MAKALE
1
2
Fotoğraf : Abdullah SEZGİN
4 | Ağlayan Anadolu Destanı | Ali Rıza MALKOÇ 5 | Teşekkürler Samsun | Uğur DEDE 6 | Aşkın Esrarı | Suzan MUMCU 8 | İngiliz Konsolosluğunun Gözüyle Samsun (1840) | K. Tuncer ÇAĞLAYAN 12 | Yoksun Ya | Ömer UMUTLU 13 | Çakallı Kervan Sarayı Kale ve Höyük İlişkisi Üzerine | Emine YILMAZ
İmtiyaz Sahibi Samsun Kültür Sanat Platformu adına Prof. Dr. Metin EKER Genel Yayın Yönetmeni Uğur DEDE Yazı İşleri Müdürü Kazım MEMİÇ Yayın Kurulu Ahmet SEVEN Kazım MEMİÇ Prof. Dr. Mehmet AYDIN Prof. Dr. Metin EKER Recep YAZGAN Doç. Dr. Şahin KÖKTÜRK Ömer İdris AKDİN Uğur DEDE Zekeriya ÇAVUŞOĞLU
20 | İnsansan Eğer | Ömer PAMUK 21 | Hatipin Evi | Uğur TERZİOĞLU 22 | Herkes Yeşilçam’a Bir Hikayeyle Gelir | Turgut ÇEVİKER 27 | Şiir ve Şiirsellik | Kazım MEMİÇ 33 | Leylifer | Mustafa BİLİR (Aşık OBALI) 34 | Tic. Mes. Lis. ve Anadolu Tic. Mes. Lis. Mezunları Derneği | Emin KIRBIYIK 36 | Büyükşehir Bel. Kültür ve Sosyal İşler Dairesi Başkanlığı | Necmi ÇAMAŞ 39 | Samsun Devlet Klasik Türk Müziği Korosu | Sinem ÖZONGAN 40 | Türk Dünyası Müzikleri Gençlik Korosu | Davut NUMANOĞLU 42 | Samsunun Opera ve Balesi | Erdoğan ŞANAL 45 | Anadolu Beşiği | Haluk YOLSAL 46 | Kız Teknik Öğretim Olgunlaşma Enstitülerinin Tarihi | Fatma ARSLAN 48 | Eurovision Şarkı Yarışması Üzerine Bir Değerlendirme| Bahar GÜDEK 51 | Osmanlı İmparatorluğunda Giyim Kuşam Kültürü | Bilsen ŞAHİN 55 | Musikiye Yakın Olmak? | Şahin ÇANGAL 57 | Sözü Yükseltme Vakti | Ömer İdris AKDİN 59 | Ben | Selahattin DÜLGER 62 | Türkçeye Gönül Verenler | Sıtkı ÇAĞLAYAN
Editör Prof. Dr. Mehmet AYDIN
65 | Çırpınırdın Karadeniz | Mesut Taner GENÇ
Görsel İletişim Tasarımı Uğur ARKIN
81 | Kültürümüzde Lale | Halil İbrahim ALPEREN
Tasarım Uygulama Uğur ARKIN www.ugurarkin.com
78 | Tohumun Öyküsü | Zekeriya ÇAVUŞOĞLU 84 | Konuşma Sanatı | Mehmet ÇÖMEZ 86 | Okuma Kültürü | Mehmet ÇAMLIBEL 87 | Samsunda Bir Soluktu Kuzeysu | Akın ERSÖZ 90 | Arjantin Tango | Ezgi TURMUŞ
Hukuk İşleri Av. Nadi MACİT
91 | Unutulan Bir Geçmiş; Kavsilik ve Kemankeşlik | Civan ÇELİK
Mali İşler Emin KIRBIYIK
96 | En Huzurlu Liman Yakakent | Atilla ÖZER
İletişim samsunkultursanatplatformu@hotmail.com
Unkapanı Mh. Sami Arım Sk. No.6 İlkadım/SAMSUN Baskı: EROL OFSET
İÇİNDEKİLER
SAMSUN KÜLTÜR SANAT DERGİSİ Yıl:1, Sayı:2, Eylül 2012 3 ayda bir yayınlanır.
94 | SASAD Türk Halk Müziği Korosu | Yavuz ÖZKARAN 98 | Bir Sanat Olarak İllüzyon | Erkin SEZGİN 100 | Ali Kayıkçının Kaleminden 102 | Çerkez Sürgünü Kültürü ve Sanatı | Abdulkadir ÖZYILMAZ 106 | Eğitim Çıtası Bir Üst Seviyeye Çıkıyor | OMÜ Vakfı İlköğretim Okulu 109 | Kültürel ve Sanatsal Etkinlikler 113 | Samsun Kültür Sanat Haberleri 137 | Basında Biz
3
MAKALE
Ağlayan Anadolu Destanı Devir aldık sözü – çarkı Döndürerek gidiyoruz Dillere ölümsüz türkü Kondurarak gidiyoruz Taşa çaldık andımızı Seller aştı bendimizi Gülmesek de kendimizi Kandırarak gidiyoruz
Sitemle sevgi karışık Bazen küs, bazen barışık Ferman elimde kırışık Sündürerek gidiyoruz Yapışmazdı bize leke Azığı düşürdük teke Kan gözyaşı döke döke Bandırarak gidiyoruz
Dert yükselmiş dağlar gibi Dere , ova ağlar gibi Kollarımı bağlar gibi İndirerek gidiyoruz
Bu destan uzayıp gider Keder bizi öksüz eder Çıramız yeniden tüter Dindirerek gidiyoruz
Sağ el kavgalı sol ile Göçtü kervan bu hal ile Sevinç, rakibe gol ile (!) Sindirerek gidiyoruz Bu toprak bu Güneş şahit Tarihe gömüldü ahit Hak helal eder mi şehit? Yandırarak gidiyoruz Leyla üzgün, Mecnun Kayıp Ferhat, Şirin Şirin sayıp Hicran içimizde deyip Dondurarak gidiyoruz Bağrında canlar yetişmiş Her cana onlar yetişmiş Aşkın aleviyle pişmiş Söndürerek gidiyoruz
4
Ali Rıza MALKOÇ 06/01/2012 Ahit: ant, söz, antlaşma Hicran: ayrılma, ayrılık Sündürmek: Bir şeyi çekerek uzatmak, esnetmek Azık: yiyilecek içilecek şeyler, aş
Teşekkürler Samsun Uğur Dede Şair –Yazar
MAKALE
Köklerimize, binlerce yıllık tarihe-geleneğe tutunarak, yepyeni bütün kabullere şayan alışkanlıklar kazandıracak kadar cesur ve özgünlüğümüzü hürriyetimiz olarak gören tarafsız bir duruşla “Merhaba…” diyoruz. Birbirinden farklı ve değerli 21 sivil toplum kuruluşumuzun bir araya gelerek oluşturduğu Samsun Kültür Sanat Platformu Derneği ve Dergisi her gün biraz daha büyürken adımlarını da bir o kadar sağlam ve emin atmaktadır. Bu anlamda kültür-Sanat insanından ve sivil toplum kuruluşlarından aldığı destek her türlü maddi varlığın üstünde ve ötesindedir. Her zaman ve her yerde olduğu gibi en çok mesafeli durulan Kültür-Sanat Kurumları, kültüründen ve sanatından aldığı güçle devam ettirdiği hayatını özgürlüğüyle pekiştirmekte, öncü rolünü sürdürmektedir. Kendi gücüyle, umduğu ve beklediği desteği alamadan kat ettiği mesafe, aydınlık bir gelecek yorgunluğu olsa da. Kültürden sanattan kaçırılan her bir iltifat, öne sürülen onlarca bahane; her gün bir sahne ışığını, bir tuvalde renkleri, bir filmde heyecanı, her bir mısrada bir sözcüğü kaybettirmektedir. Tarımın, sanayi ve ticaretin devlet tarafından sübvanse edildiğini, çeşitli teşvik ve fonlarla sıkça desteklendiğini çok çabuk unutarak, kültür ve sanat hayatının, çalışanlarının desteklenmesi gerektiği de bir o kadar çabuk unutulmaktadır. Her şeyin ay gibi aydınlık olduğu gerçekleri, ünlülerin sözleriyle değil, her birinizdeki adalet duygu ile daha çok göstermek isteriz. Tarafsız bir duruşun ekonomik faydasına muhtaç olmayan Samsunlu sanayici ve iş adamlarımızı en çok bu yüzden kültür sanat kurumlarına sahip çıkmaya çağırıyoruz. Uluslararası yada ulusal bir sanat etkinliği kazandırmış olarak görüp saygı ve minnetle anmak istiyoruz. Yerli bir konserin ya da etkinliğin ana sponsoru, programın ev sahibi olarak görmek, gururlanmak istiyoruz. Samsun Tiyatrosunun bir oyununa yâda Turnesine verdiği katkı ile anmak, övünmek istiyoruz. Ressam ya da Heykeltıraşımıza açtığı bir sergiyle iltifatına mazhar, iltifatlarla anılır görmek istiyoruz. Hattat ya da Ebruzenimize fırsatlar açacak kapılara el, hat ve desenlere nefes olmuş can bulmak istiyoruz. Elbette ki malumunuzdur. Elbette ki eliniz de gözünüz de üstümüzdedir. Demememiz odur ki: Kültür ve sanattan esirgenecek maddi ve manevi iltifatlar, başka bir yerden telafi imkânı bulamayacaktır. En önemlisi de, kendimizden uzaklaştırdıklarımız elbette yabancımız olacaktır. Bu vesileyle ilk sayımıza göstermiş olduğunuz ilgiye gönül dolusu teşekkürler. Takdirleriniz ve eleştiriler göz önünde bulundurularak, bir sonraki sayıya daha emin daha güvenle hazırlanmaktayız. Uzattığımız eli tuttuğun için tekrar teşekkürler Samsun.
5
Aşkın Esrarı Suzan MUMCU MAKALE
6
Tam onbir yıl önce, hüzünlü bir sonbahar akşamında, kırk yıllık hayat arkadaşımı, aniden kaybedince, hayatımın ışığı, gözümün nuru söndü bir anda. Karanlık bir boşluğa yuvarlanmaya başladım. Bütün çabalarıma rağmen, aydınlığa ulaşamıyordum. Dünya durmuş, her şey durmuş, ben yuvarlanıyordum durmadan... Zamanı, mekânı, yaşadığımı unutmuştum. Sadece, acının ve yasın yarattığı depresif durum beni yazmaya iteliyordu. Yazmasam çıldıracaktım” diyen Sait Faik’in aksine, ben çıldırdıkça yazmak istiyordum. Çalakalem yazmaya başladım. Ne mi yazıyordum? Her şey. Önce isyanlarımı yazdım pek tabii… Sonra, adresi belli olmayan ve cevabını hiçbir zaman alamayacağım aşk mektupları, sonra da onunla yaşadığım güzel anıları… Ama beni yakan hasret dinmiyordu bir türlü. Onu görememek, ona dokunamamak, kokusunu, sıcaklığını hissedememek çok acı veriyordu bana.
Fakat bir gün elime geçen bir kitap düşüncelerimi değiştirmeye ve gerçeği görmeme neden oldu aniden. Graham Greene’nin “Zor Tercih” adlı kitabıydı bu. Sarah ile Maurice’in imkânsız aşkıydı konusu ve beni en çok etkileyen bölümü aynen şöyleydi: Genç kadınla, iki dakika önce birlikte olduğu sevgilisi odadan çıkar çıkmaz, başlayan bir hava bombardımanından, bulundukları ev isabet alır ve delikanlının gittiği yer çöker. O korkunç anda, genç kadın, yaşadığı çaresizlik karşısında, aslında pek de inanmadığı Tanrıya sığınır, dizlerinin üstüne çöküp yalvarmaya başlar. “İnandır beni” der, “ o yaşarsa sana inanacağım. Ona bir fırsat tanı. Bırak mutluluğuna sahip olsun. Bunu yap inanacağım sana.” Tanrıyla pazarlığa oturup en çok sevdiğinin yaşaması karşılığında, onu bir daha hiç görmeye-
Suzan Tüter MUMCU
landığını hissettim. Sevginin bir bedene, bir dokunuşa, bir sese ihtiyacı olmadığını; gerçek aşkın, kâinatın yaratıcısının bir mucizesi olduğuna inanmaya başladım. Beşeri aşktan ilahi aşka doğru bir merhale olduğuna ve cüz-i aşkı tadarak, külli aşka ulaştığımıza emin oldum.
ceğine ant içer ve tanrıya, ”insanlar seni bir kere bile görmeden seviyorlar, öyleyse birbirlerini de görmeden sevebilirler” der. Biraz sonra kapı açılır, kadının öldü zannettiği sevgilisi içeri girer. Kadın sevdiği adama kavuşmuş ama onu kaybetmiştir. Ve onun yaşadığını gördüğü anda, biraz önceki pazarlığın ağırlığını fark edip “Keşke ölseydi” der. Fakat daha sonra, bir insanı görmeden de sevmenin mümkün olduğunu ve aşkın, bir dokunuşa, bir bakışa, bir sese, bir bedene, bir ümide ihtiyacı olmadığını düşünür. Arada bir beden olmadan, bir ruhun, bir başka ruha kendini adamasının aşkı yücelttiğini, gerçekleştirdiğini anlar. Daha sonra iki sevgili bu konuyla ilgili olarak tartışırlar. Kadın: “İnsan sevdiğini görmeyince aşk biter mi? Düşünsene Tanrıyı da hiç görmedik ama onu çok seviyoruz” der. Adam: “Ama benim ki o tür bir sevgi değil Sarah” Tanrıya inancı iyice kuvvetlenmiş olan kadın: “Belki de başka tür bir sevgi yok maurice, - sevmeye devam edebilmek için onu görmeliyimdemeyecek kadar büyük bir iman, büyük bir bağlılıktır aşk” diye cevap verir. Bu kitap sayesinde gözümün önündeki perdenin aralandığını ve içimdeki karanlığın aydın-
MAKALE
Âdemin Havva’ya, Mevlana’nın Şems’e, Mecnun’un Leyla’ya, Züleyha’nın Yusuf’a olan aşklarını şimdi daha iyi yorumlayabiliyorum. Ve “Yaradılanı sev, yaradandan ötürü” diyen Yunus’a daha çok hak veriyorum. Kur’an-ı Kerimi, Mesnevi’yi, Divanı Kebir-i, Fihi Mafih’i, “Cübbemin altında Allah’tan başkası yoktur” diyen Cüneyt Bağdadi’yi, “Ene’l Hak” dediği için darağacına gönderilen Hallac-ı Mansur’u, İbn-i Arabî’yi ve kâinatı okuyorum ve anladım ki: Aşk bir heves, bir macera, bir tutku ve cinsellik değildir. Hele hele bencillik hiç değildir. Kendinden geçiştir, ben değil biz olmaktır. Hatta biz değil bir olmaktır. “Seven benim, sevdiğim de ben “ diyebilmek, varlığa aşık olarak onu var edene ulaşabilmek ve onun aşkıyla eriyip yok olabilmektir. Kainatın sebebi, var oluşumuzun aslıdır aşk. İbni Arabi’nin deyişiyle Biz aşktan sudur ettik. Aşk üzerine yaratıldık Aşka doğru yöneldik Aşka verdik gönlümüzü. Gönlünü aşka veren bir insan olarak, aşkı yazmaya uğraşıyorum yıllardır. Ama sonunda anladım ki aşk yazılamaz, aşk anlatılamaz, aşk ancak tadılarak öğrenilir fakat ne yazık ki tadan da tadını tarif edemez. Hz Mevlana’ya sormuşlar “Aşk nedir” diye. “Ben ol da bil” diye cevap vermiş. Ben de acizane olarak “mecnun olanlar anlar” diyorum. Ve sus pus olarak, yanarak, çıldırarak yazmaya devam ediyorum. Dile getiremediklerimi, yüreğimin ateşiyle kor olmuş harflerle ve damarlarımda alev seli gibi akan kanla, kâğıda dökmeye çalışıyorum. Kalem kendi kendine mi yazıyor? Yoksa harfler aralarında birleşerek mi manalanıyor? Bilemiyorum. Ama aşk denilen mucizenin beni yönlendirdiğinden eminim.
7
İngiliz Konsolosluğunun Gözüyle Samsun (1840) MAKALE
K. Tuncer ÇAĞLAYAN Orta Karadeniz bölgesinin merkezi olmasının yanı sıra Karadeniz’i iç Anadolu’ya bağlayan liman kenti olması ve buharlı gemilerin icadıyla Samsun’un önemi 19. Yüzyılda artmıştır. Artan öneminin bir sonucu olarak Samsun’da Avrupalı Devletler Konsolosluklar açmış, kentin çevre illerle birlikte sahip olduğu ticari potansiyeli takip ederek kendi ülke menfaatlerini gözetmişlerdir. Samsun Konsolosluğuna ait İngiliz arşivinde tespit ettiğimiz ilk kayıtlar 1837 ile başladığına göre bu tarihte İngiltere adına faaliyette olan bir konsolos vekili bulunmuş olmalıdır. Bu yazıda müracaat edeceğimiz belgeleri Samsun’da ilk konsolos vekilliği yapan R. W. Stevens imzasını taşımaktadır. Stevens’ın hazırladığı bir rapor Samsun’u (Canik’i) İngiliz Devlet adamlarına tanıtmayı amaçlamaktadır. Rapor, Canik’in Trabzon Paşalığı’nın bir vilayeti olarak tanımlanmasıyla başlar. Deniz kenarında yüksek dağların eteğinden devam eden düz bir alan üzerinde kurulmuştur. Genel olarak şehrin eni 15 milden fazla değildir. Doğusunda küçük bir nehir olan Patlama ve batısında Kızılırmak ile çevrilidir. Samsun, Trabzon Valisi Osman Paşa’nın kardeşi Mutasarrıf Abdullah Bey tarafından yönetilmektedir. Bafra’dan Fatsa’ya ilçeleri sıralayan Stevens, Bafra ve Çarşamba hariç bütün kasabaların sahil üzerinde olduğuna dikkat çekerek kasabalar hakkında bazı bilgiler verir. O tarihte idari açıdan Samsun’a bağlı olan Fatsa için güzel bir hükümet konağından ve iskelesinden bahsederek 6 saat uzaklıkta olan Ünye’den Fatsa’ya kereste getirildiğini ve iskeleden gemiye yüklendiği bilgisini verir . Çok güzel bir kasaba olarak tarif ettiği Ünye’de 1730 hane olduğunu bunun 1200’nün Türk, 80’inin Ermeni
8
450’sinin ise Rum evi olduğunu ancak kısa bir süre önce meydana gelen yangında Rum mahallesinde 350 evin zarar gördüğü anlaşılmaktadır. Yangın mağdurları çok fakir olduğundan yeni evler inşa edememiş, vilayetin diğer bölgelerinde metruk evlere yerleştirilmeyi talep etmişler ancak kabul edilmemiştir. Fakat valilik bütün Ünye’deki Rum ahaliye vergi muafiyeti getirmiş, gıda ve diğer yardımların yapılmasını sağlamıştır. Mesela 1000 batman un (8000 kg, 15.000 pound) yangın mağdurlarına dağıtılmak üzere Ünye’ye gönderilmiştir. Vali Osman Paşa’nın talimatıyla Samsun Mutasarrıfı Abdullah Bey, yangında evleri zarar görmeyen Rumların vergi muafiyetine girmediğini, vergilerini ödeyeceklerini ilan etmiştir. Ünye tepelerinde zengin demir madeni olduğu, madende demir satışının yapıldığı not edilmiştir. Kasaba demircileri çivi üreterek ev ve gemi inşaatında kullanılmak üzere çiviyi batmanı 9 kuruşa satmaktadır. Ünye’de pazarlar düzgün ve temizdir. Samsun ve Trabzon üzerinden getirilen Avrupa malları pazarda bol miktarda mevcuttur. Ticaret Türklerin elindedir. Ermeniler el sanatlarında Rumlar ise denizcilik ve gemi marangozluğu işinde yoğunlaşmıştır. Karadeniz dağlarındaki ormanlar kerestenin bol olmasına, dolayısı ile tersane marangozluğunun yaygın olmasına imkân vermiştir. Stevens, Ünye’de 150-200 ton yüklük 8 ticari geminin inşa edildiğini görmüştür. Ünye’den Terme’ye gelince Stevens’in olumlu kanaati olumsuza dönüşür. Terme’yi acınacak zavallı bir kasaba olarak tanımlar. Denize bir saat mesafe diye tanımladığı Terme deresinin sol cephesinde yer alan kasabaya girerken takriben 100 adımlık bir ahşap köprüden geçildiğini belirtir. Terme’den düz alan içinde,
çevresi ağaçlık düzgün yoldan Çarşamba’ya ulaşılmaktadır. Orman ağaçlarının yanı sıra her türlü meyve ağacı bol miktarda bulunmaktadır. Yol, Ünye’den Terme’ye atla 6 saat, Terme’den Çarşamba’ya 4 saat sürmektedir. Yollar çok düzgün olarak tasvir edilmiştir.
Samsun batı tarafında sığ bir koyun batısına yerleşmiştir. Bu koyun batısında Roma zamanından kalma mendirek kalıntıları vardır. Yüzeyin üzerine fazla çıkmamakla birlikte denize çeyrek mil kadar uzanır. Kıyı çok sığ olduğundan gemiler şehre yarım mil açıkta demirlemek zorundadır. Limanı korunaklı olmadığından ciddi rüzgâr
Yeşilırmak’ın alüvyonlarından oluşan Çarşamba ovası koyun doğusunda yer alır. Doğusu düşük, denize doğru uzanan bir mesafedir, ağaçlarla kaplı, kumsalla çevrilidir. Bu yüzden Samsun’a gemilerin doğudan gece yaklaşması tehlikelidir. Mendirek’e yakın yerde bir batarya konuşlandırılmış, 7 veya 8 topu ihtiva etmektedir. Samsun’da ev sayısını, evlerin çokluğundan dolayı tam sayamamakla birlikte şehrin görüntüsü ve büyüklüğünü dikkate alarak 1000 civarında olduğunu tahmin etmiştir. Şehrin bir kısmı kale ile muhafaza edilmiştir. Diğer kısım surların dışına taşmıştır. Kale surlarının içinde Mutasarrıf Abdullah Bey’e tahsisli konak, hanlar ve pazar yeri de yer almaktadır. Kale surlarında birkaç top yerleştirilmiştir. Ancak bu toplar savaştan çok şehre gelen yöneticileri selamlamak amacıyla yapılan atışlar için kullanılmaktadır. Şehrin her iki bölümünde tamamen Türkler yaşamaktadır. Samsun’un yerlisi olmayan az sayıda Rum ve Ermeni şehirde hanlarda kalmaktadır. Rumlar, şehre yarım saat mesafede 200 haneden oluşan Kadı Köyünde yaşamaktadır. Az sayıdaki Ermeni Abdullah Bey tarafından tahsis edilen şehrin arka tarafında küçük bir köyde yaşamaktadır. Her iki grup da tüccar veya esnaf olarak ticari faaliyette bulunmaktadır. Son iki yılda Samsun’un ticari anlamda yıldızı parlamaya başlamıştır. Özellikle İstanbul ile buharlı gemi seferlerinin başlaması, çevre illerdeki tüccarların mallarını satmak ve ihtiyaçlarını İstanbul’dan satın almak için zor, uzun ve tehlikeli kara yolu yerine Samsun limanını tercih etmelerine sebep olmaktadır. Mesela 1838’de 2 Avusturya buharlısının taşıdığı ticari mal 8.000 paket adet iken bir yıl sonra 12.000 paket (kargo) civarına ulaşarak %50 artmıştır. Eğer buharlı gemilere malları taşıyan Türk sandalları için uygun bir fiyat düzenlenirse bu rakamın 18.000’e çıkması mümkündü. Bu oranın giderek artacağını kaçınılmaz bulan Stevens, İstanbul ve İzmir’e mal sevkiyatı için Kayserili tüccarların kara yolu yerine Samsun yolunu tercih etmeye başladığını ve henüz çok az kısmı Samsun’dan geçiş yapmasına rağmen bu seviyede gitse bile mevcut yılın sonunda limandan sevk edilen paketin 30.000’e çıkacağını tahmin etmekteydi. Son iki yılda li-
MAKALE
Çarşamba, Yeşilırmak’ın her iki yakasına konuşlanmıştır. Halk, Yeşilırmak’a Çarşamba suyu demektedir. 200 adımlık ahşap bir köprü ile iki taraf birbirine bağlanmıştır. İlkbaharda karların erimesiyle nehrin sık sık taştığı ve köprünün de kullanılamadığı bilgisi kendisine verilmiştir. Kasabada takriben 750 hane vardır. 500 hane Türk, 150 hane Ermeni ve 110’u ise Rum’dur. Türk Mahallesi ve Pazar nehrin doğu yakasındadır. Osman Paşa’nın büyükçe bir sarayı da burada yer almaktadır. Batı yakası ise Hıristiyan mahallesinin yer aldığı bölümdür. Hemen her evin geniş avlusu veya bahçesi, bahçe içinde de ipek kozası üretimi için gerekli dut ağaçları ile doludur. Canik’te en fazla ipek üretiminin yapıldığı yer Çarşamba’dır. Osman Paşa’nın oğlu Süleyman Bey, Çarşamba’nın yöneticisi olmakla birlikte zayıf karakterli ve yetersiz biri olduğu için fiili yönetim bir Tatarın elindedir. Çarşamba’da her çarşamba günü pazar kurulur. Pazar görüntüsü iç açıcı değildir. Çarşamba’nın zirai ürünleri kısmen arabalarla kısmen de kayıklarla Samsun’a götürülür. Çarşamba’dan denize mesafe 3-4 saatliktir, Samsun’a da iyi bir rüzgârla iki saat sürer. Karayolu ise ovadan devam eder, Samsun’a yaklaştıkça ovanın derinliği azalır. 6 saatlik yolculuktan sonra yol sahile iner, bir buçuk saat sahil devam eder. Yol üzerinde 6 toptan oluşan ve denize dönük konuşlandırılmış topçu bataryasını vardır. Şehre denize çeyrek mil mesafede bir ahşap köprüden geçerek girilir. Çarşamba’dan Samsun 24 mil veya 8 saatlik mesafedir. Fakat yolun durumuna bağlı olarak bu zaman dilimi değişebilir. Yağmurlu havada 10 saatin altına düşmez.
olması halinde gemiler için risk büyüktür.
9
por edilmiştir.
MAKALE
man ticareti sadece Samsun ve komşu vilayetlere İngiliz veya diğer Avrupa ürünlerinin ithal edilmesi ile sınırlı kaldı. Stevens’e göre eğer Avrupalı tüccarlar Samsun’da temsilcilik açar veya yerleşirlerse ve Sivas, Tokat, Amasya ve Kayseri gibi önemli vilayetlerin tüccarları da Samsun’da aradıkları Avrupa malını bol miktarda bulursa, zaman içinde kendi ürünlerini İstanbul’a taşımaya son verecek, Canik’le birlikte bu vilayetlerin ürünleri, İngiliz gemileri için Samsun’a sık sık uğrama mecburiyeti getirecektir. Samsun’a ithal edilen tek madde demirdir. Mahalli ihtiyaçları karşılamak ve iç bölgelere sevk etmek için Samsun’da satılan yıllık demir oranı kabaca 20.000 kentaldir (2.000 ton) Rus demiri İngiliz demirinden daha çok kullanılır. Ülkenin diğer bölgelerine göre İngiliz demirine önyargı daha azdır. Ayrıca İngiliz demirinin ucuzluğu dikkate alınırsa kısa zaman için Rus demirinin yerini tamamen İngiliz demirinin alacağı not edilmiştir. Ruslar pazarı koruyabilmek için fiyat indirimine gitmek zorunda kalacaktır. Rusya’dan Samsun’a yakında gelen büyük miktarda demir İstanbul’a gönderilmek üzere tekrar yüklenmiş, Samsun’da tüccarlar demirin şeklini beğenmedikleri için (büyüklüğünden iç bölgelere nakli adeta imkansız olduğundan) almayı reddetmişlerdir. Bafra’yı henüz ziyaret edemeyen Stevens, Samsun’a 12 saat mesafede olduğunu, Kızılırmak’ın sağ yanında yer aldığını denize ise dört saatlik mesafede yer aldığını ifade eder. Bafra’nın temel ürününün tütün olduğu, Koyuncugöz’den gemilere yüklendiğini ve yıllık olarak kabaca her biri 75 kilo (150 pound) civarında 10.000 balyadan oluştuğunu bildirmektedir. Koyuncugöz Samsun’a sahilden 8 saat mesafede yer almaktadır. Bafra’nın, Osman Paşa’nın diğer kardeşi tarafından yönetildiği ra-
10
Canik’in ticari ürünleri olarak pirinç, fındık, ceviz, buğday, fasulye, mısır, ipek, kereste, arpa, büyük baş hayvan, demir, bal mumu, keten tohumu, kendir, tütün başta gelmektedir. Özellikle ceviz, pirinç, keten tohumu, bal mumu, fasulye, hamsi ve tütün bol miktarda üretilmekte, vilayetin ihtiyaç fazlası İstanbul’a pazarına gönderilmektedir. Üretilen derilerin bir kısmı İç Anadolu’ya, bir kısmı Trabzon’a diğer kısmı ise İstanbul’a gönderilmektedir. Ketenden üretilen kumaşlar ülkenin her tarafına gönderilirken, fındık İstanbul ve Rus pazarlarına ihraç edilmektedir. Fındık karşılığında Rusya demir, buğday ve arpa olarak özellikle Trabzon’a mal sevk etmektedir. Üretilen ipeğin kalitesi Avrupa pazarları için çok düşük kalitedir. Bir kısmı İstanbul tezgâhlarına gönderilir ama büyük kısmı Zile panayırına, Diyarbakır ve Halep gibi pazarlara sevk edilir. Gemi üretiminde kullanılan kalas-keresteler ise tamamen Ünye tersanelerine gönderilir. Ünye’de kerestenin bir kısmı ticari gemi üretiminde kullanılırken büyük kısmı devletin ihtiyaçları doğrultusunda tasarruf edilmek üzere İstanbul’a sevk edilir, kalanı ise savaş gemisi yapılmak üzere Fatsa’ya gönderilir. Kerestenin kesimi, sahile taşınması, İstanbul ve Fatsa’ya sevkinde amele istihdamından doğan masraflar Samsun halkınca karşılanır. İngiltere ile yapılan 1838 tarihli ticaret sözleşmesine göre kereste ihracatı serbest bırakılmasına rağmen Ünye kaymakamı ve tüccarlar, Konsolos Stevens’a kereste ihracatının halen yasak olduğunu söylemiş, fiili bir değişikliğin olmadığına dikkat çekmiştir. Ticari gemi yapanlar kereste kesimi izni için Samsun Mutasarrıfı Abdullah Bey’e bir ücret ödemek zorundadır. Vilayetteki toplam kendir üretimi 20.000 kental civarındadır. Devlet ödeme yapmaksızın vergi olarak 7.000 kentalini (700 ton) almaktadır. Geri kalanı ise İstanbul tarafından belirlenen fiyat üzerinden satın alınır, aynı zamanda vergilendirilir. Tek istisnası vilayetin ihtiyaçları için satılan kendirdir. Bunun ticaretini de ancak mülki makamları hediyelerle ikna eden tüccarlar yapar. 7.000 kentallik zorunlu kendir üretimi bütün
Samsunluların mükellefiyetidir. Kendir üretmeyenler kendi kotalarını üreticilerden satın almak zorunda veya kotasına mukabil parayı Mutasarrıf Abdullah Bey’e ödemek zorundadırlar.
Buğday ise ihraç edilecek oranda Samsun’da üretilmemekle birlikte komşu Çorum, Yozgat, Bozok gibi vilayetlerden ihraç edilecek bol üretim söz konusudur. Avrupa’da geçen yıl buğdayın çok pahalı olması insanları bol miktarda buğday ithal etmeye sevk etmiştir. İstanbul’da buğdaya talebin artması üzerine Samsun’a eleman gönderilerek Samsun ve civar vilayetlerde hasat edilen buğday, İstanbul’da hükümetin belirlediği fiyat üzerinden satın alınmıştır. Rusya’dan buğday ithal edilmesinin sonucu bu yıl hükümetin sabit fiyat uygulamasını kaldırması beklenmektedir. Bununla birlikte Mu-
Bu raporun ışığında Samsun için küçük bir yerleşim beldesinden büyüme eğilimine girmiş bir şehir havasını yakaladığı ancak halen eski alışkanlıkları mahalli idarecilerin devam ettirmede ısrarcı oldukları anlaşılmaktadır. Nüfus yapısı itibari ile bakıldığında % 90 üzerinde Müslüman nüfusa karşı gayr-i Müslim nüfus küçük bir orandır. Fakat 1900lere gelininde şehir çok yönlü değişecek, ticari potansiyeli artacağı gibi sosyal yapısında gayr-i Müslim nüfus ciddi bir artış sağlayacaktır. İlerleyen yıllardaki değişimi görmek için ayrı bir yazı kaleme almak gereklidir.3
MAKALE
Konsolos Stevens, Mutasarrıf Abdullah Bey’in makamını istismar ederek, ödenen parayı kendisinin tasarruf ettiğini, ayrıca 7.000 kental kendirin bir kısmını İstanbul fiyatından satın alıp elinde tutarak İstanbul fiyatından daha yüksek fiyata sattığını, İstanbul’a ise ürünün yeterince bol üretilemediğini bildirdiğini aktarmaktadır. Kendir mükellefiyetinden hiçbir Canik’li istisna ya da imtiyazlı tutulamaz. Hiçbir Samsunlunun bu zorunluluğun ve tekelin kaldırılacağından haberi yoktur.
tasarrıf Abdullah Bey adamlarını göndererek buğdayın yine sabit fiyat üzerinden satın aldırmakta, şahsi menfaati için Samsun’da yüksek fiyattan sattırmaktadır. Yüksek kâr elde etmek için Samsun’da diğer tüccarların buğday satışına yasak getirmiştir
1 Ondokuz Mayıs Üniversitesi Eğitim Fakültesi İlköğretim Bölümü. 2 FO 336/1/E.1831, 10.08. Samsun Konsolos Vekili R.W. Stevens’ın, Canik, Amasya ve Zile Panayırı Üzerine Raporu, 15.02.1840. 3 Daha fazla bilgi için bakınız İngiliz Konsolosluk Raporlarına Göre 1841 Yılında Samsun ve Çevresinde Ticaret, Geçmişten Geleceğe Samsun I. Kitap, Samsun Büyükşehir Belediyesi Yayını, Samsun, 2006. “İngiliz Konsolosluk Raporlarına Göre Samsun” Samsun Sempozyumu, Samsun Valiliği, 2011.
11
YOKSUN YA
MAKALE
İÇİMİ ACITIYOR SENİNLE SENSİZLİĞİM YOKSUN YA YÜREĞİMDE GURBETİ YAŞIYORUM. SESİN VAR DÖRT YANIMDA BENİM SE SESSİZLİĞİM HER ANIMDA HER ZAMAN HASRETİ TAŞIYORUM. YA YAKINSIN YA UZAK YA DA YASAKSIN BANA SALIVERDİM GÖNLÜMÜ YOLUNA YOLLARINA KAYBETMİŞİM KENDİMİ NE OLUR ANLASANA ETRAFINDA BENDİMİ HADDİMİ AŞIYORUM. GÖZÜM KAPALI ÇIKTIM HESABINI BİLMEDEN KURDUĞUM HAYALLERE BİR BİLSEN ŞAŞIYORUM. NASIL OLURSA OLSUN KORKUM YOK HİÇ KİMSEDEN KANATTIM BU YARAYI DURMADAN KAŞIYORUM. ÖMER UMUTLU 29 Mart 2012
12
Fotoğraf : Bilge PİŞKİN
Çakallı Kervansarayı Kale ve Höyük İlişkisi Üzerine Samsun iskan ve imar tarihi arkeolojik veriler ışığında mezolitik (Tekkeköy-MÖ.8000) çağdan başlayarak kendi dönemine özgü özelliklerle kesintisiz olarak günümüze kadar ulaşmaktadır. Çok sayıda höyükte temsil edilen medeniyetler zinciri başlangıçta mezarlar etrafında gelişen ve şekillenen imar-iskan faaliyetleriyle temsil edilirken, zamanla mabetler çevresinde gelişen yerleşmeler yaygınlaşmış, nüfusun artmasıyla paralellik gösteren ticari, sosyal ve askeri ihtiyaçlar farklı coğrafyalara yolculuk yapmayı zorunlu kılmıştır. Bu zorunluluk çerçevesinde güvenlik kaygısıyla genellikle kervanlarla yapılan yolculuklar belli menzillerde ihtiyaçlara cevap verecek yeni yapı gruplarının da imar edilmesine vesile olmuşlar ve böylece sistemli olarak gelişen kervan yolları ağı gelişme göstererek köprüler, mil taşları ve hanlarla/kervansaraylarla süslenmişlerdir. Tüm bu gelişmeler yeni bir mimari yapı grubunun doğmasına neden olur-
ken, Türk-İslam Sanatı Tarihindeki kesintisiz gelişim sürecine ’’Rıbat’’larla başlangıç yapıp ‘’Han’’ ve ’’Kervansaray’’la devam eden konaklama kültürünü de ilave etmiştir. Çalışma konumuz olan Çakallı Kervansarayını değerlendirmek açısından Samsun tarihinin Türklerce ilk fetih yıllarını irdelemek doğru olacaktır.
MAKALE
Emine YILMAZ Arkeolog
Samsun Jeopolitik özellikleri nedeniyle öteden beri birçok medeniyete ev sahipliği yapmış ve otokton halklar ile her yeni fethin getirdiği kültürler zamanla kaynaşarak bölgeye has tarihsel ve kültürel özellikler oluşmuştur. Bu nedenle çağlara rağmen iklimsel özelliklerin ürünü olan yapı malzemesi ve mimari uygulamalar ufak farklılıklarla dünden bugüne birbirinin tekrarı gibidir. Bafra İkiztepe Höyüğünün Tunç Çağı katmanlarındaki ahşap yapı geleneği ile bugünkü ahşap Camii, Konut ve Sergen uygulamalarındaki mimari kuruluş benzerliği buna
13
MAKALE
Samsun iskan ve imar tarihi arkeolojik veriler ışığında mezolitik (Tekkeköy-MÖ.8000) çağdan başlayarak kendi dönemine özgü özelliklerle kesintisiz olarak günümüze kadar ulaşmaktadır. Çok sayıda höyükte temsil edilen medeniyetler zinciri başlangıçta mezarlar etrafında gelişen ve şekillenen imar-iskan faaliyetleriyle temsil edilirken, zamanla mabetler çevresinde gelişen yerleşmeler yaygınlaşmış, nüfusun artmasıyla paralellik gösteren ticari, sosyal ve askeri ihtiyaçlar farklı coğrafyalara yolculuk yapmayı zorunlu kılmıştır. Bu zorunluluk çerçevesinde güvenlik kaygısıyla genellikle kervanlarla yapılan yolculuklar belli menzillerde ihtiyaçlara cevap verecek yeni yapı gruplarının da imar edilmesine vesile olmuşlar ve böylece sistemli olarak gelişen kervan yolları ağı gelişme göstererek köprüler, mil taşları ve hanlarla/kervansaraylarla süslenmişlerdir. Tüm bu gelişmeler yeni bir mimari yapı grubunun doğmasına neden olurken, Türk-İslam Sanatı Tarihindeki kesintisiz gelişim sürecine ’’Rıbat’’larla başlangıç yapıp ‘’Han’’ ve ’’Kervansaray’’la devam eden konaklama kültürünü de ilave etmiştir. Çalışma konumuz olan Çakallı Kervansarayını değerlendirmek açısından Samsun tarihinin Türklerce ilk fetih yıllarını irdelemek doğru olacaktır. Samsun Jeopolitik özellikleri nedeniyle öteden beri birçok medeniyete ev sahipliği yapmış ve otokton halklar ile her yeni fethin getirdiği kültürler zamanla kaynaşarak bölgeye has tarihsel ve kültürel özellikler oluşmuştur. Bu nedenle çağlara rağmen iklimsel özelliklerin ürünü olan yapı malzemesi ve mimari uygulamalar ufak farklılıklarla dünden bugüne birbirinin tekrarı gibidir. Bafra İkiztepe Höyüğünün Tunç Çağı katmanlarındaki ahşap yapı geleneği ile bugünkü ahşap Camii, Konut ve Sergen uygulamalarındaki mimari kuruluş benzerliği buna örnek gösterilebilir. Orta Karadeniz Bölgesinin hem deniz hem de iç bölgelerle kara yolu ulaşım bağlantısı, madenler, kereste/kütük ve tarımsal alanların zenginliği gibi bölgenin Jeopolitiğini oluşturan unsurlar tarih boyunca bir çok medeniyetin ilgisini çekmiş, bunun sonucu olarak da coğrafi nitelik ile siyaset arasındaki doğru orantılı ilişki istila, tahribat gibi olumsuzluklar yanı sıra savunma sistemleri ve ticaretteki
14
gelişmişliği de beraberinde getirmiş, bu kapsamda yollar ve denetimleri konusu devletlerin siyasetlerinde önemli bir yer tutmuştur. İpek, Baharat ve Kral yolunun denetimini ele geçirmek için verilen medeniyetler arası mücadele bunun en iyi kanıtıdır. Pek çok medeniyet gibi Büyük Selçuklu Devletinin ( 1040-1157) de ilgisini çeken Anadolu, merkeze bağlı Beylerin girişimleriyle Fetih hareketlerine sahne olmuş, Samsun bölgesi 1086 yılında aynı zamanda bir Oğuz-Türkmen birliği olan Danişmentlilerce, ticari ilişkiler nedeniyle işgal edilmeyen Amisos dışında ele geçirilmiştir. Bugünkü Selahiye Mahallesinin bulunduğu alan merkezli yeni bir Kent inşa edilerek Samsun’un Türk-İslam imar ve iskan faaliyetlerine hızlı bir başlangıç yapılmıştır. 1061 yılında Kutalmış’ın, Tuğrul Bey’e isyanıyla kurulma süreci başlayan Anadolu Selçuklu Devleti (1077-1307) döneminde gerçekleşen Haçlı seferlerinde Selçuklu Sultanlarıyla birlikte hareket ettiği bilinen Danışmendlilerden sonra, özellikle Rükneddin Süleyman Şah zamanında bölgedeki imar faaliyetlerinde hızlı bir artış olduğu, bunu takip eden süreçte de devamlılık gösterdiği günümüze ulaşan eserlere ait istatistiki verilerden anlaşılmaktadır. Eski çağlardan beri aktif olan Anadolu iç ve dış ticaretinin kapsamını genel olarak şap, yün, ipek, kumaş, maden, pamuk, halı, post, köle, buğday, şarap, kilim, deri, sabun ve baharat oluşturmaktaydı. Anadolu’ nun her yeriyle kara ve deniz ulaşım imkanına sahip Karadeniz bölgesi hem maden, hemde tarımsal zenginliğiyle tacirlerin dikkatini çekmiş, pek çok medeniyetin uğrak yeri olmuştur. Fenike, Kırım, Cenova, Ceneviz, Venedik, Atina gibi medeniyet ve kent devletlerinin bölgeyle ticari bağı arkeolojik verilerle kanıtlanabilir durumdadır. Bafra İkiztepe Tunç Çağı Bronz silahlarında kullanılan arseniğin komşu bölgelerden temin edildiği bilinmekte olup, Vezirköprü – Köprübaşı Bakırçay ve Salıpazarı Esat Çiftliği köyü Bakır Gözü Mevkiindeki Bakır curufları bölge madenlerinin öteden beri ticari meta olarak kullanıldığını göstermektedir. Hattilerce oluşturulan Anadolu birliği ile Akad, Urartu-Asur maden savaşları ticari ve askeri kaygılar sonucu vuku bulmuş en eski örnekler olarak karşımıza çıkmaktadır.
İlk Beylikler döneminde Danişmendliler tarafından fetih hareketlerine başlanan Samsun bölgesi II. Kılıç Arslan Döneminde (1156-1192) ticari ilişkilerin yoğun olduğu Amisos dışında alınmış, Rükneddin Süleyman Şah (1196) döneminde de önemli iskan-imar faaliyetlerine başlanmıştır. Anadolu Selçuklu döneminde ticari faaliyetlere çok önem verilmiş, bu kapsamda var olan kervan yolları onarılarak güvenlikleri sağlanmış, yeni yol güzergahları oluşturulmuş ve kafile ile kervanların ihtiyaçlarına cevap verebilecek çok sayıda Han/kervansaray inşa edilmiştir. 13.yy.da Ahilik teşkilatının kurularak ticari kuralların belirlenmesi bu yoğun ekonomik temelli ticari ve iskan faaliyetlerinin bir sonucudur. Samsun’u direkt etkileyen aktif kervan yolları kuzey güney istikametinde gelişen Malatya- Sivas- Tokat-Amasya- Samsun ve Sinop, Trabzon- Samsun- Sinop-Amasra ve İstanbul kervan yolları ile doğu-batı istikametinde gelişen Kastamonu- Sinop (Durağan) - Vezirköprü ve Havza kervan yollarıdır. Bu ana yol ağıyla bağlantılı pek çok tali yol da bulunmaktadır. Sinop- Samsun limanları ile Kırım yarımadasındaki Suğdak limanı güzergahında ki deniz yolu ağı ise bir Sefere neden olacak kadar önemli bir ticari deniz yoludur. Sultan I. Alaettin Keykubat’ın emriyle Sinop tersanesinde hazırlanan ve Anadolu Selçuklu Devletinin ilk donanması özelliğini de gösteren gemilerle Hüsamettin Çoban komutanlığında 1224 yılında feth edilen Suğdak, Kırım yarımadası ticaretinin Türklerin eline geçmesini sağlamıştır. Tebriz- Erzincan- Sivas, Erzurum-Bayburt-Trabzon kervan yolu Karadeniz bölgesiyle ilişkili diğer önemli ticari yollardan olup, tüm bu özellikler bölgenin fetih hareket-
lerinin hızlanmasına neden olmuştur. Bugün Anadolu’da varlığı bilinen, kısmen yada tamamen ayakta olan 160 civarında Han/Kervansaray bulunmaktadır. Selçuklu mimari geleneğinde inşa edilen bu hanlardan Samsun ticari kervanyolu yolu ağıyla bağlantılı olanlar Sinop-Ankara yolu üzerinde Altunapa, SamsunAmasya yolu üzerinde Çakallı, Zile-Kırşehir yolu üzerinde Çamalak, Zile-Kırşehir yolu üzerinde Çekerek Suyu, Tokat-Sivas yolu üzerinde Çinçinli Sultan, Amasya-Tokat yolu üzerinde Dazya, Niksar’da Ebu’l-Kasım, Amasya-Tokat yolu üzerinde Ezine Pazarı, Sinop-Ankara yolu üzerinde Gülüçagaç, Zile-Kırşehir yolu üzerinde Kervansaray, Amasya-Tokat yolu üzerinde Mahperi Hatun, Zile’de Muhliseddin, Tokat-Sivas yolu üzerinde Paşa Han, Boyabat-Vezirköprü yolu üzerinde Pervane Süleyman, Sinop-Ankara yolu üzerinde Selçuk, Tokat-Sivas yolu üzerinde Taktoba, Yıldızeli/Tokat-Sivas yolu üzerinde Yeni Handır. Ayrıca Han veya Kervansaray olduğu bilinip günümüze ulaşmayan yapılarda vardır. Kavak Üçhanlar köyündeki hanların güzelliği ve ticari zenginliği hala ayakta olan köprülerden ve anlatılanlardan bilinmektedir. Ayvacık–Erbaa-Taşova güzergahında yer alan kervan yolu ile Havza, Terme-Ambartepe ve Kozluktaki kervan yolları üzerinde Körükçüler, Nalcılar ve Han yeri adları hala ‘’Hanların’’ var olduğu günlerin hatırasını yaşatmaktadır.
MAKALE
MÖ. V.yy. Amisos şehir sikkelerinin deniz ötesi ülkelere kadar ulaşması ticari ağın kapsadığı coğrafyanın genişliğini ve bölgenin ticari önemini göstermesi bakımından önemlidir. Komşu kentlerin ve özelliklede Amasya gibi zengin safran, gümüş vb. maden yataklarına sahip ticari ürünlerinin de aktarıldığı deniz ulaşımına sahip olması önemini daha da artırmıştır. Kara denize dökülen yüksek debili akarsular kereste/kütük tacirleri için bulunmaz fırsatlar sunmuş, gür ormanlardan kesilen kütükler kolaylıkla nehirlerde yüzdürülerek gemilere ulaştırılmıştır.
Halkın hizmetine tahsis edilen ve ülke ekonomisi yönünden inşa edildikleri dönemin en önemli sosyal yapılarından olan hanlar/kervansaraylar şehirlerarası ticaret ve kervan yolları üzerinde belirli menzillerde kurulmuş mimari yapılardır.
