Ransom Riggs - Bayan Peregrine'in Tuhaf Çocukları

Page 1

THE NEW YORK TIMES BEST SELLER

BAYAN PEREGRINE’IN T iit l'k r

m ri/i i

RANSOM RIGGS


BAYAN PEREGRINE’İN

&=>-

RANSOM RIGGS İngilizceden Çeviren Fethi Aytuna

Sayfi^

-— —


S a y fa g Y ayın No: 71

Bayan Peregrine'in Tuhaf Çocukları Ransom Riggs Ö zgün Adı: Miss Peregrine's H om e For Peculiar Children © 2011, Quirk Productions, Inc, © 2011, Ransom Riggs ilk defa, Quirk Books tarafın dan Philadelphia, Pennyslvania'da İngilizce olarak basılmıştır. O nk A jans Ltd. aracılığı ile T ürkiye'd e yayın hakkı © İstanbul, 2013

Bu kitabın her türlü yayın haklan Fikir ve Sanat Eserleri Yasası gereğince inkılâp Kitabevi'ne aittir. Tüm hakları saklıdır. Tanıtım için yapılacak kısa alıntılar dışında, yayıncının izni alınmaksızın, hiçbir şekilde kopyalanamaz, çoğaltılamaz, yayımlanamaz ve dağıtılamaz. Yayıncı ve M a tb aa Sertifika No: 10614 G enel Y ayın Y ön etm eni: Sen em Davis Editör: G ök han Fırat Kapak uygulam a: Zühal Üçüncü Sayfa uygulam a: M eb ruke Bayram Kapak fotoğrafı: Y e fim Tovbis'in izni ile 13 14 15 16

7 6 5 43 2 1

ISBN : 978-975-10-3324-6 Baskı ve Cilt

İnkılâp Kitabevi Yayın Sanayi ve Ticaret AŞ Çobançeşm e M ah. Sanayi Cad. A lta y Sk. No. 8 34196 Y enibo sn a - İstanbul Tel : (0 2 1 2 )4 9 6 11 11 (Pbx) Faks : (0 2 1 2 )4 9 6 11 12 e-posta: editor@ sayfa6.com

S a y ia g

Yayınları, İnkılâp Kitabevi Yay. San. Tie. AŞ'nin tescilli markasıdır.

Ç o bançeşm e M a h . Sanayi Cad. A ltay Sk. No. 8 Y enibo sn a - İstanbul

M A N D O L İN w w w .m a n d o lin .c o m .tr

:İİ: İN K IL Â P

Sayfa,,

www.inkilap.comwww.sayfa6.com


Ransom Riggs Yazar Ransom Riggs Florida’da büyümesine rağmen şu anda sıra dışı çocukların diyarı olan Los A ngeles’ta yaşıyor. Kenyon College ve Gü­ ney Kaliforniya Üniversitesi Sinema-Televizyon bölümünü bitiren yazar, ödül kazanan pek çok kısa filme imza attı. İlk romanını yazan Riggs aynı zamanda bloğunda seyahat yazıları yazıyor.

Fethi Aytuna Darüşşafaka Lisesi’ni bitirdikten sonra Dokuz Eylül Üniversitesi GSF Sinema-TV bölümünden mezun oldu. Daha önce çeşitli çevirileri bulu­ nan çevirmen, televizyon belgesellerinde editörlük yapmaktadır.


Sayfafc’nda tu h af çocukların hikâyesi...



/ ^ ^ T l am hayatım ın olağan bir seyir izleyeceğini kabullenm ^

m ek üzereyken olağanüstü şeyler olm aya başlamıştı. Bunların ilki bende korkunç bir şoka yo l açıp, insanı

ömrünün sonuna kadar değiştiren h er şey gibi hayatımı ikiye böl­ dü: öncesi ve sonrası. G elecekte karşılaşacağım birçok olağanüstü olayda olduğu gibi bunda da büyükbabam A brah am P o rtm a n ’m parm ağı vardı. B en küçükken Portm an D ed em tanıdığım en büyüleyici kişiydi. Bir yetim hanede büyümüş, savaşlarda çarpışmış, buharlı gem ilerle okyanusları aşmış, at sırtında çölleri gezm iş, sirklerde gösteri ya p ­ mıştı. Silahlar, saldırıya karşı kendini koruma, vahşi doğada tek başına yaşam a gibi konularda her şeyi biliyor v e İngilizcenin dışında en az üç dil konuşuyordu. Florida dışına hiç çıkmamış bir çocuk için bunların hepsi son derece egzotikti. D ed em i ne zam an g ö rs em beni masallarıyla eğlendirm esi için yalvarırdım. B eni hiç kırmaz, bütün o öyküleri sadece bana söyleyebileceği birer sırmış gibi anlatırdı. A ltı yaşına geldiğim zaman, dedem inkinin yansı kadar bile olsa heyecanlı bir hayat yaşam am ın tek şansının kâşiflik olduğuna karar verm iştim . Ö ğled en sonraları vaktini benim le geçiren d ed em , dün­ ya haritaları üzerine eğilip kırmızı raptiyelerle hayali seferler düzen­ liyor, günün birinde keşfedeceğim fantastik yerlerden bahsederek beni bu işe özendiriyordu. Evin içinde mukavvadan yaptığım bir dürbünle sağa sola bakıp, “ Kara görü ndü !” veya “ K araya çıkacak

11

----


bir grup hazırlayın!” diye bağırıyordum . Sonunda annem le babam beni evd en sepetliyorlardı. Galiba dedem in beni tedavisi olm ayan bir hayalperest haline getireceğinden, bu tür hayallerin bana bir şekilde daha pratik hevesler aşılayacağından korkuyorlardı. Bu n e­ denle bir gün annem beni karşısına oturttu ve bir kâşif o lam ayacağı­ m ı çünkü dünyada artık keşfedilm edik bir yerin kalmadığını söyledi. Yanlış yüzyılda doğm uştum ve kendim i kandırılmış hissediyordum. Büyükbabam P o rtm a n ’m anlattığı o harika masalların çoğunun m uhtem elen doğru olm adığını anladığım da kendim i adamakıllı kan­ dırılmış hissettim. A nlattığı en hayali masallar çocukluğuyla ilgiliydi. D o ğu p büyüdüğü P o lo n y a ’dan on iki yaşında G aller’deki bir çocuk yuvasına nasıl gönderildiğini anlatırdı. N e zam an ailesinden ayrılma sebebini sorsam cevap h ep aynıydi: Çünkü canavarlar onun peşine düşmüştü. D ediğin e g ö re P o lon ya o canavarlarla kaynıyordu. G özlerim i iyice açarak, “ N e tür canavarlar?” diye sorardım. Bu soru-cevap artık rutin hale gelmişti. “ D erileri çürümüş, gözleri kap­ kara, korkunç kambur yaratıklar,” diye cevap verirdi. “ V e işte b öyle yürürlerdi!” Eski film lerde görülen bir canavar gibi paytak paytak yürüyerek peşim e düşer, sonunda ben kahkahalar atarak kaçardım. Bunlardan bahsederken her seferinde heyecan verici yeni bir ayrıntı eklerdi. Bu canavarlar çürüyen çö p gibi kokuyordu, gölgeleri dışında hiçbir yerleri görünmüyordu, ağızlarının içinden çıkan bü­ yük ve uzun dilleri vardı v e bunlarla insanı anında güçlü çenelerine doğru çekebilirlerdi. Ç o k g eçm ed en uyuma zorluğu çek m eye baş­ lamıştım; hiperaktif hayal gücüm yüzünden araba lastiklerinin ıslak asfalt üzerindeki sesini, pen cerem in h em en önünde birinin hızla soluk almasına vey a kapının altından görünen gölgeleri havada kı­ pırdayan gri-kara dillere benzetiyordum . Canavarlardan korksam da dedem in onlarla savaşıp hayatta kalmasını ve bunun öyküsünü anlatmasını hayal etm ekten büyük h eyecan duyuyordum. G aller’deki çocuk yuvası hakkındaki masalları daha da fantastik­ ti. D ed iğin e g ö re orası havanın h er zam an güneşli olduğu, kim se­ nin hastalanmadığı veya ölm ediği bir adada, çocukları canavarlar­ - <

12

-


dan korumak üzere yapılm ış büyülü bir yerdi. H erkes yaşlı bilge bir kuşun koruduğu kocam an bir evde birlikte yaşıyordu, ya da masal öyleydi. N e var ki, büyüdükçe kuşkulanmaya başlamıştım. Y e d i yaşındayken bir gün masada m o n o p o l y oynuyorduk. B e­ nim kazanm am ı sağlayacak şekilde oynayan dedem e, “ Nasıl bir kuştu?” diye sordum. “ P ip o içen kocam an bir a tm aca,” diye karşılık verdi. “ D ed e herhalde sen beni aptal sanıyorsun.” Ö nünde gittikçe azalan turuncu v e mavi para yığınını parm a­ ğıyla sayıyordu. “ Senin için asla öyle düşünmem Y a k o b .” T a m an­ lamıyla kurtulamadığı P o lon ya aksanmın açığa çıkmasından onu kızdırdığımı anlamıştım. D ü ş ü n m e m kelim esini d ü ş ü n m e m diye söylemişti. K endim i suçlu hissederek konuyu değiştirm eye karar verdim. “ Peki, canavarlar neden size zarar verm ek istiyordu?” diye sor­ dum. “ Çünkü biz diğer insanlara benzem iyorduk. Sıra dışıydık.” “ Nasıl yan i?” “ U çabilen bir kız vardı. İçinde arılar yaşayan bir oğlan vardı. K o ca kayaları başının üstüne kaldırabilen biri erkek biri kız iki kar­ deş vard ı.” Ciddi olup olm adığını söylem ek güçtü. Üstelik ded em şakacı bir insan olarak bilinirdi. Yüzüm deki ifadeden kuşku duyduğumu anla­ yınca kaşlarını çattı. “ Pekâlâ, istem iyorsan inanm a,” dedi. “ Elim de fotoğraflar v a r!” Katlanır sandalyesini geriye doğru itip eve girerek beni camlarla kapatılmış verandada yalnız bıraktı. Bir dakika sonra eski bir puro kutusuyla döndü. Kutudan dört tane kırışmış ve sararmış fo to ğ ra f çıkardı. Birincisi içinde insan bulunmayan elbiseleri gösteren bu­ lanık bir fotoğraftı. Y a da giysilerin içindeki adamın kafası yoktu. D ed em sırıtarak “ Elbette kafası v a r!” dedi. “ S ad ece sen g ö re ­ m iyorsun.” “ N ed en ? G örü nm ez adam m ı bu ?”


“H ey , bu çocuğun beyni nasıl da çalışıyor!” B enim sonuç çıkar­ m a becerim e şaşırmış gibi kaşlarını kaldırmıştı. “A d ı M illard’dı. T u ­ haf çocuktu. Bazen, ‘H e y A b e, bugün ne yaptığını biliyorum ’ derdi v e n ereye gittiğini, ne yediğini, kimsenin görm ediğini düşünerek burnunu karıştırdığını filan bir bir anlatırdı. B azen sessiz bir fare gibi seni takip ederdi. Üstünde hiç giysi olm adığından görem ezdin , ö y lece seyrederdi!” Başını iki yana salladı. “ H e m de her şeyi.” Bana sonraki fotoğra fı uzattı. Ben biraz baktıktan sonra, “ Ee? N e görüyorsun?” diye sordu. “ Küçük bir kız değil m i?” “V e ? ” “Başında bir taç var. ” Eliyle resmin altına vurdu. “ Y a ayaklarına ne d em eli?” R esm e yakından baktım. Kızın ayakları yere basmıyordu. Fakat havaya zıplamamıştı, sanki boşlukta asılı duruyordu. A ğ z ım hayret­ ten bir karış açılmıştı. “ U çu yor bu kız!” “Yaklaştın,” dedi dedem . “H avada duruyor. Fakat kendini çok iyi kontrol edem ezdi, bu nedenle bazen iyice havalanıp uçmasın diye beline bir ip bağlam ak zorunda kalırdık. ” G özlerim i kızın unutulması imkânsız bebek görünümlü yüzün­ den alamıyordum . “ G erçek m i bu ?” S ert bir ses tonu ile, “Tabii ki g e rç e k ,” deyip resmi aldı ve büyük bir kaya parçasını havaya kaldırmış cılız bir çocuğun resmini verdi. “V ic to r ia kız kardeşi pek akıllı değildiler am a acayip güçlüydüler!” O ğlanın sıska kollarına bakıp “P e k güçlü görü n m ü yor,” dedim. “ G erçekten güçlüydü, inan bana. Bir keresinde onunla bilek gü­ reşi yapm aya kalkıştım, n eredeyse kolumu koparacaktı!” Fakat en tuhafı son fotoğraftı. Bu fotoğra fta birisinin kafasının arkasına bir yüz şekli boyanmıştı.



I



Ben bu fo toğ ra fa bakarken Portm an D ed em açıklama yaptı. “ A dam ın iki ağzı var anladın mı? Biri önde, diğeri arkada. İşte bu yüzden o kadar iri v e şişm an!” “ A m a bu h ile,” dedim . “ Bu yüz aslında b o y a .” “ Elbette boya hile, bir sirk gösterisi için yapılmış. A m a dediğim gibi adamın iki ağzı vardı. Y o k sa bana inanm ıyor musun?” Ö n c e fotoğraflara ardından büyükbabama bakıp düşündüm. Yüzü son d erece ciddi ve samimi görünüyordu. Yalan söylem esinin ne anlam ı olabilirdi ki? “ Sana inanıyorum ,” dedim. O n a gerçekten inandım, en azından birkaç yıl boyunca. Bunun en büyük sebebi, benim yaşımdaki çocukların N o e l B a b a ’ya inan­ m ak istem esi gibi bir şeydi. İnanm anın bedeli adamakıllı artana ka­ dar peri masallarına dört elle sarılırız. B enim için bu bedelin iyice arttığı gün, ikinci sınıfta R obbie Jen sen ’ in bir ö ğle ye m eğ i sırasında kızlarla dolu bir masada peri masallarına inandığımı ilan ettiği gün­ dü. Sanırım dedem in anlattığı öyküleri okulda tekrarlayarak kaşınmıştım fakat o utanç verici birkaç saniye boyunca “ peri çocu ğu ” lakabının yıllarca üstüme yapışıp kalacağını düşünüp, haklı ya da haksız R o b b ie ’ye içerlemiştim. O gün beni okuldan Portm an D ed em almıştı; zaten annem le babam çalıştığı için bu işi çoğunlukla o yapardı. Külüstür P o n tia c’ın ön koltuğuna oturduğum zaman artık peri masallarına inanm adığı­ m ı söyledim . Gözlüğünün üstünden bana bakıp, “ H a n gi peri m asalı?” diye sordu. “ Biliyorsun işte, o masallar. Çocukları ve canavarları anlatan­ lar.” Şaşırmış görünüyordu. “ Perilerden bahseden oldu m u ?” Uydurm a bir öyküyle peri masalının aynı şey olduğunu, peri masallarının altını ıslatan bebelere anlatıldığını, gösterdiği fo to ğ ra f­ ların v e anlattığı öykülerin aldatmaca olduğunu bildiğimi söyledim . Onun öfkeden deliye dönm esini vey a kavga çıkarmasını bekliyor­


dum. O ysa o sadece, “ P e k i,” deyip arabayı çalıştırdı. G az pedalına basmasıyla birlikte sarsılarak yola koyulduk. Bu konu b ö ylece ka­ panmıştı. Sanırım bunun b ö yle olacağını -sonu n da büyüyüp bunlardan kurtulacağım ı- ö n ced en anlamıştı. G elgelelim konuyu bu kadar çabuk kapatması bende aldatılma hissi uyandırmıştı. N e d en bütün o oyunlara başvurduğunu, mümkün olm adığı halde olağanüstü şeylerin mümkün olduğuna neden inanm am ı sağladığını anlayamıyordum . T a ki birkaç yıl sonra babam açıklayana kadar: O ç o ­ cukken büyükbabam ona da aynı masalları anlatmış, ancak bunlar tam am en uydurma değil, gerçeğin abartılmış şekilleriymiş,

çünkü

Portm an D e d e m ’ in çocukluğu aslında peri masalı değil, bir korku öyküsüymüş. D ed em

İkinci Dünya Savaşı patlak verm ed en ö n ce ailenin

P o lo n y a ’dan kaçan tek üyesiydi. A ilesi onu yabancılara em an et et­ tiğinde henüz on iki yaşındaydı. En küçük oğullarını sadece üstün­ deki kıyafeti v e küçük bir bavulla Britanya’ya giden bir trene bindirmişlerdi. D ed em dönüşü olm ayan bir yolculuğa çıkmıştı. A nn esiyle babasını, ağabeylerini, kuzenlerini, teyze ve halalarını, am ca ve dayılarını bir daha görem em işti. H epsi, dedem in on altıncı yaş gü­ nünden ön ce, kıl payı ellerinden kurtulduğu canavarlar tarafından öldürülmüştü. Fakat bunlar yedi yaşındaki bir çocuğun zihnine mu­ sallat olan türden, derileri çürümüş v e uzun dilleri olan canavarlar değildi. Yü zleri insana ben zeyen bu yaratıklar gıcır gıcır üniform alar giyip kaz adımıyla yürüyorlardı; ö y le sıradan görünüyorlardı ki, iş işten geçm ed en ne olduklarını anlam anız imkânsızdı. Canavarlar gibi, büyülü ada masalı da şekil değiştirm iş bir g e r­ çekti. D ed em i kabul eden çocuk yuvası, kıta A vru p a ’sıyla kıyaslan­ dığı zam an cen n et gibi olsa gerekti. Nitekim onun anlattığı masal­ larda öyleydi: yazların hiç bitm ediği, koruyucu m elekler ve sihirli çocuklarla dolu bir cennet. Elbette bu çocuklar aslında uçam ıyor, görü n m ez hale gelem iy or veya kayaları kaldıramıyordu. Bunların sıra dişiliği aslında Yahudi olmalarından ibaretti. Bir kan denizi­


nin ortasında kalmış küçücük bir adadaki savaş yetim leriydi onlar. Onları inanılmaz kılan m ucizevi güçlere sahip olmaları değildi; g e t­ tolardan kaçmaları, gaz odalarından kurtulmaları zaten yeterince mucizeydi. A rtık ded em den masal anlatmasını istem iyordum, galiba o da içten içe rahatlamıştı. Çocukluk yıllarıyla ilgili ayrıntılar sır p erd e­ sine sarılıydı. B en bu ayrıntıları kurcalamadım. C eh en n em den zor kurtulmuştu, dolayısıyla sırlarını saklamaya hakkı vardı. Ö d em ek zorunda kaldığı bedeli düşününce, onun yaşamını kıskandığım için utanıyordum. A yrıca, hak etm ek için hiçbir şey yapm adığım gü­ venli v e sıradan yaşam ım nedeniyle şanslı olduğumu düşünmeye çalışıyordum. Derken, birkaç yıl sonra, on beş yaşım dayken olağanüstü ve korkunç bir olay m eydana geldi, işte o andan itibaren artık sadece ö n ce si ve sonrası vardı.

21


b ir in c i b Ăś lĂź m


^ \ J k ^ n c e 5 inin son öğleden sonrasıydı. Yetişkin hasta bezi ğ

J

v /

kutularıyla Em pire State binasının 1 / 1 0 .0 0 0 ölçeğinde bir taklidini yapıyordum . Eserim gerçek ten güzel

oluyordu. Tabanı bir buçuk m etrelik bir m esafeyi kaplıyor, boyu kozm etik rafını geçiyordu. T e m e l için jum bo boy, seyir terası için küçük b oy paketleri kullanmış, ikon haline gelen sivri kule için nu­ mune boyu paketleri titizlikle üst üste dizmiştim. Can alıcı bir detay dışında n eredeyse mükem m eldi. H ünerim i kuşkucu gözlerle seyreden Shelley, “N e v e r l e a k kul­ lanmışsın,” dedi. “ O ysa S t a y - T i t e ’ta indirim va r.” M ağaza müdürü olan S h elley’in düşük omuzlarıyla asık yüzü, hepim izin giym ek z o ­ runda olduğu mavi p o lo göm lekler gibi üniformasının bir parçası haline gelmişti. “ Ben N e v e r le a k dediğinizi sanmıştım,” diye karşılık verdim , çünkü gerçekten öyle söylemişti. Başını üzüntüyle iki yana sallaya­ rak “S t a y - T i t e ,” diye ısrar etti. Sanki benim yaptığım kule sakat bir at, kendisi de sed ef kabzalı tabancayı ona doğrultmuş kişi gibi ba­ kıyordu. Kısa olduğu halde ge çm ek bilm eyen sessiz bir süre boyun­ ca başını iki yana sallamayı sürdürüp gözlerin i bir bana bir kuleye sonra yin e bana çevirdi. Alttan alta saldırgan bir tutumla bana ima ettiği şeyi hiç kavrayamamış gibi boş gö zlerle bir süre on a baktım. Sonunda, “ O ffff,” dedim. “Y a n i bunu tekrar ya p m a m ı mı isti­ yorsunuz?”


“ S adece N everleak kullandığın için ,” diye tekradadı. “ Sorun yok. H em en başlarım.” Siyah spor pabucumun burnuyla kulenin temelinde duran bir kutuya hafifçe vurdum. O muhteşem yapı bir anda devrilirken kutular adeta bir çağlayan gibi yere dökülüp dört bir yanımızı sardı. Hasta bezi kutularının yarattığı dalgalar şaşkın müş­ terilerin bacaklarına çarpıp geri dönüyordu. Otom atik kapıya kadar savrulan kutular kapının açılıp kızgın ağustos sıcağının içeri dolmasına yol açmıştı. Shelley’in yüzü olgun bir narın rengini almıştı. Daha oracıkta beni kovması gerekirdi am a asla o kadar talihli olmadığımı biliyordum. S m a r t A i d mağazasından bütün yaz boyunca kovulmak için çabala­ mam a rağmen bunun neredeyse imkânsız olduğu ortaya çıkmıştı. Sü­ rekli geç kalıp en uydurma bahaneleri ileri sürüyordum. Para üstünü insanı şoka sokacak derecede yanlış veriyordum. Ürünleri bilerek yan­ lış raflara koyuyordum; örneğin losyonları müshil ilaçlarının, doğum kontrol haplannı bebek şampuanlannm arasına yerleştiriyordum. Sıkı çalıştığım neredeyse hiç görülmüyordu. N e kadar beceriksizmiş gibi görünsem de Shelley beni inatla kovmuyordu. A z önceki ifadem e açıklık getireyim : S m a r t A i d mağazasından kovulmak benim için imkânsızdı. Başka bir işçi olsa, daha önem siz bir kabahat yüzünden en az on kere kovulurdu. Politikada ö ğre n ­ diğim ilk ders bu olmuştu. E n g lew o o d ’da, yani benim yaşadığım , insanın uykusunu getiren küçük sahil kasabasında üç tane S m a r t A i d vardı. Sarasota ilçesinde yirmi yedi, Florida gen elin de yüz on beş m ağaza, tedavisi imkânsız bir salgın gibi bütün eyalete yayılm ış­ tı. B enim kovulm am a n eden im bu m ağazaların hepsine dayılarımın sahip olmasıydı. îşi bırakam am am ın nedeniyse, çalışılacak ilk işye­ rinin S m a r t A i d olmasının köklü v e kutsal bir aile g elen eği haline gelm esiydi. K en di kendim i baltalama seferberliğim , S h elley’e karşı kazanam ayacağım bir kan davasına, m esai arkadaşlarımın bana derin v e kalıcı biçim de hınç duymasına yo l açmıştı; gerçeğ i söy­ lem ek gerekirse onlar bana h er halükârda hınç duyacaktı. Bunun devirdiğim teşhir mallarıyla vey a müşterilere sürekli eksik para üstü


verm em le bir ilgisi yoktu; günün birinde şirketin oldukça büyük bir parçası bana miras kalacaktı, oysa onlara hiçbir şey kalmayacaktı.

H asta bezi kutuları arasında güçlükle yürüyen Shelley parm ağını göğsü m e dayayıp tam sert birtakım sözler söylem ek üzereyken h o ­ parlörden duyulan bir ses buna mani oldu. “ Jacob, ikinci hattan aranıyorsun. Jacob, ikinci h at.” Shelley bana yiyecekm iş gibi bakarken uzaklaştım ve böylece onu nar gibi suratıyla kulemin yıkıntıları arasında bıraktım.

N em li ve pen ceresiz bir yer olan personel odasında eczan e re y o ­ nu görevlisi Linda, ga zo z makinesinin canlı ışığına karşı oturmuş, sandviçini kem iriyordu. Başıyla duvara m on te edilmiş telefonu gös­ terdi. “ İkinci hattan seni arıyorlar. H er kim se kaçığa b en ziyo r.” A şa ğı sarkmış ahizeyi aldım. “ Y a k o b ? S en misin?” “ M erhaba D e d e .” “ Ya k ob , şükürler olsun. A nah tarım lazım bana. A nahtarım ne­ re d e? ” Kızgın gibiydi, n efes n efese konuşuyordu. “ H a n gi anahtar?” “ B enim le dalga g e ç m e ,” diye bağırdı. “ H a n gi anahtar olduğunu biliyorsun.” “ Belki başka bir y e re koymuşsundur.” “ Bunu baban ö ğre tiy o r sana. H adi söyle, onun bilmesi gerek ­ m iyor. ” “ K im se bana bir şey ö ğre tm iyo r.” Konuyu değiştirm eye çalış­ tım. “ Bu sabah ilacını aldın m ı?” “B en i alm aya geliyorlar anladın m ı? O n ca yıl sonra ben i nasıl buldular bilm iyorum am a buldular işte. Onlarla nasıl savaşacağım , uyduruk tereyağı bıçağıyla m ı?” Bu şekilde konuşması benim için yen i bir olay değildi. D ed em — —

25

- - --

- J—


artık yaşlanıyordu v e açık konuşmak gerekirse aklını kaybetm eye başlamıştı. Başlangıçta alışveriş yapm ayı unutmak veya annem e halamın adıyla hitap etm ek gibi küçük zihinsel gerilem e belirtile­ ri göstermişti. Fakat yaz ayları sırasında dem ans hastalığı rahat­ sız edici bir hal aldı. Savaş sırasındaki yaşam ı hakkında uydurduğu fantastik öyküler -canavarlar, büyülü a d a - onun için tam am en ve bunaltıcı şekilde gerçek olmuştu. Ö zellikle son birkaç haftadan beri taşkınlaştığı için kendine zarar verm esinden korkan babamla an­ nem onu bir bakım evine yerleştirm eyi düşünmeye başlamıştı. Bir sebepten ötürü, onun böyle uğursuz kehanetlerde bulunmak için telefon la aradığı ye gâ n e insan bendim. H e r zamanki gibi, onu sakinleştirmek için elim den geleni ya p ­ tım. “ M erak etm e, em niyettesin. H e r şey yolunda. G elirken bir vi­ d e o alırım, birlikte seyrederiz. Nasıl, hoşuna gitti m i?” “ H ayır! Olduğun yerde kal. Burası güvenli değil! ” “ D ede, canavar filan gelm iyor. H epsini savaşta öldürmüştün, unuttun m u?” Bu tuhaf konuşma sırasında L in da’ya görü n m em ek için yüzümü duvara doğru dönmüştüm. K ız bir m oda dergisi okur­ muş gibi yaparak meraklı bakışlarla beni süzüyordu. “ H epsini öldü rem edim ,” dedi dedem . “ H ayır, hayır, hayır. T a ­ bii ço k canavar öldürdüm am a h ep öldürdüğümden fazlası vard ı.” Evi ayağa kaldırdığını, çekm eceleri açıp eşyaları yere attığını duya­ biliyordum. Adam akıllı deliye dönmüştü. “ U zak dur, beni duyuyor musun? Ben hallederim; dillerini keser, gözlerini oyarım ! Y e te r ki şu lanet olası anahtarı bulayım !” S öz konusu anahtar Portm an D ed e m ’ in garajındaki kocam an bir dolaba aitti. Bu dolabın içinde küçük bir orduya yetecek kadar silah v e bıçak bulunuyordu. Öm rünün yarısını bunları toplam ak için m odası geçm iş silah fuarlarını gezerek, uzun av seyahatlerine çıka­ rak, silah kullanmaya gönülsüz ailesini ateş etm esini öğrenm eleri için güneşli pazar günleri atış talim lerine götü rerek geçirm işti. S i­ lahlarını o kadar çok seviyordu ki bazen onlarla yattığı olurdu. Ba­ bam bunu kanıtlayan eski bir fo to ğ ra f göstermişti; Portm an D ed em elinde tabancayla kestiriyordu.

—•

26

-



D edem in silahlara neden bu kadar takıntılı olduğunu babam a sorduğum da, eskiden asker olanların vey a travm atik olaylar ya­ şayanların bazen böyle davrandığını söyledi. Galiba ded em başı­ na onca şey geldikten sonra hiçbir yerde, hatta evd e bile kendini gü vende hissetmiyordu. Artık adamakıllı paranoyakça kuruntular yaşam aya başladığına g ö re babamın dediği doğruydu. O n ca silahı olduğu halde kendini evd e bile güvenli hissetmiyordu. İşte bu yüz­ den babam dolabın anahtarını saklamıştı. N e re d e olduğunu bilm ediğim şeklindeki yalanı bir kez daha uy­ durdum. D ed em küfürler savurup ortalığı yıkarak anahtarı aram aya devam etti. “ P ö h !” dedi sonunda. “ M adem o kadar önem li anahtar baban­ da kalsın. O zam an benim cesedim de on a kalır!” O labildiğince kibar sözlerle telefonu kapatıp babamı aradım. “ Büyükbabam iyice aklını oyn attı,” dedim. “ Bugün ilaçlarını almamış m ı? ” “ Bana bir şey söylem edi am a almamışa benziyordu .” Babam ın iç çektiğini duydum. “ Bir uğrayıp bakabilir misin? Şu anda işi bırakacak durumda değilim .” Babam yarım gün, kuşları kurtarma gönüllüsü olarak çalışıyor, arabaların çarptığı akbalıkçıl­ ların v e olta yutan pelikanların tedavisine yardım ediyordu. D o ğ a yazarlığına ö zen en am atör bir ornitologdu. Basılm ayı bekleyen bir yığın el yazısı bu hevesini kanıtlıyordu. Bu tür meraklar insan ancak yüz on beş m ağazaya sahip bir ailenin kızıyla evlendiği takdirde gerçek bir iş haline gelirdi. Tabii benim çalışmamın da gerçek bir işle alakası yoktu, o yüz­ den canım ne zaman isterse işi bırakm am kolaydı. B abam a g id ece­ ğim i söyledim . “S a ğ ol Jake. En kısa zam anda bütün bu ded e m eselesinden kurtulacağımıza söz veriyorum , tam am m ı?” B ü t ü n bu de d e meselesi. “ Y a n i onu bir bakım evine yerleştire­ ceksiniz,” dedim . “ Onu başkasının sorunu haline getireceksiniz.” “ H en ü z annenle konuşmadık. ” -

28

-£ < $ > > 0 *0

-

>—


“T a b ii ki konuştunuz.” “J a c o b ...” “ B en onunla ilgilenirim baba, gerçek ten .” “ Belki şimdi ilgilenebilirsin. A m a yakında daha kötü olacak .” “ İyi. H e r n eyse.” T ele fo n u kapatıp beni arabasıyla götürm esi için arkadaşım R ick y’yi aradım. O n dakika sonra park yerinde onun külüstür Crourn V ic to r ia m arka arabasının karıştırılması imkânsız boğuk korna sesini duydum. Çıkışa doğru giderken S h elley’e kötü haberi verdim : S t a y -T ite kutularından yapılacak kulesi yarına kadar bek­ lem ek zorundaydı. “A c il bir aile m eselesi,” diye durumu açıkladım. “ T a m a m ,” dedi. Dışarı çıktığım da akşam olm asına rağm en yapış yapış sıcak bir hava vardı. R icky hurdası çıkmış arabanın kaputu üstüne oturmuş sigara içiyordu. Çam urla kaplı botları, sigaranın dumanını üflem e şekli, batmakta olan güneşin aydınlattığı yeşil saçı, on a am ele kı­ lıklı, berduş bir Jam es D ean havası vermişti. O n da bütün bunların hepsinden biraz bir şeyler vardı; ancak G ü ney Florida’da görülebi­ lecek şekilde, alt kültürlerin tuhaf bir karışımıydı. Beni görü n ce kaputtan indi ve park yerinin ortasında, “ D aha kovulmadın m ı?” diye bağırdı. “ Şşşş!” diyerek ona doğru koştum. “ Planım ı bilm iyorlar!” R ick y sözde beni cesaretlendirm ek için om zum a bir yumruk attı am a n ered eyse om u z kaslarımı parçalayacaktı. “ Ü zülm e özel ç o ­ cuk. H e r gecen in bir sabahı vardır.” B an a ö zel çocuk dem esinin sebebi, ö ze l yetenekleri olan az sa­ yıdaki öğrencinin katıldığı derslere girm em di. D oğru şekilde ifade etm ek gerekirse bu dersler okulumuzun ö zel eğitim müfredatının bir parçasıydı. Ricky bu kelim e oyununu son derece eğlen celi bulu­ yordu. Bizim arkadaşlığımız işte bu şekilde, eşit ölçüde kızdırma ve işbirliğinden oluşuyordu. İşbirliği kısmı gayriresm i bir beyin gücü, kas gücü takasından m eydana geliyordu. Ben onun İngilizceden


geçm esin e yardım ediyordum, o benim okul koridorlarını kolaçan eden, kas yığını sosyopatlar tarafından öldürülm em e m ani oluyor­ du. A ilem i son derece huzursuz etm esi bu işin külfetiydi. H erhalde en iyi arkadaşımdı, aslında bu ‘ye gâ n e arkadaşım dı’ dem enin daha az acıklı yoluydu. Ricky C r o w n V i c ’in sağ ön kapısını tekm eledi çünkü kapı ancak bu şekilde açılıyordu. A ra b a bilm eden yapılan halk sanatının m üze­ lik bir parçası olarak görenleri hayrete düşürüyordu. Ricky onu bir kavanoz dolusu yirmi beş sentle şehir hurdalığından almıştı ya da ö yle iddia ediyordu. A rabanın aynasına bir ormandaki bütün ağaç­ ların kokusunu asabilse, içerdeki pis kokuyu gid erm eye yetm ezdi. Koltuklar, yolunu şaşıran yayların kıçınıza batmaması için koli ban­ dıyla kaplanmıştı. Arabanın en harika yeri kaportasıydi; delikler v e göçükler sayesinde ay yüzeyinin paslanmış şeklini andırıyordu. Ru durum benzin parasını çıkartmak için yapılm ış bir planın sonucuy­ du. Ricky sarhoş parti müdavimlerinin bir dolar karşılığı arabaya g o lf sopasıyla vurmasına izin veriyordu. Ç o k katı biçim de uygulan­ m ayan tek kural, camdan yapılm ış hiçbir kısma vurulmamasıydı. M o to r hırıldayıp mavi bir duman bulutu salarak çalıştı. Park y e ­ rinden çıkıp yan yana dizili dükkânların önünden ge çere k Portm an D e d e m ’in evine doğru giderken, oraya vardığım ızda n eyle karşıla­ şacağım ız konusunda en dişelenm eye başlamıştım. En kötü durum senaryoları arasında dedem in sokakta çıplak vaziyette koşması, elinde bir a v tüfeği sallaması, ö n bahçenin çim leri üstünde ağzından köpükler çıkarması, küt bir cisim le pusuya yatması vardı. H e r şey mümkündü. Ricky'nin saygıyla bahsettiğim bir adamla ilk kez bu şekilde karşılaşacak olması yüzünden özellikle gerilmiştim. D edem in yaşadığı mahalle, iç içe girmiş çıkmaz sokakların bu­ lunduğu sersem letici bir labirentten oluşuyordu. C ircle V illa ge adı verilen bu m ahalleye geldiğim izde gökyüzü yeni m eydana gelm iş bir çürük rengini almıştı. Güvenlik görevlisinin bulunduğu kapıda kendim izi tanıtmak için durduk. O ysa kulübedeki ihtiyar horluyordu v e kapı h er zamanki gibi açıktı. B ö ylece arabayla içeri girdik.


O sırada telefonum kısa bir sesle öttü. Babam işlerin nasıl gittiğini soran bir mesaj gönderm işti. O n a cevap yazdığım kısacık süre için­ d e Ricky şaşırtıcı şekilde tam am en kaybolm am ızı sağlamıştı. N e re ­ de olduğumuza dair hiçbir fikrim bulunmadığını söylediğim zaman küfredip arabanın tekerleklerini ciyaklatarak peş peşe u dönüşleri yaparken bir yandan da çiğnediği tütünü pen cereden tükürüp dur­ du. B en de o sırada tanıdık bir işaret bulmak için etrafı tarıyordum. Büyüdüğüm sırada dedem i binlerce kez ziyaret etm em e rağm en h er e v birbirinin aynı olduğundan bu iş kolay değildi. Birbirinden ufak farklarla ayrılan kutu görünümlü basık evler alüminyum veya yetm işlerden kalma kararmış ahşap doğram ayla kaplıydı. Bazıları­ nın ön kısmında bulunan alçı sütunlar hastalıklı bir sınıf atlama ö z ­ lem inin yansıması gibiydi. Sokak tabelalarının yarısı güneşin altında pişm ekten dolayı boyası kabarmış boş birer levhaya dönmüştü. En doğru işaret noktaları çim lere yapılm ış renkli ve tuhaf süslemelerdi. Circle V illage bu konuda gerçek bir açık hava müzesi gibiydi. Sonunda m etalden yapılmış bir uşak heykelinin elinde duran pos­ ta kutusunu tanımıştım. Dimdik sırtı ve küçümseyen yüz ifadesine rağm en uşak sanki paslı gözyaşları döküyor gibi duruyordu. Ricky’ye sola dönm esi için bağırdığım anda arabanın lastiklerinden çıkan ca­ yırtıyla birlikte kapıya doğru savruldum. Bu darbe beynim de bir şeyin serbest kalmasına yo l açmış olsa gerek ki, birdenbire bütün yönleri gayet iyi hatırlamaya başlamıştım. “ Şu flam ingo topluluğunun oldu­ ğu yerden sağa dön! Damdaki şu m elez N o el Babalardan sola dön! İşeyen m elek çocuk heykellerinin yanından devam e t!” M elek heykellerini geçip döndükten sonra Ricky yavaşladı. D ede­ min evinin içlerinde bulunduğu bloğa kuşku dolu gözlerle baktık. H iç­ bir verandada yanan bir ışık, pencerelerin ardında açık bir televizyon ekranı görünmediği gibi önü açık garajlarda tek bir araba dahi yoktu. Bütün komşular kavurucu yaz sıcağından kurtulmak için kuzeye kaç­ mış, bahçelerdeki cüce heykellerini adamakıllı uzayan çimlerin içinde boğulmaya terk etmişlerdi. Kasırga kepenkleri sımsıkı kapalı olduğun­ dan bütün evler pastelle yapılmış birer bom ba sığınağına benziyordu.


“ En soldaki e v ,” dedim . R ick y’nin gaz pedalına basmasıyla bir­ likte araba ileri doğru atıldı. Dördüncü veya beşinci evin önünden geçerk en çim leri sulayan ihtiyar bir adam gördük. Katası yumurta gibi kel olan adam üstünde bornozu, ayağında terlikleriyle, bileğe kadar yükselmiş çim leri suluyordu. Evi karanlıktı ve diğerleri gibi kepenkleri kapalıydı. Başımı çevirip ona baktım. Görünüşe g ö re o da bana bakıyordu am a aslında bunu becerem iyordu. A d a m a ba­ kınca ufak bir şok yaşam ıştım çünkü gözleri süt gibi bem beyazdı. Ç o k tuhaf diye düşündüm. Portm an D ed e m kör bir komşusu oldu­ ğundan hiç bahsetmemişti. S okağın sonunda yan yana dizili bodur çam ağaçları vardı. R icky büyükbabamın soldaki evinin girişine doğru sert bir dönüş yaptı. M otoru durdurup indi v e ben im kapım ı tek m eleyerek açtı. O n bahçenin kurumuş otları üstünde yürürken ayakkabılarımız hı­ şırdıyordu. Zili çalıp bir süre bekledim . B ir yerlerden yükselen k ö p ek h av­ laması bu boğucu akşam karanlığında duyduğumuz tek sesti. Bir cevap alam ayınca zilin bozulmuş olabileceğini düşünerek kapıyı yumrukladım. Ricky etrafım ızı sarm aya başlayan sivrisinekleri avlı­ yordu. Sırıtarak, “ Belki dışarı çıkmıştır, manitası filan vardır,” dedi. “ S en gül bakalım ,” dedim. “ Biz her gecem izi boş geçirirken o daha iyi işler becerir. Bu m ahalle fıstık gibi dullarla kaynıyor. ” A s ­ lında sinirimi yatıştırmak için espri yapıyordum . Sessizlik yüzünden çok gergindim . Y e d e k anahtarı babamın çalıların içine sakladığı yerden çıkar­ dım. “Burada b ek le.” “ N ed en bekleyecekm işim ?” “ Çünkü boyun bir doksan beş ve saçların yeşil. Üstelik ded em seni tanım ıyor v e bir sürü silahı var.” R ick y om uz silkip ağzına yeni bir tütün d em eti tıktı. O çim lerin üstündeki şezlonga uzanm aya giderken ben ö n kapıyı açıp içeri girdim. O loşlukta bile evd e bir felaket yaşandığı belliydi, sanki hır­ sızlar her tarafı altüst etmişti. K ita p rafları ve dolaplar boşaltılmıştı.

- - «------ ■ --------------------------------- 32

-


D olapların içinde duran biblolarla iri harfli R e a d e r 's D ig e s t dergi­ leri ye re saçılmıştı. K a n ep e m inderleri ters çevrilmiş, sandalyeler devrilmişti. Buzdolabıyla derin dondurucunun kapıları açıktı; için­ dekiler eriyerek döşem enin üstünde yapışkan gölcükler m eydana getirmişti. Y ü reğim daralmıştı. Portm an D ed em sonunda gerçekten aklı­ nı kaçırmıştı. O n a seslendim am a hiçbir cevap alamadım. Bütün odalara girip ışıkları açarak yaşlı bir paranoyağın canavarlardan kaçm ak için saklanabileceği bir yer aradım. M obilyaların arkasına, tavan arasındaki dar boşluğa, garajdaki iş tezgâhının altına baktım. Silahların durduğu vitrine bile g ö z attım am a tabii kapısı kilitliydi. Dolabın sapındaki çiziklerden açm aya çalıştığı belliydi. V eran da­ daki çardakta sulanmadığı için sararmış otlar hafif rüzgârla salınıp duruyordu. Y a p a y çim le kaplı zem in de diz çöküp kötü bir şeyler keşfetm ekten korkarak kamıştan yapılm ış koltukların altına baktım. D erken arka bahçede bir parıltı gördüm . K apı sinekliğini açıp koşarak bah çeye çıkınca çimlerin üstünde bir el fen eri buldum. Işık huzmesi bahçenin bitimindeki ağaçları ay­ dınlatıyordu. Y aban i biçim de büyümüş, yaprakları testere dişli bo­ dur palm iyelerden oluşan bir koruluk, Circle V illage ve bir sonraki m ahalle Century W o o d s arasında bir mil boyunca uzanıyordu. B ö l­ g e sakinleri arasında yayılan rivayete g ö re koru yılanlar, rakunlar ve yabandom uzlarıyla kaynıyordu. D edem in üstünde bornozundan başka bir şey olm adan kaybolup çılgın gibi oradan oraya dolaştığını zihnim de canlandırınca adeta ruhum karardı. H e m e n h er hafta, bakıma muhtaç bir yaşlının sulama kanalına düşerek timsahlar ta­ rafından parçalandığına dair bir haber duyuluyordu. En kötü durum senaryosunu hayal etm ek zor değildi. R ick y’yi çağırır çağırm az koşarak evin yan tarafından dolaşıp geldi. O anda benim fark etm ediğim bir şey fark etti. K apı sinek­ liğinde oldukça itici görünen bir yarık vardı. Ricky ıslık çalarak, “ A m m a acayip kesilm iş,” dedi. “ Belki yabandomuzu yapm ıştır, ya da bir vaşak. Şurada tırnak izleri görü n ü yor.”


O anda yakında vahşi bir havlam a silsilesi başladı. Ü rkerek bir­ birimize endişeyle baktık. “ Y a da bir k ö p e k ,” dedim. K ö p e ğ in sesi bütün m ahallede zincirlem e bir tepkiye yol açmıştı, artık her y ö n ­ den havlam alar duyuluyordu. Ricky başını sallayarak, “ O labilir,” dedi. “ Bagajda 22'lik bir si­ lahım var. Sen bekle burada.” Silahı almak için ön tarafa yürüdü. H avlam alar azalarak yerini g e c e böceklerinden oluşan koronun tekdüze v e yabancı gürültüsüne bıraktı. Yüzüm den ter süzülüyordu. Ortalık artık karanlıktı am a hafif rüzgâr kesildiğinden hava gündüze g ö re daha sıcak gibiydi. Feneri yerden alıp ağaçlara doğru yürüdüm. D ed em orada bir yerdeydi, bundan em indim . A m a neredeydi? N e ben ne Ricky iz­ ciydik. Y in e de bana yol gösteren bir şey -göğsü m ü n sıkışması, yapış yapış havada yükselen bir fısıltı- var gibiydi. A rtık bir saniye daha bekleyecek halim kalmamıştı. G örünm ez bir izin kokusunu almış tazı gibi çalıların içine daldım. Florida’da koruların içinde koşm ak zordur. A ğaçların işgal et­ m ediği her santim etrekare bel hizasına kadar yükselen palm iyelerin kılıç gibi yapraklarıyla, kördüğüm olmuş osuruk a ğacı dallarıyla do­ ludur. Buna rağm en koşm ak için elim den geleni yaparak ded em e sesleniyor, fenerin ışığını h er tarafa tutuyordum. Bir ara g ö z ucuyla beyaz bir ışıltı görünce ağaçların arasından dosdoğru o y ö n e gittim. Fakat yakından bakınca bunun yıllar ön ce kaybettiğim , artık rengi ağarıp sönm üş futbol topu olduğunu gördüm . T a m va zgeçip R ick y’nin yanm a dönm ek üzereyken, biraz ileri­ de yeni çiğnenm iş palm iye dalları arasında dar bir geçit keşfettim. Buraya girerek fen erin ışığını etrafta dolaştırdım. Yaprakların üstü­ ne koyu renkli bir şey sıçramıştı. B oğa zım kupkuru kesildi. Kendi kendim e cesaret vererek izleri takip etm eye başladım. İlerledikçe m idem deki düğüm lenm e artıyordu, adeta bedenim ileride ben i n e­ yin beklediğini biliyor ve uyarm aya çalışıyordu. D erken ezilmiş ya p ­ raklar iyice genişledi v e onu gördüm . D ed em zem ini sarmaşıkla kaplı bir alanda yüzükoyun yatıyordu.

34

- — - — »—


Yüksek bir yerden düşmüş gibi bacakları iki yana açılmış, bir kolu kıvrılıp bedeninin altında kalmıştı. Muhakkak ölmüş olmalı diye dü­ şündüm. Fanilası kan içindeydi, pantolonu yırtılmıştı ve ayakkabısı­ nın teki yoktu. Uzunca bir süre öylece bakakaldım. Elimin titrem esi yüzünden sallanan ışık huzm esi bedenini aydınlatıyordu. N ihayet tekrar n efes alıp ona seslendiğim zam an kıpırdamadı. Dizlerim in üstüne çöküp avucumu sırtına koydum. Fanilasında­ ki kan hâla sıcaktı. Ç o k kısık da olsa n efes aldığını duyuyordum. Kollarım ı vücuduna dolayıp onu yüzüstü çevirdim . Yaşıyordu ama son nefesini verm ek üzereydi. G özleri donuktu, yüzü çökmüş ve bem beyaz kesilmişti. D erken karnı civarındaki bıçak yaralarını g ö ­ rünce bayılacak gibi oldum. T o p ra ğ a bulanmış yaralar derin v e g e ­ nişti. Y attığı yer kandan dolayı çamurlaşmıştı. Bakm am aya gayret ederek göm leğin in yırtık parçalarıyla yaraların üstünü kapatm aya çalıştım. A rka bahçeden R ick y’nin bağırdığını duydum. “ B U R A D A Y I M !” diye haykırdım. Belki tehlike veya kan gibi bir iki kelim e daha söy­ lem em gerekirdi am a sözcükleri bir araya getirem edim . Büyükba­ baların yatakta, tıbbi cihazlarla dolu sakin bir ortam da ölm esi g e ­ rektiğinden başka bir şey düşünemiyordum. D edem i titreyen elinde tuttuğu bir mektup açacağıyla, kandan sırılsıklam toprak yığınına uzanmış, üstünde karıncalar yürürken gö rm ek aklıma gelecek son şeydi. Bir m ektup açacağı. Kendini savunabileceği yegâ n e silahı oydu. A leti parm aklarının arasından çektiğim sırada çaresizce n efes al­ maya çalıştı. Bunun üzerine elini tuttum. B en im tırnakları yenm iş parm aklarım onun soluk ve m o r damarlarla kaplı parmaklarıyla ke­ netlenmişti. Bir kolumu sırtının, diğerini bacaklarının altına sokup, “ S eni ta­ şım am lazım ,” dedim . N e var ki onu kaldırmayı den ediğim sırada inleyip kaskatı kesilince bıraktım. O nun canını yakm aya dayana­ mazdım. Onu o halde orada bırakm am da imkânsızdı, dolayısıyla beklem ekten başka yapabileceğim bir şey yoktu. Yüzüne, kollarına


ve seyrelm iş beyaz saçlarına bulaşmış top rağı yavaşça sildim. İşte o sırada dudaklarının kıpırdadığını fark ettim. Fısıltıdan farksız sesi belli belirsiz duyuluyordu. Yü zü n e eğilip kulağımı ağzına dayadım. Dili dolaştığı için ne dediği tam anlaşılmı­ yor, İngilizcenin arasına L eh çe kelim eler karışıyordu. “A n la m ıyo ru m ,” diye fısıldadım. G özlerini bana dikene kadar ismini birkaç kez tekrarladım. Sonunda derin bir n efes alıp sessizce am a anlaşılır bir şekilde, “A d a ya git Y a k o b . Burası güvenli d e ğ il,” dedi. Paranoyası yine depreşm işti. Elini sıkıp bizim iyi olduğumuzu, kendisinin de iyi olacağını tem in ettim. A y n ı gün içinde o n a ikinci kez yalan söylüyordum. O n a ne olduğunu, ne tür bir hayvanın zarar verdiğini sordum sa da beni dinlemiyordu. “A d a ya g it,” diye tekrarladı. “ O rada güven­ d e olacaksın. Bana söz v e r .” “ G ideceğim . S ö z .” Başka ne diyebilirdim ki? “ Seni koruyabileceğim i sanm ıştım ,” dedi. “ Sana çok daha ön ce söylem em ge rek ird i...” S on nefesini verm ek üzere olduğunu anla­ mıştım. Gözyaşlarım ı bastırmaya çalışarak, “ N e söyleyecek tin ?” diye sordum. “ V akit y o k ,” diye fısıldadı. Büyük çaba harcamaktan dolayı tit­ reyerek başını yerden kaldırıp kulağıma konuştu: “Kuşu bul. D ö n ­ günün içinde. İhtiyar adamın m ezarının öbür tarafında. 3 Eylül 1 9 4 0 .” Başım ı salladım a m a bir şey anlam adığım ı görmüştü. Kalan son gücüyle devam etti: “ E m erson -m ektu p. O nlara ne olduğunu anlat Y a k o b .” Bu sözleri söyledikten sonra tükenmiş bir halde y e re yığıldı. Onu sevdiğim i söyledim . A rtık ellerim den kayıp gidiyordu. Bakışları beni ge çip gökyüzüne dikilmiş, yıldızlarla bezenmişti. Biraz sonra Ricky çalıların arasından çıkıp geldi. Y aşlı adamı kollarımın arasında cansız görü n ce irkildi. “A m a n Tanrım . A m a n T a n rım ,” diyerek yüzünü elleriyle ovuşturdu. O dedem in nabzını

36


bulmaktan, polis çağırmaktan, orm anda bir şey görü p görm ed iğim ­ den bahsederken üstüme çok garip bir duygu çökmüştü. D edem in bedenini yere bırakıp ayağa kalktım. Bütün sinir uçlarım varlığını bilm ediğim bir içgüdüyle karıncalanıyordu. O rm anda bir şey vardı v e ben bunu hissediyordum. G ö k te ay olm adığı gibi çalıların içinde bizden başka hareket eden kim se yoktu, yine de feneri ne zam an yakıp n ereye tutacağı­ m ı bir şekilde biliyordum. Işığın o daracık huzmesi bir an için d o ğ ­ rudan çocukluğumun kâbuslarından alınıp oraya yerleştirilmiş gibi görü nen bir yüzü aydınlatmıştı. Kam bur gövdesini kaplayan karbon siyahı gevşek derisinde yol yol kırışıklar bulunan yaratık ağzını iyice açmış, içinden yılanbalıklarını andıran bir yığın uzun dil çıkmıştı. B en bir şeyler bağırınca dönüp kaçtı. Bu sırada çalıları sarsması Ricky'nin dikkatini o yö n e çekmişti. Silahını doğrultup pat-pat-patpat-pat diye ateş etti. “ N eyd i o? N e vardı orada?” Ricky yaratığı görem em işti. B ense olduğum yerde donakalmış, bir şey söyleyem i­ yordum . Fenerin cılızlaşan ışığı ağaçların üzerinde titreşiyordu. O n ­ dan sonra herhalde kendim den geçm iş olm alıyım ki onun Jacob, Jake, h e y E d iyi m isin dediğini hatırlıyorum. S on hatırladıklarım bu sözler olmuştu.


ik in c i b o lu m


\ W / '

j

ed em in ölüm ünden sonraki ayları bej renkli b ek lem e I

odalarıyla m eçhul ofislerden oluşan bir çile dünyasında geçirdim . K u lağım ın dibinde beni çekiştirenlere, tahlil

ed ip sorgulayanlara katlandım . B a n a bir şey söyledikleri zam an başım ı salladım, kendim i tekrarladım , bin lerce acıyan bakışın v e çatık kaşların h ed efi oldum. A n n e m le babam bana kırılabilecek bir aile yadigârı gibi davranıyor, yan ım da kavga ed ip ben i endişelen d irm eye korkuyordu. G eceleri gördüğüm kâbuslar yüzünden çığlık atarak uyanıyor­ dum. Dişlerimi gıcırdatıp parçalam am ak için uyurken koruyucu dişlik takıyordum. G özlerim i kapatır kapatm az orm anda ağzından yılan gibi diller çıkan o yaratığı görüyordum . D edem i öldürdüğü­ ne, beni de öldürm ek için yakında geri geleceğ in e inanmıştım. Ba­ zen o g e c e olduğu gibi bütün benliğim i korkunç bir panik duygusu kaplıyordu. O yaratığın civardaki karanlık ağaçların arasında, park yerinde duran yandaki arabanın arkasında, bisikletimi koyduğum garajın yanında beni beklediğini düşünüyordum. Buna bulduğum çözüm evden çıkm am ak oldu. H aftalar boyun­ ca sabahları gazeteyi almak için evin önüne bile çıkmadım. Ç am a­ şırlıkta yere serdiğim birkaç battaniyenin içine kıvrılıp uyuyordum. Burası evin pen ceresiz tek odası olduğu gibi kapısı içerden kilitle­ niyordu. D edem in cenazesinin kaldırıldığı günü burada geçirm iş,


kurutucunun üstüne oturup laptopta internetten oyun oynayarak oyalanm aya çalışmıştım. Olanlardan dolayı kendim i suçluyordum. K eşke ona inansaydım diye kendim i yiyip duruyordum. N e var ki ona inanmamıştım. K im se ona inanmamıştı. Şimdi onun neler hissettiğini çok iyi bili­ yordum çünkü bana da kimse inanmıyordu. Olayları yorum lam a şeklim bana son derece rasyonel geliyordu. A n cak bu durum söz­ cükleri yüksek sesle söylem ek zorunda kalana dek sürmüştü. Bunla­ rı o zaman, özellikle evim ize gelen polis memuruna anlattığım gün akıldışı görünmüştü. Karşım da oturmuş başını sallayarak beni dinle­ yen ancak telli not defterine hiçbir şey yazm ayan m em ura olup bi­ ten her şeyi anlattım. B en gördüklerim i anlattığım zaman, “ Ç o k iyi, teşekkürler,” dem ekle yetindi. Ardından annem le babam a dönüp beni birisine gösterip gösterm ediklerini sordu. Sanki ne d em ek iste­ diğini anlam ıyordum . O na yapacağım bir açıklama daha olduğunu söyledim , ardından orta parm ağım ı havaya doğrultup dışarı çıktım. A ile m birkaç haftadan beri ilk kez bana bağırmıştı. Aslında o bildik, tatlı sesleri duyunca bayağı rahatlamıştım. Ben de onlara birtakım yakışıksız sözlerle bağırarak karşılık verdim. Portm an D e d e m ’in ölm esinden mutlu olduklarını, onu bir tek benim gerçek ­ ten sevdiğim i söyledim. Bizim kiler polisle kapının önünde bir süre konuştular. Polis arabaya binip gittikten bir saat sonra yanında kendini eskiz ressa­ mı olarak tanıtan biriyle döndü. A d a m ın yanında büyük bir resim defteri vardı. B enden yaratığı tekrar tarif etm em i istedi. B en tarif ederken o taslağı çiziyor, arada bir durup konuya açıklık getirm ek için bir şeyler soruyordu. “ K a ç tane gözü vardı?” “İki.” “A n la d ım ,” dedi. Sanki bir canavarın resmini çizm ek eskiz res­ samının sıradan işiymiş gibi konuşuyordu. Beni yatıştırmaya çalıştıkları belliydi. Bitirdiği taslağı bana ver­ m eye kalktığı zam an bu durum apaçık ortaya çıkmıştı.


\ S^

W m

U 1V

lo//

1 k>J LiO 'l

\ l i ' Vv I r á C \ V i^ v?tçaûv &L o

■ r^ "•-''ilSMÇMjıç

"

m*#


“ Bunu dosyaya koym ak için filan size lazım değil m i?” diye sor­ dum. Karşısında duran polis memuruyla kaşlarını kaldırmış vaziyette birbirlerine baktılar. “ Tabii ya. N e düşünüyorsam?” S on derece aşağılayıcıydı.

En iyi ve tek arkadaşım Ricky bile olay yerinde olduğu halde bana inanmamıştı. B en fenerin ışığını yaratığın üstüne tuttuğum halde polislere o g e c e orm anda hiçbir yaratık gö rm ed iğin e yem in etti. Fakat bir havlam a duymuştu. Bunu zaten ikimiz d e duymuştuk. Bu nedenle polisin dedem i vahşi bir köpek sürüsünün öldürdüğüne karar verm esi şaşırtıcı olmadı. Bu sürü başka yerlerde de görülmüş­ tü ve bir hafta ön ce Century W o o d s ’da sokakta yürüyen bir kadını ısırmıştı. Aslında bunların hepsi g e c e olmuştu. “ T a m da yaratıkları görm en in en zor olduğu za m a n !” dedim . G elgelelim , Ricky başını iki yana sallayıp psikoza görü n m em gerektiğin e dair birtakım sözler mırıldandı. “ Psikiyatra dem ek istiyorsun,” diye karşılık verdim . “ Y a n i sana çok teşekkür ederim . İnsanı destekleyen arkadaşları olması ne gü­ z e l.” O dam ın önündeki terasta oturmuş, K ö rfe zd e batan güneşi seyrediyorduk. Ricky, annem lerin A m işler diyarına yaptıkları gezi sırasında aldığı, mantıksız d ereced e pahalı ahşap bir şezlongda bağ­ daş kurmuş, kollarını göğsün e kavuşturmuştu. Gaddarca bir kararlı­ lıkla sigarasını söndürm eden yenisi yakıyordu. Bizim evdeyken hep belli belirsiz huzursuz olduğu anlaşılırdı. Fakat benden yana baktığı zam an gözlerin i kaçırmasından artık onu ailemin servetinin değil benim varlığımın huzursuz ettiği belliydi. “H e r neyse, seninle açık konuşuyorum ,” dedi. “ Canavarlardan bahsetm eye devam edersen seni kapatırlar. O zam an gerçek ten özel çocuk olursun.” “B ana ö yle d e m e .” Sigarasını dışarı fırlatıp parm aklığın üzerinden k o ca bir tom ar tütün tükürdü.


“ H e m sigara içip h em tütün mü çiğniyordun?” “ S en benim annem misin?” “Y e m e k fişi karşılığı kamyoncularla yatar gibi bir halim var m ı?” Ricky insanların annesiyle ilgili şakalar yapm aya bayılırdı ama bu onun bile kaldıram ayacağı kadar ağırdı. Ş ezlongdan fırlayıp beni ö yle sertçe itti ki n ered eyse terastan aşağı düşecektim. D efolm ası için bağırdım am a o zaten çoktan kapının yolunu tutmuştu. Onu birkaç ay boyunca hiç görm eyecektim . Arkadaşlığım ız çok bile sürmüştü.

Sonunda ailem beni gerçekten psikiyatra götürdü. Bu n edenle o n ­ larla kavga etm edim , yardım a ihtiyacım olduğunu biliyordum. Dr. G olan koyu tenli, sakin bir adamdı. B en çetin ceviz olacağım ı zannetm iştim am a Dr. G olan şaşıla­ cak ölçüde kolayca benim le iletişim kurdu. Olayları sakin ve duy­ gusuzca açıklama biçim i adeta hipnoz etkisi yaratmıştı. Yaratığın, aşırı heyecanım ın tetiklediği hayal gücümün ürünü olduğuna beni ikna etti. D edem in ölümünün yarattığı travm a gerçekte olm ayan bir şeyi g ö rm em e yol açmıştı. Küçüklüğümde onun anlattığı masal­ lar zihnim e ö yle bir yaratığın yerleşm esine vesile olmuştu. D ed em kollarımın arasında can verm iş, gen ç yaşta yaşadığım bu çok kötü şok yüzünden onun anlattığı öcüler gözümün önünde canlanmıştı. D oktor buna bir isim bile koymuştu: akut stres tepkisi. A n n em bana konulan bu gösterişli teşhisi duyunca, “ B en bunda bir şirinlik gö rem iyo ru m ,” dedi. Y in e de onun yaptığı espriye bozulmamıştım. H em en h em en h er şey kulağa deli olmaktan daha hoş geliyordu. Artık canavarlara inanmasam da bu iyileştiğim anlamına gelm i­ yordu. Hâlâ kâbus görüyordum. H âlâ gergin ve paranoyaktım. Baş­ kalarıyla iletişim kurmakta ep e y güçlük çektiğimden annem ler bana özel bir hoca tutmuşlardı. B öylece okula sadece kendimi iyi hissetti­ ğim günler gidiyordum. A yrıca -n ih a y e t- S m a r t A i d ’den ayrılmama izin verdiler. “D aha iyiyim ,” dem ek artık yeni işim olmuştu.

