Moral Dergisi Temmuz 2012

Page 1

SayI

Temmuz 2012 Fiyatı: 6 TL Sayı: 100

Çöpe giden sadelik Metin Karabaşoğlu

Hayatımızı nasıl sadeleştirelim? Veli Sırım

Sade hayat nedir, ne değildir? Ümit Şimşek

“Sade hayat, soframızdan başlar” Faruk Günindi

“Gerçek bir tanrı kulu, efendiliğe soyunmaz” Alper Görmüş

Sade hayat 9 771305 667007

NEDİR, NE DEĞİLDİR?





Yıl: 14 Sayı: 100 Temmuz 2012

EDİTÖR Ekrem Altıntepe

Hayatımız ne kadar sade? Sade hayat modeli, modern hayatın getirdiği tüketim çılgınlığına bir karşı duruş. Modernliğin hayatımızın her tarafını saran ve bizi sürekli tüketmeye çağırdığı bir zamanda bizi biraz yavaşlamaya ve etrafımızda olan biteni anlamaya çağırıyor sade hayat modeli. Öyle ya, modern hayatın getirdiği yeme kültüründen çalışma kültürüne, oradan tatil kültürüne varıncaya kadar her şey bizi hızlı yaşamaya ve hızlı tüketmeye çağırıyor. Ayak üstü yiyor, ayak üstü sohbet ediyor, koşturmacalar arasında nice sevdiklerimizi ihmal ediyor ve hayatı daha da güzelleştirecek sahneleri fark edemeden yaşayıp gidiyoruz. Oysa durup şöyle bir etrafımıza baksak, nice güzellikleri ve tatları farkedeceğiz. Yavaş yemenin lezzetini, akraba, eş ve dostlarımızla saatlerce sohbet etmenin tadını, çocuklarımızın yüzündeki tebessümü farkedeceğiz ve hayattan daha çok lezzet alacağız. Tüm bunlar için ise yapılması gereken şey ise sade hayat modelini hayatımızda tatbik edebilmek... Peki nedir sade hayat? Nerede başlar, nerede biter? Günümüzde böyle bir hayat modelini yaşamak mümkün mü? Sadeliği hayatımızın hangi noktalarında ve nasıl tatbik edebiliriz? Hayatımızı nasıl sadeleştirebiliriz? Temmuz ayı kapak konumuzu bu ve benzeri soruların cevaplarına ayırdık. Uzmanlarla yaptığımız görüşmeler sonucunda sade hayat modelini uygulamanın hiç de zor olmadığını, kaybetmeyip çok şey kazandığımızı gördük. Yazar Ümit Şimşek, yazısında sade hayatın ne olup ne olmadığını tarif ederken Sade Hayat Derneği Başkanı Faruk Günindi bizlere sade hayatın başlangıç noktasını söylüyor. Doç. Dr. Veli Sırım, sade hayat modelini hayatımızın hangi noktalarında uygulayabileceğimizi belirtirken Metin Karabaşoğlu, hayatımızın ne kadar sade olup olmadığını anlayabileceğimiz pratik bir yöntem söylüyor. Sade hayatı bir yaşam tarzı olarak seçen gazeteci yazar Alper Görmüş’le yaptığımız röportaj ise sade hayat felsefesine dair önemli ipuçları veriyor. Bu ayki dergimizin önemli bir bölümünü Ramazan ayına ayırdık. Temmuz ayının son bölümünde evlerimizi ve hayatımızı şereflendirecek olan Ramazan’a hazır olabilmek, gönlümüzün ve evimizin kapılarını bu aya hazır hale getirebilmek önemli. Bu aya dair hazırladığımız dosyalarımız tam da bu amaca matuf. İnşaallah gönlümüzü ve evimizi Ramazan’a yakışır bir şekilde hazırlayabiliriz. Çocuk Eğitimi sayfamızda önemli bir konuya dikkat çekiyoruz: Çocuk istismarı. Pedagoji Derneği Başkanı Pedagog Mehmet Teber, kendisiyle yaptığımız röportajda bu alanda neler yapılması gerektiğini söylüyor. Mercek köşemizde yazar Emine Fiikriye Beledli ile “Dürr ve Sadef” isimli kitabı üzerine yaptığımız röportaj da ilginizi çekecek. Ağustos ayında yeni bir dergiyle buluşuncaya kadar Allah’a emanet olunuz...

Nesil Basım Yayın Gıda Ticaret ve Sanayi Anonim Şirketi adına İMTİYAZ SAHİBİ İbrahim Yaşar GENEl YAYIN YÖNETMENİ Yavuz Bahadıroğlu YAYIN KOORDİNATÖRÜ İsmail Tongar YAZI İŞlERİ MÜDÜRÜ (SORuMlu) Ekrem Altıntepe SANAT YÖNETMENİ Eray Hacıosmanoğlu ABONE Tayyip Akar Erdem Şahin Furkan Sarıgül REKlAM MÜDÜRÜ Fikret Çakır REKlAM SORuMluSu Ahmet Akar YAYIN KuRulu Abdullah Arıdoru Ali Erdoğan Cemil Tokpınar Erdal Cesar Fethi Çağıl Haluk İmamoğlu Haşim Gayberi İhsan Atasoy Kenan Demirtaş Mehmet Paksu Metin Karabaşoğlu Ömer Faruk Paksu Safa Mürsel YIllIK ABONE ŞARTlARI Yurt İçi: 60 TL (12 sayı için) Yurt Dışı: 60 euro (12 sayı için) ÖDEME ŞEKİllERİ Posta Çeki: Nesil Basım-Yayın 1613072 Banka Havalesi: Nesil Basım-Yayın A.Ş. Asya Katılım Bankası (Bank Asya) İstanbul Bakırköy Şubesi TR 89 0020 8000 3900 0104 5900 19 Lütfen isminizi belirtmeyi unutmayın! *0 212 652 76 66 no’lu telefonu arayarak kredi kartınızla ödeme yapabilirsiniz. abone@moraldergisi.com OFSET BASKI - CİlT Nesİl Matbaacılık Beymer San. Sit. 2. Cadde No: 23 Yakuplu Büyükçekmece-İstanbul Tel: 0 212 876 38 68 • Fax: 0 212 876 41 69 www.nesilmatbaacilik.com ISSN: 1305-6670 MAHİYETİ: YAYGIN YAYIN TÜRÜ Aylık Kültürel Aile Dergisi YÖNETİM YERİ Sanayi Cd. Bilge Sk. No:2 34196 Yenibosna - İSTANBUL Tel : 0 212 652 76 66-67 0 212 551 32 25 (Pbx) Faks : 0 212 652 76 69 - 551 26 59 e-mail: moral@moraldergisi.com Okuyucu ve abonelerimizin dikkatine: 2012 Yılı abone yenilemeleri devam ediyor. Abone servisi aranabilir. Gönderilen yazılarda editör ve yayın kurulu gerekli gördüğü düzeltme ve değişiklikleri yapabilir. Yazıların ve reklamların sorumluluğu yazarlarına ve firmalarına aittir.


Sade hayat nediR, ne deĞildiR? İÇİNDEKİLER

06

14

Kapak Dosyası

“SADE HAYAT, SOFRAMIZDAN BAŞL AR”

Kapak Dosyası

ÇÖPE G İ DE N SA DE Lİ K Faruk Günindi

18

Metin Karabaşoğlu

24

Kapak Dosyası

“HAKİKİ BİR TANRI KULU, EFENDİLİĞE SOYUNMAZ”

Ramazan

GÖNÜL İBRENİZİ RAMAZAN’A AYARLADINIZ MI? Alper Görmüş

28

Ahmet Bulut

36

Ramazan

AİLENİZİN AZİZ MİSAFİRİ: RAMAZAN

Çocuk Eğitimi

ÇOCUK İSTİSMARINA SEYİRCİ KALMAYIN Tuğba Akbey İnan

Münir Arıkan

40

44

Mercek

Nur Penceresi

AİLEDE REKABET OLUR MU?

“HZ. ÂMİNE’Yİ GÖZYAŞLARIYLA YAZDIM” Emine Fikriye Beledli

52

Mehmet Paksu

60

Psikoloji

KALBE GELEN KURUNTULAR: VESVESE

Ajanda

SİNEMA, SERGİ, KİTAP... Ömer Baldık

Nilüfer Taktak

KAPAK: SADE HAYAT NEDİR, NE DEĞİLDİR?

04

HİKAYE: RENKLİ YÜN YUMAKLARI

54

KAPAK: HAYATIMIZI NASIL SADELEŞTİRELİM?

10

HABER: 1’DEN 100’E MORAL DÜNYASI

56

RAMAZAN: 30 ORUÇ, 30 DUA

32

ÇOCUKCA

62

SAĞLIK: “MİDE, İNSANIN İKİNCİ BEYNİDİR”

52


Kapak Dosyası

S

Ümit Şimşek

ade hayat ne değildir? Konunun yabancısı olanlar için, önce bu sorunun cevaplandırılması hayatî önem taşıyor. Bu kısa cevabı da hemen verelim: “Sade hayat yoksulluk demek değildir.” Bundan sonra asıl soruya geçebiliriz: Peki, sade hayat nedir? Bu sorunun cevabı da kısa ve nettir: “Sade hayat zenginlik demektir.” Şu kadar var ki, bizim bugünkü değer ölçülerimiz “madde bağımlısı” haline geldiği için, insanları, ceplerindeki para miktarına göre zengin veya fakir olarak vasıflandırıyoruz. Oysa kişinin geliri ve ihtiyaçları arasındaki farkı esas alacak olursak, zengin ve yoksul listelerinde geniş çaplı yer değiştirmelerin cereyan etmesi sürpriz olmayacaktır. Bediüzzaman, Batı medeniyetinin insanı fakirleştirdiğini söylerken, bu gerçeği dile getirir. Çünkü bedevîlik zamanında üç-dört şeye muhtaç olan insan, medeniyet çağında yirmi-otuz (hattâ yüzlerce, belki binlerce!) şeye muhtaç hale gelmiştir. Fakat geliri de aynı nispette artmadığı için, ihtiyaç ile gelir arasındaki mesafe açıldıkça açılmıştır. Yoksulluğu belirleyen ölçü de ihtiyaç-gelir farkı olduğuna göre, bugünün insanı, dünün insanına göre daha da fakir düşmüştür ve fakirleşmeye devam etmektedir. Bir taraftan bakarsanız, dün kimsenin hayalinden bile geçmeyen âlet, vasıta ve imkânlara sahibiz; ceplerimizin bütünüyle boş olduğunu kimse söyleyemez; hoş, cepler boşalsa da kredi kartları her an dünyanın en uzak köşelerinden dilediğimiz şeyi ısmarlamamıza imkân sağlıyor. Fakat elde ettiklerimiz, hayal ettiklerimizin yanında küçük kalıyor ve küçülmeye devam ediyor. Bu sıfatı kabullenmek zor da olsa, gerçek şu ki, bugün dünkünden daha yoksuluz; bu gidişle yarın da bugünkünden daha yoksul olacağız. Bu açmazı açmanın tek bir yolu vardır: Zenginliğin asıl kaynağına yönelmek. Daha başka bir deyişle: Zenginliği kabukta değil, özde aramak. 7

MORAL DÜNYASI

Temmuz 2012

Zenginlikte ters orantı

Zenginlik söz konusu olduğunda, kabuk ve öz arasında bir ters orantı ortaya çıkar. Kişi özde ne kadar zenginliğe sahipse, görüntüsünü süslemek ihtiyacından da o kadar uzak demektir. İnsanlar, özde yoksullaştıkça kabukta zenginlik ve kalabalık aramaya başlarlar. Özellikle, hayatta bir gayeleri olan, bir ideal peşinde

Özde zenginliği yakalayan insan, aynı zamanda özgür insan demektir. Çünkü ihtiyaçlarını bizzat kendisi belirler; başkasının ona ihtiyaç dayatmasına fırsat bırakmaz. Kur’ân da “Sahip olduklarımızın ne kadarını bağışlayalım?” sorusuna “İhtiyaç fazlasını” şeklinde cevap vermiş, fakat ihtiyacın ne olduğunu belirtilmemiştir (Bakara Suresi, 219). Bu, kişileri

Sade hayat NEDİR, ne değildir?

Sade hayat “yoksulluk” demek değildir. Peki, sade hayat nedir? Sade hayat “zenginlik” demektir. Ama bu “zenginlik” ilk akla geldiği gibi cüzdanların şişkinliğinden kaynaklanan bir zenginlik değildir. Bu “zenginlik” kabukta değil, özde olan bir zenginliktir...

koşan insanların kabukla fazla alışverişleri olmaz; eğer idealist olarak bildiğimiz bazı kimselerde maddî zenginliğe ve refah araçlarına tutkunluk da görülüyorsa, onların o kadar da idealist olmadıkları neticesine varabiliriz.

manevî zenginliğe yönelten ve bir fazilet yarışına teşvik eden bir cevaptır. Bu işareti alan bir kimseden beklenen şey, kendisi için bir ihtiyaç sınırı belirlemek ve oraya kalın bir “yeter” çizgisi çekmek, kalanını da Allah yolunda harcayarak “ve-


ren el” olmak ve bu suretle Rabbinin kerem sıfatına bir başka yönden mazhariyet elde etmektir. Burası bir yarış meydanıdır; kişiler maddî ihtiraslarından uzaklaştıkları nispette bu yarışta öne geçerler.

Fakirlikten kurtuluş

Bu yarışta “mağlup” yoktur. Kişi yarışın ne kadar gerisinde yer alırsa alsın, ihtiyaçlarına özgür iradesiyle bir “yeter” çizgisi çizmek ve buna sadık kalmak suretiyle, kendisini bir esaretten kurtarmıştır. İşte burası, “sade hayat” adıyla andığımız zenginliğin keşfedildiği noktadır. Tüketim ekonomisinin bütün gücüyle sade hayata yüklenmesi, beceremediği yerde de insanlara “sadelik” adı altında birtakım şeyler satarak bu

kavramı sulandırmaya çalışması, işte bu sebeptendir. İnsanlar ihtiyaçlarını kendileri belirleyecek olurlarsa, ihtiyaçları olmayan şeyi “Sen bunlarsız yapamazsın” diyerek onlara kim pazarlayacak? Kendi ihtiyaçlarını belirleyen insan, gelir ve giderleri arasındaki dengeyi de kurmuş, yahut bu dengeye tüketici insandan daha fazla yaklaşmıştır. İnsan, geliri ile gideri arasında bir denge konumuna yaklaştığı oranda fakirlikten uzaklaşmış demektir. Bu yüzden, ne kadar mütevazı bir gelire sahip olursa olsun, bu geliriyle hayattan beklentilerini karşılayabilen bir insan, çok kazandığı halde beklentileriyle geliri arasındaki uçu-

rumu bir türlü kapatamayan birisine göre “zengin” olarak tanımlanmaya daha layık bir kimsedir. Geçim sıkıntısının yaygın bir dert teşkil ettiğini gözardı edecek değiliz; ancak açlık sınırının altındaki gelir seviyesine sahip ailelerin bu gelirlerinden ne kadarını cep telefonlarına, renkli televizyon ve çanak antenlere harcadıklarını da dikkatten uzak tutmamak gerekir. Eğer fakirlik tanımını insanın eline geçen paraya veya sahip olduklarına bakarak değil de gelir-gider dengesini esas tutmak suretiyle yapacak olursak, gönüllü sadeliğin fakirlikten kurtuluş hareketi olduğunu görmekte zorlanmayız. Hattâ, daha da ileri giderek, sadelik olmaksızın fakirlikten kurtulmanın mümkün olamayacağını bile söyleyebiliriz. Çünkü tü-

likleri her an içimize sindirerek yaşamak, aldığımız her soluğun hakkını vermek, başta aile bireyleri olmak üzere insanlarla ilişkilerimizi canlandırmak, başka insanların dertlerini ve mutluluklarını paylaşmak, sadece kendisi için çalışan bir tüketici rolünden sıyrılarak başkaları için de birşeyler yapabilmek, üzerinde yaşadığımız gezegenin daha yaşanabilir bir hal alması için kendi çapında bir katkıda bulunmak gibi küçüklü büyüklü sayısız hazlar ve mutluluklar vardır. Bu haz ve mutluluklar, insanın manevî dünyasında, hiçbir maliyet istemeden herkese eşit fırsatlar sunan muazzam bir zenginlik kaynağı teşkil etmektedir. Nitekim gönüllü sadeliği savunanlar, bu hayat tarzını, “dış görünüşüyle sade, içe-

ketim çağının sayısız tecrübeleriyle sabit olduğu gibi, kişi kendi ihtiyaçlarını bizzat belirlemediği takdirde ihtiyaç listesi sonsuza kadar uzanacak ve gelir-gider uçurumu gittikçe derinleşerek modern insanı fakirleştirmeye devam edecektir.

ride ise alabildiğine zengin” bir yaşam biçimi olarak tanımlarlar. İnsanların maddî refahtan payları çok çeşitli seviyelerde olduğu gibi, manevî zenginliklerden de en az o kadar çeşitli seviyelerde nasipleri vardır. Ancak burada âdil bir yarış söz konusudur: Kaynaklar sınırlı olmadığı için, kapanın elinde kalmaz; bir kısım insanların fazlaca nasip alması, diğerlerinin payından birşey eksiltmez. Hattâ çoğu zaman böyle fazlalıklardan diğer insanlar da yararlanırlar. İlim ve sanat dünyasının zenginlikleri, bu güzelliklerden büyük pay kapanlar tarafından vücuda getirilmiş ve hepimizin istifadesine sunulmuştur.

Asıl zenginliklerimiz

Gönüllü sadelik, insanın hayatından ihtiyaç fazlasını çıkarmak suretiyle, daha başka şeylerin hayatımız içinde yer alabilmesi için zemin hazırlar. Aslında bunlar, hayatı yaşanmaya değer kılan şeylerin tâ kendisidir. Bunlar arasında, kendimizin ve içinde yaşadığımız dünyanın farkına varmak, bizi çevreleyen güzel-

Temmuz 2012 MORAL DÜNYASI

8


Kapak Dosyası

Ekrem Altıntepe

“İnsanın ara sıra harcadığı ve her gün harcadığı şeyler vardır. Biz her gün harcadığı şeyleri tekrar düzenlemesini istiyoruz. Yani insanlar her gün üç defa yemek yiyor. Önce sofralarını sadeleştirseler, o zaman geriye dönük olarak birçok şeyleri de sadeleşecek. İnsan sofrasını sadeleştirse ya da sadece yağını tuzunu değiştirirse, bu tercihin domino etkisiyle birçok şeye etkisi olacaktır.”

Sade HaYat, SOFRamIzdan ” baŞlaR “

S

ade Hayat Derneği, hayatı sade yaşamak isteyenlerin bir araya gelerek kurdukları bir dernek. Bu derneğin üyeleri, sade bir hayatın gerekliliklerini yerine getirmek için birbirleriyle fikir alışverişinde bulunarak sadeliği yakalamak istiyorlar. Sade Hayat Derneği Başkanı Faruk Günindi, sade hayatın başlangıç noktasının sofralar olduğunu belirterek sofraların sadeleşmesiyle hayatımızdaki birçok şeyin de sadeleşeceğine vurgu yapıyor.

Faruk Bey, uzun süreden beri faaliyette olan Sade Hayat Derneği’niz var. Bu derneğin başkanı ve üyeleri olarak sade hayatı nasıl tanımlıyor ve nasıl yaşamaya çalışıyorsunuz? Sade hayat, en anlaşılır ifadesiyle “Peygamberî bir hayat” tarzıdır. Efendimiz (a.s.m.) kendisine Allah (c.c.) tarafından Cebrail vasıtasıyla “kul bir peygamber” mi veya “melik bir peygamber” mi olmak istediği sorulduğunda “kul bir peygamber” olmayı seçmiştir. Efendimiz (a.s.m.) isteseydi varlık içinde yaşamayı seçebilirdi ama o kulluğu yani sadeliği seçmiştir. İlginç bir yaklaşım. Efendimizin (a.s.m.) bu tercihini diğer peygamberlerde de görebiliyor muyuz? Tabii ki. Bunun en bariz örneği Hz. Süleyman’dır. Allah tarafından kendisine çok büyük güçler bahşedilen Hz. Süleyman neden kocaman kocaman saraylar yaptırıp durmadı?

9

MORAL DÜNYASI

Temmuz 2012


Sade Hayat Derneği başkanı

Fotoğraf:

Faruk Günindi

O yaptırdı ama ibadethane yaptırdı. Hz. Süleyman’ın yeryüzünde tüm insanların görmüş ve göreceği en zengin insan olduğunu biliyoruz. Ama o ellerini açıp Allah’tan ne istiyor? “Allah’ım, bana hayırlı bir kazanç ver” diyor. Her şeyi olan bir insan, tüm zenginlikler ona verilmiş bir insan “Bana elimle kazanacağım bir şey söyle” diyor. O kadar zenginlikler içindeki bir insan kendi rızkını sepet örüp satarak kazanıyor. O büyük krallığın içinde sepet ören bir hükümdar, bir peygamber... Ne müthiş bir manzara değil mi? Bunun yanında krallıklarına güvenen Nemrutlar, Firavunlar bütün o şaşaalarına, debdebelerine rağ-

men yok olup gittiler. Ama her türlü imkâna rağmen, bütün zenginliklere rağmen kul olmayı seçen peygamberler sonsuza kadar hayırla anılacaklar. Hz. Süleyman o muhteşem zenginliğine rağmen sade bir hayatı tercih etti ve kul oldu. Bu sadelik onu kulluğa götürdü. Fakat Firavun, Babil kralları, Nemrutlar o debdebe içinde bütün imkânlarına bakarak ilahlıklarını iddia ettiler. Sade yaşam insana kul olduğunu fark ettiriyor, her şeye sahip olduğunu sanmak ise, insanı kulluktan çıkarıyor veya bir nevi ilahlık yaptırıyor diyebilir miyiz?

Kesinlikle öyle. Sade hayat kul üretir, modern hayat kendi dünyalarının tanrıları olan küçük tanrıcıklar üretir. Modern hayat, kendi dünyalarına hükmedebileceklerini sanan, kendi kaderlerini belirlediklerini sanan, varlığın kaderiyle ilgili karar verebileceklerini sanan ufak tanrıcıklar üretti. Ben bir fert olarak hayatımı sade yaşayacağım diyorum. Sadelik derken tüketimden mi uzaklaşmam gerekiyor? Ne yapmam gerekiyor ki sade olabileyim? Sade yaşamaya karar veren bir insan ne yapmalı? Böyle bir kararı sade yaşamak için Temmuz 2012 MORAL DÜNYASI

10


Kapak Dosyası vermemek lazım. O kararı doğru yaşamak için vermeli. Onun kuralları da sade hayat felsefesinin koyduğu hayat kuralları değil, onlar herkesin uyması gereken ilahî kurallardır. Hz. Adem’den beri aynı şeyler söylenip duruyor. Yani burası yeryüzü, biz buraya Hz. Adem’le birlikte indirildik. Cennet ehli idik, buraya indirildik. İndirildikten sonra buranın bazı yaşam kuralları var. Ne doğru, ne yanlış bunlar bize öğretildi. Tüm peygamberler kendi ümmetlerine “Burası böyle bir yer, bu yapılır, bu yapılmaz” dedi. Mesele budur. Yani sade yaşamayı isteyen biri İslam’ı seçtiyse zaten lüks yaşamaz. Sürekli nefsinin istediği tüm arzularını yerine getirmez. Helal-haram diye bir şey vardır. Bu, sade hayat fikrinin icat ettiği bir şey değil. Sade hayat deyince ilk başta dünya nimetlerinden istifade etmeme, mesela çok cafcaflı giyinmeme, modayı takip etmeme, az tüketme gibi bir şey anlaşılıyor. Burada “Sade hayat ilahî emirlere uymaktır” diyerek farklı bir boyut getirdiniz. Sizin kastettiğiniz sade hayat bu mudur? Bizim yaşamaya çalıştığımız sade hayat budur. Bizce helal-haramı, zararlı-zararsız diye tanımlamak daha doğru olur. Zararlı bir şeyin helal olduğunu düşünemiyorum, yani zararlı olduğu halde Allah Teâlâ’nın kendi kulları için bunu isteyeceğini düşünemiyorum veya yararlı olduğu halde Allah’ın yasakladığı bir şey de düşünemiyorum. Bütün helal olanları alırsam onlar bana kârdır. Birisi sade bir hayat yaşamaya karar verdi. Siz Sade Hayat Derneği başkanı olarak ve sade hayat yaşayan biri olarak buna karar veren birine ne tavsiye edersiniz? Yani birden bire bu hayatın içine balıklama mı dalmam lazım, her şeyden vazgeçmem mi gerekiyor? Ya da nasıl bir sade hayat tarzı uygulamam gerekiyor ki en verimli şekilde yapabileyim? İnsanın ara sıra harcadığı ve her gün harcadığı şeyler vardır. Biz her gün harcadığı şeyleri tekrar düzenlemesini istiyoruz. Yani insanlar her gün üç defa yemek yiyor. Önce sof11

MORAL DÜNYASI

Temmuz 2012

ralarını sadeleştirseler, o zaman geriye dönük olarak birçok şeyleri de sadeleşecek. Soframızı sadeleştirmekle nasıl birçok şeyi sadeleştirmiş olacağız?

