23 minute read
S
Camia TV’nin “Biz bir Aileyiz” programına konuk olan Psikiyatr Dr. Nilüfer Ak depresyon ve etkileri hakkında bilgi verdi. Ak depresyon hastalığının belirtilerini, travmatik olayların depresyona etkilerini, tedavi yöntemlerini ve İslam ile depresyon arasındaki bağlantı hakkında soruları yanıtladı. Psikiyatr Nilüfer Ak, depresyonun tedavi edilebilir bir hastalık olduğunun altını çizdi.
Advertisement
MERFUA ŞEKER
Camia TV’de ailelere ve topluma yönelik çeşitli konuları ele alan “Biz bir Aileyiz” programına konuk olan Psikiyatr Dr. Nilüfer Ak depresyon hakkında faydalı bilgiler paylaştı. Psikiyatr Nilüfer Ak depresyon hastalığını tanımlarken şu sözlere yer verdi: “Depresyon çağımızın rahatsızlığı ve Almanya’da yaklaşık 5 milyon insan depresif rahatsızlık geçiriyor veya geçirmiş durumda. Dünya çapında 350 milyon insana tekâmül ediyor. Ciddi olması ile beraber tedavisi mümkün olan bir hastalık.”
Ak, depresyon hastalığının ne olduğu ile ilgili soruya “Depresif duygu durumu bozukluğu, bir insanın duygularını, düşüncelerini ve davranışlarını olumsuz bir şekilde etkileyen bir hastalıktır. Depresyon, depresif bir epizot geçiren bir kişide tıbbi bir rahatsızlıktır.” diye yanıt verdi.
HER ÜZÜNTÜ BİR DEPRESYON DEĞİLDİR
Psikiyatr Nilüfer Ak depresyon hastalığının belirtilerini ve üzüntü ile farklılığını şu sözler ile açıkladı: “Depresyon ve üzüntülü durum arasında fark var ve bunu fark etmek gerekir. Her üzüntülü dönem bir depresyon değildir. Bize gelen hastalarda belirli kriterlere bakarız. Ana belirtilerden en önemlisi zamandır. Üzüntülü bir durum iki haftayı geçerse ve iç huzursuzluklar başladıysa ve hiçbir şeyden artık zevk alamama durumları ortaya çıktıysa depresyon olarak bakabiliriz. Örneğin dışarıya çıkmama gibi veya alışverişe dahi gücü yetmeyen, gözünde büyüyen durumlar mevcut ise depresyon söz konusu olabiliyor.” Ak, bedensel olarak en sık görülen belirtilerden bazılarını ise, iştahın azalması veya açılması, baş ağrısı veya mide ağrıları gibi birçok belirti olabilir şeklinde sıraladı. En önemli ve en erken değişime uğrayan alışkanlığın uyku düzeni olduğunu belirtti. Uyku durum bozukluklarında, gündüzleri yorgunluk hissi ile uyumak veya geceleri uykuya dalamama veya uyuduktan sonra uykuların bölünmesi gibi sorunların depresyon belirtilerine dahil olduğunu söyledi.
“En vahim durumlardan birisi intihar düşüncelerine gidecek kadar belirti olabiliyor. Ve bu durum iki haftadan uzun sürüyor ise uzman birisine gözükmeli.” diye uyarıda bulunuyor Psikiyatr Nilüfer Ak. Tek bir nedenin depresyonu tetiklemek zorunda olmadığını ve travma geçiren kişi için illa depresyona girme veya psikolojik bir rahatsızlık geçirme gibi bir kaidenin olmadığını belirtiyor. Travma geçiren kişinin ruh ve kişilik yapısı güçlüyse bunun üstesinden gelebilecek güce sahip olduğunu söyledi. Bu kişinin ilk dönemlerde ufak bir sarsıntı yaşasalar da sonrasında hayatlarında normal akışa döndüklerini ifade etti. Kimilerinde ise küçük travmaların, yapı gereği depresyona yol açıp ardından ağır depresif rahatsızlığa yol açabildiğinin altını çizdi.
DEPRESYON TEDAVİSİNDE İKİ YÖNTEM
Depresyon hastalığının tedavi imkânları sorusu üzerine Psikiyatr Nilüfer Ak, “Depresyon çabuk tedavi edilebilecek bir şey değildir, ama tedavi olunması gereken bir hastalıktır. Kendi başına depresyondan çıkılması çok zordur. Tedavi görmeyen bir kişide depresif epizot süreci 6 ile 8 ay gibi zaman diliminde sürmektedir. Yardım alındığında bu süre kısalabiliyor. İkinci bir depresyonda bu süre bir ile iki seneye kadar çıkabiliyor, üçüncü depresyonda 5 ile 6 sene arası sürmekte. Yani mutlaka tedavi olunması gerekiyor.” dedi.
Ak’ın verdiği bilgilere göre tedavide 2 ana yöntem var, birincisi ilaç ile tedavi bir diğer yöntem ise konuşma tedavisi diğer adı ile psikoterapi. Rahatsızlığın şiddetine göre tedavi yöntemine karar veriliyor. Tavsiyelerde hafif, orta ve ağır durumlar var. Hafif ve orta durumlarda hem konuşma tedavisi etkili, hem ilaç tedavisi etkili, ikisinin oranı aynı. Ağır bir depresyon söz konusu ise iki yöntem de gereklidir. Antidepresan ilaçları hastaya anlatılıp bu ilaçlar ile tedaviye başlanıyor.
cesinin yanlış olduğunu belirten Psikiyatr Nilüfer AK sözlerine şöyle devam etti: “Psikofarmatik bir tedavide kullanılan ilaçların takibi yapılmalı ve dozu ona göre ayarlanmalı. Tedavideki ilaçlar kişiye göre ayarlanıyor. Elbette yan etkisi olan ilaçlar mevcut fakat biz kişiye göre ilaçlar seciyoruz.”
