* Penceresinden gelen zift kokusuyla uyanmıştı. Yüzünde ki nefret ifadesi çirkin olan suratını daha çirkin bir hale getiriyordu. Uzanmaya devam ederken bir yandan da karşısında duran duvara baktı. Duvarın badanası dökülmüştü, rengi beyaza yakın griydi. Duvara bakarken daha sonra dikkatini vücudunun küçük bir kısmını örtmüş olan yorgana dikti. Yorganın üstünde birbirinden bağımsızmış gibi görünen iç içe geçmiş halklalar vardı. Halkaların rengi, bordo, sepya, koyu yeşildi. Yorgana bakmayı kesmesi histerik bir kahkahaya tutulması ile oldu. * Yataktan kalktı, gözünü ovaladı, suratını kaşımaya başladı. Uyuz köpeklerin ritüellerinin ona bulaştığını düşündürecek şekilde kaşınıyordu. Sol eli ile sağ yanağını kaşırken, sağ eliyle kafasını kaşımaya başladı. Lavaboya gitmeye karar vermiş olacak ki, lavaboya doğru ilerledi. Aynaya bakıp yüzünü yıkadı, pek uzun bir süre bakmadı, zihninde oluşan kısa ve bulanık olan görüntü kendisiydi ne de olsa. Diş fırçasını astığı bölmeye doğru elini uzatmıştı ki sonradan elini geri çekti. * Oturma odası pek geniş değildi; iki kişinin anca sığabileceği sepya bir koltuk, toz toplamaktan kıl yumağına dönmüş, içinde ölü sineklerin bulunduğu ve örümcekler için gayet cazip, kırmızı fona lacivert dikdörtgen ve eşkenarların kombinasyonundan oluşan bir halı, bina yapıldığı andan itibaren hiç açılmamış tozlu bir pencere ve odanın başkahramanı küçük bir televizyon vardı. İçeriye girmeye pek hevesli olmasa da girecek başka bir yer olmadığı için içeriye girdi. Rutubet kokusu içini kapladığı halde bunu pek umursamadan kendisini koltuğa attı. Ellerini koltukların arasına daldırdı ve hiçbir şey bulamadı. Genellikle bu eyleminin sonucu onu şaşırtan şeylerle sonuçlanıyordu, örneğin bir keresinde; koltuğun arasından bozuk para çıkmıştı. * Televizyonu açmaya karar vermiş olacak ki, önce etrafına bakındı daha sonra televizyonun kumandasını eline aldı. Kumanda yağ içerisindeydi. Yemek yedikten sonra ellerini yıkama alışkanlığı olmadığı için olsa gerek.
* Televizyon karıncalıydı. Siyah ve beyaz noktalar belki sistematik belki de rastlantısal olarak hareket ediyorlardı. Televizyonu açtığı anda ilk olarak ne gördüğü muallâktı ayrıca bu görüntüleri nasıl karıncalanma olarak algılayıp, zihninde bu şekilde sınıflandırdığı da büyük bir bilinmezlikti. Ne düşündüğünü kim bilebilir ki? Kendisinin ve başkasının… *
Koltuğun içine doğru çöküşü zaman geçtikçe artıyordu ama o bundan pek rahatsız olmayacak ki oturmaya devam ediyordu. Önünde duran televizyona bakıyor ve karıncalanmayı izlemeye devam ediyordu. Gözleri televizyonun sağ alt köşesinde ki beyaz görüntüye doğru bakıyordu, gözlerinin içinde yaşama ait iz yoktu adeta ölü balık gibi bakıyordu. Silik beyaz görüntü, saliselik bir zaman diliminde yukarıya doğru hareket etti ama gözleri beyaz görüntüye doğru baktığı ilk noktada takılı kalmıştı. Böylece, baktığını sandığım noktaya bakmadığını anlamış oldum. * Televizyon kumandası elindeydi, istediği anda kanalı değiştirebilirdi fakat bunu istemiyordu. Neden istemiyordu ki? Karıncalanmayı izlemekten zevk alıyor olma ihtimali düşüktü ya da çok azdı. Diğer bir ihtimal bütün kanalların karıncalanmayı gösteriyor olma ihtimaliydi. Ne olursa olsun “ Ya diğer kanallarda, başka bir şey vardır.” umuduyla kanalı değiştirmesi gerekirdi ve belki de içinde bu konuda hiç umut kalmamıştı. Kanal değiştirmenin fiziksel olarak basit bir fiil olduğu fakat ruhsal olarak yorucu olduğu bir durum içerisinde bulunuyor olabilirdi. Kumandanın varlığından habersiz olması da bir olasılık belirtir ve bu nokta önermelerimin, akıl yürütüşlerimin hepsini çürütebilecek değerde bir noktadır. * Tam bir karara varmak zor olsa gerek. Ceketinin kollarını sıyırdı ve artık tek boyutlu karıncalanmaların iki boyutlu ekran içerisinde ki dansı ilgisini çekmiyor olmalıydı. [ Televizyonu açtığı andan beri ekrana dalgın görünen bir ifadeyle bakmasından, en baştan beri evrenin bir noktasında oluşan patlamanın kalıntısı olan bu devinimin ilgisini çekmediğini anlayabilirdik) Omuzları kollarına göre daha beyazdı ve kollarının üstünde ki söndürülmüş sigara izleri belli oluyordu. Damarları patlamak üzereymiş gibi görünüyordu derisinin içinden. Derin bir nefes alıp ayağa kalktı. Oksijenin büyük kısmını burun deliklerinden geçirdi. Yattığı odaya doğru yöneldi, içeriye yavaş ve kararsız adımlarla girdi. Yatağının yanında ki küçük çekmeceden siyah, tozla kaplı silahı aldı. * Karıncalanma televizyonda devam ediyordu. Geçmişte yaşanmış olan bu şiddetli patlamanın kalıntısı olarak süren yayın devam ediyordu, evet devam ediyordu. Bahsi geçen patlamanın etkisi halen evrenin bir köşesinde, 1,9 mm dalga boyuna sahip uç değerine 160,4 Ghz frekansta ulaşarak salınan bir mikrodalga yayını olarak devam ettiği gözlemlenmektedir ve bu karıncalanmayı oluşturur. Ve karıncalanma devam ediyordu. * Televizyonlu odaya girer girmez televizyona doğru nişan aldı ve televizyona ateş etti. Televizyonun verdiği tepkiye ise pek şaşırmadı. Televizyon kendisinden beklendiği şekilde infilâk oldu. Karıncalanma sona erdi ama bahsi geçen mevcut televizyon için olsa gerek, başka bir televizyonda karıncalanma başka bir devinim şeklinde devam ediyordur herhalde.
Silahını her zaman oturduğu koltuğun üstüne fırlattı. Bu koltuğa oturmak istemiyormuşçasına davranmış olsa gerek hızlı adımlarla portmantoya ilerledi ve ceketini üzerine giyer giymez kapıyı çekip dışarıya çıktı. * Evde artık o yoktu. Koltuklar konuşabilirdi, parçalanmış televizyon bir araya gelebilirdi, belki de Dünya dışı canlılar evin içinde sigara bile dönebilirlerdi. Korkunç suratlar etrafta dalgalanabilirdi. Çoğu çocuk bakmadığı her yerde korkunç şeyler olduğunu ve baktıkları zaman her şeyin normale dönüştüğünü düşünmüştür zamanında. Oda boşken saydıklarımdan daha fazlasının bile olabileceğini düşünmüşlerdir belki de ama hepsi birer varsayım. Sayılanların hepsi ve kurulan cümlelerin hepsi. Tüm bu anlatılanlar, anlatılan… Parçalanmış televizyonun tam üstünde duran avizede bir hareketlilik oluyordu. Bu, evde ondan başkalarının olabileceğinin kanıtı olabilirdi. Bu canlı ufak bir örümcekti, kendisinden daha irice olan karasineği ağlarıyla paketlemekle meşguldü. Tüm eşyalar adeta bu örümcekten korkmuşçasına nefes bile almıyorlardı ki zaten hiç nefes almıyorlardı. Hiç nefes almamaları örümcekten korktukları için değil de sadece nefes almadıkları için bile olabilir. Bu bir muamma. * İçinde bulunduğumuz gerçeklikte, zamanı hızlandırma cihazı olsa; sepya renkli koltuğun yavaşça ya da hızlıca ( zaman görecelidir) çürüdüğünü görebilirdik. Zamanı geri alabilsek ( ki bu bilim adamlarınca zamanın ötesine geçmekten daha az mümkünmüş ) parçalanmış televizyonun yavaş ya da hızlıca ( zaman göreceliymiş) bir araya geldiğini ve karşısında oturup karıncalanmayı izleyenin, dışarıdan içeriye, en sonda koltuğa geri geldiğini görebilirdik. ( Belki?) Bunların hepsi kuantumcuların işi ama insan burnunu sokmadan edemiyor çoğu kez(lerce). * Pencerelerden birisi açık bırakılmış olmalı ki, dışarıdan rüzgarın ıslığının sesi geliyordu. Islığın görüntüsünü görebilmenin mümkün olduğu bir boyutta olmadığımız için olsa gerek sadece rüzgarın ıslığının sesi geliyordu. Ev hâlen bomboştu. Nesnelerle dopdoluydu. Evde çeşitli görevler yapan, düşünen, algılayan ve karmaşık problemleri çözen sibernetik araçlar olmasına rağmen konuşma dilimize göre ev bomboştu çünkü birey olma özelliği taşıyan tek varlık insan ya, ondandır herhalde. Bilgisayar ve mutfak robotlarının birey sayılıp, sayılmaması işi de hukukçuların, etik ve ahlak filozoflarının işi olduğu için bunlar sadece birer varsayım tabi ki. ( Son iki cümledir kinaye yapmak ve bu durumu yapmacık bulmak. Ne var ki boş bir kağıda belki de bilgisayarın hafızası vasıtasıyla bunları, yazan ve ya verileri giren kişinin dili-anlatıcısı olmak herhalde böyle bir durumu doğurmakta yeterli. Gerçekte var olup olmadığımı bilmeyerek bu fiillerde bir etken olmakta bir o kadar da garip, neyse… ) Eşyalar birbirlerine bakıp çürüye dursun…
*
Açık kalan camdan, karşı apartmanda oturan kişinin televizyonunda ki görüntüler yansıyordu. Televizyonda, yayın akışının şu an ki parçası reklamlardı. Mora yakın mavi renkte bir masa kürsüye çıkmış konuşuyordu; ağzı ve Temel Reis’i andıran iki küçük siyah noktadan oluşan gözleri vardı. Karşısında ise ironi olsun diye olsa gerek MAVİ KAN insanlardan oluşmuş bir güruh, sevimli masayı alçaltıcı bakışlarıyla izliyorlardı. “ İnsanoğlu uyaranları en aza indirgemek için hep komik oyunlar içerisine girmiştir. Örneğin; masanın cansız olduğunu düşünmeleri. Masa canlıdır ve görünmeyecek yavaşlıkta eskir, çürür yani ölür. Herhangi bir varlık ölüyorsa çürüyor demektir. Yıldızlardan, atomlara kadar her şey canlıdır. Var olan her şey hem de.” dedi ve tüm kalburüstü güruh ona bıyık altından güldüler. Karşı apartmanda yaşayan her kimse televizyonu kapatınca, görüntülerin devamı görünmez oldu. Yayın akışı devam ettiği ve uydular sinyal gönderdiği halde artık görüntüler yok olmuştu. Belki, uydular sinyal vermiyor ve yayın akışı devam etmiyor olabilirdi. * Dairesinin dış kapısına attığı ilk adımı sağ ayağıyla gerçekletirmiş olma ihtimali sol ayağıyla gerçekleştirmiş olma ihtimaliyle yarı yarıya orandaydı. Merdivenlerden yavaş adımlarla inme ihtimaliyle eşit ihtimaldi. BÜYÜK İHTİMAL. Apartmandan dışarıya çıkınca, sokağın çaprazında ki kasaba doğru ilerledi, kasabın önünde irice dişlerinin arasından salya akıtarak önündeki kemiği kemiren köpek ve köpekten uzakta durmayı tercih eden kediler bulunuyordu. İçeriden kasap onu görüp, dışarıya doğru devinmeye başladığında, adımları buna bağlı olarak olsa gerek hızlandı gibi görünürken aslında kasap köpeğe et parçaları vermek istediği, kedilerde aralarında ete varmak için zaman-uzamda varlıklarını devam ettirmek istedikler için koşturmaya başladığı anlaşılınca, ilk gözlemin sonucu yanlış çıktı. Sadece kedilerin üstüne gelmesinden dolayı reflekssel bir hız arttırmadaydı. Sonuç olarak kasap onu görmemiş olabilirdi. Kasabın onu görmediği, kesine yakındı ama onun görmeme ihtimali kesinden uzaktı, olması daha mümkündü, kesin değildi. Trafik yoğun değildi ve zihinsel uyaranlar azdı, tıpkı evi, kıyafetleri gibiydi trafik. Seçimleri sadeydi varsayılabilir, belki. Birazdan daha az bir süre dilimi sonrasında ise attığı adımlar gittikçe düzensizleşti, adımlarının düzensizleşmesi trafiğin sıkışık olduğu bölgede gerçekleşiyordu ve adımları metronom kaçırıp tüm orkestrayı sözde küçük düşürmüş trompetçiye döndü. Bu durum, trafik azken böyle değildi ama böyle olması kaçınılmazdı, tüm belkiler bu durumu doğurmuştu belki de. Belki de tüm belkiler bu durumu doğurmuştu. Kim bilir? * Trafik tekrar azalmaya başladı. Yol bomboştu ve önünde kimse yoktu. Etrafına bakmadan ilerlerken tam karşısından, sarı takım elbiseli, sarı şapkalı ve cırtlak yeşil atkılı bir adam belirdi. Adamın geldiğini görmüş olsa gerek, bir an önce karşıya geçip, gitmek için ileriye doğru adım attı ama o esnada son hızla bir araba geçince adamla yüz yüze gelmesi kaçınılmaz oldu. Karşısında ki adam ona pervasızca gülümsedi. Nedenini anlayamamış olsa gerek kaşları ile gözkapakları arasında ki mesafe arttı ve çenesi sağ tarafa doğru kaydı. Gözlerini adamdan kaçırmak için Arnavut kaldırımlarından oluşan zemine dikti ama tam yanından geçip
uzaklaşırken göz ucuyla adama baktı ve adamın gülümsemeye devam ettiğini görünce, yüzünde hayal kırıklığını andıran bir ifade oluştu. Zamanın nasıl geçtiği bilinmezdi ama bu geçen yedi saniye onun için hayatının en gereksiz saniyeleri arasındaydı. Ve hayatı gereksiz olan milyonlarca saniyenin birleşmesinden oluşuyordu. Aksilik şu ki; gereksiz bulduğu, hangi saniyeyi çıkartmak istese hayatı anlamsız oluyordu ama çıkartmak istediği tüm anlar, tek başlarına da anlamsız zaman dilimleriydi. Bunların hepsi onun için geçersizde olabilirdi, bunlar sadece bir varsayım. * 1,8,15,34, gidiyordu ve gidiyordu. Evden çıkalı çok adım atmış, çok fazla olay yaşamıştı. Mikro kozmosun, mikro olaylarıydı diyebiliriz(miyiz?). Zihninde alabildiğine soru işareti ve ünlem, sonsuza yakın ve transdantal bir sayı tavrıyla, soru işaretleri ve ünlemler ilerlerken sonsuza doğru. Varsayımsal bir doğru. Ve aradığını bulmuşçasına mutlu bir surat ifadesiyle dükkanın kapısını çaldı, eliyle kapıya vurdu, belki de yüzü gözlerine kaçmış olası bir tozun tepkimesiyle ekşimiş olabilirdi, iki ihtimalin oluşturmuş olabileceği bir surat ifadesiyle betimlenirken suratı kapı çaldı, içeriye girdi. Dükkan sahibi ifadesiz bir surat ve avcı gömleğiyle karşılamıştı onu, önceden çok zaman geçiyorlarmış gibi ya da hiç yakınlıkları yok gibiydiler, o kadar soğukkanlı o kadar duygusuz. Birey diğer bireylerle geçirdiği zaman diliminin fazlalığıyla doğru orantılı olarak diğer bireyden soyutlanıyor olmalıydı çünkü birey olduğunu kabul ettirmiş olmak, egoyu doyurmak anlamına gelebiliyor, olabilirdi. Tam vitrinden dışarıya doğru baktı, parlayan kameramızı gördü VE KESTİK! Montajla son bölümü de çıkartmadık. İyi de yaptık varsayalım. Hahahahahaha! Tahmin ettiğiniz ya da etmediğiniz belki de edemediğiniz üzere kameramız falan yok ve “O” bizi göremez, biz istemediğimiz sürece tabi ki. * Tüm bu anladıklarım-anlattıklarım ( Ben kimsem? ) herhangi bir “*” işaretinden kesildiği veya bölündüğü zaman tek başlarına bile anlamlı olabiliyorlar. Yazar öyle söyledi sadece bu bölüm tek başına anlamlı değil çünkü bu bölüm açıklama bölümü ve edebi ürünlerde açıklama olması, hele hele açıklama bölümü olması bu ürünün teknik açıdan kusurlu olduğu anlamına gelir(MİŞ), “sikmişim kusuru!” diyenleri ve demek isteyenleri duyuyor gibiyim. * Dükkandan çıkar çıkmaz, geldiği yoldan evine geri döndü. Işık oyunları etrafta dalgalanırken, Güneş her an Dünya’nın dönüşünden dolayı farklı açılardan Dünya’mıza gelirken… 8 mm mermileri ceketine koydu. Tüm bu gümbürtü içerisinde yürümeye devam etti. Zaman kuyruğunu kovalayan köpek gibiydi sanki ve şimdi kendini aşıp yeni bir şimdiyi kabuğundan çıkarttıktan bir süre sonra, apartman kapısına ulaştı. Cebinden dış kapının apartmanını çıkarttı ve kapıyı açtı. İçeriye girmesi, tüm zincirlerinden kurtulmuş bir kölenin rahatlamasıyla bağdaştırılabilirdi. Neredeyse tüm dış baskılardan kurtulmuştu. Adeta fiber hızda, kozmik ışık yılları aşan bir taksiyle kozasına geri dönüyordu. Herhangi bir cankinin hasta olup fiks
yapması ve eroini damarlarına zerk edip rahatlama durumuna girmesi de buna benzer ama konuyu dağıtan örnekler grubuna dahil olabilir herhalde. Merdivenlerden sondan biraz daha yavaş hızla (ışık hızı -1 v) tırmandı. Dairesinin kapısına geldi ve içeriye girdi. Her şey aynıydı, hemen hemen. Farklı olan şeyler muhakkak vardı. Var mıydı? Gerçeklik, neliğin dış dünyada yer edinmesi değil miydi? Değil miydi? * Aceleci tavırlarla etrafa bir göz gezdirdi. Ne için bunu yaptığı bilinmez ama bu aceleci tavrı, zamanın en küçük değerinden başlayarak büyüyordu, telaşı sıfırdan sonlu fakat büyük bir sayıya doğru uzanıyordu sanki. Hararetli görünen bir biçimde kafasını sağa, sola çeviriyor, göz bebekleri büyüyor, nesneyle olan ilişkisi artıyordu. Onun ne düşündüğünü, ne için telaşlandığını ve ya telaşlanmadığını bilebilir miyiz? Bunu bilme ihtimalimiz ne kadardı? Peki, bir maymunun daktilo karşısına geçip “muz” yazma ihtimali nedir? Hesaplayalım; Ortalama bir daktilo da 50 tane tuş vardır. Maymunun ilk olarak “ m” yazma ihtimali 1/50’dir. O zaman; (1/50) X (1/50) X (1/50)= 1/125.000 Not: Daktilonun tuş sayısına göre, hesapta değişikler olabilir. Maymunun, ne kadar zaman da bu işlemi yapabileceğini hesaplamak ise matematikçilerin işi. Evet, telaşlı olması gittikçe artıyordu ve bu telaş zamanla dinecek gibi görünmüyordu çünkü yanıt arayan bir telaş gibi görünüyordu diye kabul edebiliriz belki de. Aradığı her neyse artık, bakışları aradığını bulmasına yetmemiş olsa gerek, durduğu yerden hareket etmeye başladı. Akabinde, son hızla salona girdi ve Ve VE silahını koltuğun üstünden alıp rahatladı. Evet, rahatladı ve yüzü huzurla kaplı gibiydi sanki. Cenin pozisyonunda olan, tüm canlıları anımsatmaya yakın derece huzurluydu. Arayış bekleyişe mi evrimleşti? Bilinmezdi, insan davranışları gibi kocaman bir bilinmez.
* Parçalanmış televizyon yerde duruyordu sanki kendisi ateş etmemiş gibi umursamadan yanından geçti, silahını sağ eline aldı. Kolu “ L” şeklini aldı. L şeklinde kıvırdığı koluyla, az sonra nişan alacakmış gibi görünüyordu, işaret parmağı ise tetiğe dokunuyordu. Sepya koltuğuna geçti ve televizyon açıkmış, hiç patlamamış gibi tam da televizyonun bulunduğu noktaya gözlerini dikti. Televizyon patladığı için tam olarak televizyonun olduğu noktaya bakamıyordu çünkü baktığı nokta boştu. Televizyona bakmak istememişti belki ama bakamazdı da. Televizyonu patlatarak ufkunu genişletmiş oldu. Önünde televizyon olmadığı için ufkunu genişletmişti ayrıca televizyonla zaman kaybetmediği için de ufkunu genişletmişti. Ceketini çıkardı, ceketin cebinden 8 mm mermilerini aldı ve silahına yerleştirdi. Sinemada silah varsa patlar jargonu vardır. Ve burada silah bir kere patlamıştı ama kimse ölmemişti.