İnsan sofrasını sadeleştirse ya da sadece yağını tuzunu değiştirirse, bu tercihin domino etkisiyle birçok şeye etkisi olacaktır. Niçin sentetik yağ kullanalım? Bir yağ nelere mal oluyor? İçinde hidrojenle işlenmiş bir katkı varsa o yağ, yağ vasfını yitirmiştir. Çok yapışkan hale geliyor, biz onu tabaklardan çıkarmak için deterjan kullanıyoruz. Deterjan hayatımıza giriyor. Deterjan bütün doğayı fosforla mahvetti. Her şeyi pislettik. Sonra o yağı yedik vücuttan ter olarak çıktı. Ter de giysilere yapıştı. Çünkü yapışkan bir yağdır. Giysileri de güçlü deterjanlarla yıkamak zorunda kaldık. Bütün suları mahvettik. Yağı yedik, hastalığa sebep oldu, bütün vücudumuzda damarların, organların çalışmasını etkiledi. O zaman da ameliyatların, ilaçların hepsinin yolunu hazırladık. Biz diyoruz ki tereyağına, zeytinyağına, en doğal yağlara geçin. O zaman bulaşık deterjanı ihtiyacı en aza inecek. Sadece sıcak suyla bile zeytinyağı çıkabiliyor. Zeytinyağı kadar olağanüstü bir şey yok. Demir dünyaya sonradan indi diyorlar, belki zeytin ağacı da sonradan inmiştir. O kadar olağan üstüdür. O

yağ sizi hastalıklardan da koruyacak. Sadece yağı değiştirerek bunların hepsini değiştirmiş olacaksınız. Tuzun böbreklere neler yaptığını, vücutta metal bıraktığını biliyoruz, vücutta su dengesini bozduğunu, tiroid bezlerini bozduğunu biliyoruz. Bunlar her gün kullandığımız dominolardır. İnsanlar sadece bunları değiştirseler, bu niyetle 40 gün devam etseler, o zaman Allah’ın vaadi var, “Ben sizin bilmediklerinizi öğretirim” diyor. Yağ ve tuza şeker ve unu da ekleyebilir miyiz? Tabii onları da katabiliriz. İnsanın düşünebilme yetisinin devam edebilmesi için sentetik şekerin vücuda girmemesi gerekir. Olaylar arasında veya varlıklar arasında ilişki kurabilme yeteneği olan aklın devam edebilmesi için sentetik şekerin hiçbir şekilde tüketilmemesi gerekir. O zaman belki akıl eve geri döner. Unda da nem tutucular var, gerçek un olsa onun kadar güzel besleyici bir şey yok. Temel besin maddelerinden bir tanesidir. İnsan ömrünü un, yağ ve etle geçirebilir. Ama şimdi un unluktan çıkmış. Biz onu eliyoruz. Elediğimizi hayvanlara veriyoruz, en değerli yerini onlar yiyor. Biz ise unun en hastalıklı yerini yiyoruz. Nemlenmesin, beyaz olsun diye içine katkı maddeleri koyuyoruz. Anlattıklarınızdan sade hayatın başlangıcının giydiklerimiz, arabamız, televizyonumuzdan değil soframızdan başladığı sonucunu çıkarıyorum. Sofralarda nelerin yenip nelerin yenmediği çok önemli. Çünkü herkes sofralarda. Herkes araba almayabilir, herkes televizyon almayabilir, ama herkes yemek yiyor. Dolayısıyla dikkat etmemiz gereken şeylerden ilki odur. Biz eğer kendi soframızı ya da ağzımızı kontrol edebilirsek o zaman arabanın neden olduğu şeyleri de, televizyonunun neler yaptığını da anlayabiliriz. Çünkü akıl geri gelir. Hz. Adem haya veya iman istemedi, akıl istedi. Çünkü akıl varsa haya ve iman da vardır. Biz akıl nasıl geri gelir diye düşünüyoruz. Sofradan başlasak zincirleme diğer hatalarımızı da fark ederiz.



Kapak Dosyası

Yrd. Doç. Dr. Veli Sırım

Tüketim çılgınlığına son verip “sade bir hayat” yaşamak istiyorsunuz ama sadelik için ne yapmanız gerektiğini bilmiyor musunuz? Aslında yapmanız gerekenler hiç de öyle “atla-deve” kabilinden şeyler değil. Dünyadan elinizi eteğinizi çekmeniz gerekmiyor. O zaman nasıl bir sadelik mi diyorsunuz? İşte size “sade bir hayat”ın köşe taşları...

HaYatImIzI naSIl SadeleŞtiRelim?

S

adelik” kelimesi zihninizde neler çağrıştırıyor? Dünyadan elini eteğini çekmek mi? Fakirlikten kaynaklanan mecburi bir durum mu? Teknolojiye ve hayatımızın içinde yer tutmuş imkânları, alet ve edevatı elimizin tersiyle itmek mi? Hayır, bunların hiçbiri değil... Peki, nedir sade hayat? 13

MORAL DÜNYASI

Temmuz 2012

Sade hayat, her şeyden önce bir tercihtir. Tüketim çılgınlığına; israfa, lüks ve gösterişe; zamanı, enerjiyi ve yetenekleri çürüten, eriten, buna karşılık tüketime ve israfa yönelik bir yaşam tarzını yerleştirmeye çalışan bütün unsurlara, televizyona, medyaya, abartılı reklamlara; reklamlara kapılıp marketlere hücum etmeye; al-kullan-at-tekrar yeni-

sini al anlayışına; “tükettiğin kadar mutlu olursun” düşüncesine; özgürlük iddiasıyla paranın ve tüketimin esiri olmaya ve hayatı daraltan, çekilmez hale getiren bütün şartlara karşı basit gibi görülen, ama çok önemli bir tepki. Şimdi başlıklar halinde, sadeliği benimsemiş bir insan veya toplum prototipinin belirgin özelliklerini sıralamaya çalışalım.


Hızlı değil yavaş yaşamak “Fast food” ifadesini neredeyse bilmeyenimiz yoktur. “Hızlı beslenme” demek. Bu da zaten iğneden ipliğe günümüz yaşam tarzının en belirgin sembolü. Çarklar öyle hızla işliyor ki. Düşünmeye bile fırsat yok. Kaldı ki buna ihtiyaç da bırakılmıyor. Birileri bizim için düşünüyor, hayatımızı bizim için planlıyorlar. Neye, nerede, ne kadar ihtiyaç duyduğumuzu zaten çoktan planlıyorlar. İşte biz böyle hızlı işleyen çarkın içindeyiz. Hele büyük şehir hayatı çerçevesinde. Evden işe, işten eve. Aradaki boş vakitlerde de bol bol alışverişe. Hızlı hayatın vazgeçilmezi de sürekli değişim, sürekli yenilenme. İhtiyaçların sürekli yenilenmesi. Diğer ifadeyle ihtiyaç listemizdeki maddeler hızla ve sürekli olarak artıyor. Karşılanan bir maddenin yeri hiç boş kalmıyor. En kısa zamanda en azından 3-4 tane ihtiyaç maddesi ekleniyor.

Televizyona karşı bağımsızlık Bazı sigara tiryakileri vardır. Hem şikayet eder sigaraya mahkum olmaktan hem de kahramanca bir eda ile “Ben istesem anında bırakırım bu mereti!” deyiverirler. Bir türlü kabul etmezler o 5-6 santimlik beyaz kağıda sarılmış kuru ve kirli bitkinin yanmasıyla çıkan dumana esir oluşlarını. Peki bundan farklı mıdır evimizin başköşesine yerleştirdiğimiz TV’ye olan gönüllü esaretimiz. Günde en az 4-5 saatimizi ona olan sadakatimizin bir göstergesi olarak, hareketsiz, sessiz, hatta nefeslerimizi tutarak, gözümüzü kırpmadan ona bakarak geçirişimiz. Sigara tiryakisinin zehirli dumanının zararı kendisine. Belki biraz da fiziki olarak yakınında olanlara. Ya TV bağımlılığı ve tiryakiliğinin zararları? Ruhumuzda, kalbimizde ve beynimizde açtığı derin yaralar. Ailemize vurduğu darbeler. Akrabalarımızla, arkadaş çevremizle, en yakın kapı komşumuzla aramıza koyduğu aşılmaz duvarlar. Ve daha nice zararlar, ziyanlar, maddi ve manevi hastalıklar. Bunca tehlikeye, bunca ziyana ve zarara yol açan bir bağımlılıktan söz ediyoruz. Bu bağımlılıktan kurtulmanın zaruretinden bahsediyoruz. Tabii bunun için önce kendimizin bu bağımlılığı kabul etmemiz, bu tehlikenin vahametinin farkında olmamız gerekiyor. Uzmanlara göre günün uzun bir bölümünü televizyona ayıran bir kişi, tamamen televizyon bağımlısı

Hızlı hayat, hayatın hazzını yok ediyor. Sağlıklı düşünmeyi, doğru karar almayı engelliyor. Gelişmeleri yüzeysel değerlendirmeye sebep oluyor. Bir mesele üzerinde fazla düşünmek, yavaş hareket etmek bir zaman kaybı gibi algılanıyor. Dert belli. Hastalık belli. Ya çözüm? Aslında çözüm çok açık ve elimizde. Vitesi düşürmek. Yavaşlamak. Hayatımızı kontrol altına almak. Kendi hakimiyetimizde gibi gördüğümüz para-pulun, alışverişin, tüketime yönelik anlayış ve alışkanlıklarımızın kontrolünden, esaretinden, hatta bağımlılığından kurtulmak… Düşünmek. Kendimize, ailemize, arkadaşlarımıza zaman ayırmayı düşünmek. Hayatın gayesini düşünmek. Ve karar vermek. Nerede ve nasıl hata ettiğimizi araştırıp, telafi ve tedavisine bir an önce başlamak.

oluyor. Daha da ilginci, bu bağımlılık insanı herhangi bir konuda bilinçli bir karar veremez hale getiriyor. Televizyonun bağımlılık yaptığı bilimsel yollarla da ispatlanan bir gerçek. Scientific American dergisinin 2002 Şubat sayısında yayınlanan “Television Addiction (Televizyon Bağımlılığı)” başlıklı yazıda, televizyon seyretmenin insan vücudundaki olumsuz etkileri bilimsel verilerle desteklenerek açıklanıyor. Peki içimize sinsice yerleşen televizyon bağımlığından kurtulmanın çaresi yok mu? Elbette var. Yapılacak tek şey irademizi devreye koyabilmek. Ancak, gerçekçi olmak gerekirse, irademizi kullanmak çoğu zaman mümkün olmayabiliyor. Olsa bile, uzun süreli olmuyor. Adı üstünde, bağımlılık. Günde ortalama dört saatimizi göz göre göre, kendi irade ve tercihimizle televizyona teslim ettiğimizi düşünelim. Bu durumda bir yıl boyunca 1460 saatimiz, diğer ifadeyle 60 günümüz TV önünde geçiyor demektir. 60 günde neler yapılmaz ki! Hele bir de günde on saat ve üzeri televizyon seyredenler için... Demiştik ya, belki radikal bir şekilde hayatımızdan televizyonu çıkarmak zor gelebilir. Gelin bu rakamı yarı yarıya indirmeye gayret edelim. Bir diğer ifadeyle televizyonun ömrümüzden çaldığı iki saati geri almak için çaba gösterelim. Her gün iki saat. Özellikle de anne-baba ve çocukların en fazla bir araya geldiği, toplandığı akşam vakitlerinde. Kazandığınız bu iki saatle her gün neler yapabileceğinizi bir düşünün ve hemen televizyonunuzun düğmesini kapatın...

Temmuz 2012 MORAL DÜNYASI

14


Kapak Dosyası Yakınlarımıza vakit ayırabilmek Sade hayatın bir diğer yönünü kendimize, ailemize ve yakın çevremize zaman ayırabilmek oluşturur. Özellikle ailemize ayıracağımız zaman ve enerji, hem aile içi sevgi ve saygıyı güçlendirecek, hem daha mutlu bir hayat sürmemizi sağlayacak, hem de bir takım maddî güçlüklerin ve problemlerin daha kolay halledilmesini sağlayacaktır.

Komşuluk şart Günümüz şartlarında komşuluğun konumu, neredeyse nüfus yoğunluğunun artışı veya azalışıyla bağlantılı bir seyir takip etmekte. İnsanların sayısal olarak çoğalması, hemen akla geldiği gibi yakınlığı doğurmuyor. Tam tersine kalabalıklar içinde bireyler yalnızlaşıyor. Kendini daha az güvende, hattâ tamamen güvensizlik içinde hissediyor. Aynı kural, meskenlerin çokluğu ve birbirine yakınlığı, neredeyse dip dibe olmasında da geçerli. Alt kat–üst kat, yan daire–karşı daire bir komşunun varlığından bile habersiz yaşanıyor. Bu durumda da komşuluk, gerçek boyutu ya hiç öğrenilmeyen ya da “Nerede o eski komşuluklar!” diye derin bir

15

MORAL DÜNYASI

Temmuz 2012

Her eğitimin kaynağı aile olduğu gibi, tutumlu olma, sade bir hayatın şartlarını yerine getirme eğitiminin kaynağı hiç şüphesiz ailedir. Gerek eşlerin, gerekse çocukların sade yaşam şartlarını uygulayabilmeleri, birlikte hareket etmelerine bağlıdır. Sade hayat, bizi yakın arkadaş çevremizle olan diyalogumuzu da artıracak, hatta dost çevremizi şekillendiren önemli bir etken olacaktır. Çünkü insanları doğru veya yanlış davranışlara yönelten unsurların başında arkadaş çevresi bu-

lunur. Kişinin kendi iradesiyle sade bir hayat çizgisini seçmesi, ister istemez sadeliğe ters bir hayat süren arkadaş çevresinden uzaklaşmasını sağlayacaktır. Belki o kişi, tüketime endeksli hayat süren arkadaşlarına da örnek olabilecektir. Hemen her insanda bulunan ortak bir özellik vardır. İyi ve doğru bulduğu şeyleri, güzellikleri başkalarıyla paylaşmak ister. Aynı kural sade hayatı benimseyenler için de geçerlidir. Sade hayatın kazandırdığı maddî ve manevî kazançları başkalarıyla da paylaşmak isteyecektir.

iç çekmenin ardından hayal meyal gündemimize giren bir kavramı ifade ediyor. Peki ne oldu da komşuluk, özellikle de büyük şehirlerdeki komşuluk bu hale geldi? Bu konuda ilk göze çarpan etken, “apartman yaşantısı.” Dev arı kovanlarını andıran ve her birisinde küçük bir ilçeyi barındıracak kadar nüfusa sahip olan yüksek apartmanlar, dev siteler, görünenin tam tersine komşuları birbirinden daha fazla soyutluyor. Komşuluğun bir başka azılı düşmanı ise, evlerimizin başköşesine kurulan televizyonlar. Gün boyu yoğun iş temposuyla zaten birbirinden habersiz olan komşular, akşam evlerine geldiklerinde televizyona kilitleniyorlar. Bu durumda insanlarımız, “Ya komşun, ya televizyon” arasındaki tercih

haklarını hep televizyondan yana kullanıyorlar. Komşuluğun önünde duran bir başka engel ise “güvensizlik” ortamı. Karşılıklı güven olmayınca da, ufak tefek komşuluk görüntüleri de soğuk ve samimiyetsiz oluyor. Dolayısıyla komşusuna yabancılaşan kişi, komşusuna daha fazla güvensizlik duyuyor; bu güvensizlik ortamı ise komşuları daha fazla birbirinden uzaklaştırıyor. Komşuluk ilişkilerini geliştirmede işe önce kendinizden başlamanız gerek. Komşuluğu hep başkalarından beklememeli. İlk adımı atmaktan çekinmemeli. Örneğin komşunuzla birlikte içeceğiniz bir bardak çay, çok şey değiştirebilir. Hayatınıza o özlediğiniz tablolara yenilerini ekleyebilir. Unutmayın hepimiz komşuyuz.


Kitle değil, bilge olabilmek Hedef tahtasının ne olduğunu bilirsiniz. Şimdi gözünüzde bir hedef tahtası canlandırın. Büyükçe, tam boyunuz kadar. Bir de, o hedef tahtasına atış yapmak için birbirleriyle yarışan, ellerindeki birbirinden farklı silahlarla hedefi tam 12’den vurmaya çalışan atıcılar olsun. Hedefe ise kendinizi koyun. Hem de gönüllü olarak. Herhalde isyan ettiniz. “Olur mu böyle canım!” diye düşündünüz. Ama, bir durum var ki kendimizi hedef tahtasının yerine koyup, atış yapılması için en uygun pozisyonu kendi irademizle belirliyoruz. Bazen evimizin en seçkin ve en güzel köşesine koyduğumuz televizyonumuzun karşısına geçerek, bazen bir gazete veya dergiyi elimize alarak, bazen de radyomuzun düğmesine basarak, bazen bilgisayarımızın başında “hedef kitlesi” arasına bilerek veya bilmeyerek, isteyerek veya istemeyerek katılıyoruz.

Paranın efendisi olmak Bazılarına göre para, sadece paradan ibaret değil. Hayalleri süsleyen hedeflere ulaşmak için en önemli araç. Bazılarına göre mutluluğun kaynağı, bazılarına göre güçlü olmanın temel şartı, bazılarına göre insanları kontrol altında tutmanın en güzel yolu, bazılarına göre istediği kızla evlenebilmeye bir basamak, kimisine göre ev, araba, lüks yaşam gibi hayalleri süsleyen hedefleri sahip olmanın vazgeçilmez aracı. Parayla maddî zenginliğe ulaşan, zenginliği parada gören kişi, belki kendine yalancı bir cennet kurabiliyor. Kendini bu yalancı cennete alıştırıyor. Zenginlik onun için bir alışkanlık haline geliyor. Bu

Burada hemen belirtmem gereken bir nokta var: Hiç kimseye televizyon seyretmeyin, gazete-dergi okumayın, radyo dinlemeyin, otobüs durakları veya metro istasyonundaki reklam panolarına bakmayın diyemeyiz. Dikkat çekmek istediğimiz nokta, bu basın-yayın araçlarında ve tanıtım araçlarında yer alan ve bizi birer tüketim çılgını ve alışveriş bağımlısına dönüştüren reklamlara karşı duyarlı olunmasıdır. Pazarlama iletişimi çalışmalarında “hedef kitle” kavramı “yapılan tüm tanıtım faaliyetlerin yönlendirildiği, bu faaliyetler sonucunda kendilerinden eylem ve düşünce değişimi beklenen kişiler ya da gruplar” olarak tanımlanıyor. Reklam adıyla toplumun hedef tahtası haline getirilmesi; genel kitle içinde meslek, eğitim, yaş, cinsiyet, sosyal statü, kültürel ve etnik özellikler gibi gruplamaların yapılarak hedef seçilmesi; hedef seçilen kitlelerin bir tür kobay haline getirilmesi; hepsinin ötesi toplumu sadece “hedef” olarak gören “reklam baronları”nın kendi aralarında da kıyasıya rekabete girişmeleri üzerinde durulması gerekir.

alışkanlığın, hattâ hastalığın etkisiyle hep para kazanmak istiyor. Ancak bunu yaparken, insanî pek çok meziyetten feragat ediyor, alçalıyor, küçülüyor. Para bazı insanlarca “bir doyum aracı” olarak algılanıyor. Ancak parayı zevk alma aracı olarak kullanan insanların kesinlikle doyuma ulaşmadıklarını hatırlatmak gerek. Tıpkı kedinin kuyruğunu yakalamaya çalışması gibi, parayla doyum arayanlar bir türlü bu hedeflerine ulaşamıyorlar. Parayı bir mabud haline getiren insanların oluşturduğu bir toplumda, aslında insanlar para vasıtasıyla birbirinin kölesi oluyorlar. Parayla “özgürlüğün” ve “özgür bir hayatın” peşinde koşanlar, ya patronunun, ya borç aldığı veya alacağı dostunun, ya banka müdürlerinin ve daha nice makam ve mevki sahiplerinin kölesi oluveriyorlar.

NURGOLD’un eşsiz tasarımlarıyla güzelliğinizi yansıtın. Özel koleksiyonlarıyla her zevke hitap eden NURGOLD Kuyumcukent’te sizleri bekliyor.

Tel.: 0 212 603 04 96


Kapak Dosyası

İ

Metin Karabaşoğlu

şi gereği bin türlü kitap okuyup bin türlü yazarla hemhal olan biri olarak, ‘iş icabı’ okumadığım bir kitaplar dizisi var. Yirmi yıldır tekrar tekrar okuduğum, her okuyuşumda yeni yeni hususların farkına vardığım bu eserlerin yazarının, benim dünyamda apayrı bir yeri bulunuyor. Onca senedir biraz da ‘iş icabı’ bu kadar kitap okurken, onun ayarında bir başkasını daha aradım, bulamadım. Doğudan Batıdan, dünden bugünden o kadar kitap okudum, o kadar yazar tanıdım; her birinden şu veya bu düzeyde istifadem oldu, ama yine de, beni o kadar cezbeden bir başka eser veya müellif bulamadım. Sözünü ettiğim bu müstesna isim, neyi niye ele aldığı apayrı ve upuzun izahat gerektiren “Otuzuncu Lem’a” adlı risaleye, Kuddüs ismini, Allah’ın en büyük isimlerinden biri olarak çalışmakla başlar. Kuddüs, ‘temiz, pak, kusur ve noksandan münezzeh, yüce’ gibi anlamları beraberce taşır; ve müellifimiz, sayısız canlının yaşadığı şu kâinatta hiçbir pislik ve çöpün bulunmayışı gerçeğini, işte bu isme dayandırır. Kâinat tertemizdir; çünkü zâtında temiz olan, yani bir ismi Kuddüs olan Yaratıcı, yarattığını da tertemiz yaratmaktadır. Her yıl bu kadar bitkinin solup gitmesine, meselâ her sonbaharda yere dökülen belki milyarlarca ton yaprağa; ölen belki katrilyon kere katrilyonlarca hayvanın leşine mukabil, kâinat kirsizdir, tertemizdir. Sözgelimi, insan eli değmemiş bir ormana girin; çöp yoktur, çöplüğü de yoktur. Sonra, yaşadığınız şehre geri dönün. Şehrin girişine yakın bir yerde koskoca bir çöplük karşılar sizi, yollarda çöp kamyonları görürsünüz, mahalle arasında çöpçüler dolaşır, apartmanların hemen yanıbaşında çöp konteynerleri vardır, kendi evinize girin bir çöp kovanız bulunmaktadır. En küçük bir mahallenin dahi bir çöp mahalli, en küçük bir şehrin dahi çöplüğü bulunur insanların dünyasında. Şehirler ‘metropol’leştikçe çöplük metrekaresi artar; şehirler ‘mega’laştıkça, çöplükler de ‘mega’laşır. Kısacası, en küçük bir evden en büyük bir şehre kadar, insanın bulunduğu her yerde çöpün varlığına mukabil; in17

MORAL DÜNYASI

Temmuz 2012

Çöp diye attığımız şey, O’nun ismini ve O’nun ihsanını bildirmek için dünyamıza uğramıştı. Bir kişinin, ailenin, şehrin veya ülkenin ‘uygarlık düzeyi’ni ölçmenin en iyi yolu çöpler ve çöplüklerdir. Veya çöpler ne kadar sade bir hayat yaşadığımızın da ölçüsüdür... Yerküreyi çöplüğe çeviren Kuddusiyet cahili ‘çağdaş uygarlık’ın pompaladığı ‘tüketim’lere karşı uyanık duralım; fıtrî bir hayat tarzının, modasız bir giyim anlayışının, ‘ambalaj’sız halis gıdaların çerçevelendirdiği sade bir hayata uzanalım.

sanın elinin uzanmadığı kâinat dilimleri tertemizdir. Üstelik, ölen bu kadar hayvana, çürüyen bu kadar yaprağa rağmen vaziyet budur. Sözünü ettiğim o büyük insan, “Beşerin bulaşık eli karışmamak şartıyla, hiçbir şeyde hakikî nezafetsizlik ve çirkinlik görünmüyor!” derken ne kadar da isabet etmektedir.

Medenilik, sadelik ve çöpler

Vâkıa, budur. En büyük ormana, meselâ Amazon’un yağmur ormanlarına uzanın; her yıl sayısı hesap

makinelerinin rakam hanesine sığmayacak kadar çok sinek öldüğü; bir o kadar çiçek ve yaprak solduğu; nice ağaç kuruduğu ve nice büyük hayvan öldüğü halde, Amazon ormanlarında bir çöp ve kir bulamazsınız. Ne yerler çöp dolu ve pistir,


ÇÖPE GİDEN

Sadelik

ne de Amazon’un suları kokuşmuş ve bulanıktır. Yahut, Belgrad ormanına gidin. Hayır, “Orada da çöp bulamazsınız” diyecek değilim. Orada çöp ve kir bulursunuz. Ama, dikkatle bakın: Bu çöpler, ormanın kendisine mi aittir; yoksa ‘şehirli,’ nâm-ı diğer ‘medenî’ olan insanoğlunun ardında bıraktığı bir “Belgrad Ormanı Hatırası” fotoğrafı mıdır? İnsan eli değmese, bu ormanın da tertemiz

kalacağı aşikârdır. Bu durum, ‘medenîlik’ için onubunu ölçü edinen; kullandığı elektrik miktarından yaktığı benzinin litresine, kişi başına düşen GSMH’den araba sayısına, ortalama ömür süresinden tüketilen tuvalet kağıdı miktarına kadar bir dizi ‘medenîlik ölçütü’ icad eden modernlere, yeni ve çok da gerçekçi bir ‘ölçüm unsuru’ sunma düşüncesine sevketmiştir beni. ‘Uygarlık düzeyi’ öl-

çümlerinde benim önerdiğim ölçüm unsuru, çöpler. Evet, çöpler. İddia ediyorum, eğer ‘medenîlik’ ile kasdımız şu an tüm dünyayı kuşatan ‘çağdaş uygarlık’ ise, bir kişinin, ailenin, şehrin veya ülkenin ‘uygarlık düzeyi’ni ölçmenin en iyi yolu çöpler ve çöplüklerdir. Veya çöplükler ve çöpler ne kadar sade bir hayat yaşadığınızın da ölçüsüdür... Meselâ, iki evden hangisinin daha medenî ve sade olduğunu, çıkardığı haftalık, aylık veya yıllık çöp miktarından anlayabilirsiniz. Keza, iki şehir arasında bir medenîlik ve sade yaşam mukayesesi mi yapacaksınız? Size kestirme çözüm: Her iki şehirde çöp kamyonlarının çöplüklere taşıdığı çöp miktarını hesaplayın. Çıkan rakamı, ilgili şehrin nüfusuna bölün. Sonuçta, hangi şehrin rakamı daha büyük çıktıysa, onun ‘uygarlık düzeyi’ daha yüksek demektir. İsterseniz, daha da kestirme bir formül önerebilirim: Her iki şehrin çöplüklerinin hacmini veya metrekaresini hesaplayın nüfuslarına bölün. Abarttığımı düşünüyorsunuz, değil mi? Peki, size küçük bir kavramsal hatırlatma: Şu çağın toplumunu sosyologlar ne şekilde tanımlıyorlar? Elcevap: “Tüketim toplumu.” Peki, kapitalizm ne üzerine kurulu? “Kâr maksimizasyonu.” Ya kârların azamîye çıkması için ne gerekiyor? “Üretimin arttırılması; paralelinde, talebin kamçılanması suretiyle daha fazla mal satılması, yani tüketimin arttırılması.” Piyasaya sürülen mal gerçekten ihtiyaç olmasa, az zaman sonra çöpe atılacak olsa, yahut zaten yarısı hemencecik atılmaya mahkum ambalajdan ibaret olsa da mı? Evet. Ya sonra? İşte, sonrasının cevabını çöplükler veriyor. Temmuz 2012 MORAL DÜNYASI

18


Kapak Dosyası

Çöpün anlattığı

Şayet şehirlerin o çöp üreten ortamında üç kuruş hatırına çöplüklere giden eşya miktarını biraz olsun azaltan; açıkçası çöp kovalarından karton, pet şişe, teneke kutu taşıyan ama ‘parya’ muamelesi gören insanlardan biri zannedilmek sizi korkutmuyorsa bulunduğunuz muhitin çöp konteynerlerine bakın. Hatta çöplüklere gidin. Orada, herşeyi bütün çıplaklığıyla görürsünüz. Kapitalizmin ‘kâr maksimizasyonu’ putu uğruna ‘tüketim’e itilmiş toplumların ‘çöp’leri, size kitapların anlatmadığı çok yalın gerçekleri anlatır. Dikkatle bakın, konteynerin içindeki, yahut çöplükteki çöpler, esasen iki ana kategoriden oluşmaktadır. İlk kategori, ‘yeni’ modeller uğruna ‘eski’yenleri içinde barındırır. Sözgelimi, elbiseler görürsünüz çöplüklerde. Oraya atıldıklarına göre, ‘çöp’ olarak görüldükleri, bu yüzden oraya bırakıldıkları aşikârdır. Çekinmeyin, birini alın elinize; aslında pek de eski sayılmaz değil mi? Sağlam da; ne söküğü deliği var, ne de rengi solmuş. Ama o bir ‘çöp’tür; çünkü, artık ‘geçmiş’ bir modanın ürünü olarak ‘eskimiş’tir, ‘elbise’nin amacı olan ‘örtme’yi, sıcak ve soğuktan ve yabancı nazarlardan ‘koruma’yı gerçekleştiremez hale gelmiş olarak ‘eskimiş’ değil! Çöplerin ikinci ana kategorisini ise, ‘ambalaj’ oluşturur. Ne de olsa, aklı gözüne inmiş bir felsefenin ürünü olan bir medeniyettir hüküm süren. Bir kadının iç güzelliği ile değil, hatta dış güzelliği ile dahi değil; giydiği elbise ve de sürdüğü boya ile ‘güzel’leştiği bir çağda, nesnelerin ambalajla güzelleşmesi kaçınılmazdır. Dükkanların cirosu artık vitrinlerin şıklığına ve iç dekorasyona göre şekil aldığı gibi, malların satışı da ambalaj cazibesine göre gerçekleşmektedir. O yüzden, üç kuruşluk mallar, açar açmaz ‘çöp’leşecek beş lira19

MORAL DÜNYASI

Temmuz 2012

lık paketler içinde yüz liraya satılmakta; çöplükler, bir de bu sebepten dolmaktadır.