15
MAKALE
16
Han ve kervansaray terimleri zamanla birbirine karışarak ağırlıklı olarak han adıyla anılmıştır. Orjinalde daha çok şehir merkezlerindeki konaklama ve ticaret merkezleri için han terimi kullanılması gerekliyken, şehirlerarası yollardaki menzillerde inşa edilen emniyetli konaklama yerleri de kervansaray tabiri ile ifade edilmelidir. Başlangıcı Rıbat’ lara kadar giden kervansaray mimarisi Karahanlı ve Gazneli mimarisinde gelişimini sürdürürken Büyük Selçuklu ve Anadolu Selçukluları zamanında mimari ve tezyini olarak amaca ve göze hitap eden abidevi eserler meydana getirilmiştir. Kervansaraylar genellikle yaptıranlar tarafından vakfedilen, daima masraflarını karşılayacak gelir getiren taşınır ile taşınmazları bulunan ve vakfın sorumlularınca idare edilen yapılardır. Genellikle konaklayanlardan belli bir süre için (üç gün) ücret alınmayan, her türlü can ve mal güvenliğinin sağlanması için önlemlerin alındığı, korunaklı, kalevari tipte, kitlesel bir mimari özellik sergilemektedirler. Tüm bu ağırlığı dağıtan yegane şey ise portallerindeki anıtsallık ve taş süslemelerdir. Kafilelerin barındığı odaları, hayvanlar için ahırı, samanlığı, nalbantı, tamirhanesi, mescidi, kileri, havuzu, mumhanesi, ambarı, aşhanesi ve hamamı, kısacası kervancının ve kervanın her türlü ihtiyacına cevap verebilecek bölümleriyle bir külliye görünümünde olan kervansaray ve müştemilatı menzil noktalarında kervanların uğrağı olan küçük bir şehri andırmaktadırlar. Selçuklu kervansaraylarının arasındaki mesafe deve yürüyüşü ile günde dokuz saat olup 40 km. esas tutularak menziller tespit edilmiştir. Normal zamanlarda canlı bir ticaret ve konaklama yeri olarak hizmet gören kervansaraylar savaş zamanlarında da gerek kervanları gerekse kervan yüklerini muhafaza edebilmek için son derece korunaklı bir mimari anlayışla inşa edilmişlerdir. Duvarlar yüksek ve kalın olup yer yer dayanak kuleleri ile desteklendikleri örneklerde görülmektedir. Pencereler genellikle mazgal şeklinde bir düzenlemeye sahiptirler. Selçuklu kervansarayları genel olarak üç plan tipiyle kendini göstermektedir. Bunlar yazlık, kışlık ve ikisinin karışımından oluşan karma tipte inşa edilenler olarak gruplandırılmaktadır. Yazlık kervansaraylar açık avlulu, kışlık kervansaraylar kapalı avlulu, karma kervansaraylarda hem açık
hem de kapalı mekan ve avluya sahip mimari yapıda inşa edilmişlerdir. Bu kapsamda Çakallı Kervansarayı karma plan tipi özelliğine sahip olup hem kapalı hem de açık avlulu bir düzenleme göstermektedir. Samsun İli, Kavak İlçesi, Çakallı Beldesi, F36D13A-2D pafta, 12 ada, 4 parselde bulunan Kervansaray Çakalhan, Taşhan, Çakallı hanı, Çakallı kervansarayı gibi adlarla anılmaktadır. Pek çok onarımla günümüze ulaşmış olan Çakallı Kervansarayının mülkiyeti köy tüzel kişiliğine aittir. Samsun Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu’nun 8/9/2001 tarih ve 298 sayılı kararıyla tescili yapılan taşınmaz Sivas-TokatAmasya toprakları üzerinden, Yeşilırmak boyunca ilerleyip Samsun ve Sinop limanlarına kadar uzanan, kuzey – güney istikametinde gelişen kervan yolu üzerinde yer almakta olup, günümüze ulaşabilen ilimiz sınırlarındaki tek kervansaray olma özelliğindedir. Kapalı bölümü ve açık avlulu düzenlemesiyle karma hanlar grubundan olan yapının iç mimari düzenlemesi ile portalindeki taş tezyinat benzerleriyle birlikte değerlendirildiğinde Selçuklu döneminde, l3.yy.da inşa edilmiş olabileceği önerilebilir. Yapıda kapalı kısım ayakta olup, açık düzenlemeli bölüm ise toprak seviyesindeki izler dışında yok olmuş durumdadır. İç mekan da ise üstü tonozla örtülü dikdörtgen planlı mimari düzenleme kendini göstermektedir. Duvar boyunca yolcuların dinlenip ihtiyaçlarını giderebileceği setler bulunup, duvarlarında ocak ve kandillikler bulunmaktadır. Set aralarının ise hayvanlar ve yükler için ayrıldığı anlaşılmaktadır. Kapalı kısmı derinlemesine gelişen bir plan gösteren kervansaray boydan boya uzanan tonozlu yapısı, iç mimari düzenlemesi ile 13.yy. Karadeniz bölgesi ticaretinin kervan yolu güzergahı ve konaklama noktalarını tespit açısından oldukça önemli bir konuma sahiptir. Kitabesi, yapanı, yaptıranı bilinmeyen yapı ile ilgili en eski veri salnamelerde mevcut olan kayıtlardan elde edilmektedir. 1493 de gerçekleştirilen sayımlarda Samsun kazasına bağlı nahiyeler sayılırken Kavak nahiyesine bağlı Bergos köyünde bulunan kervansaraydan bahsedilmektedir. Bundan Çakallı köyünün eski adının Bergos olduğu ve bölgenin Selçuklu döneminin önemli
ki bir açıklıktan geçilmektedir. Oldukça anıtsal olduğu anlaşılan Taç Kapının görkemi hakkında ön cephe giriş açıklığı kenarlarında yer alan geometrik formlu yarım yıldız süslemeler ipucu vermektedir. Üç sahınlı kapalı mekan düzenlemesinde orta sahın diğer sahınlara oranla daha geniş tutularak vurgulanmış olup, Sahınların üzeri takviye kemerleri ile desteklenen beşik tonozlarla örtülmüştür. 1650 yılında kapsamlı bir onarım geçirerek yeni ilavelere maruz kalan yapıda boydan boya uzanan tonozun ağırlığını taşıyan kemerlerdeki açıklıkların yakın zamanlarda taş ve tuğla malzeme ile örüldüğü bilinmektedir. Uzun yıllar boyunca amacı dışında kullanılan yapıda kapalı bölümdeki odaları teşkil eden set düzenlemeleri büyük ölçüde tahribata uğramış, ocak ve kandillikler zarar görmüş durumdadır. 1957 yılında, Samsun-Ankara karayolu yapımı esnasında araç bakım atölyesi olarak kullanılan yapının toprak ve betonla kaplı üst örtüsü 2011 yılında İl Özel İdaresince gerçekleştirilen onarımlarda temizlenmiştir. Çakallı Kervansarayı’nda 2008 yılında Müze Müdürlüğünce sondaj kazısı yapılmış, çalışmalar sonucun da kemer ayağına gelen yükün dağıtılması amacıyla, kemer altlarına destekleyici pabuçlar konulduğu tespit edilmiştir. Avlu duvarının or-
MAKALE
bir menzil noktalarından olduğu anlaşılmaktadır. Kervansarayın girişinin sağına denk gelen bölümde su künklerinin bulunması yapının, içinde çeşme ve hamamında yer aldığı külliye şeklinde düzenlendiğini göstermekte olup, hemen yanındaki Ahşap Camide bunu destekler niteliktedir. Kasımzâde Ahmet Sofi Efendi Cami adıyla anılan ve tamamen ahşap malzeme ile yığma tekniğinde inşa edilen yapının orjinalinde kervansaraya daha yakın bir mesafede olduğu, bugünkü yerine sonradan taşındığı bilinmektedir. Dikdörtgen formlu kapalı bölümü, açık avlulu düzenlemesi, anıtsal boyutlu portali, taş tezyinatı ve kitleselliği ile Selçuklu dönemi Anadolu kervansarayları ile paralellik gösteren Çakallı Kervansarayında günümüze ulaşan kalıntı ve izlerden kuzey-güney doğrultusunda gelişen üç sahınlı kapalı bölüm ile doğu-batı doğrultusunda dikdörtgen planlı açık bir avludan oluşan bir iç düzenlemeye sahip olduğu anlaşılmaktadır. Kesme taş ve moloz taş malzemeyle inşa edilen yapının cephesi düzgün taşlarla kaplanmış olup, kaplamalar kısmen dökülmüş durumdadır. Yaklaşık olarak Kapalı bölüm 32.20 m. x 21.90 m., açık bölümü ise 30.60x 22.50 m. ölçülere sahip olup, duvar kalınlığı 1.20 m. dir. Kapalı bölüme 5.20 m. genişliğinde-
17
MAKALE
tasında kalan bölümde, dışa doğru çıkıntı yapan üçgen formlu bir burç olduğu görülmüştür. Stilistik açıdan değerlendirildiğinde Selçuklu döneminde inşa edilmiş Kervansaraylar geleneğinde düzenlendiği görülen Çakallı Kervansarayının, kapalı bölümünü oluşturan payelerle ile üç sahına ayrılma özelliği bazı Konya bölgesi hanlarıyla, kendisine yakın mesafedeki TokatAmasya kervan yolunda Pazar İlçesinde yer alan Mahperi Hatun, Ezine Pazarı ve beşik tonozlarla örtülü olmaları bakımından Sinop hanlarıyla benzeşmektedir. Portalinde yer alan geometrik süslemeler ise 12.-13.yy. taş tezyinatı özelliğindedir. Kavak İlçesi, Çalbaşı Köyü hudutları dahilinde olup, Çakallı Mevkiinde, eski kervan yolu üzerinde yer alan Tescilli Kervansaray, Kasım Zade Sofi Ahmet Efendi Ahşap Camii ve Köprülerin yaklaşık 2 km. kuzey doğusunda yer alıp, bölgeye hakim bir yükseltide yer alan Kale Yeri Tepesinde çok miktarda atıl halde kale sur ve mimari elemanlarına ait olabilecek blok taş ve moloz taş yığınlarına rastlanmış olup, sonradan örülme moloz taş duvarların alt seviyesinde kale surlarına ait olabilecek insutu izlenimi veren blok taş dizileriyle karşılaşılmıştır. Taşların dağılım alanının tepe kütlesinin hemen hemen
18
tamamını kapladığı görülmüş ve bu alan içerisinde zengin seviyede Tunç, Demir, Hellenistik ve Geç Antik çağlara ait pişmiş toprak seramik parçalarına rastlanmıştır. Yine Tepenin zirvesinde, kuzeydoğu yönde bir höyük tespit edilmiş burada da Tunç, Demir, Hellenistik ve Geç Antik Çağ kültür katmanlarının takip edilebildiği, bol miktarda ve iyi kalitede çanak çömlek parçası ile obsidien taşı kesiciler görülmüştür. Yasa dışı kazılarla güneydoğu yönde yaklaşık 20 m. Uzunluğunda bir tünel açılan ve yüzeyde derin çukurlar açılmak suretiyle büyük tahribata maruz kalan höyük ve çevresi sit alanı ilan edilerek korumaya alınmıştır. Kale yeri tepesinde Aralık 2009 da Müze Müdürlüğünce yapılan son tespitlerle Tunç Çağından beri kullanılmakta olduğu anlaşılan kervan yolu güzergahında önemli bir yer teşkil ettiği anlaşılan Çakallı Mevkii, hem Selçuklu Dönemi Kervansarayı hem de hemen yakın mesafesindeki Kale kalıntısı ve Höyük yerleşmesiyle öteden beri önemli bir menzil noktası olduğunun işaretini vermektedir. Sonuç olarak; Selçuklu Sultanlarının takip ettiği güçlü siyaset ve kalıcı önlemler sayesinde Anadolu, XII. Yüzyıl sonlarına doğru ihracat ve ithalat faaliyetlerinin düzenli olarak yürütülebildiği bir bölge haline gelmiştir. Tacirlerin Anadolu
KAYNAKÇA: AKOK, Mahmut- ÖZGÜÇ, Tahsin. (1956). “Sarıhan”. Belleten. Ankara: 379-384. ATALAR, Münir. (2000). “XIII. ve XIV. Yüzyıllarda Karadeniz Ticaretinde Trabzon’un Yeri ve Önemi”. Trabzon Tarihi Sempozyumu Bildirileri. 6-8 Kasım 1988. Trabzon: Trabzon Belediyesi. 131-135. BAYBURTLUOGLU, Zafer.(1993). Anadolu’da Selçuklu Dönemi Yapı Sanatçıları. Erzurum: Atatürk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi. BAYKARA, Tuncer. (1997). I. Gıyaseddin Keyhüsrev (1164-1211) GaziSehit. Ankara: Türk Tarih Kurumu. BAYRAM, Mikail. (1988). “Pervaneogulları Zamanında İlmi Çalısmalar”. Birinci Tarih Boyunca Karadeniz Kongresi Bildirileri. 13-17 Ekim 1986, Samsun: 19 Mayıs Üniversitesi Eğitim Fakültesi. 383-387. BİLGİN, Mehmet. (1997). “Giresun Bölgesinde Türkmen Beylikleri ve İskan Hareketleri”. Giresun Tarihi Sempozyumu Bildiriler. 24-25 Mayıs 1996. _stanbul: Giresun Belediyesi. 80-82. DAK, Mustafa (1989). Samsun ve İlçeleri. Ankara: Evren Ofset. Dânismend-Nâme.(1999). Haz. N. Demir. Niksar: Niksar Belediyesi. ERÖZ, Mehmet. (1984). “Sosyolojik Yönden Türk Yer Adları”, Türk Yer Adları Sempozyumu Bildirileri. 11-13 Eylül 1984- Ankara. Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlıgı. 43-53. ERSOY, Bozkurt. (1995). “Osmanlı Öncesi Anadolu Kervan yolları ve Üzerindeki Kervansaraylar”. Kültür ve Sanat. Ankara:25. 22-26. KAYMAZ, Nejat. (1970). Pervane Mu’inü’d-din Süleyman. Ankara: Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih- Coğrafya Fakültesi. MÜLAY_M, Selçuk. (1982). Anadolu Türk Mimarisinde Geometrik Süslemeler –Selçuklu Çağı-. Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı. Üniversitesi. Selçuklu Araştırmaları Merkezi. 117-136. ÖGEL, Semra. (1987). Anadolu Selçukluları’nın Tas Tezyinatı. Ankara: Türk Tarih Kurumu. ÖZERGİN, M. Kemal. (1965). “Anadolu’da Selçuklu Kervansarayları”. İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Tarih Dergisi. İstanbul: 20. 141-170. SAFRAN, Mustafa. (1988). “XIII. ve XIV. Yüzyıllarda Karadeniz Limanlarının Ticari ve Tarihi Önemi”. Birinci Tarih Boyunca Karadeniz Kongresi Bildirileri. Samsun: 19 Mayıs Üniv. Eğitim Fakültesi. 459-462. SARCAN, Ali. (1966). Samsun Tarihi. Ankara: Kültür Matbaası. TURAN, Serafettin. (1988). “Karadeniz Ticaretinde Anadolu Şehirlerinin Yeri”. Birinci Tarih Boyunca Karadeniz Kongresi Bildirileri. 13-17 Ekim 1986. Samsun: 19 Mayıs Üniv. Eğitim Fakültesi. 147-158. TURAN, Osman. (1990). “Selçukluların Karadeniz Siyaseti”. Tarih Boyunca Karadeniz Kongresi Bildirileri (Uluslararası I) 1-3 Haziran 1988. Samsun: 19 Mayıs Üniv. Eğitim Fakültesi. 233-240. TURAN, Osman. (1993). Selçuklular Zamanında Türkiye. 3. Baskı. İstanbul: Boğaziçi Yayınevi. UMAR, Bilge. (2000). Karadeniz Kappadokia’sı (Pontos). 2. Baskı. İstanbul: İnkılap Yayınevi. YUVALI, Abdülkadir. (1990). “XIII. Yüzyılda Karadeniz Ticareti”. _kinci Tarih Boyunca Karadeniz Kongresi Bildirileri (Uluslar arası I) 1-3 Haziran 1988. Samsun: Ondokuz Mayıs Üniversitesi Egitim Fakültesi. 233-240. Yurt Ansiklopedisi;Türkiye İl İl,Dünü,Bugünü,Yarını,Samsun Maddesi,Cilt IX ,Anadolu yayıncılık
MAKALE
üzerinden ticari faaliyetlerine tekrar başlaması II. Kılıçarslan döneminden itibaren kuzeydengüneye, doğudan–batıya kervan yollarının yeniden düzenlenmesini ve belirli menzillerde konaklama mekanlarının hızla inşa edilmesini gerektirmiş, bu kapsamda pek çok Han ve Kervansaray, Köprü, liman inşa edilerek, deniz ötesi fetihler için donanmalar oluşturulmuş, Karadeniz ve Ak deniz limanları önem kazanmıştır. Kervan ticaret yollarının güzergahı, dönemin sosyal ve ekonomik politikaları, istatistiki verileri ve Sanat Tarihinin az bilinen veya kaybolan zenginliklerini bize cömertçe sunan kervansaraylar Türk Mimarisinin başlangıcından itibaren önemini artırarak kendini geliştiren büyük ve anıtsal yapılar olup Çakallı Kervansarayı da Samsun Limanı ile Amasya-Tokat-Sivas istikametinde gelişen kervan yolu güzergahının başlangıcında yer alan ve bugüne kadar ulaşan ilimizdeki tek kervansaray olma özelliğine sahip olup, 13.yy. Selçuklu kervansaraylarının İlimizdeki temsilcisi durumundadır. Kapalı ve açık avlulu Selçuklu kervansaray geleneğini, iç mimari düzenlemesi ve portalindeki taş tezyinatta açıkça yansıtması bakımından, XIII. yy.a işaret eden Çakallı Kervansarayı anıtsal boyutlu taç kapısı, geometrik formlu silmeleri, yarım yıldız şeklindeki taş tezyinatı ile tüm tahribata rağmen yapıldığı dönemin mimari ve süsleme özelliklerinin eski ihtişamını hala yansıtabilmektedir. Ayrıca elde edilen son arkeolojik verilerle bölgemizdeki Kervansaray menzillerinin menşeini sadece yapıldıkları dönemde değil binlerce yıl öncesinde aramanın Eski Çağ Ticari Kervan Yolları konusuna da ışık tutacağı kanaatindeyim. Bugün Samsun ilinde şehir merkezi dışında han adıyla anılan pek çok mevkii vardır ki buna örnek olarak Kavak-Havza arsındaki Üç Hanlar mevkii verilebilir. Mevki adları bize menzil kervansaraylarının izleri hakkında bilgi verebilecek en önemli ipuçlarıdır. Bu tespitler Selçuklu Devri Mirası Çakallı Kervansarayının diğer han, kervansaray ve menzillerle ilişkisini göstermesi bakımından önemlidir.
19
MAKALE Fotoğraf : Emre BOSTANOĞLU
İNSANSAN EĞER Şehrin dolambaçlı yollarında Peşimden gelen insanları Gölgem sandım Kaçtım şehirden Uygarlığın ulaşmadığı Dağlara sığındım Hüznümü karlı dağlara bıraktım Yolu izi olmayan Dayanamadığım İnsansızlığa Koştum insanların arasına Kalabalık şehirlere Olmuyor muş meğer Üzüntüsüz, tasasız, insansız İnsansan eğer…
20
Ömer PAMUK
Hatipin Evi Uğur TERZİOĞLU Arkeolog Samsun Müzesi
Saray Mahallesi 1 pafta,643 no’lu parselde yer alan tarihi konak Hatip Ağa tarafından yaptırılmış olup halk arasında Hatipin evi olarak bilinmektedir. Hatip Ağanın zamanında köyün en zengin kişisi olduğu, evinin önünden geçen küçük ve büyük baş hayvan sürüsünün ucu bucağının görünmediği ifade edilmektedir. At koşum takımlarının gümüşten olduğu bu gün bile dilden dile söylenmektedir.Yol kenarında bahçe içinde yer alan konak zemin kat üzeri iki katlıdır. Zemin kat duvarları taştan,üst kat duvarları kısa tomruklarla örülüdür.Taş ve tomruklar dikey ve çapraz olarak konulan ahşap direkler arasına yerleştirilmiştir.Tomruklar arası acı kireçle doldurulmuştur.Kırma çatısı alaturka kiremitle kaplıdır.Konağın gösterişli ön cephesinin 1. ve 2. katı boydan boya çıkmalıdır.Çıkma iki ahşap direkle taşınmaktadır.Binanın sağ yan cephesinde 2. katta bir çıkma bulunmaktadır.Çıkma iki ahşap konsolla taşınmaktadır.Arka cephede
MAKALE
Samsun İli, Vezirköprü İlçesi, Yukarı Narlı Köyünde 07/06/2011 tarihinde yaptığımız bir inceleme görevinde, bir mola arasında yorgunluk çayı içerken vatandaşlarla yaptığımız sohbet esnasında Aşağı Narlı Köyü,Saray Mahallesinde güzel bir tarihi evin olduğu ve mutlaka görmemiz gerektiği tarafımıza ısrarla söylenmiştir.Bunun üzerine Yukarı Narlı köyündeki işimizi tamamladıktan sonra söz konusu evi yerinde görmek üzere aynı gün Aşağı Narlı Köyüne gittik.
de boydan boya bir çıkma yer almaktadır. Binaya giriş ön, arka ve sağ yan cephedeki ahşap kapılarla olmaktadır. Yapının içi sonradan yapılan bölmelerle üç hanenin ayrı ayrı oturabileceği şekle getirilmiştir. Bazı katlardaki odalarda orijinal halde ahşap yüklükler, dolaplar, nişler ve ocaklar bulunmaktadır. Arka bahçede binaya ait olan tek katlı,ahşap ve taş malzemeyle yapılmış 3 tane müştemilat mevcuttur. Köylerde böyle güzel bir konağa rastlamak pek mümkün değildir. Yılların yorgunluğunu üzerinde taşıyan konak zamanla bakımsız kaldığı için bu gün restore edilmeye muhtaç haldedir. Restorasyon çalışması sırasında binada sonradan yapılan eklentilerin kaldırılarak konağın eski haline döndürülmesi sağlanmalıdır. Konakta şu anda Hatip Ağanın soyundan üç aile ikamet etmektedir. Bu ailelerinde bugün konağı restore edecek mali güçleri bulunmamaktır. Geç Osmanlı veya Erken Cumhuriyet dönemi yapısı olan konak, Samsun Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulunun 29/07/2011 tarih ve 3195 sayılı kararıyla korunması gerekli taşınmaz kültür varlığı olarak tescil edilmiştir.
21
“Herkes Yeşilçam’a bir hikayeyle gelir!” MAKALE
Turgut ÇEVİKER Çarşamba Lisesi’ni bitirdiğim yıl olan 1972’de İstanbul’a yerleşmek üzere, doğup büyüdüğüm kentten ayrıldım. İstanbul’da, sinema alanında çalışmayı çok erken yaşlarda kafama koymuştum. Sinema tutkunu taşralı bir genç böyle bir düş kurabilirdi kuşkusuz; ama bu düşü nasıl gerçekleştirebilirdi? Yıllar yılı kafamı meşgul eden en baskın sorun bu olmuştu. Benimkisi kuru bir hayal değildi. Sinemanın altın çağını Çarşamba’nın köhne sinemalarında, yaz-kış, soğuk-sıcak demeden yaşayan son kuşak izleyicilerden biriydim. Kente gelen filmlerin abartısız yüzde doksanını izlerdim. Beş kardeş olarak aşağı yukarı aynı sayıda film izler, o zamanların ünlü banka cep takvimlerine gördüğümüz filmlerin isimlerini yazar, “yıldız”landırarak değerlendirmeler yapardık. Sonra yılbaşlarında, yılın en iyi on filmini seçerdik. Bu sinema tutkusu biz beş kardeşi, taşra ölçüsünde de “sinemadan anlar” hale getirmişti. Babam bir gün, “Yataklarınızı sinemaya taşıyın, oldu olacak!” demişti. Hayallerimi gerçekleştirmek, sinema yolunda yürüyebilmek için hazırlanmalıydım: 1) İyi bir sinema izleyicisi olmam gerekiyordu. 2) Resim sanatını seviyordum. Beş odalı evimizin kileri büyük ağabeyimin resim atölyesiydi aynı zamanda. Ağabeyim Muammer, Hayat mecmuasının orta sayfasında yayımlanan ünlü ressamların röprodüksiyonlarını yağlıboyayla büyüterek yapıyordu. Bütün kardeşler aşağı yu-
22
karı bu atölyenin öğrencisi olacaktı zaman içinde. Akrabalar ve komşular, misafir odalarına yağlıboya bir tablo asabilmek için kuyruktaydı. 3) Babam ezberinden şiirler okurdu, evimizin dönerli kara tahtası olan “ders odası”nda. Nâmık Kemal, Mehmet Âkif ve Nâzım Hikmet’i ilk babamızdan dinledik. Kastamonu Lisesi’nden mezun (1934) babamın edebiyat beğenisi, tanınmış şair öğretmenlerden Vasfi Mahir Kocatürk’ün öğrencisi olduğu yıllarda gelişmişti. 4) Babamın bilime ve edebiyata olan düşkünlüğü, evde küçük yaşlarda kitap/lık görme olanağı vermişti beş kardeşe. Bu nedenle edebiyata ben de tutkundum. Kitabın ve eğitimin en büyük hazine olduğunu babam ve annem öğretti bize. 5) Çarşamba, içinden Yeşilırmak’ın geçtiği büyük bir tarım iklimidir. Çarşamba günleri kurulan –ünlü– Çarşamba Pazarı, benim gözlemevim, okulumdu. Salı gecesinden başlardı uzaktan uzaktan yiyecek yüklü kağnıların sesi. Sokağa tek başıma çıkacak denli büyüdüğümde, bütün kente yayılmış olan Çarşamba Pazarı’nda girmedik delik bırakmazdım. Pirinç pazarı, at pazarı, yoğurt pazarı, sebze pazarı demeden gezinir, insanlara ve sattıkları ürünlere bakardım. Bakmalara doyamadığım –güçlü bir yumrukla dağıtılmış bir yüz gibi duran– Çarşamba Pazarı benim için büyük bir film setinden farksızdı. Her köşesinde ilginç bir şey bulurdum. Kentin bü-
tün resim derslerindeki ana konularından biri, Çarşamba Pazarı’ydı. Bu kentin bütün çocukları bu sınavdan geçmişlerdi.
7) 1964’te resim derslerimize de gelen Türkçe öğretmenimiz Kazım Memiç (o zamanlar adını “şapka”lı yazıyordu), “Çarşamba Ortaokulu’nun yayın kolunun aylık dergisi” olan Oydaş’ı öğrencileriyle birlikte yayımlamaya başlamıştı. Kitaplığımdaki koleksiyona baktığımda –bir kısa hikâye olan– ilk yazımın 1967’de yayımlandığını görüyorum. Daha sonraki sayılarında yazılarım ve çizgilerimin de yer alacağı Oydaş, bütün okul için büyük bir sevinç kaynağı olmuştu. Orada görünmek okulda neredeyse bir statü kazandırıyordu öğrencilere. Koleksiyona baktığımda romancı olarak tanınacak olan İrfan Yalçın’ın ve –iki hikâye kitabıyla görünüp kaybolan– Haydar Koyun’un (yazarlık adı olarak soyadını Koyunoğlu olarak kullandı) ve şair (ve Karadeniz bölgesi yerel basındaki köşe yazarlığıyla) Kazım Memiç’in Oydaş’ta olması daha da anlamı geliyor bana. Oydaş, içimdeki yazma tutkusunun itici güçlerinden biri ve dergilere olan tutkumun ilk kaynağı olmuştu. 8) İzlediğim filmlerle sınırları genişlemeye başlayan hayal dünyam, ortaokul ve lise kompozisyon derslerinde kendini göstermeye başlamıştı. Hem arkadaşlarım, hem Türkçe edebiyat öğretmenlerim –bir film hikâyesinden farksız olan– kompozisyonlarımı mutlaka okumamı isterdi. Türkçe öğretmenim Abdullah Kireçtepe ve sınıf arkadaşım Şener Süren’ın verdiği “gaz”la 1967’de, ortaokul son sınıfta bir –bir yıl çalışarak– bir roman yazmaya kalkmıştım. 9) Resim, yazı ve sinema; bu üç ilgi alanından ayrı yaşamanın olanaksız olduğunu 1967’den başlayarak derinden duyumsadım. 10) Lise birinci sınıfta resim öğretmenim İhsan İncesu oldu. İstanbul’dan gelmiş, DGSA mezu-
MAKALE
6) İçinden akan Yeşilırmak’ın haylaz bir çocuğu oldum. Tam on yıl içinde “çimdim”. Çok uzun zamanlar Sungurlu Mahallesi’nin küçük çetesinin bir üyesi olarak Çaltıburnu’na doğru –etrafını saran karpuz tarlalarını basa basa– akıp durduk. Yeşilırmak’tan çok şey öğrendim. Beni geleceğe hazırlayan gizli ustalarımdan biri oldu.
nu –öğretmenliğe çok geç başlamış– eski bir ressam. O bütün öğrencilerin hayatına “resim sanatı”nı sokmasını bildi. O, öğretmeni olduğu bütün öğrencilere yaşadıkları kenti köyleriyle birlikte keşfetmesini öğretti: Resim ve elişleri dersiyle yaptı bunu. Bütün derslerini Orhan Veli ya da Rıfat Ilgaz gibi şairlerin şiirleriyle açardı... Daha önceki resim ve elişleri öğretmenlerine benzemiyordu. “El insana en yakın doğa parçasıdır; o halde el çizeceğiz,” derdi. O anı hiç unutmuyorum. Ondan önceki öğretmenler, –genellikle– kürsüye saksı koyup yaptırırlardı! Henüz İstanbul’u görmeden ondan Babıâli’de dönen fırıldakları dinledim. Burhan Toprak imzalı Sanat Tarihi kitabıyla verilen dersleri de o üstlenmişti. İlk sanat tarihi dersinde, işlenecek konulardan ve kitaptan söz açtı uzun uzun. Sonra dedi ki, “Birer kâğıt çıkarın ve söyleyeceklerimi yazın: “Bu kitaba bir ek yapacağız. Türkiye’de ressam Abidin Dino’suz sanat tarihi dersi olmaz!” Ve yazdırdı… Ünlü Altın Goller (1966) filmine değin yazdırdı. Abidin Dino’nun adını ilk kez ondan duydum. Yıllar sonra yine aynı okuldan öğrencisi Ferhan Şensoy, Paris’te Abidin Dino’ya resim öğretmenimizi anlattığında, Dino şöyle der: “İhsan, Türkiye’nin en iyi el ressamıdır. O eli öpün.” “Bezirgân” sözcüğünü ilk ondan duydum. Babıâli Yokuşu’nun –aynı zamanda– bir bezirgân yokuşu olduğunu ilk ondan öğrendim. 1950’lerin toplumcu ressamlarından, ressam Kemal İncesu’nun kardeşi, heykeltıraş Vahi İncesu’nun ağabeyi İhsan İncesu ilk sanat öğretmenim oldu. 10) Çarşamba Lisesi’ne 1968’de çat kapı Ferhan geldi. Galatasaray Lisesi’nden doğduğu kente liseyi bitirmeye gelmişti Ferhan... Bu sıkıntılı kentte hayallerim konusunda atabileceğim en önemli adımları Ferhan sayesinde gerçekleştirme olanağı buldum. İkinci sanat öğretmenim Ferhan Şensoy oldu. Sıkıntılı bir taşra kentini sevinçten boğacak işler yaptık sayesinde. Bütün tiyatro çabaları, benim için Ankara Devlet Konservatuarı sınavları için
23
bir hazırlıktı aynı zamanda. İkinci sınavdan döndüm.
MAKALE
Lise bitmişti (1971). Üniversite sınavlarını kazanamamıştım. İstanbul’a gidip çat kapı Yeşilçam’a girmenin zamanı gelmişti. Bavullarımı hazırladığım günlerde – lise boyunca izlediğim – Ses mecmuasında bir ilan gözlerimi yerinden fırlatmıştı: “Bir film için beş genç aranıyor.” Küçük, sakin bir ilandı ve çok kısa bilgi veriliyordu. Bu ilana yapışıp kalmıştım. Bir Yeşilçam fırıldağı olabilirdi de? Çarşamba’da geçen son yıllarımda sık sık İstanbul rüyalarıma girerdi. Kentten ayrılmadan gördüğüm son rüya şöyleydi: Samsun sokaklarında kan ter içinde kalırcasına koşuyorum... Durmaksızın süren bu koşu, dik –ve arnavut kaldırımı– görkemli bir yokuşa tırmanarak sonuçlanacaktı. Artık yürüyecek gücüm kalmamıştı ki, tepeye ulaşmıştım... Yokuş birdenbire bitiyor ve düzleşerek bir balkona dönüşüyordu. Beton tırabzanlı, bu geniş terasımsı balkonun ardında, güneşle parıldayan Kız Kulesi’yle İstanbul uzanıyordu: İstanbul’a indim. Şişli’de arkadaşlarımın evine sığındım. İlanı birkaç kez okudum. Lisede gerçekleştirdiğimiz oyunlardan, özellikle de Gogol’ün Bir Delinin Hatıra Defteri ile Samuel Beckett’in Godot’yu Beklerken’inin fotoğraflarından bir albüm yaptım. Kısa bir yaşamöyküsü yazdım ve bir mektup ekledim. Çekeceği filme beş yeni genç oyuncu arayan “rejisör”e açık bir mektuptu bu. Mektubumun özü, Yeşilçam’a taşradan “artist” olmaya gelmiş bir genç olmadığımdı! Gerçekte “yönetmen”liği öğrenmek istediğimi; İstanbul’a gelmeme birkaç gün kala bu ilanı gördüğümü; bu yarışmanın bana Yeşilçam’a bir an önce girme olanağı verebileceğini düşündüğüm için başvurduğumu yazmıştım. Dosyayı büyük bir zarfa koydum ve Yeşilçam’da Duru Film’i aramaya koyuldum. Epeyce aradıktan sonra buldum. Utana sıkıla birkaç katı, merdivenlerden –düşüne taşına ve kalp çarpıntılarıyla– çıkıp zarfımı girişteki odacıya bırakıp hızla oradan uzaklaştım. Birkaç gün, belki de bir hafta geçti... Eve mektup gelmedi. Dosyamı geri almam gerekiyordu. Tek kopya olan fotoğrafları-
24
mı orda bırakamazdım. (Kapıcıya bunu tembih de etmiştim, verirken.) Aynı adrese gittim yine. Duru Film’in kapısını açıp girdiğimde odacıyla karşılaştım. Adamın yüzü sevinç ve şaşkınlıkla büyüdü ve bana seslendi: “Seni arıyoruz! O gün ‘Hoca’ dosyana baktı ve, ‘Hemen çağırın bu çocuğu’ dedi. Peşinden koştum, ama seni bulamadım. Kaybolmuştun.” O an ölebilirdim. Hem sevinmiş, hem üzüntüye boğulmuştum. Odacı sözünü sürdürdü: “Hoca içerde, Naci Bey’le oturuyor,” dedi. Ve hemen hızlı adımlarla karşıdaki odaya girdi ve içeriye şöyle seslendi: “Hocam aradığınız genç geldi!” Odaya doğru yürüdüm. Kapının girişinde durakladım. Karşımda iki insan vardı: Biri Duru Film’in sahibi, yani “prodüktör”ü Naci Duru. Patron masasında oturuyordu. Masanın önünde, koltukta ise orta yaşlı bir adam. “Hoca” denilen “rejisör”dü. Çekeceği film için beş genç oyuncu arayan iki yetkili insan oradaydı. Onların önünde sevinç ve şaşkınlığımı gizlemeye çalışarak garip bir biçimde duruyordum. “Rejisör” bana seslendi: “Sen neredesin evlâdım!?” “Haber bekliyordum, efendim,” dedim. “Adres yazmamışsın dosyana!” Şaşırdım tabii... Mektubumun dibine adresimi yazdığımı sanıyordum. Oysa zarfın üstüne adres yazmak gerekiyordu. “Yazdığımı sanıyordum, ama...” “Neyse... Dün Sinematek’te seçimi yaptık. Beş oyuncu seçildi.” Bu sözleri dinlerken, üç ya da dördüncü kattaki bu odanın İstiklâl Caddesi’ne bakan penceresinden atlayabilecek denli kendime kızıyordum. “Üzülme,” dedi, “seni ikinci asistan olarak çalıştıracağım. Ayrıca küçük bir rolde de denerim seni...” dediğinde, pencereden atmaya çalıştığım bedenimi geri çektim! İçimde boğulan ilk sevinç, başka bir biçim almıştı. Demek benim mektubumu okudu; taşrada yapmaya çalıştık-
larım ilgisini çekti... Benim için önemli olan da buydu zaten. Ne yapmak istediğimi anlayan bir insandı ihtiyacım olan. Şanslıydım.
Vedat Bey, çekeceği film hakkında bilgi verdi. Bir taşra kentinde (Bodrum) beş gencin bunalımlarını, özellikle de cinsel sorunlarını toplumsal bir boyutla ele alacak bir hikâyeydi söz konusu olan. Senaryo sansür heyetindeydi. Yakın günlerde Ankara’dan yanıt bekleniyordu. Ertesi gün şirkete gelip asistanlık için sözleşme yapmam gerektiği söylendi. Naci ve Vedat Beylerin ellerini sıkıp görüşmek üzere ayrıldım odadan. Şişli’de Kocamansur Sokak, Feyza Apartmanı’nın bodrum katındaki ev arkadaşlarım da sevindi bu sonuca. Onun hakkında kimden bilgi alabileceğimi de bilemiyordum. Duru Film ile sözleşme yaptım. Birkaç gün sonra –Ağacamii Sokak’ta, Ağa Lokantası’nın bitişiğindeki binanın en üst katında– prodüksiyon amiri Stepan Melikyan’ın yazıhanesinde Vedat ve Melikyan Beyler, seçilen beş oyuncu ve benim dahil olduğum toplantı yapıldı. Vedat Bey, bizlere sinemanın nasıl bir sanat olduğunu ana çizgileriyle anlatmaya çalıştı. Sözü genelden alıp özele, Yeşilçam’a indirdi. Sinema oyunculuğunun nasıl bir uğraş olduğundan söz açtı. Ve Yeşilçam’a her gün sayısız insanın hayalleriyle geldiğini söyledi. Yeşilçam’a olan bu ilgi filmlere bile yansıdığı için, taşralı çocuklar bile bu durumdan haberdardı. Ancak, bu durumu uzaktan uzağa bilmekle, bir figür(an) olarak Yeşilçam’da olmak aynı şeyler değildi! Melikyan’ın yazıhanesindeki o toplantının –hiç unutmadığım– açılış cümlesi şuydu: “Yeşilçam’a herkes bir hikâyeyle gelir!”
Bir başka şirket buluşmasında, Vedat Bey filmde birinci asistanlığını yapacak olan Mesut Eren’le tanıştırdı beni. Ve ertesi gün, toplantı için iki “asistan”ını Kurtuluş’taki evine davet etti.
MAKALE
Film jeneriklerinden Naci Duru’yu biliyordum; hatta Duru’ların Samsunlu olduğunu duymuştum. Fakat yönetmenin adını bilmiyordum. Odacı, “Hoca”, Naci Bey ise “Vedat Bey” diye sesleniyordu “Rejisör” Bey’e. Taşralı bir sinema kurdu olarak, “Vedat” adlı bir rejisör tanımıyordum. Vedat Bey’in karşısındaki koltukta otururken, onu tanımamaktan duyduğum sıkıntıyı yenememiştim. Sinema konusundaki onca “bilgiç” halim yerlerde sürünüyordu.
Bu küçük oyuncu yarışmasını kazanan beş genç insanın arasında, onların “kazanç”ına imrenerek Vedat Bey’i büyük bir dikkatle dinliyordum. Toplantıyı açış cümlesine karşılık, “Benim çok hikâyem var efendim,” demek geçiyordu içimden! Diyemedim tabi...
Adres pusulası elimde, bir İstanbul acemisi olarak arayıp durdum. Biraz dolandıktan sonra evi buldum. Sanırım iki ya da üç katlı bir evdi. Eve girdiğimde duvarlar ve kitaplık dikkatimi çekmişti... Vedat Bey hakkında bir ipucu arıyordum. Duvardaki Balaban’ı hemen tanımıştm. Dedim ki, bu “rejisör” başka bir adam olmalı. Bu Yeşilçam’ın o bilinen “rejisör”lerinden değil. Balaban gibi bir toplumcu ressamın tablosu evinde canlı canlı asılı! Vedat Bey’in çalışma masasının üzerindeki camın altında fotoğraflar vardı... Birini tanıyordum: Ayla Algan ve Beklan Algan’lı bir film karesi: Karanlıkta Uyananlar’dan bir sahne... “Efendim, bu film Çarşamba’da afişe çıktı, ama bir türlü gösterilmedi,” deyivermiştim. Bu fotoğraf ile Vedat Bey’in ilişkisini kuramıyordum. Sevdiği bir film karesi olarak da oraya konulabilirdi. Vedat Bey, bize kendini tanıtmamıştı. Kimdi, sinemayla olan ilişkisi neydi, vb. Duvarda bir hapishane fotoğrafı görmüştüm. Demek ki, hapse de girmiş diye düşünüyordum. Kitaplık raflarında Ruhi Su’nun uzunçalarları vardı… Gördüğüm her nesne Vedat Bey hakkında, onu tanıma konusunda bir açılım sağlıyordu. Telefon çalmıştı. Karşısındaki kişinin Ruhi Su olduğunu anladığımda şaşkına dönmüştüm. “Tam yerine düştün oğlum!” deyivermiştim kendi kendime. Ama bu adam kimdi!? Masasındaki duruma bakıp, bu yeni çalışmanın ne olduğunu sorma cesareti bulmuş olmalıyım kendimde. Yanıtı şöyle olmuştu: “Bir roman yazıyorum.” O yıllarda “köy romanı” olgusu çok tartışılıyor. Ben de bu tartışmaları izlemeye çalışıyordum. Bu bilgiyi arkama alıp:
25
“Köy romanı mı yazıyorsunuz, Hocam?” demiştim. “Yok oğlum, ben köyü bilmem; bir şehir romanı yazıyorum,” demişti. MAKALE
Masada çırpınan roman, birkaç yıl sonra doğacak olan Bir Gün Tek Başına’dan başkası değildi... Duru Film’in odacısına sormuştum: “Vedat Bey kim? Siz neden ona ‘Hoca’ diyorsunuz? Hangi filmleri var?” “O Vedat Türkali. Senaryocu ve yönetmen... Ona herkes Yeşilçam’da ‘Hoca’ der!” Resim öğretmenim İncesu, Çarşamba’dan sonra Eyüp’e, evinin semtine tayin olma şansını elde etmişti. Her yıl en az iki kez onu ziyarete giderdim. Yeşilçam’a katıldıktan sonra ilk gidişimde ona durumu anlatmıştım: “Hocam, Yeşilçam’a girdim... Vedat Türkali’nin ikinci asistanı olarak çalışacağım.” İncesu’nun bıçak gibi keskin bakışları, yanık tenini parlatıvermişti: “Sen Yüzbaşı Abdülkadir’in, Hoca’nın asistanı oldun ha?”
Abdülkadir
Şaşkına dönmüştü sevinçten. Ondan dinlemiştim Vedat Türkali’yi. Şiir dolu belleğini silkmiş ve ünlü “İstanbul” şiirini okuyuvermişti ezberinden. Hocamdan, bu şiiri –her askeri darbede kapısı dipçiklenerek kırılan–, Eyüp sırtlarındaki evinin bahçesinde dinlemiştim. Muhteşem bir okuyuştu bu! Vedat Türkali’nin “Umutsuz Şafaklar”1 adıyla Bodrum’da çekilecek olan filminin senaryosuna sansür heyeti izin vermemişti. Bunun üzerine apar topar başka bir senaryo gündeme gelmişti. Şirketin bir filme ihtiyacı vardı, bu nedenle Korkuteli’nde (Antalya) başka bir film çekilecekti. Beş genç oyuncu adayının düşleri tuzla buz olmuştu. İçlerinden biri olan Mesut Engin, birkaç yıl sonra “1973 Ses Mecmuası Artist Yarışması”ndan birinci olarak çıkacak ve Yeşilçam’a katılacaktı.2 Korkuteli’nde yaklaşık bir ay kaldık. Ekim 1972’yi
26
gösteriyordu tarih. Mesut Engin, küçük bir sahnede oynatıldı; ben ise ikinci asistan olarak çalıştım. Vedat Türkali’nin güvenini kazanmıştım. Beni anlamış, hissetmiş olmalıydı. İstanbul’daki ilk Hocam, Vedat Türkali oldu. Korkusuz Âşıklar (1972), Vedat Türkali’nin yönettiği son film oldu. Onunla ikinci kez çalışma olanağı olmadı bu nedenle. Ancak İstanbul’daki yaşamımı güçlendiren, tanımaktan ve yanında çalışmaktan onur duyduğum bir insan ve yaratıcıydı. Yıllar, Vedat Türkali’yi hayatın içinde tanıma olanağı da verdi bana... Geçmişe olan merakım, Hoca’nın kişisel tarihi konusunda bilgilenmeme de yardımcı oluyordu. Vedat Türkali’yi, Yaşilçam gibi karmaşık bir yolda tanımak ve onun iyi bakışlarını üstümde hissetmek daima sevinç vermişti bana. Kadıköy-İstanbul, 27.4.2005 *) Bu yazı ilk kez Vedat Türkali [Seksen Beşinci Yaş Dönümü Anısına] (Everes Yay., Mayıs 2005, s. 276-292) adlı kitapta yer aldı; burada gözden geçirilerek ikinci kez yayımlanıyor. 1) Adı “Umutsuz Şafaklar” olan senaryosu sansürden geçmeyen bu proje 1990’da Hülya Avşar ve Aytaç Arman’ın oynadığı Süreyya Duru’nun yönettiği Fatmagül’ün Suçu Ne? adıyla sinemaya aktarıldı. Bu filmin hikâyesi aynı adla, 2010’da Beren Saat ve Engin Akyürek’in oynadığı –çok beğenilen– bir dizi film olarak kamuya ulaştı; dizi Haziran 2012’de sona erdi. 2) Mesut Engin ile kısa zamanda iyi arkadaş olumşutuk. Evsizdi. Onu Kurtu luş’daki arkadaşlarımla (Abdullah Yılmaz, Hüsnü Erdoğan, Köksal Zerey, Muammer Aydın ve Hasan Yeşildal) birlikte kaldığımız eve götürmüştüm. Evin en küçük odası ona verilmiş, ev sorununu çözene değin bir karşılık beklenmeden bizimle birlikte kalacaktı. Mesut için bir dönüm noktası olacak olan “1973 Ses Mecmuası Artist Yarışması”, yaklaşmaktaydı... Aynı evi paylaşarak ve sinema alanında hayallerimizi gerçekleştirmek için çalışmaya başlamıştık... İstanbul’un ve Yeşilçam’ın “artist”ler için hazırladığı bütün tuzaklara düşerek sınırlı sayıda önemsiz filmde rol aldı ve önemsiz bir oyuncu olarak defterini kapattı ve 19.12.2011’de İstanbul’da öldü.
Şiir - Şiirsellik Kazım MEMİÇ
Çok mu zor Şiir tadında bir bakış Gülümsemek ücrete tabi değil Tanrı vergisidir o Zamanla somurtmayı öğrenmişsen Kendi kusurun Sevginin eli – kolu bağlı değil Neresinden yakalarsan duygunun İçinde toplanır zaman Barışmak çok mu zor Şiir tadında uyumak Şiir tadında yürümek sarmaşıklı duvarların gölgesinde Bir kendine bak yeter Barış önce aynadaki yabancıyla Sonrası kolay Her gördüğün insan bir olay aslında Karış gündelik yaşama Güneş uzak değil Paylaşmasını bil Güneş barıştır – biliyorsun Bak, şiir tadında gülüyorsun Şiir yazmak için uğraşım yok. Bir şeyler söylemem gerektiğimde söylerim. Sınırlamam dilimi. Kurallara da bağlı kalmam. Dilde şiirselliği ararım. Düzyazının insan ruhunu okşayanı ilgilendirir beni. İmgeler sıradan olursa ilgilendirir beni. Aramam, zorlamam. “Beni yaz” demeli düşünce ve duygular. Önce yaprağın serüveni gibi mayalanmalı, topraktan kuru dallara yürümesi gibi
suların, olaylar - duyumlar da zorlamalı insanı. Yüreğini gıdıklamalı duygular. Yürek gıdıklanınca, suyun yolunu bulduğu gibi sözcükler sökün eder. İmgeler ( Düş - hayal - İmaj) yerine halkın belleği önemli benim için. Yalın olmak Yunus gibi. İçten olmak Karacaoğlan gibi. Köroğlı gibi mert, Kerem gibi de cömert olmalıyım. Bir sevgi uğruna otuz iki dişini söktürmekten öte cömertlik olur mu? Şiir yazmak derdim de değil. Nazım gibi nazım söyleyebilmeli insan. “Anadolu’dan insan manzaraları” hep kıskanır beni. Yalın - açık - duru. Külebi’nin Atatürk Kurtuluşu Savaşında” ki coşkuyu yüreklere işlemeli ozan dili.
MAKALE
Şiir Yazılmaz Kendini yazdırır
“Edirne’den Ardahan’a kadar Bir toprak uzanır Boz kanatlı üveyikler üstünden uçar Ardahan’dan Edirne’ye Edirne’den Ardahan’a kadar.” Böyle başlar serüven ve öyle bir yere gelir ki: “İstanbul’dan bir yar sevdim Adamı günaha sokar” diyecek kadar da açık sözlüdür. Söz Külebi’den açılmışken bir de “Hikaye” sindeki söyleme bakalım. “Benim doğduğum köylerde Kuzey rüzgarları eserdi Hep bu yüzden dudaklarım çatlaktır Öp biraz” Demez mi? Duyguların dilini böylesine açık anlatmak için imge mi aramış Külebi. Yalnız Cahit Külebi mi; Bedri Rahmideki sevdaya bakın: “Değirmen misali döner başım Sevda değil bu bir hışım Gel - gör beni darmadağın
27
Tel tel çözülüp kalmışım Yar, yar Canımın çekirdeğinde diken Gözümün bebeğinde sitem var.”
MAKALE
Hem Bedri Rahmi, “ Nerde bir köy türküsü duysam / Şairliğimden utanırım” demez mi? Köy türkülerindeki yalınlık - içtenlik değil midir şiirin aradığı? Halkın dilindeki anlaşılırlık yüzyıllara ulaşma nedeni değil mi? Karacaoğlan, Köy çeşmesinin başında gördüğü Türkmen kızının: “Emmi çekil de testimi doldurayım!” dediğinde, oracıktaki şu söylemine ne demeli. “Değirmenden geldim beygirim yüklü Şu kızı görenin deli olur aklı On beş yaşında kırk beş bölüklü Bir kız bana emmi dedi neyleyim” Şiiri şiirsellik yaratır. Anlatımda şiirsellik olmazsa şiirin mumu yanmaz, yüzü gülmez. Sözcüklerde öylesine bir akış olmalı ki, birleştiklerinde şelaleler oluşabilsin. Bu da ancak dost sözcüklerle örülen duyguları, dost gönüllere aktarmakla olasıdır. İçimdeki yangın halkım için olmalı. Halktan kopuk söylem aşkı yaralar. Toprağın tohumla buluşması gibi duygular söylemle filizlenmeli. Beni benden alanlara ulaştırabilmeli şiir. Yoksa, “yinelenmekten korkarım.” Derdim şiir yazmak değil, anlatımı şiirleştirmek istiyorum. Çatlayan tomurcuk gibi, kimi konular “Söyle beni, yaz beni, ilet beni” der patlarcasına. İşte o zaman dilin öznesi sıralanıverir. Ne imge, ne imaj. Sözcükler akar. Eğer, kendiliğinden akarsa sözcükler, işte o zaman şiirsellik çıkıverir ortaya. İstenilen de bu değil mi? Yoksa oturup “Şiir yazmak”, imgeler aramak, zorlar şiiri. Dili de zorlar aranmak. Yapmacık olmaktan korkarım. Sözcükler akarken ilgiyi peşinden sürüklerse ve söylemin içini, duygunun sıcaklığını bilgi doldurursa şiirsellik geliverir. Şiiri “aşk” olarak algılarım. İnsanın insanla, insanca kucaklaşmasıdır aşk. İnsan insanla buluşurken toprağa basar. Toprak doğurgandır. Hele cemreler inmeye görsün baharda. Dal uçları çatlar. Tohumlar yarılır, yukarı bakar. Güneşle öpüşür ilk kez tohum. Ruşeymin nemle maya-
28
lanması, toprağın rahminde yaşam bulması gibidir aşk. “Çocuklarım Nar çiçeklerim “Kıral nerde çıplak?” Söyler misiniz Kutuplara ulaşır mı sesiniz? Demek geldi içimden. Bu söylemi bir çınar altında düşlediğinizi varsayın. Bursa - Uludağ yolundasınız. “Bursa’da Uludağ Dağ yolunda bir çınar Çınarda koca bir Osmanlı var Gün görmüş dalları Yaz güneşinde bir alem “ Dem bu dem” deyip yaslan çınara Dalıver gitsin” Şiirsellik kimi zaman sessiz iletişimin dayanağı olur. Bir durumu tesbit ederken karşıdaki insanın gönlünde alkımlar oluşturur; ateşin içinden alır da bir çağlayanın altında serinletir. İşte o zaman yazılan bir manzume de olsa yeterli görülür. Bir anımdan yararlanayım izin verin. Henüz emekli değilim. 100. Yıl Lisesi’nde Öğretmenim. Devlet, ilkokul öğretmenleri için sınav hakkı tanıdı. Ön lisansı elde ederlerse birinci dereceye terfileri yapılacak. Öğretmenlerin her birileri ak saçlı, yok saçlı. Emeklilikleri çoktan gelmiş. Bir terfi etseler hemen hepsi o gün emekli olacaklar. Ama sınav bu. Napolyon’u bile uykusuz bırakan bir olgu. Çaresiz girecekler sınava. Belki diye. Sınav salonunda gözcüyüm. Sorular dağıtıldı. Her sırada bir ışığın çökmüş, yıpranmış hali, gözler sorularda. Yanıt anahtarları olsa; yok, yok. Kimileri , “Ya tutarsa!” gibilerden karalıyorlar. Ön sırada oturan, altmış yaşlarında, okuyor; dönüyor – okuyor. Ancak yok bir şey. ( Bunca zaman sonra, bu sınavı icat edenleri aynı sıraya oturtsanız kağıdı boş kalır…) Şu dörtlüğü yazıp ön sıradakinin masasına koydum, izliyorum. Önce “yardım geldi umudu doğdu;” okudu: “Sevgiyle besledin bunca gülleri
Güllerin başına bir diken oldu Bülbüle döndüren suskun dilleri Diller sınavlarda bir sitem oldu.”
“Şimdi karşımızda ak saçınla sen Yazarken – silerken içim burkulur Yıllarını uç uca, bir bir eklesem Ancak öpülesi ellerin olur.” Daha bir sıcak baktı. Gözlerinin içinde yılların izi, alnında da durumun tanığı çizgileri vardı. Derin bir nefes aldı. Artık düşünmeyi de bırakmış gibiydi. Benden gelecek son dörtlüğe hazırdı: “Kadrini bilmezler, nedir ki şimdi Üç – beş kuruş için zora koşarlar Bilirsin öğretmenim ışıklı yoldan Erdemli olanlar gülüp – aşarlar” Kağıdını katladı. Yazdıklarımı gömleğinin cebine koydu. Ayağa kalktı. Sınav evrakını teslim etmek için kürsüye geldi. 5 Ekim 1986’ yı gösteriyordu tarih. Lisenin kapıları açıldı – kapandı bir daha. Her yazılanın şiir olması da gerekmez. Duyguların dili olması yeter böyle anlarda. Dedim ya şiir yazılmaz; o kendini yazdırır. Uzaklara ulaşması alıcısının benimsemesine bağlıdır. Olur ya, kenarda – köşede sessiz duranların aynası olur da kendini izlettirir. Şiirsellik, mutlulukların yanında, sitemlerin, beklenmezliklerin de tesbitidir. Serap olunca birileri, “Uzun – ince bir yol gibi düşlerin Ne biter – ne yitersin Yeni yeni gonca gül gülüşlerin Azrailden betersin” Dedirtmez mi? Araya söz koymadan gelin sizinle bazı duyguların yeşerdiği bir halka oluşturalım.
Saklıda I Bu dağın ardında sisler saklıdır Bulutlar yalınayak İnanmıyor musun Dön de bir bak Islaklık yağmura döndü Gözlerinin denizine dökülür O göz öpülür Bu dağın ardı mı Boş ver gitsin
MAKALE
Başını kaldırıp bana baktı. Yüzünde bir gevşeme sezdim. Gülümsedi, daldı – gitti. Bir yardım bekler hali de kayboldu.O arada ben şu ikinci dörtlüğü masasına bırakıverdim.
Özlem Bir yaz akşamı yolun düşer de Çıkagelirsen poyrazın estiği yerden Özlem sayarım Bekleme – gel Yalanın bini bir para olsa da Yine de umuttur dokunan bir el
Ayrılık Leyla II Boş ver eskiyi Yarın güneşli olacak Yaşam parçalı bulutlu Üzüm yaprakları şarap kokulu Sevdalar Mecnun Ayrılık Leyla Boş ver eskiyi Yağmur damlaları yüzünde Yürü – yol açık Tan ağartısı yüreğinde Erken yola çık Kulübedeki Yalnızlık III Burası dağbaşı kulübesi Ne Kül Kedisi var Ne Kül Kedisi’nin ebesi Bir yandan giren rüzgar Öte yandan Şaha kalkan atın yelesi Zülüfleri dolaşmış bakışlarına Havada bir öpücük sesi
Fotoğraf : Metin İŞLER
29
MAKALE
Vuslat IV
Eller tutuyor arşı Dualar semaya karşı
Güneş şarap rengine girdiği akşamlarda Şişelerin dibine çöküyordu bulutlar Şöyle dönüp bir baktım Bulutlar utancından – suskun Kızarıyor ufuk da Sana canından yakın Duygu sarı malarya herkes kendi derdinde Vuslatın sevdalısı Şarap güneş renginde
Ercis’te bir öğretmenle çiçekleri aradım Sınıfında yoktu kara gözlü Yunus
Bırakınız, herkes anladığını anlasın.okur, işine gelmezse bırakıverir zaten. Yeter ki birileri, önüne lezzeti tattıracak ürünler koyabilsin. İçindeki renkleri bir yağmur sonrası alkıma dönüştürebilsin. “Şiir yazılmaz, kendini yazdırır” derken bir kaynaşımın paylaşılma arzusuyla yansımasını söylemek istiyorum. Kimi duygular paylaşılınca güzelleşir. Hani, demez miyiz. “Acılar paylaşıldıkça küçülür, sevinçler paylaşıldıkça büyür.” Örneğin şu arzuyu siz de paylaşmak istemez misiniz? Dileyince Tanrı Sanrıları biter insanın Güneş ısıtır içini Ağrıları diner her yanın Dilerse Tanrı Kız da verir – oğlan da Sen arada Sırat Köprüsü Gelen geçer – geçen bakar Dileyince Tanrı Seni bana yazar da Küpe çiçekleri bir başka nazlanır Balkonumdaki saksıda. Bir başka anda yüreğin Van’dadır. Toz - duman içinde canlar enkazdadır. Oradaki doğal deprem, senin ruhundaki depremin sözcülüğünü yapabilir mi? Van’a kar yağdı Yer göğe ağdı bugün
30
“Saat kaç? Babam kızar?” Oldu Yunus’un son sözleri Elleriyle söyleşiyordu enkaz altında Yunus’un gözlerinde tüm çiçekleri topladım Öğretmen yüreğime Yunusları sakladım. Bütün bu ortak duyguların sonucunda yaşadığımız çağa, çağın toplumuna ve sağlam basılan yere çakılıp kalıyorum. Anadolu akıl yolum Tutan elim – güçlü kolum Binlerce yılı topladım Gonca gül gibi kokladım Bu toprağın hamuruyum Ayak izlerim tapusu Bilim aydınlığın izi Uzay yoludur kapısı Şiiri, şiirselliğe bakışı bir tanıma bağlayıp işin içinden çıkmanın da bir anlamı yok. Söylemeye çalıştığımız, şiirin – şiirselliğin tadılması gereken bir anlatım güzelliği olduğudur. Bu doğrultuda şiirselliğin içindeki ayrıntılara bakalım biraz da. Geliniz birlikte şiire bir yolculuk yapalım şimdi de: *** • Şiire bağlamak her şeyden önce güzele ulaşma yoluna düşmek demektir. Bu yol bir ömrü içine alırsa güzellik dayanışmaya, üleşmeye ulaşır. Şiire gönül vermek yaşamın uç noktasında çiçeklere dönüşmektedir ki bu da insan için en büyük kazançtır. • Her insan kendi şiirini yazar. Şiirle başlamayan, şiirselliğe ulaşmayan, ulaşamayanların geçirdiği her gün bir boşluğun yansımasıdır. Bu açıdan bakıldığında duygular anadilin sıcaklığında başkalarına ulaşırsa, ulaştığı yerde iz bırakabilirse sözler şiirsellikle melodileşir.
barışçıl bir ortamın hazırlanmasına gönül vermektir. Kanı güle çevirmektir şiirin sorumluluğu.
• Şiir nedir? Kalıplara sığmayacak kadar özgür, zamanı kapsayacak kadar da insan kokan özgün bir dil ürünüdür şiir.
• Karanlıklar aşkı yaşatmaz. Aydınlıkta kuşun kanadını çırpmasıdır şiir.
• İnsan olmanın güzelliklerini dil aracılığıyla uzaklara taşıyan, taşırken de kendini gönülde bulan bir yakın dosttur şiir.
• Şiirin gerçek tanımı, insanın kalbiyle beyninin izdüşümünde ortaya çıkarılabilen bir çizimdir. Her halkasında yeni bir boğumun filizi çıkar.
• Şiir, yazıldığı andan itibaren susturulmuş tüm gönüllerde taht kurduğundan artık herkesin ortak duygularının yansımasıdır.
• Ancak bir nokta var ki tüm duygular orada yuvarlanırken çözülemeyecek bir yumak haline gelir. Çözmek için uğraşılan bir yumaktır şiir. Her eline alan yeni bir uç çıkarır da çözüme bir türlü ulaşılamaz. Ancak, yumağın ortasında yuvalanan duygular kanatlanır, mavi gökyüzünde yeni sesler söze dönüşür. Şiirin kendisidir bu.
• Sözcükler elendikçe renklenir, renkler renklerle karıştıkça özleşir. Tüm sözcüklerden yepyeni bir söz ortaya çıkar ki bu şiirdir artık.
• “Şiir, öyküdeki Melami dervişine benzer. Ateşe atılınca derviş sır olur, yalnız tacı ile hırkası kalır.” Böyle diyor “Şiir Sanatı” kitabında Yaşar Nabi.
• Şiir insan ruhunda müzikal bir fırtınadır ki kimi zaman bir demet gül, kimi zaman da iki damla yaştır.
• Mallerme daha ileri gidiyor ve “Şiir kelimeler dinidir!” deyiveriyor.
• Şiir, yalnızlığın çokluğu olurken, çoklar içinde seçiciliğin yalnızlığıdır.