Tabi ki şimdilik… Ceketini çıkarınca cılız, kolları ortaya çıktı. Kollarında sigara söndürmüş olduğu için oluştuğunu tahmin edebileceğimiz sigara izleri vardı. Yeşile yakın sarımsı iltihaplar. Tam bir daire oluşturamamanın verdiği rahatsızlıkla “ VAR “ olan iltihaplar. Dolaylı yoldan da olsa sigaradan bahsetmemiz onda sigara içme arzusu yaratmış olacak ki kibritiyle sigarasını yaktı. Zehri içine çekiyor ve dışarı üflüyordu. Nefes alış verişleri gibiydi. Sigara içmek, yaşam ve yaşamın sonucu olan ölüm gibiydi. Ağzında nikotinin o kekremsi tadı oluşmuş muydu? Belki de sigarasının tütünü birinci sınıf kalitedeydi. Bilinmez. En başta, yıllardır açılmadığını tahmin ettiğimizi söylediğimiz pencere hâlen kapalıydı. Şehrin tüm kimyasal ve fiziksel atıklarıyla kaplı pencere. Pencerenin en masumane yanı ise tozlardı. Yatak odasında ki pencere geçen zaman diliminde açıktı ama bu pencere hep kapalıydı. Sol elinde sigarası, sağ elinde silahıyla ve duygusuz bakışlarıyla Hollwood’luk bir adamdı. Yaşadığı basit olaylar ve hayatın monoton kurgusu senaryo için önemsizdi, sadece hafif şizofrenik monologlar bu yaşanmışlıkları Hollwood sinemasına uyarlanabilir kılardı. Sol elinde sigara ve sağ elinde silahıyla oturmaya devam etti. Karıncalanmanın devam etme ihtimali ½ idi. Yazı mı tura mı yaparak buna anlam yüklemek zor değildi. Her şey Hollywood gibiydi, harika ve akıllara buhranlı bir çekicilikle zerk edilen şırınga, Hollywood! Sigarasından geriye sadece izmariti kalınca, kül tablası olmadığı için olsa gerek kollarında boş bir yer aradı. Sigarasının yanan ufak ucunu tek bir noktada bu şekilde sonlandıracaktı belki de. Kollarında boş bir yer göremediği için olsa gerek izmariti iki parmağının arasına alıp yerde duran halının hafif ilerisine fırlattı. Keşke sigarasını boynunun solunda, şah damarının üstünde söndürseydi, işte o zaman Hollywood etkisi daha açık şekilde belirgin olurdu. Anlaşılacağı üzerine bu bir Hollywood filmi değildi, senaryosu hiç değildi. Bu yaşananlar neydi peki? Olası bir nükleer savaş öncesi sessizlik miydi? * Söndürülmemiş izmaritler yüzünden her yıl yüzlerce ya da ne bileyim binlerce yangın çıkmaktadır. Televizyonlardan ve çevremde bulunan insanlardan duyduğum tamamen bu. Fırlattığı izmarit yarım çember çizerek halının biraz ilerisine düştü ve bir zaman sonra kendi kendisine söndü. İzmarit halının üstüne düşseydi çok şey değişebilirdi. Dünya ekseninden santimetrelik bir açı dair çıkacak olsaydı, daha fazla değişim olurdu. Kim bilir? Büyük patlama olmasaydı hiçbir değişim olmayabilirdi. Tahminsel olarak zaten evren olmazdı, hiç olurdu. V.B Tabi ki hepsi birer varsayım. Sigarasını bitirip fırlatmasından bu yana çok bir zaman geçmemiş olacak ki, silahı sağ elinde durmaya devam ediyordu ve izmariti fırlattığı kolu, koltuğun ( sepya koltuk ) koluna yeni gelmişti. Bunların hepsi Dünya zamanında 1 saniyede olup bitmiş olaylardı. Duvarda ki alçısı dökülmüş noktaya kaydı gözleri, acaba dışarıda ki araba, kuş ve uğultu formuna dönüşen insan seslerini duyabiliyor muydu? Bilemiyoruz fakat gözlerinin duvarda ki alçısı dökülmüş noktada takılı kaldığı, kronometreye bakılmadan anlaşılabilecek bir durumdu. Daha demin duvarda ki alçısı dökülmüş alana bakan kendisi değilmiş gibi ayağa kalktı, silahını beline pantolonun arka sağ kenarına yerleştirdi. Önce sol ayağıyla adım attı ve mutfağa girdi. Mutfağa acıktığı için girmiş olmalıydı ve dolabı açarak acıktığı fikrini kendisi dışında ki her süjeye doğruladı. Dolaba vardığında en son sağ ayağıyla adımını tamamlamıştı. Etraflıca dolabı inceledi, dolapta neye baktığı ve neler olduğu bilinmezdi çünkü görüş açımız buna uygun değildi. Sol eliyle dolabın içine uzandı ve dolaptan çürümeye yakın bir muz aldı. En
sevdiğini tahmin edebileceğimiz yere sepya koltuğa oturdu, muzun kabuğunu sağ eliyle soydu, muzu sol eliyle tuttuğu kesindi ve kanıtlanabilir bir gerçekti. Muzu yedi. İçine alınmış beyaz tişört ve yüksek bel, eskimiş kotuyla oturduğu sepya koltuktan etrafına, muzun keyfiyle olacak ki gülümsedi. ( Kimse olmadığı halde ). Dişleri sarımsıydı yani tam sarı değildi, çenesi uzun, kemikli ve seyrek kıllarla kaplıydı bu seyrek kıllar kirli sakal kümesinin elemanlarıydılar, herhalde. Betimleme bitti ve dolaba doğru ilerledi. Aslına bakarsanız önce dolaba ilerledi daha sonra betimleme bitti ama zamanın garip işleyişine ancak yetişebilirdik. Dolaptan tekrar muz aldı ve şaşırılmasını düşünebileceğiniz hatta şaşırabileceğiniz şekilde pencereyi açtı. Dışarıdan arabalar son hızla geçiyorlardı. Çok fazlaydılar ve nereye gittikleri belirsizdi. Durmak bilmez şekilde zaman-uzamda hareket ediyorlardı. Pencerenin daha önce açılmış olabileceği olasılığının arttığı şu anda, dolaptan aldığı ikinci muzu yiyordu. Muzun kabuğunu dışarıya fırlatıp histerik bir kahkahaya kapıldı daha sonra kendisinden pek alışık olmadığımız bir hızla yatak odasına gitti ve yatağın altından eskimiş bir daktilo çıkarttı. Koşarak, pencereden aşağıya fırlatması pek zamanını almadı. Üst üste bu kadar karmaşık ve anlaması güç fırlatma devinimlerinden sonra tekrar yatak odasına koştu ve kıyafet dolabı olduğunu, kıyafetlerden anlayabileceğimiz içinde çok az kıyafet bulunduran dolabı açtı. Dolabın içine uzandı ve dolaptan üstü, muz desenleriyle kaplı örtüyle örtülmüş bir kafes çıkardı. Kafesi pencerenin önüne getirdi ve kafesi açıp içinde ki maymuna benzer canlıyı pencereden aşağıya fırlattı ve çığlık seslerinden maymun olduğunu anlayabileceğimiz canlı hızla yere çarptı. Gerisinde, zemin üzerinde parçalanmış iç organlar ve olan bitene – bazıları da olmuş olana- hiçbir anlam verememiş biçimde bakan bir düzine insan bıraktı. Bunca saçma ve anlamsız olarak nitelenebilecek olayı yaratan kişi olarak “ O “ sadece gülümsedi ve pencereyi kapattı. Pencereyi kapattıktan sonra yatak odasına gitti ve yatağının yanında ki ufak çekmeceden çıkarttığı kalemi eline aldı, salona doğru ilerledi. Bunları neden yapmıştı? Ne için yapmıştı? Yapmış mıydı? İnsan davranışlarıyla imgeleme yapar mıydı? Bunu neden yapardı? Yoksa konu bambaşka bir noktada mıydı? Salona girdi ve biraz etrafına bakındı. Eline aldığı kalemle, duvara önce; “ 1/125.000 “ yazdı daha sonra eşittir koyarak bu “ Ø “ sembolü çizdi. 1/125.000= Ø
*
…sepya koltuğuna geçmişti ve keyfi çok yerinde gibi görünmüyordu. Genel olarak suratı asık olan insanlar için kullanılan bu cümle, ne kadar doğruydu bilinmez? Kuala için ağaca tutunmak nasılsa onun içinde koltukta oturmak öyleydi. -
Nasılsa? Öyleydi.
Keyifli olmak nasıl bir ruh haliydi ki? Tanımlayamadığı ve kullandığı çok şey varmış insanoğlunun da diye düşündürecek bir soru aslında. Hakikat, neyse artık. Zil çaldı, kapının zili. Duymamış olacak ki yerinden kıpırdamadı ve tepki vermedi. En büyük tepkinin bazen, tepkisizliğin olduğu söylense de. Zil ısrarla çalınmaya devam etti ve bir süre sonra kapı da çalınmaya başladı zil ile birlikte. Kapıda ki kimse sabırsızlanmış olsa gerek. Oturuyorken kıvrılmış olarak duran dizleri yavaş yavaş gerginleşti ve ayağa kalkmaya hazırlandı, ayağa kalktı ama o kadar yavaş hareket ediyordu ki sinir bozucu bile gelebilirdi bazıları için bu hız. En ufak bir çıtırtı dahi çıkartmadan kapıya doğru ilerledi, kapıya yumruk darbeleri vuruluyor, zilin tuşuna parmak basılıyor ve evin içinde gürültü kopuyordu. Kapının deliğinden dışarıya baktı, balıkgözü olarak dışarıda ki kimse işte onu görüyordu, kapıyı açmadı ama sürgüyü açtı ve sürgü zincire takıldı. Elini kapının arasından dışarıya uzattı ve poşetlenmiş kıyma paketini alıp dışarıda ki kimse kapıyı onun yüzüne kapattı. Kıymayı eline aldı ve içeriye girdi. Kıyma, et parçası olan kıyma. Pişirilince köfte olan kıyma. Sen nasıl buralar kadar gelebildin kıyma? Geçen haftaya geri döndüğümüzü varsayalım; yemyeşil güzel çimenlerle kaplı geniş bir arazi. Arazinin üstü rengârenk çiçeklerle kaplı, papatyalar, laleler, sümbüller. Yeşil üzerine inşa edilmiş harika kokulu çiçekler, üstünde inekler, koyunlar, keçiler ve kuzular. Küçük bir kuzu, annesinin memelerinden süt emiyor, az ileride inekler güneşin ve bereketli çayırların tadını çıkarıyorlar. Keçilerden bazıları aralarında boynuzlarıyla dövüşüyorlar. Tüm bu alana daha geniş açıdan bakınca etrafın çitlerle kaplı olduğu görülüyor ve tam olarak panoramik olarak bakıldığında çayırlık alanın yanında tahtadan büyük bir kulübe, kulübenin yanında traktörler ve kamyonlar en sağ tarafta ise ufak bir fabrika göze çarpıyor. Kulübenin içerisine bakılınca ise beyaz önlüklü insanlar görülüyor. Önlükleri kan içerisinde ve içeride her bir yanda parçalanmış etler bulunuyor. Uzun boylu, mavi gözlü, burnu kemerli, çirkin bir adam çayırlık alandan içeriye giriyor. Adamı fark eden hayvanlar hüzünlü bir uğultuyla, karşılıyorlar adamı. Adam hiç zaman kaybetmeden annesinin sütünü emen kuzuyu annesinden çekip ayırıyor. Annesi şaşkın, ineklerin hüzünlü uğultusu kulakları çınlatacak cinsten, keçiler dövüşlerini bırakmışlar ve korku dolu gözlerle kaçışıyorlar her birisi kuzunun gidişine adeta üzülmüş vaziyetteler. Adam çitten dışarıya çıkmak üzereyken kuzunun annesi “ meeee, meeee! ” diye bir feryat koparıyor. Kasap olduğuna emin olabileceğimiz adam ise kuzuyu, körpecik, küçük, tatlı kuzuyu annesinden ayırıp kesim odası olduğunu sanabileceğimiz kulübeye doğru sürüklüyor. Kuzu kaçmak istiyor ama adam öyle bir kavramış ki yavrucak kıpırdayamıyor. Eline, sivri bir satır alan kasap diğer kasaplara kuzuyu tutması için işaret ediyor. Kuzuyu öldürmekten haz duymuyor, cani olan o değil, o bu işi yapmaya programlanmış bir robottu sadece. Duygularını bir kenara koymuş ki kendi yavrusu aç kalması diye. Başkalarının yavrularını öldürmeye mecbur bırakılmış, kendi yavrusu ölmesin diye. Sert bir darbeyle kuzunun kafasını kesiyor, kuzunun gözlerinin içi artık hayat belirtisi göstermiyor. Kuzunun gövdesini, demir bir çubuğa asıyorlar ve kafasını büyük bir leğene koyuyorlar, binlerce hayvan başı olan dev leğene. Kuzunun derisi soyuluyor ve hiç zaman kaybetmeden makineler tarafından parçalıyorlar, en son dev kıyma makinesine konuluyor ve daha 2-3 saat önce
yaşayan kuzu kıymaya dönüştürülüyor. Kıymalar paketlenip, kıymaları kasaplara dağıtacak arabalara konuluyorlar. Kasap kıymaları teslim alıyor ve tezgaha yerleştiriyor. Kıymalar arasında, bahsi geçen kuzunun eti de var. 4-5 gün sonra kasaptan ( sipariş üzeri olsa gerek) daha demin kurye( kimse işte ) tarafından getirilen kıyma, eve ulaştırılmış olunuyor. Bir hafta önce annesinin sütünü emen, kuzu şimdi ki kıymaya dönüştürülmüş olunuyor. Kıymayı eline aldıktan sonra, mutfağa doğru ilerledi. Kıymayı yani eskiden bazı anıları olan, annesi olan, duyguları olan kuzuyu mutfağın alt çekmecesinden çıkarttığı tavaya koyup pişirmeye başladı. Kuzunun cehennemide burasıydı işte. “ İşte, böylelerinden oluşur insanın cehennemi.”
* Kıyma köfte formu alınca, yemek oluyordu. Kıyma, tek başına ise malzemeydi. Midesine önce muz ulaşmıştı şimdi ise sırada köfte vardı tabi köfteyi kendisi için pişiriyorsa. Her pişirdiği yemeği yiyor muydu? Ne yanıt verilirse verilsin, köfteyi köpek mama tasına koyunca bu yanıtların bu konu için değeri kalmadı. Üstü kahverengi beneklerle kaplı, mutfak tezgahının üst çekmecesinde çıkarttığı mama tasına tüm köfteyi eksiksiz biçimde, hiç kırıntı kalmaksızın koydu. Mama tasını tezgahın üstüne koyup, kollarında ki sigara yanıkları görünmesin diye olsa gerek ceketini üzerine giydi ve dairesinden çıkıp aşağıya indi. Aşağı inmesinin sebebi kasabın önünde ki köpeğe köfteyi vermek istemesinden anlaşılabilinirdi. Ne de olsa köpekte o da ana rahmine ulaşıp, yaşamla tanışmış canlılardı. Belki de doğmaları, hayatı idrak edemedikleri içindi. Hayatı idrak etmişler, rahme ulaşmayı reddetmişlerdi. Kasabın önüne vardığında hedefe kitlenmiş İsrail füzeleri gibi direk köpeğin yanına gidip, mama kabı içinde ki köfteyi köpeğe sundu. Yeşil çayırlardan mezbahaya oradan kesime ve kıymaya, ölü bedenle kasaba oradan eski bir canlı olan eti alan müşteriye en son ise bir köpeğin midesine. Kuzu-etkıyma-köfte-köpek dışkısı şeklinde bir döngü. Köpek bu nimet için ona şükranları sunmak isteyip, onu yalamaya çalışsa da o köpekten kaçmayı başardı. ( Köpek daha önce önünden geçtiğinde onun yanına bile uğramamıştı ) Kıymanın tamamını köpekle paylaşması Kharon’un cimriliğine verilmiş bir tepki bile olabilirdi. Belki de kendiside köpek olan, elli başlı Kerberos’a yaltaklanmak ve Yer altı dünyasına rahatça girip çıkmak için köpeğe köfte vermişti. Bilinmez. Gözlemlenebilir zaman içerisinde ve evrende, hiçbir canlıya yardım etmemişti ve şimdi bu köpeğe yardım ederek hayatında yeni bir devir açmış bile olabilirdi. Yeni bir devir açmak için Marduk gibi güvercini ikiye ayırıp parçalamak mı gerekliydi?
* Vicdan azabı çekmemek için, eski bir kuzu olan köfteyi sokağın en aç köpeğine veren birisi, ne kadar vicdan azabını dindirebilirdi ki? Köpek köfteyi afiyetle midesine indirdikten sonra biraz dinlenmek için kestirdi. Köfteyi ona veren ise oradan çoktan uzaklaşmıştı. Köpek köfteyi yemeğe başladıktan biraz sonra ( yaklaşık 3 saniye ) köpeğe arkasını döndü ve uzaklaştı. Köpek az bir zaman kestirdikten sonra, etrafta ki kedilere saldırmaya başladı. Kedilerden gri olanı parçaladı sonra siyah olanı ve kedilerin boğazlarından tutarak önce siyahı sonra gri kediyi kasabın önüne koydu. Sahibi bu durumdan mutlu olmuşa benzer şekilde gülümsedi ve
kedileri hemen içeriye aldı. Kedilerin iç organları pek dağılmamıştı. Sanki köpek bunu bilerek ayarlamıştı. Kasap kedilerden siyah olanı sol gri olanı sağ eliyle aldı ve tezgahın arkasında ki odaya girdi. Kedileri hiç düşünmeden kıyma makinesine koydu ve daha demin yaşayan kediler kıymaya dönüştü. Köpeğin yediği köfte kedi kıymasından olabilir miydi? Kasap vejetaryen olabilir miydi? Kediden köfte olamazdı herhalde burası Çin değildi ya? Tüm olanlar ardında bıraktıkları görüntüden başka görünüşlere sahip olabilir miydi? Manada madde gibi bükülebilir miydi? Evine doğru ilerlemişti, apartman kapısından girdi ve dairesine ulaşıncaya kadar merdiven çıktı en sonunda ise dairesinden içeriye girdi. Salona geçti ve kendisini sepya koltuğa fırlattı. Biraz uzandıktan sonra oturmaya karar vermiş olacak ki doğruldu ve oturmaya başladı. Sepya koltukta otururken, bacaklarının altından küçük bir fare geçti. Görmemiş olması düşük bir ihtimaldi herhalde. Memelilerin atası olan fare; Hadrocodium Wui yani bir fareydi. Ayağının altından geçen basit bir canlı değildi, onun bir sindirim sistemi, kalbi, sinir sistemi, beyni vardı. Bilyonlarca atomdan oluşan küçük bir evrendi. Tüm memelilerin atası olan fare. Uykusu gelmişçesine göz kapakları yarı kapandı. Silahı sağ elinde, sağ eli koltuktan aşağı sallanır vaziyette, uyukluyordu. * Skinner’ın fareleri, Pavlov’un köpeğinden ne farkı olabilirdi ki bir hikaye kahramanının? Tasarılarla davrandığımız insanların, kobay farelerden ne farkı olabilir? Büyük şirketlerin uzay maymunlarından, ne ayrıcalığımız var? Vardır elbet, başka bir evrende mümkündür herhalde. Fareyi görmezden gelmişti çünkü görülmeyecek kadar değersiz olamazdı fare, tüm memelilerin atası olan fare. Gözlerinin yavaşça kapandığı bu anlarda, karanlığına gömülmeye başlıyor olabilirdi. Işık yoksa karanlık vardı. Kolları aşağıya doğru sallanıyor, sağ eliyle tuttuğu silah yer çekimine dayanamıyor ve yavaşça elinden kayıyordu, tüm parmaklarıyla tuttuğu bu ölüm makinesi önce başparmağından en son serçe parmağından sıyrıldı ve yere çarptı. Bam! Silahın mikro sonik patlaması, onun yerinden fırlamasına yetti. Odanın en sol köşesine çakıldı, duvarı delen mermi. Merminin deldiği duvarın çaprazında ise o sepya koltuktan, çok ani bir refleksle yere sağ omzunun üstüne çakıldı. Fare mutfakta erzak arıyordu herhalde ve silahın patlamasını duyunca, fare de aniden salona gitti ve yüz yüze geldiler. Yerde sürünürken, farenin küçük zeytini andıran gözleri ile adamın koyu kahverengi gözleri birbirlerine baktılar. Fare korktu, adamı üstünden tırmanarak dışarıya doğru fırladı. Adamımız aniden ayağa kalktı ve bir hışımla fareye dairenin dış kapısını açtı. * Yorguna benziyordu. İnsan bazen yoruluyordu, hem kolu da incinmiş olmalıydı. Yere sert bir şekilde çarpmıştı. Her zaman yorgun olmuyordu ki bu yüzden olsa gerek yorgunlar insandı yani her yorgun insan değildi. Tüm insanlar canlıdır. Bazı canlılar insandır. Tüm canlılar canlıdır. Sepya koltuğunda uyuklamaya başladı, gözlerinin açılıp kapanmasından anlaşılabilirdi bu durum. Gözlemlenilen zamanda hiç uyumamıştı ve bu zamana dilimi neredeyse bir dünya gününe denkti. Uyuklama kısmını geçip, uykuya dalma kısmına geçmiş olmalı ki horlamaya başladı. Silahı sağ elinden aşağıya sallanırken, sırtı sepya koltuktan aşağıya hafif kaymış biçimdeydi ve yüzü koltuğun üst kısmından yukarıya bakıyor biçimde, ağzı açık horluyordu. Uyudu. Etrafta kıpırtı yoktu. Gözleri kapalı ve ağzı açıktı. Bir süre sonra -
ki bu süre dünya zamanıyla iki saat – horlamayı kesti ama uyumaya devam etti. Sabah olmuştu, güneş doğmuştu ve bir süre sonra güneş tepeye ulaştı. Uyumaya devam ediyordu. Belki penceresi açık olsa ve dışarıdan zift kokusu gelse uyanırdı ama penceresi kapalıydı. Pencere ona mı aitti? Sorular, sorular, sorunlar. Tek bir harfle değişebilen anlamlar, zihnin çağrışım gücü ve sayısını psikiyatrların sayabileceği savunma mekanizmaları. Uykusu devam ediyordu, zaman belirli bir sistemle ilerliyordu herhalde. Zaman rastlantısal değildi. Kendisini tekrarlayamayacak kadar sistemliydi. Rastlantısal olan şeylerin kendisini tekrarlaması daha mümkün değimlidir? Düzen aslında, ölümsüz küçük bir çocuğun birden başlayıp sonsuza kadar sayması değil miydi? Hep aynı monoton sistematikte ilerleyen düzen. Sonsuz bir zamanda belki olabilir, kim bilir? Uyandı. Etrafına bakındı, bir iki saat hareketsizce. Silahını sepya koltuğa bıraktı ve lavaboya gitti, elini yüzünü yıkadı, yüzünü yıkarken aynaya bakmadı. Üstünde aynı kıyafetler vardı. Saçı dağınıktı, geçen iki günlük süre içerisinde sakalları da uzamıştı. Yüzünü yıkadıktan sonracıkmış olacak ki mutfağa girdi. Tezgahın üstünde ki çaydanlığa çay koydu, suyun kaynamasını bekledi. 60-50-40-30-20-10-0 ve su kaynadı. Suyun kaynamasını ve çayın demlenmesini çaydanlığın önünde bekledi, beklerken de sigara içiyordu. Çay demlendi pek kısa sürmedi demlenmesi ama çok uzun da sürdü denilemezdi herhalde. Çayı bardağına koydu ve sepya koltuğuna geçti. Çayı sepya koltukta içti, sigara yaktı çayını yudumladı. Olasılıklar içerisinde, monotonluğun tanımını yapan insan. Sepya koltuğa uzandı, silahı yine sağ elinde, tavana doğru nişan alıyor ama ateş etmiyordu. Yaklaşık üç saat bu oyunu oynadı. Ne kadar oyun denilirse işte. Zaman aleyhine işlemiyor muydu? Bilinmez. Tam olmasa da üçüncü saatin sonunda silahını, sepya koltuğun üstüne koydu, ayağa kalktı, hafif sendeleniyordu, bedeni aynı konumda kalmaktan karıncalanmıştı, televizyonda ki gibi değildi bedensel bir karıncalanmaydı, sendeleyerek tuvalete gitti, lavabonun üstünde ecza dolabı oluyor ya işte oradan pamuk, ustura ve tıraş köpüğü aldı. Neden bunu yaptığını anlayamamış gibi geri koydu ve sepya koltuğuna uzandı. Silahı sağ elinde, sepya koltuğun zemininde uykuya dalmak için olsa gerek gözlerini kapattı. Zaman geçti, geçti ve on iki saat uyudu. Uyandı. Lavaboya gitti, dişlerini fırçaladı, yüzünü yıkadı, çeşmenin musluğunu kapatmayı unutmuştu. Çeşmeden su akmaya devam ederken, o bunların farkında olmasa gerek sepya koltuğa doğru ilerledi ve eline aldı sonra sepya koltuğun üstüne geri koydu. Ceketini üstüne geçirdi ve dairesinden dışarıya çıktı. Farenin çıktığı kapıdan, dairesinin kapısından dışarıya çıktı. * Merdivenlerden ağır aksak iniyordu, fazla uyuduğu için ya da ayağında belirgin bir ağrı olduğu için olabilirdi bu aksaklığın nedeni, bilinmez. Bodruma indi. Toz içerisindeydi bodrum. Atıklarla doluydu. Cips paketleri, bira kutuları, balık kılçıkları, coğrafya derslerinde kullanılan haritalar, hurdaya dönmüş bisikletler. Tüm apartman tek bir yere sıkıştırmışlardı bunları. Anlaşılan ya malları değersizdi ya da mülkiyet anlayışları pek ağır basmayan insanlardı ama en fazla olması büyük ihtimalse, burada ki her şey çok değersizdi. Değersiz olmasalar bodruma atılmazlardı herhalde, değil mi? Değersiz çok şey vardı. Bodrumun giriş bölümünün önünde yere çöktü ve dizlerinin arasına başını koydu. Beklemeye başladı, belki de sadece duruyordu, pek anlam çıkartılacak bir şey değildi belki de? Bu konumunu hiç bozmadı. Bu değersiz eşyalar arasına ait olmaya çalışıyor gibiydi. Buraya ait olmadığı ise gerçekti. Kimse nesneye ait olmak istemez herhalde sadece o nesneyle arasında bağlantı kurabilir. Değersiz olduğunu düşündüğü için burada olma ihtimali ise daha akla yatkındı sanki. Değersiz olmak
nedir ki? Bodrumda bu sembolist çağrışımlarla kimi, kime anlatıyordu? Anlatılan ile anlatanın bağı büyük görülür çoğu kez ama bu bağın asıl işlevi doğrudan değil de, anlatıcının anlattığıyla kendisini saklamasındadır. Saklamasında değil de nedir? Kendisini anlatmaz süje, saklar desek daha doğru olmaz mı? Sakladığı yerden çıkartmak ve sobelemek gereklidir “değersizi” . Durdu, durdu ve durmaya devam ederken artık uyuduğuna karar kılabileceğimiz şekilde eylemsizlikte bulundu. Ne düşünüyordu, ne hareket ediyordu? Ne düşünüyordu? Aniden ve belirsizliklerin içinden bir kara sinek yanağına kondu. Nereden geldiği belli olmayan bu dışkı müptelası yanağına konunca bizim değersiz öfkelendi ve – değerli olsak gerek ki kendisini değersiz sayan bir varlık neden tepki versin- yanağına konan sineğe aynı zamanda yanağına bir tokat yapıştırdı. Canı yandı, sinek öldü diye tahmin edebiliyor ve bu tahminin ötesine geçemiyoruz. Kim bilir birisi tahminlerin ötesine geçer ve oradan bize öz hakkında bilgi verir. Ayağa kalktı ve neden geldiğini anımsamamışçasına etrafa bakındı, biraz bodrumu inceledi ve en son dairesine çıktı. Sepya koltuğunun üstüne baktı, silahını kontrol ediyordu herhalde ve sonra tuvalete doğru ilerledi. Klozete oturdu, yüzü ekşiyor, kuvvetle muhtemel kaslarını sıkıyordu. Suratı hiç olmadığı kadar asıktı ve ıkınıyordu. Ikınmasının sonucunu aldı, tahmin edersiniz pek güzel bir görüntüsü olmayan ama söylenildiğine göre insanı fiziksel olarak rahatlatan bu dışkının, temel gereksinimlerin arasında olmasından utanan çok mavi kan varmış cemiyette. Bu ritüel bittikten sonra ellerini yıkadı ve yeniden sepya koltuğuna doğru ilerledi.