Ak, etrafımızda depresif bir insan varsa ona karşı tutumumuzun çok önemli olduğunu belirterek, sabırlı olmamız gerektiğine vurgu yapıyor. Birçok hastanın depresyonun varlığını kabul etmedikleri için, onları uzman bir kişiye götürmenin önemini ifade etti. Ayrıca‚ “Bu kişinin yanında olun, ama bir şey yapmaya da zorlamayın. Yanlış tutumlar yetersizlik duygusunu ve yetersizliği daha da pekiştirir.” diye uyarıda bulundu. güvenme ve kendini önemsemekten geçiyor. “Özgüven duygusunu geliştirme depresyon hastalığının önüne geçecektir. Dışarıya dönük bir zırh gibi farz edin. Elbette güçlü aile yapısı da önemli. Sosyal aktiviteler, yardımda bulunmak, başkalarına iyilik yapmak gibi aktiviteler kendinizi iyi hissetmekte yardımcı olacaktır. Psikoterapistlerin önerdiği şükür duygusunu, kanaat duygusunu geliştirmek çok önemli. Bunlara yönelmeli ve kendinize değer vermelisiniz. Sportif faaliyetler ile ciddi bir şekilde depresyonun önüne geçebilirsiniz.”
Sunuculuğunu IGMG Kadınlar Teşkilatı Eğitim Başkanı Elif Köse’nin yaptığı programda IGMG’nin yaptığı sosyal hizmetler çalışmalarının psikolojik faydasına da değinildi.
ZİKİR KALPLERE ŞİFADIR
Bir çok hocanın yanlış bir söyleme girerek “Müslüman depresyona girmez” ifadesine Psikiyatr Nilüfer Ak tepki göstererek “depresyonun bu bağlamda bir isyan mıdır?” sorusunu da şu sözler ile açıklık getirdi: “Müslüman depresyona girmez dediğimizde, depresyon yaşayan Müslüman bir kişi kafirdir mi dememiz gerekiyor? Onun için bu saçma bir cümledir. Müslüman bir kişi, Müslümanlığın ve İslamiyet’in gerektirdiği şartları yerine getiriyorsa ve gayesini ona göre belirliyorsa, mutlaka belirli bir koruma altına girmiştir. Ve birçok hastamız dinî vecibelerini yerine getirdiklerinde bize rahatladıklarını söylüyorlar. Yani ‘zikir kalplere şifadır’ diye bir ayet boşuna gelmedi sonuçta. Bir koruma altına alınsak da, her hastalık, rahatsızlık bir imtihandır. Yani Allah bir dert veriyor ama dermanını da veriyor.”
Prof. Dr. Adem Apak ile PLURAL Yayınevi tarafından yayınlanan İslam Tarihine Giriş 1 kitabı üzerine konuştuk
Medine Sözleşmesi bir arada yaşamanın Hz. Peygamber tarafından bizzat bütün insanlığa gösterilmiş olan en güzel örneğidir. Allah Resulü Müslümanlara başka din, başka etnik kökene sahip olan insanlarla bir arada yaşamanın nasıl olacağına dair hem teorik bilgilerini hem de pratik örneklerini Medine'de sunmuştur. Medine Sözleşmesi yeryüzünde ilk yazılı sözleşmedir.
Hocam kitabınızın ismi çok sade: İslam Tarihine Giriş. Bu sade isimli mütevazı kitabı okuduğumuzda hangi konuları, bize anlatmış olacaksınız?
Bir dünya tarihi yazmak çok büyük bir sorumluluk, çok büyük hacimli eserler gerektirir düşüncesi ile kitabımızın başlığını daha mütevazı bir şekilde İslam Tarihine Giriş diye koyduk. Kitabımızı iki bölümde yazdık. Bunlardan birincisi Hz. Peygamber'in hayatı ki, biz buna Siyer-i Nebi diyoruz. İkinci bölüm ise Hz. Peygamber sonrası İslam tarihi süreci. O da hulefa-i raşidin dönemi. Emeviler, Abbasilerden önce ki başlangıç 40 küsur yıllık bir döneme karşılık gelir, buna dört halife dönemi adı da veriyoruz. Kitabımızda 5-6 aylık bir halifelik gerçekleştirmiş olan Hz. Hasan’ın halifeliğini de eklemek suretiyle Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer Hz. Osman, Hz. Ali ve Hz. Hasan ile birlikte hulefa-i raşidin dönemini tamamlamış oluyoruz. Kitabımızın baş kısmı ise giriş bölümüne tekabül eder.
İslam tarihini anlamak için
İslam öncesi Arap tarihinin bilinmesi bir öneme sahip midir?
İslam öncesi Arap tarihinin ehemmiyeti için birkaç cümle kurmamız gerekiyor. İslam'ın önce muhatabı olduğu coğrafyada sonra da dünya coğrafyasında meydana getirdiği değişimleri, dönüşümleri, insanlığa kazandırdığı değerleri sağlıklı bir şekilde tespit edebilmek ancak İslam’dan önceki var olan durumun tespiti ile mümkündür.
Acaba İslam öncesindeki hukuk, İslam öncesindeki ahlak, İslam öncesindeki iktisat nasıldı ki, İslam bunları değiştirdi ve dönüştürdü. İslam öncesindeki Arap topluluğunun ticari ve iktisadi hayatını incelemek isterseniz gördüğünüz husus şudur. Ticari ve iktisadi hayat esasında tam bir kumar ve faiz sisteminden müteşekkil bir hayattır. İslam öncesinde ticari hayata baktığımızda ya alanın ya satanın aldandığı, ahlakın tamamen ortadan kalktığı bir ticaret söz konusudur.