• Şiir, tüm zamanlarda insanın insana bırakabildiği en gerçek kalıttır. Şiirsellik olmasaydı, uygarlık acıdan – kandan ibaret kalırdı ki bu, insan onuruna terstir. • İnsan, onurunu düşünce ile geliştirir. Dil, düşüncenin anahtarıdır. Bilime ve aşka giden yol şiirsellikle buluştuğunda kan güle dönüşür. • Şiir seçkincidir, anadilinin gizemleri şiirde açığa çıkar. Yalnız, yazıldığı dildedir gizemi; başka dillere çevrildiğinde bir garip olur duygular. Duygular ulusaldır çünkü. “Her yiğidin bir yoğurt yiyişi vardır” çünkü. • Şiir, salt duyguların dili olmakla kalmaz. Yaşadığı toplumun görsel – düşünsel tanığıdır da. Sosyal birikimlerin sözcüsüdür aynı zamanda. Eğer dönemine ışık ve düşünce olamıyorsa uzun ömürlü olamaz. • Şiirin sorumluluğu, aşkı yaşatacak gönüllere
MAKALE
• Tut ki başkalarının gönlünde ateş yakamadık. Bu bizim kendimizle barışık olmamızı engeller mi? Öyleyse yazmaya, şiirle yaşamaya devam.
• Oysa Ahmet Haşim’le Yahya Kemal bir noktada buluşuyor ve, “Şiir, sözle musiki arasında, sözden çok musikiye yakın edebi bir türdür” diyorlar. • Şiirin tanımı için insan aynaya baksın. Orada gördüğü şiirin kendisidir. Her insan bir şiirdir. • Eski şiir, yeni şiir. Böyle söylemlerle şiiri sınırlamak yanılgıdır. Her şiir, her zaman yenidir. Yalnız söylem ve biçim değişir. Algılarda yer bulunca, hangisi olursa kanatlanır, kendisiyle gönül vereni de uçurur. • Sözcüklerle insanlara yaşama şevki verebildiği anda şiirin doğuşu başlamış sayılır. • Çünkü şiir, her haliyle arınmıştır. Melonkolisinde bile insancalık vardır. • Şiir, kimi zaman ses, kimi zaman söz, kimi zaman duru bir bakış, kimi zaman da hüzünlü bir kaçıştır.
31
• Şiir, tüm dillerin ağız sütüdür. •“Bilimsiz şiir kör, şiirsiz bilim sağırdır.”
MAKALE
• Şiir bir aşktır, ki onun içinde evrenin sırları saklıdır. Salt beden üzerinde aşkı arayanlar, saksıda nilüfer yetiştirmeye benzerler. • Şiirsiz yaşayanlar, renkleri ararken karanın zifirinde kalanlardır. Oysa kumsalda salınanların ötesinde, kumullar içinde yaşamı sorgulayanları görmek gerek. Fırtına vadisinde şahinin pençesinden kurtulmak için çırpınan serçenin canını tutmak gerek. • Şiir, gizemli bir aynadır. Baktığınızda alıp götürür, özgür topraklarında evreni dolaştırır da gelip bir gönüle kapılandırır. • Şiir; buzlar içinde donmak üzereyken bizi sarıp – sarmalayan bir şaldır. Şiir, yaşadıkça yaşanacak bir haldir. • Şiirde dil özgün, dilde şiir düzgün olmalı. Evreni saklayacak sevgilerle söz, giz olmalı ki estetiğin alkımında müzikal bir duyumla içinde tüm gizleri saklayan, barındıran kocaman bir göz olmalı. Gönül olmalı, algıyı yaşama sevdasıyla doldurmalı. • Şiir, ya önceyi aşmalı, ya da halka ulaşmalı. Halkın, gelecek yüzyıllara ulaşan duru sesidir şiir. Yönetimin değil halkın içindendir şair. • Şair, susturulmuş tüm duyguları aktarırken halkın çağdaş yüzüdür. Okuyucu sözcüklerin harmanından geçerken duraklama gereğini duyabilirse, okuduğu şiirdir. Çünkü, kendi sesini bulmuştur orda. • Yeni bir özleyiş, yeni bir söyleyiş içindeki söylemlerle bellekten belleğe ulaşan uyanık, apaydınlık bir diriliş yoludur şiir çünkü. • Şiir, bazen çiçekte yaprak, bazen bahçıvan elinde toprak, bazen yaşamda sonsuz durak, bazen de ülkenin doruk noktasından hesap sormaktır; çünkü:
32
•“Ferman Padişahınsa dağlar bizimdir” diyen ozanlar, inadına yaşıyor da, erki ellerinde tutan, çevresine ateş yağdıran yalancı pehlivanlar yok olup gidiyorlar. • Erkliler şiirden haz alırken korkarlar da. Ozanları destekler gibi görünürlerken, kimi zaman da merdiven altı kömürlüklerde boğdururlar, ya da Nazım gibi dört duvar arasında susturulmaya çalışırlar. Ne var ki ozanın avazını hapsedecek duvar henüz yapılmamıştır. • Şiir, dilin sözcüklerinden oluşan duru, coşkun selidir. Sıcaktan bunalanların serinlediği bir özlem denizidir. Her arayan ilk köşebaşında yakalayabilir onu. • Bir de şu gerçek var. Derler ki: “ Bir şiir kitabı yayınlamak, uçuruma bir gül yaprağı atarak gelecek sesi beklemektir.” Söylemler bir yana, “Halkın içinde, halkın yüreğinde halay – horon isteği uyandırabilirse söylenenler, şiirin güneşi doğuyor demektir.
L EY L İ F ER
MAKALE
N e isem öyleyim be n M e vl â bö y l e y arat mı ş Yüzüm ü başka re nkl e bo y amadı m L e y l i f e r Yarad an göz l e ri ne bi r büy ül ü s ı r at mı ş Bin yıl yüzüne bakt ı m do y amadı m L e y l i f e r Sev da darağ ac ı nda g i rs e m bi l e s ı ray a N e k albim i s at arı m, ne ve ri ri m ki ray a G am zelerin i bas t ı m i ç i mde ki y aray a Başk a bir re ç e t e y e uy amadı m L e y l i f e r Yüz ünün kâinat a do kunduğ u y e rde y i m. Ölünün yaşamakt an y akı ndı ğ ı y e rde y i m Hasret türk ül e ri ni n o kunduğ u y e rde y i m Sensizlikte baş ka s e s duy amadı m L e y l i f e r Bu k osk oca ş e hi rde y apay al nı z bi ri y i m Hüz ünlerle yo ğ rul muş aş kı n al ı n t e ri y i m G özlerim açık di y e s anmas ı nl ar di ri y i m Kaç defa öldüğ ümü s ay amadı m L e y l i f e r Buralara kar y ağ dı , has t ay ı m, üş üy o rum Saçlarının ucundan bo ş l uğ a düş üy o rum Her sabah ez anı nda kabri mi e ş i y o rum Kendim i başka y e re ko y amadı m L e y l i f e r Yokluğunu bağ ı ş l a, ı ş ı ğ ı nı ke re m e t G ecelerim e s üzül , g ündüzümü i re m e t E y bakışları büy ü, e y g ül üş ü ke rame t Varlığından bi r l âhza, c ay amadı m L e y l i f e r Mustafa Bİ L İ R (Aş ı k OBAL I )
33
MAKALE
Samsun Ticaret Meslek Lisesi ve Samsun Anadolu Ticaret Meslek Lisesi Mezunları Derneği Emin KIRBIYIK Samsun Ticaret Meslek Lisesi ve Samsun Anadolu Ticaret Meslek Lisesi öğrencilerinin, mezunlarının ve her iki eğitim müessesesinde okumuş olan kimseler ile derneğin diğer üyelerinin sosyal, kültürel ve sportif sahalardaki muhtelif maddi, manevi ihtiyaçlarını imkanlar dahilinde karşılamak, birlik ve dayanışmayı sağlamak. Dernek yasalarının öngördüğü ölçüde Samsun Ticaret Meslek Lisesi ve Samsun Anadolu Ticaret Meslek Lisesi’nde onarım ve ek tesis yapmaya, öğrencilere, okul kütüphanelerine eğitici kitap ve ders malzemesi sağlamaya, maddi yönden güçsüz öğrencilerin maddi ve eğitim malzemesini karşılamaya, üyeler arasında maddi manevi ilişkileri geliştirecek çalışmalar yapmayı, Derneğe bina yaptırmaya ya da almaya çalışır. Dernek bir sosyal dayanışma, kültür, eğitim ve spor kuruluşudur. Okul idaresi ve aile birlikleriyle işbirliği yapmak, öğrencilerimizi okumaya, araştırmaya öğrenmeye, spor yapmaya ve boş zamanlarını faydalı uğraşlarla değerlendirmeye teşvik amacıyla kompozisyon, şiir, resim, bilgi, spor ve halk oyunları gibi konularda seminer kurs konferans ve yarışmalar düzenlemek, başarılı olanları ödüllendirmek amacı için; Kurucu Başkan Emin KIRBIYIK, Naci CİNGÖZ, İbrahim ÜLKER, İsmet YÜCELOĞLU, Fatma GÜLER, Lütfü KADEM ve Leyla BULUT tarafından 10 HAZİRAN 2003 tarihinde kurulmuştur. Derneğin Başkanlığını Emin KIRBIYIK devam ettirmektedir. Adres: Kale Mah. Sanat Sok. 17/5 İlkadım/ SAMSUN
34
Fotoğraf : Ömer Faruk SÖNMEZ
OKULUN TARİHÇESİ Samsun Ticaret Lisesi ilk olarak 1911 yılında, Unkapanı’nda iki katlı bir evin alt katında İttihat Terakki Numune Mektebi olarak açıldı. 1912’de yapımı tamamlanan (günümüzde Atatürk Anadolu Lisesi) binada 1912-1913 ders yılında Canik Ticaret İdadisi olarak eğitim-öğretime devam etti.Okulun ilk Müdürü Şemsettin Bey’dir. 1913-1914 yılında eğitimini sürdüren okul, 1914 yılında 1.Dünya savaşının çıkmasıyla Ticaret İdadisinin bulunduğu bina Askeri Hastaneye dönüştürülmüş, Ticaret İdadi’si de Sultaniye’ye çevrilmiştir. Bu okulun başarılı olmasının sonucunda Samsun’da mevcut Papaz okulu kapanmak zorunda kalmıştır. 1921 yılına gelindiğinde Samsun’da yabancı dili öğretmek ve yabancı okula gereksinim
duymamak amacıyla “İstiklal Numune Mektebi” adıyla özel idare tarafından beş sınıflı bir ilkokul açılmış, öğleden önce Türkçe öğleden sonra Fransızca eğitime başlamıştır.Ücretli olan bu okula altmış tanede ücretsiz öğrenci kabul ediliyordu.
8 Nisan 1941 yılında da okul Ticaret Lisesi’ne dönüştürülmüştür. 1943 yılında 6 yıllık ilk mezunlarını vermiştir. 1965-1966 ders yılında okul, günümüzde eğitim-öğretimini sürdürdüğü binaya geçmiştir. 1968-69 ders yılında okul bünyesinde Akşam Ticaret Lisesi açılmıştır. (9) Ekim 1970’de Samsun Ticaret Lisesinde Emin KIRBIYIK, Kasım ANIK, Kenan ŞEN,Haluk DEMİRCİ tarafından Havacılık Kulubü kurulmuş ve Haziran 1971’de adı geçenler Türk Hava Kurumu’nun Eskişehir İnönü Kampında paraşüt kursuna katılıp Ticaret Lisesinin ilk paraşütçüleri olmuşlardır.
MAKALE
1924 yılında Özel İdare bu okulun adını “İstiklal İlk Ticaret Mektebi” ne çevirmiştir. Okul Müdürü Hıfzırahman Raşit (Öymen) bey, Müdür Yardımcısı ise Şakir Efendidir. Mustafa Kemal Samsun’a 2. ziyaretlerinde 22 Eylül 1924 Pazartesi gecesi İstiklal İlk Ticaret Mektebi’ni ziyaret ederek onurlandırmıştır. (“İstiklal İlk Ticaret Mektebi” binası günümüzde Cumhuriyet Meydanında Özel İdare binalarının olduğu yerdeydi.) MUSTAFA KEMAL burada öğretmenlere hitaben yaptığı konuşmada “EFENDİLER DÜNYA’DA HER ŞEY İÇİN,MADDİYAT İÇİN, HAYAT İÇİN, MUVAFFAKİYET İÇİN EN HAKİKİ MÜRŞİT İLİMDİR,FENDİR.İLİM VE FENNİN HARİCİNDE MÜRŞİT ARAMAK GAFLETTİR,CEHALETTİR, DALALETTİR.“ özdeyişini burada söylemiştir.
teşkilatı çok mükemmel bir şekilde talebe tarafından idare edilmektedir. Sosyal yardım, spor ve Kızılay gençlik derneği kollarının faaliyeti de Cumhuriyet yavrularından beklenen bir intizam ve ciddiyetle çalışmaktadır.
2010-2011 öğretim yılında ise 2000 öğrenci ile halen eğitim öğretimini sürdürmektedir.
1925-1926 ders yılında ilkokulu bitiren öğrenciler için 15 kişilik bir sınıf açılmıştır, böylece okul 6 yıllık olmuştur. 1926-1927 ders yılında Özel İdare’den, Maarif Vekaleti’ne (Milli Eğitim Bakanlığı’na) geçmiş, ilk kısımdan ayrılmıştır. Böylece yalnız birinci ve ikinci sınıfı ile 35 öğrencisi olan İstiklal Ticaret Mektebi, eski İstiklal okulunun bulunduğu binanın alt katında iki sınıfta eğitim öğretimine devam etmiştir. 1927-1928 ders yılında ise 83 öğrenci ile günümüzde Atatürk Anadolu Lisesi olarak kullanılan binanın alt katında eğitim-öğretimini sürdürmüştür. 1928-1929 yılında 88 öğrenci ile eski Rum Kulübü binasına (günümüzde Şehir Kulübü) burada okulun 4. sınıfı da açılmış, 19291930 yılında ise 4 senelik Orta Ticaret Mektebi 15 öğrenci ile ilk mezunlarını bu binada vermiştir. 1937-1938 ders yılında okul eski öğretmenevi olarak bilinen, günümüzde restore edilen binaya taşınmıştır.(Şimdiki İl Kültür Müdürlüğü Binası) Okulun 200 cildi aşan kütüphanesi. 40 makineli bir steno – Daktilo salonu, zengin laboratuarı talebenin serbest mesaisi için daima istifadeye hazır bir vaziyettedir. Okulun Kooperatif
35
Samsun Büyükşehir Belediyesi Kültür ve Sosyal İşler Dairesi Başkanlığı Necmi ÇAMAŞ MAKALE
36
Kültür ve Sosyal İşler Dairesi Başkanı
Şehrimizin kültürel, sanatsal ve sosyal hayatına yönelik planlama ve uygulama çalışmaları yapmak. Samsunun tarihi, kültürel, sanatsal ve yöresel değerlerine sahip çıkmak. Samsunda yetişmiş sanatçı, edebiyatçı, sporcu yazar vb. insanları kamuoyunun gündemine taşımak. Samsun sevgisini yüreğine yerleştirmiş kentini ve hemşerisini daha yakından tanıyan, milleti ve şehri için yeni hedefleri ve projeleri olan gençlerimizin yetişmesine katkı vermek. Çocuk, genç, yaşlı, engelli bütün insanlarımızın sanatsal ve sosyo-kültürel ihtiyaçlarının giderilmesine katkı sağlamak. Şehrin tanıtımı için çalışmalar yapmak, panel, sergi. sempozyum düzenlemek ve samsunla ilgili eserler yayınlamak Konservatuvarımızda yılda 1500 e yakın kişiye güzel sanatların bütün dallarında eğitim vermek ve alanlara duyulan ilgiyi arttırmak.Sosyal hizmet ve yardıma muhtaç kişi ve ailelere yönelik sağlık, psiko-sosyal destek, vermek. Temizlik ve bakım, ayni ve nakdi yardımlar yapmak. Korunmaya ve bakıma muhtaç engelli, yaşlı ve kimsesizlere yönelik hizmetlerini ilgili şube müdürlükleri eliyle
yürütmek, denetlemek. Hemşerilerimizin mutlu ve huzurlu bir ortamda hayatlarını sürdürmelerine yardımcı olmak, bu anlamda yeni proje ve hizmet modelleri geliştirerek uygulamak. İlgili kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde şehrin kültürel ve sanatsal hayatına canlılık kazandırmak,güzel sanatların bütün dallarında eğitim vermek,kültür etkinlikleri ile Türkiyede örnek bir kent olmak,sosyal hizmet alanındaki sorululuklarını toplum bütün kesimlerinin ihtiyaçlarını şeffaf ve eşit şekilde karşılayacak bir anlayışla halkımıza sunmak varlık nedenimizdir. Kültürel ve sanatsal etkinlikleri sürekli kılan, sosyal hizmet anlayışını Samsunda nefes alan ve ihtiyacı olan bütün bireylerin dertlerine derman olan ve herkesin sağlıklı,mutlu ve huzurlu olduğu yaşanmaktan zevk alınan bir kent olmak. Kurtuluş mücadelesinin ilk adımının atılmasından kaynaklanan tarihi önemi yanında zengin kültürel, tarihsel ve doğal mirasa sahip bir kentin mensubu olmanın gururu ve ona hizmet etmenin onurunu yaşadığımızı belirtmek istiyorum.
Daire Başkanlığımız 1979 Yılında Belediye Meclisi kararı ile Sanat ve Kültür Müdürlüğü olarak kurulmuş ve 13 Kasım 1981 tarih ve 17543 sayılı resmi gazetede yayınlanan yönetmelikle resmiyetine kavuşmuştur. 18 Mart 2005 tarih ve 34 sayılı Büyükşehir Belediyesi Meclis kararı ile Kültür ve Eğitim Hizmetleri Daire Başkanlığı olmuştur. 2006 Yılında uygulamaya konulan norm kadro gereği Kültür ve Sosyal İşler Dairesi Başkanlığı olarak yeniden düzenlenmiştir.
rümüzün ürünlerini biriktirmek ve arşivlemek.. Ulusal kültürümüzü oluşturan işitsel ve görsel ürünlerin kamuya tanıtımını yapmak, Türk sanat ürünlerini ulusumuzun ve dünya uluslarının yararına sunmak… Yöresel folklor araştırmaları yapmak, dershane, sergi salonu, kütüphane, atölye ve benzeri eğitsel mekânlar kurmak, dergi, broşür, kitap ve cd gibi envanterler üreterek yayınlamak, güzel sanatların bütün dallarında eğitim vermek…
MAKALE
Bir kentin tarihi, kültürel, sosyal ve sanatsal çehresini korumak anlamında yönlendirici rol yerel yönetimlerindir. Samsun Büyükşehir Belediyesi bu amaç doğrultusunda kentimizin bu önemli değerlerinin korunarak geleceğe taşınması için önemli projeleri art arda hayata geçirmektedir. Daire Başkanlığımız ve bağlı şube müdürlüklerimizle, ilgili kanun ve yönetmeliklerin bizlere vermiş olduğu yetki ve görevler çerçevesinde kültürel ve sanatsal etkinlikleri ile sosyal sorumluluklarını Samsunumuzda yaşayan herkese karşı daha iyi yerine getirebilmenin çabası içindeyiz.
Yurt içi ve yurt dışında, gezi ve incelemeler yapmak, çeşitli yarışma, festival, halk konserleri, tiyatro gösterileri düzenlemek ve sergiler açmak… Konservatuvar’ın bütün bölümlerinde aktif olarak eğitim ve öğretim verilmesi için gerekli çalışmaları yapmak… Güzel Sanatlar Galerisi, Amfi tiyatro, Gezici sahne, Ses ve ışık sistemlerinin tahsislerini yapmak ve faal bir şekilde olmalarını sağlamak…
Kültür ve Sosyal İşler Şube Müdürlüğü olarak görevlerimiz ise;
Kentin tanıtımı ile ilgili çalışmalar yapmak, panel, sempozyum, açık oturum vs. düzenlemek ve kültür yayınları hazırlamaktır.
Öncelikli olarak Ulusal kültürümüz ve sanatımızın eğitim ve öğretimini vermek, geçmiş kültü-
13Kasım 1981 Tarih ve 17543 Sayılı resmi gazete’ de yayınlanan şekli ile resmiyetine kavuşan.
37
MAKALE
Konservatuarımız; • Türk Halk Müziği • Türk Sanat Müziği • Türk Halk Oyunları • Tiyatro • Resim • Türk Tasavvuf Müziği • Eğitsel Kurslar ve Enstrüman kurslarıyla hizmet vermektedir Bu kurslarımızdan mezun olan öğrencilerimize, Milli Eğitim Müdürlüğü Halk Eğitim Merkezi ve Daire Başkanlığımız tarafından “ Kurs Bitirme Belgesi “ verilmektedir. 3 ve 4 yıllık bölümlerden mezun olan öğrencilere Belediye Başkanlığımızca diploma verilmektedir. Konservatuvarımızdan mezun olan birçok öğrencimiz, özel yetenek sınavlarında da başarı göstererek, Üniversitelere, Devlet Konservatuarlarına, Devlet Korolarına, Radyolara, Güzel Sanatlar Fakültelerine ve Güzel Sanatlar Liselerine girmişlerdir. Eğitsel Kurslarımız Bağlama – Gitar - Klasik Keman – Batı Keman – Piyano-Yan Flüt - Ud - Kanun ile devam ettirilmektedir. 2009 yılında çalışmalarına başlayan Samsun Büyükşehir Belediyesi Konservatuvarı “Şiir Akşamları Topluluğu 2012 yılı içersinde AKM’ de ve farklı salonlarda şiir geceleri icra etmiş, bunun yanında her Çarşamba günü Konservatuarımız icra salonunda farklı konu ve konuklarla şiir gecelerini sürdürmüşlerdir. Şehir Bandomuz ise yaz ayları içinde sahil boyunca akşamları konserler icra etmekte olup, şehir içinde ve şehir dışında resmi ve özel kuruluşların açılış törenlerinde bulunmakta, festivallerde ve diğer etkinliklerde faaliyet göster-
SIRA NO 1 2 3 4 5 6 7 8 Toplam 1.220
38
BÖLÜM / KURSLAR TİYATRO TÜRK SANAT MÜZİĞİ TÜRK HALK MÜZİĞİ TÜRK HALK OYUNLARI RESİM TASAVVUF MÜZİĞİ EĞİTSEL KURSLAR SAMSUN ŞİİR AKŞAMLARI
mektedir. 2012 yılı içersinde 50’den fazla açılış, organizasyon, protokol ve halka açık etkinliklerde bulunmuşlardır. Yine 2011 yılında başlattığımız yeni bir uygulama ile Bando ekibimiz talep halinde ya da belirlenen ilköğretim okullarına ve liselere giderek konserler vermektedir. Haklı bir övüncümüz olan Uluslar Arası Halk Dansları Festivalimiz her yıl 17 – 30 Temmuz Tarihleri arasında düzenlenen Uluslar Arası Halk Dansları festivaline yaklaşık 15 den fazla ülkeden katılım sağlanarak dev bir şölen olarak kutlanmaktadır. Festival süresince, gün içerisinde Samsun’ un değişik Mahallelerinde gösteriler, akşamları ise Kurtuluş Yolu ve belirlenen noktalarda ücretsiz halk gösterileri düzenlenmektedir. Son olarak yayınladığımız kitapları belirtmek isterim: Belediyemiz kentin hafızasını canlı tutmak amacıyla; Samsun Belediye Tarihi,Belge ve Tanıklarla Mübadele Tarihi, Samsun Eğlence Tarihi, Geçmişten Geleceğe Samsun Sempozyumu 1, Geçmişten Geleceğe Samsun Sempozyumu 2, Cumhuriyet’ in İlk yıllarında Samsun Ekonomisi, Milli Mücadele Yıllarında Samsun, Belge ve Tanıklarla Samsun’ dan Ankara’ ya I ve II, Samsun’ da Unutulmayan Olaylar I. Kitap, Geçmişten Geleceğe Samsun Albümü – 1 (Osmanlı Dönemi), Rumeli’ den Samsun’ a Göç, Selanik’ ten Samsun’ a Mübadiller, Gezginlerin Gözüyle Amisos’tan Samsun’a , Samsun Eğitim Tarihi I ve Il gibi yayınlara imza atmıştır. Bir çok proje ve organizasyonda sizlerden aldığımız güçle çalışmalarımız aynı azim ve kararlılıkla takdirlerinize sunulmaktadır. Her şey Samsun için.
ÖĞRENCİ SAYISI 246 133 90 220 56 61 364 50
Samsun Devlet Klasik Türk Müziği Korosu Sinem ÖZONGAN Koro Müdürü
Bu bağlamda Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü bünyesinde 8 İlimizde Devlet Klasik Türk Müziği Korosu bulunmaktadır. Bunlardan biri olan Samsun Devlet Klasik Türk Müziği Korosu 1990 yılında kurulmuş ve açılış konserini 14 Mayıs 1991 günü vermiştir. Yerleşik kadrosuyla Atatürk Kültür Merkezi’nden görev yapmakta olan Koromuz başta Samsun olmak üzere 2011-2012 sanat sezonunda Ünye, Çarşamba, Bafra, Terme, Gümüşhane ve Vezirköprü’de turneler gerçekleştirmiş; Atatürk Kültür Merkezi’nde gerçekleştirilen periyodik konserlerde 4912 adet, turnelerde ise toplam 4885 seyirciyle buluşmuştur. Ayrıca daha önceki yıllarda Amerika, Avustralya, Japonya, Güney Kore, Hong-Kong, Almanya, Çekoslovakya ve Havana’da da konserler veren Koromuz önümüzdeki dönem konser programlarıyla, musikimizi en iyi şekilde icra etmek, bu musikinin özünü ve güzelliklerini aslına uygun olarak genç kuşaklara ve geniş kitlelere beğendirmek, yayılışına katkıda bulunmak misyonuyla seyircisiyle buluşmak için can atmaktadır.
müz popüler kültürü içerisinde harmanlanan genç nesillere sevdirebilmek ana hedefiyle, neredeyse hiç durmadan repertuar araştırması-çalışması yapan Koromuz, anne-babalar ve öğretmenlerden özel destek beklemektedir.
MAKALE
10 Haziran 1935 tarih ve 2773 sayılı kanunun 1.maddesine göre kurulmuş olan Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü, klasik, çağdaş ve geleneksel sanat akımlarını takip etmek, sanat faaliyetlerinin milli kültür ve çağdaş anlayışa uygun olarak yürütülmesini ve yayılmasını sağlamak, bu amaçla güzel sanatlar galerileri ile orkestralar, korolar, çalgı, ses ve halk oyunları toplulukları, resim ve heykel müzeleri gibi sanat kurumları kurmak, bunlarla ilgili faaliyet ve hizmetleri yürütmek, ulusal resim ve heykel sanatı ile geleneksel Türk süsleme ve el sanatları koleksiyonlarını geliştirmek, sanatsal değerlerimizi tanıtmak üzere faaliyetlerini yürütmektedir.
Çünkü Ulusal kültürümüzün nadide dallarından biri olan musikimizi yaşatabilmek adına genç kuşaklara ulaşmak çok önemlidir… Çünkü bir ulusun kültür ve tarih kaybı, vatanımızın küçücük bir parçasının kaybı kadar onarılamaz tahribat yaratacaktır… Tüm bu hedef ve inançlar ışığında 02.07.2012 tarihinde göreve atanan Koro Müdürü Sinem ÖZONGAN, daha önce de koromuz sanatçısı olan Koro Şefi Arzu KOPUZ ÇELİK, kadrolu sekiz bayan ve yedi erkek ses ile onbeş saz sanatçısı olmak üzere toplam 30 sanatçımız ve idari-teknik personellerimizle Samsun Devlet Klasik Türk Müziği Korosu olarak gelin hep birlikte, Klasik Türk Müziğini yaşayalım ve yaşatalım diyoruz.
Klasik Batı müziği ve Hint müziği ile beraber dünya üzerinde süreklilik ve gelenek oluşturma bakımından mevcut üç klasik müzikten birisi olarak kabul edilen Klasik Türk Müziğini günü-
39
İlkadım İlçemizin Yüz Akı:
Türk Dünyası Müzikleri Gençlik Korosu MAKALE
Davut NUMANOĞLU
İlkadım İlçe Milli Eğitim Müdürü
Müdürlük olarak her zaman öğretmenlerimizi yeni fikirlerinde destekledik. Onları dinledik ve fikirlerine değer verdik. Bunlardan biri de Müzik öğretmenleri ile yaptığımız toplantıda yaşandı. Öğretmenlerimizden Gücem AĞMAZ öğrencilerden oluşan bir koro ile Türk Cumhuriyetlerine ait müziklerin çalışılması ile Türk Cumhuriyetleri arasındaki bağın güçlendirilmesine destek olabileceğimiz şeklinde bir öneri sundu. Bu fikir Müdürlüğümüz ARGE Birimince de üzerinde çalışıldıktan sonra “Orta Asya’dan Günümüze Türkü Çığırırız Türkü Söyleriz” adlı projeye dönüştürüldü. İlk olarak koroda yer alacak öğrencilerin seçilmesi gerekiyordu. Böyle bir koro ilçemizde ilk olacaktı ve hiç birimiz bu yaştaki öğrencilerin
40
bu tür müziklerle ne derecede ilgili olabileceklerinden emin değildik. Neyse ki seçmelere umduğumuzdan daha fazla sayıda talep oldu ve biz de böylece çok iyi bir seçim süreci gerçekleştirerek çok güzel bir ekip oluşturduk. İkinci olarak düşünmemiz gereken bu çocuklara ve ailelerine projeyi anlatarak onların da hayallerimizi sahiplenmelerini sağlamak ve iyi bir planlama yaparak çalışmalara başlamaktı. Öğrencilerimizin tamamı çeşitli liselerden seçilmiş dokuzuncu sınıf öğrencileriydi ve hepsini aynı saatte belli bir yerde toplamamız gerekiyor ve çalışma bitince de onları sağ salim ailelerine teslim etmeliydik. Bu iş için yer olarak Sema Cengiz Büberci Kız Teknik ve Meslek Lisesi seçildi. Öğrencilerimizi evlerine servis aracımızla
Ve nihayet öğretmenlerimizin ve öğrencilerimizin emeklerinin karşılığını alma zamanı gelip çattı. Konser 9 Haziran 2012 Cumartesi günü saat 19:30 da Atatürk Kültür Merkezinde beklentilerimizin de üzerinde bir katılımla gerçekleşti. Ortaya güzel bir ürün çıkacağından emindik ama bu kadarını sanırım bizim haricimizde hiç kimse beklemiyordu. İzleyenlerin keyifli bir zaman geçirdiklerini görmek doğru yol üzerinde olduğumuz inancını daha da pekiştirdi. Bu konserin “Türk Dünyası Müzikleri Gençlik Korosu” tarafından gerçekleştirilen son konser olmayacağını düşünüyorum, çünkü konserden sonra pek çok resmi ve yerel kurumun yönetici böyle nitelikli bir koronun meydana gelişinden duyduğu memnuniyeti bizzat kendileri ifade ederek yapacakları organizasyonlarda koronun da yer almasına dair arzularını ifade etmişlerdi. Dolayısı ile şu andan itibaren projenin başındakinden çok daha büyük bir sorumluluk ve ciddi-
yetle çalışmalarımızı sürdüreceğiz. Umarım bu proje benzer çalışmalara esin kaynağı olur ve gerek ilçemizde gerekse ilimizde yeteneklerin kaybolmasına engel olmuş oluruz ve ortaya bir farklılık koyarız. Bu çalışma projenin ortaya çıkmasından tanıtımına, konserin hazırlığından icrasına kadar her şeyiyle ekip çalışmasına ve kurumlar arası işbirliği ve diyaloğuna çok güzel bir örnek olmuştur. Bu vesile ile başta projenin bu kadar etkili bir şekilde sonuçlanmasında emeği geçen Müdürlüğümüz ARGE çalışanı öğretmenlerimiz, koronun oluşması ve hazırlanmasında çok büyük emekleri olan öğretmenlerimiz, büyük fedakarlıklarla çalışmalarını aksatmadan sürdüren öğrencilerimiz, bizi her zaman her konuda destekleyen İlkadım Kaymakamımız Sayın Zafer Orhan, bize inanarak bu projeyi maddi anlamda destekleyen Büyükşehir Belediye Başkanlığı Sosyal ve Kültürel İşler Daire Başkanı Sayın Necmi CAMAŞ’a ve yanımızda olarak bizleri yalnız bırakmayan tüm kişi, kurum ve kuruluşa teşekkür ederim.
MAKALE
teslim ettik. Her tür ihtiyaçlarını imkanlarımız elverdiği ölçüde gidermeye çalıştık. Oldukça zahmetli ve uzun bu süreçte onları yalnız bırakmadık ve ara ara çalışmalarına katılarak onları cesaretlendirdik. Bu ziyaretlerin bir kısmına Vali Yardımcımız Sayın Mesut Taner Genç bizzat katılarak öğrencilerimize ve bizlere destek oldu.
41
Samsun’un Opera ve Balesi Erdoğan ŞANAL
Samsun Devlet Opera ve Balesi Müdür ve Sanat Yönetmeni
MAKALE
Türkiye’nin altıncı opera ve bale kurumu olan Samsun Devlet Opera ve Balesi’nin kurulması hakkındaki kanun 3.4.1993 tarihinde Bakanlar Kurulu’nun 93/4294 sayılı kararı ile çıkmış, kurumumuz resmi faaliyetlerine 2009 yılında başlamıştır. Opera binası olarak kullanılmak üzere tasarlanıp projelendirilen ve uzun yıllar süren yapımı nedeniyle Samsun’da hakkında çok konuşulan Atatürk Kültür Merkezi binasının yapımı ise 2000 yılında tamamlanmıştır. Samsun Devlet Opera ve Balesi (AKM) Binası Atatürk Kültür Merkezi, 2000 - 2008 yılları arasında çeşitli kurum ve kuruluşların, belediyelerin ve özel toplulukların hizmetine sunulsa da ısıtma – soğutma sistemlerinin olmayışı seyircileri ve sahne üstündekileri temsiller vb. organizasyonlar esnasında zor durumda bırakmıştır. Ayrıca bina içinde aydınlatma; salonlarda ışık - ses sistemlerinin kurulmamış olması, binanın pek çok bölümün kullanılamaz halde olması, güçlendirme sorunları gibi nedenlerle Samsun seyircisi uzun süre AKM binası ile gerçek anlamda bir seyirci – sanat merkezi ilişkisi kuramamış-
42
tır. Aralık 2008’de Genel Müdürlük tarafından Ankara’da yapılan sınavlar sonrasında kadro alımlarını gerçekleştiren Samsun Devlet Opera ve Balesi kurucu kadrosunun Samsun’a gelişiyle, Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü’ne devredilen AKM için yeniden yapılandırma süreci başlamıştır. Kendi sanatçılarımız ile ilk temsilimiz olan 24 Ocak 2009’daki Açılış Konseri ile resmi olarak faaliyete başlayan kurumumuz, bir yandan sanat çalışmalarını yürütürken diğer yandan da ısıtma, ışık, ses düzeni, aydınlatma gibi sanat üreticisi ve seyircisi olma hazzına engel olan teknik problemleri çözmüştür. Müdürlüğümüz binanın tamamlanmamış ya da atıl bölümlerini hayata geçirerek AKM’yi gerçek bir sanat ve kültür merkezi haline dönüştürmeyi başarmıştır. 16 bin 885 metrekare alan üzerine sekiz kat olarak inşa edilen, kuşbakışı bakıldığında piyano görünümü verecek şekilde tasarlanan, Samsun şehir merkezinin tam ortasında ve deniz kıyısında olan Samsun Devlet Opera ve Balesi’nin ze-
2008-2009 Sanat Sezonu 2008-2009 sanat sezonunda “Saraydan Kız Kaçırma” operasını ve “Opera Opera Dedikleri” adlı müzikli oyunu sahneleyen kurumumuz “Giselle” ve “Üç Bale” temsilleri ile Samsun seyircisini baleyle tanıştırmıştır. Çanakkale Şehitlerini Anma Konseri, Oda Müziği Konseri, Senfonik Konser-
MAKALE
min katında bulunan alanlar koro çalışma odası, çocuk bale stüdyoları, lutiye atölyesi, orkestra çalışma odaları, dekor ve kostüm üretimini sağlayacak marangoz, demir, kundura, kostüm vb. atölyeleri için kullanılmaktadır. Binanın giriş katında müdüriyet ve idari personelin odaları bulunmaktadır. Çoğunlukla çocuk oyunları, oda müziği konserleri için kullanılan 212 koltuk sayısına sahip olan Küçük Salon ikinci katta, 576 koltuk sayısına sahip opera ve bale eserlerinin sahnelendiği Büyük Salon üçüncü katta yer almaktadır. Binamızın beşinci katı ise Samsun Devlet Klasik Türk Müziği Korosu’na aittir. Altıncı katta kantin, yedinci katta Samsun Devlet Opera ve Balesi Kulübüne ait restoran yer almaktadır. Sekizinci katta ise opera sanatçılarının şan çalışma odaları bulunmaktadır. Şehirlerin kültürel yapısının en önemli öğesi olan ve içinde bulundukları şehirdeki tüm sanatsal etkinliklerinin odağı olan opera binaları şehirle birlikte yaşar ve şehrin tarihi ve kültürel değerlerinden beslenirler. Şehrin bireyleri olan seyirciler, opera binalarında belli bir temsil için belli bir gün ve saatte bir araya gelirler ve sanatın insanoğlunda yarattığı duygulanımı aynı anda, aynı mekanda deneyimlerler. Bu, çok özel bir “ortak duygu” halidir ve bu paylaşımın yaşandığı opera, tiyatro binaları şehir hayatı için farklı bir değer taşır. Seyircisiyle, şehirle, sanatçıları ve tüm çalışanlarıyla nefes alan, uluslararası standartlara sahip ışık ve ses donanımlarıyla teknolojik alt yapısını gerçekleştirdiğimiz opera binamızı ilerleyen süreçte hem iç mimari hem de sahne ve salon olanakları anlamında en iyi seviyeye getirmek için çalışmalarımız hâlen devam etmektedir. Ocak 2009’daki Açılış Konseri’nden Mayıs 2012’ye uzanan süreçte müdürlüğümüz, 94 eser ile seyircisiyle buluşarak gençlik enerjisini sahneye taşımıştır. Genel anlamda geride kalan üç sanat sezonunu değerlendirirsek;
ler, Bahar Konseri, Gençlik Konseri ve Sonsuzluğa Atılan Adım konserleri ile perdelerini klasik müziğe açan kurumumuz “Aşk İçin” adlı müzikli gösteri, “Fantastik” adlı müzikal ve “Karagöz ve Hacivat İle Cumhuriyete Yolculuk” ile “Uyuyan Güzel” adlı çocuk oyunlarıyla birlikte toplam 16 eser ile ilk sanat sezonunda seyircisiyle bir araya gelmiştir. 60 temsil yaptığımız ilk sezonumuzda ağırlıklı olarak konserlere yer veren kurumumuzun toplam biletli seyirci sayısı 13.254 olmuştur. 2009-2010 Sanat Sezonu 2009-2010 sanat sezonu 1 Ekim tarihinde La Traviata (Kamelyalı Kadın) ile açan kurumumuz sezon boyunca “Saraydan Kız Kaçırma”, “Giselle”, “Opera Opera Dedikleri”, “Fantastik”, “Uyuyan Güzel” eserlerini sahnelemeye devam ederken “Arşın Mal Alan”, “Kontes Mariza” operetleri ile “1001 Gece Masalları”, “Mevlana-Çağrı”, “Güldestan”, “Dansın Ritmi” bale eserlerinin de prömiyerlerini gerçekleştirmiştir. Açılışını takip eden ilk sanat sezonunda üretken ve genç kadrosuyla sahnelenen eser sayısını 16’dan 28’e çıkartarak Samsunlu seyircile-
43
MAKALE
re farklı türlerdeki eserlerden temsiller sunan Samsun Devlet Opera ve Balesi sezon boyunca 114 temsil yapmıştır. “Sihirbaz Oz” ile çocukları yeni bir oyunla buluşturan kurumumuz Oda Müziği, Senfonik Konser, Cumhuriyet Konseri, 10 Kasım Atatürk’ü Anma Konseri, Yeni Yıl Konseri, Sevgililer Günü Konseri, Gala Konser, Çanakkale Şehitlerini Anma Konseri, Nevruz Bayramı Konseri,19 Mayıs Gençlik Konseri, Karadeniz Rapsodi, Türk-Gürcü Dostluk Konseri, Çocuklar İçin Senfoni, Çocuk Korosu Konserleri ile sanatseverlerden büyük beğeni toplayarak sezon sonunda 30.222 biletli seyirciye ulaşmayı başarmıştır. 2010-2011 Sanat Sezonu Önceki iki sanat sezonunda sahnelediği eserlere “Carmen” ve “Ali Baba & Kırk Haramiler” operalarını, “Venedik’te Bir Gece” ve “Bir Tenor Aranıyor” operetlerini, “Amazonlar” ve “Korsan” bale eserlerini ekleyerek sanatsal üretimlerinin hızını arttıran kurumumuz, toplam 27 eserle 81 temsil gerçekleştirmiş ve 31.000 seyirciye perdelerini açmıştır. 2011-2012 Sanat Sezonu Ünlü İtalyan rejisör Vincenzo Grisostomi Travaglini’nin rejisörlüğünde sahnelenen Puccini’nin ünlü La Bohème operası ile 1 Ekim’de perdelerini açan kurumumuz sanat sezonu boyunca “La Bohème”’den sonra “İstanbulname” ve “Çardaş Prensesi” operetlerinin; “Don Kişot” ve “Zorba” balelerinin prömiyerlerini gerçekleştirdi. Küçük izleyicilerimiz için bu sanat sezonunda sahnelediğimiz yeni oyunumuz ise “Bremen Mızıkacıları” oldu. Kuruluşunun dördüncü yılına giren ve 2008– 2012 yılları arasında 350 kez perdelerini seyircilerine açan, açılışından bugüne toplam 92.572 seyirciyle buluşan kurumumuzun kurum dışı sahnelerde ve açık alanlarda gerçekleştirdiği ücretsiz etkinliklerle seyirci sayısı yaklaşık 150.000’i buldu. Samsun Devlet Opera ve Balesi olarak 20112012 sanat sezonu itibariyle pilot il kapsamında her ay Ordu ve Trabzon’a turne düzenliyoruz. Trabzon ve Ordu’daki seyircilerimizin opera ve bale temsillerine gösterdikleri yoğun ilgi Kara-
44
deniz Bölgesi insanının sanata ne kadar değer verdiğinin önemli bir göstergesi oldu. İlerleyen yıllarda her iki şehirdeki seyircilerimizle de Samsun seyircisiyle kurduğumuz özel bağı yakalamayı istiyoruz. Opera, bale ve çok sesli müziğin yaygınlaştırılıp sevdirilmesini amacıyla 2008-2011 yılları arasında düzenli turneler yapan kurumumuz “Türkiye’nin En Çok Turne Yapan Opera ve Bale Müdürlüğü” unvanı bu sezonda da gururla taşımış ve geride bıraktığımız Haziran ayında Sinop’tan Van’a kadar uzanan ve üç coğrafi bölgeyi kapsayan Büyük Anadolu Turnesi’ni gerçekleştirmiştir. 22 Mayıs’ta Amasya’dan başlayan 21 Haziran’da Van’da sona eren Büyük Anadolu Turnesi’ni Seslerle Anadolu müzikali ile gerçekleştiren kurumumuz 15 şehirde seyircisiyle buluştu ve gittiği şehirlerde yoğun ilgi gördü. Samsun Devlet Opera ve Balesi olarak özel bir önem gösterdiğimiz ve 3 yıldır büyük bir hevesle gerçekleştirdiğimiz Büyük Anadolu Turnesi ile gittiğimiz şehirlerdeki misafirperverlik, temsillere gösterilen yoğun ilgi ve sanatseverlerin gözlerindeki ışık yeni sanat sezonuna hazırlandığımız yaz döneminde bizler için büyük bir motivasyon ve gurur kaynağı oldu. Sanatla buluşan, sanatla ilerleyen, sanatı ihtiyaç olarak gören seyircileriyle ve seyirci adaylarıyla buluşmak için genç ve üretken kadrosuyla çalışan kurumumuz, her yeni sanat sezonunda yeni seyircilere ulaşma ve onlara sahne sanatlarının yetkin eserlerini sunma hedefiyle çalışmalarına devam edecektir. Prömiyerini gerçekleştirdiğimiz 3 Mart tarihinden itibaren Samsun seyircisinin yoğun ilgisiyle karşılaşan “Zorba” balesi ile 4 Temmuz’da Aspendos Uluslararası Opera ve Bale Festivali’ne katılacak olan kurumumuz yine aynı festival kapsamında 3 Eylül’de Çin - Pekin Operası ve Samsun Devlet Opera ve Balesi Orkestrası ortaklığıyla “Madam Butterfly” operasını sahneleyecek. G. Puccini’nin ünlü eseri “Madam Butterfly” Samsun Devlet Opera ve Balesi’nin 2012-2013 sanat sezonu açılış eseri olarak 1 Ekim’de perdelerini açacaktır. 2012 – 2013 sanat sezonunda perdeleri birlikte açmak dileğiyle…
ANADOLU BEŞİĞİ
Çeyizine hülyalarını işler durmaksızın gelinlik kızlar Her renkten düşler yer bulur sandık odalarında Perde aralıklarından yeni dünyalara sefer edilir İğne uçlarında bu ne sihir ne keramettir Uzun yol bekleyenlerin sabrı sınırsız Dimdik dururlar yine de bir heykel sanırsınız Günler boyunlara takılı birer kelepçe bu saatlerde Umutla beklenecek ayak direse de zaman Sevdaların yeşerdiği yerlerde
Korkuluklar büyürdü sararan tarlalarda Ve ovaların derinliklerinde kırmızı gelincikler Su kanallarıyla umutlar taşınırdı yüreklere Nasır,sadece ayaklarında,ellerinde vardır Yaşanmışlıkları bir bir yüzlerinden okuduğumuz Anadolu kadınları yorgun düşmüştür bu saatlerde Derin bir uykudur akan gözlerinden Şiltelerin serildiği yerlerde
Dağlar sevdayı bilir Tarlalar bilir Bir karayel çıksa bir kasırga Alıp buralardan tüm aşıklara En yiğit aşk türkülerini taşıyabilir Anadolu kadınları hasret yorgunudur bu saatlerde Sevdalarını büyütürler kundaklarına sarıp Anadolu beşiğinde
MAKALE
Günışığı kapılarını örter ağır ağır Karanlıklar dökülürdü dağlara sessizce Ağaç dallarının en uçlarındaki yapraklar En sıcak sohbetlere dalardı akşam üstleri Tanıdık bir esinti gelirdi tepelerden Kuşlar sıcacık yuvalarına dönmüştür bu saatlerde Bir kızıllık kaplardı karşı dağların Bulutlarla şakalaştığı yerde
Haluk YOLSAL 23 Nisan İlköğretim Okulu öğretmeni
Delikanlı yüreklerde kasırgalar kudurur Her yaştan sevdalar eylülde filize durur Alınlardaki terler yakıtıdır çarkların Yığınlarda toplanan sapsarı başakların Güz günleridir yüzleri güldürdüğü zamanlar Avuçlardaki çatlaklara siner hasat kokusu Gül yürekli insanlar gül kokar bu saatlerde Toprak ağustos sancısı yaşamaktadır Tohumla buluştuğu yerlerde
45
Kız Teknik Öğretim Olgunlaşma Enstitülerinin Tarihi MAKALE
Fatma ARSLAN
Samsun Kız Teknik Öğretim Olgunlaşma Enstitüsü Müdürü
Türkiye’nin ilk Olgunlaşma Enstitüsü Refia ÖVÜÇ tarafından 14 Ekim 1945 yılında Beyoğlu Olgunlaşma Enstitüsü olarak açılmıştır. Kuruluş aşamasını Refia Övüç, 2 Eylül 1988 tarihinde Hürriyet Gazetesi için Tülay BİLGİNER’ e verdiği röportajda şöyle anlatır “Birçok enstitü kurmuş bir öğretim üyesiyim. 1942’den başlayarak; Nişantaşı Kız Enstitüsü, Beyoğlu Akşam Sanat Okulu ve diğerleri. Olgunlaşma Enstitüsü düşüncesi kafamda, Nişantaşı Kız Enstitüsü’nden mezun olan ama ne yapacaklarını bilemeyen otuz genç kızımızın durumu nedeniyle şekillendi. Ne yapacaktı bu otuz genç kız! Bir bölümü meslek öğretmeni olacaktı. Ama ya diğerleri? ... Bunun üzerine Kız Teknik Öğretim Müdürlüğüne bu konuları anlatan bir rapor sunduk. Bir atölye kurulması gereğinden bahsettik. Tesadüf tam o sıralarda varlık vergisinden dolayı Beyoğlu’nda bir bina satışa çıkarılmıştı. Beyoğlu’nda gezip yer arıyorduk. Bütün arkadaşlar bu enstitüyü açmayı kafamıza koymuştuk.” diyor. Enstitü; açılışının ardından kısa sürede üne kavuşur, Türk kadınları meslek sahibi olmaya başlar. Okulun giriş galerisinde her gün yeni sergiler açılır, Anadolu’nun her yerinden binlerce çevre, gümüş eşya, işleme toplanır, derken defileler düzenlenmeye başlanır. Beyoğlu Olgunlaşma Enstitüsü başarılı çalışmaları sonucunda çağdaş bir Türkiye imajına uygun olarak moda alanında bir çığır açmış ve defilelerinde, kendi öğrencilerine mankenlik yaptırmıştır. (Bkz.http://www.beyogluolgunlasma.k12.tr/tarihcemiz.html) Artık yurtdışı defileleri başlamıştır ve bu defileler yabancı basında övgü ile yer almıştır. Yeni İstanbul Gazetesi muhabirlerinden Ayşe Nur;
46
22 Haziran 1953’te Paris’ten gönderdiği Paris Mektuplarında yabancı basının olgunlaşmaya ilgisini şöyle aktarır: “Birkaç gün evvel Christian Dior’ daki defileyi görmüştüm. Bizim defilemiz başlamadan önce, acaba kızlarımız başarılı olabilecekler mi diye düşünüyordum. Hakikat bütün ümitlerimin üzerinde çıktı. Kızlarımızın hepsi hem fevkalade güzel ve zariftiler hem de duruşlarında icap eden zerafetten başka, Türk kızına mahsus ağırlık da vardı. Mükemmeldiler. Bir Fransız gazetecisi, “bakın”! diyordu. “bu mankenler bizimkilere ders verebilir” Beyoğlu Olgunlaşma Enstitüsü, Türk modasının, Türk giyim zevkinin hareket noktasının ve kaynağının neresi olduğunu ilk gören ve gösterendir. Yeni zevke ve modaya, eski maya katan ve yeniyi böylece güzelleştirip olgunlaştıran odur. O günlerden bu güne Refia ÖVÜÇ’ ten sonra gelen müdür, öğretmen ve öğrenciler, aynı aşkla çalışmaya ve yaratıcı bir üretim çabası içindeki Türk kadınını temsil etmeye devam ederler. Öğrencilerin, mesleki bilgi ve becerilerini geliştirerek meslek sahibi olmalarına imkân sağlayan, bu okulların bugünkü amacı; geleneksel Türk giyim ve el sanatları alanlarında; araştırma, geliştirme, değerlendirme, arşivleme ve üretim çalışmaları yapmak ve el sanatlarının yaşatılmasını sağlamaktır. 1997 – 1998 öğretim yılından itibaren Kız Teknik Öğretim Olgunlaşma Enstitüleri’nde, sektörel ihtiyaçlar ve teknolojik gelişmeler doğrultusunda yenilenen programlar uygulamaya konulmuş, Araştırma ve Tanıtım Pazarlama bölümleri faaliyete geçirilmiştir. Bakanlıkça belirlenen bazı bölümlerine en az lise ve meslek lisesi mezunları alınan Kız Teknik Öğretim Olgunlaşma Enstitüleri; eğitim öğreti-
Hızlı üretim teknolojisine ve zevklerin sürekli değişim göstermesine rağmen; kültürel varlıklarımızın önemli bir halkasını oluşturan, Türk El Sanatlarını araştıran, geliştiren, gerçek çizgi renk ve motifleri ile yaşatılmasını sağlayan Kız Teknik Öğretim Olgunlaşma Enstitülerinin, geleneksel Türk sanat kültürünün gelecek kuşaklara, bir kültür mirası olarak aktarılmasında, milli kültürümüzün zenginleştirilmesinde, yurt içinde ve yurt dışında tanıtılmasında katkıları büyüktür. Bu gün ise Adana, Ankara, Antalya, Bursa, Diyarbakır, Eskişehir, İzmir, Kayseri, Samsun, Trabzon, İstanbul’da Beyoğlu ve Sabancı olmak üzere sayıları 12’ye ulaşan Kız Teknik Öğretim Olgunlaşma Enstitüleri, iki yıl süreli döner sermaye ile işletilen kurumlardır. Atatürk’ün Kurtuluş mücadelesi için ilk adımını attığı 19 Mayıs şehri Samsun’da 19 Mayıs 1960 yılında ülkemizdeki dördüncü Olgunlaşma Enstitüsü olarak kurulan Samsun Olgunlaşma Enstitüsü eğitim-öğretim ve üretim çalışmaları ile somut kültürel mirasımızı gelecek nesillere taşımaya devam etmektedir. 1960 yılından itibaren Enstitü olarak Samsun ili başta olmak üzere bölgede yapmış olduğumuz saha araştırmaları ile Geleneksel Türk El Sanatları ve Geleneksel Türk Giyim tarzına yönelik etnoğrafik değer taşıyan ürünlerin derlenmesiyle geniş bir arşiv oluşturulmuştur. Tahmini geçmişi 1800’lü yılların sonlarına denk gelen ve 190 parçalık geleneksel Türk El Nakışlarının yer aldığı elli beş parçadan oluşan “GEÇMİŞ ZAMAN GEZGİNLERİ” koleksiyonumuz, Anadolu kadınının baş bağlama halleri, Karadeniz’in simgesi haline gelen Temel ve Fadime, kilim motiflerinin yeniden hayat bulduğu duvar panolarımız, keseler ve daha nicesi geçmişten günümüze akseden hoş sedalardır.
Samsun Olgunlaşma Enstitüsü, Anadolu kültüründe önemli yer tutan yöresel giyim, kuşam, takı, dokuma ve süsleme gibi bu toprağın duygusunu, dokusunu ve kokusunu yansıtan ürünleri günümüze taşımakta, çağdaş tasarımlarla günlük kullanıma yönelik üretimler gerçekleştirmektedir. Enstitümüz üretim ve tasarım atölyelerinde elli yıllık birikimleriyle oluşturduğu koleksiyonları; yerel ve bölgesel dokumalardan dikilen, modern çizgiler taşıyan ve Geleneksel Türk Giyim Tarzından notalar içeren Osmanlı Kaftanları’ ı Atatürk’e ait giysilerin stilizeleri, sanatsal tasarımlarımız yurt içinde ve yurt dışında çeşitli organizasyonlarda sunmaktadır.
MAKALE
min yanı sıra; kültürel değerlerimizden, kaybolmaya yüz tutmuş Türk El Sanatlarını koruyan ve aslına sadık kalınarak gelecek kuşaklara aktarılmasına öncülük eden, seçkin örneklerini yurt içi ve yurt dışında tanıtan, bu alanda sanatsal ağırlıklı eğitim ve üretim çalışmalarını birlikte sürdüren tek eğitim kurumudur (MEB: 273).