* Koltukta geçirdiği vakitler herhalde çok fazlaydı, elinden gelse tüm ömrünü bu koltukta geçirir miydi? Yanıtı bilinmez. Aklından ne geçtiği bilinseydi belki daha açıklayıcı olabilirdi çok şey ama bu mümkün değil. İhtimallere yer vermek yerine birisinin üstünde durmak diğer ihtimalleri azaltır, büyük olasılıkla. Sepya koltuğunda yaktığı sigarası bitmek üzereydi. Silahı sağ elindeydi ve sigara bittikten sonra sigaranın izmaritini havaya fırlattı, silahıyla nişan aldı ve izmariti vurdu. Nişancılığının iyi olduğunu düşünüp, gülümsemiş olmalıydı çünkü ortada gülümsemesine neden olacak hiçbir şey söz konusu değildi ya da tarafımızdan bu görülemiyordu. Bu nişan oyunu sonucu neredeyse hiç açılmamış pencere kırıldı, maymunu, daktiloyu ve muz kabuğunu aşağıya fırlattığı pencere. Camın bir aşağıya bir kısmı evin içine yere dağıldı. Yer artık, cam kırıkları ve televizyon parçalarıyla kaplıydı. Sepya koltuğundan ayağa kalktı ve çorabını çıkarttıktan sonra yalın ayakla bu cam kırıkları ve televizyon parçaları üstünde koşmaya başladı. Yer kan içerisindeydi ve yüzünde acıya dair en ufak işaret yoktu. O kadar hızlı koşmaya başladı ki arıkuşunun kanat çırpması kadar zarif ve takip edilmesi güç bir hal aldı bu koşuşturma işi. Bir süre sonra hızını alamayıp duvara çarptı kafasını. O kadar sert çarpmıştı ki bayılmamasına imkan yoktu. Sol omzunun üstünde yatıyordu ve sağ elinde yine silahı vardı. Gözleri kapalıydı ve nefes almak dışında kıpırtısızdı. Beyin kanaması bile geçiriyor bile olabilirdi ki bilir? Beyin sarsıntısı sonucu insanlar, hayatlarını kaybediyorlar, ölüyorlardı. Hayata daha farklı bakan insanlar bile olabiliyordu bu durumlar sonucunda. Yavaşça yığıldığı yerden kalktı, iki gözü de çarpmanın etkisinden olsa gerek morarmıştı, burnunda ki kan kalıntısı kurumuştu. tam olarak ayağa kalktı ve pandaya benzeyen suratını yıkamak için olsa gerek lavaboya girdi. Güneş batmaya başlamıştı tam akşamüstü ile akşam arasında ki geçiş
saatleriydi. Yüzünü yıkadı, portmantodan ceketini aldı, sepya koltuğun üstünü kontrol etti silahı yerindeydi şimdi dışarı çıkmak için güzel bir saat olabilirdi. Beyin kanaması ya da sarsıntısı geçirmezse ya da geçirmediyse güzel vakitler geçirmek için en ideal saatlerdi, bu sıcak kent için. Önce daire kapısını geçti sonra apartman kapısını ve dışarıdaydı.
* Gece tek başına sokaklarda. Trafik akıyor her şeritten, günlerden Cumartesi, galiba bu asıl etken. Güneşin sevimli ve bıkkınlık verici samimiyeti, uzak tenlerde herhalde gece gezmeleri bu yüzden. Zemini ıslak bir araba yıkama aracının önünden geçerken serinliği hissedebilirsiniz, şehrin en eski mezarlığı ve yanında en iyi ışıklandırmaya sahip alışveriş merkezini görebilirsiniz. Sahte yüzlerin, plastik bedenlerin vitrinleri kapladığı alışveriş merkezinin yanından geçerken sisteme kan kusmak isteyip kusmuğunuzda boğulabilirsiniz. Neon yalnızlığı ve motor seslerinden daralan ruhlar var sanki doğru mudur bilmem ki? Yanından geçerken yer otoparkının, yukarıda bulunan korkuluklarının en dibinden geçerken kendisini bahsi geçen yerden, sallandırıp intihar edecekmiş hissi saçıyor adamımız sanki. Okuduğu romanda finalden sonra, sanrıdan ibaret olduğu anlaşılan senaryoyu aslında kendisi yazdığını fark etmiş gibi. Nesnel fakat öznelden kopmadığı gölgeler neonundaki bir renk yürüyor gibi. Nereye gittiği bilinmez, bu gece gezmelerinde. Gece boyunca hiçbir şey olmayacaktı, sadece yapay mekandan ve güneşten uzak, ferah havada etrafta dolanacaktı. Nerden mi biliyoruz çünkü gecenin sonundan iletiyoruz bu satırları sizlere. Zamanı ileri alamasak da, anlatılanlardan sonra gelecek zamanları gözlemleyip sanki zamanı ileri alıyormuşuz gibi yapabiliriz galiba. Sabah olmak üzere ve yeni bir çaba gerektirici, köleleştirici, tercihlere sürükleyici gün sırıtmak üzere belki de varsa ağzı zaman-uzamın. Bomboş parkta dut ağacının altında, sabaha geçmek üzereyken, sigarasını yakmış, sağ yanından geçmiş olan kedinin gözden kaybolduğu açıklığı izliyordu. Silahı, sepya koltuğun üstünde bekliyor olsa gerek ve dolunay dünyamıza neredeyse hiç olmadığı kadar yakındı. Biraz daha oturduktan sonra tam güneşin doğmasına yakın bir sürede evine doğru yol alıyordu. Önce apartman kapısı sonra evin kapısından içeriye giriyor ve geceyi ardında bırakarak evine ulaşıyordu. Sepya koltuğa bakıyordu. Silahını arıyordu. Sepya koltuğun üstündeydi silahı, tüm aradığı sadece buydu, silahtı silah. Belki de bulabildiği için bu kadar fazla kontrol ediyordu, hayatında ki gerçek anlamda tek bulabildiği şey silahı olduğu içindi, bilinmez?
* Gece yürüyüşü bitmişti ama hayat ölüme kadar durmak bilmiyordu. Odasında ki büyük yatağa uzanmış, sigarasını tüttürüyordu. Yatağın yanında ki sağ çekmecenin üstünde silahı duruyordu ve ceviz ağacından olma olsa gerek, büyük dolabı koyu kahverengiydi, çürümeyi bekliyordu. Odasının genel görünümü çok dağınıktı, yatağının kuzey doğusunda zeminin
üstünde-yerde, etrafa saçılmış çarşaflar duruyordu. Çarşafların üstünde film grenlerini andıran fildişi renginde küçük ve düzensiz halklara vardı. Bir an için hareket etse bu halkalar, karıncalanma gibi bir görüntü ortaya çıkardı belki. Kim bilir? Bu oda rutubetli olmalıydı, rutubetli olabilirdi. Sigarasının bir bölümü bitmişti, küllerini yatağın sağ tarafına döküyordu ve yer eskiden kalma küllerle zemini ele geçirmiş karıncalar gibi görünüyordu buradan. Oda büyüktü denilebilir çünkü yatağı kadar büyük bir boşluk ve büyük bir dolabı küçük bir yere sığdırmak pek mümkün olmasa gerek, değil mi? Yatak zaten çift kişilik ve kendisi kadar boşluk bir alan daha var. Kimsenin yaşamadığı, eşyanın olmadığı, sadece parke zeminden ve bir paket boş sigara paketi ile dört şişe boş gazoz şişeleriyle doldurulmaya çalışılmış olduğunu tahmin edebileceğimiz ama tahminden öteye geçemeyeceğimiz boş bir alan. Sigarasının yarısını bitirmişti, gözleri tam karşısında olan hafif aralık pencereye doğru ufka yani ufukta ki görüntüye bakıyordu. Ufukta ise limon rengi hatta limona benzemek için tasarlanmışa benzeyen bir apartman durmaktaydı. Evrende yabancı ama memleketinde yerliydi, yanılgısı yüksek olan bir cümle gibi tınlıyor akıllarda, galiba. Hayat senfonisinde birey sadece bir nota ve çoğu kez ölü bir nota. Sigarası bitmişti ve ayağa kalkıp pencereyi tamamen açtı, sigarayı aşağıya fırlattı ve cebinden bir tane daha çıkartıp yaktı. Üstünde aynı kıyafetler vardı yaklaşık üç belki dört gün geçmişti. Pencereden dışarıyı seyrediyor ve ufka bakıyordu, limon sarısı apartmanın görünen herhangi bir yerine işte. Odası arkasına dönükken neler oluyordu acaba? Yerde ki kirli çamaşırlar neler yapıyorlardı ya da yatak ne işler çeviriyordu? Vantrilok sessizliğinde ilerliyordu her şey tek sorun kukla kimdi?
* Pencerenin biraz aşağısından uzun boylu, mavi gözlü, burnu kemerli, çirkin bir adam geçiyor, evet geçen bu kişi kuzuyu annesinden ayıran kasap. Kediden kıyma olmayacağı anlamına gelir mi, gelmez mi? Bu başka bölümün konusu olabilir belki. Yanında ufak bir erkek çocuğu ve elini tutmuş, çocuğun üstünde mavi ve sevimli bir tulum ve tulumun üstünde ki baskıda pembe bir kuzu figürü var. Adam pek mutlu değil ama pek mutsuz da değil, bir süre sonra gözden uzaklaşıyor. Aniden başrolümüzün kapısı çalıyordu. Kapıya doğru ilerliyordu, odasından çıkıyordu önce ve kapı deliğe geliyordu en son. Balıkgözünden dışarıya bakıyordu ve ona el sallayan orta yaşlarda bir kadın görüyordu. Kadının elinde kapalı ufak bir tencere ve gülümsüyordu. Adamın onu gördüğünü çoktan anlıyordu. Kapıyı açmak başına dert açabilirdi. Balıkgözünden bakmaya devam ediyor herhalde kadının, kapı deliğinin hep karanlık olduğunu sanması için yapıyordu bunu. Hareket etmeden mecburen balıkgözünden bakıyordu ve görüntü kadının ağzına doğru yaklaşıyordu, sararmış dişleri, sabah kahvaltısında yediği maydanozun kalıntıları belirgin şekilde göze çarpıyor. Görüntü yaklaştıkça piksellere ayrılıyor ve adamımızın daha demin ki memnuniyetsiz surat ifadesi yerini, bir anlığına huzurlu bir ifadeye bırakıyordu. Kukla kim? Kadın beklemekte kararlı ve biraz öfkelenmeye başlıyor, vücudunda ki östrojen hormonunun işi olabilir bu öfke. Bekleme sürüyor ve adamımız aynı kıyafetlerle, aynı mekanda, sözde farklı zamanda bekliyordu ve bir sigara yakıyordu, balıkgözünden bakarken.
Zaman evrende değersiz olduğu için sözde farklı zaman gibi bir cümle beyinden, sinir sistemini uyarıp parmaklardan boş kağıtlara dökülmüş olabilir. Kim bilir? Kukla kim? Bekleme devam ediyor. Kadın öfkeli, adamımızın duyguları pek açığa çıkarmadığını fark etmiştiniz önceden herhalde, etmediyseniz şimdi edeceksiniz galiba. En az otuz iki dakika, üç sigara içiyor ve suratında ifade yok, kadın otuz ikinci dakika sonunda daha fazla dayanamayıp gidiyor. KUKLA KİM? Her şey yolunda artık, en azından her şey aynı seyrini koruduğu için böyle düşünebiliriz. Monotonluk sürdüğü içinde böyle düşünebiliriz, kobay fare labirentin içinde olduğu ve hayatta kaldığı zaman nasıl düşünüyorsak öyle düşünebiliriz. Ne düşünüyorsak? Gözleri tavanın boşluğuna dalıp giderken, kadın çoktan uzaklaşmıştı oradan. Balıkgözüne ve kapıya arkasını dönmüş ve zamanın iltihaplanma riskiyle baş başa kalmaktan korkmuşa benzeyen suratı az önceden daha canlıydı. Sepya koltuğuna doğru ilerledi ve tavanın boşluğuna astığı bakışı geri ararcasına tavana dikti gözlerini. Gelen sesler kimindi? Kukla kimdi? Nedendi? Neydi? Bunca soru onun kafasının içinde olamazdı çünkü o hiç konuşmamıştı. Kukla kimdi? Onun vantrilok olma ihtimali çok yüksekti yoksa kukla kasap mıydı? Kuzu ya da kedi miydi? Köpek olabilir miydi? O vantrilok sessizliğindeydi dört gündür konuşmamıştı ve vantrilok o olmalıydı. Bunun başka yanıtı olamazdı? Vantrilok oydu. Kukla kimdi? Sadece ahenkli ve bomboş sessizlikte ki bu konuşmalar nereden geliyordu ve kimden geliyordu? Vantrilok o muydu? Hiç konuşmamıştı, ağzını sigara içmek dışında hafif aralamadığı sürece hiç kıpırdatmamıştı ve yemek yediği zamanlar ağzı hafiften kıpırdamamıştı. O zaman hiç kıpırdamadı diyemeyiz ama konuşmadığı gözlemlenebilir bir gerçekti. Vantrilok o olmalıydı. Kukla kimdi? Kim gerçekti? Soruların yanıtı olur muydu? Nesnel gerçeklik ile zihinsel görüntüler örtüşür müydü? Kukla kimdi? * Tavanda ki boşluğu izlemeyi bıraktı, ayağa kalktı dört gündür üstünde olan beyaz tişörtü çıkarttı ve oturduğu sepya koltuktan ileriye fırlattı. Üstü çıplak kalmıştı. Tişörtün, kollarını kapladığı kısmın tamamı kırmızı ufak noktalarla kaplıydı. Tişörtü ayaklarının altını kesen camların ve televizyon parçalarının yanına fırlattı. Zemine yeni bir obje daha katılmıştı. Evrensel zemin ise maddenin özüydü ve ona objeler katılamazdı sadece “ gerçek “ bükülebilirdi. Tabi ki bu önerme doğrudur demek bu önerme yanlış olsa bile ortaya çıkacak yanlıştan daha sahte bir bütünlüğün parçasını ifade edebilir. Zemine yeni bir objenin katılmasıyla yer daha dağınık bir hal aldı. Sepya koltukta oturuyor ve vücudunun çıplaklığını izliyordu, bu et parçası ona kim tarafından verilmişti? Et yığınından başka neydi ki? Kukla kimdi? Beden kukla, beyin vantriloktu ama bu sorunun yanıtı olmasa gerek. Mecaz anlamda beden kukla ve beyin vantriloktu, olsa gerek. Vücudunun çıplaklığı ilgisini çekmiyordu olsa gerek ayağa kalktı ve mutfağa doğru ilerledi. Mutfağa neden gittiğine dair bir işaret bir kanıt yoktu. Zemin üzerinde ilerliyordu. Adımları seyrek ve fazlaydı, mutfağa girince tezgahın çekmecesinden, kemik ve sert et parçalarını doğramak için kullandığı bıçağı çıkarttı. Vücudunun çıplaklığına baktı ve yüzü kendisini yemek istermişçesine bir ifade aldı.
* Mutfağın loş ışığı altında kendisini parçalara ayırabilirdi. İç organlarını dışarıya çıkarabilirdi ya da kollunu koparabilirdi. Bunların hiç birini yapmayıp et doğrayabilirdi. Henüz bunları yapmamıştı ama yapmayacağı anlamına da gelmezdi. Bir kukla mı kendine bunları yapmazdı yoksa bir vantrilok mu yapardı? Kendisini parçalamaktan vazgeçmiş olacak ki bıçağı tezgahın
üstüne bırakıp, mutfaktan çıktı. Hissiyatsız gibi görünen bir ifadeyle yatak odasına doğru ilerledi, yatak odasına girdiğinde ilk olarak dolaba yöneldi, dolaptan kendisine çok benzeyen bir kukla çıkarttı. Çok benziyordu kukla ama kukla ile o aynı değildi ya herhalde. Kuklayı koluna geçirdi ve kukla konuşmaya başladı; -
Ve kukla konuşmaya başladı.
* Ses yankı yapmıştı. Yankı yapan ses ile yankısı yapılan, yapılmış ya da yankı olan ses aynı kişiye aitmiş gibi geliyordu ki öyle olmasa yankı değil de ses taklidi denilirdi bu olaya değil mi? Kukla, vantrilok ilişkisi içerisinde kimin kukla olduğu daha önemliydi çünkü vantrilok oydu ve yanıtı olan bu sorunun daha fazla düşünülmesine pek gerek yoktu. Kukladan gelen ses onu şaşırtmadı hatta ifadesiz suratında ki ifadesizlik devam etti, her şey yolundaydı onun için ve kuklayı oynatmaya, konuşturmaya devam etti; -
Ses yankı yapmıştı. Yankı yapan ses ile yankısı yapılan, yapılmış ya da yankı olan ses aynı kişiye aitmiş gibi geliyordu ki öyle olmasa yankı değil de ses taklidi denilirdi bu olaya değil mi? Kukla, vantrilok ilişkisi içerisinde kimin kukla olduğu daha önemliydi çünkü vantrilok oydu ve yanıtı olan bu sorunun daha fazla düşünülmesine pek gerek yoktu. Kukladan gelen ses onu şaşırtmadı hatta ifadesiz suratında ki ifadesizlik devam etti, her şey yolundaydı onun için ve kuklayı oynatmaya, konuşturmaya devam etti.
Aynı şey bir daha olmuştu ve buna şaşırmayan tek kişi oydu, peki şaşıran kimdi? -
Aynı şey bir daha olmuştu ve buna şaşırmayan tek kişi oydu, peki şaşıran kimdi?
Kukla konuşuyordu ve adamımızın ağzı kıpırdamıyordu. -
Kukla konuşuyordu ve adamımızın ağzı kıpırdamıyordu.
Kuklayı kolundan tek bir hamle ile çıkardı ve dolabına geri koydu, daha fazla oyuna hazır değilmiş gibi yorgun bir surat ifadesiyle sepya koltuğa doğru ilerledi ve koltuğun üstüne uzanıp, sağ eline silahı aldıktan sonra kestirdi. Üstü çıplakken yapmıştı tüm bunları ve bunun bir anlamı olabilirdi; ruhsal arınma, gerçek kendilik ve benzeri şeyler… Kukla ise dolabın içinde en küçücük bir ses çıkartmadan duruyordu. Adamımızın ise aynı anda uyuması ve ikisinin de sessiz olması, manidar olarak nitelendirilebilinir bir durum teşkil ediyordu herhalde. Dışarıdan bariton saksafonla çalınan caz melodileri geliyordu. Dışarıya bakıldığı zaman, apartmanın arka tarafında ufak bir bar olduğu dikkat edenler için göze çarpabilirdi. Barın içi pek geniş değil ve içerisi pek kalabalık da değil, akşamüstü olduğu için herhalde. İçeride ki insanların çoğu bira içiyor, şarkılar kayıttan çalınıyor ve çoğunluğu caz. Barın hemen önünde barmenle konuşan orta yaşlarda bir adam var, müziğin sesinden ne söylediği tam anlaşılamıyor. Adam birasını yudumlarken arada bir yüzü -biranın köpüğünden midesi bulanmış olsa gerek- ekşiyor ve sonra yine düzeliyor. Bardan sonra ilk masa da iki kişi oturuyor. Birisi gözlüklü ve zayıf bir kadın karşısında beyaz tenli zayıf bir çocuk, kadın hararetli bir biçimde çocuğa bir şeyler anlatıyor! Tüm bunlar olurken, adamımız uyandı ve silahını eline alıp ayağa kalktı daha sonra silahını yerine koydu. Eskiden silahın olduğu sağ eliyle, sağ omzunu kaşımaya başladı. Uyuz köpeklerin ritüelleri tekrardan onu etkilemişti sanki. Sağ eliyle devam ederken, sol eliyle de sağ omzunu kaşımaya devam etti. Yeni
uyanmıştı ve gözleri kırmızlıklarla kaplıydı. Akşam olmuştu artık ve sabah olmasını bekleyecekmiş gibi yatağa doğru gitti, dolabı açtı ve geri kapadı. Herhalde kuklanın içeride olup olmadığını kontrol ediyordu. Saatler geçti ve artık dün ile bugün arasında ki geçiş tamamlandı, sabah olmuştu.