Bu tespiti yapmadan Hz. Peygamber aleyhisselamın “men ğaşşenâ feleyse minnâ’’, ‘’ bizi aldatan bizden değildir’’ hadisinin ne anlama geldiğini bilemezsiniz. Ticarette ufak tefek aldatmalar olabilir denilebilir. Ama hayır, İslam öncesi Arap iktisadına, ticaretine bakarsanız tam bir aldatma sistemidir. Bunu tespit etmeden İslam’ın getirdiği dönüşümü kavramamız mümkün değildir.
Bu İslam öncesi tarihte başka konular yer alıyor mu?
Siyer konularına girmeden önce İslam öncesi Arap hayatının tarihine, sosyo-kültürel hayatına ve ondan önce de yeni hayatına bir yer ve bahis ayırdık. Çünkü İslam gelmeden önce Arap toplumunda Hıristiyanlık, Yahudilik ve Mecusilik var ve çok yaygın olarak şirk inancı, putperestlik Arapların el veteniyye dedikleri inanç şekli söz konusu. Hz Peygamberin ilk muhatapları Mekke'de Mekke müşrikleri oldu. Müşriklerle mücadele, onlarla müzakere ve münakaşa edildi. Din, Mekke'de vahiy ile belli bir olgunluğa geldikten sonra hicret gerçekleştirildi. Ve Medine döneminden bahsediyor olduk.
Mekke dönemi başlığı altında Hazreti Peygamber’in yakın ataları, Mekke şehir devletini kuran Kusay Bin Kilab’dan başlamak üzere Abdulmenaf, kabilesine adını veren Haşim, dedesi Abdulmuttalip ve babası, babasının Amine ile evliliği, Peygamber’in çocukluğu süreci ve daha sonraki dönem Hz. Peygamber'in ilk vahiy alması miladi 610 yılı ile birlikte Mekke döneminin tebliğ faaliyetinin başladığını görüyoruz. Mekke müşriklerinin tebliğe karşı mücadeleleri, dinin yayılmasını engellemeleri ve daha sonra Habeşistan hicreti, Taif ve Yesrib ile ilişkileri noktasında Medine hicreti bir dönüm noktası oluyor.
Kitabı temin etmek için irtibat bilgileri: pluralverlag.eu veya +49 221 7390441
Hocam burada Medine dönemine başlarken, farklı etnik kökenden, dinden insanların bir arada yaşamalarını sağlayan ilk ve önemli bır toplumsal sözleşme olan Medine Sözleşmesinden bahsedebilir misiniz?
Hz. Peygamber bu sözleşmeyi hukuk ve adaletle gerçekleştiriyor. Müslümanların mücadeleleri asıl burada gerçekleşecek. Ensar-muhacir kardeşliği, Medine'de bulunan Yahudiler ile birlikte kurulan sosyal hayat Medine Sözleşmesi ile gerçekleşecek.
Medine Sözleşmesi bir arada yaşamanın Hz. Peygamber tarafından bizzat bütün insanlığa gösterilmiş olan en güzel örneğidir. Allah resulü Müslümanlara başka din, başka etnik kökene sahip olan insanlarla bir arada yaşamanın nasıl olacağına dair hem teorik bilgilerini hem de pratik örneklerini Medine'de sunmuştur. Medine Sözleşmesi yeryüzünde ilk yazılı sözleşmedir. Bu bize şunu ifade ediyor: “Toplumlar Ancak Hukuk ve Adalete Dayalı İse İnsanlara Huzur ve Güven Temin Eder”. Bunun en güzel örneğini Medine'de görüyoruz.
Allah Resulü Medine'ye hicret ettiğinde orada bulunan Yahudileri oradan kolayca uzaklaştırabilirdi. Sadece Müslüman Araplardan müteşekkil bir toplum oluşturabilirdi. Ama İslam, eğer, yayılacaksa bütün dünyaya yayılma hedefi varsa, başka din mensupları ile bir araya geldiklerinde Müslümanlar dinlerinin nasıl yaşandığını onlara göstermeleri gerekirdi. Bu da ancak birlikte yaşamakla mümkündür.
İslam muhatap olduğu insanlara ya Müslüman olacaksınız ya da buradan gideceksiniz. Ya Müslüman olacaksınız ya da biz sizi ortadan kaldıracağız şeklinde hiçbir zaman bir hedef gütmedi. Bizimle birlikte yaşayın, Müslüman olmanız da şart değil, birlikte yaşayalım, hukuk üzerine, anlaşma üzerine Yahudi olarak, Hıristiyan olarak kalabilirsiniz, biz sizlerin Müslüman olmanızı talep ediyoruz, ama, hiçbir zaman zorla Müslümanlık olmayacak “la ikrahe fı’ddini’’ “dinde zorlama yok’’. Kimseyi zorla Müslüman yapamazsınız. Zorla Müslüman yaptığınız insanın adı münafık olur.
Bu mesajlar Medine'de verildi ve biz kitabımızda bu hususta çok uzun bahisler açtık. Bundan sonra Medine'de siyasi, sosyal ilişkiler kabilelerle münasebetler, müşriklerle ilişkiler başlığı var. Yahudiler ile efendim çevre civardaki Arap kabileleri ile ilişki, tabiri yerindeyse Hz. Peygamber Medine'ye hicret ettiği andan itibaren Medine'de bir barış ortamını temin etmeye çalıştı.
Hz. Peygamber önderliğindeki o ilk Müslümanlar savaşmadılar mı?