43


Oldukça kısa sürede bu yeni işten kovulm aya da karar verm iş­ tim. G eçici deliliğim den kaynaklanan ufak m esele halledildikten sonra Dr. G o la n ’m yegâ n e işlevi reçete yazm ak haline gelmişti. H â lâ kâbus m u g ö r ü y o r s u n ? B u n u n için bir ilacım var. O k u l servisinde p a n ik atak m ı g e liy o r ? B u işine yarar. U y u y a m ıy o r m u s u n ? D o z u a rttıra lım . O n ca ilaç beni şişmanlatıp sersem gibi yapmıştı. Buna rağm en hâlâ berbat durumdaydım, geceleri sadece üç dört saat uyuyabiliyordum. Bu n edenle Dr. G o lan ’a yalan söyle­ m eye başladım. Bana bakan birisi gözlerim in altındaki torbaları ve ani bir ses duyduğumda sinirli kediler gibi zıpladığım ı fark edebilirdi, oysa ben iyiymişim gibi davranıyordum . Bir hafta seans sırasında, norm al bir insan gibi yavan v e basit rüyalar gördüğüm ü sansın diye tam am en uydurma rüyalar anlattım. Bir rüyamda dişçiye gitmiştim, öbüründe uçuyordum. îki ge c e üst üste okulda çıplak dolaştığımı gördüğüm ü söyledim. Bunu anlatırken doktor beni durdurdu. “ Y a yaratıklar n e oldu?” O m u z silktim. “ H iç görm edim . Bu herhalde artık daha iyi oldu­ ğum anlamına geliyor h a?” Dr. G olan bir süre elindeki kalem i masaya vurduktan sonra bir şeyler yazdı. “ U m arım duymak istediğimi sandığın şeyleri anlatmıyorsundur.” “T abii ki hayır,” derken gözlerim i psikolojinin çeşitli alt dalların­ daki uzmanlığını gösteren, duvara asılı çerçeveli diplom alara kaçır­ dım. Uzmanlıkları arasında akut strese girmiş bir delikanlının nasıl yalan söylediğini anlamanın da olduğuna em indim . “ Bir dakikalığına gerçekçi olalım .” Kalem i masaya bıraktı. “ Bu hafta bir ge c e bile olsun o rüyayı görm ediğini m i söylüyorsun?” H e r zam an berbat bir yalancı olmuştum. Kendim i rezil etm ek­ tense durumu kabullendim. “ Ş e y ,” d iy e mırıldandım, “ belki bir k e re .” Aslında o rüyayı o hafta boyunca her g e c e görmüştüm. U fak tefek değişikliklerle h ep şöyle seyir izliyordu: D edem in yatak oda­ sında bir k öşeye çöm elm işim , akşamın kehribar sarısı ışığı p en cere­


lerden uzaklaşıyor, kapıda p em b e plastikten havalı bir tüfek beliri­ yor. Karyolanın olm ası gereken yerde parlak ışıklar saçan kocam an bir otom at var. Lâkin içine ustura gibi keskin avcı bıçaklarıyla zırh delen tabancalar dizilmiş. İngiliz ordusuna ait eski bir üniform a giy­ miş olan ded em m akineye sürekli kâğıt dolarlar tıkıştırıyor fakat silah satın almak için çok para lazım ve fazla vaktimiz kalmamış. N ih ayet parlak bir 4 5 ’lik aşağı doğru hareket ediyor am a tam ya­ rığa düşmek üzereyken sıkışıp kalıyor. D ed em Yiddiş dilinde küfür edip makineyi tekm eliyor, ardından ye re diz çöküp içeriden silahı alm aya çalışıyor am a bu sırada eli sıkışıyor. İşte o sırada onlar g e ­ liyor; uzun kara dilleriyle m akinenin camını yalayıp içine girm enin yolunu arıyorlar. H avalı tüfeği onlara doğrultup tetiği çekiyorum am a hiçbir şey olm uyor. O zam an Portm an D edem deli gibi ba­ ğırıyor; kuşu bul, d ö n g ü y ü bu!, Y a k o b n e d en a n la m ıy o r s u n be g eri zekâlı ç o c u k . D erken pen cereler kırılıp cam parçaları yağm ur gibi yağıyor v e bütün o kara diller üstümüze saldırıyor. Genellikle o zam an terden sırılsıklam olmuş bir halde uyanıyorum. Kalbim yerinden fırlayacak gibi atarken m id em de düğüm üstüne düğüm oluşuyor. H e p aynı rüyayı görü p yüz kere anlatm am a rağm en Dr. G olan her seansta bunu tekrar anlattırıyordu. A d e ta bilinçaltımı sorguya çekiyor, doksan dokuzuncu kez anlattığım da kaçırmış olabileceği bir ipucunu yakalam ak istiyordu. “Peki, rüyanda deden ne diyordu ?” “ H e r zam an söylediklerini,” diye cev a p verdim . “ Kuştan, dü­ ğüm den v e m ezardan bahsediyordu.” “ S on sözleri.” Başını salladım. Dr. G olan parm ak uçlarını birleştirip çenesine dayadı. Bu haliy­ le tam da düşünceli bir psikiyatra benziyordu. “ N e anlam a geldiği hakkında yeni bir fikrin var m ı?” “ Evet. H içbir b o k y o k .” “ H adi canım , ö yle dem ek istem edin h erh alde.”

— --------------------------------- 45

•------ *


S on sözlere aldırmıyormuş gibi davranm ak istedim am a aslında aldırıyordum. En az kâbuslar kadar o sözler de beynim i yiyip bitiri­ yordu. D edem in dünyada söylediği son cümleyi hezeyanlarla dolu bir saçmalık olarak gö rm em e konusunda kendim i ona borçlu his­ sediyordum . Dr. G olan bu sözleri anlam anın korkunç rüyalarımdan kurtulmama yardım cı olacağına inanmıştı. Bu nedenle anlam aya çalıştım. D edem in söylediği bazı sözler, örneğin adaya gitm em i istemesi anlamlı geliyordu. Canavarların peşim e düşeceğinden endişeliydi, bu n edenle kendi çocukluğunda olduğu gibi onlardan kaçabileceğim tek yerin ada olduğunu düşünmüştü. Ardından, “Sana söylem em gerekirdi,” demişti. A n cak bunun n e olduğunu söyleyecek kadar zam anı olm adığından, yapm ası gereken en doğru şeyi yapıp, ne olduğunu bana söyleyecek -o n u n sırrını b ile n - kişiyi bulmamı sağ­ layacak şekilde ekm ek kırıntılarından oluşan bir iz bırakmış olabile­ ceğini düşündüm. Döngü, m ezar v e mektup gibi şifreye ben zeyen bütün o kelim elerin bu şekildeki kırıntılar olduğunu tahmin ettim. Bir süre “ döngünün” Circle V illa g e ’de bir sokak olabileceğini düşündüm. Burası çıkm az sokakların düğüm gibi birbirine girdiği bir mahalleydi. “ E m erson ” ise dedem in mektuplar gön derd iği birisi olabilirdi. Belki beraber savaştığı eski bir askerlik arkadaşı ya da onun gibi birisiydi. Belki bu Em erson denen zat Circle V illa g e ’in döngülerinden birinde, mezarlığın yanında yaşıyordu ve sakladığı mektuplardan biri 3 Eylül 1 9 4 0 tarihliydi. Belki o mektubu oku­ m am gerekiyordu. Kulağa deli saçması gibi geldiğini biliyorum am a bazen daha saçm a şeylerin gerçek olduğu ortaya çıkıyordu. B öylece bir müddet internette çıkm az sokaklara tosladıktan sonra Circle V illa ge m ahalle lokaline gittim. Mahallenin ihtiyarları shuffleboard oyn ayıp geçirdikleri son ameliyatları tarüşmak için burada buluşu­ yordu. M ezarlığın yerini ve B ay E m erson diye birini tanıyıp tanım a­ dıklarını sorduğum zaman sanki boynum dan ikinci bir kafa çıkmış gibi bana baktılar. Kendileriyle konuşanın delikanlılık çağında bir çocuk olm asına şaşırmışlardı. Circle V illa g e’de m ezarlık olm adığı


gibi Em erson diye birisi de yaşam ıyordu. A yrıca D öngü Caddesi, D ön gü S okağı ya da D öngü bilm em nesi diye bir yer yoktu. A n la­ yacağınız ziyaret tam bir fiyaskoydu. Buna rağm en Dr. G olan pes etm em e izin verm iyordu. Eski v e ünlü bir şair olduğunu söylediği R alph W a ld o E m erson ’u araş­ tırm am ı istedi. “ Em erson hatırı sayılır miktarda m ektup yazm ış­ tır,” dedi. “ Belki büyükbaban bundan bahsediyordu.” Karanlıkta iğn e aram aya ben zese d e sırf G o la n ’dan kurtulmak için bir gün babam dan beni kütüphaneye bırakmasını istedim. Ralph W ald o E m erson ’un gerçek ten yayım lanm ış bir sürü mektubu olduğunu k eşfetm em fazla uzun sürmedi. Yaklaşık üç dakika boyunca bir ipucu yakalam aya ço k yakın olduğumu zannedip heyecanlandım fakat çok ge çm ed en iki gerçek ortaya çıktı: Birincisi, R alph W ald o Em erson 1 8 0 0 ’lerde yaşayıp, ö lm ed en ö n ce 3 Eylül 1 9 4 0 tarihini taşıyan bir m ektup yazm ası imkânsızdı; İkincisi, adamın yazıları ö yle yoğu n v e anlaşılması güçtü ki, hevesli bir okuyucu olm ayan dedem in ilgisini çekm esi mümkün değildi. E m erson ’un uyku g e ti­ rici niteliğini bizzat d en eyerek öğrenm iştim . “ K en d in e G ü ven m ek ” adlı den em esin i okurken yüzümü kitaba dayayıp uyuyakalmış, uyurken ağzım dan akan salyalar kitabı ıslatmıştı. O hafta tam al­ tıncı kez otom atlı rüyayı gördüm . H aykırarak uyanıp ga y et n eza­ ketsiz bir şekilde kütüphaneden çıkarılınca Dr. G o la n ’a v e aptalca teorilerin e sövüp durdum. S on darbe birkaç gün sonra, ailem P ortm an D ed e m ’ in evini sat­ m aya karar verdiği zaman geldi. M uhtem el alıcılara evi gezd irm e­ den ö n ce m ekânın tem izlenm esi gerekiyordu. “ Travm a m ekânım la yüzleşm em in” iyi olabileceğini söyleyen Dr. G o la n ’m tavsiyesi üze­ rine, döküntüleri ayıklama işinde babamla Susie H a la m ’a yardım etm em e karar verildi. Eve girdikten sonra babam bir süre iyi oldu­ ğum dan em in olm ak için beni yanından ayırmadı. Şaşılacak biçim ­ d e iyi görünüyordum ; h em d e bahçedeki ağaçların üstüne yapışıp kalmış olay yeri in celem e bantları, rüzgârda sallanan verandadaki yırtık sineklik gibi görüntülere rağm en . Bunların yanı sıra yo l ke­


narında ded em den kalan eşyaları yutmak için bekleyen kiralanmış ç ö p bidonunun varlığı beni korkutmamış am a üzmüştü. A ğzın dan köpükler çıkan bir kaçık olm adığım anlaşılınca işe k o­ yulduk. Ç ö p torbalarıyla donanm ış bir vaziyette, evin içinde acım a­ sızca ilerleyip raflarla dolapları boşalttık. Tavan arasını araştırıp yıl­ lardan beri yerinden oynatılm am ış nesnelerin altında tozdan oluşan geom etrik şekilleri keşfettik. Kurtarılıp saklanabilecek eşyalardan oluşan ve ç ö p bidonunu boylayacak eşyalardan oluşan iki ayrı pi­ ramit yaptık. H alam la babam duygusal insanlar olm adığından çö p bidonu yığını daha büyüktü. Birtakım şeyleri kurtarmak için hum­ malı bir kulis faaliyeti yaptım . Bunların arasında garajın bir köşe­ sinde duran ve boyu iki buçuk m etreye varan, sudan zarar görm üş N a t i o n a l G e o g r a p h i c dergileri vardı. Bunları okum aya dalarak ne günler geçirm iş, kendim i Y e n i G in e ’nin çam ur adamları arasında dolaşırken veya Bhutan krallığında, sarp kayaların tepesindeki bir kaleyi keşfederken hayal etmiştim. Fakat asla benim dediğim olm u­ yordu. A yn ı şekilde dedem in eski bow ling gö m leği koleksiyonunu (babam, “ Bunlar utanç verici,” diye iddia etti), 7 8 ’lik big band ve swing plaklarını (“ Bunlara iyi para veren çıkar”), m asif ve hâlâ kilitli silah dolabının içindekileri (“ Şaka yapıyorsun değil mi? H erhalde şaka yapıyorsundur” ) saklam am a da izin verm ediler. Babam a taş yürekli davrandığını söyledim . H alam sahneden ka­ çarak bizi, eski muhasebe kayıtlarından oluşan bir yığını ayıkladığı­ mız çalışma odasında yalnız bıraktı. “ B en sadece pratik davranıyorum , insanlar öldüğü zam an böyle yapılır J a co b .” “ Y a a ? Y a sen öldüğün zam an n e olacak? Bütün el yazısı notla­ rını yakm am m ı gerek ecek ?” B abam kıpkırmızı kesilmişti. Bunu sö ylem em em gerekirdi. Y a ­ rım kalmış kitap projelerinin kesinlikle belli bir düzeyin altında ol­ duğunu im a etmiştim. Y in e d e bana bağırm ak yerin e sakinliğini korudu. “ Bugün buraya seni bununla başa çıkabilecek kadar olgun olduğunu düşünerek getirdim. D em ek ki yanılm ışım .”


“Evet yanıldın. D edem in eşyalarını elden çıkarmakla onu unuta­ cağım ı sanıyorsun am a unutamam. ” Ellerini havaya kaldırdı. “ Sana bir şey diyeyim mi? Bu k o­ nuda kavga etm ekten bıktım. Canın ne istiyorsa sakla.” Sarar­ mış kâğıtlardan oluşan bir tom arı ayağım ın dibine fırlattı. “ İşte K en n ed y ’nin öldürüldüğü yıldan kalma, ayrıntılı bir sonuç çıkarım listesi. A l da çerçevelettir!” T o m a ra bir tekm e savurup kapıyı hızla çarparak odadan çık­ tım v e salonda gelip benden özür dilem esini bekledim . K âğıt imha makinesinin sesini duyunca öyle yapm ayacağını anlayıp kendimi yatak odasına kilitledim. O d a havasızdı. Biraz ayakkabı derisi, bi­ raz da dedem in kullandığı h afif keskin kolon ya kokuyordu. Duvara yaslanınca bir şey fark ettim. Kapıyla yatak arasında, halının üstüne vuran güneş ışınları yatak örtüsünün altından ucu görünen bir ku­ tunun kenarını aydınlatıyordu. Y e r e eğilip kutuyu dışarı çıkardım. T o z la kaplı eski puro kutusu, ded em tarafından benim g ö rm e m için oraya bırakılmış gibiydi. Kutunun içinde çok iyi bildiğim fotoğraflar vardı: görü nm ez çocuk, havaya kalkmış kız, kayayı kaldıran adam, başının arkası­ na surat resmi boyanm ış adam. Fotoğrafların bazı yerleri kırılmış, kısm en yırtılmıştı. Üstelik benim hatırladığımdan daha küçüktüler. Şim di n ered eyse bir yetişkin olarak onlara baktığım da hilekârlığın ne kadar açık seçik olduğu kafam a dank etmişti. “ G ö rü n m ez” ç o ­ cuğun kafasını yo k etm ek için m u htem elen biraz yakma, biraz o y ­ nam a yeterli olmuştu. Kuşku uyandıracak kadar sıska olan çocuğun kaldırdığı dev kaya, kolayca alçı veya köpükten yapılm ış olabilirdi. Fakat bu ayrıntılar altı yaşında, özellikle inanm aya hazır bir çocu ­ ğun fark e d e m ey eceğ i kadar inceydi. O fotoğrafların altında P ortm an D e d e m ’in bana hiç gösterm edi­ ği beş fo to ğ ra f daha vardı. Yakından bakana kadar bunun nedenini m erak etmiştim. Ü ç tanesiyle o kadar belirgin oynanmıştı ki bir ç o ­ cuk bile fark edebilirdi. Bir tanesi güldürecek d ereced e iki kez pozlanmıştı ve bir şişenin içine “ hapsolm uş” bir kızı gösteriyordu. Bir


sonrakinde “ havaya kalkmış” küçük bir kız çocuğu vardı; arkasın­ daki karanlık kapı ağzına gizlenm iş biri tarafından tutulmuştu. Bir diğerinde, baş kısmına bir çocuğun yüzü gelişigüzel yapıştırılmış bir k ö p ek vardı. Bunlar yeterin ce tuhaf değilm iş gibi, son ikisi David L y n c h ’in kâbuslarından çıkıp gelm işe benziyordu. Birinde arkaya doğru ürkütücü bir köprü hareketi yapm ış, mutsuz bir akrobat kız görülüyordu. Öbüründe hilkat garibesine ben zeyen ve o güne dek gördüğüm en tuhaf kostümleri giym iş ikiz çocuklar vardı. Beynim i yılan dilli canavarların bulunduğu masallarla dolduran ded em bile bu tür fotoğrafların çocukların kâbus görm esin e yol açacağını fark etmişti.



I) f / ยก n



D edem in odasının tozla kaplı zem inine diz çökmüş elim deki fotoğraflara bakarken, masallarının doğru olm adığını anladığım zam an kendim i nasıl aldatılmış gibi hissettiğimi hatırladım. A rtık gerçek ortadaydı: S on sözleri başka bir el çabukluğuydu. S on ey le­ m iyse, giderilm esi yılları alacak terapi ve m etabolizm ayı m ahveden ilaç tedavisi gerektirecek şekilde kâbuslar görü p paranoyakça ku­ runtulara kapılm am a neden olmuştu. Kutuyu kapatıp salona getirdim . Babam la Susie H alam kesildiği halde hiç kullanılmamış kuponlarla dolu bir çekm eceyi on galonluk bir çö p torbasına boşaltıyordu. Kutuyu onlara uzattım. İçinde ne olduğunu sorm adılar bile. — rî/ş/s_e—

“ H ep si bu m u?” diye sordu Dr. G olan. “ Ölümü anlamsız m ıydı?” K a n ep ey e uzanmış, köşedeki akvaryumun içinde tek başına tem b elce daireler çizen altın renkli tutsağı seyrediyordum . “ E ğer sizin daha iyi bir fikriniz yoksa ö y le ,” dedim . “Y a da bana söyle­ m ediğiniz, bütün bunların ne anlam a geldiğini açıklayan müthiş bir teori. Aksi takd ird e...” “N e?” “ Aksi takdirde, bu zaman kaybından başka bir şey d eğ il.” Derin bir iç çekip baş ağrısını giderm ek ister gibi burnunun üstü­ nü sıktı. “ D edenin son sözlerinin ne anlam a geldiğinden ben im bir sonuç çıkarm am gerekm iyor. Ö n em li olan senin ne düşündüğün.” “ Bunlar psikiyatrik palavralar,” diye ortalığı kızıştırdım. “ Ö n em li olan benim ne düşündüğüm değil, neyin gerçek olduğudur! A m a zannederim bunu asla b ilem eyeceğiz, o halde ne ön em i var? Siz bana ilaçlarımı yazıp faturayı çıkarın.” Onu delirtm ek -h atalı olduğum konusunda ısrar ettirip kavgaya sokm ak- istiyordum. O ysa o ifadesiz bir yüzle, kalem ini koltuğun kenarına sürekli vurmakla yetindi. Bir süre sonra, “ Görünüşe bakı­ lırsa teslim oluyorsun,” dedi. “ H ayal kırıklığına uğradım. Y a rı yolda bırakman hiç hoş d eğil.” “Ö yleyse beni iyi tanım ıyorsunuz,” diye karşılık verdim.


Parti verm e konusunda kendim i bundan daha isteksiz hissedem ezdim. A n n em ler hiç ustaca gizleyem edikleri ipuçları verm eye başla­ dığı zam an bunun kaçınılmaz olduğunu anlamıştım. O n altı yaşıma basacağım ı h epim iz gayet iyi bildiğimiz halde, önümüzdeki hafta sonunun ne kadar sıkıcı ve durağan olacağından bahsetm eye baş­ lamışlardı. Bu sen e parti olayını rafa kaldıralım diye onlara yalvar­ dım. Birçok sebebin yanı sıra davet etm ek istediğim tek bir kişinin bile aklıma gelm ediğini söyledim se de yalnız başıma çok vakit geçir­ m em den endişeleniyorlardı. Sosyalleşm enin bir nevi tedavi olacağı fikrine dört elle sarılmışlardı. O nlara elektroşokun da bir tedavi şekli olduğunu hatırlattım. N e var ki annem bir kutlamayı en gelleyecek en küçük m azereti bile kabul etm eye hevesli değildi. Bir keresinde papağanım ızın d oğu m gününü kutlamak için arkadaşlarını davet et­ mişti. Evimizi konuklara gösterip hava atm ayı sevmesinin de bunda payı vardı. Elinde şarap kadehiyle konukları m obilyalarla tıka basa dolu bir odadan öbürüne gezd irm eye, mim arın dehasını ö vm ey e ve eşyaların döşenm esiyle ilgili savaş öyküleri anlatmaya bayılırdı (“ Şu aplikleri İtalya’dan getirtm em iz aylar sürdü” ). Dr. G o la n ’da felaket gibi geçen bir seanstan eve yeni dönm üş­ tük. Babam ın peşinden kuşku uyandıracak kadar karanlık olan sa­ lona doğru yürürken, “ A y ıp bize, doğu m günün için bir şey planla­ m adık” v e “ N e y s e canım, bu işin gelecek yılı da va r,” gibi cüm leler mırıldanıyordu. Derken bütün ışıklar bir anda yanarak konfetiler, şeritler, balonların yanı sıra teyzeler, halalar, amcalar, dayılar ve çok nadir görüştüğüm kuzenlerden oluşan bir karışım -kısacası annem in katılmaya razı ettiği h erk es- ortaya çıktı. H e le punch kâsesinin yanından ayrılmayan v e vidalı deri ceketiyle kom ik d ere­ cede aykırı duran R ick y’yi görünce çok şaşırmıştım. H erk es mutlu yıllar şarkısını söyleyip ben de şaşırmış gibi davranm ayı bitirdikten sonra annem kollarını boynum a dolayıp, “ B eğendin m i?” diye fı­ sıldadı. O ysa ben yorgundum v e allak bullak olmuştum; yatm adan ön ce T V ’yi açıp Savaş K u le si i l i : Ç a ğ rı oyununu oyn am ayı istiyor­

<---------------------------------------- 57

---

>—


dum. A m a ne yapabilirdik, herkesi eve mi gönderecektik? B e ğ e n ­ diğim i söyleyince annem teşekkür olarak bana gülümsedi. A n n e m kadehine chardonnay şarap doldurup, “Y e n i eklentiyi kim g ö rm ek ister?” diye şakıyarak küçük bir akraba grubunun ba­ şında üst kata çıktı. R ick y’yle uzaktan birbirim ize baş salladık. Bir iki saat birbirimi­ zin varlığına katlanma konusunda konuşmadan anlaşmıştık. B eni damdan n eredeyse aşağı atacak gibi olduğu günden bu yana konuşmamıştık am a ikimiz de arkadaş kalma görüntüsü yaratm anın önem ini biliyorduk. T a m konuşmak için yanına gitm ek üzereyken B obby D ayım beni kolumdan tutup bir k öşeye çekti. D ayım büyük bir araba kullanan, büyük bir evde yaşayan irikıyım bir adamdı. Yıllardan beri kalınbağırsağına tıktığı onca kaz ciğeri ezm esi ve çift katlı d ev ham burgerler yüzünden ağır bir kalp krizi geçirm esi kaçı­ nılmazdı. B ö y le ce bütün varlığı o kalın kafalı kuzenlerim le sessiz, minik karısına kalacaktı. Les D a yım ’la birlikte S m a r t A i d ’in eş başkanıydılar. H e p b öyle yaparlardı; gu acam ole sosunun güzelliğinden dolayı e v sahibesini övm ek yerine, bir yere gizli bir saldırı planı yapıyorm uş gibi insanları köşelere çekip konuşurlardı. “A n n en bana şu büyükbaba m eselesinde... tehlikeyi gerçekten atlattığını söyledi. ” Büyükbaba m eselesi. K im se buna ne ad vereceğin i bilmiyordu. “Akut stres tepkisi,” dedim. “N e ? ” “Y aşadığım sorun. Yaşam akta olduğum. H e r n eyse .” “ İyi, iyi. Bunu duyduğuma gerçekten sevindim .” Bütün o nahoş olayları kovarcasm a elini salladı. “ A n n en le biraz konuştuk. Bu yaz T a m p a ’ya gelip aile işinin nasıl döndüğünü g ö rm e y e ne dersin? Bir süre gen el m erkezde benim le birlikte kafa yorm ak istem ez misin? Tabii raflara mal dizm ekten hoşlanm ıyorsan!” Ö yle gür bir kahka­ ha atmıştı ki elim de olm adan g e riy e sıçradım. “İstersen evd e otu­ rursun, hafta sonları kuzenlerinle birlikte h ep beraber tarpon balığı tutmaya g id eriz.” Ardından tam beş dakika boyunca yen i yatını,


adeta porn ografik en küçük detayına varana kadar anlattı. Sanki bu tek başına anlaşmaya varm aya yeterm iş gibi, konuşması bitince sırıtıp sıkmam için elini uzattı. “ Ee, ne diyorsun bakalım, J -d o gg ?” Galiba reddedem eyeceğim bir teklif olduğunu düşünüyordu, oysa ben dayım ve şımarık çocuklarıyla birlikte yaşamaktansa bütün yazı Sibirya’daki bir çalışma kampında geçirm eyi tercih ederdim. S m a r t A i d genel m erkezinde çalışmaya gelince; bunun muhtemelen gele­ ceğim in kaçınılmaz bir parçası olduğunu biliyordum ama en az birkaç yaz mevsimini daha özgür geçirm eyi v e şirket kafesine kapanmadan önce dört yıl üniversite okumayı hesaplıyordum. Nazik bir kaçış yolu bulmak için çabaladım. G elgelelim ancak, “ Psikiyatrımın şu sıralar bunu doğru bulacağından pek emin değilim ,” diyebildim. Dayım ın fırça gibi kaşları birleşmişti. Belli belirsiz kafa sallaya­ rak, “ Eh iyi, peki, tabii,” dedi. “ O halde olayı kendi akışına bıra­ kalım ahbap, ne dersin?” Ardından benim cevabım ı beklem eden, karşı tarafta kolundan tutup kenara çek ecek birini görm üş gibi ya­ parak yanım dan uzaklaştı. A n n e m hediyeleri açm a vaktinin geldiğini duyurdu. Bu işi hep herkesin gözü önünde yapm am için ısrar ederdi. Bu başlı başına bir sorundu çünkü sanıyorum daha ö n ce de bahsettiğim gibi hiçbir za­ m an iyi yalan söyleyem em . Bu yalancıktan minnettarlık gösterm e konusunda da iyi olm adığım anlamına gelir. Başkasından hediye gelip tekrar paketlenen N o e l C D ’leri veya L es D a yım ’m yıllardan beri benim “ ge ze n ti” olduğuma dair şaşılacak yanılgısı yüzünden Field and Stream dergisi aboneliği gibi hediyeler alınca, yin e de nezaket kurallarını bozm am ıştım . Paketini açtığım onca ıvır zıvırı zoraki bir gülüm sem eyle herkes görü p beğensin diye havaya kaldı­ rıyordum. Sonunda kahve masasının üstüne yığılı hediyeler azalmış ve ortada sadece üç tane paket kalmıştı. Ö n ce en küçük paketi aldım. İçinden annem le babam ın dört yıllık lüks sedan arabasının anahtarı çıktı. A n n e m yeni bir araba alacaklarını açıkladı, b ö ylece ben eskisine konmuştum. İlk arabam! H erkes o o o o , vaaay gibi nidalar atarken ben yüzümün kızardığını


hissettim. R ick y’nin önünde böylesine pahalı bir hediye kabul edip gösteriş yapm ak çok fazla olacaktı. Sonuçta onun arabası benim on iki yaşındayken aldığım bir aylık harçlıktan daha ucuza mal ol­ muştu. Anlaşılan ailem hep benim paraya ö n em veren biri olm am için çabalıyordu am a ben gerçekten ö n em verm iyordum . Tabii insanın bol parası olduğu zam an ö n em verm ediğini söylem esinin kolay olduğunu da unutmamak lazım. Sonraki hediye, g eçen yaz boyunca annem le babam a almaları için yalvardığım dijital fo to ğ ra f makinesiydi. A leü elim de tartarken, “V a a y ,” dedim . “ Bu m üthiş.” Babam , “ Kuşlar üzerine yeni bir kitap tasarlıyorum ,” dedi. “B el­ ki fotoğrafları sen çekersin diye düşündüm.” “ Y e n i bir kitap!” diye haykırdı annem . “ Bu fevkalade bir fikir Frank. Sözü açılmışken üzerinde çalıştığın son kitap ne oldu?” Bir­ kaç kadeh şarap içtiği belliydi. Babam ,

“ U fak tefek birkaç düzeltm eyle uğraşıyorum ,” diye

usulca karşılık verdi. B ob b y Dayım , “ Y a a , dem ek ö y le ,” diye kıs kıs güldü. Yüksek sesle, “ P ek âlâ !” diyerek son hediyeyi aldım. “ Bu Susie H a la m ’dan .” B en hediyenin ambalajını açarken halam, “Aslında bu hediye d ed en d en ,” dedi. Ö yle ce donakalmıştım. Bütün e v birden ölüm sessizliğine bü­ ründü. İnsanlar Susie H a la m ’a şeytanın adım anmış gibi bakıyordu. Babam ın dudakları gerginleşirken annem kadehindeki son yudumu bir dikişte bitirdi. “H adi açıp baksana,” dedi Susie Halam. Am balaj kâğıdının kalan kısmını açınca ortaya sayfa köşeleri kıv­ rılmış, şömizi olm ayan ciltli eski bir kitap çıktı. Cildin üstünde R a lp h W a ld o E m e r s o n ’un S e ç m e E serleri yazıyordu. Kitabın içinde yazılanlan cildin altından okumaya çalışıyormuş gibi gözlerim i dikmiştim. Titreyen ellerim de ne işi olduğuna bir türlü anlam verem iyordum . S on sözleri Dr. G olan ’dan başka kimse bilmiyordu. Ben lavabo aça-


t

R alp W ald o ’ E m e r s o n ’ un S eçm e E s e r l e r i

Derleyen ve Önsöz C lif to n

Vt

D u r r e ll, Ph . D .

ÎİCrÜc |c6{fc<JcC6^f

A nthem

B ooks • N ew Y ork


cağını lıkır lıkır içm e veya Sunshine S kyway köprüsünden geriye d o ğ­ ru takla atma tehdidinde bulunmadığım takdirde, muayenehanesinde konuştuğumuz her şeyin gizli kalacağına dair birkaç kez söz vermişti. Yü zü m de nasıl soracağım ı p ek bilm ediğim bir soru ifadesiyle halam a baktım. Zoraki gülümseyerek, “ Onu evde tem izlik yapar­ ken dedenin çalışma masasında bulmuştum,” dedi. “ Üstüne senin adını yazmıştı. Sanırım sende kalmasını istiyordu.” Tanrı Susie H a la m ’ı korusun. Sonuçta iyi yürekli birisiydi. O rtam ı yumuşatmak isteyen annem , “ H a rik a ,” dedi. “ D edenin kitap okuduğunu bilmiyordum. Düşünceli bir davranış.” Babam dişlerini sıkarak, “ E vet,” dedi. “Teşekkürler Susan.” Kitabın kapağını açtım. Tahm in ettiğim gibi, ilk sayfada d ed e­ min titrek el yazısıyla bir ithaf vardı: Jacob M agellan P o rtm a n ’a ve ileride keşfedeceği dünyalara... Herkesin önünde ağlam aya başlayacağım dan korkarak kalktı­ ğım sırada sayfaların içinden çıkan bir şey yere düştü. Eğilip yerden aldım. Bu bir mektuptu. E m e r s o n . M e k tu p . Yüzüm den bütün kanın çekildiğini hissediyordum. A n n e m bana doğru eğilerek gergin bir fısıltıyla su isteyip istem ediğim i sordu. A n ­ nemin dilinde bu kendini toparla, herkes sana bakıyor anlam ına geliyordu. “ Biraz şey h issediyoru m ...” derken bir elim le karnımı tuttuğum gibi odam a doğru fırladım.

Mektup ince çizgisiz kağıda, kıvrımlı bir el yazısıyla yazılmıştı. H a rf­ ler ö yle süslüydü ki adeta kaligrafiye benziyordu. Siyah m ürekkep eski bir dolm a kalem le yazılmış gibi farklı tonlara bürünmüştü. M ek ­ tup şöyleydi:


feiiicıL#)e,

E sevıı çok ozIu^oí. Om. t ja z w a ^ o M msia1



Mektubu yazan kişi bahsettiği gibi, içine eski bir fo to ğ ra f koy­ muştu. F otoğrafı odam daki masa lambasının ışığına tutup kadının karanlıkta kalan yüzünün ayrıntılarını g ö rm ey e çalıştım. N e var ki, hiçbir ayrıntı seçilem iyordu. Görüntü çok tuhaf olm akla birlik­ te dedem in fotoğrafların a benzem iyordu. Bu fotoğrafta hiçbir hile yoktu. S ad ece bir kadının, p ip o içen bir kadının görüntüsü vardı. A ğzın dan sarkan kıvrımlı p ip o Sherlock H o lm e s ’un piposuna ben­ ziyordu. G özüm ü ondan alamıyordum . Büyükbabamın bulmamı istediği şey bu muydu? Evet diye dü­ şündüm, ö yle olsa gerek, E m erson ’un yazdığı m ektuplar değil, onun kitabının içine saklanmış bir mektup. Fakat bu müdire, adı P eregrin e olan kadın kimdi? G önderici adresi var mı diye zarfın üstüne bakınca, C a i r n h o l m Adası, C y m r u , U K yazılı silik bir dam ­ gadan başka bir ibare görem edim . U K , bu Britanya dem ekti. Çocukken atlasları in celem eye m e­ raklı olduğumdan C y m r u isminin G aller anlam ına geldiğini biliyor­ dum. C a i r n h o l m A d a sı Bayan P e re g rin e ’in mektubunda bahsettiği ada olsa gerekti. A ca b a burası dedem in küçük bir çocukken yaşa­ dığı ada mıydı? Dokuz ay ö n ce bana “kuşu bulm am ı” söylemişti. Dokuz yıl önce, yaşadığı çocuk yuvasının “ p ip o içen bir kuş” tarafından korunduğu­ na dair yem in etmişti. O sırada yedi yaşındaydım ve söylediklerine olduğu gibi inanmıştım. O ysa fotoğraftaki müdire p ip o içiyordu ve P eregrin e bir tür d oğan dem ekti. Y a dedem in bulmamı istediği kuş aslında onu kurtaran kadın, yani çocuk yuvasının müdiresi olan ka­ dınsa? Belki aradan geçen bunca yıldan sonra hâlâ adada yaşıyor­ du; belki asırlar kadar yaşlı olduğu için, büyüdüğü halde onu terk etm eyen çocuklar tarafından bakılıyordu. D edem in son söylediği cümleler ilk kez tuhaf biçim de anlam kazanm aya başlamıştı. A d a ya gidip o yaşlı kadını, eski müdireyi bulmamı istemişti. Çocukluğuna ait sırları bilecek ye gâ n e insan o kadındı. N e var ki zarfın üstündeki dam ga on beş yıl öncesin e aitti. H âlâ hayatta olm ası mümkün müydü? K afam da birtakım hesapla­ ^

3

6

5

-> £ < $ > - 0 ^


malar yaptım : 1 9 3 9 ’da çocuk yuvasını yönetirken söz gelim i yirmi beş yaşındaysa, o zam an bugün doksanlı yaşların sonunda olması gerekirdi. O halde hayatta olması mümkündü, E n glew o o d ’da o n ­ dan yaşlı olup hâlâ kendi başına yaşayan v e araba kullanan insanlar vardı. Bayan P eregrin e mektubu gönderdikten sonra vefat etmiş olsa bile, C a im h o lm ’da yine d e bana yardım edebilecek, Portm an D e d e m ’in çocukluğunu, onun sırlarını bilen insanlar olabilirdi. Biz, diye yazmıştı. H â lâ hayatta o la n az sayıdaki kişi.

Tah m in edebileceğiniz gibi, yaz m evsim inin bir kısmını G aller açık­ larındaki küçük bir adada geçirm e konusunda ailem i ikna etm ek kolay bir iş değildi. Ö zellikle annem bunun neden berbat bir fi­ kir olduğu konusunda pek çok dayatm acı sebep saymıştı. Bunla­ rın arasında yaz aylarını B obby D a yım ’ın yanında bir m ağazalar imparatorluğunun nasıl yönetildiğini ö ğre n ec eğim beklentisi vardı. A yrıca annem veya babam benim le ge lm ey e hiç niyetli olm adığın­ dan seyahatte bana eşlik ed ecek kimse yoktu ve yalnız gitm em ke­ sinlikle söz konusu değildi. Bunları çürütecek etkili tezlerim yoktu. Bu yolculuğa çıkm ayı - ç ı k m a y a m e c b u r o l d u ğ u m u d ü ş ü n d ü ğ ü m y o l c u l u ğ u - istem e sebebim i korktuklarından daha da kaçık görün­ m eden izah etm em olanaksızdı. A n n em lere Portm an D e d e m ’in son sözlerinden, m ektuptan veya fotoğraftan kesinlikle bahsetm e­ yecektim , aksi takdirde beni akıl hastanesine yatırırlardı. Ö n e süre­ bileceğim tek mantıklı tez, “ A ile geçm işim izi daha iyi bilm e” iddia­ sıydı. “ Chad K ram er ve Josh Bell bu yaz A vru p a ’ya gidiyorlar. Ben neden gid em iyoru m ?” sorusuysa kulağa hiç inandırıcı gelm iyordu. Bu savları ümitsizmiş gibi görü n m eden olabildiğince sık gündem e getiriyordum (hatta bir ara “ sakın param ız yo k d em eyin ” çaresine başvurmuş am a bu taktiği kullandığıma h em en pişman olmuştum), lâkin bir işe yarayacağa benzem iyordu. Derken benim işime muazzam dereced e yarayacak birkaç geliş­ m e oldu. Birincisi, Bobby D ayım bütün yazı onun yanında geçirm em


konusunda kararsızlığa kapıldı, kim evinde bir kaçığın yaşamasını isterdi ki? B öylece tatil program ım birdenbire tam am en boşalmıştı. İkincisi, babam Cairnholm adasının son derece önem li bir kuş habitatı olduğunu öğrenmişti. Bir kuş cinsinin bütün dünyadaki nüfusu­ nun yarısının orada yaşadığını öğrenm ek bir ornitolog olarak onu müthiş heyecanlandırmıştı. Bu konu ne zaman açılsa onu özendir­ m ek ve ilgilenmiş gibi görünm ek için elimden geleni yapıyordum. Fakat en önem li faktör Dr. G olan ’dı. Onu kandırmak için şaşılacak ölçüde az çaba harcamıştım. Sonunda bu fikri beğenm ekle kalmayıp ailemi benim gitm em konusunda teşvik ederek hepimizi şoka soktu. Bir gün öğled en sonra yaptığı seansın bitiminde annem e, “ Bu yolculuk onun için önem li olabilir,” dedi. “ Orası dedesinin aşırı de­ reced e efsaneleştirdiği bir yer. O raya gitm esi bu efsanenin ortadan kalkmasına yarayabilir. O adanın herhangi bir yer gibi norm al o l­ duğunu, bir sihre sahip bulunmadığını görür. B ö ylece büyükbabası­ nın fantezileri etkilem e gücünü kaybeder. H ayal dünyasının gerçek dünyayla çatışmasında son d erece etkili bir yo l olabilir. ” “A m a ben onun zaten o saçmalıklara inanmadığını sanıyordum,” diyen annem bana dönerek, “ Ö yle değil mi Jake?” diye sordu. “ Kesinlikle,” diye onu onayladım . Dr. Golan, “ Bilinçli olarak in an m ıyor,” dedi. “A n cak şu anda bi­ linçaltı onda sorunlara yo l açıyor. Gördüğü düşler, yaşadığı kaygı.” A n n e m çıplak gerçek le yüzleşm eye hazırlanır gibi gözlerin i kısa­ rak doktora bakıp, “ Peki siz oraya gitm esinin gerçekten işe yaraya­ cağına inanıyor musunuz?” diye sordu. Y a p m a m veya yapm am am gereken işler söz konusu olduğunda Dr. G o la n ’ın söyledikleri ka­ nun gibiydi. D oktor, “ İnanıyorum ,” diye cevap verdi. M esele b ö ylece kapanmıştı.

Bu konuşmadan sonra her şey şaşırtıcı bir hızla yerli yerin e otur­ muştu. U çak biletleri satın alınmış, planlar yapılmış, program lar


ayarlanmıştı. Babam la birlikte haziran ayının üç haftasını adada geçirecektik. B en sürenin çok uzun olduğundan endişelensem de o adadaki kuş kolonilerini kapsamlı biçim de inceleyebilm ek için en az bu kadar zam ana ihtiyacı olduğunu ileri sürmüştü. A n n em in itiraz edeceğin i sanmıştım -ta m üç h a fta !- fakat seyahat yaklaştıkça h e­ yecanı artmış görünüyordu. S evinçten parlayan gözlerle, “ B enim iki erkeğim büyük bir m aceraya atılacaklar!” diye konuşuyordu. Aslında coşkusunu bayağı dokunaklı bulmuştum, ta ki bir gün arkadaşıyla yaptığı telefo n konuşmasını duyana kadar. Ü ç hafta boyunca “ eski yaşam ına kavuşacağı” v e “ endişelenm esi gerek en iki muhtaç çocu ğu ” olm ayacağı için ne kadar rahatlayacağını arka­ daşına itiraf ediyordu. Olabildiğince iğneleyici biçim de ben d e seni s e viy oru m dem ek istedim fakat beni görm ediği için sesimi çıkarmadım. Elbette onu seviyordum ancak insanın annesini sevm esi zorunlu bir duygudur; yolda karşılaşsam çok seveceğim bir tip olduğunu sanm ıyorum . Za­ ten o da yolda yürümez; yürüm ek fakirlere mahsustur. Okulun tatile girm esiyle yolculuğumuzun başlangıcı arasındaki üç haftalık boşlukta Bayan A lm a L eF ay P e re g rin e ’in hâlâ hayatta olan insanlar arasında bulunduğunu doğrulam ak için elim den g e ­ leni yaptım . N e var ki, internette yaptığım araştırmalardan hiçbir sonuç çıkmadı. H âlâ yaşadığını varsayarak ona telefon etm eyi ve en azından görü şm eye g e leceğ im e dair uyarmayı ummuştum. Gelgelelim kısa zamanda, C airn h olm ’da n eredeyse kimsenin telefonu olm adığını keşfettim. K o ca adada bir tek telefon numarası bulabil­ miştim. Bu n eden le o numarayı aradım. Hattın bağlanm ası n ered eyse bir dakika sürdü. Ö n ce hışırtılar ve tıkırtılar, ardından sessizlik v e tekrar hışırtılar duyuldu. O uzak m esafenin her kilometresini kat eden telefon hattını hissedebili­ yordum . N ih ayet A vru p a ’ya özgü o tuhaf zilin - d ü ü t - d ü ü t .. .düütd ü ü t - diye çaldığını duydum. A şırı d ereced e zehirlenm iş olduğunu düşündüğüm bir adam telefon u açtı. “H e lâ d eliğ i!” diye haykırdı adam . Arkadan korkunç dereced e


gürültü geliyordu, bir bekâr evinde verilen coşkulu partinin doru­ ğunda duyulabilecek türden bir uğultu vardı. Kendim i tanıtmaya çalışsam da karşımdaki adamın beni duyabileceğini sanmıyordum. A d a m tekrar, “ H elâ d eliği!” diye kükredi. “ K im arıyor?” N e var ki, ben daha konuşm aya fırsat bulamadan ağzını ahizeden uzaklaş­ tırıp birilerine bağırdı. “ Ulan puşt herifler size kesin dem edim mi, telefo n d a ...” O anda hat kesildi. Uzunca bir süre telefon elim de öylece kal­ dıktan sonra kapattım. Tek rar aram a zahm etine katlanmadım. C airnh olm ’un yegâ n e telefon u “ helâ deliği” diye bir pislik yuvası­ na aitse, adanın gerisi kim bilir nasıldı? A vru p a ’ya yapacağım ilk seyahati sarhoş manyaklardan kurtulmaya çalışarak ve kuşların bağırsaklarını kayalık kıyıların üzerine boşaltmasını seyrederek mi geçirecektim ? Belki ö yle olacaktı. Fakat sonunda dedem in sırrını açığa çıkarma ve olağandışı yaşam ım ı norm al seyrine sokm a olana­ ğı bulacaksam, h er türlü sıkıntıya katlanm aya değerdi.


11

T !- .............. — -

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM - ..............

—-w g ^ g ^ ^ p r w z r z z r :


is etrafım ızı kalın bir örtü gibi kaplamıştı. K a p ta n ne* V

red eyse geld iğim izi duyurduğunda ö n c e dalga geçtiğin i zannettim ; feribotu n yalpalanan gü vertesin de sonsuza

uzanan gri bir p erd ed e n başka bir şey görem iyord u m . K ü p eşteye yapışarak yeşil dalgaları seyred erken bir yandan da kahvaltı ni­ yetin e ben i y e m e y e hazır balıkları düşünüyordum. Ü stünde g ö m ­ lekten başka bir şey olm ayan babam sa titriyordu. H iç bu kadar soğu k v e n em li bir haziran gö rm em iştim . B abam ın v e ben im se­ lam etim için, bu kadar uzak bir y e re g e lm e k için katlanm ayı g ö z e aldığım ız otu z altı saatlik eziyetli yolculuğun sem eresin i g ö rm e m iz için dua ettim . Ş im d iye kadar üç uçak değiştirm iş, iki aktarm a yerin d e beklem iş, pis tren garlarında sırayla kestirmiştik v e şimdi bu bitm ek bilm eyen , m id e bulandırıcı ferib o t yolculuğuna katla­ nıyorduk. D erk en babam , “ B a k !” diye bağırdı. Başım ı kaldırınca b em b ey a z boşluğun ortasında g ö ğ e d o ğru bir kule gib i yükselen kayalık te p e y i gördüm . D edem in adası karşımızdaydı. Sis perdesinin içinde soğuk ve kasvetli haliyle bir hayalet gibi görünüyordu. Çığlık çığlığa uçuşan m ilyonlarca kuşun koruduğu ada, devlerin inşa ettiği antik bir kale­ yi andırıyordu. D im dik yükselen yam açların hayalet gibi bulutların içinde kaybolduğunu görünce, buranın sihirli bir yer olduğu düşün­ cesi bana p ek gülünç gelmem işti.


M idem in bulantısı geçm işe benziyordu. Babam N o e l günü h e­ diye almış bir çocuk gibi gözlerini tepem izde dönen kuşlardan ala­ mıyordu. H avada uçan noktalardan oluşan bir kümeyi göstererek, “Jacob şunlara bak!” diye bağırdı. “ M an adasına özgü yelkovan kuşları!” Kayalık yam açlara biraz daha yaklaşınca suyun altında tuhaf şe­ killer belirdiğini fark ettim. Yanım dan ge çen bir tayfa küpeşteden eğilip dikkatle suya baktığımı görünce, “D aha ön ce hiç gem i enkazı görm edin h a?” dedi. O n a dönüp, “ G erçekten m i?” diye sordum. “ Bütün bu b ö lge gem i m ezarlığı gibidir. Eski kaptanlar şöyle derdi: ‘Hartland Burnuyla Cairnholm K oyu arası, g e c e vey a gündüz denizcilerin m eza rı!’ ” T a m o sırada üstünden geçtiğim iz enkaz yüzeye ö yle yakındı ki, yosun tutmuş iskeleti çok belirgin biçim de görülebiliyordu. M eza ­ rında ayağa kalkan bir zom bi gibi sudan dışarı fırlayacağa benziyor­ du. D en izci enkazı göstererek, “ Şunu gördün m ü?” diye sordu. “ O tekneyi bir U -bot batırmıştı.” “ U -botlar buraya geliyor muydu?” “ H e m de yüzlercesi. Bütün İrlanda D enizi A lm an denizaltılarıyla kaynıyordu. Torpilledikleri bütün gem ileri tekrar su üstüne çıkarabilsen bahse girerim donanm anın yarısı sende olurdu.” Kaşının birini ciddiyetle havaya kaldırdı, ardından gülerek uzaklaştı. G em inin enkazını daha iyi görebilm ek için gü vertede kıç tarafı­ na doğru koşup gözd en kaybolana kadar seyrettim. A d a ya çıkmak için tırm anm a donanım ına ihtiyaç duyacağım ızı düşündüğüm sıra­ da, dik yam açlar bizi karşılamak istercesine alçalmaya başladı. Bir burnu dönünce kayalıklarla çevrili yarım ay şeklinde bir koya girdik. U zakta rengârenk balıkçı tekneleriyle dolu küçük bir liman, onun ardındaysa yeşil bir çanağı andıran düzlüğe kurulmuş kasaba gözü ­ küyordu. Kasabanın ardında, yükselerek dik bir sırtla buluşan yeşil çayırlara dağılmış koyunlar bir yam alı bohça görüntüsü sunuyordu. Sırtın üstüne bir duvar gibi çökmüş bulutlar, pamuktan yapılm ış bir


siperi andırıyordu. D aha ö n ce gördüğüm hiçbir ye re ben zem eyen etkileyici v e güzel bir m anzara vardı. Feribot m otorundan gürültü­ ler çıkararak limana yaklaşırken, haritalarda belli belirsiz m avi bir nokta olarak gösterilen bir kara parçasını gürmüşçesine, hafif bir m acera hissi duyarak ürperdim. Feribot limana yanaşınca çantalarımızı sırtlayıp küçük kasaba­ ya girdik. Birçok şey gibi buranın da yakından bakınca, uzaktan göründüğü kadar sevimli olm adığına karar verdim . Çatılarındaki çanak antenler olm asa eski v e hoş görü n ecek beyaz boyalı ahşap evler, ızgara planlı uzanan, çamurlu v e çakıl taşlı sokaklar boyun­ ca dizilmişti. C airnholm çok uzak olduğundan, anakaradan buraya kablolarla elektrik taşımanın maliyeti anlamsız d ereced e yüksekti. Bu n edenle adanın her tarafına yayılmış pis m azot kokulu je n e ­ ratörler, kızgın yabanarıları gibi vızıldayarak çalışıyordu. Bunların gürültüsü, adanın yegâ n e trafiğini oluşturan homurtulu traktörlerle son d erece uyumluydu. Kasabanın kenar sokaklarında çatıları o l­ m ayan terk edilmiş yapılar, gittikçe azalan nüfusun göstergesiydi. G en çler yüzyıllardan beri uygulanan balıkçılık v e çiftçilik gelen ek le­ rine sırt çevirip başka diyarların daha g ö z alıcı fırsatlarının peşine düşüyordu. A d ı Rahip Evi gibi bir şey olan, kalacağım ız yeri arıyorduk. Babam burada oda ayırtmıştı. G özü m de sadece oda v e kahvaltı hizm eti sunmak üzere pansiyona çevrilm iş eski bir kilise canlan­ dırmıştım. Kuşları seyretm ediğim iz veya iz peşinde koşm adığım ız zam an uyuyacağım ız bu mekânda fazladan bir özellik olmayacaktı. Kalacağım ız yerin adresini birkaç kasabalıya sorunca şaşkın bakış­ larla karşılaştık. Babam yüksek sesle, “Bunlar İngilizce konuşm uyor muydu?” diye düşündü. Bavulumun anlamsız d ereced e ağır oluşu yüzünden kolum ağrım aya başlamıştı ki karşımıza bir kilise çıktı. Kalacağım ız ye re geldiğim izi sanmıştık, ancak içeri girince buranın pansiyona değil, küçük kirli bir m ü zeye çevrilm iş olduğunu fark et­ tik. Y a rı zamanlı g ö re v yapan m üze sorumlusu, tavanından eski


balıkçı ağları v e koyun postları sarkan bir odada oturuyordu. Bizi görü n ce aydınlanır gibi olan yüzü kaybolduğumuzu anlayınca asıl­ mıştı. “ Siz herhalde Rahip D eliğini arıyorsunuz,” dedi. “ Orası adaya gelenlerin kalabileceği tek yer. ” B en im son d erece eğlenceli bulduğum, iniş çıkışları olan hoş bir aksanla nasıl gideceğim izi tarif etti. Söylediklerinin yarısını anlam a­ sam da G aller halkının konuşmasını dinlem ek hoşum a gidiyordu. Babam teşekkür edip çıkm aya hazırlanırken, ben bize bu kadar yar­ dım cı olan adam a bir soru daha sordum. “ Eski çocuk yuvasına nasıl gidebiliriz?” G özlerin i şaşkınlıkla kısarak, “ Eski n e?” diye sordu. D eh şet içinde kaldığım birkaç saniye boyunca yanlış adaya g e l­ diğim izi ya da daha kötüsü, o yuvanın dedem in hayal ürünlerinden biri olduğunu düşündüm. “ Mülteci çocukların kaldığı bir yuva y o k m uydu?” dedim. “Savaş sırasında? Büyük bir e v ? ” A d a m bana kuşkulu gö zlerle bakıp dudağını ısırdı; yardım et­ m ekle başından savm ak arasında kararsız kalmış gibiydi. Sonun­ da bana acımıştı. “ M ülteci filan bilm iyorum ,” dedi. “ A m a galiba bahsettiğin yeri biliyorum. A dan ın öbür tarafında kalıyor. Bataklığı geçtikten sonra orm anın içinden gidiliyor. Y in e de senin yerin de ol­ sam oraya yalnız gitm ezdim . Y o ld a n uzaklaştığın takdirde bir daha seni gö re n olm az. Islak otlar v e koyun pisliği, kayalığın üstünden dümdüz gitm eyi en geller.” Babam bana bakarak, “ Bunu duyduğum iyi oldu,” dedi. “T e k başına gitm eyeceğin e söz v e r.” “Ta m a m , ta m a m .” A d a m , “S ahi orayla niye ilgileniyorsunuz?” diye sordu. “ Turist haritalarında bulunmaz o ra sı.” Kapının ağzında duran babam, “ Küçük bir soyağacı p rojesi,” diye cevap verdi. “Babam küçük bir çocukken orada birkaç yıl kal­ m ış.” Ölm üş büyükbabamdan ya da psikiyatrdan bah setm em ek için


çıkm aya can attığını anlamıştım. A d a m a bir kez daha teşekkür edip beni kapıya doğru çekti. M üze müdürünün tarifine g ö re geldiğim iz sokaklardan geri dön ­ dük. Sonunda kara taştan yapılm ış çirkin görünümlü bir heykelin yanına geldik. B e k le y e n K a d ın adlı bu anıt kayıp denizcilere adan­ mıştı. Acıklı bir yüz ifadesine sahip kadın kollarını birkaç sokak ötedeki limana doğru uzatmıştı. Fakat aynı zamanda, sokağın tam karşısındaki R ah ip D eliğini gösteriyordu. O tel uzmanı olm adığım halde yıpranm ış tabelaya bir g ö z atmak, yastıkların üzerine hoş kokulu otların konduğu, dört yıldızlı bir m ekânda kalm ayacağım ızı sö ylem eye yeterliydi. Tabelanın tepesinde d ev harflerle Ş A R A P , B İR A , A L K O L L Ü İÇ K İL E R yazılıydı. Bu satırın altında daha kü­ çük harflerle L e z i z Y e m e k l e r ibaresi vardı. Sonradan akla geldiği belli olan bir şekilde, en alta el yazısıyla B oş O d a la r yazılmıştı; ancak ‘1ar’ hecesi silindiği için geriye O d a kalmıştı. Bavullarımızı kapıya doğru çekiştirirken babam hilekârlık ve yanlış reklam yüzün­ den hom urdanıyordu. B ense belki B e k le y e n K a d ın kendisine içki getirecek birini gözlüyordur diye o tarafa g ö z atmaktan kendim i alamamıştım. Bavulları kapıdan ittirerek geçirdikten sonra gözlerim izi kırpış­ tırarak alçak tavanlı pubın kasvetli ortam ını bir müddet seyrettik. G özlerim karanlığa alıştığında bu m ekânı tarif etm ek için delik ke­ limesinden daha uygunu olam ayacağını anlamıştım. Küçük çerçe­ velere bölünmüş ufacık pencereler, yol üstündeki masalarla san­ dalyelere çarpm adan bira sifonunu bulmaya ancak yetecek kadar aydınlık sağlıyordu. Ayakları sallanan eski püskü masalar şöm in ede daha çok işe yarayacak gibi görünüyordu. Sabahın o saatine rağ­ m en barın yarısı sessiz ve sarhoş erkeklerle doluydu. H epsi başını dua eder gibi kehribar sarısı sıvıyla dolu kocam an bardaklara doğru eğmişti. Barın içindeki adam, “ O dayı siz ayırtmıştmız sanırım ,” diyerek elimizi sıkmak için dışarı çıktı. “ B en im adım Kev, bunlar da arka­ daşlar. M erhaba deyin arkadaşlar. ”


A dam lar bardağa doğru başlarını sallayıp, “ M erh aba,” diye m ı­ rıldandılar. K e v ’ in peşine düşüp dar bir m erdivenden üst kata çıktık. Burada iyi niyetli bir yaklaşımla basit olduğu söylenebilecek birkaç oda (ço ­ ğul!) vardı. İki yatak odası vardı ki bunlardan büyük olanını babam istedi. A yrıca mutfak, ye m ek odası ve salon olarak üçe bölünmüş bir oda vardı. Bu da burada bir masa, gü ve yem iş bir kan epe v e bir elektrik ocağı olduğu anlam ına geliyordu. K e v ’e g ö re tuvalet çoğu zam an çalışıyordu. “ Fakat kuşkulu bir durum olursa, eski dost her zam an h izm etinizde.” Koridorun ilerisinde, yatak odam ın p en cere­ sinden rahatça görünen bir yerde duran portatif tuvaleti gösterdi. “ Fla, sahi, bunlar da size lazım olacak,” deyip koridordaki d o ­ laptan iki tane gaz lambası çıkardı. “ P etrol aşırı pahalı olduğundan jen eratörler g e c e onda kapanır. Bu nedenle ya erken yatacaksınız ya da mum lara ve gaz lambalarına alışacaksınız,” diyerek sırıttı. “ U m arım burası size fazla ilkel gelm em iştir!” K e v ’e tuvaletin odanın dışında bulunmasının ve gaz lambasının sorun olm adığını, hatta kulağa eğlenceli bile geldiğini - e v e t e fe n ­ dim, küçük bir m a ce ra - söyledik. Bunun üzerine turumuzun son etabını tam am lam ak üzere bizi tekrar alt kata indirdi. “Y e m e k le ri­ nizi burada yiyebilirsiniz ki ben ö yle umuyorum, zira adada yem ek yiyecek başka yer yok. T e le fo n etm eniz gerekirse, şu köşede bir telefon kulübemiz var. G erçi bazen biraz kuyruk oluyor. C e p te­ lefonları burada çekm iyor. O gördüğünüzse adanın tek sabit hatlı telefonu. Evet, hepsi bizde, yem ek yeneb ilecek tek yer, yatacak tek yer, telefon edilecek tek y e r!” S özlerini bitirince gövdesini arkaya doğru atıp gürültülü uzun bir kahkaha savurdu. A dadaki tek telefon. Konuşm aları başkasının duym aması için kapısı çek erek kapatılan, eski film lerde görebileceğiniz türden bir telefon kulübesi vardı. Kulübeyi biraz daha inceleyince, birkaç hafta ö n ce adayı aradığım zam an duyduğum bekâr evi partisine ben zer seslerin buradan geldiğini, G rek âlem inin burada yapıldığını dehşet içinde fark ettim. H elâ deliği burasıydı.


K e v odalarımızın anahtarlarını babam a verdi. “ Bir şey sorm ak isterseniz beni nerede bulacağınızı biliyorsunuz,” dedi. “ B en im bir sorum va r,” dedim . “ H elâ, şey, rahip deliği nedir?” Barda oturan adamlar kahkahayı basmıştı. İçlerinden biri, “ E ne olacak, rahipler için yapılm ış delik tabii k i,” deyince kahkahalar ayyuka çıktı. K e v şöm inenin yanında, döşem e tahtalarının eğri büğrü dur­ duğu ve uyuz bir köp eğin uyukladığı bir kısma doğru yürüdü. Bir zam anlar bir kapının olduğu yeri ayakkabısının ucuyla yoklayarak, “ T a m burası,” dedi. “ Asırlar ön ce, K atolik olm anın asılmak için yeterli neden olduğu zamanlarda, bir grup rahip saklanmak için buraya kaçmıştı. K raliçe Elizabeth’in haydut çetesi onların peşine düştüğü takdirde, saklanması gereken herkesi bu daracık yerlere, rahip deliklerine saklardık.” Saklardık diye konuşması tuhafıma git­ mişti, sanki uzun zam an ö n ce ölmüş ada sakinlerini şahsen tanıyor gibiydi. İçenlerden birisi, “ H akikaten daracık!” dedi. “ Bahse girerim orada kızarmış ekm ek gibi kavruluyor, davul gibi geriliyorlardı!” “ H e r gün rahip katilleri tarafından asılma tehlikesiyle yaşam ak­ tansa sıcak ve dar bir yere sıkışmayı tercih ederdim ,” diye konuştu bir başkası. İlk adam, “ B e y le r!” diye bağırdı. “ C a irn h olm ’a içiyorum ; her zam an bizim sığınılacak kayam ız olsun!” Bardakiler h ep bir ağızdan, “ C airn h olm ’ a !” diye bağırıp bardak­ larını kaldırdılar.

U çak yolculuğundan dolayı bitap düştüğümüz için erkenden yattık. D aha doğrusu yatağa girip döşem enin arasından odaya sızan yük­ sek kakofoniyi duym am ak için başımızı yastığın altına göm dük. Bir ara gürültü ö yle arttı ki alemcilerin odaya girdiğini düşünmekten kendim i alamadım. D erken herhalde saat on olmuştu ki, dışarıda homurtular çıkararak çalışan bütün jeneratörler tekleyerek sustu.


A yn ı anda alt kattan gelen müzik sesi kesilirken pen cerem in önün­ d e yanan sokak lambası da karardı. Birdenbire sessiz, mutluluk veren bir karanlık beni koza gibi sarmıştı. S ad ece uzaktan gelen dalgaların sesi nerede olduğumu hatırlatıyordu. Aylardan beri ilk kez derin, kabussuz bir uykuya dalmıştım. O g e c e rüyamda dedem i, küçük bir çocuk olarak burada, yabancı bir ülkede yabancı olarak geçirdiği ilk ge ceyi gördüm . Tu h af bir evde barınıyordu ve hayatını tuhaf bir dili konuşan insanlara borçluydu. U yandığım da güneş pen cereden içeri vurmuştu. O zaman Bayan P ere g rin e ’in sadece dedem in değil, benim v e babamın hayatını da kurtardığını fark ettim. Talihim yaver giderse bugün ona nihayet teşekkür etm e fırsatı bulacaktım. A şa ğı indiğim de babamın çoktan bir masaya kurulduğunu g ö r­ düm. Bir yandan kahvesini höpürdetirken bir yandan da en sevdiği dürbünü temizliyordu. B en oturur oturm az K e v elinde iki tabakla çıkageldi. Tabaklarda ne olduğunu anlam adığım bir et ve kızarmış ekm ek vardı. “Ekm ek kızarttığınızı bilm iyordum ,” deyince, kızarta­ rak daha güzel hale getirilm eyecek bir yiyecek bilm ediğini söyledi. Kahvaltım ızı ederken babamla günlük planımızı konuştuk. A d a ­ ya alışmak için bir tür keşif gezisi yapacaktık. Ö n c e babamın kuşlan izleyebileceği noktaları belirleyecek, ardından çocuk yuvasını bula­ caktık. Bir an ö n ce başlama am acıyla y em eğ im i çabucak yedim . Karnım ız adamakıllı doym uş bir halde pubdan çıktık. Kasabanın sokaklarında traktörler geçtikçe kenara çekilip jeneratörlerin gürül­ tüsünü bastırmak için birbirim izle bağıra çağıra konuşarak yürüdük. Sonunda sokaklar bitip çayırlar başlayınca gürültü d e azalmıştı. Sert rüzgâr yüzünden ayaz vardı. D e v bulut kümelerinin ardına sakla­ nan güneş arada bir yüzünü gösterip görkem li ışınlarıyla tepelerde benekli g ö lg e ler yaratıyordu. İçimi bir canlılık v e umut kaplamıştı. Babam ın feribotta gelirken gördüğü bir kuş kümesinin bulunduğu kayalık sahile doğru yürüyorduk. O raya nasıl ulaşacağımızdan em in değildim . A d a biraz da olsa çanak şeklini andırıyordu. Kıyılara d o ğ ­ ru yükselen tep eler denizle birleştiği noktalarda tehlikeli v e dik ya ­


m açlar oluşturuyordu. Fakat bizim gittiğim iz noktada dik yam açlar yoktu. Aşağıdaki küçük kumsala inm eyi sağlayan bir patika vardı. Dikkatle inerek kumsala vardık. Burada koca bir kuş sürüsü çığ­ lıklar atarak kanat çırpıyor, gelgitlerin yarattığı birikintilerde avla­ nıyordu. Babam ın gözleri fal taşı gibi açılmıştı. “ Büyüleyici,” diye mırıldanarak elindeki kalemin küt ucuyla sertleşmiş bir kuş pisliğini kazım aya başladı. “ Burada biraz zam an geçirm em gerekiyor. A n ­ laştık m ı?” Bu yüz ifadesini daha ö n ce görm üştüm v e “ biraz” kelimesinin saatler boyu anlamına geldiğini biliyordum. “ Ö yleyse evi tek başı­ m a bulurum,” dedim. “ T e k başına olm az. S ö z verm iştin.” “ O halde beni götü recek birini bulurum.” “ K im i?” “ K e v ’in tanıdığı birisi vardır.” Babam bir süre denize, bir kaya kümesinin üstünde g ö ğ e doğru yükselen paslanmış fen ere baktı. “A n n en burada olsaydı n e cevap verirdi biliyorsun,” dedi. A n n em le babam benim ne kadar bakılm am gerektiği konusun­ da farklı teorilere sahipti. A n n em her zam an başımda dolanan, dayatm acı kişiydi. Babam biraz daha gevşek davranırdı. A ra d a bir yanlış ya p ıp doğruları görm em in önem li olduğunu düşünürdü. Ü s­ telik gitm em e izin verdiği takdirde bütün gün kuş pisliğiyle oyn am a fırsatına sahip olacaktı. “ T a m a m ,” dedi. “A m a beraber gittiğinin kişinin numarasını bana bırakmayı unutma. ” “ Baba burada kimsenin telefonu y o k .” İç çekti. “ Pekâlâ. N eyse, güvenilir oldukları sürece sorun y o k .”