El değmeyen tüketim

Bu ‘ambalaj’ konusunun, ‘obsesif’ bir boyutu da vardır. Şu çağdaş medeniyetin belki en ciddi ‘obsesyon’u eldir. Şu medeniyetin insanı, kendi eli dahil, hiçbir ele güvenemez. Takıntısı vardır. O yüzden, insanın kendi bedeninin bir parçası olan eliyle bir yiyeceği alıp ağzına götürmesi şeklindeki nebevî tavrı ‘çağdışı’ diye damgalar; onun yerine, çok medenî bir tavır sergileyerek, ağzına, dört adet sivri ucu olan demirden yapıl-


mış bir alet sokar. Elinin kirli olduğundan şüphe eder, ama çatal veya bıçak adlı demir parçasının temizliğinden emindir. ‘El değerek’ yapılan şeylerden de tiksinir. Onun için değerli olan, ‘el değmeden,’ yani dişlileri arasında bir dizi makine yağının da işgördüğü demir-çelik yığını makinelerin değmesiyle hazırlanmış maddelerdir. O yüzden, çokları, pazara gidip elinin değdiği şeftaliyi almaz; yüzde 10 oranında şeftali suyu içeren, üstelik hangi durumdaki şeftaliden yapıldığı bilinmeyen sözde şeftali suyunu ise, afiyetle içer. El değerek kurutulmuş, el değerek satılan inciri almaz; ama ‘el değmeden hazırlanmıştır’ yazılı paketlenmiş şekerlemelere pek meraklıdır. Eh, kaç kişinin ninesi, benim ninem gibi, bir süre bir incir tüccarının mağazasında çalışmıştır? Ninem, bir ay bu mağazada sağlam ve kurtlu incirleri ayırmış; şu bilgiyi sağlamıştır. İncirin sağlamı doğruca satılır; ‘hurda incir’ adı verilen kurtlu incirlerin müşterisi ise, şekerleme fabrikalarıdır; bu incirler, orada kurtların el değmeden temizlendiği bir dizi ‘muamele’den geçerek sağlamından daha pahalı etiketler taşıyan paketlerle gelir karşınıza. Olsun; ‘el değmeden hazırlanmıştır.’ Velhasıl, çöplerin ikinci ana kategorisini, ambalajlar oluşturur. Ambalajın önemli bir kısmı ise, Allah’ın yaratıp önümüze koyduğu haliyle kullanılmayan nimetlerin bir ‘sınaî’ işlemden geçirildikten sonra giydiği kılıflardan oluşmaktadır. Gerçi, yediğiniz şeftalinin de ‘çöp’ü vardır; doğru. Çekirdeği bir ‘çöp’ olarak çöplüğe gidecek, ama ilk bahar yağmurların eşliğinde çimlenen tohumun çatlattığı sert kabuğun arasından önce bir filiz, sonra bir şeftali ağacı boy verecektir. Üzerinde ‘şeftali suyu’ yazılı cam veya pet şişelerin ise, böyle bir imkânı yoktur. Onlar, eğer ‘yeniden-kullanım’ için toplanamaz iseler, bin yıl çöp olarak kalacaklardır. Kağıttan mamul kutuların da akıbeti farksızdır. Onlar belki bin yıl o halde kalmayacaklardır; ama on yıl da dayansalar, çöptürler ne filiz verebilir, ne de ağaç olurlar. Şeftali çekirdeği adlı ‘çöp’ gibi, yeniden şeftaliye dönüşemezler! İşin bu kısmında, kadim yerleşim tarzına burun kıvıran çağdaş mimarinin taşıdığı ruhsuz ve taşsever anlayışın da rolü vardır. Le Corbusier gibi büyük mimarların yüz yıl önceden ettiği itirazlara rağmen, modern mimari, beton üzerine kuruludur. Beton evler makbuldür; öyle ki, emlak vergisi için beyanname verirken dahi, ‘betonarme karkas’ın ‘derece farkı’nı görürsünüz. Eskinin kirpi taşından örme sokakları yahut arnavutkaldırımları beğenilmeyip üstleri beton ve asfaltla kapatılmış; bunun yol açtığı mahzurlar kaç zaman sonra anlaşılmıştır. Bu durumun hem şehrin yeraltı sularını kuruttuğu, hem şehrin alçak kesimlerindeki sel baskınlarının müessir bir sebebi olduğu, hem de betonlar arasında kökleri ne su, ne hava alabildiği için birçok ağacın kuruduğu anlaşılmış da, ancak ondan sonra yeniden başa dönülür olmuştur. Evler ise, hâlâ daha, çağdaş uygarlığın icadı ‘apartman’lar tarzındadır. Bahçesi bulunan ve de ısınması sobayla temin olunan bir köy veya kasaba evinde, yiyeceğinizi yedikten sonra, çöpünüzü çöp sepetine atmazsınız. Armutun sapından

karpuzun kabuğuna kadar pek çok şeyi afiyetle yemek üzere koyun veya ineğiniz bahçede beklemekte; hatta, arada “Hadi, getirin artık” anlamında ‘mee’lemekte veya ‘möö’lemektedir. Onların yemediği küçük kırıntıları kümese bırakırsınız, bunları da tavuklar temizler. Hiçbirinin yiyemediği şeylerin önemli bir kısmını toprağa gömersiniz, gübre olur, toprağı beslerler. Yanabilir türde bazı maddeler, meselâ zeytin çekirdeği, ceviz kabuğu, fındık kabuğu sobanız için iyi bir tutuşturucu olur. Hatta, portakal veya mandalina kabuğu dahi sobanızda çatır çatır yanar. Kaldı ki, ambalaja değil ürünün kendisine para verme hassasiyetinde iseniz ve ‘el değmemişlik’ takıntısı semtinizden uzaksa çöpünüz zaten az olacak; şehirlinin istese de istemese de çöpe attıkları ise böylece değer bulacaktır.

Çözüm...

Bu çöp meselesi, uzayıp gider. İşin, çöplerin yaydığı gazlarla havanın kirlenmesi; fazladan alınan eşyaların temizlenmesi için daha fazla çamaşır veya bulaşık deterjanı kullanımı yüzünden denizlerin balıkların yaşayamayacağı derecede kirlenmesi gibi nice ilave boyutu var ya, şu an oralara dalmayalım. Şimdilik, aslanın yattığı yerden belli olduğu gibi, bir medeniyetin de çöplerinden ve çöplüklerinden belli olduğunu bilelim. Bütünüyle yerküreyi çöplüğe çeviren Kuddusiyet cahili ‘çağdaş uygarlık’ın pompaladığı ‘tüketim’lere karşı uyanık duralım; fıtrî bir hayat tarzının, modasız bir giyim anlayışının, ‘ambalaj’sız halis gıdaların çerçevelendirdiği sade bir hayata uzanalım. O zaman, miktarı hayli azalsa bile, gene de çöpümüz olacaktır, bunun farkındayım. Onları da, kağıtsa ayrı poşette, kemikse kedilerin yiyebileceği bir şekilde çöp konteynerine bırakalım. Bırakırken de, dileğim o ki, ölülerin ardından söylenen, “İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn”u unutmayalım. Çünkü, çöp diye attığımız şey, O’nun ismini ve O’nun ihsanını bildirmek için dünyamıza uğramıştı. Temmuz 2012 MORAL DÜNYASI

20


Mehmet Akif Memmi

alPER GöRmüŞ

Kapak Dosyası

Hakiki biR tanRI kUlU, eFendiliĞe SOYUnmaz ”

“Gerçek bir Tanrı kulu, öyle inanan ve kendini öyle ifade eden biri, Tanrı’dan başka hiçbir efendisinin olmaması gerektiği çok açık bilir. Kişideki bu duygu sahihse, gerçekse, hayatını yaşarken kimseye efendilik taslamadan yaşamalı. Eğer taslıyorsa ben o inancının sahih olmadığını, gerçek olmadığını düşünürüm.”

A

lper Görmüş, Türkiye tarihinin son 5 yılına damga vurmuş bir isim. 2007 yılında Nokta dergisinde yayınladığı “Darbe Günlükleri” ile bir anda Türkiye’nin gündemini değiştirdi. Bu tarihten sonra Türkiye darbelerle ve darbecilerle yüzleşme sürecine girdi. Bu süreçte Ayışığı, Sarıkız, Balyoz gibi isimlerle anılan darbe planları ve sonrasında 12 Ey21

MORAL DÜNYASI

Temmuz 2012

lül darbesi, 28 Şubat post-modern darbe süreci, 27 Nisan e-muhtırası yargıya taşındı. Bu süreci başlatan isim olan Alper Görmüş, doğal olarak medyanın ve halkın gündemine oturdu. Görmüş’le ilgili olarak çok sayıda haber, röportaj ve programlar yapıldı. Bu programlarda da yine doğal olarak darbe günlükleri ve darbeciler konuşuldu.

Bu süreçte en çok ilgimi çeken nokta Alper Görmüş’ün sergilemiş olduğu tavır oldu. Görmüş, “Darbe Günlükleri”nin yayınlamasının ardından gelişen ve Nokta dergisinin kapanmasıyla devam eden süreçte çok “sakin” bir duruş sergiledi. Bu ifadeyi özellikle tırnak içinde kullanıyorum çünkü benzer süreci yaşamış birçok insan bağırıp çağırdı, başkalarını suçladı ve kendisine haksızlık


yapıldığını hatta komplo kurulduğunu iddia etti. Görmüş ise bağırmadan, sesini yükseltmeden, kimseyi suçlamadan kendini savundu, kendini ifade etmeye çalıştı. Görmüş ile yapılan haber, röportaj ve programlarda Görmüş’e hep Darbe Günlükleri süreci ile ilgili sorular yöneltildi, bu konular konuşuldu. Biz ise Görmüş’le “sakin ve mütevekkil” halini görüştük. Ve gördük ki Görmüş’ün görünen portresinin ardında çok az bilinen ama bir o kadar önemli “sade bir hayat” portresi var. Alper Görmüş, Türkiye’de marka bir isim haline geldi. Ancak bunun dışında bir de Alper Bey’in çok fazla bilinmeyen sade ve şehir hayatından uzak bir yaşamı var. Bize bundan bahsedebilir misiniz? Ben bundan yaklaşık 15 yıl önce, emekli olduktan sonra bir köyde yaşamaya karar verdim. Bunun ruhuma çok uygun olduğunu düşünüyordum. Arkadaşlarım hayal kurduğumu düşünüyordu. Ancak bundan önce de 3 sene kızım, eşim ve ben bir aile olarak Ayvalık’ta yarı münzevi bir hayat yaşamıştık. Oradaki hayatımdan da gayet memnundum. Yaş 55’e doğru gelirken bu arzum artmaya başladı. O sırada Bilgi Üniversitesi’nde öğretim görevlisiydim. Nokta dergisinden bir teklif aldım. Fakat o dönemde

ben artık emekli de olmuştum, gitmeye karar vermiştim. Nokta’dan teklif gelince, ayrıca o benim esas profesyonel gazetecilik hayatımın başladığı ilk göz ağrım olduğu için reddedemedim. Ama patrona şart koştum: 6 ay, 1 yıl çalışırız, dergiyi bir yerlere getirdikten sonra haftayı ikiye böleriz, 4 gün burada, 3 gün köyde geçiririm dedim. Bir diğer şartım da tam editoryal bağımsızlıktı. Kabul etti. Altı ay sonra dergi oturdu. Ama derginin başına olaylar geldi. Ben bu koşullarda gitmeyi doğru bulmadım. Ancak dergi kapandı. Antalya’nın Kaş ilçesinin Kalkan beldesinin bir köyündeki evim de bitince 2007 Haziran’ında taşındım. Birçok gazeteci için Nokta gibi bir derginin başına gelmek bulunmaz bir fırsattır. Hele bu insan Anadolu’da yaşıyorsa eşyasını toplayıp İstanbul’a geleceği bir fırsattır. Fakat siz bu teklifi kabul ederken bile eski yaşantınızdan taviz vermemeyi şart olarak sürüyorsunuz. O sade hayatta sizi çeken nedir? Benim istediğim ve beni huzura kavuşturan şeyin bu olduğunu çok açık bir şekilde gördüm. Gürültüden,

kargaşadan, stresten uzak bir hayatta huzur bulacağımı biliyordum. Beş yıllık tecrübe de bunun doğru olduğunu gösterdi. “Ben niye böyle mutlu olacağımı düşünüyordum?” diye kendime sorduğumda hayatım şehirde geçti ve bizim gibi hayatını daha seküler yaşayan gazeteciler geceleri gazeteden çıkar, eğlenmeye giderler. Benim hiç böyle bir hayatım olmadı. Ben işim biter bitmez eve gider, kapıyı açıp eve girince sesli bir şekilde “oh” derdim. Eve gelip yalnız başına olmak bende huzur anlamına geliyordu. Ben çocukluğumdan itibaren böyleydim.

Temmuz 2012 MORAL DÜNYASI

22


Kapak Dosyası Zeki Demirkubuz bir söyleşisinde “Hayatta keşfettiğim en değerli şeyim yalnızlığım” diye bir şey söyledi. Ben bunu çok önceden keşfettim. Bunun tadını bilmeyen insanlara üzülüyorum. Yalnız kalabilmek bir güçtür. Yalnız kalabilmek, basit bir hayatı yaşayabilmek ama bundan da tat almak. Maruz kalmak değil, tat almak önemlidir. Benim birçok meslektaşım bunu istiyor, bunu elde edince de ondan vazgeçmemek için bir sürü tavizler veriyorlar. Böyle bir hayatı yaşıyor olmak bende çok ciddi bir tatmin duygusu oluşturuyor. Daha lüks bir hayatı yaşayayım, daha kaliteli yiyeyim, daha kaliteli giyeyim gibi bir isteğim yok. Dolayısıyla bu tat alındığında, tercih edildiğinde yalnızlık çok değerli bir şey. Yazılarınızda sabırlı ve feveran etmeyen bir hal görülüyor. Yazılarınızda olayların ve kişilerin portrelerini incelerken hep olumlu yönlerine bakıyorsunuz. Sizin tercih ettiğiniz sade yaşamınızın ve olaylara bakış açınızın meslek hayatınızdaki başarınıza yansıması nasıl oldu? Yani buradaki o mütevekkil (sabırlı) duruşunuz, size saldıran insanlara karşılık vermemeniz, o insanlarla kavga etmemenizin o sade hayatınızla bir ilgisi var mı? Bu ikisi birbiriyle çok ilişkili. Onlar aynı karakter yapısının tezahürleridir. Böyle sadeliği, yalnızlığı bu ölçüde benimseyen birinin çok kavgacı olması düşünülemez zaten. Bunlar aynı karakterin parçaları olamaz. Ben hayatımda hiç kavga etmedim. Övünerek şunu da söyleyebilirim ki hayatımda hiç şiddet kullanmadım. Bağırmayı da şiddet olarak kabul ediyorum. İyi veya kötü, yönetici kademelerde de bulundum. Kimse bana sesini yükselttin, bağırdın diyemez. En övündüğüm şeylerden biri budur. Öteki de adalet duygusudur. Aile hayatımda da işi paylaşmadan tutun da çocuk bakımına kadar her şeyi yaptım ve hiçbir zaman da yüksünmedim. Bunların hepsi sonuçta birbirleriyle buluşan şeylerdir. Şöyle düşünüyorum, hayatı bu şekilde yaşamaktan zevk alan birinin adaletsiz olması bana pek mümkün gelmiyor. Yaşam tarzınız kişilerle ilişkilerinize yansıyor değil mi?

Elbette. Ben kargaşa içinde bir gün yaşarken ve huzursuzken de kavgacı değildim. Ama bu sade hayat kavgacı olmayan tarafımı daha fazla besliyor, onu da hissediyorum. Eskiden zaman zaman canımın sıkıldığı anlarda öfkelendiğimi hissettiğim zamanlar olurdu. Orada kendimi uyararak durabildim. Böyle anlar oldu, ama son 5 yılda birilerine öfke filan duyduğumu hatırlamıyorum. Herhalde bu hayat onu getirdi diye düşünüyorum. Bir yandan Alper Görmüş’e baktığımızda köyde yaşıyor, hayatında kediler, köpekler, çiçekler var, ama diğer yandan bakınca Alper Görmüş gazete yazılarında en can alıcı konularda soğukkanlı, dengesini bozmadan, adalet duygusunu kaybetmeden, ama iyi çalışılmış güçlü yazılar ortaya koyuyor. Bunu nasıl başarıyorsunuz? Sizde bir zihin berraklığı var. Bunu nasıl sağlıyorsunuz? Az önce söylediğim barışçılık meselesinde bir ayrım var. Onu belirtmeliyim. Gündelik hayattan kaynaklanan veya hırslardan kaynaklanan kişisel husumetler, kavgalar bende yok. Hiç kavga etmedim derken kastettiğim buydu. Ama düşünce planında temel düşünceleri olan, hatta sabiteleri olan bir adamım, çerçeveleri belirlenmiş politik tercihleri olan bir adamım. Değişmem diye bir şey yok ama onları savunmam noktasında tabii ki kavgacıyımdır. Ama bunu yaparken de kimseye asla hakaret etmeden, kırmamaya çalışarak, gerekeni ironik olarak yaparım. Hayat Bilgisi kitabınızda Kenan Sofuoğlu için yaptığınız değerlendirmede bir cümle çok dikkatimi çekti: “Hakiki bir Tanrı kulu, bu dünyada efendiliğe soyunmak istemez.” Buradaki kastınız nedir? Gerçek bir Tanrı kulu, öyle inanan ve kendini öyle ifade eden biri, Tanrı’dan başka hiçbir efendisinin olmaması gerektiği çok açık bilir. Kişideki bu duygu sahihse, gerçekse, hayatını yaşarken kimseye efendilik taslamadan yaşamalı. Eğer taslıyorsa ben o inancının sahih olmadığını, gerçek olmadığını düşünürüm. O sözü bu anlamda söyledim.

SARI BASIN KARTI 27 MAYIS’IN ÜRÜNÜ Bir gazetecisiniz ve sarı basın kartı taşımıyorsunuz. Bu kartı taşımamanızın özel bir nedeni var mı? Tabii bu bilinçli bir karar. Nokta dergisinde 1985-1986’da “Bu kartı almalı mıyım almamalı mıyım?” diye gidip geldiğim bir dönem yaşadım. Almamam gerektiğini düşünüyordum. Ama bir yandan da “Bu çok keskin bir tavır mı?” diye düşünüp

23

MORAL DÜNYASI

Temmuz 2012

kartı almak için form bile doldurdum. Fakat göndermedim. Bunun saçma bir imtiyaz olduğunu düşünüyorum. Medya patronlarının para kazanan insanların niye böyle bir imtiyazı var ki? İkinci olarak, 27 Mayıs’ta Milli Birlik Kurulu’nun çıkardığı bir kararla oluşturulmuş bir şeydir sarı basın kartı. Gazetecileri tavlamak üzere çıkarılmış bir şey. Bu kartı

vererek darbeye yandaş kazanmaya çalışıyorlar. Üçüncüsü de, bu kartı devlet veriyor ve sen bir gazetecisin. Bir gazeteci en fazla devletle papaz olur. Sır saklayanlarla papaz olur. Devlet de en büyük sır saklayıcıdır. Dolayısıyla onun bahşettiği bir imtiyazı gazeteci neden alsın? Bence kurum olarak kaldırılması lazım.


Kenan Sofuoğlu benim çok saygı duyduğum bir karakterdir. Batı’da yaşıyor. Ben seküler bir insanım, bunu herkes biliyor. Ama onun 5 vakit namazını kaçırmamak için en zor koşullarda dahi namazını kıldığını hem de Batı’da o hırgür içerisinde ve muhtemelen bir takım arkadaşlarından gelen müstehzi bakışlara rağmen bunu yapması benim için başka bir saygı kaynağı oldu. Sonra İddaa’dan kazandığı parayı haram diyerek reddetmesindeki tavrına bakınca benim için o iyi bir Müslüman rol modelidir. Bu nedenle onun portresini severek yazdım. Hayat Bilgisi kitabınızdaki portreleri yazarken “Aile Babası” olmaya önem veriyorsunuz. Bir de Uluslararası Hrant Dink Ödülü’nü alırken yaptığınız konuşmada “Ben, 35 yaşıma kadar fobisiz yaşadım. Hayattaki en sevdiğim varlığı, kızımı kucağıma aldığım o yaştan sonra ‘ya ona bir şey olursa’ korkusuyla yaşıyorum” diyorsunuz. Bunu biraz açabilir miyiz? Bu en sevdiğim konulardan biridir. Çocuklar, çocuklara karşı sorumluluk, özel olarak da kız babalığı... Portrelerin ilk kitabında sunuşta portre-

cinin portresi gibi yazdığım ilk şey bu konuydu. Orada çok güçlü politik aidiyetleri olan biri olduğumu söylüyordum. Dolayısıyla buradan kaynaklanan bazı haksızlıklarla ilgili bir endişe yaşadığımı, bu yüzden çok dikkatli olacağımı belirtiyordum. Üzerinde durduğum bir diğer konu da şuydu: Portresini yazacağım kişi anne veya baba ise onların çocuklarıyla kurdukları ilişkiye de bakacağımı ve eğer bu ilişki başarısız ise onlara karşı çok objektif olmamın mümkün olmadığını, oradan kaynaklanan bir yargım olacağını ama bu yargımı kırmak için gayret edeceğimi söyledim. Bu dünyada birçok başarılı diye bilinen insan var. İşinde, gücünde gayet başarılı, fakat çocuklarıyla ilişkilerini başaramamışlar. Ben öğretim üyesi olarak özel bir üniversitede de bulunduğum için çok fazla ünlü çocuğu öğrencim oldu. Neredeyse tamamı psikolojik olarak haraptı. Ben istediği kadar hayatında başarılı olsun, çocuklarıyla ilişkilerinde başarılı olamayan birini başarılı olarak görmem. Niçin? Çünkü bir sorumluluk almış ve

hiçbir günahı olmayan bir canlıyı dünyaya getirmişsiniz, sorumluluk sizindir. Doğduğu andan itibaren onun fiziki olarak bakımından tutun, manevi olarak yetişmesi ve mutlu bir insan olarak yetişmesinden sorumlusunuz. Bunu hissetmeyen, hayatının en büyük sorumluluğu olarak görmeyen bir insan, onun yerine kendisini ve kendi taleplerini ön plana koyan bir insan bence kınanması gereken biridir. Bu konuda üzerine düşeni yapmayan anne-babalarla karşılaştığımda sempati duyamıyorum, kızıyorum. Bu hayatımın en güçlü duygularından biridir. Kız çocuğu meselesi de ayrıca benim için önemlidir. Benim 25 yaşında bir kız çocuğum var. Aramız çok iyi. Çocukluğunda da öyleydi, gençliğinde de öyleydi. İnşallah ileride de öyle olacak. O açıdan kendimi başarılı bir insan olarak görüyorum. Bunu beceremeseydim, dışarıda başarılı olarak görülebilen hiçbir şey beni tatmin etmezdi. Huzursuz ve mutsuz bir adam olacaktım. Alper Bey, Özden Örnek’in günlüklerinde kitabınızda yer vermediğiniz şeyler var. Elinizde binlerce Temmuz 2012 MORAL DÜNYASI