Evet, savaştılar, ama, hiçbir zaman savaşı öncelememişlerdir. Savaşların büyük bir kısmını kendilerine düşmanlık yapıldığı için bunlara cevap kabilindendir. Müslümanlar savaşmışlar, ama, savaşı hukukun ve ahlakın kuralları içerisinde gerçekleştirmişlerdir. Allah Resulü esasında bütün insanları ve bütün insanlığı dine davet etmek hedefindeydi. Hedefi savaş olmadı. Bunun için Habeş, Sasani ve Bizans İmparatorluğuna, Arabistan’daki emirliklere davet mektupları gönderdi. Onlardan bir kısmı Müslüman oldu, bir kısmı olmadı. Mısır idarecisi mukavkısı Elçiye iyi davrandı ama Müslüman olmadığını beyan etti. Allah Resulü vefat etmeden önce o dönemin bilinen dünyası İslam'dan, Müslümanlardan ve Hz. Peygamberden haberdar olmuş oldu.
Allah Resulü vazifesini tamamladıktan sonra veda haccını gerçekleştirdi ve Veda Hutbesi’ni bütün insanlara vasiyet kabilinden okudu. Veda Hutbesi esasında bir kitabın sonuç kısmı gibi, Hazreti Peygamberin 23 yıllık risaletinin değerlendirilmesi mahiyetindedir. Veda Hutbesi: Peygamber (s.a.v.) niçin gönderildi, neler yaptı ve geride kalan Müslümanlara ne tür tavsiyelerde bulundu? sorusunun cevabını verir. Ümmetine de diyor ki: Size iki şey bıraktım. Allah'ın kitabı ve benim sünnetim. Bunlara sarıldığınız müddetçe hem kurtulacaksınız, hem de kurtaracaksınız. Tefsir Köşesi
Prof. Dr. Saffet Köse
tefsir@camiahaber.org
Müminler Birbirlerinin Velileridir
“Mümin erkeklerle mümin kadınlar birbirlerinin velileridir…” (Tevbe suresi, 9:71).
Kur’ân-ı Kerîm, müminlerin birbirlerinin velisi olduğunu anlatırken hem bireysel olarak hem de toplumsal anlamda bir duyguya ve ondan doğan tutum ve davranışlara işaret eder.
Velayet, dostluğu ifade eden bir kavramdır. Bu aynı zamanda onun hukukuna da işaret eder. Bu durumda birbirinin velisi olan müminler hem birey hem de toplum olarak gerek yanlarında gerekse gıyaplarında birbirlerinin hukukunu korurlar, bir mümin kardeşine karşı kin, nefret, haset, gıybet, sü-i zan, gizli hallerinin açıklanması gibi haksızlıkları engeller. Aslında o bu yolla aynı durumlar için kendisini de Allah’ın korumasına alır. Hz. Peygamber (s.a.v.) bunu şu hadisinde anlatır: “Kim bir Müslüman’ın namus, şeref ve haysiyetinin çiğnendiği, onun kişiliği ve saygınlığına dil uzatıldığı bir ortamda onu savunmaz ve yardımsız bırakırsa, Allah da onu kendisine yardım edilmesini çok arzu ettiği bir yerde yalnız bırakır. Kim de böyle bir durumda onu savunur ve buna engel olursa, Allah da ona ken¬disine yardım edilmesini çok arzu ettiği bir yerde yardım eder.” (Ebû Dâvûd, “Edeb”, 35). İnsan şunu bilmek zorundadır: Allah, bir müminin gizli hâllerini araştıranların peşine düşer ve ne kadar gizlemeye çalışırlarsa çalışsınlar onların sırlarını deşifre ederek rezil-kepaze eder (Ebû Dâvûd, “Edeb”, 37). O zaman Hz. Peygamber’in şu hadisi stratejimizi belirler:
“Müslüman, Müslüman’ın kardeşidir. Ona gerek yanında gerekse gıyabında haksızlık yapmaz, onu riske atmaz. Kim din kardeşinin ihtiyacını giderirse Allah da onun ihtiyacını karşılar. Kim bir Müslüman’ın sıkıntısını giderirse Allah onun kıyamet sıkıntılarından birini giderir. Her kim bir Müslüman’ın kusurunu örterse Allah da kıyamet günü onun kusurunu örter.” (Ebû Dâvûd, “Edeb”, 37)
Mümin kardeşinin gıyabında hukukunu koruyarak Allah’ın korumasına girmek, onun gıyabında dua edip aslında kendisine dua etmek ve bu duanın da kabulü garanti iken neden insan nefsine ve şeytana uyarak kendi aleyhine çalışır: “Bir Müslüman’ın, gıyabında din kardeşine yapacağı dua Allah tarafından kabul görür. Bir kimse din kardeşine hayır dua ettikçe, yanında bulunan görevli bir melek ona, ‘Duan kabul olsun, aynı şeyler sana da verilsin.’ diye dua eder.” (Müslim, “Zikir”, 87, 88; İbn Mâce, “Menâsik”, 5).
“Hem kendin, hem de erkek-kadın bütün müminlerin günahlarının bağışlanmasını dile!” (Muhammed suresi, 47:19). En doğrusunu Allah bilir!
BIR
AYET
“Yine onlar (mü’minler), çirkin bir iş yaptıkları, yahut nefislerine zulmettikleri zaman Allah'ı hatırlayıp hemen günahlarının bağışlanmasını isteyenler -ki Allah'tan başka günahları kim bağışlar- ve bile bile, işledikleri (günah) üzerinde ısrar etmeyenlerdir.” (Âl-i İmrân suresi, 3:135)
BIR
HADIS
“Bir kimse istiğfârı dilinden düşürmezse, Allah Teâlâ ona her darlıktan bir çıkış, her üzüntüden bir kurtuluş yolu gösterir ve ona beklemediği yerden rızık verir.” (Ebû Dâvûd, Vitir 26. H. No: 1513)
Fıkıh Köşesi
M. Hulusi Ünye
m.unye@igmg.org
Nişanlılık Döneminde Nikâh Kıymak Doğru mu?
