı da 2010 yılında Kosova’nın bağımsızlık ilanının uluslar arası hukuk açısından meşru olduğunu bildirmiştir. Böylece uluslar arası teşkilatlar kendi kontrollerinde Avrupa’nın en genç devletini meydana getirmiş oldular.

Kosova’nın bağımsızlık süreci, BM denetiminde gerçekleşmiştir. Uluslar arası toplumun sunduğu “Ahtisaari Planı”na göre belirlenen bu uzun yolda, tarafların hiçbir şekilde aynı ülke çatısı altında yaşayamayacakları ve Kosova için en uygun çözümün “denetimli bağımsızlık” olduğu belirtilmiştir. Kosova’nın bağımsızlığını kazanmasında çok büyük etkisi olan uluslararası örgütler, ülkeyi yapılandırma ve dünyayla bütünleştirme konusunda gayretlerini sürdürmekteler.73 Ahtisaari planı kapsamında, ülkenin yapılanması da ulus üstü denetimin bir parçası olarak “Uluslararası Sivil Ofis”e (International Civil Office, ICO) verildi.

72

Devlet aygıtlarının iç dinamiklerle şekillendirilmediği bir yapının, etnik sorunlarla uğraşan diğer devletler açısından bölünme tehlikesini temsil etmesi, Kosova’nın bağımsızlığını dünya kamuoyunda tartışılır hale getirmiştir. Sırbistan ve Rusya gibi ülkeler Kosova’nın bağımsızlığını uluslar arası hukukun çiğnenmesi olarak görürken İspanya gibi devletler, kendi ülkelerinde hâlihazırda yaşadıkları etnik gerginliğe örnek teşkil edebileceği düşüncesiyle yeni Kosova’yı tanımadılar. 73

Bu durumu küreselleşmenin doğal sonucu olarak algılamanın, işin kolayına kaçma anlamına geldiğini söyleyebiliriz. Bir devletin egemenliğinin yansıması, en başta kendi yaptığı yasa ve kurduğu kurumlarda görülür. Şu an Kosova için egemenlik olgusunun uluslararası denetime tabi olması, bağımsızlığın gerçekliğini sorgulamamıza neden olmakta.

82


Kosova’nın NATO müdahalesi ile kurtulması ve yaklaşık 10 yıl sonra da bağımsızlığını yine Batı dünyasının çizdiği rota doğrultusunda ilan etmesi, genç devletin yapısını etkilediği kadar, bölge üzerine hedefleri olan küresel güçlerin “tanıma” politikalarında da farklı hesaplaşmaları gün yüzüne çıkarmıştır. 17 Şubattaki tek taraflı bağımsızlık ilanı sonrası Rusya ve Çin başta olmak üzere İspanya, Sırbistan, Azerbaycan, Yunanistan, Kıbrıs Rum Yönetimi, yeni devleti tanımadılar. Şu an Kosova Cumhuriyeti, 80’den fazla devlet tarafından tanınıyor. BM Güvenlik Konseyi daimi üyesi olan Rusya ve Çin’in Kosova’yı tanımaması, ülkenin uluslar arası örgütlere üye olmasını engellemektedir. Küresel oyuncuların, bölgesel güç mücadelelerine sahne olan Kosova’da, uluslararası yardımların ve tanıma politikaların da bu hesaplaşmalar üzerinden değerlendirilmesi gerektiğine inanıyoruz.74

Ahtisaari planına dayanılarak yapılan anayasayla çok uluslu bir yapıya kavuşturulan Kosova’da, devlet sistemi de farklı etnik gruplar dikkate alınarak düzenlendi. Ülkenin %90’ından fazlasını Arnavutlar oluşturduğu halde diğer etnisitelerin de Kosova’nın siyasi yapılanmasında söz sahibi olduğunu söyleyebiliriz. Kosova Meclisi nisbi temsile dayalı 120 sandalyeden oluşmaktadır. Ülkenin Arnavut nüfusundan arta kalan %10’luk kısmın yarısını Sırplar, öteki yarısını ise diğer etnik grupların toplamı oluşturuyor. Meclis aritmetiği de etnik nüfus oranları dikkate alınarak düzenlendi ve Arnavut

74

Bu noktayı, Rusya Federasyonu eski Devlet Başkanı Boris Yeltsin hatıratında şu vurucu cümlelerle ifade etmektedir: “(…) Batı, Yugoslavya’daki savaşın Miloseviç’e karşı özel bir misilleme, ulusal azınlıklar ve insan hakları uğruna bir mücadele olduğuna inanır. Biz ise, aksine, Kosova krizinin küresel bir kriz olduğuna inanırız.(…) Bombalar düşmeye başladı mı, ülkemizdeki iç siyasal istikrar Balkanlardaki duruma bağlı olacaktı. Komünistler ve milliyetçiler, toplumumuzdaki siyasal güç dengesini bozmak için Balkanlar kartını zaten oynamaya çalışmaktaydı. (…) Histerik sesler “Batı’nın gerçek değerlerini artık biliyoruz!” diye çığlık atmaktaydı. (…) Bugün Yugoslavya, yarın Rusya.(…) NATO liderleri gerçekten anlamıyorlar mıydı? (…) Yugoslavya’ya atılan her füzenin Rusya’ya dolaylı bir darbe olduğunu görmüyorlar mıydı?” Hüseyin EMİROĞLU, Soğuk Savaş Sonrası Dönemde Kosova Sorunu, Orient Yayınları, Ankara, say:4.

83


olmayan etnik gruplar için 20 sandalye ayrıldı. Bu yirmi sandalyenin yarısı Sırplara, diğer yarısı ise küçük azınlık gruplara verildi.75

Kosova Cumhuriyeti’nde anayasal değişikliklerde de çok etnikli devlet yapısının getirdiği kurallar dikkate alınıyor. Bu doğrultuda anayasa değişikliklerinde, hem meclisin üçte ikisinin (genel sandalye sayısı itibariyle) hem de azınlık temsilcilerinin üçte ikisinin oyu gerekiyor.

Kosova’da çok partili bir siyasi hayatın olması, etnik grupların nüfus oranlarını da önemli kılıyor. Çünkü çok etnikli devlet yapısı, siyasi partilerin de etnik kimlik temelli olarak kurulmasına neden oldu. Ülke bütününü kapsayan kitle partilerinin yanı sıra azınlık partileri de siyasi alanda yerini alıyor. Kimi zaman bir etnik grup, birden fazla siyasi parti ile temsil edilebiliyor. Kosova’daki siyasi hayatı ve azınlık nüfusunu Prizrenli gazeteci Nafis LOKVİCA, ironik olarak şu şekilde dile getiriyor: “Kosova’daki siyasi partilerin sayısı, Kosova nüfusundan fazladır. Türklerin nüfusu ise siyasi olarak ne kadar gerekliyse o kadardır; gerçeğin bir hükmü yoktur.” Etnik grupların nüfus oranları, temsil yarışından ziyade azınlıkların çoğunluk içinde asimile olma korkularından dolayı önem kazanmaktadır. Bu durum kendisini en çok “dil” konusunda göstermektedir. Kosova Anayasası’nın dil konusunu düzenleyen 5. maddesine göre; Cumhuriyet’in resmi dilleri Arnavutça ve Sırpçadır. Diğer etnik

75

Mevcut düzenlemede Kosova Türkleri, ülke nüfusunun %1,5’unu oluştursa da, 120 kişilik Kosova

Parlamentosu’nda iki ayrılmış sandalyeye sahiptir. Kosova Türklerinin çoğunun oyunu alan Kosova Demokratik Türk Partisi, hükümette bir bakanlık ve iki bakan yardımcılığı ile yer almakta. Parlamentoda ise Kosova Türkleri, iki ayrılmış, bir de kazanılmış olmak üzere 3 milletvekili ile temsil ediliyorlar.

84


gruplara ait diller, belediyeler seviyesinde resmî statüye sahiptir. Ulusal düzeyde ise Türkçe, 1999 yılında BM eliyle resmî dil olmaktan çıkarılmıştır.76

Anayasanın, merkeziyetçilikten uzak bir devlet yapısı oluşturması, özellikle Sırpların çoğunluğu oluşturduğu kuzey bölgelerde Sırp ayrılıkçı söylemleri güçlendiriyor. İdari yapılanmaya bakıldığında Sırp bölgesi olarak adlandırabileceğimiz Mitrovica’da yüksek eğitim ve sağlık konularında yetkiler, yerel yönetime bırakılmış durumda. Kosova’nın tek taraflı bağımsızlık ilanını tanımayan Kosovalı Sırplar, yeni devletin otoritesi altına girmek istemiyorlar. Kosova Sırplarının arkasındaki Sırbistan desteği ise, ülkenin aslında Sırbistan’a ait olduğu iddiasına dayanıyor. Kosova’daki Sırp-Arnavut gerilimi, yeni devletin çok etnikli yapısında, gelecek döneme ilişkin kaygıları arttırıyor.77

Kosova’da Sırpların çoğunlukta olduğu belediyelerde, yerel yönetimlere verilen geniş haklar, 1974 Yugoslav Anayasası’nı hatırlatmakta. Bu açıdan Mitrovica başta

76

Kosova Cumhuriyeti’nde Türkçe; Priştine, Prizren, Mamuşa, Mitroviça, Vıçıtırın, Gilan belediyelerinde resmi dil konumundadır. Ülke bütünlüğü ve etnik karmaşanın engellenmesi adına Türkçe’nin resmi dil statüsünden çıkarılması, Türk azınlık tarafından tepkiyle karşılanmıştır. Kosova Radyosu Türkçe yayınlar editörü Zümrüt SÜLEYMAN’a göre; BM nezdinde verilen bu karar, Türklerin Tito Yugoslavyasında 1951’den beri ellerinde bulundurdukları ana dilde eğitim hakkının gaspı sayılıyordu. BM, azınlıkların sahip olduğu kazanılmış hakkı yok saymış; Arnavutça ve Sırpça dışındaki dilleri belediyeler düzeyine indirgemişti. Şu an Kosova vatandaşlarının nüfus kâğıtları, resmi diller dışında İngilizce olarak düzenlenmiş durumda. Kosova Demokratik Türk Partisi Prizren İl Başkanı Orhan LOPAR, İngilizce düzenlenmesinden dolayı yeni kimlik belgesini almayacağını vurgulayanlardan. 77

“Balkanları şekillendiren en önemli etmenlerden biri milliyetçiliktir. Balkan milliyetçiliği halklar arasındaki çatışmaların temelini oluşturmuştur. Milliyetçilik tarih sahnesine çıktığından beri Balkanlarda başrol oynamıştır. Farklı halkların varlığından kaynaklanan milliyetçiliğe uygun ortamda, bu farklılık bazı şartlar gerçekleştiğinde çatışmaların gerekçesini oluşturabilecektir. Genel olarak Balkanlarda özelde de Kosova’da Arnavutların ve Sırpların birbirlerini “öteki” olarak görmeleri ve bu zihniyeti devam ettirdikleri müddetçe çatışma hep hissedilir olacaktır. Kosova sorununun çözümünde yapılması gereken en önemli işlerden birisi halkların birbirlerine karşı besledikleri “öteki”lik zihniyetine son verdirebilmektir. Bu yapıldığı takdirde Kosova ve Sırbistan daha güvenli ve barışçıl bölgeler olacaktır.” Halis AYHAN, Makale: Arnavut ve Sırp Savları Bağlamında Kosova’nın Sahipliği Sorunu, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi • 23 / 2010, say:84

85


olmak üzere, Sırp bölgesinin tüm Kosova ile sosyal, kültürel ve ekonomik bütünleşmesi sağlanamaz ise kantonlaşma ve devamında Sırbistan’a katılma süreçleri yaşanabilir.

F) VARDAR NEHRİ’NİN AYIRDIĞI ÜLKE:

Makedonya Cumhuriyeti’nin başkenti Üsküp’ü kuzey-güney olarak ikiye ayıran Vardar Nehri, sadece kara parçalarını birbirinden ayırmamış, ülkeyi oluşturan farklı etnik ve mezhepler arasında gayrı resmi sınırın simgesi olmuştur. Vardar Köprüsü, bugün dinsel ve sosyal kopuklukların başlangıç çizgisidir. Şehrin kuzeyini Müslüman çoğunluk, güneyini ise Hıristiyan topluluk oluşturuyor. Hıristiyanların çoğunlukta olduğu güney Üsküp, modern bir Avrupa ülkesi görünümündeyken; şehrin kuzey bölümü, ışıltısını kaybetmiş, bakımsız bir Orta Doğu kentini andırıyor. Üsküplü genç bir rock grubuna ait şarkının sözleri gerçeği çarpıcı şekilde betimliyor: “Üsküp ikiye ayrılır Bir tarafı Pakistan, Bir tarafı Paris…”

Makedonya Cumhuriyeti 21. yüzyıla, Balkanizasyonun yarattığı etnik depremle giriş yaptı. Balkanlarda domino taşları dökülmeye devam ediyordu.

1992’de Federasyondan kansız bir şekilde ayrılan Makedonya Cumhuriyeti, BosnaHersek ve Kosova’da yaşanan iç savaşların artçı etkisini 2001 yılında hissetti. “Yugoslavya Balkanlaşma Savaşları”nın sonuncusu Makedonya topraklarında yaşandı.

86


Kosovalı Arnavutların yaktığı ateş, Makedonya’daki ırkdaşlarını da etkilemiş ve eşit statü taleplerinin uluslar arası kamuoyunda sahiplenilmesine yol açmıştı. Ülkedeki Makedonlar ile Arnavutlar arasındaki etnik taleplere dayalı çatışmalar, bir iç savaşa ve katliama dönüşmeden sona erdi. Makedonya’daki Arnavut ve Makedon nüfus oranlarının birbirine yakın olması, bölgedeki en kanlı çatışmaların yaşanmasına neden olabilirdi. Altı ay süren etnik çatışmalar, 2001 yılının Ağustos ayında imzalanan “Ohri Çerçeve Antlaşması” ile sona ermişti.

Makedonya Cumhuriyeti’nin çok etnikli toplum yapısı, Balkan coğrafyasının küçük bir örneği niteliğindedir. ABD ve AB önderliğinde varılan Çerçeve Anlaşmasıyla da Makedonya, hukuken de olsa uluslar arası toplumun istediği çok etnikli yapıya kavuşturulmuş oldu. Bağımsızlığını kazandıktan sonra tek ulus çerçevesinde örgütlenen ve anayasasında da “Makedonya Makedonyalılarındır” ifadesine yer veren Makedonya Cumhuriyeti’nin tek uluslu yapısı, nüfusun dörtte birini oluşturan Arnavutların rahatsızlıklarına yol açmıştı. Ohri Çerçeve Antlaşması (OÇA) ile şekillenen yeni Makedonya’da devletin yapısı da, etnik kimliklerin kurumsallaşmasına ve hakça temsiline dayalı bir düzene dönüştürülmeye çalışılmıştır.