Geçmiş zamanlarda yaşanan yolculukların hikayelerinden oluşur ürünlerimiz. Gelenekseli modern yaşamın içerisinde yaşatmak için çalışır hünerli eller. Sonrasında toprak su ve ateşle buluşur. İlimizdeki Anadolu Medeniyetlerine ait kimi objeler yeniden üretilir, cam eritilir ve yeniden hayat bulur yüzlerce yıllık çini desenlerin üzerinde. Samsun Olgunlaşma Enstitüsü diğer enstitüler gibi bulundukları ilin ve sorumluluk bölgelerinde bulunan illerin somut kültürel mirasının koruyucuları olarak, geçmişle gelecek arasında bir köprü işlevini büyük bir onurla üstlenmiştir. Böyle bir sorumluluk bilinciyle faaliyetlerini yürüten Enstitümüz eğitim ve üretim atölyelerinde, geçmişine meraklı sanatın ve zanaatın önemine inanan, sürekli gelişim bilincine sahip kursiyerlerimizin ve öğrencilerimizin becerilerini geliştirmeye ve yaşatılması gereken kültür mirasımıza ait farkındalığın arttırılmasına yönelik çalışmalarına devam etmektedir. Fevzi Çakmak Mah. Aziziye Cad. No: 125 Gazi Devlet Hastanesi Karşısı SAMSUN Tel: 0362 233 11 46 - Faks: 0362 234 08 07 www.samsunolgunlasma.com KAYNAKÇA (http://www.beyogluolgunlasma.k12.tr/tarihcemiz.html) (Erişim tarihi: 09/07/2012). Milli Eğitim Bakanlığı. (2006). Geçmişten Günümüze Kız Teknik Öğretim Genel Müdürlüğü. Ankara
47
MAKALE
Avrupa Televizyon Yayıncılığı Tarihinde Bir Fenomen: Eurovision Şarkı Yarışması Üzerine Bir Değerlendirme Bahar GÜDEK
OMÜ Müzik Eğitim ABD
Eurovision, EBU (Avrupa Yayın Birliği)’nın bir alt kuruluşudur. 1954 yılında kurulan bu kuruluş, EBU’ya üye ülkelerin televizyon ile ilgili yayınları için haber ve program alış-verişini sağlayan bir kuruluştur. Hemen hemen EBU’ya üye tüm ülkeler ve üye olmayan diğer birlik üyeleri, örneğin ABU (Asian Broadcasting Union) gibi örgütlerin de üyesi olduğu bir kuruluştur. Günümüzde, ülkelerin birbirleri ile yaptıkları haber ve program alış-verişleri hep Eurovision ve onun haber ile ilgili alt kuruluşu olan EVN (Eurovision News) ile yapılmaktadır. Eurovision aracılığıyla yılda yaklaşık 400 saatlik haber ve program akışı vardır (Aziz, 1996). TRT önce 1964 yılında EBU’ya, televizyon yayınlarının başlamasından sonra 1973 yılında Eurovision’a üye oldu.
Eurovision Şarkı Yarışması, Eurovision’a üye olan Avrupa ülkelerinin her yıl düzenledi-
48
ği dünyanın en ünlü ve uzun soluklu şarkı yarışmasıdır.1956’da başlayan Eurovision macerası, San Remo Şarkı Festivali’nde doğdu. 24 Mayıs 1956’da İsviçre’nin Lugano kentindeki Kursaal Theatre’da gerçekleştirilen ilk gecede Hollanda, İsviçre, Belçika, Almanya, Fransa, Lüksemburg ve İtalya iki kez yarıştılar. Gecenin birincisi Lys Assia’nın söylediği “Refrain” şarkısı ile İsviçre oldu. Eurovision Şarkı Yarışması’nın yapılmasında ana amaç ülke televizyonları arasında ortak canlı yayın yapabilme kabiliyetini gerçekleştirme ve kaliteyi arttırmaktı. TRT 1975 yılında Eurovision ile ilişkiler konusunda bir adım daha atarak her yıl yapılmakta olan ve tüm katılımcı üye ülkelerden de naklen verilen Eurovision Şarkı Yarışması’na katılmaya karar verdi. Ülke içinde uzun hazırlıklardan sonra seçilen Semiha Yankı’nın “Seninle Bir Dakika” adlı bestesi ile Stockholm’de yapılan yarışmaya katıldı. Yarışma ilk kez TRT televizyonlarından naklen verildi. Tüm Ülke’de heyecanla izlenen yarışmada, Türkiye’nin 3 puan alarak sonuncu olması, günlerden beri bu yarışmaya hazırlanan kamuoyunda üzüntü ile karşılandı. Basında konu günlerce işlendi ve üzerinde uzun tartışmalar yapılarak neden başarısız olduğumuz hususu çözümlenmeye çalışıldı. Konu neredeyse ulusal bir onur sorunu durumuna getirildi. Bu durumdan TRT Yönetim Kurulu da etkilendi ve 1976 yılı için yarışmaya katılmama kararını aldı. Ancak, bu karar bir yıl yürürlükte kaldı, 1977 yılında karar değiştirilerek, TRT’nin yine ülke içinde açtığı beste ve şarkı yarışmaları sonucunda
seçilecek şarkı ile Eurovision Şarkı Yarışmasına katılmak için karar verildi (Aziz, 1999).
Peki, Batı’nın SSCB ve Doğu Avrupa’yı etkilemeye çalıştığı bir popüler kültür ürünü olan Eurovision Şarkı Yarışması, Türkiye’yi nasıl etkilemiştir? Türkiye bu süreçte, siyasi konumu itibariyle ne bir Doğu bloğu ülkesidir ne de sosyal, ekonomik ve kültürel olarak Batı’yla aynı noktadır. Bu sebeple Eurovision Şarkı Yarışması’nın bu ülkeler üzerinde yaratmış olduğu etki Türkiye’de daha farklı olmuştur. Modernleşme süreci içinde yönünü her zaman Batı’ya çevirmiş olan Türkiye, Batı’nın yaşam
MAKALE
Eurovision’nun ilk ortaya çıktığı yıllar ABD ve SSCB’nin arasında şiddetli bir soğuk savaşın yaşandığı yıllara denk düşmektedir. Bu yarışmanın geri plandaki amaçlarından birinin de Batı’da “işlerin yolunda gittiğini ve herkesin mutlu olduğunu” Doğu Avrupa bloğu ülkelere göstermek olduğu söylenebilir. Orta ve üst sınıfa hitap eden bu yarışma, o dönemin şartlarında görsel bir şölen sunuyordu. Aslında yarışmayla bir nevi, Batı’da sadece belli bir kesimin değil, herkesin tüketici olduğu gösterilmeye çalışılırken, sosyal ve kültürel yaşantıları ile dünyaya kapalı olan Doğu bloğu ülke insanları kıskandırılmaya çalışılıyordu denilebilir. Doğu’nun Batı’daki hayata öykünmesi için yapılan bu gösteriye karşılık Doğu Avrupa da Eurovision’a alternatif olarak 1961’de Polonya’da “Sopot Müzik Festivali”ni düzenlemeye başladı. Ancak, bu festival Eurovision’nun popülerliğine yetişememiştir. Doğu Avrupa ülkeleri, Eurovision yayınının izlenmesini ne kadar engellemeye çalışsa da ülkelerinde Eurovision hayranlığının oluşmasının önüne geçememişlerdir. Bu yayılıma dayanamayan o zamanın SSCB Başkanı Gorbaçov, glasnost (açıklık) politikasını izlemeye başlamak zorunda kalmış ve sonuç olarak da halkın Eurovision Şarkı Yarışması’nı izlemesini engelleyecek bir baskı da ortadan kalkmıştır (Bekcan, 2012). Böylece Batı, popüler kültürü ile Doğu’yu etkilemiş ve bunda da başarılı olmuştur. Eurovision Doğu Avrupa’da ilgi görmüş, Batı’ya, müziğine, popüler kültürüne, yaşam tarzına ilgiyi artırmıştır. Hatta Doğu bloğunun çözülmesine yardımcı olmuştur.
tarzını, popüler kültürünü Doğu Avrupa ülkeleri gibi gizliden gizliye değil, rahat bir şekilde takip edebilmiştir. Eurovision Şarkı Yarışması, Türkiye’de dans ve kostümlerle birlikte Batı müziğinden örnekler sergilenmesine ve popüler müziğin gelişmesine olumlu katkı sağlamıştır. Aslında Batı’nın Eurovision’la Doğu Avrupa ülkelerine empoze etmek istediği –Batı tipi veya Batı’ya öykünen müzik ve yaşam tarzı- bir biçimde Türkiye’yi de etmiştir. Türkiye’nin 1977 yılında aldığı kararla tekrar katılmaya başladığı Eurovision Şarkı Yarışması, daha sonraki yıllarda farklı konularda popülerliğini koruyarak, gerek beste ve seslendirecek kişilerin ön seçimleri, gerek jürilerin oluşturulması, gerekse yarışma sırası ve sonrası, kamuoyunu oldukça meşgul eden bir duruma gelmiştir. Yarışma sonuçlarının değerlendirilmesi, Avrupa’nın Türkiye ilişkilerine endekslendi. 1975-1991 yılları arasında alınan en iyi derece 1986’da Halley şarkısıyla Klips ve Onlar grubunun elde ettiği dokuzunculuktu. Başarısız sonuçlar, Türkiye’nin katıldığı şarkılardan ziyade toplumun Türk ve Müslüman kimliğine, Hıristiyan Avrupa’nın dışlayıcı tavrına bağlanmıştı. Buna bir de 1989’da Avrupa Topluluğu’na üyelik başvurusunun reddedilmesi de eklenince Avrupa’ya karşı duyulan soğukluk, yarışmaya küskünlüğü getirmişti. TRT’nin seçtiği şarkıların değerlendirilmesinde, ülkelerin verdikleri puanlar, o ülkenin Türkiye ile olan tüm ekonomik, siyasal ve hatta toplum-
49
MAKALE
sal ilişkilerine bağlandı. Örneğin, genelde Türk işçilerinin yoğun bulunduğu ülkelerden puan alınırken, Yunanistan ve Güney Kıbrıs’ı temsil eden Kıbrıs Cumhuriyet’inden Türk bestelerine puan verilmemiştir. Son zamanlarda ise, bu tür puanlar, ülkelerin Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmesinin ya da girmemesinin bir ölçütü olarak da değerlendirilmektedir. Eurovision 1980’li yıllarda ülkemiz müzik piyasasında, özellikle Türkçe Sözlü Hafif Batı Müziği’nde çok önemli bir yere sahipken, daha sonraki senelerde çeşitli etkenlerle müziğe yaptığı katkı değerini ve gösterilen ilgiyi giderek yitirmiştir. Ancak değişen Dünya ile beraber bu yarışmaya olan bakış açıları da değişmiştir. Avrupa Birliği’nden tam üyelik için müzakere tarihi almayı hedefleyen ve Kasım 2002’de iktidara gelen AKP, Türkiye’nin Avrupa’daki imajına büyük önem vermiş, Eurovision’u da etkili bir tanıtım platformu olarak görmüştür. Eurovision politikasında değişikliğe giderek, 1992’den beri Türkiye’den amatör şarkıcıların gittiği yarışmaya 2003’te Sertab Erener gibi ünlü ve güçlü bir sesi, ulusal final de yapmadan gönderme kararı almıştır. Yarışmada Türkiye, tarihinde ilk kez birinci olunca ülkede Eurovision’a yeniden ilgi duyulmaya başlanmıştı. 1990’lı yıllarda Eurovision’a ilgisiz davranan, zaman kaybı olarak gören şarkıcılar artık ulusal elemede kaybetme riski olmadan gelen Türkiye’yi temsil etme teklifini kabul ediyor, yarışmayı kariyerleri için Avrupa’ya açılan bir pencere olarak görüyorlardı. Fakat Türkiye’de Eurovisiona katılan hiçbir şarkıcının Avrupa’ya açılamamış ve kendini tanıtamamış olduğunu da söyleyebiliriz. Artık tüm katılımcı ülkeler; milliyetçilik ve ulusal kimlik duygularının göstergesi olarak en iyi sanatçı ve özel hazırlanan eserlerle Eurovision’a katılarak “ mutlak birinciliği hedeflemektedir”. Eski Eurovision Şarkı ve Show Yarışmaları’nda politik oylar olduğu doğrudur. Ama hiçbir ülke politik oylarla kazanamamıştır. Eğer şarkınız belirli bir kalitenin üzerindeyse politik oylara ilaveten diğer küçük oyların desteği ile ilk sıralara çıkılabilmektedir. Eskiden yarışmaya katılan şarkılarda orkestrasyon zorunlu olmakla beraber, yorumcunun canlı performans olarak sunduğu şarkıyı müzikle ilgili uzman jüri oylamaktaydı. Şimdi
50
ise orkestrasyon zorunlu değil, daha popüler şarkıların (pop müzik) koreografi, dans ve çeşitli görsellerle sunulduğu bir yarışma ortamı bulunmakta. Ayrıca televote adı verilen bir oylama biçimine geçilerek, bütün katılımcı ülkelerdeki dinleyici oylarına göre şarkılar sıralanmaktadır. Artık kapitalist ruhlu görsel bir şova dönüşen Eurovision Şarkı Yarışması’nda birinci olmanın çeşitli formülleri şöyle sıralanabilir: 1) iyi bir şarkı- melodi 2) sempatik görüntüye sahip sanatçı veya grup 3) orijinal bir show Eurovision Şarkı Yarışması bugün, Soğuk Savaş yıllarından daha etkili olarak varlığını sürdürmeye devam etmektedir. Bütün Avrupa ülkeleri ve Rusya da bu yarışmaya katılmaktadır. Eurovision Şarkı Yarışması her şeyden önce kültürel bir kutlamadır; ülkelerin tamamen dostane bir şekilde birbiriyle rekabet ettikleri uluslararası bir müzik yarışmasıdır. Gücü, başka hiçbir etkinliğin yapamadığı bir biçimde ulusları ve insanları bir araya getirme kapasitesinden kaynaklanmaktadır Ayrıca, Avrupa’da ve ötesinde, 100 milyondan fazla seyirci tarafından izlenen ve dünyada halen devam eden en uzun soluklu eğlence formatıdır. Başka hiçbir eğlence etkinliğinin yapamadığı biçimde, insanları ve ulusları bir araya getiren dostane bir yarışmadır. 56 yılı aşkındır, 24 ülkede düzenlenmiştir ve uzun bir geleneğe sahiptir. Çeşitli politik rejimlere, ekonomik şartlara ve uluslararası statüye sahip ülkeler ev sahipliği yapmış, ancak Eurovision Şarkı Yarışması’nın ruhu her zaman aynı kalmıştır. Şimdilerde bu şarkı yarışmasının kitlesel, sınır-aşırı popülerliği, haklarında çok az şey bilenen ev sahibi ülkelere olan uluslararası ilgiyi artırmakta, bu ülkelerin sahip oldukları zenginlikleri milyonlarca izleyiciye sergilemektedir. KAYNAKÇA Aziz, A. (1999). Türkiye’de Televizyon Yayıncılığının 30 Yılı. Ankara: Türkiye Radyo Televizyon Kurumu. Aziz, A. (1996). Elektronik Yayıncılıkta Temel Bilgiler. Ankara: Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Yayınları, No: 5. Bekcan, U. (2012). Bir Soğuk Savaş Ürünü Olarak Eurovision Şarkı Yarışması. www.gencbakis.org (Erişim tarihi: 10-06-2012). TRT. (2012). Eurovision Song Contest. www.trteurovision.eu (Erişim tarihi: 25-06-2012).
Osmanlı İmparatorluğu’nda Giyim - Kuşam Kültürü MAKALE
Bilsen ŞAHİN
Samsun Olgunlaşma Enstitüsü Araştırma Bölümü
Giyimin Tanımı: Giyim insanın varoluşuyla öncelikle doğa koşullarından korunmak amacıyla ortaya çıkmış bir olgudur. Toplumların geleneklerini, göreneklerini, zevklerini ve yaşayış biçimlerini ortaya koyan bir yapıya sahiptir. Geçmişten günümüze çeşitli doğal toplumsal etik değerlerin etkisiyle biçim değişiklikleri göstererek, bugüne kadar ulaşmıştır. Osmanlı’da Giyim-Kuşam: Türklerin giyim kuşam kültürünü ile ilgili çok detaylı bilgiler bulunmamaktadır. Elde edilen bilgiler kazılardan, kurganlardan eldmezar buluntularından elde edilen bilgilerdir. Türklerde giyim tarihi Orta Asya’ya dayanır. Türklerin devlet kurduğu coğrafyanın etkisi ile “Bozkır Kültürü” olarak adlandırılmaktadır. Bozkır Türkleri göçebe hayat sürmeleri giyim eşyalarının koyun, kuzu, sığır, tilki ve av hayvanlarının derisi ile koyun, keçi, deve yününden yaparlardı. Eski Türkler ayrıca bez dokurlar, dokumalar için de kendir yetiştirirlerdi. Osmanlı giyim geleneği Orta Asya giyim kültürünün devamı niteliğindedir. Uzak Doğu giyim kuşamıyla akrabalıkları bulunur. Önden açık, boy giysileri entarileri ve kaftanlar Asya kökenli giyim tarzının devamıdır. Osmanlı giyiminde kullanılan önden açık, uzun kollu boy entarisinin kesim tekniği ile paralellik gösteren, en eski bilinen örnekler Pazırık Kurganlarında görülmüştür. Bu mezarlar İ.Ö. 5. Yüzyılla tarihlendirilmektedir. Kuzey Moğolistan’da İ.Ö. 2. Yüzyıla tarihlenen mezar buluntularında, aynı kesim tekniği ile hazırlanmış ipek kıyafetler bulunmuştur. Türklerin yüzyıllar boyunca batıya yönelişleri giyim geleneklerini batıya taşıdıkları gibi batının da etkilemesine sebep olmuştur. 9. Yüzyıl
Samarra duvar resimlerinde de, Doğu Türkistan tipi olarak adlandırılan bol paçaları büzülerek bilekte toplanmış şalvar ve entari figürü görülmüştür. Emel Esin Samarra’da bulunan Türk askerlerinin, Araplardan farklı olarak vücuda oturan üst üste iki tane kaftan giydiklerini bize aktarmaktadır. Birden fazla entari üst üste giyildiği gibi bunların üzerine kaftan, hırka gibi çeşitli üstlerde giyilmekte olup önde açık giysilerin kullanımı günümüze kadar devam edecektir. 1533’de İtalyan Marino Sanuto’ nun günlüğünde yer alan bilgilere göre Venediklilerin Preveze’de gördüğü genç Osmanlı Komutanı; Türk üsulu bağdaş kurmuş oturmakta ve gömleğin üzerine sarı atlas bir entari, onun üstüne de iri desenli brokar bir kaftan ve üstüne bir kaftan daha giymiştir. Selçuklu Kültürü ile Anadolu’ya taşınan bu giysileri minyatürlerde de görmekteyiz. Topkapı Sarayı Kütüphanesinde ki 13. Yüz yıla ait ‘Varka ve Gülşah Yazması’ önemli bir kaynaktır. Minyatürde 2 sevgilinin aynı biçimde giyindiği görülmektedir. Selçuklu kadınları, bol entarilerinin bellerine taktıkları kuşak ya da kemerle, dizkapağı ile topuk arasına da bir boyda kullanmışlardır. Türkler önden açık ve yırtmaçlı entarileri zaman zaman uçlarından bele toplayarak giymişlerdir. Entarilerin bele toplanması geleneği Selçuklu döneminden itibaren var olduğunu kaynaklardan öğrenmekteyiz. 20. Yüzyıl başına kadar kadın erkek ayrımı olmaksızın bu gelenek devam etmiştir. Osmanlı dönemine ait pek çok kıyafet albümünde eteklerini bele toplamış kadın ve erkek resimleri yer almaktadır. Güney Doğu Avrupa’da Osmanlı etkisi yerleşmeden önce iki ayrı grup vardı. Bu gruplardan
51
MAKALE
biri Bizans mirasçısı olan Ortodokslar yani Sırbistan ve doğusu, diğeri ise Roma Katolik Kilisesine bağlı olan Kuzey Arnavutluk , Hıristiyan, Macaristan gibi ülkelerdir. Bu ülkelerin giyim kültürü henüz Osmanlı topraklarına dahil olmadan ticaret yolu üzerinde yer almaları nedeniyle doğu etkisini almıştır. Osmanlı hakimiyetine geçtikten sonra buraya yerleşen Türkler ve Müslümanların etkisiyle giyim kültürü birleşmiş, buralarda gömlek, şalvar, entari, hırka ve kaftan yüzyıllarca giyilmiştir. Bu bölge zorunlu geçiş yolu olduğu için mecburi güzergahtır. Avrupalı birçok seyyah ile ressam tarafından giyim kültürü belgelenmiştir. Resimlerde halkın giyiminin bölgesel özellikler taşıdığı, ancak Osmanlı kültürünün uzantısı olduğu görülür. Batı ile 16. yüzyıldan itibaren giderek gelişecek olan siyasi ve ticari ilişkiler, birçok Avrupalının Osmanlı topraklarına gelmesine neden oldu. Bunlardan bazıları anılarını yazar ve resimler ekliyorlardı. Resimler Türk insanını Türkiye’yi tanıtmayı amaçlıyordu. 17. yüzyıldan sonra yalnızca kıyafet resimleri içeren albümlerde hazırlanmaya başlandı. Batı dünyasında Türk kıyafetlerini resimlemeye öncülük den 1549 ‘da Nicolas de Nicolay ile 1555’te Melchior ve 1589’da da Vecellio olmuş-
tur. Bu ressamlar genellikle elçilerle birlikte gelmişler ve onların günlüklerini belgelemişlerdir. 16. Yüzyılda popüler olan bu albümleri batılılar defalarca kopya yapmışlardır.17. yüzyılın başlarında Fransız elçisi de la Haye ile gelen ve sonra Faransız elçisi Marguis de Ferriol ile 1699’da İstanbul’a gelen sanatçılar kitap ve gravürlerini yayınlamışlardır. Daha sonra diğer elçilerle kalmış ve yağlı boya tablolar yapmıştır. 18. Yüzyıl Osmanlı dünyasına ilişkin bir çok detayı vermektedir. 17. Yüzyıldan sonra İstanbul’da batılılar için kıyafet resimleri ve albümler üreten atölyeler açılmış resimlerin altında her dilden açıklamalar yer alan seri üretim albümler hazırlanmıştır.17. yüzyıldan sonra bu albümler daha büyük boyutlu hale gelmiş ve minyatür üslubundan uzaklaşmıştır. 18. yüzyıl Osmanlı nakkaşlarından Levni ve Abdullah Buhari de albüm hazırlamış önemli sanatçılardandır. .Bu dönemin kıyafet ayrıntılarını resimlerde görmekteyiz. 18. Yüzyılda ‘Boğaziçi ressamları’ diye bilinen yabancı ressamlar faaliyet göstermişlerdir. 20. Yüzyıl başına kadar yerli sanatçılar Avrupalıların götürmeleri için, batılılardan öğrendikleri kıyafet albümü resimlemeyi , onların meraklarını giderecek şekilde iç mekanı ve Osmanlı yaşamını bilen kişiler olarak sürdürmüşlerdir.Dünyanın önemli müze ve kütüphanelerinde albüm olarak yada tek yaprak olarak bu kıyafet albümlerinden örnekler bulunmaktadır. Osmanlılarda kıyafet saklama adeti olamadığından ve albümlerin kaybolması nedeniyle kıyafet resimlemiş sanatçıların resimleri sayesinde yürütülmektedir. Osmanlı döneminde kadın erkek ayrımı olmaksızın, 19.yüzyılın sonlarına kadar fazla değişmeden, benzer öğelerle kullanıldığı zamanla kesimlerde küçük değişiklikler olduğu görülür. Bunlar temel olarak; İç gömleği, entari ve şalvardan oluşmaktadır. Gömlekler ayak bileklerine kadar uzun şeffaf ipekten olup üzerine entari giyilen entari veya hırka kısa olabilmektedir. Entari üzerine en çok giyilen üstlükler hırka, ceket, cepken ve kaftan olarak değişebilmektedir. Türk kıyafetleri kesim özelliği açısından geleneksel anlayış ile devam etmiştir. 17. Yüzyıldan itibaren batıdan gelen etkilere paralel olarak, işleme teknikleri ve bazı süsleme özellikleri
52
18. yüzyılın başlarından itibaren Lale Devri adı verilen dönemde elbisenin sıkıca bedene oturması veya kol ağzı kesimi gibi ayrıntılarla elbise modellerinde yeni uygulamalar olmuş, şalvar bollaşmıştır. Bu dönemde giysileri, İngiliz Elçisinin eşi olarak Osmanlı İmparatorluğu’na gelen Lady Mary Wortley Montagu’’nün mektuplarında son derece etkileyici bir şekilde tanımladığı gibi Levni ve Abdullah Buhari’nin minyatürlerinde tüm ayrıntıları ile gösterilmiştir. 18.yüzyılın ortalarına doğru elbiselerde etek boyu ayak bilekleri üzerine çıkmış, yaka göğüsleri gösterecek şekilde açık kesilmiş, etekler peşlerle iyice genişletilmiştir. Layd Montagu 18.yüzyılın önemli bir tanığıdır. Layd Mary’a 1 nisan 1717’de Edirne’den göndermiş mektubunda kendisi için hazırlanan kıyafeti ayrıntısı ile tarif etmiştir. Şalvar, uzun etek, ince gömlek ve uzun entari giymektedir. Gömleğin kenarları işlemeli, yakası elmas bir düğme ile kapanmaktadır. Entarisi vücuda oturmakta olan bir ceket gibi boyu kısa, ancak kolları uzundur. Elmas ve inci düğmeler ile sırma işlemeleri olup yakası oldukça açıktır. Entarisinin üzerinde de kaftanı vardır. Kaftanda vücuda oturmakta,
etekleri topuğa kadar uzanmakta, kaftanın kolları oldukça uzundur ve bileklerden sarkmaktadır. Belinde 4 parmak genişliğinde mücevherli tokası olan bir kemer vardır. Mevsime göre kullanılan bol cübbelerden söz etmektedir. Bunların ağır brokar kumaşlarla kaplanmış ermin yada samur kürkünden yapıldığını, kollarının ancak omuz altına kadar olduğunu söylemektedir. Ayağına ise beyaz keçi derisinden sırma işlemeli terlik giymiştir.
MAKALE
açısından etkilenmeye başlamıştır. Yüzyıllar boyunca dokumaların enleri izin verdiği ölçüde, giysileri vücuda uydurarak biçmek yerine basit kesim tekniği sürdürülmüştür. Kıymetli kumaşları ziyan etmeden kullanmak esas alınmış, buna rağmen kıyafetler göz oyalayan canlı parlak renkleri ve göze hoş görünen kumaş desenleri ile ustaca yapılmış işlemeleri ile bir sanat eseri estetiği taşımıştır. Entari ve şalvarın yapımında kullanılan bazı kumaşlar; kemha, seraser veya kadife iken, 18. Yüzyıldan itibaren desen kompozisyonları değişen hafif ipekliler kullanılmaya başlanmıştır. Canfes, atlas, çitira, sevai, Selimiye gibi ipekliler veya işlendikten sonra biçilen ‘hüseyni ‘ adı verilen kumaşlar, keten ve pamuk karışık ipekliler kullanılmıştır. ‘Hüseyni’ adı verilen entari yapımı için hazırlanan işlemeli kumaşlar 18. Yüzyılda işlenmeye başlanmış ve 19. Yüzyılda kullanımı artmıştır. 19. Yüzyılda elbiselerin işlemeleri, mercan ve inci kullanımı da işin içine girince iyice ağırlaşmıştır. Bu kumaşlar Galata’da veya Tepebaşı’nda işlendiği için Tepebaşı ve Galata İşi olarak adlandırılmıştır.
9 yüzyıl başlarında Avrupa kıyafetlerinde görülen kesim etkisini göstermeye başlamıştır. Örneğin üçetek entarilerin uzun etekleri ile uyumlu olan uzun kolları artık manşetli, düğmelerle iliklenen, bilek hizasında son bulan kısa kollara dönüşmeye başlamıştır. Avrupa kesimli kıyafetler İstanbullu usta terziler tarafından dikilebilmektedir. Osmanlı giysilerinde kumaşı ziyan etmeden kullanmak oldukça önemlidir. Avrupa kesim giysilerde ise birçok parça kalıba göre kesilmekte ve vücut ölçülerine uygun olarak birleştirilmektedir. Geleneksel giysilerde, kemerle veya kuşakla bele oturturken, Avrupa kesim kıyafetler ise korseler ve ya balenler yardımıyla vücuda uyumlu dikilmektedir.19.yüzyılda Avrupa kumaşların kullanımı da artık iyice yerleşmiştir. Avrupa’nın makinalaşmış tezgahlarından çıkan kumaşların ithali artmış bazı yerli kumaşların desenleri de taklit edilmiştir. Avrupa stili kumaşlar ve Avrupa’dan gelen aksesuarlar da iyice rağbet görmüştür. Başlangıçta bu giysileri hanımlar düğün gibi vesilelerle giyinmişler, daha sonra ise kullanımı oldukça yaygınlaşmıştır. Kaynakça: GÖRÜNÜR Lale, Osmanlı İmparatorluğu’nda Son Dönem Kadın Giysileri Sadberk Hanım Müzesi ARMAĞAN, Dursun Yıldırım, Prof. Dr. 21. Yüzyıla Girerken Geleneksel Türk El Sanatları SAZ,Leyla.Haremin İç Yüzü, Milliyet Yayınları İstanbul 1974 Kafesoğlu, İbrahim, Türk Milli Kültiirü, 4. Baskı, Boğaziçi Yayınları, İstanbuL, 1986. KOÇU, Reşat Ekrem Türk Giyim Kuşam Ve Süslenme Sözlüğü, Sümerbank Kültür, Ankara1967 OSMANOĞLU, Ayşe, Babam Sultan Abdülhamid (Hatıralarım) Ankara 1986 KARAKIŞLA, Yavuz Selim, Osmanlı Hanımları ve Kadın Terziler-I, İstanbul. 2003 TEZCAN, Hülya, Batılılaşma Döneminde Saray Kadının Modası, P Sanat Kültür AntikaDergisi, İstanbul 1998,
53
MAKALE
54
Fotoğraf : Mustafa BÜLBÜL
Musikiye Yakın Olmak? Şahin ÇANGAL
Nale-i dilsuz nay-ı Mevlevi ‘’Kul hü vallah-ü ahad’’ dır arife Ah-ı mana-ı seda-yi Mevlevi. (Midyat Bahari Beytur) Bu gün elime almaz oldum sazım Arşa direk, direk oldu avazım Dört şey vardır, bir karındaşa lazım Biri İLİM, bir KELAM, bir NEFES , bir SAZ. (Pir Sultan
Abdal) Bestekar, düşünür, araştırmacı Nail KESOVA: ‘’Musiki Meselleri’’ adlı kitabının önsözünde ilk satırında ne kadar güzel söylüyor: ‘’Güzel sanatların en güzeli olan musiki öyle bir manevi zevk istihsal eder ki bunu ancak Tanrı’nın bu zevki alacak kabiliyette yarattığı kulları idrak edebilir. Musikiden zevk almayana bu zevki anlatmak, bu zevki tattırmak çok zor…’’ Güzel sanatların hepsine ilgi duyuyor, zaman zaman izliyor, dinliyorum…Türk Halk Müziğine hayranım ama bunlar içinde karar kıldığım, içinde bestelerimle faal bulunduğum Türk Sanat Müziği olmuştur. Güzel bir beste yada bir söz yazmak, oluşturmak bir başka mutlu eder, beni ve sanki bir başka dünyadayımdır, o an. Bir başka dünyaya geçmek, bir başka sesli yaşamın içinde olmak,rengiyle kaynaşmak, bir başka güzel yaşam, gündemde kalıcık.Ve ben, biten her bestemin sonunda.’’Allah’ım, bana bir şarkı daha yapma fırsatı, ilhamı verdin, sana şükürler olsun,’’ derim. Türk Müziğinin, Musiki içindeki yeri bir başkadır.. Onun, bir başka güzelliği, ayrı bir kalıcılığı vardır. İçindeki o en ince hassa sesler, melodiler, neğmeler, ezgiler, duygular ve sözler bizi anlatır. Her nağmesinde, her birimiz kendimizden bir şey duyar, buluruz…. Çünkü o, bizim özümüz, duygularımız, yaşantımız…. Türk Müziğinin, gündemde kalması, yaşaması ve her kesime sevdirilmesi için eski o klasik eserlerin alt yapısını bozmadan yorumlanması ve bunların yanısıra yeni eserlere, konserlerde, tv. yayınlarında, programlarında yer verilmeli ve sunulmalıdır…. Her güzel sanatlarda yapılması gerekli olanda günümüze, çağımıza uygun çalışmalar içinde olmak ve sunmaktır. Kültür ve Sanat Etkinlikleri yönünde, Samsun İlimize geçmişte katkıları olmuş ve halende olanları şükranla anıyor, teşekkür ediyorum...Ayrıca, kültür ve sanatı yarınlara devam ettirecek, genç kabiliyetlere bilinçli v e kararlı çalışma dileklerimle başarılar diliyorum....Yarınlar sizindir....
MAKALE
o Musikiye yakın olmak, onunla dinlenmek bir başka güzel, bir başka haz. Yaşantımızda bize uzak olmayan, her geçen gün artan ses kirliliği içinde yakın olduğumuz musiki, bir başka sesin rengi, bir başka güzel sesli dünya, dünyamız. Musiki, insanlık kadar çok önceye ve köklü bir tarihe sahiptir.. Musikiyi izah edebilmek için, bir çok tarifler yapılmıştır.Bence en güzeli:’’ Sesleri kulağa hoş gelecek şekilde tertip etmek, bir başka deyişlede: ’’Ölçülü sesler vasıtasıyla da estetik bir tesir ve heyecan meydana getirme sanatıdır’’ Ses ve ölçü, en önemli vazgeçilmez ikilidir. Kelimelerin kendi sesi ile müzikteki melodi uyumu,müziğin değerini ve güzelliğini bir kat daha artırmaktadır. Musiki ile ilgili birçok yazılar yazılmış, çok sözler söylenmiştir. Dinleyen herkese, her millete ve bazı toplumlara göre de farklı algılanmış, farklı türde rağbet görmüş, benimsenmiş, farklı renkte, farklı yelpaze içinde icra edilmiş, edilmektedir…Ancak çok çeşitleri, nevileri olsa da esası şudur ki: Müzik, Ulusal dil. Dahası ulusal melodik dil. ‘’Musiki ruhun gıdasıdır’’(Konfüçyüs) Eyliyor erbab-ı aşka cezbedar,
55
MAKALE
56
Fotoğraf : Tansu TEKİN
Sözü Yükseltme Vakti Ömer İdris AKDİN
Dünya denen eni sonu belli bir mekan, bu kibir ve gurur şövalyelerinin kanlı elleriyle yeniden biçimlendirildiğinde, önümüze kan ve kir yumağından oluşan ağır bir bedel bıraktı. “Beyaz kafa” nın kendine cennet yaratma hazzını, ağızları sulanarak izleyen diğer halklar, kendileri için de bir oyun alanı ayrıldığını görünce batıya şükür secdelerinde bulundular. Artık onların da önlerine atılmış bir kemik parçası duruyordu; Modernleşme! Anlamlar dünyasını tekdüzeleştiren modern paradigma, insana özgü inanç ve değerler sistemini mekanik reflekslerle kilitliyor. Yeryüzü, gittikçe yayılan küresel determinizmin faşist çerçevesine oturtulmaya çalışılıyor. Daha müreffeh ve konforlu yaşam standardı adına, tüketim egosu denilebilecek yeni tarz insan refleksleri geliştiriliyor. Bir dünya cenneti yaratma ve bu cennetin tanrısı olma iddiasındaki modernizm, değerlerden yalıtılmış kütleler
oluşturma gayretinde. İradesi elinden alınmış, kütleleştirilmiş yığınlar, kişiliklerini, egemen standartların uygun gördüğü rollere adapte etmeye çalışmakta. Böyle olunca duyargaları köreltilen insan, yeryüzünü kasıp kavuran, soygun, talan ve cinayet şebekelerinin cürümlerini yalnızca “seyretmek”le yetiniyor ve hiçbir şey olmamış gibi itaatinin gerektirdiği ritüellere devam ediyor. Kurgulanmış bir yaşam, ahlak, onur, vefa gibi kavramlara, arkaik ve çağdaşı olarak bakıyor. Modern aklın kibirli saldırganlığına karşı duruşa geçen kim varsa bozguncu ve terörist olarak propaganda edilmekte. Evlerimizin en mahrem yerine sokulan medyatik kurgu, çocuklarımızı, geleceğimizi, ince ve sağmal vehimlerle dönüştürmeye çalışıyor. Kutsallarının içi boşaltılmış, gündelik hayatını polyanna tipi inanç örgüsüyle geçiren bir kişilik için, Irak’ta ve Afganistan’da binlerce insanın vahşice katledilmesi ve tecavüze uğraması, haber bültenlerinden gelip geçen birkaç görüntüden ibarettir.
MAKALE
Hangi zaman diliminde insanlık bu denli ve sürekli “kirlilik” ten bahis açtı? İnsan, “ egosu”nu merkeze aldığı ve bunu ideoloji haline getirdiğinden beri kendi cehennemini hazırladı. Dokunduğu her ne varsa kirlendi. Bütün kavramlar “ kullanıma elverişli” ve “ sağmal” hale getirildi. İnsan türünün başına gelebilecek felaketlerden biri oldu modern travma. Tanrı’ yı göklere hapseden bir ilah anlayışı, yeryüzünde, çıkarın ve benciliğin şotalarını inşa etti. Ve “ beyaz adam” yani batılı kafa, kendi türü içerisinde eşitler arasında birinci tahtına oturdu. Dünya, onun yaşam standartlarına hizmet etmesi için yeniden dizayn edildi. Bütün dini, ahlaki ve vicdani değerler bu, “beyaz kafa”nın tanımladığı çerçevede kendine yaşam alanı bulabilirdi. Gücün ve servetin her türlü değerden üstün ya da insana ait tüm kutsal değerleri dönüştürebilecek yegane unsur olduğunu bu mantalitenin “ bilimsel ve çağcıl” çıkarımlarından öğrendik. Kendinde Tanrı’ nın işlevlerini yeryüzünde yürütebilecek dehada gören bir zihin, elbette dokunulmaz ve itaat edilmesi gereken bir makamı işaret ediyordu.
Global piyasanın her gün değişik renk ve yöntemlerle dayattığı, kültürel, düşünsel ve biçimsel imajları, yaşam biçimlerine entegre etmekten başka bir işlevi olmayan yığınların tarihsel düşüşüne şahid oluyoruz. İnsanın nasıl mutlu olması, üzülmesi ya da öfkelenmesi gerektiği, sosyal ve siyasal ilişkilerini neye göre belirlemesi gerektiği, küresel etki merkezlerinde tasarlanarak dünyaya pazarlanıyor. Bu gün demokratik ya da kadife devrimler adı verilen Amerikan merkezli yönlendirmelere baktığımızda, değişim yaşayan ülkelerdeki kitlelerin Amerika’ya ve değerlerine toplu iman ayinleri düzenlediklerini görmekteyiz. Liberal- kapitalist sömürge akışkanlığının tıkandığı ya da tıkanma ihtimali olan ülkeler, bu fasit daireye giren ilk ülkeler oluyor. Acınası durumdur ki bu ahlaksız ve kirli strateji, medyatik ve teknolojik saldırganlık sayesinde gittikçe yayılıyor ve kabul görüyor. Teslim alınmışlık psikoloji içerisinde bir çok halk ya da devlet, kendini modern paradigmaya entegre etme uğraşısı içerisinde. Kim daha önce
57
MAKALE
ve “esaslı” köleleşecek arzusuyla birbirlerini parçalamaya başladılar. Duruşlarını ve vakarlarını koruyan tüm değerlerden bir an önce sıyrılıp oyunun içine girebilmek için “ kişiliksizleşmelerine” çağcıl maskeler buldular. Şimdi Global köyün kavalcısı, müsvedde haline getirdiği “ ikinci sınıfları” ilahlığını onaylamaya çağırıyor. Dünün vahşi sömürgenleri, geliştirdikleri “milenyum çağına uygun” tezgahlarda “ az gelişmiş ya da gelişmekte olan” deneklerini test ediyor. Standartlara uygun olmayanlar veya bu gidişe itiraz edenlere karşı “ bozguncu- şer odağı” yaftasıyla “topyekün savaş” çığırtkanlığı yapılıyor. Bu anlamda ülkemiz, yaşanan bilinç kırılmalarını hızlı ve iştahlı biçimde içselleştirilmesi bakımından tam bir labaratuar. Bulunduğu bölgede öncü. Diğer halklara örnek gösterilen ve kişiliksizleştirilmenin her tür ve yöntemini uygulama yönünde bir standart. Sıradan bir “dünya insanı” olma yolunda katledilen değerlerin başında haksızlığa karşı adaletten yana duruşumuzu törpülemek, başta gelen ödev. Bunun için içimizde biriken öfkeyi sahte “hümanizma” nın kollarında sterilize etmekle başladılar. Çevremizde olup bitenlere, yanı başımızdaki -ister bi-
Fotoğraf : Hakan ÖZSARAÇ
58
reysel ister toplumsal olsun- yıkımlara duyarsız birer menfaat düşkününden başka bir karakter bırakmamak önemli olan. Öfke ve adaletten yalıtılmış insan, kutsalını koruyacak, kutsalıyla yücelecek ya da kutsalını kuşanacak yapı taşlarını parçalamış insandır. Böylesine bir onursuzlaştırma ve “değerler”i yüzeyselleştirme operasyonu tarihin hiçbir diliminde bu kadar geniş uygulama alanı bulamadı. Şimdi “söz”ü yükseltmenin zamanı. Beyaz kafanın etrafımıza ördüğü duvarlara karşı sözün muhkem kalesini inşa etmek vakti. “ İnsan kalmak” dahası varlıkların en şereflisi makamını korumak şimdi “söz” e düşüyor. Satılmış ya da kiralık kalemlerden dökülen albenili zehirlere bakmayın. Onlar sadece soysuzlaşmanın ehramına taş taşımaktan başka ne yapabilir ki? Yeryüzünde duyan, gören ve akleden ve mutlaka kalbiyle akleden herkes, bu insan soyuna karşı girişilmiş hain saldırıya karşı en kavi cümlelerine sarılmalı. Sözle gelen öfke, adaletin, özgürlüğün ve erdemli toplumun kapısını açacak mihenk taşıdır.
Ben Sebahattin DÜLGER Aşık ERDEMLİ ben değil, elimdeki can dostumun şekli, telleri, sesi hatta adı bile değişti. Yeni can dostum kopuzun yerini alan “BAĞLAMA” oldu.Kopuzda tezene veya mızrap dediğimiz gereci kullanmazdım. Ama bağlamayı çalmam için “TEZENE-MIZRAP” kullanmaya başladım.Gerçi kullanmasam da bağlamam işe yarıyordu. Sadece parmaklarımı tellere dokundurarak veya sürterek bu çalma şekline “ŞELPE” derdik. Önemli olan benim Bağlamamla uyumlu olmam.Ha mızrap ha şelpe.Ancakşelpenin özelliği ve yeri başka.Eserlerime ayrı bir ruh katardı. Can dostum bağlamam çok şekil değiştirdi. Tellerin değişik takılması,sayıları bu değişikliğe zemin hazırladı.”DİVANCURA-BAĞLAMA-ÇÖĞÜR” yeni can dostlarımdı.
MAKALE
Ben hiç kendimi tanıtmadım. Hep tanıtıldım. Asıl adımı çoğu bilmez. Araştırmacılar, Akademisyenler tanıtanlarım oldu.Ustamın bana yakıştırdığı isimle (MAHLASLA) tanındım. Elimde kopuz denilen can dostum olmadan pek tanınmazdım. ”OZAN” dediler. Sonra “AŞIK” Dediler. Olmadı “SAZ ŞAİRİ” dediler. Durmadan ismimi değiştiriyorlardı. Ama ben aynı kişiydim. Kimileri beni okuma yazma bilmeyen, saz çalıp söz söyleme yeteneği olan kişi olarak tanıttı. Sazım ve sözümle işimi yapmaya gayret ettim. Aslında bulunduğum toplumun kültürü içinde gelenekten gelen biriydim. Bu gelenek denilen şey kendimi yenilememi engelledi. Evrende hemen hemen her konuda yenilik oldu; benim işimde olmadı. Hala geleneğin cenderesindeyim. İşte benim derdim bu. Halkın içinden gelen birisi olarak bazan kendimi bile tanımakta güçlük çekiyordum. Beni bana bir bıraksalar… OZANLIK DÖNEMİM. O zaman içerisinde elimde “KOPUZ” dediğim can yoldaşım vardı. Eğlencelerde, cenazelerde beni de ararlardı. Üfürükçülük yapar fal bile bakardım. Daha çok halkı yönetenlerin isteklerini karşılardım. Kese içinde bahşiş verirlerdi. Cenazelerinde kopuzumla acılarını paylaşırdım. ”AĞIT” söylerdim. Törenlerde devleti yönetenlere övücü şiirler “MERSİYE” okurdum. Halka öğüt sayılabilecek şiirlerimi taşa yazdılar. Hala o eserlerim duruyor. Hani kendimi eleştirmem gerekirse, halkın dertleriyle pek ilgilenmedim. Yöneticilerle, zenginlerle, ağa ve beylerle Uzun bir zaman geçirdim. Yazılanlara baktığımda yaptıklarımı aynen kaydettiklerini gördüm. Hatamı şimdi farkediyorum. Halkın içinden birisi olarak , onların dışında yaşamışım. AŞIKLIK DÖNEMİM. Ortaasya’dan önasyaya doğru ilerledikçe bazı değişiklikler oldu. İslamiyetin etkisi büyüktü. Öyle ki O kültür iş ismimi bile değiştirdi. Sade
Hepsinin ortak adı “SAZ” oldu. Sazım ve ben…. Hani et ve tırnak gibi.Ayrılmaz ikili. Halkın edebiyatının içinde benim de yerim önemliydi.”AŞIK EDEBİYATI” diye yeni bir edebiyatın yaratıcısı olmuşum.
59
MAKALE
60
Benim haberim yok.Edebi tarihçiler araştırmacıların yaptıkları tasnif.Bir dönem “DİVAN EDEBİYATI”’nın karşı tarafında yeralmışım.Divancılar şiirlerinde “ARUZ” ben se “HECE” ölçüsü kullandım.Ben hala hece ölçüsünü kullanıyorum.Sazımla anında hece ölçüsü kullanarak çalıp okuyordum.Bana “AŞIK” dediler.Artık ozanlığı tarihin arşivine kadırmıştım.Yeni ismimden memnundum.Aşık….Aslı aşk. Allah aşkı,insanaşkı,doğaaşkı,vatan aşkı….. Hepsinin temeli aşk.Yeni ismim hoşuma gitmişti.Halk bu isimle beni daha da sevdi.Bu sevgi beni kendime getirdi.Halk ve ben….. Ağalar,beyler,hakanlar için değil halk için çalıp söyleyen olmuştum.Bu benim için köklü bir değişimdi.Üst kademeye çalıp söyleme geleneği değişime uğramıştı.Halk için çalıp okuma… Kendimi geliştiriken bir yandan da çırak yetiştiriyordum.Çırağım sazımı taşır,şiirlerimiokur,türk ülerimi çalar söyler. Diger aşıklarla buluşmalarımızda bizleri izler ,bilgisinigeliştirir.Zamanla yetiştiğine kanaat getirirsem ,becerisine göre O’nun mahlasını belirlerim.Sazını eline verir ,elimi öptükten sonra aşıklığın meşakkatli alemine doğru yollarım.Gerisi ona kalmış. Halkımın sevgisi güçlenmeme sebep oluyordu. Acılarında söylediğim ağıtlar dillerde dolaşır oldu.İyi günlerinde de söylediğim türkülerim sevdalıların buluşma noktası olurdu.Halk ile bir arada olmak,onunlayaşamak,onu anlamak asıl benim zenginlik kaynağımdı.Eserlerimin yanında aşık oluşumda ki bazı farklılıklar halk arasında ilgi topluyor,saygınlığımı arttırıyordu. Badeli olduğum zaman yani.Evimde veya dışarıda uyuduğumda olur her şey.Kendimi çok şirin ve bol sulu ırmak kıyısında otururken beyaz sakallı,beyaz saçlı kişiler arasında bulurum. Yanıma gelirler ve sohbete başlarız.Genellikle söze gelenler başlar.Tas içinden veya avuçlarından bana bade içirirler.Elmanın yarısını yedirirler,parmağıma yüzük takarlar.Hatta yüzüğün içinden karşıya bakmamı isterler. Gördüklerimi anlatmamı isterler.Hoş sohbetin ardından “Sakın bizimle görüştüğünü belli bir süre kimseye anlatma.Hatta kimseyle konuşma Ve çalıp söyleme.” dedikten sonra mahlasımı verirler.Ben o mahlasımı söyleyerek uykudan uyanırdım .Hiç saz çalmasını ve şiir söylemesi-
ni bilmediğim halde o uyku sonucu değişikliği farkederdim.Hey gidi hey ne günler geçirmiştim… Birinde derimi yüzdüler.Birinde de darağacına çektiler.Bedenimi ortadan kaldırıp benden kurtulacaklarını zannettiler.Canım halkım, beni besleyen ,kanım toprağım herşeyim….Öyle bir sahip çıktı ki efsaneleştim.Öldürmediler ve gönül bahçesinde bana yer ayırıp daha da büyümemi sağladılar.Buyaşadıklarım,halkımın ezilmişliğini , sömürüldüğünü gördüğümde söylediklerimin sonucudur.İnanırmısınız insanın tek mezarı olurken,benim birden fazla mezarım vardı.Aynı mezarlıkta değil,yurdun çeşitli yerlerinde.Halkın sevgisi böyle bir şey işte. Birden bire şımardım mı ne….Kendimi ayağa mı düşürdüm… Şimdi ki analatacağım benim ne tarafım onu ben bile anlayamadım.Her halde sahte tarafım…Zahiri yanım belki..Adını siz koyun bu halimin.Sesim çok güzel.Güzel de saz çalyorum. Biraz da iyi denecek kadar şiir yazıyorum.Her söylediğim yerde beğenenlerim oluyordu. Bu durum hoşuma da gidiyordu.Benim de bir mahlasım olmalıydı.Ustam yok tu,badeli olmam zaten mümkün değildi.Ondan kolayı ne var. Kendi mahlasımı kendim belirlerim.Ya soyadımın sonuna bir “i” eklerim ya da ismimin önüne aşık eklerim olur biter.Bu halim bana para Kazanmanın yolunu da aralar gibi oldu.Atışmalarda “nallarım-çullarım” ayaklarını kulladığımda kimilerini epeyce güldürürdüm.Bu arada Çöplükten yiyecek toplayanlar,haksızlığauğra yanlar,ezilenler hiç dikkatimi çekmiyordu.Dini konulara daldım mı dinleyenlerim i mestederdim. Kuvvetlinin yanında olunca kendimi kuvvetli sayıyordum.Kuvvetin anlamını bilemez hale geldim.Yani ben beni yok ediyordum. İşte ben…… Asıldım,yüzüldüm hatta diri diri yakıldım.Bu zamanlarda ben bendim.Şimdiki halimi ben bile beğenmiyorum.Acaba ben toplumun Neresindeyim ? Yoksa kenara mı itildim. Sesimi kendim bile duyamıyorum. Beni bulan insaniyet adına gönül adresime göndersin. Saygılarımla.
MAKALE Fotoğraf : Abdullah SEZGİN
61
Şiirsel Manzum Öykü: TÜRKÇE’YE GÖNÜL VERENLER
MAKALE
Bu kutsal ülkede dirlikteyiz Geçmişten geleceğe birlikteyiz
Çağlardan çağlara gür bir ırmak Türkçe’yle uyanmak, Türkçe ile yaşamak
Korkut Ata, o bilge ozan Alplık yiğitlik öykülerinde Bilge Dede Korkut, değişleriyle Kopuzuyla erdemli özdeyişlerşiyle “ Boy boylamış soy soylamış” Duru arı Türkçe’siyle: “Yüce yüce dağların yıkılmasın Kabalıca ağaçların kesilmesin!”
Yalvarıp yakarmış Tanrı’sına Övgülerin gür sesiyle “Yücelerden yücesin kimse bilmez nicesin börklü Tanrı!” Yüzyıllarca bu duru kaynak Akar gider öylesine ak öylesine berrak Destanlar yaşanmış Anadolu’da Türkçe geleceğin güvencesi olmuş Zaferlerle dalgalanmış bayrak bayrak
62
Divan-ı Lügat-ı Türk’te Türkçe ulusuyla güçlü Türkçe varoluştaki hak Savlarda, sagularda, destanlarda Tanrı ordusuna adanmış
Bu kutsal toprak Karamanlı Mehmet Bey soy soylamış “Bundan geru mecliste tüm kurumlarda Aile ocağında – yurt bucağında Türkçe’den başka dil kullanılmayacaktır!” Deyu yol göstermiş buyruk eylemiş Zamanla unutulmuş bu buyruk da Uzakların uydusu olan savruk kafalar Ham ürünü sever olmuş hası ufalar Farsça’ya, Arapça’ya meyletmiş Osmanlı kafasıyla Cem meyiyle, acem yarmasıyla Divanlar düzmüş Saray’a Övgüler, senalar altın paraya…
Ve sonradan sonra Mösyöler, mönşerler, madamlar Alafranga adamlar türemiş Avrupa bozuntusu Aslı unutmuş da almış tersi Sanki soğuk soğuk sözcük Gevelenmiş “Bauceup Mersi” Yamuk diliyle dili haşlamış Kendini kendinden dışlamış Gele gele başlamış bir büyük sancı Yüzbinlerce işyeri aş yeri adı
Sıtkı ÇAĞLAYAN
Ölümsüz kılan Ayakta tutan candır Dil kendini tanımaktır Dil dünü, bugünü Yarını anlamaktır
Uyanır bir bilge- bilgin Aman sakın ha - sakın ha! Beni dinleyin bana bakın ha
Dilimizi düşürmeyin Hainlerin karanlık tuzaklarıyla “Gut bye Türkçe!” dedirtmeyin Bu kutsal vatanı yedirtmeyin Kamalı haçlı karalılara Sonra Hakkını Helal etmez sana Anadolu’da kutsal Ana Topraktaki canlar Kızlar- kızanlar Türkü söyleyenler “Ne Mutlu Türküm” diyenler Türkçe sevdalısı kahramanlar Öztürkçenin başındaki taç Denemeci – eleştirmen Nurullah Ataç
Nice duru Türkçe yazanlar Genç kalemler Öykücüler – Ozanlar
Türkü söyleyen Türkücüler Nice duyan duyuran Nice uyanık Nice geçmişe tanık
Ömer Seyfettin , Ali Canip Sait Faik Abasıyanık Ve bir yeni ses Bir yeni okul “Ben bir Türküm Dinim Cinsim Uludur Sinem özüm ateş ile doludur İnsan olan vatanının kuludur” Diyen Mehmet Emin Yurdakul Sonra büyük düşünür büyük alp “Güzel dil Türkçe bize Başka dil gece bize” Diyen Ziya Gökalp Ve sonra Güneşi içenlerin Türküsünü dinleten “Bir barış türküsü söyleyecek yine” Diyen büyük ozan Nazım Hikmet Türk ırkını betimler bir şiir mimarınca
MAKALE
Sırıtır olmuş uzak yabancı ve yancı Işıklı tanıtım tabelalarında Ana-baba görmez olmuş da yarınları Gut bye ile uğurlamış Günaydınlı çocukları Oysa bilen bilir Dil ulustur Dil vatandır Dil; Kahramanları Şehitleri, ozanları
“Alev bilekli süvariler kamçılıyor Şaha kalkan atlarını Biz topraktan ateşten sudan Demirden doğduk Güneşi emziriyor çocuklarımıza karımız Toprak kokuyor bakır sokaklarımız!” Ve bir yanda destanlar yankılanmış Deryalarca – ovalarca- dağlarca Özgürlük ozanı Arı Türkçe’siyle O gür sesiyle Göklerde gürler Atayı anlatır Atalarca Fazıl Hüsnü Dağlarca: “Atılıyorduk kafire Hepimizin bir yanı hilal gibi Bir göz vardı üstümüzde göklerden Mustafa Kemal gibi” Düşünürüz, inanırız değişimiz bu Yaşayacak Dünya durdukça Türklük Yaşayacağız bu Ülkede birlikte Atatürkçe Gönüllerimizde sevgi Yüreğimiz özgürlük Yaşayacak bizimle bu güzelim Türkçe Sıtkı ÇAĞLAYAN
63
MAKALE Fotoğraf : Abdullah SEZGİN
64
“Çırpınırdın Karadeniz…” Mesut Taner GENÇ Samsun Kültür Sanat Platform Derneği Başkanı
Türk olmasa bile Türkçe konuşanlar (Türkleşmiş Moğollar) ve Türkçe konuşmasa da Müslüman olanlar, soyca Türk olan Yahudiler (Ha-
zarlar, Karaimler), Karadeniz’i kuşatan nüfusun neredeyse tamamını oluşturuyordu. Bunların yanına, Türk soylu olan, Türk dillerinden birini konuşan ve Hıristiyan olanları da eklemeliyiz (mesela bizim gibi Türkçe konuşan Gagavuzlar). Karadeniz’e veya Hazar denizine dökülen ırmak ağızlan, Türk dillerinden birini konuşan Malilerin, İtil Bulgarlarının, Çeremişlerin, Suvarların, Burtazların, Tatarların denetimindeydi.1
MAKALE
Birkaç yüzyıl öncesine kadar Karadeniz kıyılarının her köşesinde Türkçe konuşulurdu. Güneyinde Bizans yönetimi olmasına karşılık, kuzeyi tamamen Türk soylu kavimlerin egemenliği altındaydı. îbn Batuta, 14. yüzyıl sonunda Karadeniz’in kuzeyine de seyahat etmiş ve eserinde egemen dilin Türkçe olduğunu beyan etmiştir. Gerçekten de Karadeniz’in çevresi çeşitli adlarla anılan sayısız Türk ve/ veya Müslüman topluluğu tarafından halka halka kuşatılmıştı.