Evlenme kültüründe nikâh öncesi işlemlerden birisi de nişan yapılmasıdır. Aile hayatının ilk adımlarından birisi olan kız talebinden (hıtbeden) sonra, söz alma ve arkasından nişan töreni gelir. Nişan töreninden sonra kız ve erkek, birbirlerini daha iyi tanımaya başlarlar; bazı hediyeler alır verirler. Nişan bir evlilik akdi olmadığı için mahremiyet şartlarına riayet ederek nişanlılar birbirlerini daha detaylı tanımak maksadıyla görüşüp konuşabilirler. Ancak nişanlılar halen yabancı kişiler oldukları için birbirleriyle flört etmeleri, aynı evde tek başlarına kalmaları, el ele tutuşmaları ve benzeri temaslar haramdır ve caiz olmaz. Bundan dolayıdır ki, nişanlılık döneminin uzun tutulmaması gerekir.
İşte yukardaki bu mahzurlar sebebiyle bazen nişanlılar bazen de onlarla birlikte ana ve babalar bari dinî nikâhlarını yapalım da rahat hareket etsinler düşüncesiyle hareket ediyorlar ve resmî nikâhtan önce dinî nikâh yaptırıyorlar. Biz normalde önce resmî nikâh yapılmalıdır diyoruz. Çünkü çoğu zaman arzu edilmeyen üzücü hadiseler meydana gelebilmektedir. Bu da yapılan nikâhın hukuki bir kayıt altına alınmamış olmasından kaynaklanıyor. Halbuki İslam hukukunda da nikâh , bu günkü resmî kurumların kayıt altına aldığı gibi mutlaka kayıt altına alınırdı. Çünkü nikâh neticesi itibariyle birçok hukuki sonuçları olan son derece önemli bir akittir. Boşanma hukuku, miras hukuku, nafaka hukuku gibi birçok hak her iki taraf için de kayıt altına alınmış olan nikâh akdi neticesinde gündeme gelir. Kayıt altına alınmamış bu günkü dinî nikâhlarda ise, çoğu zaman bu hakların bir çoğu zayi olur.
İyi gitmeyen nişanlılık döneminden sonra meydana gelen ayrılıklar sonrasında bazen kale bile alınmayan dinî nikâhın erkek tarafından talak verilerek boşanması gerçekleşmediği için, evli olan bir kadın bir başkasıyla bile evlenebiliyor ve büyük bir cinayet işleniyor; evlilik üstüne evlilik, nikâh üstüne nikâh yapılıyor. Genellikle olan kız tarafına oluyor ve birçok mağduriyetler yaşanıyor. Hele nişan kız tarafından bozuluyorsa erkek tarafı işi sarpa sürüyor, kız tarafını cezalandırmak için talak vermeye yanaşmıyor. İş içinden çıkılmaz bir hâl alıyor. Böylece, dinimizde yüce gayeler için meşru kılınan nikâhın hikmetlerinin gerçekleşmesi şurada dursun, harama düşmeyelim diyen insanlar bu defa birbirlerine zulmetme hastalığına yakalanıyorlar.
Bütün bunlardan dolayı resmen tescili yapılmamış bir nikâhtan önce dinî nikâhın yapılmasını doğru bulmuyor; şayet dinî nikâh yapılmışsa uzatmadan resmî nikâhın yapılmasını ve nişanlılık süresinin uzatılmamasını salık veriyoruz. Allah en iyisini bilir.
Hayatı Estetik Ve Kalite Üzerine İnşa Etmek
Günümüz Türkçesinde estetik deyince kadın veya erkeklerin, "güzel" bulmadığı vücut bölgelerinde amelliyatla müdahele yaptırmaları anlaşılmaktadır. Maalesef bu anlayış "estetik" kelimesine de estetik ilmine de terstir. Bu durum, insan hayatını tek düze bir anlayışa, aslında gereksiz olduğu halde kendi yaratılışına itiraz etmesinden başka bir şey değildir.
Oysa ki, estetik, güzellik ve güzelliğin ilmidir. İlmu'l cemâl da denilir ki, bir işte, bir amelde neyin ve nasıl güzelleştirme yapılabileceğini gösterir. Bu yüzdendir ki, estetiğin yanlış bir şekilde kullanılması, pek çok şeydeki güzellikleri görmemize ve görebilmemize engel olabilmektedir. Hâlbuki, estetik aynı zamanda bir hayat anlayışıdır.
Secde suresinin 7. ayetine göre Allah: “O ki, yarattığı her şeyi en güzel eylemiştir.” O hâlde cemâl denilen estetiğin aynı zamanda hüsn, yanı iyi olma, iyi eyleme ile alakası olduğu kadar, amelde ve konuşmada bediiyyet denilen, güzel amel, işi ve sözü güzel eylemek ile de alakası vardır. hayatı estetik ve kalite üzerine inşa etmek gerekir. Bu durumda estetik ve kalite üzere yaşamak. Pahalı mıdır? sorusu da gündeme gelebilir ki, bu sorunun birbirini tamamlayan iki cevabı vardır. Dikkat ediniz:
1- Evet pahalıdır. 2- Ama pahası, maliyetten değil, kalitesinden ve özel vasfından dolayıdır.
Şimdi estetik nedir kalite nedir, oraya girmeden önce, estetik ve kalitenin, bir seçenek veya imkân olmadığını, dolayısıyla, aslında ucuz olduğunu ama, onu bilmeyenlerin pahalılaştırdığını da söylemek gerekir. Estetik: Bir işi, eylemi, ameli, ürünü insan ruhunun hoşuna gidecek şekle dönüştürmektir. Kalite: Bir şeyin, vasfı, sıfatı, özellikleri demektir.