Yeni Makedonya’nın çok kültürlü ve çok etnikli demokrasi arayışının etkisi, Çerçeve Anlaşma doğrultusunda idari yapılanmada da görülmeye başlandı. OÇA’nın belirlediği adem-i merkeziyetçi yapı hedefi, yerel yönetimlerin güçlendirilmesini ve merkezden yerele yetki devri ile vatandaşların daha etkin hizmet almasını içermektedir. Makedonya’da yerelleşmeyle amaçlanan çoğulcu demokrasi ölçüsü, halkın yönetim araçlarına daha çok katılabilmesi ve çoğunluğun yanı sıra azınlığın da görüşünün işlevli

87


hale gelmesidir. Sağlıktan ekonomiye, eğitimden çevre politikalarına kadar yerel yönetimlere geniş yetkiler tanıyan düzenleme, çoklu etnik yapının ancak yerelleşme ile ayakta kalabileceği savını güçlendirmektedir.

Makedonya Cumhuriyeti Anayasası, OÇA ruhuyla şekillendirilmiş ve çok etnikli yapı anayasal düzeyde koruma altına alınmıştır. Anayasanın 2005 yılında değiştirilen giriş kısmına bakıldığında devletin ana ilkesi rahatlıkla anlaşılmaktadır: “Makedonya Makedon, Arnavut, Türk, Sırp, Boşnak ve diğer etnik toplulukların ülkesidir.” Anayasanın giriş kısmında barış ve ortak yaşama vurgu yapılırken dayanak gösterilen Kruşova Cumhuriyeti ve ASNOM kararları da etnik duyarlılığın kökenlerini oluşturmaktadır. 1903 yılında düzenlenen Kuruşova Manifestosu’nda, Kuruşova’da yaşayan Türk topluluğa; “Biz, sizin ebedi komşularınız, güzel Kuruşova’daki dostlarınız ve tanıdıklarınız… Din, millet, cinsiyet ve bakış açısı ayrımını yapmaksızın…”, şeklinde hitap edilmiştir.78 2. Dünya Savaşı’nda, Nazilere karşı mücadele veren antifaşist örgüt ASNOM’un 1944’te verdiği kararların içeriğinde de, Makedonya’yı oluşturan azınlıklara onların milli hayatıyla ilgili her türlü hakların sağlanması iradesi yer alır.

Çok etnikli yapının devlet yapısını şekillendirmesinin en iyi örneklerinden birini oluşturan Makedonya, Anayasanın 8. maddesinde “milli mensubiyeti ifade etmek serbesttir”, şeklindeki hükmüyle, devletin milliyetlere dayalı yapısını güvence altına almıştır. Aynı maddede yer alan; “Milliyetlerin etnik, kültür, dil ve dini kimlik

78

“Makedon Milleti Tarihi-Seçme Yazılar” hazırlayan: Lyuben Lape’den aktaran: Bilyana P. NETKOVA, Makale: Makedonya Cumhuriyeti Anayasasına Göre Milliyetlerin Durum Ve Hakları, Çev: Erol TUFAN, say:4–5

88


mevcudiyetini Cumhuriyet garanti eder”, hükmü ise çok etnikli devletin temel görevini oluşturur.

OÇA’nın çizdiği yeni rota, Makedonya Cumhuriyeti’nin anayasa başta olmak üzere tüm mevzuatına yansımış durumda. Makedonya Parlamentosu’nda azınlıkları ilgilendiren yasal değişikliklerin geçerliliği, genel çoğunluğun üçte ikilik onayı dışında, azınlıkların da mutlak çoğunluğunun kabulüne bağlıdır. Yasaların, Anayasaya uygunluğunu denetleyen Anayasa Mahkemesi’nin üye yapısı da azınlık toplulukları dikkate alınarak şekillendirilmiş ve mahkemenin on beş yargıcından üçünün, azınlık gruplara mensup olması zorunluluğu getirilmiştir. Ayrıca Cumhuriyet Anayasası, etnik gruplar arasındaki ilişkilerin ülke kapsamında düzenlenmesi ve arttırılması amacıyla, Parlamentoya bu konuyla ilgili olarak “konsey” kurma yetkisi vermiştir. Anayasanın 78. maddesine göre: “Meclis, etnik gruplar arası ilişkilerle ilgili bir konsey kurar. Konsey; meclis başkanı, Makedonlar, Arnavutlar, Türkler, Ulahlar ve Romanlardan ikişer temsilci ile Makedonya’daki diğer milliyetlerin üyelerinden ikişer kişiden oluşur. (…) Konsey, Cumhuriyet’teki etnik gruplar arasındaki ilişkilerle ilgili sorunları dikkate alır ve çözüm için değerlendirme ve önerilerde bulunur. Meclis, konseyin değerlendirme ve önerilerini dikkate almak ve onlarla ilgili karar almak zorundadır.”

Anayasanın 48. maddesi de etnik gruplar arası eşitliğin yaşatılmasını her alanda güvence altına alan bir düzenlemedir: “Toplum mensupları kimliklerini ifade etme, koruma, geliştirme, toplum özelliklerini özgürce ifade etme ve toplum sembollerini kullanma hakkına sahiptir. Devlet, tüm toplumların etnik, kültürel, dil ve dini kimliklerin korunmasını teminat altına almıştır. Toplum mensupları, kendi kimliklerini

89


ifade etme, koruma ve geliştirme amacıyla kültür, sanat, eğitim, bilim ve diğer kuruluşları kurma hakkına sahiptir.”

Bir etnik grubun en hayati unsurunu oluşturan dil, din ve eğitim olgularını anayasal güvenceye alan Makedonya Cumhuriyeti, ülke vatandaşlarının en az %20’sinin kullandığı bir dili de resmi dil olarak kabul etmektedir. Ülkede yaratılmak istenen “etnik grupları kucaklayan yapının” gerçekleşmesi amacıyla hukuk dilinde de değişikliğe gidilerek, Anayasadan “azınlık” sözcüğü çıkarılmış; yerine “milliyetler” kavramı konmuştur. Anayasanın 7. maddesinde yer alan dil düzenlemesinde de, değiştirilen bu hukuk diline dikkat edilmiştir. 7. madde kapsamında; milliyet mensuplarının çoğunlukta yaşadıkları yerlerde kanunun öngördüğü şartlar içinde (%20 konuşulma oranı), Makedon dili ve Kiril alfabesi yanı sıra, o milliyetin de dili ve alfabesi resmiyet kazanmaktadır. Diğer yandan etnik gruplar açısından en önemli talebi ana dilde eğitim hakkı oluşturmaktadır. Makedonya’da ulusal düzeyde aynı müfredatla, farklı dillerde eğitim verilebilmesi, ayrı bir azınlık okulu oluşturulmasına gerek olmadığını göstermektedir. Bu doğrultuda her milliyete, kendi değerlerini korumak, geliştirmek ve gelecek nesillere aktarmak üzere kültür ve sanat dernekleri kurabilme ve yine kanunun öngördüğü şartlar çerçevesinde ilk, orta ve lise düzeyinde okul kurabilme hakkı tanınmıştır.

Batı dünyasının Balkanlardaki en başarılı sistem ve toplum mühendisliği çalışması olan Makedonya, Yugoslavya’dan ayrılan diğer çok etnikli devletlere göre daha başarılı bir yapılanma süreci geçirmiştir. Çerçeve Anlaşmasının ve devamında gerçekleştirilen hukuki reformların temel gayesi, ülkeyi oluşturan tüm etnisiteleri kurumsallaştırmak ve

90


eşit statüde buluşturmaktır. Yasal çerçevede yapılan bu düzenlemeler, doğal olarak merkezi devlet yapısının yerine yerelliğin ön planda olduğu adem-i merkeziyetçi yapıyı, Makedonya idari sisteminin temel özelliği yapmıştır. OÇA’nın amacı Makedonya demokrasisinin güvenliğini sağlamak ve bununla Makedonya’nın AvroAtlantik yapılanmayla olan bağlarını güçlendirmektir.79

Her ne kadar hukuki boyutta tüm etnik grupların eşitliği ilkesi sağlanmış olsa da; yaşam pratiğinde sorunların yaşanılması kaçınılmazdır. Çerçeve Anlaşması ile etnik toplulukların tanınması ve devletin adem-i merkeziyetçi yapıya kaydırılması, ülke dinamiklerinin değişmesine neden oldu. Yasal düzeyde yaratılan çoğulcu demokrasi, Arnavut topluluğa büyük haklar sağlarken, ülkeyi oluşturan diğer etnik grupların varlığı görmezden gelindi. Hukuk düzleminde çok etnikli bir sistem öngörülmüşse de; yasal düzenlemelerin, özellikle savaşın ve anlaşmanın tarafı olan Arnavutlara pozitif ayrımcılıktan daha fazla haklar tanıması Makedonya’yı çok etniklikten ziyade iki etnikli devlete dönüştürmüştür. İlk olarak, anayasada düzenlenen resmi dil kabul edilme şartı, nüfus yoğunluklarından dolayı Arnavutlar dışında hiçbir etnik grubun bu haktan yararlanamamasına yol açmıştır. 1974 Yugoslav Anayasası’nda kurucu unsur olarak yer alan Türkler, günümüzün eşit statülü yapısında dillerini resmi diller kapsamına sokamamaktadır.

Anayasada yer alan, tüm iş olanaklarının herkese hiçbir ayrım yapılmadan açık olduğuna ilişkin düzenlemenin varlığına rağmen, Arnavutlar dışında kalan diğer etnik

79

Ayfer ARİF, Yıldız Teknik Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Siyaset Bilimi ve Uluslar arası İlişkiler Dalı Siyaset Bilimi ve Uluslar arası İlişkiler Lisans Programı Yüksek Lisans Tezi: MAKEDONYA CUMHURİYETİ’NİN AZINLIK POLİTİKASI VE EĞİTİME ETKİSİ, İstanbul–2008.

91


gruplar uygulamada bu haktan gerektiği kadar yararlanamamaktalar. Ohri ile Arnavutların elde ettiği geniş haklar, diğer toplulukları üçüncü sınıf etnik grup durumuna düşürmüştür. Ülkenin anayasaya göre şekillenmiş çok etnikli yapısı, uygulamada iki millet anlayışına dönüşmüş durumda. Ülkede her dört kişiden birinin işsiz olduğu düşünüldüğünde, birçok Türkün evde Türk, dışarıda ise Arnavut olduğu hayat öykülerine sıklıkla rastlanılabiliyor.

Batı dünyası için demokrasinin olmazsa olmazı olarak sunulan etnikçiliğin kurumsallaşması, kimi analistlere göre de Makedonya’daki etnik kopuklukların başlıca nedeni olarak görülmekte. Profesör ve siyaset analisti Jove Kekenovski, etnik aidiyetin siyasileştirilmesinin ve artan siyasi gücün yanı sıra 2001 askeri ihtilafının sonucu olarak toplumsal çevrede yaşanan kutuplaşmanın, anlaşmanın üzerinde Demokles’in kılıcı gibi sallandığı ve bunun da özellikle Arnavutları kaygılandırdığı sonucuna varıyor.80 Balkanlarda yaşanan kanlı savaşların yarattığı ruh, Makedonya’da da kendini gösteriyor ve barış zamanında girişilen yeniden yapılanma çabalarının önünde psikolojik bir set oluşturuyor. Öte yandan Çerçeve Anlaşma ile birlikte ülkenin iki ana ortağından biri olan Arnavutların düzenlemelerden hâlâ memnun olmaması, Makedonya’da ileride yaşanma ihtimali olan çekişmelerin birincil sebebini oluşturabilir. Etnikçiliğin siyasileştirilmesi devlet yapısının yerelleşmesini beraberinde getirirken; gelecek yıllarda daha fazla otonomi taleplerinin gündeme gelmesi kaçınılmaz olabilir. Etnik temelli siyasetin daha da güçlenmesine neden olan kötü ekonomik koşullar ve işsizlik, Makedonya’nın önümüzdeki günlerdeki en önemli sorunu olarak görülmektedir. Ülkedeki kaygıların başında, etnik kökenden ayrı olarak tüm vatandaşları ilgilendiren 80

Southern European Times Gazetesi için Bitola’dan Klaudiya Lutovska’nın haberi,20.08.2011 http://www.setimes.com/cocoon/setimes/xhtml/tr/features/setimes/blogreview/2011/08/20/blog-03.

92


ortak sorunların çözülemediği durumda, halkların yine mikro-milliyetçiliğe sarılacağı korkusu geliyor. Kamusal yapının çok etnisiteli oluşu, bir yandan çoğulcu demokrasi ve barışın sağlanması adına zorunluluk gibi görünürken; Balkanizasyon fay hatlarının çok parçalı yapılarda rahatlıkla büyümesi akıllarda soru işaretine neden oluyor. Hukuk uzmanı Devan Vitanovski; 1789 İnsan Hakları Bildirgesi’nde vatandaşların haklarının sıralandığı göz önüne alındığında, anlaşmayı gereksiz bir deney olarak görüyor. Sonuç olarak yazar, Makedon kamu idaresinin uluslar arası elçiler ve iç siyasi fırsatçıların deney sahası olmaktan çıkması gerektiğini ileri sürüyor.81

81

Southern European Times Gazetesi için Bitola’dan Klaudiya Lutovska’nın haberinden, 20.08.2011 http://www.setimes.com/cocoon/setimes/xhtml/tr/features/setimes/blogreview/2011/08/20/blog-03.

93


3. BÖLÜM TARTIŞILAN DEVLET KAVRAMI VE YAPISI

A- ETNİSİTE YAKLAŞIMLARINA GÖRE DEVLET MODELLERİ:

“İnsanlar üzerinde emretme yetkisine sahip olan veya olmuş olan bütün hâkimiyetler, devlet ismini alırlar ve bu devletler ya cumhuriyettir, ya da krallıktır.”82

Machiavelli, ünlü eseri “Hükümdar”ın girişini yukarıdaki cümleyle yapar. 16. yüzyılda ilk kez bu eserde kullanılan “devlet” kavramı, beş yüz yıl sonra hâlâ tartışmalı bir şekilde dünya sahnesinde yerini almaktadır.

Çeşitli düşünce akımları, devletin önemi açısından sıralama konusunda farklı yargılara varsalar da, uluslararası alanda halen çok önemli bir aktör olduğu konusunda birleşiyorlar. Realistler önemli yegâne aktörün devlet olduğu noktasında ısrar ederken, liberaller devletlerin sadece pek çok başka aktör arasında en önemliler olduğunu ileri sürmekteler.83 Kimsenin görüp dokunamadığı, soyut bir oluşum olarak nitelendirilen devlet olgusunun, yüzyıllardır toplumların kaderini belirlediği bir dünyada, devlet yapılarının değişimi de evrimsel bir süreç olarak değerlendirilebilir.

82

Kemal Gözler, a.g.e., say:9. Joseph S. Nye, Jr. & Davis A. Welch, Küresel Çatışmayı ve İşbirliğini Anlamak, Çev: Renan AKMAN, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2. Baskı, İstanbul–2009, say:48. 83

94


Devlet yapısının ana hatları; sistemin siyasi, idari ve hukuki düzeninden meydana gelmektedir. Her bir vatandaşın olduğu gibi devletlerin de bir kimliği vardır. Devletlerin yapısı ise bizzat devletin kimliği çerçevesinde oluşur. Çağımız, devletlerin kimliğinin millet (ulus) anlayışları ile şekillendirildiği dönemlerdir. Devletin, içinde barındırdığı etnik gruplarla ilişkisini, o devletin millet anlayışı belirlemektedir. Millet olgusu; soy bağına dayanabileceği gibi dil, din, aynı toprağı paylaşma, fikirsel ve ekonomik sınıf paylaşımı anlayışlarına göre de şekillenebilir. Millet kavramına olan bakış açısına göre sınıflayabileceğimiz devletler, tarihsel köklerinden beslendikleri anlayışla idari yapılarını ve hukuki düzenlerini çizerler.