Ukrayna’nın Odessa İlinden resmi bir heyet Haziran 2012 de ilimizi ziyaret etmişti. Resmi heyete başkanlık eden Odessa İlinin vali yardımcısı Samsun Büyük Otelde yaptığı bir konuşma sırasında Odessa’nın geçmişteki adının Hacı
65
MAKALE
Bey olduğunu söylediğinde içimde bir şeylerin acıdığını hissetmiştim. Kırım’da, Akmescit ve Bahçesaray’ı Anapa’yı biliyordum, ama Hacı Bey’i ilk kez duymuştum. İçimizde kaç kişi bu bilgiye sahiptir bilinmez ancak Karadeniz ve kıyılarının geçmişte tamamen bir Türk- Müslüman coğrafyası olduğunun ispatı idi. Oysa bugün, sözünü ettiğimiz geçmişin izi bile yok. Peki, bütün bu insanlara ne oldu? Katliamlara, soykırımlara uğratıldılar, sahipsiz kaldıkları için göç ettiler. Kimi Anadolu’ya kimi Sibirya’ya sürgün edildi. Önemli bir kısmı da açlık ve salgın hastalık nedeniyle öldüler. İşte bu yazıda Osmanlı bakiyesi topraklardan nice acılara, zulümlere ve hatta soykırımlara maruz kalarak yaşadıkları yurtlarını terk etmek durumunda kalan ve
Türkiye’ye sığınan Türk ve Müslüman halkların başlarına gelen felaketleri ve sürgün edilişlerinin öyküsü anlatılmaktadır. Önce bozgun, sonra zulüm ve ardından da sürgünün dramatik hikayesi. Özellikle Karadeniz ve içinde yaşadığımız şirin Samsun nüfusunun büyükçe bir bölümü Balkanlardan, Rumeli’nden Kafkasya’dan zorunlu olarak göç etmiş bulunan Balkan Türkleri, ve Kafkas kökenli halklardan oluşmaktadır. Bu nedenle öykünün konusu sürgün edilenlerin dedeleri, nineleri kısaca atalarıdır. Kimileri konunun geçmişte kaldığını ve bu konuları deşmenin, kaşımanın bir faydası olmadığını ifade edebilirler. Amacımız kin ve düş-
66
manlık tohumları serpmek, nefret duygusu uyandırmak da değil. Ancak geçmişini unutan toplumların gelecekleri de olmaz. Bu günkü refah ve medeniyetlerini, dakikada binlerce mermi atabilen makinalı tüfeklerini, ok ve yaydan başka silahları bulunmayan halkların üzerine çevirip, acımasız katliamlar yaparak, işgal ettikleri ülkelerin kaynaklarını gasp ederek elde ettiklerini, ayrıca köleci ve ırkçı geçmişlerini unutanlar, Türk milletini soy kırımla suçlamaktadırlar. Haçlı seferlerinden beri batıda var olan Türklerle ilgili olumsuz yargı artarak devam etmiş, 19. ncu yüzyılda Osmanlı halklarının uğradığı kıyam ve katliamlar batının
uygar(!) devletleri tarafından alkışlanıp desteklenmiştir. İngiltere’nin Darwinist başbakanı William E. Gladstone 1874’te Bulgar isyanları sırasında Osmanlı Hükümetini eleştirirken ‘’ Türkler insanlığın insan olmayan numuneleridir. Medeniyetimizin bekası için onları Asya steplerine geri sürmeli veya Anadolu’da yok etmeliyiz’’2 diyordu. Diğer İngiliz siyasetçileri de sürekli olarak Türk Milletini, Avrupalı ileri ırklara boyun eğmesi gereken ilkel bir ırk olarak göstermeye çalışmışlardır. Bu propagandanın dayanağı Charles Darwin’di. Darwin’in üstün ırk teorileri Avrupa’nın sömürgeci ülkelerinin siyasi
ve idelojik felsefesini oluşturmuştu.
Tarihin en acı derslerinden biri şudur: Yeterince uzun zamandır aldatılmışsak, ortaya koyan her türlü kanıtı reddederiz. Gerçeği bulmakla ilgilenmeyiz artık. Aldatmaca bizi kafeslemiştir. Carl Sagan 1999 Osmanlı üzerinde yaşadığı bütün topraklarda halklara çok geniş dil, din ve kültürel serbestlik sağlamıştı. Osmanlının güçlü olduğu dönemlerde ideal bir toplum görüntüsü veren bu yapı devletin zayıflaması ve kışkırtmalarla birlikte Osmanlının sırtına inmek üzere kalkan sayısız sırt hançerine dönüşmüştür. Hemen
1923’te ise Müslüman ülkesi durumunda kalan, yalnızca Anadolu, Doğu Trakya ve Güney Kafkasya’nın bir kesiminden ibaretti. Balkanlardaki Müslümanların çoğu gitmişti; ya ölmüşler, ya da göç etmek zorunda bırakılmışlardı; kalanlar, Yunanistan’da, Bulgaristan’da ve Yugoslavya’da cep [adacık] durumundaki yerleşim bölgelerinde yaşıyorlardı. Kırım’ın, Kuzey Kafkasya’nın ve... [bugünkü] Ermenistan’ın Müslümanlarını aynı yazgı haklamıştı; onlarda, kısa söyleyişle, gitmişlerdi [yok olmuşlardı]. Çoğu Türk olan milyonlarca Müslüman ölmüştü; milyonlar- c a s ı b u g ü n kü
MAKALE
Tarihi gerçekler batılılar tarafından sürekli çarptırılmaktadır, üstelik kendi halklarını da kandırmaktadırlar. Günümüzde Ermenilerle ilgili olarak Türkler hakkında ileri sürülen çarpık iddialar da maksatlıdır.
doğusunu hem batısını ve Arnavutluk ile Bosna’dan Karadeniz’e kadar uzanıp, hemen hemen tümü Osmanlı imparatorluğu ülkesi içinde bulunan Güneydoğu Avrupa’yı kapsıyordu...
belirt-
mek isterim ki makalede yer alan ifadelerin büyükçe bir bölümü kitaplarını büyük bir takdir ve hayranlıkla okuduğum müellif İbrahim Okur’un ‘’İkinci Binyılın Hikayesi’’ isimli kitabından yapılmış alıntılardır. Justin McCarthy, Karadeniz’in söz konusu gerçeğini incelediği Ölüm ve Sürgün adlı eserinde sözlerine şu cümlelerle başlıyor3 “1800’lerde Anadolu’da, Balkanlarda ve Güney Rusya’da, pek geniş bir Müslüman ülkesi vardı. Bu, sadece Müslümanların egemen bulunduğu bir ülke olmakla kalmıyordu;... Bu ülke, Kırım ile alt bölgelerini, Kafkasya yöresinin çoğu bölümünü, Anadolu’nun hem
Tü r k i ye’y i oluşturan ülkeye sığınmıştı. 1821 ile 1922 arasında, beş milyondan fazla Müslüman, ülkelerinden sürülüp atılmışlardı. Beş buçuk milyon Müslüman’ın kimi savaşlarda öldürülmüş, diğerleri sığıntı durumunda iken açlıktan ve hastalıktan canını yitirerek ölmüşlerdi “ Günümüzde Karadeniz’i kuşatan devletler, buraların eski sakinlerinin acıları ve kanı üzerine inşa edilmiş devletlerdir. Mc Carthy, söz konusu eserinde, Karadeniz’in tarihini anlatabilmek için katliamları, sürgünleri ve göçleri incelemek gerektiğini söylüyor ve aksi takdirde konunun araştırılmış sayılamayacağını ifade ediyor. Bunun yanında, emperyalizmin tarihini yazanların, son 500 yılda Afrika’daki ve Afyon Savaşları sırasında Çin’deki katliamları geniş olarak araş-
67
tırıp anlatmalarına rağmen, Karadeniz çevresinde olup biten vahşeti araştırmadıklarından yakınıyor.
MAKALE
Osmanlı egemenliğinin sona erdiği ilk Türk/ Müslüman toprağı Kırım’dır. Karadeniz bölgesinde çözülme, önce Kırım’da başlamıştır. Kırım’dan Türkiye’ye kitle göçleri, esas olarak 1783’de Kırım Hanlığı’nın ortadan kaldırılarak Rusya İmparatorluğu’nun Kırım’ı ilhâkını müteakip gerçekleşmiştir. Kırım’dan Osmanlı İmparatorluğu’na asıl kitle hicreti dediğimiz ve son derece dramatik neticeleri olan muazzam sosyal olgu muhakkak ki Kırım Hanlığı’nın yıkılmasına takaddüm eden yıllarda başlayan bir süreçtir. Kırım’ın kaderine damgasını vuran 1768-1774 Osmanlı-Rus Savaşı esnasında Rusya ordusu 1771’de Kırım’a girmeyi başardı. 1770’lerden itibaren Kırım’dan Osmanlı topraklarına doğru dalgalar halinde başlayan Kırım Tatar göçü 1920’lere kadar tek bir yıl bile durmadan devam etmiştir. Bir tahmine göre, 17831922 yılları arasında Osmanlı ülkelerine göç eden Kırım Tatarlarının sayısı en az 1.800.000 idi. En büyük göç 1853–1856 Kırım Harbi’nin müteakip on yıl içinde oldu. 1856’da Müttefiklerce işgal edilmiş bölgelerdeki Kırım Tatarlarından on bin kadarı da, Müttefik orduları Kırım’dan çekilirken onlarla birlikte vatanlarını terk ederek Osmanlı topraklarına tahliye ve iskân edildi. Neticede, 1860’da ve onu takip eden bir kaç yıl içinde en az 200.000 Kırım Tatarı sefilâne şartlar altında Türkiye’ye gitmek üzere Kırım’ı terk etti. O zamana kadarki en büyük göç dalgası buydu Rumeli’ne yerleştirilen Kırım Tatarlarından pek çoğu “93 Harbi”ni yani 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nı yaşayarak, daha vatanlarından geleli 20 sene bile olmaksızın artık Bulgaristan yahut Romanya haline gelmiş olan iskân yerlerinde kendilerini tekrar Hristiyan idaresi altında buldular. Böylelikle, bu insanların çoğu ikinci bir hicrete, yani Rumeli’nden Anadolu’ya göçe başladı. Diğer bir ifadeyle, 1878 sonrası Rumeli göçleri dediğimiz muazzam göçlerin içinde Kırım Tatarları da vardı. Kasım 1920’de Kırım kesin olarak Bolşevik yani Sovyet hâkimiyeti altına girdi. Asıl büyük felâketler de bundan sonra başladı. Sov-
68
yet politikalarının doğrudan bir neticesi olarak 1921–1922 yıllarında Sovyet Rusya’da benzeri görülmemiş bir açlık meydana geldi. Bu açlıkta bütün Sovyet Rusya’da beş milyon civarında insan öldü. Kırım yarımadası da açlığın en feci sahneleriyle yaşandığı yerlerden biriydi. Nitekim, Sovyet rejiminin bütün engellemelerine rağmen açlıktan mahvolma durumuna gelmiş yaklaşık on bin Kırım Tatarı bulabildikleri deniz araçlarıyla Türkiye’ye iltica etti. Tam o günlerde Türkiye İstiklâl Savaşı vermekteydi. Buna rağmen, bu mülteciler Türkiye’ye kabul ve iskân edildikleri gibi, tam da Büyük Zafer günlerinde Türkiye’den Kırım’a açlık yardımı bile gitti. 4 O yıllar Samsun şehrinin sahilleri Kırımdan bulabildikleri ilkel teknelerle Samsun’a gelen Tatar soydaşlarımızla dolup taştığı halen söylenilir.. Önceleri çadırlarda kalarak hayatlarını güç koşullarda idame etmeye çalışan bu insanlar sonraları Samsun ilinin yerli ahalisi ile karışmışlardır. İlkadım ilçesinde bulunan Bahçelievler mahal-
lesi ‘’şimdiki DSİ’ nin arkası’’ Tatar mahallesi olarak adlandırılırmış. Büyük tarihçilerimizden Halil Prof.Dr.Halil İnalcık, Prof.Dr.İlber Ortaylı ve Prof. Dr.Kemal Karpat da geçmişte Türkiye’ye göç etmiş olan Kırım’ın ünlü Tatar Türklerindendir. 1783 yılında Kırım’ın Rusya İmparatorluğunca ilhakıyla birçok kez Rus devlet adamları tarafından sürgün kararı konusunda görüşülmüştü. İkinci Dünya Savaşı’nın 1941 - 1944 yılları
arasında Nazi işgali altında olan Kırım’da, Kırım Tatarlarının Naziler ile “işbirliği” içinde olduğu gerekçe gösterilerek 1944 yılında Sovyet hükümeti tarafından (toplu sürgün kararı çıkarıldı.
Mayıstan 10 Kasım’a kadarki süreç içerisinde Özbekistan’a sürülen Kırım Tatarlarından 10.105 kişi açlıktan ölmüştür. NKVD verilere göre yaklaşık 30.000 (% 20) kişi, bir buçuk yıl içinde sürgünde öldü. Kırım Tatar aktivistlerin verilerine göre ise nüfusun yaklaşık %46’sı bu zaman içerisinde hayatını kaybetti. Sürgün boyunca toplam nüfusun yaklaşık %45’i açlık, susuzluk ve hastalık nedeniyle ölmüştür. 5 “Kırım Türklerinin üç gün içinde tamamen vatanlarından sürgün edilmesi operasyonunun başarıyla neticelenmesi şerefine, 19 Temmuz 1944’te bir tören tertip edilmiş ve operasyonda görev alanlar, Sovyet yönetimi tarafından ödüllendirilmişlerdi. Ancak tören sırasında gelen bir haber, Arabat adlı bir Türk köyünün unutularak boşaltılmadığını gösteriyordu. Azak Denizi ile Sivaş arasında yer alan Arabat köyünün halkı, balıkçılık ve tuz üretimi ile uğraşan köylülerdi. Sürgünlerden sorumlu memur Kobulov adamlarına, iki saat içinde orada tek bir Kırım Türkünün kalmaması yönünde emir verdi. Oysa Kırım Türkleriyle dolu yük katarları çoktan yol almıştı ve onlara yetişme imkânı yoktu. Bunun üzerine Arabat’taki bütün Kırım Türkleri oldukça büyük ve eski bir gemiye bindirilerek mahzene kapatıldılar. Gemi denizin derin bir yerine getirilerek ambar kapakları açıldı ve bu gemi, içindeki insanlarla birlikte batırıldı. Yaşanan korkunç olayın sonunda,
Hepsi gittikten sonra, yurtlarından edilmiş bütün halkların isimleri sanki orada hiç yaşamamışlar gibi- resmi kayıtlardan silindi. Ayrıca Kırım Özerk Cumhuriyeti de tamamen eritilip yok edildi. Kırım, basitçe bir Sovyet bölgesi hâline geldi. Yerel idareler, özellikle mezarlıkları tahrip ettiler, kasaba ve köylere yeni adlar verdiler. Buraların eski sakinlerini tarih -ve sanat tarihi- kitaplarından da tamamen sildiler6
MAKALE
Sürgün, 18 Mayıs 1944 tarihinde tüm Kırımlı yerleşim yerlerinde başladı. Toplamda 193.865 Kırım Tatarı sürgün edildi. 151.136 kişi Özbekistana, 8.597 Mariye, 4.286 Kazakistan’a geriye kalan 29,846 kişi ise Rusya’nın çeşitli oblastlarına sürgün edildi.
Arabat köyünde yaşayan Kırım Türklerinden kurtulan tekbir kişi bile olmamıştır. Arabat Köyü operasyonundan sonra, görevli Kobulov da,Kırım’ın artık Türklerden “tamamen” temizlendiğini belirten raporunu yukarıya iletebilmiştir”
Osmanlı yönetimi, tarihte hiçbir zaman Ruslara veya Slavlara ait olmamış olan Kırım’da ortaya çıkan sorunun üstesinden gelmek isterken Yunan İsyanı çıkmış, gerileme süreci daha beter hareketlilik kazanmıştır Mc Carthy’nin sözünü ettiğimiz eserinde, Mora’daki Türk köylerine yönelik sistemli katliamlar hakkında, görgü tanıklarına dayanan epey bilgi bulunmaktadır. Bunlardan biri George Finlay’dir. Finlay, 1861’de yazdığı Yunan Ayaklanmasının Tarihi adlı kitabında söz konusu katliamları şöyle anlatmıştır7: “1821 Nisanında, 20 bin kişi toplamına yakın bir Müslüman nüfus Yunanistan’da [Mora demek istiyor] dağınık olarak yaşıyor ve tarımda çalışıyordu. [Ayaklanma başlamasının üzerinden] Daha iki ay geçmeden bunların çoğu kıyımdan geçirildiler; adamlar, kadınlar, çocuklar, hiç acımadan ve sonra da pişmanlık duyulmadan öldürüldüler. [1861 ‘i kastederek] Yaşlılar hâlâ, taş yığınlarını parmakla gösterip, gezginlere, ‘işte şurada Ali Ağa’nın pyrgos’u, kulesi vardı; burada hem onu, hem eşlerini ve hizmetkârlarını öldürdük’, diye an-
69
MAKALE
latırlar ve bunu anlatan yaşlı adam, yolu üzerinde bir öç alıcı meleğin bekliyor olabileceğini aklına bile getirmeden, bir zamanlar Ali Ağa’nın olan tarlaları sürmek için yürür gider. İşlenen suç bir ulusun suçu idi ve onun vereceği sıkıntılar ne olursa olsun, bu sıkıntılar, bir ulusun vicdanında duyulmak gerekir; bu günahı bağışlatacak davranışlar da o ulusça yapılmalıdır.” Thomas Gordon adlı bir başka yazarın 1832’de
yayınladığı gözlemlerinde de söz konusu katliamlar geniş yer tutar. Anılan eserde, Patras başpiskoposu Germanos’un “Hıristiyanlara huzur! ... Türklere Ölüm!” diye bağırarak katliam kışkırtıcılığı yapması anlatılmaktadır. Alison Phillips adlı bir yazar, ‘Yunan Bağımsızlık Savaşı, 1821-1833” adlı eserinde şöyle demektedir: “Nisan ayında ayaklanma, genelleşmişti. Her yerde, daha önceden kararlaştırılmış bir işareti almış gibi, köylüler ayaklanmakta ve yakalayabildikleri bütün Türkleri, erkeğiyle, kadınıyla, çocuklarıyla, kıyımdan geçirmekte idi ‘Hiçbir Türk kalmayacak/Ne Mora’da, ne dünyada!’; ağızdan ağza dolaşarak bir kökten kazıma savaşının başlangıcını ilân eden şarkı, böyle diyordu. Mora’da Müslüman nüfusu 25 bin kişi olarak hesaplanmıştı. Ayaklanmanın patlak vermesinden sonraki üç hafta içinde, kentlere kaçabilenler dışında tek bir Müslüman bırakılmamıştı.” George Finlay de kitabında sayılar vermektedir:
70
“Hıristiyan halk, yarımadanın her bölümünde Müslüman halka saldırdı ve hepsini öldürdü Kalelere sığınanların geri dönüş umudunu yok etmek için Müslümanların evleri yakıldı, mülkleri tahrip edildi Martın 26’ sından Nisanın 22’sine düşen Paskalya Pazar’ına kadar, göz kırpmadan 15 bin [Müslüman] kişinin can verdiği ve yaklaşık 3 bin çiftlik evinin ya da [başka] Türk konutunun oturulmaz hâle getirildiği sanılmaktadır.” Yine yukarıda adı geçen Phillips’in eserinde öldürmeden önce işkence yapıldığı da şu cümlelerle anlatılmaktadır: “Üç gün boyunca zavallı [Türk] yerleşimciler, bir vahşiler güruhunun şehvetine ve zulmüne teslim edildiler. Ne cinsiyet ne de yaş yönünden bir esirgeme yapıldı. Kadınlarla çocuklar [dahi] öldürülmeden önce işkenceden geçirildiler. Kıyım öylesine büyük ölçekteydi ki, [çetelerin serdergesi] Kolokotrones’in kendisi bile, kasabaya girdiğimde yukarı hisar kapısından başlayarak atımın ayağı hiç yere değmedi demektedir. İlerlediği zafer kutlama töreni yolu, cesetlerden bir örtüyle döşenmişti İki gün geçince, Müslümanlardan sağ kalabilmiş perişan durumdaki insanlar, her yaştan ve cinsiyetten aşağı yukarı iki bin kişi, çoğunlukla da kadınlar ve çocuklar, gaddarca toplanıp bitişik dağlardaki bir dere yatağına gömüldüler ve orada koyun gibi boğazlandılar.” Justin Mc Carty eserinde, C. M. Woodhouse tarafından 1952’de yayınlanmış bir kitaba dayanarak olayları şöyle değerlendirmektedir8: “Yunanistan’daki Türklerin telef edilmesi, savaş zamanının olağan telefatı değildi Türklerin hepsi kadınlar ve çocuklar da o arada olarak, Yunan çetecilerince alınıp götürülüyor ve öldürülüyorlardı; tek istisna az sayıda kadınla çocuğun köleleştirilmesi idi Türkler bazen, ayaklanmanın coşkunluğu içinde ve eski efendilerin şimdi alt edildiğini görmenin mutluluğu ile anında öldürülüyorlardı Ama çoğu kez işlenen cinayetler önceden tasarlanarak ve soğukkanlılıkla işleniyordu. Kasabaların Türk halkının tümü kasabadan toplanıp uygun bir yere götürülüyor ve orada kıyımdan geçiriyordu.”
Bu hal Osmanlının son döneminde Ermenileri de cesaretlendirdi. Onlar da yüzyıllar önce Bizans katliamlarından Türkler sayesinde kurtulduklarını unuttular ve kendi yurtlan saydıkları Doğu Anadolu’yu Hazar denizine kadar Türk’ten temizlemek için harekete geçtiler. Ama evdeki hesap çarşıya uymadı. Osmanlı’nın bölgeye gereken önemi vermemesi yüzünden Ruslar Kafkasya’da yalnız başlarına kalmışlar ve kararlılıkla sürdürdükleri askeri harekâtlarla bölgeyi denetimleri altına almışlar ve neredeyse tamamı Müslüman olan Kafkasya’dan Müslümanları sürmüşlerdir.
Ruslar, İngiltere ve Fransa gibi rakiplerinin ulaşamayacağı bir coğrafya olan Kafkasya’da, Türk ve diğer Müslüman toplulukları, katletmişler, Osmanlı topraklarına kaçmak zorunda bırakmışlar veya köleye ihtiyaçları olduğu için Sibirya’ya sürgüne göndermişlerdir. Ne var ki Kafkasya’da bu iş Balkanlardaki kadar kolay olmamıştır. Askerleri Polonya’dan Astrahan’a, Sibirya’dan Urallara kadar olan geniş bir coğrafyadan temin ediyorlardı ki, askerlerin neredeyse hiçbiri Rus değildi. Oysa Kafkasya halkları, Ruslara karşı sadece öz kaynaklarıyla savaşmak zorunda kalmışlardır. Üstelik içlerinde Ruslarla işbirliği yapanlar da vardı. Ne var ki, olanca eşitsizliklere rağmen, Kafkas Müslümanlarının Ruslara karşı mücadelesi muazzam olmuştur.
MAKALE
Avrupa devletlerinin Mora ayaklanmasındaki katliamlara seyirci kalması, hatta bu tür katliamcıları cesaretlendirmesi- daha sonra başka yerlerde de örnek oluşturmuş, katliamların, yapanların yanına kâr kalması, aynı mahiyette eylemlerin tırmandırılmasına zemin hazırlamıştır. Osmanlı’nın sıra sıra kaybettiği bütün topraklarda, Türk nüfustan arındırma ve soykırım politikası yürütülmüştür. Bugünkü adlarıyla Bulgaristan’da, Romanya’da, Ukrayna’da ve Kafkasya’da sürekli katliam yapılmıştır. Bu işin esas örgütleyicisi Rusya idi.
Rus istilası karşısında dağınık Kafkas topluluklarım Sünni İslam anlayışı çerçevesinde birleştirmek için Müridizm Hareketi olarak anılan bir mücadele başlatılmıştır. Nakşibendî ve Kadiri Tarikatları önderliğinde başlatılan bu harekette öncü olanlar imamlardı. Hareket, 18. yüzyılın sonlarında Çeçen asıllı Şeyh Mansur tarafından başlatılmış ve daha sonra Molla Muhammed, Hamza Bek; Gazi Molla ve Şeyh Şamil tarafından yönetilmiştir. 1834 yılı sonlarında direniş hareketinin başına olağanüstü kahramanlıklarıyla ün kazanan Şeyh Şamil geçti. Direnişi 25 yıl boyunca sürdürdü. Kafkasların Müslüman halkı Rus işgalini hiçbir zaman kabul etmediler. Ekim 1833 tarihli bir Rus generalinin raporunda, “onlarla dostane ilişkiler kurmak imkânsız bir şeydir... Bu ırkı yok etmek zorundayız”, denmektedir9. 1836 tarihli yine bir İngiliz raporunda, Kafkasya’nın, Rusya’ya bütün Rus donanmasından çok daha pahalıya mal olduğu ifade edilmektedir. Rusların “imha savaşı” yaptıklarına dair ifadeler de çoktur. 1839’da, Ruslar bütün bölgeye toplu saldın düzenlediler. Ama gerilla savaşı taktikleriyle savunma yapan Kafkas Kabileleri karşısında hezimete uğradılar ve ağır kayıplar vererek geri çekildiler. 1859 yılında Şeyh Şamilin Ruslara beklenme-
71
MAKALE
dik biçimde teslim olduğunu görüyoruz. Şeyh Şamil’in teslim olmasından sonra, Kafkasya’da direniş giderek azaldı ve bölge tamamen Ruslar’ın eline geçti. Ruslar, egemenliklerini hiçbir şekilde kabul etmeyen bu topluluklara karşı, bütün geçitleri tutarak aç bırakma politikası başlattı. Buna rağmen Ruslara boyun eğmeyen on binlerce aile Türkiye’ye göç etmek zorunda kaldı. 1863 tarihli bir İngiliz konsolosluk raporunda, şunlar yer almaktadır10: “Kafkasya’daki Rus ordusu çok başarılı oldu. Boyun eğdirilmeyen sadece Vubıhler kaldı. Ekim ayı başında Abzehler, Rusları da sürprize uğratarak mücadeleyi bıraktılar... Ve Şapşığlar da 4 Kasımda teslim oldular... Kont Yevdokimov, bütün Abzehlerin (150.000) gelecek bahara kadar Türkiye’ye göç etmeleri için emir yayınladı ve Kerç’teki Rus tüccarlarıyla, Çerkezlerin Samsun’a kişi başına beş ruble karşılığında taşınmaları için bir kontrat imzaladı (Üç ruble Ruslar tarafından ve iki ruble de Çerkezler tarafından ödenecektir).” Bundan sonra Adigelerin ve diğer Kafkas kabilelerinin Türkiye’ye göç etmeye başladığını görüyoruz.1863’te 500 bin Çerkez ve 240 bin Abhaz göçü başlattı. 1864’te Trabzon ve Samsun limanlarına gelen mülteci sayısı 750 bini buldu. Sığınmacılar küçük kapasiteli gemilere 1500-2000 kişi doldurularak gönderiliyordu. Eylül 1864 tarihli İngilizlerin Trabzon konsolosluk raporunda 220 bin sığınmacının geldiği ve bunların 100 bin kadarının hastalıktan öldüğüne dair kayıtla düşülmüş. Bugün için, söz konusu dönemde toplam olarak 500 ilâ 600 bin kişinin göç ettiği tahmin ediliyor11 Yine bazı raporlardan teslim olan bazı köylerin topluca imha edildikleri biliniyor ama sayılar vermek mümkün değil. Ayrıca bu sayıların yanına Rusların toplu halde Sibirya’ya göçe zorladıkları Kafkas Halklarını da eklemek gerekir.1865’te göçe zorlanan Çeçenler, Kars’ta top atışlarıyla karşılandılar. Özellikle Çerkezlerin onda dokuzu bu dönemde Türkiye’ye göç etti. Kafkasya’nın sarp ve yalçın dağlarında ölümsüz bir destan olarak kalmış, kahramanlıklarıyla ölümsüzleşen yiğit insanlar için bu kutsal toprakları terk etmek çok
72
ızdırap verici olmuştu. Kafkasya’ya Rus kökenli Ortodoks göçmenler getirilerek, bölgenin kolonizasyonuna giriştiler. Bütün bu göçler yüzünden Kafkasya, tamamen Ruslar’ın eline geçti. 1877-78 Osmanlı Rus Savaşı başladığında Kafkasya’da Türk ve Müslüman nüfusu çok büyük ölçüde kırılmıştı. Rusların izleye geldikleri tutumu gözlemleyenler, onların kararlılıkla güttükleri amacın işgal ettikleri illerden Türk nüfusu sürmek ve yerine Slavları yerleştirmek olduğundan kuşku duyamazlar. Rusya’nın fethettiği diğer ülkelerdeki politikası da böyle olmuştur. Berlin Kongresi (1878), Cullen raporundan12 Plevne’de Osmanlı ordusu 10 bin kayıp verirken, Rus ordusu 30 bin kayıp vermiştir. Bunun yanında, Plevne ve çevresinden 43 bin Osmanlı askeri Ruslara esir düştü. Esirler Rusya’ya doğru götürülmekteyken Bükreş’e varıncaya kadar 5 bini açlıktan, hastalıktan veya soğuktan öldü. Rusya’ya sadece 15 bini varabildi. Bunların da sadece 12 bini yaşadıkları topraklara geri dönebildiler13 Bu savaş Avrupalı savaş muhabirlerinin, yanlarında ressamlarla birlikte gün be gün her iki cepheden izleyebildikleri ve başta Londra olmak üzere Avrupa’daki gazetelere telgrafla günlük haberleri iletebildikleri belki de ilk savaştır. Onlar sayesinde Rusların nasıl katliam yaptıklarını tarafsız kaynaklardan öğrenme imkânı vardır. Söz konusu gazeteciler Rusların giriştiği sivil katliamlarını belgelendirmek için Şumnu’da toplanmışlar ve şöyle bir bildiriyi kaleme alarak 20 Avrupa gazetesine iletmişlerdir. Söz konusu bildiri şöyledir14: “Yabancı basın temsilcileri olup aşağıda imzası bulunan kişiler Şumnu’da bir araya gelmişlerdir. Bulgaristan’ın suçsuz Müslüman ahalisine karşı işlenmiş insanlık dışı eylemler hakkında kendi gazetelerine gönderdikleri haberlerin şimdi kendileri tarafından yazılmış bir özetini imzaya bağlamayı, görevleri saymaktadırlar... Aşağıda imzası bulunanlar, kurbanlardan büyük çoğunluğun kadınlarla çocuklar olduğuna tanıklık ederler.” Justin Mc Carthy, Ölüm ve Sürgün adlı eserinde
Rusların katliam yapmakta çeşitli amaçlan vardı. Bunların birincisi, Türk köylülerine dehşet salarak, Rus ordusuna direniş göstermeden önü sıra kaçmaya zorlamaktı. İkinci amaçlan bölgenin nüfus bünyesini tahrip etmek ve TürkMüslüman nüfusu ortadan kaldırmak, yerine Slavları yerleştirmekti. Mc Carthy, Slav Kazakların yaptığı katliamları Hıdır Bey köyünü örnek vererek şöyle ifade etmiştir.16 “Hıdır Bey köyünde, Rus Kazaklar sakin sakin Türklerin elindeki silahlan toplayıp Bulgarlara verdiler. Bulgarlar da köyün 70 erkeğinin 15’i dışında hepsini öldürdüler; o sırada Kazaklar hiç kimsenin kaçmaması için önlem uygulamakta bulunuyordu. Yine de kaçabilen 15 kişi, daha Ruslar görünür görünmez köyden savuşanlar idi. Büklümlük’de Kazaklar yine Türklerin silahlarını alıp Bulgarlara verdiler. Kaçışları önlemek için kasabayı kordon altına aldılar. Bulgarlar bütün erkekleri saman ambarına, kadınlarla çocuklan da evlere yerleştirdiler. Sonra samanlıklar ve evler ateşe verildi Binalardan kaçmaya çalışanlara Bulgarlar ateş ettiler. Saldırıda pek az kişi kurtulabildi.” Bulgarlar, Rusların işbirlikçisi idiler. Osmanlı ordusunun gerisinde beşinci kol faaliyeti yürütüyorlardı. Ruslar, bir yere giriyor ve denetim altına aldıktan sonra Bulgarlara silah dağıtıp çekiliyordu. Avrupalı gazeteciler bu gibi olayları gazetelerine bildiriyordu. Mesela Morning Post, Daily Telegraph ve Times gazetelerinde yer alan bir haberde, gazetecilerin Lagahanlı köyünde 120 Türk’ün cesedini yerde yatarken gördükleri, kadınların on gün boyunca ırzına geçildikten sonra diri diri yakıldıkları şeklinde haber yer almıştır.
melerini mümkün olmaktan çıkarmaktı. Sadece köylerde değil, kentlerde Türklere ait binalar yakılmış ve taş taş üstünde kalmayacak şekilde yıkılmıştır. Yine aynı şekilde, “kentlerdeki camilerin genel tuvalete dönüştürüldüğü”, “eskiden Türk’ün olan ne varsa Bulgar’ın olduğu”, “kapıların ve pencerelerin çerçeveleriyle birlikte sökülüp alındığı”, “talanın haftalar boyunca sürdüğü” (Edirne’nin işgali sırasında) söz konusu gazetelerde gündelik haberlerdi.
MAKALE
Müslüman ahalinin katillerinin çoğu kez Rus askerleri olduğunu ve Rus birliklerinin yaptığı katliamların ve yıkımların Rus komutanlığının verdiği emirle meydana geldiğini belirtiyor. İkinci olarak Hıristiyan Kazaklar15 ve üçüncü olarak da Rus birliklerinin kışkırttığı Bulgar köylülerinin katliamlar yaptıklarını anlatıyor.
Rus ordusu Yeşilköy’e vardığında, önlerinden 200 bin sığınmacı İstanbul’a gelmiş Sultanahmet meydanını doldurmuştu. İçlerinden bazıları oradan oraya birkaç - kez göçmek zorunda bırakılmış kimselerdi. Ayrıca Şumnu-Varna bölgesinde 230 bin, Burgaz’da 20 bin, Rodop dağlarında 200 bin, Gümülcine’de 50 bin sığınmacı toplanmıştı17. İstanbul yolu Rus ordusunun denetiminde olduğundan sığınmacılar Gümülcine ve Selanik taraflarına doğru kaçmak zorunda kalmıştı. Bütün yollar Türklerle doluydu. Bulgar çeteleri yol boylarında kaçmaya çalışan masum insanları basıyor, öldürüyor ve mallarına el koyuyordu. On binlerce sığınmacı Gümülcine ve Selanik kıyılarından alınıp deniz yolundan Anadolu’ya, Suriye’ye ve Kıbrıs’a taşındılar. Justin Mc Carthy, eserinde Bulgaristan’dan kaçan Türk sivillerin göçünü anlatırken, “tarih boyunca görülenler arasında en dehşet verici olanlardan biridir’’18 Bu durumun üç önemli nedeni vardır: Birincisi, savaşı yönetemeyen “şehir paşaları” başından beri sivillere yardım edemedi. Altı yüz yıldır yaşadıkları topraklarda kendilerini koruyacak ordu dağılmıştı. İkincisi: Rus, Kazak ve Bulgar çeteleri yol boyunca kaçmaya çalışanlara saldırdılar ve katliam yaptılar. Üçüncüsü, bu göç kış ayında yapılmak zorunda kalınmış zorunlu bir göçtü. İngiliz konsolosluğundan bir görevli, raporunda,
Katliamlar yanında talan ve yakıp yıkma olaylarının da pek vahşice yürütüldüğü anlaşılıyor. Bunda amaç, savaşın sonunda hangi antlaşma imzalanırsa imzalansın, Türklerin köylerine dön-
73
MAKALE
60 bin sığınmacının toplandığı Harmanlı’da gördüklerini şöyle yazmıştır19: “Rus askerleri korkudan dehşete dürmüş insan yığını üzerine tekrar tekrar at üstünde saldırdılar ve korkunç ölçüde kıyım yaptılar. Herkes ölesiye korkuya kapıldı. Pek çok insan özellikle çocuklar, ırmak geçilirken kaybolup gittiler.” Gazetecilerin haberlerinde ve konsolosluk raporlarında, sığınmacıların on binlercesinin çiçek hastalığından, koleradan, tifodan, tifüsten dolayı yollarda öldüğü anlaşılmaktadır. Öldürülmeyenlerin bir çoğunun elbiseleri Rus, Kazak ve Bulgar çeteciler tarafından gasp edildiği için donarak ölenler de büyük sayılardadır. Nitekim sokaklarda çırılçıplak kalmış kadınların kaçışmakta olduğuna dair ifadeler de aynı belgelerin birçoğunda yer almaktadır. McCarthy’nin eserinde, sonucu sayılarla özetleyebilmemize yarayabilecek bazı tablolar da yer almaktadır. Tablolardan biri savaşın başlangıcında Edirne ve Tuna vilayetlerindeki Müslüman nüfusla ilgilidir. Burada verilen sayılara göre, Edirne vilayetinde 432.000 ve Tuna vilayetinde ise 1.069.000 olmak üzere Bulgaristan’da 1.501.000 Müslüman yaşamaktadır. Diğer bir tablo sığınmacıların sayısını 515 bin olarak vermektedir. Yine bir başka tabloda, katliamlarda ve yollarda ölenlerin sayısı 261 bin olarak verilmektedir. Ne var ki Edirne vilayetinin önemli bir kısmı Osmanlı devleti topraklarında kaldığından Bulgaristan topraklarında geri kalan Türklerin sayısını hesaplamak mümkün değildir. Ancak verdiğimiz sayılar, Karadeniz’i kuşatan Türk ve Müslüman çemberinin nasıl ortadan kaldırıldığım anlamamızı sağlayabilir. Ancak şunu biliyoruz: Sadece tek bir savaşta, Bulgaristan’daki Türk varlığının üçte biri göçe zorlanmış, altıda biri katledilmiş veya olağanüstü hayat şartlan yüzünden göç yollarında ölmüştür. 1877 - 78 Osmanlı - Rus Savaşı’nda Doğu cephesinde de Osmanlı kuvvetleri başlangıçta üstündü. Savaş ilan edilir edilmez saldıran Ruslar püskürtülmüştü. Fakat Ruslar geriden takviye getirirken, Osmanlı kuvvetleri takviye almadan savaştı. 18 Kasım 1877’de, savaşın başlamasından 7 ay sonra Kars düştü. Büyük kayıplar veren kuvvetler Erzurum yönünde geri çekildiler. 31 Ocak 1878’de Ruslar Erzurum’a da girdi.
74
Osmanlı ordusu, daha önce Rus saldırıları ve kitle katliamları yüzünden Osmanlı devletine sığınmış olan Kafkasya Müslümanlarından birlik oluşturmuş ve 12 Mayıs 1877’de Sohumkale’den Kafkasya’ya asker çıkarmıştı. Bunun üzerine buralardaki Rus birlikleri kaçmış ve çıkarma sürdürülmüştü. Osmanlı ordusunun geldiğini gören Kafkas Müslümanları Ruslara karşı ayaklandılar. Özellikle kıyı bölgelerindeki Müslümanlar Osmanlı kuvvetlerine katıldı. Ne var ki 1860’larda Kafkasya Müslümanlarını büyük oranda göçe zorlayan Rusya, 20 yıl önce yaptıklarının meyvelerini topladı. Çünkü Kafkasya’ da Müslüman nüfus yoğunluğu çok azalmıştı. Bunu hesaplayamayan ve herhalde yeterli istihbarat da yapamamış olan Osmanlı yönetimi, çok ihtiyaç duyduğu yerel desteği bulamadı. Kısa zamanda takviye getiren Ruslar karşı saldırıya geçti, hem Osmanlı kuvvetlerini püskürttü hem de son kalan Müslümanlara karşı yeni bir kıyım başlattı. Böylece yeni bir göç dalgası ortaya çıktı. Rusların masum sivillere neler yaptığını Kafkasya cephesinde gözlemci raporlarından yeteri kadar geniş çaplı öğrenme imkânı yoktur. Çünkü bu bölgede sadece üç yerde konsolosluklar vardı. Bunlardan biri Trabzon, diğeri Erzurum ve üçüncüsü ise Tiflis’te idi. Üstelik savaşı izleyen gazeteciler de yoktur. Yine de konu, sağlam belgelerden tamamen yoksun değildir. Mesela, Tiflis’teki İngiliz konsolosluğundan gönderilen gündelik raporlara göre, Ardahan Ruslara direnmeden teslim olmuş, buna rağmen katliam yapılmıştır. Raporda, kentte bulunan Osmanlı garnizonundaki 300 asker ve bundan daha çok da masum sivillerin katledildiği bilgisi bulunmaktadır. Ayrıca yine aynı raporlardan birinde kent içinde 800 ceset görüldüğü bildi-riyor. Ardahan’ın 12 bin Rus askeri tarafından talan edildiği de yine aynı raporlarda yer almaktadır. Ardanuç da aynı akıbete uğramıştır. Kent dışındaki köylerde olup bitenler hakkında bir bilgi yer almıyor ama köylülerin fırsat bulanlarının Kars yönünde kaçtıkları bildirilmiş. Rusların Balkanlardaki işgal, talan ve katliamlarında Bulgarların oynadığı rolü, doğuda Ermeniler üslendi. Erzurum işgal edildiğinde kolluk kuvvetlerinin başına bir Ermeni getirildi. Mc Carthy, söz konusu eserinde şöyle diyor20: “Müslümanlara karşı Ermeni eylemleri her gün azıttı...
Erzurum’daki kent içi kolluk kuvvetlerinin başına getirilen adamın bir Ermeni olması, Müslümanların kendi başlarına gelebilecekleri iyi kötü idrak etmesine yol açtı.”
“Ruslar Erzurum’u işgal edince, Ermenilerin şimdi sırtlarını dayadıkları bu güçten destek alarak Müslüman ahaliye zarar vermeye, kötü davranmaya, hakaret etmeye başladıkları konusunda hiçbir şüphe bulunmadığına göre, onların bu koruyucuları çekip gidince, Müslümanların kendilerine yapılmış olanların öcünü almaya çalışmaları hiç de doğallık dışı sayılamaz.’’ Mc Carthy, elçinin sözlerine ek olarak, “barış antlaşmasından sonra kent kendilerine geri verilince Erzurum Müslümanlarının misilleme eylemlerine girişecekleri kanısında bulunmak için her neden vardı’’, diyor21. Kısacası, Rusların işgali sırasında Ermenilerin Ruslar yanında oynadığı rol, daha sonraki saldırılarda oynayacakları rol konusunda epey öğretici olmuştur. Berlin Konferansı’ndan sonra ve savaş sırasında 60 bin Kaf-kasyalı Osmanlı tarafına, buna karşılık, Rus ordusu çekilirken de bölgede yaşayan 25 bin Ermeni Rusya tarafına geçtiler. İngiliz konsolosluk raporlarında, savaş başlamadan önce 45 bin Müslüman’ın Osmanlı topraklarına göç ettiklerini bildiriyor. Mc Carthy ise bir takım verileri değerlendirerek, savaş sırasında ve sonrasında Müslüman sığınmacıların sayısının 70 binin üzerinde olması gerektiğini söylüyor. Bunların yarımda Ruslar, Osmanlı’nın başarısız kalan çıkarma girişiminden soma çok fazla sayıda Müslüman’ı katlettiler veya Sibirya’ya sürdüler. Bir İngiliz konsolosluk raporunda katledilenler arasında çocukların ve kadınlarında bulunduğu özellikle belirtilmiş. Lazların durumuyla ilgili bilgilere de yer vermeliyiz: Lazlar, Osmanlı topraklarına topyekûn göç eden bir halktır. Anayurtları başlangıçta Osmanlı toprağıydı ama bu topraklar Rusların eline geçince, yaşadıkları topraklan terk ettiler ve kıyı bölgelerine inerek gemilerle Osmanlı tarafına göç ettiler. Kendi meyve bahçelerini Ruslara yaramasın diye kendileri kestiler, evlerini de yakıp yıktılar ve Batum’a kadar dağlarda tek kol halinde yol ala-
MAKALE
İngiltere konsolosu Lazard ise konu hakkında şöyle diyor:
rak Batum’da sahile indiler. Kendi istekleriyle Rize yöresini yurt tuttular. Fakat Osmanlı yönetimi, bu bölgenin bu kadar nüfusu taşıyamayacak olması dolayısıyla, epey sayıda bir kısmını Bursa ve İzmit yörelerine yerleştirdi. Tiflis’ teki İngiliz konsolosu bir raporuna şöyle yazmış (1880): “60 bin nüfusa ulaşan ve 10 bin aileden oluştuğu söylenen Müslüman ahalinin hemen hemen tümü, Türkiye’ye göç etmeye kararlıdır ve onlara izin belgeniz nerede diye soran, pasaport vermeyi reddeden, çeşit çeşit kahredici işlem yapan ve böylece onların parasını, eşyasını tırtıklamaya uğraşan Rus (Ermeni) devlet memurlarının elinde, yerine getirmek zorunda bırakıldıkları azap verici formaliteler yüzünden oyalanmış bulunmasalardı, bunların çoğu şimdi Rus ülkesini terk etmiş olacaklardı.’’ Mc Carthy’nin eserinde, 1882’ye kadar 40 bin Laz’ın Osmanlı topraklarına yerleştirildiği kaydedilmektedir.22
KAYNAKÇA :
1- İbrahim OKUR İkinci Binyılın Muhasebesi Okursoy Kitapları Ankara 1.Cilt Sayfa 290 2- Enver Ziya KARAL, ‘’Osmanlı Tarihi’’ VIII. Cilt, 3, s. 552, Ankara, 1988 3- Justin Mc Carthy, Ölüm ve Sürgün - Sayfa1, 4- Doç. Dr. Hakan KIRIMLI (Bilkent Üniversitesi) Kırım’dan Türkiye’ye Kırım Tatar Göçleri 5- Vikipedi, özgür ansiklopedi 6- Betül KARAGÖZ, Toplumsal Adalet ve Totalitarizm, Ankara. Divan Kitap, İkinci Basım, 2011, s. 209 - 260. 7- Justin Mc Carthy, Ölüm ve Sürgün - Sayfa 8-9 8- Justin Mc Carthy, Ölüm ve Sürgün - Sayfa 10 9- N. Lüxembourg, Rusların Kafkasya’yı İşgalinde İngiliz Politikası ve İmam Şamil Sayfa 84 - 859 10- N. Lüxembourg, Rusların Kafkasya’yı İşgalinde İngiliz Politikası ve İmam Şamil Sayfa 270 11- Justin Mc Carthy, Ölüm ve Sürgün - Sayfa 59 12- Rupert Furneaux, Tuna Nehri Akmam Diyor, Doğan Kitap, 1999, Sayfa 175 13- Justin Mc Carthy, Ölüm ve Sürgün Sayfa 70 14- Adı geçen Kazaklar Slav kökenlidir. Rus Kazakları da denilmektedir. Bugünkü Kazakistan’da Yaşayan Türkler ile bir ilgileri yoktur. 15- Justin Mc Carthy, Ölüm ve Sürgün Sayfa 70 16- Justin Mc Carthy, Ölüm ve Sürgün Sayfa 87 17- Justın Mc Carthy, Ölüm ve Sürgün Sayfa 88 18- Justin Mc Carthy, Ölüm ve Sürgün Sayfa 89 19- Justin Mc Carthy, Ölüm ve Sürgün Sayfa 119-120 20- Justin Mc Carthy, Ölüm ve Sürgün Sayfa 120 21- Justin Mc Carthy, Ölüm ve Sürgün Sayfa 120 22- Akdes Nimet KURAT, Rusya Tarihi
75
MAKALE
76
MAKALE Fotoğraf : Emre BOSTANOĞLU
77
Tohumun Öyküsü Zekeriya ÇAVUŞOĞLU MAKALE
“Sabıra, umuta, direnmeye ve alınterinin erdemine inananlaradır bu öykümüz.”
direndi ölümüne. Bırakmadı kendini. Sarıldı toprağa sıkı sıkıya. Sökülmedi yerinden,
Gece zifir gibi karanlıktı. Çığlık çığlığa acı bir rüzgar esiyordu karanlık gecenin üzerinde. Gökler kara, kapkara bulutların oynaştığı korku denizleri gibiydi. Ay, korkudan tüm ay-dınlıklarını toplayıp, bilinmeyen bir yerlere doğru kaçıp gizlenmişti.
Ağaçlar, bin bir özenle korudukları yapraklarını kaybettiler. Büyük küçük bütün canlılar bu cehennemi karanlıklar içinde, elinde ovucunda ne varsa rüzgâra verdiler; Yapraklarını, dallarını, tohumlarını,,.
Ağaçlar, çiçekler, ayrık otları, çimenler; kuşlar, yürüyen, sürünen tüm canlılar, hepsi, hepsi bir yana dağılmış, üzerlerine çöreklenen bu korku selinden kurtulabilmenin bilinçsiz uğraşını veriyordu. Rüzgâr acımasızdı. Korkunçtu. Çığlık çığlık, acıdan bir kırbaç gibi inip kalkıyordu canlı cansız tüm varlıkların üzerine. Zaman, kor gibi yakıcı, buz gibi dondurucuydu. Bitmek bilmeyen acılarla, ızdıraplarla doluydu. Dur durak bilmiyor, öfkesi bir türlü dinmiyordu. Yapraklar sökülüp ayrılıyordu dallarından. Türlü meyvalara koşan ağaçlar ayakta kalmanın acı dolu savaşımı içinde umutlarıyla beraber tohumlarını da yitirmekteydiler birer birer. Ne bir çiçek kalmıştı, ne bir parça ot, bu acımasız bir ölümcesine esip savuran rüzgârdan nasibini almayan. Öfkesi dinmedi uzun zaman rüzgârın. Yaktı,yıktı bir uçtan öbür uca yeryüzünü. Doğadaki Tüm canlılar uykuya haram gözleriyle, üzerlerine çöreklenen bu korku dolu gecenin bitmesini beklediler Gece uzundu. Bitmek bilmedi. Yürekler korkuyla titreştiler. Kimi ayakta kalabilmenin savaşımını sabaha Kadar sürdürdü. Kimi umutsuzluğa düşüp bilinçsiz bir çırpınışla kendini acımasız rüzgârın kol-larına bıraktı. Sürüklenip gitti bilinmezliklerin korku dolu dünyalarına doğru. Kimi
78
Bizim tohumun öyküsü işte böylesine bir gecenin ortasında yükseldi. Güçsüz, deneyimsiz ve bilgisizdi. Anne kucağından başka yer bilmezdi. Ormanı tanımazdı, Ağaçları, toprağı ve taşları bilmezdi, Bir güneşi görürdü ışıklı yüzüyle; sıcacık, tatlı ve gülümseyen... Annesinin özsuyunu yudumlardı neşeyle, kök salmamıştı toprağın derinlerine. Besinleri bilmezdi. Kökleriyle suya değmeyi; tüm madensel tuzları suyla birleştirip onun o doyumsuz tadının ayırdına varmayı bilmezdi. Üzerlerine çöreklenen o karanlık gecede her şeyini kaybetti birden. Onu sıkı sıkıya saran sıcacık sevecen kollar gevşedi, acı bir çığlıkla paramparça olarak toprağa düştüler. Gerçeğin acımasız yüzü yemeğindeki tüm umutlan sual götürdü. Ne olduğunu anlayamadı bir an, Acıyı ve korkuyu bile yasayamadan kendinden geçivermişti. Sürüklendi gitti bilinmezliklere doğru. Ne görebildi, ne anlayabildi, ne de düşünebildi, Küçücük, minnacık bir tohumdu nihayet. Ne gücü vardı karşı koyacak, ne de kendini koruya-bilecek deneyimi. Uçtu, uçtu saatlerce küçük tohum. Ağaçlara çarparak, yerlerde sürünerek, başını taştan taşa vurarak. Durup ne olup bittiğini anlayamadı rüzgârın öfkesi dinene kadar. Her yanı yara bere içindeydi toprağa düştüğünde. Artık gelişen olayların farkında bile değildi. Ne annesi vardı elinden tutacak, ne de başını
koyup sevgiyle uyuyacağı sıcacık bir kucak. Her şey, her şey çok uzaklarda kalmıştı. Bunun bile ayırdına varamadı uzun süre. Kendinden geçmiş baygın bir biçimde, kocaman bir taş dibine çöküp kaldı.
Tüm doğa bu suskunluğu yaşadı bir süre. Önce gözler açıldı yavaştan. Olanı biteni çözüm-lemeye çalıştı. Sessizliğin korku dolu yürek çarpıntılarını dinleyerek, bu cehennemi öfkenin sebebini anlamaya çalıştı beyinler. Bir taş dibine düşmüştü tohum, Karanlık ıssız ve soğuk. Korku ve kasvet dolu. Dört yanı prangalara vurulmuş olarak duyumsadı kendini. Dünya durmuş, yaşam devinimini yitirmişti. Ölümün soğuk elini üzerinde hissetti, Ne yapsa bu ürkünç soğukluğu silemedi yüreğinden. Umutsuzluğun kol-larında bilinmeyen yitiklere gideceğini düşündükçe endişelendi. Her şey, her şey yabancı ve olumsuz görünüyordu gözüne. Bir damla suya neler vermezdi şimdi. Kıraç toprağa bakıp bakıp iç geçirdi. Böylesine çatlamış, kupkuru bir toprak içinde su ne arardı,.. Kuruyup taş olmak, sonsuza dek bu insafsız kara taşın altında, güneşin altın ışıklarını göreme-den, bir ölü gibi sonsuza kadar süren bir uykunun kollarında yitivermek duygusu içini ürpertti. Var olmakla yok olmak arasındaki ince çizginin böylesine birbirine yakın olduğunu düşünmemişti hiç. işte şimdi o çizginin içindeydi. Varlıkla yokluğun arasında, ama yokluğa daha yakın.., içi is-yanla doldu. Telaşlı bir silkinişle etrafındaki duvarları, yıkmak istedi. Yüreği akıldan ve mantıktan koparmıştı onu. Ne yapacağını bilemedi. Sustu sonra, Duygusallığından arındı. Aklıyla düşünmeye başladı. Akıl ve mantık devreye girince yüreği korkularından ve umutsuz-luklarından
Ölümü düşündü sonra. Herkes için var olan, herkes için geçerli olan. Doğumla yaşam arasın-daki yaşanası çizgiyi, Zamanı, mutlulukları,.. Ama her şey zamanında idi. Günü geldiğinde doğum; günü geldiğinde yaşam ve günü geldiğinde ölümdü. Bu canlıların alınyazgısıydı. Değiştirilemezdi bu yazgı. Güzelleştirilip mutlulukla süslenirdi ama değiştirilmezdi, Ne bir gün önce, ne bir saat sonra, Her şey yerli yerinceydi.