Buradan anlaşılıyor ki, İnsanı ilgilendiren her şey estetik ve kaliteli olmalıdır. Bunun için hangi alanlarda estetik ve kalite olursa, o zaman hayatımız estetik ve kalite üzerine inşa olunur. Meselâ:
1. İnançta estetik ve kali-
te. Tevhid inancı üzere hayatı idame ettirmek. Bunun estetiği, Tevhid inancını ihlal edecek inançlardan uzaklaşmaktır. Kalitesi ise: Kur’an ve Allah Resûlü’nün yoluna bağlanmaktır. Ruhu, sadece maddi şeylerle değil, aynı zamanda manevi besinlerle doyurmak.
2. İbadette estetik ve ka-
lite: İbadetleri ihmal etmemek, mümkün ise, farz olmadığı hâlde ilave ibadetler yapmaktır. Bunun estetiği, kulluk bilincine varmaktır. İbadetin estetiği ve kalitesi, sürekli yapmak, farz olmayanları da ilave etmektir.
3. İnsan ilişkilerinde es-
tetik ve kalite: İnsanlar ile ilişkileri ubudiyyet, yani kulluk bilinci ile yapmaktır. Yapılan her işin hesabının Allah’a verileceğinin şuurunda olmak. Başkasını hor görmemek, muhabbetle yaklaşmak, hak ihlal etmemek, var olan hakkı vermek.
4. Vazifeleri/üretimleri olması gerektiği gibi
yapmak: Herhangi bir iş yapacak olan kimse: Mesela; öğrenci öğrenciliğini, anne-baba ana-babalığını, iş adamı ürettiği ürünü, işçi yapması gereken işi bir estetik üzere ve kaliteli yapmalıdır. Ülkeyi, şehri idare edenler, adalet dağıtmakla yükümlü hâkimler bir estetik ve kalite ile çalışmalıdır.
Estetik, işi, eylemi, ürünü, davranışı, insan ruhuna hoş gelecek şekle dönüştürmek derken, burada heva ve hevesi saymıyoruz. Çünkü, o, bize zarar verir. Kalite, olması gerektiği gibi etmek, eylemek, üretmek demektir.
Bir kalemi düşünün, elde tutup yazmaya müsait değil ise, estetik dizayn edilmemiş demektir. İçindeki mürekkebi kâğıt üzerine tam akıtamıyorsa, ya da kâğıtta yazısı iyi okunmuyorsa kalitesiz demektir. Yani kalem olma vasfı hem estetiksiz oluşu hem de kalitesiz oluşu sebebiyle bozulmuştur.
Onun içindir ki, inanç, ibadet, insan ilişkileri ve vazifelerde estetik ve kalite bir zarurettir. Pahalıdır. Ama maliyeti fazla olduğu için değil, insan ruhuna uygun hâle getirilip, vasıflı bir şey olduğu için pahalıdır.
İslam’da bir de ihsan kavramı vardır ki, başkasına iyilik etmek ve yaptığı işi güzel yapmak manalarına gelir. Bu da hem estetiği hem de kaliteyi içermektedir.
Kültürün Dili, Dilin Kültürü
Kur’an ve Resûlullah, ifadelerini, o zamanki Arapların anlayacağı bir dille ortaya koymuş olmalarına rağmen, bu ifadelerin mahiyetlerini o dil değil, Kur’an ve Resûlullah manalandırmıştır. Şüphesiz ki vahiy, zaman zaman aynı kelimeleri kullansa da, o insanların kültürünü ilahî özelliklerle değiştirmiş ve yeni bir anlam dünyası ortaya çıkarmıştır.
İLHAN BİLGÜ
Kültür, insanların, hayatı ve dünyayı nasıl algılayıp değerlendiklerini gösteren ve bu değerlendirmeye göre ortaya konulan her türlü tefekkür ve kavrayış birliğidir. Bu birliğe, ortak bir varlık kabul edilen sanat ve teknoloji dahil, üretilen maddî varlıklar ve sosyal davranış bütünlüğü de dahil edilebilir. Kültürü anlamlandıran ve anlamlarının sınırlarını çizen, ya da, genişleten ifade şekli ise dildir. Dil, kültürün gelişim sürecinde, bu ortak değerin tanımlanmasına aracılık eder. Dilin kendisi de, kültürün gelişme sürecine göre gelişir ve o kültürün özelliklerini yansıtır.
Bir dil, bir kültürü oluşturduğu gibi, bir kültür de, bir dili oluşturabilir. Bunun en iyi örneğini Arapca ve İslam kültürü gösterir. İslam kültürünün temel ifadelerini Arapça ifadeler oluşturur. Fakat Arapça ifadelere bu manaları yükleyen ise bizzat İslam kültürünün kendisidir. Zira, İslam kültürünün birinci kaynağı olan ve Allah (c.c.) tarafından vahyedilen Kur’ân-ı Kerîm’in ve bu Kur’an’ı insanlara tebliğ edip nasıl hayata tatbik edileceğini bildiren Allah Resûlü’nün (s.a.v.) de dili Arapçadır. Kur’an ve Resûlullah, ifadelerini, o zamanki Arapların anlayacağı bir dille ortaya koymuş olmalarına rağmen, bu ifadelerin mahiyetlerini o dil değil, Kur’an ve Resûlullah manalandırmıştır. Şüphesiz ki vahiy, zaman zaman aynı kelimeleri kullansa da, o insanların kültürünü ilahî özelliklerle değiştirmiş ve yeni bir anlam dünyası ortaya çıkarmıştır.
Bu yazını, Türkçe, içinde geçen tabirler ve terimlerin Arapça asıllı olmasına rağmen hangi dille konuşursa konuşsun her Müslüman, bu ifadelerde kendisini bulur. Buda bir kültürün aynı zamanda bir dili, ve yine, yüklendiği anlamlar bakımından da bir dilin bir kültürü oluşturduğunu göstermektedir..