Yeryüzündeki devletlerin insan unsuruna baktığımızda, katıksız bir toplumun olmadığını rahatlıkla görebiliriz. Japonya ve iki Kore bunun kayda değer istisnalarıdır. Japonya’da yaşayanların yüzde 98,5’i etnik Japon, Kuzey ve Güney Kore’de yaşayanların daha da yüksek bir oranı etnik Korelidir. Bugün dünyadaki çoğu ülke etnik bakımdan homojen olmaktan uzaktır.84 Ülkelerin çok etnikli insan yapılarından oluştuğu gerçeği; devletleri, temel politikalarını ve idari yapılanmalarını etkileyen en önemli unsurlardan biridir. Bu bakımdan devletler iradelerini; “tek etnikli”, “çok etnikli” veya “etnik dışı” sistem olarak belirleyebilirler. Devlet, merkezi-yerel tüm yapılanmasını ve hukuki oluşumunu, bu üç sınıflanmadan birine göre düzenleyebilir.

Tek etnikli devlet yapısında etnisite olgusu, devletin tüm işleyişinde temel göstergedir. Bu düzende, devletin egemenlik anlayışından eğitim politikasına, yurttaş olma kıstaslarından sosyal haklara kadar tüm sistemi belirleyen tek bir etnisite vardır. 84

Joseph S. Nye, Jr. & David A. Welch, a.g.e., say:50.

95


Tek etnikli sistemde, etnisite kurumsal bir boyut kazanmış ve o ülkenin resmi ideolojisi olmuştur. Böylelikle siyasi ve hukuki meşruiyetine kavuşan etnisite, devlet yapılanmasında başat konuma getirilir.85 Vatandaşlık, soy bağı ilkesine dayanır ve bu kan bağına sahip olmayanlar birçok hak yanında en başta vatandaşlık hakkını elde edemezler. Dışlanan etnik kategorilerdeki kişilerin hâkim unsurla karışmalarının, yani asimilasyonun engellenmesi için dışarıda bırakılan etnik gruplara kendi dillerinde eğitim serbest bırakılacağı gibi, fiziksel anlamda ayrı tutulmaları, ülkeden çıkartılmaları ve hatta yok edilmeleri bile gündeme gelebilir. Tek-etnili rejim, devletin çok keskin ve kesin bir etnik bilince sahip olduğu ve toprakları üzerindeki nüfusu soy-kan bağı algısına göre tasnif ettiği rejimdir.86

Öte yandan Balkanizasyon ile yaratılan/ yaratılmak istenen yapı ise çok etnikli bir devlet öngörmekte. Tek etnikli devlet modelinde olduğu gibi çok etnikli yapıda da etnisite, sistemin merkezindedir. Ancak devletin çekirdeğini tek bir etnisite değil; birden fazla etnisite oluşturur. Üniter yapı içinde ülke sınırlarının korunarak tüm etnisitelerin temsil edilmesine dayalı bu düzende, her bir etnik grubun kendi özerkliğine sahip olması, sistemin ana çizgisini oluşturuyor. Tek etnikli devlette dışlanan azınlık gruplar, çok etnikli devlette milletin asli unsurudurlar. Devlet aygıtı da, merkez-çevre ilişkisinin çerçevesini etnik grupların hukuki varlığına ve temsiline göre çizer. Bu bakımdan çok etnikli devlet, merkezilikten uzak kalarak; yerelliği ve bölgeselliği benimser. Siyasi ve idari yapılanmasını çok etnikli toplum hassasiyetine göre

85

Tarihte Tek-Etnikli devlete örnek olarak Nazi Almanya’sını gösterebilirken; günümüzde İsrail’in Tek-Etnikli Devlet sisteminin dünyadaki en çarpıcı temsilcisi olduğu çok açıktır. 86

Şener AKTÜRK, Etnik Kategori ve Milliyetçilik: Tek-Etnili, Çok-Etnili ve Gayri-Etnik Rejimler, Doğu Batı Düşünce Dergisi, Sayı:38, Ekim 2006, say:38.

96


düzenleyen devletler, çok kültürlülüğe dayanan yurttaşlık kavramını sahiplenirler. Ortak bir ulusal kimliğin reddiyle başlayan çok etniklilik, sosyal ve siyasal birliğin etnisitelerin siyasallaşmasıyla sağlanabileceği üzerine temellendirilmiştir. Bu bakımdan çok etnikli devlet yapısının savunucuları, çok uluslu sistemin milliyetçiliği törpüleyebileceği ve demokratik düzeni sağlayabileceği fikrini benimserler.

19. yüzyıldan itibaren devletlerin ana unsurunu oluşturan milletler, aynı zamanda siyasi bir kimliği de temsil etmişlerdir. Yurttaşlık, kulluktan veya bir zümreye bağlı olmaktan çıkmış; bir millete mensubiyet anlamına gelmiştir. Devletin siyasal kimliği, milletin ortak kimliği ile özdeşleşmiştir. Çok etnikli devlet yapılarında ise ortak bir ulusal kimlik yaratılamaz. Bu tür devlet yapılarında yurttaşlık; toprak, dil gibi esaslardan kopmuş, ırk zeminine kaymıştır. Irk ve din temelli sınıflaşma, devlet yapısını da çok parçalı yapmıştır. Çok katmanlı devlet modelinin yol açtığı olumsuz durumları önceki bölümlerde işlemeye çalışmıştık. Özellikle Yugoslavya’nın ve Sovyet Rusya’nın parçalanması, millet yurttaşlığının oturtulamamasına bağlanabilir. Irksal oluşumlara siyasi gömlek giydirilmesi, devletin yapısını çok parçalı yapabileceği gibi yurttaşlığın ortaklık duygusunu da silebilir. Yakın tarihe baktığımızda; Sovyet Rusya, Yugoslavya, Çekoslovakya ve günümüzde Balkanlardaki yeni devletler, Irak ve birçok Afrika ülkesi çok etnikli devlet yapısının yarattığı kargaşayı yaşamıştır/yaşamaktadır.

Etnik-dışı devlet yapılanmasında ise, etnisite olgusu var olan düzenin içinde kabul görmez. Hatta birçok etnik dışı devlette etnisite, rejimin baş düşmanıdır. Etnisite, bu tür devletlerde sistemin yapı taşlarında yer alamaz ve mekanizmanın işleyişinde belirleyici olarak dikkate alınmaz. Ülke ve millet bütünlüğünün biricikleştirildiği etnik-dışı

97


devletlerde millet kavramı; dil, din, toprak, ideoloji gibi olgular ekseninde tanımlanır. Bu haliyle modern etnik milliyetçiliğin şekillendirmediği tüm devletlerin millet tanımları kategoriye girdiği için örneğin; milleti cumhuriyetçi ideoloji ve dil ekseninde tanımlayan Fransa da, Müslümanların devleti olarak kurulan Pakistan da, Şii-Caferi mezhebi ve ideolojisiyle etnik farklılıkları görmezden gelebilen İran da, Osmanlı’dan gelen din eksenli millet anlayışı üzerine laik cumhuriyetçi ve dil-merkezli Fransız modelini inşa etmeye çalışan Türkiye de gayri-etnik modellere örnek sayılabilir.87

Etnik-dışı ulus politikası, ülkenin üniter yapısının korunması zorunluluğu ve öteki devletlerle rekabetin gereği olarak ulusal bütünlükçü bir çizgi belirlemiştir. Ulus kimliğinin; yerel, bölgesel, etnik kimlikleri görmezden gelen fikri yapısı, etnisiteyi geri bir düzey olarak görmektedir. Etnisitenin kan-soy bağı algısı, etnik-dışı devletin gelişimi ve huzuru adına aşılması gereken bir seviyeyi işaret eder. Bu açıdan etnik-dışı devletin yapısında da merkezilik esas alınmıştır. Resmi dil ve eğitim dili tartışmasız şekilde ulusun dilidir. Etnisitelerin nüfus olarak varlığı kayıt altına alınmaz. Siyasi ve hukuki yapılanma ulusal çerçevede tüm vatandaşları kapsayacak şekilde düzenlenmiştir ve hiçbir etnik grup sırf etnisitesi dikkate alınarak düzenlenmiş bir hakka sahip olamaz.

Diğer yandan etnik-dışı devletlere karşı en büyük eleştiri etnisite gerçeğini görmezden gelmesidir. Bu kapsamdaki eleştirel bakış, devletin halk üzerindeki üstünlüğünün, toplumu şekillendirmek ve belirli bir kalıba sokmak için kullanıldığını ileri sürer. Devletin kutsallaştırılmasından yola çıkılarak, devletin dışında değerli bir olgu olmadığının ispatı için etnik-dışı modellerin, farklı etnik grupları tek tipleştirdiğini 87

Şener AKTÜRK, a.g.e., say:48-49.

98


öne sürenler, bu yapının bir tür “totalitarizm” olduğunu savunurlar. Bir bakıma bu tartışma, etnisiteler ile ulus devletlerin varlık savaşına dönüşmüştür. Olgulardan birinin varlığı diğerinin bastırılmasına ve hatta yok olmasına bağlı olduğuna ilişkin düşünceler, küreselleşme sürecine girilmesiyle içinden çıkılmaz sorunlara yol açmıştır/açmaktadır.

B- ULUS DEVLET VE YENİDEN YAPILANMASI:

Modernleşen dünyanın yansıması olan ulus-devlet sistemi, çağımız siyasetinde belirleyici olma konumunu henüz hiçbir siyasal yapılanmaya bırakmamış durumda. Küreselleşen dünyada ise ulus devletin egemenlik anlayışı, ulus üstü sermaye ve kültür yayılmacılığı ile çarpışmaktadır. Merkeziyetçi ulus devlet sisteminin, varlığına ilişkin ortaya koyduğu olmazsa olmaz sınırlar, küresel sermayenin serbest dolaşımına engel oluşturmakta. Ulus üstü sermaye için ulusal sınırlar, ürün ile tüketici arasındaki gereksiz bir engel niteliğindedir ve bunun için de ulus devletin tasfiyesi gerekir. Çalışmamızın ana başlığını oluşturan Balkanizasyon olgusunun ana kaynağında da bu tartışma yer alır. Teknolojinin sınır tanımaz gelişimi ise, ulus devletin iç egemenliği altındaki topluluğun, diğer toplumlarla iletişime geçmesine ve ulusların kendilerinden farklı olanı tanımasına yol açtı. Teknolojinin toplumlarda, farklılıkların bilincine varılmasına neden olması, ulusal aidiyetleri zayıflattı. Tüm bu nedenlerle, 20. yüzyılın son çeyreğinde ve günümüzde halen devam eden çatışmanın kavramsal olarak tarafları, küreselleşme ve milli kimliğin temsilcisi ulus devlettir.

Bireyleri dönüştürme çabası içinde olan devlet mekanizması, geleneksel tarım-din imparatorluklarından kalın bir çizgiyle ayrılır. Bu bakımdan 1789 Fransız İhtilali’nin

99


sunduğu uluslaşma ve ulus devlet olguları da modernite öncesi toplumsal düzenin karşısında yerini alır. Modernitenin karakteristik siyasi projesi, sosyal ve siyasi hayatı dönüştürme girişimiyle iç içedir, öyle ki insan yaşamı, aklın emrettiği sosyal örgüt biçimleriyle uygun hale gelsin.88 Karl Deutch de; “Ulus devlet, üyelerinin onlara seçenek olabilecek büyük kümelerinin tümünden daha güçlü güvenlik, ait olma ya da bütünleşme, giderek tek tek bireylere bile bir kimlik vermektir,” derken bu dönüşümü vurgulamaktadır.89

Diğer yandan küreselleşmenin ulus devletler karşısındaki düşünsel dayanağı olan postmodernizme göre aklın emrettiği hiçbir evrensel siyasi proje yoktur. Sosyal dünya, belirlenmiş insan projesine uygun olarak yeniden yapılandırmaya uygun değildir. Pratikte böylesi dönüşümleri gerçekleştirme girişimi, insanlığa karşı, soykırımdan ve kitlesel açlıktan tutun da insan zihninin ve bedeninin en mahrem suiistimallerine kadar en ölümcül suçların işlenmesine yol açmıştır.90

Ulus devletin varlığı, kendi içinde ülke ve millet unsurlarının birleşiminden meydana gelmektedir. Ulus devlet kurgusu içinde ulus, ülke ve vatan arasında ideolojik bir ilişki yaratılır. Böylece vatan kavramı kurgunun bir parçası olarak bütünün içine yerleştirilir. “Sınır”lar da, bütünün içinde yer alan vatanı çevreleyen çizgiler olarak

88

Christopher PIERSON, Modern Devlet, Çiviyazıları Yayınevi, Çev: Dilek HATTATOĞLU, İstanbul–2000, say:68.

89

Ithıel de Sola Pool, der., Contemporary Political Science: Toward an Empirical Theory’den aktaran: Prof. Dr. Türkkaya ATAÖV, a.g.e., say:15. 90

Christopher PIERSON, a.g.e., say:68.

100


dokunulmazlık ve kutsallık kazanır.91 Ulus devletin merkeziyetçi ve üniter niteliği, içinde yer alan insan topluluğuna aidiyet ve ortaklık yükler. Ana besin kaynağı ulusçuluk olan bu sistemde; yerellik, bölgesellik ve alt kimlikler birer ayrıştırıcı çözelti olarak görülürler. Ulus devlet için önemli olan ülkede yaşayan farklı etnik grupların karışıp ortak bir üst yapı meydana getirmesidir. Ulus devletin çatısını da üst yapı dediğimiz “millet” (ulus) oluşturur.

Uluslaşma inşası, bir ülkenin insan topluluğunu (halk) oluşturan etnik gruplar içinden nüfus olarak çoğunluğu oluşturan, siyasi güç olarak etkin olan etnik grup üzerinden gerçekleşir. Diğer etnik gruplar, meydana gelen ulusun, hukuk sistemi içinde eşit parçalarıdır. Yeryüzünde altı binden fazla etnik grubun bulunması ama buna karşılık Birleşmiş Milletlere üye olan iki yüz civarında devletin bulunması; her etnik yapının uluslaşma ya da kendi ulus devletini kurma şansına sahip olmadığını, tarih içinde öne çıkan ve güçlenen etnik yapıların, uluslaşma süreci içinde modern anlamda bir ulusal yapının çekirdeğini oluşturduğunu ve ortaya çıkan ulusal yapıdaki bu çekirdeği, etnik yapının özelliklerinin ulusal nitelikler olarak öne çıkardığını görmek mümkündür.92

Ulus devlette yaratılmak istenen homojen ortak kültürün, ülkedeki azınlık gruplara baskı yaptığı ortamda etnik milliyetçiliğin tepkisel bir büyüme yaşadığını görmekteyiz. Devletin, azınlığın ayrı bir ulus olma talebine verdiği sert karşılığın, etnik grupların devletle olan bağlarının zayıflamasına neden olduğuna ilişkin iddia yüksek sesle dile 91

Y. Furkan ŞEN, Globalleşme Sürecinde Milliyetçilik Trendleri ve Ulus Devlet, Yargı Yayınları, Ankara–2004, say:55. 92

Anıl ÇEÇEN, Türkiye Cumhuriyeti Ulus Devleti, Fark Yayınları, 1. Basım, Ankara–2007, say:33.