MAKALE
Ne gelen vardı, ne giden. Sessiz çığlıklarla dolu, karanlık bir gece çökmüştü toprağın üzerine. Rüzgâr yapacağını yapmış, alacağını almış, çekip gitmişti. Cehennemi bir öfkenin Korkusuyla sinmiş doğa ve tüm canlılar olan biteni anlayamamanın şokunu yaşıyordu şimdi. Gün doğmak üzereydi ama korkunun verdiği yılgınlık tüm görür gözleri kör etmişti.
sıyrılmaya başladı,
Günü gelmiş miydi gerçekten ?.,, Kocaman bir yaşam dilimi daha vardı önünde. Yaşanacak ve mutluluklarla süslenecek, ölüm yargısına inanmadı bu kez. İnanmadı ömrünün bu denli kısa olduğuna. Ölüm canlılar için normal bir olguydu. Günü gelen istese de, istemese de bu sonla yüz yüze ge-lecekti. Bunu kabullenmemek olası değildi. Ama ya günü gelmediyse ? Teslim olmak çare değildi. Savaşmak gerekliydi. Gücünün son damlasına kadar. Alınteri dökerek, ölümüne bir uğraş vererek.... Bu kez etrafına bir başka türlü baktı. Olumsuzluklar silindi birer birer. Görünmeyen güneşin ışıklarıyla gözleri kamaştı. Yüreği ateşiyle ısındı. Dünyası garip bir biçimde aydınlandı. Yollar açıldı önünde yeniden. Vücuduna can geldi Yaşamın bu yeni tadıyla, güzelliğiyle kendinden geçti. Mutluluğu yeniden görür gibi oldu. Kök salmalıydı öncelikle toprağa, Derinlerine, derinlerine inmeliydi. Daha derine, daha derine, daha derine... Su candı, su umuttu. Su mutluluk demekti, Bu yeni düşüncelerle İçi titredi. Yeniden can geldi bedenine, güç buldu. Ne yapacağını bile-memenin telaşlı, korkak dünyasından, kararlı, savaşıma hazır güçlü bir dünyaya saldı adımlarını. Ateşli bir yalımla dağlandı yüreği, içini saran çelikten engeller paramparça oldu. Çatlayan ka-buğundan inançlı kökler “merhaba” dediler dünyaya. Bitmez bir güç ve inatçılıkla toprağın derinlikle-rine doğru ilerlemeye başladılar.
79
Can suyu derinlerdeydi. Daha derinlere, daha derinlere indi.
MAKALE
Toprak sertti. Acımasızdı, Yol vermezdi zorlamayınca. Bir damla suya “evet” demezdi alınteri dökmeyince. İlerledi, ilerledi, ilerledi... Ta ki suya erişene kadar. Aydınlıklara dokunana kadar. Yeniden umut ve can bulana kadar. Filiz verdi sonra. Sırtındaki kaya hapishane duvarlarından acımasız, demir parmaklarından da-ha aşılmazmış. İki tek yaprağı varmış, ha açtı açacak. Rengi uçuk yeşil, Güneşe, özgürlüğe özlem içinde. Tüm çabası kendini güçsüz bırakan bu kara kayanın altından uzanıp güneşin mutluluk veren ışıklarına ulaşmakmış. İstemek, ama gönülden istemek ulaşabilmenin yarısı. Ulaşmak; inanmak ve sonuna dek çalışmak alınteri dökmek demekmiş. İki tek yaprağı varmış açtı açacak. Uçuk yeşil. Soluk, cansız ama içi yaşama umuduyla dolu. Güç de, güçsüzlük de kişinin özünde değil miydi ? Adımına güvenmeyen yürüyemezdi. Kanadım güçsüz diyen kuş uçamazdı.
80
köklerini sırtındaki kayaya yöneltti bu kez. Dişiyle tırnağıyla zorladı. Yeni tohumlara gebeydi toprak, Savaşının en zorlu yerinde yeni tohumlar el verdiler ona. Çorak kaya dibinin cansız çiçeği, yalnızlığın kollarında serin bir düşten uyanırcasına gözlerini açtı. Ellerinde binlerce el birleşmişti birden. Sevinçten deliye döndü. Daha bir güçlendi, daha bir zorlu saldırdı düşmana. Hepsi bir oldular, Birliğin gücü ile omuzladılar koca kayayı. Uzun ve çetin bir savaştı bu. Emin adımlarla hedefe uzanan acelesiz, inatçı bir savaş... Küçücük, minik bir parça düştü toprağa. Sonra yeni parçalar. On parça, yirmi parça, yüz... Bin... Milyonlarca parça. Sonsuz bir sabır ve inatçılıkla ufalanıyordu kaya, yeni kökler salınıyordu böğrüne, yüreğine, ciğerlerine. Çözülen her parçada küçülüyordu kaya. O küçüldükçe görünmeyen güneş görünür oluyordu. Isıtıyordu gönülleri yeni bir aşkla. Kaya küçüldükçe yeni filizler boy attı güneşe doğru. Yapraklar açıldı ikişer üçer. Kayadan ufalanan toprak üzerinde yeni tohumlar yaprağa ve çiçeğe durdular.
Gençti, istekliydi ve güçlüydü. Yüreği arınıktı korkudan ve teslimiyetten. Savaşımdan yanaydı. Alınterinden ve inançtan yanaydı.
Artık ne hapishane duvarları kalmıştı acımasız, ne de demir parmaklıklar vardı aşılmaz. Her şey mutluluk ve güzellik olmuştu. Yeşili yeşil, alı al, moru mor.
Toprağın yüreğine ince bir hançer gibi inen
Güneş tatlı ve mutluluk dolu gülümsüyordu.
Kültürümüzde Lale Halil İbrahim Alperen Avukat, Hattat, Ebruzen
Ana yurdu Orta Asya olan lale, zambakgiller sülalesinin soğanlı tek köklü, tek saplı, altı yapraklı, kokusuz , kadeh şeklinde tek çiçekli, kısa ömürlü, nazlı, nazenin, utangaç, mümtaz ve hayranlık verici, mest edici, hercai envailerinden olup yeryüzünde 120 bin türünün olduğunu dile getirir yazılı metinler. Osmanlı Lalesi, İstanbul Lalesi veya Lale-i Rumi olarak bilinen yaprakları hançer biçimli, uçları tığ gibi sivri ve ince olan lalenin anavatanı İstanbul olup 2000 üzerinde türü vardır. İlk İstanbul lalesini Kanuni Sultan Süleyman döneminde, sahib-i tohum Şeyhülislam Ebussuud Efendi ıslah ederek yetiştirmiştir. Lale, Orta Asya’dan at sırtında bizimle başlamıştır yolculuğa, İsfahandan, Şirazdan, Buharadan Semerkanttan, Bağdattan geçerek Malazgirt zaferiyle Anadoluya, bilahare İstanbul’a gelmiş otağ kurmuş yeni türler dünyaya getirmiş ve sonra Avrupa’ya akabinde tüm dünyaya seyre, sefere çıkmıştır. Laleler taşradan geldiler. Güllerle aşık attılar. Başa güreştiler. Başa geçtiler. Gülü solladılar. Güllere çalım sat-
tılar. Hasbahçelerin, gönüllerin şahı sultanı oldular...
MAKALE
Çiçekler en ince hislerin en güzel tercemesidirler. Lalelerden ”Yaprağın üzerindeki çiğ tanesine yıldırım düşmüş ve alev alan yaprak laleye dönüşmüştür.” diye bahseder mitolojiler. Lalenin bağrındaki karalık, sinesindeki siyahlık, yıldırımdan arda kalan bir yanığın izleri olduğu bilinir nesiller boyu. O günden beri aşıkların birbirine karşı en ince hislerinin sembolü kırmızı lale, ”Güzelliğinle kalbimi ateşe verdin, aşkınla yanıp kül oldum” şeklinde tabir edilir.
Bağırlarındaki alevlerle gönülleri yakıp yıkan kasıp kavuran laleler gittiği şehirlerde ülkelerde hiç te rahat durmadılar. Suya düştüler ebru oldular, Çamura bulandılar sırra erdiler ateşe sürüldüler hamdılar, piştiler, yandılar çini oldular, Ahşaba.oyuldular, mermere kazındılar, sedefle kakıldılar. Binlerce yüzbinlerce tokmak vuruşuyla bakıra dövüldüler. Demirle büküldüler. Cama üflendiler. Cana üflendiler. Canana üflendiler. Vitray vitray kesildiler. Giysilerle giyildiler. Nakış nakış nakşedildiler taşa, duvara, ağaca, kubbelere, mezar taşlarına, kağıtlara, kitaplara, kumaşlara, kaftanlara, tılsımlı gömleklere, örtülere, halılara, kilimlere, çadırlara, keçelere, mendillere, minderlere, miğferlere, kılıçlara, mermerlere, kemerlere, sütunlara, saraylara, camilere çeşmelere..... Atların alınlarına sürülen, kılıçlardan akan kızıl kan rengine büründüler. Nice başlar yediler. Nakkaş Ferhatın da başını yaktılar. Akla hayale gelmedik çılgınlıklar yaptırdılar. Eğlenceler, festivaller tertiplettiler. İsyanlar kışkırtılar. Uslanmadılar, şairlerin yazarların dilinden bestekarların gönlünden hiç düşmediler. Şiir, nesir, gazel, kaside, ilahi oldular. Beste oldular şarkı şarkı türkü türkü okundular. Buket buket, deste deste oldular. Ressamlara çılgın pozlar verdiler. Hattatın kaleminde istifleştiler. Müzehhibin fırçasında motifleştiler. Mendillere mektuplara rumuz oldular. Nakkaşın elinde nakış oldular nakşoldular. Gönül delen yürek yakan bakış oldular. Hava gibi su gibi hayatın
81
her yerini kuşattılar. Medeniyetimizin çiçeği, Medeniyetimizin figürü oldular. Dersaadete sembol oldular. İstanbul oldular, İslambol oldular. Emare i Türk oldular. MAKALE
Alevlere verdiler, ateşlere verdiler, yaktılar, yandılar tutuştular ve tutuşturdular.Aşkın ilahi ve insani boyutlarını kriztalize, tevhidi, vahdeti Yaradanın birliğini, vatanın milletin ve devletin, aklın ve gönlün, beden ve ruhun, dünya ve ahretin, yaşam ve ölümün birliği sembolize ettiler. Laleyi neden bu kadar çok sevmiş gönül vermiş kalbimize dikmiş yüreklerimize ekmiştik.Lale aşk ve sevgi,din ve devlet,bilgi ve hikmet demekti.Osmanlıca yazıldığında Allah ve Hilal kelimeleriyle aynı harflere sahip olan lale,birlik,dirlik,elif,minare, selvi demekti. Ebced hesabı 66 müsenna çifte vav demekti. III. Ahmet lale çiceğini fermanında: “Yoktur ab u tab ne mihr ü ne jalede, İzharı kudret eylemiş Allah bu lalede” diyerek “Kudret-i İlahiyeyi nazarı ibret ile temaşa için”yaratıldığını anlatmıştır.Lale İlahi estetiğin kainata,insana,hayvanata nebatata özelde de çiçeğe yansıması demekti.Şairlerden Mehmet Aşki Efendi; “Mazhar ı İsmi Celal olmasa idi lale.Bulamazdı bu kadar rütbe i vala lale”demiştir.Lale, birkaç aylık süren yaşam öyküsünde hüzünlü tebessüm,matemli gülümseme,kısa ömürlü fani,yaşamı anlamıyla idrak ederek özetleme demekti. Lale, Neyzen Tevfik’in göğsünün üstünde rika hattıyla yazılı “hiç” demekti.“Mertebe i Hiç”demekti.Arifler,aşıklar,ehli gönül mezkur mertebeyi çok iyi bilirdi. Lalenin tarihi Ortaasya’dan Anadolu ve ötesine bizim tarihimizdi.Beşiğimizden mezar taşlarına kadar laleye “biz” demiştik,laleyi bizden bilmiştik.Sevdiklerimize,ciğer parelerimize lale ismini vermiş ,semtlerimize laleli,gönül erlerine,ermişlerimize laleli baba demiştik.Lalezarinin lale-
82
zarlarında lalenameler yazmıştık.Bu büyülü,tılsımlı,gizemli,kutsal çiçeği bunun sevmiştik,simgeleştirmiştik. İlk kez Yahya Kemal Beyatlı’nın şiirlerinde kullandığı,sonra tarihçi Ahmet Refik Altınay’ın “Lale Devri” diye bir kitap neşrettiği III.Ahmet devrinin saray ve çevresinin toplumu rahatsız edecek derecede zevk,eğlence,lüks ve israfa dalmasında,halkı unutmasında devrin isyanla sona ermesinde, başların kesilmesinde, kılıçlardan kan damlamasında, köşklerin, kasırların yıkılmasında, bahçelerin tarumar edilmesinde “lalenin hiç suçu yok” demeyeceğim ama lale yüzde doksan dokuz masumdu. Suç iradesi olana, özgür olana aittir. Lale kültürü, zevki ve merakı hem de üst seviyede devam etmesi masumiyetin göstergesiydi. Resmin bütününü en ince detaylarıyla görerek okumak gerekti. Laleler için kimler ne söylemediler ki; “Saçların çözülsün bulutlar ra’d kılsın naleler Kabrim üzere haşredek yansın yakılsın laleler” (Ahi) “Lale oldu bu meclise saki Oldu dilde muhabbet i baki” (Fazli) “Sakiya mey sun ki bir gün lalezar elden gider Erişir fasl ı hazan bağ u bahar elden gider.” (Fatih Sultan Mehmet) “Bir safa bahşedelim gel şu dil-i nâşâde Gidelim serv-i revanim yürü Sadâbâd’e.” (Nedim) “Ben bir beyaz laleyim Var sana diyeceğim Tut beni ellerimden Gidersen öleceğim” (Leman Sam) “Kim bilir daha kaç şair vakt i fecr kollarında can verir Kim bilir daha kaç ressam kızıllığında her akşam lalelere kan verir. (H.İbrahim Alperen)
MAKALE Fotoğraf : Ömer Faruk SÖNMEZ
83
Konuşma Sanatı Mehmet ÇÖMEZ MAKALE
Her ne kadar “Konuşma Sanatı” koysak da yazımızın başlığını, Eflatun’a sorarsanız; “Konuşma, aklını kullanma sanatıdır.” Fark ettiniz değil mi, iki türlü de bir sanat var işin içerisinde. O halde gelin birlikte başlarımızı öne eğip bu sanat kavramı hakkında… daha doğrusu günümüzde içini iyice boşaltıp tıngırdayan tenekeler haline dönüştürdüğümüz bütün kavramlar hakkında düşünelim biraz.
sından söz edebiliriz elbette sanatın. Bugün var yarın yoksa ona sanat demek çok zor elbette.
Bugünlerde ne tarafa dönseniz eliniz, kolunuz bir sanatçıya çarpıyor. Elinizde kumanda, gezindiğiniz bütün akcam oluklarında (yıllar önce bir yazarın satırlarında okumuştum “televizyon kanalı” için bulduğu bu sözü. Çok hoşuma gitti. Kızdığım zamanlarda bunu kullanıyorum ben de.) olur olmadık herkesi sanatçı diye yutturmaya çalışıyorlar sizlere. Bakıyorsunuz, oğlumuz, kızımız topu topu iki şarkı ezberlemiş, onu da hem yanlış ezberlemiş hem de sonuna kadar düzgün perdeden okuyamamış ama ne hikmetse birden sanatçı oluvermiş.
Bilgi deyince aklına geliyor insanın, bir de görgü olmalı bu işin içerisinde. Görgüsüz bir sanattan söz edilemez elbette.
Müzik, sanatın bir koludur, doğru. Resim de öyle, edebiyat da mimari de tiyatro da… iyi de kardeşim, müzik sanattır diye her şarkı söyleyene de sanatçı mı diyeceğiz? Yok, mudur bunun bir ölçüsü? “TOP 10” listeleri yayınlanıyor her hafta müzik kanallarında. Bu hafta listede olan şarkı en fazla bir dahaki haftaya kadar dayanabiliyor, sonrasında bayatlıyor, çürüyor, eriyip yok oluyor. Zaten TOP 10 denme nedenlerinden biri de bu. 10 gün dinledin dinledin… yoksa 10 gün sonra bu sistem yok edecek onu. Pir Sultan böyle mi? Dadaloğlu, Karacoğlan, Mevlana… Sekiz yüz yıldır Yunus Emre şiirleri okunur bu coğrafyada. Seni on günde tüketen sistem neden bu ozanların kılına bile dokunamıyor? Bir fark olmalı aranızda… İşte aranızdaki o farka sanat deniyor.
84
Özgünlük var her şeyden önce. Yani eşi benzeri yok. Kendine özgü bir yapısı var. Yönlendiricidir sanat ama sizi olur olmadık yerlere de sürüklemez elbette. Bilgi var içinde. Hem kendisi bir bilginin ürünü, hem de dünyanın bilgisini taşıyor bünyesinde.
Duygu var en temizinden. “Gökgüvercin olaydım, gergefine konaydım. Avcı çeker vurursa, dizlerinde öleydim.” Diyen ozanla “Pantolonunu çok sevdim, çıkar onu bebeğim, haydi bize gidelim.” Diyen -sözüm ona- sanatçı arasında duygu açısından da dağlar kadar fark var bence. Mademki Eflatun bu işe aklını kullanma sanatı demiş, bugünlerde aklımızın nerede olduğu konusunda yeterince bilgi veriyor sanırım bu sözler bize. Daha pek çok şey sıralanabilir elbette. Bunlar bile sanatın ne olduğu ile ilgili bir ipucu verir bize. Ürünlerinin içerisinde bu nitelikleri bulundurabiliyorsan işte o zaman yaptığın işin sanat olabileceği konusunda biraz yol kat etmişsin demektir. Gelelim konuşma sanatı kısmına. Demek ki konuşmanızın bir sanat eseri olabilmesi için her şeyden önce içine bu unsurlardan yerleştirmeniz gerekiyormuş. Her sözünüzün içinde hatırı sayılır bir miktar bilgi, görgü ve duygu olmalı.
Neler var içinde bu sanat denen şeyin?
Size özgü olmalı söyledikleriniz. Başkalarının düşüncelerini ve sözlerini elbette çıkış noktası olarak kullanabilir, onlardan esinlenebilirsiniz ama daha çok kendi düşüncelerinizden söz etmelisiniz.
Yukarıdaki düşünceden yola çıkarak kalıcı olma-
Bilgi yüklü olmalı. İlk aklınıza geleni değil, bilgiy-
le doldurduklarınızı söylemelisiniz. Görgülü olmalı sözleriniz. Bunları yapabiliyorsanız zaten kalıcı olacaktır sözleriniz. Zaten çoktan yönlendirmiş olacaksınız insanları bir yerlere.
İşte bizim etkili ve güzel konuşma sanatından anladığımız da budur. Elbette önemlidir siz konuşurken insanların size hayran olması ve ondan çok daha önemlidir Roma’ya yürütebilmek dinleyenlerinizi. Bunu başarabilmenin yolu, her şeyden önce insan beyninin nasıl çalıştığını, nelerden etkilendiğini iyi bilmekten geçiyor. Öncelikle şunu çok iyi bilmeli. Öyle her aklınıza geleni söyleyerek bunu başaramazsınız. “Çok konuştukça düşünceler ölür.” Diyor Halil Cibran. Biraz da çenesini tutmasını bilmeli insan. Konuşarak insanları etkileyip kendi düşüncelerimiz doğrultusunda onları eyleme geçirebilmek için neler yapmak gerekiyor? Şimdi biraz da bu konu üzerinde düşünmeye çalışalım. Diyor ki uzmanlar; “İnsanlar sözcüklerle düşünmezler. Simgelerle düşünürler.” Yani; ben anne dediğim zaman sizin zihninizde anne sözcüğü değil, annenizin görüntüsü dolanırmış. Bu kendi anneniz de olabilir, arkadaşınızın annesi de komşu anne de… bugüne kadar kaç anne gör-
Bunun en baştaki nedeni de basit bir fizik kuralı: “Işık sesten daha hızlı yayılır.” Yani, önce görüntüler ulaşır gözümüze. Üstüne üstlük bir de içeride hızlandırılır bu veri. Gözden beyne giden sinir hücreleri, kulaktan beyne giden sinir hücrelerinden 25 kat daha hızlıdır. Bu nedenle hem sesten önce ulaşır size görüntüler hem de hiç zaman kaybetmeden beyninize ulaştırılırlar. Böylece önce görme merkeziniz uyarılır. Ses çok sonraki iştir beyin için.
MAKALE
Sinoplu Bilge Diyojen konuştuğunda insanlar “Vay be, ne laf etti ama…” derlermiş. Oysa Jül Sezar’ın ünlü komutanı Markus Antonyus konuşmasını bitirdiğinde insanlar “YÜRÜYÜN ROMA’YA!” demişler.
düyseniz o kadar anne görüntüsü varmış belleğinizde. Siz düşünmeye başladığınızda beyniniz uygun olan anne görüntüsünü alıp gözünüzde canlandırıyor. Eğer canlandıramazsanız söylenilenleri de algılayamazsınız.
Yapılan bir araştırma sonucunda şu sonuca ulaşmış uzmanlar: “İnsanlar çevrelerini (bir sorun yoksa) %95 gözleriyle algılarlar.” Başka bir araştırma da şöyle diyor: “Bir iletişimde beden dili %60, ses tonu %35 ve sözcükler %5’lik bir paya sahiptir.” E hani; hayvanlar koklaşa koklaşa, insanlar da konuşa konuşa anlaşıyorlardı? Konuşurken kulağımızı değil, gözümüzü kullanıyormuşuz. O halde yapılması gereken şey insanların kulağına değil, gözüne konuşmakmış. Bunu başardığınızda da iyi bir iletişimci, konuşmacı olma yolunda hatırı sayılır bir adım atmış olacaksınız demektir. Buraya kadar anlattıklarımı TEMA Vakfı’nın bir zamanlar kullandığı güzel bir örnekle özetleyeyim. “Her Yıl 1.400.000.000 Ton Toprak Erozyonla Yok Oluyor.” Dememişti TEMA Vakfı. Çünkü 1.400.000.000 ton toprağın zihnimizde her hangi bir karşılığı yoktur. Bu yüzden sözün anlatmak istediğini algılamak neredeyse olanaksızdır. Oysa Onlar ne demişti? “HER YIL KIBRIS ADASI KADAR TOPRAK EROZYONLA YOK OLUYOR!” Şimdi gözünüzde bir büyüklük oluştu değil mi? Kıbrıs haritası gözünüzde canlanınca gerçek veya gerçeğe yakın bir büyüklüğü de kavramış oluyorsunuz. İşte insanın gözüne konuşmak aşağı yukarı böyle bir şey. Şimdi sıra geldi bunu günlük konuşmamıza uyarlamaya. Peki ya konuştuğunuz dil bunu destekleyebiliyor mu? Sahi Türkçe iletişim açısından nasıl bir dildir hiç düşündünüz mü?
85
Okuma Kültürü Mehmet ÇAMLIBEL
SAMSUN EĞİTİM DERNEĞİ Yön. Krl. Üyesi
MAKALE
Okuma Kültürü “Okuma Kültürü” okuma ile ilgili amaçların ne kadarını elde etiğimizi temsil eder. Burada anlatılmak istenen “Okuma” , ders kitapları dışında kalan kitaplarla yapılan çalışmalardır. Ülkemiz bu konuda istenen seviyenin oldukça altındadır.
Okuma Kültürü’nün gelişmesini etkileyen pek çok faktör vardır. Bunlardan en önemlisi kitaba verilen değerdir. Maalesef insanlarımız henüz kitapla ilgili ciddi bir yaklaşım sergileyecek durumda değildir. Yayın evi sayısının azlığı, kitaba ayrılan paranın kısıtlı olması, basılan kitap sayısının düşük olması ve yeni yetişen yazarların azlığı kitaba verilen değerle ilgili delilleri önümüze sermektedir. Nitekim Birleşmiş Milletler İnsani Gelişim Raporu’na göre okuma oranlarında Türkiye 86. sıradadır. Kitapla iletişimin zayıf olması da Okuma Kültürü’nü etkileyen nedenlerden birisidir. Öğrencilik hayatında okullarında kitapla rahatça buluşan insanlarımız öğrencilik bittikten sonra
86
bu kanalı kaybetmektedirler. Kitap evlerinin az olması, kütüphanelerin az olması veya kütüphanelerdeki kitapların güncel olmaması ve kitap fiyatlarının pahalı olması da okuma oranlarının düşmesinde ciddi etkenlerdir. Televizyon izleme, bilgisayarla uğraşma, özellikle internette gezinme ve akıllı cep telefonları ile vakit geçirme alışkanlıklarımız da kitap ile bizim aramızda önemli bir set oluşturmaktadır. Televizyon ve bilgisayarda çok hızlı değişen ekranla oynayan çocuk ekranı çok yavaş değişen kitabı okumak istememektedir. Aile yaklaşımları da okumaya karşı ciddi bir uzak duruş sergilemektedir. Bebeklikten itibaren televizyon ve bilgisayarla oyalanan çocuk büyüdüğünde de ilgi alanını aynı şekilde devam ettirmektedir. Evde kitap okuyan bir anne baba model görmeyen çocuk da kitap okumada yoluna devam etmektedir. Okuma Kültürü’nü çocuklara aşılamanın en güzel yolu, onların, ilgisini çekebilecek kitapların bulunduğu kitap evlerine ya da kütüphanelere ulaşmasını sağlamaktır. Kitap okumayı seven; ama farklı nedenlerle kitaba ulaşmakta sıkıntı yaşayan kişilere gezici kütüphane gibi çözümlerle kitabı ulaştırmak gerekir. Gelişen teknoloji ekran okumalarını öne çıkarmaktadır. Ekran okumada verimliliği sağlayıcı önlemler almak ve e-kitap okuyuculuğunu özendirmek gerekir. Kitaba bütçe ayırmak ve kitap hediye etme geleneği oluşturmak okumaya ilgiyi artıracaktır. Kitap okuma yarışmaları ile bu işe biraz daha heyecan katılabilir. Okuma Kültürü’nü toplumda oturtmak zor bir yolculuktur. Bu yolculukta bütün kurum ve kuruluşların birlikte hareket etmesi ve yeni eylem planları geliştirmesi geleceğin toplumuna hazırlık noktasında bir alt yapı oluşturacaktır.
Samsun’da Bir Soluktu : Kuzeysu Akın ERSÖZ
Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni
Acaba Samsun’da bir kültür ve sanat dergisi çıkarabilir miyiz? Kiminle sohbet etsem herkes bu boşluktan şikayetçi. Hatta kırgın ve öfkeli. Ortak bir arzuyu dile getirememenin sancısı içinde. İşi becerememenin üzüntüsü içinde. Neden olmasın, diyorum. “Bir işe başlamak yarı yarıya bitirmektir.” Kaybedecek ne var? Haydi öyleyse! …… Dergimizde genç kuşaklara yer vermeye çalışacağız. Onlara okul olmak istiyoruz. Büyük ustaların, şair ve yazarların yolundan yürüyerek ülkemizin kültür ve sanat denizine bir damla da biz katkıda bulunacağız. Demokratik, laik, çağdaş görüşlere ve her türlü yeniliğe açık olacağız. Bu ifadeler Kuzeysu Kültür ve Sanat Dergisi’nin Mayıs 1990’da yayınlanan ilk sayısında yazı işleri müdürü Metin Kökten’in “Kuzeysu Çıkarken” başlıklı yazısında yer alır. Dergi Türk ulusu ve Samsun için önemli bir ayda, Mayıs ayında filizlenir. Bu rastlantı değildir. Okuyan, yazan gençlere onlara armağan edilmiş bir bayramın olduğu ayda ulaşmak, onların ürünlerine sayfalarda yer açmak hedeflenmektedir. Mayıs 1990’da okurla buluşan Kuzeysu, gelenekselleşen 19 Mayıs Etkinlikleri’nde bu satırların yazarının da aralarında bulunduğu kurucular tarafından halka dağıtıldı.Alınan olumlu ve coşku dolu tepkiler dört yıl sürecek kültür ve sanat serüvenine hız kazandırdı. Derginin ilk sayısındaki yazısında Metin Kökten, derginin amacı ve ilkelerinin yanı sıra Samsun’daki dergicilikten söz eder. Kentin ilk kültürsanat dergisi olan Çaltı’yı anlatır. Burada üzerinde durulması gereken en önemli
ayrıntılardan birisi de Samsun’da bir kültür ve sanat dergisi boşluğunun oluşudur. Yaptığımız incelemede gördük ki, bundan 25 yıl önce -1965’lerde- eczacı Oğuz Bey, öğretmen yazar Hasan Kıyafet v.d. daha çok siyasi ağırlıklı Çaltı isminde bir dergi çıkarmışlardır. Çaltı’yı saymazsak Samsun’da Cumhuriyet tarihinde bağımsız bir kültür ve sanat dergisi çıkmamıştır. Bu alanda ilk olmanın onurunu taşımak, ne büyük mutluluk!
MAKALE
Düşünüyorum:
Samsun, Karadeniz’in hem nüfus yoğunluğu hem de kentleşme açısından en büyük kentidir. Orta Karadeniz’de bereketli iki ova - Bafra ve Çarşamba- arasında yer almanın yanı sıra Doğu Karadeniz kentlerini Orta Anadolu’ya Ankara’ya ve Marmara Bölgesi’ne İstanbul’a bağlayan tek geçiş yoludur. Türkiye’nin kuzeyindeki bu kent, en önemli tarihi özelliğini Atatürk’ün Kurtuluş hareketine buradan başlamasından alır. Cumhuriyet öncesi küçük bir sahil kenti olan Samsun, Cumhuriyet ile birlikte büyük ve kozmopolit yapıya bürünür. Değişik etnik kimliklerin göçlerle yerleştiği Samsun, bir Samsun kültürü gösteremez. Belki de bu nedenle rahmetli Metin Kökten’in yazısında belirttiği gibi 1965’lerde çıkan Çaltı dışında Samsun’da 1990’lara kadar bir kültür ve sanat dergisi çıkmamıştır. Metin Kökten “Kuzeysu Çıkarken” başlıklı yazısında Kuzeysu adının nasıl konduğunun neden dergiye Kuzeysu dendiğinin üzerinde durmaz. Gazete ve dergilerin ilk sayılarında genellikle adla ilgili açıklamalar yapılagelse de Metin Kökten ya unuttuğu için ya da derginin adından çok içeriğinden söz etmek amacıyla derginin adıyla ilgili bilgi vermez. Kuzeysu adı, Metin Kökten ve dergi kurucularının yaptığı toplantılarda oluşmuştur. Samsun’u Türkiye’nin kuzeyinde olması nedeniyle kuzey sözcüğü; Karadeniz’i de su sözcüğü simgele-
87
miştir. Böylece “Kuzeysu,, bileşik sözcüğü dergiye ad olmuştur.
MAKALE
Aynı tarihlerde Hatay’da yayımlanan “Güneysu,, adlı kültür ve sanat dergisi, çok sonra Metin Kökten ve kurucular tarafından - benim getirdiğim Güneysu Dergisi’nden - öğrenildiği için, derginin adının bu çağrışımla oluşması olası değildir. Her türlü ürünün geniş halk kitlelerine ulaşması ya reklam yoluyla ya da o ürünle daha önce tanışan insanların önerileriyle mümkün olur. Bu ürün, bir kitle iletişim aracı olan dergi olunca ikinci yol geçerlidir. Çünkü kültür ve sanat çabaları yeterince desteklenmediği için reklamdan çok tanıtım yazılarının önemi ortaya çıkmaktadır. Kuzeysu dört yıl süren yayın hayatı boyunca reklam almamıştır. Yazı işleri müdürü Metin Kökten’in, birkaç kurucu üyenin ve okurlarının katkılarıyla ayakta kalmıştır. Derginin yayınlanacağı ilk kez 12 Nisan 1990 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nde haber olarak verilir. “ Samsun’da “Kuzeysu” adı altında sanat ve edebiyat ağırlıklı bir dergi aylık olarak Mayıs ayında yayın hayatına atılacak. Şair Ahmet Özer’in Mayıs 1990 tarihinde Trabzon’da yayımlanan Kuzey Haber Gazetesi’nde çıkan yazısı da bir Kuzeysu yazısıdır. Samsun’da kültür ve sanat dergisi çıkmasının mutluluğunu dile getiren Ahmet Özer, ilk sayıyı da kapsamlı bir biçimde inceler.
88
Samsun’un yıllardır bir kültür ve sanat dergisinden yoksun oluşundan söz eden yazar, Kuzeysu’nun bu boşluğu dolduracağına inandığını söyler. Ayrıca dergi çıkarmanın cesaret işi olduğunu ve bu işe soyunanların desteklenmesi gerektiğini belirtir. Trabzon, Kıyı Kültür ve Sanat Dergisi ile yerel gazeteleriyle, önemli bir kültür ve sanat kentidir. Şair Ahmet Özer’in yazısı ve derginin adresinin duyurulması Kuzeysu için önemli bir katkı olmuştur. Hem yeni abonelerle dergiye ekonomik girdi sağlanırken, hem de yazan, üreten gençler gönderdikleri öyküleriyle, şiirleriyle dergiyi edebi anlamda beslemiştir. Anadolu’da yayınlanan dergilerin İstanbul gazetelerine ve dergilerine seslerini duyurmaları güçtür. Bu güçlüğü dile getirmek için Kuzeysu’nun adını vermeden bu alandaki en eski ve en önemli kitap eki, Cumhuriyet Kitap’a bir mektup yazdım. 5 Ekim 1990 tarihli sayıda yayımlandı. Kültür-sanat dergilerinin, özellikle taşradaki amatör dergilerinin yaşaması Cumhuriyet gibi okumaya yazmaya değer veren yayın organlarının katkılarıyla mümkün oluyor. Çeşitli nedenlerle ürünlerini kitaplaştıramayan nice insan, taşra dergilerinden seslerini duyurmaya çalışırken suskun kalmamanız gerekiyor. Her ne kadar “Kültür Servisi,, kaynaklı haberler çıksa da Cumhuriyet Kitap’in bu görevi üstlenmesi daha çok ses getirecektir. Büyük sermaye gruplarının çıkardığı kültür sanat dergilerinin bile yaşamakta güçlük çektiği bir ortamda amatör taşra dergilerinin yaşaması sizlerin elinde.
Amatör dergiler, genellikle İstanbul dergilerinde ürünlerini yayınlayamayan kişilerin sesi olmak için yola çıkar. Bu düşünce nice şair ve yazar adayının ilgisini çekecek bir özelliktir. Çünkü İstanbul’da çıkan büyük medya kuruluşlarının dergilerinde aynı imzalan aynı sütunlarla hemen her sayı görürüz. İster istemez Kuzeysu gibi taşra dergileri de amatörlerin çekim noktası olmaktadır. Kuzeysu, farklı imzalara sayfalarında yer vermeyi büyük oranda başarmıştır. Edebiyata, sanata ilgili amatörlerin gençlerin yanı sıra edebiyatın, sanatın bilimsel boyutu da dergilerde yer bulmuştur. Samsun 19 Mayıs Üniversitesi’ndeki akademik çevre, değişik bölümlerdeki öğretim görevlileriyle Kuzeysu’da çalışmalannı yayınlamıştır. O zaman Eğitim Fakültesi bünyesinde yer alan Türk Dili ve Edebiyatı, Resim, Rehberlik ve Psikolojik Danışmanlık Bölümleri öğretim görevlilerinin yazılarıyla katkıları Kuzeysu’nun akademik çevrede de kabul gördüğünü gösterir. “Abone olduğum dergilerin bir-iki sayı sonra kapanmasından ya da sürekli gecikmesinden bıktım. Kuzeysu, her ayın ilk haftası okuruyla buluşacak.” diyen Metin Kökten’i hiç yanıltmadı Kuzeysu. Okurlar dört yıl, boyunca her ayın ilk günlerinde Kuzeysu’yu posta kutularından aldılar. Kırk sekiz sayı aksamadan okuruna ulaştı.
bir toplum değiliz. Bırakın sokaktaki insanı, aydın geçinen insanlar bile okumuyor; yazmıyor; üretmiyor. Herkes maddi sorunlar içinde kaybolup gitmiş. Birkaç özverili insanın nefesi de buraya kadar yetiyor. İnanın şu an çok mutsuzum. Çünkü Kuzeysu’yu kapatmakla, evladını yitiren bir babanın acısı içindeyim. Ama ne yapayım? Yapabileceğim bir şey yok. ,
MAKALE
Yaklaşık beş on gün sonra yazımın altında çıkan adresime onlarca mektup geldi. Amatör şair ve yazarlar hem dergiye abone olmak hem de ürünlerini yayınlatmak istiyorlardı. Yazıda bir dergi adı vermememe karşın nice ürünün gönderilmesine kurucu arkadaşlarla çok şaşırdık. Göndericilerin büyük bir kısmının İstanbul, Ankara, İzmir gibi kentlerden oluşu da düşündürücüydü. Bugün çalışmalarını kitaplaştıran nice şairin ve yazarın, o zaman Kuzeysu’ya ürünlerini göndermiş olmaları bile derginin işlevini yeterince yerine getirdiğini ortaya koyuyor.
Görevini yapmış insanın mutluluğu içindeyim. Hiç olmazsa Türk Edebiyatı’na birkaç şair ve öykücü kazandırdık. Bu da bize yeter. Emeği geçenlere teşekkür ederim. Kuzeysu Dergisi, dolu dolu süren dört yıllık kültür ve sanat serüveninde önemli bir işlev yapar Samsun kentinde. Kuzeysu’nun ardından Samsun Sanat, Prometheus, Yolcu gibi dergiler “Merhaba!” der Samsun kültür yaşamına. Kimileri Kuzeysu’nunkine benzer nedenlerle kapanırken, kimileri bugün soluk alıp vermektedir. Kuzeysu bünyesinde ilk yazılarını yayınlama olanağı elde eden kimi şairler ve yazarlar daha sonra ilk kitaplarını yayımladılar. Bugün Samsun 19 Mayıs Etkinliklerinde kitaplarını imzalayan, okurlarla buluşan yazarların arasında Kuzeysu’nun günışığına çıkarttıklarını görmemiz mümkündür. Sonuç olarak Mayıs 1990’dan Mayıs 1994’e uzanan bir süreçte Samsun’da ve Türk Edebiyatı’nda bir soluktu Kuzeysu. Şimdilerde yazarlarının, okurlarının kitaplıklarında; Samsun 19 Mayıs Kütüphanesi ve Ankara Milli Kütüphane raflarında yer alsa da...
“Sevgili Okurlarımız, Dergimiz Kuzeysu dört yılı ve 48. sayıyı geride bıraktı. Bu zaman zarfında karşılaştığımız tüm sorunları sizlere saygımız icabı göğüsledik ve yendik. Ama dört yıl sonra da olsa artık bu işi götüremeyeceğimizi anladık. Çünkü okuyan
89
Arjantin Tango Ezgi TURMUŞ
Arjantin Tango Eğitmeni
MAKALE
90
Arjantin tango denildiğinde aşkı, ihtirası ve tutkuyu çağırır beynimiz... İzlediğimiz görseller hep bu yöndedir ki öyledir de zaten... Fakat daha çok tangoyu deneyimlemekle elde edilebilecek başka türlü anlamlar da vardır... Kapıyı aralayanlar bilirler; tango empatidir, iki iken bir olmaktır, içe dönüştür, derin bir soluk alıp vermektir, her seferinde kendini yeniden var etmektir; tango hayatın kendisidir... Tüm bunların yanında tango, kültürel ve sosyal bir olgu olarak UNESCO’nun kültür mirası listesinde yer almış ve tüm dünyanın bir değeri olarak kabul edilmiş bir danstır. Bizler de Samsun’da Arjantin tangosunu Samsun insanının bakış açısına, duruşuna, eğlence hayatına katmak niyetiyle yola çıktık… Bunun için yaklaşık 3 senedir, dersler, pratikler, tango geceleri, şehirlerarası organizasyonlarla ve eğitimlerle Samsunluların tangoyla buluşmasını sağlıyoruz. TaNGoSAM ailesi olarak eğitmenlerimiz Ezgi Turmuş, Uğur Can Turmuş ve asistanlarımız Derya Kılıç, Gürkan Binici ve Merve Çolak ile derslerimizi ve tüm diğer organizasyonları-
mızı Marin Otel’de gerçekleştiriyoruz… Hafta sonları ve isteğe göre hafta içi derslerimizle, haftada bir gerçekleşen ve herkesin katılımına açık pratik vakitlerimizle Arjantin Tangosuna dair çalışmalar yapıyoruz. Bunların dışında her pazartesi saat 21.00’de Marin Otel’de gerçekleşen tango gecelerimizde, tango müzikleri eşliğinde Samsun’da şimdi çok geride kalmış olan ama herkesin özlediği nostaljiyi yaşatıyoruz. Türkiye’de ancak büyük şehirlerde ve sayılı mekanda gerçekleşen canlı tango müziği keyfini de Samsun’da var etmeyi başardık. Ayda bir kez ve her ayın son haftası, “El Guapo” Trio ile canlı tango müzikleri eşliğinde, bu şehirde eşine az rastlanan geceler organize ediyoruz. Kemanda Sonat Coşkuner, piyanoda Özgün Coşkuner, kontrbasta Özgür Akkor “El Guapo” Trio’nun değerli müzisyenleri. Tüm bu etkinliklerin destekçisi olan Marin Otel sahipleri Mashar Başoğlu’na ve Gisela Başoğlu’na, sanatın ve kültürün bu şehirde gelişmesine karşılıksız destek verdikleri için TaNGoSAM eğitmen ve öğrencileri adına ayrıca tüm Samsunlular adına çok teşekkür ediyoruz.
Unutulan Bir Geçmiş; Kavsilik ve Kemankeşlik Osmanlı Devleti’nde Türk Yayı yapımına Kavsilik adı verilmektedir. Kemankeş ise tecrübeli okçulara verilen bir isimdi. Şövalye nedir diye bazen öğrencilerime sorarım genelde herkes cevabını bilmektedir. Ama Kemankeşlik nedir dediğimde ise hiçbir cevap alamıyorum. Bu şunu gösteriyor; bizim tarihimiz o kadar şanlı ve büyük ancak bizim haberimiz yok. Kemankeşlik ayrıca bir unvan olmuştur. Bazı sadrazamlar Kemankeş olarak anılmaktadır. Türklerde okçuluğun M.Ö. 5000 yıllarında başladığı ve okçuluk ile ilgili ilk kuralların Oğuzlar ile gerçekleştiği görülür. Orhun anıtlarında, “Onok bodunı” deyimi, Oğuzlar’ın ok ile ilişkisinin en eski bir belgesidir. Türk sultanlarının hâkimiyet sembolleri arasında yay ve ok’ta vardır. Ok, Hakan tarafından kendisine bağlı sultanlara, aşiret beylerine ve emirlere askeriyle katılması için çağrı aracı olarak gönderilmektedir. Bu gün Anadolu’nun pek çok köyünde düğüne çağırmak kelimesi yerine “okumak” kelimesi kullanılmaktadır. Büyük Selçuklu sultanı Tuğrul Bey, paralar üzerine yay resmi koydurmuştur. Padişahların imzaları olan tuğralar incelendiğinde, ok ve yayın temel alınarak oluşturulanları da görülecektir. Türk hakanları, komşu uluslara yazdıkları mektupların yukarısına yay ve ok resmi koymaktaydılar. Oğuz soyundan gelen sultanlar yay ve ok’u hükümdarlık sembolü olarak, hiçbir zaman yanlarından ayırmazlardı. Ok ve yay üzerine edilen yeminler özel bir anlam taşımaktaydı. Oğuzlar’ın Müslümanlığı kabulünden sonra ise daha da gelişen okçuluk, en parlak devrine Osmanlılar ile ulaşır. Osmanlılar döneminde, okçuluğu ciddi kurallara bağlayarak yarışma esası içine alan ve tesis kuran hükümdar Fatih Sultan Mehmet’tir. Her ne kadar Fatih’ten önceki bazı hükümdarların dönemlerinde çeşitli okçuluk yarışmaları yapılmış ise de, saha ve tesislerin oluşturulması Fatih Sultan Mehmet’in emri ile başlar. İstanbul’un fethinden
hemen sonra, Kasımpaşa semtinde kurulan ve bugün ancak çok az bir bölümü korunabilmiş olan Ok Meydanı, Fatih’in bu spora verdiği büyük önemin bir göstergesidir. Fatih’ten sonraki hükümdarların hemen tümü bu sahayı genişletip ilave tesisler yapmışlar, diğer kentlerde de sahalar kurmuşlardır. Sultan II. Bayezid döneminde bununla da yetinilmemiş, okçular özel olarak himaye edilmiş, okçuluk malzemeleri imalatı ile uğraşan sanatkârlar bir araya toplanarak, kendilerine her türlü imkan sağlanmıştır. Hatta bu amaçla, sanatkârların neredeyse tümü İstanbul’a getirilmiş ve Bayezid Camii’nin arkasına inşa edilen Okçular Çarşısı’na yerleştirilmişlerdir. 15. ve 16. yüzyıllarda İstanbul’da sayıları 500’ü bulan ok ve yay imal eden atölye ile özel olarak okçuluk eğitimi yapılan okulların bulunduğu gerçeği dikkate alınacak olursa, bu spor dalında ne denli zengin bir geçmişe sahip olduğumuz kolayca anlaşılacaktır.
MAKALE
Civan ÇELİK
Okçuluk tarihimize dikkatle göz atıldığında, Fatih Sultan Mehmet’ten II. Bayezit’a uzanan dönemin ciddi bir “Planlama Dönemi”, II. Bayezit’ten II. Selim’in ölümüne değin geçen sürenin ise “Gelişme Devri” olarak değerlendirildiği görülür. Daha sonraki hükümdarlar da okçuluk ile ilgilenmişler, ancak III. Selim’in tahta geçmesinden II. Mahmut’un ölümüne kadar geçen süre “Yeniden Yükselme Devri” olarak tarihe geçmiştir. Daha sonra II. Abdülhamid’ten V. Mehmet’in ölümüne kadar geçen süre ise okçuluğun “Duraklama ve Gerileme Devri” olmuştur, Osmanlı’nın son döneminde ise okçuluk sanatkârları artık ellerindeki sanatı bırakarak başka işlere yönelmişler, bu işi yürüten kişi sayısı 3-5 kişiyle sınırlı kalmıştır. Cumhuriyet dönemiyle birlikte, 1923-1937 yılları arasında, eski Türk okçularının ailelerinden gelen üç beş kişi, aralarına hevesli gençleri de alarak, İstanbul’un çeşitli semtlerinde ok atışları yapmışlar ve geleneksel sporumuzu yürütmeye çalışmışlardır.
91
MAKALE
Türk okçuluk tarihinin efsanevi ismi Tozkoparan’ın, ikinci kuşak torunları olan İbrahim ve Bekir Özok ile, Türk okçuluğuna ilk kitabı armağan eden Mustafa Kani’nin torunu Vakkas Okatan, bu spora yakın ilgi duyan Prof. Necmettin Okyay, Hafız Kemal Gürses ve yine o devrin Beyoğlu Vakıflar Müdürü ve Milli Sporlar Federasyonu Başkanı Baki Kunter’in girişimleri sonucu kurulan Okspor Kurumu adındaki kulüp, Cumhuriyet dönemimizin ilk ciddi adımı olmuştur. İstanbul Beyoğlu Halkevi’nde, Ulu Önder Atatürk’ün direktifleri ile, milli sporumuz okçuluğu yeniden canlandırmak amacıyla 1937 yılında kurulan bu kulüp, Atatürk’ün ölümünden sonra himayesiz kalarak dağılmıştır. Böylece günümüze kadar da tamamen unutulmuştur. Oysa şu hikaye Türk Okçularının maharetini ve geçmişimizi açıkça göstermektedir. İmparator Charles Quint’in Muhteşem Süleyman’a gönderdiği meşhûr büyükelçi Ogier Ghiselin de Busbecq, Osmanlı kemankeşleri hakkında şu enteresan bilgileri verir: “Türkler yedi sekiz yaşında iken ok atmaya başlıyorlar. On, on iki sene devamlı surette talim yapıyorlar. Bunun neticesinde kolları gayet kuvvetli oluyor. Sonunda o kadar maharet kesbediyorlar ki, hedef ne kadar küçük olsa yine isabet temin eyliyorlar. Kullandıkları yay genellikle bizimkin-
92
den çok sağlamdır. Hem kısa olduğu için kullanılması kolaydır. Yaylar tek bir ağaç parçasından yapılmıştır. Birbirlerine güzelce yapıştırılmış ve tutturulmuş sırımla öküz boynuzundan yapılmıştır. Bir Türk uzun antrenmanlardan sonra en sağlam okla kirişi kulağının arkasına kadar gerebilir. Bu türlü bir yaya alışmamış bir adam ne kadar kuvvetli olursa olsun, onu yayla kiriş arasındaki işaretli noktaya kadar geremez. Talimlere mahsus okullarda (tâlimhanelerde) Türklerin o kadar maharetle ok attıklarını görürsünüz ki kalkan üzerindeki bir beyaz dairenin etrafını okla çevirebilirler. Bu beyaz daire ‘taler’den küçüktür. Beş altı ok beyaz noktanın içine girmediği gibi birbirleriyle çarpışmadan beyaz noktanın kenarlarına dizilirler. Umumiyetle kalkandan otuz ayak (kadem) uzakta durup nişan alırlar. “ demektedir. Türk Yayı, Okları ve Geleneksel Türk Okçuluk tecrübesi, tarih boyunca pek çok tecrübe ve denemeler sonucu çeşitli aşamalardan geçerek ortaya çıkmıştır. Fakat son yüz yıldır tamamen unutulmuş ve hiçbir yaşayan unsuru kalmamıştır. Bugün Macaristan’ da Türk yayı yapan ve dünyaya satan atölyeler varken, bizim ülkemizde bu sanat ve gelenek tamamen unutulmuştur. Unutulan Geleneksel Türk Okçuluğunu ve Yay-ok yapım tecrübesini tekrar gün yüzüne çıkarmak amacıyla faaliyet göstermekteyiz. Bu amaçla gruplar
Amaçlarımız şunlardır; - Türk yay yapım sanatı olan Kavsiliği tekrar canlandırmak. - Yay yapım teknik ve şekillerini yeniden ortaya çıkarmak. - Türk yayı ile ilgilenen ve bu sanatı araştıranlara yol göstermek - Devlet büyüklerimizin ve idarecilerimizin de dikkatini çekerek bu sanatın yaşatılması için destek bulmak. - Gençler arasında farkındalık oluşturarak, genç nesillerin unutulan Kavsilik sanatına Kemankeşliğe ve Geleneksel Türk Okçuluğuna ilgisini arttırmak ve Bahadırlık ruhunu tekrar canlandırmak. - Samsun’da da bir Geleneksel Okçuluk Festivali ve Yarışması düzenlemek. Samsun Bilim ve Sanat Merkezi Geleneksel Türk Okçu Ekibi Gümüşyay Uluslar arası Okçuluk Festivali Osmanlıda en uzağa ok atan padişah II. Mahmu’tur ve menzil mesfesi 810,48 m dir. En uzağa ok atan okçu ise Tozkoparan İskender’dir. Menzil mesafesi 845,79 m dir. Bu atışlara menzil atışları denilmekte idi. Tekke Sicil Defterine bu kayıtlar işlenir ve en uzağa düşen okun yerine bir menzil taşı dikilirdi. Rekor bir atış, ancak o atışa dört kişi tanıklık ederse geçerliydi. Bu taş “Tozkoparan” İskender’ in muhteşem Sultan II. Mahmud’ a ait bir Menzil Taşı. Fotoğraf 19. yüzyılda rekorunun menzil taşıdır. Mesafe 845,5 m dir. Çekilmiştir 1795 te, İngiltere’nin Türk konsolosu Mahmud Efendi, Toxophilite Derneği’nin misafiri olarak bulunduğu bir ortamda üç tane menzil atışı yapmıştır. Mesafeler dikkatle ölçülmüş ve en uzununun 440 m civarı olduğu tespit edilmiştir. Bu mesafe bir İngiliz
Uzun Yayı ile ulaşılmış en uzun mesafeden ortalama 100 m daha fazla olduğundan, büyük şaşkınlığa yol açmıştır. Bunun yanı sıra, Mahmud Efendi kendisinin antrenmansız, yayının timarsız (yayın atış öncesi hazırlanması) ve kendisinin de aslında bir amatör olduğunu söylemiştir. Avrupalı ve Amerikalı araştırmacılar, Türk yayları üzerine gayretli bir çalışma içine girmişlerdir. Amerikalı fizik profesörü Paul Klopsteg, 1929 yılında Türk okçuluğu ile ilgilenmeye başlamış ve araştırmalarını 1934 yılında Türk Okçuluğu ve Bileşik Yay adlı kitabında yayınlamıştı. Eski yay ve okları toplamak, müzeler ve koleksiyonlarda bulunan örneklerini ve tarihî kaynakları incelemekten başka, Klopsteg, geleneksel teknikler kullanarak kendisi Türk tipi yaylar, oklar ve okçu yüzüğü (zihgir) yapıp deneyler yaptı. Kitabında Türk yayının sırtına yapıştırılan sinirler ve karnına yapıştırılan ince boynuzuyla hem dayanıklı, hem de kompresyon gücünün ve esnekliğinin yüksek olduğunu anlatıyor. Bilimsel açıdan incelediği Türk yayları ve oklarının malzemeleri, yapımı ve tasarımlarıyla ilgilenen Klopsteg sonra öğrendiklerini yeni tip ok ve yay tasarımlarına uyguladı.
MAKALE
kurduk. Bölgenin Osmanlı dönemindeki ismi olan Canik ismini grup adı olarak kullandık. Grup olarak 2009 yılından bu yana ülkemizde düzenlenen Geleneksel Okçuluk Yarışma ve festivallerine katılmaktayız. 29 Mayıs 2011’de İstanbul’un Fethi’nin yıldönümü anısına düzenlenen Gümüşhacıköy Geleneksel Okçuluk Yarışmasında, 1-2 Ekim 2011’de Biga Sancak Beyi Osman Bey anısın düzenlenen Biga Geleneksel Okçuluk Yarışmasında, 22-24 Haziran 2012 tarihinde Gümüşyay Uluslar arası Okçuluk Festivaline grup olarak katıldık. 1-2 Eylül 2012 tarihinde Biga/Çanakkale’de yapılacak olan yarışmaya ise hazırlanmaktayız.