K e v bir siparişi götürm ek için dışarı çıkmıştı. Barın sarhoş müda­ vim lerinden bana refakat etm elerini istem ek kötü bir fikir gibi ge l­ diğinden, en azından maaşlı çalışan birine sorm ak için gördüğüm

79


ilk dükkâna yön eldim . K apıda B A L IK Ç I yazıyordu. K apıyı itip içeri girdiğim de karşıma çıkan uzun boylu v e sakallı, önlüğü kan içinde­ ki adamı görü n ce sinip kalmıştım. Balıkları doğram ayı bırakıp sert gözlerle bana bakarken elindeki satırdan kan damlıyordu. Bunun üzerine sarhoşlara karşı bir daha ayrımcılık yapm am aya yem in et­ tim. N e re y e gitm ek istediğimi söyleyince, “ N e halt edeceksin o ra ­ da?” diye kükredi adam. “ O rada bataklık v e pis bir havadan başka bir şey y o k .” D edem i v e çocuk yuvasını anlattım. Bir süre kaşlarını çatarak bana baktı, ardından tezgahın üstüne eğilip ayakkabılarımı kuşkulu bakışlarla süzdü. “ Galiba D ylan ’m fazla işi yok, seni götürebilir,” dedi. Elindeki satırı kaldırıp, benim yaşlarımda, dondurucu dolaba balık dizen bir çocuğu gösterdi. “ A m a oraya uygun çizm e giym en lazım. O spor pabuçlarla olm az, içleri h em en çam ur dolar! ” “ Sahi m i? ” diye sordum. “ Em in m isiniz?” “ Dylan! Dostumuza bir çift W ellington s g e tir!” Çocuk hom urdanarak dolabın kapısını ağır ağır kapadı. Ellerini yıkadıktan sonra uyuşuk bir halde giyim eşyalarıyla dolu bir rafa yöneldi. Balıkçı, “ Şansın varmış, kısa süre ö n ce çok sağlam çizm eler ge ld i,” diye konuştu. “ Bir çift alana bedava y o k !” Kahkahayı basa­ rak satırı bir som onun üstüne indirdi. Balığın kopan kafası kandan kayganlaşm ış tezgâhın üstünde hızla y o l alarak küçük bir kovanın içine düştü. Babam ın acil durumlar için verdiği parayı cebim den çıkardım. G ö rm ek için Atlas Okyanusunu aştığım kadını bulmak am acıyla kü­ çük bir haraç verm em in zararı yoktu. Lastik çizm eleri giymiş vaziyette dükkândan çıktım. Ç izm eler h em sp o r ayakkabılarımın içine sığacağı kadar büyük h em de g ö ­ nülsüz reh berim e yetişm ekte güçlük çek m em e yol açacak kadar ağırdı.


D ylan ’a yetişm ek için arkasından koştururken, “ Okulun adada m ı?” diye sordum. B en im yaşım da biri için burada hayatın nasıl geçtiğini gerçek ten m erak ediyordum. Dylan anakaradaki bir şehrin ismini mırıldandı. “ Y a n i sırf gidiş feribotla bir saat mi sürüyor?” “ H u .” H ep si buydu. Sohbeti ilerletm e girişim lerim e daha az heceli cevaplar verdi, yani hiç sesini çıkarmadı. N ih ayet pes edip onun peşinden yürüdüm. Kasabanın dışındaki yolda giderken bir arkada­ şına rastladık. Yaşı ondan daha büyük olan çocuk g ö z kamaştırıcı parlaklıkta sarı bir eşofm an giym iş v e sahte altından kolye takmıştı. B ir astronot gibi giyinse Cairnholm sokaklarında ancak o kadar yadırganırdı. D ylan ’la yumruk tokuşturan çocuk kendini Solucan olarak tanıttı. “ Solucan m ı?” “ Sahne adı ö y le ,” diye durumu açıkladı Dylan. Solucan, “ B iz G aller’in en hasta rap ikilisiyiz,” dedi. “ Benim adım M C Solucan, bu da Mersin Balığı Cerrah, nam ı diğer Emc ee Dirty Dylan, nam ı diğer E m cee Dirty Bizniss; C airn h olm ’un bir numaralı beat-boxçısı. Şu Y a n k iye nasıl yaptığım ızı gösterelim mi Dirty D ? ” Dylan kızgın görünüyordu. “ Şimdi m i?” “ Biraz ritim ver bakalım evlat! ” Dylan gözlerin i hoşnutsuzlukla yukarı doğru kaldırsa da denileni yaptı. Başlangıçta havasız kalmış gibi dilini dışarı çıkarm aya çalış­ tığını sandım. Fakat öksürür gibi çıkardığı gürültüler belli bir ritm e sahipti: puhh, pu h -Ç A , puh-puhh, pu h -Ç A . Bu ritmin üzerine S o ­ lucan bir rap şarkısı söylem eye başladı. “H oşu m a gid iyor sürünmek R ah ip D eliğin de / Baban h ep ora­ da işsizlik parasını ye m ed e / B en söylerim kolay, yoksa h epsi zor uyak / D yla n ’ın ritimleri tavuk yahnisi gibi sıcak.” Dylan durdu. “ Ç o k saçm a oldu bu. H e m işsizlik maaşını yiyen de senin baban. ”


“ Ö ff Dirty D, hadi ver şu ritm i!” Solucan bir yandan beat-box yaparken öbür yandan ayaklarını yerde burgulu bir şekilde sürüye­ rek yürüyen robot taklidi yapıyordu. “ M ikrofonu al D !” Dylan utanmış gibi görünse de kafiyeleri sıralamaya başladı. “ Sıkı bir kuş tanıdım adı Sharon / D edi ki eşofm anınla spor pabuç­ larına hasta oldum / D oktor W h o gibi ona vakti gösterdim / B en bu kafiyeyi helâda uydurdum! ” Solucan başını iki yana salladı. “ H ela m ı?” “ Hazırlıksız yakalandım !” Bana dönüp ne düşündüğümü sordular. Birbirlerinin rap ya p ­ masından bile hoşlanmadıklarını g ö z önüne alarak n e diyeceğim i bilem edim . “ B en daha çok şarkılı, gitarlı, enstrümanlı m üziği seviyoru m .” Solucan beğen m ediğin i belli edercesine elini salladı. “ Bunun ta­ şaklarını sıksam bile aklına güzel bir kafiye g e lm e z ,” diye mırıldandı. Bunun üzerine Dylan güldü. Ardından bir dizi karmaşık ve çok aşamalı el sıkışma -yum ruk tokuşturm a- el çakm a hareketi yaptı­ lar. “A rtık gidebilir m iyiz?” diye sordum. Bir süre hom urdanıp oyalandıktan sonra yürüm eye başladılar. Bu kez Solucan bizim peşim ize takılmıştı. Ben

biraz

geriden

yürüyüp,

karşılaştığım

zam an

Bayan

P e re g rin e ’e ne diyeceğim i düşündüm. Kibar bir G aller hanım e­ fendisiyle tanıştırılmayı, salonda çay yudumlamayı v e kötü haberi verm ek için uygun vaktin geldiğin e inanana kadar biraz nazikçe sohbet etm eyi bekliyordum. B e n A b r a h a m P o r t m a n ’ın t o r u n u ­ y u m , diyecektim . Size b u n u s ö y le m e k t e n dolayı ü z g ü n ü m am a o a ram ızd an ayrıldı. A rdından kadın gözyaşlarını sessizce silm eyi tam am layınca, soru yağm uruna tutacaktım. Otlayan koyun sürülerinin arasından kıvrılarak yukarı doğru çı­ kan patikada Dylan ve Solu can’ı takip ettim. Bir süre sonra insa­ nın soluğunu kesen dik bir sırta tırmandık. T e p e d e bizi yılan gibi kıvrılarak hareket eden bir sis bulutu karşıladı. Sis ö yle yoğundu 82

-

^

■■


ki, adeta başka bir dünyaya adım atmıştık. T a m anlamıyla kutsal kitabı hatırlatan bir ortam vardı. T a n rı’ nın sergilediği küçük ga za p ­ larından biri olarak lanetlenen Mısırlıları gözüm ün önüne getirdim. Sırtın öbür yam acından aşağı doğru inerken sis azalacağına yoğu n ­ laşmış, güneş donuk beyaz bir nokta haline gelmişti. D ört bir ya­ nımızı saran n em yüzünden cildim de damlalar oluşmuş, giysilerim ıslanmıştı. H a va sıcaklığı da düşmüştü. Bir an Solucan ile D ylan ’ı kaybetmiştim; derken patika düzleşm eye başladı v e bir süre sonra ilerde durmuş, beni beklediklerini gördüm . “ Yanki çocu ğu ,” diye seslendi Dylan. “ Buradan g id e c e ğ iz!” İtaatkâr bir şekilde onları takip ettim. Patikadan çıkıp bataklığı andıran bir çayırda yürüm eye başladık. Koyunlar iri nem li gözleriyle bize bakıyordu. Kuyrukları aşağı sarkmış, tüyleri vıcık vıcık olmuştu. Sisin içinde küçük bir ev belirdi. D ört bir yanı tahtalarla örtülmüştü. “ Burası olduğuna em in m isiniz?” diye sordum. “ B oşa b en ziyor.” “ B oş mu? H iç de değil, orada tonlarca bok va r,” diye cevap verdi Solucan. “ H adi gidip bak,” dedi Dylan. İçim de bunun bir oyun olduğuna dair bir his olsa da basamak­ ları çıkıp kapıya vurdum. Kilitli olm adığı için h afifçe dokunduğum zam an açıldı. İçerisi seçilem eyecek kadar karanlıktı. Yavaşça bir adım atm am la birlikte şaşkınlık içinde biraz aşağı indim. Ö n ce bir hayli kirlenmiş bir zem in e bastığımı sandım, fakat çabucak diz ka­ pağına kadar dışkıyla dolu bir m ekânda olduğumu anladım. Dışa­ rıdan bakınca son derece masum görünen bu boş virane, aslında derm e çatm a bir koyun ağılıydı; kelim enin tam anlamıyla bir bok yuvasıydı. Tiksinti içinde, “ A m a n T a n rım !” diye haykırdım. O anda dışarıdan bir kahkaha tufanı koptu. Kokudan dolayı ba­ yılm am ak için can havliyle kapıya doğru geriledim . Dışarı çıktığım ­ da oğlanlar gülm ekten iki büklüm olmuştu. Çizm elerim deki pisliği tem izlem ek için ayaklarımı sert bir şekilde yere vururken, “ Ç o k adi­ siniz,” diye söylendim .


“ N e d e n ? ” dedi Solucan. “B o k dolu olduğunu sana söyledik!” D ylan ’ın karşısına dikildim. “ Bana evi gö sterecek m isiniz?” Solucan gözündeki yaşları silerken, “ Bu ciddi yahu ,” diye ko­ nuştu. “Tabii ki ciddiyim !” D ylan ’ın gülümsemesi kayboldu. “ K afa bulduğunu sanıyordum a h b ap .” “ K afa bulmak m ı?” “ Y a n i şaka yaptığını sanıyordum .” “ Hayır, şaka ya pm ıyoru m .” Oğlanlar huzursuzca birbirine baktı. Dylan S olu can ’ın kulağına bir şeyler fısıldadı. Ardından Solucan ona bir şeyler fısıldadı. S o ­ nunda Dylan bana dönüp patikayı gösterdi. “ O rayı gerçekten g ö r­ m ek istiyorsan şuradan yürüm eye devam edip bataklığı v e orm anı geç. Orası büyük v e eski bir bina. G ö rm em en im kânsız.” “ Şu işe bak yahu! H ani ben im le gelecektin iz?” Solucan gözünü benden kaçırarak, “ B iz ancak buraya kadar g e ­ lebiliriz,” dedi. “N eden ?” “ Ö y le işte.” Ardından dönüp geldiğim iz yoldan zahm etle h are­ ket ediyorm uş gibi yürüyerek sisin içinde gözd en kayboldular. S eçen eklerim i gözd en geçirdim . Kuyruğumu kıstırıp bana eziyet eden çocukların ardından kasabaya dönebilirdim vey a tek başına yürüm eye devam ed ip babam a yalan söyleyebilirdim . D ört saniye boyunca yoğu n bir şekilde düşündükten sonra y o ­ luma devam ettim.

Patikanın iki tarafında sisin içinde uzanan v e ay yüzeyini andıran büyük bir bataklık vardı. G örebildiğim kadarıyla ortalıkta b o z renkli otlardan v e çay rengini andıran sudan başka bir şey yoktu. A rada bir üst üste yığılmış taş kümeleri g ö z e çarpıyordu. D erken bataklık birdenbire sona erip yerini uzun ve yapraksız ağaçlardan oluşan bir


orm ana bıraktı. Islak fırça uçlarını andıran cılız dallar g ö ğ e yükseli­ yordu. Patika bir süre yere düşmüş dal parçaları ve zemini halı gibi örten sarmaşıklar yüzünden gözden kayboldu. Artık tam am en sezgi­ lerim e dayanarak yürüyordum. Bayan P eregrin e gibi yaşlı bir kadının böylesi zorluklarla dolu bir yolu nasıl yürüdüğünü m erak etmiştim. İs­ tediklerini eve getirtiyor olmalı diye düşündüm; gelgelelim aylardan, belki yıllardan beri kimse patikadan geçm em işe benziyordu. Y osu n tutup kayganlaşm ış kocam an bir dal parçasının üstün­ den tökezleyerek geçtikten sonra patika keskin bir d ö n em ece girdi. A ğa çla r bir perde gibi ikiye ayrıldı ve işte o anda bir sis perdesine bürünmüş vaziyette, yabani otların sardığı bir tepedeki e v karşıma çıktı. Çocukların neden gelm ekten vazgeçtiğini anlamıştım. D ed em yüzlerce kez anlattığı masallarında bu evden h ep ay­ dınlık, mutlu bir yer olarak bahsederdi. Evin büyük ve derm e çat­ m a olduğu doğruydu am a onun masallarında ışık v e kahkahalarla doluydu. Oysa şimdi karşımda duran yapı çocukları canavarlardan koruyan bir sığmak olm ak şöyle dursun, kendisi bir canavar gi­ biydi. T ep ed ek i tüneğinden açlıktan guruldayan karnıyla aşağıya bakıyordu. Kırık pen cerelerden dışarı ağaçlar fışkırmıştı. Pürtüklü sarmaşıklar bir virüse saldıran antikorlar gibi duvarlara yapışmıştı. Sanki d o ğa savaş açmış am a e v bir türlü ölm ü yor gibiydi. Yam ulan duvarlarına rağm en kararlı bir şekilde ayakta duruyordu. Yıkılan çatı parçalarının arasından gökyüzü görülebiliyordu. Ev yıkık dökük olsa da burada hâlâ birilerinin yaşayabileceğine dair kendim i ikna etm e y e çalıştım. G eldiğim yerde böyle haberler duyulmuyor değildi. Şehrin kenar mahallelerinden birinde, yıkıldı yıkılacak durumda, perdeleri sürekli kapalı duran bir binada, yıllar­ dan beri inzivaya çekilmiş birinin yaşadığı ortaya çıkıyordu. Baş­ langıcı bilinm eyen bir zamandan beri erişte çorbası v e ayak tırnak­ larından başka bir şey yem ed en hayatını sürdüren zavallı adam ın sonunda bir koltukta can verdiğini bir gayrimenkul uzmanı veya g ö re vin e aşırı bağlı bir nüfus sayım m em uru ortaya çıkarıyordu. İnsanlar ço k yaşlandığı zaman yaşadıkları yeri çekip çevirem iyor, — *-

85

----------------- *—


aileleri şu ya da bu nedenden ötürü onları defterden siliyordu. Üzü­ cü olsa da böyle şeyler m eydana gelm ekteydi. İşte bu düşüncelerle ister istem ez kapıyı çalm aya karar verdim . Kalan azıcık cesaretim i toplayarak bel hizasına gelen otların arasından güçlükle sundurmaya kadar yürüdüm. Çürümüş v e kırıl­ mış tahta döşem enin üzerinde dikkatle adım atarak cam ı çatlamış bir p en cereden içeriyi g ö rm ey e çalıştım. Pislikten kararmış cam ın ardında görebildiğim kadarıyla birtakım m obilyalar vardı. Kapıyı çaldıktan sonra geri çekilerek ürkütücü sessizlikte beklerken bir yandan da elim le cebim deki Bayan P e re g rin e ’in mektubunu yok ­ ladım. Mektubu kim olduğumu kanıtlamak gerekebilir düşüncesiyle yanım a almıştım. Fakat ö n ce bir, ardından iki dakika geçin ce bu mektuba p ek ihtiyacım olm ayacağı ortaya çıkmıştı. Tekrar bahçeye inip başka bir giriş aramak maksadıyla evin et­ rafını dolaştım, ancak her köşede karşıma yeni balkonlar, kuleler ve bacalar çıkıyordu. Sonunda evin arka tarafına geldiğim de karşıma çıkan fırsatı gördüm . Kapısı yerinden çıkmış v e asma yapraklannm sardığı giriş kara bir delik gibi karşımda duruyordu. A deta beni yut­ mak için bekleyen açılmış bir ağız gibiydi. Kapıya bakmak bile tüyle­ rimin diken diken olmasına yetmişti am a dünyanın yarısını korkunç bir e v görünce çığlığı basarak kaçm ak için kat etmemiştim. Portm an D ed e m ’in hayatı boyunca yaşadığı onca korkunç olayı düşününce cesaretimin arttığını hissettim. İçeride bulunacak birisi varsa bulacak­ tım. Çatırdayan basamaklardan çıkarak kapıdan içeri girdim.

Kapının biraz içerisinde m ezar karanlığındaki koridorda donakal­ mış, çen gellerden sarkan derilere ben zer cisim lere bakıyordum. Karanlığın içinden bir yam yam ın elinde bıçakla fırladığını hayal et­ tiğim bir an boyunca kusacak gibi olmuştum. N e y se ki kısa sürede gördüğüm cisimlerin yıllarca asılı kaldığı y erd e çürüyerek paçavraya dönüp yeşil renge bürünmüş paltolar olduğunu anladım. Elim de olm adan titreyip derin bir n efes aldım. D aha evin içinde iki üç m et­


re ilerlediğim halde n ered eyse altıma yapacaktım . Kendi kendim e a k im ı başına to p la diye konuşup yavaşça ileri doğru yürüdüm am a kalbim gümbür gümbür atıyordu. Baktığım her oda bir öncekinden daha beter bir felaketi andı­ rıyordu. Etrafa saçılmış ga zete tom arları vardı. Uzun zaman ö n ce çekip gitm iş çocukların varlığını kanıtlayan oyuncaklar tozdan bir örtüyle kaplıydı. Evin içine işleyen küf yüzünden pencerelerin bi­ tişiğindeki duvarlar kapkara olmuştu. Bacalardan sarkan sarma­ şıklar şöm inelerin içinden taşıp, dünya dışı yaratıklar gibi zem inde yayılm aya başlamıştı. Mutfak felaketle sonuçlanan bir bilimsel d e­ n ey yerini andırıyordu. Rafları dolduran yiyecek kavanozları altmış m evsim boyunca bir donup bir çözülm ekten dolayı patlamış, için­ dekiler duvarlara fışkırarak korkunç görünümlü lekelere y o l açmıştı. Y e m e k odasının duvarlarından dökülen boyalar yerd e o kadar ka­ lın bir örtü yaratmıştı ki, bir an içeriye kar yağdığını düşünmekten kendim i alamadım. Yıllardır ışığa hasret bir koridorun sonundaki köhn e m erdivenin sağlam lığını den em ek için basamaklara hafifçe basınca, kalın toz tabakasında ayakkabılarımın izi çıktı. Basamaklar uzun süren bir uykudan uyanmışçasına gıcırdıyordu. Üst katta birileri varsa bile, yıllardır orada oldukları muhakkaktı. Sonunda karşıma duvarları tam am en göçm üş iki tane oda çıktı. İçlerini adeta çalılar v e bodur ağaçlardan oluşan bir orm an kapla­ mıştı. Dışarıdan esen hafif rüzgarda, böylesi bir yıkıma neyin yol açmış olabileceğini düşündüm. İçimi burada korkunç şeyler oldu­ ğuna dair bir his kaplam aya başlamıştı. D edem in anlattığı huzurlu masallarla bu kâbus evini bağdaştıram adığım gibi, buraya sığınm a­ sıyla içim i dolduran felaket duygusu arasında en küçük bir bağ kuram ıyordum . Evin içinde daha g e ze cek çok yer kalmıştı am a bir­ denbire bu iş bana zaman kaybı gibi geldi. Burada birilerinin, hatta insanlardan kaçan en yabani kişinin bile artık yaşaması olanaksızdı. G erçeklerden adamakıllı uzaklaştığımı hissederek evden çıktım.


■:

- - - ---

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM


^ ^ J ^ r m a n ı n v e sisin içinde k ör bir a dam gib i el yord am ıyğ

J

la yürüyüp sen d eleye tö k ezleye, sonunda yen id en aydınlık orta m a çıktığım da, batm ak ü zere olan gü­

neşin ortalığı kızıla boyam asın a şaşırmıştım. Ş ö y le b ö y le derken k o ca bir gün geçm işti. B a b a m pubda ben i bekliyordu. Z ift gibi kara bir bira içip m asaya koyduğu la p top ta bir şeyler yazıyordu. Y a n ın a oturup ban a bakm asına fırsat bırakm adan bardağından bir yudum bira aşırdım. Öksürüğe boğularak, “A m a n T a n rım ,” dedim . A ğzım d ak i bira­ yı yutmak zorunda kalmıştım. “ N edir bu? Mayalanm ış m o to r yağı m ı? ” Gülerek, “ N e re d e y s e ,” deyip bardağı yanm a çekti. “ A m erikan birasına ben zem iyor. G erçi onun tadının n eye benzediğini bilm iyorsundur, değil m i?” G ö z kırparak, “ Kesinlikle hayır,” dedim am a gerçekten öyleydi. Babam benim yaşlanm dayken nasıl m acera düşkünü v e girişken bir çocuksa benim de öyle olduğuma inanmaktan hoşlanıyordu. Bu yalanı sürdürmek her zam an en kolay iş olmuştu. Eve nasıl gittiğim , beni kimin götürdüğü konusunda kısa bir sor­ gulamadan geçtim . Bir hikâyedeki unsurları uydurmaktansa bah­ setm em ek, yalan söylem enin en kolay şekli olduğundan bu sınavı başarıyla atlattım. Solucanla D ylan’m bana oyun oyn ayıp koyun pisliğiyle dolu bir ye re sokmalarını, ardından h ed efe yarım mi! kala tüymelerini anlatm ayı münasip bir şekilde unuttum. Babam kendi


yaşım da çocuklar bulmamdan hoşnut görünüyordu; galiba onların benden n efret ettiğini söylem eyi de unutmuştum. “ Ev nasıldı pek i?” “ Enkaz gibiydi.” Bunu duyunca irkildi. “ Galiba büyükbaban orada yaşayalı çok zam an olmuş ha?” “Evet. Y a da başkası yaşayalı. ” Laptop u kapaması bütün dikkatini anlattıklarıma verm esinin kesin bir göstergesiydi. “ H ayal kırıklığına uğradığın belli olu yor.” “ Eh, binlerce mil yolu pislik ve çö p le dolu bir evi bulmak için gelm ed im .” “ N e yapacaksın p ek i?” “ Konuşacak insanları arayacağım . O rada yaşayan çocuklara ne olduğunu bilen birileri vardır. H erhalde birkaç tanesi hâlâ hayatta­ dır, burada olm asa bile anakarada, bir huzurevinde filan yaşıyor­ dun ” “ Muhakkak öyledir. Bu iyi fikir.” Fakat söyledikleri inandırıcı gelm iyordu. Tu h af bir sessizlik oldu. Ardından babam yin e sorm a­ ya devam etti: “ Büyükbabanın nasıl biri olduğu konusunda buraya gelerek daha iyi fikir edin m eye başladığını hissediyor musun?” Biraz düşündükten sonra, “ B ilm iyoru m ,” dedim . “ Sanırım öyle. Burası küçük bir ada, ö yle değil m i? ” Başını salladı. “ Kesinlikle ö y le .” “Y a sen n e düşünüyorsun?” “ B en m i?” O m u z silkti. “ Babam ı anlam aya çalışmaktan uzun zaman ö n ce vazgeçtim . ” “Üzücü. İlgini çekm edi m i?” “Elbette çekti. A m a bir süre sonra artık ilgilen m em eye başla­ dım .” Konuşm anın pek huzurlu olm adığım bir y ö n e kaydığını hisset­ sem de sürdürmeye karar verm iştim . “ N e d e n ? ” “Birisi seni içeri almazsa sonunda kapıyı çalmaktan vazgeçersin. D em ek istediğim i anlıyor musun?”


H iç böyle konuştuğunu duymamıştım. Belki biranın, belki evden bu kadar uzakta oluşumuzun etkisiydi; ya da sonunda bu tür konuş­ maları dinleyecek yaşa geldiğim e karar vermişti. H e r ne sebeple olursa olsun, yarım bırakmasını istemiyordum. “A m a o senin babandı. Nasıl vazgeçebildin ?” “ V a zgeçe n ben değildim !” Biraz yüksek sesle konuşmuştu, uta­ narak başını ö n e e ğ ip bardağındaki birayı çalkaladı. “ M esele şu; galiba deden baba olm ayı bilmiyordu, fakat yine de baba olması gerektiğini düşünmüştü çünkü hiçbir kardeşi savaştan sağ çıkam a­ mıştı. B ö ylece bunun üstesinden sürekli bir yerlere giderek geldi; av seyahatlerine, iş seyahatlerine, aklına ne gelirse her türlü seyahate çıktı. Bizim le olduğu zam an bile sanki yanım ızda değildi.” “Şu Cadılar Bayram ı ’yla ilgili m esele m i?” “ N e d en bahsediyorsun sen ?” “ Biliyorsun ya, şu fo to ğ ra f.” Bu eski hikâye kısaca şöyleydi: Babam dört ya da beş yaşınday­ mış v e o zam ana dek Cadılar B ayram ı’nda kapı kapı dolaşıp şeker toplam am ış. Bir Cadılar B ayram ı’nda P ortm a n D ed em işten çıkın­ ca onu gezd irm eye söz vermiş. Büyükannem babam a o korkunç p em b e tavşan kıyafetini almış. Babam onu giyip kapının önündeki yolda dedem in gelişini beklem eye başlamış. A kşam beşten hava kararıncaya kadar beklediği halde ded em gelm em iş. Büyükannem öyle kızmış ki, d ed em e ne kadar alçak bir insan olduğunu gö stere­ bilm ek için sokakta ağlayan babamın fotoğrafın ı çekmiş. Bu resmin uzun bir süre aile üyeleri arasında efsane haline geldiğini ve babam için büyük bir utanç kaynağı olduğunu sö ylem eye herhalde lüzum yoktur.



“ İş tek bir Cadılar B ayram ı’yla bitm iyordu,” diye homurdandı babam. “ Jake sen gerçek ten ona benden daha yakındın. B ilem iyo­ rum, aranızda sanki konuşmadan anlaşıyordunuz.” N e diyeceğim i bilem edim . Y o k sa beni kıskanıyor muydu? “ Bunu neden söylüyorsun?” “ Çünkü sen benim oğlumsun, üzülmeni istem em .” “ N e d en ü züleceğim ?” Bir süre sustu. Dışarıda bulutlar hareket ediyordu. Güneşin son ışınları gölgelerim izin duvara vurmasına n eden olmuştu. H ani bir anneyle baba çocuklarına boşanacaklarını söylem ek üzeredir de, çocuk bunu onlar daha ağzını açm adan anlar ya, işte m idem de öyle bir sıkıntı vardı. Babam sonunda, “ D edenin geçm işini asla fazla kurcalamadım çünkü bulacaklarımdan korkuyordum ,” diye konuştu. “ Savaştan mı bahsediyorsun?” “ Hayır. D eden onları sır olarak sakladı çünkü çok acı vericiydi. Bunu anlayışla karşılıyorum. Benim bahsettiğim seyahatler, sürekli dışarıda olması; aslında n e yaptığı. Galiba başka bir kadın vardı, halanla ben ö yle düşünüyorduk. Belki birden fazlaydı.” Bir süre cevap verem edim . Yü zü m de garip bir karıncalanma hissediyordum. “ Bu ço k saçm a baba.” “ Bir keresinde bir mektup bulduk. A d ın ı bilm ediğim iz bir kadı­ nın ded en e hitaben yazdığı bir mektuptu. Seni seviyorum , seni ö z­ ledim, ne zam an döneceksin gibi şeyler yazmıştı. Yakanın üzerin­ deki ruj lekesi tarzı, rahatsız edici bir yazıydı. Onu hiç unutam am .” Bahsettiği kabahati sanki ben işlem işim gibi, duyduğum utanç yüzünden içim e bir ateş basmıştı. Buna rağm en söylediklerine inanam ıyordum . “ Mektubu yırtıp tuvalete attık. Bir daha başka mektup bulama­ dık. H erhalde ondan sonra daha dikkatli davranm aya başlamıştı.” N e diyeceğim i bilem iyordum , babam ın yüzüne bakamıyordum. “ Üzgünüm Jake, bunları duymak hoş olm asa gerek. O n a nasıl taptığını biliyorum .” O m zu m a dokunm ak için elini uzatınca geri çekildim, sandalyem i hızla iterek ayağa kalktım.

93


“ B en kim seye tapm am . ” “ Tam am . B en sadece... şaşırmanı istem edim , hepsi bu.” M ontum u alıp om zum a attım. “ N e yapıyorsun? Y e m e k gelm ek ü zere.” “ O nu yanlış tanıyorsun,” diye konuştum. “V e ben bunu kanıt­ layacağım . ” Babam içini çekti. Başından savm ak ister gibi bir iç çekişti bu. “Tam am . U m arım kanıtlarsın.” Kapıyı hızla çarparak R ahip D eliğinden çıkıp, gidecek bir yeri h edeflem eden yürüm eye başladım. B azen insan sadece kapıyı çe­ kip çıkmak ister. Babam ın

söylediği

elbette

doğruydu,

ded em e

tapıyordum .

Onun hakkında doğrulam ak istediğim şeyler vardı am a zina ya p ­ mak bunlardan biri değildi. B en küçükken Portm an D e d e m ’ in anlattığı fantastik masallar, sihirli bir yaşam ın mümkün olduğunu gösteriyordu. Onlara inanmaktan vazgeçtiğim zam an bile, ded e­ m in gözü m de hâlâ sihirli bir yanı vardı. Başına gelen on ca korkunç olaya katlanması, insanlığın en kötü yanlarına tanık olm ası v e bu n eden le hayatının tanınm az hale gelm esi, bütün bunların içinden tanıdığım onurlu, iyi ve cesur insan olarak sıyrılması, bütün bunlar sihirliydi. Bu yüzden onun ailesini aldatan, yalancı, kötü bir baba olduğuna inanam ıyordum . E ğer P ortm an D edem dürüst v e iyi bir insan değilse, o zam an kim se ö yle değildi. —

w

» -

Müzenin kapısı ve ışıkları açıktı am a içeride kimse yoktu. Adanın tarihiyle burada yaşayan insanlar hakkında belki bir şeyler bilir umuduyla m üze müdürünü bulmak için oraya gitmiştim. Belki boş evin ve eski sakinlerinin durumunu aydınlatabilirdi. Kısa bir süreliği­ ne dışarı çıkmış olabileceğini düşündüm, ne de olsa müzenin kapı­ sında kuyruk yoktu. Bu n edenle vakit geçirm ek am acıyla sergilenen eşyalara bakınmak için içeri girdim. Sergilenen eşyalar önü açık dolaplara yerleştirilmiş, bu dolaplar


da bir zamanlar kilise sıralarının bulunduğu yerlere dizilmişti. Büyük bir kısmı üzerinde konuşmaya değm eyecek kadar sıkıcıydı. H epsi g e­ leneksel balıkçı köyündeki hayatı ve hayvan yetiştiriciliğinin sürege­ len gizemlerini anlatıyordu. Yalnız bir tanesi diğerlerinden farklıydı. Odanın ön kısmında Özel bir yerde duruyordu ve bir zamanlar sunak olarak kullanılan yerin tepesinde, gösterişli bir kutunun içine konmuş­ tu. Küçük uyarı levhasının üzerinde ne yazdığına aldırış etm eden fazla yaklaşmayı önlem ek amacıyla kullanılan ip şeridin üstünden atladım. Vitrinin iki yanı cilalı tahtayla kaplı, üstüyse şeffaf plastikle örtülüydü, bu nedenle içindekini ancak üstten bakarak görm ek mümkündü. Vitrinin içine bakınca sanırım gerçekten soluğum tutulmuştu. Bir an pan iğe kapılarak içerideki nesnenin gerçekten canavar ol­ duğunu sanmıştım; zira umulmadık bir anda, birden kararmış bir cesetle yüz yüze gelm iştim . Büzüşmüş bedeni kâbuslarıma giren yaratıklarla sevimsiz bir benzerlik taşıyordu. Şişe geçirilip aleve tu­ tulmuş gibi bir renk almış olan eti bile aynı düşlerimde gördüğüm türdendi. G elgelelim , ceset canlanıp şahdamarım a saldırmayı ve b ö ylece ebediyen zihnim e musallat olm ayı b ecerem eyin ce, ilk g ö r­ düğüm andaki paniğim yavaş yavaş azaldı. Sonuçta m üzede sergi­ lenen bir nesneydi bu am a son derece maraziydi. A rdım dan, “ Bakıyorum ihtiyar adam la tanışmışsın!” diye bir ses duydum. A rk a m a dönünce m üze müdürünün hızlı adımlarla bana doğru geldiğini gördüm . “ G ayet iyi idare ettin. Bayılıp ye re düşen yetişkin insanlar g ö rd ü m !” Sırıtarak tokalaşm ak için elini uzattı. “ Martin Pagett. G eçen gün adını duyduğumu zann etm iyorum .” “Jacob P o rtm a n ,” diyerek elini sıktım. “ K im bu, G aller’ in en ünlü cinayet kurbanı m ı?” “ H a! Tabii, öyle de denebilir, gerçi ben hiç o şekilde düşünme­ miştim. O bizim adamızın en kıdemli sakini. A rk eoloji çevrelerinde daha çok C airnh olm A dam ı olarak tanınsa da biz ona İhtiyar A d a m deriz. D oğruyu söylem ek gerekirse öleli iki bin yedi yüz yıldan fazla olmuş am a öldüğünde sadece on altı yaşındaymış. Bu n eden le as­ lında gen ç bir adam . ” —

95

- . ^

>

0

^

=

=

^


Cesedin yüzüne bakarak, “ İki bin yedi yüz yıl m ı?” diye konuş­ tum. Yüzündeki ince ayrıntılar nasıl olduysa m ükem m el biçim de korunmuştu. “ Fakat o kadar ca n lı...” “ İnsan altın çağlarını oksijen v e bakterilerin bulunmadığı, m ese­ la bizim bataklığımız dibi gibi bir yerde geçirirse b öyle olur. O rada tam bir gençlik pınarı var, tabii ölmüş olanlar için.” “ Onu orada mı buldunuz? Bataklıkta m ı?” A d a m güldü. “ B en bulmadım! Yetm işli yıllarda, ilerideki büyük taş yığınının yanında turba toprağı toplam ak için orayı kazanlar bulmuş. O kadar canlı görünüyorm uş ki, C airn h olm ’da bir katilin ortalıkta dolaştığını düşünmüşler. Sonunda polisler adam ın elindeki taş devrinden kalma yayı v e boynuna doladığı insan saçından yapıl­ mış kolyeyi fark etmiş. Bu devirde artık ö yle kolyeler ya p ılm ıyo r.” Bunları duyunca ürpermiştim. “ İnsan kurban etm e vey a ona ben zer bir şey galiba.” “ Kesinlikle. B oğazın ı sıkma, suda boğm a, iç organlarını çıkarma v e kafaya vurulan darbeden oluşan bir kom binasyonla işini bitirmiş­ ler. Anlaşılan olayı bayağı abartmışlar, ö yle değil m i?” “ Ö yle tahm in ediyoru m .” Martin bir kahkaha patlattı. “ Ö yle tahm in ediyorm u ş!” “T am am , evet, ö yle yapm ışlar.” “ Kesinlikle öyle. Fakat biz günümüz insanı için asıl şaşırtıcı olan şey, çocuğun ölümü büyük bir ihtimalle isteyerek hatta büyük bir hevesle kabul etm esi. O nun çağındaki insanlar bataklıkların - ö z e l­ likle bizim bataklığın- tanrıların dünyasına giriş sağladığına inanı­ yordu. Bu n edenle bataklıklar en değerli hediyeyi yani kendilerini sunmak için m ükem m el yerlerdi. ” “ Bu delilik.” “B en ce de. Fakat düşünüyorum da biz, geleceğin insanına akıldışı gelecek her türlü yoldan şu anda kendimizi öldürüyoruz. H e m öbür dünyaya gitm e bakımından bataklık kötü bir tercih değil. N e tam an­ lamıyla su, ne tam anlamıyla toprak; iki arada bir y e r.” Müze müdürü vitrine eğilerek içindeki cesedi inceledi. “ Güzel görünm üyor m u?”


Gırtlaklanan, derisi yüzülen, suda boğulan ve bütün bu süreç içinde bir şekilde ölümsüz kılınan cesede tekrar baktım. “ S an m ıyoru m ,” dedim . Martin doğrularak şaşaalı bir tarzda konuşm aya başladı. “ G el de şu kömürleşmiş adam a bir bak! Kapkara durumda ebedi istirahatta. Nazik suratı is renginde. Kurumuş kolları köm ür damarları, ayakları buruş buruş olmuş asm a kütükleri g ib i!” S ah n ede abartılı rol yapan bir aktör gibi kollarını ileriye uzatıp vitrinin etrafında kasıla kasıla yürüm eye başladı. “ G el de zalim ce açılan şu yaralarına tanıklık et! Bıçaklarla yılankavi çekilen çizgilere, taşlarla ortaya saçılan beyin ve kem iklere, boynunu hâlâ saran şu ip e bak. Bıçaklarla delik deşik edilip bataklığa atılan ilk insan, cenneti arayan kişi. G en çliğe m ah­ kum olan ihtiyar adam , n ered eyse sana a şığım !” Ben alkışlayınca ö n e eğilip selam verdi. “V a y, bunu siz m i yaz­ dınız?” diye sordum. M ahcup bir gülüm sem eyle, “ B en im suçum !” diye cevap verdi. “ A ra d a bir, birkaç satır karalarım am a sadece hobi olarak. H er neyse, bana katlandığın için teşekkürler.” A c e m ic e şiirler yazıp pilili pantolon g iyen bu garip v e hoşsohbet insanın; tek telefon u v e asfaltsız yolları olan, rüzgârlara açık bir adanın sakininden çok bir banka müdürüne b en zeyen bu adamın C airnh olm ’da ne işi olduğunu m erak etmiştim. “Koleksiyonum un diğer ürünlerini de gösterm ekten mutluluk duyarım ,” d iyerek beni kapıya doğru yöneltti. “ A n cak ne yazık ki kapatm a vakti geldi. Bununla birlikte, yarın yin e gelm ek istersen...” Beni dışarı sepetlem esine fırsat verm ed en sözünü kesip, “ A slın­ da size bir şey sorm ak istiyordum ,” dedim . “ Bu sabah bahsettiğim e v hakkında. O evi g ö rm e y e gittim .” “V a a a y !” diye bağırdı. “ S eni korkuttuğumu sanmıştım. Perili köşkümüz bugünlerde nasıl görünüyor? H âlâ ayakta m ı?” A yakta olduğunu söyledikten sonra asıl konuya geldim . “ O rada yaşayan insanlar, onlara ne olduğu konusunda bilginiz va r m ı?” “Öldüler. Ç o k uzun zam an ö n c e .”


Ç o k şaşırmıştım, oysa şaşırmamam gerekirdi. Bayan P eregrin e yaşlı bir kadındı. İnsanlar yaşlanınca ölür. Fakat bu cevap, araştır­ m am ın sona erm esi anlamına gelm iyordu. “ S ad ece müdireyi değil, orada yaşamış herhangi birini arıyorum .” “ H epsi öldü. Savaştan beri orada kimse yaşam ıyor.” Bu bilgiyi kafam da tartmak biraz zam an almıştı. “ N e dem ek is­ tiyorsunuz? H a n gi savaş?” “ Evladım burada savaş dendiği zam an, akla tek bir savaş gelir, İkinci Dünya Savaşı. Yanlış hatırlam ıyorsam , bir A lm a n hava saldı­ rısı sonucu hayatlarını kaybetmişler. ” “ Hayır, olam az bu.” Başını salladı. “ O günlerde adanın öbür ucunda, orm anı g e ç ­ tikten sonra, yani evin bulunduğu tarafta bir uçaksavar bataryası varmış. O yüzden Cairnholm meşru bir askeri h edef haline gelmiş. Tabii aslında, Alm anların meşruluğu p ek taktığı yoktu. H e r neyse, bom balardan biri hedefinden sapmış v e . . . ” Başını iki yana salladı. “ K ö r talih.” Bir kez daha, “ O lam az bu,” desem de artık kafam da soru işa­ retleri dolaşıyordu. “İstersen otur da sana çay yapayım ha?” diye konuştu. “ Biraz sarsılmış görünüyorsun.” “ Biraz başım d ö n ü y o r...” B eni ofisine götürüp bir koltuğa oturttuktan sonra çay yapm aya gitti. A klım ı başıma toplam aya çalışıyordum. Savaşta b o m b a la n d ı­ lar, bu söz, duvarları y o k olm uş odaları açıklam aya yetiyordu. Y a Bayan P e re g rin e ’in sadece on beş yıl ö n ce C a im h o lm ’dan gö n d er­ diği mektuba ne dem eli? Martin yanım a gelip bana bir kupa uzattı. “ İçinde bir dam la P en deryn var. Gizli tarif, anlarsın ya. Seni çabucak kendine getirir.” Teşekkür ed ip bir yudum aldım. Gizli tarifin son d erece sert viski içerdiğini anlamıştım am a artık çok geçti. Sanki yem ek borumdan aşağı bir napalm bom bası atılmıştı. Yüzümün kızardığını hissede­ rek, “ Etki yaptığı muhakkak,” dedim .


Kaşlarını çatarak bana baktı. “ Galiba babanı çağırsam iyi olacak.” “ Y o k , yok, düzelirim. Fakat hava saldırısı konusunda söyleyebi­ leceğin iz başka şeyler varsa, m innettar olurum .” Martin karşımdaki koltuğa oturdu. “ Bu konu tuhafıma gitti. D e ­ denin burada yaşadığını söylemiştin. H iç bahsetm ez m iydi?” “ B enim de tuhafım a gitti. H erhalde o ayrıldıktan sonra bom ba­ lanmıştı. Savaşın başında mı sonunda mı oldu?” “Bilm ediğim i itiraf etm ek zorundayım. Fakat bu konuda karar­ lıysan seni bilen biriyle tanıştırırım. O g g ie am cam seksen üç yaşın­ da v e hayatını h ep burada geçirm iş. H âlâ zım ba gib i.” Saatine g ö z attı. “T elevizyo n d a P ed er T e d başlamadan yetişirsek, sana istediğin h er şeyi büyük bir m em nuniyetle anlatacağından em in im .”

O n dakika sonra M artin’le birlikte, O g g ie ’ nin evinde, içi aşırı dere­ ced e doldurulmuş bir k an epeye göm ülm üş durumda oturuyorduk. O turm a odası kitaplarla, eski ayakkabı kutularıyla ve Carlsbad m a­ ğaralarını aydınlatacak kadar lambayla doluydu. G erçi lambaların sadece birisi yanıyordu. Ü cra bir adada yaşam anın insanları birer istifçi haline getirdiğini anlam aya başlamıştım. Karşımızda oturan O g g ie ’nin üstünde eski püskü bir hırka, altında pijam a vardı. Resm i giyin m eye d eğm ez misafirler bekliyorm uş gibiydi. Oturduğu plastik koltukta konuşurken durmadan sallanıyordu. Karşısında dinleyici bulmaktan dolayı mutlu görünüyordu. Havalardan, G aller siyasetin­ den, günümüz gençliğinin üzüntü verici durumundan enine boyuna bahsettikten sonra nihayet Martin dizginleri eline aldı da konuyu hava saldırısına v e yuvada kalan çocuklara getirdi. “ Tabii onları hatırlıyorum ,” dedi O g g ie . “Tu h af bir insan to p ­ luluğuydu. O nları arada bir kasabada görürdük. Çocuklar, bazen d e onlara bakan kadın süt, ilaç v e benzeri ıvır zıvır alm aya gelir­ di. ‘ Günaydın’ dediğim iz zaman başlarını öbür yana çevirirlerdi. O koca evde içlerine kapanık bir halde yaşıyorlardı. H erkes konuşup duruyordu am a kim se ne yaptıklarını tam olarak bilm iyordu.”


“ N eler konuşuluyordu?” “ Bir sürü boş laf. D ediğim gibi, kimse bilmiyordu. Şunu s ö yley e­ bilirim ki, bildiğim iz türden yetim çocuklar değillerdi. Başka şehir­ lerdeki Barnardo yurtlarında yaşayan çocuklar gibi resmi geçitlere filan gelip insanlarla sohbet etm ezlerdi. Bunlar farklıydı. Bazıları standart İngilizce bile konuşamazdı. Hatta hiç İngilizce konuşam a­ yan vardı.” “ Çünkü onlar aslında yetim değildi,” dedim . “ Başka ülkelerden gelm iş mültecilerdi. Polon ya , Avusturya, Ç e k o s lo va k y a ...” O g g ie, “ Ö yle m i diyorsun?” diye bir kaşını havaya kaldırarak bana baktı. “Tuhaf, bunu hiç duym am ıştım .” K en di adası hakkında daha çok şey biliyormuş gibi davranıp onu aşağıladığım ı düşünen bir hali vardı. Koltukta daha hızlı sallanmaya başladı. C airn h olm ’da d ed em le diğer çocuklara bu şekilde davrandılarsa, içlerine kapan­ malarına şaşm am ak gerekti. Martin gırtlağını tem izledi.

“ Peki am ca, bom bardım an nasıl

oldu?” “ Biraz sabret. Evet, evet, lanet olası Alm anlar. Onları unutmak mümkün m ü?” A lm a n hava saldırıları tehdidi altında adadaki ya­ şamın nasıl geçtiğin e dair bitm ek bilm ez bir nutka başladı. Kulak tırm alayan sirenlerden, panik içinde sığınaklara girm ek için mü­ cadele edenlerden, geceleri karartmanın eksiksiz yapılm ası am a­ cıyla panjurları ve sokak lambalarını kontrol etm ek için bir evden öbürüne koşturan gönüllü bekçiden bahsetti. Hazırlıklı olm ak için ellerinden gelen çabayı gösterm ekle birlikte vurulacaklarını asla düşünmemişlerdi. Sonuçta bütün limanlarla fabrikalar anakarada olup C a irn h olm ’daki küçük uçaksavar yuvasından çok daha önem li hedeflerdi. Fakat bir ge c e bom balar ya ğm aya başlamıştı. “ Korku nç bir gürültü vardı,” dedi O g g ie. “ Sanki devler adaya ayak basmıştı. Üstelik asırlar boyunca sürmüş gibiydi. O rtalığı ce­ h en n em e çevirdiler, yine d e T a n rı’ya şükür kasabada kim se ölm edi. Bizim topçu çocuklar için aynı şeyi sö yleyem eyeceğim , gerçi elle­ rinden g elen i yaptılar. Yetim han edeki zavallı çocuklar da öyle. T e k

3 ^ -

100 - > £ - < $ > - < 3 ^


bir bom ba yetmişti. Canlarını Britanya için verdiler. Bu nedenle n ered en gelm iş olurlarsa olsunlar, hepsinin m ekânı cennet olsun.” “ N e zaman olduğunu hatırlıyor musunuz?” diye sordum. “ Sava­ şın başı mı yoksa sonu muydu?” “ T a m gününü söyleyebilirim . 1 9 4 0 senesinin 3 Eylül günü ol­ muştu.” O dadaki hava birdenbire çekilmiş gibiydi. Gözüm ün önünde d e­ dem in bem beyaz kesilmiş yüzü belirdi. Dudaklarını güçlükle kıpır­ datarak 3 Eylül 1 9 4 0 diyebilmişti. “ Emin, em in misiniz? O gün olduğundan?” “ H iç savaşa katılmadım. Bir yaşla kurtarmıştım. Savaşla bütün ilişkim o tek g eced en ibaretti. Bu nedenle evet, em in im .” Oturduğum yerde donakalmıştım, adeta dünyayla ilişkim kesil­ mişti. Ç o k garipti. Birisi bana eşek şakası mı yapıyor diye düşün­ m ekten kendim i alamıyordum . “ Peki, hiç kurtulan olm adı m ı?” diye sordu Martin. Yaşlı adam gözlerini tavana dikerek bir süre düşündü. “Şim di hatırladım ,” diye konuştu. “ S ad ece bir kişi. G en ç bir çocuk, en fazla bu delikanlı kadardı.” Anıları canlanınca koltukta sallanmayı bırakmıştı. “ Ertesi sabah kasabada dolaşıyordu v e yüzünde tek bir çizik bile yoktu. Bütün arkadaşlarının can verdiğini görm esin i düşü­ nürsek pek sarsılmışa benzem iyordu. En tuhaf şey de o y d u .” “M uhtem elen şoka girm işti,” diye konuştu Martin. “Ş aşırm am ,” dedi O gg ie. “ S ad ece bir kez konuştuğunu duy­ dum. Babam a anakaraya gidecek gem inin ne zaman kalkacağını sormuştu. Eline silah geçirip arkadaşlarını katleden lanet olası ca­ navarları öldürm ek istediğini söylem işti.” Tıpk ı Portrnan D e d e m ’in masalları gibi O g g ie ’nin anlattığı ola­ ya inanmak da güçtü, yine de ondan kuşkulanmamı gerektirecek bir neden yoktu. “O n u tanıyorum ,” diye konuştum. “ O benim büyükbabam dı.” Hayret içinde bana baktılar. Yaşlı adam, “ V a y canına,” diyebildi. A y a ğ a kalkıp müsaade istedim. P ek iyi görünm ediğim i söyleyen 101


Martin puba kadar birlikte yürüm emizi önerse de kabul etm edim . Düşüncelerim le baş başa kalmaya ihtiyacım vardı. “ O halde, en yakın zam anda bana u ğra,” deyince g e leceğ im e söz verdim. Dönüşte yolu uzattım ve titrek ışıklar saçan limanın yanından geçtim . Y o ğ u n deniz kokusuyla yüz tane şöm inenin bacasından çı­ kan dumanın kokusu birbirine karışmıştı. Bir rıhtımın ucuna kadar yürüyüp denizin üstünde yükselen ayı seyrettim. O korkunç g e c e ­ nin sabahında, yaşadığı şok yüzünden donakalm ış büyükbabamı, yaşadığı onca ölüm den onu uzaklaştırıp yeni savaşlara ve ölüm lere götü recek gem iyi beklerken hayal ettim. H aritada bir kum tanesi kadar görünen, sis dağları, sarp kayalar v e azgın gelgitlerle korunan bu adada bile canavarlardan kaçış yoktu. H içbir yerde kaçış yoktu. Büyükbabamın beni korumaya çalıştığı korkunç gerçek buydu. Uzaktan jeneratörlerin tekleyip sesinin kesildiğini duydum. L i­ manın ışıkları ve arkamdaki evlerin pen cerelerinden görü nen ışıklar bir süre dalgalandıktan sonra karanlığa gömüldü. T e p e d e giden bir uçaktan bakılsa bu durumun nasıl görü n eceğini m erak etmiştim. Bütün ada sanki hiç yokm uş gibi birdenbire kararırdı. Minyatür bir süpernova gibi.

Kendim i küçücük hissederek ay ışığında geri döndüm . Babam pubda aynı masada oturm aya devam ediyordu. Önündeki yarısı yenm iş tabakta sulu bir et yem eği vardı. Y e m e ğ in suyu donmuş, üstünde yağlar birikmişti. B en m asaya otururken, “ Bakın kim gelm iş,” dedi. “ Y e m e ğ in i ayırdım .” “A ç d eğilim ,” diyerek P ortm an D ed em hakkında öğrendiklerim i anlattım. Şaşırmaktan çok kızmış görünüyordu. “ Bu olaydan hiç bahset­ m em esine inanamıyorum . Bir kez olsun bah setm edi.” Kızgınlığını anlıyordum. Bir büyükbabanın ö yle bir olayı torunundan saklaması, bir babanın oğlundan, h em de o kadar uzun bir süre saklamasından farklıydı.


Sohbeti daha olumlu bir yö n e çevirm eye çalıştım. “ Başından g eçen onca şey hayret verici değil m i?” Babam başını salladı. “ Sanırım olayları bütün ayrıntısıyla asla ö ğren em eyeceğiz. ” “ Portm an D ed em sır saklamasını iyi biliyormuş h a?” “ D alga mı geçiyorsun? A d a m adeta duygusal bir kaleydi.” “ A ca b a bu onun durumunu açıklamaz m ı? S en küçükken neden ö yle m esafeli davrandığını.” Babam bana sert bir şekilde bakın­ ca sözlerim i çabucak toparlam am gerektiğini yoksa haddimi aşa­ cağım ı anlamıştım. “ D aha ö n ce ailesini iki kere kaybetmiş. Ö n ce P o lo n y a ’da, sonra burada yanına sığındığı aileyi. O yüzden sen ve Susie H alam dünyaya geld iğin izd e...” “ Sütten ağzı yandığı için yoğurdu üfleyerek m i yem iş?” “ B en ciddiyim. Bunun aslında büyükannemi aldatmadığı anla­ mına gelebileceğin i düşündün m ü?” “ Bilm iyorum Jake. Galiba m eselenin o kadar basit olduğuna inanm ıyorum .” D erin bir n efes verince bira bardağının içi buğu­ landı. “ Sanırım bunun aslında ne anlam a geldiğini biliyorum. Sen dedenle ço k yakındın.” “ T a m a m ...” “ A ile kurma korkusunu yenm esi tam elli yılını almıştı. S en tam o zaman dünyaya geld in .” N e diyeceğim i bilem edim . İnsan kendi babasına nasıl baban seni y e te rin c e se v m e d iğ i için ü z g ü n ü m diyebilir? Zaten ben de diyem edim , bu n eden le iyi geceler dilem ekle yetinip yatm ak için üst kata çıktım.

G ecenin büyük bir kısmı boyunca yatakta dönüp durdum. M ek­ tupları düşünmekten kendim i alam ıyordum . Sürekli babam la ha­ lamın küçükken bulduğu, şu “diğer kadından” gelen mektubu ve bir ay ö n ce benim bulduğum, Bayan P e re g rin e ’in yazdığı mektubu düşünüyordum. A klım dan çıkm ayıp uyumamı en gelleyen düşünce şuydu: ya ikisi d e aynı kadınsa?

103

-£ < $ > -^ £ 3 7


B ayan P e re g rin e ’in gön derd iği zarftaki posta dam gası o n beş yıl öncesine aitti am a söylendiğine g ö re daha 1 9 4 0 ’ta parçalanıp stratosfere uçmuştu. B enim kanaatim e g ö re geriye iki olası açıkla­ m a kalıyordu: Y a ded em ölü bir insanla yazışıyordu -k i bu kuşkusuz olasılık dışıydı- ya da mektubu yazan kişi aslında Bayan P eregrin e değil, kimliğini gizlem ek için onun adını kullanan biriydi. İnsan mektup yazarken neden kimliğini gizlem e ihtiyacı duyar? Çünkü saklayacak bir şeyi vardır. Çünkü o öbür kadındır. B enim bu gezid e keşfettiğim tek gerçek, dedem in eşini aldat­ m ak için yalan söylem esi miydi? S on nefesini verm ek üzereyken bana yanına sığındığı ailenin ölümünü mü anlatm aya çalışıyordu, yoksa on yıllar boyunca süren bayağı bir ilişkiyi mi? Belki h er ikisiydi. Belki büyüyüp gen ç bir adam olduğu zam an ailesi o kadar çok parçalandığından, tek bir aileye nasıl sahip olacağını ya da birine nasıl sadık kalacağını bilmiyordu. Sonuçta bunlann hepsi birer tahmindi. G erçeği bilm ediğim gibi soracak kimse de yoktu. C evabı bilebilecek kim se varsa bile uzun zam an ö n ce ölmüştü. D aha yirm i dört saat g e çm ed en seyahatim iz anlamsız hale gelmişti. Huzursuz bir uykuya dalmıştım. Ş afak sökerken odam da duydu­ ğum bir sesle uyandım. N e olduğunu anlam ak için h em en yataktan fırladım. îri bir kuş şifonyerin üstüne tünemiş beni seyrediyordu. Başı parlak gri tüylerle kaplıydı. Ş ifon yerin kenarında beni daha iyi gö rm ek ister gibi bir o yana, bir bu yana hareket ettikçe pençeleri tahtada takırdıyordu. Düş görü p görm ediğim i anlam ak için dikkatle kuşa baktım. Babam a seslenince korkan kuş havalandı. Yüzüm ü kollarımla kapayarak kendim i yatağa attım. Tek rar kalktığımda kuş açık duran pen cered en uçup gitmişti. Uykulu gö zlerle o daya giren babam, “ N e ler o lu yor?” diye sordu. Ş ifon yerin üstündeki pen çe izleriyle yere düşen tüyü gösterdim . Tüyü eline alıp inceleyerek, “Ç o k ga rip ,” diye konuştu. “ D oğanlar insanlara hiç bu kadar yaklaşm az.”

104


A ca b a onu yanlış mı duydum diye tereddüt ettim. “ D oğanlar mı dedin?” Tüyü havaya kaldırdı. “ Bir gök d oğa n bu ,” dedi. “ H arika yara­ tıklardır, yeryüzünün en hızlı kuşlarıdır. H avada uçarken adeta şekil değiştirirler, bedenleri ince bir çizgiyi andırır.” Bu isim garip bir te­ sadüften ibaret olsa da üstümden atam adığım tekinsiz bir duyguya kapılm am a neden olmuştu. Kahvaltı ederken acaba çok çabuk mu pes ettim diye düşündüm. D ed em hakkında konuşabileceğim kimse hayatta kalmamıştı ama ev hâlâ yerinde duruyordu v e büyük bir kısmını araştırmamıştım. O rada ded em hakkında mektup, fo to ğ ra f albümü veya belki bir günlük gibi cevaplar olsa bile m uhtem elen bom bardım an sırasında yanmış veya onlarca yıl ö n ce çürümüştü. Fakat bunu kesin olarak ö ğren m ed en adadan ayrılırsam pişm anlık duyacağım a em indim . İşte böyle, alışılmadık biçim de kâbuslar gören, geceleri üstüne sıkıntı ve ürperti basan, gerçekte olm ayan şeyleri gören biri kendi kendine konuşup, en az bir düzine çocuğun vakitsiz sonuyla kar­ şılaştığı terk edilmiş, adeta perili bir e ve son bir ziyaret yapm aya karar verir.

105


b e ş in c i b o lü m —

-


yM Ç

d eta kusursuz bir sabahtı. Pubdan çıktığım za-

y \ g

m an kendim i yen i bir bilgisayarda duvar kâğıdı

ş

olarak kullanılan, aşırı d e re c e d e işlenmiş bir fo ­

toğra fın içindeym iş gibi hissettim. U staca eskitilmiş konakların uzandığı sokaklar biraz ileride yerin i kıvrılarak g ö ğ e kadar yük­ selen kayadan duvarlarla iç içe ge çm iş yem yeşil çayırlara bırakı­ yordu. Bütün bu m an zarayı hızla sürüklenen b em b ey a z bulutlar tam am lıyordu. Fakat bütün bunların ötesin d e; evlerin, çayırların, küçük birer pam u k h elva gibi kıpırdaşıp duran koyunların yukarı­ sında, uzaktaki sırtı adeta birer dil gibi yalayan yo ğu n sis ö b ek le­ rini görebiliyordu m . O rası bu dünyanın son a erip soğuk, n em li v e güneşsiz bir dünyanın başladığı yerdi. Sırta tırm andığım zam an sağanağa tutulmuştum. B ek len eceği gibi lastik çizm eleri giym eyi unutmuştum. Y o l hızla derinleşen bir çamur deryası haline gelmişti. Fakat biraz ıslanmayı, o tep ey i aynı sabah içinde ikinci kez tırm anm aya kesinlikle tercih ederdim . D o ­ layısıyla, sert damlalardan korunmak için başımı ö n e eğip güçlükle ileriye doğru yol aldım. Biraz sonra kulübenin yanından geçerken, belli belirsiz bir siluet halinde, soğuktan dolayı içeriye doluşan ko­ yun sürüsünü gördüm . Ardından sis yüzünden sessiz bir hayaleti andıran bataklığı geçtim . O sırada C airnh olm M üzesi’nin iki bin yedi yüz yaşındaki sakini aklıma geldi. K im bilir bu çamurların altın­


da onun gibi keşfedilm em iş, ölümün hapsettiği kaç insan vardı; kim bilir daha kaç kişi, cenneti bulmak uğruna burada canını vermişti. Bataklığı geçerk en serpiştiren yağmur, çocuk yuvasına vardığım zam an sağanağa dönmüştü. Vahşi doğayı andıran bahçede o y a ­ lanm am ın bir anlamı yoktu. A yrıca evin uğursuz görünümü, beni yutacakmış gibi duran kapısız giriş, yağm urdan kabarmış ve adım attıkça esneyen d ö şem e tahtaları üzerine kafa yoracak da değil­ dim. G öm leğim i sıkıp suyunu süzdüm, ardından başımı sağa sola sallayarak suları silkeledim. Olabildiğince kuruduğum zam an -k i aslında pek kurum am ıştım - araştırmaya başladım. N e y i araştırdı­ ğım dan pek em in değildim . İçinde m ektuplar bulunan bir kutu mu? D edem in adını kazıdığı bir duvar mı? Bunların hiçbiri bana olası gözükmüyordu. Eski gazete yığınlarını kaldırdım, sandalyelerle masaların altına baktım. Korkunç bir sahneyle, m esela yangından kapkara olmuş paçavralar içinde birbirine dolanm ış iskeletlerle karşılaşmayı hayal ediyordum . G elgelelim , iç m ekândan çok dışarıyı andıran odalardan başka bir şey bulamadım. N em , rüzgâr ve pislik yüzünden odaların gerçek görünümünden eser kalmamıştı. Zem in kattan umut yok ­ tu. M erdivenlerin yanına geldiğim zam an, artık burayı kullanmak zorunda olduğumu biliyordum. T e k sorun şuydu: Yukarı m ı çıka­ caktım, aşağı mı inecektim ? Üst kata çıkmanın kötü yanı, kaçm am gerektiği takdirde (burada yaşayanlardan veya hortlaklardan ya da endişe içindeki zihnimin yaratabileceği herhangi bir tehlikeden), bir pen cered en aşağı atlamak dışında fazla bir seçenek bulunmamasıydı. A lt katta da aynı sorun vardı, üstelik burası karanlıktı ve yanım ­ da el feneri yoktu. Bu n edenle üst kata çıkacaktım. Basam aklar ağırlığım a sarsıntı v e gıcırtılardan oluşan bir sen­ foniyle karşı koym akla birlikte göçm ediler. Sonunda üst kata çıktı­ ğım da, buranın en azından bom banın etkisiyle darm adağın olmuş zem in kata gö re bir zam an kapsülü gibi olduğunu fark ettim. Y e r yer dökülmüş duvar kâğıdıyla kaplı koridora dizilmiş odalar şaşıla­ cak d ereced e iyi durumdaydı. Bir iki tanesini, kırık pen cerelerden

108 ->£-<Ş>-<=nE


sızan yağm ur nedeniyle küf kaplamış olsa da, diğerlerinin içindeki eşyaları yeni gibi görünm ekten sadece bir toz tabakası alıkoymuştu. Bir sandalyenin sırtına gelişigüzel asılmış ve y e r yer küflenmiş bir göm lek, bir kom odinin üstündeki ufak tefek çatlaklar gibi ayrıntılar vardı. H e r şeyin çocukların bıraktığı gibi kaldığına, zamanın öldük­ leri g e c e durduğuna inanm ak kolaydı. Bütün odaları dolaşarak içindekileri bir a rk eolo g gibi inceledim . Bir kutunun içinde çürüm ekte olan tahta oyuncaklar, bir pen cere­ nin kenarında binlerce gün ışığa maruz kalmaktan renkleri solmuş pastel kalem ler, şatafatlı bir hapishanenin m üebbet mahkûmlarını andıran bir bebek evi içindeki beb ekler... Gösterişsiz kütüphanenin rafları sürekli n em den dolayı bel vermişti. Kitaplardan birini alıp okum aya niyetlenm iş gibi parm ağım ı ciltlerinin dökülmüş sırtların­ da gezdirdim . Raflar P e t e r P a n ve G iz li B a h ç e gibi klasikler, tari­ hin içinde unutulmuş yazarların hazırladığı tarih kitapları, Latince v e Yu nanca ders kitaplarıyla doluydu. Bir köşeye birkaç eski sıra kümelenmişti. Burasının dershane olduğunu anladım. H erhalde ö ğ ­ retm enleri Bayan P e re g rin e ’di. İki kanatlı ağır bir kapıyı açm aya çalıştım, ancak kapı kolu şiş­ tiği için kıpırdamıyordu. Biraz gerilip om zum la hızla abandım. K a ­ pının kulak tırmalayıcı bir gıcırtıyla açılmasıyla birlikte yüzükoyun ye re kapaklandım. A y a ğ a kalkarken bir yandan da etrafım a ba­ km ıyordum. Burası Bayan P e re g rin e ’den başkasına ait olam azdı. Duvardaki apliklere yerleştirilmiş mumların üzerini saran örüm cek ağlarıyla, kristal şişelerle dolu aynalı tuvalet masasıyla, m eşeden yapılm ış devasa karyolasıyla burası U yu yan G ü z e l ’in şatosundaki odaları andırıyordu. Kadının burada geçirdiği son ge ceyi gözü m de canlandırmaya çalıştım. G ece yarısı siren sesini duyarak telaşla y o r­ ganın altından çıkmış, uyku sersem i bir halde paltolarını giym eye çalışan çocukları toparlayıp alt kata indirmiş olmalıydı. A ca b a korkmuş muydu diye düşündüm. Uçakların yaklaştığını duymuş muydu? İçimi tuhaf bir his kaplamıştı. Birilerinin beni izlediğini hayal


ettim. Belki çocuklar hâlâ buradaydı; duvarların içinde kalmışlardı, bataklıktaki çocuk gibi zam ana karşı korunmuşlardı. Belki çatlakla­ rın, budak deliklerinin arasından beni gözetliyorlardı. Bitişikteki odaya geçtim . Pen cered en içeri zayıf bir ışık sızıyor­ du. A ç ık m avi renkli duvar kâğıdından kalkmış parçalar, tozlu y o r­ ganlarla kaplı yatakların üstüne doğru sarkmıştı. Nasıl olduğunu bil­ m iyorum am a bir şekilde dedem in bu odada kaldığını anlamıştım. B e n i neden buraya g ö n d e r d in ? G ö r m e m i istediğin şey neydi? D erken yatağın birinin altında bir nesne fark edince eğilip bak­ tım. Eski bir bavul vardı. B u senin bavulun m u y d u ? îlk yaşam ın dan k o p a rılırk e n , an­ n e n le babanı son kez g ö r ü p tr e n e b in e rk e n e lin d e bu bavul m u vardı? Bavulu dışarı çekip yırtık pırtık hale gelm iş deri kayışlarını yok ­ ladım. Kayışlar kolayca açıldı ancak bavulun içinde ölmüş bir b ö cek ailesinden başka bir şey yoktu. O anda ben de kendim i bom boş hissettim. A y n ı zam anda üstü­ m e tuhaf bir ağırlık çökmüştü. Sanki g e ze g e n çok hızlı dönüyordu, yoğunlaşan yerçekim i beni aşağı çek iyor gibiydi. Birden derm ansız kalınca yatağa oturdum, belki bu onun yatağıydı. P ek açıklayam adı­ ğım bir nedenden ötürü, leş gibi yorganın üstüne uzanıp gözlerim i tavana diktim. G e c e le r i burada yattığın z a m a n n e le r d ü ş ü n ü y o r d u n ? S en d e kâbuslar g ö r ü y o r m u y d u n ? A ğla m a ya başlamıştım. A i l e n ö ld ü ğ ü z am an h ab erin o ld u m u ? O n la r ı k a y b e ttiğ in i hissettin m i? A ğla m a m iyice artmıştı. A ğla m a k istem iyordum a m a elim de de­ ğildi. K endim i tutamıyordum; bu yüzden h ep kötü şeyleri düşünüyor, düşündükçe daha çok ağlıyordum . A rtık ö yle ağlam aya başlamıştım ki, hıçkırıklar arasında güçlükle n efes alır olmuştum. D edem in an­ nesiyle babasının ölene kadar nasıl açlık çektiğini düşünüyordum.