* Yeni bir güne uyanmıştı, bugün dünün devamı değildi. Kukla dolabın içindeydi, silah sepya koltuğun üstündeydi, televizyon paramparça biçimdeydi, karıncalanma belki de başka televizyonlarda devam ediyordu, maymun gerçekten var mıydı yoksa bir sanrı mıydı? Gerçek nedir ki? Nesnelere güven istencimiz bize biricik bir gerçeğe inanma ihtiyacı hissettiriyor. Nesneler daha doğrusu aletler değil mi ademoğullarını diğer canlılardan ayrıştıran? Aletler yapmak ve bu aletlerle doğayı yok etmek değil mi bizim tek yaptığımızl nma im
y
* Sepya koltuğun üstünde zıplamaya devam ediyordu ve her zıplaması daha da artıyordu, en sonunda koltuk ikiye ayrılana değin zıpladı. Koltuk ikiye ayrıldı ve zemin gerisinde bir nesneyi daha parçalamayı başardı. Daha demin sepya koltuktu artık kırık sepya koltuk olmuştu. Sepya koltuğun kırılıp ikiye ayrılması, aşağı dairede büyük bir gürültüye neden oldu ve aşağı dairede oturan orta yaşlı polis kapıya dayandı. Kapıya yerinden sökecek güçte vuruyor aynı zaman diliminde zile basıyordu. Bu ses gittikçe rahatsız edici hale geliyordu. Bam! Bam! Güm! Bam! Güm! Sesler dayanılmaz noktaya geldiğinde sağ elinde ki silahla havaya iki el ateş etti ve bunun üzerine burnu siyah noktalarla kaplı, saçlarının ön tarafı dökülmüş, buruşuk ve yağlı suratlı poliste silahını eline alıp kapıya sıktı. İki ihtimalli ölüm oyunu başlamıştı her halükarda, herhalde. Dayanamadı ve kapıyı hafif araladı adamımız ve orta yaşlı poliste aralıktan silahını doğrulttu. Adamımız hızlı bir hamleyle önce polisin elinde ki silaha ateş etti ve sonrasında polisi sol kolundan tutarak etkisiz hale getirdi. Polisin silahı yerdeydi ve gövdesi ise adamımızın kontrolü altındaydı. Yavaşça polisi ( üstünde polis üniforması vardı ) evin içerisine aldı ve suratına diz geçirip dişlerinin bir kısmını döktü polisin. Polis ağzı kan içerisinde yerdeyken, dışarıdan polisin silahını aldı ve kendisini tehlikeye atarak polisin suratına fırlattı silahı. Polisin ön dişlerinden iki tanesi daha yerinden fırladı, silahın geliş hızından kaynaklanıyor olsa gerek. Bunca aksiyonu bitiren hamle ise polisin kafasına son hızla silahın namlusunu indirmesiyle oldu. Ve polis bayıldı. Bayılan polisi banyoya götürdü ve küvete yatırdı. Küveti suyla doldurdu ve polisi bir hamamcı inceliğinde yıkadı. Yatak odasına doğru yöneldi, kuklanın da içinde bulunduğu kıyafet dolabından bir adet kadın elbisesi ve ruj çıkarttı. Polisin üniformasını önceden çıkartmıştı. Polisi yıkadıktan sonra kuruladı ve kıyafeti giydirdi. Polis kıyafetini çamaşır makinesine koydu. Polis kadın kıyafeti içerisinde uyuyordu. Polise ruj sürdü ve yine dolabına doğru yöneldi. Dolabından cırtlak sarı bir peruk çıkardı ve polise giydirdi. Polisin bacaklarını jilet yardımıyla aldı ve naylon çorap giydirdi. Polis üç sokak solda ki travestilere benziyordu artık. Çamaşır makinesini beklerken dört tane sigara yaktı hatta ikinci sigarayı polisin kolunda söndürdü ve polis bağırarak uyanınca yumruklayarak yeniden polisi bayılttı. Polis üniformasını makine yıkar yıkamaz, kurutmaya aldı ve üniforma kurur kurumaz üniformayı giydi. Polisi kolundan kelepçeledi, eline polisin silahını alarak son hızla dairesinden çıktı ve sonra apartmandan çıktı. Polis durumu anladı ama sözlerine kimse inanmayacaktı. Karakola polisi teslim edince dışarıya çıktı ve bir sigara yaktı. * Artık polis oydu ve kanunun ona verdiği yetkiye göre her şeyi yapabilirdi. Kanun oydu, kural hatta normlar bile ondan sorulurdu tabi ki kanunun izin verdiği kadarıyla. Silahı belinde ve sigarası cebindeydi. Evet, o bir polisti. Kurallar ondan sorulurdu, kuralları koyan o olmasa bile. Kaosun, adaletsizliğin düşmanı artık oydu o üniforma ve apoletle. Sıradan birisinin bir anda Süpermen olarak uyanması gibi bir şeydi bu belki de onun için. Bunca kişi arasında Süpermen o olmuştu ve buna şans denilirdi ki başka ne denilebilirdi ki? Sigarasını yaktıktan sonra sokaklara daldı. İlk olarak yaşadığı semtin en belirgin ve afişe olmuş sokağına Fenerbalığı sokağına doğru ilerledi. Bu sokağa Fenerbalığı Sokağı diyorlardı çünkü toplumsal katmanın en dibinde olanlar; eroinmanlar, travestiler, hayat kadınları, kaçakçılar hep burada yaşıyor ve iş çeviriyorlardı. Sokağa girdi. Dar ve turuncu tuğlalarla çevrili sokak çiş ya da bok kokuyor olsa gerek, suratı birden ekşidi. Sokağın sol tarafı beyaz ve dökülmüş badanalı binaların dar demirden girişleriyle çeviriliydi diğer tarafı zaten turuncu tuğlalarla örülüydü ve
çıkış yoktu. Sokağın en başında tam sağ tarafında, siyah bereli, gözlerinin altında morumsu halkalar oluşmuş, siyah deri ceketli ve kirli sakalla çevrili yüzüyle ona bakan bir eroinman duruyordu. Pek umursamadan eroinmanın kafasına polisten aldığı silahı doğrulttu ve biraz daha ilerideki sarışın, beyaz elbiseli fahişe ondan korkmuş olacak ki ellerini havaya kaldırdı. Fenerbalığı sokağında katliam mı olacaktı, kim bilir? Eroinman gözyaşları dökmeye başladı ve eroinmanın bu tepkisine kahramanımız, eroinmanın suratına sağlam bir tekme atarak karşılık verdi. Acaba geçmişte o da bir eroinman mıydı? Ya da ailesinden çok sevdiği birisi bu şekilde hayatını mı kaybetmişti? Belki de tekmelediği kişi kardeşi ya da bir yakınıydı, ondan dolayı bu tepkileri veriyordu. Bilinmez. Hayatı kadını bu tekme üzerine dizlerinin üstüne çöktü ve kollarıyla sanki deprem tatbikatı yapıyormuşçasına bir pozisyon aldı. Adamımız eroinmana bir tekme daha attı ve kafasına iki el ateş etti. Beyni kafatasından ayrılan eroinman hayata “ VEBA “ etti. Hayat kadının yanına gitti hızlıca ve kadının sol kolundan çekip eroinmanın ölüsünün yanına getirdi. Bak, dercesine kolunu silkti. Tüm bu olanlar iktidarın getirdiği iğrençlikler gibiydi tabi ki olmaya da bilir. Kadın ağlamaya ve haykırmaya başladı, bunu duyan diğer Fenerbalığı sakinlerinden bazıları ellerinde sopalar, muştalarla koşarak adamımızın yanına gelmiş olacaklar ki geldikleri gibi öldüler. Sadece kadın sağ kaldı yerde altı tane ceset vardı, diğerleri de gelmeye ürkmüş olacaklar ki kapıların, duvarın ve onları koruyacak herhangi bazı şeylerin ardına saklandılar. Fahişeye döndü ve histerik bir biçimde, salyalarını kadının suratına doğru tükürerek gülmeye başladı. Kadın-fahişe ağlamakla gülmek arasında karar veremezken, adamımız kadını sığ bir köşeye götürdü… Kadına ne yaptığı bilinmezdi fakat kadının üstünde polis üniforması vardı aradan geçen bir saat içerisinde. Adamımız ise çoktan kırık sepya koltuğun sağ tarafında, sağ elinde kendi silahıyla, sol elinde polisten aldığı silahla, etrafına gülümsüyor ve duvarın çatlamış kısmını izliyordu. Kadın-fahişe elinde copuyla pezevengin birisinin kafasını yarmış ve histerik biçimde gülümsüyordu. Böyle bir şey olsa gerek iktidar. * İktidarın çağrısına kapılmıştı hem adamımız hem de Fenerbalığı mahallesinde ki fahişe. Bunun başka açıklaması da olabilirdi ama bu açıklama akla en uygun olan açıklamaydı çünkü elinde hiçbir erk unsuru yokken adamımız- bazı olaylar hariç- pek tepki verecek bir kahraman değildi bizlerce, öyle değil mi? En son yaptığı eylemler ise bunun aksini bile kanıtlar nitelikte değerler taşıyor olabilirdi. Kırık sepya koltuğun sağ tarafında oturuyor ve sigarasını içiyordu. Olanlar hiç olmamış, yaşananlar hiç yaşanmamış ve bunları tecrübe edinen kişi kendisi değilmiş gibi boş gözlerle etrafa bakınması yaşadığı kültür içerisinde olağan karşılanmazdı. Bunları yaptıktan -kültürüne uymayan davranışları mesela; adam öldürmek gibi…- sonra yalandan da olsa pişmanlık duyması gerekirdi ama o şizoid bir tavırla sabit, süregelen hayatını sürdürmeye devam etti. Egemen bir kültürün içerisinde birey olmak bunları gerektirirdi herhalde. Bugün sadece oturacaktı çünkü gözlemlenilebilen tüm bir gün içerisinde, sadece oturmuş ve hiçbir aktivite içerisinde bulunmamıştı. Kırık sepya koltuğun sağ yanında, sağ elinde ki silahıyla oynamaktan başka bir şey yapmamıştı. Zihninde ki en ufak imgelemi görebilseydik belki ne düşündüğüne dair, iç dünyasına dair ufakta olsa fikir edinebilirdik fakat onun nesnel dünyada ki görüntüsü dışında hiçbir veriye sahip değildik ve olamazdık da, herhalde. Akşamüstüne doğru dairesinin içindeyken, dışarıyı seyrettiği anların içerisinde ki bir esnada, fahişe üstünde polis üniformasıyla; ağzı yüzü kan içerisinde, geniş suratlı, bıyıklı bir adamı kelepçelemiş büyük ihtimalle karakola götürüyordu. Başka bir yere götürüyor da olabilirdi ama akla ilk gelen karakol olduğu için karakola götürüyor olabilirdi.
Tüm bunlar olurken onun ağzının kenarında ufak bir gülümseme oluşmuştu ve sigarasından derin bir nefes alıyordu. Erk sahibi olmamak için direnen ve para karşılığı başka bedenlere mahkum olan genç bir kadına, iktidar duygusunu yaşaması için mi yapmıştı tüm bu seri halde işlenen katliamları. Bunun yanıtı kişide saklı. Algılayan, yorumlayan ve sonuca varan bireye bağlı. Sigarasından son bir nefes daha aldıktan sonra yatak odasına gitti ve yatağının üstünde uyudu. * Zamanı uykusuyla tüketirken belki de tüm yaşanmışlıklarından ve yaşayacaklarından kaçınıyordu. Öğlen olmuştu ve yeni uyanmıştı, rüyasında neler görmüştü ve kim olmuştu, bilinmez. Uzun zamandır değişmeyen nevresim takımı ve yorganından sıyrılıp kalkmıştı yatağından. Suratı ekşimişti biraz ve gözleri tam açılmamıştı. İlk olarak yatmadan önce, çıkartıp yanına koyduğu ceketin cebinden bir dal sigara aldı ve sigarasını yaktı. Keyfi biraz daha yerine gelmişti sanki hayat belki de ona şuanda güzel geliyordu. Sigarasını içine çekiyordu ve etrafını seyrediyordu gibi görünüyordu. Gözünün baktığı aklının algıladığı mıdır? Sigarası bitince kolunda söndürdü sigarayı ve ifadesiz yüzüyle koluna baktı. Bomboş bir surat ifadesiyle kalktı ayağa ve pek zaman kaybetmeden, yanında ki dolabından mavi üstüne kırmızı çizgi olan bir çanta çıkarttı. Çantayı açtı ve içinden olta çıkarttı. Sanki çantanın içini kontrol ediyormuşçasına bakıyordu. Çantayı sırtlandı ve salona koyduktan sonra yatak odasına geri döndü. Leylak renkli, üstünde deforme olmuş yeşil çiçeklerden oluşan gömleğinin üst cebinde durmaktan eskimiş sigara paketinden bir sigara daha aldı ve kibritle yaktıktan sonra gömleği giydi. Pakette dört belki de beş sigara ancak kalmıştı. Ağzında sigara ile salona gitti ve olta takımının olduğu çantasını aldıktan sonra evinden dışarıya çıktı. Yavaş ve sakince yol almaya başladı. Yürümesi çok uzun sürdü ve o kadar fazla yürüdü ki neredeyse şehir dışına çıkacaktı. Attığı her adımla gözle görülür şekilde etrafında ki binalar azalıyordu. Durduğunda ise yanında, ufku göl olan bir göl vardı. Olta takımını çantasından çıkarttı ve balık avlamak için olsa gerek, oltayı göle doğru fırlattı. Balık oltaya gelseydi bu balığın aptallığı mıydı yoksa onun kurnazlığı mıydı? Kandırılan mı hatalıydı yoksa kandıran mı? Attığı olta yaklaşık yirmi dakika atıldığı yerde kaldı. Bu yirmi dakikada tek yaptığı beklemekti. Yirmi dakikanın sonunda beklediğine değmiş olacak ki, olta hareket etmeye başladı. Oltayı, gölün içerisinde ki oltayı kendisine doğru çekti ve artık bir balık tutmuş olacaktı herhalde bu eylemin sonucunda. Oltayı çektiğinde, gerçekten bir balık yakalamıştı ve bunu görünce ifadesiz suratında ufak bir gülümseme oluştu. Balığı oltadan çıkarttı ve toprağın üstüne attı. Balık yerde çırpınıyordu herhalde alışık değildi böylesine bir yere, ne de olsa burada su yoktu ve bir balık su olmadığı zaman yaşayamazdı. Balık çırpınırken onun tek yaptığı şey, balığın gözlerinin bu çırpınma eylemi sonucunda ki alacağı ifadeyle şimdiden, balığa bakmaktı. Şu anda canlı olan fakat az sonra bu çırpınmalar sonucunda ölecek olan balığa, ölü balık gibi bakıyordu hem de kendisi balık olmadığı halde. Balık en son ve güçlü çırpınmasından sonra bir daha hareket etmedi. Olta takımını topladı, tüm eşyalarını çantasına koydu ve geldiği gibi döndü evine. Balığı çantasında ki bir poşete yerleştirdi ve evine geri döndüğünde çantasından sadece balığı çıkarttı. Balığı mutfak tezgahının üstüne koydu. O vantrilok değildi herhalde o kuklaydı o halde vantrilok kimdi? Balık tezgahın üstünde ölü ve hareketsizce duruyordu. Balığı güzel bir biçimde temizledi ve iç organlarını çıkarttı, çöpe attı. Balıktan geri kalan yerler yenilebilir yerler diye bahsi geçen yerlerdi herhalde ki balığı bu son haliyle tavaya koydu. Balığın sol tarafı tavaya dönüktü ve kızarmaya başladı, sol tarafı kızarınca balığı çevirip sağ tarafını kızartmaya başladı. Balık kızarıyor ve adamımız sadece bunu izliyordu, arada bir balığı çevirdiği gerçeğini de eklemeyi unutmamak lazım. Hava kararmaya başlamıştı ve
dışarıda insanlar hayatlarına devam ediyorlardı, büyük ihtimal. Her yeni bir seçim hayatta yeni bir olasılığı doğuruyordu, doğruları ise tezatlar doğuruyordu. Kirlenmiş pencerenin camı açıldığında ve dışarıya bakıldığında iki gencin karşı apartmanın altında oturdukları net bir biçimde görülüyordu. Kahramanımız balığın sağ tarafının pişmesini beklerken, üstünde beyaz bir atlet ve altında kot pantolonuyla, ifadesiz bir surat ifadesinin verdiği yalnızlığı andıran duyguyla içi kaplanmıştı sanki ama eylem olarak tek yaptığı balık kızartmaktı. Ve şimdi kahramanımızdan uzaklaşıp görüntümüzü, pencerenin dışına doğru çevirdiğimizde daha demin söylenildiği gibi apartmanın karşısında ki apartmanın altında oturan iki gencin görüntüsünü algılayabiliriz. Nesnel gerçeklikte; ümitsiz bir biçimde oturan birisi kız, birisi oğlan olan bu gençler sadece oturuyorlar mıydı? Yoksa burada, bu biçimde tepkisizce oturarak, evrende yeni bir olasılığı mı doğuruyorlardı? Tepkisizce sadece oturan bu gençler eylemsizlik örneği oldukları için ve eylemsizlik eylemin tersi olduğu için önceden doğrulmuş olan doğruları yine, yeniden tekrarlayarak mevcut olan doğruları mı denetliyorlardı istemsizce? Büyük ihtimal apartmanın altında oturan gençleri kimse görmüyordu. Kahramanımız balık kızartma işlemini bitirmiş ve tabağını hazırlıyordu, balığı yemek için. Kimse apartmanın altında oturan bu iki genci görmüyorsa, bu oyunda vantrilok şuana kadar karşılaştığımız kimse olamazdı değil mi? Vantrilok her şeyi hem de gerekli gereksiz her şeyi görmeliydi değil mi? Apartmanın altında ki bu gençler neden bu evrende bulunuyorlardı, amaçları neydi? Sahiden bunu öğrenmezsek bilmece çözülemeye bilir ve en ufak olsa da bu nokta büyük tabloyu anlamamamızda engel olabilir. Bunların hepsi bir avuç anlamsızlık değilse tabi ki. Kahramanımız balığını yerken en iyisi ilgimizi, apartmanın altında ki gençlere doğru yöneltelim. * Kızın kafasında yosun yeşili bir bere vardı, suratı beyaz, belirsizdi. Üstünde eskimiş kot ceketi ve ellerinde parmaklarından kesilmiş siyah bir eldiven vardı. Pek kirli görünmüyordu üstü fakat oturmaktan olsa gerek askeri kot pantolonu biraz tozlanmıştı. Beresinden dışarıya çıkan kestane rengi saçları ancak omuzlarına kadar geliyordu. Oğlan ise solgun suratıyla oturuyor ve sigara içiyordu. Saçları asker tıraşıyla kesilmişti ve saçları oldukça kısaydı. Kaşları çatıktı ve pek mutlu görünmüyordu ama mutluluğun görüntüsünü kim bilebilir ki? Çocuğun üstünde soluk eflatun bir kazak vardı, altında sol dizi yırtılmış bir kot pantolon vardı. Birbirlerine uygun oldukları belirgindi çünkü ikisi de gözlemlenilen on dakika boyunca hiç konuşmamışlardı. (Uygunluğun ölçütü bu olsa gerek.) Adeta paylaşımsızlığı paylaşıyorlardı bu iki genç. On dakika boyunca etraflarına bakmışlardı ve etraflarında hareket eden herhangi bir canlı ya da nesne olmamıştı. Canlılar çevrelerine uyum sağlarlarmış, acaba çevrelerine mi uyum sağlıyorlardı? Kahramanımız ise büyük olasılıkla balığı yemiştir ve kırık sepya koltuğunda sigarasını içip duvarı seyrediyordur. Daha demin bahsi geçen yosun yeşili bereli kız ayağa kalktı ve oğlana hiçbir şey söylemeden, tepki vermeden gitti. Gözlemlenilen on dakikadır hatta gözlemlenemeyen çok uzun zamandır beraber oturuyor olabilirlerdi ama on dakikadır kesin oturuyorlardı. Peki, kız neden gitti? Oğlan yalnız başına otururken, tam karşısında duran spreyle yazılmış olan “ HAYAT” yazısına bakıyordu. Belki de bu gidiş, büyük bir ayrılığın eylemiydi. Kız gitmişti. Belki de işi olduğu için gitmişti ve sadece gitmesi gerekiyordu. Bunca yaşanan zaman anlamsız mıydı peki? Neden yaşanmıştı? Belki de yaşanması gerekiyordu ve yaşanmıştı hem yaşanmışlıklar geçmişe ait parçalar oldukları için hayata devam etmek daha gerçekçi olan değil miydi? Şimdiyi oluşturan geçmiş değildi ya da geleceğe bağlı değildi şimdi, şimdi tüm zamanlardan bağımsızdı sadece insanoğlunun kontrol duygusu şimdiyi mahvediyordu. Oğlan pek üzgün değildi, evet biraz daha hüzünlü olduğu
gözlerinin içinden algılanabilirdi ama yaşamıştı ve yaşamak herkesin harcı değildi. Kahramanımız yaşıyor muydu? Kim bilir. Yaşam, acıları, hüzünleri, umutları ve mutlulukları çekinmeden coşkunca yaşamak değil miydi? Kahramanımız bunu yapmıyordu galiba ve belki de yaşamıyordu. Kim bilebilir yaşamı? Oğlanın yaşamında on dakika çok büyük bir yere sahip değildi belki ama oğlan biraz hüzünlenmişti. Kız belki geri gelecekti ama şimdi yanında değildi ve oğlan hayatı belki de gerçek anlamında yaşamaktan kaçınmadığı için duygularını kontrol etmiyor, okyanus dalgalarında gezinen bir bambu dalı gibi bırakıp gitmesine izin veriyordu. Belki de bu yüzdendi kızın gidişine duyduğu hüzün. Kahramanımızı gözlemlemeye başladığımızda ise ifadesiz yüzüyle duvarı seyrediyor belki de kararsız iki-üç düşünceyle yaşamına anlam katmak istiyordu. Kim bilebilir ki? Yaşamak mı yaşamak yoksa kaçınmak mı yaşamak, kim bilebilir ki? * Kahramanımız kırık sepya koltuğunun üstünde, sağ elinde kalmış izmaritle uyuyakalmıştı. Mutfak tezgahının üstünde dün akşamdan kalmış balığın kılçıkları duruyordu. Balık çoktan ölmüştü belki de kahramanımızın içerisinden çıkıp, dışkı olmak üzereydi. Yakalanmak, balığın aptallığımıydı yoksa balığı yakalayanın kurnazlığımıydı, bilinmez. Kahramanımızın elinde silahı yoktu, neredeydi silahı? Kalktığında onun da aklına gelen ilk soru bu olmuş olsa gerek hemencecik silahını aramaya koyuldu. Silahı neredeydi? Bulmak için çok çabalamadı ama aramaya koyulduğu süre içerisinde fazla telaşlandı, bulduğunda ise bütün telaşı bitmişti. Silahı nerede bulduğu çok mu önemli sanki ya da az mı önemli? Önem geçip giden ve kabuğunu sürekli yineleyen bir şey değil mi? Silahını sağ eline aldı ve etrafa bakındı, ateş açacak bir yer arıyormuşçasına. Duruldu biraz, gömleğinin cebinden sigarasını çıkardı ve pencereden dışarıyı seyretmeye başladı. Dün akşam onun görme ihtimali çok düşük olan oğlan halen karşıda ki apartmanda oturuyordu. Kız yanında yoktu ve oğlan uykusuzluktan olsa gerek çok yorgun görünüyordu. Kahramanımız oğlanı seyretmeye başladı belki de onda geçmişini görüyordu kim bilir? Bunca anlamın içerisinde kaybolmuşken her birimiz, geçmişimizden ve bizi biz yapan anılarımızdan nasıl kopabiliriz ki? Oğlan bekliyordu, çaresiz miydi değil miydi muamma fakat beklediği söylenebilirdi. Oğlan pantolonunun cebinden sigarasını çıkartıp yaktı ve bunu yaparken karşısında sigarasından derin nefes alan kahramanımızı gördü. Göz göze geldiler ve hüzünlü şekilde birbirlerini süzdüler. Bunca zamandır kahramanımız ilk defa hüzünlenmişti. Bundan dolayı olsa gerek pencereden ayrıldı. Oğlan orada durmaya devam ediyordu. Zaman ilerledi ve kahramanımız pencereye geri döndü. Oğlan orada mı değil mi diye kontrol ediyor olma ihtimali çok yüksekti. Bundan önce ki zaman diliminde olduğu gibi yine aynı anda sigaralarını yaktılar ve birbirlerini süzdüler. Akşam olmuştu. Kahramanımız sağ tarafında ki boş yola bakarken birden polis arabasının, kulakları sağır edercesine çalan siren sesi duyuldu. Kahramanımız içeriye geçti eline silahını aldı ve onu almaya geldiklerini anlamışçasına, silahı kendisine doğru çevirdi, işaret parmağı silahın namlusuna doğru gitti. İzlemlediğim tüm zamandan bu yana ilk defa bu kadar yavaş hareket ettiğini gözlemledim. Tamam, bir iki durum hariç arıkuşu sayılmazdı ama bu kadar yavaşta hareket de etmemişti. Kıpırtısızca durmalarını, eylem saymayacağımız için onlar bu konuya dâhil değiller. Silahını ağzına doğru yaklaştırdı, gözleri ilgisiz şekilde silaha bakıyordu. Parmağı tetikte durmaya devam ediyordu. Oyun oynamadığını görmek pek zor değildi. Oyun oynamakta neydi? Silahın büyük kısmı ağzındaydı, gırtlağına kadar soktuğu metal parçasıyla bekliyordu ve beklemeye devam ediyordu. Zerre kımıltı da bulunmuyor, yaşam belirtisi göstermiyordu
sanki ölmüştü. Silahın namlusu bademciklerine kadar değmek üzereydi ki ağzından kusma sesine benzer sesler çıkarıyordu. Yelkovan ile akrep hızlarını kaybetmiyorlar, hareket ediyorlardı. Saniye en önde dakika onu kovalıyordu ve dakikalar saatleri oluşturmuştu. Ağzında silah durmaya devam ediyordu ve beklenen an içerisinde beklenmeyen bir anda işaret parmağı tetiğe bastı. Tetiğe basacağı beklenen bir andı büyük olasılıkla ama ne zaman, nasıl ve neden basacağı bilinmiyordu. Taraflarımızca beklenmediği bir anda basılacağı da bekleniyordu büyük ihtimal. Tetiğe basması, etrafa beyninden ve suratından parçaların saçılmasına sebep oldu. İntihar ölümle sonuçlanmıştı büyük ihtimal. Evin önünde duran polisler durumu anladılar ve yukarıya çıkmaya gerek duymadan geldikleri gibi geri döndüler. Oğlanın mutsuz olan yüzü artık zifiri içerisinde bir ruh haliyle ancak tanımlanabilinirdi. Acıyı tüm iliklerinde hissediyormuşçasına gözyaşlarına boğulan oğlan, kızın gidişini sanki bu intiharla kabullenecek gibiydi, kim bilir? BÜYÜK PATLAMANIN ARDINDAN GELEN SESSİZLİK… Ve kahramanımız ölmüşe benziyordu. Yere kapaklandı ve halının büyük bölümü üstüne koyu kırmızı domates suyu dökülmüşe benziyordu hatta sulandırılmış ketçap demek daha doğru olur. Suratında ki ifade görünmüyordu çünkü zemine dönüktü. Hava kararmıştı, odanın en köşesinde duran ve pek göze çarpmayan kirli saksının içinde ki otsu bitkiler fotosentez yapmaya başlayacaktı, öldüyse etraf kokmaya başlayacaktı. Kimsesizdi her zamankinden daha fazla belki de. Oda yine bomboştu. Yerde kan, et parçaları ve yüz üstü yere yığılı kalmış bir [ölü-intihar teşebbüsüne girişmiş insan] vardı. Ölüp ölmediği bilinmezdi. Ölüp ölmediğini anlamak için biraz zaman gerekecek. * Gece oldu, yerden kalkmaya dair ufak bir hamlede bile bulunmadı, eşyalar yerlerinde hareketsizliklerini sürdürdüler, zaman akmayı sürdürdü o ise aynı yerde aynı şekildeydi. Oğlan halen aynı yerde bekliyordu. Mavi değildi gece, karanlık da değildi sahte neon ışıkları ve devlete ait sokak lambalarının ışıklarıyla aydınlıktı. Evin içi ise dışarıdan gelen yapay ışıklarla ancak loş olabiliyordu. Yerde duran et parçasına ait kanlar gittikçe uzağa doğru hareket ediyordu. Öldüğünü düşündürecek şekilde kıpırtısızdı. Dışarıdan gülümseyen birisinin sesi geliyordu, gülümsemesi tüm çevreyi kaplıyordu. Gri takım elbiseli, gri şapkalı bir adamdı gülümseyen. Tamda oğlanın önünden geçiyordu. Sivri burnu ve keskin bakışlarıyla, yırtıcı bir hayvanın iniltisi gibi gülümsüyordu. Neden gülümsediği bilinmez ama gülümsemesi gittikçe artıyordu. En son kahkahaya dönüştü tüm bu gülümsemeler. Apartmanın önünden geçti ve hep aynı hızla ilerledi 5 blok ötede ara bir sokağa girdi. Sokakta onu çöp konteynırı karşıladı ve apartmana ait olan yangın merdiveninden yukarı çıktı. İkinci katta durdu ve kapıya abanırmışçasına vurdu. Kapıyı hayretle bir kadın açtı. Üstünde turuncu bir kıyafet vardı. Adam kadının suratının iki yanını da tuttu ve kadını dudaklarından öpmeye başladı. Kadın kapıyı açtıktan sonra adamı görünce hem hayret hem de sevinç içerisindeymiş gibi görünen bir surat ifadesiyle tüm olanlara anlam vermek istedi ve bu öpücük karşısında o da adama karşılık verdi. Kadın ve adam bir zaman önce ayrılmışlardı herhalde ya da dudak dudağa öpüşmenin arkadaşlar arasında normal olarak karşılandığı bir kültürde yetişmişlerdi. Bir sürü olasılık ve hepsi birbirinden bağıntısız bir sürü olay.