BESMELE İSLAM KÜLTÜRÜNÜN TEMELİDİR
“Bismillanirrahmanirrahim” İslam kültürünün temelini teşkil eder. Hususi konumu itibarıyla Kur’ân’ı-Kerîm’den bir ayet ve bir tanesi hariç tüm Kur’an surelerinin başında bulunan bu ifade, bir Müslüman’ın hayatı nasıl değerlendirdiğinin ifadesidir. Hayat boyunca yapılan her amelin/işin, söylenecek sözlerin asıl başlama noktasıdır, Bismillahirrahmanirrahim. En kısa anlamı ile, “Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla başlıyorum” demek olan bu ifade ile, bir abd (kul) olarak insan, kendi acziyetini itiraf ettiği gibi, hiçbir şeyin Allah’ın iradesinin dışında vuku bulup, gelişemeyeceğini de tasdik ediyor demektir. Buna ilaveten, insanın amelinin hayırlı olması için Allah’a dua edip yalvarmasını da ifade eder ki, bu bakımdan manası “Allah’ım bu amelimde ve bu sözümde bana yardımcı ol ve bana hayırlar ihsan et” demek olur.
Allah, biz Müslümanların iman ettiği, tek başına her şeyin, yani mahlûkâtın yaratıcı ve düzenleyicisi olan Rabb’dir. Mahlukat, halk edilmişler, yok iken var edilmişler ve vücud verilmişler demektir. Bu anlamda her mahlukun grubuna âlem denilebilir. Allah’ı nasıl bilmemiz gerektiği bizzat Allah tarafından vahiy yoluyla Resûllere ve en son Resûl olan Hazreti Muhammed’e (s.a.v.) bildirilmiş, Resûlullah da kendisine vahyedilen her şeyi ayniyle insanlara tebliğ etmiştir.
AHİRETE İMANIN OLUŞTURDUĞU KÜLTÜR
İslami iman esaslarından birisi, ahirete iman etmektir. Ahiret, insanların bu dünyada işledikleri amellerin iyilerinin karşılığını göreceği ve kötülerinin de hesabını verecekleri bu dünya ötesi bir âlemdir ki, mahiyetini ancak Allah bilebilir. İnsanların bu dünyada yapa geldikleri iyi ve kötü bütün ameller, günahlar ve sevaplar, ahirette mahiyeti Allah tarafından bilinen bir mizânda tartılıp ölçülecek ve buna göre de cezası ve mükâfatı verilecektir. İnsanın dünya hayatında yaptığı iyi ve kötü bütün amellerin ve sözlerin kayıt edildiği bir defter bulunur ki, bu deftere amel defteri denilir. İnsan, bu defterde kaydolunan amellerine göre, ahirette hesaba çekilecektir. Bu defter insanın leh veya aleyhinde bir şâhid olacaktır. İnsanlar da dahil olmak üzere bütün mahlukat bu dünyada fânidirler. Fâni olan her şeyin bir ömrü vardır ve bu ömür yine Allah’ın takdir ettiği bir ecelle son bulur.
İBADETİN KÜLTÜRÜ
İnsanlar yalnızca Allah’a ibadet etsinler diye yaratılmışlardır. İbadet sadece ve sadece Allah’a karşı yapılır. İbadeti yerine getirme ameline ubudiyet (kulluğu ifa etmek) denilir. İbadetlerin, namaz (salât), zekât ve hac gibi yapılışları belirlenmiş olanlarına ve yapılması her Müslüman için gerekli olanlarına farz ibadetler denilir.
Bununla birlikte, insanlar istedikleri her zaman Allah’a dua ederek, ondan yardım isteyebilirler. İnsanlar ayrıca, sâlih amel işlemekle emrolunmuşlardır. Sâlih ameller, namaz, zekat ve hac gibi açıkca emrolunan ibadetlerin yanı sıra, haramlardan uzak durmak, mahlukata şefkat beslemek ve onların yardımına koşmak, sıla-ı rahim yapmak gibi her türlü hayırlı amellerdir. Bu amelleri ihlâs ile yerine getiren Müslümana takva sahibi anlamında muttakî Müslüman denir. Muttakî olmak, Allah’ın insanların hangisinin daha üstün olduğu konusunda getirdiği bir ölçüdür. Bir Müslüman’ın ne kadar takva sahibi olduğunu da yine ancak Allah değerlendirecektir.
Allah her canlı için bir rızık da yaratmıştır. İnsanlar da yeryüzünde de rızıklarını ararken, haram ve helâl sınırlarına riayet etmekle mükelleftirler. Haram ve helâllerin hududları da bizzat Allah tarafından belirlenmiş ve Resûlü Hz. Muhammed tarafından beyan edilmiştir.
CAHİLİYENİN KÜLTÜRÜ
Allah’ın emir ve yasaklarını hiçe sayarak, onun uluhiyyetini tanınamak cahiliyyedir. Daha çok Allah’ın Resûlü Hz. Muhammed’in geldiği dönem öncesindeki, şirk ve küfür içinde yaşayan, insanları mevki, makam ve mal varlıkları ile değerlendiren, hak ve adaleti çiğneyen, haksızlığı fazilet sayan, güçsüzleri küçümseyip haklarını gasbeden anlayışa cahiliyye denilir. Bununla birlikte, Resûlullah’dan sonra, O’nun yolundan yüz çeviren anlayışa da cahiliyye denilir. Cahiliyyenin en önemli özelliği, Allah’tan başka şeyleri ilâh edinmek, adaletin iyi, haksızlığın kötü olduğunu bildikleri hâlde, zayıfın hakkını gasbetmekten çekinmemek ve güçlünün haksızlığına da ses çıkarmamaktır. Ki bu, aynı zamanda zulüm olarak da tanımlanır. Zulüm, karanlık demek olduğu gibi, hakikatin örtürülerek, gözden uzaklaştırılmasıdır da.