Tanım adıkları birtakım insanlar onlardan n efret ediyor diye, cılız bedenleri fırınlara atılıp yakılmıştı. Hayatlarına zerre kadar ön em verm eyen bir pilotun bir dü ğm eye basması yüzünden bu evd e par­ çalanıp yanan çocukları düşündüm. Büyükbabamın ailesinin ondan nasıl koparıldığını, bu n edenle babamın nasıl babası yokm uş gibi büyüdüğünü, şimdi benim nasıl akut stres ve kâbuslardan muzdarip olduğumu, şu anda yo k olm aya yüz tutmuş bir evde tek başıma oturup ağladığım ı, aptalca döktüğüm sıcak gözyaşlarının g ö m le ğ i­ m i nasıl ıslattığını düşünüyordum. H ep si yetm iş yaşında acı çeken bir insanın zehirli bir miras gibi bir şekilde bana geçm iş anıları ve herhangi bir türden hesaplaşma, cezalandırm a veya öldürm ek şöy­ le dursun, hepsi ölmüş olduğu için savaşam ayacağım canavarlar yüzündendi. En azından ded em asker olmuş ve onlarla savaşmıştı. B en ne yapabilirdim? A ğla m a m geçtiği zam an kafam zonkluyordu. G özlerim i kapatıp hiç olm azsa bir an ağrısı geçsin diye ovuşturmaya başladım. Sonun­ da ellerim i kaldırıp gözlerim i tekrar açtığım da odayı m ucizevi bir değişim kaplamıştı. P en cered en içeri ince bir güneş ışığı vuruyor­ du. Kalkıp kırık pen ceren in yanm a gittim. Dışarı baktığım da hem yağm ur yağdığını h em güneş açtığını gördüm . Bu tuhaf m e te o ro lo ­ jik durumun adı konusunda herhalde fikir birliği yoktur. Ç o k ciddi söylüyorum , ann em bu olaya “ öksüzün gözyaşları” der. Ardından R ick y’nin bu tür havaya ne dediğini hatırlayınca - “ Şeytan karısını d ö vü yo r!”- güldüm v e biraz rahatladım. D erken kısa bir süre sonra bulutların ardına saklanmak üzere olan güneşin odada aydınlattığı b ö lged e daha ö n ce gö rm ed iğim bir şey fark ettim. Y a n taraftaki yatağın altından bir sandık - y a da en azından u cu - gözüküyordu. Y atağın yanm a gidip sandığın tam olarak görünm esini en gelleyen yorganı havaya kaldırdım. Y a ta ğın altında büyük v e paslı bir asm a kilitle kapatılmış koca­ man v e eski bir gem ici sandığı duruyordu. H erhalde boş değildir diye düşündüm. İnsan boş bir sandığı kilitlemez. Sandık sanki ‘aç b en i!’ diye bağırıyordu. ‘İçim sır dolu !’

« - -----------------------------

<¿

5^

- < § > %

• -

111

-


İki yanından tutup çek m eye çalıştım. Y erin d en kıpırdamadı. Bu kez daha sert asılsam da bir santim bile oynam adı. A ca b a ge rçek ­ ten ağır olduğu için mi kıpırdam ıyordu yoksa onlarca yıldır biriken toz ve n em yüzünden yere mi kaynamış diye düşündüm. A y a ğ a kalkıp birkaç kez tekm eleyince içinde bazı şeyler hareket eder gibi oldu. Ardından bir soba veya buzdolabını hareket ettirir gibi her seferinde bir kenarından çekerek yatağın altından tam am en çıkar­ dım. Sandıktan boşalan yerde parantez gibi bir şekil kalmıştı. A sm a kilide hızla asılıp çektim. N e var ki, üstünü kaplayan kalın pas taba­ kasına rağm en kaya gibi sağlam görünüyordu. Kısa bir an anahtarı aramayı düşündüm, odanın içinde bir yerde olsa gerekti. Fakat onu bulmak için saatler harcayabilirdim. Üstelik kilit ö yle çürümüş görü ­ nüyordu ki, anahtarın işe yaraması şüpheliydi. G eriye tek seçenek olarak kilidi kırmak kalıyordu. İşe yarayacak bir şey ararken yan odalardan birinde kırık bir sandalye buldum. Bacaklardan birini çekip kopardım v e bir cellat gibi havaya kaldırarak en sert şekilde art arda kilide vurm aya baş­ ladım. Sonunda sandalyenin bacağı kırıldı v e elim de param parça olmuş kısacık bir sap kaldı. D aha sağlam bir şey bulmak için odaya bakındığım sırada bir karyolanın kenarından çıkmış dem ir bir par­ maklık buldum. Birkaç sağlam tek m e indirm em le birlikte parmaklık takırdayarak y e re düştü. Bir ucunu kilidin arasına sokup öbür ucun­ dan asıldım. H içbir şey olmamıştı. Barfiks yaparm ış gibi bütün kuvvetim le parm aklığa asıldım ve ayaklarım yerden kesildi. Bunun tek sonucu sandığın biraz gıcırda­ masından ibaretti. Aklım ı kaçırm ak üzereydim . Sandığı tekm eleyip gücümün h er zerresiyle parm aklığa asıldım. Boynum daki damarlar fışkıracak gibi olmuştu. A ç ı l la n e t olası, açıl geri zekâlı sa n d ık ! diye bağırdım . Nihayet öfkem in bir hedefi vardı: Ölmüş dedem in sırlarını açıklamasını sağlayam asam da bu eski sandığın içindeki sırları zorla ele geçirecektim . D erken parm aklık elim den kaydı v e boylu boyunca yere uzandım. Sırtüstü yattığım yerde tavanı seyredip soluklanm aya çalışıyor­


dum. Dışarıda öksüzün gözyaşları sona ermiş, yağm ur bildiğimiz şekliyle, hatta öncekinden daha hızlı yağıyordu. Bir balyoz veya dem ir testeresi bulmak am acıyla kasabaya gitm eyi düşündüm, fakat bu cevaplam aktan hoşlanm ayacağım sorular doğurm aktan başka bir işe yaramayacaktı. D erken aklıma parlak bir fikir geldi. Sandığı kırmanın bir yolu­ nu bulursam kilitle uğraşm am a gerek kalmayacaktı. G erek benden, gerek gelişigüzel bulduğum aletleri kullanırken zorlanm am a yol açan az gelişmiş kol kaslarımdan daha güçlü ne vardı? Yerçekim i. Sonuçta evin ikinci katındaydım. Sandığı bir p en cereye kaldırabi­ leceğim i hiç sanm ıyordum am a m erdiven sahanlığının başındaki parm aklık uzun zam an ö n ce kırılmıştı. Y a p m a m gereken iş sandığı koridora sürükleyip buradan aşağı itmekti. İçindekilerin darbeye da­ yanıp dayanm ayacağı başka bir sorundu am a en azından içinde ne olduğunu öğrenecektim . Sandığın arka tarafına çöm elip koridora doğru itm eye başladım. Birkaç santim hareket ettikten sonra m etal ayağı yumuşak zem in e saplandı ve yerinden kıpırdam am akta inat etti. Kararlı bir şekilde öbür tarafa ge çip iki elim le kilidi sıkıca kavrayarak geriye doğru çektim. Büyük bir şaşkınlık içinde sandığın tek ham lede neredeyse bir m etre ilerlediğini gördüm . G elgelelim bu aklı başında bir çalışma şekli değildi. Sürekli çöm elip kıçımı yerde sürümek zorunda kal­ m am , ayrıca sandığı her çekişim e m etalin tahta üzerinde çıkardığı kulak tırmalayıcı sesin eşlik etm esi sinir bozucuydu. N e yse ki çok geçm ed en sandığı odadan çıkarmış, sahanlığa doğru karış karış, od a oda sürüklüyordum. Kan ter içinde kalmış bir vaziyette, kendi­ m i sandığın yankılanan sürüklenme ritm ine kaptırmıştım. N ih ayet sahanlığa kadar gelm eyi başarmıştım. P ek nazik olm a­ yan son bir homurtuyla sandığı sahanlığın başına kadar çektim . Artık kolayca kayan sandık birkaç itişten sonra tam kenarda sallan­ m aya başladı. T e k bir dokunuş onu aşağıya gö n d erm eye yetecekti. Fakat onca zahm etin ödülü olarak aşağıda param parça olduğunu gö rm ek istiyordum. A y a ğ a kalkıp aşağıdaki loş odanın zem inini g ö ­

113


rebileceğim şekilde dikkatle kenara yaklaştım. Ardından nefesim i tutup sandığı ayağım ın ucuyla h afifçe ittim. Sandık bir an tereddüt eder gibi tam kenarda sallandı, ardından ağır çekimde gösterilen güzel bir bale hareketini andırırcasına, hava­ da taklalar atarak aşağı düştü. Ortalığı inleten müthiş çarpma sesiyle birlikte e v temelinden sarsılmış gibi sallandı. Aşağıdan öyle yoğun bir toz bulutu yükselmişti ki, yüzümü örtmüş ve ortalık yatışana kadar kori­ dorun dibine çekilmek zorunda kalmıştım. Bir dakika sonra sahanlığın başına dönüp aşağıya baktığım zaman onca ümit ettiğim parçalanmış tahta yığınını değil de, döşem ede sandık şeklinde bir delik görünce hayal kırıklığına uğradım. Sandık dosdoğru bodruma düşmüştü. A lt kata koşturup, buzun üstündeki delikten bakar gibi karın üstü uzanıp açılan yarıktan aşağı baktım. Sandıktan geriye kalanlar beş m etre aşağıda, toz bulutu ve karanlığın içinde görünüyordu. D evasa bir yumurta gibi darm adağın olan sandığın parçalarıyla döşem enin parçaları birbirine karışmıştı. Yü zlerce küçük kâğıt parçası etrafa saçılmış durumdaydı. Anlaşılan sonunda yin e bir kutu dolusu m ek­ tup bulmuştum! Fakat gözlerim i kısıp dikkatle bakınca kâğıtların üzerindeki şekiller -yüzler, vücutlar- dikkatimi çekti. İşte o zaman onların m ektup değil fo to ğ ra f olduğunu anladım. O nlarca fo to ğ ra f vardı. Müthiş heyecanlanm ıştım , derken aynı hızla buz kestim çün­ kü aklıma kötü bir şey gelmişti. A şa ğı inm ek zorundaydım.

İç içe geçm iş odalardan oluşan bodrum ö yle karanlıktı ki, gözü m bağlı vaziyette dolaşmaktan farkı yoktu. Gıcırdayan basamaklardan aşağı inerek gözü m karanlığa alışır umuduyla bir süre bekledim . N e yazık ki, o karanlığa gözün alışması olanaksızdı. A yn ı zam anda bir kimya laboratuvarınm m alzem e dolabını hatırlatan keskin kokuya da alışmayı umuyordum ama öyle bir şans yoktu. Dolayısıyla, g ö m ­ leğimin yakasını burnuma çekip ellerim i ö n e uzattım v e başım a bir aksilik gelm em esin i dileyerek usulca dolaşm aya başladım.


Sert bir cism e takılınca az kalsın yere düşüyordum. Cam dan ya­ pılm a bir nesne yerde yuvarlandı. Şim di koku daha da kötüleşmişti. Karanlıkta birtakım varlıkların beni beklediğini aklımdan geçirdim . Canavarları ve hayaletleri aklımdan çıkarsam fayda vardı, ya ze­ m inde bir delik daha olsaydı? Cesedim i asla bulamazlardı. D erken bir deh a pırıltısıyla, aklıma en yakın kapsam a alanına on mil uzaklıkta olm asına rağm en yanım da taşımaya devam etti­ ğim c ep telefonum u kullanmak geldi. Bir tuşa dokununca ekranda cılız bir ışık belirdi. Karanlığı zar zor aydınlatan cihazı yere doğru tuttum. Kırık parke taşlarıyla kaplı zem in fare pisliğiyle doluydu. T ele fo n u yana doğru tutunca zayıf bir yansım a fark ettim. Biraz yaklaşıp telefonu sağa sola gezdirdim . Karanlığın içinde cam kavanozların dizili olduğu raflarla dolu bir duvar belirdi. T o zla kaplı b o y boy, çeşit çeşit kavanozların içi bulanık sıvıda yüzen pelte görünümlü nesnelerle doluydu. A klım a mutfaktaki m e yve ve sebze dolu patlamış kavanozlar geldi. Belki burada ısı daha sabit olduğun­ dan bunlar sağlam kalmıştı. Biraz daha yaklaşıp dikkatle bakınca bu nesnelerin m e yve sebze değil o rgan olduğunu dehşet içinde fark ettim. Beyinler, kalpler, ak­ ciğerler vardı. Evde imal edilm iş bir tür form aldehit içinde saklanan bu organlar, o berbat kokuyu açıklıyordu. A ğzım ı kapatıp karan­ lıkta tök ezleyerek duvardan uzaklaştım. A y n ı anda h em iğrenm iş h em afallamıştım. Burası nasıl bir yerdi? O kavanozlar çocuklarla dolu bir yuvada değil, ancak tekinsiz bir tıp okulunun bodrum unda rastlanabilecek türdendi. Portm an D ed em bu bina hakkında onca güzel şey anlatmasaydı, Bayan P e re g rin e ’ in çocukları organ ticareti yapm ak için kurtardığını düşünebilirdim. Kendim i biraz toparlayınca biraz ileride bir ışık daha fark et­ tim. Bu telefonum un yansıması değil, dışarıdan sızan zayıf bir ışık huzmesiydi. H erh a ld e sandığın açtığı delikten geliyordu. Duvarların barındırabileceği diğer tehlikelerden uzak durmaya çalışıp g ö m le ğ i­ min yakası altından soluyarak dikkatle ilerledim. Işığı takip ed erek bir köşeyi dönüp tavanın kısmen göçtüğü kü­

£*=>-<$>3«- 115


çük bir odaya girdim. Delikten vuran gün ışığı, param parça d ö ­ şem e tahtalarıyla cam kırıklarından oluşan v e üzerinden hâlâ toz dumanları yükselen bir yığını aydınlatıyordu. Küçük halı parçaları, kurutulmuş et öbekleri gibi oraya buraya savrulmuştu. Bu yığının altından, göçükten sağ kurtulmayı başarmış, küçük v e kem irgen bir karanlık dünya sakininin minik ayak sesleri işitiliyordu. Bütün bu keşm ekeşin ortasında, parçalanmış sandık yatıyordu. İçinden fırla­ yan fotoğraflar konfeti gibi etrafa savrulmuştu. Uzun tahta parçalarının, paslı çivilerle dolu kalasların üstünden adımlarımı atarak dikkatle enkazın içine girdim. Diz çöküp yığının içinden bulabildiğim fotoğrafları ayıklam aya başladım. F o to ğ ra f­ ların üstündeki tahta ve cam parçalarını tem izlerken kendim i bir kurtarma ekibinin üyesi gibi hissediyordum. Tavandan geriye kalan kısım h er an üstüme çökebilirdi, bu n edenle içim den bir ses acele etm em i söylediği halde fotoğrafları incelem ekten kendim i alam ı­ yordum. îlk bakışta bütün aile albümlerinde görülebilecek türde fo to ğ ra f­ lara benziyorlardı. Plajda oynaşan insanlar, arka bahçede oturmuş gülümseyen yüzler vardı. Adanın m uhtelif yerlerinde çekilmiş m an­ zaraların yanı sıra tek ve çift olarak p o z veren bir sürü çocuk fo to ğ ­ rafı mevcuttu. R asgele çekilmiş fotoğrafların yanında, fon önünde p o z vererek çekilmiş fotoğraflar görülüyordu. P o z verenlerin kuca­ ğında sabit bakışlı oyuncak b ebekler vardı. G eçen yüzyılın başından kalma, tüyler ürpertici bir alışveriş m erkezin de poster fo toğ ra fı için p o z verir gibiydiler. Aslında bana ürpertici gelen kucaklarındaki zom bi bebekler veya çocukların tuhaf saç kesimleri ya da hiç gü­ lüm sem em eleri değildi. Fotoğraflara daha dikkatli bakınca yüzleri bana daha tanıdık ge lm ey e başlamıştı. D edem deki eski fo to ğ ra f­ larla, özellikle puro kutusunun içinde sakladığı fotoğraflarla aynı korkunç havayı paylaşıyorlardı. Sanki hepsi aynı adam tarafından çekilmişti. Ö rneğin, insanın gözü n e sokacak kadar kötü boyanm am ış bir okyanus dekoru önünde p o z verm iş iki g e n ç kız vardı. Tu haf olan


resmin kendisi değil kızların p o z verm e şekliydi. İkisi de sırtlarını objektife dönmüştü. İnsan fo to ğ ra f çektirm ek için onca zahm ete ve masrafa katlandıktan sonra - o zam anlar stüdyoda portre çektir­ m ek pah alıydı- objektife sırtını neden dönerdi? Aklım dan, enkazın içinde aynı kızların bu kez yüzleri dönük, pişmiş kelle gibi sırıtırken çekilmiş fotoğrafın ı bulabileceğim geçti. D iğe r fotoğrafların üzerinde tıpkı dedem in bazı fotoğrafları gibi oynanm ıştı. Bir tanesinde, tek başına bir kız bir mezarlıktaki havuza bakıyordu fakat suyun üstüne iki tane kız yansımıştı. Bu fo toğ ra f bana Portm an D e d e m ’deki şişenin içine hapsolmuş kız resmini ha­ tırlattı. Fakat burada uygulanan karanlık oda tekniği öbürü kadar g ö z e batmıyordu. Bir diğer fotoğrafta, vücudunun üst kısmı arılarla kaynadığı halde insanı kaygılandıracak dereced e sakin görünümlü bir delikanlı vardı. Burada hile yapm ak kolay olsa gerekti. D ed em ­ deki, alçıdan yapıldığı çok belli olan kaya parçasını kaldıran çocu­ ğun fotoğra fı gibiydi bu da. Sahte kaya, sahte arılar... P ortm an D e d e m ’in burada tanıdığı bir çocuktan -için d e arılar yaşayan ço cu k - bahsettiğini hatırlayınca ense tüylerim diken di­ ken oldu. A ğzın ı h er açışta birkaç tanesi dışarı kaçar demişti. Fakat H u gh istem edikçe asla sokmazlar. Aklım a tek bir açıklama geliyordu. D edem deki fotoğraflar şimdi parçalanmış vaziyette önüm de yatan sandıktaki fotoğraflarla aynıy­ dı. Y in e de iki kaçığın resmini bulana kadar bundan em in değildim : Farbala yakalı v e maskeli iki çocuk birbirlerine kurdele yedirir gibi p o z vermişti. Kâbuslara m alzem e sağlam a dışında maksatlarının ne olduğunu bilmiyordum. K im di bunlar, sado-mazoşist balerinler mi? H e r neyse, P ortm an D e d e m ’d e aynı çocukların resmi olduğunu ke­ sinlikle hatırlıyordum. D aha birkaç ay ö n ce puro kutusunun içinde görmüştüm.

^3 ^ - ^

117




Bu tesadüf olam azdı. D em ek dedem bana gösterdiği ve bu evde tanıdığı çocuklara ait olduğuna yem in ettiği fotoğrafları gerçekten bu evden getirmişti. İyi am a bu durumda, sekiz yaşındayken bile şüphelenm em e yo l açan bu fotoğraflar gerçek miydi? Y a onlara eşlik eden fantastik masallar? Bunların bir tekinin bile doğru -k e li­ m enin gerçek anlam ıyla d o ğ ru - olması akla hayale sığm ayacak bir durumdu. Y in e de hayat izinin kalmadığı, hayaletlerle dolu bu evin loş ışıklı ve tozlu bu odasında, belki diye düşündüm. Birden yukardan bir yerden sert bir gürültü koptu. Ö yle fen a ürkmüştüm ki, elim deki bütün fotoğrafları ye re düşürdüm. K en di kendim e ev yerine yerleşiyor dedim , ya da göçü yor! T a m fotoğrafları toplam ak için eğildiğim anda bir çatırtı daha duyuldu. O anda yukarıdaki delikten sızan cılız ışık ortadan kayboldu v e zifiri karanlığın içinde kaldım. Biraz sonra ayak sesleri, ardından konuşmalar duydum. N e konuştuklarını anlam aya çabalasam da duyam adım. En küçük ha­ reketim in etrafım daki yıkıntıyı gürültüyle harekete geçirm esinden korkarak yerim den kıpırdamadan durdum. Duyduğum korkunun mantık dışı olduğunu biliyordum; m uhtem elen o sersem rapçı çocuklar yine bir eşek şakası yapmıştı. Y in e de kalbim yerinden fırlayacak gibi atıyordu ve hayvani bir içgüdü bana sessiz olm am ı buyuruyordu. Bacaklarım uyuşmaya başlamıştı. Elimden geldiğin ce sessiz dav­ ranarak, tekrar kan akışını sağlam ak için ağırlığım ı bir bacağım dan öbürüne verdim . Y ığın ın içinden küçük bir parça yuvarlanarak dı­ şarı çıktı. Fakat o sessizlikte sanki büyük bir gürültü koparmıştı. Yukarıdan duyulan sesler kesildi. Ardından tam başımın üstündeki döşem e gıcırdadı ve küçük bir alçı yağm uru tep em e döküldü. Y u ­ karıda her kim varsa yerim i tam olarak biliyordu. N efesim i tuttum. Bir kız sesi duydum: “A b e ? Sen m isin?” Galiba rüya görüyordum . Kızın tekrar konuşmasını beklesem de uzun bir süre, uzaklarda bir yerde binlerce parm ağın masaya

122


vurmasını andırırcasına çatıyı döven yağm urdan başka bir ses du­ yulmadı. D erken tep em d e bir fen er yanarak ortalığı ışığa boğdu. Başımı yukarı çevirip baktım; parçalanan tavanın etrafına toplan ­ mış yarım düzine çocuk bana bakıyordu. N e red e n olduğunu çıkaram asam da onları bir yerden tanıyor­ dum. H ayal m eyal hatırlanan bir düşteki yüzleri andırıyorlardı. Onları daha ö n ce n ered e görm üştüm v e dedem in ismini nereden biliyorlardı? D erken aklım başıma geldi. Üstlerindeki kıyafetler G aller için bile tuhaftı. B em beyaz yüzleri ciddiydi. Ö n üm de y e re saçılmış fo ­ toğraflardaki yüzler, tıpkı yukarıdaki çocuklar gibi gözlerini bana dikmişti. O anda anlamıştım. O çocukları fotoğraflarda görmüştüm. Konuşan kız beni daha iyi görebilm ek için ayağa kalktı. Elinde tuttuğu titrek ışığın kaynağı bir fen er veya mum değil, sanki çıplak bir ateş topuydu. Cildinden başka bu ateş topuna d eğen bir cisim yoktu. Onun fotoğrafın ı göreli daha beş dakika olmamıştı. O fo to ğ ­ rafta tıpkı şimdi olduğu gibi görünüyordu, hatta avuçlarında aynı tuhaf ışık vardı. B e n i m a d ım J a c o b dem ek istedim. Sizi a rıy o rd u m . G elgelelim çen em sanki yuvasından çıkmıştı, o yüzden ben de gözlerim i onlara dikm ekten başka bir şey yapam adım .



Kızın suratı asıldı. H erhalde çok berbat görünüyordum ; yağm ur­ dan sıçan gibi ıslanmış, ardından bütün üstüm başım tozla kaplan­ mıştı v e bir enkazın ortasına çöm elm iş vaziyetteydim . Bu kız v e di­ ğ e r çocuklar bu çukurda h er n e bulmayı umuyorsa, o ben değildim. Aralarında bir müddet mırıldandıktan sonra ayağa kalkıp çabu­ cak dağıldılar. Onların ani hareketi benim düzelm em e yo l açmıştı. S esim e tekrar kavuşarak beni beklem eleri için bağırdım. N e var ki, çoktan kapıya doğru koştukları üstümdeki tavanda çıkardıkları gürültüden belliydi. Enkazın içinde dikkatle yürüyüp leş gibi kokan bodrumun içinde körlem esine hareket ederek m erdivene doğru ilerledim. Zem in kata çıktığımda çaldıkları gün ışığı bir şekilde geri gelmişti, ancak onlar ortalıktan kaybolmuştu. Kapıdan dışarı fırlayıp parçalanmış tuğla basamaklardan bahçe­ ye indim ve “ Durun! B ek leyin !” diye haykırdım. N e var ki, hepsi gitmişti. N e fe s n efese bir vaziyette bahçeyi ve orm anı ararken bir yandan da kendim e küfrediyordum. A ğaçların arasından bir çatırtı sesi geldi. G eri dönüp o tarafa bakınca dalların örttüğü kısımda bir an bir hareket gördüm . B eyaz bir elbisenin eteğiydi bu. O kızı görm üştüm . Arkasından fırlayıp orm ana daldım. K ız patikadan koşarak kaçm aya başladı. Y e r e düşmüş iri kütüklerin üstünden atlayıp aşağı sarkan dallara çarpm am ak için başımı ö n e e ğ erek hızla koştum. Bir süre sonra ci­ ğerlerim yan m aya başlamıştı. Kız patikadan orm ana dalıyor, sonra yine yola çıkıyor, beni atlatmaya çalışıyordu. N ih ayet orm an bitince karşımıza açık arazideki bataklık çıktı. Burada onu yakalam a fırsa­ tım vardı. A rtık kızın saklanabileceği bir yer yoktu, sadece hızımı arttırmam gerekiyordu. Üstelik benim ayağım da spor ayakkabılar ve blucin, onun üstünde uzun elbise olduğundan bu iş kolay görü ­ nüyordu. G elgelelim , tam yetişm ek ü zereyken aniden yana saparak bataklığın içine daldı. O nu takip etm ekten başka seçen eğim yoktu. Artık koşm ak olanaksızdı. Z em in e güvenem iyordum : sürekli bir yo l varmış gibi görünüyordu am a sonunda diz boyu çukurlara dalı­ yor, pantolonum u vıcık vıcık çamura buluyordum. O ysa kız, görü­

125


nüşe bakılırsa n erey e basacağını iyi biliyordu. Gittikçe m esafeyi açtı v e sonunda sisin içinde gözd en kayboldu. A rtık sadece ayak izlerini takip edebilirdim. G özd en kaybolduktan sonra ayak izlerinin tekrar patikaya d o ğ ­ ru çıkmasını ümit etmiştim, oysa izler giderek bataklığın içlerine yöneliyordu. Derken arkamdaki sis iyice yoğunlaştı v e artık patikayı gö re m e z oldum. Y o lu tekrar bulacağından şü phelenm eye başlamış­ tım. B e n i m a d ım J a c o b P o r t m a n ! B e n A b e ’in t o r u n u y u m ! Sana za ra rım d o k u n m a z ! diye o n a sesimi duyurmaya çalıştım; ne var ki, sis ve çamur adeta sesimi yutuyordu. Kızın ayak izleri bir taş yığınına doğru gidiyordu. Uzaktan bakın­ ca bu yığın kocam an gri bir Eskimo kulübesi gibi görünse de aslında bir höyük, yani C airn h olm ’a adını veren o N eolitik m ezarlardan biriydi. Uzun ve dar höyük benim boyum dan biraz yüksekti. Bir ucun­ da kapı gibi dikdörtgen bir ağız vardı. Çamurun ortasındaki bir ot öbeğinin üstündeydi. Cıvık çamurdan höyüğün etrafını çeviren nis­ peten sert top ra ğa atladığım zam an, ağzın aşağı doğru inen bir tünelin girişi olduğunu fark ettim. îki yandaki duvarlara karmaşık döngüler v e sarmallar kazınmıştı. Bunlar anlamları çağlar öncesin­ de kaybolm uş antik hiyerogliflerdi. Bataklık çocuğu burada yatıyor diye düşündüm. Y a da buraya giren herkes umutlarını dışarıda bı­ raksın d em ek daha doğru olurdu. Buna rağm en içeri girdim çünkü kızın ayak izleri beni buraya getirmişti. H öyü ğü n içindeki tünel nemli, dar v e m uazzam d erece­ d e karanlıktı. A n cak kamburu çıkmış y e n g eç yürüyüşüyle ilerleyebi­ liyordum. N e yse ki kapalı m ekânlar benim ödümü patlatan şeyler arasında bulunmuyordu. Kızın ileride bir yerde korkudan titrer vaziyette beklediğini hayal ederek sürünürken bir yandan onunla konuşuyor ve zarar verm e­ yeceğim i tem in etm ek için elim den geleni yapıyordum . S özlerim hangi yön d en geldiği belli olm ayan bir yankıyla tokat gibi yüzüm e çarpıyordu. A lm a k zorunda kaldığım tuhaf pozisyondan ötürü tam


uyluklarım uyuşmak üzereyken tünel bir oda genişliğine büründü. İçerisi zifiri karanlık olsa da ayakta durup kollarımı iki yana uzattı­ ğım da duvara d eğ m ey ecek kadar genişti. C e p telefonum u çıkarıp bir kez daha fen er gibi kullandım. M ekânın nasıl bir yer olduğunu anlam am fazla sürmedi. Yatak odam büyüklüğünde, duvarları tam am en taştan oluşan, tam am en boş bir yerdi burası. K ız ortalıkta yoktu. O kızın nasıl olup da elim den kaçtığını anlam aya çalışırken aklı­ m a bir şey dank etti. Durum öyle açıktı ki, bu kadar uzun süre sonra anladığım için kendim i aptal gibi hissediyordum. Kız aslında yoktu, hiç olmamıştı. B en onu ve diğerlerini hayalim de canlandırmıştım. Onların fotoğraflarına baktığım anda beynim onları yoktan var et­ mişti. Y a onların ortaya çıkışından ö n ce ortalığın birdenbire tuhaf bir şekilde kararması? H erhalde kendim den geçmiştim . Zaten ö yle bir şey olması olanaksızdı; o çocukların hepsi uzun zam an ö n ce ölmüştü. Ö y le olm asa bile, tıpatıp fotoğrafların çekil­ diği andaki gibi görü nm elerine inanm ak ço k saçmaydı. Y in e de h er şey ö yle çabuk olmuştu ki, durup bir halüsinasyonun peşinden koşturduğumu düşünecek vakit bulamamıştım. Dr. G o la n ’m bu duruma nasıl bir açıklam a getireceğini tahmin edebiliyordum : O ev senin için duygusal açıdan ö yle yüklü bir yer ki, sadece içeride olm an bile stres tepkisini tetiklem eye yetmişti. Evet, psikiyatrik zırvalar yumurtlayan hıyarın tekiydi am a bu onun yanlış konuştuğu anlam ına gelm ezdi. Kendim den utanarak geri döndüm. Y e n g e ç gibi yürümeyi bıra­ kıp, delikanlılığın son zerresini de ayaklar altına alarak, tünelin ağ­ zından gelen puslu ışığa doğru dizlerimin üstünde süründüm. Başımı kaldırıp yukarı bakınca bu manzarayı daha ön ce gördüğümü hatır­ ladım. Martin’in müzesinde, bataklık çocuğunu keşfettikleri yere ait bir fotoğraftı bu. Bir zamanlar insanların bu iğrenç kokan bataklığın cennetin kapısı olduğuna inanmaları hayret vericiydi. Buna ö yle yü­ rekten inanmışlardı ki, benim yaşlarımda bir çocuk oraya gitm ek için canını verm eye razı olmuştu. N e üzücü, ne aptalca bir ölüm.

127


O anda eve d ö n m eye karar verdim. A rtık bodrum daki fo to ğ ra f­ lar umurumda değildi; bilm ecelerle, gizem li olaylarla v e son sözlerle uğraşmaktan bıkmıştım. Büyükbabamın takıntısını onlarla bağdaş­ tırm ak beni iyileştirmek bir yana daha kötü yapmıştı. A rtık hepsinin peşini bırakmanın vakti gelmişti.


Höyükteki daracık tünelden dışarıya adım ım ı attığım anda g ö z ­ lerim ışıktan kamaştı. Elimle gözlerim i kapatıp parmaklarımın ara­ sından baktığım dünyayı tanımakta güçlük çekiyordum . Bataklık, patika ve her şey eskisi gibi yerli yerindeydi am a hepsini adaya geldiğim den beri ilk kez pırıl pırıl güneş ışığı altında görüyordum . Gökyüzü masm aviydi ve adanın bu kısmına damgasını vuran sisten eser yoktu. A yrıca hava sıcaktı, yazın başlangıcındaki serin günler­ den çok kavurucu sıcakların bastırdığı yaz ortasını hatırlatıyordu. T a n rım haua burada ç o k çabuk d e ğ iş iy o r diye düşündüm. Patikadan geri dönerken ayaklarım adeta yerinden kalkm ıyor­ du. Buraya gelirken çoraplarım ın içine vıcık vıcık dolan bataklık ça­ murunu düşünmek tüylerimi ürpertiyordu. Bu düşünceyi aklımdan silm eye çalışarak kasabanın yolunu tuttum. N e tuhaftır ki, patikada sanki birkaç dakika içinde kurumuş gibi çamurdan eser kalmamıştı. Bu sefer greyfurt büyüklüğünde hayvan pislikleri yolu adeta halı gibi kaplamıştı; düz bir hatta yürümek mümkün değildi. Bunları daha ö n ce nasıl fark etm em iştim ? Sabah boyunca psikozdan kay­ naklanan bir bulanıklık içinde m iydim ? Y o k sa şimdi mi öyleydim ? Sırtı aşıp kasabaya yaklaşana kadar başımı pisliklerden oluşan dam a tahtasından alıp ileriye bakamamıştım. Kasabaya yaklaşınca onca pisliğin n ered en geldiğini anladım. Bu sabah bir traktör ordu­ su limanla kasaba arasındaki çakılla kaplı yollarda, balık v e turba kalıplarıyla dolu yük arabalarıyla m ekik dokurken; şimdi o arabaları atlar ve katırlar çekiyordu. Kükreyen m otorların yerini hayvanların toynaklarından çıkan tıkırtılar almıştı. A rtık dizel jeneratörlerin bitm ek bilm eyen uğultusu da duyulmu­ yordu. Y o k s a buradan uzaklaştığım birkaç saat içinde adanın yakıt stokları tükenmiş miydi? Y a kasaba halkı onca büyükbaş hayvanı n erede saklamıştı? H e m neden herkes bana bakıyordu? Yanından geçtiğim her kişi gözlerini şaşkınlıkla açarak beni süzüyor, yaptıkları işleri bıra­ kıp m erakla beni seyrediyordu. K en dim i çıldırmış hissettiğim gibi herhalde görünüşüm de öyle diye düşündüm. Başımı e ğ ip kendi­


m e bakınca belim den aşağısının çamurla, üstününse alçı tozuyla kaplı olduğunu fark ettim. Başım ı eğ ip hızla puba doğru yürüm eye başladım. H iç olm azsa babam ö ğle yem eğin i yem ek için dönene kadar oranın karanlık ortam ında beklerdim . O gelir gelm ez en kısa zam anda e ve d önm ek istediğim i s ö ylem eye karar verdim . Tereddüt ettiği takdirde halüsinasyon gördüğüm ü kabul ediyorum diyecek­ tim. B ö ylece ilk feribotta yer alm am ız kesinleşecekti. D elikte her zam anki ayyaş adamlar topluluğu, kocam an kö­ püklü bardaklarının üstüne eğilm iş vaziyette oturuyordu. Evim den uzakta evim haline gelen bu m ekânda yıpranm ış masalar ve kirli soluk dekor yerli yerinde duruyordu. N e var ki, m erdivene doğru yön eldiğim sırada, tanım adığım bir ses, “Sen n ereye gittiğini sanı­ yorsun?” diye kükredi. Bir ayağım ı ilk basam ağa atmış vaziyette başımı geriye çevirin­ ce, barm enin beni yukarıdan aşağıya süzdüğünü gördüm . A n cak bu adam K e v değil, tanım adığım , çatık kaşlı ve sivri kafalı biriydi. Üstünde barm en önlüğü vardı. îki kaşı birleşmiş v e ince bir bıyığı olduğu için yüzü çizgili gibi görünüyordu. Aklım dan yukarıya çıkıp bavulumu toplayacağım ve buna rağ­ m en babam beni e v e götürm ezse n öbet geçiriyorm uş numarası yapacağım dem ek geçti. Fakat, “ O dam a çıkıyorum ,” dem ekle y e­ tindim. Üstelik bunu bir gerçeği açıklar gibi değil soru sorar gibi söylem iştim. Doldurm akta olduğu bardağı bırakıp, “ Ö yle m i?” dedi. “ Sen bu­ rayı otel mi sandın?” Müdavim ler oturdukları taburelerde bana bakm ak için dönünce tahta gıcırtıları duyuldu. H epsinin yüzünü çabucak inceledim . H iç ­ biri bana tanıdık gelm em işti. Anlaşılan psikoza girdim, dem ek psikoz nöbeti böyle oluyor diye düşündüm. Lâkin bir şey hissetmiyordum. N e kafam da şim­ şekler çakıyor n e de avuçlarım terliyordu. Sanki ben değil dünya çıldırmış gibiydi. B arm en e muhakkak bir yanlışlık olduğunu söyledim . “ Babam la

131


birlikte üst katta o da tuttuk,” dedim . “ Bakın, bu benim anahtarım ,” diyerek cebim den anahtarı kanıt olarak çıkardım. A dam , “ Bir bakayım şuna,” diyerek tezgâhın üstüne eğilip elim ­ deki anahtarı hızla aldı. Bir kuyumcu gibi, loş ışığa tutup inceledi. “ Bu bizim anahtarımız d e ğ il,” diye kükreyerek cebine attı. “ Şimdi söyle bakalım, yukarıda gerçekten ne yapm ak istiyorsun am a bu kez yalan sö y le m e !” Yüzümün kızardığını hissettim. D aha ö n ce bana akrabam o l­ m ayan bir yetişkin tarafından yalancı denm em işti. “ S öyledim ya. Yukarıdaki odaları biz tuttuk! Bana inanm ıyorsanız K e v ’ e sorun!” Sakin bir ses tonuyla, “ K e v d iye birini tanım ıyorum , üstelik m a­ sallara karnım to k ,” dedi. “ Burada kiralık oda filan yok. A yrıca üst katta sadece ben yaşıyoru m !” Birisinin bir kahkaha patlatması, şaka olduğunu söylem esi umu­ duyla etrafa bakındım. N e var ki, adamların yüzü taş gibi ifadesizdi. K o ca sakalını sıvazlayan bir adam, “Am erikalı o , ” diye teşhis koydu. “ Belki ordudandır.” “ S açm alam a,” diye kükredi bir başkası. “ Şuna baksana, cen in ­ den farksız! ” Sakallı adam, “ Yağmurluğunu gö rm ü yo r musun?” diyerek uza­ nıp montumun kolunu kurcaladı. “Bunu kırk yıl araşan bir m ağaza­ da bulamazsın. Ordu malı olması lazım .” “ Bakın, ben ordu üyesi değilim v e sizi işletm eye niyetim yok, yem in ederim ! S ad ece babam ı bulmak, bavulumu toplam ak v e ...” “ Am erikalıym ış,

külahıma anlatın!”

diye böğürdü şişko bir

adam. K o ca m a n g ö b eğ iy le oturduğu tabureden kalkarak, yavaşça ve geri geri giderek yaklaşmakta olduğum kapının önünde durdu. “ A ksam bana bozuk geldi. Bahse girerim A lm an casusu bu !” Cılız bir sesle, “ Ben casus değilim , sadece kayboldum ,” diyebil­ dim. Kahkaha atarak, “ N e söylediğini duydum ,” dedi. “ D iyoru m ki, gerçeğ i eski usule başvurarak öğren elim . Bir halatla!” Sarhoşlar bağırarak bu öneriyi onayladı. Ciddi m i olduklarını


yoksa dalga m ı geçtiklerini bilem iyordum , fakat orada daha fazla oyalanıp bunu ö ğ re n m ey e niyetim yoktu. Karm aşa içindeki bey­ nim de, bozulm am ış bir içgüdü bana kaç diye buyurdu. Bir oda d o­ lusu sarhoş beni linçle tehdit etm eseydi neler olup bittiğini anlamak daha kolay olurdu. Tabii kaçarak onların gözü nde suçlu olduğumu kanıtlıyordum am a umurumda değildi. Şişko adamın arkasına ge ç m e y e çalıştım. B eni yakalam aya ça­ lışsa da ağır ve sarhoş bir insan, hızlı ve korkudan ödü kopan biri­ siyle asla baş edem ezdi. S ola gider gibi yapıp h em en sağa kaçtım. Şişko öfkeyle hırlarken diğerleri üstüme atılmak için mıhlandıkları taburelerden kalktılar. N eyse ki parmaklarının arasından sıyrılıp ka­ pıyı açtım ve kendim i dışarıya attım.

S okağa fırlamış hızla koşuyordum. H e r adımım da çakıllar hava­ da savruluyordu. A rkam dan gelen öfkeli sesler giderek azalm aya başladı. K en dim i gözden kaybettirm ek için gördüğüm ilk köşeden hızla döndüm . Çamurlu bir bahçeye dalmıştım. Ciyaklayan tavuklar önüm den kaçıştılar. Ardından açık bir alana çıktım. Burada eski bir kuyudan su çekm ek için sıralanmış kadınlar yanlarından koşa­ rak geçerken başlarını çevirip bana baktılar. A klım a üzerinde kafa yoracak kadar vaktimin olm adığı bir düşünce gelmişti - H e y , B e k ­ leyen K a d ın n erey e gitti?- fakat o sırada alçak bir duvara gelin ce dikkatimi onun üstünden atlamaya verdim ; ellerini duvara koy, ba­ caklarını kaldır, üstünden atla. Duvarın öbür tarafında işlek bir yola inmiştim, n eredeyse hızla ge çen bir at arabasına çarpacaktım . A tın böğrü göğsüm ü sıyırarak geçince sürücü, annem hakkında birtakım uygunsuz sözler haykırdı. Ayaklarım ın birkaç santim önünde atın toynaklarıyla arabanın tekerlek izi açılmıştı. N e le r olup bittiği hakkında en ufak fikrim yoktu. A nladığım iki husus vardı: Büyük ihtimalle aklımı kaçırmak üzereydim ve ge rçek ­ ten öyle olup olm adığım ı anlayana kadar insanlardan uzak durmak zorundaydım. Bu am açla iki sıra halinde dizilmiş evlerin arasından

133


g e çen bir sokağa daldım. Görünüşe bakılırsa burada saklanacak pek çok yer bulabilir ve ardından kasabanın dışına yol alabilirdim. Üstü başı çamur içinde fakat koşm ayan bir A m erikalı çocuğun daha az dikkat çekeceğini umarak hızla yürüm eye başladım. N orm al görü n m e çabam en küçük bir gürültü vey a harekette havaya sıçram am yüzünden sekteye uğruyordu. Çam aşır asan bir kadının yanından geçerk en başımla selam verip el salladım. N e var ki, herkes gibi bu kadın da gözlerini bana dikmişti. D aha hızlı yürü­ m e ye başladım. A rdım da tuhaf bir ses duyunca h em en oracıkta bah çe içindeki tuvalete daldım. Y a rı aralık duran kapının ardında dikilmiş bekler­ ken bir yandan da duvardaki yazıları okuyordum . D o o le y o ğ la n seven b ir g ö tç ü d ü r. N e, şeker yok m u? Sonunda bir k ö p ek sinsice yanım a sokuldu. Arkasından kesik kesik havlayan bir sürü yavru geliyordu. N efesim i koyuverip biraz rahatladım. Sinirlerim biraz yatışınca tekrar yola çıktım. D erken biri beni saçımın arkasından yakaladı. D aha bağırm aya fırsat bulama­ dan arkadan fırlayan bir el gırtlağım a sivri bir cisimle bastırdı. “ Bağırırsan gırtlağını keserim ,” diye bir ses duydum. Saldırgan bıçağı boynum dan çekm eden beni tuvaletin duvarı­ na yaslayıp karşıma dikildi. Onun pubdaki adamlardan biri değil, peşine düştüğüm kız olduğunu görü n ce hayretler içinde kaldım. Üstünde basit beyaz bir elbise vardı. Ç o k sert görünen yüzü, n efes borumu oyup oym am a konusunda ciddi biçim de düşünmesine rağ­ m en çarpıcı bir güzelliğe sahipti. “ Nesin sen ?” diye tısladı. N e sorduğundan pek em in olam adığım dan, “ Ben - o f f - A m e ri­ kalıyım ,” diye kekeledim . “A d ım J a c o b .” Eli titreyerek bıçağı gırtlağım a biraz daha batırdı. Korktuğu bel­ liydi ki, bu tehlikeli olduğu anlam ına geliyordu. “ Evde ne arıyor­ dun? N ed en benim peşim den geliyordu n ?” “ S adece seninle konuşmak istiyordum! Sakın beni ö ld ü rm e!”

134


Sert bakışlarını yüzüm e dikti. “ N e konuşacaktın b en le?” “Ev hakkında, orada yaşayan insanlar hakkında konuşacaktım .” “ Seni buraya kim gö n d erd i?” “ D edem . A d ı A brah am P o rtm a n ’d ı.” A ğ z ı şaşkınlıkla açıldı. “ Y alan söylüyorsun!” diye bağırırken g ö z ­ leri öfk eyle parlıyordu. “ K im olduğunu bilm ediğim i mi sanıyorsun? B en dün doğm adım ! G özlerini aç, göster gözlerini ban a!” “T am am ! Bak bakalım !” G özlerim i açabildiğim kadar açmıştım. Parm ak uçlarında yükselerek gözlerim i inceledi, ardından ayakla­ rını tekrar indirip, “Hayır, gerçek gözlerini g ö ster!” diye bağırdı. “A b e hakkında söylediğin yalan gibi bu sahte gö zler de beni kan­ d ıram az!” “ Y alan söylem iyorum , h em bunlar benim gö zlerim !” N efes borum a ö yle sert bastırmaya başlamıştı ki nefes almakta güçlük çekiyordum. Bıçağın kör olduğuna şükrediyordum, yoksa kızın boynum u kesmesi işten değildi. B oğu k bir sesle, “ Bak, h er n e düşü­ nüyorsan ben o d eğilim ,” diye konuştum. “ Bunu kanıtlayabilirim!” Eli biraz gevşem işti. “Kanıtla öyleyse. Y o k sa şu otları senin ka­ nınla sularım !” “ Burada bir şey va r,” diyerek m ontum un iç cebine uzandım. G eri sıçrayıp durm am için bağırırken bir yandan da bıçağı ha­ vaya kaldırmıştı. Bıçağın ucu havada, gözlerim in arasında sallanıp duruyordu. “ S adece bir mektup! Sakin o l!” Bıçağı gırtlağım ın hizasına indirdi. Bayan P e re g rin e ’in gö n d er­ diği mektupla fo toğ ra fı yavaşça cebim den çıkarıp o n a gösterdim . “ Buraya kısmen bu mektup yüzünden geldim . Bunu bana ded em verdi. Kuş gönderm iş. M ü direye ö yle diyorsunuz değil m i? ” D oğru dürüst bakmadan, “ Bu bir şeyi kanıtlam az!” diye bağırdı. “ H e m hakkımızda o kadar çok şeyi n erden biliyorsun sen ?” “ S öyledim ya, d e d e m ...” Mektubu avucumdan hızla çekti. “ A rtık o saçm alığı duym ak iste­ m iyoru m !” Besbelli damarına basmıştım. Bir süre suskunlaştı, g ö z ­


lerini ö fk eyle kısmıştı. O n ca tehdidi sıraladıktan sonra şimdi işimi en iyi nasıl halledeceğini düşünür gibi bir hali vardı. A n cak henüz kararını verem ed en sokağın öbür ucundan bağırtılar yükseldi. Pubda oturan adamların ellerinde tahta sopalar v e çiftlik aletleriyle bize doğru koştuğunu gördük. “ N ed ir bu? N e yaptın sen?” “ B eni öldürm ek isteyen tek kişi sen değilsin!” Bıçağı gırtlağım dan çekip bu sefer böğrüm e dayadı, ardından yakam dan tuttu. “A rtık benim tutsağımsm. N e dersem onu yap, yoksa pişman olursun!” Tartışm aya girm edim . A ğzın dan salyalar saçan, eli sopalı sar­ hoş çetesine kıyasla bu dengesiz kızın elinde talihimin yaver g id ece­ ğinden p ek em in değildim . A n cak en azından ondan bazı cevaplar alm a fırsatım olduğunu düşündüm. K ız beni arkam dan itti ve birlikte koşarak yandaki dar bir soka­ ğa girdik. Bu sokağı yarılamıştık ki, birden yana doğru koşup beni d e arkasından çekti. Birlikte asılı çarşafların altından ge ç ip kümes telinden yapılm a bir çitin üstünden aşarak küçük bir konağın bah­ çesine girdik. Kız, “ Buraya g ire c e ğ iz ,” diye fısıldadı. Bizi görm ediklerinden em in olm ak için etrafa bakındıktan sonra beni leş gibi turba duma­ nı kokan daracık bir kulübeye soktu. İçeride bir kanepenin üstünde uyuklayan yaşlı bir köpekten başka kim se yoktu. K ö p e k bize bak­ mak için bir gözünü açıp gördüklerine fazla kafa yorm ayarak tekrar uykuya daldı. S ok a ğa bakan pen ceren in yanm a yaklaşıp duvara yaslanarak dışarı baktık. O rada dışarıyı pür dikkat dinlerken kızın bir eli kolumda, bıçağıysa böğrü m e dayalıydı. A radan yaklaşık bir dakika geçti. Adam ların sesi ö n ce cılızlaştı, ardından duyulmaz oldu; n ered e olduklarını söylem ek güçtü. Küçük odaya g ö z gezdirdim . C aim h olm için bile aşırı köylü bir havası var­ dı. Bir k öşede elle örülmüş sepetlerden oluşan bir yığın duruyordu. D ö k m e dem irden yapılm ış kocam an bir kuzinenin önünde çuval kumaşıyla kaplanmış bir sandalye vardı. Karşımızdaki duvarda bir

3 ^ » - 1 3 6


takvim asılıydı. O danın içi takvimi bulunduğumuz yerden okuyacak kadar aydınlık olm am akla birlikte, on a bakınca aklıma tuhaf bir dü­ şünce geldi. “ H a n gi yıldayız?” K ız bana susmamı söyledi. “ C id diyim ,” diye fısıldadım. Bir an hayretle bana baktı. “ N e dolap çevirdiğini bilmiyorum ama git kendin bak,” diyerek beni takvimin olduğu duvara doğru itti. Takvim in üst kısmında siyah beyaz bir tropik manzara fotoğrafı vardı. K ocam an kâküllü, dolgun vücutlu kızlar, bir plajda ço k eski görünümlü m ayolarıyla gülerek p o z vermişti. Resm in üst kısmında “ Eylül 1 9 4 0 ” yazıyordu. A y ın ilk iki gününün üstü çarpıyla çizil­ mişti. B irden üstüme bir uyuşma hissi çöktü. O sabah gördüğüm onca acayip olayı düşündüm. H a va aniden ve garip biçim de değişmişti, bildiğimi sandığım adayı birden yabancılar istila etmişti, olaylar yeni olsa da etrafım daki her şeyin eski bir görünümü vardı. Bunların hepsi ancak duvardaki şu takvim le açıklanabilirdi. 3 E y lü l 1 9 4 0 . İyi am a nasıl? D erken aklıma dedem in söylediği son cüm lelerden biri geldi. İh tiy a r a d am ın m e z a rın ın ö b ü r ta ra fın d a . Bu cümle anlamını hiç anlayam adığım türdendi. Bir ara aklıma hayaletleri kastettiği düşüncesi gelmişti; zira tanıdığı bütün çocuklar ölmüştü ve onları bulmak için m ezarın öbür tarafına ge ç m e m gerekirdi am a bu cümle çok şiirseldi. D edem in hayal gücü zayıftı, m ecazlarla vey a imalarla uğraşmazdı. Söyledikleri, açıklayacak vakti olm adığı için basit tali­ matlar verm ekten ibaretti. “ İhtiyar A d a m ” ın bataklık çocuğuna ada halkının verdiği isim olduğunu anlamıştım. Onun m ezarı o höyüktü. İşte bu sabah ora ya girm iş v e çıktığımda başka bir zam ana gelm iş­ tim: 3 Eylül 1 9 4 0 . Bütün bunları anladığım anda oda sanki baş aşağı döndü v e diz­ lerim sanki bedenim in altından çekildi. Bir anda h er şey yumuşak bir karanlığa gömüldü.


K en dim e geldiğim de ellerimin kuzineye bağlı olduğunu fark ettim. K ız sinirli bir tavırla volta atıyordu v e görünüşe bakılırsa kendi ken­ dine hararetli bir şekilde konuşuyordu. Ö nüm den geçerken gö zleri­ mi kapalı tutarak söylediklerini dinledim. “ O bir yaratık olm alı,” diyordu. “ Y o k sa n eden bir hırsız gibi eski evin etrafında gezin sin ?” Başka biri, “ En ufak bir fikrim y o k ,” dedi. “ Fakat anlaşılan onun da y o k .” D em ek kız kendi kendine konuşmuyordu; ne var ki, bu­ lunduğum yerden konuşan delikanlıyı görem iyordum . “ Bir döngü ­ d e olduğunu bile anlamadı m ı dedin?” “ Git kendin g ö r ,” diyen kız eliyle beni gösterdi. “A b e ’in bir akra­ basının bu kadar salak olabileceğini düşünebiliyor musun?” “ Sen bir yaratığı düşünebiliyor musun?” diye karşılık verdi deli­ kanlı. Başım ı h afifçe yana çevirip odaya g ö z gezdirdiğim halde onu yine de görem em iştim . “ Ö yle numara yapan bir yaratık düşünebilirim,” diye cevap ver­ di kız. U yanan k ö p ek yanım a gelerek yüzümü yalam aya başladı. G ö z ­ lerimi sımsıkı kapatıp aldırm am aya çalışsam da köp eğin vıcık vıcık diliyle yaptığı banyo dayanılacak gibi değildi. Sonunda doğrularak oturup kendim i kurtarmak zorunda kalmıştım. “V a y, bak kim kalkm ış!” dedi kız. B eni alaycı bir hareketle al­ kışladı. “ Tıpk ı daha önceki perform ansın gibiydi. Ö zellikle bayılma kısmı hoşum a gitti. Kendini cinayet ve yam yam lığa adam ayı seçti­ ğin zaman em inim ki tiyatro dünyası iyi bir aktörden yoksun kaldı. ” İtiraz etm ek üzere ağzım ı açtım, ancak bana doğru yaklaşan bir fincanı görü n ce vazgeçtim . Delikanlı, “ Biraz su iç ,” dedi. “ S en i m üdireye götü rm eden ö l­ m en e izin verem eyiz değil m i?” Sesi boşluktan geliyor gibiydi. Fincanı tutmak için uzandığım anda serçe parm ağım görü n m eyen bir ele değince az kalsın düşü­ recektim.


“Sakarm ış,” dedi delikanlı. A h m akça bir ifadeyle, “ S en görü n m ezsin ,” dedim. “ Ö yleyim . Millard Nullings h izm etinizde.” “ O n a adını sö ylem esen e!” diye bağırdı kız. “V e bu da Em m a. Biraz paranoyaktır, em inim ki anlamışsındır.” Em m a ona - y a da işgal ettiği boşlu ğa- dik dik baksa da bir şey söylem edi. Elimdeki fincan titriyordu. B eceriksizce yen i bir açıkla­ m a den em esin e heveslendiğim sırada dışarıdan gelen öfkeli sesler konuşm ama en gel oldu. “ Sessiz olu n !” diye tısladı Em ma. M illard’m ayak sesleri p en ce­ reye yaklaştı, ardından panjur bir iki santim aralandı. Em ma, “ N e ler olu yor?” diye sordu. “ Evleri arıyorlar. A rtık burada kalam ayız.” “ İyi ama, buradan dışarıya da çıkam ayız!” “Belki çıkabiliriz,” dedi Millard. “Y in e de em in olm ak için d ef­ terim e danışayım .” Panjur kapandı v e ardından masadan yükselen deri kaplı küçük bir defter havada açıldı. Millard sayfaları çevirirken mırıldanıyordu. Bir dakika sonra defteri hızla kapadı. “T a m kuşkulandığım g ib i!” dedi. “ S ad ece yaklaşık bir dakika beklem em iz gerek, ardından ön kapıdan dosdoğru çıkabiliriz.” “Delirdin m i?” diye konuştu Emma. “ O geri zekâlıların hepsi taşlarla üzerim ize saldırır!” “ Biraz sonra olacaklar kadar ilgi çekm ediğim iz zam an saldır­ mazlar. İnan bana, bütün gün bundan daha iyi bir fırsat bulam ayız.” G örünm ez eller beni çözüp kapıya götürdü. O rada iki büklüm eğilip bekledik. A z sonra adamların bağırtısından daha güçlü bir gü­ rültü duyuldu. U çak m otorlarıydı bunlar, h em de seslerine bakılırsa onlarcası vardı. “ Oh! Millard çok akıllısın!” diye bağırdı Emma. Delikanlı burnunu çekti. “V e sen ben im çalışmalarımın vakit kaybı olduğunu söylerdin .” Em m a elini kapının koluna koydu, ardından bana döndü. “ K o ­ lumu tut. Sakın koşm a. Bir şey yokm uş gibi davran.” Bıçağını sak­


ladı am a kaçm aya çalışırsam tekrar çıkaracağını tem in etti. Tabii o zam an beni öldürecekti. “ B eni her halükârda öldürm eyeceğini n ered en bileyim ?” Bir an düşündü. “ B ilem ezsin .” Ardından kapıyı iterek açtı.

S okağa çıktığımızda büyük bir kalabalığın toplanm ış olduğunu g ö r­ dük. Bir sokak aşağıda, h em en tanıdığım pubdaki adamların dışın­ da nem rut suratlı dükkân sahipleri, kadınlar, araba sürücüleri yolun ortasında durmuş v e başlarını g ö ğ e doğru kaldırmışlardı. Yukarıda, çok yüksek sayılam ayacak bir irtifada, N azi savaş uçaklarından olu­ şan filo kusursuz bir sıra halinde uçuyordu. M artin’in müzesinde, “ Kuşatm a Altındaki C airn h olm ” başlıklı bir vitrinde bunlara ben ze­ yen uçakların fotoğraflarını görmüştüm. Başka bir zaman olsa sıra­ dan bir ö ğled en sonrasını yaşam ak varken, şimdi bir anda üstünüze ateş yağdırabilecek düşmanın ölüm m akineleriyle karşılaşmak ne tuhaf diye düşündüm.

140



Mümkün olduğunca dikkat çek m em eye çalışarak sokakta yürür­ ken Em m a n eredeyse kolumu koparacaktı. T a m öbür uçtaki sokağa dön m ek üzereyken adamlardan biri bizi fark etti. Bir bağırtı duyup baktığım ızda, adamların bize doğru koşm aya başladığını gördük. Koştuğum uz dar sokağın iki yanına ahırlar dizilmişti. S okağı ya ­ rıladığımız sırada Millard, “ Ben geride kalıp onlara tuzak kuraca­ ğ ım !” diye bağırdı. “T a m beş buçuk dakika sonra pubın arkasında buluşalım!” Onun ayak sesleri arkamızdan uzaklaşırken biz de sokağın başına geldik. Bu sırada Em m a beni durdurdu. Geri dönüp baktığımızda bir ipin yolun üstünde ayak bileği yüksekliğinde kendi kendine açıldığını gördük. T a m sarhoş sürüsü yanma geldiği sırada ip birden gerildi ve hepsi takılarak üst üste çamurun içine kapaklandılar. Em m a sevinç­ ten çığlık atarken Millard’ ın kahkahasını da duyar gibi oldum. K açm aya devam ettik. E m m a’nın M illard’la R ahip D eliğinde buluşmayı neden kabul ettiğini m erak ediyordum çünkü orası evin değil limanın tarafmdaydı. Fakat M illard’m o uçakların uçuş vaktini tam olarak bilmesini de açıklayam adığım dan bunu sorm aya kalkış­ madım . Binanın arkasından dolaşm ak varken, görü nm eden g e çm e umutlarımız E m m a’ nın beni dosdoğru ön kapıdan içeri itm esiyle birlikte ortadan kalkınca şaşkınlığım adamakıllı arttı. İçeride barm enden başka kim se yoktu. D önü p yüzümü ondan gizledim. “ B a rm en !” dedi Em ma. “ Şu sifon ne zam an açılacak? Bir deniz­ kızı kadar susadım .” A d a m kahkahayı bastı. “ Küçük kızlara hizm et verm ek gibi bir âdetim yo k benim . ” Em m a avucunu tezgâha vurarak, “ B oş versen e!” diye bağırdı. “ Bana en güzel fıçı viskinden dört parm ak doldur. H erkese verdiğin o su katılmış sidik gibi içkiden olmasın a m a !” Kızın adam ı oyaladığını, daha doğrusu dalga geçtiğini düşünme­ ye başlamıştım. M illard’ı ve sokağa gerdiği ip numarasını ge ç m e y e çalışır gibi bir hali vardı.