Şehrin başka bir noktasında eski, bir blues barın önünde hurdalığa dönmek üzere olan bir kanepe ve etrafında uyuz köpekler… Kanepenin üstünde oturan altmışlı yaşlarında bir adam. Dişleri sigara içmekten olsa gerek sararmış, elinde kutu birası ve ağzında sigarası ile içeriden gelen hüzünlü blues parçalarına kulak veriyor gibi görünüyor. Sağır ve keyfi yerinde olma ihtimali de var, belki de keyfi yerinde de değildir, bilinmez. Yaşlı adamın müziğe kulak verdiği esnada Fenerbalığı sokağında ki fahişe, blues barın önünden geçiyordu ve kahramanımızın semtine doğru ilerliyordu. Birisi ölmüşken hayat hep ama hep devam ediyordu. Sonsuza doğru giden bir araç gibiydi hayat. Bunların hepsi gözlemlenilen değil sadece belirsizliğin getirdiği, ölüme karşı oyalanmalar olma ihtimali ise çok yüksek olan kurgusal şeylerdi. Gece kimisine uzun, kimisine kısa ve bazılarına ise hiçlikten başka bir anlam ifade etmeyebiliyordu. Yüz üstü yatmış, beklentisi yok gibi görünüyordu. Kendi ellerinden yaşadığı ölümle patlamanın öncesinde tasvirleşebiliyordu ama artık her şey bitti. Yerde duran bir ceset, bir ölü kıpırtısızca duran, eski bir canlı. Hatıraları olan, gülümseyen, ağlayan ve sonunda boşluğa savrulan… Penceresinden gelen zift kokusuyla uyanmıştı ve şimdi beyninden gelen komutla, işaret parmağının tetiği çekmesi sonrasında tekrar uyudu. İyi geceler belki iyi uykular. Hepsi birer varsayım değil mi? Kim bilebilir ki?
* D
Kahramanımız vantrilok değildi çünkü hayat devam ediyordu. Belki de vantriloktu kim bilebilir? a DO sadece bir ansayısız kuklalardan i birisiÖaolabilirdi. ı kuklal Belki de ı hepsiy k ne d v ce
or
-
Tamam. Dedi çocuk.
Ve yukarıya doğru çıktılar. Kahramanımızın dairesinin kapısına gelince fahişe cebinden çıkardığı maymuncukla kapıyı açtı. Oğlan buna biraz şaşırdı ama daha çok hoşuna gitti, galiba. İçeriye girdiler ve gördükleri görüntü karşısında mideleri bulandı. Midelerinin bulanmasından utanmış olacaklar ki hemen kahramanımızı kendilerine doğru çevirdiler, fahişe kahramanımızı tanımışçasına hayrete düştü ve ağlamaya başladı. -
Bu adamı tanıyor musun yoksa. Dedi oğlan. Bu adam, bu adam bana iktidara boyun eğmemem gerektiğini öğreten adam, tanımaz olur muyum? Dedi fahişe ve ağlamaya devam etti.
Bu olasılıktan daha önce bahsetmiş olmamız ve bu olasılığın doğru olması gerçekten ilginç. Yani fahişe kahramanımızın ne için yaptığını tam olarak tahmin edemediğimiz cinayetleri, fahişenin erkek egemenliği karşısında erksizliği seçmesi için kahramanımız tarafınca yapıldığını düşünmesi çok düşük bir olasılık olarak bahsi geçen ve tutan bir olasılık olduğu için çok ilginç bir olay denilebilinecek bir olay. Bu olay karşısında doğan yeni olasılık ise; vantrilok bu olasılıkları size sunan kişi mi sorusunu doğurmaz mı? * Aradan bir hafta geçti ve oğlan ile fahişe, kahramanımıza mezarlık yaptırdılar. Paranın büyük kısmını fahişe ödedi. Gerçi ona fahişe demekte doğru değil artık çünkü kahramanımızı ölü şekilde gördüğünden beri artık bu mesleği bırakmış durumda. Oğlan çoğu zaman, halen aynı apartmanın önünde bekliyor ve bazı zamanlarda eski fahişe olan kızla ya da kadınla her neyse işte zaman geçiriyordu. Fahişeye artık Fenerbalığı demek daha doğru olur sanki. Fenerbalığı bu bir haftadan sonra oğlanı evinde kalması için ikna ediyor ve artık oğlan Fenerbalığı’nın evinde kalıyordu. Tek şart olarak apartmanın önünde bekleyeceğini ve bundan vazgeçmeyeceğini söylüyordu oğlan. Fenerbalığı ise buna karışmaya hakkı olmadığını söylüyordu ve beraber yaşamaya başlıyorlardı. Yeni bir yaşam, yeni gözlemler, yeni olasılıklar tek değişmeyen sonsuzluğa doğru ilerleyen zaman ve vantrilok-kukla soruları… * Evet, oğlan aynı apartmanın önünde beklemeye devam ediyordu. Karşısında duran apartmanda intihar etmiş birisinin olduğunu bilmek onun için pek kabul edilmesi kolay bir olay olmasa gerek. İnsanlar durmadan oğlanın önünden geçerlerken oğlan sadece sigara içiyordu. Eskiden arada bir kızın ondan uzaklaştığı noktaya bakardı ve artık bu noktaya bakmıyordu sadece önüne bakıyordu. Fenerbalığı bu esnada ikinci el kitap satan bir mağazanın önünde oyuncu aranıyor yazan bir ilan gördü ve hemen ilanda verilen telefon numarasını kaydetti. Yüzü bu olaydan sonra daha canlı görünüyordu belki de heyecanlanmıştı ve heyecan sonrası kalbi fazla kan pompaladığı için yüzü daha canlı görünüyordu, ancak doktorlar bilir. Eski çağlarda tanrı bilir denilirdi böyle bir şey için ama artık tıp gelişmişti ve doktorlar da bunun nedenini bilebilirlerdi herhalde. Fenerbalığı bu ilanı asılı olduğu yerden koparttıktan sonra hemen oğlanın bulunduğu sokağa doğru gitti. Hem telefon numarasını kaydedip hem de afişi koparıp alması onun bu işi ne kadar çok istediğine bir kanıt olabilirdi belki de. Oğlan beklemekten sıkılmamıştı fakat Fenerbalığı’nı görünce sanki birden heyecanlandı, mutlu olmuştu herhalde Fenerbalığı’nı görünce. Fenerbalığı hiç
bekletmeden elinde ki afişi oğlana gösterdi. Oğlan yapmacıksız bir heyecan ile afişi okudu ve mutlu olmuşçasına gülümsedi. Fenerbalığı; -
Aradığım bir fırsattı bu. Dedi ve oğlana sarıldı.
Tiyatro da fahişelik gibi bedensel bir gösterim olduğu için mi bu işi yapmak istiyordu acaba? Fahişeliğin vermiş olduğu, kendini bedensel olarak pazarlama alışkanlığı yerini toplum tarafından etik kabul edilen bir bedensel pazarlama olan tiyatro alışkanlığına mı dönüşüyordu? Bu sorular yanıtlanmamak üzere burada kalırken oğlan Fenerbalığının sarılması üzerine ona aynı şekilde hatta daha sıkı sarılarak karşılık verdi. Sarılma ritüeli bittikten sonra oğlan yerine geçip oturdu ve Fenerbalığı da onun yanına çömeldi. Beraber kızı belki de yeni olasılıkları bekler gibi saatlerce beklediler. Kim bilir neyi beklediklerini, başkalarının ve kendisinin. * Hava kararmaya başladığında Fenerbalığı kalkmalarını önerdi ve oğlanla beraber evlerine ilerlemeye başladılar. Kaldırımlarda uyumsuz adımlarla ilerlediler. Her adım yeni bir olasılığı doğuruyor ve bir başka olasılığı öldürüyordu. Adımları ritimsizdi fakat onlar bunun farkında değilmişler gibi görünüyorlardı. -
Beklemek yaşamın ta kendisi gibi geliyor bana. Dedi oğlan. O halde hep bekle, sana kim karışabilir ki? Dedi Fenerbalığı. Bekleyeceğim dersem de plan kurmuş olmayacak mıyım? Dedi oğlan. Olacaksın da plan kurmayacağım demek de plan kurmak olmuyor mu? Dedi Fenerbalığı. Tasvirsizce yaşamak istiyorum seninle. Dedi oğlan.
Fenerbalığı gözlerini kaçırdı oğlandan, oğlanın söylediği onu çok mutlu etmişe benziyordu ve o mutluluktan biraz da kaçınıyordu galiba, utanmış olmalıydı herhalde. -
Evde ekmek var mıydı? Diye sordu Fenerbalığı, ekmek almakla konunun alakası yokken böyle bir şey sorması konudan kaçmak isteğiyle paraleldi herhalde. Var herhalde ama yine de alalım. Dedi oğlan kontrolcü bir yaklaşımla.
Markete girdiler. Kasada beyaz saçlı, pos bıyıklı kasiyere ya da market sahibine iki ekmeğin parasını ödediler ve evlerine doğru yol aldılar. Oğlan gözlerini karşı apartmanda ki balkona dikti. Balkonda yavru kediler ve kedilerin annesi duruyordu. Fenerbalığı nereye baktığını umursamış olmalı ki oğlanın nereye baktığını anlamaya çalışıyormuşçasına, oğlanın gözlerine bakıyordu. Belki bu romantik bir arayıştı, nereden bilebiliriz ki? Birkaç dakika sonra evlerine girdiler. Her şey plan dahilindeymiş gibi görünüyor değil mi? Evet, evlerine girdikten sonra oğlan ekmeği mutfak tezgahına doğru götürdü. Fenerbalığı yol boyunca elinde taşıdığı ve bu metnin anlatıcısının pek vurgulamadığı afişi odasına astı. Ev kahramanımızın evine hiç benzemiyordu. Bir kere sepya koltuk yoktu, silah desen hiç yoktu. Yerde sarıya yakın bir renkte halı vardı. Duvara asılı kocaman bir televizyon vardı ve son model beyaz koltuklarda salonun diğer elemanlarıydı. Fenerbalığının odası, kocaman kırmızı bir yatakla kaplıydı ve yatağın sol tarafında kocaman kıyafet dolabı vardı. Yatağın
diğer tarafında ise makyaj masası ve bir ton makyaj malzemesi bulunuyordu. Oğlanın odası ise küçük bir yatak ve yere atılmış kıyafetlerden oluşuyordu. Tasvirde detay arttıkça eşyalar doğru orantılı olarak artacaktır fakat konumuz eşyalar değil herhalde. -
Seçmeler ne zamanmış? Diye sordu oğlan. Haftaya bugünmüş. Dedi Fenerbalığı. Neye göre hazırlanacaksın, öğrendin mi? Diye sordu oğlan. Yarın erkenden gidip öğrenirim. Dedi Fenerbalığı.
Ve yarın için olsa gerek uyudular.
* Sabah gecenin ardından geldi. Bu döngü hiç bitmeyecekti herhalde. Kim bilir dünyamızın yazgısını? Oğlan kalkar kalkmaz, lavaboya gitti. Aynada kendisini izledikten sonra dışarıya çıktı. Fenerbalığı da oğlanın kapıyı çarpmasından sonra uyandı. Oğlan her zaman ki gibi beklediği yere doğru ilerledi. Fenerbalığı önce uyku sersemliğini atmak için olsa gerek yüzünü yıkadı sonra havluyla yüzünü iyicene kuruladı. Fenerbalığı mutfağa geçti ve yumurta haşlamaya başladı. Yumurta haşlanırken, dolaptan süt kutusunu çıkarttı ve bardağa süt koydu… Kahvaltısını bitirdikten sonra ikinci el kitap satan mağazaya doğru yol aldı. Mağazaya girdi. -
Kolay gelsin. Ben tiyatro afişini gördüm ve bu oyuna girmek istiyorum, seçmelere çalışabileceğim bir metin var mı? Diye soru Fenerbalığı. Var tabi hanımefendi, buyurun. Dedi mağazada ki yaşlı adam ve Fenerbalığına metni verdi.
Fenerbalığı metini alır almaz son hızla eve döndü. Yol boyunca o kadar mutlu ve meşgul görünüyordu ki bu durum gerçekten heyecan verici olmalıydı onun için. Eve varır varmaz metini okumaya başladı sesli sesli; -
Kaybolsun bırak, bitti zaten elimde ki her şey…
Oğlan duvara yaslanmış bekliyordu. Düşünebiliyordu ama ne düşündüğünü bilemiyoruz zaten biz vantrilok değiliz ki bilelim ne düşüğünü onun, değil mi? Oğlan bulutlara doğru bir bakış attı, nerden mi biliyorum çünkü baktığı noktada sadece bulutlar vardı. Bu kurguda yaşanan ve yaşanacak her şey geçmişten aktarılmış gibi gelebilir bizlere ama öyle değilmiş gibi okumanın da sakıncası yokmuş. Oğlanın baktığı bulutlar adeta koyunlara benziyordu ve tüm bulutlar koyunlara benzetilirdi ki evet, bulutlar çoğu kez koyunlara benziyordu. Oğlanın önünden binlerce insan geçiyordu gün içerisinde ve bu binlerce insanın milyonlardan fazla gölgesi vardı. Maskeleri içinde mutluymuşçasına yola doğru salınan bu insanların tam kenarında ki bir lekeydi oğlan. Değersiz olduğunu bildiği için kızı beklediğini
kabullenemiyordu ve onun için kızı beklemeye devam ediyordu belki de. Fenerbalığı metini okumaya devam ediyordu; -
Kabullen artık değilsin sen vantrilok, aptal ve yüzsüzsün yaşamın sürüngenisin sen…
Fenerbalığı metni okurken fazlasıyla yapmacık bir heyecanın içindeymiş gibi yankılanıyordu algılarda belki de. Tek başınayken bu kadar yapmacıklı tavırlara teslim olması, âdemin ve onun spermlerinin ortak yazgısıdır belki de. Şeytanın yazgısı neydi bu kurguda?
*
Evet, oğlan güneşin karanlığı yutmasıyla eve döndü. Fenerbalığı tam metnin şu bölümünü okurken; -
Gömül ve öl, kabul etmek bu kadar zor mu göt herif ha?
İçeriye girdi. Oğlan gülümsedi ve Fenerbalığına sarılmak istercesine devinilmedi bedenini. Fenerbalığı istemsizce sarıldı oğlana ve o da gülümsedi. Ve başladı onların kendi içlerinde apayrı olan monologlarından sıyrılan ve apayrılıktan da yabancılaşan diyalogları… Önce oğlan; -
Nasıl geçti çalışmalar? Fena değildi, metin çok hoşuma gitti ama. Dedi Fenerbalığı. Umarım seçilirsin. Dedi oğlan umuyormuşçasına. Umarım. Dedi homurdanarak Fenerbalığı. Karakterlerden hangisini oynamak istiyorsun? Dedi oğlan sanki oyunu okumuşçasına. Ailesinden fazla ilgi gören ve toplumdan aynı ilgiyi göremediği için bunalıma giren şımarık zengin kızını oynamak istiyorum. Dedi Fenerbalığı. Haha çok zavallı biriymiş ya o da. Dedi oğlan.
Ve bu söze çok kızdı Fenerbalığı, nedeni neyse artık? Hızlıca odasına girdi ve kapıyı çarptı. Oğlan bu olaya anlam veremedi gibi oldu belki de olmadı, kim bilir? Oğlan üzülmüşçesine surat astı ve Fenerbalığının kapısını çaldı ama kapı açılmadı. Oğlan kapının karşısında ki duvara yaslandı ve bekledi, her zaman yaptığı gibi. Bekledi, bekledi ve bekledi… Uzun bir zaman sonra Fenerbalığı çıktı ve oğlan ona doğruldu, sarılmaya çabaladı ama Fenerbalığı onu itti. Fenerbalığı mutfaktan su içti ve odasına girdi. Oğlan duvara yaslandı ve bekledi, bekledi, bekledi… Sabah olmuştu oğlan uyumamış ve Fenerbalığını beklemişti. Fenerbalığı odasından çıktı ve oğlanın uyumadığını görünce olsa gerek ağlayarak oğlana sarıldı. Tüm bu olaylar zinciri sonunda Fenerbalığı;
-
-
Bu akşam bu konuyu konuşalım, sana anlatacaklarım var. Dedi oğlana ve oğlan tamam dercesine kafasını sağladı. Oğlan bekleme duvarına gitmek için evden ayrıldı ve Fenerbalığı da metini çalışmaya başladı; İtiraf ediyorum ben ölümsüzüm ve sonsuzluk da hiç gelmeyecek bu yüzden…
* Oğlan beklemeye başladı. Beklemek biten bir eylem miydi? En azından onun için böyle mi olacaktı? Şimdiden çok daha önce başlayan bu bekleme şimdiyi kapsıyordu ve bu daha nice şimdileri kapsayacaktı belki de, kim bilir? Oğlan önünden geçen kalabalık yığına bakmıyordu şu anlık odaklandığı şey, kahramanımızın kendisini öldürdüğü evinin dış penceresiydi. Oğlan bekledi, bekledi ve bekledi… Yüzlerce insan bir amaç doğrultusunda yürüyorlardı belki de, kim bilebilir ki? Şimdi yarına hep yakındı ve bu böyle olabilirdi çoğu zaman. Oğlan beklerken öğreniyor muydu? Tüm bu bağlantısız cümleler sonunda akşam olmuştu. Gün hızlı geçmişti bizlere öyle değil mi? Bizler. Oğlan eve girdiğinde Fenerbalığı beyaz çift kişilik koltuğun üstünde elinde birasıyla sanki oğlanı bekliyordu. Oğlan oturur oturmaz muhabbet başlayamayacaktı çünkü konu her zaman geç açılmıştır, insanların arasında. Metinlerde bu daha kolay olmuştur ama konu insan olunca muhabbet ve ana fikir hep geç ortaya çıkar, nedendir ki? Oğlan, Fenerbalığının yüzüne bakıyordu, Fenerbalığı; -
-
-
Tamam anlatıyorum. Dedi. Bekliyorum. Dedi oğlan gereksizce.( belki de gerekliydi, kim bilir? ) Benim ailem çok zengin bir aileydi ve ben onlar için her şeyden değerliydim. Çocukluğumda bu hiç sorun olmadı çünkü onların fanusu içerisinde dış dünya bulanıktı ama okula başladığım anda, ailemin sıcaklığını dışarıda bulamadım. Ve bu yüzden olduğunu şimdi anlıyorum liseyi bıraktım ve tek başıma yaşamaya başladım. Evimde Fenerbalığı sokaktaydı, şehrin en boktan yeri. Biliyorum. Dedi oğlan. Evet, daha sonra isteyerek ve kendi tercihimle hayat kadınlığına başladım. Bunun sebebini daha demin de söylediğim gibi şimdi anlıyorum. Sebebi nedir peki bunun? Dedi oğlan. Sebebi açık değil mi? Hayır. Dedi oğlan. Şımarık, zengin aile çocuğu olduğum ve en önemlisi ailemden gördüğüm ilgiyi dışarıdan göremediğim için bu şekilde ilgi görmek istedim. Bu bende saplantı oldu daha sonraları ve bu oyunda oynamak istediğim karakter aslında olduğum kişi. Anlıyorum ama bunları fark etmen harika. Dedi oğlan optimistçe. Anlamamın sebebi sensin ve o intihar eden adam. Dedi Fenerbalığı.
Fenerbalığı, geçmişiyle ilgili yaşanmışlıkları, kendisi idrak ettiği halde başkalarına bu aydınlanmanın sebebiymişçesine davrandığı için aslında bu saplantıdan tam olarak kurtulmuş sayılmaz. Herhalde… -
Beklemeye devam etmelisin Fenerbalığı, zaman değişkendir.