101


getirilmekte. Bu durumda kimi liberal aydınlar, Batı demokrasilerinin deneyimi çerçevesinde, ulusal azınlıkların sadakatini sağlamanın en iyi yolunun bu azınlıkların ayrı milliyet duygularına saldırmak olmadığını, bunu kabul etmek gerektiğini ve belki de belli bir federalizm biçiminin benimsenmesi yoluyla özyönetim isteklerini çözüme bağlamak gerektiğini düşünüyorlar.93

Günümüzde etnik grupların, ulus devlet içindeki özerkleşme eğilimli talepleri, küresel ekonominin amaçlarıyla örtüşmekte. Etnik gruplar, kendi varlığını yaşatma ve geliştirme adına kimlik savaşımı verirken; küresel güçler ulus üstü sermayenin önündeki ulusal setleri yıkmanın peşinde. Ortak düşman ise üniter ulus devlet…94

Etnik gruplar, kimlik taleplerini demokrasi ve insan haklarına dayandırmaktalar. Küreselleşen dünyada yeni devlet yapılanmaları ise yerelleşme olgusunu karşımıza çıkarmaktadır. Tartışmanın ileri boyutunu ise bir ulusun kendi kaderini tayin etme hakkı oluşturuyor. Çağımızın uluslararası ilişkilerinde büyük sarsıntılara yol açan “selfdeterminasyon” hakkı, ulus devletler içindeki etnik grupların hak taleplerinin temel ilkesi niteliğindedir. Fransız İhtilali’nin ortaya koyduğu “milliyetler ilkesi”, millet niteliğini kazanan her topluluğun bağımsız bir devlet kurabileceğini öngörür. Bu ilke, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra olgunlaşarak self-determinasyon hakkına dönüşmüştür. Uluslararası hukukta self-determinasyon hakkı, bir halkın bağımsız bir devlet kurmak

93

Will Kymlicka, Çok Kültürlü Yurttaşlık: Azınlık Haklarının Liberal Teorisi, Çev: Abdullah YILMAZ, Ayrıntı Yayınları, İstanbul–1998, say:134. 94

Çalışmamızın doğrudan konusunu oluşturmadığı için küresel ekonominin çağımızdaki rolünü ayrıntılı bir şekilde çalışmamızda irdelemeyeceğiz. Her ne kadar küresel oyuncuların hedeflerine kısaca değinmek zorunda kalsak da, incelediğimiz “Balkanizasyonun devlet yapısı” tartışmasını, küresel sermayenin amaçlarını aklınızın bir köşesine koyarak okumanızı öneririz.

102


dâhil, dilediği devlete bağlı olmayı seçme hakkı olarak tanımlanmaktadır.95 Uluslararası hukukun geliştiği 20. yüzyılın ikinci yarısında self-determinasyon hakkı, sömürge altında bulunan halklar için geçerli kılınmıştır. Bu bakımdan self-determinasyon hakkı, bir devlet içinde sömürge altında yaşamayan insan toplulukları için uygulanamaz. Kısacası bu hak, bir devletin insan unsurunu oluşturan etnik gruplar için tanınmamaktadır. Uluslararası hukuk self-determinasyon hakkını, etnisite ekseninde değil; sömüren devlet-sömürülen halk ilişkisi içinde düzenlemiştir. Bir devletin ülkesi üzerinde yerleşmiş bulunan bir insan topluluğu, hangi milli özellikleri gösterirse göstersin, bu devletin rızası olmadıkça, o devletten ayrılamaz; o devletin ülkesinin bir parçasını o devletten kopararak, bunun üzerinde kendi devletini kuramaz.96

Farklı etnik grupların, merkeziyetçi üniter devletlerin demokrasi ve insan hakları ölçütlerine uymadığını düşündüğü noktada, “özerklik”, “adem-i merkeziyetçilik” ve “federasyon” gibi modeller tartışma konusu yapılmakta. Devlet yapısının yerelleşmesi veya bölgeselleşmesi dışında etnik grupların bağımsız bir devlete sahip olma talepleri, uluslararası alanda da birçok merkeziyetçi devletin başını ağrıtmakta. Öte yandan yukarıda saydığımız modellerin, etnik sorunların çözümünde ve demokrasinin işlevselliğini oluşturmada bir çözüm yolu olduğunu düşünenler de var. Merkezin, yetkilerinin bir kısmını halkın bizzat seçtiği yerel yönetimlere devretmesi tartışmaları ulus devlet ve etnik talepler üzerinden devam ediyor. Bazı düşün adamları, merkezin yeniden yapılanması ile yerel yönetimlerin vesayet dışı bir özerkliğe sahip olmasını savunmaktalar.

95

Hüseyin PAZARCI, Uluslararası Hukuk Dersleri, Turhan Kitabevi, 5. Baskı Ankara–1998, say:10

96

Kemal GÖZLER, a.g.e., say:62.

103


Etnik ve demokratik hassasiyet üzerine önerilen devlet yapılanmalarından biri de “bölge yönetimi”dir. Fransa ve İtalya örneğine dayanılarak sunulan bölge yönetiminde, birkaç ili kapsayan bölgelerin yönetiminden bizzat halk tarafından seçilen “bölge konseyleri” sorumludur. Merkezin siyasi ve mali denetimi altında olmayan bu özerk yapılanma, yerel halkın ve bölgenin eğitim, kültür, altyapı, sağlık, ekonomi alanlarından sorumludur. Prof. Dr. İbrahim KABOĞLU, bölge yönetimlerinin faydalarını şu şekilde özetliyor: “Demokrasi açısından, başkent dışındaki siyasalyönetsel nitelikte kurul veya parlamentolar, demokratik yapıyı genişletir. Siyasal karar mekanizmalarını yaygınlaşmasıyla, idari yapının büyük ölçüde demokratikleşmesi ve saydamlaşması sağlanır. Yetki ve sorumluluklardaki paylaşım, bölge ölçeğinde kurul ve organların daha hızlı kararlarıyla sonuca ulaşmalarına olanak tanır. Paylaşım, güvenlik konularından bölge planlarına değin uzanabilir. Halkta, kendine yakın olan yönetimi sahiplenme bilinci gelişir.”

Bölgesel yönetim sistemi tüm ülkeye uygulanmak zorunda değildir. Ülkenin belirli bir toprak parçasına yönelik olarak uygulanabilir. Böylece merkezi yönetimle, bölgesel yönetime sahip özerk bölge arasında bir anlaşma yapılır. Merkez, sadece özerklik anlaşması yaptığı bu bölgelerdeki yarı-özerk yerel hükümetlere karar alma, bütçelendirme ve uygulama süreçlerinde temel yetkilerinin önemli bir kısmını devreder. Bu yerel hükümetlerin kamu yetkilerini yerine getirdikleri açık ve belirgin bir coğrafi

104


sınırlar vardır ve genellikle bu coğrafi sınırlar belirli bir etnik grubun çoğunluk olduğu bölgelerdir.97

Bölgesel yapılanma doğal olarak yerel unsurların siyasal yönetime doğrudan katılımını sağlayabilir. Yönetime katılım, doğal olarak etnik farklılıkların da aktif olarak siyasallaşmasını öngörmektedir. Bu durum bir yandan halklarda, bölgesel yönetime katılımdan kaynaklanan aidiyet duygusu yaratsa da; merkezi yapılanmanın karşısında bağımsız bir etnik siyasal yapılanmanın zeminini de hazırlayabilir. Bölge yönetimi, yerel unsurların demokratik çerçevede gelişimini sağlayabileceği gibi, Türkiye gibi ülkelerde, hâlâ belli bölgelerde feodal yapının güçlü olduğu gerçeği göz ardı edilmemeli ve feodal unsurların hegomanyasına bölgesel yönetim aracılığıyla meşruiyet kazandırılmamalıdır. Özellikle Türkiye gibi ülkelerde bölgesel yönetimlerin, kurumsallaşmış ağalık sistemine rahatlıkla dönüşebileceğini söyleyebiliriz.

Etnik farklılıkların ancak özerk yapılarda yaşayabileceği tezini savunanların peşini bırakmadığı devlet modeli ise “federalizm”dir. Merkeziyetçi devletlerin, farklı kültürel kimlikleri –en iyimser yorumla- görmezden gelmesi,

federal sistemi etnik

hoşnutsuzlukların çözüm adresi yapmakta. Etnisitenin siyasi bir unsur olarak yönetimde etkin rol oynamasını isteyenler, federalizmi demokrasi ile özdeşleştirirler. Daha doğrusu federal sistem, demokrasi için ön koşul olarak görülür. Dünyada tek tip federal sistem olsaydı, bu yargıya doğru veya yanlış diyebilirdik. Ancak sadece ABD ve İsviçre örneklerine bakarak federalizmi, demokrasinin olmazsa olmazı olarak görmek

97

Dr. Evren Balta PAKER, Makale: Özerklik ve Çatışma: Farklı Deneyimler Işığında Türkiye’nin Kürt Sorununa Bakmak, http://www.hyd.org.tr/staticfiles/files/ozerklik_ve_catisma-eylul_2011.pdf, say:3, Bağlantı Tarihi: 15.03.2012

105


büyük yanılgı olur. Bu yüzden tek tip federal sistem olmadığı gibi, bir tek federalizm tanımı da yoktur. Sözcük anlamına bakıldığında federalizm: “Belli bir ulus devlet içinde, tüm ülkeyi kucaklayan merkezi bir hükümet ile bütünü oluşturan eyaletler için özerk bölgesel hükümetler olmasını öngören bir siyasal sistem ve felsefe” olarak tanımlanmıştır.98

Federal devlet, merkezi ve özerk hükümetlerin toplamından oluşur. Hiçbir yapı (merkezi-federal devlet dâhil) tek başına devleti temsil edemez. Bu bakımdan tüm yönetim birimleri kendi içinde bağımsızdır ve merkezi yönetim, özerk birimlerden üstün

değildir.

Federalizmin,

“yönetimlerin

bağımsızlığı”

esasına

dayanan

tanımlamalarından biri, Amerika Birleşik Devletleri Yüksek Mahkemesi tarafından yapılmıştır: “Aynı coğrafi sınırlar içinde var olmaları ve yetkilerini kullanmalarına rağmen, federal yönetim ve federe yönetimler ayrı ve özerk egemenliklerdir. Kendi yetki alanları içinde, ayrı ayrı ve birbirlerinden bağımsız olarak hareket ederler.”99

Yerel özerkliği anayasal güvence altına alan federal düzen, siyasal yapılanması gereği “çeşitlilikleri” bir arada tutmanın yöntemi olarak değerlendirilmektedir. Prof. Dr. Ruşen KELEŞ, federal sistemi olumlu karşılayan görüşleri şu şekilde sıralamıştır: “Federalizmi, iki ya da daha çok sayıda yöresel yönetimden oluşan bir siyasal sistem sayanlar vardır. Kimi düşünürler ise, federalizme, bir yandan “çeşitliliği”, bir yandan da “birliği” özendiren ve yerel özerklikleri aşırı özekselleşmenin (merkezileşmenin) tehlikelerinden koruyan bir süreç gözüyle bakmışlardır. Bir başka yaklaşıma göre ise 98

Sosyoloji Sözlüğü, Gordon MARSHALL, Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara–2009, say:237.

99

Doç. Dr. Oktay UYGUN, Federal Devlet, Temel İlkeler- kurumlar ve Uygulama, İtalik Yayınları, İstanbul–2002, say:24–25.

106


federalizm, “federal siyasal kültür” adı verilebilecek olan bir yurttaşlık kültürüdür. Bu sistemi, özeksel (merkezi) otorite ile öteki yerel birimler arasında bir “erk paylaşımı” olarak değerlendirenler de az değildir. Son olarak, federalizme, “demokrasinin yerel boyutu” diyenler de vardır.”100

Daha önceki bölümlerde etnik grupların, ülke sınırlarıyla uyuşmadığı durumlarda ülke bütünlüğüne ilişkin sorunlar çıkabileceğini aktarmıştık. Sadece üniter ulus devletlerde değil; birçok federal sistemde de etnik grupların sınırları, federe devletin sınırlarıyla örtüşmemektedir. Etnik toplulukların zamanla belli bir bölgeye sıkışmaktan kurtulup tüm coğrafyalara yayılmaları, siyasal oluşumların da fiili olarak etnisite üzerinden kurulamayacağını gösteriyor. Bugün Türkiye’de Kürt nüfusun çoğunlukla Güney Doğu Bölgesi’nde yaşaması, bu gerçeği değiştirmez. Çünkü şu anda Türkiye’nin her yerine yerleşmiş bir Kürt nüfusu mevcuttur. Prof. Dr. ATAÖV, yukarıdaki tespitimizi şu şekilde temellendiriyor: “Belirli budun, din ya da mezhepler, bu özelliklerine dayalı olarak, federalizmin parçaları olamazlar. Toprağa bağlı olmayan gerçek bir federal düzen yoktur. Örneğin, bir azınlık, ana dilden başka bir dil konuşan bir topluluk ya da bir inanç üyeleri ülkenin her yerine dağılmışlarsa, onlar yalnız bu temellerde alt-birim oluşturmuş olamazlar. Yetki ancak belirli bir toprak parçası üstünde yönetimle ilgili olabilir. Nedeni yalnız o toprak parçasıyla ilgili bir takım hakları olabileceği içindir. Yoksa azınlığın bir üyesi başkentte ya da başka bir toprak parçasında aynı hakkı bir ayrıcalık gibi isteyemez.”101

100

Prof. Dr. Ruşen KELEŞ, Yerinden Yönetim ve Siyaset, Cem Yayınevi, 2. Basım, İstanbul–1994, say:80–81.

101

Prof. Dr. Türkkaya ATAÖV, a.g.e., say:54.

107


Dünyadaki tüm ülkeler devlet yapılarını, bulundukları coğrafyaya, sahip oldukları insan topluluklarına ve tarihsel birikimlerine göre kurarlar. Federal sistem örneklerine baktığımızda da federalizmin, devletlerin kuruluş aşamasında bir bütünleştirici yapı olarak benimsendiğini görebiliriz. Özellikle Amerika Birleşik Devletleri, Güney Amerika ülkeleri, verdikleri bağımsızlık mücadeleleri üzerine federatif yapılarını oturtmuşlardır. Bu bakımdan federalizm; etnik toplumların, var olan ayrılıkçı taleplerinin meşru aracı olamaz. Dünya tarihinde de üniter ulus devletten, federal devlete dönüşen hiçbir ülkenin olmaması, bu gerçeği gözlerimizin önüne seriyor.