142


B arm en tezgâhın üstüne doğru eğildi. Şehvetli bir zam para gibi sırıtarak, “ D em ek sert mal istiyorsun h a ?” dedi. “A nan la baban duymasın ama, yoksa h em rahip h em polis peşim e düşer. ” K oyu renkli, p ek hayra alam et görü n m eyen bir şişe alıp büyük bir bardağı ağzına kadar doldurdu. “Y a şu arkadaşın? Galiba şim diden diyakoz gibi sarhoş olmuş h a?” Ş öm in ey e bakıyormuş gibi davrandım. “ U tan gaç galiba değil m i?” diye sordu barm en. “ N ereli o ? ” “ G elecekten geldiğini söylü yor,” diye c evap verdi Em ma. “ Ben­ ce bir çakal gibi sinsinin teki.” Barm enin yüzünde tuhaf bir ifade belirmişti. “ N e söylüyor?” diye sordu. O sırada besbelli beni tanımıştı ki, bağırarak viski şişesi­ ni hızla tezgâha koydu v e üstüme doğru ge lm ey e başladı. T a m kaçm aya hazırlandığım sırada, daha barm en barın arkasın­ dan çıkm aya fırsat bulamadan Em m a bardaktaki kahverengi içkiyi her yere döktü. Ardından hayret verici bir şey yaptı. Avucunu aşağı doğru, içkinin döküldüğü barın üstüne doğru tuttu. O anda yarım m etre yüksekliğinde bir alev dalgası h avaya yükseldi. Barm en haykırarak elindeki havluyla ateşi söndürm eye çalıştı. Em m a, “ G el bakalım tutsak!” diye bağırıp kolumdan tutarak beni şöm in eye doğru çekti. “ Şimdi bana yardım et! Ç ek ve kaldır!” D iz çöküp parmaklarını döşem edeki bir çatlağa soktu. B en de parmaklarımı onun parmakları arasına geçirdim . Birlikte küçük bir kapağı kaldırınca altından benim om uzlarım genişliğinde bir de­ lik çıktı. İşte rahip deliği burasıydı. B arm en dumanların kapladığı m ekânda alevleri söndürm ek için çabalarken, biz sırayla delikten aşağı inip gö zd en kaybolduk. R ahip deliği asansör boşluğundan biraz daha genişti v e yaklaşık bir buçuk m etre aşağıda sürünerek derlenecek bir yatağa iniyordu. Aşağısı zifiri karanlıktı, gelgelelim bir süre sonra ortalığı yumuşak turuncu renkli bir ışık kapladı. Em m a eliyle bir m eşale yaratmıştı; avucunun biraz üstünde duruyor gibi görünen, küçük bir a lev to ­ puydu bu. H e r şeyi unutup gözlerim i ona dikmiştim.

143


B eni dürterek, “ K ım ıld a !” diye haykırdı. “ İleride bir kapı va r.” Sürünerek ilerledim. Bir süre sonra karşıma bir duvar çıktı. Em m a beni yana iterek önü m e ge çip ye re oturdu v e iki ayağını duvara dayayarak hızla itekledi. Duvar açılmış, karşımıza gün ışığı çıkmıştı. Sürünerek bir sokağa çıkarken M illard’ın “ İşte buradasınız,” de­ diğini duydum. “ G österi yapm aya dayanamıyorsun değil m i?” Emma, “ N ed en bahsettiğini anlam adım ,” dese de, kendisiyle gurur duyduğu sesinden belliydi. M illard’la birlikte bizi beklediği an­ laşılan bir at arabasının yanına gittik. Araban ın üstüne serili muşam­ banın altına gizlendik. D aha saniye geçm ed en arabaya yaklaşan bir adam ön tarafa binip dizginlere asıldı ve sarsılarak yola koyulduk. Bir süre sessizlikte y o l aldık. D eğişen seslerden kasabanın dışına çıktığımızı anlamıştım. Cesaretim i toplayıp kafam a takılan soruyu sordum. “ Bu at arabasını n ereden biliyordun? Y a uçakları? Sen m edyum gibi bir şey m isin?” Em m a kıs kıs gülerek, “P e k sayılm az,” dedi. “ Çünkü hepsi dün oldu ,” diye cevap verdi Millard “V e ondan önceki gün. Senin döngünde öyle olm u yor m u ?” “ B enim n eyim ?” Em m a sesini alçaltarak, “ O herhangi bir döngüden d eğ il,” dedi. “Sana diyorum ya, o lanet olası bir yaratık.” “ Sanm ıyorum . Yaratıkları canlı olarak ele geçirem ezsin .” “ Bakın ,” diye fısıldadım. “ B en o dediğinizden değilim . A d ım Jacob.” Em m a, “ Birazdan göreceğiz. Şimdi sus,” diyerek uzanıp mu­ şambayı biraz araladı. M avi gökyüzünde bulutlar hızla ilerliyordu.

144


f

-

. Â

' J0

.

A L T IN C I B Ö L Ü M

H

-; V

,

\'-! T‘ ‘ÿ”'. f

- "\

:-

..

- : ; :,

ilj

?;;

, 'i 'T

-i

h :

i

' 1 :. ‘: • ? B: V **". 'İ - ^ î

V

:, ' '

Bf/;: .4'

'-îv '. 'Í *

■ ¿ '''‘f r

--:'

H

.

.'.;■

,■

.

:=- :=.;Í T'rk 4e;ı:r |

Ş- - iv y \

> i :i

T. T -í

' i ' -

.'t - ' _

i. *', t

(b V ^ g

:

s------------

'<Sj?

-

V-. ’

:

\


o n konaklar da g ö z d e n kaybolunca arabadan sessizce

V

aşağı atlayıp sırta yayan tırm anarak orm a n yön ü n d e

J

yürüdük. B ir yan ım da E m m a yürüyordu; sessizce d e ­

rin düşüncelere dalmıştı, buna ra ğ m en kolum u bir an olsun bı­ rakm ıyordu. Ö bü r yan ım da yürüyen M illard ise ken di ken din e m ırıldanıp taşları tekm eliyordu . A y n ı anda h em sinirli, h e m şaş­ kındım v e h eyecan d a n m id em bulanıyordu. B eyn im in yan sı ç o k ön em li bir şey olacağını söylüyordu. Ö bü r yarısıysa bu korkulu rüya v e y a stres n öb eti v e y a h er n eyse on dan h er an u yanacağım ı hissediyordu. U ya n d ığım zam an kendim i S m a r t A i d ’in din len m e odasında bulacaktım. A ğ zım d a n salyalar akm ış bir va ziyette ka­ fam ı kaldırıp V a y canına, n e a cayip rüyaydı d iy ecek v e kendim olm aktan ibaret o eski sıkıcı işim e d ö n ecek tim . A m a uyanmadım. Elleriyle ateş yakan kız, görü n m ez çocuk ve ben yürüm eye devam ettik. O rm anın içinden geçtiğim iz patika, ulu­ sal parklardaki yürüyüş yolları kadar geniş v e düzdü. Bir süre sonra geniş bir alana yayılan çim lere geldik. Burada çeşit çeşit çiçekler ve düzgün b içim de kesilmiş çitler vardı. Besbelli e ve varmıştık. H ayretten donakalm ış halde eve bakıyordum am a bunun sebebi evin korkunç görünm esi değil çok güzel olmasıydı. Y erin den oyn a­ mış tek bir çakıl taşı, tek bir kırık p en cere bile yoktu. T e m b e lc e evin üstüne çökmüş olduğunu hatırladığım kulelerle bacalar şimdi güven


içinde g ö ğ e yükseliyorlardı. Evin duvarlarını istila etmiş olan orm an şimdi saygılı bir m esafede duruyordu. B eraber parke taşlı bir patikadan geçip yeni boyanm ış basa­ maklardan sundurmaya çıktık. E m m a’ nın beni artık bir tehdit ola­ rak görm ediği belliydi am a buna rağm en içeri girm eden ö n ce el­ lerim i arkadan bağladı. Sanıyorum bunu görüntüyü kurtarmak için yapmıştı. O e v e dön en avcıyı oynuyordu, bense onun ele geçirdiği avıydım. T a m beni içeri sokm ak üzereyken Millard onu durdurdu. “Ayakkabıları pislik dolu. H e r tarafı çamur yapar. S on ra Kuş bize kızar.” Bunun üzerine ayakkabılarımı ve yine çamurlu çora p ­ larımı çıkardım. Millard halıda iz bırakmaması için paçalarım ı katla­ m am ı istedi. İsteğini yerin e getirdim . Ardından Em m a beni sabırsız bir hareketle tutup kapıdan içeri soktu. Kırık dökük mobilyalar yüzünden yürümenin neredeyse imkânsız olduğunu hatırladığım koridordan geçtik. Merdivenler şimdi cilayla pırıl pırıl parlıyordu. Meraklı gözler tırabzan parmaklıkları arasından beni seyrediyordu. Ardından yem ek odasına girdik. Yerdek i alçı toz­ ları yoktu, ortada etrafına sandalyeler dizili uzun ahşap bir yem ek masası duruyordu. Biraz ön ce araştırdığım evdi burası, gelgelelim her şey büyük bir düzen içindeydi. Yeşil yosun tabakalarının bulunduğu yerler duvar kâğıdıyla, lambriyle ve canlı renklerle boyanm ış resim­ lerle kaplıydı. Vazoların içinde çiçekler vardı. Tahtaları ve kumaşları çürüyüp bel verm iş yığınlar yerlerini kanepe ve koltuklara bırakmıştı. Bir zamanlar aşırı derecede kirlendiği için karartma perdesi takıldığı­ nı düşündüğüm yüksek pencerelerden güneş ışığı içeri süzülüyordu. Sonunda arka tarafa bakan küçük bir odaya geldik. Em m a Millard’a, “ Sen onu tut, ben m üdireye h aber vereyim , ” dedi. B u ­ nun üzerine bir elin dirseğim i tuttuğunu hissettim. Em m a yanım ız­ dan ayrılınca Millard elini bıraktı. “ Beynini yem em d en filan korkm uyor musun?” diye sordum. “P e k sayılm az.” P en cereye doğru dönüp hayretle dışarıyı seyrettim. B ah çe ço ­ cuklarla doluydu. N ered eyse hepsini sararmış fotoğraflardan tanı­

147


yordum . Bazıları geniş ağaçların gölgesin e uzanmıştı. Kim ileri to p oynuyor, kimileri de rengârenk çiçeklerin fışkırdığı tarhların ara­ sında birbirini kovalıyordu. H e r şey tıpatıp büyükbabamın anlattığı cen n ete uyuyordu. İşte büyülü ada burasıydı, bunlar da sihirli ç o ­ cuklardı. Ş ayet bu bir düşse, ben artık uyanmak istem iyordum. En azından kısa zam anda uyanm aya niyetim yoktu. Otlarla kaplı bir alanda oynayan çocuklardan biri topa çok hızlı vu­ runca, top dev bir hayvan biçiminde budanmış çalının tepesine takılıp kaldı. Bu hayvan şeklindeki çalılann birkaç tanesi art arda dizilmişti. Ev yüksekliğindeki bu fantastik yaratıklar ormana karşı birer bekçi gibi duruyordu. Bunlann arasında kanatlı bir ejderha, şaha kalkmış insan başlı bir at v e bir denizkızı vardı. Kaybettikleri topu arayan iki tane oğlan atın dibine geldiler. Biraz sonra peşlerinden gelen kızı hem en dedem in fotoğraflanndan tanıdım. “ Havaya kalkan kız” buydu, ancak şimdi havada durmuyordu. Büyük bir zahmetle küçük adımlar atarak yürüyordu. Sanki yerçekimi onun yürümesini engelliyor gibiydi. O ğlanların yanına gelince kollarını kaldırdı. Bunun üzerine o n ­ lar kızın beline bir ip doladılar. K ız ayakkabılarını dikkatle çıkardı, ardından bir uçan balon gibi havaya yükseldi. G ördüğüm m anzara büyüleyiciydi. İp iyice gerilen e kadar havaya yükseldi. Çocuklar ipi tutarken kız yaklaşık üç m etre yüksekte asılı kaldı. K ız bir şey söyleyince çocuklar baş sallayıp ipi biraz serbest bıraktılar. K ız atın yanında biraz daha yükseldi. Yaratığın göğü s hizasına gelin ce dallara uzanıp topu a lm ak istedi. N e var ki to p de­ rinlere takılıp kalmıştı. K ız aşağı bakıp başını iki yana salladı. Bunun üzerine çocuklar ipi aşağı çektiler. K ız aşağı inince ağır ayakkabıla­ rını giyip belindeki ipi çözdü. Millard, “ G österi hoşuna gitti m i?” diye sordu. Sessizce başımı salladım. “ O topu almanın çok daha kolay yolları var,” dedi. “Fakat seyredildiklerini biliyorlar. ” Bu sefer bir başka kız insan başlı ata yaklaştı. O n sekiz - o n d o ­ kuz yaşlarında, vahşi görünümlü bir kızdı. Uzun saçları ö yle birbirine karışmıştı ki n eredeyse kendi kendine örgüler oluşmak üzereydi. A t


şeklindeki çalının yere d eğen uzun yapraklı kuyruğunu eğilip aldı ve koluna sardı. Ardından konsantre oluyormuş gibi gözlerin i kapadı. Bir süre sonra atın elinin kımıldadığını gördüm . G özlerim i p en ce­ reden dışarıya dikmiş, heykel şeklindeki o yeşilliği seyrediyordum. Elin rüzgârdan dolayı kıpırdadığını düşünürken, her bir parm ağı sanki duyuya kavuşuyormuş gibi yavaşça esn em eye başladı. Ben şaşkınlık içinde seyrederken insan başlı atın dev kolu dirseğinden bükülüp kendi göğsü n e uzandı ve topu yaprakların arasından çıka­ rıp sevinç içinde bağıran çocuklara fırlattı. Çocuklar oyuna kaldığı yerden devam ederken, dağınık saçlı kız atın kuyruğunu yere bıraktı v e b ö ylece heykel bir kez daha dinginliğe kavuştu. P en ceren in içi M illard’ın nefesinden buğulanmıştı. Şaşkınlık içinde on a döndüm. “ Kaba olm ak istem iyorum am a siz ne biçim insanlarsınız?” S esinde biraz şaşkınlık belirtisiyle “ Biz sıra dışıyız,” diye cevap verdi. “ S en ö yle değil misin?” “ Bilm iyorum. S an m am .” “ N e yazık.” Arkadan, “ N ed en onu bıraktın?” diye soran bir ses duyuldu. Başımı çevirince E m m a’nın kapıda bizi seyrettiğini gördüm. “ Neyse, boş ver,” diyerek yanımıza geldi ve ipi tuttu. “H adi gel. Müdire seni görecek. ”

— ^tAAr Biz evin içinde yürürken yen i meraklı gö zler kapı aralığından ve kanepelerin arkasından bizi seyrediyordu. Sonunda güneşin aydın­ lattığı bir oturm a odasına girdik. Zarif bir Iran halısıyla kaplı odada, kibar görünümlü bir hanım efendi, yüksek sırtlı bir koltuğa oturmuş örgü örüyordu. T e p e d e n tırnağa simsiyah giyinmişti. Saçlarını başı­ nın üstünde düzgün bir topuzla toplam ıştı. Ellerinde dantel eldiven­ ler vardı. Bluzunun yüksek yakası b oğazın ı sımsıkı sarmıştı. Kadının üstünden en az evin kendisi kadar titizce bir düzgünlük akıyordu. Parçalanan sandığın içinden çıkan fotoğraflarda gö rm esem bile kim olduğunu tahm in edebilirdim. Bu kadın Bayan P e re g rin e ’di.

—*

----------------------------------- 149

-------------- >—



Em m a beni halıya kadar getirip boğazını tem izleyince, Bayan P e re g rin e ’in şişlerinden çıkan tekdüze sesler kesildi. Kadın başını kaldırıp, “ İyi günler. S en Jacob olm alısın,” dedi. Em m a şaşkınlıkla bakakalmıştı. “ Onun adını n ered en ...” Kadın tek bir parm ağını havaya kaldırarak E m m a’yı susturup, “ B en M üdire P ereg rin e’ im ,” dedi. “ Şu anda benim him ayem al­ tında olm adığına göre, dilersen bana Bayan P eregrin e diyebilirsin. S eninle nihayet tanıştığıma sevindim. ” Bayan P eregrin e eldivenli elini bana doğru uzattı. B en karşılık verem eyin ce bileklerim e sarılı durumdaki ipi fark etti. “Bayan B lo o m !” diye bağırdı. “ N e dem ek oluyor bu? Misafire b öyle m i davranılır? O nu derhal çözü n !” “A m a Müdire! O her şeye burnunu sokan yalancının biri. K im bilir daha ne m arifetleri v a r!” Bana güvensiz bir bakış fırlatarak Bayan P e re g rin e ’in kulağına bir şeyler fısıldadı. Bir kahkaha patlatan Bayan Peregrin e, “Yah u Bayan B loom , ne su katılmadık bir zırva bu b ö y le !” diye konuştu. Bu çocuk bir ya­ ratık olsaydı sen şim diye çoktan onun çorba kazanında haşlanıyor olurdun. O elbette A brah am P o rtm a n ’ın torunu. Baksana o n a !” Birden üstüme bir ferahlam a gelmişti; belki, artık kim olduğumu açıklamak zorunda kalmayacaktım. D em ek kadın beni bekliyordu! Em m a itiraz etm eye kalkışsa da Bayan P eregrin e sert bir bakı­ şıyla onu susturdu. Em m a, “ Eh, iyi ö y ley se,” diye iç çekti. “A m a uyarmadı d em eyin .” Düğümü birkaç kez çekiştirdi v e sonunda ip y e re düştü. B en berelenm iş bileklerim i ovalarken Bayan P eregrin e, “ Özür dilem eniz gerek iyor Bayan B lo o m ,” dedi. “T iyatro konusunda özel bir yeten eği vardır.” “ Ben de fark ettim .” Em m a suratını astı. “ Eğer o dediği kişiyse, her şeyden ö n ce neden döngüleri vey a hangi yılda olduğunu bilmiyormuştu? H adi sorsanıza o n a !” “ Bilm iyorm uş,” diye düzeltti onu B ayan P eregrin e. “ A yrıca soru


sorm am gereken tek kişi varsa o da sensin. Y arın öğleden sonra fiil çekim lerini soracağım san a!” Em m a homurdandı. Bayan Peregrin e, “Şim di sakıncası yoksa B ay P o rtm a n ’la yalnız görüşm ek istiyorum ,” dedi. Kız tartışmanın faydası olm adığını biliyordu. İç çekerek kapıya yöneldi; gelgelelim , odadan çıkm adan ö n ce geriye dönüp bana son bir kez baktı. Yüzünde daha ö n ce gö rm ed iğim bir ifade vardı: en ­ dişe. Bayan P eregrin e, “ Siz de B ay N ullings!” diye seslendi. “ Kibar insanlar başkalarının konuşmasına kulak misafiri olm azlar! ” “ B en sadece çay ister misiniz diye soracaktım ,” dedi Millard. Bana kalırsa biraz dalkavuktu. Bayan P eregrin e sert bir ifadeyle, “ İstemiyoruz, teşekkürler,” diye cevap verdi. M illard’ın çıplak ayak­ larının d ö şem e üzerinde çıkardığı sesleri duydum. Ardından kapı kapandı. Kadın, “ Oturm anı isteyecektim ,” diye arkamdaki rahat bir kol­ tuğu gösterdi, “A m a baştan aşağı pisliğe bulanmış bir halin v a r.” Bunun üzerine, h er şeyi bilen bir kâhine akıl danışan bir hacı gibi yere diz çöktüm. “Birkaç gündür adadasın. Bizi ziyaret etm ek için neden bu ka­ dar oyalandın?” “ Burada olduğunuzu bilm iyordum. B en im kim olduğumu nasıl bildiniz?” “ S eni izliyordum. Aslında beni gördün am a belki fark etm edin. Öbür şeklime bürünmüştüm. ” Elini başına uzatıp saçından uzun gri bir tüy çıkardı. “ İnsanları gözlerk en kuş kılığına girm ek çok daha tercih edilir bir durum .” A ğ z ım şaşkınlıkla bir karış açılmıştı. “ Bu sabah odam daki siz m iydiniz? A tm a c a ? ” “ Ş ah in ,” diye düzeltti. “ D o ğa l olarak bir d o ğ a n .” “ D em ek doğruym uş! Kuş sîzsiniz!” “ G ö z yumduğum am a kullanılmasını p ek tasvip etm ediğim bir

3 ^ - 1 5 2


takma a d ,” diye karşılık verdi. “ Şimdi soruma dönersek; çok m erak ediyorum , o iç karartıcı, enkaz halindeki evde ne arıyordun?” Ben, “ S izi,” diye karşılık verince, gözleri biraz açıldı. “ Sizi nasıl bulacağım ı bilm iyordum. A n cak dün h epin izin ...” S öy leyec eğim sözlerin ne kadar garip kaçacağını fark ederek bir an durakladım. “ Ölmüş olduğunuzu anlam am ıştım .” Bana bakıp gergin bir ifadeyle gülümsedi. “ A m a n Tanrım . Bü­ yükbaban sana eski dostları hakkında hiçbir şey söylem edi m i?” “ Birtakım şeyler söyledi. A m a uzun zam an ben onları peri m a­ salı zannettim .” “Anlıyorum . ” “ U m arım gücenm em işsinizdir.” “Biraz şaşırdım, hepsi bu. Fakat gen el olarak biz ö yle düşünül­ m esini tercih ederiz, böylece istenm eyen ziyaretçileri uzak tutarız. Bugünlerde o tür şeylere yani perilere, cinlere ve o tür saçmalıklara inanan insanların sayısı iyice azaldı. B ö ylece artık sıradan insanlar bizi aram ak için fazla çaba harcam ıyor. Bu da bizim yaşam ım ızı biraz kolaylaştırdı. H a ya let öyküleri, korkunç eski evler de bizim işi­ m ize yarıyor. G erçi sana bakılırsa pek işe yaram am ış.” Gülümsedi. “Aslan yüreklilik bütün ailenizde var anlaşılan.” Sinirli bir kahkaha atarak, “ Evet, h erh alde,” dedim ; oysa her an bayılacakmış gibi hissediyordum. “H e r neyse, bu m ekâna gelin ce,” diyerek eliyle havada geniş bir kavis çizdi. “ Çocukken büyükbabanın anlattıklarını, dedikleri gibi ‘uydurm a’ mı sandın? Kuyruklu yalanlar savurduğunu düşündün, öyle m i?” “T a m olarak yalan d en em ez a m a ...” “ H ayal ürünü, palavra, b oş gevezelik, n e istersen de. A b ra h a m ’ın gerçeği söylediğini n e zam an fark ettin?” G özlerim i halıdaki iç içe geçm iş desenlerden oluşan labirente dikerek, “ Şey, galiba şu anda fark ediyoru m ,” dedim. O ana kadar canlı bir havası olan Bayan P e re g rin e ’in rengi bi­ raz solmuştu. “Y a a , anlıyorum ,” dedi. A rdından yüzünün ifadesi


ciddileşti, sanki o kısa sessizlikte ona söyleyeceğim korkunç haberi sezmişti. Buna rağm en, hâlâ o cümleyi yüksek sesle söylem enin bir yolunu arıyordum. “ Sanırım h er şeyi açıklamak istemişti, ama çok uzun süre bekledi. Onun için, beni buraya sizi bulmam için gön derdi.” Buruşuk mektu­ bu cebim den çıkardım. “ Bu sizin. Beni buraya getiren bu oldu.” Mektubu koltuğun koluna koyarak itinayla düzeltti, ardından kaldırıp dudağını kıpırdatarak okudu. “ H iç hoş olmamış! N e red e y ­ se cevap yazm ası için yalvarm ışım .” Bir an dalgın bir halde başını iki yana salladı. “A b e ’den haber alam adığım ız için çok üzülüyor­ duk. Bir keresinde niyetinin beni üzüntüden öldürmek mi olduğunu sormuştum, dışarıda o şekilde yaşam aya ısrar etm esi yüzünden. N e yazık ki çok inatçı biriydi.” Mektubu katlayıp zarfın içine koyduğu sırada yüzünde kederli bir ifade belirdi. “ Onu kaybettik değil m i?” Başım ı salladım. Olanları duraklayarak ona anlattım. Y a n i p o ­ lislerin düzenlediği v e bir yığın terapiden sonra benim d e inandığım hikâyeyi anlattım. A ğla m a m ak için sadece olayın ana hatlarından bahsettim. Şehrin dış mahallelerinden birinde yaşadığını, bir ku­ raklıktan yeni çıktığımızı, orm anın aç gezen hayvanlarla dolu ol­ duğunu, onun yanlış zam anda yanlış yerde bulunduğunu söyledim . “Y a ln ız yaşam am ası gerekiyordu, am a dediğiniz gibi inatçıydı.” “ B en d e bundan korkuyordum ,” dedi kadın. “ O nu gitm em esi için uyarm ıştım .” Kucağındaki örgü şişlerini tutan ellerini yumruk yapıp sıkmıştı. A d eta şişleri birilerine batırmak istiyordu. “ D erken onun zavallı torunu bize korkunç haberi getiriyor. ” Ö fkesini anlıyordum. Ben de aynı ö fk eyi yaşamıştım. A ilem le Dr. G olan ’ ın g e çen sonbaharda benim yaşadığım çöküntü sırasında anlatıp durdukları yarı gerçekleri ben de ona anlatarak teselli etm e­ y e çalıştım. “A rtık vakti gelmişti. Y a ln ız yaşıyordu. Büyükannem yıllar ön ce ölmüştü. A rtık aklı yeterin ce başında değildi. H e r şeyi unutuyor, birbirine karıştırıyordu. Zaten o yüzden öldüğü zam an orm anda dolaşıyordu. ”

154


Bayan P eregrin e üzüntülü bir halde başını salladı. “ Kendini yaş­ landırdı.” “ Bir bakım a şanslıydı. Uzun zam an sıkıntı çekm edi. M akinelere bağlı vaziyette aylarca hastanede sürünmedi.” Tabii bu anlattıkla­ rım saçmaydı, ölümü vakitsizdi v e yıkıcı olmuştu. Y in e de o cümle­ leri söylem em galiba ikimizi de biraz rahatlatmıştı. Bayan P eregrin e örgüyü yana bırakarak ayağa kalkıp aksayarak p en cereye yürüdü. Yürüyüşü dik ancak sakardı, bir bacağı kısay­ mış gibi yürüyordu. B ah çede oynayan çocukları seyretti. “ Çocuklar bunu duymamalı. En azından şimdilik. H epsi çok üzülürler.” “ Ta m a m . Nasıl isterseniz.” P en ceren in yanında bir süre daha durdu. Omuzları titriyordu. Sonunda yüzünü bana çevirdiğinde yatışmış v e eski ciddi ifadesine kavuşmuştu. Canlı bir tavırla, “ Ee B ay Portm an , sanırım sizi yete­ rince sorguladık. Sizin d e sorm ak istediğiniz sorular vardır herhal­ d e .” “ S adece bin kadar.” C ebinden saatini çıkarıp baktı. “ A kşam yem eğin den ö n ce biraz vaktimiz var. U m arım bu kadar vakit sizi aydınlatmaya y e te r.” Bayan P eregrin e duraklayıp başını dikti. Birden oturm a odası­ nın kapısına gidip hızla açtı. Kapının dibine çökmüş olan E m m a’nın yüzü kıpkırmızıydı ve ağlıyordu. Konuştuğumuz h er şeyi duymuştu. “ Bayan B lo o m ! Bizi mi dinliyorsunuz?” Em m a güçlükle ayağa kalkarken hıçkırdı. “ Kibar insanlar dinlem em esi gerek en konuşmaları dinlem ez­ ler...” O ysa Em m a çoktan koşarak odadan çıkmıştı. Bayan P e r e g ­ rine ö fk eyle içini çekti. “ Bu çok kötü oldu. Korkarım ki büyükbaban konusunda ço k hassastı.” “ Fark ettim ,” dedim . “ N ed en ? O n la r ...? ” “A brah am savaşa katılmak için gittiğinde hepim iz üzülmüştük am a Bayan B lo o m daha çok üzüldü. Evet onlar birbirini b eğ en iyo r­ lardı, sevgiliydiler, âşıktılar.” E m m a’nın bana inanmakta neden o kadar gönülsüz olduğunu

155


anlam aya başlamıştım. Bana inandığı zam an h er halükârda ded em hakkındaki kötü haberi getirm ek için burada olduğumu kabullen­ m esi anlam ına gelecekti. B ayan P eregrin e bir büyüyü bozar gibi ellerini şaklattı. “ N eyse, bunun çaresi yok. ” Birlikte odadan çıkıp m erdivene yöneldik. Bayan P eregrin e ba­ samakları büyük bir zahm etle çıkıyordu. H e r basamakta tırabzanı iki eliyle birden tutup kendini yukarı çekm esine rağm en yardım isteğim i kabul etm edi. Yukarıya çıkınca koridordan ge çip kütüp­ h an eye girdik. Burası şimdi art arda dizilmiş sıraları, bir köşedeki karatahtasıyla gerçek bir sınıf gibi görünüyordu. Raflarda kitaplar diziliydi. Bir sırayı gösteren Bayan Peregrin e, “ O tu r,” dedi. Bunun üzerine sıkışarak sıraya oturdum. Kadın yüzü bana dönük vaziyette karşıma geçti. “ İzin verirsen, başlangıç olarak kısa birtakım bilgiler vereyim . Sanırım birçok sorunun cevabını burada bulacaksın.” “ O lu r.” “ İnsanoğlunun yapısı, çoğu kişinin tahm in ed e m ey eceğ i kadar sonsuz farklılıklar gösterir,” diye sö ze başladı. “ H o m o sapiensin gerçek sınıflandırması çok az kişinin bildiği bir sırdır. Şim di sen de onlardan biri olacaksın. T e m e ld e basit bir ikili yapı vardır. Bir yanda co erlfolk dediğim iz, insanoğlunun ezici çoğunluğunu oluş­ turan sıradan insanlar yığını vardır. Bunun dışında kripto-sapiens diyebileceğim iz gizli bir kol vardır. Bunlara atalarımın kutsal dilinde syndrigast yani ‘sıra dışı ruh’ denir. Senin hiç kuşkusuz tahm in etti­ ğin gibi biz ikinci türe giriyoruz.” Anlam ış gibi başımı salladım a m a ipin ucunu çoktan kaçırmış­ tım. H ızını biraz kesm e umuduyla bir soru sordum. “ Peki, neden insanlar sizi tanım ıyor? Bunun tek ö rn eği sizler m isiniz?” “Bütün dünyada sıra dışı insanlar vardır. G erçi sayımız eskisine g ö re çok azaldı. H ayatta kalanlar bizim gibi saklanarak ya şıyor.” Sesi yumuşayıp kederli bir havaya büründü. “ Sıradan insanlarla


açıkça kaynaştığım ız zam anlar yaşadık. Dünyanın bazı köşelerinde bizi şaman vey a mistik olarak görüp başları derde girdiği zaman danışırlardı. B izim halkımızla bu uyumlu ilişkiyi hâlâ sürdüren çok az kültür var am a bunlar ancak m odernite v e büyük dinlerin barınam adığı yerlerde görülüyor. Ö rn eğin kara büyünün uygulandığı Y e n i H eb ritler’deki A m b rym adası gibi. Fakat dünyanın büyük bir kısmı uzun zam an ö n ce bize karşı cep h e aldı. Müslümanlar bizi içlerin­ den attı. Hıristiyanlar cadı d eyip yaktı. H atta Galler v e İrlanda’daki paganlar bile sonunda bizim tehlikeli periler v e şekil değiştiren ha­ yaletler olduğumuza hükm etti.” “ Ö yleyse neden - n e b iley im - kendinize ait bir yurt kurmadınız? G idip bir yerd e kendi başınıza yaşam adınız? “ K eşke o kadar kolay olsaydı. Sıra dışı özellikleri genellikle bir kuşak, hatta bazen o n kuşak atlar. Sıra dışı ebeveyn lerden h er za­ m an ya da genellikle sıra dışı çocuklar doğm az. A yn ı şekilde sıra dışı çocukların h er zam an vey a genellikle sıra dışı ebeveynleri o l­ maz. Ötekilikten bu kadar korkan bir dünyada bunun sıra dışı türü için nasıl tehlikeli olduğunu düşünebiliyor musun?” “ Çünkü norm al ebeveynlerin, m esela çocukları ateş yakm aya başladığı zam an korkudan ödü kopar değil m i?” “ A y n en ö yle B ay Portm an. Sıradan insanların sıra dışı çocukla­ rına en korkunç yollardan kötü davranılmakta v e gö rm ezd en gelin ­ m ekte. D aha bir iki yüzyıl öncesine kadar sıra dışı çocukların aileleri kendi kızlarının v e oğullarının bebekken başkasıyla değiştirildiğine inanırdı. Y a n i tam am en uydurma bir benzeri şöyle dursun, afsunlu v e kötü niyetli olduklarını düşünürlerdi. Karanlık çağlarda bu, za­ vallı çocukları doğrudan öldürm e olm asa da terk etm ek için meşru seb ep sayılırdı. “ N e kadar korkunç.” “ Son derece. Bir şeyler yapm ak gerekiyordu. Bu n edenle b e­ nim gibi insanlarla, sıra dışı çocukların sıradan halktan ayrı yaşa­ yacağı yerler yarattık. Burası gibi fiziki v e zam an açısından izole olmuş yerleşim ler kurduk. B en bundan müthiş gurur duyuyorum .”

157


“ Sizin gibi insanlar m ı?” “ Biz sıra dışı insanlar sıradan insanlarda bulunmayan yetenekler­ le donatılmış durumdayız. Bu yetenekler, diğerlerinin cildinin rengi veya yüz özelliklerinin görünümü gibi sonsuz dereced e çeşitlilik ve kom binasyona sahiptir. Bununla birlikte, düşünceleri okumak gibi bazı yetenekler h epim izde vardır. Bazılarıysa nadir görülür, örneğin benim zam ana müdahale edebilm em gib i.” “ Zam an m ı? B en sizin kuş kılığına girdiğinizi sanıyordum .” “ Kesinlikle öyle; zaten, benim yeten eğim in tem elinde yatan özellik bu. S ad ece kuşlar zam ana müdahale edebilir. Dolayısıyla bütün müdahaleciler kuş kılığına girebilm ek zorundadır. ” Kadın bunları ö yle ciddi ve ö yle doğal bir tavırla anlatıyordu ki, kavrayabilm em biraz zam an alıyordu. “ Kuşlar... zam anda yolculuk yapabilir m i?” Bu soruyu sorarken şapşalca gülümsediğimi hissedi­ yordum . Bayan P eregrin e başını ciddi bir tavırla salladı. “A n cak onların çoğu arada bir v e tesadüfen ileriye vey a geriye gidebilir. Zam an alanlarına bilinçli olarak m üdahale edebilen ve bunu kendim iz değil başkaları için yapabilen bizim gibilere y m b ry n e denir. Biz sıradan insanların sonsuza dek yaşayabileceği zam an döngüleri yaratırız.” D edem in talimatını hatırlayıp, “ D ö n g ü ,” diye tekrarladım. Kuşu bul, d ö n g ü n ü n için d e. “ Burası ö y le bir yer m i?” “ Evet. Fakat belki 3 Eylül 1 9 4 0 olarak biliyorsundur.” Küçük sıranın üstünde on a doğru eğildim . “ N e dem ek istiyorsu­ nuz? Y a n i tek bir gün mü var? Sürekli tekrarlanıyor m u ?” “ Durmaksızın. Fakat biz onu devam lılığı olan bir zam an gibi ya ­ şıyoruz. Aksi takdirde burada geçirdiğim iz, ee.. son yetm iş yıla ait hiçbir şey hatırlam azdık.” “ Ç o k şaşırtıcı,” dedim. “ Tabii biz C airnh olm ’ da 3 Eylül 1 9 4 0 ’dan ö n ce en az o n yıldır yaşıyorduk. Adanın eşsiz coğrafyası sayesinde fiziki bakım dan tecrit olmuştuk. Fakat o tarihten itibaren aynı anda zam an açısından da tecrit olm a g e re ğ i duyduk.” 158


“N e d e n ? ” “Y o k sa h epim iz öldürülürdük.” “ Bom bardım an yüzünden.” “Kesinlikle ö y le .” Gözlerimi sıranın üstüne dikmiştim. Şimdi her şey zar zor da olsa yerli yerine oturmaya başlamıştı. “ Burası gibi başka döngüler var m ı?” “ Ç ok.

Üstelik

oralarda

annelik

yapan

n eredeyse

bütün

y m b ry n e ’ler benim arkadaşım. Bir bakalım: İrlanda’da 1 7 7 0 Haziran’ında yaşayan Bayan G annet (Sümsük kuşu), S w an sea’da 3

Nisan

1 9 0 1 ’de

yaşayan

Bayan

Nightjar

(Ç oban

aldatan),

D erbysh ire’da 1 8 6 7 ’nin A z iz Swithin gününde birlikte yaşayan Bayan A v o c e t (Kılıçgaga) ve Bayan Bunting (Kiraz kuşu), Bayan T r e e c r e e p e r’ın (Tırm aşık kuşu) nerede yaşadığını hatırlamıyorum, ha, bir de sevgili Bayan Finch (İspinoz) var. Şurada onun güzel bir fo toğra fı olacaktı.” Bayan P eregrin e rafın birinden güçlükle çok büyük bir fo to ğ ra f albümünü indirip oturduğum sıraya koydu. Om zum un üstünden eğilip sert sayfaları birer birer çevirerek belli bir resmi arasa da her sayfada biraz oyalanıyordu. Sesinde geçm işe duyulan özlem in tınısı vardı. Sayfalar açıldıkça bodrum da parçalanan sandıktan fırlayan fotoğrafları ve dedem in puro kutusuna sakladığı fotoğrafları hatır­ ladım. Onların hepsini Bayan P eregrin e albüme toplamıştı. O n ca yıl önce, bu fotoğrafları benim yaşımdaki d ed em e gösterdiğini dü­ şünmek tuhaf bir duyguydu. Belki ded em de tam bu odada, tam bu sırada oturmuştu. İşte şimdi, sanki bir şekilde dedem in geçm işine dönm üşüm gibi, kadın aynı fotoğrafları bana gösteriyordu. Sonunda om zuna tünemiş tombul küçük bir kuş bulunan, ruhani görünümlü bir kadının fotoğrafını buldu. “ İşte bu Bayan Finch ve bu da onun teyzeciği Bayan Finch.” Kadın v e kuşun birbiriyle k o ­ nuşur gibi bir halleri vardı. “ Onları birbirinden nasıl ayırıyorsunuz?” “ Büyük Bayan Finch çoğu zam an ispinoz olarak kalmayı tercih ederdi. G erçekten de öyleydi. P e k hoşsohbet bir insan değild i.”

159


Birkaç sayfa daha çeviren Bayan Peregrin e, neşesiz bir tavırla kâğıttan yapılm ış bir ayın etrafına toplanm ış bir grup kadın ve ç o ­ cuğu gösteren fo toğ ra fa gelince durdu. “ A h , evet! Bunu n ered eyse unutmuştum.” Fotoğrafı koruyucu kılıfın içinden çıkarıp saygılı bir tavırla havaya kaldırdı. “ Şu öndeki hanım Bayan A v o c e t. Kraliyet ailesine biz sıra dışılar kadar yakın. Onu Y m b r y n e ’le r K o n s e y i'n e başkan seçm ek için elli yıl uğraştılar am a Bayan Bunting’le birlikte kurduğu akadem ide ders verm ekten asla vazgeçm edi. Bugün Bayan A v o c e t ’in him ayesi altında yaşam a­ mış ben dahil tek bir y m b ry n e yoktur! N itekim dikkatli bakarsan şu gözlüklü küçük kızı tanıyabilirsin.” G özlerim i kısıp baktım. G österdiği yüz karanlıkta kalmıştı v e bi­ raz bulanıktı. “ O siz m isiniz?” Gururlu bir edayla, “ Bayan A v o c e t ’in him ayesine aldığı en gen ç insanlardan biriydim ,” dedi.




“ Y a fotoğraftaki oğlanlar? O nlar sizden de küçük duruyor.” B ayan P e re g rin e ’in yüzü asıldı. “ Yanlış yola sapan kardeşle­ rim den bahsediyorsun. Bizi birbirim izden ayırm ak yerin e onları da benim le birlikte akadem iye almışlardı. Küçük birer prens gibi şımartılmışlardı. D oğruyu söylem ek gerekirse onları bozan bu oldu.” “ O nlar y m b ry n e değil m iydi?” Gücenm iş gibi, “ Y o k can ım ,” dedi. “ Ç o k şükür ki, sadece ka­ dınlar y m b ry n e olarak doğar! Erkekler bu kadar ciddi sorumluluk gerektiren kişilik özelliklerinden yoksundur. B iz y m b ry n e ler bütün m em leketi tarayıp küçük sıra dışı insanları bulmak, bize zarar v ere­ bilecek kişileri uzak tutmak zorundayız. A yrıca vesayetim iz altındaki çocukları besleyip giydirm ek, saklamak, bizim insanlarımızın irfa­ nından yararlandırmak zorundayız. Üstelik bunlar yetm iyorm uş gibi h er gün döngümüzü aksamadan yeniden başlatmamız gerekiyor. ” “ Y a yeniden başlamazsa ne olur?” Dehşet yaşıyormuşçasına titreyen elini alnına götürüp geriye doğru yalpaladı. “Felaket, dehşet, afet! Düşünmek bile istemiyorum. Neyse ki döngülerin yeniden kurulmasını sağlayan mekanizma basit. Arada sırada birisinin girişten geçm esi yeterli. Bu mekanizmanın esnek kal­ masını sağlıyor. Giriş noktası biraz yeni açılmış hamuru andmr. Eğer arada bir parmağını sokmazsan hamur kendi kendine kapanır. V e şa­ yet bir giriş veya çıkış noktası olmazsa; yani kapalı bir zaman sistemi içinde doğal olarak biriken çeşitli basınçları tahliye edecek bir valf ol­ m azsa...” Bir havai fişeğin patlamasını taklit edercesine ellerini havaya açıp hafif bir p u f! sesi çıkardı. “O zaman her şey dengesiz bir hal alır.” Tek rar albüm e eğilip sayfaları çevirdi. “ S özü açılmışken, bunun­ la ilgili bir fotoğra f, hah, burada. D ed iğim gibi bir giriş noktası!” Kılıftan resmi çıkardı. “ Londra metrosunun ç o k seyrek kullanılan bir noktasında, B ayan Fin ch ’in döngüsüne girişi sağlayan m uhte­ şem yolda, Bayan Finch v e vesayetindeki çocuklardan biri. D ön gü yeniden başladığında tünelde çok korkunç bir parlaklık oluşuyor.” Sesinde belli belirsiz bir gıptayla, “ Bununla kıyaslandığında bizimki­ nin ep e y gösterişsiz kaldığını düşünürüm h e p ,” diye konuştu.



“ Anladığım dan em in olm ak için soruyorum ?” diye konuştum. “ E ğer bugün 3 Eylül 1 9 4 0 ’sa, o zam an yarın... o da m ı 3 Eylül?” “ Eh, döngünün yirm i dört saatinin birkaçı 2 Eylül oluyor ama evet, yarın da Eylül’ün üçü.” “ Ö yleyse hiç yarın olm u yor.” “ Bir bakım a ö y le .” Uzaktan g ö k gürültüsünün yankılanmasını andıran bir gürültü duyuldu. Kararm akta olan pen cereler çerçeveleriyle birlikte zangır­ dadı. Bayan P eregrin e gözlerin i dışarıya dikip tekrar saatini çıkardı. “ M aalesef şu anda daha fazla vaktim yok. U m arım akşam ye­ m eğin e kalırsın.” Kalacağım ı söyledim . Babam ın beni arayabileceği olasılığı aklı­ mın köşesinden bile geçm em işti, iki büklüm vaziyette sıradan kalkıp kadının ardından kapıya yürüdüm. Fakat o sırada uzun zam andan beri aklımı kurcalayan bir soruyu hatırladım. “ D ed em buraya geldiğinde gerçekten N azilerden m i kaçıyor­ du?” “Evet. Savaşla sonuçlanan o korkunç yıllarda birkaç çocuk bize geldi. Ortalıkta büyük bir kargaşa vard ı.” O günlerin anısı hâlâ can­ lıymış gibi yüzünde bir acı ifadesi belirdi. “ A b ra h a m ’ı anakarada, yurdundan olmuş insanlar için kurulan bir kam pta buldum. Büyük eziyet çekmiş, zavallı bir çocuktu am a ç o k güçlüydü. Onu görür gö rm ez bize ait olduğunu anlam ıştım.” Büyük bir rahatlam a hissettim; en azından yaşam ının bir kısmı benim doğru anladığım şekilde geçmişti. S orm ak istediğim bir soru daha vardı ancak nasıl soracağım ı pek bilem iyordum . “O , yani büyükbabam, o d a ...” “B izim gibi m iydi?” Başımı salladım. Garip bir şekilde gülümsedi. “ Senin gibiydi J a co b .” Ardından dönüp aksayarak m erdivene doğru yürüdü.

165


Bayan P eregrin e yem ekten ön ce üstümdeki çamuru tem izlem em için ısrar edip E m m a’dan banyoyu hazırlamasını istedi. Sanırım Em m a benim le biraz konuşursa kendini daha iyi hisseder diye düşünmüştü. O ysa kız yüzüm e bile bakmadı. Küveti soğuk suyla doldurduktan sonra ellerini üstünde hızla dolaştırdı. Bir süre sonra sudan buhar yükseliyordu. “ N e müthiş,” desem de kız tek bir kelim e etm eden banyodan çıktı. Küvetteki su adamakıllı kah verengiye dönünce çıkıp kurulan­ dım. Kapının arkasında birtakım giysiler asılıydı. S on d erece bol bir tüvit pantolon, uzun kollu bir gö m lek ve boyu çok kısa olup nasıl ayarlayacağım ı bilem ediğim bir pantolon askısı vardı. Bu n eden ­ le pan tolon ya topuklarım a kadar inecekti ya da g ö b e ğ im e kadar çekecektim . İkinci tercihin ehvenişer olduğuna karar verdim . B öylece alt kata inerken kendim i makyaj yapm am ış bir palyaço gibi hissederek hayatım ın en tuhaf yem eğin i yem ek üzere olduğumu düşündüm. Y e m e k birbirine karışan isimler ve suratlardan oluşan bir karga­ şaydı. Çoğunu fotoğraflardan ve büyükbabamın uzun zam an ö n ce anlattıklarından şöyle böyle hatırlıyordum. Uzun masanın etrafın­ daki sandalyelere oturma konusunda yaygara koparan çocuklar ben yem ek salonuna girdiğim zam an donup gözlerini bana diktiler. Y e m ek le rd e p ek fazla konuk ağırlamadıklarını anlamıştım. M asa­ nın başında yerini almış olan Bayan P eregrin e bu ani sessizlikten yararlanıp beni tanıttı. “ H enü z onunla tanışma zevkine erişm em iş olanlar için söylü­ yorum , bu A b ra h a m ’ın torunu Jacob. Kendisi buraya çok uzaktan geldi ve bizim onur konuğumuz. U m arım onu gerektiği gibi ağır­ larsınız.” Ardından masadaki çocukları tek tek eliyle gösterip adla­ rını söyledi. N e var ki, gergin anlarımda h ep olduğu gibi adlarını o anda unuttum. Tanıtm a faslı bitince soru yağmuru başladı. N e y se ki, B ayan P eregrin e bunları seri atışlı bir silah gibi karşı koyarak geçiştirdi.

166


“ Jacob bizim le mi kalacak?” “ Bu konuda bilgim y o k .” “ A b e n ered e?” “A m erik a ’da işleri va r.” “ Jacob neden V ic to r’un pantolonunu giym iş?” “ A rtık V icto r’un ona ihtiyacı yo k ve B ay P o rtm a n ’ınki yıkanı­ yor. ” “ A b e A m e rik a ’da ne ya p ıy or?” Bu sorunun ardından, bir köşeden öfkeyle bizi seyretm ekte olan E m m a’nın yerinden kalkıp sessizce salondan çıktığını fark ettim. Onun değişken hallerine alışkın olduğu belli olan çocuklar buna aldırış etmemişti. Bayan P eregrin e sertçe, “ A b e ’in n e yaptığını boş verin ,” dedi. “ N e zam an d ö n e cek ?” “ Bunu da kafanıza takmayın. Şim di yem eğim izi yiy elim !” H erkes sandalyelere üşüştü. B oş olduğunu düşünerek bir san­ dalyeye oturunca kasığıma bir çatalın battığını hissettim. O anda Millard, “A ffe d e rs in !” diye bağırdı. N eyse ki Bayan P eregrin e onu giyinm esi için masadan uzaklaştırdı. Millard giderken arkasından, “Sana kaç kere söyledim , kibar insanlar y e m e ğ e çıplak g e lm e z !” diye seslendi. Mutfak görevlisi olan çocuklar ellerinde tepsilerle içeri girdiler. Tep silerd e gümüş kapaklarla örtülü tabaklar vardı. Çocuklar ne y e ­ m ek olduğuna dair heyecanlı bir iddiaya tutuşmuştu. “W ellington sam uru!” diye bağırdı bir çocuk. Bir başkası, “ Tuzlanm ış kedi yavrusu v e cadaloz c iğ eri,” deyince daha küçük olanlar öğü rerek tepki verdi. Fakat sonunda kapak­ lar kaldırılınca, ortaya krallara layık yem eklerden oluşan görsel bir şölen çıktı: fırında nar gibi kızarmış bir kaz; etrafı lim on dilimleri, dereotu ve eriyen tereyağı parçalarıyla süslenmiş koca birer som on ve m orina; bir kâse dolusu m idye buğulaması; fırınlanmış sebze­ lerle dolu tabaklar; hâlâ buharı tüten somun somun ekm ekler; ilk kez gördüğüm , ancak ço k lezzetliye ben zeyen çeşit çeşit p elteler ve

— <■--------------------------------------- 167


soslar. G az lambalarının titreyen ışığı altında hepsi çok iştah açıcı görünüyordu. Bu yem eklerin R ahip D eliğinde m id em e indirdiğim, n ered en geldiği belli olm ayan yağlı yahnilerle yakından uzaktan il­ gisi yoktu. Kahvaltıdan beri tek lokm a yem em iştim , bu nedenle tıka basa y e m ey e koyuldum. Sıra dışı çocukların sıra dışı ye m e alışkanlıkları olm asına şaşır­ m am am gerekirdi; gelgelelim , ağzım a götürdüğüm iri lokm alar ara­ sında masanın etrafındakilere g ö z atmaktan kendim i alamıyordum . H a va ya kalkan kız O live, yere sabitlenmiş bir sandalyeye kem erle bağlanmıştı; bu sayede tavana doğru yükselmesi önleniyordu. M a­ sada oturanları böceklerin rahatsız etm esi söz konusu değildi çünkü m idesinde arılar yaşayan H ugh, bir köşedeki tek kişilik masada, bir sinekliğin altında yem eğin i yiyordu. Bayan P e re g rin e ’in yanında oturan v e altın renkli kıvır kıvır saçlarıyla bebek gibi bir güzelliğe sahip olan Claire bir lokm a olsun yem iyordu. “ S en aç değil m isin?” diye sordum ona. Hugh, “ Claire bizim le birlikte y e m e z ,” diye cevap verm ek için atılınca ağzından dışarı bir arı kaçıverdi. “ O utangaçtır.” O na ters ters bakan Claire, “ U tangaç d eğilim !” dedi. “Y a a ? Ö yleyse y e s e n e !” Bayan P eregrin e, “ Burada kim se yeteneğind en dolayı utan­ m a z,” dedi. “ Bayan D en sm ore yalnız yem eyi tercih ediyor, o ka­ dar. Ö yle değil mi Bayan D en sm o re?” Kız gözlerini önündeki boşluğa dikmişti, üstünde toplanan dik­ katlerin dağılmasını istediği belliydi. Bir sm okin ceket giymiş olan (ve üstünde başka bir şey bulun­ m ayan) Millard yanım da oturuyordu. “ C laire’ in başının arkasında ağzı v a r,” diye durumu açıkladı. “N e var dedin?” “H adi göster o n a !” dedi birisi.

Sonunda masadaki herkes

C laire’ e bir şey yem esi için baskı yapm aya başlamıştı. K ızcağız ni­ hayet, onları susturmak için istenileni yaptı. Ö n ün e kazın butlarından biri konmuştu. K ız sandalyede ters 168


döndü, ardından sırtını elleriyle sıkıca tutup başının gerisiyle tabağa doğru eğildi. A z sonra belirgin bir şapırtı duydum. Başını havaya kaldırdığında buttan büyük bir parçanın koparılm ış olduğunu g ö r­ düm. Kızın altın rengi saçının altında keskin dişler vardı. O anda B ayan P e re g rin e ’in albümünde gördüğüm C la ire’in tuhaf fo to ğ ra ­ fını hatırladım. F otoğrafçı yan yana iki fo to ğ ra f koymuştu. İlkinde kızın zarif v e güzel yüzü görünüyordu. İkincisinde kıvır kıvır saçlar başının arka tarafını kaplamıştı.

169



C laire ö n e dönüp kollarını göğsünde kavuşturdu. Kendisiyle dalga geçilm esine yo l açacak bir gösteriye zorlanm asından dolayı kızgındı. Çocuklar beni soru yağm uruna tutarken o hiç sesini çıkar­ m adan oturdu. Bayan P eregrin e ded em le ilgili birkaç soruyu daha savuşturduktan sonra çocuklar başka konulara yöneldiler. Özellikle 21. yüzyıl yaşam ına ilgi duydukları anlaşılıyordu. H o ra c e adında ergen bir çocuk, “ N e tür uçan otom obilleriniz va r?” diye sordu. G iydiği koyu renkli takım elbise yüzünden bir cen aze levazımatçısının çırağını andırıyordu. “H iç y o k ,” diye cevap verdim . “ H enü z yapılm adı.” Bir başka çocuk olumlu bir cevap alm a umuduyla “A y d a şehirler kurdular m ı?” diye sordu. “Altm ışlı yıllarda orada bir miktar ç ö p v e dikili bir bayrak bırak­ tık am a hepsi bundan ibaret.” “ Britanya hâlâ dünyaya hükm ediyor m u?” “ E h... pek sayılm az.” H ayal kırıklığına uğramış gözüküyorlardı. Bunu bir fırsat olarak gö re n Bayan Peregrin e, “ Gördünüz mü çocuklar? G elecek bekledi­ ğiniz gibi m uhteşem d e ğ il,” dedi. “ Bizim eski ve güzel dünyamızın bir eksiği y o k !” Bu konuyu sık sık kafalarına sokm aya çalışsa da p ek başarılı olam adığını hissettim. Fakat m erakım ı hâlâ gid erem e­ miştim; bu “ eski v e güzel şimdiki zam anda” ne kadar zam andan beri yaşıyorlardı? “ Bir sakıncası yoksa hepinizin kaç yaşında olduğunu öğrenebilir m iyim ?” diye sordum. “ B en seksen üç yaşındayım ,” dedi H orace. O live elini h eyecanla kaldırdı. “ B en gelecek hafta yetm iş beş buçuk yaşında o la c a ğ ım !” Günler hiç değişm ediği halde ay ve yıl hesabını nasıl şaşırmadıklarını m erak etmiştim. Enoch adındaki, iri gözkapakları olan oğlan, “ Ben ya yüz on yedi ya yüz on sekiz yaşındayım ,” dedi. O ysa on üçünden fazla g ö s ­ term iyordu. “ Bundan ö n ce başka bir döngü de yaşıyordum ,” diye durumu açıkladı.


A ğzın dan kaz yağı dam layan Millard, “ B en n ered eyse seksen yed iye basacağım ,” dedi. Konuşurken görü n m eyen çenesiyle yarı­ sını çiğnediği koca bir et parçası sallanıp duruyordu. Bazı çocuklar gözlerin i kapatıp başlarını başka y ö n e çevirirken homurdandılar. Sıra bana gelmişti. O nlara o n altı yaşında olduğumu söyledim . Bazı çocukların gözü fal taşı gibi açılmıştı. O live şaşkınlıkla güldü. O kadar küçük yaşta olm a m onlara garip gelmişti, onların öylesine gen ç görünm esi de bana garip geliyordu. Florida’da seksen yaşında bir sürü insan tanıyordum , oysa bu çocukların tavırları onlara hiç benzem iyordu. Burada sürdükleri sabit yaşam, birbirinden farksız bir seyir izleyen günler, bu ebedi ve ölümsüz yaz m evsim i onların sadece bedenlerini değil duygularım da sabitlemiş gibiydi. H ep si P e t e r P a n ve K a yıp Ç o c u k la r gibi gençlikleri içinde donakalmıştı. Dışarıda aniden bir patlam a oldu. Bu akşam ikinci kez gerçek ­ leşen bu patlam a ilkinden daha yüksek v e yakındaydı. Masadaki bütün tabak çanak zangırdamıştı. Bayan Peregrin e, “ H erkes acele edip yem eğin i bitirsin!” diye bağırdığı anda, yeni bir darbe bütün evi salladı. Bu kez arkamdaki duvarda duran çerçeveli bir resim yere düşmüştü. “ N ed ir bu ?” diye sordum. “Y in e o kahrolası A lm a n lar!” diye hom urdanan O live minik yumruğunu m asaya indirdi. Huysuz bir yetişkini taklit ettiği belliydi. Ardından uzaklarda bir yerd e uçan bir b ö ceğ in vızıltısı gibi bir ses işittim. O anda neler olup bittiğini anlamıştım. 3 Eylül 1 9 4 0 g e c e ­ sini yaşıyorduk v e birazdan gökyüzünden düşecek bir bom ba evde kocam an bir delik açacaktı. Vızıltı, hava saldırısını haber veren ve sırttan yükselen sirenin sesiydi. B oğa zım a sarılan panikle birlikte, “ Buradan çıkm am ız la zım ,” diye bağırdım. “ B o m b a düşm eden ön ce çıkm alıyız!” O live, “B ilm iyo r,” diye kıkırdadı. “ Ö leceğim izi zan n ed iyor.” Sm okin ceketinin om zunu silken Millard, “ Sadece d ön gü ta­ m am lan ıyor,” dedi. “ H eyecanlan m an a gerek y o k .” “Bu her g e c e oluyor m u?”

172


B ayan P eregrin e başını salladı. “ H e r bir g e c e ,” dedi. Buna rağ­ m en kendim i p ek gü vende hissetmiyordum. “ Dışarı çıkıp J a co b ’a gösterelim m i? ” diye sordu Hugh. Y irm i dakika somurttuktan sonra birden coşan Claire, “ Evet, çıkabilir m iyiz?” diye rica etti. “ Döngünün tamamlanması çok güzel bir o la y !” B ayan P eregrin e yem eklerini bitirmedikleri için itiraz etti, fakat çocuklar ö yle ısrarcıydı ki sonunda yumuşadı. “ Pekâlâ, am a m aske­ lerinizi takmadan çıkm ayın,” dedi. Sandalyelerinden fırlayan çocuklar koşarak odadan çıkarken zavallı O live oturduğu yerd e kalmıştı. Sonunda biri acıyıp d ö n e­ rek onun kem erini çözdü. Çocukların arkasından duvarları ahşap kaplı girişe koştum. H ep si bir dolaptan bir şey alıp dışarı fırlıyordu. Bayan P eregrin e bu cisim lerden birini bana verince elim de evirip çevirerek inceledim . Siyah lastikten yapılm a sarkmış bir yüzü andı­ ran cismin şok yüzünden donm uş gözleri andıran, camdan büyük delikleri vardı. H ortum u andıran burun kısmı üstünde delikler olan bir kutuya giriyordu. “ H adi sen de tak şunu,” dedi Bayan Peregrin e. O anda elim dekinin bir gaz maskesi olduğunu fark ettim . Maskeyi yüzüme geçirip kadınla birlikte b ah çeye çıktım. Ç ocu k­ lar kareleri olm ayan bir tahtanın üstüne dağılm ış satranç taşlarını andırıyordu. Yukarıya dönük maskelerin ardında kim oldukları belli değildi. G ö ğ e yükselen kara duman bulutlarını seyrediyorlardı. B e­ lirsiz bir uzaklıkta ağaçların tepesi yanıyordu. H e r yön den savaş uçaklarının uğultusu duyuluyordu. A ra d a bir boğuk bir patlama sesi yükseliyor, o anda göğsüm ikinci bir kalp atıyormuş gibi çarpıyordu. A rdından birisi tam önüm ­ de bir fırının kapağını açıp kapatıyorm uş gibi kavurucu bir sıcak dalgası yayılıyordu. B en h er sarsıntıda ürkerek eğilirken çocuklar pek korkmuşa benzem iyordu. A ksine, sözleri bom baların düşme ritm iyle son derece uyumlu bir şarkı söylüyorlardı. K a ç tavşan kaç, kaç tavşan K A Ç !


Çiftçi tüfeğini atıyor, bam , bam, B A M ! Y e m e s in tavşan yahnisi, Ö yleyse kaç tavşan kaç, kaç tavşan K A Ç ! T a m şarkı sona erdiği anda parlak izli m erm iler gökyüzünü ay­ dınlattı. Çocuklar bir havai fişek gösterisini seyreder gibi alkışlarken parlak v e uzun ışık izleri maskelerine yansıyordu. Bu g e c e saldırısı yaşamlarının ö yle sıradan bir parçası haline gelmişti ki, bunu dehşet verici bir olay olarak düşünemiyorlardı. H atta Bayan P e re g rin e ’in albümünde gördüğüm fotoğrafın altında G ü z e l G ö s te rim iz yazı­ yordu. B en de bu marazi biçim iyle ö yle olduğunu umdum.

174



H avada uçan o m etal parçalan bulutlarda delikler açmış gibi yağm ur çiselem eye başlamıştı. Sarsıntıların sıklığı da azalmıştı. T a ­ arruz sona erm işe benziyordu. Çocuklar bahçeden ayrılm aya başlayınca içeri dön eceğim izi sanmıştım, oysa ön kapıdan geçip bahçenin bir başka köşesine doğru gidiyorlardı. Maskeli iki çocuğa, “ N e re y e gidiyoru z?” diye sordum. Bana cevap verm eseler de yüzümdeki endişeyi fark etmiş olsa­ lar gerek, ellerim den usulca tutup diğerlerinin yanına götürdüler. Evin etrafından dolaşıp arka k öşeye gittik. H erkes budanmış d ev bir heykelin yanında toplanmıştı. Fakat bu heykel m itolojik bir yaratığa ait olm ayıp otların üstünde uzanmış dinlenen bir adamı tasvir edi­ yordu. A d a m bir dirseğini yere dayamış, diğer kolunu gökyüzüne uzatmıştı. A n c a k bir süre geçtikten sonra bunun, M ich ela n gelo ’nun Şistine şapelindeki ünlü A d e m freskinin yapraklardan yapılm ış bir taklidi olduğunu fark edebildim . Çalıdan yapılm ış olduğu düşünül­ düğünde, gerçekten g ö z alıcıydı. G ö z yerin e iki tane çiçek açm ış gardenya barındıran suratına bakınca, A d e m ’in durgun yüz ifadesi­ ni kolayca zihinde canlandırmak mümkündü. Dağınık saçlı kızın yakında durduğunu gördüm . Üstündeki çiçek desenli basmadan elbise o kadar çok yam anmıştı ki, artık yorgan a benziyordu. Y an ın a sokulup A d e m ’i göstererek, “ Bunu sen m i y a p ­ tın?” dedim. Başını salladı. “ Nasıl?” Y e r e eğilip avucunu otların biraz üstünde tuttu. Birkaç saniye sonra, elinin şeklini taşıyan bir kısım çim en kıpırdanıp gerilm eye başladı. Sonunda avucuna d eğ ecek kadar uzamışlardı. “ Bu çılgınca bir şey ,” dedim . Açıkçası düşüncelerimi tam olarak ifade edem em iştim . Birisi ben i susturdu. Bütün çocuklar sessizce başlarını yukarı kal­ dırmış, gökyüzünün belli bir yerine bakıyorlardı. Başımı kaldırıp o y ö n e baktığımda duman bulutlarından başka bir şey görem edim . Yangınların yarattığı titreşen turuncu ışıklar bulutlara vuruyordu.