Resimdeki Beşir Ağa’ nın 630 m lik atışı anısına dikilmiş olan menzil taşıdır. Bu resmi daha da önemli kılan sağdaki kişinin Dr. Paul Ernest Klopsteg olmasıdır. 1930’daki İstanbul ziyareti esnasında çekilmiştir . Dünyada pek çok insan Türk Yayının performansına hayret ederken biz bunun farkında değiliz. Bu nedenlerle son 5-6 yıldır bu sanat ve sporun canlanması için faaliyet göstermekteyiz. Samsun’da da Geleneksel Okçuluk Festivali düzenlenmesi çabamıza sponsor ve destek olabilecek devlet büyüklerimizin katkılarını beklerken, bize katılmak isteyen her yaştaki Kavsi ve Kemankeş adaylarına kapımız açıktır. Ok gibi doğru olsam Yayla atarlar beni, Yay gibi eğri olsam Elde tutarlar beni… Doğruda aç görmedim Eğride asla bir tok, Eğri yay elde kalır Menzil alır doğru ok… Hz. Mevlana
93
Samsunlu Sanatçılar Derneği Türk Halk Müziği Korosu MAKALE
Yavuz ÖZKARAN
Samsunlu Sanatçılar Deneği Türk Halk Müziği Korosu Şefi
Koşar telden tele dökülür saza Ben beni söylerim türkülerimle Özlem çağıl, çağıl aşk yığın, yığın Ben beni söylerim türkülerimle Gâh Emrah olurum dert ile dolan Gâh bir Köroğlu’yum dağlarda kalan Seyrani, Sümmani, Karacaoğlan Ben beni söylerim türkülerimle (Halil SOYUER) Biliyorsunuz ki kültür; milletleri millet ana öğelerden biridir. Türkülerimiz de onun şah damarıdır. Onun için de milletimiz sevdasını, aşkını gurbetini hatta sevgisiyle sitemini dahi türkü-
94
lerde dile getirmiştir. Kısaca bir sevdadır türküler. Burcu, burcu toprak kokar, kır çiçeği kokar. Kızılırmak’ın çağlayaşı, aşılmaz dağların esrarı gizlidir onlarda. Ana kucağının sıcaklığı vardır. Sevdanın dumanı yükselir. Kavuşamayanların sevdası siyi, siyim gözyaşı olur türkülerde. Türkülerimiz bazen Kütahya’nın Pınarları gibi akıştır. Bazen de Mert dayanır namert kaçar Meydan gümbür, gümbürlenir diye heykirir. Bu heykiriş Ege’ de Zeybek Orta Anadolu’da Bozlak Gaziantep’te Barak Erzurum’da “ Yandı canım tende ey ruh-i revanım bir su ver” ya da “Dün gece yâr hanesinde yastığım bir taş” diyerek yâr hanesinde yastık yerine taşa konulan bir
MAKALE
başın ifade ettiği mistik bir derinlikte nağmeleşir. Onun için biz de hep kendimizi söylemişiz türkülerde. Türküye yatmış kalkmış onunla yunmuş arınmışız. Samsunlu Sanatçılar Derneği olarak geçmişten geleceğe birer köprü konumundaki türkülerimizi Samsun’da gelecek nesillere sağlıklı bir biçimde aktarma misyonumuzu yerine getirerek 2010 yılı Ocak ayında Samsunlu Sanatçılar Derneği Türk Halk Müziği Korosu’nu Şef Yavuz ÖZKARAN yönetiminde oluşturduk. Koromuzun kuruluş çalışmalarında Samsun’da Halk Müziği’ mizin iki değerli üstadı Nizamettin DİZDAR ve Murat CAMADAN’ nında katkıları büyüktür Samsunlu Sanatçılar Derneği Türk Halk Müziği Korosu ilk konserini 10 Nisan 2010 tarihinde Atatürk Kültür Merkezi’de vermiştir. Konsere Konuk Sanatçı olarak Samsunlu Türk Halk Müzi-
ği Sanatçılarımız Ümit BEKİZAĞA ( T.R.T. Ankara Radyosu Türk Halk Müziği Korosu Şefi ) Neslinay ÇINAR ( Türk Halk Müziği Sanatçısı ) 23 Ocak 2011 tarihinde Samsunlu Sanatçılar Derneği Türk Halk Müziği Korosu ve Samsunlu Sanatçılar Derneği Türk Sanat Müziği Korosu birlikte bir çalışmaya imza atarak Samsunlu Sanatçılar Derneği Türk Müziği Korosu olarak Atatürk Kültür Merkezi’nde Konuk Sanatçı Ayşe TAŞ’ın katılımıyla bir konser verdi. 16 Nisan 2011 tarihinde Samsunlu Sanatçılar Derneği Türk Halk Müziği Korosu Samsunlu Sanatçımız Celal BAKAR’ ın (T.R.T. İstanbul Radyosu Türk Halk Müziği Ses Sanatçısı ) katılımıyla Atatürk Merkezi’nde vermiştir. 23 Ocak 2012 tarihinde Samsunlu Sanatçılar Derneği Türk Halk Müziği Korosu “Ozanlarımız ve Deyişlerimiz” konulu olan konserini Canik Kültür Merkezi’nde vermiştir. 11 Haziran 2012 tarihinde Samsunlu Sanatçılar Derneği Türk Halk Müziği Korosu ve Samsunlu Sanatçılar Derneği Türk Sanat Müziği Korosu daha önce de yapmış olduğu çalışmayı tekrarlayarak Samsunlu Sanatçılar Derneği Türk Müziği Korosu olarak Atatürk Kültür Merkezi’nde Konuk Sanatçı Bekir ÜNLÜATAER’ in katılımıyla bir konser verdi. Hâlen Şefliğini yürüttüğüm Samsunlu Sanatçılar Derneği Türk Halk Müziği Korosu 60 kişiden oluşmaktadır.
95
En Huzurlu Liman Yakakent... Atilla ÖZER
Detay Medya Ajans
MAKALE
96
Bir kez gelmeniz yeter bu şehre, sizde vazgeçemez düşüremezsiniz adını dilinizden, turist olmanın mutluluğunu yaşar, aklınıza, ruhunuza ve bedeninize sağlık sunacak oksijeni, masmavi denizi, bin bir çiçek kokusu ile bezeli dağı, yaylayı, yamacı, sıcağı, sıcaklığı yaşayabilir geçmişi soluyarak geleceğe daha güçlü bakabilirsiniz. Yakakent ilçesi, coğrafi yapısı, tarihi geçmişi, kültürel değerleri, doğal güzellikleri, turistik zenginlikleri, en önemlisi Yakakent’i seven gönülden bağlı halkı ile gelişmeyi ve kalkınmayı hak eden bir kenttir. İlçenin kuruluşu, M.Ö. 2. Yüzyıla rastlar. Çeşitli medeniyetlere ev sahipliği yapan Yakakent ilçesinin önceki ismi de Gümenez’dir. Bugün ki ilçe 1800 lü yıllarda, Gerze’den gelen balıkçı aileler tarafından kurulmuştur. Yine Selanik’ten de gelen göçmenlerle Yakakent büyümüştür. 1 Mart 1963 yılında belediye kurulan ilçede aynı yıl “Gümenez” olan ismi kıyı şehri anlamına gelen
Yakakent olarak değiştirilmiştir. Yakakent, Samsun iline bağlı Karadeniz kıyısında batı Karadeniz’de Sinop ili sınırları ile orta Karadeniz’de Samsun ili sınırı arasında geçit noktasındadır. Doğusunda Alaçam, batısında Gerze, güneyinde Canik dağları, kuzeyinde Karadeniz yer almaktadır. 76 km. Olan sınırının 8 km. Sini sahil şeridi kaplamaktadır. İlçenin ekonomisi tarımsal karaktere sahip olmakla beraber balıkçılık ekonominin can damarıdır. Karadeniz’de avlanan her tür balığı bu tertemiz sularda avlamak mümkündür. Kısacası Yakakent’in balığı Türkiye genelinde çok meşhurdur. Deniz ürünlerini değerlendirmek amacıyla balık kooperatifi balık unu ve yağı soğuk hava tesisi özel sektörlere ait fabrikalar deniz ürünlerini değerlendirmek için hizmet vermektedir. İlçenin turizm için sunduğu o kadar çok değeri var ki Samsun’un en önemli turizm mer-
MAKALE
kezi olma yolunda kararlılıkla ilerlemektedir. Yakakent, balıkçı limanında yılın her mevsimi taze deniz balıklarını, tertemiz deniz manzarası eşliğinde yiyebilir, unutamayacağınız anları da yaşayabilirsiniz. Coğrafi yapı ve güzelliği ile Yakakent denizin ormanla kucaklaştığı ender köşelerden biridir. Sıcak kanlı ve sosyal yöre insanlarının turizmin niğmetlerinden yararlanma çabası yörede otel ve pansiyonculuğun gelişmesini de sağlamıştır. Ucuz ve güzel bir tatil geçirmek isteyen her gelir seviyesinden insanlar için Yakakent bulunmaz bir fırsattır. Her yıl temmuz ayında ilçe belediyesinin düzenlediği deniz oyunları ve yaz şenlikleri akşamları da ulusal ve yerel sanatçıların katılımı ile yapılan konserler ile Yakakent ’liler ve tatilciler unutulmaz anlar yaşamaktadır. Huzuru arayanlar için Yakakent’in kapısı her zaman açıktır. Dinlenmek, su sporu yapmak, gürültüden kurtulmak isteyenler için bulunmaz bir köşedir. Çam gölünde çam ormanları ile deniz kucak kucağadır kıyılara sevdalı gibi yedi koldan koşan dalgalar Yakakent’te başka güzeldir. Ayna gibi olan denize haziran ayından eylül yarısına kadar girebilir, bronzlaşabilirsiniz. Çam gölü ormanları mesire yeri ile kamp deniz kara avcılığı bakımın dan ayrı değer taşır. Kozköy mahallesi, sahil kısmı ise tabi bir plaj görünümündedir. Yakakent aşkın, özgürlüğün, tarihin şehridir. İlçeyi hiç görmeseniz de geldiğinizde yabancılık çekmezsiniz. Yakakent ilçesi aynı zamanda bir Japon şehri olan Kuşhimoto ’nun da kardeş kentidir. Yakakent Kuşhimoto kardeşliği 1890 yılında padişah Abdülhamit Japon imparatorunun amcasını bir savaş gemisiyle İstanbul ’a yaptığı bir dostluk ziyaretine karşılık vermek üzere Ertuğrul Fırkateyni’ni Japonya’ya göndermiştir. Osman paşanın kumandasındaki gemi Yokohama limanına demirlemiş kumandan Japon halkı tarafından sevgi gösterileriyle karşılanmıştır. Ertuğrul, yurda dönmek üzere yola çıktıktan sonra Furakara kıyılarında korkunç bir tayfuna tutulmuştur. Azgın dalgalara dayanamayan yelkenli savaş gemisi kayalara çarparak parçalanmıştır. Olay Kaşino adasının, pasifik okyanusu sahilinde meydana gelmiş kaza geç saatlerde olduğundan denizcilerin çoğu sulara gömülmüş
581 şehit verilmiştir. Adanın tepesindeki fenerden kazayı gören fenerci ada halkını yardıma çağırmış büyük çaba gösteren Japonlar 69 kişiyi kurtarmışlardır. Tarihte bu acı olay dünyanın iki ucunda bulunan iyi niyet dostluk ve sevgi hisleri ile yaşayan iki beldeyi birbirine bağlamaktadır. 1963 yılında giden Türk Japon parlementerler arası dostluk gurubu başkanı Manisa senatörü Ferit Alp İskender ile Samsun senatörü Doktor Ferit Tevetoğlu Küşhimoto ’da bulunan Ertuğrul şehitliğini ziyaret etmişlerdir. Doktor Ferit Tevetoğlu Kuşhimoto’nun balıkçı köyü Kaşihu’yu Yakakent’e benzetmiştir. Türkiye’ye dönen parlementerlerimiz aynı yıl iki balıkçı köyünü kardeş köy olması yolunda girişimlerde bulunmuşlardır. 12 Aralık 1963 yılında Japonya ve Türkiye’nin iki balıkçı köyü törenle kardeş köy ilkokullar arası kardeşlik ilan edilmiş olup 14 mayıs 1997 tarihinde ise her iki belde arasında kardeşlik bildirgesi imzalanarak resmiyete kavuşmuştur. Yakakent düzenli yapılaşması muhlis insanları ile sizin şehrinizdir, huzurun şehridir. Hayattan yorulduğunuzda en huzurlu limandır. Türkiye’nin kaptan köşkü arayışlarınızda size rehberlik eder, geçmişten, aşktan ve özgürlükten yorulduğunuzda sığınacağınız en huzurlu limandır. Eşsiz güzellikteki sahiliyle şirin kıyı kasabasıyla Yakakent’te ise gün batımı mutlaka görülmelidir. Güneşin adeta denize söndüğü manzara adeta görenleri büyüleyecektir. Ülkemiz haritasına gönül teleskopu ile bakarsanız bir nazar boncuğu gibi karşınıza çıkar Yakakent. Yakakent ilçesi için gelmek görmek o ruhu bizzat yaşamak gerekir evet bu davet size….
97
Bir Sanat Olarak İllüzyon Erkin SEZGİN İLLÜZYON
MAKALE
98
İllüzyon insanlık tarihiyle eşdeğer bir sanat dalıdır. İllüzyon temelde göz yanılması, göz aldanmasıdır. Yanılsama ya da illüzyon insanların nesne ya da uyaranları hatalı bir şekilde algılamasıdır. Hatalı algılanmasını sağlamak da illüzyonistin elindedir. İllüzyon oyunları bu yüzden çözülemediği sürece zevk verir ve hoşa gider. İllüzyon gözlere, düşünceye, beyine sunulan bir bilmecedir. Amacı insanları kandırmak değil, gördüklerinin gerçekliğine inandırmaktır, bu da illüzyonları sunan illüzyonistin el becerisi ve bunları sunma yeteneğiyle ilgili bir konudur. İllüzyon başlı başına bir sanat dalıdır ve dünyada hakettiği değeri diğer sanat dallarında olduğu gibi bulmuştur. İllüzyon sanatı, tüm sanat dallarıyla yüksek seviyede ilişki içindedir. İllüzyonda amaç düşünce ve hayal sınırlarını zorlamak hatta onları aşmak ve belki de en zor olanı bu görevi her geçen gün değişik şekillerde ve oluşumlarda
yerinde getirmektir. Günümüzde tüm çabalara rağmen sihir ve sihirbazlık dendiğinde insan zihninde çok kolay çağrışımlar yapan illüzyon sanatı; illüzyon ve illüzyonistlik kelimeleri kullanıldığında hala soru işaretleriyle karşılaşıyor. Oysa ki sihirbazlık halk diline daha kolay gelen yaygın bir söyleniş biçiminden başka bir şey ifade etmez. Bu iki kelime eşanlamlıdır, yalnızca illüzyon uluslararası bir terim olma özelliğine sahiptir. İllüzyonda, illüzyonist için tam anlamıyla sahne hakimiyeti kurmak gereklidir. Söz konusu olan hakimiyet de tiyatral çalışmalarla, pandomimle, muhakkak diyalogla ve de monologla kurulur. Müzikle bedenin ahenkli uyumu sahnede görsel açıdan çok önem taşır. Beden dilini iyi bilmek ve bu konuda kendini iyi tanımak, hem izleyenlerin görsel anlamda aldığı hazzı arttırmak hem de ilgi ve dikkatlerini canlı yutmak adına büyük öneme sahiptir. Sahne
MAKALE
performansı ve yapılan şov tabiki kişiye özeldir, ancak bunları geliştirmek için çalışmakta yine kişiye özgüdür. İllüzyonda zıtlıklar söz konusudur; büyük boyutlarda nesnelerin aniden kaybolması, yine küçük boyutlarda kutuların içinden çok büyük nesnelerin meydana gelmesi bundan kaynaklanır. Burada dikkate değer bir konuda kamufleyi sanat haline getirebilmek ve izleyenlere keyifli anlar yaşatabilmektir. İllüzyon sanatı eğlence sektörünün geçmişi en eskiye dayanan sanat dallarından biridir, televizyonun daha evlere girmediği ve eğlence anlayışının boyut değiştirmediği dönemlerde gösterilen ilgiyle, eğlencenin farklı boyutlar kazanarak çok çeşitlendiği ve görsel iletişimin, teknolojinin hayatımızın büyük bölümünü neredeyse ele geçirdiği günümüz anlayışının gösterdiği ilgi arasında fark alması kabul edilebilir bir gerçektir. İllüzyonla uğraşmak için engin bir sevgiye, sonsuz bir sabıra ve de bitmeyen bir meraka sahip olmak gereklidir, bunun yanı sıra üstün bir yeteneği, süratli bir algılama gücünü uzun yıllara dayanan deneyimi şart koşan şaşırtıcı bir sanat dalıdır. Ayrıca insanın böyle bir meraka ve yeteneğe sahip olduğunu anlayarak bu konuda yoğunlaşması ve faaliyet alanları yaratması da bir sürece tabiidir. İllüzyon sanatını seyreden seyirci için hayal dünyasında yaşattıkları ve kendilerince makul olan
fikirleri çok önemlidir, o yüzden de bu sanatın hataya tahammülü yoktur; bir şarkıcı mikrofonu bozulursa çıplak sesiyle şarkıya devam edebilir ama illüzyonda geri dönüşler pek mümkün değildir. Orta ve uzun vadeye dayanan deneyim ve sahne alışkanlığı ancak bu geri dönüşleri mümkün kılabilir. Bu yüzden de kamufle konusunda yüksek beceriye sahip olmak ve illüzyon sırlarını hiçbir şekilde açıklamamak illüzyon sanatının olmazsa olmaz şartlarıdır. Ancak sırların açıklanması konusunda şartın esnediği bazı noktalar söz konusudur ki bu da yeni yetişen insanlar arasında bilgi, birikim ve deneyim paylaşımını sağlamak adınadır. İllüzyon bir sır sanatıdır, dolayısıyla sırrı bilinen oyunların izleyici açısından hiçbir değeri kalmaz bu yüzden de illüzyon sanatı için sürekli bir merakı ayakta tutmak adına illüzyonistlerin hem sunuş hem de diğer hususlarda çok dikkatli olmaları gerekir. Sergilenen oyunlar ne şekilde olursa olsun seyirci açısından çözüme gidiş aşaması zor olmalı. Çözüme gittiği oyunlara, seyirci sadece bakar, çözüme gidemediği bütün oyunlarıysa beğeniyle seyreder ve dikkatini, heyecanını, alkışını canlı tutar. Günümüzde illüzyon sanatında teknolojinin getirdiği tüm imkanlardan yararlanılıyor. Ancak salt teknoloji asla sanatın devamlılığı açısından yeterli olmaz.
99
ALİ KAYIKÇININ KALEMİNDEN
MAKALE
“Mesut Bey”im öncü olmuş ne güzel; “Samsun” adı “Kültür-Sanat” el ele; Bunca “şâir”, bunca “yazar” verdi el; Bu “ilk sayı”, devamını gör hele; Güzel işten, “hoşnut olur” Lemyezel…
“Atafem”in, “halk oyunu” sahası; “Aydınlar”dan, “konferanslar” en hası; “Altuntaş”ın, “Balkanlar”a duâsı;
“Yediyıldız”, “Ortaylı”dan “destek” var; Onca “vakıf ”, “dernekler”den “istek” var; “Şahin Hoca”m, Mart der hep “Nevruz” yazar;
Bu “ilk sayı”, devamını gör hele; “Tuna boyu”, “Türk kardeş”le hep bile…
Bu “ilk sayı”, devamını gör hele; “Yüksel Ünal”, “Turizm”e “kültür” dile… “Mehmet Aydın”, “Eğitim”ce tanınır; “Osman Kara”, “milliyetçi” anılır; “Amazon”dan, bizim gibi sakınır; Bu “ilk sayı”, devamını gör hele; “Hayra niyet”, çekildi bak “besmele”.. “Uğur Dede”; “Şâir-Yazar”, “Yönetmen”; “Üstâd” isim, “röportaj”lara gitmen; “Kukul Hoca”m, “Gel” deyince “seğirtmen”; Bu “ilk sayı”, devamını gör hele; “Madde” için “mânâ”, gitmesin sele… “Ahmet Seven”, “Say-Der”imiz “sesi”dir; “Alperen Bey”, “hat sanat yücesi”dir; “Recep Yazgan”, “Sagem” için “Yesi”dir; Bu “ilk sayı”, devamını gör hele; “Aşk’a âşık Tulûat”çı bir “mele”… “Bahar Güdek”, “ağıtlar”da ağlatır; “Cemalettin”, “masal” deyip kaynatır; “Karahan Bey”, “Gurkin” der hatırlatır; Bu “ilk sayı”, devamını gör hele; “Adige”ler, “hasret-Kafkas” güzele…
100
“Kayder” başka, “Samekder” var yarışta; “Samsun Samfed”, “Tema” ile en başta; “Sasad-Taşan”, örnektir bu uğraşta; Bu “ilk sayı”, devamını gör hele; “Türk Ocağı”, “asırlık” büyük çile…
“Tiyatro” var, “Yerel Tarih”, “Şenlik”ler; “Kültür-Sanat”, aylar-gün, “Etkinlik”ler; “Üst Kurul” var, “Temsilci” şahsen kimler? Bu “ilk sayı”, devamını gör hele; KAYIKÇI der, “Hep iyiye-güzele…”
Şairimize şükranlarımızı sunuyoruz, Kendilerine selamlarımızı sunuyoruz. Ayrıca Genel Yayın Yönetmenimizin iki mısralık notunu da bütün okuyucularımızın engin hoşgörülerinize sığınarak paylaşmak isteriz. Madde için mana gitseydi sele Cep gezer, can gezmezdik el ele… (U.DD)
MAKALE Fotoğraf : Metin İŞLER
101
Çerkez Sürgünü - Kültürü ve Sanatı ABDULKADİR ÖZYILMAZ
MAKALE
Roma imparatorluğu öncesinde Avrupa’da da hakim olan Federatif Çerkesya Halkları, Roma imparatorluğunun güçlenmesi ile birlikte Avrupa’daki hakimiyetlerini kaybedip, varlıklarını Kafkasya’da sürdürmeye devam etmişlerdi. Bununla birlikte bulundukları coğrafi konum gereği Kafkasya’da da birçok kavmin saldırısına maruz kalmaya devam etmişlerdi. Bunların en sonuncusu ve yıpratıcısı Rus İmparatorluğunun Çerkes topraklarını istila etmek için Kafkasya’ya saldırmasıdır. Yaklaşık 300 yıl süren saldırılar sonucunda Çerkesleri büyük felaketler beklemekteydi. 1864 Mayısında Çarın fermanı gereği anavatanını terk etmeyen küçük bir kısım halk, toplama kamplarında esarete razı gelirken çok büyük çoğunluğu yeni inançları islamiyetin lideri Osmanlı padişahı halifeninde daveti üzerine Karadeniz limanlarına çıkmaya razı geldiler. Aslında göçmenlerin tamamı istanbula gitmek için yola çıkmışlardı. Fakat daha sürecin başında ortaya çıkan salgın hastalıklar nedeni ile göçmenlerin istanbula girişi önlendi. Önemli bir gurup Varna limanı üzerinden balkanlara gitti. Diğer büyük iki gurup samsun ve Trabzon limanlarına geldi. Geldi ama bir kısım gemiler battığı için içindekiler hiç ulaşamadı. Ulaşmayı başaran gemilerde ise. Salgın hastalık nedeni ile ciddi bir kayıp vardı ve gemi personeli tarafından denize atılmıştı. Sahile ulaşmayı başaranların çilesi bitmemişti. 40.000 kişi için davet hazırlayan Osmanlı devleti çok kısa sürede 2 milyona yakın insanın gelmesiyle hazırlıksız yakalanmış ve göçmenler salgın ve açlıktan hızla kırılmaya başlamıştı. Trabzona inen mültecilerin büyük çoğunluğu kısa zamanda yok oldu. Samsunda sahilde hayatta kalmayı başaranları başka bir dram bekliyordu. Asayiş sorunu bahanesiyle zorunlu ikametler başlamış zaten gemilere bindirilirken kısmen dağılan aileler tamamen parçalanmıştı. Kardeşler anne-baba
102
ve çocuklar hepsi başka bir yöne doğru gönderilmişti. Tabii trajedi buradada bitmedi, Osmanlıda başlayan iç isyanlara önlem olarak zorunlu çerkes yerleşimleri için genellikle rus, ermeni ve bulgar ahalinin bulunduğu bölgelerin sınırları seçilmiş. Ve ardından eli silah tutanlar dilini bilmedikleri bu ülkeyi savunmak üzere çepheye gitmişlerdi. Hamidiye alaylarına alınan binlerce çerkes genci ermeni ayaklanmaları kürt aşiret isyanları ve rus saldırılarında halife adına şehit olurken kayseriden Sarıkamış birliklerine katılan onbinlerce çerkes genci düşmanı bile göremeden donarak öldüler. Bu arada balkanlara yerleştirilen çerkesler Osman paşanın plevneden cekilmesinden sonra bölgeden ayrılmamışlar ve halife adına Bulgar köylerini yakıp yıkmaya isyan bastırma hareketine devam etmekteydi. Dönemin Osmanlı rus savaşının ardından Berlin anlaşmasının en önemli maddesi bölgeye
Ürdün krallığı adına arap katliamı yapan çerkesler krallığın gözdesi olmuşlardı ama Araplarla da aralarında mesafe oluşmuştı. epey zaman sonrada arap - israil savaşında golan tepelerini yeşerten çerkesler buradan sürülmüş. Bir kısmı israilde bir kısmı suriyede yaşamak zorunda bırakılmış ve yıllarca tekrar tekrar parçalanan aileler bir araya gelememişti Şimdi siz şunu düşünebilirsiniz. Anavatanları çerkesyadan ayrılmayıp toplama kamplarında kalanlar daha
şanslıydılar. Maalesef öyle olmadı. Bolşevik devriminde iki ateş arasında kalan çerkesler hem birbirleriyle çatışmış hemde ikiye ayrılan rus ordusunun saldırılarına maruz kalmıştı. Bu da yetmemiş 1. Dünya savaşında cepheye sürülen çerkeslerin çoğu geriye dönmemiş cepheye gitmemiş ve bağımsızlık için ayaklananlarda ya öldürülmüş yada anavatanını terk etmek durumunda kalmıştı. Rus zulmü yetmemiş gibi 2. Dünya savaşında çerkesyaya giren alman orduları çerkes köylerinde taş taş üstünde koymamış. Cerkes köylerini yakıp yıktıkları gibi verinli buldukları ova topraklarını vagonlarla almanyaya taşımaya başlamışlardı. Almanların yenilmesinin ardından Almanlara esir düşen çerkesler düşmanla işbirliği yaptıkları gerekçesiyle müttefiklerden iade alınmış Ruslara teslim edilenler idam edilmiş şanslı olanlar sibiryaya sürgüne gitmiş kaçabilenlerde Türkiye ve avrupanın bazı ülkelerine sığınmışlardı.
MAKALE
yerleşen ve Bulgarlara kan kusturan çerkeslerin balkanlardan alınmalarıydı. Bu nedenle balkan çerkeslerine yine yol göründü ve bir kısmı Ortadoğu Kıbrıs ve kuzey afrikaya giderken önemli bir kısmıda ege ve Marmara bölgesine yerleştirildi.buraya yerleşen çerkeslerin yine yüzü gülmeyecekti. Kurtuluş savaşının başlamasıyla birlikte padişah adına ülkeyi savunmaya çalışan çerkes aznavur birlikleri, düzce çerkesleri Yozgat çerkesleri Ankara hükümetine karşı ayaklanmış, yeni hükümette bu ayaklanmayı bastıracak tek güç çerkes ethem birlikleri olduğu için ayaklanmaları bastırmaya çerkes ethem ve emrindeki çerkes göçmenleri gönderilmiş, çerkesler arasında çok çetin çarpışmalar geçmiş yüzlerce çerkes köyü yakılıp yıkılmıştı. Tabii bilindiği üzere galip gelen ve Ankara çerkesleri adına çarpışan çerkes ethemde Ankara hükümeti tarafından ayrıca hain ilan edilmişti. Trajedi bununla da bitmemişti; atatürkün ölümünün ardından iktidara gelen milli şef ege ve Marmara bölgesi çerkeslerinin düşmanla işbirliği yapabilecekleri bahanesiyle balkanlardan sürgün gelen 40 kadar çerkes köyünün doğuya kaydırılmaları için sürgün kararı vermiş ancak yola çıkan çerkeslerin sadece birkaç tanesi sürgünde iken meclisin aldığı bir kararla sürgün durdurulmuştu. Ama bu arada hala anavatan çerkesya ile ilişki kurulabiliyor ve geriye dönme hayalleri devam ediyordu. Ortadoğuya gidenlerin durumu anadoludan hiçde farklı değildi.
Evet bu anlattığımız çerkeslerin başına gelen olayların tamamı birkaç asırda ortaya çıkan olaylar değil sadece 50-60 yılın derlemedir. Yeni Türkiye sınırları içindeki çerkeslerin çilesi bu arada devam etmekteydi. Soyadı kanunuyla birlikte kendilerinin yüzlerce binlerce yıldır kullandıkları soyadlarının verilmeyip boşka soyisimler verilmesi parçalanan ailelerin tescillenmesi anlamına gelmişti. Bu arada başlayan soğuk savaşla sınırların kapatılmasıda anavatana dönüş hayallerini tümüyle yıkmıştı. Artık “Türkiye çerkesleri olarak onların yeni bir vatanları ve yeni gelecekleri vardı. Dilini bilmeden savundukları bu topraklarda kültür ve sanatlarını yeniden inşa etmeye ve durumlarını iyileştirmeye başladılar. Önceleri spor dans müzik ve tiyatro alanlarında başlayan öncülük sonra hayatın her alanına yayıldı. Dağılan aileler kısmende olsa birbirlerini bulmaya başladı. Önceleri Osmanlı döneminde hanımların spor yapmaları için Beşiktaş Jimnastik ku-
103
MAKALE
lerini istiklal mahkemelerinde yargılamıştı. dünya güzellik yarışmasına Türkiye adına katılan ilk çerkes kızının dünya güzeli seçilmesi bir başka dalda kadın öncülüğü oluşturdu. Genç türk sinemasında yer alan ediz hun, göksel arsoy, Türkan şoray ve daha niceleri. Çerkeslerin bu ülkeye ne kadar çabuk adapte olduklarını ve neleri başardıklarını gösterdiler. Geldikleri günden bugüne kadar yüzlerce rütbeli asker politikacı sanatçı ve edebiyatçı yetiştirerek ülkenin sosyal, kültürel ve ekonomik varlığına katkı koyup güvenliğinden sorumlu oldular. Yerleşilen illerin içinde en yoğun nüfus samsundaydı. lübünü kurdular. başlarına gelmeyen kalmadı. Kulüp kapatıldı ve yöneticileri zindana atıldı. Saraydaki nüfuzlu çerkesler aracılığıyla affedilen kurucular zindandan çıkınca futbol oynamadıkları gerkçesiyle tekrar kulübü açma izni aldılar. Sonra Müslüman bir tiyatroyu kurdular yine başlarına gelmeyen kalmadı. Bu arada klasik türk müziğinde yesari asım arsoy gibi bestekarlar yetişti, Ardından kız ve erkek çocukların bir arada okutulduğu ilk modern Müslüman mektebini kurmuşlardı. yeni Türkiye cumhuriyeti tarafından bu mekteb kapatılarak yönetici-
104
Samsuna gelen göçmenler kendileri gibi dışarıdan gelen diğer göçmen toplululuklardan; tatarlar, Nogaylar gürcüler, balkan göçmenleri ve Arnavutlar ile kısa zamanda birlikteliklerini geliştirip uyum sağladılar. Tarım hayvancılık silah ve deri sanayinde başarılar oluşturup ülkeye katkı sağladılar. Kurtuluş savaşında öncü olarak hem samsun bölgesinde hemde ülke genelinde savaşıp şehit verdiler. Samsundaki Çerkesler samsunda kurdukları başta Adige kültür derneği olmak üzere dernekleri vasıtasıyla kültürlerini korumaya derlemeye ve gelecek kuşaklara aktarmaya çalışıyorlar.
MAKALE : Metin İŞLER FotoğrafFotoğraf : Abdullah SEZGİN
105
OMÜ Vakfı İlköğretim Okulu
İle Eğitimin Çıtası Bir Üst Seviyeye Çıkıyor MAKALE
Ondokuz Mayıs Üniversitesi Vakfı Samsun’da eğitimin çıtasını bir üst seviyeye taşımak için kurduğu OMÜ Özel İlköğretim Okulu iki yaşında. Deneyimli öğretici kadrosu, sosyal mekan ve faaliyetleri ile üniversite kampusü içinde donanımlı yapısıyla OMÜ Özel İlköğretim Okulu ikinci yılında Samsun’da eğitimin gözdesi oldu. Ondokuz Mayıs Üniversitesi’ne yaptığı bağışlar ve yatırımlar, OMÜ öğrencilerine verdiği burslar, yurtdışı akademik bilimsel yayınlara verdiği ödüller ve Samsun’un önemli sosyal projelerine sağladığı katkılarla dikkat çeken Ondokuz Mayıs Üniversitesi Vakfı’nm kurduğu Özel İlköğretim Okulu daha ikinci yılında Samsun’un gözdesi oldu. Samsun’da Eğitimin Gözdesi: Omü Vakfı İköğretim Okulu OMÜ Vakfı 35 Yıldır Samsun Eğitimine Katkı Veriyor 1976 yılında kurulan ve Türkiye eğitim sisteminde belirli bir yer edinen Ondokuz Mayıs Üniversitesi Vakfı, sosyal sorumluluk bilinciyle Türkiye’nin ve Samsun’un eğitim çıtasını bir üst seviyeye taşımak amacıyla OMÜ Vakfı Özel İlköğretim Okulu’nu kurdu. OMÜ Özel ilköğretim Okulu En İyi Olma Yolunda Hızla ilerliyor
OMÜ Kurupelit Kampüsü içerisinde, Türkiye’nin en iyi üniversitelerinden mezun, tecrübeli ve uzman eğitimci kadrosuyla, okul öncesi ve ilköğretim bölümlerinden oluşan binasıyla “en iyi” olmak için yola çıkan OMÜ Vakfı Özel İlköğretim Okulu hızlı ilerliyor.
106
Şehrin Kalabalığın Uzak Donanımlı Yapısıyla Modern Bir Okul OMÜ Vakfı Özel İlköğretim Okulu, Ondokuz Mayıs Üniversitesi Kurupelit Kampüsü içerisinde; Diş Hekimliği Fakültesi’nin karşısında öğrencilerine eğitim-öğretim vermeyi sürdürüyor. Şehrin kalabalığından ve gürültüsünden uzak, doğayla başbaşa, yemyeşil ağaçlık bir alan içerisinde bulunan okul; sınıfları, fen ve teknoloji ile bilgisayar laboratuarları, görsel sanatlar ve teknoloji-tasarım derslikleri, beden eğitimi ve müzik salonları, idari ofisleri, öğretmen odaları, dinlenme salonları ve yemekhanesi ile son derece modern bir görünüme sahip. OMÜ Vakfı İlköğretim Okulu’nun Temel Amacı İyi İnsan Yetiştirmek Vakıf yönetimi ile OMÜ’den sağlanan akademisyenlerden oluşturulan beş kişilik bir komisyon tarafından seçilen güçlü ve deneyimli bir eğitim kadrosuna sahip, Ondokuz Mayıs Üniversitesi (OMÜ) Vakfı Özel İlköğretim Okulu yeni kurulmasına rağmen kaliteli eğitimiyle dikkat çeken 20 kişilik sınıflarından taviz vermeyen ve ekonomik kaygısı olmayan bir okul. Veli-öğrenci memnuniyetini ön planda tutan OMÜ Vakfı İlköğretim Okulu’nun hedefi ise, iyi insan yetiştirmek ve disiplinli bir eğitim sunan güvenilir bir eğitim anlayışı. İlkokul Öğrencilerine Fakültede Uygula-malı Eğitim OMÜ Vakfı İlköğretim Okulu yönetimi tarafından, öğrencilerin bireysel istek ve ihtiyaçlarının dikkate alındığı, fiziksel, sosyal ve duygusal gelişmelerinin desteklendiği çocukları kucaklayan ve huzur dolu bir eğitim - öğretim ortamını sunma arzusu sahip. Uzman eğitimci kadrosuyla geleceğin Türkiye’sine nitelikli ve başarılı bir insan yetiştirmeyi ilke edinen OMÜ Vakfı Özel ilköğretim Okulu’nda Ziraat Mühendisliği ile Veterinerlik Fakültelerinde arazide uygulamalı eğitim de görüyor. Öğrencilere bitki ve hayvanları daha yakından tanıma şansı sunuluyor.
ğer okullarda bulunmayan bir ayrıntı da, cumartesi günleri öğrencilere ücretsiz sosyal çalışma ve Seviye Belirleme Sınavı (SBS)’na hazırlık kursları veriliyor. Vizyonumuz Lider İlköğretim Okulu Olmak OMÜ Vakfı Özel İlköğretim Okulu Müdürü Kamuran Erdem okulun vizyonunu ve misyonunu şu şekilde dile getiriyor; “Çalışanların görevlerini iyi yapmanın huzurunu duyduğu, hem hizmeti alan öğrencilerin, hem de diğer toplumsal çevrenin saygınlığını kazanmış, çalışma ortamı ve öğrenci davranış ve başarılan ile çevresinde örnek teşkil eden, Atatürk ilke ve inkılapları ışığında, topluma lider ve model olabilecek, kurumsal kültürü ve kimliği güçlü, eğitimdeki tüm yeniliklere açık, yeni modeller üreterek öncülük eden lider bir ilköğretim okulu olmak okulumuzun vizyonunu oluşturuyor. Misyonumuz Örnek İnsan Yetiştirmek Yüksek teknoloji ve çağdaş eğitimin tabiatla iç içe bir ortamda verildiği, Türk Milli Eğitiminin temel amaçları ve temel ilkeleri doğrultusunda misyonumuz; vatanını, milletini, bayrağını seven ve manevi değerlere bağlı, milletine ve ailesine yararlı, değişimlere kolay uyum sağlayabilen, milli ve evrensel değerlere açık, kendine güvenen, hoşgörülü, sorumluluk sahibi, yeteneklerini ve birden fazla yabancı dili en iyi şekilde kullanabilen, bilimi, sanatı, kültürü ve sporu yaşamının bir parçası olarak benimseyen, pozitif düşünceye sahip, etkili iletişim kuran ve örnek insanlar, araştırmacı ve bilimsel düşünceye açık bireyler yetiştirmektir.” diyor. OMÜ Vakfı Özel İlköğretim Okulu Müdürlüğü, Samsun kamuoyunu okullarını görmeye ve bir kahvelerini içmeye davet ediyor.
MAKALE
OMÜ VAKFI ÖZEL İLKÖĞRETİM OKULU FARKLILIKLARIYLA DİKKAT ÇEKİYOR Her Öğrenci Ayrıcalıklı OMÛ Vakfı İlköğretim Okulu Müdürü Kamuran Erdem ve deneyimli eğitim kadrosu ile OMÜ Vakfı Özel İlköğretim Okulu, öğrencilerine ayrıcalıklı olduklarını hissettirmenin, kısa zamanda çok iş başarmanın ve OMÜ Koleji’ni Samsun’un gözde ve tercih edilen okulu haline sokmanın ve her insanın değerli ve önemli olduğu duygusunu vermenin haklı gururunu yaşıyor. Öğrenciler Üniversitenin Tüm İmkanlarından Yararlanıyor OMÜ Vakfı Özel İlköğretim Okulu’nda öğrenciler, Üniversitenin tüm imkanlarından yararlanma hakkına sahip. Yüzme havuzunu kullanabilen öğrenciler; tenis, dağcılık gibi sporların yanında piyano dersi de alabiliyor. Yüzme sporu uygulamalı ders olarak okutuluyor ve okulda yüzme bilmeyen tüm öğrencilere amatörce yüzme öğretiliyor. Yemekler Beslenme Kurallarına Göre Belirleniyor Öğrenciler aynı zamanda üniversitenin sağlık hizmetinden de yararlanırken, öğretim yılı içerisinde her öğrenci iki kez sağlık kontrolünden geçiriliyor. Öğrencilerin yemekleri gıda mühendislerinin kontrolünde yapılıyor ve yemeklerin kalorisi beslenme kurallarına uygun olarak uygulanıyor. Sosyal İmkan Ve Faaliyetle Üst Düzeyde OMÜ Vakfı Özel İlköğretim Okulu öğrencileri ve velileri oldukça şanslı. Çünkü okul tarafından Çanakkale, Ilgaz, Akdağ ve Kapadokya gibi tarihi ve turistik yerlere geziler düzenleniyor ve bu gezilerin yanında diğer sosyal etkinlikler de üst düzeyde yapılıyor. Beceri ve yetenek salonları öğrencilerin hizmetine sunuluyor ve OMÜ Koleji’nde öğrencilerin boş zamanlarında etüt odalarında bire bir eğitim de verilerek değerlendiriliyor. Di-
107
MAKALE
108
Fotoğraf : Abdullah SEZGİN
MAKALE
K端lt端rel ve Sanatsal Etkinlikler
109
TEMMUZ 2012 Etkinliğin adı Yeri Tarih ve saati TEL
: Bengü Karakucak güreşleri : Bengü köyü Bafra : 10 Temmuz 2012 : (362) 544 56 74 - (362) 544 56 74
MAKALE
Etkinliğin adı : GELENEKSEL KAPAKLIEŞME YAYLA ŞENLİKLERİ VE KÜLTÜR FESTİVALİ Yeri : Vezirköprü ilçesi Tarih ve saati : 10-11 Temmuz 2012 Etkinliği Yapan : Trabzonlular Yardımlaşma, Dayanışma ve Kültür Der. TEL : (362) 647 41 41 - (362) 647 41 41 Etkinliğin adı : HAVACILIK PANAYIRI VE ŞENLİKLERİ Yeri : Ondokuzmayıs Tarih ve saati : Temmuz 2.Haftası Etkinliği Yapan : Samsun Sportif Havacılık Kulübü TEL : (362) 431 76 76 (362) 431 76 76 FAKS : 437 92 62 Etkinliğin adı : ELALDI KÖYÜ YAYLA ŞENLİKLERİ VE KÜLTÜR FESTİVALİ Yeri : Vezirköprü Tarih ve saati : 17-18 Temmuz 2012 Etkinliği Yapan : Elaldı Köyü Muhtarlığı TEL : (362) 646 10 26 (362) 646 10 26 Etkinliğin adı : CANİK KÜLTÜR – SANAT ŞENLİKLERİ Yeri : Canik merkez ilçesi Tarih ve saati : 17-24 Temmuz 2012 Etkinliği Yapan : Canik Belediyesi TEL : (362) 228 35 50 (362) 228 35 50 FAKS : 238 84 30 Etkinliğin adı : Uluslararası Halk Dansları Festivali Yeri : Gazi sahnesi Tarih ve saati : 17-27 Temmuz 2012 Etkinliği Yapan : Samsun BüyükŞehir Belediyesi TEL : (362) 431 60 90 (362) 431 60 90 FAKS : 435 91 37
110
Etkinliğin adı Yeri Tarih ve saati Etkinliği Yapan TEL
: AKDAĞ YAYLA ŞENLİKLERİ : Ladik ilçesi : 13-14-15 Temmuz :Ladik Belediyesi : (362) 771 30 21 – 771 30 30 FAKS : 771 22 11
Etkinliğin adı Yeri Tarih ve saati Etkinliği Yapan TEL
: YAKAKENT ŞENLİKLERİ : Yakakent ilçesi : 13-14-15 Temmuz : Yakakent Belediyesi : (362) 611 21 04 – 611 20 05 FAKS : 611 24 54
Etkinliğin adı Yeri Tarih ve saati Etkinliği Yapan TEL
: Deniz Oyunları Festivali : Yakakent ilçesi : 22-23 Temmuz 2012 : Yakakent Belediyesi : (362) 611 21 04 – 611 20 05 FAKS : 611 24 54 MAKALE
Etkinliğin adı : 19 MAYIS BELEDİYESİ KÜLTÜR SANAT VE TURİZM FESTİVALİ YERİ VE TARİHİ : 13-14-15 Temmuz Etkinliği Yapan : Ondokuz Mayıs Belediye Başkanlığı TEL : (362) 511 44 88 – 511 48 04 – 511 48 05 FAKS : 511 31 60 Etkinliğin adı : GÖL BELDE BELEDİYESİ KUNDUZ YAYLA ŞENLİKLERİ VE YAĞLI GÜREŞLERİ YERİ VE TARİHİ : Vezirköprü - 24-25 Temmuz Etkinliği Yapan : Göl Belde Belediye Başkanlığı TEL : (362) 686 70 10 – 686 70 11 FAKS : 686 70 12 Etkinliğin adı : AMAZON FESTİVALİ YERİ VE TARİHİ : Terme - 29-31 Temmuz Etkinliği Yapan : Gölyazı Belediye Başkanlığı TEL : (362) 872 10 05 – 872 10 20 FAKS : 872 10 05 AĞUSTOS 2012 Etkinliğin adı : RAMAZAN ŞENLİKLERİ Yeri : Ramazan ayı içinde Etkinliği Yapan : İlkadım Belediyesi Etkinliğin adı YERİ Yeri DÜZENLEYEN
: RAMAZAN ŞENLİKLERİ : Atakum Yeşilyurt A..M. : Ramazan ayı içinde : Atakum Belediyesi-Yeşilyurt AVM.
Etkinliğin adı YERİ Yeri DÜZENLEYEN
: RAMAZAN ŞENLİKLERİ : Canik Kültür Merkezi : Ramazan ayı içinde : Canik Belediyesi
Etkinliğin adı : KARLI KÖYÜ GELENEKSEL KÜLTÜR FESTİVALİ Yeri : Alaçam-Karlıköyü Tarih ve saati : 27-28-29 Ağustos 2012 Etkinliği Yapan : Karlıköyü Yardımlaşma, Dayanışma ve Kültür Der. TEL : (0 546 642 11 92) Etkinliğin adı : GELENEKSEL YAĞLI GÜREŞLER KÜLTÜR TURİZM FESTİVALİ Yeri : Vezirköprü Tarih ve saati : 31 Ağustos 02 Eylül 2012 Etkinliği Yapan : Vezirköprü Belediye Başkanlığı TEL : 362 647 1731-32 FAKS: 362 647 12 74
111
Etkinliğin adı : GELENEKSEL YAĞLI GÜREŞLER KÜLTÜR TURİZM FESTİVALİ Yeri : Asarcık Güreş Alanı Tarih ve saati : 31 Ağustos 02 Eylül 2012 Etkinliği Yapan : Asarcık Belediye Başkanlığı TEL : (362) 791 22 50 Faks: (362) 791 22 37 MAKALE
Etkinliğin adı : Karpuz festivali Yeri : Bafra Tarih ve saati : 27-31 Ağustos Etkinliği Yapan : Bafra Belediyesi EYLÜL 2012 Etkinliğin adı : GELENEKSEL YAĞLI GÜREŞLER KÜLTÜR TURİZM FESTİVALİ Yeri : Vezirköprü Tarih ve saati : 31 Ağustos 02 Eylül 2012 Etkinliği Yapan : Vezirköprü Belediye Başkanlığı TEL : 362 647 1731-32 FAKS: 362 647 12 74 Etkinliğin adı : Altın Fındık Yağlı pehlivan güreşleri Yeri : Terme Köybucağı köyü Tarih ve saati : 09 Eylül 2012 Etkinliğin adı : Yaşar Doğu Şenlikleri Yeri : Kavak ilçesi Tarih ve saati : Eylül ayı Etkinliği Yapan : Kavak Belediyesi TEL : (362) 791 22 50 (362) 791 22 50 FAKS : 791 22 37 Etkinliğin adı : Göller Bölgesi Güreşleri Yeri : Ayvacık Tarih ve saati : Eylül ayı Etkinliği Yapan : Ayvacık Belediyesi Etkinliğin adı Yeri Tarih ve saati Etkinliği Yapan
: Köprülü Mehmet Paşa Kültür Sanat ve Spor Festivali : Vezirköprü ilçesi : Eylül Ayı : Vezirköprü Belediyesi
Etkinliğin adı : LADİK YAĞLI GÜREŞLERİ YERİ VE TARİHİ : Ladik - Eylül 2.Haftası Etkinliği Yapan : Ladik Belediye Başkanlığı TEL : (362) 771 30 30 – 771 30 21 FAKS : 771 22 11
112
Samsun K端lt端r Sanat Haberleri
Samsun Kültür Sanat Platformu Derneği 2. Olağan Genel Kurulu MAKALE
Samsun Kültür Sanat Platformu Derneğimiz 2. Olağan Genel Kurulunu Gerçekleştirdi. Samsunda 21 kadar vakıf ve derneğin biraraya gelerek kurduğu Samsun Kültür Sanat Platformu olağan kongresini gerçekleştirdi. Samsunda 21 kadar vakıf ve derneğin biraraya gelerek kurduğu Samsun Kültür Sanat Platformu 2. Olağan Genel Kurulunu 23 Haziran 2012 Cumartesi günü saat 16:00’da İlkadım Kaymakamlığı Konferans Salonunda gerçekleştirdi. Yoğun katılımla gerçekleşen Genel Kurulda yapılan seçim sonucunda Yeni Yönetim ve Denetim Kurulları şöyle şekillendi. YÖNETİM KURULU (ASIL ) 1.Mesut Taner GENÇ 2. Uğur DEDE 3. Prof. Dr. Metin EKER 4.Emin KIRBIYIK 5.Av.Nadi MACİT 6. Prof. Dr. Kaya Tuncer ÇAĞLAYAN 7. Kazım MEMİÇ 8.Ömer UMUTLU 9. İbrahim TÖKEL 10.Yrd. Doç. Dr. Bahar GÜDEK 11.Prof. Dr. Mehmet AYDIN
YÖNETİM KURULU (YEDEK) 12-Mehmet YILMAZ 13-Yılmaz ÖZYAVUZ 14-Zekeriya ÇAVUŞOĞLU 15-Recep YAZGAN 16-Ömer KABAŞ 17-Cavit ERSOY 18-Abdulkadir ÖZYILMAZ 19-Sedat ERDİŞ 20-Füsun YALÇIN 21-Şahin ÇANGAL 22-Kaan Uğur YÜCEKNT DENETİM KURULU (ASIL) 1.Emin Kazım ŞEN 2.Hikmet GÜRCAN 3.Mustafa KOLDERE DENETİM KURULU (YEDEK) 4-Emre BOSTANOĞLU 5- Yavuz ÖZKARAN 6- Nurten YÜCEKENT
114
Yazarlar Buluşmasını Gerçekleştirdik
5–6 Haziran 2012 tarihleri arasında il özel idaresi kültür ve sanat galerisi’nde yapılan etkinliğe Derneğimiz Başkanı Mesut Taner Genç, İlkadım Belediye Başkanı Necattin Demirtaş, İl Özel İdaresi Genel Sekreter Yardımcısı Muzaffer Kayaoğlu, İlkadım İlçe Milli Eğitim Müdürü Davut Numanoğlu ve Samsunlu yazarlar ve şairler katıldı. Türkiye’nin okuma yazma istatistiklerini veren Derneğimiz Başkanı Mesut Taner Genç, “Türkiye’nin nüfusu 72 milyon 500 bin. Bunun içinde 56 milyon 793 kişi okuma biliyor. 15 milyon 707 kişi okuma-yazma bilmiyor. bunun 6 milyon küsuru 0-6 yaş çağında. Ülke genelinde 9 milyon 624 bin 250 kişi okuma-yazma bilmi-
yor. Okuryazar olmayan nüfusun 7 milyon 730 bini maalesef kadınlardan oluşuyor. Ergin çağda 9 milyon 624 bin 250 bin kara cahil var. BM İnsanı Gelişim Raporu’nda kitap okuma oranında Türkiye 173 ülke arasında 86. sırada yer alıyor. Araştırmaya göre televizyon izleme oranı yüzde 94’e çıkarken, kitap okuma oranı ise yüzde 4.5’a geriledi. Türkiye’de her bin kişiden sadece 1 kişi kitap okuyor. Gençlerin yüzde 70’i kitabın kapağını dahi aralamıyor” dedi.
MAKALE
Samsun Kültür Sanat Platformu olarak, Ilkadım Ilçe Milli Eğitim Müdürlüğü ve Samsun Yazarlar Derneği işbirliğinde Türkiye Okuyor Kampanyası’na destek olmak amacıyla Samsunlu yazar ve şairlerin halkla buluşması etkinliği düzenledik.
Etkinlikte Başkanımız Mesut Taner Genç ile samsun şair ve yazarlar kitaplarını imzaladı. Kültürel ve sanatsal etkinliklere katkıları gün geçtikçe artan İlkadım İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü ARGE Birimine gösterdikleri çabadan dolayı teşekkür ediyoruz. Yazarlarla Halk Buluşmasındaki emeklerinden dolayı Şube Müdürü Seyit Ahmet Sulube şahsında, Ar-ge de ki uzman öğretmenlerimiz Leman Özay, Ali Fuat Hatip ve Özlem Boyar’a şükranlarımızı sunuyoruz.
115
Samsun Mübadele Derneği’nin Büyük Başarısı MAKALE
Samsun Mübadele Derneği ve Türk Hava Yolları Genel Müdürlüğü’nün birlikte organize ettiği, Karadeniz bölgesinde gezi, inceleme, kültür, turizm alanında pazar araştırma ve tanıtım yapan Selanik’ten gelen 15 kişilik heyet Samsun’dan ayrıldı. Çok olumlu görüşmelere imza attıklarını dile getiren heyet, bu zemini hazırlayan Samsun Mübadele Derneği yönetimine teşekkür etti. Selanikli heyeti Samsun Çarşamba Havaalanından uğurlamak için gelen Samsun Mübadele Derneği Başkanı Salih Meriç, Başkan Yardımcısı Ersin Kasap ve Samsun Ticaret ve Sanayi odası yönetim kurulu üyesi –Tria Turizm Başkanı Oğuzhan Serinkaya misafirlere çeşitli hediyelerde bulundu. Selanik’e giden Yunanlı misafirlere Samsunspor forması hediye eden SERİNKAYA, yapılan bu ziyaretlerin ve anlaşmaların olumlu sonuçları yakın zamanda alınacağını da sözlerine ekledi. Samsun Mübadele ve Balkan Türk Kültürü Araştırmaları Derneği Başkanı Salih MERİÇ ve Başkan Yardımcısı Ersin KASAP’ta Türk Hava Yolları Selanik Müdürü Utku YAZAN tarafından takdim edilen sertifikayı aldı. Tria Turizm başkanı Oğuzhan SERİNKAYA’ya da 5 gün süresince heyetin tüm ulaşımlarını sağlayarak gezinin mükemmel olmasını sağlamasından ötürü kendisine THY sertifikası takdim edildi.
116
Samsun Mübadele Derneği ile THY’nin ortaklaşa düzenledikleri,”Selanik-Karadeniz Kültür ve Turizm” konulu geziye katılan 15 kişilik ekip 30 Mayıs-3 Haziran tarihleri arasında Samsun-Ordu ve Sinop illerinde Pazar araştırmaları ve tanıtım turunun kendileri için çok olumlu geçtiğini söylediler. Gezi sırasında çeşitli kamu kurum ve kuruluşları da ziyaret eden ve aralarında Selanik Belediyesi Kültür ve Turizm’den Sorumlu Başkan Yardımcısı Spyriden Pengas, Selanik Seyahat Acenteleri Birliği Başkan Yardımcısı Stefanos Hatzimanolis, Selanik Turizm Organizasyon Başkanı Nikolaos Sapountzis, Türk Haya Yolları (THY) Selanik Müdürü Utku YAZAN’a bu gezide Samsun Mübadele Derneği Başkanı Salih MERİÇ ve Başkan Yardımcısı Ersin KASAP eşlik etti. Kendilerinin böyle bir geziye katılmanın mutluluğu içinde olduklarını söyleyen ekip, Biz iki komşu ülke olan Yunanistan ve Türkiye arasındaki ilişkilerin daha üst seviyelere çıkmasını istiyoruz ve bu yönde çalışmalarımızı büyük bir gayret içerisinde sürdüreceğiz. Yaptığımız görüşmelerdeki yetkilileri Selanik’e davet ettik. Umarız güzel çalışmalara hep birlikte imza atarız dediler. Karadeniz’i çok özleyeceklerini de dile getiren Selanikli heyet kendilerini uğurlamaya gelenler tarafından uğurlandılar.
Mübadillerin Torunları Ata Topraklarını Ziyaret Etti
30 OCAK 1923 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti ile Yunanistan Hükümeti arasında yapılan Nüfus Mübadelesi Sözleşmesi ve ardından imzalanan 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Antlaşması ile Yunanistan’dan göçüp Anadolu’nun çeşitli şehir ve kasabalarına yerleştirilen Türk Mübadillerin çocukları ve torunları ata yadigarı topraklarda hem sevinci, hem de hüznü birlikte yaşadılar. İstanbul Lozan Mübadilleri Vakfı tarafından düzenlenen Kuzey Yunanistan gezisine Samsun’dan 25 mübadil yakını katıldı. Üç gece, dört gündüz süren gezide mübadil torunları çıktıkları bu gezide köy, köy, kasaba, kasaba, şehir şehir gezerek yakınlarının yaşadıkları bu topraklarda anne - babalarının, dedelerinin, ninelerin izlerini aradılar. Gezi kapsamında Gümülcine, İskeçe, Sarışaban, Kavala, Drama, Serez, Selanik ve Karaferya başta olmak üzere Yunanistan’da birçok köy ve kasaba gezildi. Gezilen her şehirde her kasabada, her köyde mübadil çocukları gördükleri her Osmanlı eserleri önünde durarak atalarının yarattığı medeniye-
tin mirasçıları olarak gururlandılar. Geziye katılanların en çok görmeyi arzuladıkları yerlerin başında şüphesiz kendi atalarının yaşadıkları köyler kasabalar geliyordu. Bunun dışında hemen hemen hepsinin en çok görmeyi arzu ettikleri yerlerin başında Selanik ve Selanik’teki Atatürk’ün doğduğu ev geliyordu. Son yıllarda Türkiye - Yunanistan arasında başlayan bahar havasının da katkısıyla artmaya başlayan Yunanistan gezileri kapsamında Selanik’e gelen Türk turistlerin ilk uğrak yeri olan Atatürk’ün evi adeta dolup taşıyor. Ekomomik sıkıntıları içinde bunalan Yunanistan ümidini turizme, özellikle Türk turistlerin ziyaretlerine bağlamış gibi. Selanik Konsolosluğumuzun verdiği bilgilere göre her gün bu toprakları görmek üzere otobüsler dolusu Türk akın akın Yunanistan’a gidiyor.