24


Kapak Dosyası sayfalık doküman var. Elinizdeki bu kaynak birçok insan için bulunmaz nimet, birçok insan bunu yayınlamak, bundan para ve prestij kazanmak ister. Siz böyle bir şey tercih etmiyorsunuz. Bunun nedeni nedir? Bunun iki nedeni var: Biri klasik gazetecilik kuralıdır. Bir insanın özel hayatı onu ilgilendirir. Sadece o özel hayat kamusal sonuçlar doğuruyorsa bizi ilgilendirir. Yapıp ettikleriyle bizim hayatımıza dair bir sonuçlar da doğuruyorsa bizi ilgilendirir. Onun dışında bizi ilgilendirmez. Bu kitapta (İmaj ve Hakikat) da böyle ince ayırımlar yapmaya gayret ettim. Hatta şöyle yazdım: Özel görünen bazı şeyler vardı ki kamusal önemi de çok büyüktü. Dolayısıyla onları tek tek tartarak onları oraya koydum. İkinci neden de kişiseldir. Eğer bu kitaba aldığım takdirde o kişi çok üzülecek, rencide olacaksa, canı sıkılacaksa, ben de üzülürüm. Dolayısıyla bundan imtina ederim. Sizin bu özel notları yayınlamamanızdaki sebebin yaşam tarzınızla da bir ilgisi var mıdır? Hayattan çok beklentiniz yok ve bunları yayınlamaktan, insanları rencide etmekten imtina ediyorsunuz. Çok fazla da kazanmak istemiyorsunuz. Çok kazanmak isteyen ve hayata karşı hırsları olan birisi bunları çok rahat yayınlardı. Tabii ki. Şöhret gibi bir derdi varsa, temel meselesi oysa bunları yazmaktan çekinmezdi. İkincisi vicdanî sorunları varsa zaten başka insanların zor durumda kalması onu hiçbir şekilde ilgilendirmeyecektir. Dolayısıyla bu ikisi birleşince her şeyi çok rahat yazabilirler. Benim için televizyona çıkmak büyük bir külfettir. Çağırdıklarında ayıp olmasın diye çıktığım çok oluyor. Bu kitap nedeniyle de esas olarak yayınevinin hakkı sebebiyle çıkıyorum. Kitabım satsın diye bir hırsım yok. İmza günleri de yapmam. Hayata hep olumlu bakıyorsunuz. Olaylara sansasyonel bakmıyorsunuz ve olayların sansasyonel taraflarını almıyorsunuz. Bu bakış açısı size ne kazandırıyor? Kişisel olarak kendimi mutlu hissediyorum. Çünkü biriyle, haklı da olsam, kavga etmek beni çok rahatsız ediyor. Tanımadığım bir insanın bile bana kırıcı bir söz söylemesi beni üzüyor. Kavga etmemek, barışçı olmak esas olarak karakterimin bir parçasıdır. Bunun bir yansıması olarak hayatımda hiç tehdit almadım. Nokta dergisinin o zor günlerinde bile hiç kimse bana gelip hiçbir şey söylemedi. Kötü bir mail almadım. Öfke, nefret, vs. birbirini büyüten şeylerdir. Nefret karşısında sakince durabilirseniz mutlaka sonucunu alıyorsunuz. Sonuçta bu halim benim için iyi, beni mutlu ediyor. Etrafımdan da iyi tepkiler alıyorum. Aslında bağıran çağıran, feveran edenler değerli gibi gözüküyor, ama özünde insanların bunu istemediğini düşünüyorum. Bana gelen yansımalardan ve tepkilerden çıkardığım sonuç bu. “Büyük şehirler ve özellikle İstanbul insana dur25

MORAL DÜNYASI

Temmuz 2012

maya müsaade etmiyor. Müsaade etmediği için de ne olup bittiğinin farkında bile olmuyorsunuz” diyorsunuz. Siz farkında olmak için mi sade bir hayatı tercih ettiniz? Kendi hayatımı tarif ederken de söylemiştim. Basit ve yavaş bir hayat. Yavaşlık çok önemli. Kundera’nın “Yavaşlık” diye bir kitabı vardır. Orada anlattığı bir hikaye var: “Bir şeyi hatırlamaya çalıştığınızda dikkat edin. Adımlarınızı yavaşlatırsınız. Ama hiçbir şey hatırlamak istemiyorsanız, unutmak istiyorsanız, hızlanırsınız.” Hatırlamak yavaşlıkla ilgili, unutmak hızla ilgilidir. Ben şehirdeki bu hızın sonuçta insanların kendi hayatlarını düşünmeye, geçmişi, anıları hatırlamaya engel olduğunu düşünüyorum. Eğer bu hayatın bir cazibesi varsa önemli ölçüde buradan geldiğini düşünüyorum. İnsanlar durup kendileriyle kalmaktan, kendilerine bakmaktan korkuyorlar. Ne ile karşılaşacaklarını bilmiyorlar. Ürkütücü de olsa bu kıymetli bir şeydir. Farkında olmak çok önemlidir. Buna karşı hızlı yaşayıp hiçbir şey hatırlayamamak tercih ediliyor. Bu nedenle yavaşlık, farkında olmak insanî olandır. Ne kadar insan varsa o kadar karakter var dünyada. Farkında olmak çok önemlidir. “Şehir hayatı hızlandırıyor. İnsanlar hayatlarının farkında olmuyorlar” dediniz. Bunun panzehiri olarak insanlara tavsiye edeceğiniz bir şey var mı? Evet, bütün bir hayatı böyle yaşamak mümkün olmuyorsa, hayatının bazı parçalarında, yılda hiç değilse birkaç hafta böyle dönemler yaşasınlar. Kendileriyle baş başa kalsınlar. Bu tecrübe onlara çok şey katacaktır.



Ramazan

Ahmet Bulut

On bir ayın sultanını karşılamaya hazır mıyız? Onu misafir edebilecek miyiz? O bizden, biz ondan memnun kalacak mıyız?

Ayrılırken içimizde pişmanlık çığlıkları mı kopacak, yoksa ayrılık ateşinden, ateşin şiddetinden tatlı bir hüzün mü kalacak?

R

amazan ayı, on bir ayın sultanı. On bir aydan üstün kılınmış. Onların imrendiği, gıpta ettiği bir ay. Onu diğerlerinden üstün kılan nedir? Onu diğerlerinden üstün kılan, içinde bin aydan hayırlı olan, “Kadir Gecesi”nin bulunmasıdır. 27

MORAL DÜNYASI

Temmuz 2012

Kadir Gecesi’nin tartışılmaz bu değeri nereden geliyor? Kadir Gecesi’nin şerefi, o gecede inmeye başlayan, insanlığı karanlıktan aydınlığa çıkaran “Kur’an-ı Kerim”in inmeye başlamasındandır. İndiği geceyi bin aydan hayırlı yapan Kur’an bizim hayatımızın neresinde? O Kur’an bizim hayatımıza inerse bizim değerimiz ne olur, hiç

düşündük mü? Kur’an’dan ve onu gönderen Rabbimizden özür dileyerek, onu hayatımızın merkezine almaya ne dersiniz? Şimdi Ramazan ayı geldiğinde kendimize dönüp bir bakalım. On bir ayın sultanını karşılamaya hazır mıyız? Onu misafir edebilecek miyiz? O bizden, biz ondan memnun kalacak mıyız? Ayrılırken içimizde piş-


Gönül ibrenizi

Ramazan’a ayarladınız mı? Kendine gelme ayıdır. Nefis terbiyesi ayıdır. Şeytanla mücadele ayıdır. Tövbe ayıdır. Sadaka ayıdır. Güzel ahlak ayıdır. Sabır ayıdır. İtikaf ayıdır. Cenneti kazanma ayıdır. Cehennemden kurtulma ayıdır. Müslümanların kardeşliğinin pekiştiği aydır. Kısaca, Allah’ın ve Resulü’nün razı olacağı şekilde Müslümanca yaşamayı öğrenme ve bundan sonra da devam ettirme ayıdır. Ramazan ayı; Eğlence ayı değildir. Yemek için uğraş ayı değildir. Kilo almak ve vermek ayı değildir. İsraf ayı değildir. Zamanı uyku ile geçirme ayı değildir. Tembellik ve gaflet ayı değildir. Şeytanın fısıltılarına kulak verme ayı değildir. Allah’ın yasakladığı kötü huyları işleme ayı değildir. Nefsin arzularına uyma ayı değildir. Kısaca, Allah ve Rasülü’nün yasaklarını hayatımızda devam ettirme ayı değildir. manlık çığlıkları mı kopacak, yoksa ayrılık ateşinden, ateşin şiddetinden tatlı bir hüzün mü kalacak? Önce Ramazan ayının ne olup, ne olmadığını anlamaya çalışalım: Ramazan ayı; Kur’an ayıdır. Oruç ayıdır. İbadet ayıdır.

Namazı çoğaltın

Sevgili Peygamberimiz (a.s.m) Ramazan ayı girdiğinde rengi değişir, namazı çoğaltır ve tamamıyla duaya koyulur, rengi şafak gibi olurdu. (Râmuzü’l-Ehadis, 533, 1) Ramazan ayı girdiğinde elini eteğini toplar, sonra da Ramazan ayı çıkıncaya kadar yatağına girmezlerdi. (Râmuzü’l-Ehadis, 532,

Ramazan’ın son on günü ve gecesinde her zamandan fazla ibadete gayret ederlerdi. (Râmuzü’l-

12)

Ehadis, 551,13)

Sevgili Peygamberimiz (a.s.m.) bu ay gelmeden önce hazırlıklarını yapardı. Dostlarını unutmaz, onları da gelen bu hayır yarışına hazırlardı. Günler öncesinden dualarıyla, sohbetleriyle sev-diklerini en güzel şekilde on bir ayın sultanına zinde bir şekilde girmelerini sağlardı. O’nun izinden yürümek, O’nun aradığını aramak, O’nun kavuştuğuna kavuşmak için bizim de özel çalışmalar yapmamız gerekiyor. Okuduğumuzda hücrelerimize kadar irkildiğimiz, O’nun bize haber verdiği, şu üç konuda çok dikkatli olmamız grekiyor: “Şu adamın burnu yere sürtsün ki, yanında ben anılayım da bana salavat okumasın. Şu adamın burnu yere sürtsün ki, Ramazan ayına kavuşsun sonra bağışlanmadan çıksın. Şu adamın burnu yere sürtsün ki, annesi babası yanında ihtiyarlasın da cenneti kazanamasın. (Râmuzü’l-Ehadis, 291, 5) Ramazan ayı, mağfiret ayı, bağışlanma ayıdır. Bu fırsat ele geçer de bağışlanamazsa bir insan ne yazık ona. Allah’ın sunduğu en güzel fırsatı kaçırmıştır. Tam cenneti kazanacak, ce-hennemden kurtulacakken fırsatı kaçırmış olmak ne kötü bir durumdur. Allah (c.c.) yardımcımız olsun da bu yıl bu fırsatı değerlendirelim. Kendimizi affettirebilmek için Efendimizin (a.s.m.) yaşayışını örnek alalım. Sözlerine kulak verelim. Selametle cennete girenlerden olalım inşaallah. O’na uyan, Allah’ın rızasını kazanır. AlTemmuz 2012 MORAL DÜNYASI

28


Ramazan lah o kulunu sever. Sevdiği kulunun gören gözü, işiten kulağı, tutan eli, yürüyen ayağı olur. Şöyle de diyebiliriz: Allah’ın boyasıyla boyanmış olur. Ne mutlu Allah’ın boyasıyla boyananlara.

Nefse muhalefet

Bu mübarek ayda nefsine muhalefet edip ahlakını güzelleştirenler, Kur’an’ı okuyup onunla amel eden-

ler, melekler gibi olurlar. Hatta onlardan bile daha sevimli olurlar. Nefsinin isteklerine uymayıp imtihanı geçtikleri için. Melekler, emredildikleri gibi yaşarlar. Onun dışına çıkma imkânları yoktur. İnsan ise iki tercih arasındadır. Ya nefsine uyacak ya da Rabb’inin emrine. Bu da ciddi bir gayret ister. Nefsine muhalefet etmesi gerekir. Nefis ise insanın hem bineği hem de en büyük düşmanıdır.

Orucun sırları Oruç, nefsi yemekten, içmekten ve şehvetten alıkoymak ve bunları terk etmekten ibarettir. Bu ise aslında gizli bir şeydir. Başkasına görünecek bir durumda değildir. Hâlbuki diğer ibadetlerin yapılışı halk tarafından görünmektedir. Oruç ise, ancak Allah tarafından bilinir. Oruç sabırla yapılan batınî bir ameldir. Oruç Allah düşmanını kahretmek için bir vesiledir. Çünkü şeytanın saptırma vesilesi şehvetlerdir. Şehvetler ise ancak yemek ve içmekle gelişir. Bunun için Allah Resulü (a.s.m.) buyurdu ki: “Gerçekten şeytan insanoğlunda kanın deveran ettiği yerde, deveran etmektedir. Açlık ile şeytanın deveran ettiği yolları daraltınız.” Hem yine bu sırra binaen Allah Resulü (a.s.m.) Aişe (r.anha) validemize, “Cennet kapısını açmaya çalış” deyince Aişe validemiz “Ne ile?” diye sorar. Efendimiz (a.s.m.) bu soruya, “Açlıkla” diye cevap verir. Demek ki oruç şeytanın hilesini mahvetmek ve yollarını kapatmak ve akış istikametini daraltmak için en güzel bir vesiledir. Allah düşmanının helak edilmesinde, Allah’ın dinine yardım vardır. Allah’ın dinine yardım edene de Allah yardım eder. Rabb’imiz şöyle buyuruyor: “Ey iman edenler! Eğer siz Allah’a (O’nun dininin yayılmasına ve hayata geçmesine) yardım ederseniz, (O da) size yardım eder ve ayaklarınızı sağlam tutar (güç ve sebat verir).” (Muhammed, 7) Kula düşen gücü nispetinde çalışmak ve gayret etmektir. Akabinde hidayetle onu mükâfatlandıracak olan Allah’tır (c.c.). Şeytan bizim apaçık bir düşmanımızdır. Ona karşı başarılı olabilmemiz için Allah’ın yardımına ihtiyacımız var. Allah’ın yardımı ise O’nun dinine yardım etmemizle mümkün. Biz gayret edelim başaracağız. Çünkü Rabb’imiz, “Bizim uğrumuzda cihat eden (ve çaba gösteren)lere gelince; biz onları elbette yollarımıza eriştiririz. Şüphesiz ki Allah iyilik (ve iyi iş) yapanlarla beraberdir” (Ankebut, 69) buyurmaktadır. Başka bir ayet-i kerimede ise “Muhakkak ki bir toplum özlerini iç dünyalarını değiştirip bozmadıkça,

29

MORAL DÜNYASI

Temmuz 2012

Bunu düşman olmaktan çıkarıp binek olarak kullanmanın yolu Efendimizin (a.s.m.) tuttuğu gibi oruç tutmaktan geçer. Bunun sonunda ise şeytana kulak veren nefsi terbiye etmiş, Rabb’inin emirlerine uyan, meleklerin bile gıpta ettiği güzel bir kul olur insan. Rabb’imiz bizleri ve bütün sevdiklerimizi nefsini terbiye eden o güzel mü’minlerden eylesin! Yukarıda geçen hadis-i şeriflerde

Allah da onların durumunu değiştirip bozmaz” (Ra’d, buyrulmaktadır. Şehvetler, şeytanların otladığı meralardır. Otlak verimli olduğu sürece, oradan şeytanlar eksilmez. Şeytanlar gelip oraya devam edince, kul için, Allah’ın celali belirmez. Ve kul daima Allah’ın rahmetinden uzak olur. Bakınız Allah Rasulü (a.s.m.) ne buyuruyor: “Eğer şeytanlar Ademoğullarının kalplerinde dolaşıp durmasaydılar, muhakkak Ademoğulları göklerin âlemini seyredip gayba muttali olacaklardı.” Oruç tutan, şeytanla savaşında başarılı olur. Yeter ki oruç tutarken yine şeytanın tuzağına düşerek, orucuna zarar verecek amelleri işlemesin. Sevgili Peygamberimizin uyarılarını unut-masın: “Haram bakış şeytanın zehirli oklarından bir oktur. Kim ki Allah’tan korkarak onu terk ederse, Allah (c.c.) o kuluna kalbinde tatlılığı beliren bir iman ihsan eder.” Başka bir hadis-i şeriflerinde ise şöyle buyurmaktadır: “Beş şey vardır ki, oruçlunun orucunu bozar: Yalan, gıybet, nemime (koğuculuk), yalan yere yemin, şehvet ile harama bakmak” (İmam -ı Gazali, İhyâ-u Ulûmiddin, Tuğra Neşriyat)

11)


anlatıldığı gibi Ramazan-ı Şerif bizlere sunulan çok mübarek, feyizli, bağışlanmamıza vesile olacak bir ay. Bu aydan ancak hazırlığı olanlar, uyanık olanlar faydalanabilir. Bu fırsat bütün müminlere sunuluyor. Kazananlar farkında olanlar oluyor. Bize düşen görev ömrümüz boyunca her sene gelen bu fırsatı iyi değerlendirmek. Bu son Ramazan’ımız gibi düşünerek bütün gayretimizle çalışmak. Hepimiz biliyoruz ki geçen sene Ramazan ayında birlikte iftar

ettiğimiz, namaz kıldığımız nice sevdiklerimiz bu yıl aramızda değiller. Kim bilir belki gelecek sene de biz olmayabiliriz, öyleyse hemen hazırlıklarımızı yapalım. Bakara Suresi’nin 183. ayetinde, “Ey iman edenler! Sizden önceki (ümmet)lere yazıldığı gibi, sizin üzerinize de oruç tutmak yazıldı (farz kılındı). Olur ki bu sayede takvaya erersiniz” buyurulmaktadır. Bu ayet-i kerimede Allah (c.c.) bizlere orucun farz kılınmasındaki hik-

meti açıklıyor ve hedefimizi de bildiriyor. Müslüman bu ayda, Allah’ın emrine uygun yaşamayı, yasaklarından sakınmayı nefsine öğretecek. Bu yaşamı daha sonraki günlerinde de devam ettirecek. Hedef; muttaki bir kul olmak. Yani Allah’ın Kur’an’da tarif ettiği, Peygamber Efendimizin (a.s.m.) yaşayarak örnek olduğu gibi bir Müslüman. İşte oruç bize bunun için farz kılındı...

Efendimizin dilinden Ramazan Ramazan’ın değerini ve kıymetini tam olarak idrak edebilmek için O’nun (a.s.m.) mübarek sözlerine kulak verelim: “Size Ramazan ayı geldi. O bereket ayıdır. O ayda hayırlar vardır. Allah size ihsan eder. Rahmetiyle muamele eder, hatalarınızı siler. Dualarınızı kabul eder. Sizin bu aydaki gayretinize bakar ve sizinle meleklerine iftihar eder. Onun için Allah’a karşı vazifelerinizi çok iyi yaparak, çok hayır yaparak bu ayın hakkını verin. Yarın pişman olacak olan, bu ayda Allah’ın rahmetinden mahrum kalan kimsedir.” (Râmuzü’l-Ehadis, 9, 10) “Allah (c.c.) Ramazan’ın her gecesi iftar zamanında bir milyon kişiyi cehennemden azad eder. Cumanın her saatinde de, hepsi cehennemlik olan yine bir milyon kişiyi cehennemden azad eder.” (Râmuzü’l-Ehadis, 344, 9) “Bir kimse hac ve umre etse de aynı sene içinde ölse, cennete girer. Kim Ramazan orucunu tutsa sonra o sene içinde ölse cennete girer.” (Râmuzü’l-Ehadis, 417, 1) “Oruç tutanın sükûtu teşbih, uykusu ibadet, duası müstecab, amelinin ecri de kat kattır.” (Râmuzü’l-Ehadis, 308, 14)

“Ramazan ayı mübarek bir aydır. Allahu Teâlâ, size Ramazan orucunu farz kıldı. O ayda rahmet kapıları açılır, cehennem kapıları kapanır, şeytanlar bağlanır. O ayda bir gece vardır ki, bin aydan daha kıymetlidir. O gecenin (Kadir Gecesi’nin)

hayrından mahrum kalan, her hayırdan mahrum kalmış sayılır. (Nesaî) “Ramazan ayı gelince, ‘Hayır ehli, hayra koş; şer ehli, kötülüklerden el çek’ denir.” (Nesaî) “Ramazan bereket ayıdır. Allah bu ayda, günahları bağışlar, duaları kabul eder.” (Taberanî) “Ramazan gelince, Allahu Teâlâ meleklere, müminlere istiğfar etmelerini emreder.” (Deylemî) “Farz namaz, sonraki namaza kadar; cuma, sonra k i cumaya kadar; Ramazan ayı, sonraki Ramazan’a kadar olan günahlara kefaret olur.” (Taberanî) “Bu aya Ramazan denmesinin sebebi, günahları yakıp erittiği içindir.” (İ. Mansur) “Ramazan’ın başı rahmet, ortası mağfiret, sonu ise cehennemden kurtuluştur.” (İbni Ebiddünya) “İslam, kelime-i şahadet getirmek, namaz kılmak, zekât vermek, Ramazan orucunu tutmak ve haccetmektir.” (Müslim) “Allahu Teâlâ’nın, gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve hiç kimsenin hayaline bile gelmeyen nimet dolu sofrası, ancak oruçlular içindir.” (Taberanî) “Ramazan bereket ayıdır. Allah bu ayda, günahları bağışlar, duaları kabul eder. Bu ayın hakkını gözetin! Ancak cehenneme gidecek olan, bu ayda rahmetten mahrum kalır.” (Taberanî) “Ramazan ayında ailenizin nafakasını geniş tutun! Bu ayda yapılan harcama, Allah yolunda yapılan harcama gibi sevaptır.” (İbni Ebiddünya)

Temmuz 2012 MORAL DÜNYASI

30


Ramazan

Münir Arıkan

Ç

ok sevdiğimiz bir misafir gelince, ne olur? Çok seviniriz. Ev halkı olarak seferber oluruz. Onu memnun edebilmek ve gönlünü hoş tutabilmek için, gücümüzün yettiğince faaliyetler yapar, onu sevindiririz. Aslında daha o çok sevdiğimiz misafir gelmezden evvel evimizi temizler, ona hazırlarız. Etrafı toparlarız. En güzel kıyafetlerimizi giyeriz. Maharetli ellerle en nefis yemekleri yapar, yatıya kalacaksa, en güzel odayı ona 31

MORAL DÜNYASI

Temmuz 2012

ayırır, en güzel çarşafları ona sereriz. Aslında tüm bunları; bir taraftan o çok sevdiğimiz misafirimizin mutluluğu için yapsak da, diğer taraftan tüm bu güzellikleri yaptıkça (çok yorulsak bile) biz de o kadar mutlu oluruz, seviniriz. İşte Ramazan da aynen öyle, evimize gelen bir misafirdir ki evimizi, gönlümüzü ve çevremizi şenlendirir ve bereketlendirir.


Çok sevdiğimiz bir misafir gelince, ne olur? Çok seviniriz. Ev halkı olarak seferber oluruz. Onu memnun edebilmek ve gönlünü hoş tutabilmek için, gücümüzün yettiğince faaliyetler yapar, onu sevindiririz. Ramazan ayı da yılda bir defa evimize gelerek ailemizin misafiri olan bir kutsal zaman dilimi. O zaman onu da en iyi şekilde karşılamak ve hoşnut etmek için bazı şeyler yapmalıyız.

AİLEMİZİN AZİZ MİSAFİRİ

RAMAZAN

Misafir nasıl karşılanır

Yıllar önce dünyanın en büyük reklam ajanslarından birinde bir toplantıya katılmıştım. Bina müstakil bir villaydı. Randevu saatine 15 dakika kala dış avluya arabamı park ederken, kibar bir park görevlisi koşarak geldi ve “Buyurun Münir Bey, hoş geldiniz” diyerek, arabamı park etmeme yardımcı oldu. Çok kibar bir şekilde anahtarı aldı. (Sonradan anladım ki, arabamı pırıl pırıl temizlemek için almışlar anahtarı.)

Tam villanın kapısına geldiğimde, hayatımın hoş sürprizlerinden birisiyle karşılaştım. Büyükçe bir LCD ekrana benim bir resmimi koymuşlar ve altına; “Sn. Münir Arıkan Düşünce Koçu Hoşgeldiniz” yazmışlardı. Ne kadar mutlu olduğumu, gururlandığımı anlatamam. O ajansa, beni fark eden, benim farkımda olan, bana değer veren ve benim için birkaç hoş sürprizlerle dolu güzel eylemler yapan insanların var olduğunu bilmek çok hoştu. İçeriye girdim. Sekreter hanım büyük bir kibarlıkla, “Buyurun Münir Bey, Bay Thomas sizi bekliyor, ben sizi toplantı odasına alayım” demez mi? Allah’ım bir sevinç kapladı ki içimi, tarifi kabil değil. Hakikaten Bay Thomas beni toplantı odasında bekliyordu ki bu arada toplantıya sanırım 10 dakika filan vardı. Genelde tam vaktinde gelirler toplantıya ama benim şirkete geldiğimi haber alınca, belli ki beni bekletmemek adına, toplantı odasına gelmişti. Neyse, oturduk. İzzet ikram kısmına geçildi. Ben bir çay rica ettim. Bir dakika içinde elinde şık bir tepsi ve ince belli bardaklarla sevimli ve yaşlı bir bayan görevli içeri girdi. (Genellikle çayı masaya “küt!” diye koymalarına alışkın olduğum için, ben onunla pek ilgilenmedim ama) birden “Hoş geldiniz Münir Bey, buyurun çayınız, afiyet olsun” demez mi? Temmuz 2012 MORAL DÜNYASI

32

*


Ramazan Kesinlikle büyük bir şoktaydım.

Daha evvel seminerime mi katılmıştı acaba? Kitaplarımdan mı beni tanıyordu, nerede ve nasıl tanışmıştık? Durumdan çok memnun olmuş ama bir o kadar da inanamamış bir eda ile Bay Thomas’a bunun nasıl olduğunu sordum. “İsterseniz çay ocağına gidelim, orada kendiniz görünüz” dedi. Büyük bir merakla çay ocağına gittik. Gördüğüm manzara gerçekten mükemmeldi. Büyük bir LCD ekranda, çay ocağının hemen üstündeki mutfak dolabının yanına koyulmuş, o andaki misafirle ilgili bilgiler sekreter hanım tarafından çaycı hanımefendinin ekranına yollanmıştı. Ekranda, aşağıda gördüğüm gibi bir resmim, yayınlamış kitaplarımın kapak resimleri ve web sitemden alınmış özgeçmişim vardı… O gün yine tatlı birkaç sürprizle hayatımın kesinlikle en neşeli ve en güzel toplantılarından birisini yapmanın sevinciyle dışarıya çıktığımda, son sürpriz olarak da arabamın pırıl pırıl bir hale getirilmiş olduğunu da görüp, nura gark olmuş bir vaziyette şirketten ayrıldım. Aradan yıllar geçmesine rağmen yaşadığım bu güzel anıyı, aziz bir hatıra gibi, tüm seminerlerimde anlatırım. Bana hayatın özetini sorsanız; “Değer vermek” derim. Zaten Yüce Rab bizi O’na değer verelim diye yaratmadı mı? İşte aynen öyle, yukarıda anlattığım o sevilen misafir geldiğinde, evimizde yaptığımız hazırlıklar gibi, Ramazan da bizatihi hayatımızın en değerli misafiridir ki, direkt Rabb’imizin katından gelen bir manevi şahit olarak, onu nasıl karşıladığımızı, ona nasıl davrandığımızı, onu ne kadar mutlu edebildiğimizi… Bayramla birlikte Gökler Aleminin Sultanı’na, bize ebedi bir bayram yaşatması adına aktaracaktır.