176


D erken tek bir uçağın motorunun diğerlerinden farklı bir yön de hom urdandığını duydum. Ses yakından geliyor v e gittikçe yakla­ şıyordu. Bütün benliğim i bir panik dalgası kaplamıştı. İşte tam bu g e c e öldürüldüler. S ad ece bu g e c e değil tam bu anda. Bu çocuklar her akşam ölüp döngü tarafından yeniden diriltiliyorlar mıydı? Bir tür Sisifos intihar kültü gibi parçalanm aya mahkum edilip ardından sonsuzluğa dek parçaları yeniden bir araya m ı getiriliyordu? Bulutları yaran küçük gri bir cisim hızla üstümüze doğru geliyor­ du. Bir kaya bu diye düşündüm. O ysa kayalar düşerken ıslık sesi çıkarmazdı. K a ç tavşan kaç. Kaçm asına kaçacaktım da hiç vakit yoktu. Bü­ tün yapabildiğim çığlık atıp sipere girm ek için ye re atlamaktan iba­ retti. G elgelelim ortada siper yoktu, o yüzden otların üstüne atlayıp sanki bedenim i koruyacakm ış gibi ellerim i başımın üstüne koydum. Dişlerimi sıkıp gözlerim i yum dum ve nefesim i tuttum. N e var ki beklediğim sağır edici patlamanın yerine her şey tam am en v e derin bir sessizlik içine gömülmüştü. Birdenbire ortalıkta ne hom urdanan m otorlar, ne ıslık çalan bom balar, ne uzaklardan duyulan silah ses­ leri kalmıştı. Sanki biri bütün dünyayı sessizliğe boğmuştu. Y o k sa ölmüş müydüm? G özlerim i açıp yavaşça arkam a baktım . Rüzgarla sallanm ak­ ta olan ağaç dalları boşlukta don u p kalmıştı. G ökyüzü hareketsiz alevlerin bir dum an bulutunu yaladığı bir fo to ğ ra fı andırıyordu. Y a ğ m u r dam laları gözlerim in önünde asılı duruyordu. Çocukların oluşturduğu halkanın ortasındaysa, sırlarla dolu bir ritüel nesnesi gibi havada asılı kalan bir b o m b a vardı. A ş a ğ ı doğru eğilm iş ucu, A d e m ’in gökyü zü n e uzanan parm ağın ın üstünde den ged eym iş gibi duruyordu. D erken seyretm ekte olduğunuz bir film projeksiyon makinesin­ d e yanmışçasına, çok parlak beyazlıkta sıcak bir dalga ortaya çıkıp h er şeyi yuttu.

177 ->£-<♦>-


Tek rar duym aya başladığımda işittiğim ilk ses kahkahalardı. A r ­ dından beyazlık gid erek ortadan kalkınca hepim izin az ö n ce olduğu gibi A d e m ’in etrafında bulunduğunu gördüm . Y aln ız artık ortada bom ba yoktu. G e c e yine sessizliğe bürünmüştü v e tek ışık kaynağı bulutsuz gökyüzünde parlayan dolunaydı. T e p e m d e beliren Bayan P eregrin e bana elini uzattı. Kadının elini tutup afallamış bir vaziyet­ te sendeleyerek ayağa kalktım. “ Lütfen özrümü kabul et. Seni daha iyi hazırlam alıydım .” Buna rağm en gülmesini z o r bastırdığı belliydi. Maskelerini çıkaran çocuk­ lar da gülüyordu. Sarhoş olduğumdan kesinlikle em indim . Sersem lem iş v e keyifsiz bir haldeydim. Bayan P eregrin e’e, “ G ece oldu, artık eve gitsem iyi olur,” dedim. “Y ok sa babam m erak ed e r.” Ardından çabucak ekledim. “Şimdi eve gidebilirim değil m i?” “Tabii gidebilirsin,” deyip yüksek sesle bana h öyü ğe kadar eşlik edecek bir gönüllü istediğini söyledi. E m m a ’nın ö n e çıktığını g ö ­ rünce çok şaşırdım. Bayan P eregrin e bu durumdan hoşnut görü ­ nüyordu. M üdireye, “ O ndan em in m isiniz?” diye fısıldadım. “ D aha birkaç saat ö n ce gırtlağım ı kesm eye hazırdı.” “Bayan B lo o m çabuk öfkelen en biri olabilir a m a en güvendiğim çocuklarımdan biridir. H e m sanırım meraklı kulaklardan uzakta k o ­ nuşacağınız şeyler olabilir. ” B eş dakika sonra ikimiz yola koyulmuştuk; ancak bu kez ellerim bağlı değildi, ayrıca sırtıma bir bıçak dayanmamıştı. Birkaç küçük çocuk bahçenin bitim ine kadar bizi takip etti. Y a rın gelip g e lm e y e ­ ceğim i m erak ediyorlardı. Üstü kapalı vaatlerde bulunsam da, bıra­ kın ertesi günü şu anda neler olup bittiğini anlam akta bile güçlük çekiyordum . Birlikte karanlık orm an a girdik. Ev ardım ızda gözd en kaybolun­ ca Em m a bir avucunu havaya doğru çevirip bileğine bir fiske vurdu. O anda parmaklarının h em en üstünde küçük bir ateş topu belirdi. T ep si taşıyan bir garson gibi elini havaya uzatarak yolu aydınlattı. Yürüdükçe gölgelerim iz ağaçlara vuruyordu. 178


Gittikçe daha ürkütücü bir hal alan sessizliği bozm ak için, “ Sana bunun ne kadar müthiş olduğunu söylem iş m iydim ?” dedim. “ H iç de müthiş d e ğ il,” deyip alevi yaklaştırınca yükselen sıcaklı­ ğı yüzüm de hissettim. İrkilerek birkaç adım geri gittim. “O nu dem ek istem edim , yani bunu yapabilm en m üthiş.” S ertçe, “ D oğru düzgün konuşursan ne dem ek istediğini anlaya­ bilirim ,” dedi ve ardından durdu. Belli bir m esafede durmuş birbirimize bakıyorduk.

“ B enden

korkm ana gerek y o k ,” dedi. “Y a a ö yle mi? B en im şeytani bir yaratık olm adığım ı düşündü­ ğün n e malum? H e m bunun beni yalnız yakalayıp öldürm ek için bir oyun olm adığını n ereden bileyim ?” “Aptallık etm e. Tan ım adığım bir yabancı olarak ansızın çıkıp geldin, sonra deli gibi benim peşim e düştün. N e düşünecektim yani?” “ Güzel, anladım ,” diye konuşsam da aslında ö yle dem ek iste­ m emiştim. G özlerini yere çevirip çizmesinin ucuyla toprakta küçük bir delik oym aya başladı. Bir süre sonra elindeki alevin rengi turuncudan soğuk bir laciverde dönmüştü. “ S öylediğim doğru değildi. Seni ta­ nım ıştım .” Başını kaldırıp bana baktı. “ O n a çok benziyorsun.” “B azen başkaları da söyler bunu.” “ D aha ö n ce söylediğim o berbat laflar için özür dilerim. Sana inanmak istem edim, yani söylediğin kişi olduğuna. Bunun n e d e­ m ek olduğunu biliyordum .” “Anlıyorum . Büyüm eye başladığım da hepinizi tanımayı ço k is­ temiştim. Sonunda bu da o ld u ...” Başımı iki yana salladım. “ B öyle bir olay yüzünden olmasından dolayı üzgünüm. ” D erken kız hızla bana koşup kollarını boynum a doladı. A le v bana dokunmasından h em en ö n ce sönmüştü. A levi taşıyan eli sı­ caktı. Bu gen ç kız görünümlü yaşlı kadınla, daha doğrusu, benim yaşımdaki haliyle büyükbabama âşık olan bu güzel kızla bir süre karanlıkta öylece kaldık. B en im de on a sarılmaktan başka yapabi­


leceğim bir şey yoktu, o yüzden ben de ö yle yaptım . Bir süre sonra galiba ikimiz de ağlam aya başlamıştık. Karanlıkta derin bir n efes aldığını duydum. Kız artık toparlan­ mıştı. Elindeki alev tekrar belirdi. “Bunun için özür dilerim ,” diye konuştu. “B en p e k ...” “ Ü zü lm e.” “Y o la devam etm eliyiz.” “ Ö yleyse düş ö n ü m e.” Huzurlu bir sessizlik içinde orm anda yürüdük. Bataklığa geldi­ ğim iz zam an Em m a, “ S ad ece benim bastığım yerlere bas,” dedi. Onun ayak izlerinin bulunduğu yerlere basarak yürüdüm. E m m a’nm elindeki alevi desteklerm iş gibi, uzaktaki yeşil yığınların içinden par­ lak bataklık gazları yükseliyordu. H ö y ü ğ e gelince eğilerek içeri girdik. T e k sıra halinde sürünerek içerideki boşluğa kadar gidip tekrar dışarı çıktığımızda her taraf sisle kaplanmıştı. Em m a patikaya ulaşana kadar önden gitti. Y o la geldiği­ m izde parmaklarını elim e geçirip sıktı. Bir süre konuşmadan durduk. Ardından dönüp gitti. Sis onu öyle çabuk yutmuştu ki, bir an gerçek­ ten orda olup olmadığını düşünmekten kendimi alamadım. —«V V îb —

Kasabaya dönerken n eredeyse sokakların at arabalarıyla dolu ol­ masını bekliyordum. O ysa beni uğuldayan jen eratörler v e p e n c e ­ relerin ardında parlayan T V ekranları karşıladı. Buna e v e dön m ek denebilirse, e ve dönmüştüm. H e r zamanki gibi barda duran K e v beni görü n ce kadeh kaldırdı. Pubda oturan adamların hiçbiri beni linç etm e y e kalkışmadı. H er şey yerli yerinde duruyordu. Ü st kata çıktığım da babam küçük m asaya koyduğu laptopun karşısında uyukluyordu. K apıyı kapatınca sıçrayarak uyandı. “ O h! H e y ! G e ç kaldın. Y an i g e ç kaldın m ı? Saat k a ç?” “ Bilm iyorum. H erhalde daha dokuz olm adı. Jen eratörler henüz çalışıyor. ”


G erinip gözlerini ovuşturdu. “ Bugün ne yaptın? Y e m e ğ e gelir­ sin diye umm uştum .” “ Eski evi biraz daha araştırdım .” “ İşe yarar bir şey buldun m u?” “ E h ... pek sayılm az,” diye cevap verirken daha uygun bir hikâye uydurmam gerektiğini düşündüm. Bana garip gözlerle baktı. “N e red e n buldun onları?” “N e le ri? ” “ Üstündeki giysileri.” Üstüm e bakınca tüvit pantolonu v e askıyı tam am en unuttuğumu fark ettim. Daha uygun bir cevap düşünecek vaktim olm adığım dan, “Evde buldum bunları, hoş değiller m i?” deyiverdim . Babam yüzünü ekşitti. “ Ortalıkta bulduğun elbiseleri mi giydin? Jake bu hiç sağlıklı değil. Pantolonunla montuna ne oldu?” Konuyu değiştirm em gerekiyordu. “ Ç o k kirlenmişlerdi, bu yüz­ den, e e . ..” Bilgisayar ekranında açık duran dosyayı y en i fark etmiş gibi işaret ettim. “ V aay, senin kitap mı bu? Nasıl gid iyo r?” Bilgisayarın kapağını hızla kapattı. “Şu anda konu benim kitabım değil. Ö nem li olan burada geçirdiğim iz vakti seni tedavi edecek şekil­ de kullanmak. O eski evde bütün gün tek başına dolanm anın gerçek­ ten Dr. G olan ’ın aklından geçen bir yön tem olduğundan em in d e­ ğilim. Bu yolculuğa izin verdiğinde herhalde bunu düşünmüyordu.” “V aay, galiba rekor kırdın.” “ N e rekoru?” “ Psikiyatrımdan uzun süre bahsetm em e rekoru .” Kolum da ol­ m ayan bir saate bakıyormuş gibi yaptım . “ D ört gün, beş saat, yirmi altı dakika.” İçimi çektim. “ G ayet uzun sürdü.” “ O adam ın sana çok yardımı dokundu. Onu bulmasaydık şu anda ne halde olurdun, kim bilir.” “ Haklısın baba, Dr. G olan bana yardım etti. Fakat bu, yaşam ı­ nın her anını kontrol etm esi gerektiği anlam ına gelm iyor. D em ek istiyorum ki, annem le birlikte üstünde ‘G o la n N e Y a p a rd ı? ’ yazan bir bilezik alabilirdiniz. B ö ylece bir şey yapm adan ön ce h e p kendi 181


kendim e sorardım. Tu valete giderken bile sorardım. ‘D r. G o la n nasıl s ıç m a m ı isterd i? A ca b a yan tarafa m ı yapsam , yoksa d o s­ d o ğ ru ortaya m ı b ırak sa m ? P s ik o lo jik a çıdan en fa y d alı sıçm a şek li nasıl o lu r acaba?” ’ Babam birkaç saniye sustuktan sonra çok kısık ve ağır bir ses tonuyla konuştu. Ertesi gün istesem de istem esem de onunla birlik­ te kuşları izleyeceğim i söyledi. Büyük bir hata yaptığını söylediğim zam an kalkıp alt kata indi. Ben içtiğini filan düşünüp üstümdeki soytarı kıyafeti çıkarm aya gittim. Birkaç dakika sonra odam ın kapı­ sını vurdu ve telefon da birinin benim le konuşmak istediğini söyledi. Telefondaki kişinin annem olduğunu düşünerek dişlerimi sıkıp onun ardından pubın köşesindeki telefon kulübesine gittim. Babam ahizeyi bana uzatıp bir masaya oturdu. Kulübenin kapısını kapadım. “ A lo ? ” Bir adam , “ A z ö n c e babanla konuştum, sesi biraz bozuk geliyor­ du,” diye konuştu. Konuşan Dr. G o la n ’dı. B a b a m ın da senin de diye saydırmayı düşündüm a m a durumun hassas olduğunun farkmdaydım. Şimdi G o la n ’ı terslersem bu seya­ hatin sonu olurdu. Sıra dışı çocuklarla ilgili ö ğren m em gereken bir sürü konu varken buradan ayrılam azdım. O yüzden uyumlu davra­ nıp şim diye kadar başımdan geçen leri -tabii zam an döngüsü içinde yaşayan çocuklar kısmı h a riç- anlattım. A dayla veya dedem le ilgili özel bir husus olm adığı fikrinin aklım a yatm aya başladığı kanısını yaratm aya çalıştım. Sanki telefonda minik bir seans yapar gibiydik. D oktor, “ U m arım bana duym ak istediklerimi söylem iyorsundur,” dedi. Bu sözler onun beylik cümlesi haline gelmişti. “ Belki oraya gelip seni kontrol etsem iyi olur. Küçük bir tatil yapm ış olu­ rum. S ence nasıl fikir bu?” U m arım şaka yapıyorsundur diye dua ettim. “ Ben iyiyim. G erçek ten ,” diye cev a p verdim . “ Rahat ol Jacob, şaka yapıyorum yahu. H oş, biraz ofisten uzaklaşsam güzel olurdu ya. V e gerçekten sana inanıyorum . Sesin iyi 182


geliyor. Nitekim biraz ö n ce babana, yapabileceği en iyi şeyin sana biraz n efes aldırması ve işleri kendi başına halletm ene izin verm esi olduğunu söyled im .” “ G erçekten m i?” “ H e m annen baban h em ben senin üstüne fazla düştük. Bu belli bir noktadan sonra ters etki ya p a r.” “Ş ey, bunu duyduğuma gerçekten sevindim .” Bir şeyler söyledi am a telefon hattında çok gürültü olduğundan ne dediğini anlayam adım. “ Sizi çok zor duyuyorum. A lışveriş m er­ kezi gibi bir yerd e m isiniz?” “ H avaalanındayım . K ız kardeşimi karşılıyorum. N eyse, tatilin tadını çıkarmanı söylem iştim. Araştırm anı ya p , olaylara fazla kafanı takma. Yakında görüşürüz tam am m ı?” “T ek ra r teşekkürler Dr. G .” T elefon u kapatırken onun hakkında yanlış düşündüğüm için kendim e kızdım. İkinci kez ailem le ters düşerek bana arka çıkmıştı. Babam bir m asaya oturmuş bira içiyordu. Yukarı çıkmadan ö n ce yanm a gittim. “ Y arın h akkında...” “ Galiba istediğini yapm an iyi olacak.” “ Emin m isin?” A sık suratla om zunu silkti. “ D oktorun talim atı.” “Y e m e ğ e gelirim . S ö z .” Başını sallamakla yetindi. Onu barda bırakıp yatm aya çıktım. U ykuya dalm adan ö n ce aklıma sıra dışı çocuklar ve B ayan P eregrine beni tanıştırdıktan sonra sordukları ilk soru geldi: J a co b b iz im le m i kalacak? O zam an, kalm ayacağım tabii, diye düşün­ müştüm. Fakat neden olmasındı? Eve hiç d ön m esem n e kaçırmış olurdum? M ağara gibi soğuk evim i, kötü anılarla dolu arkadaşsız kasabamı, benim için planlanan son d erece sıkıcı yaşamı gözü m de canlandırdım. O an, bunları reddetm enin bir kez bile aklıma g e lm e ­ diğini fark ettim.

183



abah bera b erin d e yağm u r, rüzgâr v e sis getirm işti. Bu kasvetli hava yüzünden bir ön cek i günün ga rip ve harika bir rüyadan ibaret o lm adığın a inanm ak güçtü. K ah valtım ı silip süpürdükten sonra babam a dışarı çıkacağım ı söy­ leyin ce bana delirm işim gibi baktı. “ Bu havada m ı? N e yapacaksın?” Düşünm eden, “ Buluşm aya...” diye söze başladım. Ardından bunu geçiştirm ek için boğazım a bir yiyecek parçası takılmış gibi davrandım. Fakat artık ço k geçti; babam söylediğim i duymuştu. “ Kim inle buluşacaksın? U m arım o rapçı serserilerle değildir.” Bu durumdan kurtulmanın tek yolu yalanı daha ilerilere götür­ mekti. “ Hayır. Sanırım onları hiç görm edin. Onlar, ee, adanın öbür tarafında yaşıyorlar v e ...” “ Sahi mi? O tarafta kimse yaşam ıyor sanıyordum .” “ Evet, şey, birkaç kişi var. Koyun çobanları filan. N eyse, hoş insanlar; ben evdeyken etrafı kolluyorlar.” Arkadaşlar ve güvenlik babam ın itiraz ed e m ey eceğ i iki unsurdu. Sert görü n m eye çalışarak, “ Onlarla tanışm ak isterim ,” dedi. Sa­ nırım h ep olm aya çalıştığı duyarlı, mantıksız hareketler yapm ayan baba davranışını taklit ederek sık sık bu yüz ifadesini takınırdı. “ Elbette; am a birazdan orada buluşacağız, artık başka s e fe re .” Başını sallayıp kahvaltıya devam etti. “ Y e m e k saatinde burada o l.”

185


“ Anlaşıldı baba.” Bataklığa kadar adeta uçarak gittim. H areketli çamurun içinde ilerlerken, E m m a ’ nın kullandığı yarı görünür o t tepeciklerini hatır­ lam aya çalıştım. Bir yandan da öbür tarafta sağanak yağm ur ve yı­ kık bir evden başka bir şey bulam ayacağım diye endişeleniyordum . H öyükten dışarı çıktığım da yine 3 Eylül 1 9 4 0 gününü yaşadığım ı fark edince büyük bir ferahlam a hissettim. H e r şey dün bıraktığım gibiydi. Ortalık güneşli ve sıcaktı, sisten eser yoktu. Gökyüzünün maviliği insana güven verecek güzellikteydi. Bulutlar insana çok tanıdık gelen şekillere bürünmüştü. En güzeli, Em m a tepeciğin ke­ narına oturmuş, bataklığa taşlar fırlatarak beni bekliyordu. “ N e red e kaldın?” diye oturduğu yerden fırladı. “ H adi, herkes seni bek liyor.” “ Ö yle m i?” G özlerini sabırsızca devirerek, “ E v-veet,” deyip elim i tuttu ve önüm e düştü. H eyecan d an yerim d e duram ıyordum. Bunun tek se­ bebi onun elim i tutması değil, önüm üzde bizi bekleyen v e sonsuz olasılıklar vaat eden günü düşünmekti. G erçi m ilyonlarca yüzeysel yoldan, bir önceki günün aynısı olacaktı. A yn ı m eltem esecek, aynı ağaç dallan y e re düşecekti. A m a ben yen i bir tecrübe yaşayacak­ tım; sıra dışı çocuklar da öyle. O nlar bu küçük cennetin tanrıları, ben d e onların konuğuydum. Bir randevuya geç kalmış gibi bataklıktan ve orm anın içinden hızla geçtik. E ve vardığım ız zam an Em m a beni h em en arka bah­ çeye götürdü. Buraya küçük ahşap bir sahne kurulmuştu. Çocuklar koşturarak e v e girip çıkıyor, sahne kıyafetleri taşıyor; kimi takım elbiselerinin ceketlerini ilikliyor, kimi pullu payetli kıyafetlerinin fermuarını çekiyordu. Bir akordeon, yamulmuş bir trom bon ve H o ra c e ’ın yay kullanarak çaldığı müzikli bir testereden oluşan kü­ çük orkestra akort yapıyordu. E m m a’ ya, “ N edir bu?” diye sordum. “ Çocuklar bir oyun mu hazırladılar?” “ Görürsün.” “ K im oyn u yor?”


“ G örürsün.” “ Konusu n e?” Em m a beni çimdikledi. Bir düdük sesi duyulunca herkes sahneyi g ö re cek şekilde dizil­ miş katlanan sandalyelere koşturdu. E m m a’y ü ben de oturunca perde açıldı ve ortaya cafcaflı kırmızı-beyaz çizgili kumaştan yapıl­ mış birtakım elbisenin üstünde havada hareket eden bir hasır şapka çıktı. Biraz sonra bir ses duyunca bunun - e lb e tt e - Millard olduğunu anladım. Cırtlak bir sesle, “ Bayanlaaaar ve baylaaaar!” diye haykırdı. “ Tarih te eşi benzeri görülm em iş bir gösteriyi size sunmaktan d o ­ layı sonsuz bir m em nuniyet duymaktayım! B enzersiz bir cesaret, m uazzam bir sihirbazlık gerektiren bu gösteriyi seyrettiğiniz zaman gözlerin ize inanamayacaksınız! D eğerli konuklar, karşınızda Bayan P eregrin e ve Onun Sıra Dışı Çocukları!” Kalabalıktan bir alkış tufanı koptu. Millard şapkasını h afifçe ha­ vaya kaldırdı. “ İlk illüzyonumuzda bizzat Bayan P e re g rin e ’i ortaya çıkaraca­ ğ ım !” perdenin arkasına ge çip bir süre sonra tekrar belirdiğinde, bir kolunun üstünde bir kumaş parçası asılıydı, diğer kolunaysa bir d oğan tünemişti. Başıyla işaret verince orkestra neşeli bir karnaval müziği çalm aya başladı. Em m a dirseğiyle beni dürterek, “ Bunu izle,” diye fısıldadı. Millard doğan ı ye re koyup bezi önüne tuttu. Ardından geriye saym aya başladı. “ Ü ç, iki, bir!” “ B ir” dediği sırada kuşku götü rm ez biçim de kanat sesleri işit­ tim. Derken B ayan P ere g rin e ’ in başı -in san şeklindeki başı- bezin arkasından belirdiği anda daha canlı bir alkış sesi koptu. Saçı kar­ makarışık olmuş kadının sadece omuzlarının üst kısmı görülüyordu. Sanki kumaşın arkasında kalan bedeni çıplak gibiydi. Anlaşılan, kuş haline geldiği zam an elbiseleri bu değişim in içinde yer almıyordu. Kumaşı kenarlarından tutup gösterişsiz bir tavırla vücuduna sardı. Bayan P ereg rin e sahneden bana bakarak, “ B ay P o rtm a n !” diye

«

-

-

187

_ * —


seslendi. “ Döndüğünüze çok sevindim. Bu küçük gösteriyi, o güzel barış dolu günlerde Kıtada turneye çıktığımız zam an sergilemiştik. Eğitici bulacağınızı düşündüm.” Ardından e ve girip elbiselerini giy­ m ek üzere sahneyi terk etti. Sıra dışı çocuklar birbiri ardına seyircinin arasından sahneye çı­ kıp kendilerine özgü gösterilerini sergilediler. Kıyafetini çıkardığı için artık tam am en görü n m ez durumdaki Millard cam şişeleri hava­ ya fırlatıp tuttu. Kurşun ayakkabılarını çıkaran O live paralel barda yerçekim in e karşı koyan bir jimnastik gösterisi yaptı. A teş yutan E m m a kendini yakm adan tekrar dışarı püskürttü. O nu ellerim patlayıncaya kadar alkışladım. Em m a yanım a döndüğünde ona dönerek, “A nlam ıyorum , bu gösteriyi halk için mi yaptın ?” diye sordum. “T a b ii,” diye cevap verdi. “ N orm al halka m ı?” “Elbette norm al halka. Sıra dışı insanlar kendi yapabildikleri şeyler için neden para ödesin ki?” “A m a bu sizi açığa çıkarmaz m ı?” Kıkırdayarak güldü. “ K im se bir şeyden şüphelenm edi. İnsanlar bu tür gösterilere ö zel oyunları ve hünerleri g ö rm e y e gelir. Biz d e onlara tam olarak istedikleri şeyleri gösterdik. ” “ Y a n i g ö z önünde saklanıyorsunuz.” “ Sıra dışıların çoğu geçim ini bu yoldan sağlar.” “ Peki, kim se yakalanm az m ı?” “ A rada sırada budalanın biri sahne arkasına burnunu sokup so­ rular sorar. O yüzden her zaman güçlü kuvvetli biri onları gerisin geri paketlem ek için bekler. İti an d eğ n eği hazırla, işte g e ld i!” Sahnede erkeksi görünümlü bir kız çocuğu vardı. Küçük bir buz­ dolabı büyüklüğündeki kaya parçasını perdenin arkasından sahne­ ye doğru çekiyordu. Em m a, “ M ükem m el bir insan olmayabilir am a kocam an bir yüreği va r,” diye fısıldadı. “Arkadaşı için ölüm e bile gider. B ron w yn ’ le ben etle tırnak gib iyiz.” Birisi Bayan P e re g rin e ’in gösterileri tanıtmak için kullandı­


ğı bir deste kart dağıttı. D este benim elim e geldiğinde en üstte Bronvvyn’in kartı vardı. Çıplak ayaklarıyla kız fo to ğ ra f makinesi­ ne donuk bir bakışla p o z vermişti. Kartın arkasında süslü harflerle “ S W A N S E A ’ N İN G Ö Z K A M A Ş T IR A N G Ü Ç L Ü K IZ I!” yazıyordu. “ E ğer sahnedeki gösterisi kaya kaldırmaksa fotoğrafta neden kaldırmamış?” diye sordum. “ Kuş onun fo to ğ ra f çekilirken ‘hanım efendi gibi giyinm esini’ is­ tediği için keyfi kaçmış. O yüzden bir şapka kutusu gibi kaldırıp p o z verm eyi reddetti.” “ Anlaşılan ayakkabı giym eyi de reddetm iş.” “ Genellikle ö yle dolaşır.”



B ron w yn kayayı nihayet sahnenin ortasına kadar taşımıştı. Biri­ si ona dram atik bir hava yaratmasını söylem iş gibi, tedirgin edici bir süre boyunca gözlerini seyirciye dikip baktı. Ardından eğilip kayayı iri elleriyle tuttu v e yavaşça başının üstüne kaldırdı. H erkes onu al­ kışlayıp ıslık çalıyordu. Çocuklar bu numarayı belki bininci kez sey­ retse de coşkularında en ufak bir eksilme yoktu. Kendim i öğrencisi olm adığım bir okulun m açını seyreder gibi hissediyordum. B ron w yn kayayı koltuğunun altına sıkıştırıp esn eyerek sahne­ den ayrıldı. Ardından dağınık saçlı kız sahneye çıktı. Em m a onun adının Fiona olduğunu söyledi. T o prakla dolu bir saksının arka­ sından seyirciye bakıyordu. Ellerini bir orkestra şefi gibi saksının üstünde havaya kaldırmıştı. Orkestra “ Yabanarısının Uçuşu” nu (be­ cerebildiği kadar) çalm aya başladı. Fiona saksının üstünde elleriyle havayı yararken yüzü harcadığı çaba ve konsantrasyondan dolayı buruşmuştu. Şarkı doruğa çıkarken toprağın içinden b o y veren bir dem et papatya onun ellerine yaklaşınca yapraklarını açtı. Sanki çi­ çeklerin açılışını gösteren hızlı çekim bir vid eo izler gibiydik. Y aln ız burada kız çiçekleri çamurlu yataklarından sanki görü n m ez sicim­ lerle tutup çekiyordu. Bu num araya bayılan çocuklar oturdukları yerden fırlayıp coşkuyla alkışladılar. Em m a kartları karıştırıp F ion a ’nınkini buldu. “ En beğen diğim kart onunki. Onun kostümü için günlerce çalıştık. ” Karta baktım. K ız bir dilenci gibi giyinm işti v e elinde bir tavuk tutuyordu. “ N e kılığına girmiş? Evsiz bir çiftçi m i?” Em m a beni çimdikledi. “ Vahşi bir insan gibi doğal görünm ek istedi. O n a O rm anın Jill’i diyoruz.” “ G erçekten orm anda mı doğm uş?” “ Irlandalı o . ” “ O rm anda çok tavuk var m ı?” Beni yine çimdikledi. B iz fısıldayarak konuşurken H ugh sahne­ y e çıkıp F ion a ’nın yanına gelmişti. A ğ z ın ı açınca arılar uçup garip bir çiftleşm e ritüelindeki gibi, Fion a’ nın açılmasını sağladığı çiçek­ leri polenlediler. 191


“ Fion a çalılar v e çiçeklerden başka ne yetiştiriyor?” B ahçedeki çiçek tarhlarını gösteren Em m a, “ H e r tür sebze ve bazen a ğa ç,” diye cevap verdi. “ Sahi mi? Bütün ağaçları m ı?” Kartpostalları bir kez daha karıştırdı. “ B azen Jill ve Fasulye Sırı­ ğı oyununu oynarız. Birim iz orm anın kenarındaki fidanlardan birini sıkıca tutar ve F io n a ’nm ne kadar yükseğe tırm andığına bakarız.” A ra d ığı fo toğ ra fı bulunca parm ağıyla vurdu. Gururlu bir edayla, “ İşte rekoru bu, yirmi m e tre,” dedi. “ Galiba burada canınız bayağı sıkılıyor h a?” Beni yine çim diklem eye kalkışınca elini tutarak mani oldum. Kızlar konusunda uzman değilim am a biri sizi dört kez çim diklem e­ ye kalkıyorsa em inim ki flört ediyordur.




Fion a ’yla H ugh sahneden ayrıldıktan sonra birkaç gösteri daha oldu am a çocuklar artık sıkılmaya başlamıştı. Bunun üzerine gü­ nün geri kalan saatlerinde yaz m evsiminin tadını çıkarm aya karar verdik. Güneşte uzanıp lim onata içtik, kroket oynadık, Fiona sa­ yesinde bakıma p ek muhtaç olm ayan bahçeleri gözd en geçirdik, ö ğ le y em eğ in d e n e yiyeceğim izi tartıştık. Bayan P ereg rin e’e dedem hakkında biraz daha soru sorm ak istiyordum; ne zaman onun ismi geçse Em m a aksileştiği için bu konuyu onunla konuşm aya çekini­ yordum . A n cak m üdire küçük çocuklara ders çalıştırmak için sınıfa gitmişti. Görünüşe bakılırsa daha ep e y vaktim vardı. Durgun akan zam an v e ö ğle sıcağı herhangi bir iş yapm a isteğimi alıp götürmüş­ tü. Rüyadaymış gibi ortalıkta dolaşm anın dışında yapacağım her şey bana angarya gibi geliyordu. K a z etli sandviç ve çikolatalı pudingden oluşan gösterişli ö ğle yem eğim izi bitirince Em m a büyük çocukları yü zm eye gitm e ko­ nusunda kandırm aya başladı. Millard, “ S ö z konusu bile o lam a z,” diye hom urdanırken pantolonunun üst düğm esi kendiliğinden açıl­ dı. “ N o e l hindisi gibi ağzım a kadar doluyum .” Oturm a odasındaki kadife koltukların üzerine yayılmış, fazla yem ekten patlam ak üze­ reydik. B ron w yn başını iki yastığın arasına sokmuş v e iki büklüm uzanmıştı. Boğuk bir sesle, “ D osdoğru dibe çö k erim ,” diye karşılık verdi. Fakat Em m a ısrarcıydı. O n dakika kadar dil döktükten sonra uyuklamakta olan Hugh, Fiona ve H o r a c e ’ı ayağa dikmişti. H içbir yarışa karşı koyam adığı belli olan F ion a ’yı da yüzm e yarışı yapm ak için kışkırtmıştı. H ep im izin evden dışarı çıkm ak üzere olduğunu g ö ­ ren Millard onu yalnız bırakmaya kalkıştığımız için bizi azarladı. Y ü zm ek için en güzel yer limanın yakınındaydı am a oraya git­ m ek için kasabanın içinden g eçm ek gerekiyordu. “ B enim A lm an casusu olduğumu zanneden o çılgın sarhoşlar n e olacak?” diye sor­ dum. “ Bugün sopalarla kovalanm aya hiç niyetim y o k .” “ Seni sersem ,” dedi Emma. “ O dündü. Bugün hiçbir şey hatır­ lam azlar.”


“ Y in e de üstüne bir havlu sar ki, senin - e e e - g e le c e ğ e ait giy­ silerini görm esin ler,” dedi H o ra ce. Ü stüm de blucin v e tişört vardı. H o ra c e ise h er zamanki siyah takım elbisesini giymişti. Anlaşılan giyim konusunda B ayan P eregrin e ekolüne bağlıydı: N e vesileyle olursa olsun, m arazi d ereced e aşırı resm i giyiniyordu. Onun fo to ğ ­ rafını parçalanan sandığın içinden çıkanlar arasında görm üştüm . “ Şık giy in eceğim ” diye olayı iyice abartmiştı: M elo n şapka, baston ve m on okl gibi aksesuarlar kullanmıştı. Bir kaşımı H o ra c e ’a bakıp kaldırarak, “ H aklısın,” dedim . “ K im ­ senin tuhaf giyindiğim i düşünmesini istem em .” M ağrur bir edayla, “ Y e leğim d en bahsediyorsan evet kabul edi­ yorum , m odayı takip ed e rim ,” diye karşılık verdi. D iğer çocuklar kıkırdadı. “ Ç o k güzel, yaşlı H o ra c e ’a gülün bakalım! İsterseniz bana zü ppe deyin am a köylülerin nasıl giyindiğinizi hatırlamaması sizin serseri gibi giyinm enizi gerek tirm ez!” Sözünü bitirince yakalarını dikleştirmesi çocukların bu kez kahkahaya boğulm asına yol açtı. Gücenik bir tavırla benim elbiselerim i gösterdi. “ O n a gelince, ileri­ de hepim izin kıyafetleri b öyle olacaksa Tan rı yardım cım ız olsun!”



Kahkahalar dinince E m m a’yı bir kenara çekip fısıldayarak sor­ dum: “ H o ra c e ’ı sıra dışı kılan tam olarak ne, yani kıyafetini bir yana bırakacak olursak?” “ K eh an et gibi düşler görür. A ra d a bir tuhaf kâbuslar görür ki, bunlar insanı rahatsız ed ecek dereced e doğru çıkar.” “ N e kadar sıklıkta? Ç o k m u?” “ O n a sorsana.” Fakat H o ra c e benim sorularıma cevap verecek havada değildi. Bu nedenle başka zam an sorm aya karar verdim . Kasabaya girdiğim iz zam an belim e bir havlu sarıp başka bir havluyu da om uzlarım a attım. T a m kehanet sayılm asa da H o ra c e doğru bilmişti; kim se beni tanım adı. A n a yolda yürürken birkaç tuhaf bakışa maruz kalsak da kim se bizim le uğraşmadı. H atta barda beni e p e y sıkıştıran şişman adam ın yanından bile geçtik. A d a m tütüncü dükkânının önünde piposunu doldurup bir ya n ­ dan pek din lem ez gözü ken bir kadınla siyasi konularda ge vezelik ediyordu. Ya n ın d an ge çerk en gö zlerim i on a dikm ekten kendim i alam am ıştım . O da bana baktığı h alde en ufak bir tanım a belirtisi gösterm edi. Sanki birisi bütün kasabanın “ reset” tuşuna basmıştı. D aha dün gördüğüm şeyleri fark ettim. A y n ı at arabası hızla yolda ilerlerken arka tekerleği çakılların üstünde sallanıyordu; aynı kadınlar kuyuda sıraya girmişti; bir adam bir sandalın alt kısmına katran sürüyordu ve yirm i dört saat öncesine gö re hiçbir ilerlem e kaydedem em işti. Hatta benim tıpatıp bir benzerim in koşarak bir çeteden kaçmasını bekledim am a galiba olay bu şekilde yürümüyordu. “ Çocuklar, herhalde burada n eler olduğunu iyi biliyorsunuzdur. Tıpkı dün gibi, aynı uçaklar, aynı at arabası.” H ugh, “ H e r şeyi bilen M illard’d ır,” dedi. “ Evet, d oğru ,” dedi Millard. “Aslında dünyada ilk kez bir kasa­ banın bir günlük yaşamının tam am ını, herkesin başından geçenleri ilk kez derlem enin tam yarısına geldim . C airnh olm ’ un yüz elli d o ­ kuz insan ve üç yüz otuz iki hayvan sakininin dakika dakika, gün

198


doğum undan gün batım ına yaptığı h er hareketi, her konuşmayı, çıkardığı her sesi derliyoru m .” “ Bu inanılmaz bir ş e y .” “ Buna katılmaktan kendim i alamıyorum . S ad ece yirm i yedi yıl­ da hayvanların yaklaşık yarısını v e insanların h em en h em en tümü­ nü gö zlem led im .” A ğ z ım hayretten bir karış açılmıştı. “Y irm i yedi yıl m ı?” H ugh, “ S ad ece dom uzlar için üç yıl harcadı!” diye söze karıştı. “ Y a n i üç yılın her günü dom uzlar hakkında not aldı! Düşünebiliyor musun? ‘Şuradaki koca bir tezek parçası ya p tı!’ ‘ Oradaki uıy/c uıy/c dedikten sonra kendi pisliğinin üstünde uyumaya başladı!’ ” Millard sabırla, “ N otla r bu işte çok büyük önem taşır,” diye açık­ lam a yaptı. “ Fakat kıskançlığını anlıyorum H ugh. A kadem ik araş­ tırma alanında dünyada daha ö n ce yapılm am ış bir çalışma olacak. ” Em ma, “A m an , burnun büyüm esin,” dedi. “ A yn ı zam anda sıkı­ cı işler tarihinde d e yapılm am ış bir çalışma olacak. Şim diye kadar yazılmış en sıkıcı şey olacak! ” Millard cevap verm ek yerine daha ö n ce meydana gelen olayları gösterm eye başladı. “ Bayan H iggins bir öksürük nöbetine tutulmak ü zere.” O sözünü bitirdiği anda sokaktaki bir kadın yüzü kıpkırmızı kesilene dek öksürdü. “ Şimdi bir balıkçı savaş zamanı işlerin kötü gitmesinden yakınacak.” O sırada ağlarla dolu bir arabaya yaslanmış olan bir adam yanındakine dönüp konuştu: “ D enizde şu lanet olası U-botlardan o kadar çok var ki, a ğ atmak bile imkânsız hale geldi!” Bu durumdan çok etkilendiğim i M illard’a söyledim . “ Y a p tığım işi takdir eden birinin çıkması beni mutlu etti,” diye cevap verdi. Kalabalık limanda yürüm eye devam ettik. Sonunda rıhtımlar bi­ tip kayalık bir kıyıdan ge çere k burundaki kumsal bir koya geldik. Erkekler soyunarak iç çamaşırlarıyla kaldı (H o ra ce sadece ayak­ kabılarıyla kravatını çıkarmıştı). Kızlarsa bir süre ortadan kaybolup eski m oda m ayolarıyla ortaya çıktılar. Ardından h epim iz yüzdük. B ronw yn ile Em m a birbiriyle yarışırken biz kulaç atarak dolaştık. Yorulunca kumsala çıkıp güneşlendik. G üneş bizi yakınca tekrar

199


suya girdik. Serin denizde titrem eye başlayınca tekrar dışarı çıktık. G ölgelerim izin kumsalda uzam aya başladığı saate kadar bu durum b ö ylece devam etti. Kumsalda otururken sürekli konuşuyorduk. Bana sorm ak istedik­ leri m ilyonlarca soru vardı. Bayan P eregrin e yanım ızda olm adığın­ dan onlara samimi cevaplar verm ek istiyordum. Benim yaşadığım dünya nasıl bir yerdi? İnsanlar ne yiyor, içiyor, nasıl giyiniyorlardı? Bilim hastalıklar ve ölümün üstesinden ne zam an gelecekti? İm re­ nilecek bir hayat yaşam alarına karşın yeni yüzler gö rm eye, yeni öyküler din lem eye can atıyorlardı. En küçük ayrıntıyı atlam am ak için kafa patlatarak elim den geldiğin ce B ayan Johnston’ un tarih dersinde okuduğumuz 20. yüzyıl tarihini anlattım. A y a ilk insanın ayak basmasından, Berlin Duvarından, V ietn a m ’dan bahsettim; yine d e anlam akta çok zorluk çektiler. En çok ilgilendikleri konu benim yaşadığım zamanın teknolojisi v e yaşamıydı. Evlerim iz klimalıydı. T elevizyon u duymuşlardı am a hiç görm em işlerdi. Bizim evd e n eredeyse her odada bu konuşan resimli kutudan bir tane olduğunu öğrendiklerinde şoka girdiler. O nlar için tren yolculuğu ne kadar sıradan ve ucuzsa bizim için hava yolculuğu öyleydi. Ordum uz uzaktan kumandalı hava araçla­ rıyla savaşıyordu. C ebim ize sığan bilgisayar-telef onlar taşıyorduk. B enim ki burada çekm ediği halde (görünüşe bakılırsa hiçbir elektro­ nik cihaz çalışmıyordu), ince v e parlak şeklini görm eleri için cebim ­ den çıkarıp gösterdim . Vakit gün batımına yaklaşırken geri d ö n m eye koyulduk. Em m a çok yakınım da yürüyordu, elinin üstü benim elim e değiyordu. K a ­ sabanın h em en dışında bir elm a ağacının yanından geçerk en durup bir tane elm a alm ak istedi. Fakat ayakuçlarında yükseldiği halde en alçaktaki elm aya bile boyu yetişm iyordu. O yüzden bir centilm en gibi kollarımla onu belinden kavradım ve havaya kaldırırken inlem em ey e çalıştım. Em m a beyaz kolunu yukarıya doğru uzatırken ıslak saçı güneşte parlıyordu. O nu yere indirdiğim de yanağım dan h afifçe öpüp elm ayı bana uzattı.

200


“ A l bakalım, bunu sen hak ettin .” “ Elmayı mı öpücüğü m ü?” G ülerek diğerlerine yetişm ek için koştu. A ram ızda geçen lere ne diyeceğim i bilem iyordum am a hoşum a gitmişti. A ptalca, kırılgan v e güzel bir olaydı. Elmayı ceb im e koyup onun ardından koştum. Bataklığa geldiğim izde gitm em gerektiğini söylediğim zaman surat asar gibi yaptı. “ H iç olm azsa seni ge çirey im ,” dedi. D iğer çocuklara el sallayıp h öyü ğe doğru yürüdük. Onun bastığı yerleri ezberlem ek için elim den geleni yapıyordum . O raya vardığım ızda, “ Bir dakikalığına da olsa benim le öbür ta­ rafa g e l,” dedim. “G elem em . D ö n m em gerek, yoksa Kuş bizden şüphelenir. ” “ B izim neyim izden şü phelenecek?” Cilveli bir edayla gülümsedi. “ Bir şeyden .” “N e şey i?” Gülerek, “ H e p bir şeyi gö zetler o , ” dedi. Taktik değiştirdim. “ Ö yleyse yann beni gö rm eye gelm ez misin?” “S eni g ö rm e y e m i? O raya m ı?” “ N e d en olm asın? Bayan P eregrin e orada bizi gözetleyem ez. Babam la bile tanışırsın. Tabii ona kim olduğunu söylem eyiz. O za­ m an ben n ereye gidiyorum , bütün gün n e yapıyoru m diye m erak etm ez. Güzel bir kızla dolaşm am , bir baba olarak en büyük rüyası­ nın gerçekleşm esi olur. ” Güzel kız lafına güleceğini sanmıştım, oysa o ciddileşti. “ Kuş dışarıya h er seferinde birkaç dakikalığına çıkm am ıza izin veriyor, döngüyü açık tutmak için.” “ Ö yleyse ona n e yaptığını sö ylesen e!” İç çekti. “ S öy lem ek isterim. Söylerim . A m a kötü bir fikir bu .” “Tasm anı sıkı tutuyor anlaşılan.” Kaşını çatarak “N e d en bahsettiğinden haberin yok sen in ,” dedi. “H e m beni k ö p e ğ e benzettiğin için teşekkürler. Ç o k harikaydı.” Flört etm ekten kavga etm eye bu kadar çabuk geçm em ize şaşır­ mıştım. “ Ö y le dem ek istem edim. ”

201


“ G elm ek istem iyorum sanma. S ad ece ya p a m a m .” “ T am am , bir anlaşma yapalım . Bütün gün boyunca gelm eyi unutalım. S ad ece bir dakikalığına gel, h em en şim di.” “ Bir dakikalığına m ı? Bir dakikada ne yapabiliriz ki?” Sırıttım. “ Şaşıracaksın.” B eni iterek, “ S ö y lesen e!” dedi. “ Resm ini çe k e c e ğ im .” Gülümsemesi kayboldu.

Kuşkuyla,

“ P e k çekici görünm üyo­

rum ,” dedi. “ Hayır, ço k hoşsun. G erçek ten .” “ S ad ece bir dakika m ı? S ö z m ü?” H öyü ğü n içine ö n ce onun girm esine m üsaade ettim. Dışarıya çıktığımızda ortalığı yine sis ve soğuk basmıştı; neyse ki yağm ur durmuştu. Telefon u m u çıkarıp teorim in doğru olduğunu görünce sevindim. Döngünün bu tarafına geçin ce elektronik cihazlar çalı­ şıyordu. Em m a titreyerek,

“ F o to ğ ra f m akinen n ered e?” diye sordu.

“ H adi h em en halledelim !” T elefon u ona doğru tutup resmini çektim. B enim garip dün­ yam da artık hiçbir şey onu şaşırtmıyormuş gibi başını iki yana salla­ dı. Ardından koşm aya başladı. B e n d e onun arkasından koşturarak höyüğün etrafında kahkahalar atıp döndük. Em m a bir kaçıyor, bir geri dönüp p o z veriyordu. Bir dakika içinde o kadar çok fo to ğ ra f çekm iştim ki, telefonun belleği dolm ak üzereydi. Em m a höyüğün ağzına gelerek eliyle bana öpücük gönderdi. “Ya rın görüşürüz geleceğ in çocu ğu !” El sallayarak vedalaştım. E m m a tünelin içine girip gö zd en kay­ boldu.

Islanmış ve soğuktan donm uş bir halde, geri zekâlılar gibi sırıta­ rak kasabaya döndüm. Puba varm am a henüz birkaç sokak daha vardı ki, jeneratörlerin uğultusunu bastıran tuhaf bir ses duydum.

^3^-

202

-


Birisi bana sesleniyordu. Sesi takip edince sokağın ortasında ıslak bir kazakla bekleyen babam karşıma çıktı. Soğuk bir kış sabahı bir arabanın egzozundan çıkan dumanlar gibi n efes verdikçe ağzından duman çıkıyordu. “ Jacob! B en de seni arıyordum !” “ Y e m e k vakti dön demiştin, geldim işte!” “Y e m e ğ i boş ver. B enim le g e l.” Babam yem ek saatini asla kaçırmazdı. D em ek son derece ters giden bir şey vardı. “ N eler olu yor?” Beni puba doğru götürürken, “Y o ld a anlatırım ,” dedi. Sonra bana dikkatle baktı. “T e p e d e n tırnağa ıslanmışsın!” diye bağırdı. “ Tanrı aşkına, öbür montunu da kaybettin m i?” “ Ben, ş e y ...” “H e m suratın niye kırmızı? Güneşte yanm ış gibi görünüyorsun.” Sıçtık. Bütün öğled en sonrasını şem siye olm adan deniz kena­ rında geçirmiştik. “ Koştuğum için yüzüm kızarmıştır,” dedim ; oysa kollarım soğuktan dolayı diken diken olmuştu. “N e ler oluyor? Birisi m i öldü?” “ Hayır, hayır. Aslında sayılır. Birkaç koyu n .” “ Bizim le ne ilgisi va r?” “ Çocukların yaptığını düşünüyorlar. Vandalizm filan işte.” “ K im düşünüyor? Koyu n polisi m i?” “ Çiftçiler. Y irm i yaşın altındaki herkesi sorguya çekiyorlar. D o ­ ğal olarak senin bütün gün nerede olduğunla yakından ilgileniyor­ lar.” M id em e bir sancı girmişti. Nasıl bir hikâye uyduracağımı bil­ m iyordum . Rahip D eliğin e yaklaşırken hızla inandırıcı bir hikâye bulmaya çalıştım. Pubın dışında çok öfkeli görünen küçük bir çiftçi grubunun etra­ fını kalabalık sarmıştı. Üstünde çamurlu bir iş tulumu olan bir çiftçi, elindeki dirgen e tehdit edercesine yaslanmıştı. Bir diğeri S olu can ’ı yakasından tutmuştu. Ç ocu k n eon renkli bir eşofm an ve üstünde

203


“B A N A

BÜYÜKBABA

D E M E L E R İN D E N

H O Ş L A N IY O R U M ”

yazan bir tişört giymişti. Epeydir ağladığı belliydi, burnundan akan sümükler dudağının üstünde baloncuk oluşturmuştu. Toplu lu ğa yaklaştığımız sırada dal gibi sıska, örgü bere giym iş olan bir başka çiftçi beni gösterdi. “ İşte g e liy o r!” diye seslendi. “ N e ­ redeydin evlat?” Babam bana güvenen bir tavırla sırtıma vurup, “ S öyle on lara,” dedi. Saklayacak bir şeyim yokm uş gibi davranm aya çalışarak konuş­ tum. “A dan ın öbür tarafını araştırıyordum. Büyük e v i.” Bereli adam şaşırmış görünüyordu. “ H a n gi büyük e v ? ” Dirgenli adam, “ O rm anın içindeki o çürük y ığ ın ,” dedi. “A n cak tescilli bir aptal oraya ayak basar. Orası perili bir yer, bilm eyenler için ölüm tuzağıdır.” Bereli gözlerin i kısarak bana baktı. “ Büyük evde kim le beraber­ din ?” “ K im seyle,” diye cevap verin ce babam ın şaşırarak bana baktı­ ğını fark ettim. S olu can ’ı tutan adam , “ A tm a ! B en bununla beraber olduğunu düşünüyorum,” dedi. Solucan, “ B en hiç koyun öldü rm edim !” diye bağırdı. “ K e s !” diye kükredi adam. “ Jake, ya senin arkadaşların?” diye sordu babam. “ Ö ff, uydurdum baba. ” Bereli bana dönüp yere tükürdü. “V a y seni küçük yalancı. Seni şimdi şurada, Tannnın v e herkesin önünde kayışımla dövm em lazım.” Babam en sert katı baba sesini takınarak, “O ndan uzak dur,” dedi. B ereli bir küfür savurup on a doğru bir adım attı. İkisi karşılıklı kavga pozisyonu almıştı. Fakat ikisi d e yumruk savurmaya vakit bulamadan tanıdık bir ses, “ Sakin ol Dennis, bu işi h alled eceğiz,” diye konuştu. Martin kalabalığın içinden sıyrılıp aralarına girmişti. Babam a dönüp, “ Oğlunuz size ne söylemişti, bize anlatın bakalım ,” dedi.

■■■■<.-------------------------------------- 204

—-----


Babam dik dik bana baktı. “ Ö bür tarafta arkadaşlarınla buluşa­ cağını söyled i.” D irgenli adam ısrarcı bir tonla, “ H a n g i arkadaşlar?” diye sordu. A cil bir çare bulam adığım takdirde işlerin daha da sarpa saraca­ ğını görüyordum . O nlara çocuklardan kesinlikle bahsedem ezdim , ki bunun tek sebebi bana inanmam aları değildi. O yüzden riski g ö z e aldım. Utanm ış gibi yaparak, “ K im se yoktu,” diye konuştum. “ H epsini hayalim de canlandırdım .” “ N e ded i?” Babam üzüntülü bir ses tonuyla, “Arkadaşlarının hayal ürünü olduğunu söylü yor,” diye tekrarladı. Ç iftçiler şaşkın gözlerle birbirlerine baktılar. Yüzünde bir umut ışığı beliren Solucan, “ Gördünüz m ü?” diye konuştu. “ Bu çocuk psikopatın teki! Muhakkak o yapm ıştır!” “ O nlara asla dokunm adım !” diye cevap verdim am a zaten kim­ se beni dinlemiyordu. Solu can’ı tutan çiftçi, “Bu işi yapan A m erikalı değildi,” dedi. Çocuğun göm leğin i adamakıllı sıktı. “ İşte bu, bunun geçm işi kirli. Birkaç yıl ö n ce uzaktan onun bir kuzuyu tekm eleyerek uçurumdan aşağı attığını görm üştüm . K en di gözlerim le gö rm esem asla inan­ m azdım . Attıktan sonra neden ö y le yaptığını sordum. U çu p uçam adığını g ö rm ek için diye cevap verdi. Üşütüğün teki bu .” Kalabalık tiksintiyle homurdandı. Solucan huzursuz görünse de suçlamayı yalanlamadı. Dirgenli adam , “ Bunun balıkçı arkadaşı n ered e?” diye sor­ du. “ E ğer bu işin içindeyse, bahse girerim öbürü de vardı.” Birisi D ylan’ ı limanda gördüğünü söyleyince onu çağırm ak için kalabalık­ tan biri o tarafa gönderildi. Babam , “ Bu ya bir kurdun ya da vahşi bir k öp eğin işiyse?” dedi. “ Babam ı vahşi köpekler öldürmüştü.” Bereli, “ C airn h olm ’da sadece çoban köpekleri v a r,” dedi. “ O n ­ lar da asla koyun öldürmez. ” 205 - > £ - = ^ > - £ 5 ^


O rtam yatışmışken babamın konuşm ayıp gruptan ayrılması için dua ediyordum am a onun olaya Perry M ason gibi el koyacağı tut­ muştu. “Bahis konusu olan koyunlar kaç tanedir?” Dördüncü bir çiftçi, “B eş,” diye cevap verdi. O ana kadar konuş­ mamış olan bu çiftçi kısa boylu, suratsız biriydi. “ H epsi benimdi. Ağılın içinde öldürmüşler. Zavallı hayvanlar kaçacak fırsatı bile bulamamış.” “ B eş koyun. S izce beş koyundan ne kadar kan çıkar?” Dirgenli adam, “ Bir küveti doldurursa şaşm am ,” dedi. “ Ö yleyse bu işi yapan kimsenin üstüne başına kan bulaşması gerek m ez m i?” Çiftçiler birbirine baktı. Son ra bana, ardından Solu can’a baktı­ lar. Ardından om uz silkip başlarını kaşıdılar. Bereli, “ Belki tilkiler yapm ıştır,” dedi. D irgenli adam kuşkulu bir ses tonuyla, “ Belki bir tilki sürüsü. Tabii adada o kadar tilki varsa.” Solucanı tutan çiftçi, “ B en yine de yaraların çok tem iz olduğunu söylüyorum ,” diye konuştu. “ A n cak bir bıçakla açılabilir o yaralar.” Babam , “ B en buna inanm ıyorum ,” diye karşılık verdi. Bereli, “ O halde gel de kendin g ö r ,” dedi. Kalabalık dağılm aya başladığından küçük bir grup halinde çiftçilerle birlikte suç mahalli­ ne gittik. A lça k bir tepeyi ağır ağır çıkıp, bir tarlanın içinden geçtik v e arkasında ağıl bulunan küçük kahverengi bir kulübeye geldik. Usulca yaklaşıp çitin tahtaları arasından ağılı gözledik. İçerideki şiddet abartılı bir karikatür gibiydi, sadece kırmızı ren­ gi kullanmış çılgın bir em presyonist ressamın eserini andırıyordu. Ezilmiş otlar kan gölü ne dönmüştü. A ğılın direkleriyle koyunların katılaşmış bedenleri de kandan nasibini almıştı. Zavallı koyunlar acı çekerek ortalığa serilmişti. Bir tanesi çitin üstünden atlam aya çalı­ şırken incecik bacaklarını çıtaların arasına sıkıştırmıştı. Şim di tuhaf bir açıyla önüm de sallanıp duruyordu. Sanki fermuarı açılmış gibi bedeni boynundan bacaklarının arasına kadar yarılmıştı. Bu m anzarayı görü n ce dayanam ayıp döndüm. Yanım daki in­ sanlar mırıldanıp başlarını iki yana sallarken birisi hafif bir ıslık

<- 206


çaldı. O sırada Solu can’ın ağlam aya başlaması suçunu üstü kapalı olarak kabullendiği şeklinde yorumlandı. Suçlu kendi işlediği suçu g ö rm e y e dayanamamıştı. Anakarada polise teslim edilene kadar M artin’in m üzesine kapatılmak üzere götürüldü. Burası bir zam an­ lar kilisenin kutsal eşyalarının saklandığı yerken şimdi adanın geçici hapishanesi haline gelmişti. Çiftçiyi katledilmiş koyunlarıyla baş başa bırakıp kasabaya dön ­ m ek üzere yola çıktık. Bastıran akşam karanlığı altında yağmurun ıslattığı tepelerden geçtik. O daya çıktığımız zam an koruyucu baba konuşmasına maruz kalacağım ı biliyordum, o yüzden daha o söze başlamadan etkisiz hale getirm ek için elim den geleni yaptım. “ Sana yalan söyledim baba. Ö zür dilerim .” Islanmış kazağını çıkarırken alaycı bir ifadeyle, “Y a a ? ” dedi. “ Ç o k dürüstsün. Şim di hangi yalandan bahsediyorsun? A rtık ipin ucunu kaçırdım .” “ Arkadaşlarla buluşma konusu. A d a d a başka çocuk yok. O rada yalnız bulunmamdan dolayı kaygılanm am an için bunu uydurdum. ” “ Elbette kaygılanıyorum , doktorun m erak etm em em i söylediği halde elim de d e ğ il.” “B iliyoru m .” “ Peki ya şu hayali arkadaşlar? G o la n ’ın bundan haberi var m ı?” Başımı iki yana salladım. “ O da yalandı. O adamlardan kurtul­ m ak zorundaydım .” Babam n eye inanacağını şaşırmış bir halde kollarını kavuşturdu. “Sahi m i?” “ K oyu n katili olm ayıp hafif kaçık biri olduğumu düşünmeleri daha iyi değil m i?” M asaya oturdum. Babam bana gü venm ekle gü ven m em ek ara­ sında kararsız, uzun bir süre beni seyretti. Ardından lavaboya gidip yüzünü yıkadı. Yüzünü kurulayıp geri döndüğünde bana gü venm e konusunda artık fazla sıkıntı yaşam adığı belliydi. “ Dr. G o la n ’ı tekrar aram am a konusunda em in misin? Ş öyle uzun uzadıya bir konuşsak?”


“ Nasıl istersen. A m a ben iyiyim .” “ O rapçi çocuklarla dolaşm anı işte bu yüzden istem em iştim .” Etkileyici bir konuşmayı tam am lam ası açısından yeterin ce babalık sergileyici bir kapanış yapm ası gerekiyordu. “ Onlar için söylediklerinde haklıydın baba.” O ysa ikisinin de bu işi yapabileceklerini pek sanmıyordum . S olu can ’la Dylan sert görü n m eyi seviyordu am a hepsi bundan ibaretti. Babam karşımdaki sandalyeye oturdu. Y o rg u n görünüyordu. “ B ö yle bir günde insanın yüzü güneşten nasıl yanar, hâlâ anlaya­ m ıyoru m .” Evet. Güneş yanığı. “Galiba cildim aşırı hassas,” dedim. S oğu k bir tavırla, “ Ç o k haklısın,” diye karşılık verdi. Sonunda beni serbest bıraktı. Bunun üzerine duşa girdim ve E m m a’yı düşündüm. Ardından dişlerimi fırçaladım v e E m m a ’yı dü­ şündüm. Yüzüm ü yıkadım ve E m m a’yı düşündüm. O dam a girince bana verdiği elm ayı cebim den çıkarıp kom odinin üzerine koydum. Varlığını kendim e kanıtlamak istercesine telefonu çıkarıp gündüz çektiğim fotoğraflara baktım. Bitişik odada babamın yattığını duy­ duğumda hâla bakıyordum. Jeneratörler kapanıp ışık söndüğün­ de bakm aya devam ediyordum . Şim di telefonun küçük ekranında onun yüzü dışında etrafta hiç ışık yoktu. Karanlıkta ö ylece yatıp ona bakm aya devam ettim.


f - " ' - -

••

••

s e k iz in c i b o lu m


en i bir nutuktan kaçınm ak am acıyla, babam daha

y

uyanm adan erken den kalkıp y o la koyuldum . Bir n ot ya zıp kapısının altından attım. A rd ın d a n E m m a ’nın

bana verd iği elm ayı yan ım a alm ak istedim , n e var ki g e

raktığım yerd e değildi. Y e r e eğ ilip bakınca bir yığın to z ö b

birlikte g o lf to p u büyüklüğünde deriyi andıran bir cisim b

Birisinin top u buraya kaçırdığını düşünürken bu deri gibi cism in aslında elm a olduğunu fark ettim . G ec e le y in bir saatten sonra,

daha ö n c e bir m e y v e d e g ö rm e d iğ im ölçü de ta m a m en çürümüştü. B ir gıda kurutucusunda bir yıl b oyu n ca kapalı kalmış gibi bir hali vardı. Y e r d e n alm aya çalıştığım zam an kuru bir top ra k ö b e ğ i gibi un ufak oldu. Şaşkınlık içinde elm ayı orada bırakıp dışarı çıktım. Sokakta yağm ur çiseliyordu. N eyse ki döngüden çıktığım zam an gri g ö k ­ yüzü yerini insana huzur veren güneşe bırakmıştı. A n cak bu kez höyüğün öbür tarafında beni bekleyen güzel kızlar ya da herhangi bir kimse yoktu. Bozulm am aya çalışsam da biraz hayal kırıklığına uğramıştım. Eve girer girm ez E m m a’ yı aram aya koyuldum. G elgelelim daha girişteki holden g e çm ed en B ayan P eregrin e önümü kesti. “Biraz konuşalım Bay P o rtm a n ,” diyerek beni m utfağa soktu. İçerisi kaçırdığım şatafatlı kahvaltıdan dolayı hâlâ güzel kokuyordu.

210


K en dim i müdürün odasına çağırılmış gibi hissettim. Bayan Peregrine kocam an kuzineye yaslandı. “ B izim le birlikte olmaktan mutlu musun?” Ç o k mutlu olduğumu söyledim . “ G ü zel,” diye karşılık verirken yüzündeki gülüm sem e kayboldu. “ Bazı çocuklarımla dün öğled en sonra güzel vakit geçirdiğini anlı­ yorum . A yrıca hararetli bir sohbet yapm ışsınız.” “ Ç o k güzeldi. H ep si gerçekten ço k h o ş.” O rtam ı yumuşatmaya çalışıyordum am a tatsız bir konuya gireceği belliydi. “ S öyle bakalım, sohbetinizin konusunu nasıl tanımlarsın?” Hatırlam aya çalıştım. “ B ilm iyorum ... bir sürü şeyden bahsettik. Burada hayatın nasıl olduğundan. B enim yaşadığım yerd e nasıl ol­ duğundan.” “Yaşadığın ye rd en .” “ E vet.” “ Peki sence gelecekteki olayları geçm işe ait çocuklarla konuş­ m ak doğru m u?” “ Ç ocu k mu? Onları gerçekten öyle mi görüyorsunuz?” Sözüm ü daha bitirm eden bunu söylediğim e pişm an olmuştum. Aksi bir tavırla, “ O n lar kendilerini ö yle görü yorlar,” diye konuş­ tu. “ S en olsan onlara n e dersin?” H aline bakılırsa, onunla tartışmak pek akıllıca olmazdı. “ Ç ocu k derdim sanırım. ” “ G erçekten ö y le .” Elleriyle kuzineye h afif darbeler indirerek ko­ nuşmaya devam etti. “ Şimdi, dediğim gibi, g e leceğ i geçm işe ait çocuklarla konuşmak akıllıca bir davranış m ı? ” Tartışm ayı sürdürmeye karar vermiştim . “ H ayır m ı?” “ A h , am a konuştuğunuz belli! N ered en biliyorum dersen, H ugh dün akşam yem ek te bize 21. yüzyılda telekom ünikasyon tekn olo­ jisinin harikaları konusunda büyüleyici bir ders verd i.” Sesindeki alaycı ton belirgindi. “ 21. yüzyılda bir mektup gön derdiğin zam an karşı tarafın anında aldığını biliyor m uydun?” “ Sanırım e-m ailden bahsediyorsunuz.”