Özerklik taleplerinin demokrasi ve insan hakları çerçevesinde sunulması, elde edilen özerk yapıların her daim bu değerleri sağlayacağı anlamına gelmez. Simetrik olmayan federal sistemlerde, alt birimi oluşturan üye devletler ile merkezi yönetim arasındaki ilişki, tek bir alt birimi (federe devletlerden birini), ülkenin başat yapısı durumuna getirebilir. Rusya Federasyonu’nda Moskova’nın ve Yugoslavya’da Sırbistan Cumhuriyeti’nin ülkeyi oluşturan diğer parçalara göre hâkim konumunu, bu duruma örnek gösterebiliriz. Ayrıca alt birimlerden birinin diğer alt birimlere karşı hâkim olması, etnik çoğunluğu oluşturmasından kaynaklanıyorsa, federatif yapının uzun yaşaması beklenemez. Diğer bir deyişle özerk yapılanma, farklı etnik grupların siyasi ve kültürel taleplerini karşılayabileceği gibi, kendi içinde daha az nüfusa sahip olan başka etnik grupların ayrı bir sorunun parçası olmasına da sebep olabilir. Bölgesel ekonomik eşitsizliklerin yoğun olduğu bir ülkede özerk yapılanmaya gidilmesi, Yugoslavya örneğinde olduğu gibi birbirinden tamamen kopuk toplumlar yaratabilir ve bu ekonomik eşitsizlikler, toplumların etnisitelerine sığınmalarına neden olabilir. Bu bakımdan özerk yapılanmaların ön koşulu, ülkedeki demokratik bilincin oturmuş

108


olmasının dışında ekonomik seviyenin ülke genelinde eşit (veya eşite yakın) dağılmış olmasıdır. Aksi takdirde her bir yerel özerklik, yeni etnik çatışmaların ve yeni devletçik yapılanmalarının meşru yolu olacaktır.

Yukarıdaki değerlendirmelerin sonucunda etnisite ekseninde siyasi yapılanma girişimlerinin hassas dengeler üzerine oturtulması gerektiği ortaya çıkmaktadır. Bir etnisitenin özerklik taleplerini elde etmesi, bir başka etnik grubun doğal olarak siyasi taleplerini gündeme getirir. Ortak bir millet anlayışında toplanmayan etnik grupların, yeni etnik parçalanmaları yaşaması beklenebilir bir durumdur. Her etnik kümenin özerk devletçikler oluşturarak, bir federasyon şemsiyesi altında toplanmak istemeleri sonucunda çok sayıda özerk birim yaratılmış olur. Ne var ki, hiçbir siyasal sistem, etnik toplulukların yaşadığı her yöreye yerel özerklik tanıyamaz. Tanısa da, bu türlü birimlerin uzun ömürlü olmaları beklenemez.102 Duchacek’e göre, “Bunların bir bölümü, yeni bayraklarının gölgesinde açlıktan ölür, bir bölümü, güçlü devletlerin uydusu durumuna gelir, bir bölümü de, yeni federasyonlar içinde birleşmek zorunda kalır.” 103

102

Prof. Dr. Ruşen KELEŞ, a.g.e., say: 82

103

Ivo Duchacek, Antagonistic Cooperation: Territorial and Ethnic Communities” den aktaran Prof. Dr. Ruşen KELEŞ, a.g.e., say: 82

109


C-GELECEĞİN DEVLET YAPISI VE KÜRESEL BALKANİZASYON

1- KÜRESEL BALKANİZASYONA DOĞRU:

“Ayağınızı bastığınız yer katıdır. Elinizde tuttuğunuz bu kitap da katıdır. Siz katı bir

cisimsiniz.

Büyük

düşünüyorsunuzdur.

olasılıkla

Ama

hiç

de

böyle öyle

şeylerin

kayda

değil.

Aslında

değer

olmadığını

maddenin

yüzde

99,9999999999999’u boş alandır. Üzerinde durduğunuz zemin hiç de sağlam değildir. Hatta sabah sisinin belli belirsiz yapısından bile daha zayıftır. Bu kitap hayali bir kitaptan başka bir şey değildir. Okuduğunuz sözcükler hayali sözcüklerdir. Bunu söylediğim için üzgünüm ama siz de bir hayaletsiniz. Eğer zemin bu kadar gerçek dışı ve zayıf yapılıysa, sizin ağırlığınızı nasıl desteklediğini elbette merak ediyorsunuzdur. Eğer gerçekten sabah sisi gibi bir şeyse, neden içinden geçerek altına düşmüyorsunuz? Bunun yanıtı, maddenin bu mikroskobik yapı taşlarının birbirleriyle aynı ortamlarda en ufak bir şekilde yakınlaşmalarını engelleyen bir şeyler olduğudur. Bu o kadar vahşi gizemli bir kuvvettir ki elektronları ve atomun çekirdeklerini birbirinden ayırarak sanki bileşen parçacıkları görünmez bir kirişler ağıyla destekleniyormuş gibi maddeyi katılaştırır. Ayağınızın altındaki zeminin –bu kadar narin olmasına rağmen- ağırlığınıza dayanabilmesinin nedeni bu kuvvetin varlığıdır.” 104

104

Marcus CHOWN, Atomların Dansı-Evren Hakkında Bilmemiz Gereken Her Şey, Alfa Yayınları, Çev: İmge TAN, İstanbul–2011, say:33–34

110


Maddenin

yapısını

anlatan

yukarıdaki

paragrafı,

ülkelerin

yapısına

da

uyarlayabiliriz. Ülkeler de maddeler gibi atomlardan meydana gelmektedir. Ülkelerin atomlarını ise insan topluluğu oluşturur. İnsan topluluğunu birbirine kenetleyen ve ülkeyi meydana getiren görünmez kuvvetin ismi de “millet”tir.

Önemli olan ise ülke politikasını belirleyen iradenin millet kavramına yaklaşımıdır. Millet anlayışı; ortak dil, din, ırk gibi olgulara dayandırılabilir, ortak bir geçmişe veyahut toprak parçasına da… Asıl kurulması gereken bağ, beraber yaşama kültürüdür. Daha farklı bir ifadeyle millet olmak, bir ülkeyi oluşturan insanları bir araya getiren ortak ülküye, tarihten gelen manevi birikime sahip olmaktır.

Milleti oluştururken temel alınan ırksal ve mezhepsel olguların zamanla nasıl ayrıştırıcı bir siyasete dönüştüğüne hepimiz tanığız. Ernest RENAN, “millet nedir” adlı eserinde, ırksal temelli siyaseti, çok daha çarpıcı bir şekilde insanlığın geldiği aşamaya göre geri bir düzey olarak tanımlıyor: “İnsanlık tarihi zoolojiden bambaşka bir şeydir. İnsanlık tarihinde ırk, kemirgenlerde ya da kedilerde olduğu gibi her şey değildir. Ayrıca, dünyayı dolaşıp herkesin kafatasını ölçmeye, sonra da yakalarına yapışıp “sen bizim kanımızdansın, sen bizdensin!” demeye de kimsenin hakkı yoktur. Antropolojik özelliklerin dışında, herkes için aynı olan akıl, adalet, hakikat, güzellik vardır. Daima hatırda tutunuz ki, bu ırk siyaseti emin bir siyaset de değildir. Bugün onu başkalarına karşı kullanırsınız, yarın onun nasıl sizin aleyhinize döndüğünü görürsünüz.”105

105

Ernest RENAN, Makale: “Millet Nedir?”, Ülkü Dergisi, sayı:77, say:396

111


Tek bir ırk üzerinden yapılan dayatmacı siyaset ne kadar demokrasi dışıysa, çok uluslu bir yapı inşa etme arayışı da o kadar demokrasiden uzaktır. Etnik kimlik ve mezhep ayrılıkları üzerine kurulu bir devlette, en başta değindiğimiz ortak yaşama kültürünün gelişmesi güçtür ve hatta imkânsızdır. İnsanlık tarihi son iki yüz yılda etnik taleplerin, etnik özerkliklere dönüşmesi sonucu yaşanılan kanlı iç çatışmalarla doludur. Gerçek bir demokrasiden bahsedebilmemiz için öncelikle bütün yurttaşların, katılımcı bir bilince sahip olması ve kanun önünde eşit olmaları gerekir. Irksal veya mezhepsel kümelenmeler, kendi içinde hiyerarşik bir yapıya sahip olduğundan dolayı, bu kümelere mensup kişilerin demokratik rejime katılımı mümkün değildir. Günümüzde cemaatleşmeyi ve etnik ayrışımı vurgulayan çevrelerin, aynı zamanda demokratik katılımdan söz etmeleri büyük bir çelişkidir. Ekonomik ve kültürel farklılıklar, bir yandan zenginlik gibi gösterilmeye çalışılsa da, diğer yandan toplumsal eşitsizliğin kaynakları olarak göze çarpmaktadırlar. Çağımızda feodal düzen içerisinde, bir aşiret ağası ile maraba gerçeğinin yaşandığı etnik bir toplumda ve/veya şeyh ile mürit ilişkisinin dogmatik bir şekilde var olduğu cemaat kültüründe hangi demokrasiden bahsedebiliriz? Demokrasi ve insan haklarının başat koşulu, kanun önünde ve uygulamada eşitliktir. Bu açıdan değerlendirildiğinde, etnik ve cemaat siyasetini sağlayan “yerelleşme”nin, demokrasi kültürünü yerleştiremeyeceğini; aksine yerel bölgelerde, küresel sermayenin gücünü yerel ağlar aracılığıyla pekiştireceğini söyleyebiliriz.

Balkanizasyon gerçeği de, küresel ağalar ile yerel ağaların ortaklığında devreye giriyor. Etnik ve mezhepsel talepler, küresel sermayenin tekelci zihniyetinin kanatlarının altında ilerliyor. Bu arada halkların demokratik meşru hak talepleri de, ulus

112


devletin küresel saldırıdan kendisini koruyan milliyetçilik anlayışının sert duvarına çarpıyor. Sonuçta, üniter ulus devleti oluşturan millet iradesi, kendi içindeki etnik ve mezhepsel gruplarla karşı karşıya geliyor. Ortaya çıkan etnik ve mezhepsel bunalımlar, ülkeyi kargaşaya götürürken, ulus devletlerin otoritelerini daha da arttırmalarına neden olmakta. Sovyetlerin ve Yugoslavya’nın yaşadığı etnik parçalanma, ulus devletlerin kendi içinde korumacı bir refleks oluşturmasına neden oldu.

Küresel sermaye, ulus üstü ekonomide oyuncu olarak görmek istemediği ulus devleti dönüştürme çabası içinde. Bu dönüşümde en büyük hedef, kendisiyle masaya oturup pazarlık yapabilecek ulus devletlerin yerelleşmesi ve böylece engel olmaktan çıkmasıdır. Küresel sermayenin biçimlendirdiği yeni devlet biçimi, etnik temelli şehir devletleridir. Bu bakımdan gerçekte önemli olan yerler Hong Kong ve çevresindeki Çin açık pazar limanları, Osaka’ya yakın Kansai bölgesi ya da Avrupa’da Katalonya gibi yerlerdir. Koca Çin’de kişi başına düşen ulusal gelir bir yana, Hong Kong yakınındaki Şenzhen’de bunun yirmi katından fazladır.106

ABD dünya egemenliğinin verdiği üstünlükle değişen konjonktüre bağlı olarak bütünlükten uzak, bölge odaklı, siyasi sınırları belirsiz, alt-üst kimliklere dayalı yeni bir düzeni uygulamaya koymuştur. Çeşitli alt-üst kimliklere dayalı yeni dünya düzeninde, AB, Rusya, Hindistan, Güney Doğu Asya, Çin, Pasifik, Güney Amerika, Afrika vb. gibi alt-bölgesel örgütlenmeler oluşturulurken ulus-devlet uygulamaları tartışmaya

106

Prof. Dr. Türkkkaya ATAÖV, a.g.e., say:38

113


neden olmaktadır.107 Balkanlardan başlayan ve hedef coğrafyalara sıçrayan Küresel Balkanizasyon kavramına bu açıdan bakmak gerekmektedir.

Günümüzde, 4. kuşak olarak sıralandırabileceğimiz “Küresel Balkanizasyon”un emperyalist bir araç olarak kullanılması, dünyayı yeniden şekillendirmenin önemli bir parçasını oluşturmakta. Gazeteci Mehmet Barlas, Balkanizasyon sürecini köşesine taşırken, küresel oyun kurucuların tespitini bizlere aktarıyor: “Üç gün önce International Herald Tribune’da Charlie Rose, son 40 yılın ağırlıklı dış politika belirleyicileri olan Brent Scowcroft, Zbigniew Brezinski ve Henry Kissinger’ı bir araya getirip, bir “beyin fırtınası” oturumu yapmıştı. Bu çok uzun tarışmadan sonra ana hatları özetleyerek siz sayın okurlara aktarayım. — Eski dünyanın siyasi ve diplomatik sistemi “ulus devletler” üzerine kurulmuştu. Ama bu değişiyor. Örneğin AB var Avrupa’da, Balkanların durumu ortada. Ortadoğu’da ise durum karmakarışık… Özetle “global Balkanizasyon”dan söz edilebilir.”108

Küresel Balkanizasyon, istenilen etnik parçalanmayı hedef ülkelerde başarıyla gerçekleştiriyor. Büyük Ortadoğu Projesi adı altında 22 ülkenin haritasının değişmesi gerektiğine ilişkin planlar, Kuzey Afrika’da ve Arap coğrafyasında yaşanan kanlı hesaplaşmalar, bölge halklarının demokrasi özlemleri üzerinden yapılıyor. Irak’ın; Şii, Sünni ve Kürt olmak üzere fiili olarak üçe ayrıldığı, Libya’nın Kaddafi sonrası aşiretler arası iç çatışmaların kurbanı olması ile özerk statülü eyalet devletçik modeline kayması, 107

Ertan Eğribel, Ufuk Özcan, Küresel Düzenin Dayanağı Olarak Kaos Coğrafyasına Dönüşmeye Direnmek Veya Ortadoğu’nun Balkanlaşmasına Karşı Çıkmak İçin Osmanlı Mirasının Önemi: Tarih ve Uygarlık avunuculuğuna Doğru, SOSYOLOGCA Dergisi, Sayı:3, say:15 108

Mehmet BARLAS’ın 21 Haziran 2007 tarihli Hürriyet Gazetesi’nde yayımlanan “Türkiye süper güç olsaydı, dünyanın kafası karışırdı…” adlı makaleden alıntıdır.

114


mikromilliyetçiliğin, küresel oyuncuların değişmeyen silahı olduğunu bir kez daha kanıtlıyor.109

Bugün dünyanın dört bir yanında etnik temelli çatışmalar sürüyor. Bu çatışmaların birçoğu, egemen iki devlet arasındaki etnik bunalımdan ziyade; belirli bir ülke ile o ülke içindeki etnik gruplar arasında gerçekleşmektedir. Küreselleşmenin sanılanın aksine yerelleşmeyi güçlendirdiği günümüzde, ulus devletin tek tip yurttaşlık özelliğinin, mikromilliyetçi duyguların gelişmesine olanak sağladığı şeklinde yapılan eleştiriler, yaşanan kanlı çatışmaları sadece bir kimlik mücadelesine indirgemektedir. Balkanizasyonun geldiği aşama dikkate alındığında, yaşanan etnik çatışmaların, emperyalizm kökenli siyasi ve ekonomik tasarımların bir ürünü olduğu gerçeği de gözden kaçmamalıdır. 1. kuşak Balkanizasyon sürecinin sonunda Osmanlı Devleti’nin yıkılıp İtilaf Devletlerince paylaşıldığı, 2. kuşak Balkanizasyon süreci ile Sovyetlerin ve Yugoslavya’nın tarihe karışarak Soğuk Savaş’ın Batı üstünlüğü ile bittiği dikkate alındığında, yaşanan kanlı yılların ve yüz binlerce ölümün, sadece etnik kimlik sorununa dayanmadığını görebiliriz.