Ramazan’ı karşılama

Güzel ve hoş bir Osmanlı geleneğidir, Mahya. Allah’ın evi olan camiler süslenir, kandiller asılır, avlu ışıklandırılır, ikramlar çoğaltılır o “mübarek ay”ın yüzü suyu hürmetine. Bendeniz de acizane takriben 10 yıldan beri evimizi süslüyorum, Ramazan gelirken... Mekândaki bu değişiklik, başta eşim ve çocuklarım olmak üzere, konu komşu ve hısım akrabayı da etkiliyor haliyle. Önceleri biraz tuhaf karşılasalar da, şimdi 33

MORAL DÜNYASI

Temmuz 2012

onlar da bazen kapıyı çalıp, “Münir Amca sende fazla süs vardır, yarın kandil, biz de evimizi süsleyeceğiz, biraz alabilir miyiz” dediklerinde demeyin keyfime. Çünkü ailece yapılan bir etkinlik icra ediyorsunuz, hep birlikte… Ailece değer verdiğiniz bir manevi misafir için, evinizi süslüyorsunuz. Ne demek bu? O süsler altında, hiçbir kötü davranış olmayacak demek. Yani bir anlamda, Rabb’inize söz veriyorsunuz. “Allah’ım bu süsler burada durduğu sürece hep iyi davranacağım, hiç kimseyi kırmayacağım” diyorsunuz. Sanki üzerinizdeki manevi şahitler gibi, bir şahs-ı manevinin huzurunda, tamamen Rahmani bir neşe ile ailecek verilmiş bir sözün takipçileri oluyorsunuz.

Teravihe nasıl gidilir?

Elbette süslü püslü evde, mahya ve kandillerin altında açılan iftarlardan ibaret değildir Ramazan. Bu karşılama merasiminin bir kısmı. Ramazan bir rahmet, mağfiret ve bereket dönemidir. Ve bu özel dönemin en önemli ibadeti; farz namazlardır, teravihtir, gece namazlarıdır. Her Ramazan geldiğinde evde ço-

cuklar-yeğenler el ele tutuşup, “Hoşgeldiiin Ramazan! Yaşasın Teraviiih” diye bir etkinliğimiz vardır ki, Ramazan’ın geldiğini ve bu aya mahsus çok özel bir namaz olan teravihin bir mutluluk vesilesi olduğunu beyinlere nakşederiz tabiri caizse... Çocuklarımızı, namaz kılacak düzeyde dua ve kısa sureleri bilecek düzeye getirmek, üzerimizdeki bir vecibedir. Ramazan’ı evimizde ağırlamak için, onunla özel olarak vakit geçirebilmek için, ona özel ibadetlerin nasıl yapılacağını da bilmek gerekir. Ayrıca erkek çocuklarımıza müezzinlik yapacak düzeyde bilgi ve makam derslerini de Ramazan’dan önce tamamlamak gerekir. Ramazan gelince, her gün farklı bir caminin ziyaret edilmesi ve ihyası, ailece en güzel etkinliklerden birisidir. Ben şimdi ailelerde elhamdülillah sürekli artan bir şuur görüyorum ama hâlâ yeterli değildir gelinen düzey. Camiye ailece gelmek değildir önemli olan. Gelmeden önce imam efendiyle ilgili birkaç bilgi versek çocuklarımıza… İmam efendiye bir Ramazan hediyesi almalarını sağlasak… İlla para harcayarak alacakları hediyelerden bahsetmiyorum. Cami-


Ramazan, farkındalık ve empati

Ramazan hem bedenen hem de manen yapılan ibadetlerle ruhumuzu yücelten çok özel bir dönemdir. Bence Ramazan deyince, ev halkına iki kelimeyi tam manasıyla açıklayabilmek gereklidir ki bunlardan birincisi “farkındalık”, ikincisi ise “empati”dir. Oruç ne için vardır? Bireysel olarak nefis terbiyesi, sıhhat vesilesi, mutluluk ve kaynaşma silsilesi ve de günah jübilesi olan Ramazan, kendimiz için olduğu kadar, başkalarını anlamamız için de gelir bize. Yani Ramazan sadece nefsimize gelen ve bizi terbiye eden, bizi mutlu eden bir misafir değildir. Ramazan, bize “Ey nefis, senden başka nefisler de var, onların da farkına var!” diye ikaz eden bir mühim görevlidir. Hali vakti yerinde olup olmadığına dikkat etmediğimiz, bir tas çorbasının kaynayıp–kaynamadığını bilmediğimiz evlerin farkına varmaklığımızı emreder. Bu açıdan müthiş bir gelenek olan Ramazan kumanyalarını ailece ihya etmeli, gücümüz nispetinde satın alıp fakir-fukaraya götürmeliyiz. Ramazan sadece fiziki ve bedensel açlığı, fakirliği ve yoksulluğu uyaran bir elçi değildir. O geldiğinde, bir manevi farkındalık da geliştirilmelidir ki, ailece sevaplarımızın, İslami bilgimizin ve amellerimizin de noksanlığını, en az etrafımızdaki fakir-fukara kadar fark etmeli, nefsimizi sığaya çekmeli ve muhasebe yapmalıyız.

Ramazan, kültür ihyası vesilesidir

Ramazan eski Osmanlı geleneklerini canlandırma vesilesidir. Ramazan gelince yabancı şirketlerin reklam-

ları zemzem filmine dönüşüyor. Elin oğlu, sağlığımızı bozan içeceklerini, iftarımızın baş köşesine oturtuyor, biz de kuzu kuzu demleniyoruz. Halbuki dünyanın en eski ve en değerli şerbetleri bizde. Ama Amerikan kolasıyla sağlığımızı bozmayı keyiften sayan bir millet olduk. Sindirim sistemini düzenlemesiyle ünlenen ve bal ve sirke ile yapılan “sirkencubin” içeceğini bilen var mı? Soğuk kış günlerinin içinizi ısıtan bozasını hatırlayanınız var mı? Ecdadımız; çilek, karadut, gül, kızılcık, gülsuyu, meyan şerbeti ve şu anda sadece İskender Kebap yanında servis edilen sağlık ve vitamin deposu şırayı sofrasından eksik etmezmiş. Ama özellikle hararete ve kansızlığa iyi gelen, böbrekleri çalıştıran, vücuda zindelik gelen Hint hurmasından yapılan demirhindi şerbetini bilen var mı? Sıcak yaz günlerinin en keyifli içeceği olan limonata her evin en önemli misafir ikramıymış. Ayran ve şalgam dünyanın en eski ve en değerli iki Türk içeceği ama onları da daha yeteri kadar markalaştıramamışız. Dünyada sadece bizde olan çok şifalı böbrek dostu “gilabru”yu yaygınlaştıramamışız. Dünyanın en değerli mineralli doğal sodalarına gerektiği değeri verememişiz. Halbuki, Topkapı Sarayı’na sonradan eklenen helvahane mutfağı adeta bir tatlı, şurup ve şerbet labaratuvarı olarak işletilmiş. Sarayın en gözde şerbetleri çiçeklerden gül, zambak, menekşe, fulya, yasemin, muhabbet, iğde ve nilüfer çiçeklerinden yapılırmış. Özellikle tatlı suda yetişen ve çok kısıtlı miktarda bulunan nilüfer çiçeğinden yapılan şerbet, akıllara durgunluk verecek bir reçete! Şerbet yapımına bu kadar önem veren Osmanlı Sarayı’nda, doğal olarak sanatkâr kuyumcu marifetiyle yapılmış pahalı şerbet takımları ve avadanlıklar kullanılmış. Dünyanın en eski ve en değerli şerbetleri bizde. Ama Amerikan kolasıyla sağlığımızı bozmayı, kola ile iftar açmayı keyiften sayan bir millet olduk. En azından bir geleneğin ihyasına vesile kılabiliriz Ramazan’ı... Anneler geleneksel şerbetlerimizi yapmasını öğrenirler. Her gün birbirinden güzel şerbetler, günün sürprizi olarak çocuklarda tatlı bir merak uyandırır. Yapabilenler Hacivat Karagöz oynatabilir. O kadar basit ki. Yeter ki isteyin dostlarım. Çubuğun ucuna taktığınız Hacivat-Karagöz tiplemeleriyle, birbirinden güzel Ramazan akşamları yaşayabilirsiniz. Konu mu ne olacak? Mesela Hacivat namaz kılmasını öğreniyor. Karagöz ilk teravihe gidiyor. Beberuhi sahura kaldırılıyor. Tuzsuz Deli Bekir bayram tebriklerini kabul ediyor gibi… Çocuklar için birbirinden ilginç konular ve diyaloglar yapıp oynatabilirsiniz. O kadar eğlenceli ki anlatamam. Bu bir pedagojik eğitim metodu aynı zamanda. Unutulmaz bir anı. Bir moral kaynağı. Ailece etkinlik deyince, Ramazan gezilerini unutmamak lazım. Bulunduğunuz bölgelerde artık belediyeler çok güzel faaliyetler yapıyor. Oraları da ihya edebilirsiniz. Unutmadan, her Ramazan geldiğinde, ecdadın birbirinden güzel Kündekari gibi, sedef gibi, hat gibi, ebru gibi, tezhip gibi el sanatlarından birisi ile ilgili mütevazı çalışmalar yapsanız, ailece… O kadar güzel olur ki! Elbette Ramazan’da yapılacak faaliyetler bunlarla sınırlı değil. Sizler de eşiniz ve çocuklarınızla Ramazan’da yapılacak çok farklı etkinlikler bulabilirsiniz… Temmuz 2012 MORAL DÜNYASI

34

Geçtiğimiz yıl ramazan ayında yayınlanan bu yazı, okuyucularımızdan gelen yoğun istek üzerine tekrar yayınlanmıştır.

nin bir resmini yapıp verseler, gönüllerinde teravih deyince ne hissediyorlar diye bir sayfaya hislerini döküp, imzalı bir şekilde imam efendiye verseler… Evde yapılmış bir ev çöreği, bir sahur böreğini ikram etseler… Namazın sonuna, cemaatin dağılmasına kadar bekleyip, elini öpüp, teşekkür edip takdim etseler… İşte o zaman namaza ailecek gelmiş ve teravihi idrak etmiş olurlar. Saçma sapan konserlere gidip, konser veren sözde sanatçıyı görebilmek ve ona dokunabilmek adına tabiri caizse birbirlerini ezen zavallı gençlerimizi gördüğümde, “Allah’ım” diyorum, “ne zaman bu ümmet kendi değerlerine de bu şekilde değer vermeyi öğrenecek.” İmam… Adı üstünde önderimiz. Rehberimiz. Peygamber vekili. Bir imzalı fotoğrafını alıp, çocuğumuza hediye etmesini sağlasak fena mı olur? Tabii, sadece imam efendiye değildir hediyeler. Ramazan’dan önceki hafta, kızlarımıza namaz kıyafeti ve başörtüsü, Kur’an-ı Kerim ve o yıla özel bir seccade. Oğullarımıza da seccade, tesbih ve Kur’an-ı Kerim’den oluşan bir hediye fena mı olur? Ben söyleyince; “Hocam her yıl her yıl israf olmaz mı?” diyorlar? Hiç israf olur mu? Saçma sapan onca şeye defalarca para veriyoruz israf olmuyor da, Allah’ın “mübarek ay”ındaki, özel hediyeler için mi israf oluyor? Anneler Günü, Babalar Günü, Sevgililer Günü derken geçen sene tam 2 milyar TL’lik harcama yapmışız bu üç özel günde. Ramazan gelirken de hediyeler havada uçuşsa… Çocuklar mutlu olsa… Ekonomi rekora koşsa… Piyasa coşsa… Fena mı olur efendim?


Ramazan

30 1

. Gün: Allah’ım! Bu günde tuttuğum orucu gerçek oruç tutanların orucu gibi ve ibadetimi gerçek ibadet edenlerin ibadeti gibi kıl; bu günde beni gafillerin uykusundan uyandır; suçumu bu günde bağışla; ey âlemlerin İlahı! Affet beni, ey suçları affeden Rabbim!

2

. Gün: Allah’ım! Bu günde beni kendi hoşnutluğuna yakınlaştırıp, gazap ve azabından uzaklaştır. Bu günde ayetlerini okumaya beni muvaffak kıl; rahmetin hakkına ey merhametlilerin en merhametlisi.

3

. Gün: Allah’ım! Bu günde bana zekâ ve uyanıklık (ibadet ve itaatten gafil olmama) hali ver; beni cahillik ve batıl işlerden uzaklaştır. Bu günde indirdiğin her hayırdan bana da bir nasip ayır; cömertliğin hakkına ey cömertlerin en cömerdi!

4

. Gün: Allah’ım! Bu günde emrini uygulamak için beni güçlendir; bu günde zikrinin güzel tadını bana tattır; kereminle beni bu günde şükrünü eda etmek için hazırla; bu günde hıfzın ve örtünle beni (günah ve beladan) koru; ey basiretlilerin en basiretli!

5

. Gün: Allah’ım! Bu günde beni mağfiret dileyenlerden, sana itaat eden salih kullarından ve mukarreb velilerinden kıl; lütuf ve şefkatin hakkında ey merhametlilerin en merhametlisi!

6

. Gün: Allah’ım! Sana karşı işlediğim günahtan ötürü bu günde beni yalnız bırakma; azap kırbacınla beni cezalandırma; bu günde gazabına vesile olacak şeylerden beni uzaklaştır; sonsuz lütfun 35

MORAL DÜNYASI

Temmuz 2012

ORUÇ, dUa* ve nimetlerin hakkına, ey şevkli insanların en büyük arzusu!

7

. Gün: Allah’ım! Bu günde oruç tutup ibadete durmam için bana yardımcı ol; bu günün sürçme ve günahlarından beni uzaklaştır; bu günde sürekli olarak Seni zikretmeyi bana nasip eyle; tevfikinle ey yolunu şaşanları hidayet eden!

8

. Gün: Allah’ım! Bu günde öksüzlere merhamet etmeyi, fakirlerin karnını doyurmayı, karşıma çıkan herkese selam vermeyi ve değerli insanlarla oturup kalkmayı bana nasip eyle; iyilik ve ihsanınla, ey arzu edenlerin sığınağı...

9

. Gün: Allah’ım! Bu günde geniş rahmetinden beni nasipsiz bırakma; açık delil ve burhanlarını bana göster ve beni alıp en kapsamlı hoşnutluğa götür; muhabbetinle ey şevkli insanların arzusu!

10

. Gün: Allah’ım! Bu günde beni Sana tevekkül edenlerden, Sana göre saadete erişenlerden ve Sana yakınlaşan kimselerden kıl; ihsanınla ey arayanların en büyük talebi!

11

. Gün: Allah’ım! Bu günde iyilik ve ihsanı bana sevdir; fısk ve günahtan beni nefret ettir; gazabını ve –cehennem- ateşini bana haram kıl; yardımınla ey imdat isteyenlerin imdadı!

12

. Gün: Allah’ım! Bu günde örtü ve iffetle beni ziynetlendir; bugün kanaat ve elde olana yetinme libasını bana giydir; beni bu günde adalet ve insafa sevk et ve korktuğum her şeyden beni emniyete al; koruma ve ismetinle; ey korkanları koruyan Rabbim...

13

. Gün: Allah’ım! Bu günde beni (maddi ve manevi bütün) kir ve pisliklerden temizle; bu günde olması takdir edilen olaylara karşı beni sabırlı kıl. Bu günde takvalı olmaya ve iyi insanlarla arkadaşlık yapmaya beni muvaffak eyle; yardımınla, ey zavallı ve miskin insanların göz nuru!

14

. Gün: Allah’ım! Bu günde ayak sürçmelerimden dolayı beni cezalandırma; hata ve yanlışlarımı bağışla. Bu günde beni bela ve afetlerin hedefi etme; izzetinle, ey Müslümanların izzeti!


15

. Gün: Allah’ım! Bu günde bana huşu ehlinin itaatini nasip eyle; mütevazı insanlar gibi dönüş yapıp tövbe etmemle göğsümü genişlet; emanınla, ey korkanların emanı ve güveni!

16

. Gün: Allah’ım! Bu günde iyi insanlarla arkadaş olmaya beni muvaffak kıl ve kötü insanların arkadaşlığından beni uzaklaştır. Rahmetinle bana ebediyet ve sükûnet yurdu olan cennette yer ver; ilahlığın hakkına, ey âlemlerin İlahı! . Gün: Allah’ım! Bu günde beni salih amellere hida-

17

yet et; bu günde beni hacet ve arzularıma kavuştur. Ey açıklamaya ve sormaya ihtiyacı olmayan; ey âlemdekilerin göğsünde bulunanları (içinde geçenleri) bilen Rabbim. Muhammed’e ve onun tertemiz Ehl-i Beyt’ine rahmet et.

18

. Gün: Allah’ım! Bu günün seherlerinin bereketlerinden yararlanmak için beni uyandır; nurların ışığıyla kalbimi aydınlat ve bütün uzuvlarımı bu günün eserlerinden, bereketlerinden yararlandır; nurun ile, ey ariflerin gönüllerini aydınlatan!

19

. Gün: Allah’ım! Bu günün bereketlerinden nasibimi bol et; hayırlarına ulaşma yolumu kolaylaştır; iyi amellerinin kabulünden beni mahrum bırakma; ey apaçık hakka hidayet eden Rabbim...

20

. Gün: Allah’ım! Bu günde cennet kapılarını yüzüme aç; cehennem kapılarını yüzüme kapat; bu günde Kur’an okumaya beni muvaffak kıl; ey müminlerin kalplerine sükunet ve huzur indiren Yüce Allah...

21

. Gün: Allah’ım! Bu günde beni hoşnutluğuna götü-

Temmuz 2012 MORAL DÜNYASI

36


Ramazan

recek bir kılavuz kıl bana; bu gün şeytanı bana ulaştıracak hiçbir yol bırakma; benim yerleşeceğim ve rahat edeceğim yeri cennet kıl; ey arayanların hacetlerini yerine getiren Rabbim...

22

. Gün: Allah’ım! Fazl-ü rahmetinin kapılarını bugün yüzüme aç; bu günde bereketlerini üzerime indir ve beni hoşnutluğuna vesile olacak şeylere muvaffak kıl; beni cennetlerinin ortasına yerleştir; ey perişanların duasını kabul eden Allah...

23

. Gün: Allah’ım! Bu günde beni günah ve kusurlardan yıkayıp temizle; kalbimin imtihanında bana kalplerin takvasını ver; ey günahkârların sürçmelerini bağışlayan Rabbim...

24

. Gün: Allah’ım! Bu günde Seni razı edecek şeyleri Senden diliyor ve Seni rahatsız edecek şeylerden Sana sığınıyorum. Allah’ım! Bu günde Sana itaat edip karşı gelmemek için senden tevfik 37

MORAL DÜNYASI

Temmuz 2012

ve yardım diliyorum; el el açıp dilenenlere cömert davranan Rabbim... . Gün: Allah’ım! Beni bu günde velilerini seven, düşmanlarına düşmanlık besleyen ve peygamberlerinin sonuncusu Muhammed Mustafa’nın (a.s.m.) sünnetine uyan kimselerden kıl; ey peygamberlerin kalplerini koruyan Yüce Allah...

25

26

. Gün: Allah’ım! Bu günde çabamı mükâfatlandır; günahımı bağışla; amelimi kabul buyur ve gözümü günahlara kapa; ey duyanların en iyi duyanı!

27

. Gün: Allah’ım! Bu günde bana Kadir Gecesi’nin sevabını lütfeyle; işlerimi zorluktan kolaylığa dönüştür; mazeretlerimi kabul buyur; günah ve vizr-ü vebalı üzerimden kaldır; ey salih kullarına şefkatli olan!

28

. Gün: Allah’ım! Bu günde müstehap (sünnet) amellerden nasibimi çoğalt; dünya ve ahirette sorumlu olduğum şeyleri

hazırlayarak bana lütuf ve bağışta bulun; bugünde vesileler arasından Sana vesilemi yakınlaştır bana; ey ısrarla yalvaranların ısrarı kendisini başkalarıyla ilgilenmekten alıkoymayan Rabbim...

29

. Gün: Allah’ım! Bu günde rahmetinle beni kapla; bu günde bana iyi amelleri yapmak için tevfik ve kötü amellerden korunma gücü lutfeyle ve beni şüphe ve suç unsuru addedilebilecek şeylerin karanlığından temizle; ey mümin kullarına merhametli olan Rabbim...

30

. Gün: Allah’ım! Bu günde tuttuğum orucu kendin ve Resul’ün (a.s.m.) beğendiği şekilde mükâfatlandırıp kabul buyur ve onun furuunu -iman ve ihlas olan- usulüyle pekiştir. Bütün övgüler âlemlerin rabbi olan Allah’a mahsustur. * Büyük fazilet ve de sevapları olduğu bildirilen bu duaları, İbn-i Abbas (r.a.), Resulullah’tan (a.s.m.) nakletmiştir.



Çocuk Eğitimi

Tuğba Akbey İnan

ÇOCUk iStiSmaRIna SEyİRCİ KalmayıN Bütün dünyada çocuk işçiliği suç ve yasaktır ama konu reklamlara gelince durum değişiyor. Çok küçük yaştaki çocuklar kendi rızaları alınmadan reklamlarda oynatılıyor. Özellikle son zamanlarda bazı reklamlar “çocuk istismarına” yol açmaya başladı. Bu konuda ebeveynler olarak yapmamız gereken firmaya, Reklam Özdenetim Kurulu’na ve RTÜK’e şikayetlerimizi iletmek...

Ç

ocuk deyince aklımıza masumiyet gelir. O yüzden içinde çocuk olan her şeyin masum olduğunu düşünüyoruz genelde. Onları bir dizi filmde gördüğümüzde acılarına gözyaşı döküyor, şaşırtan şeyler söylediğinde aklına ve zekâsına alkış tutuyoruz. Oysa seyrettiğimiz her şeyin içinde aynı masumiyeti bulmak mümkün değil. Mesela; çocuklara yönelik bir çizgi film kanalının arasında çocukları küçük kadınlar haline getiren reklamları seyredebiliyorsunuz. Ya da son günlerde olduğu gibi çocuğu masraflarıyla gösterip kadın ve erkeği araba almaya ikna eden reklamları... Algımız bilinçli bilinçsiz kirletiliyor. Üstelik bunları yalnızca biz seyretmediğimiz için tehlikenin boyutu daha da fazla. Pedagog Mehmet Teber’in başkanlığını yaptığı Pedagoji Derneği, reklamlardaki çocuk istismarına dur demek için sesini yükseltiyor bugünlerde… Seyrettik39

MORAL DÜNYASI

Temmuz 2012

lerimizde, yaptıklarımızda, okuduklarımızda çocuğa yakışan şeyler olsun diye tüm çabaları… Pedagoji Derneği Başkanı Pedagog Mehmet Teber ile reklamlardaki çocuk istismarını ve anne-babalar olarak yapmamız gerekenleri konuştuk… Bir derneğiniz var; Pedagoji Derneği… Kuruluş amacı nedir? Derneğimiz çocuk ruh sağlığı ve eğitimi konusunda aileleri bilgilendirmek, çocuk konusundaki yanlış algıları düzeltmek, çocuğun anlaşılması için çalışmalar yapmak ve çocuğu olumsuz etkileyen durumlarda kamuoyu oluşturmak için kuruldu. Kısacası çocuk ruh sağlığını korumaya çalışırken, çocukların daha iyi bir şekilde eğitilmesi için çalışıyoruz diyebiliriz Pedagoji çocuk istismarını nasıl tanımlar? İstismar kelime anlamıyla iyi niyeti

Pedagog Mehmet Teber


Bir çocuk reklam izlememeli bence. Dizi de izlememeli. Bu genellemeyi 12 yaş altı çocuklar için yapıyorum daha çok. Güvendiğimiz kanallarda, güvendiğimiz programlara müsaade edilmeli sadece.

kötüye kullanmak demektir. Çocuk istismarı ise çocuğa fiziksel, sözel, duygusal olarak kötü davranılması olarak tanımlanmaktadır. Daha geniş anlamıyla çocuğun büyümesini ve gelişmesini olumsuz etkileyen her türlü davranış biçimine çocuk istismarı diyebiliriz. Reklamlardaki çocuk istismarı ne zaman başlar? Çocuğu reklamda oynatarak mı seyrederek mi? Çocuk ürünlerinin tanıtıldığı bir reklam filmi de istismara girer mi? Çocuk istismarı reklamda kullanarak da yapılır, çocuk bir reklamı seyrederek de istismara maruz bırakılabilir. Bir reklamda çocuk, ge-

lişimini olumsuz etkileyecek şekilde oynatılabilir. Örneğin bir bez reklamında çocuklar yetişkin gibi giydirilmiş, takılar takılmış ve bedenlerine takı ve giysilerle büyüksü havalar verilmişti. Ama bu çocukların çok büyük oranda bedenleri de teşhir ediliyordu. Bu mesela reklamda kullanılan bir çocuk istismarıdır. Bu şekilde açık olmasa bile bir reklamda oynayan çocuk bu oyunculuk ve çekim süreci içinde fiziksel ya da duygusal olarak yıpranıyorsa bu da istismardır. Çocuk ürünlerinin tanıtıldığı reklamlarda da çocuklar istismar edilebilir. Özellikle duyguları istismar edilebilir. RTÜK Kanunu’nun 8. maddesi açıkça der:

“Yayın hizmetleri; çocuklara, güçsüzlere ve özürlülere karşı istismar içeremez.” Bir reklam, çocuğun zihinsel, ahlaki gelişimine zarar veriyorsa bu da bir istismardır. Bazı firmaların gelecekteki müşteri potansiyellerini oluşturmak için çocukları oynattığı söyleniyor? Bu düşünce de etik değil midir? Aslında çocukların reklamda oynatılması çocuk işçiliğinden başka bir şey değildir. Hiçbir çocuk “Ben reklamda oynayacağım” demez. Oyunculuk süreci defalarca çekim gerektirdiği için bu süreci de sevmez. Türkiye’de yasal bir boşluk var. Çocuğun herhangi bir işte çaTemmuz 2012 MORAL DÜNYASI

40


Çocuk Eğitimi lışması yasaktır ama nedense dizilerde oyuncu olarak çalışması yasak değildir. Dizilerin ve reklamların çalışma koşulları çocuklar için çok yorucudur. Bizce çocuğun reklamda, dizide kullanılması doğru bir davranış değil. Bu konuda kanun ve yönetmelikler ciddi şekilde düzenlenmeli ve takibi yapılmalıdır. Dediğiniz gibi bazı firmalar reklamlarında çocuk kullanıyor. Bu reklamlar çocukların dikkatini çekiyor. Henüz küçük yaşta çocuklara bir marka bilinci aşılanıyor. Ne de olsa onlar geleceğin müşterileri. İstismar sizce bilinçli bir şekilde mi yapılıyor? İstismar bilinçli de bilinçsiz de olabilir. Bir kısmının bilinçli olduğunu düşünüyorum ama çoğu kısmı bilinçsiz. Firmaların hedefi satışı arttırmak, dikkat çekmek. Duygusal mesaj veren reklamlar daha fazla etki uyandırıyor. Çocuk da duygusal mesaj vermenin en kolay yollarından biri. Satış kaygısı firmaların çocuk ruh dünyasının kırılganlığını görmesine engel oluyor. Çocuk konusunda zaten genel bir körlüğümüz ve empati noksanlığımız var. Bunun üzerine rekabet ve satış kültürü gelince farkında olmadan çocuklar istismar edilebiliyor. Bizim seyretmeye tahammül edemediğimiz reklamlarda çocuklarını oynatan ailelerin durumunu nasıl açıklarsınız? Reklam veya bir yarışma programına çıkan çocuk kısa sürede meşhur oluyor. Ailesi onun meşhurluğundan ve buralarda elde ettiği gelirden faydalanıyor. Belki de aile farkında olmadan kendi çocuğunu istismar etmiş oluyor. Merkeze meşhur olma, para kazanma kaygısı değil çocuğun ruh sağlığı alınmalı. Ancak aileler bu konuda pek de bilgili olmadığı için yaptıkları bu davranış onlara normal geliyor. En son bir otomobil firmasının reklamlarına itiraz ettiniz. Sebebi neydi? Firma ebeveynlerin çocuğa yönelik algısını bozmaya çalışıyordu. Çocuk deyince aklımıza masumiyet, ümit, sevgi, neşe ve oyun ge41

MORAL DÜNYASI

Temmuz 2012

lir. Bu reklamda kadın doğum uzmanına gelen aileye, uzman önce çocukları olacakları müjdesini veriyor. Sonra bir başlıyor 7 bin lira çocuk bezi masrafı diye... Aileye 700 bin liralık masraf çıkarıyor. İyi ki ikiz değilmiş diyerek bir de gülüyor. Yani çocuğu gider ve masraf olarak lanse ediyor. Algı değiştiriyor. Ayrıca 700 bin lira gibi bir masraf 20 yıla bölündüğünde aylık 3 bin lira yapıyor. Abartı olur da bu kadar olmaz. Hangi çocuk doğumundan itibaren ailesinde 3 bin lira masrafa yol açar. Uluslararası Reklam Uygulama Esasları’nın 18. maddesi der ki: “Reklamlar, sosyal ve kültürel değerleri göz önüne alarak, ebeveynlerin otoritelerini, sorumluluklarını, değerlendirmelerini ya da zevklerini sarsacak beyanlarda bulunamaz.” Madde çok açık. Bu itirazınız neticesinde bu reklamlardan haberdar olanlardan biri de benim. Yalnızca seyretmemek bir çözüm müdür? Çözüm tepki vermek. Avrupa’da üretilmiş bir reklam hiçbir denetimden geçmeden ülkemizde yayınlanmaya başlamış. Biz tepkimizi belli edersek firmalar bu kadar rahat davranamazlar. Firmaya, Reklam Özdenetim Kurulu’na ve RTÜK’e şikayetlerimizi iletmemiz gerekiyor. Aileler seyrettikleri şeyde çocuk istismarı olduğunu gördüğünde ilk ne yapmalılar? Bu aslında istismarın bulunduğu mecraya göre değişir. Öncelikli şikayet firmaya yapılmalı ve makul cevap alıncaya kadar ısrarcı olunmalıdır. Televizyondaki ürünler için genel şikayet mercii ise RTÜK’tür. Çevremizi bu konuda bilinçlendirip toplu tepki vermek daha doğru olacaktır. İstismar yalnızca gördüğümüz, seyrettiğimiz şeylerde mi vardır? Hayır, bir anne-baba da küçük çocuğunu döverek, hakaret ederek, atmakla, tek bırakmakla korkutarak istismar edebilir. Bu konuda insanların bilinçli olduğunu düşünüyor musunuz? Çocuk konusunda pek bilinçli olduğumuzu düşünmüyorum açıkçası.