211


“ N eyse, H ugh hepsini biliyor.” “Anlayam adım , bu sorun m u?” Yaslandığı kuzineden kalkıp sekerek bana doğru bir adım attı. B en den en az otuz santim kısa olm asına ra ğm en yine de ürkütücü görünüyordu. “ Bir y m b r y n e olarak o çocukları güvenli bir şekilde yaşatm aya yem in ettim. Bu, h er şeyden ö te onları döngüde, yani bu adada tutmak anlam ına g e liy o r.” “ A n la d ım .” “ B ay Portm an onlar sizin dünyanızda asla yaşayam az. Ö yleyse onların kafasını geleceğ in egzotik harikalarıyla neden meşgul edi­ yorsunuz? Şim di çocukların yarısı A m erik a ’ya jet uçağıyla seyahat etm ek için yalvarırken öbür yarısı sizinki gibi bilgisayarlı bir telefon sahibi olacakları günün hayaliyle ya şıyor.” “ Özür dilerim. Bunu dü şünem edim .” “ Burası onların yuvası. Elimden geldiğin ce güzel bir y e r haline getirm ek için uğraştım. Fakat acı gerçek şu ki, onlar burayı terk edem ez. Siz d e onlarda bu isteği uyandırmazsanız sevinirim .” “İyi am a n eden terk edem iyorlar?” Bir an bana gözlerin i kısarak baktı v e başını iki yana salladı. “B eni bağışlayın. Cahilliğinizin boyutunu h afife alm aya devam ed e­ c e ğ im .” Doğuştan boş durm am ak gibi bir huyu olduğu anlaşılan Bayan P eregrin e sobanın üstünden bir tava alıp çelik telle ovalam a­ ya başladı. Sorum u duymazlıktan m ı geliyor yoksa en basit cevabı bulmaya mı çalışıyor diye düşündüm. T a va tem izlenince tekrar sobanın üstüne koydu. “ O n lar sizin dünyanızda dolaşam azlar B ay Portm an ; aksi takdirde çabucak yaş­ lanıp ölürler.” “ Ölürler derken n e dem ek istiyorsunuz?” “ Daha yalın nasıl ifade edebilirim bilm iyorum. Ö lürler işte Jac o b .” Konuyu en kısa zam anda kapatm ak ister gibi kısa v e ö z konuşuyordu. “ Ölümü alt etm enin bir yolunu bulduğumuzu düşü­ nebilirsin a m a bu tam am en bir yanılgı. Çocuklar döngünün öbür

212


tarafında fazla oyalanırsa, yaşlanarak geçirm edikleri onca yıl bir anda, sadece birkaç saat içinde üstlerine çö k er.” İnsanların odam daki elm a gibi buruş buruş olup toz haline ge l­ diğini gözü m de canlandırdım. Ü rpererek, “Korkunç bir şey bu,” dedim . “ Talihsiz bir şekilde tanık olduğum birkaç olay hayatım ın en ber­ bat anlarıydı. Seni tem in ederim ki, gerçekten korkunç bazı şeyler g ö re cek kadar yaşadım .” “ Ö yleyse daha ö n ce oldu bu.” “ N e yazık ki, uzun yıllar ö n ce benim h im ayem altındaki küçük bir kızın başına geldi. A d ı C h arlotte’tu. H ayatım da ilk v e son kez lim b r y n e kardeşlerimden birini ziyarete gitmiştim. O kısa süre için­ de C harlotte ona bakan büyük çocukları atlatıp döngüden dışarı çıkmış. O zaman galiba 1 9 8 5 veya 8 6 ’ydı. C harlotte köyde kendi kendine gezin ip oyalanıyorm uş. O sırada bir polis memuru onu fark etmiş. K im olduğunu, nereden geldiğini açıklayam ayınca -h o ş, üstüne vazife değilm iş y a - zavallı kız anakarada bir çocuk yetiştirme yurduna gönderilm iş. O n a ulaşana kadar iki gün geçti. O süre için­ d e otuz beş yıl yaşlanm ıştı.” “ Onun resmini gördüm galiba. Küçük kız elbiseleri giym iş büyük bir kadın vardı.” Bayan P eregrin e hüzünlü bir ifadeyle başını salladı. “ O günden sonra eskisi gibi olm adı. A klı başında değild i.” “ N e oldu o n a ? ” “ Şimdi Bayan N igh tjar’la birlikte yaşıyor. G erek o gerek Bayan Thrush bütün zor m eseleleri üstlenirler.”

213



“ Fakat adaya hapsolm uş gibi değiller, değil m i? Şu anda 1 9 4 0 ’ı terk ed em ezler m i?” “ Evet, tekrar norm al olarak yaşlanm aya başlarlar. A m a sonunda ne olacak? A cım asız bir savaşın ortasında mı kalsınlar? Onlardan korkan ve yanlış anlayan insanlarla m ı karşı karşıya gelsinler? Ü s­ telik bunlar gibi başka tehlikeler de var. En iyisi burada kalmaları.” “ N e gibi başka tehlikeler?” A ğzın dan kaçırdığına pişm an olmuş gibi yüzü asıldı. “ Senin en­ dişelenm eni gerektirm eyen şeyler. En azından şimdilik.” Sözünü bitirince beni dışarı kışkışladı. “ D iğer tehlikeler,” diye ne dem ek istediğini bir kez daha sorsam da sinekliği yüzüme kapat­ tı. Yüzünde zoraki bir gülüm sem eyle, “ Sabahın tadını çıkar,” diye konuştu. “ G idip Bayan B lo o m ’u bul. Em inim seni g ö rm e y e can atıyordu n ” Ardından e v e girip gö zd en kayboldu. O un ufak olan elm anın görüntüsünü zihnim den nasıl sileceğim i düşünerek b ah çeye yürüdüm. G elgelelim ço k geçm ed en bu düşün­ ce aklımdan çıkmıştı. Unuttuğum için değil, sadece artık canımı sıkmıyordu. Bu kadar tuhaf bir olay yaşamamıştım. E m m a’yı bulma g ö revim e kaldığım yerden başlayınca, H u gh ’dan onun erzak almak için köye gittiğini öğrendim . Bunun üzerine bir ağacın gölgesin e uzanıp bek lem eye karar verdim . Beş dakika g e ç ­ m eden yarı uyur yarı uyanık bir halde otların üstünde yatıyordum . Budala gibi sırıtıp, huzurlu bir şekilde ö ğ le yem eğ in d e n e olabile­ ceğini düşünüyordum. Sanki burada olm ak üzerim de narkotik bir etki yapmıştı. B izzat döngü bir tür uyuşturucu -m o ra l arttırıcı ve yatıştırıcının bir araya geldiği bir karışım - gibiydi. G ereğin den fazla kaldığım takdirde hiç ayrılmak istem eyebilirdim. E ğer bu doğruysa, bu durum birçok şeyi açıklar diye düşündüm, insanların onlarca yıl boyunca akıllarını kaçırmadan aynı günü tek­ rar tekrar yaşamaları bunun örneğiydi. Evet, burada hayat güzel v e huzurluydu am a h er gün bir öncekinin tıpatıp benzeriyse v e ço ­ cuklar Bayan P e re g rin e ’in dediği gibi ayrılam ıyorsa, o zam an bu­ rası sadece bir cen n et değil aynı zam anda bir hapishaneydi. İnsanı

215


h ipnotize eden güzelliği yüzünden insanın bu durumu fark etm esi yıllarını alırdı. Bunu fark ettiği zamansa artık ço k g e ç olurdu; bura­ dan ayrılmak çok tehlikeli bir hale gelirdi. Dolayısıyla aslında buradan ayrılıp ayrılm am ak gibi bir karar bile verilem iyordu. Çocuklar burada kalıyordu. A n cak aradan yıllar g e ç ­ tikten sonra kalmasaydım ne olurdu diye düşünmeye başlıyorlardı.

H erhalde biraz kestirmiştim; zira kuşluk vakti birinin ayağım ı dürtm esiyle uyandım. Bir gözüm ü açınca, karşımda ayakkabımın içine saklanmaya çalışırken bağcıklara takılıp kalmış, küçük insanımsı bir figür gördüm . Bir jant kapağının yarısı boyundaki bu kaba şekilli, kolları bacakları kaskatı figürün üzerinde kamuflajlı askeri kıyafet vardı. Bir süre kendini kurtarmak için debelendikten sonra kurmalı bir oyuncak gibi hareketsiz kaldı. Yakından bakınca çok tuhaf ve kaba görünüyordu; kafası elle şekil verilmiş bir kil topağıydı ve yü­ zünde parm ak izleri vardı. Bahçenin öbür ucundan birisi, “ G etir onu buraya!” diye seslen­ di. Orm anın başlangıcında bir kütüğe oturmuş olan bir çocuk bana el sallıyordu. Kilden yapılm ış askeri alıp o tarafa doğru yürüdüm. Çocuğun etrafında bir hayvanat bahçesini andırırcasına toplanm ış olan kur­ malı adamlar, hasar görm üş robotlar gibi aksayarak dolaşıyordu. O n a doğru yaklaşırken elim deki oyuncak tekrar canlanıp kaçm ak istercesine kıvranm aya başladı. O yu n cağı diğerlerinin yanm a k o ­ yup pantolonum a bulaşan toprağı silkeledim. “ B enim adım E n och ,” diye konuştu çocuk. “ S en o olm alısın.” “ H erhalde o yu m ,” diye cevap verdim. G etirdiğim oyu ncağı diğerlerinin yanm a koyarak, “ Canını sıktıysa kusura bakm a,” dedi. “ Birtakım fikirleri var, gördüğün gibi. Onları tam eğitem edim . D aha bir hafta ö n ce tam am layabildim .” H a fif bir c o c k n e y aksanıyla konuşuyordu. G özlerinin etrafında bir rakunu andırırcasına siyah halkalar vardı. Fotoğraflardan hatırladı­


ğım tulumu kil ve toprak içindeydi. Tom bu l suratı olm asa, O liver T w is t’ten fırlayıp karşıma çıkmış bir baca tem izleyici sanabilirdim. Etkilenmiş halde, “ Bunları sen m i yaptın ?” diye sordum. “ N a ­ sıl?” “ Bunlar h o m u n c u l i , ” diye cevap verdi. “ B azen onlara bebek kafası takıyorum am a bu sefer acelem vardı, o yüzden uğraşma­ dım .” “H o m u n c u l i n edir?” “ Birden fazla h o m u n c u l u s . " G eri zekâlıların bile bilm esi g e re ­ ken bir şeymiş gibi söylemişti. “ Bazıları çoğulunu h o m u n c u lu s e s zann ediyor am a ben ce kulağa salakça geliyor, değil m i?” “Kesinlikle. ”

217



G eri getirdiğim kilden asker tekrar ortalıkta dolanm aya başlamış­ tı. Enoch onu ayağıyla grubun ortasına doğru itti. O anda bütün oyuncaklar sapıtmışçasma, yerinde duramayan atom lar gibi birbiri­ ne çarpm aya başladı. Enoch, “ Dövüşün, sizi gidi d ön m eler!” diye talimat verdi. O zaman oyuncakların toslamakla kalmayıp birbirine vurduğunu ve tekm e attığını fark ettim. Gruptan ayrılmaya çalışan kilden adamsa kavgayla ilgilenmiyordu. Bir kez daha sendeleyerek uzaklaşmaya çalışınca Enoch onu yakaladığı gibi bacaklannı kopardı. “ B enim ordum da firarilerin sonu budur!” diye bağırarak topal figürü otların üstüne fırlattı. Kilden adam abartılı bir şekilde d eb ele­ nirken diğerleri onun üstüne çullandı. “ Bütün oyuncaklarına bu şekilde m i davranıyorsun?” “ N e olmuş? O nlara üzülüyor musun?” “ Bilm iyorum. Ü zülm em mi gerekir?” “ Hayır. B en olm asam canları bile olm azdı.” B en gülünce sert bir şekilde bana baktı. “ Ç o k mu kom ik?” “ Espri yaptın .” “ Biraz kalın kafalısın galiba. Bak buraya.” Bir asker alıp giysile­ rini çıkardı. İki eliyle ortadan kırıp macunumsu göğsünden minicik, atmakta olan bir kalp çıkardı. A sker o anda cansızlaşmıştı. Enoch kalbi başparm ağıyla işaret parm ağı arasında tutup bana gösterdi. “ Bu bir farenin kalbi. İşte ben bunu yapabiliyorum . Birisinin ya­ şamını alıp bir başkasına can veriyorum . İster bunun gibi kilden bir adam, ister geçm işte canlıyken artık ölü herhangi bir şey olabilir.” Artık durmuş olan kalbi tulumunun cebine soktu. “T a m olarak na­ sıl eğiteceğim i öğren d iğim zam an böyle koca bir ordum olacak. Üstelik çok heybetli olacaklar.” N e kadar heybetli olacağını bana gösterm ek için kolunu başının üstüne kaldırdı. “ Sen ne yapabilirsin?” diye sordu. “ Ben mi? H içbir şey. Y a n i senin gibi özel bir şey ya p a m a m .” “ Yazık. N eyse, bizim le birlikte m i yaşayacaksın?” Buna hiç is­ tekli olm adığı sesinden anlaşılıyordu, daha çok m eraktan sormuştu. “ H enü z bilm iyorum . ”

219


G özlerini kısarak beni daha yeni anlıyormuş gibi başını yavaşça iki yana salladı. Ardından ö n e doğru eğilip kısık sesle, “ Em m a sana ‘K ö y e Baskın’ olayından bahsetti değil m i?” diye sordu. “ N e baskını?” Başını ö te yana çevirdi. “A h , yo k bir şey. S ad ece aramızda o y ­ nadığım ız bir o yu n .” İçim de yoğu n bir kandırılma hissi uyanmıştı. “ Bana bundan bahsetm edi.” Enoch kütüğün üstünde bana yaklaştı. “ B ahsetm ediğine em i­ nim. İddiaya girerim , burası hakkında bilm eni istem ediği pek çok şey vardır. ” “ Yaa, ö yle mi? N e d e n ? ” “ Çünkü o zam an herkesin inanmanı istediği gibi buranın güzel bir yer olm adığını anlarsın v e kalm azsın.” “ N e tür şeyler bunlar?” H ın zırca gülüm seyerek, “ S ö y ley em em ,” dedi. “Y o k s a başım derde girebilir. ” “ Olsun. Konuyu sen açtın.” A y a ğ a kalktım. “ B e k le !” diyerek kolumdan tuttu. “Bir şey anlatmayacaksan niye bek leyeyim ?” Çenesini düşünceli bir şekilde ovuşturdu. “ D oğru, sana bir şey söylem em e izin y o k ... A m a sanırım üst kata çıkıp koridorun sonun­ daki odaya bakm ak istersen sana en gel o lam a m .” “N ed en ? N e var orada?” “A rkadaşım V ictor. S eninle tanışmak istiyor. Git biraz konuş onunla.” “Olur, konuşurum.” E ve doğru yürüm eye başladıktan bir süre sonra E n och ’ un ıslık çaldığını işittim. Eliyle kapının üst pervazını yokluyorm uş gibi bir hareket yaptı. Dudaklarını oynatarak a n a h ta r dedi. “ İçeride birisi varsa anahtarı ne ya p a ca ğım ?” Duym am ış gibi davranarak geri döndü.

220


Bir işim varm ış da kimsenin bilmesi umurumda değilm iş gibi yavaş yavaş yürüyerek e ve girip üst kata çıktım. K im seye görü n m eden yukarıya vardığım da koridorun sonundaki odaya usulca sokulup ka­ pıyı yokladım . N e var ki kapı kilitliydi. Vurduğum zam an bir cevap alamadım. K im senin görm ed iğin d en em in olm ak için başımı geriye çevirip bakarak elim i pervazın üstünde gezdirdim . Sahiden orada bir anahtar vardı. K apıyı açıp sessizce içeri girdim. D iğer yatak odalarından bir farkı yoktu. İçeride bir şifonyer, bir gardırop, bir kom odin v e üs­ tünde çiçek konm uş bir va zo vardı. Örtülü hardal rengi perdelerin ardından vuran kuşluk vakti güneşi bütün odayı kehribar rengine boyam ıştı. İşte o zam an yatakta yatm akta olan bir delikanlıyı fark ettim. Dantel bir perdenin ardında yattığı için belli belirsiz fark edi­ len çocuğun gözleri kapalı, ağzı hafif aralıktı. Onu uyandırmaktan korkarak olduğum yerde donakaldım. Ba­ yan P e re g rin e ’in albümünden tanıdığım bu çocuğu yem eklerde vey a evin içinde gö rm ed iğim gibi kimse bizi tanıştırmamıştı. G ö r­ düğüm fotoğra fta tıpkı şimdi olduğu gibi yatakta uyuyordu. Bir tür uyku hastalığına yakalanıp karantinaya m ı alınmıştı? Enoch bana da hastalık m ı bulaştırmak istiyordu? “ M erh aba,” diye fısıldadım. “ U yanık m ısın?” Delikanlı kıpırdamadı. Kolunu tutup h afifçe sarstım. Yü zü bir yana düştü. O anda aklıma korkunç bir olasılık geldi. T eo rim in d o ğ ­ ru olup olm adığını anlam ak için elim i a ğzına tuttum. N e fe s alıp ver­ m iyordu. Parm aklarım la dokunduğum dudakları buz gibiydi. Ş oka girm iş bir vaziyette elimi h em en çektim.

221



O sırada ayak sesleri duyup dönünce kapıda B ron w yn ’i gö r­ düm. “ Buraya girm em en gerekirdi!” diye tısladı. “ O ölm üş.” Kızın gözleri delikanlıya takılınca yüzü buruştu. “ O V ic to r.” Birden

bu

yüzü

n ered e

gördüğüm ü

hatırlamıştım.

D ed e­

min fotoğraflarından birinde kayayı kaldıran çocuktu bu. V ictor B ron w yn ’in kardeşiydi. N e zaman öldüğünü anlamanın imkânı yoktu. D öngü yen ilen m eye devam ettikçe, elli yıl ö n ce öldüğü hal­ de bir gün ö n ce ölmüş gibi görünebilirdi. “ N e oldu o n a ? ” Arkadan “ İhtiyar V ic to r’u uyandırsam iyi olur belki,” diye bir ses geldi. “ O zam an kendin sorabilirsin.” Konuşan E n och ’tu. İçeri girip kapıyı kapadı. Bron w yn süzülen gözyaşları arasında on a umutla baktı. “ Onu uyandırır mısın? H adi lütfen E n och .” “Yapam am . Bu sıralar elimdeki kalpler bitmek üzere. Bir insanı bir dakikalığına bile olsa uyandırmak için bir sürü kullanmak gerekir. ” Bronw yn cesedin yanına gelip parm aklarıyla saçını düzeltm eye başladı. “ Lütfen, V ic to r’la konuşmayalı yıllar oldu ,” diye yalvardı. Enoch aklına yen i gelm iş gibi, “ Bodrum da ilaçlı suya koyduğum birkaç inek kalbi v a r,” diye konuştu. “ Fakat kötü m alzem e kullan­ maktan n efret ederim . T a zesi her zam an daha iyidir!” Bronwyn hüngür hüngür ağlamaya başladı. Bir damla gözyaşı kar­ deşinin ceketine düşünce telaş içinde kolunun yeniyle silmeye koyuldu. Enoch, “ Kendini bu kadar kaptırm a,” dedi. “ D ayanam ıyorum biliyorsun. Zaten V ic to r’u uyandırmak acım asızca bir davranış. Bu­ lunduğu yerden hoşlanıyor. ” “ N eresi orası?” diye sordum. “ K im bilir? Fakat ne zam an onu sohbet etm ek için uyandırsak, geri dönm ek için müthiş acele ed iy o r.” “ Esas acımasız olan B ron w yn ’le o şekilde oyuncak gibi oyn a­ man ve beni kandırman. H e m V icto r öldüyse neden onu gö m m ü ­ yoru z?”

223


B ron w yn bariz bir küçüm sem eyle bana baktı. “ O zaman onu hiç g ö re m e y iz.” “ Ç o k üzüldüm dostum ,” dedi Enoch. “ Yukarıya çıkmaktan bah­ setm em in sebebi bütün olayları görm en i istem em dendi. B en sen­ den yan ayım .” “Y a a , ö yle m i? O laylar nedir öyleyse? V icto r nasıl öldü?” B rom vyn bana baktı. “ Onu bir, a y y y !” Enoch onun dirseğini çimdiklemişti. “ Sus! S öy lem em en la zım !” “ Ç o k sa çm a!” dedim . “ İkiniz de söylem ezseniz, gidip Bayan P e re g rin e ’e sorarım .” Enoch gözlerin i açarak hızla yanım a geldi. “ A h hayır, sakın ya p ­ m a .” “ Ö yle mi? N e d e n ? ” “ Kuş V icto r hakkında konuşm am ızı istem iyor. O nun için sürekli siyah giyiniyor. H e r neyse, bizi burada görm em eli, yoksa bacakla­ rımızdan tavana asar! ” T a m lafının üstüne, Bayan P e re g rin e ’in kuşku götü rm ez biçim ­ de aksayarak m erdivenden çıktığını işittik. Yüzü bem beyaz kesilen B ron w yn hızla yanım dan ge çip odadan çıktı. Fakat E noch yıkam a­ dan önünü kestim. “ Çekil yolu m dan !” diye tısladı. “V ic to r’a ne olduğunu s ö y le!” “S ö y le y e m e m !” “ Ö yleyse ‘K ö y e Baskın’dan bahset.” “ O n u da s ö y ley em e m !” B eni yana itip çıkm aya çalıştı, ancak bunu yapam ayacağını anlayınca pes etti. “ Tam am , kapıyı kapa da kulağına fısıldayayım bari! ” Bayan P eregrin e tam kata çıkm ak üzereyken kapıyı kapadım. Bir süre kulağımızı kapıya dayayıp, bizi fark etm ediğin den em in olm ak için dinledik. Müdirenin koridorda yankılanan ayak sesleri kapıya kadar yaklaşıp durdu. Başka bir kapı gıcırdayarak açılıp ka­ pandı. Enoch, “ O dasına girdi,” diye fısıldadı.

224


“ Ö yleyse ‘K ö y e Baskın’ı anlat.” S öylediğin e pişm an olmuş gibi görü nerek beni kapıdan uzak­ laştırdı. K u lağım a fısıldaması için ona doğru eğildim . “ D ediğim gibi oynadığım ız bir oyun bu. Adın dan ne olduğu anlaşılıyor. ” “ Y a n i gerçekten k ö ye saldırıyor musunuz?” “K ö yü m ahvediyoruz. İnsanları kovalayıp hoşum uza giden şey­ leri alıyoruz, etrafı yakıyoruz. Gülüp eğlen iyoru z.” “ A m a korkunç bir şey bu !” “ Becerilerim izi bir şekilde den em em iz lazım değil mi? Günün birinde kendim izi savunm am ız gerekebilir. Y o k sa paslanırız. Ü ste­ lik kurallar var. K im seyi öldü rm em ize izin verilm iyor. S ad ece biraz korkutuyoruz. H e m birinin canı yansa bile, yağm ur gibi ertesi gün aynı hallerine dönüp hiçbir şey hatırlam ıyorlar.” “ Em m a da oyn u yor m u?” “ H ayır. O da senin gibi. K ötü bir iş yaptığım ızı söylü yor.” “ B en ce de ö y le .” G özlerini yukarıya çevirdi. “ İkiniz tam birbirine uygunsunuz.” “ N e d em ek o ? ” Bir altmışlık boyuyla ayağa kalkıp parm ağıyla göğsüm ü dürttü. “ Bana tep ed en bakm a d em ek ahbap. B iz arada bir o lanet olası k ö y e baskın yapm asak bu güruhun ço ğu yıllar ö n ce yo k olup gi­ d erd i.” K a pıya yürüyüp elini kapı kolu üstüne koyarak bana döndü. “ H e m bizim kötü olduğumuzu düşünüyorsan onları g ö re n e kadar sabret.” “ Onlar kim? H ep in iz n eden bahsediyorsunuz?” Parm ağını ağzına götürüp beni susturarak dışarı çıktı. O dada yin e tek başım a kalmıştım. G ö zlerim yataktaki cesede ilişti. S an a n e o ld u V i c t o r ? Belki kafayı üşütüp kendini öldürdü diye düşündüm. Bu güzel görü nen ancak g e leceğ i olm ayan sonsuzluktan öyle bıkmıştı ki, fare zehri içmiş vey a kendini uçurumdan aşağı atmıştı. Belki Bayan P ere g rin e ’ in kastettiği “ diğer tehlikeler” yapm ıştı bu işi. K oridora çıkıp m erdiven e doğru yürüm eye başlamıştım ki, ara­


lık duran kapının ardında Bayan P e re g rin e ’in sesini işittim. Bul­ duğum ilk odaya kendim i atıp kadın aşağı inene kadar saklandım. Teh like geçince, düzgün biçim de yapılm ış yatağın önünde duran botları fark ettim. Bunlar E m m a’nın botlarıydı. D em ek onun odasındaydım. Bir duvarın önüne aynalı bir şifonyer yerleştirilmişti. Ö bür du­ varın önünde bir yazı masası v e altında bir sandalye vardı, burası saklayacak bir şeyi olm ayan tertipli bir kızın odasıydı; ya da dolabın içinde bir şapka kutusu bulana kadar ö yle görünüyordu. Kutu bir iple bağlanmıştı v e üstünde yağlı kalem le bir şey yazılmıştı:

226 - > £ < $ > - « 5 * ^



Kırm ızı b ez görm üş b o ğa gibi olmuştum. Y a ta ğ a oturup kutu­ yu kucağıma koyarak ipi çözdüm , içindeki yüzden fazla mektubun hepsi ded em den gelmişti. Kalbim küt küt atıyordu. T a m anlam ıyla yıkık evde bulmayı umduğum altın m adenini keşfetmiştim. Burnu­ mu soktuğum için elbette kendim i kötü hissediyordum am a burada yaşayanlar bazı şeyleri gizlem ekte ısrar ettiğine g ö re başımın çare­ sine bakm ak zorundaydım. H epsini tek tek okum ak istesem de birinin h er an odaya gir­ m esinden korkarak, fikir sahibi olacak şekilde hızla g ö z gezdirdim . Büyük kısmı P ortm an D e d e m ’in orduda g ö re v yaptığı 1 9 4 0 ’ların başına aitti. R asgele seçip okuduklarım uzun ve aptalca bir içeriğe sahipti. D edem in o zamanki kırık dökük İngilizcesiyle E m m a’ya aşk ilanları ve onun güzelliğini beceriksizce tarif ettiği cüm lelerle d o ­ luydu (“ Ç içek gibi güzelsin, h em güzel kokuyorsun, koparabilir m i­ yim ?” ). Bir tanesine, ağzında sigarayla bir bom banın üstüne oturup p o z verdiği resmini d e koymuştu.

Bir süre sonra mektupları kısalmaya ve araları uzam aya başla­ mıştı. 1 9 5 0 ’ lere geldiğim de artık yılda bir mektuba düşmüştü. S o ­ nuncusu Nisan 1 9 6 3 ’te gönderilm işti. Zarfın içinde m ektup değil, birkaç fo to ğ ra f vardı. İki tanesinde Em m a vardı, ded em bu fo to ğ ­ rafları ona geri gönderm işti, ilkinde Em m a dedem in pozuna nazire yaparcasına kom ik bir p o z vermişti. Patates soyarken bir yandan Bayan P e re g rin e ’in piposunu içer gibi yapm ıştı. İkincisi üzücü bir pozdu. H erhalde ded em ona m ektup yazm ayı bıraktıktan sonra gönderm işti. S on fotoğra fta -d e d e m bundan sonra bir şey gö n d er­ m em işti- orta yaşlarındaki dedem in kucağında küçük bir kız vardı.


^

^ rkA4' M

r/jvıle "


L 'r tü l m

Patatösleri soi)w.p sew

eJiyortw.. 6)el Artık.

gm sevïjorw*



Sensiz kendimi yaşlanmış kissediyorum. 3 a n a ya z m a y a c a k mısın? Oyle üzülüyorum ki Öpüyorum. Em ma.

m


S on fo toğ ra fa en az bir dakika baktıktan sonra küçük kızın kim olduğunu anlayabildim. Bu, o zam an m uhtem elen dört yaşlarındaki Susie H a la m ’dı. D ed e m ondan sonra bir daha mektup gö n d erm e­ mişti. E m m a’nın cevap alam adığı halde d ed em e daha ne kadar yazm aya devam ettiğini v e dedem in o mektupları ne yaptığını m e­ rak ettim. Y ırtıp atmış mıydı? Bir ye re mi saklamıştı? Babam la ha­ lamın küçükken buldukları m ektup muhakkak bunlardan biriydi; o yüzden babalarının yalan söylediğini, eşini aldattığını sanmışlardı. Halbuki ne kadar yanılmışlardı. O sırada birinin h afifçe öksürdüğünü duydum. A rkam a dönüp baktığım da Em m a kapıda durmuş sert bir ifadeyle beni seyrediyor­ du. Birden kıpkırmızı kesilerek telaşla m ektupları toplam aya çalış­ tım am a artık çok geçti, suçüstü yakalanmıştım. “ Özür dilerim. Buraya girm em em gerekirdi.” “ G ayet iyi farkındayım am a hiç şüphesiz senin okumanı b ö lm e­ m em gerekir. ” Hışım la şifon yere gidip bir çek m eceyi çıkardığı gibi büyük bir gürültüyle yere fırlattı. “ M adem bu işe başladın, külotları­ m a da bak o h ald e!” “ Ö zür dilerim, gerçekten çok üzgünüm. H iç böyle şeyler ya p ­ m am aslında.” “A h , tabii. Hanım ların pencerelerini gö zetlem ek le çok meşgul­ sün h erh alde!” Ö fkeden titreyerek tep em e dikildi. B ense m ektup­ ları kutuya yerleştirm ek için çabalıyordum. “ Bunun bir sistemi var herhalde. V e r şunları bana, her şeyi ber­ bat ediyorsu n!” Y e r e oturup beni yana d oğru itti. Kutunun içini yere boşaltıp m ektupları bir postane görevlisi gibi hızla ayırdı. En iyisi çen em i kapam ak diye düşünüp onun yaptıklarını uysalca izle­ m eye başladım. Biraz sakinleştiği zam an, “ D em ek A b e v e benim ilişkimi ö ğ re n ­ m ek istiyorsun ö yle m i?” diye sordu. “ B ana sorabilirdin o ysa .” “Burnumu sokm ak istem edim .” “Bu tartışma götürür öyle değil m i?” “Galiba. ”

234

-

»—


“ N e ö ğren m ek istiyorsun p ek i?” Biraz düşündüm. N e red e n başlayacağım ı bilem iyordum . “ Sade­ c e ... ne olduğunu.” “ iyi öyleyse, bütün güzel ayrıntıları bir kenara koyup hem en sonuca gidelim . Aslında çok basit. A b e gitti. B eni sevdiğini söyledi ve günün birinde d ö n eceğin e söz verdi. Fakat hiç d ö n m ed i.” “ Fakat gitm esi gerekiyordu değil mi? Savaşm ak için.” “ G erekiyor muydu? Bilm iyorum . Halkı avlanıp öldürülürken bir köşede oturup bek leyem eyeceğin i söyledi. Savaşm anın gö re vi ol­ duğunu söyledi. Sanırım g ö re v benden daha önem liydi. H e r n ey­ se, dönm esini bekledim . O lanet olası savaş boyunca endişe içinde dönm esini bekledim . G elen h er mektubun ölümünü haber verdiği­ ni düşünerek korktum. N ih ayet savaş sona erdiğinde, dönm esinin mümkün olm adığını bildirdi. Aklını kaçıracağını söyledi. A skerde kendini nasıl koruması gerektiğini öğrendiğini, kendisine bir dadı gibi davranan Kuşa artık ihtiyacı olm adığını söyledi. A m erik a ’ya gidip ikim ize bir yuva kuracak, sonra beni çağıracaktı. Bu n edenle yin e bekledim . Ö y le uzun beklem iştim ki, gerçekten onun yanına gitseydim kırk yaşm a gelecektim . O esnada sıradan biriyle yaşam a­ ya başlamış. Dedikleri gibi, hepsi bu kadar.” “ Özür dilerim. Bunları hiç bilm iyordum .” “Eski hikâye. A rtık fazla kurcalam ıyorum .” “ Buraya takılıp kaldığın için onu suçluyor musun?” B ana sert bir şekilde baktı. “ Takılıp kaldığımı kim söyledi?” A r ­ dından iç çekti. “ Hayır, onu suçlamıyorum. S a d ece özlüyorum .” “H âlâ m ı?” “ H e m de her gü n .” M ektupları ayırmıştı. Kutunun kapağını kapatarak, “ İşte ö ğ re n ­ d in ,” dedi. “A şk hayatım ın bütün geçm işi dolaba tıkılmış şu tozlu kutunun için de.” D erin bir nefes alıp gözlerin i kapadı, ardından burnunu sıktı. Bir an düzgün yüz hatları ardında yaşlı bir kadın g ö ­ rür gibi oldum. D ed e m onun zavallı, özlem le dolu kalbini kırmıştı. A radan bunca yıl geçm esin e rağm en yarası h âlâ kapanmamıştı.


Bir an içim den ona sarılmak gelse de bir şey bana mani olmuş­ tu. Bu m ucizelerin mucizesi güzel, tuhaf v e büyüleyici kız benden gerçekten hoşlanıyor gibiydi. Fakat hoşlandığının aslında ben olm a­ dığım ı şimdi anlıyordum. D ed em onun kalbini kırmıştı, bense onun dublörü olmaktan ö te ye gidem ezdim . Bu ne kadar arzulu olursa olsun herkesi durdurmaya yeterdi. Arkadaşının eski sevgilisiyle flört etm eyi m ide bulandırıcı bulan insanlar tanıyordum. Bu m antığa g ö re dedem in eski sevgilisiyle flört etm ek aslında ensest gibiydi. D erken Em m a elini koluma koydu. Ardından başını om zum a yasladı. Çenesinin yavaşça yüzüme yaklaştığını hissediyordum. Ş a­ yet vücut dilinde bunun karşılığı varsa herhalde ö p beni dem ekti. Bir dakika içinde yüzlerim iz aynı hizaya gelecek v e o zaman ben dudaklarımı onun dudaklarına ken etlem ek ya da onu iterek incit­ m ek arasında bir seçim yapm ak zorunda kalacaktım ki, biraz ön ce zaten yeterin ce incitmiştim. Sorun onu ö p m ek istem em em değildi, aslında bunu çok istiyordum; fakat dedem den gelen aşk m ektupla­ rım takıntı halinde sakladığı kutudan yarım m etre uzakta olmaktan dolayı kendim i tuhaf v e gergin hissediyordum. Y an ağın ı yanağım a dayadığı zam an ya şimdi ya hiç anının ge l­ diğini anlamıştım. O yüzden aklıma gelen ateş söndürücü ilk düşün­ ceyi söyledim. “ E n och ’ la aranızda bir şey m i v a r? ” Em m a anında irkilerek çekildi v e ço k tuhaf bir laf etm işim gibi bana baktı. “ N e?! Hayır! N ered en aklına geldi bu saçm a fikir?” “O ndan dolayı. S enden bahsederken sanki biraz alıngan konu­ şuyor. B enim ortalıkta olm am ı istem iyormuş, onun oyununu b o z ­ muşum filan gibi bir izlenim edindim .” Em m a gözlerini iyice açmıştı. “ H e r şeyden ö n ce onun bozula­ cak bir oyunu yok, bundan kesinlikle em in olabilirsin. O kıskanç, yalancı salağın teki. ” “ Ö y le m i? ” “ N e ö y le m i? ” “Y a la n cı.”

236


G özlerin i kıstı. “N ed en ? N e tür bir saçmalık yumurtladı?” “ Em m a, V ic to r’a ne oldu ?” Ç o k şaşırmıştı. Başını iki yana sallayarak mırıldandı. “ Kahrolası bencil çocu k.” “ Burada kimsenin bana söylem ediği bir şey olmuş v e ben bunun ne olduğunu bilm ek istiyorum .” “ Ben sö yley em e m .” “ Bundan başka laf duymuyorum! B en gelecekten bahsedem em . Siz geçm işten bahsedem ezsiniz. Bayan P eregrin e hepim izin elini kolunu bağladı. D edem in son arzusu benim buraya gelip gerçeği öğrenm em di. Bunun bir anlam ı yok m u?” Elimi tutup kucağına koyarak bir süre inceledi. U ygun kelim eleri arar gibi bir hali vardı. Sonunda, “ H aklısın,” diye konuştu. “ Bir şey var. “A nlatsan a.” “ Burada olm a z,” diye fısıldadı. “ Bu g e c e .” G e c e g e ç saatte, babam ve Bayan P eregrin e uyuduktan sonra buluşmaya karar verdik. Em m a yerin kulağı var diyerek tek çözü­ mün bu olduğunda ısrar etti. Gündüz vakti kuşku uyandırmadan bir arada bulunmamız olanaksızdı. Saklayacağım ız bir şey yokm uş g ö ­ rüntüsü verm ek için ö ğled en sonra herkesin gözü önünde bahçede dolaştık. Güneş batm aya yaklaştığı sırada tek başıma bataklıktan geri döndüm.

21. yüzyılın yine yağmurlu bir akşamıydı. Puba girdiğim de kuru bir yerd e olmaktan dolayı halim e şükrediyordum. Babam tek başına bir masaya oturmuş bira içiyordu. B en d e bir sandalye çekip yanına oturdum. Bir yandan peçetelerle yüzümü kurularken bir yandan da günü nasıl geçirdiğim e dair hikâyeler uydurmaya başladım. (Yalan söylem e konusunda bir şey keşfetmiştim: N e kadar çok söylersem uydurmak da o kadar kolaylaşıyordu.) G elgelelim babam beni pek dinlem iyordu. A rada bir, “Hu, il­

237


gin çm iş,” diyor, ardından bakışları başka bir y ö n e kayıyor ve bira­ sından bir yudum daha alıyordu. “N eyin va r?” diye sordum. “ H âlâ bana kızgın m ısın?” “Hayır, hayır ö yle bir şey y o k .” Ö n ce konuşm aya niyetlendi, ardından boş ver dercesine elini salladı. “A m a n , aptalca şeyler.” “ H adi baba. ” “ M esele sadece... birkaç gün ö n ce bir adam peyda oldu. Bir başka kuşçu.” “ Tanıdığın biri m i?” Başını iki yana salladı. “ H iç görm em iştim . Ö n ce hevesli bir am atör sandım am a baktım her gün aynı yerlere, aynı yuvalama noktalarına geliyor, notlar alıyor. N e yaptığını kesinlikle iyi biliyor. Bugün onu ağ kafes v e P redator ile görü n ce p rofesyon el olduğunu anladım .” “ P redator n e ? ” “ Dürbün. Hakiki cam dan yapılm ış.” Kâğıttan yapılm ış tabak altlığını sinir bozucu bir şekilde üç kere katlayıp düzeltti. “ Burada­ ki kuş popülasyonunu ilk kez benim bulduğumu sanmıştım anlıyor musun? Bu kitabın gerçekten özel olmasını istiyordum .” “D erken bu ibne çıkageldi.” “J a co b .” “Y a n i bu alçak it oğlu it dem ek istedim .” Güldü. “ S ağ ol oğlum . Bu işe yaradı.” O n a gü vence verir gibi, “ Kitabın ö zel olacak zaten ,” dedim . Om zunu silkti. “ Bilm iyorum . U m arım ö yle olur.” N e var ki se­ sinden em in olm adığı belliydi. N e le r olacağını harfiyen biliyordum. Babam yin e o acıklı d ö n ­ gülerden birine yakalanmıştı. Ö n ce bir p ro je y e tutkuyla sarılıyor, aylar boyunca durmadan onun hakkında konuşuyordu. A rdından kaçınılmaz bir şekilde küçük bir sorun ortaya çıkıyor ve onun hevesi kaçıyordu. B abam o sorunla uğraşmak yerine yelkenleri tam am en suya indiriyordu. Tah m in ed e ceğin iz ü zere p roje rafa kalkıyor, ar­ dından yeni bir p rojey e girişiyordu ve döngü b ö ylece yeniden baş­ — ■« ■

238

■ ------ >-


lıyordu. M orali çok çabuk bozuluyordu. O yüzden çekm ecesinde elle yazdığı, bitirilmemiş bir düzine dosya vardı; o yüzden Susie H a la m ’ la açm aya çalıştığı kuşçu dükkânı bir türlü hayata ge çem i­ yordu. Ü niversite eğitim ini A sya dilleri üzerine yaptığı halde, yine o yüzden hiç A s y a ’y a gitm em işti. Kırk altı yaşına geldiği halde hâlâ arayış içindeydi, hâlâ annem in parasına ihtiyacı olm adığını kanıtla­ m aya çalışıyordu. Aslında m oral verici bir konuşm aya ihtiyacı vardı am a ben şu anda bunu yapacak durumda değildim ; o yüzden konuyu değiştir­ m e ye çalıştım. “ N e red e kalıyor o ukala? Kasabanın ye gâ n e odala­ rında bizim kaldığımızı sanıyordum. ” “ H erhalde kam p kurmuş olm alı.” “ Bu havada m ı?” “ İflah olm az kuş hastaları ö yle yapar. D o ğ a koşullarında yaşa­ m ak insanı h em fiziki h em psikolojik olarak konuya yakın kılar. Zorluklara göğü s germ ek vesaire.” Güldüm. “ Ö yleyse sen neden orada değilsin?” diye daha sorar­ ken pişm an olmuştum. “ İşte benim kitabım yin e o yüzden bitm eyecek. H e r zam an ben ­ den daha hevesli biri çıkıyor. ” Beceriksizce sandalyede kımıldadım. “ Ö y le söylem ek istem e­ dim. D em ek istiyorum k i...” “ Şşşt!” Bir anda gerginleşen babam kaçam ak gö zlerle kapıya baktı. “ Belli etm eden çabucak bak. Şim di içeri girdi.” Yüzüm ü m enüyle kapayıp üstünden o tarafa g ö z attım. Pasaklı görünümlü, sakallı bir adam kapıda durmuş, botlarını yere vurarak suları atıyordu. Başında bir yağm ur şapkası vardı ve koyu renkli gözlük takmıştı. Birbiri üstüne giydiği anlaşılan m ontlar yüzünden h em şişman h em geçerk en uğramış görünüyordu. “ Evsiz N o e l Baba kıyafeti pek h o ş ,” diye fısıldadım. “ Bunu ba­ şarmak kolay değil. P e k m evsim d ışı.” Babam beni duymazlıktan geldi. A d a m bara yaslanınca etrafta­ ki konuşmalar azaldı. K e v ona ne istediğini sorunca adam bir şey


söyledi. Bunun üzerine K e v m utfağa girdi. A d a m gözlerini boşluğa dikip bekledi. Bir dakika sonra mutfaktan çıkan K e v ona bir artık yem ek torbası verdi. A d a m bara bir miktar para bırakıp kapıya yü­ rüdü. Çıkm adan ön ce geri dönüp yavaşça m ekânda g ö z gezdirdi. Uzun süren bir bekleyişten sonra dışarı çıktı. K apı kapanınca babam, “ N e istedi?” diye bağırarak sordu. “ Birkaç parça b iftek ,” diye cevap verdi K ev. “ Nasıl piştiği ö n e m ­ li değilmiş. İki tarafını onar saniye pişirip verdim . A ldırm adı.” Bardakiler mırıldanıp ahkâm k esm eye başladı. Y in e yüksek ses­ le konuşm aya başlamışlardı. Babam a, “ Ç iğ biftek h a ,” dedim . “ Bir orn itolog için bile biraz tuhaf olduğunu kabul etm elisin.” “ Belki çiğ besinler yiyordu r.” “ Evet, doğru. Y a da kuzuların kanıyla beslenm ekten bıkm ıştır.” B abam gözlerini yukarı kaldırdı. “ A d a m ın kam p sobası olduğu belli. M uhtem elen etleri açık havada pişirm ek istiyor.” “ Yağm urun altında m ı? H e m neden savunuyorsun onu? Senin baş düşmanın olduğunu sanıyordum. ” “ A nlam anı beklem iyorum , am a benim le dalga geçm ezsen sevi­ nirim .” Kalkıp bara doğru yürüdü.

Birkaç saat sonra sen deleyerek yukarı çıktığında leş gibi içki kokan babam kendini yatağa bıraktı. Başını yastığa koyar koym az uyuyup canavar gibi horlam aya başladı. Ü stüm e bir palto giyip E m m a ’yla buluşmaya giderken sessiz davranm am a hiç gerek kalmamıştı. Boş sokaklar öyle sessizdi ki, n eredeyse düşen çiğ bile işitilecekti. Gökyüzündeki birkaç parça cılız bulut yolum u aydınlatan doluna­ yı engellem iyordu. Sırtı tırm andığım zam an içimi tedirgin edici bir his kapladı. Etrafa bakınınca, uzaktaki bir kaya çıkıntısında duran bir adamın beni seyrettiğini fark ettim. Elleri yüzüne bitişik, dirsek­ leri havada durduğundan dürbünle baktığını tahmin ettim. Ö n ce koyun sahiplerinden birinin detektif gibi beni izlediğini düşünüp

240


lanet olsun, yakalandım , diye düşündüm. Fakat öyle olsa adam benim karşıma çıkıp yolum u keserdi. O ysa bu durmuş beni seyredi­ yordu, ben de dikkatle ona baktım. Sonunda, yakalandıysam y a k alan dım , diye düşündüm. Şimdi ister geriye döneyim , ister yolum a devam edeyim , bu g e c e yolculu­ ğu şu ya da bu şekilde babamın kulağına gidecekti. O yüzden orta parm ağım ı havaya kaldırıp kolumu ileriye uzatarak adamı selam ­ ladım v e aşağıda beni bekleyen soğuk sise doğru yürüm eye koyul­ dum. H öyü kten dışarı çıktığım da bulutlar ortalıkta görünmüyordu. K oca m a n sarı bir balon gibi görü nen ay ö yle parlaktı ki gözlerim i n ered eyse kısmak zorunda kaldım. Birkaç dakika sonra bataklığın içinden çıkıp gelen Em m a özür dileyerek m o to r gibi konuşm aya başladı. “ G eciktiğim için özür dilerim. H erkesin yatması asırlar sürdü! T a m yola koyulmuştum ki, bahçede öpüşen H ugh v e F io n a ’ya rast­ ladım. A m a m erak etm e. B e n sö ylem ezsem onlar da sö ylem em eye söz verdiler. ” Kollarını boynum a doladı. “ Seni özledim . Bugün olanlar için özür dilerim .” “ Ben d e ,” diyerek sırtına beceriksizce vurdum. “H adi konuşalım.” Yü rü m eye başladı. “ Burada olm az. D aha iyi bir yer var. Ö zel bir yer. ” “ B ilm iyoru m ...” Elimi tuttu. “ Ö y le davranm a. H a yran olacaksın, söz veriyorum . O raya varınca sana h er şeyi anlatacağım . ” Beni baştan çıkarmak için num ara yaptığına büyük ölçüde em indim . Biraz daha büyük veya tecrübeli olsam, ya da sık sık dı­ şarıda ateşli kızlarla buluştuğu halde istediğini elde ed em eyen biri olsam h em en şuracıkta konuşmak için ısrar edecek kadar duygusal v e horm onsal cesarete sahip olabilirdim. Fakat bunlardan hiçbiri değildim . Ü stelik onun bana bakışı, tam am en kendi benliğiyle gü­ lümsemesi vardı. Saçını cilveli bir edayla arkaya doğru savursa, ne


isterse yapm aya hazır bir vaziyette onun peşinden gitm eye arzu duyabilirdim. En ufak bir şansım yoktu. K en di kendim e o n u n l a g id e r im a m a ö p ü ş m e m dedim . Em m a bataklıkta önüm den yürürken ben bir mantra gibi sürekli bu sözü tekrarlıyordum. Ö p ü ş m e m ! Ö p ü ş m e m ! Kasabanın dışına kadar yürüdük. Ardından fenerin karşısındaki kayalık sahile saptık. Dik yam açtan dikkatle inerek kumsala geldik. D eniz kenarına geldiğim izde Em m a beklem em i söyleyip bir şey almak için biraz ileriye koştu. Fenerin tepesindeki ışık dön erek her şeyi aydınlatıyordu: kayalık yam açlardaki oyuklarda uyuyan m ilyon­ larca deniz kuşu, alçalan gelgitin ortaya çıkardığı d ev kayalar, ku­ mun ortasında çürümekte olan bir kayık. Em m a geri döndüğünde üstünde mayosu, elinde bir çift şnorkel m aske vardı. “A h , yo o , hayatta o lm a z,” dedim. Ü zerim deki kot p an tolon v e yağm urluğa kuşkuyla bakarak, “ S o ­ yunup iç çamaşırlarınla kalsan iyi olur,” dedi. “ Üstündeki kıyafet yü zm eye hiç uygun d eğil.” “ Çünkü ben yü zm eyeceğim ! G ecen in köründe gizlice kaçıp se­ ninle buluşmayı kabul ettim am a sadece konuşm ak için, y o k sa ...” “ K onu şalım ,” diye ısrar etti. “ Suyun içinde. Şortum la.” K u m a tekm e atarak üstüme savurdu, ardından yürüm eye başla­ dı am a bir süre sonra geri döndü. “ M erak etm e sana saldırm ayaca­ ğım . Kendini önem li biri san m a.” “ D eğilim ki.” “ Ö yleyse oyalanm a da çıkar şu pan tolonu n u !” der d em ez üstü­ m e saldırdı. Bana sarılıp yere devirerek bir eliyle kem erim i çıkar­ m aya çalışırken öbür eliyle yüzüme kum sürdü. “ P ö fff!” diye bağırıp ağzım daki kumu tükürdüm. “Düzenbaz! D ü zenbaz!” B en im de aynı şekilde karşılık verm ekten başka ça­ rem yoktu. Kısa sürede iş çığırından çıkıp kuralsız bir kum savaşma dönüştü. Sonunda bittiğinde ikimiz d e kahkahalar atıp boş yere saçlarımızdaki kumu tem izlem eye çalışıyorduk.


“ Şim di artık yıkanm an lazım, böylece şu denize girersin.” “ İyi, pek âlâ.” Su başlangıçta insanı şoka sokacak kadar soğuktu. S ad ece şort giyen birisi için p ek uygun bir durum değildi. Fakat suyun soğuklu­ ğuna çabucak alıştım. Kayaların üstünden dikkatle yürüyerek biraz açılınca bir şamandıraya bağlı kanonun yanına geldik. K an oya tır­ m andığım ızda Em m a küreklerden birini bana verdi. İkimiz de kürek çek m eye başlayarak fen ere doğru yo l aldık. H a va ılık, deniz sakin­ di. Birkaç dakika boyunca suya dalıp çıkan küreklerin hoş ritmiyle kendim den geçm iştim . Fen ere yüz m etre kadar yaklaşınca Em m a kanodan aşağı indi. Şaşkınlık içinde suya batmadığını, dizlerine ka­ dar gelen suda ayakta durduğunu gördüm . “ Bir kum tepesi filan m ı var orada?” diye sordum. “ H a y ır.” K a n oya uzanıp küçük bir çapa çıkararak denize attı. Bir m etre kadar inen çapa m etal bir cism e çarpmıştı. Bir süre sonra fenerin ışığı bulunduğumuz yeri yalayarak geçin ce dört bir yanım ız­ da uzanan bir ge m i enkazı fark ettim. İhtiyatla aşağı inip yürüdüm. Kıyıdan bizi seyreden biri olsa suda yürüdüğümüzü zannederdi. “ Bu enkaz n e kadar büyüklükte?” diye sordum. “ Ç o k büyük. Müttefik savaş gem isi. D ost kuvvetlerin m ayınına çarpıp batm ış.” Birden durdu. “ Bir dakikalığına fen ere bakma. G özlerin karan­ lığa alışsın.” B ö yle ce yüzümüzü kıyıya döndük. Küçük dalgalar kasıklarımıza vuruyordu. “Ta m a m , şimdi beni takip et v e derin bir n efes al.” G em inin gövdesi üzerinde görünen karanlık bir deliğe doğru yürü­ dü. Görünüşe bakılırsa bir kapıydı bu. Ardından deliğin kenarına oturup içeri daldı. D e lilik bu, diye düşündüm. Ardından bana verdiği maskeyi başıma geçirip suya daldım. Bacaklanmın arasından etrafı kaplayan karanlı­ ğ a bakınca E m m a’nın bir merdivenin basamaklanndan aşağı inmek­ te olduğunu gördüm. Merdivenin tepesine tutunup onu takip ettim.

— *—

=

2

4

3

...*—


Ellerimin yardımıyla basamakları birer birer inip sonunda Em m a’nm beklediği metal zem ine ulaştım. Bulunduğumuz yer yük ambanna ben­ ziyordu am a daha fazla aynntı görem eyecek kadar karanlıktı. D irseğine dokunup ağzım ı gösterdim . N e fes alm am lazım. K o ­ luma küçüm seyerek vurdu, ardından yakında bulunan plastik bir hortum a uzandı. H ortu m m erdivenden suyun üstüne uzanan bir boruya bağlıydı. Em m a hortumu ağzına sokup yanakları şişene ka­ dar üfledi. Ardından n efes alıp bana uzattı. C iğerlerim i dolduran havayı coşkuyla içim e çektim . Suyun beş altı m etre dibinde, bir gem i enkazının içindeydik ve nefes alıyorduk. Em m a önüm üzde duran bir kapıyı gösterdi. Burası karanlığın içinde bir kara delikten biraz daha büyüktü. G irm ek istem iyorum diye işaret ettim. Fakat Em m a yürüm eye korkan küçük bir çocuk­ muşum gibi elim i tutup kapıya doğru çekti. Hortum u da bizim le beraber taşıyordu. Kapının içinden zifiri karanlığa daldık. B ir süre hortumdan sı­ rayla n efes alarak karanlığın içinde durduk. Kabarcıklar çıkararak yükselen nefeslerim izin dışında gem in in derinliklerinden n e olduğu meçhul gürültüler geliyordu. M u htem elen dağılan teknenin parça­ ları akıntıda sürüklenip oraya buraya çarpıyordu. G özlerim i kapatsam bundan daha karanlık olm azdı. Yıldızsız bir evren de sürükle­ nen astronotlar gibiydik. Derken şaşırtıcı v e muhteşem bir şey oldu. Birer birer yıldızların belirmesi gibi, karanlığın içinde muhtelif yerlerde yeşil ışıklar ortaya çıktı. Bir an halüsinasyon gördüğümü düşündüm. Fakat bir süre son­ ra ışıklar hem arttı hem parlaklaştı. Sonunda etrafımızda yanıp sönen bir m ilyon yeşil ışıktan oluşan bir takımyıldız oluştu. M askelerim ize yansıyan bu ışıkların parlaklığıyla bedenlerim iz aydınlanmıştı. Em m a elini ileri uzatıp bileğini ani bir hareketle çevirdi. O anda avucunda bir alev topu belirmemişti am a eli şimdi mavi bir ışıkla parlıyordu. Yeşil yıldızlar bu mavi ışığın etrafına toplanarak onunla uyum içinde hareket etm eye başladılar. H areketleri bir balık sürüsünü andırıyor diye düşünürken gerçekten de ö yle olduğunu fark ettim.

244


Büyülenmiş bir halde vaktin nasıl geçtiğini unutmuştum. Bana orada saatler geçirm işiz gibi geliyordu, oysa m uhtem elen sadece birkaç dakika olmuştu. D erken E m m a’nın beni dürttüğünü hisset­ tim. Kapıdan dışarı çıkıp m erdiveni tırmandık. Tek rar su üstüne çıktığımızda ilk gördüğüm şey gökyüzünü kocam an bem beyaz bir tablo gibi boyayan Sam anyolu oldu. Balıklarla yıldızların aynı sis­ tem içinde bir araya geldiğini düşündüm. İkisi de antik v e gizem li bir bütünün parçalarıydı. G em inin enkazı üstüne basınca m askelerim izi çıkardık. Bir süre bedenlerim iz kısmen suyun içinde, bacaklarımız birbirine değerek konuşm adan oturduk. Sonunda, “N eyd i onlar?” diye sordum. “ Biz fenerbalığı diyoruz.” “ D aha ön ce görm em iştim .” “ Ç o k kimse bilmez. G izlenirler.” “ Ç o k gü zeller.” “ E vet.” “ V e sıra dışılar.” E m m a gülümsedi. “ Evet, ö yleler.” A rdından eliyle dizim e d o ­ kundu. Elinin sıcaklığı suyun soğukluğu içinde iyi gelmişti, bu ne­ denle bacağım ı çekm edim . K afam ın içinde ö p m e m e m gerektiğini söyleyen sesi duym aya çalışsam da bu ses artık susmuştu. D erken öpüştük. Dudaklarımız birbirine değdiği anda ortaya çı­ kan m uhteşem duygu, birleşen dillerimiz, avucumda tuttuğum ku­ sursuz beyaz yanağı aklımdan doğru vey a yanlışla ilgili bütün kav­ ramları y a da onu neden buraya kadar takip ettiğim düşüncesini alıp götürmüştü. Öpüştük, öpüştük ve aniden bitti. E m m a başını geri çekince yüzümü ona doğru yaklaştırdım. Elini nazik am a kuv­ vetli bir şekilde göğsü m e dayadı. “ N e fe s alm am lazım a p ta l.” Gülerek, “ T a m a m ,” dedim . Ellerimi tutup bana baktı, ben de ona baktım. S ad ece bakışmak öpüşm ekten daha yoğu n bir duygu uyandırmıştı. Ardından, “ Kal­ malısın,” diye konuştu.

245

^ -<^x£


“ K alm ak,” diye tekrarladım. “ Burada. B izim le.” Sözlerinin gerçekliği beynim de süzüldü. Ardından içimi bir sı­ caklık kaplamasına yo l açan büyü bir anda ortadan kayboldu. “ Kalm ak isterim am a kalabileceğim i sanm ıyorum . ” “ N eden ?” Bu fikri kafam da tarttım. Güneş, gü zel yem ekler, arkadaşlar... v e aynılık, birbirinin tıpatıp aynısı olan günler. İnsan eğ er bir şeye çok fazla sahip olursa ondan bıkabilir. N itekim annem bir sürü lüks eşya alır, sonra çabucak onlardan bıkardı. A m a Em ma. Bir d e Em m a vardı. Belki sahip olacağım ız şeyler o kadar tuhaf kaçmazdı. Belki bir süre kalır, onu sever, sonra eve dönerdim . A m a hayır. D ön m ek istediğim zam an artık çok g e ç ola­ caktı. Bu kız bir sirendi. Güçlü olm ak durumundaydım. “Senin istediğin o, ben değilim . Senin için o o la m a m .” G ücenerek başını çevirdi. “ O yüzden değil, sen buraya aitsin J a co b .” “ Değilim . B en sizin gibi d eğilim .” “ Evet, öylesin .” “ Hayır. B en sıradanım, ded em gibi.” Em m a başını iki yana salladı. “G erçekten öyle mi düşünüyorsun?” “ Senin gibi özel bir yeten eğim olsaydı, sence şim diye kadar fark etm ez m iydim ?” “ Bunu sana ben söyleyem em am a sıradan insanlar zam an dön ­ gülerinden geçem ezler. ” B ir an bu sözleri düşünsem de bir anlam verem edim . “ B en d e sıra dışı bir özellik yok. G ö reb ileceğin en sıradan insanım b e n .” “ Bu konuda ço k kuşkuluyum. A b e ’in çok nadir görü len sıra dışı bir yeten eğ i vardı. H e m e n hiç kim sede olm ayan bir özellik.” A rdından gözlerini gö zlerim e dikip konuştu: “ O canavarları g ö ­ rebiliyordu. ”

246


r

~

••

•»

D O K U ZU N C U B O L L M '

i ,

. V' ’ 1 -.4

T’,s

:

-,4

V : y: t

-

•• i ' f

' T-’ v ' ii i,

'■ ' Tf\

V-::- ¿' 4 4 - ÿ - ’r i % í ! 4*4; " 4 "

4

A /. rr:v j, r. i. ,

::

■ :■

ir

■ •

;-|'ı

/ ' h i r ï é 0 :Wr

.

i Î '^ A ' 4 t - ^ 4

4-4..r- ; ■;i - ■■■ --■■■<4 -'v *ı «f:4,;;*4* :

■■•Aij^y.r'U' ■^ 4 ' V «s* •*’ 4 •,

:.

--»4.^ '

4

"'■•■

-■••'■■".■■ V ;'? ''•■■■ ^ ':\ 4.4 r ;'* 4Şf 4? - T 44

■/

V

'-V-

,

*’

*"

: . A > . ''■


'c a n a v a rla rı g ö r e b iliy o r d u . E m m a bu lafı söyled iği anda, g e rid e bıraktığım ı sandığım bütün korkular tekrar o rta ya çıkmıştı. D e m e k gerçek tiler. G e rç e k ­ tiler v e d ed em i öldürmüşlerdi. Gizli kalması gereken bir ayıbı fısıldar gibi, “B en d e görebiliyo­ rum ,” dedim. G özleri dolan Em m a bana sarıldı. “ S ende sıra dışı bir özellik olduğunu biliyordum. V e bunu son derece büyük bir övgü olarak söylüyorum. ” B en kendim i h ep tuhaf biri olarak görürdüm. Sıra dışı olduğumu hiç düşünmemiştim. E ğer kimsenin gö rem ed iğ i şeyleri görebiliyorsam, bu durum dedem in öldüğü g e c e R ick y’nin neden orm anda hiçbir şey görm ediğin i açıklıyordu. N e d en herkesin delirdiğim i dü­ şündüğü böylece açığa çıkıyordu. D eli değildim , gaipten gelen le­ ri görm üyordum ya da stres tepkisi yaşam ıyordum . Bu yaratıklar yakında olduğu zam an yaşadığım panikten dolayı m idem in altüst olması - v e onların korkunç görüntüsü- benim ö ze l yeteneğim di. “Y a sen, hepsini g ö re m iyo r musun?” diye sordum. “S a d ece gölgelerin i görebilirim . O yüzden çoğunlukla geceleri ava çıkarlar. ” “Şu anda senin peşine düşmelerini en gelleyen nedir?” diye sor­ duğum anda durumu toparladım . “ Y a n i hepim izin peşine dem ek istiyorum .”

248


E m m a ciddileşti. “ Bizim yerim izi bilmiyorlar. H e m o h em de döngülerin içine girem iyorlar. O yüzden bu adada güvendeyiz am a burayı terk ed e m ey iz.” “ A m a V ictor gitm iş.” Üzüntüyle başını salladı. “ Burada çıldıracağını söylemişti. Daha fazla dayanam ıyor muş. Zavallı B ronw yn. B enim A b e ’im de gitti am a en azından boş ruhlar tarafından öldürülm edi.” O n a bakm ak için kendim i zorladım. “ Sana söyleyeceklerim için gerçekten üzgünüm ... ” “ N e ? Y o o , o la m a z.” “Vahşi hayvanların işi olduğu konusunda beni ikna ettiler. A m a söylediğin doğruysa dedem i de onlar öldürdü. Ö yle birini ilk ve son kez onun öldüğü g e c e görd ü m .” Dizlerini göğsün e çekip gözlerini yumdu. Bir kolumla on a sarı­ lınca o da başını başıma yasladı. “ Sonunda onu bulacaklarını biliyordum ,” diye fısıldadı. “ Bana A m erik a ’da güvende olacağına söz vermişti. Kendini orada koru­ yacaktı. A m a aslında hiçbirimiz güvende d eğiliz.” A y alçalıp su boynum uza yükselene kadar gem in in enkazı üze­ rinde oturup konuştuk. Em m a artık titrem eye başlamıştı. Bunun üzerine el ele tutuşup kanoya kadar yürüdük. Kıyıya doğru kürek çekerken bize seslenildiğini işittik. Bir kayalığın ardına döndüğümüz zaman kıyıda b ize el sallayan H u gh ’la F io n a ’yı gördük. Yolu nd a gitm eyen bir şeyler olduğu uzaktan bile anlaşılıyordu. Kanoyu şamandıraya bağlayıp onların yanına koştuk. Soluk so ­ luğa kalan H u gh ’un etrafında arılar h eyecanla uçuşuyordu. “ Bir şey oldu! H em en bizim le gelm en iz lazım !” Konuşarak kaybedecek vakit yoktu. Em m a giysilerini m ayosu­ nun üstüne geçirirken ben de her yerin e kum bulaşmış pantolonu­ mu giydim. H ugh kuşku içinde bana baktı. “ O olm az, bu iş ciddi.” “H a yır H ugh. Kuş haklıymış. O bizden biri.” H ugh şaşkınlıkla ö n ce ona, sonra bana bakakaldı. “ O n a söyle­ din m i? !”