Cahiliyyeden uzaklaşmış, Allah ve Resûlunun yolunun, hayat düsturu olarak kabul etmiş Mümin, Müslümanlar topluluğuna ümmet denilir. Ümmetin en önemli özelliği de birlik olmaktır. Allah'ın tekliği inancına sahip, yani tevhide inananların oluşturduğu bu ittihad, sadece bu anlamda bir birlik değil, aynı zamanda dünya işlerinde de bir araya gelip yardımlaşarak yaşayan samimî ve ihlâslı Müslümanların teşkil ettiği birliği oluştururlar. Ve Resûllah’ın buyurduğu gibi, cemaatte bereket bulunur.
Karantina Sürecinin Olmazsa Olmazı Doğru Ve Dengeli Beslenme
Tüm dünyayı etkisi altına alan koronavirüsle aldığımız önlemlere rağmen enfekte olabiliriz. Uzmanlar koronavirüs tedavisinde başarıyı sağlayan en önemli faktörlerden birinin virüsle savaşan bağışıklık sistemi olduğuna işaret ediyor. Bağışıklık sistemini güçlü kılan en önemli faktörlerin başında ise beslenme durumu geldiği aktarılıyor.
Sağlık Bilimleri Üniversitesi (SBÜ) Koşuyolu Yüksek İhtisas Eğitim ve Araştırma Hastanesi Eğitim Görevlisi Gastroenteroloji Cerrahisi Uzmanı Doç. Dr. Erdal Polat, yeni tip koronavirüs (Kovid-19) salgını sürecinde tüm önlemlere rağmen virüsle enfekte olunabileceğini, o nedenle bu ihtimali göz önünde bulundurarak olabilecek en kötü senaryoya hazırlıklı olmak gerektiğini söyledi.
Tedavide başarıyı sağlayan en önemli faktörlerden birinin virüsle savaşan bağışıklık sistemi olduğuna işaret eden Polat, bağışıklık sistemini güçlü kılan en önemli faktörlerin başında da beslenme durumu geldiğini aktardı.
Polat, "Karantina sürecinde bağışıklık sistemini doğru beslenme ile desteklemek gerekmektedir. Bu süreçte proteinden zengin, karbonhidrattan fakir dengeli bir şekilde beslenilmesini önermekteyiz." diye konuştu. koli, havuç, turp, patlıcan gibi uzun süre dayanabilen ürünlerin tercih edilmesi gerektiğini dile getiren Polat, şu bilgileri verdi: "Bu süreçte protein kaynağı olarak haftada iki kez balık tüketilmeli. Kırmızı et ve tavuk eti doğrudan ateşe maruz kalmayacak şekilde pişirilmeli. Diğer önemli protein kaynağı olan kırmızı mercimek, yeşil mercimek, fasulye, nohut, barbunya gibi baklagiller her gün mutlaka tüketilmelidir. Yoğurt veya ayran, kefir gibi içecekler öğünün vazgeçilmez gıdaları olmalı. Sabah kahvaltıda yumurta, peynir, süt olmazsa olmazlardır. Bunlar aynı zamanda bağırsak floramızın da korunmasına yardım edecek ve başka enfeksiyonların gelişmesini önleyecektir. Ceviz, badem, fındık ve kuru meyveler çok iyi mineral desteği sağladığından iyi birer atıştırmalık olabilirler. İştahsızlık nedeniyle yeterince beslenemeyenler özellikle C vitamini ve çinko içeren besin takviyeleri kullanabilirler.
Doğal olarak bu stresli süreçte yapılmaması gerekenler de vardır. Öncelikle strese ve kullanılan ilaçlara bağlı olarak midemiz de hassas bir süreç geçiriyor olduğundan midemize zarar verebilecek kola, gazoz gibi asitli içeceklerden ve cips, kızartma gibi yağlı, baharatlı gıdalardan uzak durmalıyız. Özellikle aspirin kullananlar veya önceden midesinde ülser, gastrit hastalığı geçirenler ek olarak doktorlarının önereceği mide koruyucu ilaçları alabilirler."
şekerli içecekler ile hamur işi gıdalar, çok fazla tuz ve yağ içeren cips, kızartma, soslar, sucuk gibi işlenmiş etlerden ve ambalajlı atıştırmalıklardan uzak durulması gerektiğini belirten Polat, "Özellikle akciğer tutulumu nedeniyle steroid tedavisi başlanmış olan hastalar tamamen tuzsuz diyete geçmelilerdir, çünkü alınan tuz steroide bağlı olarak tansiyon yüksekliği ve vücutta, özellikle de akciğerde su birikmesine neden olabilir." diye konuştu.
GEREKSİZ YERE VİTAMİN İLACI ALMAYIN
Doç. Dr. Polat, bu süreçte sıvı tüketiminin önemine işaret ederek, kilo verme amaçlı uyulan diyet programlarına ara verilmesi gerektiğini kaydetti ve şöyle devam etti: "Her zaman olduğu gibi bu kritik süreçte de en iyi içecek sudur. Günde yaklaşık 1,5-2 litre su içilmelidir. İshali olan hastalar yoğurt, ayran ve kefir gibi doğal probiyotiklerin alımını artırmalıdır fakat yeterince alamama durumu söz konusuysa ek olarak probiyotik ilaç kullanabilirler. Son olarak D vitaminini gereksiz yere almamak gerekli. O nedenle D vitamini düzeyimizi öğrendikten sonra eğer D vitaminimiz düşük ise D vitamini ilacını kullanmalıyız. Bunu da mümkünse hasta olmadan önce baktırıp eksiklik var ise doktorumuzun önerisiyle tedaviye çok önceden başlamalıyız çünkü hasta olduktan sonraki yaklaşık iki hafta süresinde alacağımız tedavi ile vitamin seviyemiz hemen istediğimiz seviyeye yükselmeyebilir. Aslında karantina döneminde uyulması gerekli bu önerilerimiz normal hayatımızda da sağlıklı yaşam için beslenmemizin temelini oluşturmalıdır."