Onları çok seviyoruz ama onları tanımıyor ve anlamıyoruz genelde. Kendi çocuklarımız adına alacağımız tedbirler nelerdir? Bir çocuk reklam izlememeli bence. Dizi de izlememeli. Bu genellemeyi 12 yaş altı çocuklar için yapıyorum daha çok. Güvendiğimiz kanallarda, güvendiğimiz programlara müsaade edilmeli sadece. STK’lar çocuk konusunda ne gibi çalışmalar yapıyorlar? Çocuğun eğitimi konusunda çalışmalar yapan oldukça büyük STK’lar var. AÇEV, TEGEV bunlardan bir kaçı. Bunun yanında istismara uğrayan, şiddet gören öksüz yetim çocukların haklarını savunan STK’lar da mevcut. Biz ise daha çok çocuk ruh sağlığı alanında çalışma yapıyoruz ki, bu alanda pek bir dernek yok açıkçası. Umarız bizim öncülüğümüzde bu çalışmaların sayısı artar.


“Yaşamı sanata dönüştürmek için kalitesini seçin”

DEMİRCİOĞlu MOBİlYA Atatürk Caddesi Yelken Apt. No / 12A Sahrayıcedid - Erenköy / Kadıköy-İst. Tel.: 0 216 386 55 01 • Faks: 0 216 386 55 02 e-posta: info@deroni.com.tr • deronidecor@hotmail.com

www.deroni.com.tr


Dursun Kabaktepe

Fotoğraf:

Mercek

O

(a.s.m.) inci tanesiydi. Annesi sadef. Esmaü’l-Hüsna ile çerçevelenmişti emsalsiz hayatları… Kâinatın en değerlisiydi onlar. Rahman’ın nazarı üzerlerindeydi. Hiçbir oğul annesini onun kadar sevmedi. Ve hiçbir anne, Âmine Hatun kadar, hayat yolunu kalpteki ateşten taşlara basarak yürümedi… Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in (a.s.m.) hayatını şimdiye kadar siyer kitaplarından tarihî nakiller şeklinde okuduk. Yazar Emine Fikriye Beledli ise Efendimizin (a.s.m.) annesi Hz. Âmine ile anne karnında bile mucizeleriyle olayların gidişatını değiştiren sevgili Resul’ün (a.s.m.) doğumunu ve çocukluğunu romanlaştırdı. Beledli’nin “Dürr ve Sadef” isimli kitabı Nesil Yayınları’ndan çıktı. Emine Fikriye Beledli’ye yazarlık hikâyesini, ilk romanını, Peygamber Efendimizin (a.s.m.) annesi Hz. Âmine’yi yazmaya nasıl karar verdiğini ve yazarken nelere dikkat ettiğini sorduk. 43

MORAL DÜNYASI

Temmuz 2012

Emine Fikriye Beledli, kendisinden kısaca bahsedecek olursa neleri söyler? Şanlıurfa doğumluyum. Ben dört aylıkken göç yolları görünmüş aileme. Altı yıl İzmir, sonrası İstanbul… İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türkoloji Bölümü’nü bitirdikten sonra uzun yıllar edebiyat öğretmenliği yaptım. Yaklaşık altı yıldır Moral Haber’de köşe yazarlığı yapıyorum. Edebiyata ilginiz nasıl ortaya çıktı? İlkokul ikinci sınıfta anneanneme gittiğim günlerden birinde dayımın kitaplığı ilgimi çekti. Oradan Henri Charriere’in “Kelebek” romanını aldım. Anneannemde kaldığım süre içinde okudum. Kitabın kürek mahkûmu kahramanının trajik hayatı beni çok etkiledi. Hâlâ unutamadığım sahneleri vardır. Romanın tadını almıştım. O günden sonra tam bir romankolik oldum. Başka hayatlar, başka dünyalar, başka ülkeler küçük Fikriye’nin büyük dünyası oldu. Harçlıklarımı biriktirip roman almaya başladım. Çevremdeki bütün kütüphanelere üyey-


Emine Fikriye beledli:

Hz. Âmine’nin hayatI HaYRanlIk UYandIRICI “

dim. Çarşamba günleri Kocamustafapaşa Otobüs Durağı’na gelen bir gezici halk kütüphanesi vardı. Mavi bir otobüstü. Ondan da çok faydalandım. Romanlarla büyüdüm. Yemek yemek gibi, su içmek gibi vazgeçilmesi mümkün olmayan hayati bir ihtiyaç olmuştu roman benim için. Orta ikinci sınıfta şiirler ve öyküler yazmaya başladım. Ağırlıklı olarak şiir yazıyordum. “Dürr ve Sadef” ilk romanınız mı? Yayınlanan ilk romanım. Daha önce, “Bana İçindeki Şairi Dinlet” adlı sosyal bir roman yazmıştım. Yayınlamak kısmet olmadı. Toplumdaki sosyal dalgalanmaları bir öğretmen, bir mimar ve bir doktorun arkadaşlıkları çerçevesinden vermiştim. İçinde tasavvufi öğeler de vardı. Emine Hanım, romanınızın adı “Dürr ve Sadef”. Dürr ve Sadef neyi temsil ediyor? Süleyman Çelebi’nin Mevlid’inde belirttiği gibi “Ol Sadeften doğdu ol Dürr danesi.” Dürr eşi benzeri olmayan inci demektir. Peygamber Efendimizi (a.s.m.) temsil ediyor. Sadef ise incinin içinde oluştuğu kabuktur. Bunu anne karnına benzete-

“Hz. Âmine’nin Allah Teâlâ’ya olan tevekkülü ve teslimiyeti, duygusallığı, şikâyetsiz ve isyansız yaşamı, fedakârlığı, nezaketi, yüce gönüllüğü, Efendimize (a.s.m.) duyduğu zirvedeki annelik duyguları ve şair yönü beni çok etkiledi. Duygularını ifade edişteki kudret, hayranlık uyandırıcı. O kadar duygusal yazmış ki, yüreğim yandı okurken. Hz. Âmine’yi ağlaya ağlaya, gözyaşları içerisinde yazdım.” biliriz. Sadef, Hz. Âmine annemizi temsil ediyor. Sadef’in içi beyaz ve parlaktır. Açılınca güneş doğmuş gibi olur. Efendimizin dünyaya gelişiyle de insanlığın güneşi doğuyor. Muhammed-i Zişan (a.s.m.) doğuyor. Âlemlerin yaratılış sebebi doğuyor. O, kalpleri ısıtacak; O, hayatın dar, karanlık, yanıltıcı yollarını aydınlatacak; O, insanları küfrün karanlığında kaybolmaktan kurtaracak; O, mazlumların, kölelerin, diri diri toprağa gömülen, hiçbir sosyal ve hukuki hakkı bulunmayan kız çocuklarının kurtarıcısı ve yardımcısı olacaktır.

müyle takdir-i ilahi. Hangi projeye başladığınızın bir önemi yok. Allah Teâlâ istediği yöne çeviriyor kalemi.

Peygamber Efendimizin (a.s.m.) çocukluğunu ve annesini yazmaya nasıl karar verdiniz? Hz. Hatice’yi yazmak için çıkmıştım yola. Bir müddet sonra kendimi Hz. Âmine’yi yazarken buldum. TüTemmuz 2012 MORAL DÜNYASI

44


Mercek Peygamberimizin annesi Hz. Âmine’nin sizi en çok etkileyen yönleri neler oldu? Allah Teâlâ’ya olan tevekkülü ve teslimiyeti, duygusallığı, şikâyetsiz ve isyansız yaşamı, fedakârlığı, nezaketi, yüce gönüllüğü, Efendimize (a.s.m.) duyduğu zirvedeki annelik duyguları ve şair yönü beni çok etkiledi. Duygularını ifade edişteki kudret, hayranlık uyandırıcı. O kadar duygusal yazmış ki, yüreğim yandı okurken. Haluk Nurbaki hocamız Hz. Âmine’nin şiirleri toplansa on ciltlik kitap olur diyor. Ben ulaşabildiğim şiirlerini romana aldım. Bu arada çok şaşırtıcı bir şey de oldu. Onun yazdığı bazı şiirlerin benim yazdığım bazı şiirlere çok benzediğini fark ettim. Hatta bazen “Bunu ben mi yazmıştım Âmine annemiz mi?” diyerek kaynaklara geri dönmek zorunda kaldım. Eserinizde bir roman kurgusu olması ile birlikte değinilen kaynaklar da dikkat çekiyor. Kaynakları araştırırken nelere dikkat ettiniz ve kurallarınız neler oldu? Yazarken 52 kaynaktan faydalandım. Bunların sahih kaynaklar olmasına çok dikkat ettim. Allah Teâlâ, romanıma kaynaklık eden tüm yazarlardan razı olsun. Çok büyük işler başarmışlar. Bu arada kaynaklara ulaşmamda bana yardımcı olan çok değerli din dersi hocası Bahattin Bayram’a çok teşekkür ediyorum. Allah ondan da razı olsun. Ben bu siyer kitaplarında, daha çok Peygamber Efendimizin (a.s.m.) ve mübarek annesinin hayatlarının daha az bilinen ya da hiç bilinmeyen yönlerini bulup bu didaktik bilgileri lirik bir üslupla okuyucularımla paylaştım. Biz yıllarca siyer kitaplarında bilinen olayları okuduğumuz için sizin kitabınız okuyuculara enteresan gelecektir. Bilinmeyen pek çok olay var çünkü kitabınızda. Enteresan gelecek noktalardan birinin şu olduğunu düşünüyorum: Herkes her türlü bilince sahip olduğu bir zamanda Efendimiz geliyor. Dedesi, annesi imanla onu karşılıyorlar. Bizse böyle düşünmüyorduk. Sütannesi Halime’nin bile onu almasında ilahi yönlen45

MORAL DÜNYASI

Temmuz 2012

dirmeler var. Ama biz bunları bilmiyoruz. Araştırma yapmadan önce ben de bilmiyordum. Hz. Âmine’yi yazma fikrini Allah Teâlâ içime ilham edince araştırma yapmaya başladım. Hz. Adem’den beri alından alına geçen bir nur var. Bu nur Peygamber Efendimizin (a.s.m.) nuru. O doğana kadar herkes emanetçi. Şeybetü’lHamd (Abdülmuttalib) dedemizin alnında parlayan nur, ondan oğlu Hz. Abdullah’a, ondan da asıl sahibine geçiyor. Bu insanlar Hanif dinine mensuplar. Bu nurun anlamını biliyorlar. Ve alametler, Efendimizin (a.s.m.) doğumunun yakın olduğunu bildiriyor. Kâhinler ve bazı Yahudiler O’nun doğumunu engellemek için annesine ve babasına suikastler düzenliyorlar. Hz. Halime’ye gelince, o rüyayla müjdeleniyor. Rüyasında bir genç ona, “Ey Halime, sen Allah’ın yarattığı ilk ruh ve son peygamber olan Haşimoğulları’ndan Muhammed’in sütannesi olacaksın” diyor. Öte yandan Hz. Âmine’ye sütannenin isminin Halime binti Debib olduğu söyleniyor. Hiçbir şey tesadüfî değil. Her şey ayarlanmış. Eserde Peygamberimizin (a.s.m.) anne karnındayken bile yaptığı mucizelerden söz ediliyor. Biraz bu konuya değinelim. Evet, Peygamber Efendimiz (a.s.m.) anne karnındayken bile, Allah’ın izniyle, olayların gidişatını değiştiren mucizeler gösteriyor. İki tanesinden söz edeyim. Ebrehe olayında filler ve ordu iyice yaklaşıyor. Dosdoğru Kâbe’nin üstüne gidiyorlar. Şeybetü’l-Hamd, kahrından yere çöküyor. Habibullah’ın nuruna bekçilik yapmış olan şerefli alnını secdeye koyuyor ve “Allaaah! Allaaah!” diye haykırıyor. O sırada, Hz Âmine’nin karnındaki, Muhammed Mustafa (a.s.m.) harekete geçiyor. Annesinin alnındaki nuru görülmedik şekilde parlamaya başlıyor. Topluluk göz kamaşmasından ona bakamaz oluyor. Nur, Hz. Âmine’nin alnından ayrılıp Kâbe’nin damına geçiyor. Kâbe, gözler görmemiş bir aydınlıkla pırıl pırıl yanmaya başlıyor. Güneşin aydınlığı sönüyor... İki cihan güneşi vuruyor Mekke’ye…

İkinci olay ise annesinin boynuna hançer inmek üzereyken Muhammed Mustafa (a.s.m.) anne karnında hareket ediyor. Hançeri tutan kol omuzdan kopup odanın bir tarafına fırlıyor... Evet bilinmeyen müthiş olaylar bunlar. Peki romanı ne kadar zamanda ve hangi duygularla yazdınız? Sizde ne tür hisler uyandırdı? İki yılda tamamlandı. Çok duygusal yaşamları var Dürr ve Sadef’in. Ağlaya ağlaya yazdım. Yazarken Efendimizin (a.s.m.) tüm hayatını vefatına kadar roman biçiminde yazmak ilhamı geldi içime. Romanınız da devam edebilecek bir sonla bitirilmiş zaten. İçinize gelen ilhamın peşinden gidip Peygamber Efendimizin (a.s.m.) tüm hayatını roman olarak kaleme alacak mısınız? Evet, Allah Teâlâ nasip ederse en büyük arzum bu. Okuyuculardan da romanın devam etmesi yönünde istekler geliyor. Devamını yazmaya başladım. Sadef gitti Dürr kaldı. Rabbü’l-Âlemin izin verirse, yardım ederse, lütfederse, Dürr’ün, canımız ve cananımız sevgili Efendimizin (a.s.m.), hayatını roman olarak anlatmaya devam edeceğim. O’nun, ailesinin ve ashabının kalplere daha fazla yerleşmesi için çalışacağım… Kitap hakkındaki tepkileri ve değerlendirmeleri nasıl buldunuz? Herhangi bir olumsuz eleştiri almadım bugüne dek. Okuyucular romandan çok etkilenmişler. Ben ağlaya ağlaya yazdım. Onlar da ağlaya ağlaya okumuşlar. Aydınlatıcı ve bilinçlendirici bulmuşlar. Kafalarındaki bazı soru işaretleri cevaplanmış. Bilmedikleri pek çok olay ve bilgilerle karşılaşmışlar. Kalbi olarak Efendimize (a.s.m.) ve annesine daha çok yaklaşmışlar. Feyz almışlar. Bunlar benim amaçlarım zaten. Bir insanı sevme dereceniz onu tanıma derecenizle doğru orantılıdır. Kitabımda Efendimizi (a.s.m.) ve mübarek annesini daha iyi tanıtmaya çalıştım. Romanım, insanları onlara daha da yakınlaştırmışsa bundan büyük mutluluk olamaz benim için…



Nur Penceresi Mehmet Paksu

B

eden için ruh ne ise, iman hizmeti için de ihlas odur. Dünya için güneş ne anlama geliyorsa, imana çalışanlar için de ihlas o anlama geliyor. Bir arabaya yakıt/benzin ne kadar lazımsa, iman yolunda yürümeye çıkan bir mü’min için de ihlas o kadar lazımdır. Belki de insan için hayat ne karar büyük bir nimet ise, mü’min için de ihlas öyle azîm bir nimettir. İhlas sadece mü’minin kendine, nefsine ve şahsına mı lazımdır? Aile de, Allah’ın bir araya getirdiği ve mü’minlerden oluşan en küçük topluma da lazım değil midir? Lazımdır ve elzemdir ve mutlaka gereklidir. Ailenin yaşaması için, hayatta ve ayakta kalabilmesi için o kadar büyük bir ihtiyaçtır ki, ihlassız bir aile, dümensiz bir gemiye benzer ki, göz göre göre fırtınaların ve azgın dalgaların insafına terk etmek anlamını taşır. Bunun içindir ki, gerek iman hizmetinde olanlar, gerekse ailede yaşayan bireyler bir fabrikaya benzerler. “Nasıl ki bir fabrikanın çarkları birbiriyle rekabetkârâne uğraşmaz…” Her aile bireyi tıkır tıkır işleyen bir fabrikanın çarkları, randımanlı çalışan bir makinenin parçaları gibidirler. Hiçbir çark diğer çarkla rekabete girişmez, birbirlerini rakip olarak görmez, biri diğerinin rakibi olmazsa; aile fertleri de, yani anne, baba ve çocuklar da bir rekabet içinde olamazlar. Çünkü rekabette bir çekişme, bir didişme, itişıp kakışma vardır. Açıktan açığa bir yarış söz konusudur. İçten içe bir husumet ve kıskançlık bulunur. Birinin kaybedip ötekinin kazanması mevcuttur. Oysa rekabet söz konusu değilse böyle bir şey olmaz. Nasıl ki fabrikanın çarkları arasında bir rekabetin olmayacağı düşünülemiyorsa, böyle bir şey olması akla gelmez, mümkün değilse, aile fertleri arasında da bir rekabet yaşanmaması, birbirlerini geriletmemeleri gerekir.

Tahakküm etmezler

Fabrikanın çarkları daha ne yapmazlar: “Birbirinin önüne tekaddüm edip tahakküm etmez…” Birbirlerinin önüne geçerek ona baskı yapmaz. “Yok, ben öne geçe47

MORAL DÜNYASI

Temmuz 2012

Ailede rekabet OLUR mU? Her aile bireyi tıkır tıkır işleyen bir fabrikanın çarkları, randımanlı çalışan bir makinenin parçaları gibidirler. Hiçbir çark diğer çarkla rekabete girişmez, birbirlerini rakip olarak görmez, biri diğerinin rakibi olmazsa; aile fertleri de, yani anne, baba ve çocuklar da bir rekabet içinde olamazlar.

ceğim, yok sen geride kalacaksın” gibi aralarında rakip bir hava esmez. Biri diğerinin üzerinde baskı kurmaz, hakimiyet kurmaya yeltenmez. Çünkü birinin öne geçmesi demek, diğerinin arkada kalması demektir. Oysa arkada kalan bir işe yaramaz, işleyişi durdurur, sonuç çıkmaz. Bir fabrika çarklarının böyle bir şekle girmesi hiç kimsenin aklına gelmez, duysa da inanmaz; çünkü böyle bir şey eşyanın tabiatına aykırıdır, dünyanın ters dönmesidir, her şeyin alt üst olmasıdır. Fabrikanın çarkları üçüncü bir şey daha yapmazlar. O da, “Birbirinin kusurunu görerek tenkit edip, sa’ye şevkini kırıp atâlete uğratmaz.” Fabrika çarklarının aklı mı var ki,

birbirinin kusurunu görsün de tenkit etsin? Üstelik çalışma şevkini/heyecanını kırıp da atıl bırakıp bir kenara atsın? Cansız bir çark için böyle bir şeyi düşünmek mümkün mü? Yani nasıl ki fabrika çarklarından böyle bir şey beklenmez, böyle bir şey yapmaları düşünülmez, böyle bir vaziyete girmezlerse, aile fertleri de birbirlerinin kusurunu görmemeli, birbirini tenkit etmemeli, birbirinin şevkini kırmamalı, atıl/batıl bir hale getirmemeli; böyle bir şey yapmamaları/yapamamaları lazım. Fabrika çarkları nasıl insicamlı/ uyumlu bir sistemin parçaları ise, aile de insicam ve âhenk içinde yaşaması gereken, omuz omuza yürümeleri, yan yana çalışmaları ge-


reken kutsal bir düzenin, hayatî bir beraberliğin canlı unsurlarıdır. Bunun için ne yapmaları, nasıl bir vaziyet içine girmeleri gerekir. Durum açık ve net: “Belki bütün istidatlarıyla birbirinin hareketini umumî maksada tevcih etmek için yardım ederler…” Fabrikanın çarkları bütün özellikleriyle, hangi görevi yapmak için üretilmişlerse o görevi eksiksiz yerine getirmeleri için, bulundukları yere takıldıkları gibi çalışırlar, iş görürler; birbirlerini koruyup kollayarak hareket ederler. Zaten görünen de odur, yapılan da başka bir şey değildir. Çünkü bir üretim için kurulmuşlardır, bir sonuç elde edilmesi için oraya yerleş-

tirilmişler. Hiçbir çark diğer çarka, “Sen küçüksün, senin dişlilerin az veya çok, sen yavaş dönüyorsun, ben hızlı çalışıyorum” gibi bir suçlama içine girmezler. Yaptıkları tek iş vardır. “Umumi maksat” ne ise, nasıl bir ürün elde edilecekse, nasıl bir sonuç çıkarılacaksa, o ürünü eksiksiz, noksansız, hatasız, kusursuz biçimde ortaya koymak durumundadırlar. Çarkın “istidadı” işlerliğidir, yapılış amacına uygun hareketidir, bulunduğu konuma göre davranmasıdır, saat gibi çalışması, tıkır tıkır işlemesidir.

Ailenin gaye-i hilkati

Aile de böyledir ve böyle olması

istenir, böyle görülmesi ve böyle yaşaması beklenir. Ailede yaşayan herkes, tek bir noktaya kilitlenmiştir, tek bir maksada/amaca yönelmiştir, tek bir sonuca doğru gitmektedir; o da kurulan yuvayı ayakta tutmak için hangi görevi üstlenmişse, hangi konumu taşıyorlarsa o görevi en iyi biçimde yerine getirmektir. Baba mıdır? Aileye sahiptir, koruyucudur, eşini ve çocuklarına sevgiyle, şefkatle ve merhametle bağrına basmalıdır. Hariçten gelen muhtemel tehlikelere karşı uyanık olmalıdır, ailenin “umumi maksadı”/gerçek hedefi olan huzuru ve saadeti, düzeni ve uyumu sağlamalıdır. Anne midir? Aile ona emanettir, ona teslimdir, ona yaslanmıştır, onun şefkat kucağında yaşamaktadır. Gözü, gönlü; işi, gücü; hayali ve hedefi bu yuvayı sıcak tutmaktır; kem gözlerden, art niyetlerden korumaktır, kurda kuşa yem etmemek için üzerinde titremelidir, kol kanat gererek üzerlerine abanmalıdır. Çocuk mudur? Ona çoktan görevinin belirlenmesi, öğretilmesi gerekirdi. Sadece her istediği yapılan, her arzusu yerine getirilen, bir dediği iki edilmeyen, evin p re n s i ve p re n s e s i ko n u m u n d a kalmayan canlı bir bireydir. Anne ağacın kökü, bedeni ve dalları ise, çocuk da meyvedir. Bu meyve kendisini çürütmeyecek, böceklerin ve kurtçukların özüne girmesine göz yummayacak; kendini kapıp koyuvermeyecek; esen rüzgara kendini kaptırmayacak, o ağaçta yer almanın farkına varacak, ne amaçla yetiştirilmişse ona göre hareketlerini düzenleyecektir. İhlasın önemli bir düsturunda yer aldığı gibi, “Hakikî bir tesanüd, bir ittifakla gaye-i hilkatlerine yürürler.” Ailede bulunan herkes gerçek ve ideal bir dayanışma içine girmeliler, tam bir ağız ve gönül birliği halinde yaratılış gayelerine doğru mesafe almalılar. Ailede “tesanüd” kadar önemli bir sır yoktur. Buna tek beden, tek vücut, tek yumruk da diyebiliriz. Bedenler ayrı ayrı olsa da, tek görülmeliler, parmaklar gibi küçük büyük olsalar da bir arada durup avuç içinde tek yumruk haline gelmemeliler. Temmuz 2012 MORAL DÜNYASI

48


Artık evlerde misafirlere ne ikram edeceğinizi kara kara düşünmeye son, Organik Kabak şekeri ile misafirlerinize tatlı anlar yaşatın.