* Onlar saatlerce bu diyalogu devam ettirdiler. Bu diyalog dışarıdan gelen bir uyaran tarafından kesildi. Fenerbalığı öldü. Evet, öldü. Daha doğrusu öldürüldü. Onlar diyaloga devam ederlerken kapıları çaldı, gelen Fenerbalığının sapığıydı. Gelenin Fenerbalığının sapığı olduğunu Fenerbalığının, kapı çalınca balıkgözünden bakması ve oğlanın gelen kim sorusuna; “ Sapığım! ” yanıtını vermesinden anlayabiliriz. Bu andan sonra oğlan dışarıya çıktı ve çıkar çıkmaz Fenerbalığının sapığı oğlanın kafasına silahın namlusu ile vurdu. Oğlan yere yığıldı ama Fenerbalığının sapığı oğlanı öldü sandı ki ateş etmedi ama Fenerbalığının sapığı, Fenerbalığına ateş etti ve Fenerbalığının sapığı Fenerbalığını öldürdü. Fenerbalığının sapığı, Fenerbalığını tam boğazından vurdu. Fenerbalığı yere yığıldı. Fenerbalığı öldü. Oğlan ise yerde baygın şekilde kaldı belki de ölüydü. Kahramanımız intihar etti, Fenerbalığı öldü ve oğlan yerde ölüymüşçesine yatıyordu. Şimdi elimizde Fenerbalığın sapığı kaldığı için oğlan ayılana kadar( ölmemişse ) metine Fenerbalığının sapığı ile devam edeceğiz. Metinde bir değişiklik yapıp bir süreliğine olan olayları Fenerbalığının sapığının gözüne yerleştirdiğimiz kamerayla görüntüleyeceğiz ama anlatıcı değişmeyecek. Kim bilir? * İlk görüntü yerde ki Fenerbalığına ait; Fenerbalığı’nın boğazının sol kenarında merminin açtığı delik ve delikten dışarıya sızan kan birikintileri. Ölümün kaçınılmazlığını mı anlatıyor bu metinler? Kim bilir? Görüntü değişiyor ve apartmanın tavanında ki çatlakları gösteriyor, bu görüntüden kısa bir süre sonra yerde baygın ya da ölü şekilde ki oğlana çeviriyor gözünü Fenerbalığının sapığı. Kamera oynamaya başlıyor ve kadraja merdivenlerden aşağıya inen ayaklar giriyor. Duvarları çoğu eskimiş bir biçimde. Ayaklar kadrajdan çıkıyor ve kadraja polis arabası giriyor. Üç polis arabası ve yedi polis silahlarını kameraya yani bize doğru tutuyorlar. Ellerinde silah olan yedi polis ve üç polis arabası. Aniden kameranın içinde bir mermi geçiyor ve çok kısa bir süreliğine gökyüzü görünüyor. Her şey karardı. En iyisi kamerayı başka bir göze takmak. Ne salakça bir kelime günümüz için ama günümüz de tükenecek ve moda kendisini yineleyecek, anlamlar kuyruğunu kovalayan köpek misali… *
Yukarıdan gayet açık görülüyor ki Fenerbalığının sapığı bu kadar polisi görünce ( yedi polis ) intihar etmiş olmalı ki ölü bedeni yerde hareketsizce duruyordu. Belki de planı buydu, kim bilebilir ki? Polisler pek umarsızca cesedi kaldırıyorlardı ve buradan uzaklaşıyorlardı. Bunları hepsi olmadan tam beş dakika önceyi seyretme imkanımız olsaydı şayet, Fenerbalığının korkulu yüz ifadesini onun sapığının gözünden görebilirdik ama bu sefer olmadı. Olmadığı iyi olmuştur belki, kim bilir? Polis arabaları buradan uzaklaştıktan sonra etrafa toparlanmış olan insanlar bir anda dağılıyorlardı. Dağılanlardan yirmi beşinci sırada olan şahıs; kısa boylu, siyah saçlı, otuzlu yaşlarında bir adamdı. Oğlan ayılırsa şayet, metin oğlan üzerinden devam edecek ama oğlan uyanmadığı için metin bu adam üzerinden devam edecek( miş).
*
Yirmi beşinci adam tüm bu yaşananlardan uzaklaşıyordu ve hızlı adımlarla buradan da uzaklaşıyordu. Önünde ki kalabalık insan grubunu yararak ilerliyordu. Yaklaşık yirmi dakika boyunca yürüdü ve en sonunda, kahramanımızın köfte verdiği köpeğin arkasında ki kasaba girdi. Köpek öndeydi ve kasap arkadaydı. Kasap pek değişmemişti, aynı soğukkanlılığıyla yaşamına devam ediyordu. Yirmi beşinci adam da soğukkanlıydı çünkü birinci ya da sonuncu değildi yirmi beşinciydi ve yirmi beş ortalarda bile değildi, düşünün o kadar silik bir insandı bu yirmi beşinci. Ortanca olanlar bile akılda kalabilir ama ortancadan da vasatsanız bu pek mümkün değildir. Yirmi beşinci adam kasapla dışarıya çıktı. Kasap giydiği kirli önlüğü çıkarmıştı ve ikisi dışarıya doğru yol almaya başladılar. Kedi eti, kuzu eti her neyse onu yiyen köpek kasabı görünce biraz havladı, kasap tepkisizce yürüdü ve yirmi beşinciye bir dal sigara uzattı, yirmi beşinci sigarasını yakarken, kasapta kendine bir dal sigara çıkartıp onu yaktı. Kasap, soluk kırmızı renkte ki arabasına bindi, yanına da yirmi beşinci adam bindi. Kasap arabayı çalıştırdı ve araba yolda süzülmeye başladı. Bir süre sonra izbe bir barın önüne geldiler ve arabadan inip, bara girdiler. Kasap önden girdi sonra yirmi beşinci girdi. İçeride onlarca insan oturmuş, iki kişinin dart oynamasını izliyorlardı. Bir süre sonra kasapta oyuna dahil oldu ve ondan sonra yirmi beşinci. Turnuvaydı bu anlaşılan ve yirmi beşinci bu turnuvada dördüncü oldu, turnuvaya beş kişi katılmışken. Dördüncü olmak en kötüsüydü çünkü sonuncu çok kötü olduğu için hatırlanacaktı ama dördüncü aradaydı ve silikti. Yirmi beşinci ve kasap oyunları bitince barda oturup sigaralarını içmeye başladılar ve onlar sigaralarından nefes çekmeye devam ederken oğlan gözlerini açtı.
* Oğlan kendine gelmeye başlıyordu ve gözlerini ovalamaya başladı. Kafasının arkasını kaşıyordu bir yandan da daha sonra etrafına baktı ve Fenerbalığının ölü bedenini gördü. Fenerbalığının sapığı oğlanın tam sağ elmacık kemiğine vurmuş olmalıydı ki oğlanın sağ elmacık kemiği mosmor olmuştu. Korku ya da ümitsizlik gibi bir ifade yoktu yüzünde, tasviri kelimelerle ifade edilmesi zor bir ifade oluşmuştu suratında. Ayağa kalktı ve Fenerbalığına sarıldı oğlan, her yeri kan içerisinde kaldı, ağlamaya başladı. Fenerbalığı ile aralarında ki tüm iletişim bitmişti. Bir daha konuşamayacaklardı, zaman geçiremeyeceklerdi. Oğlan saatlerce ağladı, bir süre sonra merdivenlerin başından ayak sesleri işitildi ve bir süre sonrada iki polis ellerinde silahlarıyla yukarıya doğru çıktılar. Oğlana yere yatmasını söylediler ve oğlanı ellerinin arkasından kelepçelediler. Polisler katilin oğlan olmadığını bilmiyorlar mıydı? Belki bu düzen de ağlamak büyük bir suçtur kim bilebilir ki? Oğlan polis arabasına bindirildiğinde sürekli arkasına baktı ve hapishaneye atılana kadar sürekli arkasına baktı. Oğlan hapishanedeydi ve burada bekleyecekti artık. * Fenerbalığı, sepya koltukta oturan kahramanımıza teşekkür etti. Kahramanımız sigarasını yakmış ve dev ekranda karıncalanma izlemenin keyfini yaşıyordu. Ölülerin gittiği yerdeydiler. Fenerbalığı bulutların üstünde dans ediyordu, gökkuşağı şelalesinde yüzüyor ve rengarenk şekerlemelerden yiyordu. Böğürtlen reçelinden yapılmış havuza atlıyor ve gülümsüyordu, kahramanımız ise sepya koltuğunda oturuyor ve karıncalanmayı izliyordu tabi ki ağzında
sigarasıyla. Bunlar gerçek miydi? Gerçek başlı başına gerçek miydi? Vantrilok el sallasaydı belki ironilerle sürdürdüğümüz yaşantılarımıza bir anlam bulabilirdik, bu metin içinde sıkışmışlar olarak bizler. Oğlan beklemeye devam ediyordu. Mahkemeye çıkmasına on beş gün vardı. Demir parmaklıkların paslanmış bölümlerine bakıyordu oğlan. Yanında iki kişi daha vardı birisi çizgili bir t-shirt giymiş sakallı bir gemici bozuntusuna benziyordu, diğeri ise sıska, çelimsiz ve gözlüklü, sarışın bir adamdı. Aralarında konuşmuyorlardı. Oğlan duvarın sıvası dökülmüş yerine bakmaya başladı ve bir yandan kafasını kaşıyordu. Duvarın tek bir renk ile kaplanmış kusursuz bölümleri vardı ama bu nokta da bakacak bir şey kalmıyordu, sadece sonsuza kadar gidecekmiş hissi veren bir zemin oluşturuyordu bu kusursuz bölümleri. Oğlan her insan gibi kusurlu kısımlara bakarak kendi kusurlarını mı gizliyordu kendisinden? Beklemek zamanla iyi geçinmektir demişti oğlana babası ve beklerken öldü, oğlanın babası. Şimdi oğlan bekliyordu. Oğlan duvara bakarken zamanı öldürmekten başka bir şeyin peşinde değildi ve bunu başarıyordu da. Oğlan yanında ki adamlara bakmaya başladı ve adamların derilerinin gözeneklerine ne kadar yaklaşırsa, adamlar ne kadar detaylı bir görünüme sahip olurlarsa o kadar çirkinleşiyorlardı. Detaylar formu deforme ediyorlardı. Vantrilok olmadığımız halde bunları bilmemiz ilginç. Başkasının ne gördüğünü kim bilebilir ki? Oğlan demir parmaklıkların ardında durmaya devam ederken, demir parmaklıkların ardından oğlanın beklediği kız geçti. * Kızın kafasında ki yosun yeşili renkte ki bere yoktu ama onun dışında ki her şey tamamdı. Kız ellerinin arkasından kelepçelenmişti, nezarethaneye doğru götürülüyordu. Gözlerinin altında mor halkalar oluşmuştu kızın. Oğlanı görmedi ama oğlan onu gördü. Kızı oğlanın tam çaprazında ki bölmeye koydular. İçerisi pek kalabalık değildi iki tane travesti vardı sadece. Kız içeriye girince kıkırdadılar ve kız onlara bakmadı bile. Kız yere bakıyordu. Neler gelmişti başına? Neden buraya getirmişlerdi onu da? Neden bu metinde her şey ters gidiyordu? İçine kapanık bir adamın sıradan yaşantısıyla başlayan bu metin nasıl olmuştu da buralara gelmişti? Kız etrafa bakmak istemediği halde etrafa bakmak zorundaydı. Bu zorunluluğu ona dayatan beyniydi belki de. Bu zorunluluk olmaya bilirdi bekli de kim bilebilir ki? Şimdi, şu anda oğlanı gördü. İlk başta algılayamadı belki de oğlanın burada olacağına ihtimal vermiyordu. Oğlan ona acı bir gülümsemeyle bakıyordu, kız oğlanın “oğlan” olduğunu tam olarak kavrayınca oğlana el salladı. Umut ile dolmuştu içi sanki oğlanı o bırakmışken şimdi o geri bulmuştu. Kız ayağa kalktı ve demir parmaklıklara tutunarak “ SENİ SEVİYORUM “ diye haykırdı oğlana. Kızın yanında ki travestilerin gözleri dolmuştu, demek ki ne kadar toplumdan dışlansalar da yabancılaşma sürecinde oldukları hayatlarında içlerinde halen duygu barındırıyorlardı. Oğlan sulu gözdü zaten ve ağlamaya başladı. Beklemeleri artık daha anlamlıydı. Herkes ağlıyordu, tutuklulardan herkes desek daha doğru olur aslında. Oğlan elleriyle kıza defalarca öpücük yolladı ve demir parmaklıklardan ellerini uzattı aşkına, kız da uzattı. Kavuşamasalar da mutlulardı. Kız iki gün sonra nezarethaneden çıkarıldı ama her gün oğlanı ziyarete geldi. Ve on beş gün sonra oğlan mahkemeye çıkarıldı suçsuz olduğu anlaşılınca beraat edildi. * Kız ve oğlan, oğlan hapishaneden çıktıktan sonra bir daha hiç görülmediler, tarafımızca. Birbirini tamamlayan tüm parçalar, birbirlerinden uzaklaştıkça ya da yakınlaştıkça birbirlerini
tamamlamaya devam ediyorlardı. Kelimelerle düşünen insanın yanılgısıydı tüm düşünceler. Yazgı geride bıraktığı izlerden beslenen ve olasılıklar doğuran bir mekanizmaydı. Anlatıcı kimdi? Kahramanımız ve Fenerbalığı, keman eşliğinde vals yapıyorlardı cennette, kahramanımız sepya koltuğun da otururken. Fenerbalığı artık huzurluydu çünkü yoktu. Bunların hepsi birer varsayım tabi ki, gerçek görülebilenin ötesinde tahmin edilebilen olabilir miydi? Gerçeğe tahminle ulaşabilirsek eğer ve tahmin ettiğimiz cennet metası varsa kahramanımız, Fenerbalığı orada olmalılardır değil mi? Elimizde metine devam edebilecek yalnız bir kişi kaldı o da anlatıcı. Tasvirleşmesi zor olsa da etten kemikten olmasa da yinede anlatıcının ne düşündüğünü bilebiliriz. Varlığından haberdar olduğumuz vantrilok aracılığıyla. * Tüm şehri, metni ve fiilleri zihninde süzebilen anlatıcı. Düşüncelerle sörf yapan, dalgaları hayatta ki obje veyahut sujeler olan anlatıcı. Kahramanımızı görüp anlatmada ki isteğin neydi? Doğru söylemek gerekirse kendisi de bilmiyor olmalı ki doğru belirsiz midir? Gerçek ve doğru gibi nesnel kavramları bu kadar kurcalamadan kendi evreninde, zamanın işlemediği uzay boşluğunda süzülen anlatıcı. Kozmonot köpekler ve uzay maymunları. Anlatıcı tümelden genele giden bir yol izlemiyor çünkü yolda olduğunu düşünmüyor tıpkı oğlanın beklediği gibi bekliyor. Kahramanımız gibi tepkisiz ve Fenerbalığı kadar dışavurumcu. Bunların hepsi değil aslında hiçsi. Şimdiden geriye gidersek ne göreceğiz? Görebilecek miyiz? Evet, şimdiden epey geriye gideceğiz ve kahramanımızın kukla almasına sebep olan güne geri döneceğiz, zaman makinemiz buna elverir her halükarda. Kim bilebilir, kendisinin ölebileceği günü kendisini öldürmediyse şayet.
* Öğlen güneşin yeryüzüyle en samimi olduğu zaman dilimidir. Kesin bir önerme vermekten hoşnut olmasak da. Kahramanımız daha on üç yaşında, nerden mi biliyorum? Vantriloktan torpilim varda oradan biliyorum. Kahramanımız o zaman sepya koltukta oturmuyor ya da ölü değildi. Öğlenin en sıcak saatinde arkadaşlarıyla kentin ara sokaklarında yürüyorlardı. Yürümeye devam ederlerken, arkadaşlarından birisi durdu ve vantrilok gösterisiyle ilgili afişi gösterdi arkadaşlarına. Yaklaşık iki saat sonra vantrilok gösterisini izlemeye gittiler. Kahramanımız en öne oturmak istedi. Vantrilok sahneye çıktı, sol elinde kuklasıyla. Kukla konuşuyordu ama aslında konuşan vantriloktu. Tıpkı metinde ki gibi. Ve kahramanımız vantrilok olmak istedi ama ne kendisi ne kukla konuştu. Kendisini öldürmesi bundan kaynaklansa gerek. Kahramanımızın vantrilok olmak isteğini nerden mi biliyorum çünkü ben onun kuklasıyım. * Oğlan görülmemek üzere kaçtığı yerde büyük boy patates kızartması ve diyet kola ile karnını doyururken bizlere yakalandı. Kukla ve vantrilok her neyse işte. Kız yanında değildi. Kız yine gitmişti. (Kuklalığı kabullenişim yazgıma boyun eğişim anlamına gelmez). Oğlan hüzünlü bir bekleyiş içerisinde değildi sanki bu sefer. Suni tatlar tarafınca tatlandırılmış yemeği, hayatını plastikleştirdiğine kanıt olabilecek değerdeydi belki de. Duygusal boşluğunu saklamak için bu kadar çaba sarf etmesi, duygusal boşluğunun derinliği hakkında bize verebilir.
Oğlan zamanı kontrol etmek ve iyi değerlendirmek gibi takıntılara sahip değildi. Beklemek en büyük becerisiydi. Dış dünyada mükemmeli aramak yerine ya da kendi etiklerini oluşturmak yerine; yaşamı olabildiğine bekleyerek geçirmeyi tercih etmiş bir şahıs olan oğlan, adeta bir tapınağı andıran ( bilinçli bir şekilde tapınağı andırıyor olabilir ) alışveriş merkezinde büyük boy patates kızartması ve diyet kolasını bitirdikten sonra sigarasını yaktı. Arka masada oturan, orta yaşlarda ki adam sigarayı yeni bırakmış ve tabiri caizse iki günde sigara düşmanı kesilmişti ki ayağa kalktı. Genellikle yaşlı kadınların sarkan kolları kadar zemine yakındı suratı. Bencilliğin nükleer bir bombayla aynı derecede etkiliği olduğu 21. Yüzyılda, insanlar öfkeliydi demek ki. Her anlam yeni bir anlamı doğurduğuna göre kavramlar birer matruşkadan farksızlar. Kavramlar su gibi belki de her etkileşimde dalgalar ve halklar oluşturan su gibi. Kelebek etkisinden bahsetmekte gerekebilir ama oğlan ayağa kalkan adamla uğraşıyordu ve konumuz oğlan ve beklemek olduğuna göre konumuza dönmeliyiz. ( Konu bütünlüğüne önem veren vantrilok olur değil mi? ) Adam oğlanın masasına doğru yaklaştı ve oğlan adamın gözlerinin içine baktı. Adam oğlanı tehlike unsuru olarak algılamış olacak ki oğlana sert bir aparkat geçirdi. Oğlan yere yığıldı ve kanayan dişleriyle adama gülümsedi. Oğlanı hiç bu kadar mutlu görmemiştik herhalde değil mi? Oğlanın gülümsemesini tehlike unsuru olarak algılayan adam oğlanın karnına sert bir tekme vurdu. Oğlan gülümsemeyi sürdürdü ve adam çekip gitti. Oğlan kahkaha atmaya başladı. Beklediği şeye kavuşmuş muydu? * Adam oğlanı patakladıktan sonra hayatına devam etmek için olsa gerek, oğlanı patakladığı yerden uzaklaştı. Aptalca bir şaka mı bu metin? Adam öfkesini kontrol etmek yerine tüm olanları öfkesinin artmasına yol açan nedenlermiş gibi davranırken kahramanımız ölüydü. Başkarakterin bu kadar çabuk ölmesi nasıl bir etkileşime yol açacaktı? Adam nedenlerden uzak bir yapıya sahipti sanki. Nedensizliğine sığınmış ve inanmaktan uzak tutmuştu kendisini. Adam oğlandan uzaklaştıkça, oğlanın kahkahası uzaklaşıyordu belki adamın kulağında ama oğlanın kahkaha şiddeti de buna ters orantılı olarak artıyordu. Oğlan beklediğine kavuşmuş ve dipte mutluluğu bulmuştu sanki. Ölüme karşı oyalanma olan hayatımızda, hayatına değer vermeyerek kendisini büyük bir sorumluluktan kurtarmıştı belki de. Ne oğlan önemli ne başka birisi, vantrilok önemli vantrilok. Adam betimlenmek için bu metine girmiş ve oğlanı döverek etkileşimde bulunmuştu bu metinde. Hayat ne kadar garip bazen, değil mi? * Adam evine girdiğinde, karısı kapıda karşılamıştı adamı. Kapının içerisinde. Adam kadının bu tavrına pek bir karşılık vermedi ve içeriye girdi. Ellerini yıkamak için lavaboya girdi ve ellerini yıkadı. Çocuklar babalarının geldiğini öğrenince sevindiler ve babalarının lavabodan çıkmalarını beklediler. Adam dışarıya çıktı ve çocuklar babalarına sarılmak istediler. Adam pek isteksizce, sarılmak zorunda kalmışçasına çocuklarına sarıldı. Duygularını kürtaj yaptırmış olmalıydı bu adam. Yemek için masaya oturdular ve yemek yediler. Uykuları geldi ev halkının ve uyudular. Yirmi ay böyle geçti ve yirmi ay sonra adam tüm ailesini bıçakladı ve kendisini astı. Bu hikâyeyi kulağıma fısıldayan kahramanımız oldu. Beni yarattı ve kendisini öldürdü. Ve onu düşüncelerle yeniden hayata getirmeliyim, kendi kendime konuşan şizofren bir kukla izlenimi vermek istemem. Söyledikleri doğru olan kaç kişi vardır ki?
* Anlatıcı aynada gördüğünü ve nesnel gerçeklikte ki görüntüyü benliğiyle örtüşemeyince kendisini ifade etmek için kukla bulur ve kukla onun yerine konuşur. Bu durumda vantrilok anlatıcı değildir yazardır. Belki de kukla anlatıcıdır, yazar vantriloktur. Asıl konuşan vantriloktur ama konuşan kukla gibi görünür. Her ikisinden birisi konuşur nihayetinde ama kahramanımız vantrilok olduğu halde kuklasını da konuşturmamıştı. Tüm bu belirsizlikler kahramanımız intihar etmeden 4 yıl 2 ay önce başladı aslında. Sepya koltuk o zamanlar da vardı ve kahramanımız sepya koltuğun üstünde uyuya kalmıştı. Güneşin suratına çarpması sonucu uyanmıştı daha sonrada. Uyanır uyanmaz yüzünü yıkamak için lavaboya gitti. Yüzünü yıkadıktan sonra mutfağa doğru ilerledi ve buzdolabını açtı. Buzdolabında üç adet muz, bir kova yoğurt ve diyet kola vardı. Diyet kola bu metinde gerçeklerden kaçınmak anlamına mı geliyordu? Muzlardan birini buzdolabından çıkarttı ve kabuğunu soyduktan sonra yemeye başladı. Doyduğuna kendisini inandırmış olacak ki sonradan üstünü değiştirdi ve dışarıya çıktı. Çıkmadan önce yatağının yanında duran dolaptan, kuklasını çıkarttı. Gösteri yapacağı tiyatroya doğru gitti. Zaman- uzam bir hayli ilerliyordu her zaman ki gibi. Gösteri yapacağı merkeze vardı, sol koluna kuklasını geçirdi, sigarasını sağ eliyle yaktı ve gösteriye hazırdı. Gösteriye çıktı ve gösteri boyunca ne kendisi, ne kuklası konuştu. Gösteri izleyenlerden birisi bendim ama ben kimdim? Dışarıya karşı kukla konuşmuyorken ve gösteriden sıkılmadan tek izleyen benken, neden kafamı içerisinde konuşan ses bana ait değilmiş gibi algılıyordum. Ben kimdim? Kukla olmalıydım, vantrilokta kahramanımız olmalıydı ama vantrilok ben de olabilirdim. Tüm olasılıkları hesaplamaya çalıştım, çalıştım ve olmadı. Gösteri boyunca ne vantrilok konuştu ne kukla. Ben kimdim?
*
“Geri sayım başlangıç noktasına yakınlaştıkça kuklanın kim, vantriloğun kim olduğu hakkında bilgi edinemeyeceksiniz. Bu met ı i a et Ö .
a
ı
ilgisini çekmezdi herhalde. Özneli nesnele indirgemek kadar imkana ancak sahip olabilecek bu konuda önermeler de bulunmak şapkadan çıkanın tavşan olması gibi belki de. Denizatı hangi buhranın ya da arayış içerisindeyse o solucan deliğine girip onu oradan çıkartmak pek kolay olmayacak. Vitrinin illüzyonu sadece algıların süzgecine ve seçiciliğine bağlıyken Denizatı bu noktada pek değerli bir yere sahip olmayacaktır herhalde.
* Denizatı sabaha kadar kitabı bitirmişti. Hangi metinlerde gözbebekleri büyümüştü pek bir fikir yürütecek kanıt elimizde olmadığı için bu konu burada kapanmalıydı. Denizatı öğlen uyandığında pek huzurlu değildi. Garip bir takıntıya sahip garip bir insanda değildi çünkü kimin ne olduğunu kim bilebilir ki? Aynaya baktı Denizatı. Uzun sayılabilecek süre baktı. Gözlerinin içi dışında tüm yüzünü inceledi. Gözlerinin içi dışında tüm yüzünü. Denizatı lavabodan çıktı ve salona geçti. Bilgisayarını açtı ve internetten ‘Büyük Patlamadan Önce’ hakkında bir şeyler okumak istediği için olsa gerek bu konuyu araştırdı. İnternette aradığı konuyla bağlantısız bir sürü konu vardı ama aradığı konu yoktu. Denizatı kitabı yeniden eline aldı. “ Bu metin bir kurguya ait olmak istemine sahip olsa da bizlerden saklanan en büyük gerçeği içerisinde bulundurması açısından fazlasıyla gerçeklerle kaplı bir metin. Bu metini okuyorsanız, bu metinin öncesini geçmiş ve içeriği hakkında bilgi edinmişsiniz demektir. “ Denizatı bir metin içerisinde kurgusal bir gerçekliğe sahip olduğundan habersiz bu yazılanları okumuştu. Vantrilok böyle istediği içindir herhalde. Sizler yani gerçek bir algıya sahip olan okuyucular Denizatından daha ötedesiniz ve bu ötede olma olayı bu kurguyu diğer kurgulardan ayrıştırıyor çünkü çoğu kurguda kahramanların bildiğini okurlar sonradan öğrenir. İstisnalar mümkündür elbette. Şimdi Denizatına yönelecek olursak Denizatı solmuş suratıyla kitabın geri kalanını okuyor. Denizatı kitabı okuyordu. Denizatı ile sizin okuduğunuz kitap aslına bakarsınız aynı kitap fakat Denizatı bu metinde kendisine ulaşamayacak bunu insanın kendisini yukarıdan görememesi gibi düşünmek doğru olabilir belki de. Denizatının başlangıç bölümünü sizlerden hatta vantriloktan önce okuması ise onun evrende ki ayrıcalığı olabilir belki de. Tüm bu olasılıklar içerisinde kitabını okumaya devam eden Denizatı kendisi hakkında konuşan bu kitabın altıncı bölümüne geldiği zaman yüzü daha belirgin şekilde solgunlaştı. Yaşadığı korkuyu tekrar yaşayacakmış gibi bir gözlemde bulunabilirdik bu durumda.