MAKALE
Samsun Mübadele Derneğinin Organize Ettiği Yunanistan Gezisine Katılan Mübadiller, Ata Yadigarı Topraklarda Hem Sevinç, Hem Hüznü Birlikte Yaşadılar.
ATATÜRK’ÜN EVİ GURURLA GEZİLDİ Mustafa Kemal Atatürk’ün doğduğu ve çocukluğunun bir bölümünü geçirdiği evini gezerken tüm kafilenin büyük heyecan duyduğu gözlerden kaçmadı. Selanik Başkonsolosu ziyaretçilerle bizzat ilgilenip Atatürk’ün evi hakkında ayrıntılı bilgiler verdi. Yunanistan gezine Samsunlu Mübadiller torunları; Hadi UYAR, Mehmet İŞLEYEN, Elif İŞLEYEN, Serap İŞLEYEN, Necat AKÇAM, Nebahat AKÇAM, Şaban ERGÜN, Seher ERGÜN, Hasan Mümin DİNÇ, Muhterem DİNÇ, Fatma ÖMÜR, Duygu GEZİCİ, Bedri ERKOL, Recep ÖZTÜRK, Muhittin KOZALI ve eşi, Şükriye KÖY, Hasan ERSOY, Havva ERSOY, Erhan ÖNCÜ, Sabiha ÖNCÜ, Ünal BOZDUMAN, Ümran BOZDUMAN , Nesrin AKINCI ve Nizamettin ARSLAN katıldı.
117
Gümülcine S. Müftüsü İbrahim Şerif Samsun’da
MAKALE
Gümülcine Müftüsü İbrahim Şerif Samsun’da ziyaretlerde bulunuyor.Şerif 24.05.2012 Perşembe günü saat 16.00’da Samsun Valisi Sayın Hüseyin Aksoy’u makamında ziyaret etti.
soydaşlarımızın milli ve manevi değerleri ile örf adet, gelenek ve göreneklerinin yaşatılması adına orada yapmış olduğunuz çalışmalar için sizlere çok teşekkür ediyorum.” dedi.
Ziyarette bir konuşma yapan Gümülcine Müftüsü İbrahim Şerif, “Samsun çok güzel ve gelişmiş bir şehir. Öncelikle bizleri kabul ettiğiniz için size çok teşekkür ediyorum. Şu an Türkiye balkanları araştırıp orada geçmişin izlerini sürüyor. Bizler bundan çok büyük bir gurur ve heyecan duyuyoruz.
Konuşmaların ardından Vali Sayın Hüseyin Aksoy, Gümülcine Müftüsü İbrahim Şerif’e Samsun Ahşap Camileri kitabı ve camileri tanıtıcı cd hediye etti.
Son yıllarda kafileler halinde ilim, bilim, siyaset adına Türkiye’den bir çok insan balkanlara geliyor. Oralarda izlerini arıyorlar. Ben Samsun’da gezdiğim zaman Batı Trakya kültürü ile buradaki kültürün aynı olduğunu gördüm. İnsanların sahip olduğu kültür kolay kolay değişmiyor. Şu an balkanlarda yüzü Türkiye ye dönük, gönlü Türkeye için çarpan on milyon insanımız var.” dedi. Vali Sayın Hüseyin Aksoy ziyarette yaptığı konuşmasında; “Öncelikle Samsun’a hoş geldiniz diyorum. Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK, “Muhacirler kaybedilmiş ülkelerimizin milli hatıralarıdır” demiştir. Geçmişten gelen kültürümüzü canlı tutmak adına yapılan çalışmaların güzel bir örneğini teşkil eden, Türkiye’nin ilk mübadele müzesi İl Özel İdaremizin katkıları ile Alaçam ilçemizde hizmeti açılmıştır. Batı Trakya’daki
118
Ziyarette Samsun Mübadele Derneği Başkanı Salih MERİÇ ve yönetim kurulu üyeleri de hazır bulundu. MÜFTÜ İBRAHİM ŞERİF ONDOKUZ MAYIS ÜNİVERSİTESİ REKTÖRÜ HÜSEYİN AKAN’I MAKAMINDA ZİYARET ETTİ. Gümülcine Müftüsü İbrahim Şerif, Ondokuz Mayıs Üniversitesi Rektörü Hüseyin Akan’ı makamında ziyaret etti. Samsun Mübadele Derneği tarafından düzenlenen organizasyon kapsamında Samsun idarecilerini ziyaret eden Gümülcine Müftüsü İbrahim Şerif’e ziyaretlerinde, Samsun Mübadele Derneği Başkanı Salih Meriç, Dernek Yönetim Kurulu Üyeleri Ersin Kasap, Akın Üner, Nusret Özel, Hamdi Kurubaş’da eşlik etti.
Samsun Mübadele Derneği’nden Muhteşem Konser
Yüz binlerce askerimizin şehit olduğu, milyonlarca insanımızın göç yollarında sefil düştüğü bu büyük felaketin neticesinde Rumeli Türkiye’sini kaybettik. Selanik, Kavala, Üsküp, Priştine ve Kırcali gibi aziz vatan topraklarını yitirirken altı yüzyıldır balkanları yurt edinen Rumeli Türkleri korkunç bir katliama uğradılar. 1915 olaylarını büyük bir soykırımmış gibi bütün dünyaya anlatan ermenilerin aksine biz Rumeli Türkleri bu acı kaderi kendi torunlarımıza bile anlatmayı tam anlamıyla başaramadık. Bu büyük soykırımın yüzüncü senesini yaşarken, senenin ortasına geldiğimiz halde henüz Türkiye genelinde bu konuyu layıkıyla anacak hemen hiç bir etkinlik göremiyoruz. Samsun Mübade Derneği olarak bizler, bu acıyı yıldönümünde büyük çaplı anma etkinlikleri tertipledik. İlk etkinliğimiz 11 ilçemizdeki 41 camide önce-
ki gece okutulan mevlidi şerifler oldu. TRT ekranlarından canlı yayınlanan ve onbinden fazla kişinin ecdat için dua ettiği bu etkinlik Regaip Kandili vesilesiyle bizleri bir araya getirdi. Bu gecede Kültür Bakanlığımızın katkılarıyla ecdat türküleri dinleyeceğiz. Yıl sonunda aralık ayında balkan harbinin 100. yılı anısına uluslararası bir akademik kongre planlıyoruz. Bizleri bu etkinliklerimizde yanlız bırakmayan Kültür Bakanlığı’na, değerli sanatçılarımıza, sayın protokolümüze, Gümülcine Müftümüze ve siz izliyecilerimize teşekkür ediyoruz. Balkan Savaşında şehit düşenler, göç yollarında vefat edenler ve balkan acılarını yaşayan büyüklerimizin ruhları önünde saygıla eğiliyoruz” dedi.
MAKALE
Samsun Mübade Derneği’nin organize ettiği ‘Balkan ve Rumeli Türküleri’ adlı konser muhteşem geçti. Konserde birbirinden güzel eserler sanatçıların sesleriyle yeniden hayat bulurken izleyiciler dinledikleri türkülerle mest oldular. Atatürk Kültür Merkezi’nde düzenlenen ‘Balkan ve Rumeli Türküleri’ öncesi konuşma yapan Samsun Mübade Derneği Başkanı Salih Meriç, “1912-13 yılları arasında yaşanan balkan harbi, Türk Milletinin tarihteki en acı olaylardan birisidir.
MÜFTÜ KATILIMCILARI GÖZYAŞLARINA BOĞDU Daha sonra düzenlenen etkinliğe destek verenlere çiçek takdim edilirken konuşma yapan Gümülcine Müftüsü İbrahim Şerif, Türklüğü ve Türk insanına vurgu yaparak bir anısını paylaştı. Evde namaz kılan Gümülcine Müftüsü İbrahim Şerif’e oğlu sorar “baba neden namaz kılarken Türkiye’ye dönüyorsunuz diye” kendisi cevap veriyor, biz Türkiye’ye dönmüyoruz fakat Kıble’nin yolu Türkiye’den geçiyor evladım demesi üzerine salonda alkış tufanı koptu. Bazı izleyenler gözyaşlarına hakim olamadı. Konuşmanın ardından başlayan konserde, Şef Ahmet Sedat Mete eşliğinde, Kültür ve Turizm Bakanlığı Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü Samsun Devlet Klasik Türk Müziği korosu sanatçıları birbirinden güzel Balkan ve Rumeli Türküleri seslendirirken, Atafem Halk Oyunları Kulübü oyuncuları da söylenen türkülerde figürlerini sergilediler. Konsere, Samsun Baro Başkanı Necat Anıl, Medical Park Samsun Hastanesi Genel Müdürü Hikmet Çavuş, Samsun Mübade Derneği Başkanı Salih Meriç, Başkan Yardımcısı Ersin Kasap ve çok sayıda davetli katıldı.
119
BAŞLIKSIZ... MAKALE
Samsun’un yakından tanıdığı Gazeteci-Araştırmacı Yazar Hakan DİLEK, sahnede anlattığı öykülerini ve Şair Sunay AKIN’ını tuvale aktardı. 8-22 Mayıs Tarihleri arası bir şair ile bir ressamı buluşturan sergi, Teksin Sanat Galerisi’nde sergilendi. Gazeteci-araştırmacı-yazar Hakan Dilek, şair ve yazar Sunay Akın’ın söz ustalığını, sahnede anlattığı öyküleri tuvallere aktardığı sergi, yoğun ilgi gördü. Çağımızın “söz ustası” Sunay Akın’ın öyküleri, bir anlamda ilk defa bu biçimde renkler ve fırçayla tuvallere aktarılıyor. Resimlerinde Sunay Akın’ın anlatım heyecanını, öyküselliğini yakalamak istediğini belirten Hakan Dilek; deyim yerindeyse Teksin Sanat Galerisi’nin duvarlarında “söz’ü boyayarak, sanatseverleri oldukça renkli bir gezintiye çıkardı.
120
Hakan Dilek, Teksin Sanat Galerisi’ndeki sergisinde “Kız Kulesi ve Kızılderili”, “Karagöz ve Hacivat”, “Ay Çöreği ve Deniz Yıldızı”, “Müjdat Gezen ve Nazım Çınar’ı”, “Sunay Akın ve Nazım Hikmet”, “Üç Tekerli Oyuncak At”, “Sunay Akın ve Neptün Gemisi”, “Tuncay Terzihanesi” diye adlandırdığı akrilik/yağlıboya çalışmalarını sergiledi.
SAMFAD 10 Yaşında
10. yılında SAMFAD 6. olağan genel kurulunu yaptı. Bu genel kurulda 10 yıldır başkanlığı yürüten kurucu başkanımız sayın Abdullah SEZGİN bir kez daha tüm üyelerin oyu ile başkanlığa geldi. Yeni yönetim kurulu ile fotoğraf etkinlikleri ilk günkü heyecanı ile devam ediyor.
ortopedik engelli katılımcıların da yer aldığı seminerimizde katılımcılarımız, kendilerine temin edilen fotoğraf makineleri ile fotoğrafla buluştular ve eğitimlerini aldılar.
MAKALE
Bu yıl SAMFAD 10 yaşında. Bu nedenle özel bir önemi var 2012 nin SAMFAD için. Samsun’da fotoğraf sanatının geliştirilmesi sevdirilmesi, Samsun’un ve Türkiye’nin doğal güzelliklerinin kültürel varlıklarının ortaya çıkarılması gibi önemli görevleri tüzüğünde kendisine görev edinmiş olan SAMFAD 10 yılında birçok fotoğraf etkinliğini düzenledi.
10.yılında SAMFAD fotoğraf çekim etkinliklerine devam etti gerek günübirlik gerekse konaklamalı il içi ve il dışı çekim etkinlikleri düzenlendi. Bunlarda bazılarını sizlerle paylaşacak olursak Ayvalık, Kayseri, Doğu Karadeniz, Yakakent, Ünye, Amasya etkinliklerini sayabiliriz. 10 yılında SAMFAD gelenekselleşen Doğu Karadeniz fotoğraf çekim etkinliğini bu yıl Artvin Yusufeli Barhal bölgesindeki yaylalarda gerçekleştirdi. Bölgenin doğal güzellikleri yanında kelebek kuş ve insan dokusuna yönelik çekimler gerçekleştirildi. 10.yılında SAMFAD Samsun fotoğraflarından oluşan fotoğraf sergisini İl Kültür ve Turizm müdürlüğü bahçesinde açtı. 10.yılında SAMFAD üyeleri Samsun’da ilk kez düzenlenen ‘4 mevsim Samsun’ konulu fotoğraf yarışmasında kış ve ilkbahar kategorilerinde derece sergileme aldılar.
10 yılında SAMFAD ayakları üzerinde durabilmenin verdiği güvenle dernek binasını daha nezih bir ortama taşıdı. İstiklal caddesindeki yeni bürosuna taşınan SAMFAD burada daha geniş katılımlı fotoğraf çalışmalarına devam ediyor. 10 yılında SAMFAD üye sayısını artan bir grafikle yükseltti. 50 yi bulan üye sayımız ve bekleyen yeni başvurular, tüzükteki amacımızın 10. yılda gerçekleştiği verisini bize sunuyor. 10 .yılında SAMFAD fotoğraf seminerlerini gerçekleştirmeye devam etti. Ancak bu yılki seminerimizin bizim için özel bir anlamı vardı. Bir sosyal sorumluluk projesi kapsamında Samsun Rotary kulüp ile yaptığımız işbirliği ile
10 .yılında SAMFAD, üyesi olduğu TFSF nin toplantısına katılarak derneklerde kalite yönetimi konusunda bilgilendi bu yıl dernek bünyesinde kalite çalışmalarını başlatıyor. 10 yılında SAMFAD fotoğrafla insanlarımızı buluşturmak için sanal ortamda yerini aldı. www.samfad.org.tr adlı web sitesi ayrıca facebook sosyal paylaşım sitesindeki samfad isimli sayfamızda fotoğraf paylaşımlarını gerçekleştiriyor. 10 .yılında SAMFAD, ‘HAYAT ÇEKMEYE DEĞER’ sloganı ile nice 10. yıllara fotoğraf heyecanını sürdürmek arzusu ile gelecek kuşaklara bu günlerin kültür doğa ve insan dokusunu belgeleyerek aktarmanın mutluluğunu yaşatmaya devam edecek.
121
İlkadım Sanat Merkezi MAKALE
Güzel sanatların neredeyse bütün bölümlerini içeren 7 katlı 54 odalı konser tiyatro ve bale salonlarına sahip çok büyük bir kompleks, Şubat 2012 ‘den bu yana Samsunumuzda çalışmalarına başladı.İlkadım Sanat Merkezi sanatsal anlamda idealist kadrosu ve eğitmenleri ile haftanın 7 günü non-stop sanatsever samsun halkına hizmet veriyor. Sanat yönetmenliğini Opera Sanatçısı Mehmet ORTAÇ‘ ın İdari Müdürlüğünü Mukaddes KAPTANER’ in yaptığı kurumda senfonik müzikten, Türk Sanat Müziği ve Türk Halk Müziğine tüm müziklerin enstürman eğitimleri, sazlarının Samsundaki en değerli üstadları tarafından veriliyor.Ayrıca şan dersleri ilgiyle takip edilirken İlkadım Sanat Merkezi dünyaca ünlü orkestra şefi, besteci ve piyanist İtalyan Paolo SAVİO’ yu Samsuna getirdi.Ünlü hoca piyano, kompozisyon, koropetisyon derslerinin yanı sıra merkez
122
bünyesinde kurulan ve periyodik konserlerine eylül ayında başlayacak İlkadım Sanat Merkezi Filarmoni Orkestrasını çalıştırıp, yönetiyor. İlkadım Sanat Merkezinde ayrıca Türk Sanat Müziği ve Türk Halk Müziği korolarıda faaliyetlerini sürdürüyor.Çeşitli yaş gruplarından oluşan bale bölümlerinin yanı sıra tiyatro, drama, bölümleride faaliyette olan merkezde resim ve heykel bölümüde 7 gün 24 saat çalışmalarını sürdürüyor. Ayrıca müzik sanatında önemli bir ülke olan İtalya ile ilerde genç sanatçıların entegrasyon sağlayabilmesi amacıyla isteyen öğrenciler merkezde İtalyanca dersleride alabiliyorlar. Yetişkin sanat severlerinde unutulmadığı İlkadım Sanat Merkezinde tango, halk oyunları, perküsyon, drama, bölümlerinde katılımlar sürmekte…
FOKUS Siyah Beyaz Konulu Foroğraf Sergisini Rengarenk Açtı MAKALE
Fotoğraf ve Kültür Sanat Derneği’nin 23 üyesinin toplam 67 eserinden oluşan Siyah Beyaz temalı 2. Karma fotoğraf sergisi 28 Mart 2012 Çarşamba günü Samsun İl Özel İdaresi Kültür ve Sanat Galerisi’nde açıldı. Karma fotoğraf sergisinin açılışını Samsun Vali Yardımcısı Mesut Taner Genç, Fotoğraf ve Kültür Sanat Derneği (FOKUS) Başkanı Mustafa Bülbül ve dernek üyelerinin yanı sıra 150’ye yakın Samsunlu sanatsever katıldı. Çoğunlukla dernek faaliyetlerinde çekilmiş olan 23 farklı dernek üyesinin çektiği siyah-beyaz temalı toplam 67 fotoğrafın sergilendiği sergimizin açılışında FOKUS Yönetim Kurulu Başkanı Mustafa Bülbül, Türkiye standartlarının çok üzerinde fotoğrafların sergilendiğini ifade ederek “Sergimizde bulunan fotoğrafların büyük bölümü düzenlediğimiz gezilerde çekilen fotoğraflar. Gezilerimiz ve ücretsiz verdiğimiz fotoğraf eğitimlerimiz Samsun’da fotoğraf sa-
natının yaygınlaştırılması ve kalitesinin arttırılmasına katkı sağlamaktadır” dedi. Sergi açılışında konuşan Vali Yardımcısı Mesut Taner Genç, “Herkesin sanatçı olamayacağını. Sanat bir aşk olduğunu ve fotoğraf sanatına tutkulu olanların böyle başarılı eserler sunabileceğini belirtti.
123
Grup Ezgi MAKALE
Grup Ezgi’nin kuruluşunun otuz yıllık bir geçmişi olduğunu düşünürsek sanat alanında bir MARKA demek isabetli bir tanımlama olacaktır.
li Eğitim Bakanlığı halkoyunları seçici kurul üyeliği,Danışma Kurulu Üyeliği ve Seminerler öğretim görevliliği yaptı.
Grup üyeleri Şeref AYDIN, Cihangir DÜLGER,Akın SARAL ve Özgür TÜREMEN’dir.
Bir çok üniversitede seminer ve panellere de katılan Aydın,daha sonraki yıllarda Atakum Belediyesi Özel Kalem Müdürlüğü ve sanat danışmanlığı görevi ile Samsun Büyükşehir Belediyesinde Konservatuvar Müdürlüğü görevinde bulundu. Samsun Yerel Tarih Grubu’nun da üyesi olan Şeref AYDIN, Tekkeköy Belediyesi Başkan yardımcılığı yanında halen Kültür müdürü ve kent konseyi genel sekreterliği görevlerini yürütmektedir.
Diğer bir söyleyişle hocalar (ustalar) grubu… Neden ustalar grubu dedik?Çünkü grup üyeleri, neredeyse bütün enstrümanları(nefesli,telli, klavyeli ve vurmalı çalgıları çalabiliyorlar..Ayrıca ses(şan) olarak. İki üç sesli olarak parçaları seslendirerek müzikte farklı bir tat ve ustalık ortaya koymaktadırlar..Grup EZGİ, şimdiye çok sayıda konser ve dinleti gerçekleştirmiş olup yurt içinden ve yurt dışından davet almışlardır..Grup üyelerinin ayrıca kendi besteleri de var olup yakın bir tarihte bu besteleri album halinde sunmak için çalışmaları devam etmektedir.
Samsun’da ilk kez Samsun Sanat & Kültür Platformu fikrini ortaya atıp girişimi başlatan Aydın;önümüzdeki yıllar için de bir çok proje hazırlamaktadır. 19 MAYIS ULUSAL FİLM FESTİVALİ ve ALTIN GÜNEŞ ULUSAL FİLM YARIŞMASI, KARADENİZ ÜLKELERİ MÜZİK FESTİVALİ –SAMSUN MÜZİKFEST ve DÜNYA ROMANLAR FESTİVALİ bunlardan bazılarıdır. Grubun kaptanı olan Cihangir DÜLGER namı diğer Cihangir hoca ise,Kars Posof doğumlu olup,Samsun’da uzun yıllar öğretmenlik ve okul idareciliği yapıp emekli olmuştur.
Grup Üyelerini tanıyalım:çünkü grup üyeleri on parmağında on marifet misali çok yönlü ve sanat ve kültür alanı dışında da faal bir yaşamları olduğunu gördük… Grubun kurucularından Şeref AYDIN,aslen Ordu’lu olup,İstanbul Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Grafik Tasarım Bölümü mezunudur.,Samsun Konservatuvarında Halkdansları Bölümü ile Resim Bölümü’nün kurucusudur.,Gençlik ve Spor Bakanlığı ile Mil-
124
Öğretmen Okulu ve Eğitim Fakültesi mezunu olan Dülger,Konservatuvarın ilk kuruluş yıllarında Tiyatro ve Türk Sanat Müziği bölüme devam etti. Daha sonra ki yıllarda bir çok tiyatro oyununda oyuncu,müzisyen ve yönetmen olarak görev yaptı.Ailesinde ki Aşıklık geleneği Türk Halk Müziğinde daha çok yer almasını sağladı.. Babası Aşık İNANİ ve Ağabeyi Aşık ERDEMLİ’dir. Faal olarak 15 yıl futbol hakemliğide yapan Dülger,futbol gözlemciliğini de yürütmektedir. Lader (Ladik Öğretmen Okulu Mezunları Derneği Yön.Kur.Üyesi de olan Cihangir Dülger halen TED Koleji’nde Drama Öğretmenliği yapmaktadır. Grubun en ilginç ve en teknik üyesi ise Akın SARAL’dır.
Grubun en genç ve en yeni üyesi olan Özgür TÜREMEN ise,.St.Petersburg Devlet Sanat Akademisi ile Karadeniz Teknik Üniversitesi Müzik Bölümünden mezun oldu.Ayrıca İstanbul Teknik Üniversitesi Müzik Akademisinde Şan eğitimi aldı.Halen müzik öğretmenliği yapan Türemen,hem sesi hemde nefesli çalgıları icra etme özelliği ile dinleyenleri adeta büyülemektedir.Grup içinde de büyülü ses diye anılan Özgür Türemen,Grup EZGİ için: Yeni katıldım ama kırk yıldır buradaymış gibi hissediyorum..Özellikle Türk Halk Müziği ve özgün parçaları icra ederken,işi seven,ciddiye alan,değer veren bir grup içindeyim..Kısaca Tür-
kü Sevdalıları ile birlikteyim.. diyerek grubun niteliğini de vurgulamış oldu. Son beş yıla 12 konser,7 dinleti,2 TV proğramı sığdıran Grup EZGİ,yurt içinden ve yurt dışından ayrıca bir çok Festivalden davet almaya devam ediyor.Bu yıl Ağustos ayında Macaristan Uluslararası halk müzikleri Festivaline davet edilen Grup EZGİ hazırlıklarını sürdürmektedir.İş koşulları nedeniyle bir çok etkinliğe katılamayan grup,önümüzde ki günlerde Ülkemizin yetiştirdiği ünlü Müzik ,İnsanlarını unutturmamak,ahde vefa duygusuyla anmak adına etkinlik yapmaya hazırlanıyor.
MAKALE
Akın Saral,neredeyse grubun maestrosu gibidir.Futbolculuktan,müzisyenliğe,bağlama yapımından,tekne yapımına,Samsun ilk kafesini açarken akvaryumlu sehpalara kadar ayrıca kendi icat ettiği müzik alanında devrim sayılacak aparatlara kadar kendisini tanıyanları şaşırtmaya devam etmektedir.Orhan Gencebay’a bağlama yapıp ve birlikte çalan Saral,Ulusal bir Tv kanalında yayınlanan bir proğramda Andy ve Pool’un konuğu olmuş Türk Halk Müziği yanında Bağlama ile ile çaldığı batı saundlu müziklerle herkesin beğenisini kazanarak Samsun’u başarı ile temsil etmiştir.Müzikle uğraşan bir aile olarak eşide Devlet Türk Müziği Korosu üyesi ve solisti olan Akın Saral tam bir müzik adamıdır
Örneğin AŞIK VEYSEL’i ANMA ve VEYSEL TÜRKÜLERİ GECESİ gibi.. Grup aynı zamanda ciddi bir Halk Müziği repertuarına sahip..Ayrıca Balkan ülkelerinden bir çok ülkenin halk müziğinide seslendirebilen grup EZGİ,üyelerininde kendi bestelerinden oluşan bir albüm hazırlığı yapmaktadır. Daha uzun yıllar Sanat ve Kültür Alanında,müzik alanında Samsunda ve Ülkemizde var olmaya ,başarılı üretim ve etkinliklere devam etmesini diliyoruz… Samsun’un Markalarından biri olan GRUP EZGİ ‘ye Samsun Sanat Kültür Platformu olarak kutluyoruz …
125
Cumartesi Buluşması ve Endülüs Kültür Merkezi
MAKALE
Endülüs Kültür Merkezi, yirmi yılı aşkın bir süredir Samsun’da kültür üzerine faaliyet gösteren bir kitap ve okuma merkezidir. Daha önce birçok kültürel faaliyetler yapan kitapevi bu bağlamda sadece ticareti değil, kültüre katkıyı merkeze alan bir anlayışla hizmet vermektedir. Samsun’un en eski kitapevlerinden biri olan Endülüs Kültür Merkezi, yirmi yılda Samsun’un kültürel hayatına ciddi katkılar yapmıştır. Eski şubesinde okurlarını Rasim Özdenören, Mustafa Kutlu gibi önemli öykücülerle buluşturan Endülüs, faal şubesinde daha geniş bir mekanda okurlara hizmet vermekte, ayrıca bir takım etkinliklerle de üstlendiği “Kültür Merkezi” misyonunu sürdürmektedir. Endülüs Kültür Merkezi’nin faal şubesine taşınmasıyla Samsun’da ciddi bir harekete kavuşan şehrin kültür hayatı, geçtiğimiz eğitim - öğretim yılında en verimli dönemlerinden birini yaşadı. Endülüs Cumartesi Buluşmaları ve Okur Buluşmaları adı altında iki önemli etkinlik programı belirleyen Endülüs Kültür Merkezi; bu iki programla şehrin kültür hayatına ciddi katkılar sağ-
126
ladı. Endülüs Kültür Merkezi’nin yaz döneminde gerek Samsun’daki, gerek şehir dışındaki okurlarını bir araya toplamasına imkân verecek yeni etkinlik programı da Haziran ayından itibaren başlamıştır. Kitapevinin üç temel etkinlik başlığı vardır : Okur - Yazar Buluşmaları ( Bu etkinlik bağlamında daha önce öykücü Özcan Karabulut, felsefeci ve romancı Mehmed Niyazi, romancı Okay Tiryakioğlu, Yazar Ahmet Mercan, uzun süre Suriye’de esir kalan gazetecilerimizden Milat gazetesi yazarı ve Gerçek Hayat Dergisi Ortadoğu Temsilcisi Adem Özköse, romancı Sinan Yağmur, şair ve “Varlık” Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Enver Ercan, felsefeci ve şair Hilmi Yavuz Endülüs Kitapevi’nin ve şehrimizin konuğu olmuştur.) Endülüs Kültür, Sanat ve Edebiyat Buluşmaları ( Bu etkinlik, haftada iki gün gerçekleşmektedir. Sadece yaz dönemi gerçekleşen kapsamında Çarşamba günleri önceden duyurulup hafta içinde herkes tarafından izlenmiş
Cumartesi Buluşmaları ( Bu etkinlik eğitim-öğretim sezonunda otuz hafta düzenli olarak devam etmiş, yaz döneminde tatile girmiştir. Ekim ayı ile birlikte tekrar başlayacak olan bu etkinliğin belli bir kitlesi vardır. Dinleyicisi 60 ila 200 kişi arasında değişen ve genel itibarla daha nitelikli olan bir etkinliktir.) “Cumartesi Buluşmaları” etkinliğimiz tarih alanında verdiği eserlerle bilinen Edebiyatçı Mustafa Armağan’ın da katıldığı, kitlesi üniversite hocalarımız, üniversite öğrencilerimiz, sosyal bilimler lisesi öğrencilerimiz ve “nitelikli okur”lar olan bir faaliyettir. Bu faaliyet şehrin kültür tarihine bir katkı yapmak amacıyla ortaya koyulmuş çabanın ürünüdür. Endülüs Kültür Merkezi Yunus Emre Söyleşi Salonu’nda gerçekleşen etkinliklerimiz şunlardır:
1- “Şiir ve Hikmet” - Mustafa Karaosmanoğlu (Şair, Mimar) 2- “Bir Sosyal Sorumluluk Olarak Su Kuyusu Projeleri ve Afrika Yardımları” - Ferhat Kalender (Yolcu Dergisi Editörü - Tarih Öğretmeni) 3- “Şiir ve Hikmet 2” - Mustafa Karaosmanoğlu (Şair, Mimar) 4- “Popüler Kültür” - Prof. Dr. Şaban Sağlık (Yeni Türk Edebiyatı) 5- “Van’da Çocuk Olmak & Van Depremi İzlenimleri ve İhtiyaç Belirleme Çalışmaları” - Adnan İpekdal ( Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı İl Müdürü - Edebiyat Öğretmeni) 6- “Dün ve Bugün Türk İslami İstisnacılığı & Modern Türkiye Tarihi’nin Sosyolojik Okunması Bağlamında Şerif Mardin Perspektifi” - İbrahim Tökel ( Edebiyat Öğretmeni) 7- “İttihat ve Terakki’nin Türk Siyasetindeki Yeri” - Doç. Dr. Bünyamin Kocaoğlu ( Siyasi Tarih ) 8- “Samsun Çevresi, Etnik Yapısı ve Ağızları” - Doç. Dr. Mehmet Dursun Erdem (Yeni Türk Dili) 9- “Sosyal Bilimleri Açın” Oturumu - Moderatör: Dr. Cem Gençoğlu (Psikolog, Yönetmen) 10- “Modern Rus Edebiyatı ve Rusya” - Ümit Apaydın
(Rusya Federasyonu Kostroma Devlet Teknoloji Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Türk Edebiyatı Merkezi Okutmanı - Edebiyat Öğretmeni) 11- “Dışarıda Okumak, İçerde Olmak” - Peyami Safa Gülay (Gazi Üniversitesi Felsefe Bölüü Öğrencisi) 12- “Delilik Üzerine” Oturumu - Moderatör : Prof. Dr. Şaban Sağlık ( Yeni Türk Edebiyatı ) 13- “Deliliğe Övgü ve Leyla ile Mecnun’ da Deli Tipi” Yrd. Doç. Dr. Dursun Ali Tökel ( Divan Edebiyatı ) 14- “Milliyetçilik : Bir Okuma Denemesi” Oturumu Moderatör: Dibab Furkan Soyupak ( Ali Fuat Başgil Hukuk Fakültesi Öğrencisi ) 15- “Türk - İslam Kültür Tarihi’nde Hoca Ahmet Yesevi ve Geleneksel Eğitim Anlayışımız “ - Doç. Dr. Şahin Köktürk ( Türk Halk Edebiyatı ) 16- “4 + 4 + 4 ve Yeni Eğitim Sisteminde Öğrenci” Nejdet Güneysu ( Eğitim-Bir-Sen Samsun Şube Başkanı - Din Sosyoloğu) 17- “Günümüzde Sanat’cılık’ ve Tiyatro” - Murat Dölek (Oyuncu - Ahşap Sanatçısı) 18- “Alternatif Düşünceden Alternatif Tarihe & Edebiyat ile Tarih Arasında” - Mustafa Armağan ( Edebiyatçı - Yazar) 19- “ Edebiyatçı ve Tarihçi İlişkisi Bağlamında Üç 33 Kurşun : Muğlalı & Bingöl & Uludere” - Sıddık Akbayır ( OMÜ Edebiyat Okutmanı - Yazar ) 20- “Sosyal Bilimlerde Sınır Sorunu : Tarih & Folklor & Edebiyat İlişkisi” - Doç. Dr. Fahri Sakal ( Cumhuriyet Tarihi ) 21- “Şükrü Erbaş’ın ‘Köylüleri Niçin Öldürmeliyiz?’ Şiirine Sosyolojik Bir Bakış & Şiirde Kimlik İnşası ve Etnisite” - Yasemin Yüce TAR (OMÜ Sosyoloji Bölümü Öğretim Görevlisi ) 22- “Bir Dil Mühendisliği Projesi Olarak Türk Dil Devrimi” - Prof. Dr. Mehmet Aydın ( Yeni Türk Dili) 23- “Bir 28 Şubat Hikayesi Çınlıyor Kulaklarımızda” Hüda Kaya ( Aktivist - Yazar ) 24- “Kapitalizmin İktisadı ve Ahlakı & Sabri Fehmi Ülgener Örneği” - Moderatörler : Özlem Baran & Mahmut Gülüce & Arzu Damatoğlu & İdris Soylu ( İktisadi İdari Bilimler Fakültesi Öğrencileri ) 25- “Türk Kültüründe Bayram Algısı ve Milli Bayramlar” - Yrd. Doç. Dr. Mehmet Aydın (İnkılap Tarihçisi) 26- “Kadim İslam Kültüründe Bir Gelenek: Hüsn-ü Hat ve Tarihi” - Halil İbrahim Alperen ( Avukat, Hattat ve Ebruzen ) 27-”Medya ve Manipülasyon”- Prof. Dr. Şaban Sağlık (OMÜ Edebiyat Bölümü & Yeni Türk Edebiyatu) 28-”’Bir Film Çıkar Karşımıza: “Zamansız Hayatlar’’ Cem Gençoğlu (Yönetmen) & Mustafa Tökel (Oyuncu) 29-”’Vefa ve Veda! & Konuklarının Dilinden Endülüs Buluşmaları’nın Değerlendirilmesi ve Eleştiriler” Moderatör: Hüseyin Ayçiçek 30-”Hatıralar Geçidi & Endülüs’te Zaman! “ Moderatör : Hayati Şahin
MAKALE
olan bir sinema filmi değerlendirilmektedir. Aynı etkinlik kapsamında Cumartesi günleri “Postmodernizm ve Ulus Devlet” konulu oturumlar gerçekleşmektedir. Bu bağlamda Gazi Üniversitesi’nden Yrd. Doç. Dr. Necdet Subaşı kitapevinde konuk olmuş ve ‘Kutsallık ve Modernite Bağlamında Dindarlığın Dönüşümü’ başlıklı bir oturum gerçekleşmiştir.
127
4 Mevsim Samsun Fotoğraf Yarışması Devam Ediyor
MAKALE
Samsun Valiliği tarafından düzenlenen ‘2012 Dört Mevsim Samsun’ adlı fotoğraf yarışmasının ‘Samsun’da İlkbahar ve Samsun’da Kış etap sonuçları açıklandı. Kış fotoğrafı DALINDA 1. Mustafa GÜRAL İlkbahar Fotoğrafı DALINDA 1. M. Hakan ÖZSARAÇ’ın fotoğrafları seçildi. Eylül ayında “Samsun’da yaz” Aralık ayında ise Samsun’da Sonbahar etapları sonlandırılacak. Samsun Valiliği tarafından düzenlenen fotoğraf yarışmasına Samsun’da faaliyetlerini sürdüren Samsun Fotoğraf Sanatı Derneği (SAMFAD) ve Fotoğraf ve Kültür Sanat Derneği (FOKUS) da destek veriyor. Yarışmacılar, Samsun’un doğal güzelliklerini, tarihi, kültürel, sosyal yaşamını anlatacak ve gelecek kuşaklara birer belge niteliğinde aktaracak fotoğrafik öğeleri fotoğraflıyor. İlk iki etapta fotoğraflar jüri üyeleri tarafından büyük bir titizlikle belirlendi. Valilik toplantı salonunda gerçekleştirilen toplantıda jüri üyeleri tarafın-
128
dan seçilen fotoğrafları Samsun Valisi Hüseyin Aksoy slâyt gösterisi eşliğinde tek tek tanıtarak; “Samsun’un doğal güzelliklerini, değerlerini ortaya çıkarmak adına bir fotoğraf yarışması öngörmüş ve bu çalışma kapsamında başlattığımız çalışmalarla Samsun’da kış kategorisine 48 kişi 201 fotoğrafla başvurmuştu. Yarışmanın ikinci ayağı olan ilkbahar kategorisine de 49 kişi tarafından 214 fotoğrafla katılım sağlanmıştır.” dedi.
Dünyaca Ünlü Uygur Türkleri Müzik ve Dans Topluluğu, Samsunlular ile Buluştu MAKALE
İlkadım Belediyesi ve Kültür ve Turizm il Müdürlüğü işbirliğinde dünyaca ünlü Uygur Türkleri Müzik ve Halk Dansları Topluluğu Samsunlular ile buluşdu. Atatürk Kültür Merkezi’nde düzenlenen programda ünlü Topluluk, birbirinden renkli gösterilerini sergiledi. 1949 yılında kurulan Uygur Müzik ve Halk Dansları Topluluğu, 63 yılda Uygur, Kazak ve diğer Türk soylu halkların kendilerine has danslarını ve şarkılarını gün ışığına kavuşturarak yeniden yorumladılar. Uygur, Kazak, Han, Hui, Kırgız, Özbek, Moğol, Tacik, Xibe ve Mançu ile toplam 11 Türk soylu insanın bir araya gelerek oluşturduğu şarkı ve dansın merkezinin incisi olarak adlandırılan
Uygur Müzik ve Halk Dansları Topluluğu, kendi yöresinin zarif şarkı ve dansları ile otantik Türk müziğini Samsunlular ile buluşturdu.
129
Işık Atatürk Oratoryosu Kazım MEMİÇ
MAKALE
Sözlerini Yazı İşleri Müdürümüz Şair-Yazar Kazım Memiç’in yazdığı, Bestesini Cavit Ersoy’un yaptığı, Avni Ragop’un sahnelediği “Işık Atatürk Oratoryosu” ayakta alkışlandı. 17 Mayıs 2012 Akşamı AKM’de sahnelenen Işık Atatürk Oratoryosu’na KTTC Bayındırlık ve Ulaştırma Bakanı Hamza Ersan Soner, Kosova Milletvekilleri Srbica Şınık ve Fikrim Damka, Samsun Valisi Hüseyin Aksoy ve Eşi Hülya Aksoy, Vali Yardımları Osman Nuri Çolakoğlu ve Mesut Taner Genç , Garnizon Komutanu Tuğgeneral Mehmet Göktan, Samsun Büyükşehir Belediye Başkanı Yusuf Ziya Yılmaz, Deniz Astsubay Meslek Yüksekokulu ( DAMYO) öğrenci kalite komutanı Deniz Kıdemli Kurbay Albay Serda Ahmet Gündoğdu, İl Emniyet Müdürü Hulusi Çelik, Siyasi Parti BaşkanlarI, Sivil Toplum Kuruluşları ve çok sayıda seçkin davetli katıldı. Bir takım incelemelerde bulunmak için Samsun’a geldiklerini belirten KKTC Bayındırlık ve Ulaştırma Bakanı Hamza Ertan Soner: “Bir Türk Çocuğu olarak 19 Mayıs’ı Samsun’da
130
yaşamak hayatımdaki en mutlu günlerimden birtanesi olarak hep hafızamda kalacak bizler, Anavatan – Yavruvatan bir bütünüz ve ırkımızın Akdeniz’de devamı olan KKTC’den geliyoruz. Hepimiz biriz. Bütün tarih boyunca acımız ortak acımızdı. Sevinçlerimiz ortak sevinçlerimiz oldu. Ama hep bizler okuduğumuz dönemlerde, yaşadığımız ülkemizde birliğimiz tek bir liderimiz vardı; O da Mustafa Kemal Atatürk’dü. 19 Mayıs’ta burada sizlerle birlikte bulunmaktan mutluluk duyuyorum,” diye konuştu.
Tiyatro Küçükeller
22 Mart “Dünya Su Günü” kutlamaları için Amasya’da yaşayan çocuklarla buluştu.Dünyadaki tüm canlıların ortak yaşam kaynağı olan ‘SU’yun önemini anlatan ‘SU DAMLASI’ adlı oyunuyla çocukları etkileyen Tiyatro Küçükeller kostümleriyle oyunlarını sahnelerken, susuzluktan kuruyan fidanlara su vermek isteyen çocuklar ilginç görüntüler yarattı.Oktay Şenol’un
yazdığı, Fatoş İpekdal Özbenli’nin yönettiği “Su Damlası” adlı oyun Çocukları eğlendirirken aynı zamanda suyun önemini yeniden hatırlamalarını sağladı ve uzun süren alkışlarla uğurlandı.
TİYATRO KÜÇÜKELLER... 27 Mart “Dünya Tiyatrolar Günü”nde Canik Belediyesi çocuklarıyla buluştu.Canik Belediye Başkanı Osman Genç,Kültür müdürü Davut Öz çocuklarla birlikteydi.Bu anlamlı günde Berceste Akgün’ün yazdığı Tiyatro Küçükeller’in “Açıl Sandık Açıl” adlı oyunuyla çocuklar hem eğlendiler hem de yüzyüze iletişimin önemini kavradılar.
MAKALE
Gülümseyen çocuk yüzleri biriktirmeye devam ediyor...
27 Mart “Dünya Tiyatrolar Günü”nde Sosyal Hizmetler İl Müdürlüğü Süleyman Yançatoral Çocuk Yuvasındaki çocuklarla birlikte kutladı. Sosyal hizmetler İl Müdürü Adnan İpekdal’ın da katıldığı akşamda, Çocukların “ bitmeseydi keşke “sözü ve gülümseyen yüzleri belleklerde uzun süre kalacağa benziyor... Tiyatro Küçükeller...5 Haziran Dünya Çevre Günü Programı Kapsamında, Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü Tarafından Çocuklara armağan edilen “ Cecü’nün Yer Cüceleri” adlı oyun büyük alkış aldı.Umberto Echo’nun Yazdığı Fatoş İpekdal Özbenli’nin oyunlaştırdığı ,Nedim Yıldız’ın Müziklerini yaptığı,Temiz Çevre ve sağlıklı yaşamı konu alan oyunda Çevre ve Şehircilik il Müdürü de çocuklarla birlikte oyunu izleyerek Dünya Çevre Gününü kutladı.
131
İlkadım Belediyesi Türk Halk Müziği Korosu Hızır AYDIN
İlkadım Belediyesi Türk Halk Müziği Koro Şefi
MAKALE
132
1997 yılında Samsun Gazi Belediyesi bünyesinde kurulan koromuz, Türk Halk Müziğini yaşamak, yaşatmak ve kendi öz kültürümüzü geleceğe aktarmak amacını ilke edinmiştir. Koromuz 1997 yılından bugüne kadar sayısız konserler vererek, gerek samsun’da gerekse il dışındaki faaliyetlerde koro türkülerinin ağırlıkta olduğu repertuarlar ile izleyici ile bütünleşmiştir. Türkülerin otantik yapısını bozmadan, gerek çoksesli koro türküleri, gerekse batı destekli enstrümanlar ile ezgileri renklendirerek müzikal zenginliği ön plana çıkarmış, bu sayede türkülerimizin gençlere daha hızlı ulaşmasını sağlayarak, koro bünyesine katılımların artmasını sağlamıştır. 2009 yerel Belediye seçimlerinden sonra, iki belediyenin birleşmesiyle ilkadım belediyesi adı altında çalışmalarına aralıksız devam eden Türk Halk Müziği Koromuz; konserlerinde izleyiciye farklı projeler ile çıkmak için birçok yenilikçi çalışmalara imza atmıştır. Amatör Korolar bünyesinde, Türkiye’de ilk kez olmak üzere; ikibuçuk yıl süren Bölge türküleri (Karadeniz türküleri, doğu türküleri, ege, Akdeniz türküleri, iç Anadolu türküleri, Trakya, Marmara Türküleri) konserleri, 101 kişilik kadro ile Karadenizde ilk olan Otantikten Çok sesliliğe Konseri, koro bazında
olmak üzere yine Türkiye!de ilk kez yapılan batı sazları eşliğinde, merhum Yıldıray Çınar’ın derlemiş olduğu eserlerden oluşan Yıldıray Çınar özel konseri, Trt Ankara Radyosu Amatör Korolar Programı, il dışında yapılan birçok festivaller ve sürekli yenilenen repertuarı ile, halkımızın taktirini kazanmış usta ses ve saz saz sanatçılarının da konuk sanatçı olarak katılmış olduğu birçok konserler ile türkü severlerle buluşmuştur. Bir toplumun en değerli hazinesi kendi öz kültürüdür. Sanat; bir toplumun geçmişini yansıtan ve geleceğe ışık tutan bir olgudur. Geçmişten gelen mirası geleceğe taşımasa bizim en önemli sorumluluğumuzdur. Türkülerimiz ise bizi biz yapan değerlerdir. Koromuz; içindeki amatör ruh ve ilk günkü heyecan ile, Türk Halk Müziğimizi gelecek nesillere aktarmak ve gençlerin bu bilinç içerisinde yetişmelerini sağlamak amacıyla; saz ve ses sanatçılarından oluşan 65 kişilik kadrosuyla çalışmalarını sürdürmektedir. Bunca eller evliyalar, Türkü sever ,türkü söyler… Kömür gözlü enbiyalar, Türkü sever ,türkü söyler….
Atatürkçü Düşünce Derneği (ADD) Samsun Etkinliği
Aynı tarihte aynı yerde şehir dışından gelen 120 gencin katıldığı 2 günlük Gençlik Kampı, 18 Mayıs akşamı Tütün İskelesinden başlayan Çiftlik Caddesi ve Gazi Caddesi’nden geçilerek Anıt önünde Gençliğe Hitabe ve İstiklal Marşının okunması ile sonlanan Samsun halkının da yoğun ilgi gösterdiği Fener Alayı düzenlendi. 19 Mayıs Günü bütün üyelerin katılımı ile Tütün İskelesi’ndeki Valiliğin düzenlediği Ata’mızın Samsun’a çıkışının canlandırıldığı programın ardından stadyuma geçildi. Stadyum törenlerinin bitiminden sonra Bandırma Vapuru’na kadar Gençlik yürüyüşü gerçekleştirildi, Bandırma Vapuru gezildi. Geziden sonra Atakum’a geçilerek Atakum Belediyesi Eğitim ve Eğlence Merkezi’nde Genel Başkanımız Tansel Çölaşan
ve Ankara Baro Başkanı Metin Feyzioğlu’nun konuşmacı olarak katıldığı 19 Mayıs ve günümüz konulu panel gerçekleştirildi. Panele katılanlarla birlikte panel alanından Yeşilyurt AVM önüne kadar halk yürüyüşü ve ardından yoğun katılımla Edip Akbayram konseri gerçekleştirildi. 20 Mayıs günü kampa katılan gençlerden son güne kalanlarla birlikte Tekkeköy Atatürk evi, Bandırma Vapuru, Tütün İskelesi ve Gazi Müzesi ziyaretinden sonra her 19 Mayıs Samsun’dayız diyerek 19 Mayıs Atatürk’ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı kutlamaları kapsamındaki program sonlandırıldı.
MAKALE
19 Mayıs Atatürk’ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı kutlamaları kapsamında ilk olarak 18 Mayıs günü Atakum Belediyesi Deniz Kafe önünde kadın üyelerin desteği ile iki günlük panayır gerçekleştirildi.
Ayrıca Samsun ili Lise ve Dengi Okul Öğrencileri arasında “19 Mayıs’ın Anlam ve Önemi Konulu” kompoziyon yarışması düzenledi. Yarışma Birincisi 100. Yıl Ahmet Sarı Lisesi’nden Nurullah Ersoy, İkincisi Sosyal Bilimler Lisesi’nden Feyza Ünal, Üçüncüsü Çarşamba Lisesi’nden Kader İbatsalı oldu.
133
ABS Sanat Çadır Tiyatrosu Köy Köy Dolaştı MAKALE
İstiklal Marşı´nın yazarı Mehmet Akif Ersoy´un gelecek nesillerce daha iyi tanınması için Gençlik ve Spor Bakanı Suat Kılıç´ın desteğiyle Türkiye´de ilk kez Samsun İl Gençlik Kolları tarafından düzenlenen etkinlikte köylerde kurulan dev çadırda Mehmet Akif Ersoy´un hayatı tiyatroyla çocuklara anlatıldı. “Dersimiz Mehmet Akif Ersoy” isimli çadır tiyatrosu oyunu ile 17 İlçe de 20 köy dolaşıldı. ABS Sanat oyuncularının sahnelediği oyunu, hayatlarında ilk kez bir tiyatro oyunu izleyen köylü çocuklar izledi. Çocuklara çeşitli hediyeler armağan edildi. Köylülerin ilgisinden oldukça memnun olan ABS Sanat Çadır Tiyatrosunun Genel Sanat Yönetmeni Altan YÜCEBAŞ “ Samsun köylülerinin duyarlılığına ve misafirperverliğine minnettar
olduklarını” belirtti.
Tiyatro Amisos Samsun’un Yüzünü Güldürdü Yapımcılığını Cemal ŞENKAL, Genel Sanat Yönetmenliğini Tiyatronun ismi Cihangir DÜLGER’in yaptığı oyunu, usta yönetmen Cumhur KOCAOĞLU yönetti.
Samsun’un tanınmış oyuncularının yer aldığı oyunda Murat GÜLEÇ, Arslan ÇEVİK, Melisa DÜLGER, Ümit EREN, Esma DOĞAN ve Cihangir DÜLGER rol aldı. Mafya babasının sevgilisi olan dansçı kız Mandy, sabah uyandığında geceyi birlikte geçirdiği yeni tanıştığı Gerry’yi hala koynunda bulunca paniğe kapılır. Çünkü mafya babası haftanın hâsılatlarını almak için eve gelmek üzeredir ve kızın bir başkasıyla ilişkisi olduğunu öğrenirse bu ikisi için de pek hayırlı olmayacaktır. Bu sırada eve gelen komşusu Tania, çalıştığı restaurantın hasılatının bir kısmını kumarda kaybettikten sonra kalanını getiren Terry ve üstüne gelen mafya babası Koca Mack ile koruması Dozer olayların içinden çıkılmayacak kadar karışmasına neden olur. Çılgın bir mafya komedisi.
134
Fikret DAMAR Halk Müziği ve Kültür Sanat Derneği, Türk Halk Müziği Konseri
Kültür Bakanlığı, Samsun İl Kültür Müdürlüğü
Türk Halk Müziği Korosunda başladığı sanat hayatına önce ses ve saz sanatçısı, Şef Yardımcısı olarak devam eden, akabinde İl Sağlık Müdürlüğü Türk Halk Müziği Koro Şefliği başta olmak üzere bir çok resmi ve sivil kurumun halk müziği korolarını çalıştıran Fikret Damar, çalışmalarını bir çok ünlü ismin yer aldığı 55 Korist ve saz sanatçısı arkadaşlarıyla kendi adına açılan dernekte devam ettirmektedir.
MAKALE
Sanat sever dost ve arkadaşlarının kendi adına açtığı Fikret Damar Halk Müziği Ve Kültür Sanat Derneği, Şef Fikret Damar yönetiminde ilk konserini 28 Mayıs Pazartesi akşamı Atatürk Kültür Merkezinde verdi. Vali Yardımcısı Osman Nuri ÇOBANOĞLU başta olmak üzere birçok üst düzey yöneticinin onurlandırdığı konser, halkın yoğun ilgisiyle karşılandı.
135
DSİ Türk Müziği Topluluğu H. Sevtap BAYRAKTAR DSİ TMT Koro Şefi
MAKALE
DSİ 7.Bölge Bölge Müdürlüğü Türk Müziği Topluluğu, Türk Musikisinin gelişmesini ve yaygınlaşmasını sağlamak , ana karakterlerini yersiz değişikliklerden korumak, Türk Müziği zevkini aşılamak ve bu çizgide hizmette bulunmak amacıyla DSİ 7.Bölge Müdürlüğü personeli ve yakınlarının katılımıyla kuruldu. Topluluk , zengin kültür mirasımızın en değerli hazinelerinden biri olan Türk Musikisini ,geçmişten günümüze atalarımızın o zarif ve hassas duygu dünyasını bize ulaştıran,öz değerlerimizle buluşturan güzel bir vasıta olmuştur. Çalışmalarını mesai saatleri dışında haftada 2 gün DSİ toplantı salonunda sürdüren topluluğumuz yılda 2 konser vermektedir. Bu güne kadar gerçekleşen 21 konserimizin tamamı; Kamu Yararına Çalışan Dernekler ile Okul Aile Birlikleri yararına verilmiştir.
Samsun Şubesi - Türkiye Sakatlar Derneği Samsun Şubesi - Samsun Otistik Çocuklar Eğitim Merkezi Okul Aile Birliği - Diyabetle Yaşam Derneği Samsun Şubesi - Altı Nokta Körler Derneği Samsun Şubesi - Samsun İlkışık Eğitim ve Uygulama Okulu (Zihinsel Engelli Öğrenciler için) Okul Aile Birliği - Samsun Atatürk İlköğretim Okulu Okul Aile Birliği ve Kardeş Okulu - Türkiye Alzheimer Derneği Samsun Şubesi - Samsun 19 Mayıs Lisesi Okul Aile Birliği (Asarcık Acısu Şehit Muharrem Konu İlköğretim Okulu) - Samsun Otistik Çocuklar Eğitim Merkezi Okul Aile Birliği - Çarşamba Bedensel Engelliler Derneği - Türkiye Muharip Gaziler Samsun Şubesi - Atatürk İlköğretim Okulu Kardeş Okulu Çatkaya İlköğretim Okulu Okul Aile Birliği - Terme Güvenlik Hizmetleri Destekleme Derneği - Diyabetle Yaşam Derneği Samsun Şubesi - Lösemili ve Kan Hastalıklı Çocuklar Derneği Samsun Şubesi - Zihinsel Yetersiz Çocukları Yetiştirme ve Koruma Vakfı Samsun Şubesi - Terme Yardım Sevenler Derneği - Ayrıca Sinop Ayancık ve Samsun Tekkeköy İlçelerinde iki özel Konser vermiştir. Kuruluş aşamasındaki çalışmalarımıza ve konserlerimize büyük destek veren Devlet Klasik Türk Müziği Koro Müdürü Bestekar Sayın Cengiz CERMEN’e katkılarından dolayı teşekkür ediyoruz.Ayrıca kuruluşumuzdan vefatına kadar Topluluğumuzda kemanı ile bize yön veren yıllarca sanat danışmanlığımızı yapan ve bize çok emeği geçen Bestekar Sayın Erol ÖZBAYRAM ‘ı da saygı ve rahmetle anıyoruz.
Bu konserlerimiz sırası ile ; Lösemili ve Kan Hastalıklı Çocuklar Derneği Samsun Şubesi - Eğitim Gönüllüleri Samsun Eğitim Parkı - Çalışan Çocukları Koruma Derneği
136
MAKALE
Bas覺nda Biz
137
MAKALE
138
MAKALE
139
MAKALE
140