SADECE

Moral Dünyası Dergisi ile gelip adresimizden alanlar için,

25

TL

TÜM ÜRÜNlER MEMNuNİYET GARANTİlİDİR. Regl sancıları, İç guatr, Sara, Migren, Şizofreni Havale, Kemik erimesi, Yüksek tansiyon, Karaciğer, Çölyak, MS, Lösemi (Kan kanseri), Habis ur, Astım, Bronşit, Kısırlık, Ruhsal ve Evham gibi aciz kaldığınız konular için bio enerji yaptırın. Bio enerji mutluluğunu siz de yaşayın.

Adres: Rumeli Cd. Efe Sk. No: 2 Gözüm Apt. Kat 1 Daire 1 Osmanbey - ŞİŞlİ / İSTANBul


Artık evlerde misafirlere ne ikram edeceğinizi kara kara düşünmeye son, Organik Kestane şekeri ile misafirlerinize tatlı anlar yaşatın.

SADECE

Moral Dünyası Dergisi ile gelip adresimizden alanlar için,

25

TL

TÜM ÜRÜNlER MEMNuNİYET GARANTİlİDİR. Regl sancıları, İç guatr, Sara, Migren, Şizofreni Havale, Kemik erimesi, Yüksek tansiyon, Karaciğer, Çölyak, MS, Lösemi (Kan kanseri), Habis ur, Astım, Bronşit, Kısırlık, Ruhsal ve Evham gibi aciz kaldığınız konular için bio enerji yaptırın. Bio enerji mutluluğunu siz de yaşayın.

Sipariş Hattı: Tel. : 0 212 247 86 69 (Hafta içi 12.00-18.00 arası) Gsm.: 0 535 041 84 54


Psikoloji

Ömer Baldık

Kalbe gelen kuruntular:

Vesvese

İ

nsanın olgunlaşması için şeytan nasıl lazımsa, onun vesvese ve şüpheleri de öyle lazımdır. Şeytanın kalbe attığı şüphe ve vesveseler, aslında vücuda bağışıklık kazandıran aşı gibidir. Nasıl ki aşıda güçsüz mikroplar kana zerk edilerek vücudun savunma mekanizmaları harekete geçirilir, aynı şekilde kalbe gelen şüphe ve vesveseler de kalpteki imanı sınayarak onu güçlendirir. Nitekim, Al-i İmran Suresi’nin 154. ayetinde “Allah gönüllerinizde bulunan şeyi denemek ister” ifadesi bu manaya işaret eder. Denenmeyen şeyin güçlendirilmesi mümkün olamayacağı gibi, güçlü olduğu da anlaşılamaz. Ama eğer kişinin bağışıklık sistemi 51

MORAL DÜNYASI

Temmuz 2012

Yaptığınız ibadetlerin kabul olmadığını düşünüyor ve kendinizi sıkıntıya mı sokuyorsunuz? O zaman şeytan size “vesvese” veriyor demektir. Ancak vesvese çok endişe edilecek ve korkulacak bir şey değildir. Ama bunun için de vesvesenin mahiyetini bilmek gerekir. Nedir o zaman vesvese? çok zayıfsa —aşırı hassas evhamlı bir kişiliğe sahipse— o zaman şüphe ve vesvese gibi aslında tesir bakımından zayıf olan virüsler kişiyi hasta edebilir. Vesvesenin takıntı haline gelerek ruhsal dengesini bozduğu kişiler böyle kimselerdir.

Fakat normalde şüphe ve vesvese zayıf etkenlerdir. Öyle olmasaydı, Peygamber Efendimiz “Şeytanın hilesini vesveseye dönüştüren Allah’a hamd olsun” buyurmazdı! (Müslim, İman: 209) Bu ilginç ifade, Allah’ın mü’min kulunun kalbine koyduğu imanı


kolayca yerinden edecek bir şeytanî hileye izin vermediğini gösterir. Bu mana, ayetle de sabittir: “Muhakkak şeytanın hilesi zayıftır.” (Nisa, 76) Ayrıca kalbe şeytan vesvese verdiği gibi, melekler de ilham ederler. Meleklerin ilhamı, şeytanın vesvese ve şüphelerini dengeleyici bir işlev görür. Fakat son tahlilde her ikisi de insanın iradesi üzerinde hüküm koyucu bir kuvvete sahip değildir.

Vesvese kimlerde sıkıntı oluşturur?

H e r ş e yd e n ö n c e ve sve s e , m ü ’ m i n l e - rin kalbine üflenir. Öyleyse vesvese dediğimiz rahatsızlık mü’minlerin başına gelen bir şeydir. Zaten şeytanın kendi yolunda olan birini şüphe ve kuruntuya düşürmeye ihtiyacı yoktur. Vesveseli mü’minlerde en temelde dikkat çeken özellik, hassas ve mükemmeliyetçi bir kişilik yapısına sahip olmalarıdır. Ruhsat-azimet diye bilinen dengede, bu kişiler hemen hemen daima azimet yönünde ter-

cihlerini kullanırlar. Yani, her türlü dinî uygulama ve ibadetlerde en iyisini, en kusursuzunu yapma eğilimi gösterirler. Abdest alıyorlarsa, yıkadıkları uzuvlarda toplu iğne başı kadar bir yer bile kuru kalmamalıdır. Namaz kılıyorlarsa, en küçük bir hataya düşmemeli, rekâtları tam ve doğru olarak kılmalıdırlar. Eğer hatalı kılarlarsa, bu tip kişileri son rekâttaki sehiv secdesi bile kesmez. Mutlaka yeni baştan kılmayı tercih ederler. Bütün bu eğilimlerin arkasında, vesveseli mü’minlerin kendi fıtratlarını zorlayarak melekleşme çabasına girişmeleri yatar. Hatadan kusurdan bütünüyle arınmış bir mü’min olma hassasiyeti taşımaları nedeniyle şeytanın vesveseleri bu kişilerde büyük rahatsızlıklara sebep olur. Buradan da anlaşılmaktadır ki, vesvese imanın varlığından ve dinî hassasiyetten ileri gelse de, kişinin din kavrayışında bir dengesizlik (aşırılık) bulunduğunu ele verir. Dinin vasat üzerine yaptığı vurgu es geçilmektedir. Temmuz 2012 MORAL DÜNYASI

52


Psikoloji

Ayrıca bu kişiler insan fıtratı ve çalışma biçimi hakkında da yeterli bilgiye sahip değillerdir. Ve tam da bu nedenle, inandıkları “itikat” ile sahip oldukları “fıtrat” arasında ciddi bir uyuşmazlık ve gerilim yaşamaktadırlar.

Mutezile örneği

Bir örnek vermek gerekirse, felsefenin akılcılık (rasyonalizm) akımının etkisinde kalan Mutezile mezhebi, zorlayıcı bir itikat örneği olarak, dinî ibadetlerin sıhhatini “nefsü’l-emirde geçerli olma” şartına bağlar. Yani, eğer bir mü’min namazda dört rekât kıldığını zannederek üç rekât kılmışsa, nefsü’l-emirde üç rekat kıldığı için o namazı —ilahî planda kabul olunsa dahi— hakikat-i halde sahih değildir. Halbuki vasatı esas tutan ehl-i sünnet mezheplerinde ibadetlerin sahih olmasından çok, kabul olunması önemlidir. Yani, nefsü’l-emir şartı değil Allah’ın kabul şartı esastır. Eğer kişi dört rekât kıldığını düşünüyorsa, üç rekât kılmış olsa bile, namazı kabul olunabilir. Veyahut, abdestinin bozulduğuna dair hafızasında bir kayıt yoksa, abdestli sayılır ve namaza durabilir. Dış âlemdeki gerçekliğe değil kişinin zihnindeki gerçekliğe (olgu) itibar eden ve daha da önemlisi kabul veya red işini —dış gerçeklikte düşünülen birtakım maddî kriterler yerine— Allah’ın iradesine teslim eden bu yaklaşımın çıkış noktası, şu ayetlerdir: “Biz Kur’an’ı sana zahmet çekesin diye indirmedik” (Taha, 2); “Allah size kolaylık diler; zorluk dilemez” (Bakara, 53

MORAL DÜNYASI

Temmuz 2012

185); “Allah hiç kimseye gücünün yettiğinden fazlasını yüklemez” (Bakara, 286) . Peygamber Efendimiz de (a.s.m.) aşağıdaki hadisle bu ayetleri şu şekilde tefsir eder: “Bu din kolaylıktır. Hiç kimse kaldıramayacağı mükellefiyetlerin altına girerek dini geçmeye çalışmasın; (insan ne yaparsa yapsın yine de mutlaka bir kısım eksik ve kusurları vardır ve) galibiyet dinde kalır.” (Buharî, İman: 29) Bu hadis ve önceki ayetlerin çizdiği çerçeveden bakılırsa, bir mü’minin yaptığı ibadetin nefsü’l-emirdeki karşılığını bilme çabasına girmesi ve yaptığı ibadetlerin tam ve kusursuz olması iddiasına kapılması, kaldıramayacağı bir mükellefiyetin altına girmiş olması anlamına gelir. Çünkü hiç kimse, kendi algı mekanizmalarının dışına çıkarak, nefsü’l-emre dair bir hüküm veremez. Bir şeyin nefsü’l-emirde tam olarak neye denk geldiğini ve nasıl bir hükme bağlandığını kendi dışına çıkıp tespit edemez. Dolayısıyla böyle bir durumda kadere rıza gösteren bir mü’mine düşen şey, ancak ibadetlerinin —hatalarıyla kusurlarıyla— kabul olmasını Allah’tan dilemesidir. Daha fazlası değil! Ne var ki Mutezile’nin yanlış itikadî yaklaşımını benimseyen ve aslında bu yüzden vesveseye müptela olan kişiler, nefsü’l-emre dair hüküm vermek gibi boylarından büyük bir işe kalkıştıklarının farkında değillerdir. Üstelik bu tavırlarının —yakından incelenirse— Allah’a karşı müstağnilik (“Ben namazımı doğru kıldım,


kabul olunmak zorunda!”) gibi bir sapkın eğilim için anlamlı olabileceği de görülecektir. Eğer böyle bir netlik ve standartlaştırma arayışı söz konusu değilse, nefsü’l-emir üzerinde bu kadar ısrarla durmanın bir manası yoktur. Ayrıca, hata ve kusuru bitirmeyi hedef gösteren böyle bir yaklaşım ilahî merhamete sığınma, af dileme ve istiğfarda bulunma gibi dinin en temel ubudiyet hallerini devre dışı bırakmayacak mıdır? Dua ve niyazı boşa çıkarmayacak mıdır? Oysa dinin özü abdin acziyetini bilmesi, kusurlarının farkında olması, ne yaparsa yapsın mutlaka eksik ve kusur izi taşıyacağını kavraması ve bunlar için Allah’tan af ve mağfiret dilemesidir. Bunları yapmayacaksa, nasıl bir ubudiyetten söz edilebilir? Dolayısıyla, vesvese hastalığının kökeninde yanlış (aşırı) itikat ve insan fıtratına dair yanlış ya da eksik kavrayış yatmaktadır. İkisi birleştiğinde, şeytanın vesveselerinin vücudî bir mahiyete bürünüp ruhî dengeyi alt üst etmesi kaçınılmaz olmaktadır. Çünkü dini azimet anlayışı çerçevesinde en üst limitlerinde kavrayıp o şekilde uygulama cehdine düşen bir mü’mine şeytanın “Namazın olmadı!” “Abdestin tam olmadı!” şeklinde verdiği vesveseler, o mü’minin kalbinde deprem etkisi meydana getirir. Derin bir suçluluk duygusu oluşturur. Vasat ve ruhsat yaklaşımına da sahip olunmadığı için gelinen noktada kişi kendini düşkün bir mü’min olarak telakki etmeye başlar.

Vesveseyle nasıl baş edilir?

Vesveseyle baş etmenin birinci şartı iyiliğin ve kötülüğün, güzelliğin ve çirkinliğin kaynağının eşyanın zatında yatmadığını, Allah’ın emrine tabi olduğunu bilmektir. O’nun iyi ve güzel dediği iyi ve güzel, kötü ve çirkin dediği kötü ve çirkindir! Mutezile, kötülüğü ve çirkinliği Allah’a vermemek için böyle bir yaklaşım benimsemiştir, ama görüldüğü gibi, kaş yapayım derken itikadî bakımdan göz çıkarmıştır. Müslümanları ruhsat yerine azimeti uygulamaya zorlayan bir yaklaşıma kapı aralamıştır. O nedenle, özellikle ibadetleri ve duaları konusunda kalbine şüphe ve

kuruntu ilişen kimseler, kendilerine “Sahih oldu mu?” sorusu yerine, “Kabul oldu mu?” sorusunu sormalıdırlar. Ve Allah’ın merhametiyle — kasten yapmadıktan sonra— eksik ve kusurlu olan ibadetleri de kabul edeceğine inanmalıdırlar. Böyle inanırlarsa, ibadetin sahihliği konusunda aşırı endişeye kapılmak yerine, ahirette belli olacak olan kabule dair ümitli bir beklenti içine gireceklerdir. İkincisi, her Müslüman kendi fıtratı, ruhî yapısı, akıl, kalp ve haya-

Vesveseli mü’minlerde en temelde dikkat çeken özellik, hassas ve mükemmeliyetçi bir kişilik yapısına sahip olmalarıdır. Ruhsat-azimet diye bilinen dengede, bu kişiler hemen hemen daima azimet yönünde tercihlerini kullanırlar. Yani, her türlü dinî uygulama ve ibadetlerde en iyisini, en kusursuzunu yapma eğilimi gösterirler.

linin çalışma biçimi hakkında asgari birtakım bilgilere sahip olmalıdır. Bunlar içinde özellikle şeytanın şüphe ve vesveselerinin doğrudan kalp içindeki imana temas etmediğini, kalbin de içinde bulunduğu “sadr” denilen bölüme geldiğini bilmek gerekir. Hakim et-Tirmizî, bu sadr ile kalbin ilişkisini göze benzetmektedir. Sadr gözün beyaz kısmı, kalp gözün karası gibidir. Dışarıdan gelen toz ve çöpler gözün beyazını (sadrı) etkiler, orada kızarıklığa yol açar, ama gözün karasını (kalbi) etkilemez, göz görmeye devam eder. Çünkü kalp Allah’a iman nurunun bulunduğu yerdir. Ve iman bütündür, parçalanamaz. İman çıkarsa, kalpten ya tamamen çıkar ya da çıkmaz. Dolayısıyla, vesveseyle inancına halel geldiği kaygısına düşen bir mü’min, bizatihi bu kaygının kalbinde imanın hâlâ mevcut olduğunu gösterdiğini düşünmelidir. Ancak vesvese ve kuruntular — bunlar şeytan tarafından olabileceği gibi, nefis tarafından da olabilir— sadr denilen bölümde uzun süre tutulur da, o mü’min Allah’a sığınarak sadrını hak ve hakikatle doldurmak suretiyle batılı sadrından def etmezse, oraya yerleşen vesvese virüsleri imana zarar verebilir. O nedenle, sadrının (göğsünün) daraldığını hisseden bir mü’min, derhal bunun farkına vararak, nefsinin veya şeytanın hücumuna uğradığını düşünmeli ve “Allah’ı anmak suretiyle” sadrını genişletmeli ve kalbini yeniden mutmain bir hale getirmelidir. Sadrda özellikle kin, öfke, haset, dünyevî kaygılar, rızık kaygıları ve vesvesede olduğu gibi aşırı dinî kaygılar tutmamaya özen göstermek gerekir. Eğer sadr bu şekilde temiz tutulursa ve daralmasına müsaade edilmezse, ne vesvesenin ne de başka şeylerin kişide rahatsızlık oluşturması söz konusu olmayacaktır. Not: Vesvese konusunda kişinin kendi “irade alanı”nı da iyi tahlil etmesi gerekir. Özellikle hayalde gerçekleşen tasavvurların (kötü çirkin görüntülerin) irade dışı olduğu, tasdik anlamına gelmediği de vesvesenin rehabilite edilmesinde son derece önemlidir. Temmuz 2012 MORAL DÜNYASI

54


Sağlık

Yusuf Levent

B

irisi size, midemizin ikinci beynimiz olduğunu, geçirdiğimiz tüm hastalıkları etkilediğini, hatta verdiğimiz kararları bile etkilediğini söylese ne yapardınız? Doğal ürün üretimi ve satımı yapan Hekimzade firmasının sahibi Dr. Muammer Yıldız, işte bunu söylüyor. Dr. Yıldız’ın verdiği bilgilere göre ABD’deki Columbia Üniversitesi’nden Hücre Bilimi Profesörü Michael Gershon’un 50 yıllık çalışmalarının sonucunda yaptığı açıklamalarına göre, midemiz beyin gibi çalışıyor, kesinlikle ondan emir almıyor, midedeki beyin kafamızdakinden bağımsız çalışan bir organ, yani ikinci beyin! Yediklerimiz aldığımız hayati kararları bile etkiliyor. Örneğin ağır, karışık ve yağlı bir yemek sonrasında ciddi toplantılar, anlaşmalar yapılmamalı, önemli kararlar verilmemeli. Dr. Gershon’un çalışmalarının 100 milyon nöronun dizildiği ve bağırsakların yönetim merkezini oluşturan nöronlar olan Enterik Sinir Sistemi’nin kendi kendine çalıştığını gösterdiğini ifade eden Dr. Yıldız, şunları söylüyor: “Yemeği midedeki beyin hareket ettirip bağırsağa gönderiyor. Mideden beyne giden sinyaller mutluluk, stres, anı, hafıza, hatta karar verme mekanizmalarını etkiliyor. Dr. Gershon, midede tamir edilen düşünce bozukluğu ile gelecekte oluşabilecek büyük depresyonların önlenebileceğini belirtiyor. Otizm bile midedeki düzensizliklerle bağlantılı. Bazı araştırmalar glütensiz ve süt proteini taşımayan besinlerin otizm semptomlarını azalttığını gösteriyor. Otizmli hastalara ekmek, süt ve süt ürünleri yedirmemenin daha iyi olacağı iddia ediliyor.” Bağırsaklarımızdaki bakterilerin de farkında olmadığımız kadar hayatlarımızı kontrol ettiklerini kaydeden Dr. Yıldız, sözlerini şöyle sürdürüyor: “Nature dergisinde yayınlanan son buluşlar, bağırsak bakterileri ve farelerdeki multipl skleroz arasında bir bağlantı olduğunu açıklamakta. Ayrıca araştırmalarda, bağırsak bakterileri ile obezite, depresyon ve daha da fazla başka rahatsızlıklar arasındaki ilişki incelenmektedir. İnsan hakkında yapılan çalışmalarda, bağırsaklarımızdaki bakterinin rolü yediklerimizi sindirmenin çok daha ötesinde olduğunun ipuçlarını vermektedir.”

Mide ve beyin ilişkisi

University of California LA (UCLA) “Sinir Bilimleri Direktörü” Emeran Mayer, “Sinir sistemi midede başlar. Bağırsak solucanlarının ilkel beynini oluşturan yapı ve bir memelinin beyni benzer sinir devrelerinden oluşur” diyor. Zamanla evrim geçirmiş bu devreler, insandaki merkezî sinir sisteminin içine dahil olduğundan mide, hayatî bilgiler taşıyor. Beslenme Uzmanı Giovanni Cizza ise yemeklerin duyguları etkilediğini belirterek, “Geleneksel bilgiler, çikolata, tatlı, peynir gibi yiyecekleri yeme isteğinin altındaki nedenin psikolojik olduğunu söyler. Mesela annenin pişirdiği kek kokusu hafızada yer eder” diyor. Cizza, gönüllüler üzerinde yapılan bir araştırmaya vurgu yaparak, “Baygınken, yani ne yediğini bilmediği anda verilen aşırı yağlı gıdaların bile kişinin 55

MORAL DÜNYASI

Temmuz 2012

Dr. muammer yıldız:

mide, inSanIn ikinCi ” beYnidiR “

“Midemiz beyin gibi çalışıyor, kesinlikle ondan emir almıyor, midedeki beyin kafamızdakinden bağımsız çalışan bir organ, yani ikinci beyin! Yediklerimiz aldığımız hayati kararları bile etkiliyor. Örneğin ağır, karışık ve yağlı bir yemek sonrasında ciddi toplantılar, anlaşmalar yapılmamalı, önemli kararlar verilmemeli.” stresli uyanmasına neden olduğu görüldü” diyor. Aşırı stresli fareler de doğrudan yağlı ve enerji veren yemeklere yönelmiş.


Mide ile beyin arasında nörohormonlar dışında çalışanlar, yaklaşık 100 trilyon bakteri! Bu bakteriler bağırsakta yediklerimizi sindirmekten başka bizimle birlikte evrim geçiriyor, ortak yaşamaya devam ediyorlar. Bu faydalı mikroorganizmalar aynı zamanda yedek DNA gibi çalışıyor. Kanadalı sinir uzmanı Jane Foster’ın açıklamaları ilginç: “Bu mide canlıları beslenme biçimimizle genetik kodlamamız arasındaki bir geçiş yolu gibi. Genetik, kişinin hangi gıdalara yatkın olduğunu belirler. Bu canlılar, o yatkınlığı bile değiştirebilirler.” Yani mide bakterileriyle beynin iletişimi doğuşta başlıyor ve devam ediyor. Bu da bize bağırsak bakterileri doğru yönlendirildiği takdirde, strese bağlı davranış bozukluğundan boşaltım sorununa kadar her şeye çözüm bulunabileceğini gösteriyor, örneğin ülsere, kabızlığa, obeziteye… Böylece yeni tedavi yöntemleri geliştirilecek ancak bunun için de kendi bakterilerimizi iyi tanımalıyız. Geleceğin tıbbı ve en doğru beslenme yöntemi kişiye özel beslenme yöntemidir.

Temiz ve helal gıda

Son zamanlarda en çok satan ve sadece sağlığı korumak için değil, hastaların tedavi amaçlı bile kullandıkları kişiye özel beslenmeyi anlatan “Can Boğazdan Çıkar” kitabı ile iyileşen, rahatlayan, yaşam kalitesi artan yüzlerce hasta tanıdığını söyleyen Dr. Muammer Yıldız, şu bilgileri veriyor: “Kişi nasıl beslenirse ona alışıp hep onu yemeye başlıyor. Fransız uzman Wim De Neys, mideden yayılan sinyallerin kararlarımıza etkilerinin bilimsel olarak kanıtlanmaya başladığını ancak midenin isimden kaybettiğini açıklıyor. Bu yüzden ‘beyin önemli, mide öyle bir organ’ algısını yıkmak lazım. Beslenirken hatta çok basit saydığımız atıştırırken bile bir kez daha düşünmeliyiz. Yoğun acılı ve yağlı yemek mideye indiği anda beynin duyguları ölçen kısmı harekete geçer. Bu da depresyona neden olur. Bu yüzden Doğu ve Güneydoğulular daha sinirli ve gergindir. Akdenizliler daha mülayim çünkü sağlıklı besleniyorlar. Konyalıların yavaş hareket etmesi

Midemiz beyin gibi çalışıyor, kesinlikle ondan emir almıyor, midedeki beyin kafamızdakinden bağımsız çalışan bir organ, yani ikinci beyin! Yediklerimiz aldığımız hayati kararları bile etkiliyor.

ise çok fazla unlu gıda tüketmelerinden kaynaklanıyor. Tabii beslenmenin insan üzerindeki etkisine vurgu yaparken iklimi de unutmamak gerekir. Mide ve bağırsak beyinden daha karmaşık sinir aksına; ghrelin, putrisin, seratonin gibi onlarca lokal salınıma sahip. Depresyonun oluşumunda yeri olan seratoninin sadece yüzde 5’i beyinde salgılanıyor. Kalanı mide ve bağırsaklardan sentezleniyor. Mutlu, huzurlu olmak

için doğru beslenmek şart. Bunlar bilimsel olarak ispatlanırken aslında bu çalışmaların tamamı, temiz ve helal gıdaya direkt vurgu yapıyor. Kur’an’da ’Ey insanlar, yeryüzünde olanların helal ve temizlerinden yiyin. Şeytanın adımlarını izlemeyin; çünkü o sizin apaçık düşmanınızdır‘ buyuruluyor (Bakara, 168). Bu ayetle helal olmayan yediklerimizin bizim doğrudan saparak şeytanın yoluna tabi olmamıza sebep olacağı apaçık belirtiliyor.”