* Olmak için önce koşullar gerekir bazen. Koşullar olmadan olan zaten sanaldır. Değil midir? Denizatı terlemeye başladı, yüzü her zaman olduğundan daha solgundu. Zaman geçtikçe, derininde ki benliği derisinde ki benliğine yansıyordu adeta. Denizatı korku ifadesini nesnelere saçarken, kitabı okumaya devam ediyordu. Büyük patlamadan önce ne olmuş
olabilirdi ki? Metnin ana kahramanının intihar etmesi zaten büyük bir patlama değil midir? Kurguyla gerçek arasında ki ince çizgi nedir? Var mıdır böyle bir çizgi? Denizatı elinde ki kitabı duvara fırlattı. Öfke nöbeti geçirmeye başlamıştı belki de. Dişlerini ve çenesini iyicene sıkmıştı ve alnında ki damarlar belirginleşmişti. Onu böylesine öfkelendiren kurgusal bir gerçeklikte var olması olabilir miydi? Denizatı neredeyse tüm insanlar gibi var olmak gayesinde yaşamda çürüyorken bu kadar öfkelenmesi belki de normaldi. Kendimiz dışında insanlara ayrıcalık tanıdığımız için onları seviyorken, bizim bu durumda ayrıcalığımız nedir ki? Denizatı gerçeği kavramış mıydı? Tüm varlıkların benliklerine tapındıkları ve bu benliklerin lanet olası bir döngü içerisinde -sanki hassasmışçasına- başka varlıkları kendi hayatlarını sürdürmek için kullandıkları gerçeğini mi kavramıştı? Öfke içerisinde kendisini mantıktan soyutlayan Denizatı kitabı yerden aldı ve pencereden aşağıya fırlattı. Saniyeler sonra kendisi de adeta kitabın peşinden koşarmışçasına pencereden aşağıya atladı. Kitap Denizatından önce aşağıya vardı. Denizatı aşağıya vardığında bedeni paramparça olmuştu. Etrafta ki insanların tasvirlerini tahmin etmek imkansız olmasa gerek? Ne tesadüf ki kitabın altıncı bölümü açıktı. Bu bir mesaj mıydı? Kim bilebilir ki? * Denizatı ölü bedeniyle okyanus içerisinde ki ayrıştırıcılar tarafından yaşam döngüsüne kazandırılacaktı. Ölenle ölünmez lafı belki de buradan geliyordur, ölmüş bir canlı bile yaşama katkıda bulunur. Yerde duran kitabın açık sayfası altıncı bölümün başlangıcına denk geliyordu. Denizatı bu bölümü ikinci kez okumak yerine ölmeyi tercih etmişti. Bu metin kurgulardan ve şakalardan mı ibaret yoksa? Denizatının ölü bedenini yerden kaldırmak için görevlendirilen memurlardan birisi kitabı hiç zaman kaybetmeden yerden alıp, cepledi. Altıncı bölüm ona da cazip gelmiş olmalıydı. Ne vardı bu altıncı bölümde? Tüm bunlarını yanıtı biliyorum ama kurgunun ilerisinde olduğum için yani ilahi bir güce sahip olduğum için değil bundan dolayı bunu paylaşmak istedim. Kurgunun ilerisinde olmamın nedeni de vantriloğun kuklası olmamdan kaynaklanıyor. Vantrilok kimse işte. Kahramanımız mıydı en son tam olarak emin değilim ama vantriloğun sesi olmanın avantajlarını da değerlendirmiyor değilim. Memur şişko bir bedene sahip, sarı saçları olan bir kimseydi. Kitabın diğer hiçbir bölümü onun ilgisini çekmiyordu, tabloid basından paparazzileri takip eden, sanatçıların sanatçı kısmının değil de belden aşağı kısmıyla ilgilenen radyasyon bağımlısı, patates kızartması kafalı kimseleri çağrıştırıyordu memurun bu davranışı. Memurun tek umurumda olan altıncı bölümdü, vantrilok ve kukla falan da değildi. Altıncı bölümle vantrilok-kukla ikileminin paralel olduğu gerçeğini artık tek bilen ben değilim. Memur kitabın bu bölümü okuduğu her saniye daha rahatsızlanıyordu hatta bir kısımda kusmaya başladı. Sivil hayatında tam bir pislik olan bu şişko domuzun bile midesi bulanmıştı altıncı bölümden. Memurun bir pislik olduğunu ben düşünmüyorum yaptığımız anket sonucu gelen bilgiler üzerine böyle bir sıfat veriyoruz kendisine çünkü biz nesnellik yanındayız her zaman. Biz kimsek artık? Altıncı bölüm bitince kitapta bitti ve memur kitabı yanında ki sehpanın üzerine koydu. Yüzü kireç tutmuştu. Televizyonu açtı, çağımızın teknolojik olarak geldiği noktayla ilgili bir belgesel vardı, öfkelenip televizyonu kapattı. Kanalı değiştirdi, kıçını sallayan kadınlardan oluşan bir müzik videosu izledi sonra kilerden sağlam görünen bir halat çıkarttı, halatı tavana bağladı, sandalye üzerine çıktı ve kendisini astı. Son nefesini verirken açık kalmış televizyona baktı, televizyonda gördüğü son görüntü hakkında bir bilgimiz yok keşke çarpıcı bir sonla ölseydi ama olmadı.
Memur kendisini astıktan dört saat sonra evine, öldüğü şüphesiyle iş yeri arkadaşları memuru kontrol etmeye geldiler. Üç kişi gelmişlerdi, birisi orta boylu esmer, kalın dudaklı, kumral saçlı bir görünüme aitti, bir diğeri mavi gözlü, siyah saçlı, uzun boyluydu ve en son evin içerisine giren memur ise kahverengi saçlı, hafif kilolu birisiydi. Kapıyı açtılar ve memurun kendisini asmış olduğunu gördüler. Üçü de bir anda ağızları açık kaldılar, göz bebekleri büyüdü, bir süre sonra, kahverengi saçlı ağlamaya başladı, mavi gözlü memuru halattan çıkartmaya çalıştı ve esmer olan da olayın şokunu üstünden atamamış olacak ki onları izledi. Memuru arabalarından aldıkları beyaz bir örtünün içine koydular ve en sonunda arabaya yerleştirdiler. Gitmeden hep beraber sigara yaktılar ve ölüm sessizliğinde oturdular. Mavi gözlü olan sehpanın üstünde ki kitabı gördü ve eline aldı, arkadaşından son hatıra bu kitap kalmasını arzuluyormuşçasına cebine iliştirdi kitabı. Ölümü anılarla örtmek istercesine bu eylemi gerçekleştirmişti belki de. Kim bilebilir ki? Mavi gözlü mesaisi bitince salonda ki koltuğunun üstüne uzandı ve ayaklarını da uzattı. Arkadaşından kalan son anı olarak kabul ettiği kitabı okumaya koyuldu. Üzüntü içerisinde olan mavi gözlü tam şu anda kitapta ki şu bölümü okuyordu; “ Ölümlere üzülmemizin sebebi kendimizin de öleceği gerçeğini fark etmemizden öte bir şey değildir. En dipte olan duygu olan bencilliğimiz mantığımızın önüne geçer ve intihar engellenir. Mantıksız olan tek şey yaşamaktır, tüm sevdiklerin ölecekken, gerçek hep duyulardan ibaretken ve yaşam bizden bağıntısızken. Toplu intiharlar medeniyet geliştikçe artar, ekonomik anlamda zorluklar çekenler açlıktan düşünemez bile. Ölenle ölünür hep zaman. Üzülmek yerine kendini öldürmektir çözüm. “ Mavi gözlü heyecanlanmış gibi hızlı hamlelerle ayağa kalktı fakat yüzünde acı vardı. Gerçekliğin ifadesiyle oluşan bir ifade olabilirdi bu belki de. Odasına girdi mavi gözlü ve yanına kitabı da aldı. Büyük Patlamadan Önce! Odasında ki fotokopi makinesiyle kitabı çoğalttı ve sabah olmasını bekledi. Sabah olunca iş yerine gitti, iş yeri karakoldu çünkü o bir polis memuruydu tıpkı intihar eden memur gibi. Kitabı tüm karakola dağıttı ve gülümseyerek karakoldan çıktı. Tam beş gün sonra mavi gözlü de dahil tüm karakol da ki memurlar topluca intihar etmişlerdi. Kuklalar intiharı severlerdi, belki de. * Mavi gözlü, karakola napalm bombası atsa bu kadar etkili olamazdı çünkü kitabın etkisi tüm şehirde yayılmıştı. Televizyonlarda, radyolarda ve gazetelerde ki manşet aynı karakolda, aynı günde intihar eden polislerden bahsediliyordu. Mavi gözlü bunu bilerek yapmıştı büyük ihtimal, ihtimali doğuran büyük, ihtimal. Şehir de özellikle de gençlerin arasında kaos ortaya çıkmıştı herkes bu kitaba ulaşmak istiyordu. Tüm bu olayları araştırmak için tutulmuş olan müfettiş dışında kimse de yoktu bu kitap. Lanetlenmiş ve şeytanı çağrıştırdığı düşünülmüş bir kitaptı zihinlerde. Bir sanat eseri ( sanat ne demekse artık? ) topluma sakıncalı olabilir miydi? Sanat toplumu eleştirdiği noktada asıl anlamını kazanırken böylesine faşizan bir tutumla yasaklanması sanatın gücünü gösterir nitelikteydi belki de. Öyle ya bu kitaptan korkulmasaydı, bu kitabın önemsenmediği anlamına gelirdi ve bu kitabın, cici bir köpekten ne farkı kalırdı? Yasaklandığı için gençler sadece basit merak duygularını doyurmak için belki de bu kitabı okumak istiyorlardı. Şehirden, ülkeye ve ülkeden şehirlere ünü artıyordu kitabın. Müfettiş, orta yaşlarda kısa boylu bir adamdı. Bu göreve kendisinin seçilmesinde ki neden ülkenin en soğukkanlı müfettişi olarak tanınmasıydı. Kitabın tüm baskıları ve kopyaları
müfettişin elindeydi. Müfettiş çalışma masasında oturuyor ve kitabı okumaktan çekiniyordu. Kitap onu da intihara sürükleyebilirdi düşüncesine sahipti belki de. Bu düşünceleri biliyorum çünkü vantrilokla aramda bir bağ var. Müfettiş ilk olarak kitabı kimin yazdığını araştırmaya karar verdi. Nasıl ve nereden başlayacaktı? * Müfettiş önce intihar eden insanları araştırmaya koyuldu ve bir sonuca varamadı. Ölmüşlerdi neticede nasıl bir araştırma yapabilirdi ki? Müfettiş bu olayların hepsinin planlanmış olaylar olduğunu düşünerek, yanılıyor muydu? Bunu anlamak için kitabı okumalıydı ama müfettiş olayları dışarıdan çözmek istiyordu. Problemleri çözmek için problemi anlamak gerekirken müfettişin yaptığı doğru muydu? Doğru olmaya bilirdi belki de doğru olabilirdi. Müfettiş bürosuna döndü. Üstünde ki krem ceketi askılığa astı. Bürosu küçüktü fakat onun yaşam sahası bu küçük büroydu hem küçüklük algısını yaratan zihin küçüklüğe değer verirken bu küçüğü büyük olarak da algılayabilirdi o halde. Müfettiş masasına oturmuştu. Gerginlikten olsa gerek alnında çizgiler oluşmuştu. Müfettiş sigarasını yaktı ve kitabın kapağını incelemeye başladı. Daha öncede tasvirlendiği gibiydi kitabın kapağı. Kitabın içini açtı müfettiş yazı karakterlerini inceledi. Yazı karakterleri yoruma açıktı tüm varlıklar gibi ve siz bu yazı karakterlerini göremeyeceğiniz için bu konu hakkında yorum yapmak yanlış olur. Kör birisine renkleri tasvir etmek ne kadar mümkünse, yazı karakterlerini sizlere tasvir etmek o kadar mümkündür. Müfettiş görevlendirildiği bu görevde tüm halkı oyaladığını düşünmeye başladı. Nerden mi biliyorum çünkü ben müfettişim. Tüm insanları kandırıyorum. Evet, kandırıyorum. Bu görevi çözemeyeceğim, bu görevi kimse çözemeyecek. Çözemezde kimse. İnsanları kandırmaya devam etmemeliyim. Onurum? Kariyerim? Benliğim? Bu görevi bırakırsam bana korkak gözüyle bakacaklar. Rezil olacağım. En iyisi kitabı mı okusam? Ya bende ölürsem? Müfettiş kendisinin var olduğuna inana dursun ki var ama bu varlık ona ait değil ki. Müfettiş başkalarının gözünden kendisini var etme arzusuyla yanarken ( bu özellik tanıdık geldi mi sizlere? ) hiçliğin özünde, varoluşunun ateşini söndürüyor ve kül oluyor. Kendisini maddi dertlerle mahvediyor. Belki bunların hepsi bir evrenin küçük bir olasılığına dahildir, kim bilebilir? * Müfettiş dayanamadı ve merakına yenilerek kitabı okumaya başladı. Kitabın kurgusu içerisinde insanı hipnoz durumuna sokan bir yön olabileceğini varsayarak rastgele bir sayfa açtı. Rastgele bir sayfa açması belki de daha rastlantısal ve olasılıklar dahilinde akıllara az gelebilecek bir olaydır, kim bilebilir? Müfettiş okumaya başladı; “ Tutunduğun nedir senin? Seni ölümden kurtaracak mı sanıyorsun kibrinin. Kibrin sen misin, sen kibrin misin? Yaşadığın tün hayat ölüm için provayken neden sorunları çözmek için çaba sarf ediyorsun? Kim olduğunu bilmeden, kimlik sahibiymiş gibi davranıyorsun ki bu zavallılığının farkındasın biliyoruz. Sen insan değil imajsın. Öğüt istersen vereyim sana, sevdiklerinden vazgeç! Sevdiğin ne varsa çürüyor her an ve yok olacaklar uzay boşluğunda, vazgeç sevdiklerinden. Üzülmemek için değil vazgeçersen göreceksin hiç olduğunu ve huzur bulacaksın hiçlikte. Öldür en sevdiğini.”
Müfettiş gözleri yaşlar içerisinde bu metni okuyordu. “ ÖLDÜR EN SEVDİĞİNİ “ cümlesini yanlış anlamış olacak ki -ya da doğru anlamıştır doğru her neyse işte- kendisini öldürdü. * Müfettiş intihar etmişti. Nasıl ettiğini, nasıl hissettiğini açıklamak yerine intihar etme sebebini anlamaya çalışalım. Müfettiş, kendisini hayata o kadar kaptırmıştı ki hiç ölmeyecek gibi yaşıyordu. Başkalarının gözünden var ediyordu benliğini ve ölüm gerçeği aklına gelince hep kaçıyordu. Toplu intiharlar ve tüm olayların baskısı üzerine müfettiş intihar etmedi, müfettiş bunları varsaydı ve bunlar doğruymuş gibi kabul etti o yüzden kendisini öldürdü. Ölümü kendisinin elinden olsun istedi, başka bir elden gelen ölüm ona korkunç geliyordu. Kendisini var edebileceğini, kendisine kanıtlamak için bu yolu tercih etmiş olabilirdi. Müfettişin ölümüyle tüm ülke ayağa kalmıştı sonra tüm dünya. Ayağa kalkmıştı derken sadece ortak konuşulacak bir konuydu insanlar için, hedonist yapıyı hiçbir kuvvet bozamaz. İnsan kendi yalnızlığında öyle aciz bir canlı ki ortak konular hakkında konuşmak zorunda kalıyorlar. Kendilerini tanımadıkları için başkalarından bahsediyorlar ve en komiği kendilerini ideolojiler, akımlar yoluyla var etmek istiyorlar. Allahtan ben bir insan değilim. Ben sadece sizim. İçinizde ki o susmak bilmeyen ses, hoşnut olmadığınız bilincim. Müfettişin intihar etmesi bu denli önemli değildi tabi ki insanlar için önemli olan ‘ sorunu çözecek adam’ imajının yıkılmasıydı, büyük ihtimalle. Bu imaj yıkılmıştı ve artık insanlar korku içerisindeydiler. Gerçekten korkuyorlardı, ölümden. Geri zekalı koyun sürüsü. Sevdiklerin vazgeç! Ne demekse? * Ü şehrinin Ğ kentinde binlerce kişilik kalabalık vardı. İnsanlar ellerinde pankartlarla, bağırıyor ve kitabı istiyorlardı. Kitabın devlet tarafından toplanması ve yasaklanmasına karşı olan bu topluluk polislerle çatışıyorlardı. Bazıları ölüyor, bazıları yaralanıyordu. Bu olaylar, müfettişin intiharından bir ay sonra oldu. Müfettişin intiharı devlet için korkunç olmuştu çünkü çözüm yolu kalmadığını düşünüyordu, devlet. Devlet bu korkuyla -belki de zevkine-kitabın tüm baskılarını toplattı. İnsanlar özellikle marjinal gruplar bu olaya büyük tepkiler verdiler. Kitabın yasaklanmasının demokrasiye ve özgürlükçülüğe karşı bir saldırı olduğunu savundular ve en son olaylar bu noktaya geldi. Devlet kitabı yasaklamasını intiharlara dayandırırken marjinal gruplar bunun bahane olduğunu söylüyorlardı. Sonuç olarak büyük bir kaos ortaya çıktı. Bu kaos içerisinde birisi vardı ki, bu olaylarla hiç ilgisi olmayan birisi. Kalabalık ve polis birbirlerine saldırırlarken bu kimse kaldırımın birisine oturmuş, tüm olanları izliyordu. Pasif bir eylemci gibi değil de pasif bir insan gibiydi. İnsanlar birbirlerine girerlerken o gülümsüyordu. Sanki tüm bunlar onun başından çıkmış gibiydi, belki de kitabın yazarı bu adamdı. İsyanlar, kargaşa, ölümler sürüp giderken bu adam gülümsüyordu. Olaylar sürekli artıyordu, kenarda oturup olayları izleyen adam evine gitmişti. Evinde kitaptan binlerce vardı. Bu kitapları nereden ve nasıl bulmuştu? Olayları izleyen adam kitapları kargoya verdi ve bundan sonra kitaplar uçaklardan aşağıya, meydana atıldı. Kalabalık coşmuştu, polisler şiddeti artırdı ve kitabı alanların bazıları evlerine kaçarlarken bazıları çatışmaya devam ediyorlardı. Zamanı ileriye alalım ve aldık. Kitabı okuyan kimse sağ kalmamıştı, herkes ama herkes intihar etmişti. Bunlara rağmen kitap el altından basılıyordu, gülümseyen adam tarafından. Halkın yarısı intihar etmişti. Devlet bu kitabı bastıranları arıyordu ama bulamıyordu çünkü bunları yapan adam vantrilok tarafından görevlendirilmişti.
* Kitabın son baskısına yeni bir önsöz iliştirilmişti; “ Kitaba şuanda başlamayın, bu kitabı toplu olarak size bu kitabın yazarı okuyacak bu yazıyı gördüğünüz andan itibaren, Jöle kentinin Vapur meydanında toplanın! “ Bu yazıyı kitaba kim iliştirmişti? Biliyor olsam size sormam değil mi? Biliyorumdur belki ha? Bu yazıyı okuyan insanlar yavaşça meydana toplandılar. İlk meydana gelen kişi oğlan oldu. Burada da bekledi, bekledi ve bekledi. İnsanların buraya geliş ritimleri dengesizdi, bazen çok fazla insan aynı anda buraya geliyordu ve bazen günlerce gelen olmuyordu. Aradan aylar geçti, aylar derken sekiz ay geçti ve meydan da iki milyonu aşkın insan toplanmıştı. Herkes orada yemek yiyor, orada yaşıyordu, bebeğini doğuran bil olmuştu bu meydanda. Meydanın adını koymuşlardı bebeğe, anılarına andan daha çok değer veren ebeveynler. Oğlan kitabı okumamıştı beklemişti. Bu kitabı kimin yazdığını biliyordu belki de. Belki de oğlan yazmıştı kitabı belki de. Devlet kalabalığa hiç müdahale etmedi çünkü olayları en az kalabalık kadar merak ediyorlardı. Meydanın yakınlarında ki binaların çatı katlarında kesin nişancılar bekliyorlardı. Meydana kürsü bile konulmuştu, kim koymuştur bilinmez. Ve beklenilen an geldi, gece saat 00:03’de kürsüye bir karartı yöneldi. Kürsüye çıkan dev bir sülüktü. Tüm kalabalık hayret içerisindeydi. Dev sülük konuşmaya başladı; -
Hoş geldiniz.
Sülük gülümsedi, sedir değil gülümsedi. Halk dut sandı onu beli ondan gülümsedi. Konuşmaya başladı ve dedi ki; -
Ben yazmadım bu kitabı siz yazdınız bu boktan sistemi siz yarattınız ve siz daha kitabı okumadınız, beni yazar sandınız, yazar sizsiniz ve merak ettiniz yazar kim diye, işte o yazar sizsiniz kendinizi merak edin götler.