Balkanizasyon kavramının, ismini aldığı Balkan coğrafyasında başladığını ve zamanla siyaset bilimi içinde tüm etnik ve dini ayrışımların sebep olduğu “parçalanma süreci” olarak genel bir anlam kazandığını daha önceki bölümlerde vurgulamıştık. Dünya siyasi tarihine bakıldığında da Soğuk Savaş’ın bitmesi ile birlikte, 109

“Libya petrollerinin %90’ını ve beş büyük rafinerisinin dördünü bulunduran Bingazi merkezli, Sirte’den başlayıp Mısır sınırına kadar uzanan bölgeye yayılan Sirenayka bölgesi, Libya merkezi hükümetinden yarı özerkliğini ilan etti. Bingazi’de yapılan ve yarı-özerkliğin ilan edildiği “Sirenayka Halkının Kongresi” adlı toplantının öncülüğünü ise Amerikan vatandaşı bir petrol mühendisi olan Muhammed Buysiyer yaptı. Buysiyer’in Libya’yı bölmek dışında ikinci işinin, petrol şirketlerine danışmanlık olduğu görülüyor.” Ümit ÖZDAĞ’ın “Libya Bölünüyor Sıra Suriye’de mi?” adlı yazısından alıntıdır. http://www.gokgazete.com/libya-bolunuyor-sita-suriyede-mi.html. Bağlantı tarihi: 18.03.2012.

115


Balkanizasyonun başta Orta Doğu olmak üzere tüm dünyaya yayıldığını ve küresel bir boyut kazandığını söyleyebiliriz. Afganistan, Angola, Azerbaycan, Bangladeş, Burundi, Cezayir, Endonezya, Ermenistan, Guatemala, Gürcistan, Libya, Kamboçya, Kolombiya, İran, Irak, İsrail, Peru, Filipinler, Raunda, Somali, Sudan, Sri Lanka, Tacikistan, Rusya, Türkiye, İspanya, İngiltere, Zaire ( ve daha birçok ülke) yıllar içerisinde etnik çatışmalar dâhilinde yüz binlerce kayıp verdi, vermeye de devam ediyor. Bu ülkelerin bazıları, etnik sınırlar temelinde parçalandı; içlerinden yeni devletçikler veya otonom bölgeler çıktı. 3. kuşak Balkanizasyon süreci ile Balkanlardan yeniden tetiklenen etnikçi ve dini ayrışım, 4. kuşak Balkanizasyon süreci ile küresel boyut kazanarak tüm hedef coğrafyalarda özellikle Orta Doğu’da ayrıştırıcı işlevini sürdürmeye devam etmektedir.

İsrail’in bölgede yaşayabilmesinin ve genişleyebilmesinin tek yolu olan “Ortadoğu Balkanizasyonu”nun, Siyonist bir proje olarak hedefine Ortadoğu ülkelerini koyması, balkanizasyonun istikrarsızlaştırma ve küçük parçalara ayırma özelliğini bölgeye taşıyor. Gelinen nokta, Irak’ın ardından Suriye’de yaşanan mezhepsel iç savaşın ve Tunus üzerinden geliştirilen Libya ve Mısır’a sıçrayan Arap Baharı’nın, Küresel Balkanizasyonun Ortadoğu ayağını oluşturduğunu göstermekte. Balkanlarda başlayan balkanizasyon hattı artık Ortadoğu’da büyük depremlere neden olmakta. Kuzey Irak’ta ABD işgali ile oluşturulan de facto Kürt Devleti’nin etnik temelli olarak kurumsallaştırılması, bölge devletlerin -başta yıllarca etnik temelli terör sorununu çözemeyen Türkiye’nin- üniter yapılarında tehdit unsuru olarak ortaya çıkıyor. Ortadoğu coğrafyasında yaşanan kanlı çatışmalar bölge ülkelerinde merkezi otoritelerin egemenliğini ortadan kaldırmış durumda. Afganistan, Irak, Suriye, Libya, Tunus, Mısır

116


hukuken olmasa da fiilen aşiret, mezhep ve etnik kimlik temelli olarak bölündüler. Bu sürecin

devamında

ana

hedefin

İran

olması

kaçınılmazdır.

Ortadoğu’nun

Balkanlaştırılması temelli Siyonist hedef ise küresel düzeyde çok önemli güç odaklarının da karşı tepkilerine ve dolayısıyla muhtemel bir üçüncü dünya savaşına kapı aralamaktadır.

Küresel Balkanizasyonun sadece hedef bölgelerde olduğunu belirtmek de yaşlı kıta Avrupa’da kaynayan ayrılıkçı kazanı görmemek anlamına gelir. Avrupa’da yaşanan kopuşların belki de en somut örneğini Britanya’dan 2014 yılında yapılacak referandumla kopması beklenen İskoçya’da görüyoruz. Londra’nın onayıyla yapılacak olan bu referandum ile yüzyıllardır devam eden birliktelik sona erecek gibi gözüküyor. Diğer yandan İspanya’da ise çok daha huzursuz gelişmeler, gelecekteki kargaşalı günlerin habercisi niteliğinde. Katalan hükümeti de, İspanya Meclisi’nin referandumu yasaklamasına rağmen, gelecek yıl bağımsızlık oylaması yapmada kararlı. Belçika’nın kuzeyinde yer alan ve dilleri Felemenkçe olan Flamanların amacı ise federal Belçika’yı gevşek bir konfederasyona çevirmek. Diğer bir örnek ise İtalya’da, ülkenin kuzeyini oluşturan ayrılıkçıların, Güney İtalya’yı sırtlarında bir yük olarak görerek, “Padanya” olarak isimlendirdikleri bölgeyi İtalya’dan koparma talebi olarak karşımıza çıkmakta. Avrupa’da ayrılıkçı rüzgârların yoğun bir şekilde esmesinin yanı sıra, aşırı sağ partilerin de yükselen oy oranlarına sahip olması ve giderek artan yabancı düşmanlığı, önümüzdeki süreçte ekonomik krizlerin etkisiyle de etnik ve mezhepsel çatışmaların yaşanabileceğinin habercisi. AB oluşumunun, bir “Avrupalılık” yaratma konusundaki başarısızlığı ve ekonomik anlamda kıtada derin eşitsizliklerin olması, insanların yerel olana sarılmasına neden oluyor. Daha çok yerellik söylemleri ve kullanılan aşırı

117


milliyetçi dil; siyasetçilerin elinde, düzeltemedikleri sosyal ve ekonomik sorunlar karşısında bir kurtarıcı araç olarak duruyor. Bu sürecin, Avrupa’da yeni nesil bir zihinsel feodalizm getireceği gerçeği, tüm çıplaklığıyla insanlığın karşısındadır.

2- KÜRESELLEŞİRKEN YERELLEŞMEK:

Uluslararası aktörler, yerelleşme ve özerkleşmenin demokrasinin birincil şartı olduğunu her fırsatta vurguluyorlar. Bu doğrultuda bir önceki bölümde açıklamaya çalıştığımız “self determinasyon” hakkı da, ulus devletlerin yeniden yapılandırılması sürecinde farklı bir şekilde yorumlanıyor. Ayrıca uluslararası alanda BM öncülüğünde yapılan sözleşmeler, self determinasyon hakkını, uluslararası bir hak olmaktan öteye taşımış; sözleşmeyi imzalayıp onaylayan devletlerce bir iç hukuk kurumu haline getirmiştir. Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme ve Medeni ve Siyasi Haklara İlişkin Sözleşme, halkların kendi kaderini tayin etme hakkını Soğuk Savaş sonrası dünyada pozitif hukukun parçası yapmışlardır.

Self determinasyon, sömürgeciliğin tasfiyesi sırasında başarıyla uygulanmış ve uluslararası toplum tarafından da desteklenmiştir. Ancak, sömürgeleşme sonrası dönemde bu hakkın uygulanması konusunda farklı yaklaşımlar olmuştur. Bazı ülkeler, self determinasyonun yalnızca sömürge altında yaşayan halklara tanındığını ileri sürerken bazı ülkeler de etnik, dilsel, dinsel grupların da bu hakka sahip olduğunu ileri sürmüştür.110 Açıkça belirtmek gerekir ise; self determinasyon, azınlıklara tanınmış bir özerk yapılanma veya bağımsız devlet kurma hakkı olmayıp ülkeyi oluşturan tüm 110

Dr. Doğan KILINÇ, Self Determinasyon İlkesinin Azınlıklar Açısından Değerlendirilmesi, Gazi Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, C. XII, Y.2008, say:979.

118


topluluğa tanınmış bir haktır. Her ne kadar bu hakkı bir tür azınlık hakkı olarak değerlendirmesek de, 2008 yılında Kosova’nın kazandığı bağımsızlığın kökeninde self determinasyon hakkı olduğunu unutmamak gerekir.

Küreselleşme, ulus devletleri merkezcilikten yerelliğe dönüştürürken hükümet dışı unsurları da etkin hale getiriyor. Yerel politikaların belirlenmesinde ve icrasında devlet kurumlarının yanı sıra özerk aktörler de görev alıyor. İstenilen seviye; yerel girişimlerin ve kamu hizmetlerinin, devletin hiyerarşik yapılanmasından sıyrılıp belli ölçülerde bağımsız olan unsurların eliyle yürütülmesidir. Bu doğrultuda kamu düzeninde, son yıllarda sıklıkla ismini duyduğumuz “yönetişim” anlayışı benimsenmektedir. Yönetişim, bölgesel yönetimlerde kamu otoritesinin tekelci kontrolünü dışlayıp özel sektör oluşumlarının, sivil toplum kuruluşlarının da katılımının sağlandığı bir yönetim modelidir. Ulus devletin dönüştürülmesi tartışmalarında, devlet odaklı yapılanmanın reddi olarak nitelendirilen yönetişim, kimi kesimlerce de yerel sorunların çözüm anahtarı olarak görülüyor. Yerel kaynakların daha verimli ve etkin kullanıldığı savıyla biçimlendirilen yeni yönetim sisteminde, kamu alanı özel sektörün etki alanına kaydırılıyor. Bu sistemin dünyaya sunduğu yönetim araçlarından biri ise “Bölge Kalkınma Ajansları”dır.

AB tarafından tüm Avrupa coğrafyasına kazandırılmak istenen yerelleşme ilkesinin bir yansıması olan Bölge Kalkınma Ajansları (BKA), bölgesel kalkınmayı rekabete dayalı bir şekilde, vesayet dışı örgütlenmeler ile birlikte gerçekleştirmeyi amaçlıyor. Bölge Kalkınma ajansları, bütün bunları yaparken devleti, etkinliğin merkezine oturtmayıp ona bir tür yardımcı statüsü tanıyor. Genel olarak değerlendirildiğinde ise

119


bölge kalkınma ajansları, bölgesel zeminde devlet ile özel sektörün eşitler arası ortaklığını oluşturan yeni yönetim birimleridir. Devletin hantal ve vesayetçi anlayışının dışlanması amacıyla yaratılan bu yönetişim biçimi aynı zamanda bölgenin kapılarını da uluslararası sermayeye açıyor. Yönetişim anlayışının perde arkasındaki küresel amaç da bu noktada kendini belli ediyor. Her ne kadar bu sistemde bölgesel kalkınmayı, özel sektör eliyle bir çizgiye çekmek amaçlansa da, mali ve idari açıdan uluslararası aktörlerin kontrolüne izin verilmektedir. Devletin vesayeti altında olmayan bölge kalkınma ajansları, ulus üstü unsurların vesayeti altına rahatlıkla girebilir. Ayrıca ajansların etkinlik alanları, bölge insanının refahı ve kamu hizmetlerinin giderilmesi olduğundan dolayı, özel sektörün “kâr” güdüsü nedeniyle yapılan girişimler “kamu yararı” odaklı olmayacaktır. Yerelleşme, kamu otoritesinden bağımsız bir seyir izlerken, halkın yönetime katılımından güç almalıdır. Bölgesel kalkınma ve demokratik gelişim ancak bu şartla aynı kulvarda yol alabilirler. Aksi halde salt özel sektör eksenli bir gelişim, demokrasi olgusunun “halk” unsurunun olmamasına yol açtığı gibi, bölgeleri de yerel otoritelerin hegemonya sahasına dönüştürebilir.

Diğer yandan çok kültürlülükle beslenen bölgeselcilik, ülke geneline ve bir millete mensubiyetten, bir bölgeye ve alt kimliğe ait olma haline dönüşerek, üniter yapının sarsılmasına

neden

olabilir.

İnsan

topluluklarının

bölgeselleşme

ile

birlikte

yaşayabileceği kimlik kaymasının siyasi sebebini Gökhan ÇALT şu şekilde açıklıyor: “AB, “Bölgeler Avrupası” deyimini ortaya atmıştır. Bunun sebebi, geleceğin Birleşik Avrupa’sında, Avrupa vatandaşlarının kendilerini ulus devlet kimliğinden çok yaşadıkları

kent

ve

bölgelerdeki

kimliklerle

bağdaştırarak

tanımlamalarını

sağlamaktır. Bu bölgeselleşme sayesinde Birlik yerel birimlerle doğrudan bağlar

120


kurarak yavaş yavaş Avrupalılık bilinci oluşturacaktır. Böylece ulusal kimlikler yok edilip veya pasifleştirilip ABD’ye benzer şekilde, federasyondan oluşan bir Avrupa devleti kurulacaktır.”111

Küresel aktörlerin öngördüğü yerelleşme ve yönetişim politikaları, merkezi otoritenin denetimindeki idari yapılanmayı, yerel ve ulus üstü özel sektör eliyle bölgesel kudretlere dönüştürebilir. Bölgesel yapılanmaların coğrafi sınırları, etnik ve mezhepsel ayrımlara göre çizildiği takdirde, dünya siyasi haritası eyalet devletçiklerden meydana gelebilir. Bu durumda; kendi idari yapısına sahip olan, politikasını kendi belirleyen ve zamanla daha özerk bir yapıya bürünerek kendi meclisine sahip olan etnik devletler dünya sahnesine çıkmış olacaklar. Neoliberalizmin yerelleşme yoluyla ulus devlet engelini aştığı durumda, katılımcı demokrasinin de sadece sopanın ucundaki havuç işlevini göreceği açıktır. Halkın katılımından ve örgütlü toplum yapısından uzak bir bölgeselleşmenin, “postmodern feodalizm” doğuracağını rahatlıkla söyleyebiliriz.