Temmuz 2012 MORAL DÜNYASI

56


Hikaye

Fatma Beyza Tütüncüoğlu

Renkli YÜn YUmaklaRI Yüncünün en üst rafındaki rengârenk yumaklar sıcaktan bunalmışlardı. - Çok sıkıştım burada, dedi yeşil yumak. Hey kırmızı, biraz çekil de rahatlayayım. - Gidecek yer yok ki! Ben de en az senin kadar terledim. Of of! - Dükkân sahibi yaz gelince bizi buraya tıkıştırdı, dedi sarı yumak. - Şu kış mevsimi gelse de insanlar yün almaya başlasalar, dedi beyaz yün. - Belki o zamana kadar birileri gelip bizi alır, dedi pembe. O zaman burada tıkılıp kalmaktan kurtuluruz. - Peh! Kim bu sıcak mevsimde yün almak ister ki, dedi siyah. Her zamanki gibi hayal kuruyorsunuz. - Hey hey dikkat edin, dedi mavi. Düşmek üzereyim. O sırada kırmızı hapşırdı. - Ha ha hapşuuuuuuuuuuuuuu! Mavi yün yere düşüverdi. Yumuşacık olduğundan bir şey olmadı. Zaten dükkân sahibi düştüğünü fark etti. Hemen rafa kaldırdı. - İyi misin mavi yumak, diye sordu kırmızı. - İyiyim merak etmeyin. Yumuşacık olduğumuzu unuttunuz mu? Hem biraz nefes aldım fena mı? Gülüştüler birlikte. - Hadi hayal kuralım, dedi yeşil yumak. 57

MORAL DÜNYASI

Temmuz 2012


- Neden olmasın, dediler hep birlikte. Harika bir fikir bu! - Ne olmayı hayal ediyorsunuz söyleyin bakalım. - Ben küçük kız çocuğunun battaniyesi olmak isterdim, dedi pembe yün yumağı. Böylece mis gibi bebek kokarım. Buraya gelip giden bebekleri görüyorum da! Ne tatlı şeyler onlar öyle. - Ben de bir erkek çocuğuna atkı ve başlık olmak isterim, dedi mavi yün yumağı. Böylece kışın üşümez ve hasta olmaz. Ben de onunla birlikte gezerim. Yeni yerler görürüm. - Ben de bir hediye olmak isterim dedi sarı yün yumağı. Biri benden kazak yapsın ve ihtiyacı olan birine hediye etsin. O da her giydiğinde örene dua etsin. Soğuk kış günlerinde sıcacık tutayım onu. - Benden güzel bir şal olabilir, dedi kırmızı. Şöyle püsküllü güzel bir çocuk şalı. Çocuğun sırtı üşümesin, görenler de pek sevsin. Belki de lacivertle karıştırıp bir erkek çocuğuna hırka yaparlar benden. Ha sahi nerede lacivert? Hiç sesi çıkmıyor? - Burada, dedi siyah yün yumağı. Uyuyor bakın! - Hey lacivert hadi uyan! Lacivert uyumaya devam etti. - Benim hayalim, bir büyükannenin sırtına şal olmak, dedi siyah. Ya da beni dizlerine örtebilir. Çünkü onlar hem sırtlarını, hem de dizlerini sıcak tutmak isterler. Hem evde, hem de dışarıya çıkarken yanlarına alırlar. Böylece ben de sıkılmam. Mavi yün yumağı gibi gezer dururum. Onlar böyle konuşurlarken, dükkâna bir tonton bir dede ile nine girdi. Raftaki bütün yünleri aldılar. - Gidiyoruz galiba, dedi kırmızı yün yumağı. Hem de hepimiz aynı eve gidiyoruz.

- Evet, dedi yeşil. Hayallerimiz gerçek oluyor arkadaşlar. Dükkân sahibi yaz mevsimi olduğundan ucuza sattı yünleri. Bu işten hem yünler, hem tonton dede ile nine karlı çıkmıştı. Tonton nine bu yünlerden ne mi yaptı? Kendine rengârenk bir şal ördü. Bu yünlerin bile hayal edemediği harika bir fikirdi. Teyzecik duymadı ama ona çok teşekkür ettiler. Böylece rengârenk yünlerin dostluğu yıllar boyu devam edebilecekti. Temmuz 2012 MORAL DÜNYASI

58


Güncel

Kerem Altındağ

1’DEN 100’E Temmuz 2012

Sayı: 100

M

erhaba... Bu kaçıncı ‘taze başlangıç’ bilmiyorum. Kaç kere ‘ilk’ ve ‘son yazı’ yazdığımı da hatırlamıyorum. Bildiğim şu ki, ilk yazı ile son yazılar genelde çok zor yazılan yazılardır. İlk yazıda buluşmanın heyecanı, son yazıda ise ayrılığın acısı var. ‘Vuslat’ da ‘firak’ da yamandır. Boşuna mı ‘vuslat’ ve ‘firak’ edebiyatımızın en çok kullanılan kelimeleri olmuşlardır. Sakın ‘Bu kaçıncı taze başlangıç bilmiyorum’ şeklindeki girişime bakıp pekçok dergi batırdığımı zannetmeyin. Sadece çok çeşitli dergi ve gazetelerde yazdığımı anlatmak istedim, o kadar... Eski abonelerimiz hatırlayacak: Nesil gazetemizin temmuz sayısında ‘Moral dergimizde buluşmak dileğiyle’ vedalaşmıştık. İşte o an geldi. Şu an buluşma anı... 59

MORAL DÜNYASI

Temmuz 2012

Tekrar merhaba...” Yukarıdaki satırlar bundan tam 14 yıl önce 1998 yılının Ocak ayında birinci sayısıyla yayın hayatına başlayan Moral Dünyası dergisinin Genel Yayın Yönetmeni Yavuz Bahadıroğlu’na ait. Bahadıroğlu’nun yazısından da anlaşılacağı üzere Nesil gazetesinin devamı olarak yayın hayatına atılan Moral Dünyası dergisi elinizdeki bu dergiyle 100. sayısına ulaştı. Dile kolay, 100 sayı... Ama bir de onu dergiye emek verenlere sormak lazım. Akıtılan terleri, zihin fırtınalarını, yayın kurulu toplantılarını, editörün yazıları toplama aşamasında çektiği sancıları, derginin mizanpajı esnasındaki göz nuru emekleri, basımı sırasında gösterilen gayretleri ve dergiyi okuyucuya ulaştırınca yüzlerdeki tebessümü... Tüm bunlar 14 yıl içinde yüz kere tekrarlandı... Hem de her gün ve her ay...

SAYI 100 - TEMMUZ 2012

SAYI 1 - OCAK 1998

1998 yılında yayın hayatına başlayan Moral Dünyası dergisi bugün 100. sayısına ulaştı. Dergisine gönül vermiş okurlarıyla her geçen gün büyüyen Moral Dünyası, 14 yıl önce çıktığı yolculuğa ilk günkü aşk ve şevkle devam ediyor. İlk çıktığında üç aylık olarak yayın hayatına başlayan Moral Dünyası dergisinde kimlerin emeği yok ki? İlk derginin künyesinde yer alan isimler şöyle: Mehmet Emin Birinci, Yavuz Bahadıroğlu, Aslan Ünlü, İbrahim Ethem Deveci, Said Taktak, İhsan Atasoy, Ömer Faruk Paksu, Erdal Cesar, Şeref Birinci, Gültekin Alihocagil. Geçen sürede Mehmet Emin Birinci Hakk’ın rahmetine kavuşurken diğer isimlerin bir kısmı Nesil Şirketler Grubu’nun değişik birimlerinde, bir kısmı da farklı yerlerde çalışmalarına ve hizmetlerine devam ediyorlar. 100. sayı geldiğimizde son kadro olarak; İbrahim Yaşar, İsmail Tongar, Ekrem Altıntepe, Eray Hacıosmanoğlu, Tayyip Akar, Erdem Şahin, Furkan Sarıgül, Fikret Çakır, Ahmet Akar yer alıyor. Moral Dünyası dergisinin yazı


SAYI 26 - OCAK, ŞUBAT, MART 2005

3 AYLIKTAN AYLIK YAYINA GEÇİŞTEKİ İLK KAPAK

kurulu heyetinde ise Türkiye’nin önde gelen yazar ve fikir adamları yer alıyor. Derginin ilk sayısında yazı kurulu heyeti; Niyazi Birinci, Mehmet Paksu, Safa Mürsel, Cemal Uşşak, Mustafa Çalışan, Kenan Demirtaş, İbrahim Ethem Deveci, İhsan Atasoy, Ömer Faruk Paksu, Dursun Ali Erzincanlı, Muhsin Bay, Bilal Şaner ve Abdullah Arıdoru’dan oluşurken 100. Sayının yayın kurulu heyeti şu isimlerden oluşuyor: Haluk İmamoğlu, Metin Karabaşoğlu, İhsan Atasoy, Safa Mürsel, Mehmet Paksu, Kenan Demirtaş, Cemil Tokpınar, Haşim Gayberi, Erdal Cesar, Abdullah Arıdoru, Ali Erdoğan, Fethi Çağıl ve Ömer Faruk Paksu.

SAYI 26 - EKİM, KASIM, ARALIK 2005

İlk sayı ile 100. sayıdaki isimler değişmiş ve yeni ilaveler olmuş olsa da değişmeyen tek şey ilk günkü heyecan, aşk, gayret... Beş yüz abone ile başlayan yolculukta şu an sekiz binin üzerinde aboneye ulaşılmış durumda...

Üç aylıktan aylığa

İlk çıkmaya başladığı 1998 yılında üç aylık periyotlarla yayınlanmaya başlayan Moral Dünyası dergisinin 2007 yılına gelinceye kadar 33 sayısı üç aylık olarak yayınlanır. Dokuz yıl lık süreçte dergiyi editör olarak Ömer Faruk Paksu, Tayyip Karakaya, Abdullah Arıdoru, N. Kağan Çetin, İsmail Fatih Ceylan, Ayhan Yıldırım, Ersen Sarı, Salih Sayılgan yayına hazırlar. 2005 yılında Moral Medya bünyesine geçen ve Abdullah Arıdoru ile İsmail Tongar’ın yönetiminde hazırlanan dergi 2007 yılının Ocak ayındaki 34. sayı ile aylık periyotlarla yayınlanmaya devam eder. 2007 yılında editörlüğü Zeynep Sevde Paksu, sanat yönetmenliği ise Eray Hacıosmanoğlu tarafından yapılan dergi, 2008 yılından itibaren Ekrem Altıntepe editörlüğünde hazırlanmaya devam ediyor.

Yazarlar

SAYI 34 - OCAK 2007

14 yıldır yayın hayatını sürdüren Moral Dünyası dergisinde Türkiye’nin önde gelen yüzlerce yazarın yazı, makale ve röportajları yayınlandı. Bu isimler arasında ilk akla gelenler şunlar: Yavuz Bahadıroğlu, Temmuz 2012 MORAL DÜNYASI

60


Kapak Dosyası Mehmet Paksu, Ahmet Şahin, Cemil Tokpınar, Safa Mürsel, Kenan Demirtaş, Pedagog Adem Güneş, Talha Uğurluel, Vehbi Vakkasoğlu, Prof. Dr. Nevzat Tarhan, İhsan Atasoy, Ali Erkan Kavaklı, Ömer Faruk Paksu, Fatma Beyza Tütüncüoğlu, Zahide Ülkü Bakiler, Abdullah Arıdoru, Doç. Dr. Sefa Saygılı, Dr. Senai Demirci, Dr. Veli Sırım, Metin Karabaşoğlu, İsmail Tongar, Sibel Eraslan, Prof. Dr. Mehmet Emin Ay, Prof. Dr. Mümtaz’er Türköne, Ümit Şimşek, Haluk İmamoğlu, Dilek Çakıroğlu, Gülay Atasoy, Fatma Şahin, Taha Akyol, Mehmet Altan, Ahmet Turan Alkan, Kemal Sayar, Ahmet Taşgetiren, Nuh Gönültaş, Nazife Şişman, Mustafa İslamoğlu, Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş...

Konular

Moral Dünyası dergisinin kapak konusu olarak işlediği bazı konular ise şöyle: “Kent Dindarlığı”, “Anadolu Pedagojisi”, “Çocuğunuzun İsmi Karakte-

rini Belirler mi?”, “Düğünlerimiz Nasıl Olmalı?”, “Günümüz İmamları Nasıl Olmalı?”, “Mevlana ve Bediüzzaman”, “Musibetler Ne Söyler?”, “Cevşen, Ramazan ve Çocuk Terbiyesi”, “Ev Hanımı Ne İş Yapar?”, “Dünyevileşme Tehlikesi”, “Baba,Eve Dön”, “Dostluğun Gereklerini Yerine Getiriyor muyuz?”, “Müslüman’ın Tatil Anlayışı”, “Katılım Bankaları”, “Çocuğunuzla Tanışıyor musunuz?”, “Görgü Kuralları Hayatımızın Neresinde?”, “Zekâtın Zekâtı Verilse Yoksul Kalmayacak”... Derginin iç sayfalarında yer verilen ve büyük ilgi gören bazı dosyalar ise şunlar: “Hafızanızı Daha Verimli Nasıl Kul lanabilirsiniz?”, “Nazardan Nasıl Korunulur?”, “Çocukları Ev Kazalarına Karşı Korumanın Yol ları”, “Elektrik Faturam Kabardı, Nasıl Tasarruf Yapabilirim?”, “Yaz Aylarında Kalp Krizine Dikkat”, “Halı Seçiminde Nelere Dikkat Etmeli?”, “Mutfağınızı Nasıl Daha Kullanışlı Hale Getirebilir-

siniz?”, “ÖSS’de Başarılı Olmanın Püf Noktaları”, “Vefa Bekleyen Mekan: Şekerci Han”, “Eviniz ile İşyeriniz Arası Ne Kadar?”, “Bayat Ekmeklerle Nefis Yemekler”, “Camiler Niçin Kadınlara Göre Düzenlenmiyor?”, “T V Dizileri Toplum Ahlakımızın Neresinde?”, “Gençler İçin Görgü Kuralları”, “Said Nursi, Şeyh Said, Said Mol la’yı Birbirine Karıştıran Cehalet”, “Anne, Babalar! Kardeş Kıskançlığının Nedeni Sizsiniz”, “Hz. İsa M.Ö. 300’de Doğmuş”, “Gençler Niçin Evlen(e)miyor?”, “Cep Telefonunun da Bir Adabı Olmalı”, “Teknoloji Nasıl Sevap Kazandırır?”, “Ömür Boyu Bitmeyen Mesai: Ev Hanımlığı”... Yola çıktığı 1998 yılından itibaren okuyucusunun desteği ile her geçen gün büyüyerek yoluna devam eden Moral Dünyası dergisi 14. yılında ulaştığı 100. sayısını yine okuyucusunun desteği ile daha yukarılara götürerek yayın hayatına devam ediyor...

“Moral Dünyası, yeri doldurulamaz bir dergi” Moral Dünyası, ilk önce Nesil adıyla yayınlanıyordu. Bir nevi iç eğitim organı olarak düşünülmüştü zamanında. Sonrasında radyo kuruldu ve radyonun ilgi görmesi bizi yazılı versiyonuna yöneltti. Moral, milli ve manevi değerlerin öne çıkarılması anlamında kullanılan bir yabancı kelime aslında ama yerlileşmiş bir yabancı kelime. Derginin muhtevası zamanla giderek zenginleşti. Yeni bir muhteva, yeni bir mizanpaj, görselliği ve kağıdı da zenginleştirilerek, kapağı da zenginleştirilerek Türkiye’nin gerçekten ihtiyacı olduğunu düşündüğüm ve alanında tek olduğunu düşündüğüm bir dergiye dönüştü. Aslında dergi kelimesini sevmiyorum. Bu bir mecmuadır. Bizim Moral Dünyası dergisi dediğimiz çalışma aslında bir mecmuadır. Rahmetli Cemil Meriç “Gazete günün şahidi, mecmua hür tefekkürün kalesi” derdi. Moral Dünyası mecmuası hür tefekkür kalesi olarak aileyi önceleyen ama hayatta var olan hiç bir şeyi de ertelemeyen, hayatta var olan şeyi görmezden gelmeyen bir muhtevaya kavuştu. Şunu rahatlıkla söyleyebilirim. Ben eve pek çok dergi alıyorum. Pek çoğunu da kendim için alıyorum. Tarih dergileri, edebiyat dergileri... Moral Dünyası eğer biraz edebiyat ve tarih açısından zenginleştirilse eve başka dergi alma ihtiyacı duymayacak bir

61

MORAL DÜNYASI

Temmuz 2012

konuma gelir. Onun dışında sadece boşluk dolduran bir dergi olarak görmüyorum. Dolmaz bir boşluk bırakacak bir dergi olarak görüyorum.

Yavuz Bahadıroğlu


“Moral Dünyası, güzel hizmetlere vesile oluyor” Moral Dünyası dergisi büyük bir ihtiyaca cevap veriyor. Geldiği noktada yapmış olduğu yayınlarla güzel hizmetlere vesile oluyor. İnşallah sadece 100. sayıya değil çok daha fazla yüzüncü sayılara ulaşır. Rahmetli Mustafa Polat, 1968’li yıllarda “İttihat” isminde bir dergi çıkarıyordu. Bizim bugün buna benzer yayınlara da ihtiyacımız var. Moral Dünyası kültürel ve dini yayınlar ihtiyacına cevap veriyor. Ama yarı aktüel isteklere de cevap verecek, bu hususta insanımıza yol gösterecek, mesaj verecek, maksadımızı anlatacak bir mevkuteye de ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Bir ailenin her türlü ihtiyacına cevap verebilen Moral Dünyası dergisinin yanında bir de bu şekilde yayınlarımız olmalı.

100. sayı için Allah’a hamd ediyoruz”

Moral FM, yayıncılık geçmişi güçlü olan bir kuruluştur. Moral FM’den önce gazetecilik ve yayıncılık hayatıyla 50 yıla yaklaşan bir maziye sahiptir. Moral FM’in de içinde olduğu Moral Medya Grubu ve kitap yayıncılığı yapan Nesil Yayın Grubu, bir misyon, bir dava etrafında oluşturulmuş ve birçok kimsenin desteğiyle, gayretiyle, yardımıyla yürüyüp topluma hizmet vermektedir. Bu kuruluşların yayın süresini 1900’lü yılların başına kadar da götürebiliriz, Bediüzzaman Hazretleri’nin ilk yazıları yazdığı zaman, daha sonra dâr-ı bekâya irtihal edince onun düşüncelerini yaymaları açısından hedefleri arasında gelecek bir nesli inşa etme vardır. Bu, o günkü misyonumuz olduğu gibi bugün de hâlâ misyonumuzdur. Biz bugün “Bu ülkenin evlerinden, ocaklarından hâlâ Fatihler çıkabilir, Yavuzlar çıkabilir, Mimar Sinanlar çıkabilir, Malhun Hatunlar çıkabilir” diyoruz. Dolayısıyla bu yavruları çıkaracak aileler yetiştirmek istiyoruz. Buna uygun neşriyatlar, kitap yayıncılığı yapıyoruz, buna uygun radyo yayıncılığı yapıyoruz ve buna uygun dergi yayıncılığı yapıyoruz. Dolayısıyla Moral Dünyası dergisi misyon itibariyle geleceğin dünyasına hitap eden bir dergidir. Özellikle son yıllarda aile yapımızda bir sarsıntı, bir çökme gördüğümüz için aileyi ön plana alarak, aile içerisinde de özellikle çocuk yetiştirmeyi ve İslamî temel kriterlere göre, Anadolu Pedagojisi’ne göre çocuk yetiştirmeyi ana konusu olarak almış olan bir dergidir. Yeni bir dünya inşa etmek gibi ciddi bir

Fotoğraflar:

Mehmet Fırıncı

Haluk İmamoğlu

Moral Medya Genel Müdürü misyonla çıkan bir dergidir. Bir dergi çıkarmak çok ıstıraplı, çok sancılı bir süreçtir. Ama bu dergiyi okuduktan sonra insanların aile hayatına huzur, sükûn gelmesi, o ailelerde geleceğin bayraktarları olan nesillerinin yetişeceğinin heyecanı bize o sıkıntılı halleri rahatlıkla kafamızın başka bir tarafına atıp o yolda gitmemize sebep oluyor. Moral Dünyası dergisinin bu ıstıraplı ve sancılı süreçlerle 100. sayısına ulaşması Cenab-ı Hakk’ın bir lütfu ve ihsanıdır. Biz bugün bu ihsan karşısında boynumuzu büküp hamd ediyoruz.

Temmuz 2012 MORAL DÜNYASI

62


Ajanda

Nilüfer Taktak

Sinema

Buz Devri 4 Beklenen serinin devamı geldi! Buz Devri serisinin son filmi “Buz Devri 4: Kıtalar Ayrılıyor”. Manny, Diego ve Sid’in kendilerini diğerlerinden ayıran afetten sonra sürüklendikleri bir kıtada başlarına gelenleri sinemaseverler izleme şansı buluyor. Bir buzdağından derme çatma bir gemi yapan sevimli kahramanlarımızın maceraları böyle başlıyor. Manny ve arkadaşlarını bu dünyada deniz canavarları ve acımasız korsanlar da bekliyor. Tarih öncesi sincap Scrat ise serinin her filminde olduğu gibi, palamudu onu nereye sürüklerse oraya gidiyor. Bu filmde tıpkı diğer Buz Devri filmleri gibi 7’den 70’e herkesin bayılacağı bir film olmuş. Son olarak eklemek gerekirse filmi 3D izleyebileceksiniz.

Sinema

Madagaskar 3: Avrupa’nın En Çok Arananları Vizyonda olan bir diğer film de çok beğenilen ve oldukça fazla takipçisi olan animasyon filmi Madagaskar. Serinin üçüncü filmi “Avrupa’nın En Çok Arananları”, sizi yine kahkahaya davet ediyor. Bu kez serinin diğer filmlerinden farklı olarak karakterlerin çılgınlığı biraz daha artmış gözüküyor. Aslan Alex, zebra Marty, zürafa Melma ve su aygırı Gloria polise yakalanmadan evleri New York’a dönmenin yolunu bu kez gezici bir sirke katılmakta buluyor. Alex’in amacı mümkün mertebe fark edilmeden eve dönmekken, bu ekiple iş zorlaşıyor. Sonra eğlence başlıyor! Çocuk izleyicinin yanı sıra ailelerini de sinemaya çekmeyi başaran serinin üçüncü filmi de dolup taşan salonlarla bunu becermişe benziyor. Noah Baumbach’ın senaryosunu kaleme aldığı yapım, serinin diğer filmlerinin de yazarlığını ve yönetmenliğini üstlenen Eric Darnell tarafından yapılmış.

63

MORAL DÜNYASI

Temmuz 2012


Düşünce Molası Nesil Yayınları’ndan İnci Önol’un kaleminden çıkan eser Düşünce Molası. Kitap insanın kendisini yeni budanan bir ağaç misali yenileyebileceğinden yola çıkarak bir değişimi anlatıyor. Bu değişim, kişinin düşünce dünyasına çeki düzen vermesinden geçen bir değişim. Hemen her şeyin insanın, düşünce dünyasını değiştirmeye odaklandığı günümüzde, insanın düşünce dünyası adeta kıskaçta. Kitap anlatılan bölümlerde, kendi içsel gücünüzle bunun kurallarına uyarsanız, tuzaklara düşmezsiniz diyor. Bu bilinçten hareketle kabuğunu kırabilen bir insan için kendi

KİTAP Güzel Davrandım Kalp Kazandım İşte Nesil Çocuk’tan adı gibi güzel bir çocuk kitabı daha! Minikler tam da yaz tatiline girdiği şu sırada, onların güzel davranışları öğreneceği, erdemleri bileceği bu kitap harika bir hediye. Bu kitaplarda anlatılan çocuklar birer kahraman… Okulda arkadaşları ve öğretmenleri, evde anne-babaları ve kardeşleri, mahallede komşuları tarafından çok seviliyorlar. Güzel arkadaşlıklar kuruyorlar. Temizliğe dikkat ediyor ve hep doğru konuşuyorlar. Küçüklere şefkat, büyüklere saygı gösteriyorlar. Hataları affediyor, başkaları ile alay etmiyorlar. İyi beslenip, sağlıklarına

gerçeğine ulaşması noktasında süreç başlıyor. Aksi halde insan yaşamındaki zenginlikleri idrak edemeyip, bu gerçekleri göremeden bu dünyadan göçüp gidiyor. Yaşamla ilgili, yaşanılanlarla ilgili tecrübe ışığında tavsiyelerden oluşuyor kitap. Yepyeni başlangıçlara, hakikatin bakış açısıyla ulaşmaya çalışmak isteyenlere bir basamak…

KİTAP

dikkat ediyorlar. Ve kitap okumayı çok seviyorlar. Çevrelerine hep güzel örnek oluyorlar. İşte demin de dedim ya, onların hepsi birer kahraman! Siz de bu kitabı okuyup, çocuklarınıza okutup, güzel davranıp kalp kazanmasını istemez misiniz? Yılmaz Yenidinç’in kaleme aldığı bu kitabın resimlerini de Ercan Polat çizdi.

KİTAP

Mesnevi Terapi Nevzat Tarhan’ın Timaş Yayınları’ndan yeni çıkan kitabı Mesnevi Terapi. Psikiyatri dünyasındaki önemli çalışmaları ile tanınan Prof. Dr. Nevzat Tarhan’ın bu yeni eseri herkesi kendine saracak. İnsanın içsel yolculuğunda aralanan kapıdan bu kitabın anlattıkları sayesinde geçebileceksiniz. Hz. Mevlana’nın ruha dokunuşlarının sırlarını da konu alan kitap, Nevzat Tarhan’ın yorumlarıyla ön plana çıkıyor. Aynı zamanda Hz. Mevlana’nın yıllar öncesinde insan ruhunun şifrelerini nasıl çözdüğünü gözler önüne seriyor. Psikiyatri bilimi

Rabbimi Tanıdım Mutlu Oldum Tarihçi yazar Yavuz Bahadıroğlu’nun kaleminden harika bir çocuk kitabı daha! Nesil Çocuk’tan çıkan bu kitabı, Uğur Köse çizimleriyle süsledi. Rabbimi Tanıdım Mutlu Oldum’da neler mi var? Çevrelerinde her şeye dikkatle bakan, her bahar açan rengârenk çiçekleri, sabah doğan güneşi, gökyüzünde kayan yıldızları, şırıl şırıl akan nehirleri keşfetmeye çalışan çocuklar var… Çünkü o çocuklar biliyorlar ki, her şey Allah’ın bir sanat eseri ve yaratılış harikası… Evlerinde, mahallelerinde, okullarında ilginç şeyler yaşıyorlar. Ama her

ile Hz. Mevlana’nın hikayelerinin nasıl paralellik gösterdiğini bu kitap sayesinde görüyoruz. Bu kitap sayesinde Hz. Mevlana’yı daha iyi anlayacağız. Bugüne kadar okuyup ezberlediğimiz cümleleri dışında; insan ruhuna tesir eden dokunuşlarını da göreceğiz.

yaşadıklarından doğru sonuçları çıkarıyorlar. Rablerini tanıyor ve tanıdıkça da mutlu oluyorlar. Biliyorlar ki O’nu tanımak dünyanın en güzel duygusu. Bu çocukların hepsi çok mutlu. Şimdi izin verin sizin de çocuğunuz, torununuz o çocuklardan biri olsun. Bu kitabı onlara armağan edin ve miniklerin Rablerini tanıması için bir fırsat sunun.

Temmuz 2012 MORAL DÜNYASI

64

Bu sayfada tanıtıpı yapılan kitapları 444 24 14’ten veya www.kitapokusak.com’dan temin edebilirsiniz.

KİTAP


Demirhan Kadıoğlu

Çocukça

Çocukça

65

MORAL DÜNYASI

Temmuz 2012


Soldan sağa: 1- Sinirli 2- İki, üç kişi eliyle yönetilen küçük yelkenli. 3- Bir renk. Kimyada kalsiyum maddesinin sembolü. 4- Bir erkek ismi. 5- Değerli bir besin. (Tersi) Beyaz bir renk.

Yukarıdan aşağıya: 1- Bir elçiliğe bağlı uzman. 2- Dua. 3- Bir emir. 4- Bir uzvumuz. 5- Çocuğu olan kadın.

Bulmaca

Temmuz 2012 MORAL DÜNYASI

66




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.