İnsanların tepkilerini hayal edin, tüm kalabalık aynı tepkiyi veremez ve aynı tepkiyi veriyor diyen yazar yalancıdır. Yazmak her konuda yalan söylemektir zaten de konumuz bu değil. Herkes gerçeği biliyordu, toplanan halk bilmeyen okuyucuyu temsil ediyordu tüm insanlar intihar etti sadece oğlan etmedi kalabalık içerisinden ve televizyona çıktı açıklama yapmak için. -
-
Tarihi çağlar bildiğimiz gibi başlamamıştır. Karanlık çağdan önce ki dönemlerde, insanlık hakkında bilgi olmadığı da büyük bir yalandır. Karanlık çağdan önce ki medeniyette insanlar, şuanda bizim varmak istediğimiz teknolojiye sahip olmuştur ve bu dönemde insanoğlu içerisinde olduğumuz çağdan çok daha ileri derecede kendisine ve yaşama yabancılaşmıştır. Bunun sebebini o dönem de yaşayan sosyologlar şu şekilde açıklamışlardır; “İnsan gün geçtikçe doğadan, evrenden daha ve dahasını istiyor. Elinde ki ile yetinmek kavramı şöyle dursun, insan kendisi dışında her şeyi tüketmek istiyor. Bu narsisçe bir tutum değil daha çok hedonist bir tüketme arzusu. İnsanlar artık tanrı olmak istiyor.” Peki, medeniyet nasıl oluyor da geriye doğru evrim yaşamıştır? Bunun sebebi yine insanın doyumsuzluğudur. O dönemde büyük devletler aralarında büyük bir savaş yaşamışlardır. Bu savaşın belirgin bir nedeni yoktur. Savaş gittikçe büyümüş ve kaos artmıştır. Savaşın sonlarına yakın ise büyük devletler nükleer silahlarını devreye
koymuşlardır. Bu nükleer savaş sonrası medeniyet, başladığı yere geri dönmüştür. Sanayi yok olmuş, şehirler paramparça edilmiştir. Bu durumda İnsanlık ilk dönemine geri dönmek zorunda kalmıştır. Daha sonraları şimdi ki medeniyetimiz kurulmaya başlamış ve ilerleyerek bu noktaya gelmiştir. Soru şu ki; insanlık daha önce de böyle bir döngü içerisinde olmuş mudur? * Bu yayın sonrasında oğlan beklemeye devam etmiş midir? Söyleyecekleri bu mudur? İnsanların genel ruhsal durumunu tahmin edebilirsiniz. Yanılgı devam etmeyecektir belki. Hangi yanılgı mı? İnsanın yanılgısı. Medeniyetin evren gibi sürekli genişlediği yanılgısı. Tüm bunlar kahramanımızın bir rüyasıysa? Şaka. Modern hayat bizleri yeterince paranoyaklaştırıyor zaten bundan dolayı evet, bundan dolayı bu metin böyle bitmeyecek. Bu metinin bir sonu olacak ama neden? İşte bu zor bir soru. Bu kadar olay neden yaşandı? Artık kendim olarak konuşmalıyım algılarınıza galiba. Ben kimim ki? * Kafamın içerisinde hem vantriloğum hem kukla. Yarattığım dünyada yalnızım. Kahramanların, yan oyuncuların, figüranların hiç biri ben değilim. Ben bunların hepsiyim yani hiç biriyim. Kukla yanılmamız için uğraştı durdu ama vantrilok buna izin vermedi çünkü tepkisiz kaldı. Bu oyun ona ait olduğu için belki de. Kitap binlerce insana hayat verdi, onları öldürerek. Özgürlük tanıdı ve herkes öleceği günü seçebildi. Sisteme kan kusmak onu var ediyor biliyoruz bizler, benin içerisinde ki vodvilde dans eden bizler. Biz çok kişiyiz, aynı kişiyiz ve ben denilen tuzakta hapis olduk. Bir beden içerisinde hapis olduk, bırak ben ölsün istedik ve benlikler ayrıştı kozmik bir patlama oldu. Modern hayatı insanının neden tekrardan hoşlanmadığı nükleer savaş sonrası yeniden kurulan medeniyette gördük. Kelimelerle, renklerle, duyularla ve bunlardan faydalanıp oluşan düşüncelerle kısıtladık hiçliğimizi. Uzay boşluğunda sallanan bedenimize bir hapis ördük. Anlam aradık ve yaratamadık, anlamsızlığı yarattık. Sülük nereden geldi? * Sülük bisiklete binerdi. Sülük bisikletten inerdi. Monoton hayatında oğlanı var etmeyi bekledi. Sülük oğlanın acılarını imgeleyen bir imge mi yoksa? Değildir olamaz çünkü oğlan bekler daha olmazsa. Oğlan ve sülük ortaya çıkıp intiharları artırdılar, biz beceremedik onları izleyelim dediler belki de. Ben duymadım, uydurdum. Zaman daha esnek olsa düşünceler rahatsız etmezdi insanı, ne gelecek olurdu ne şimdi. Geçmiş mi? Geçmiş de olmazdı. Soruyu soran kimdi? Büsbütün mahvoldu insanlar. Yalan ama öyleymiş gibi anlatalım ( biz ) değilse bu metin bitmek zorunda kalırdı bu kadar dürüstlükle. Dürüst bir yazar sıkıcı olurdu herhalde hem yazı yazmak her konuda yalan söyleyebilmektir dememiş miydik? Dedik ( bir yalan daha yani diyen kim ki? ) . Nükleer savaş sonrası tekrar kurulan medeniyet ve tekrar nükleerleşen dünya gerçeği ( ? ) tüm halkın hayattan yabancılaşma sürecini artırmıştı. Toplu intiharlar moda olmuştu adeta. Televizyonlarda haftanın en güzel intiharları, intihar etmenin püf noktaları, en güzel intihar yöntemleri gibi konularda programlar yapılıyordu. Günde en az binlerce kişi intihar ediyordu ve en perişan insanlarda şirket sahipleriydi, plastik mutluluk olmaksızın nasıl satış
T
yapacaklardı? Asıl olan acıdır demiyoruz benler. Ve işte büyük patlama; nükleer savaş patlak verdi. * Oğlan halen ölmemişti. Hayatta kalmak konusunda başarılı olduğundan değil bu metin içerisinde görevi bitmediğinden. Oğlan ölse kimi anlatacağız? Kurguda bağlantılıymış gibi yapmak bunu gerektirir. Bağlantı vardır kim bilebilir? Daha temizinden bağlantı nedir? Batı felsefesi ne boktan bir şeydir. Oğlan beklemeye devam ediyordu. Milyonlarca insan ölüyordu. İnsanlığın monotonlaşmış kıyameti kendisini nüksettiriyordu yeniden. Sabah doğ gece öl, ne farkı varsa işte. Oğlan diyet kola içerken oluyordu bunlar. Sülükte onunlaydı. -
Bunları biz başlattık. Dedi sülük. Sanmam. Dedi oğlan. Sanmana gerek yok ben konuşuyorum diye öznel olmak zorunda değil söylediklerim. Dedi sülük. Siktir git. Dedi oğlan. Kitabı kim yazdı? Diye sordu sülük. Bilmiyorum, okumadım bile. Dedi oğlan. Ben altıncı bölüm dışında hepsini okudum. Dedi sülük. Korkak! Dedi oğlan. Siktir, göt herif sen kitabı bile okumamışsın. Dedi sülük. Bekliyorum, okumayı bekliyorum. Dedi oğlan.
Demek ki oğlan tüm metince bunu beklemiş. O zaman oğlan kitabı okudu ve intihar etti. Evet, oğlan intihar etti. Beklediği bu muydu? Kim bilebilir ki?
* Toplu intiharlara neden olan kitabın altıncı bölümünü okuyordu sülük. Ve şunlar yazıyordu; “Kirletilen yeni algı sahalarında hüküm süren zaman ve o zamana karşı sörf yaptığını sanan ve
ama ne yazık ki kola yoktu. Neyse temiz hava alırım diye kendimi avutup markete gidip kola almaya karar verdim.” Asıl Büyük Patlamadan Önce’nin anlatıcısı bile tek bir benlik içerisinde değilken, Büyük Patlamadan Önce içerisinde ki yapma kitap bile kendisine bir benlik bulmuştu. Asıl metnin anlatıcısı benlikler içerisinde dağınıktı. Sen, ben, biz, siz, onlar, bizler, senler, benler, hepler, hiçler, piçler v.b Siz şahitsiniz dağınık değil miydik hep? Anlatıcı olan bizler yani ben. Neyse. Sülük metni okuduktan sonra intihar etti. * Bürokrasi intihara karşıdır çünkü kişinin ölüm kararını kamu vermemiştir, kişi kendi kararanı kendisi vermiştir bu noktada toplu intiharlar en başta bürokrasiyi hezimete uğratmıştır. Düşünün, bir kitap bu denli toplu intihara neden olabilir mi? Bu intiharlar yaşamın monotonluğundan modernizmin dayatmalarından aynı tadı almaktan bıkmış insanların seçimlerinden başka ne olabilir ki? Bu süreç içerisinde zedelenen bürokrasi ve erkler öfkelendi. İntiharlar devletler arasında ki gerginliği arttırdı çünkü varoluşlarını devam ettiremeyecekleri korkusu ve toplu ölümlerden oluşan panik, devletlerin özelliklede güçlü devletlerin itibarlarını kaybetmelerine neden olacağı için yapılması gereken en akılcı iş savaştı. Nükleer bir savaştı. Oldu da biliyorsunuz hatta savaş sonrasından pek detaylı olmasa da bilgide verdi muhabirlerimiz ama konumuz bu değil. Savaş sonrası konumuz değil. Nükleer savaş sonrası yaşamda kalama mücadelesi önemli değil çünkü nükleer savaş sırasında yaşanan hayat gerçek. Ve biz bir kurgunun içerisindeyiz, ben, sen, vantrilok, kukla ve kuklanın yarattığı karakterlerle öbeklenmiş bir kurgu. Yaşadığımız gerçek hayatta bir kurgu fakat bu kurgu içerisinde ki kurgu yani tüm insanların okuyup intihar ettiği kitap nasıl kendisi içerisinde gerçekliğe sahipse fakat bu metnin içerisinde sadece kurguysa bu metinde kurgu hatta bu metnin kurgu olduğu ve insanların gerçek dediği hayatta kurgu. Vantrilok kim? Tüm sorunlar belki de buradan kaynaklanıyor, neyse. Neden nükleer savaş sonrasını anlatmıyoruz çünkü orada bir mücadele var, hayatta kalmak için yapılan mücadele var hem de fakat yaşadığımız zamanda, nükleer savaş öncesinde ki kurguda ise diyet kola var. * Kahramanımıza anlattım bunları eğlensin diye ve o da öldü bu dünyada. Biz nerdeyiz şimdi dedim ona ölülerin gittiği yerde olduğumuzu ondan duymadım. O konuşmaz sadece sepya koltuğunda oturur ve sigara içer. Anlamın olmadığını bildiği için yapar bunu. Ben kukla o vantrilok. Ben kuklayım evet konuşurum kandırırım herkesi vantrilok dışında. O dinler aslında düşünen odur. Tüm bu metni o uydurdu bende onun kuklası olarak anlattım. Sordum ona daha doğrusu o bana ona sormamı söyletti ve sordum ona; kahraman neden beni yarattın? Yanıt vermedi bana, gündüz ve yahut gecenin boşluğunda. İntihar ettiği dünyada olmasa da
Siyah üzerine öbeklenmiş yıldızlar, mavi, kırmızı, yeşil renkte galaksiler ve uzay boşluğunda salınan meteorlar içerisinde bir yerde geçmişti tüm bu yaşananlar sanıyorsanız yanılıyorsunuz çünkü tüm bunlar, siyah üzerine öbeklenmiş yıldızlar, mavi, kırmızı, yeşil renkte galaksiler ve uzay boşluğunda salınan meteorlar içerisinde bir yerde, bir nokta büyüklüğünde olan sibernetik bir canlının veya organik bir beynin nöronları ve beyni arasında ki bilgi alışverişi kadar bir mesafe de geçti. Vücudunda ki tüm kusurları bulup listesini çıkarmış bir manken yanılsaması içerisinde olduğumuzu bildiğini bana yani kuklasına idrak ettiren vantriloğa teşekkür etmek amacıyla, onun sesi ve dili oldum. Toplu intiharların birer eylem olduğunu düşünen sülük, beklemeyi beklemek olarak görmek yerine beklentisizleşmeye çabaladığı için bekleyen ve aslında beklentisiz olduğunun farkında olmayan oğlan, kendisi tanıdığı anda öldürüldüğü için mutlu olan ve itirafları içerisinde cennete giden ve o cennette kimi zaman mavi bir hipopotam, kimi zaman gökkuşağı renginde soluklanan bir ve kanatları olan bir balık olan, dipte zirveye ulaşan Fenerbalığı, başka bedenler üzerinde üstünlük kurmanın tüm canlıları yemekten geçtiğini savunan kasap, Büyük Patlamadan Önce’yi yerden bulup tüm çağın çehresini değiştiren ve nükleer savaşın başlamasına bile yol açacak olan Denizatı, tıpkı Denizatı gibi domino taşlarından birisi olan, etkileşimi daha da artıran mavi gözlü, monoton hayatından bıkmış olan ve çıkış yolu arayan en sonunda da tüm sevdikleriyle kendisini öldüren adam, sadece oğlanın hayatında bir figüran olan fakat sembolden öteye geçemeyen kız, sonuncu olamayacak kadar silik olan yaşama hiçbir etkisi olmayan yirmi beşinci, elde etme isteği ile yoğrulmuş Fenerbalığı sapığı, kemik kemiren köpek, ailesini geçindirmek için küçükbaşların ailesini dağıtan sivri burun, birbirlerinden bağımsız ve yer doldurmak için kurguya girmiş takım elbiseli adamlar, kahramanımız tarafınca öldürülen Fenerbalığı sokağı sakinleri, tüm bunları anlatan fakat hiçbir şeyden tam emin olmayan çünkü kimliğe sahip olmayan kukla, tüm olaylardan bağımsız bir yaşama ait olan, kurguladığı ya da öngördüğü evrende bir hiç olmayı yeğleyen kahramanımız-vantrilok. Saymadığımız daha niceleri. İnsan ilişkilerinden doğan bağıntı sonuncunda birbirlerini etkileyen hayatlar. Kahramanımızvantrilok intihar etmeseydi belki bunların hiç biri olmayacaktı, oğlanla Fenerbalığı tanışmayacaklardı ve olasılıklar farklı şekilde ilerleyeceklerdi. Kaçınılmaz olan sondan kaçınmak ne kadar mümkünse? * Çimlerin renginin ne önemi var ki? Gökyüzü mavi değil burada çünkü var olmak için zemine ihtiyacı yok vantriloğun. Hiçliğin kuytu köşesinde sanki hiçlik varmış gibi davranmaktır onun işi. Nerden mi biliyorum? Kukla benim demiştim, unutmadıysanız. Önünde yüzlerce tuş var generalin arakası dönük bizlere. Ağzında sigara olmalı ki araya duman geliyor arkaya. Önünde koordinatlar, haritalar bulunuyordu. Bir süre sonra önünde ki kırmızı butona basıyordu. Ve güm! Boş araziler, yerleşim yerleri, binalar, insanlar, çiftlikler, göller, denizler, dünyanın büyük bir kısmı duman içerisinde kalıyordu. Büyük bir patlama oluyordu. Patlayan şiddetli bir nükleer bomba, şiddeti atom bombasından milyonlarca kat daha fazla. General arkasını dönüyor yüzü tıpkı vantriloğa yani kahramanımıza benziyordu. Kahramanımız bunları mı hayal ediyordu? Belki bu general nükleer savaş sonrasında deliriyordu ve vantriloğa dönüşüyordu. Hangisi önce oluyordu? Kurgunun başındakiler hangi zaman diliminde geçiyordu? Zaman algısı olanlar düşünsün bunları. Dev televizyonda karıncalanmayı izleyen kahramanımız bir sigara daha yakıyordu ve yanında ki Büyük Patlamadan Önce başlıklı sayfalarda şunlar yazıyordu;
1. Geri sayım başlangıç noktasına yakınlaştıkça kuklanın kim, vantriloğun kim olduğu hakkında bilgi edinemeyeceksiniz. Öğrenemeyeceksiniz derken gerçek anlam da öğrenemeyeceksiniz çünkü size kurgu tarafından öğretilecek. İpuçları yolluyla siz bulmayacaksınız ve bu hepimiz için normal çünkü öğretilmişlikler içerisinde öğrenmemeye o kadar alıştırıldık ki. Bu metin bir amaca hizmet etmek için ortaya konmadığı gibi sadece uzun metrajlı bir hikaye yazmak isteyen birisinin hiçliği var etme takıntısından ibaret bir metin. Anlatılanlar alt metine sahip olmadıkları gibi anlamdan yoksunlar. Yaşama isteği kadar nedeni içgüdülerde saklı bir dal tarafından tutulan kişilerden oluşan bir güruhun kutsal kitabı olmak istemediği de kesin. 2. Tutunduğun nedir senin? Seni ölümden kurtaracak mı sanıyorsun kibrinin. Kibrin sen misin, sen kibrin misin? Yaşadığın tün hayat ölüm için provayken neden sorunları çözmek için çaba sarf ediyorsun? Kim olduğunu bilmeden, kimlik sahibiymiş gibi davranıyorsun ki bu zavallılığının farkındasın biliyoruz. Sen insan değil imajsın. Öğüt istersen vereyim sana, sevdiklerinden vazgeç! Sevdiğin ne varsa çürüyor her an ve yok olacaklar uzay boşluğunda, vazgeç sevdiklerinden. Üzülmemek için değil vazgeçersen göreceksin hiç olduğunu ve huzur bulacaksın hiçlikte. Öldür en sevdiğini 3. Ölümlere üzülmemizin sebebi kendimizin de öleceği gerçeğini fark etmemizden öte bir şey değildir. En dipte olan duygu olan bencilliğimiz mantığımızın önüne geçer ve intihar engellenir. Mantıksız olan tek şey yaşamaktır, tüm sevdiklerin ölecekken, gerçek hep duyulardan ibaretken ve yaşam bizden bağıntısızken. Toplu intiharlar medeniyet geliştikçe artar, ekonomik anlamda zorluklar çekenler açlıktan düşünemez bile. Ölenle ölünür hep zaman. Üzülmek yerine kendini öldürmektir çözüm 4. Bu metin bir kurguya ait olmak istemine sahip olsa da bizlerden saklanan en büyük gerçeği içerisinde bulundurması açısından fazlasıyla gerçeklerle kaplı bir metin. Bu metini okuyorsanız, bu metinin öncesini geçmiş ve içeriği hakkında bilgi edinmişsiniz demektir 5. İçinde yüzdüğüm sonsuz boşluk ve içimde ki sonsuz boşluk. Tedavisini bulamadığım yaram. Kararsız ve lekeli bir anın yokuşunda yuvarlanırken; yaramın içini deşeledim, ne varsa boşalttım dışarıya. Tek düşüncem yaramın acısını hafifletmekti. Yaramı deşeledim belki yarama merhem olur diye. Bu ustura tadında kan kokan düşüncelerden sonra dışarıya çıkma ihtiyacı duydum ve dışarı çıktım. Otobüs durağına doğru gülümseyerek ilerlemeye başladım. Nedenini bilmediğim aptalca bir ifadeyle yürüyordum. Otobüsü bekliyordum ama bunun farkında değildim. Beklediğim başka bir şeymiş gibi yanılsamalar içerisine girip, anında çıkıyordum. Otobüs dediğimiz geldi. Bindim, içine girdim. Yol almaya başladı otobüs, mutluydum. Rahatsız bir koltuğun üstünde dışarıyı izliyordum, nereye gittiğime dair ufak bir fikrim bile yoktu. Birden aracın tünele yaklaştığını fark ettim, içimi coşkun bir huzur kapladı. 6-Kirletilen yeni algı sahalarında hüküm süren zaman ve o zamana karşı sörf yaptığını sanan ve her bir deviniminde yanıldığıma emin olduğum ben. Ben sandığım ama aslında sadece algısını takip etmeme izin verilen bellek. Burada algı devinimini takip eden mi benim yoksa devinim yaşayan organizma mı? Herhalde her ikisi de ve bunların ikisine beraber sahip olmak garip bir boşluğa itiyor beni, benleri, benlikleri. 1. Zamanın önüne geçemeyen algılar, zamansızca ve aniden varlığın kimi zaman sıcak kimi zaman soğukluğundan kopmak, aniden tarifsizliğe düşmek ve bunlardan rahatsız olmak. Anlam bulamamak hatta anlamak yaratmaktan korkmak… Anlam üstüme
2.
3.
4.
5.
verilmiş ve yanıtı bulmam gereken bir olgu mu yoksa olmayan, bunun boşluğuyla yaşanılması gereken bir olgu mu? Belki de bu sonsuz olasılıkta zihnimi kaybetmemem için benim oluşturmam gereken bir şeydir. Hepsi bir noktada doğru olabilir. Bunları hepsi üzerine biraz kafa yorduktan sonra ağzımın kuruduğunu fark ettim ve buzdolabını açtım. İçinde kola vardır ümidiyle açmıştım ama ne yazık ki kola yoktu. Neyse temiz hava alırım diye kendimi avutup markete gidip kola almaya karar verdim. Ben bir virüsüm. Bulaştığım her zihinden kusulan. Hiçbir yere ait olmayan. Evet, ben bir virüsüm. Ben bir virüsüm, reddedişin larvalarını boşluğa yumurtlayan. Uyumsuzum ve kurallar karşısında tek silahım benliğimi kabullenişim. Zorla itilmedim dibe, kendim atladım, nedensizce çünkü neden yaratmadım varlığımın nedenine. Ben bir sokak köpeğiyim, babası olmayan devletten kopuk kuralları olan. Ben dirilişiyim kendimin, idolüyüm inançlarımın, vicdanıyım suçluluk duygumun. Ben ölü yıldızın illüzyonu ve neon dolu gecenin haricindeyim. Ben tek gözlü devin gözüne kaçan tozum. Ve ben sizler gibi insan ama bensizliğe tapınan bir nihilistin inancıyım. Ben bensizim ve etten beliğimin adı Virüs. Tüm zihinlerden kusulan ve kendisine ait olacakken “ bensizliği “ keşfeden. Tezatlar doğruları doğurur. Ben tezatların içerisinde doğruları aramaktan başka bir şey yapmazken neyin, ne kadar önemi var ki? Gerçek anlamda pişmanlık duymak ve bununla yaşamaya çalışmak ne zor. Geçmişe sıkışıp kalmak ve şimdiyi yaşayamamak ne zor. İçinde bulunduğum boşluk mu yoksa bir sıkıntının kalıntısı mı bunu bilmek pek mümkün değil. Tezatlar ve doğrular, işte işaret etmeye dilimin varmadığı yer burası. Bahsetmek istediğim ne var bilmiyorum, benden daha fazla acı çeken birilerini arıyorum ne korkunç bir insan olduğumu bu şekilde daha iyi kavrıyorum. Bulantılar geliyor ve kemiriyor içimi, nedeni belli aslında belirsizliğimin. Çalıntı kelimeler aklımda tekrar ediyorlar, şeytan ben olduğum için günah yazamıyorum kendime, affedemiyorum da kendimi. Bombok durumdayım ve yardım istemiyorum da. İntihar geliyor çok düşük frekanslarda aklıma, vazgeçiyorum sonra. Beklentisizliğe doğru koşar adım ilerliyorum. Varabilir miyim pek emin değilim açıkçası. Zamanı takip etmek daha güçleşti, kendimi bir yere sığdıramıyorum çok büyük olduğumdan değil zaten konu bu değil. Ben, kimim? Nereye aidim bu yaşamda? Boşluk, tarifsiz kocaman bir boşluktayım. Yazmak tek gerçek derdim kendime ama yazmak her konu hakkında bilgiye sahipmişçesine davranmakmış. Altıdan sonra bir geri gelir. Monotonluktur tek gerçek. Tekrardan oluşur tüm düzen. Gerçek monotonluktur. Ben iyi bilirim bu metinde evren benim. Metin içerisinde ki metinde gerçek benim. Ben kimliksiz bir algının yan ürünüyüm, replika bir adaptörüm. Ben kimim?
* Bembeyaz hastane de uzanıyordu kahramanımız. Kolları yatağa bağlanmıştı ve hiç hareket edemiyordu. İçeriye yirmili yaşlarda bir kız girdi, üstünde bembeyaz bir üniforma vardı. Tıpkı
hastane gibiydi üstünde ki kıyafet. Kahramanımıza nasıl olduğunu sordu ve yanıt alamadı. Yaşlıca bir adam girdi biraz sonra, kıyafetinden doktor olduğuna dair fikirler edinebilirdik ve kız – kız büyük ihtimal asistandı- doktora baktı ve dedi ki; -
Doktor bey hastanın tam olarak neyi var? İleri derece de sanrı problemleri var ve kişilik bölünmeleri yaşıyor. Bana bir hikaye anlattı, içerisinde nükleer savaş olan, vantrilok-kukla bilmeceleri olan size de anlattı mı? Evet, anlattı.
‘Kahramanımız ruh hastasıysa ben neyin nesiydim peki götler ! ‘ diye bağırdım onlara fakat yanıt vermediler. Beni kimse duyuyor mu? Birisi yanıt versin lütfen! Ne yani ben bir ruh hastasının düşünceleri miyim? Ben bir ruh hastasın kozmik yalnızlığını yamamak için yarattığı bir kukla mıyım? Ben vantriloğun kuklası değil miyim? Ben kimim? O öldükten sonra ben yaşıyordum zaten ben ondan bağımsızım evet bağımsızım. Ben gerçeğim, Pinokyo değilim ben, ben gerçeğim. Gepetto da benim Pinokyo da benim evet benim, ben kahramanımız dediğim kişiyim. * Gerçekleri gördükten sonra hastaneden çıkartıldım. Kafamın içinde kuklanın konuşmasına izin verirdim eskiden, şimdi kalabalığı izliyorum, kalabalık önümden hızla geçiyor ve kimse ben değilim, görüntüleri gören benim. Sanırım vantrilokluğu bırakmam gerek ve biraz dinlenmem gerekli. Eve gidip biraz televizyon izleyeceğim ve sigaramı yakacağım, ayaklarımı uzatacağım sonra da. Televizyonu açtım, pek ilgimi çeken bir şey yok en iyisi haberlere bakayım. Haber spikerleri hiçte hayal ettiğim gibi değillermiş. Görüntüleri kelimelerle tarif etmeye çalışmak ne zor, neyse. Haber spikeri güçlü devletlerin nükleer bir savaş içerisine girebileceğinden bahsediyor sırf insanları paranoyaklaştırmak isteyen bir medyadan ne beklenir ki? Dejavu oldum galiba. En iyisi bunları boş verip uyumak galiba. O ses neydi? O büyük patlama sesi de neydi? Kahramanımız tekrar sustu… En son bölümde olan olaylar aslında kurgu da ilk yaşanan olaylar mıydı?