Yerelleşme ve özelleştirme girişimleri ile merkezi otoriteler, üstlendikleri birçok faaliyet alanını, yerel hükümet dışı oluşumlara vermekteler. Uluslararası şirketlerin, ekonomide ve siyasi hayatta belirleyici olma konumları her geçen gün artıyor. Öte yandan, ülke siyasetlerine yön veren uluslararası örgütler de, devletleri evrensel standartlar doğrultusunda kendisine bağlamaktadır. Uluslararası Para Fonu (IMF), Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT), Kuzey Atlantik Paktı Örgütü (NATO), Dünya Bankası gibi ulus üstü aktörler, ulus devletlerin dışsal egemenliklerinin küresel otoritelere geçmesine neden olmaktadır. Bir yandan yerelleşme ile sağlanan özerk 111

Arslan BULUT’un, 05 Mart 2012 tarihli Yeniçağ Gazetesi’ndeki köşesinden alıntıdır. http://www.yg.yenicaggazetesi.com.tr/yazargoster.php?haber=21936. Bağlantı tarihi: 05.03.2012

121


yapılanmalar, diğer yanda ulus üstü küresel kuruluşlar, ulus devletin egemenlik alanını sınırlamaktadırlar. Önümüzdeki yüzyıl, küresel fonlarla beslenen ve küresel Balkanizasyonla şekillenen etnik veya mezhepsel devletçiklerin, ulus devletleri yeryüzünden silme gayretlerine sahne olacaktır.

3- MAYFLOWER (MAYIS ÇİÇEĞİ) DEMOKRASİSİ:

Küreselleşmenin uzun vadeli hedefinde etnik ve mezhepsel ayrılıklarla parçaladığı ulus devleti, holding imparatorluklarına bağlamak ve ardından tüm yeryüzünü tek bir dünya hükümetinin hegemonyası altına sokmak vardır. Günümüzde hepimiz aynı marka elbiseleri giyiyoruz, aynı marka cep telefonlarını kullanıyoruz. Dünyadaki tüm savaşlar

aynı

güçlerce

çıkarılıyor;

aynı

güçlerce

barış

planları

yapılıyor.

Televizyonlarda aynı diziler ve filmlerle ortak kahramanlar yaratılıyor. Üretim-tüketim ilişkisi, küresel efendilerin isteği doğrultusunda şekillendiriliyor. Beğeniler, nefretler, moda, eğitim, medya ve demokrasi anlayışımız, küresel totalitarizmin iradesi sonucu belirleniyor. İnsanlığın kaderi, küresel senaristlerce yazılıyor. Halkların milli benlikleri siliniyor, demokrasilerden “demos” unsuru çıkarılıyor ve ruhlara şirket demokrasisi kazınıyor.

İnsanlık tarihi incelendiğinde, gelişmiş demokrasi örneği olarak sunulan ABD’nin kuruluşunun da, şirket demokrasisine dayandığını görebiliriz. 17. yüzyılda Avrupa’dan Amerika kıtasına yerleşenlerin “anonim şirketler” olduğunu hatırlamalıyız. Anonim şirketler aracılığıyla yeni kıtada koloniler kuran beyaz adam, yerli halkı da katlederek kendi egemenliğini kurmuştur. Avrupa kökenli anonim şirketlerin gemiler aracılığıyla

122


Amerika kıtasına taşıdıkları yolcular, günümüzün Amerikan siyasetinin temelini attılar. ABD’nin kurucu babaları, anonim şirket statülü kolonileri kurdular. Yaşlı kıtadan yeni kıtaya bu amaçla binlerce gemi geçti. Bu gemilerin belki de en önemlisi “MayFlower”dı. MayFlower’ın hikâyesini de Cumhur AKSEL’den okuyalım: “1620 yılı eylülünde de, MAYFLOWER (Mayıs Çiçeği) isimli bir gemi, Londra Virginia Şirketi’nin Jamestown Kolonisi’ne ulaşmak için -Hollanda’dan yola çıkarak en son- İngiltere’nin Plymouth Limanı’ndan okyanusa açılır. Bu geminin yolcuları öncekilerden farklıydı; çünkü onlar altın, vs. aramaya değil, yeni bir hayat, yeni bir düzen kurma düşüncesiyle bu yeni kıtaya girmekteydiler. Bu insanlar, 35’i Hollanda, 67’si ise İngiltere kilisesine bağlı Püritenlerdir.112 Onlar aynı zamanda Avrupa’da Protestanlar üzerinde uygulanan engizisyon ve diğer ağır çevre baskılarından da kaçmaktadırlar. (…) Bu geminin taşıdığı yolcular hem kıtanın öncü Püritenlerinin liderleri ve hem de gelecekteki bir kısım Amerikan başkanlarının kökenini oluşturmakta.113 (…) İşte, çok güç koşullarda yolculuk yapan ve daha sonraları “Mayflower Hacıları” diye anılacak olan insanların bir kısmı, Kuzey Amerika

112

“Püritenler, “Yeni Dünya”yı “İsa adına fethetmek” üzere yola çıktıklarında Tanrı’nın sözüne bir tek kendilerinin kulak verdiklerine inanıyorlardı. Tanrı’nın İngiliz kulları Tanrı’ya ihanet etmiş, Tanrı da İngiltere’yi sevmez olmuştu. Tanrı, Püritenleri “Yeni İsrailoğulları” olarak seçmiş, İsrailoğullarını Kızıl Deniz’den geçirdiği gibi Püritenleri de okyanusun belalı sularından geçirip Amerika’ya güvenli bir şekilde ulaştırmıştı. Artık, Püritenler üzerlerine düşen misyonu gerçekleştirmeliydiler. Mesih, yeryüzüne geri dönüp krallığını ilan etmeden önce Amerika’da “bir tepe üzerindeki şehir” inşa edilmeliydi. Püritenler “Mesih için bu dünyayı hazır hale getirme” misyonunu sahiplendiler ve bu sevdayı kalplerinin derinliklerine işlediler.” Mustafa S. Tüter, Makale: PÜRİTEN ATALARINDAN BUGÜNKÜ AMERİKALILARA MİRAS: PÜRİTANİZMİN TEOLOJİK VE FELSEFİ KÖKENLERİ, http://www.ekopolitik.org/images/cust_files/070522190444.pdf 113

MAYFLOWER Gemisinde ABD’nin 17 başkanının ataları mevcut: George Washington, Millard Fillmore, Franklin Pierce, Abraham Lincoln, Ulysses Grant, Rutherford B. Hayes, James Garfield, Grover Cleveland, Teddy Roosevelt, William Howard Taft, Calvin Coolidge, Herbert Hoover, Franklin D. Roosevelt, Richard Nixon, Gerald Ford, George H. Bush ve Heorge w. Bush. Atilla AKAR, “Kim Demiş Aristokrasi Bitti Diye?” den aktaran Cumhur AKSEL, Amerika Birleşik Devletleri Anonim Şirketi, Boz Yayınları, İstanbul–2010, say: 104.

123


Kıtası’nın Püriten başkanlarını üretme aracı olmuşlardır; yani Mayflower Gemisi’nin sırrı budur.” 114

Bu tarihi tablo, dünyaya demokrasi ihraç eden ABD’nin, “Mayflower Hanedanlığı” tarafından yönetildiğini ortaya koyuyor. Günümüzde demokrasi, insan hakları ve özgürlük söylemlerini dillerinden düşürmeyen Batı, katlettikleri yerli halkların üzerinden büyük ekonomik güç sağladılar. Binlerce Kızılderili, anonim şirketlerin silahlı güçlerince öldürüldüler veya yerlerinden sürüldüler. Bu yüzden Mayflower sadece bir geminin adı değil, şirket demokrasilerinin de atası niteliğindedir.

114

Cumhur AKSEL, a.g.e., say:102-103-104.

124


SONUÇ

“İnsanların kafatası biçimlerinin ve fizyonomilerinin çeşitliliği, farklılığı çarpıcıydı. Bu canlı gerçeklik karşısında nasyonel-sosyalist ırk teorisi, bir farsa dönüşüyordu. Buracıkta, “köprü”nün üzerinde, kaynaşan insan tiplerinin yan yanalığı, iç içeliği gerçeğinde, sadece çok uluslu bir devlet olarak Osmanlı İmparatorluğu yaşamaya devam etmiyor, Eski Çağlardan kalma yüzler de görülüyordu. Bu Eski Çağ yüzlerinin, Babil, Hitit, hatta Mısır, Helenistik ve Roma heykelleriyle, tasvirleriyle benzerliği şaşırtıcıydı. Küçük Asya’nın binlerce yıllık tarihi gözlerimin önünden geçmekteydi.”115

Yukarıdaki sözlerin sahibi Ernst Hirsch, Almanya’da Hitler iktidarından kaçarak, genç Türkiye Cumhuriyeti’ne geldiği ilk günlerde, ömrü boyunca unutamayacağı Anadolu fotoğrafına Galata Köprüsü’nden tanıklık ediyor.

Mustafa

Kemal

Atatürk,

yeni

Türkiye’yi

kurarken,

Anadolu’nun

etnik

yapılanmasını ve bu yapılanmanın Osmanlının başına sömürgeci devletlerin kışkırtmalarından dolayı neler getirdiğini çok iyi biliyordu. Bu yüzden Mustafa Kemal ülkeyi, ortak bir kimlik üzerinden birleştirmeyi, dönemin ulus devlet anlayışına da paralel olarak uygun gördü. Türkiye Cumhuriyeti’nin insan unsuru, -hangi kökenden gelirse gelsin- ortak ulus anlayışına dayandırıldı. Tüm bu ortak ülkünün asıl kökeni de Anadolu coğrafyasında verilen milli bağımsızlık mücadelesidir. Diğer bir deyişle;

115

Ernst E. HIRSCH, Anılarım, Tübitak Yayınları, 1. Basım, Ankara–1997, say:198.

125


Anadolu halklarının ulus olma iradesi, bağımsızlık savaşında verilmiştir. Bu milli iradenin bir sonucu olarak; Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesinde millet, ırksoy bağına dayanmaz. Atatürk milliyetçiliği olarak şekillenen düşüncenin aslı da yurt milliyetçiliği olarak kendini göstermiştir. Diğer bir anlatımla; Türkiye Cumhuriyeti, 20. yüzyılda modern anlamda doğuşunu uluslaşma olgusunu yaşayarak gerçekleştirmiş; bu doğrultuda ırk ve mezhep kökeni ne olursa olsun vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkesi Türk ulusunun parçası saymıştır. Sonuç olarak; Türkiye Cumhuriyeti’nin ulus devlet anlayışı bile başlı başına bir antiemperyalist tavırdır.

Anadolu, kıtaları birleştiren coğrafi konumu ve enerji yataklarına yakınlığıyla, küresel oyuncuların her daim hedef sahası olmuştur. 20. yüzyılın başında İngilizlerin Osmanlı topraklarını parçalama ve tüm Ortadoğu’ya egemen olma politikası, bugünün küresel efendilerince de takip ediliyor. Anadolu topraklarında Osmanlı sonrası istenen yapı “dörtlü federasyon”u içeriyordu. Birinci kuşak Balkanizasyon Osmanlıyı parçalarken

emperyalist

kalemler

haritada;

Balkan

federasyonunu,

Anadolu

federasyonunu, Kafkas Federasyonunu ve Ortadoğu federasyonunu öngörüyordu. Mustafa Kemal Atatürk öncülüğünde verilen Türk Milli Mücadelesi, bu emperyal planın gerçekleşmesini engellemiş ve Anadolu coğrafyasında üniter bir ulus devlet kurulmuştur. Bu bakımdan Anadolu’yu parçalara bölen Sevr Antlaşması’nın karşıtı olan Lozan Antlaşması, Türkiye’nin tapu senedi olarak tarihe geçen bir kurtuluş belgesidir. Günümüzde ise İngilizlere ait emperyal planlar, Anadolu’da ve çevre coğrafyalarda,

başta

ABD

olmak

üzere

emperyalist

güçlerce

uygulanmaya

çalışılmaktadır. Türkiye’nin jeostratejik konumu ve ulus devlet yapısı, yeni nesil Balkanizasyonun bu topraklarda yaşanacağının habercisi.

126


Türkiye’nin verdiği ulusal mücadele, mazlum ülkelere örnek olması açısından da tarihte önemli bir yer teşkil etmektedir. Türkiye’nin simge ülke olmasının başlıca sebebi de budur. Türkiye, yıkılmış bir imparatorluğun yıkıntılarından çıkarak, sömürgeci ülkelere karşı ulusal bir mücadele vermiş ve çevre ülkelerin de umudu olmuştur. Ülkeyi kuran kurucu iradenin, devlet düzenini ulusal yapı üzerine inşa etmesi ve etnik kümelenmeleri dışlayan millet anlayışı, günümüzün piyasa ekonomisinin hedeflediği dünya sistemine aykırı bir durumdur. Küresel güç odakları, etnik ve mezhepsel yapılanmalara göre şekillenmiş federatif yapıyı bölgede hâkim kılmak istemektedirler. Türkiye’de otuz yıldır devam eden terör olaylarının devam etmesinin asıl sebebini de Anadolu topraklarında İngiltere’nin kuramadığı bölgesel federasyonun Büyük Ortadoğu Projesi adı altında kurulması isteğinden kaynaklandığını rahatlıkla görebiliyoruz.

Küresel düşünce, emperyalizmin yeni dönem ismi olarak karşımıza çıkmaktadır. Küreselleşme, Türkiye Cumhuriyeti gibi ulus devletleri hedef tahtasına koymaktadır. Onlar için önemli olan yeni politikaların devlet odaklı oluşturulmayacağıdır. Bu bakımdan uluslaşmış merkezi devlet düzenleri, “halklar” kavramı üzerinden yeniden yapılandırılmak istenmektedir. Ulus anlayışına son verip halklarla yola çıkan küresel zihniyet, bu amaçla etnisiteleri ve mezhepleri birer politik enstrüman olarak kullanmaktadır. Küresel güçler kendi imparatorluklarının yolunun ulus devletin parçalanmasından geçtiğini iyi biliyorlar. Demokrasi kavramının meşruluğunu kullanan küresel sermaye; sivil toplum örgütlerini, yerel güç odaklarını, medya sektörünü ve siyasal örgütlenmeleri parasal desteklerle besleyerek bu yapılanmaları ulus devlete

127


karşı “koçbaşı” olarak kullanmaktadır. Küreselleşme boyasına batırılan demokrasi, halkların kurtuluşu değil; halkların idam fermanıdır.

Türkiye’ye yönelik gerçekleştirilmek istenen Balkanizasyon, çok boyutlu olarak kendini gösteriyor. Batı, Lozan’da sönen hevesini, AB süreci ile Sevr Antlaşması’ndan geri kalmayan koşulları Türkiye’ye uygulatarak canlı tutuyor. ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi ve İsrail merkezli Büyük İsrail Projeleri de Türkiye’yi kıskaca almış durumda. Bağımsız ulus devletlerin, bağımlı eyalet devletçiklere dönüştürülmesi projesinin Türkiye ayağında Kürt meselesi yer almaktadır. ABD, İngiltere ve İsrail tarafından 1. Körfez Savaşı sonrası Irak’ın kuzeyinde kurulan fiili Kürt devletini, Güneydoğu Anadolu, İran ve Suriye’nin bir bölümüyle bütünleştirme projesi Batının Ortadoğu’yu ele geçirmesinde olmazsa olmaz hedefidir.

