PROFİL
MİMARLIĞI, PROFESYONELLİK VE TASARIM NİTELİĞİNİN DENGESİNDE SÜRDÜRMEK
DOĞAN TEKELİ
1950’li yıllarda, henüz öğrenciyken kazanılan yarışmalarla başlayan mimarlık üretimi hem Türkiye, hem dünya koşullarının çok değiştiği bugüne, köklü ve kurumsallaşmış bir mimarlık ofisi olarak erişti. Tekeli-Sisa Mimarlığın kurucu ortağı Doğan Tekeli profesyonellikle tasarım niteliğini istikrarlı bir şekilde dengelediği 60 yılı bulan mimarlık hayatında, Türkiye’deki serbest mimarlığın en önemli aktörlerinden biri oldu Doğan Beyle yaptığımız söyleşide, bu istikrarlı ve başarılı meslek hayatının önemli noktalarını öğrenirken; aynı zamanda mimarlığa Türkiye’nin koşullarına, meslek etiğine ve yaşadığımız çevreye dair, en az geçmiş kadar bugün ve geleceğe bakışımız için aydınlatıcı olacak görüşlerini dinledik
TSMD ödüllerinden “TSMD Onur Ödülü”ne 2008-2010 döneminde layık görülen Doğan TekeliSami Sisa ikilisinden Doğan Tekeli ile bu söyleşiyi Serbest MİMAR dergisi adına Hüseyin Kahvecioğlu yaptı 30 ▲ PROFİL
sM: Siz Türkiye’de kurumsal yapısıyla mimarlık üretimini çok uzun süredir devam ettiren az sayıdaki ofisten birinin kurucususunuz. Mesleğe başladığınızdan bu yana, Türkiye’de mimarlık alanını etkileyen faktörler de, mimarlık yapma biçimi de çok değişti, özellikle son 10-15 yılda bu değişim doruğa ulaştı. Ancak siz bütün bu değişime ayak uydurmayı, istikrarlı bir çizgide devam etmeyi başardınız. Tekeli-Sisa mimarlık ofisi nasıl başladı ve bugünlere geldi? Doğan Tekeli: İsterseniz söze, bizim mimarlığa başladığımız dönemde Türkiye’deki mimarlık anlayışı üzerine birkaç sözle başlayalım. 1952 yılında mezun olduğumuz zaman, gördüğümüz mimarlık eğitimi Paul Bonatz’dan, Emin Onat’tan ve kısmen de Clemens Holsmeister’den gördüğümüz ve bir nevi “akademik klasik” olarak adlandırılan bir sistemdi. Bu bildiğiniz gibi Bonatz’ın Almanya’daki ekolü. Onun Basel Müzesi, Stuttgart Hauptbahnhof (Tren Garı),gibi yapılarıyla ortaya koyduğu tecrübesi ve mimarlığına paralel bir sistem. Bir de bize hoca olmadan önce Türkiye’de bir süre Milli Eğitim Bakanlığı bürosunda çalışmış. MEB’in önemli bir yapı bürosu varmış ve aralarında İsmet Paşa Kız Enstitüsü de olan çeşitli okul yapıları yapmışlar. Bonatz oradaki çalışmalarında Türk Mimarisine doğru bazı referanslar kullanmış. Bizim eğitimimizde de benzer bir durum egemen oldu. Ama biz diğer yandan, Corbusier’nin, Mies’in mevcudiyetini ve dünyada olup bitenleri çok uzaktan da olsa izleyebiliyorduk. İletişim bugüne göre çok sınırlıydı. Kitap ve dergi gelmiyordu. Özellikle bizim eğitime başladığımız yıllarda, 1947’de hemen hemen hiç kitap ve dergi yoktu. Hatırladığım, “Das ideale Heim” gibi bir İsviçre dergisi gelirdi Teknik Üniversite kitaplığına. Bu ortamda sınıfta modern harekete yakınlık gösteren bir iki arkadaş vardı. Dünyada olup bitenden, sınıf geneline göre daha fazla haberleri vardı. Bonatz da, onlarla “kendinizi ne zannediyorsunuz?” diye, neredeyse alay ederdi. Ancak bir yandan da Türkiye’de yapılan mimari proje yarışmalarında modern mimarlık eserleri öne çıkıyordu. Turgut Cansever ve Abdurrahman Hancı’nın Büyükada’daki Büyük Kulüp ek yapısı, Emin Onat ve Sedad Hakkı’nın Adliye Sarayı, veya 1953’deki İstanbul Belediye Sarayı gibi yapılarda modern mimarlık dili kullanılmaya başlanmıştı. Biz mezun olur olmaz yarışmalara girmeye başladığımızda, “öncelikle bu dili öğrenmek mecburiyetindeyiz” dedik kendimize. Marcel Breuer, Paul Rudolph ve tabiî ki Le Corbusier’in yapılarını ve yazılarını takip ettik. Özellikle Corbusier’in yazılarını satır satır okurduk, konuları anlatışında çok ikna edici bir tarzı vardı.