Bu doğrultuda Türkiye kamuoyunun gündemine sokulmak istenen “Yeni Anayasa” tartışmaları da aslında üniter ulus devletin tasfiyesi sürecinin yansımasıdır. Yapılmak istenen yeni anayasa ile alt kimliklere vurgu yapılması ve ulus kavramının törpülenmesi ve hatta kaldırılması gündemdedir. Bir ülkenin siyasi ve hukuki belgesi olan Anayasada yapılması muhtemel alt kimlik düzenlemesi, anayasanın kurucu iradesinin ortaya koyduğu temelleri ortadan kaldırmak ve ulus devlet yapısını yıkmak anlamına gelecektir. Yugoslavya’nın kurucu lideri Tito, çok uluslu topraklar olan Balkanlarda, çok etnikli bir federal devlet kurmuştu. Mustafa Kemal Atatürk ise, Balkanlar gibi çok etnikli yapıya sahip Anadolu’da, farklılıkların değil; benzerliklerin kurumsallaştırıldığı ve ortak ulus bilincine dayanan bir üniter devlet kurmuştu. Tito’nun çok parçalı etnisite

128


devleti 21. yüzyılı göremeden yıkılırken; Mustafa Kemal’in Türkiye’si tüm emperyal saldırılara rağmen ayakta kalmayı başarmaktadır ve başaracaktır.

Balkanizasyon, ulus devletleri yıkarken etnikçilik ve mezhepçilik yaparak, faşist bir zihniyetin ürünü olduğunu kanıtlamaktadır. Demokrasi, en başta yasalar önünde eşitliğin ve katılımcı zihniyetin hayata geçmesi ile gerçekleşebilir. Bunun için de ülkeyi oluşturan insan unsurunun kendi içinde hiyerarşik yapılara bölünmemesi ve etnik siyasetin yarattığı ayrılığın oluşmaması gerekir. Tüm bu nedenlerle Mustafa Kemal Atatürk’ün sunduğu ulus devlet modeli, çağdaş dünyanın diğer ülkeleriyle eşitlik ve karşılıklılık çerçevesinde hür bir şekilde yaşamanın anahtarıdır. İşte bu yüzden Balkanizasyon gerici bir anlayış; Kemalizm ise evrensel ve her daim yenilikçi bir duruştur.

Soğuk Savaş’ın bitmesi ile tek kutuplu bir dünya yaratılmak istenmiş ve bu doğrultuda Balkanlar, Orta Doğu ve Orta Asya coğrafyası, büyük bir enerji hattı olarak emperyalizmin iştahını kabartmış ve bu bölgedeki merkezi devletler çok etnikli toplumsal yapılarından dolayı Balkanizasyonun kapsamına alınmışlardır. Balkanlardan başlayan yeni nesil Balkanizasyon süreci, Anadolu ve Orta Doğu’ya uzanan geniş bir alanı kapsamaktadır. Bu bakımdan her bir egemen ülke içinde yaşanan etnik çatışmalar, diğer bölge ülkelerine de rahatlıkla sıçrayabilecek bir kıvılcıma benzemektedir. Türkiye Cumhuriyeti’nin toplumsal yapısı ve tarihten gelen bölgesel etki alanı dikkate alındığında, Avrasya’da yaşanan her bir etnik huzursuzluğun Türkiye’nin de başat sorunu olduğunu iyi kavramamız ve bu hassasiyete göre politikalar üretmemiz gerekmektedir. Çünkü Balkanlardan başlayan bir Balkanizasyon depremi, Anadolu ve

129


Ortadoğu’yu içine alacak şekilde ilerlemeye ve küresel bir boyut kazanmaya başladı. Her bir etnisitenin devletleşmesi, emperyalizm önünde çok parçalı bir sömürge tablosu ortaya çıkarıyor. Her hak talebini, bir bölücü arayış olarak nitelendirmek ne kadar insan haklarına aykırı ise, hak arayışlarını da emperyal hedeflerin maşası olarak kullandırmak da bir insanlık ayıbıdır. Bu bakımdan etnik ve dinsel grupların hak arayışları ile emperyalizm arasındaki bağı yıkmak, karşı duruş açısından üniter ulus devletlerin en önemli kozu olmalıdır.

Kapitalist Batı medeniyetinin denetimindeki uluslararası sermaye ve çok uluslu şirketler, “küreselleşme “ kavramıyla dile getirdikleri, insanlık tarihinin en adaletsiz ve acımasız ekonomik yaşantı birlikteliğine denk düşen bir devlet modeli olarak, ABD’nin dünya imparatorluğunu dayatıyorlar. Uluslararası sermaye ve çok uluslu şirketler olgusu içerisinde, heterojen yapının başat kutbunu oluşturan AB çıkışlı unsurlar ise, yine ulus devlet sonrası federatif bir örgütlenme geliştirmeye çalışıyorlar.116

Türkiye Cumhuriyeti’ne bu doğrultuda düşen görev; bölgesel sorunları, bölge dışı emperyalist devletler ile değil; doğrudan bölge devletleri ile çözmektir. Uluslararası Örgütlerin (BM, NATO, Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu (IAEA) v.b.) esas karar vericilerinin de büyük devletler olduğu dikkate alındığında, bölge devletlerinin kuracağı bağımsız ve bölgesel yeni örgütlenmelerin kurulması ihtiyacı göze çarpmaktadır. Bölgesel işbirliğinin olmazsa olmaz olduğu günümüzde, alternatif siyasi, askeri, ticari oluşumların bölge ülkelerinin katılımıyla sağlanması gerekmektedir.

116

Oktay TAFTALI, Bunalan Kapitalizmin Bunalan Ulus-Devleti, Sosyologca, Sayı:3, say:234

130


Türkiye Cumhuriyeti Balkanizasyon haritalarını; ulusal bütünlüğünü sapasağlam tutan, planlı ulusal ekonomi siyaseti izleyen, sömürücü dünya düzenine karşı çıkan, içinde barındırdığı halk kitlelerinin öz kültürünü sahiplenen ve tüm yurttaşlarında aidiyet duygusu yaratabilen, bilimi gerçek yol gösterici kabul eden, Kuvay-ı Milliye ruhuna sahip duruşuyla yırtıp atmalıdır. Zaman, başkalarının senaryolarını oynama zamanı değil; kendi ulusal senaryomuzu yazma ve uygulama zamanıdır. Çünkü Josip Broz Tito’nun da dediği gibi; “Bu küresel hâkimiyete karşı ayaklanma yine Mustafa Kemal’in ülkesinde başlayacaktır, mazlum milletlerin öncüsü yine Türkiye olacaktır.”

131


KAYNAKÇA: 1- AKAR Atilla, “Kim Demiş Aristokrasi Bitti Diye?” den aktaran Cumhur AKSEL, Amerika Birleşik Devletleri Anonim Şirketi, Boz Yayınları, İstanbul–2010 2- AKMAN Halil, Paylaşılamayan Balkanlar, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul–2006 3- ALBAYRAK Kadir, Bogomolizm ve Bosna Kilisesi, Emre Yayınları, İstanbul–2005 4- ALİLİ Teoman, Yugoslavya Dersleri, Kaynak Yayınları, 2. Basım, İstanbul, Aralık- 2010 5- ANDONYAN Aram, Balkan Savaşları, Rumeli Yağmalanan İmparatorluk, Mahmut Şevket Paşa, Hafız Hakkı Paşa, Örgün Yayınevi, 2009- İstanbul 6- ATAMAN Muhittin, Burhanettin Duran, Kemal İnat, Dünya Çatışmaları- Çatışma Bölgeleri ve Konular, 1. Cilt, say:3, Nobel Yayın Dağıtım, 3. baskı-Ankara–2010.

7- Prof. Dr. ATAÖV Türkkaya, Federasyon- Başkanlık- Yarı Başkanlık, Destek Yayınevi, 2011-İstanbul, 8- Dr. BALCI Ali, Kosova: Arnavut Sorununun Kilit Bölgesi, Dünya Çatışmaları, Cilt:1, Nobel Yayın Dağıtım, Ankara,

9- Brezezinski Zbignew, Büyük Satranç Tahtası, Çev: Yelda Türedi, İnkilap Yay. İstanbul–2005, 10- CHOWN Marcus, Atomların Dansı-Evren Hakkında Bilmemiz Gereken Her Şey, Alfa Yayınları, Çev: İmge TAN, İstanbul–2011 11- CUMALI Necati, Makedonya–1900, Cumhuriyet Kitapları, 15. Basım, say: 127. 12- ÇEÇEN Anıl, Sevr Kıskacında Türkiye- İbrahim Sadi Öztürk, Sevr Antlaşması Tam Metin, Fark Yayınları, 2. Baskı, Ankara–2007 13- ÇEÇEN Anıl, Türkiye Cumhuriyeti Ulus Devleti, Fark Yayınları, 1. Basım, Ankara–2007 14- Doç Dr. DOĞAN İlyas, Parçalayan Küreselleşme, Yetkin Yayınları, Ankara-2006 15- MACİT Nadim, Sevr Entrikası adlı makale, İbrahim Sadi Öztürk, Sevr Antlaşması Tam Metin, Fark Yayınları, 2. Baskı, Ankara–2007 16- EMİROĞLU Hüseyin, Soğuk Savaş Sonrası Dönemde Kosova Sorunu, Orient Yayınları, Ankara

132


17- FOUSKAS Vassilis K., Balkanlar-Ortadoğu- Kafkasya, Soğuk Savaş Sonrası ABD Politikaları, çev: Ali Çakıroğlu, Aykırı Araştırma Yayınları 18- GÖZLER Kemal, Devletin Genel Teorisi, Ekin Kitabevi Yayınları, Bursa–2007 19- GÜVENÇ Bozkurt, Türk Kimliği, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, 1994 Ankara, 20- HIRSCH Ernst E., Anılarım, Tübitak Yayınları, 1. Basım, Ankara–1997

21- Jr. Joseph S. Nye, & Davis A. Welch, Küresel Çatışmayı ve İşbirliğini Anlamak, Çev: Renan AKMAN, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2. Baskı, İstanbul–2009 22- KALAYCIOĞLU Ersin, Ali Yaşar Sarıbay, Tanzimat: Modernleşme Arayışı ve Politik Değişme yazısı. Türkiye’de Politik Değişim ve Modernleşme, Alfa Aktüel, 2007- İstanbul 23- KAPANİ Münci, Politika Bilimine Giriş, Bilgi Yayınevi, 11. Basım, Kasım 1999-ANKARA. 24- Yard. Doç. Dr. KENAR Nesrin, Yugoslavya- Bir Dönemin Perde Arkası, Palme Yayınları, Ankara–2005 25- Prof. Dr. KELEŞ Ruşen, Yerinden Yönetim ve Siyaset, Cem Yayınevi, 2. Basım, İstanbul–1994 26- KUTLU Sacit - Milliyetçilik ve Emperyalizm Yüzyılında Balkanlar ve Osmanlı Devleti, Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul–2007.

27- Kymlicka Will, Çok Kültürlü Yurttaşlık: Azınlık Haklarının Liberal Teorisi, Çev: Abdullah YILMAZ, Ayrıntı Yayınları, İstanbul–1998 28- MARSHALL Gordon, Sosyoloji Sözlüğü, çev: Osman AKINHAY- Derya KÖMÜRCÜ, Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara–2009 29- ÖZAKINCI Cengiz, Türkiye’nin Siyasi İntiharı Yeni- Osmanlı Tuzağı, 12. Basım, Otopsi Yayınları, 2007-Mayıs, İstanbul, 30- PAZARCI Hüseyin, Uluslararası Hukuk Dersleri, Turhan Kitabevi, 5. Baskı Ankara–1998 31- PIERSON Christopher, Modern Devlet, Çiviyazıları Yayınevi, Çev: Dilek HATTATOĞLU, İstanbul–2000

133


32- SANDER Oral, Türkiye’nin Dış Politikası, İmge Kitabevi, say:189, Ankara–1989. 33- Sander Oral, Siyasi Tarih, 1. Dünya Savaşı’nın sonundan 1980’e kadar, İmge Yayınları, Ankara–1989 34- ŞEN Y. Furkan, Globalleşme Sürecinde Milliyetçilik Trendleri ve Ulus Devlet, Yargı Yayınları, Ankara–2004 35- TAŞTAN Yahya Kemal, Balkanlarda Ulusçuluk Hareketleri, Balkanlar El Kitabı, Cilt:1, KaraM&Vadi Yayınları, Çorum-Ankara, Nisan–2006 36- Doç. Dr. UYGUN Oktay, Federal Devlet, Temel İlkeler- kurumlar ve Uygulama, İtalik Yayınları, İstanbul–2002 37- Dr. ÜLGER İrfan Kaya, Yugoslavya Neden Parçalandı? Balkan Dramının Perde Arkası, Seçkin Yayınları, Ankara–2003 38- YENİGÜN Cüneyt - Ümit Hacıoğlu, Bosna-Hersek: Batı’nın Güvenini Kaybettiği Medeniyet- Makale, Dünya Çatışmaları adlı kitaptan, Nobel yayın Dağıtım, Ankara 2010 MAKALELER:

1- AKTÜRK Şener, Etnik Kategori ve Milliyetçilik: Tek-Etnili, Çok-Etnili ve Gayri- Etnik Rejimler, Doğu Batı Düşünce Dergisi, Sayı:38, Ekim 2006 2- ARİF Ayfer, Yıldız Teknik Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Siyaset Bilimi ve Uluslar arası İlişkiler Dalı Siyaset Bilimi ve Uluslar arası İlişkiler Lisans Programı Yüksek Lisans Tezi: MAKEDONYA CUMHURİYETİ’NİN AZINLIK POLİTİKASI VE EĞİTİME ETKİSİ, İstanbul–2008 3- AYHAN Halis, Makale: Arnavut ve Sırp Savları Bağlamında Kosova’nın Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi • 23 / 2010

Sahipliği Sorunu,

4- ÇEÇEN Anıl,Büyük Makedonya Kuruluyor, 14.12.2011, www.kemalistyaklaşım.com 5- Dr. KILINÇ Doğan, Self Determinasyon İlkesinin Azınlıklar Açısından Değerlendirilmesi, Gazi Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, C. XII, Y.2008 6- Eğribel Ertan, Ufuk Özcan, Küresel Düzenin Dayanağı Olarak Kaos Coğrafyasına Dönüşmeye Direnmek Veya Ortadoğu’nun Balkanlaşmasına Karşı Çıkmak İçin Osmanlı Mirasının Önemi: Tarih ve Uygarlık avunuculuğuna Doğru, SOSYOLOGCA Dergisi, Sayı:3, 7- NETKOVA Bilyana P., Makale: Makedonya Cumhuriyeti Anayasasına Göre Milliyetlerin Durum Ve Hakları, Çev: Erol TUFAN

134


8- Av. ÖZBEK Hüseyin, İstanbul Barosu’nun düzenlediği “Lozan’ın Anlam ve Önemi” Adlı konferanstaki konuşmasından, 20 Temmuz 2007, İstanbul Barosu Yayınları

9- Dr. PAKER Evren Balta, Makale: Özerklik ve Çatışma: Farklı Deneyimler Türkiye’nin Kürt Sorununa Bakmak

Işığında

10- RENAN Ernest, Makale: “Millet Nedir?”, Ülkü Dergisi, sayı:77 11- ŞENEL Dr. Şennur, 19. VE 20. Yüzyılların Denge Oyununda Balkanlar, Balkanlar El Kitabı,

12- TÜTER Mustafa S., Makale: PÜRİTEN ATALARINDAN BUGÜNKÜ AMERİKALILARA MİRAS: PÜRİTANİZMİN TEOLOJİK VE FELSEFİ KÖKENLERİ, 13- YAŞIN Gözde Kılıç, Makale: “Mavi Kelebeğin İzinde Bosna

135


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.