-^

249


“ S öylem ek zorundaydım . Zaten o kendi kendine anlam ıştı.” Bir an afallayan H u gh sonunda bana yaklaşıp içtenlikle elimi sıktı. “ Ö yleyse aileye hoş geldin .” N e diyeceğim i bilem ediğim den sadece, “ S a ğ o l,” dem ekle y e ­ tindim. Eve doğru koşarken H u gh arada bir bize bilgi kırıntıları veri­ yordu. Soluklanmak için orm anda durduğumuzda durumu biraz daha ayrıntılı anlattı. “ Kuşun y m b ry n e arkadaşlarından biri geldi. Bir saat ö n ce kuş kılığında gelip deli gibi bağırarak herkesi yatak­ tan kaldırdı. Biz daha ne olduğunu anlayam adan ölü gibi bayıldı.” H ugh ellerini ovuştururken çok berbat görünüyordu. “ Ç o k kötü bir şey olduğunu biliyorum .” Em m a, “ U m arım yanılıyorsundur,” dedi. Biraz soluklanınca koşm aya devam ettik.

Çocuklar buruş buruş pijamalarıyla koridorda, oturma odasının ka­ palı kapısının h em en önünde gaz lambasının etrafına toplanmışlar, neler olup bittiği hakkında fikir üretiyorlardı. Claire, “ Belki zam an döngüsünü yeniden başlatmayı unutmuş­ lardır,” dedi. “ Bahse girerim boş ruhlardır,” dedi Enoch. “Ayakkabılarına va­ rana değin hepsini yem işlerdir!” C laire v e O live ağlam aya başlayarak minik elleriyle yüzlerini kapadılar. H o ra c e yanlarına diz çöküp yatıştırıcı bir ses tonuyla konuştu: “ Durun, durun. Enoch sizi korkutmasın. B oş ruhların en çok gençleri sevdiğini herkes biliyor. O yüzden Bayan P e re g rin e ’ in arkadaşının kaçm asına g ö z yumdular, tadı bayat kahve gibidir!” O live parmaklarının arasından ona baktı. “Küçüklerin tadı n eye ben zer?” H o ra c e sakin bir ses tonuyla, “Y a b a n m ersini,” diye cevap ve­ rince kızlar yin e ağlam aya başladı. H u gh , “ Rahat bırak onları!” diye bağırdığı sırada üstüne doğru bir arı kümesi saldıran H o ra ce bağırarak koridordan uzaklaştı.

250


Bayan P eregrin e oturm a odasından, “ N eler oluyor o rada?” diye seslendi. “ B ay A p isto n mu bağırıyor öyle? Bayan B lo o m ’la B ay Portm an n ered e?” Korkuyla sinen Em m a endişeyle H u g h ’a baktı. “ B iliyor m u?” “ Senin gittiğini fark edin ce n eredeyse aklını oynatıyordu. Y a ra ­ tıkların veya bir delinin seni kaçırdığından korktu. A ffed ersin Em. O n a söylem ek zorundaydım .” Em m a başını iki yana sallasa da içeri girip olacaklara katlan­ maktan başka çarem iz yoktu. Fiona bize şans diler gibi hafifçe se­ lamladıktan sonra kapıyı açtık. Oturm a odasındaki tek ışık kaynağı olan şöm inenin ateşi duvarda titreyen gö lgeler yaratmıştı. Üstüne battaniye sarılmış yaşlı bir kadın, bilinci yan açık bir vaziyette san­ dalyede titrerken, B ron w yn endişeli bir halde başında bekliyordu. Sedire oturan Bayan P eregrin e ise kadına kaşık kaşık koyu renkli bir sıvı içiriyordu. Kadının yüzünü gö re n Em m a donakalmıştı. “A m a n T a n rım ,” diye fısıldadı. “ Bu Bayan A v o c e t.” O zam an, Bayan P e re g rin e ’in bana gösterdiği g e n ç kızlık fo to ğ ­ rafından bu kadını hayal m eyal hatırladım. O fotoğrafta gayet dinç görü nen B ayan A v o c e t şimdi çok kırılgan v e zayıf bir haldeydi. B a­ yan P eregrin e küçük gümüş bir şişeyi kadının ağzına dayadı. Bunun üzerine yaşlı y m b ry n e bir an canlanır gibi olup parlayan gözleriyle oturduğu yerde doğruldu. N e var ki çok g e çm ed en bakışları yine donuklaştı v e sırtı çöktü. Bayan P eregrin e B ron w yn ’e, “ Bayan Bruntley,” diye hitap etti. “ G idip Bayan A v o c e t ’ e kanepeyi hazırlayın. S on ra bir şişe koka şarabıyla bir şişe brendi daha getirin.” Bronvvyn kapıya doğru yürürken ciddi bir ifadeyle başını iki yana salladı. O çıkınca Bayan P eregrin e bize dönüp kısık sesle konuştu. “ Bayan B lo o m beni son d erece hayal kırıklığına uğrattınız. H ele g e c e yarısı gizlice kaçm anız affedilir gibi d eğ il.” “ Ö zür dilerim Bayan. Fakat kötü bir şey olacağını n ered en bi­ lebilirdim?”


“ Sizi cezalandırm am gerekir. Y in e de m evcut koşullar altında bununla kaybedecek vaktim y o k .” Elini kaldırıp akıl hocasının ak saçlarını düzeltti. “ Ç o k tehlikeli bir olay m eydana gelm eseydi B a­ yan A v o c e t evlatlarını bırakıp asla buraya ge lm ezd i.” Gürül gürül yanan ateş alnımda boncuk boncuk terler birikm e­ sine yo l açtığı halde Bayan A v o c e t sandalyede titriyordu. Y o k sa ölm ek üzere miydi? D edem le benim aramda gerçekleşen trajik sah­ n e bu kez Bayan P e re g rin e ’le hocası arasında mı gerçekleşecekti? G eçm iş bir kez daha gözü m de canlandı: B en dehşet ve şaşkınlık içinde dedem in bedenin e sarılmışken gerek o, gerek kendim hakkındaki gerçek konusunda en ufak bir fikrim yoktu. Şimdi m eydana gelen olayın benim başıma gelen e hiç b en zem ediğin e karar ver­ dim. Bayan P eregrin e kim olduğunu h ep bilmişti. Konuyu açm ak için uygunsuz bir zam an gözükse de kızgın oldu­ ğum dan kendim i tutamadım. “ Bayan P e re g rin e ,” diye söze başla­ yınca bana baktı. “ Bana ne zaman söyleyecektin iz?” N e y i diye sorm ak üzereyken bakışları E m m a’ya kayınca cevabı onun yüzünden okuduğu anlaşılıyordu. Bir an çok öfkelenir gibi olsa da benim kızgınlığım ı görü n ce yatıştı. “ Kısa zam anda evladım. Lütfen anla. İlk görü şm em izde bütün gerçeğ i yüzüne vursam kor­ kunç bir şoka girerdin. Nasıl davranacağını bilem iyordum . K açıp hiç dönm eyebilirdin. O riski g ö z e alam adım .” “ B ö y le ce beni yem eklerle, eğlen ceyle, kızlarla baştan çıkarırken bütün kötü olayları sır gibi saklamaya m ı karar verdiniz?” Em m a yutkundu. “ Baştan çıkarmak mı? A h lütfen, beni öyle biri olarak g ö rm e Jacob. Buna dayan am am .” Bayan Peregrin e, “K orkarım ki bizim hakkımızda ço k yanlış kanıya sahipsin,” dedi. “ Seni baştan çıkarma konusuna gelince, burada gördüklerin bizim günlük yaşam ımızdır. H içbir kandırm aca yok, sadece bazı gerçekleri sakladım .” “ Ö yleyse ben d e size bir gerçek söyleyeyim . O yaratıklardan biri dedem i öldürdü.” B ayan P eregrin e bir an gözlerini ateşe dikerek donakaldı. “Bunu duyduğuma ço k üzüldüm. ”

252


“ Bir tanesini gözlerim le gördüm . Etrafım dakilere söylediğim de beni delirdiğim e inandırmak için uğraştılar. A m a ne ben deliydim n e büyükbabam. Bütün hayatı boyunca bana ge rçeğ i söylemişti am a ben ona inanm am ıştım .” Bütün benliğim i utanç kaplamıştı, “ înansaydım belki bugün hâlâ hayatta olurdu.” Bayan

P eregrin e

ayakta

sallandığımı görü n ce

beni

Bayan

A v o c e t ’in karşısındaki sandalyeye oturttu. Ben oturunca Em m a ya­ nım a diz çöktü. “ A b e herhalde senin sıra dışı olduğunu biliyordu. Sana söylem em esinin mutlaka bir nedeni vardır.” “ G erçekten biliyordu,” diye konuştu Bayan P eregrin e. “ Nitekim bir mektubunda bundan bahsetm işti.” “ İyi am a ben bunu anlam ıyorum . H ep si doğruysa -y a n i anlattığı öykü ler- ve benim kendisi gibi olduğumu biliyorsa, ömrünün son anına kadar neden sır olarak sakladı?” Bayan P eregrin e Bayan A v o c e t ’in ağzına bir kaşık daha brendi verdi. Bunun üzerine kadın inleyip biraz doğrulduktan sonra tekrar sandalyeye gömüldü. “ Aklım a gelen tek olasılık seni korum ak iste­ mesidir. B izim hayatım ız her an çile v e yoksunlukla dolu olabilir. Bu durum A b e için iki misli geçerliydi çünkü bir Yahudi için çok ters bir zam anda doğmuştu. İki kez soykırımla karşı karşıya kaldı; birincisi Nazilerin Yahudilere yaptığı, İkincisi boş ruhların sıra dışılara yaptı­ ğıydı. Kendi halkı, yani h em Yahudiler h em sıra dışılar katledilirken burada saklanma düşüncesi ona büyük ıstırap veriyordu. ” “ Bana canavarlarla savaşm aya gittiğini söylerdi.” “ G erçekten savaştı,” dedi Emma. B ayan Peregrin e, “ Savaş Nazilerin eg em en liğin e son verdi am a boş ruhlar her zam ankinden daha güçlü hale geld i,” diye devam etti. “ O yüzden birçok sıra dışı insan gibi biz de saklanmaya devam ettik. A m a büyükbaban cepheden farklı bir insan olarak döndü. A rtık bir savaşçı olmuştu, kendisine döngünün dışında bir yaşam kurmaya kararlıydı. Saklanmayı kabul etm iyordu .” “ O n a A m erik a ’ya gitm em esi için yalvardım ,” dedi Em ma. “ H e ­ pim iz yalvardık. ”


“ N ed en A m erik a ’yı tercih etti?” Bayan Peregrin e, “ O zam an orada fazla boş ruh yoktu ,” diye cevap verdi. “ Savaştan sonra sıra dışı insanlar A m erik a ’ya küçük bir g ö ç dalgası yarattı. Bir süre tıpkı büyükbaban gibi birçoğu sıra­ dan bir hayat yaşam a imkânı buldu. Sıradan bir insan olm ak, sıra­ dan bir hayat sürmek onun en büyük arzusuydu. Bundan m ektup­ larında sık sık bahsediyordu. Em inim ki, o yüzden gerçeği senden uzun süre sakladı. Kendisinin asla sahip olam adığı bir şeye senin sahip olm anı istiyordu. ” “ Sıradan olm a yı,” dedim. Bayan P eregrin e başını salladı. “ A m a sıra dışılıktan hiç kurtula­ madı. Onun eşsiz y eten eği, savaş sırasında edindiği canavar avcılığı gibi bir hünerle birleşince çok değerli hale geldi. Sık sık g ö re v e çağırılıp baş belası olan boş ruh sürülerinin kökünü kazım aya yardım etm esi istendi. Bu istekleri pek geri çevirem eyecek bir karaktere sahipti.” Portm an D e d e m ’in çıktığı uzun av seyahatlerini hatırladım. A i­ lem de bu seyahatlerden birisi sırasında çekilmiş bir fotoğra fı vardı. G elgelelim , n eredeyse h ep yalnız gezd iği için resmi kimin çektiğini ya da ne zam an çekildiğini bilm iyordum. Fakat küçük bir çocukken bu resm i ço k kom ik bulurdum, zira ded em takım elbise giymişti. K im a v seyahatine takım elbiseyle çıkar? Şim di cevabı biliyordum: Hayvanlardan daha tehlikeli yaratıkları öldüren biri.



D ed em hakkında yeni edindiğim bu bilgiden çok etkilenmiştim. D em ek paranoyak bir silah delisi, ağzı sıkı bir zam para ya da ai­ lesi ona ihtiyaç duyduğunda ortalıkta olm ayan biri değil, yaşam ını başkaları için tehlikeye atan bir şövalyeydi. H ayatı arabalarda ve ucuz m otellerde geçiyo r, ölümcül gö lgeleri sessizce takip ediyor; e p e y m erm i harcam ış bir halde e ve döndüğünde vücudundaki çü­ rükleri açıklayam ıyor ve gördüğü kâbusları anlatamıyordu. O n ca fedakârlığına karşın sevdiği insanlar onu h or görü p kuşkulanıyordu. Sanırım bu nedenle Em m a ve Bayan P e re g rin e ’e onca mektubu yazmıştı. N e de olsa ikisi onu anlıyordu. B ron w yn bir sürahi dolusu koka şarabı v e küçük bir şişe brendiyle döndü. Bayan P eregrin e onu gön d erip içkileri bir çay fincanı içinde karıştırmaya başladı. Ardından Bayan A v o c e t ’in m avi da­ marları belirgin yanaklarına birkaç kez h afifçe vurdu. “ Esmeralda, Esmeralda, hadi biraz doğrul da şu hazırladığım iksiri iç. ” Bayan A v o c e t in leyerek karşılık verince Bayan P eregrin e fin­ canı onun ağzına dayadı. Y aşlı kadın birkaç yudum için ce aksırık öksürm eye başladı. Buna rağm en m or görünümlü sıvının büyük bir kısmı boğazından aşağı inmişti. Bir an tekrar arkaya yaslanıp kendinden geçecekm iş gibi bakakaldı, fakat biraz sonra oturduğu yerde doğruldu v e yüzü canlandı. “A m a n T a n rım ,” diye kuru bir sesle konuştu. “ Uyukladım mı yoksa? N e yakışıksız bir durum.” Ansızın ortaya çıkmışız gibi şaş­ kınlıkla b ize baktı. “A lm a ? Sen m isin?” Bayan P ereg rin e yaşlı kadının kemikli ellerini ovuşturdu. “ Es­ m eralda, gecen in bu vaktinde bizi gö rm ek için çok uzun yoldan geldin. K orkarım ki hepim izi çok telaşlandırdın. ” “ Ö y le m i? ” Bayan A v o c e t gözlerin i kısıp kaşlarını çattı. G ö zleri­ ni alevlerin gölgesinin titreştiği karşı duvara dikmiş gibiydi. D erken yüzünde endişe dolu bir ifade belirdi. “ Evet, sizi uyarm aya geldim A lm a . Uyanık olm anız gerekiyor. B en im gibi gafil avlanmamaiısınız. ”

256

-

>—


Bayan P eregrin e kadının ellerini ovuşturmayı bıraktı. “ K im ta­ rafından?” “ A n c a k yaratıklar olabilir. G e c e konsey üyesi kılığına girmiş bir çift geldi. Tabii erkek konsey üyesi olm az am a uyku sersem i evlatlarım ı kandırıp oyaladılar. Bu arada yaratıklar onları bağlayıp sürükleyerek götürdüler.” Bayan P eregrin e yutkundu. “ A m a n E sm eralda...” “ Bayan Bunting’le ben onların acı dolu feryatlarına uyandık. Fakat bizi evin içine kıstırmışlardı. Kapıları zorlayıp açm am ız bi­ raz zam an aldı. Sonunda açm ayı başarıp yaratıkların pis kokusunu döngünün dışına kadar takip ettik. Ö bür tarafta bekleyen bir gö lgecanavarlar sürüsü vardı. Uluyarak üstümüze çullandılar.” Bir anda gözyaşlarına boğularak konuşam az oldu. “ Y a çocuklar?” Bayan A v o c e t başını iki yana salladı. G özlerindeki bütün yaşam pırıltısı sönmüştü. “ Çocuklar yem den ibaretti.” Em m a elim i tutup sıkarken Bayan P e re g rin e ’in yanaklarının alevlerin ışığında parladığını fark ettim. “ A sıl istedikleri Bayan Bunting ve bendim . B en kaçm ayı başar­ dım am a Bayan Bunting o kadar talihli değild i.” “ Öldürdüler m i?” “ Hayır, kaçırdılar. T ıp k ı on beş gün ö n ce döngüleri istila edilen Bayan W ren ve Bayan T r e e c re e p e r gibi. A lm a , y m b ry n e leri ele geçiriyorlar. Bu koordin e edilmiş bir çaba. N e am açla yaptıklarını düşünmeye çalıştıkça tüylerim diken diken oluyor. ” Bayan P eregrin e usulca, “ O halde bize de saldıracaklardır,” dedi. “ Eğer sizi bulabilirlerse,” diye karşılık verdi Bayan Avocet. “ Siz bu­ rada herkesten daha iyi gizleniyorsunuz am a hazır olmalısınız Alm a. ” Bayan P eregrin e başını salladı. B ayan A v o c e t kucağında kanadı kırık bir kuş gibi titreyen ellerine çaresizce baktı. Sesi de titriyordu. “ A h zavallı çocuklarım. O nlar için dua et, şimdi hepsi yalnız. ” Başı­ nı yana dönüp ağlam aya başladı.

-

257


B ayan P eregrin e battaniyeyi yaşlı kadının omuzlarına çekip ya ­ nından kalktı. Bayan A v o c e t’ i acısıyla baş başa bırakıp biz de arka­ sından çıktık.

Dışarı çıktığımızda bütün çocukların oturm a odasının kapısı önüne toplaşm ış olduğunu gördük. B ayan A v o c e t ’in söylediklerinin tümü­ nü olm asa da yeterin ce bir kısmını duydukları yüzlerindeki endişe­ den belliydi. C laire alt dudağı titreyerek, “ Zavallı B ayan A v o c e t,” diye inledi. “Bayan A v o c e t ’in çocuklarına çok yazık,” dedi O live. “ Şim di bizim peşim ize mi düşecekler B ayan ?” diye sordu H o race. Millard, “ Silah lazım b iz e !” diye bağırdı. Enoch, “ Savaş baltaları!” dedi. H ugh, “ B o m b ala r!” diye ekledi. Bayan Peregrin e, “ K esin şunu!” diye bağırarak susmaları için ellerini kaldırdı. “ H ep im iz sakin olmalıyız. Evet, B ayan A v o c e t’ in başına gelen ler trajik -h e m de çok trajik- am a o trajedinin burada tekrarlanması gerekm iyor. Y in e de dikkatli olmalıyız. Bu andan iti­ baren evin dışına sadece benim iznim le ve çiftler halinde çıkılacak. Tanım adığınız birini görürseniz, sıra dışı gibi görünse bile h em en bana haber verin. Sabahleyin bunları ve diğer önlem leri konuşa­ cağız. O zam ana kadar herkes yatağa! Şim di toplantı yapm ak için uygun bir saat değil. ” “A m a B a yan ...” diye sö ze başlayacak oldu Enoch. “Y a ta ğa d ed im !” Çocuklar odalarına seğirttiler. “ S ize gelince B ay Portm an, tek başına gitm en iz konusunda içim hiç rahat değil. Sanırım, en azın­ dan ortalık biraz yatışana kadar burada kalsanız daha iyi olacak .” “Durup dururken ortadan kaybolursam babam aklını oyn atır.” Kaşlarını çatıp düşündü. “O halde en azından g e c e y i burada geçirm elisiniz. Bu konuda ısrar ediyorum . ”


“ Kalırım am a dedem i öldüren canavarlar hakkında bildiğiniz her şeyi anlatm anız şartıyla.” Başını bana doğru çevirip söylediğim den hoşlanmış gibi bana dikkatle baktı. “ Pekâlâ, B ay Portm an, bu konuyu bilm e hakkınızı tartışm ayacağım . G eceyi şu divanda geçirm eye hazırlanın, biraz­ dan bu m eseleyi konuşacağız.” “ H e m e n konuşalım .” G erçeği ö ğren m ek için on yıldır bekliyor­ dum, bir dakika daha bek lem eye tahammülüm kalmamıştı. “ Lüt­ fe n .” “Delikanlı bazen takdir edilecek kadar bildiğini okum ak ve da­ yanılm az d ereced e inatçı olm ak arasında pam uk ipliğine bağlı bir köprü kuruyorsun.” E m m a’ya dönerek, “ Bayan B loom , koka şara­ bı şişesini getirir m isiniz?” diye rica etti. “Anlaşılan bu g e c e bana uyku yok, uyanık kalmak için benim de içm em g e rek e cek .” ——V l/to-—

Çalışm a odası gecen in g e ç saatinde konuşmak için çocukların ya ­ tak odalarına çok yakındı, o n edenle m üdireyle birlikte orm anın h em en yanındaki küçük seraya gittik. Sarmaşık gülleri arasında o r­ tam ıza bir gaz lambası koyup boş saksıları ters çevirerek oturduk. Ş afak henüz sökm ediğinden camların arkası kapkaranlıktı. Bayan P eregrin e cebinden piposunu çıkardı ve eğilip lambada yaktı. Dü­ şünceli bir halde piposundan birkaç n efes çekip havaya m avi du­ man öbekleri savurduktan sonra konuşm aya başladı. “A n tik çağlarda insanlar bizi tanrılarla karıştırırdı, oysa biz sıra dışılar tıpkı sıradan insanlar gibi ölümlüyüz. Zam an döngüleri ka­ çınılmaz sonu ancak geciktirebilir, bizim bunları kullanmamızın b e ­ deliyse ağırdır; sürm ekte olan zam andan geri dönüşü olm ayan bir şekilde koparız. Bildiğin gibi, uzun zam an boyunca döngü de y a ­ şayanlar şimdiki zam ana adım attıklan anda yaşlanıp ölürler. Ç o k eski zam andan beri düzen bu şekilde işliyor.” Piposundan bir n efes daha çekip devam etti. “Bundan bir süre önce, g eçen yüzyılın başlarında halkımız ara-

259


smda ayrılıkçı bir hizip ortaya çıktı. Bunlar tehlikeli fikirlere sahip ve durumundan hoşnut olm ayan bir grup sıra dışıydı. Kullanan kişi­ ye bir tür ölümsüzlük getirecek şekilde zam an döngülerinin işlevini tersine çevirecek bir yön tem keşfettiklerine inanıyorlardı. B ö ylece yaşlanm ayı sadece durdurmakla kalm ayıp tersine çevireceklerdi. D öngülerin içine hapsolm adan dışarıda ebedi gençliğin keyfini sür­ m ekten, başlarına bir şey gelm eden geçm işten g e le c e ğ e gidip gel­ m ekten, böylesi cüretkârlığı en gelleyen olumsuz etkilerin hiçbirini yaşam ayacaklarından bahsediyorlardı. Bir başka deyişle, ölümün tutsağı olm adan zam ana hükm edeceklerdi. H e r şeye hükm eden am pirik yasaların reddi anlam ına gelen bu delice fikirleri tam am en zırvaydı!” D erin bir soluk koyuverdi, ardından biraz durup dinlendi. “ H e r neyse. Tek n ik olarak zeki am a sağduyudan yoksun iki kardeşim bu fikre kendilerini kaptırmıştı. H atta bunu g e rç e ğ e d ö­ nüştürmek için benden yardım istem e küstahlığını bile gösterdiler. K endinizi tanrıya dönüştürm ekten bahsediyorsunuz dedim . Bunu yapm ak mümkün değil, olsa bile yapm am ak gerek dedim . Fakat bu fikirden caymadılar. Bayan A v o c e t tarafından eğitilen y m b ry n e le r oldukları için bizim eşsiz sanatımız hakkında birçok sıra dışı erk eğe g ö re daha çok şey biliyorlardı. M aalesef bildikleri tehlikeli olacak kadar fazlaydı. K on seyin uyarılarına, hatta tehditlerine rağm en iki kardeşim ve bu asi hizbin birkaç yüz üyesi 1 9 0 8 yazında o m en ­ fur deneylerini yürütmek için Sibirya tundrasına gittiler. İçlerinde bize ihanet eden çok güçlü birkaç tane y m b ry n e de vardı. D en ey yeri olarak asırlardır kullanılmayan isimsiz eski bir döngü seçtiler. Bir hafta içinde, doğayla oyun olm ayacağını gö rü p kös kös geri dönm elerini bekliyorduk. N e var ki, başlarına gelen bela çok daha dramatikti. Felaket gibi bir patlam a olmuş ve şiddetinden taa A z o r adalarına kadar bütün pen cereler zangırdamıştı. Beş yüz kilom etre­ lik bir alanda yaşayan h erkes dünyanın sonunun geldiğini sanmıştı. Bütün dünyayı sarsan o iğren ç patlam anın toplu halde haykırdıkları son bir feryat olduğunu v e hepsinin öldüğünü düşünmüştük.”

260


“A m a hepsi kurtuldular,” diye tahmin yürüttüm. “ Bir bakıma öyle denebilir. Kim isi hayatlarının ondan sonraki aşamasına ömür boyu lanetlenm e diyebilir. Birkaç hafta geçm ed en sıra dışı insanlara karşı, senin gibi sıra dışılar haricinde kimsenin gölgelerin den başka bir şey görm ediği korkunç yaratıklar tarafın­ dan birtakım saldırılar başladı. Bu bizim boş ruhlarla ilk çatışmamızdı. A radan bir süre geçince, bu duyarga mideli m enfur yaratıkların aslında bizim asi kardeşlerimiz olduğunu anladık. D en ey sonucu oluşan, dumanları tüten kraterden sürünerek çıkmışlardı. Birer tan­ rı olm ak yerin e kendilerini şeytana dönüştürmüşlerdi.” “N e re d e hata yapm ışlar?” “ Bu hâlâ bir tartışma konusu. Bir teoriye göre, yaşlanm a sü­ recini daha ruhlarının bile yaratılm adığı bir zam ana doğru geriye çevirmişlerdi. Bu n edenle onlara boş ruh diyoruz çünkü yürekleri ve ruhları boş. S on derece ironik ve acımasız bir sapm a sonucu aradık­ ları ölümsüzlüğe kavuştular. B oş ruhların binlerce yıl yaşayabileceği tahmin ediliyor, fakat hiç bitm eyen bir fiziki işkence çekiyorlar. S on derece aşağılık koşullarda varlık sürdürüyorlar. Başıboş hayvanları yiyip tecrit edilmiş bir halde yaşıyorlar. Üstelik eski akrabalarının etine karşı doym ak bilm ez bir açlık çekiyorlar çünkü bizim kanımız onların tek kurtuluş umudu. Bir boş ruh yeterin ce sıra dışı kişiyle beslendiği zam an bir yaratık haline g e liy o r.” “Y in e o k elim e,” dedim. “ E m m a’yla ilk karşılaştığımda beni öyle biri olmakla suçlamıştı.” “S eni daha baştan fark etm esem ben de öyle düşünebilirdim.” “N ed ir onlar?” “E ğer boş ruhların ceh en nem de yaşadığını düşünürsek -k i ke­ sinlikle ö y le - o zam an yaratık olm ayı A r a f’ta yaşam aya benzetebili­ riz. Yaratıklar n ered eyse sıradan insanlar gibidir. Sıra dışı yeten ek ­ leri yoktur. Fakat insan sanıldıkları için boş ruh kardeşlerine hizm et ederek yaşarlar. İzcilik ve casusluk ya p ıp onlara et tem in ederler. Bu lanetliler hiyerarşisi bir gün bütün boş ruhları yaratığa ve bütün sıra dışıları birer cesede çevirm eyi hedefliyor. ”

3 ^ - <$>-=<- 261


“ Peki, onları en gelleyen ne? Bir zam anlar sıra dışı olduklarına g ö re sizin gizlendiğiniz bütün yerleri bilm iyorlar m ı?” “ Ç o k şükür ki, eski yaşam larına ait bir şey hatırlamadıkları an­ laşılıyor. V e yaratıklar boş ruhlar kadar güçlü veya korkutucu ol­ madıkları halde, en az onlar kadar tehlikeliler. B oş ruhların aksine, sadece içgüdüyle karar verm iyorlar v e sık sık halkın içine karışabi­ liyorlar. Onları sıradan halktan ayırmak güç olsa da belli birtakım göstergeler var. Ö rn eğin gözleri; garip am a yaratıkların gö zb eb eği yok. ” Birden tüylerim diken diken oldu. D edem in öldürüldüğü gece, uzamış çim leri sulayan beyaz gözlü komşusu aklıma gelmişti. “ Gali­ ba ö yle birini gördüm . Onu kör bir ihtiyar zannetm iştim .” “ Ö yleyse onları birçoğum uzdan daha iyi fark ediyorsun. Yaratık­ lar fark edilm eden dolaşmakta ustadır. Toplu m u n içinde görü nm ez kişilikler edinirler. Tren d eki gri takım elbiseli adam, bozuk para di­ lenen yoksul, kalabalığın içinde gördüğün yüzler birer yaratık olabi­ lir. Bir kısmı daha fazla insanla tem as edebilm ek ya da onlara karşı daha güçlü bir konum da olm ak için hekim, politikacı, rahip olm ayı bile g ö z e alabilir. B ö y le ce A b e örn eğin de olduğu gibi, sıradan in­ sanlar arasında saklanan sıra dışıları daha kolay keşfedebilirler. ” Bayan P eregrin e evden getirdiği fo to ğ ra f albümünü alıp sayfala­ rı çevirm eye başladı. “ Bu fotoğrafları çoğaltıp bir tür aranan insan­ ların afişleri gibi her taraftaki sıra dışılara dağıttık. İşte bak .” Y a p m a bir rengeyiğinin üstüne binmiş iki kızı gösterdi. Ü rpertici görünüm ­ lü, gözleri boş bir N o e l Baba, geyiğin boynuzları arasından bakı­ yordu. “ Bu yaratık bir N o e l sırasında, A m erik a ’daki bir m ağazada çalışırken keşfedildi. Ç o k kısa bir zam an içinde çok sayıda çocukla temas etm e imkânına sahipti. O n lara dokunuyor, sorguluyor ve sıra dışı Özellikleri olup olm adığını araştırıyordu.” Sayfayı çevirince karşımıza sadist görünümlü bir diş hekiminin fo to ğ ra fı çıktı. “ Bu yaratık bir çen e cerrahı olarak çalışıyordu. P o z verdiği kafatasının sıra dışı kurbanlarından birine ait olduğunu duy­ sam şaşırm azdım .”

262 ->§-<§>- 0 - ^


Sayfayı çevirince bu kez tepesinde beliren bir g ö lg e karşısında korkudan y ere çökmüş bir kız çocuğuyla karşılaştık. “ Bu kız Marcie. Otuz yıl ön ce bir k öyde sıradan bir aileyle yaşam ak için bizi terk etti. Kalm ası için yalvardım am a dinlemedi. Ç o k geçm ed en , okul servisini beklediği sırada bir yaratık onu kaçırdı. O lay yerinde bulu­ nan fo to ğ ra f makinesinin içinden bu fo to ğ ra f çıktı.” “ K im çekm iş?” “Y aratığın kendisi. Dram atik eylem ler yapm aktan hoşlanırlar ve her zam an geride böyle alay eden bir hatıra bırakırlar. ” Fotoğraflara baktıkça tanıdık bir dehşet duygusu içimi kapladı.

263




D aha fazla bakam ayacağım ı anlayarak albümü kapadım. Bayan Peregrin e, “ Bütün bunları anlattım çünkü bilm ek senin doğuştan gelen hakkın,” dedi. “ Fakat tek sebep bu değil. Senden yardım istiyorum, içim izde kuşku uyandırmadan döngünün dışına çıkabilecek tek kişi sensin. Bizim le olduğun ve ileriye gidip gelm ek ­ te ısrar ettiğin m üddetçe, adaya yeni gelenleri gö zleyip bana haber verm en lazım .” A klım a babamın moralini bozan kuş gözlem cisi gelince, “ Ö n c e ­ ki gün birini görd ü m ,” dedim. “ G özlerini gördün m ü?” “ P ek sayılmaz. H a va karanlıktı ve yüzünü kısmen saklayan bü­ yük bir şapka takmıştı.” Bayan P eregrin e kaşlarını çatarak tırnaklarını ısırdı. “ N e oldu? S izce onlardan biri olabilir m i?” “ G özlerini gö rm ed en em in olam ayız am a adaya kadar takip edilm e olasılığın beni çok endişelendiriyor. ” “ N e dem ek istiyorsunuz? Bir yaratık tarafından m ı?” “ Belki büyükbabanın öldüğü ge c e gördüğünü söylediğin adamın ta kendisidir. Sana neden zarar verm ediklerini açıklar bu. Bu şekil­ d e onları daha zen gin bir ödüle, yani buraya getirm iş olabilirsin.” “ Fakat benim sıra dışı olduğumu nereden biliyorlar? B en bile bilm iyordum !” “ Büyükbabanı bildiklerine gö re senden haberdar olduklarına da em in olabilirsin.” Beni öldürm ek için ellerine g eçen onca fırsatı düşündüm. Portman D ed e m ’in ölüm ünden sonraki haftalar boyunca onları h ep yakında hissetmiştim. A ca b a beni izliyorlar mıydı? Y a p m a m ı iste­ dikleri şeyi ya p ıp buraya gelm em i m i bekliyorlardı? Şaşkınlıktan n e yapacağım ı bilem ez halde başım ı dizlerim e k o y­ dum. “ H erhalde bana bir yudum şarap verm ezsin iz,” dedim. “ Kesinlikle h ayır.” Birdenbire göğsü m de bir ağrı hissettim. “ G üvende olabileceğim bir yer var m ı?”

267


Bayan P eregrin e om zum a dokundu. “ Burada güvendesin. H e m istediğin kadar bizim le kalabilirsin.” Konuşm aya çalışsam da kekelem ekten ö te y e gidem edim . “ A m a b en -b en -a ilem . ” “ Onlar seni sevebilir am a asla anlayam azlar,” diye fısıldadı.

Kasabaya döndüğüm de güneş sokaklarda ilk uzun gö lgeleri oluş­ turmaya henüz başlamıştı. Bütün g e c e boyunca içenler gönülsüzce eve dönerken lamba direklerinin etrafında dolanıp duruyordu. K o ­ cam an kara çizm elerini ayaklarına geçirm iş balıkçılarsa ayık adım ­ larla limana yürüyordu. Babam derin uykusundan henüz uyanmış, kalkmak üzereydi. O yataktan çıkarken ben usulca yatağın içine gi­ rip kapım ı açm adan birkaç saniye ön ce yorga n ı kumlu giysilerimin üstüne çekm eyi başardım. “İyi m isin?” İnleyerek yüzümü duvara doğru dönünce dışarı çıktı. Ö ğled en sonra uyandığım da ortak kullandığımız odadaki masada sevimli bir not ve bir kutu grip ilacı buldum. Güldüm v e on a yalan söylediğim için bir an kendim i suçlu hissettim. Ardından onu m erak etm eye başladım. D eniz kıyısındaki burunda dürbünü v e küçük defteriyle dolanırken m uhtem elen koyun katili bir deli onun yakınında g e zi­ niyordu. G özlerim i ovuşturarak üstüme bir yağmurluk giydim . K öyü n et­ rafında bir tur attıktan sonra babamı veya o tuhaf ornitologu bul­ mayı ve gözlerin e iyice bakm ayı umarak yakındaki kayalıklarla kıyı­ ları dolaştım. Fakat ikisini d e bulamadım. Sonunda va zgeçip Rahip D eliğine döndüğüm de hava kararm ak üzereydi. Babam barda mü­ davim lerle oturmuş bira içiyordu. Etrafındaki boş şişelere bakılırsa epeydir buradaydı. Y a n m a oturup sakallı kuşçuyu görü p görm ediğini sordum. G ö r­ m ediğini söyledi. “Ş ayet görürsen benim hatırım için ondan uzak dur olur m u ?”

*

-

268 - £ - = ^ > - < ^ 0

'


G arip garip bana baktı. “ N e d e n ? ” “ O ndan hoşlanm ıyorum nedense. Y a delinin biriyse? Y a o koyunları o öldürdüyse?” “ Bu acayip düşünceler n ereden akima ge liyo r?” O n a anlatmak, her şeyi açıklamak istedim. Karşılığında beni anladığını söylem esini ve adam gibi bir baba nasihati verm esini di­ ledim. O anda her şeyin biz buraya gelm ed en önceki haline dön ­ mesini istedim. Bayan P e re g rin e ’in o mektubu bulmasından önceki günlere, zengin m ahallesinde ruhsal bunalım geçirerek yaşayan norm al çocuk olduğum günlere dönm ek istedim. Buna karşılık, bir süre babamın yanında hiçbir şey konuşmadan oturmakla yetindim. A radan sadece dört hafta geçtiği halde akıl erm eyecek kadar uzak bir geçm işte kalmış gibi hissettiğim o günlerde hayatım ın nasıl ol­ duğunu hatırlamaya çalıştım am a becerem edim . Sonunda konuşa­ cağım ız hiçbir konu olm adığından izin isteyip yalnız kalmak için üst kata çıktım.

269


f “

...

%ÿ • ■■■■

V -

: - ■•;•- ■ > .v ’ • ''v.

- , .. ;

*

^Vfv

:

■ -V '. X — r ? " ' Ä :

« •X

• •-

o m • ; ZU

-

'

- - „

i S',1' Si,

'

N c i B ö ı.i ■

,

s ; ; 'v f5 :

m

. ■

^ =

"ş»; fy :i i i ;:

,. , 'V ^ ASSt,

S.-,«— ■ ■

.

;

V

■ H p V ; ; ^ x - ' ï ï -

;'y

< V i. \ ;M :i

r-

'

.

•V 'A

"'

"â . V ... .V . ■'•■ ■

'

'


r

/ “ J alı ge cesi kendim hakkında bildiğim i sandığım şeylerin ■ V J

çoğu n u n yanlış olduğu ortaya çıkmıştı. P a za r sabahı babam la birlikte bavullarım ızı top la y ıp e v e d ö n m ek

ü zereydik. N e y a p a ca ğ ım a karar v erm ek için sadece birkaç gü­ nüm vardı. Y a kalacaktım y a d ö n ecek tim , ki iki seçen ek d e iyi görü n m ü yordu . Burada kalıp bildiğim h er şeyi nasıl g e rid e bı­ rakabilirdim ? Fakat bütün bu öğren d ik lerim d en sonra e v e nasıl dönebilirdim ? D aha kötüsü, bu konu hakkında konuşabileceğim kim se yok­ tu. Babam la konuşm am söz konusu bile olam azdı. E m m a sık sık n eden kalmak gerektiği konusunda hararetli nutuklar atsa da, hiçbiri (ne kadar yavan görünse de) terk etm em istenen yaşam a karşı bir çözüm getirm iyordu. A yn ı şekilde, ye gâ n e çocuklarının nedeni bilinm eyen bir şekilde birdenbire kaybolmasının ailem i nasıl etkileyeceğinin veya kendisinin bile kabul ettiği döngünün içindeki boğulm a duygusunu nasıl gidereceğin in cevabını da verm iyordu. “ S en buradayken h er şey daha iyi o lacak ,” dem ekten başka bir laf bilmiyordu. H e le Bayan P ereg rin e hiç yardım cı olmuyordu. S a d ece en ine boyuna konuşm ak istediğim halde, verdiği tek cevap benim adım a karar verem eyeceğiyd i. Y in e de benim kalmam ı istediği belliydi; benim güvenliğim bir yana, döngünün içindeki varlığım herkesin


daha güvende olmasını sağlayacaktı. Fakat bütün öm rüm ü onların bekçi k ö p eği olarak geçirm e fikri hoşum a gitm iyordu. (D edem in de aynı hisse kapıldığından ve savaştan sonra dön m eyi reddetm esinde kısmen bunun payı olduğundan kuşkulanmaya başlamıştım.) Sıra dışı çocuklara katılmak aynı zam anda liseyi bitirem em ek, üniversiteye gid em em ek ya da büyüyen insanların norm al olarak yaptıkları diğer işleri yapam am ak anlamına geliyordu. Fakat o za­ man kendi kendim e ben n o r m a l d e ğ ilim diye hatırlatıyordum. H e m boş ruhlar beni avlam ak istediğine g ö re , döngünün dışında ya ­ şayacağım hayat n ered eyse h er halükârda kısa sürecekti. Günlerimi korku içinde geçirip sürekli arkamı kollayacak, geceleri kâbuslarla uyanacak, sonunda gelip biletim i kesm elerini bekleyecektim . Bu olasılık, üniversiteye gid em em ekten çok daha kötü görünüyordu. Sonra üçüncü bir yo l olam az m ı d iye düşündüm. Elli yıl boyunca döngünün dışında yaşayıp boş ruhları püskürten Portm an D edem gibi olam az m ıydım ? O zam an buna içim den itiraz eden bir ses yükseldi. O askeri e ğ itim a lm ış tı salak. S o ğ u k k a n lı b ir savaşçı o lm u ş ­ tu. İçi nam lu su kes ilm iş tü fe k le r le d o lu b ir d o la b ı vardı. Ş e n le k ıyaslan dığı za m a n R a m b o gib iy d i. İyim ser yanım atış poligonunda eğitim alırım diyordu. Karate öğrenirim . Sürekli idm an yaparım . D a lg a m ı g e ç iy o rs u n ? L is e d e b ile k en d in i k o ru y a m a d ın l Sana m u h a fız lık e tm e s i için o am eley e rüşvet ve rm ek zo ru n d a kaldın. B iris in e silah d o ğ ru ltm a y a kalksan k ork u d a n a ltın a yaparsın. H a y ır, yapm a m . S e n zayıfsın. Sen ezik sin. O yüzd en sana g e rç e k te n k im o l ­ d u ğ u n u h iç s ö y lem ed i. B e c e re m e y e c e ğ in i b iliy o rd u . K es sesini. K e s sesini. Günler boyunca bu ikilemi yaşadım . K a la y ım m ı, d ö n e y im m i? H içbir çözüm bulamadan takıntı halinde bunu düşündüm. Bu arada babamın kitap konusundaki hevesi tam am en kaçmıştı. Çalışm ayı azalttıkça m orali daha çok bozulmuştu. M orali bozuldukça barda

272

---------

»—


geçirdiği vakit artmıştı. H iç o şekilde içtiğini görm em iştim , g e c e ­ d e altı - yedi bira içiyordu. Ö yle olduğu zaman yanında durmak istem iyordum. Ç o k efkârlıydı, susup som urtm adığı zam an duymak istem ediğim şeyler söylüyordu. Bir ge ce, “A n n en yakında beni terk e d e cek ,” dedi. “ Kısa za­ manda bir şey yapam azsam , gerçekten bunu yapabilir.” O ndan kaçm aya başladım. Bunu fark ettiğini bile pek sanmı­ yorum . Geliş gidişlerim hakkında yalan söylem ek hüzünlendirici dereced e kolaylaşmıştı. Bu arada sıra dışı çocukların yuvasında, Bayan P eregrin e adeta bir tecrit uyguluyordu. Sanki sıkıyönetim ilan edilmiş gibiydi. Kü­ çük çocuklar yanlarında büyük biri olm adan hiçbir ye re gidem iyor, büyükler çiftler halinde dolaşıyor, h er seferinde Bayan P e re g rin e ’e haber verm eleri gerekiyordu. Dışarı gitm ek için izin almak işkence gibiydi. Evin ön v e arka tarafını g ö zetlem ek am acıyla vardiyalar halin­ d e n öbetçiler görevlendirilm işti. Bütün gün ve gecen in büyük bir kısmı boyunca pencerelerin önünde dışarıyı seyreden sıkılmış yüz­ ler görülüyordu. Birinin yaklaştığını gördükleri zam an ucu Bayan P e re g rin e ’in odasındaki zile bağlı ip e asılıyorlardı. Bu durumda, ne zaman eve gelsem o beni sorgulam ak için kapıda bekliyordu. D ö n ­ günün dışında neler oluyordu? G arip bir şeyler görm üş müydüm? Ta k ip edilm ediğim den em in miydim? Çocukların biraz keçileri kaçırır gibi olması şaşırtıcı değildi. Kü­ çükler taşkınlık yaparken büyükler sıkılıyordu. H erkesin duyacağı bir sesle yeni kurallardan şikâyet ediyorlardı. Durup dururken birinin abartılı bir şekilde iç çektiği duyuluyordu. B ö y le anlarda M illard’ın odada dolaştığını anlıyorduk. H u g h ’un arıları sürüler halinde g e ­ zinip etraftakileri sokm aya başlayınca e ve girm eleri yasaklandı. Bunun üzerine H u gh bütün vaktini p en ceren in önünde geçirm eye başladı. Arıları camın öbür tarafında uçuşuyordu. Kurşun ayakkabılarını kaybettiğini iddia eden O live, tavanda si­ nek gibi dolaşm aya koyuldu. O dada bulunanların kafasına pirinç ta­

273

- +—


neleri atıyor, sonunda kafasını kaldıranlar onu görü n ce neredeyse bayılana kadar kahkaha attığından dengesi bozulup yere düşecek gibi oluyordu. D ü şm em ek için bir avizeye vey a kornişe tutunmak zorunda kalıyordu, içlerinde en acayibi E n och ’tu. Kilden askerle­ ri üzerinde Dr. Frankenstein’ı kıskandıracak deneysel ameliyatlar yapm ak üzere bodrum daki labaratuvarına kapanmıştı. Berbat bir örüm cek adam yapm ak için iki tane askerin kollarıyla bacaklarını kesiyor veya enerjisi hiç tü kenm eyecek şekilde bir süper-kildenadam yaratm ak am acıyla dört tavuğun yüreğini bir askerin göğsün e yerleştiriyordu. Askerlerin m inik gri bedenleri bu baskıya dayana­ m ayıp birer birer iflas edince, bodrum iç savaştaki bir askeri hasta­ n eye benzemişti. Bayan P ere g rin e ’e gelince, o sürekli hareket halindeydi. P ip o ­ sunu artarda doldurup içiyor, gözünün önünde olmadıkları anda kaybolacaklarmış gibi çocukları sürekli kontrol etm ek için odadan odaya topallayarak dolaşıyordu. A ra d a bir uyuşukluğundan kurtu­ lan Bayan A v o c e t koridorlarda gezin ip zavallı evlatlarına ümitsizce seslendikten sonra birinin kollarına yığılınca yatağına geri götürü­ lüyordu. Bayan A v o c e t ’in trajik çilesi ve boş ruhların y m b ry n e leri neden kaçırmak istedikleri konusunda bir sürü paranoyakça tah­ min yapılıyordu. S o n derece tuhaf teorilerin yanında (bütün g e ­ zegen i yutacak kadar geniş, tarihin en büyük zam an döngüsünü yaratm ak), gülünç d ereced e iyim ser teoriler vardı (boş ruhlarla dost olm ak; ruh yiyen korkunç bir canavarın son derece yalnız olması). Sonunda e v e ürkütücü bir sessizlik çökmüştü. İki gün boyunca hapis hayatı yaşam ak herkesi aşırı halsizliğe itmişti. D epresyon a karşı en iyi savunmanın rutini sürdürmek olduğuna inanan Bayan P eregrin e herkesin ilgisini günlük derslerine çek m ey e çalışıyor, günlük yem eklerin hazırlanması ve evin tertem iz tutulması için uğ­ raşıyordu. G elgelelim çocuklar bir iş yapm a konusunda doğrudan talimat almadıkları zaman koltuğa göm ü lü p boş gö zlerle dışarıyı seyrediyor, daha ö n ce yüzlerce kez okudukları, sayfaları kıvrılmış kitapları karıştırıyor veya uyuyordu.


Sıra dışı yeten eğin i sergilediğini hiç görm ed iğim H o ra c e bir ak­ şam çığlık atm aya başladı. Bir grup çocuk fırlayıp n öbet tuttuğu tavan arasına çıktık. H o ra c e oturduğu sandalyede pür dikkat ke­ silmiş, bir kâbustan uyanmışçasına elini havada bir şey kovar gibi savuruyordu. Çığlık atarken birden anlamsız sözler sö ylem eye baş­ ladı. D enizlerin kaynadığını, gökyüzünden kül yağdığını, sonsuz bir duman bulutunun bir örtü gibi dünyayı boğacağını haykırdı. Birkaç dakika süren bu kehanet gibi duyurulardan sonra görünüşe bakılır­ sa halsizlikten kıpırdayam az olmuş v e huzursuz bir uykuya dalmıştı. D iğerleri bu olayı daha ö n ce görmüştü. Ö yle sık görm üşlerdi ki, geçirdiği nöbetleri gösteren fotoğraflar Bayan P e re g rin e ’in al­ bümünde vardı. O yüzden ne yapacaklarını biliyorlardı. Müdirenin talimatı üzerine kollarıyla bacaklarından tutup yatağına götürdüler. Birkaç saat sonra uyandığında gördüğü rüyayı hatırlamadığını söy­ ledi. H atırlam adığı rüyaların pek ender g e rç e ğ e döndüğünü iddia etti. Çocukların kaygılanacak bir sürü m eselesi olduğundan bu id­ diayı doğru kabul ettiler. O ysa ben bir şey sakladığını hissetmiştim.

275



C airnholm gibi küçük bir kasabada birisi ortalıkta görünm ediği zam an bunun fark edilm em esi mümkün değildir. O yüzden, Martin çarşam ba günü m üzeyi açm ayınca v e g e c e eve dönm eden önce Priest H o le ’da h er zamanki gibi içkisini yudum lam aya uğram ayınca herkes onun hasta olduğunu düşündü. K e v ’in karısı bakm ak için e v e gittiğinde kapının ardına kadar açık olduğunu, cüzdanıyla g ö z ­ lüğünün m utfak tezgâhı üzerinde durmasına rağm en evd e kimsenin bulunmadığını gördü. Bunun üzerine herkes öldüğünden kaygılan­ m aya başladı. Ertesi gün yine ortalıkta gözü km eyince bir grup er­ kek kulübeleri arayıp, ters dönm üş sandalların altına bakm ak için yola çıktı. Evli olm ayan v e viski içm eyi seven bir adam ın bir içki âlem i sonunda sızıp kalabileceği her yeri arayacaklardı. T a m işe koyulmuşlardı ki, telsizden bir anons duyuldu; M artin’in cesedi ok­ yanusta bulunmuştu. O nu bulan balıkçı geldiğin de pubda babamla birlikte oturuyor­ dum. D aha ö ğle saatini biraz geçm esin e rağm en prensiplere g ö re kendisine bira verildi. Birkaç dakika sonra adam olayı anlatmaya başladı. “ G annet Burnu’nda ağ atıyordum. A ğ bana çok ağır geldi. Ç o k garipti çünkü orada genellikle ufak tefek şeyler çıkar, karides fi­ lan. A ğ ın bir ye n g eç kafesine takıldığını sandım. O yüzden zıpkını alıp sandalın altına eğildim. Biraz sonra bir şeye takıldı.” Marazi bir anaokulunda masal saatiymiş gibi h epim iz taburelerimizi ona biraz daha yaklaştırdık. “ M artin’in ta kendisiydi. Uçurumdan aşa­ ğı düşmüş ve köpekbalıkları tarafından ısırılmış gibi bir hali vardı. G ecenin köründe üstünde sabahlığı ve el arabasıyla o uçurumun tepesinde ne arıyordu kim bilir?” “ Giyinik değil m iydi?” diye sordu K ev. “ Belki yatm ak üzere giyinmişti. Y ağm u rda yürüm ek için d eğil.” H erkes M artin’in ruhu için kısa birer dua mırıldandıktan sonra teoriler ü retm eye başladı. Birkaç dakika g e çm ed en m ekân, çakır­ keyif Sherlock H o lm e s ’larla dolu duman altı bir batakhaneye d ö n ­ müştü.


A dam ın biri, “ H erhalde sarhoştu,” diye ortaya bir fikir attı. Bir başkası, “ Belki uçurumun orada koyun katilini görmüştü, onu kovalıyordu ,” dedi. “ Şu yeni gelen kafadan çatlak adam a n e d em eli?” diye sordu balıkçı. “ H ani şu kam p ya p a n .” Babam taburesinde doğruldu. “ B en iki g e c e ö n ce on a rastla­ d ım .” Şaşkınlık içinde on a döndüm . “ Bana söylem ed in .” “ K apanm adan yetişm ek için ecza n eye gidiyordum , bu adam da kasabanın dışından, karşı taraftan geliyordu. Ç o k acelesi vardı. Ta m a m en rahatsız etm ek için yanım dan geçerk en bir om uz attım. Durup dik dik bana baktı. Korkutm aya çalışıyordu. Ben de gö zleri­ mi o n a dikip burada n e aradığını, ne işle uğraştığını sordum. Çünkü gördüm ki, burada insanlar kendilerinden bahsediyorlar.” K e v tezgâhın üstüne yaslandı. “ E ee ?” “ Bir an bana vuracakmış gibi davrandı, sonra yürüyüp uzaklaştı.” Bunun üzerine birçok m üdavim peş p eşe sorular sorm aya baş­ ladı; bir o rn itolog ne iş yapardı, adam niye kam p kurmuştu ve ön ­ ced en duyduğum birçok soru. B enim se kaç gündür sorm aya can attığım tek bir sorum vardı. “ O n da tuhaf bir şey fark ettin mi? Y ü ­ zünde?” Babam bir an düşündü. “ Evet, gerçekten. Güneş gözlüğü tak­ mıştı. ” “ G e c e m i? ” “ Ç o k garipti.” Birden m id em bulandı v e kusacak gibi oldum. B abam yumruk yumruğa bir kavgadan ço k daha büyük bir tehlikenin eşiğine gel­ mişti. Bu durumu en kısa zam anda Bayan P e re g rin e ’e söylem em gerektiğini biliyordum.

*‘

“ A m aan , saçm alam ayın,” dedi K ev. “ C airn h olm ’d a yüz yıldan beri cinayet işlenmedi. H e m neden ihtiyar M artin’i öldürm ek iste­ sinler ki? H iç mantıklı değil. B ahse girerim otopsi sonucu açıklandı­ ğı zaman gelecek yüzyıla y e te cek kadar içmiş olduğu ortaya çıkar.”

278


Balıkçı, “ O ndan ö n ce büyük bir bela olabilir,” dedi. “ H a va du­ rumunda büyük bir fırtınanın geldiği söylendi. S on bir yılın en şid­ detlisiym iş.” K ev, “ H a va durumunda söylem işler,” diye dalga geçti. “ Şimdi yağm ur yağdığını bilm ek istiyorsam o geri zekâlılara gü ven m em .”

A d a sakinleri Tabiat A n a ’nın C airn h olm ’da yapabilecekleri konu­ sunda genellikle iç karartıcı tahm inlerde bulunuyorlardı. Sonuçta hava koşullarının insafına kalmışlardı v e hepsi doğuştan karamsar­ dı. N itekim bu kez en kötü korkuları doğru çıkmıştı. Bir haftadan beri adayı d ö ven yağm ur v e rüzgâr o ge c e ço k sert bir fırtınaya dönüştü. K apkara bulutlar gökyüzünü kaplarken denizde köpük­ lü d ev dalgalar oluştu. Bir yandan M artin’in ölümü, diğer yandan hava durumu hakkında konuşan bütün kasabanın yanı sıra çocuk yuvasının sakinleri de evlerine hapsoldu. Pen cerelerin panjurları kapatılıp kapılar sürgülendi. D e v dalgalar tekneleri salladıkça pala­ marları kopacakm ış gibi gıcırdıyordu. Bu fırtınada denize açılm ak intihar anlamına geleceğin den kimse limanı terk etm eyi g ö z e ala­ madı. Anakaradaki polis, deniz sakinleşm eden M artin’in cesedini çıkaram adığı için kasaba halkı onun cesedinin ne olacağı şeklindeki asap bozucu soruyla baş başa kalmıştı. Sonunda adadaki en büyük buz stoğuna sahip balık satıcısının, onu dükkânın arkasında som on, m orina v e diğer balıklarla birlikte bekletm esine karar verildi. N e de olsa, onlar da M artin gibi denizden çıkarılıyordu. Babam R ahip Deliğinden aynlm am am için bana sıkı sıkıya tem ­ bih etmişti am a Bayan Peregrine de tuhaf bir şey gördüğüm zaman haber verm em i tembihlemişti. Kuşkulu bir ölüm den daha tuhaf ne olabilirdi? O yüzden, ge ce üşüttüğümü bahane edip odam a kapan­ dım. Bir süre sonra pen cereden çıkıp yağmur oluğuna tutunarak aşa­ ğı indim. O havada kimse dışan çıkacak kadar enayi olmadığından ana caddede fark edilm e korkusu olm adan koştum. Kırbaç gibi inen yağm ur damlalan vurdukça kapüşonumdan hışırtılar geliyordu.

279

O


Ç ocu k yuvasına vardığım da bana şöyle bir bakan Bayan P ereg rine aksi giden bir şeyler olduğunu anlamıştı. Kan çanağına dön ­ müş gözlerini bana dikerek, “ N e oldu?” diye sordu. O n a kasabada duyduğum söylentileri ve yarım yam alak olayları anlattığım da beti benzi attı. B eni aceleyle oturma odasına götürüp panik içinde bulabildiği bütün çocukları oraya topladı. Seslendiği zam an cevap verm eyen birkaç çocuğu bulup getirm ek için dışarı fırladı. Odadakiler kaygılı ve şaşkın bir halde bekliyordu. E m m a ’yla Millard beni bir köşeye çektiler. Millard, “ N e d en b ö y­ le telaşlandı?” diye sordu. Onlara usulca M artin’in başına gelenleri anlattım. Millard derin bir iç çekerken Em m a üzgün bir tavırla kollarını kavuşturdu. “ G erçekten o kadar kötü m ü?” diye sordum. “Y an i, boş ruhlar olam az. O nlar sadece sıra dışıları avlıyor değil m i?” Em m a homurdandı. “ Sen mi söylersin yoksa ben m i?” Millard, “ B oş ruhlar sıra dışıları büyük ölçüde sıradan insanlara tercih ed erler,” dedi. “ Fakat ayakta kalabilmek için n e bulurlarsa yerler, yeter ki canlı v e etine dolgun olsun.” “Bir boş ruhun etrafta olduğunu anlamanın yollarından biri budur,” dedi Em m a. “ C esetler birikm eye başlar. O yüzden genellikle göçebedirler. Sık sık yer değiştirm ezlerse, izlerini bulmak kolaylaşır.

v

Sırtımda bir ürperti hissederek sordum. “ N e kadar sık yem eleri gerekir?” “ Eh, e p e y sık,” dedi Millard. “Yaratıklar vakitlerinin büyük bir kısmını boş ruhlara yiyecek bulmakla harcar. Fırsat buldukça sıra dışıları ararlar am a enerjilerinin büyük bir kısmını boş ruhlar için sıradan kurbanlar bulmak için harcarlar. H ayvan ya da insan bul­ duktan sonra kalan pisliği saklarlar.” Biraz ilginç bir k em irgen türü­ nün ürem e eğilim leri hakkında bilimsel bir açıklama yaparm ış gibi konuşuyordu. “ Peki, yaratıklar hiç yakalanmaz m ı?” diye sordum. “ Y an i, in­ sanların katledilm esine yardım ediyorlarsa, sizce...”

— «— =

2

8

0

-


Em m a,

“ Bazıları yakalanıyor,” dedi.

“ H aberleri dinliyorsan,

bahse girerim bazılarını duymuşsundur. Bir tane adam ı yakalamış­ lardı; buz kutusunda kesik insan başları, alçak bir ocağın üstündeki et kazanının içinde yaşlı kadınlar vardı. A d a m sanki N o e l yem eğ i hazırlıyordu. Bu olay senin zam anında çok eski geçm işe ait d eğil.” G ecen in g e ç bir vaktinde, buna benzer dehşet verici koşullarda yakalanmış Milu/aukeeli yam yam seri katilden bahseden ö zel bir haberi hayal m eyal hatırladım. “J effrey D ah m er mi dem ek istiyorsun?” “ Evet, sanırım o beyefendinin adı buydu,” dedi Millard. “ H ayret verici bir olay. Uzun yıllar boyunca boş ruh olm adığı halde, anlaşı­ lan taze ete yönelik iştahı hiç kesilmemiş. ” “ Sizin gelecek hakkında bilginiz olm adığını sanıyordum ,” de­ dim. Em m a hınzırca güldü. “ Kuş gelecekle ilgili sadece güzel şeyleri kendine saklıyor, bizim h ep can sıkıcı olayları duyduğumuza em in olabilirsin.” O sırada E n och ’la H o ra c e ’ı göm leklerinin ucundan çek erek g e ­ tiren Bayan P eregrin e odaya döndü. Bunun üzerine herkes pürdikkat kesildi. B eni takdir ettiğini gösteren bir baş hareketi yapan B a­ yan P eregrin e, “A z ö n ce yeni bir tehdit haberi aldık,” diye konuştu. “ Döngüm üzün dışında bir adam şüpheli bir şekilde ölmüş. Sebebini kesin olarak bilm eyip güvenliğim ize karşı ciddi bir tehdit olduğun­ dan em in olm asak da, öyleym iş gibi buna hazırlıklı bulunmamız g e ­ rekir. Y e n i bir duyuruya kadar, akşam y e m e ğ i için sebze toplam ak veya bir kaz yakalam ak için dahi olsa kimse evi terk etm eyecek. ” Odada toplu bir hom urdanma yükselince Bayan Peregrin e bağı­ rarak devam etti. “ Şu son birkaç günden beri hepim iz çok sıkıntı çek­ meyiz. Sizden sabırlı davranmaya d evam etm enizi rica ediyorum. ” Parm aklar havaya kalkmasına rağm en hiçbir soru sorulmasını kabul etm eyen B ayan P eregrin e kapıları kilitlemek için odadan çık­ tı. Panik içinde onun arkasından koştum. A d a d a gerçek ten tehlikeli bir durum varsa, döngüden dışarı adım attığım anda öldürülebilir­


dim. A m a burada kalırsam, ben kayboldum diye üzüntüden yatak­ lara düşmesi bir yana onu savunmasız bir halde bırakacaktım. Bu nedense bana daha kötü geliyordu. Bayan P e re g rin e ’e yetişip, “ G itm em lazım ,” dedim. B eni boş bir odaya sokup kapıyı kapadı. “ Yüksek sesle konuş­ m a ve kurallarıma u y,” diye buyurdu. Söylediklerim senin için de geçerli. K im se bu evden ayrılam az.” “A m a ...” “Ş im diye kadar senin benzersiz konum undan ötürü dilediğin zam an gidip gelm en konusunda daha ö n ce kim seye tanınmamış ölçüde serbestlik tanıdım. Fakat seni buraya kadar takip etm iş ola­ bilirler, bu durumda evlatlarımın hayatı tehlikede dem ektir. Onları - y a da k en din i- daha fazla tehlikeye atm ana izin v e re m e m .” “A n la m ıyo r musunuz?” dedim öfkeyle. “T ek n eler denize açıla­ m ıyor. Kasaba halkı kısılıp kaldı. Babam da öyle. E ğer gerçekten bir yaratık varsa v e düşündüğüm kişiyse, zaten babamla neredeyse kavgaya tutuşacaklarmış. A d a m hiç tanım adığı birini boş ruhlara teslim ettiyse, bir sonraki kim olur dersiniz?” Yüzü taş gibi ifadesizdi. “ Kasaba halkının durumu beni ilgilen­ dirm ez. Evlatlarımı tehlikeye atam am . H iç kim se için .” “ S ad ece kasaba halkı değil. S ö z konusu olan babam. Birkaç tane kapıyı kilitlemeniz benim çıkm am ı en geller mi sanıyorsunuz?” “ Belki en gellem ez. A m a buradan ayrılmakta ısrar edersen, o zaman hiç geri dön m em en için ısrar ederim ben d e .” Ö y le şaşırmıştım ki kendim i tutam ayıp güldüm. “A m a bana ih­ tiyacınız va r.” “ Evet var, h em de ç o k .”

H ışım la E m m a ’ nm üst kattaki odasına çıktım, içeride, şayet N o rm an R ockw ell hapiste çile dolduran insanların resmini yapm ış olsa ancak bu kadar ben zeyebilecek bir hüsran tablosu vardı. Bronvvyn kıpırdamadan pen cereden dışarıyı seyrediyordu. E noch yere otur­


muş sert bir kil parçasını yontuyordu. Em m a yatağın kenarına iliş­ miş, dirseklerini dizlerine dayam ış bir halde bir defterin sayfalarını yırttıktan sonra parmakları arasında yakıyordu. İçeri girdiğim zaman, “ D em ek geri döndü n!” dedi. “ H iç ayrılm adım ki. Bayan P eregrin e beni bırakm ıyor.” Ben yaşadığım ikilemi açıklarken herkes kulak kesilmişti. “Ayrılm aya kalkarsam beni d ön m em ek üzere kovacak.” Em m a bütün defteri yakmıştı. “ Bunu ya p a m a z!” diye bağırırken elini yalayan alevlere aldırış bile etmiyordu. “N e isterse ya p a r,” dedi Bronvvyn. “ O Kuş.” Em m a defteri ye re atıp üstüne basarak alevleri söndürdü. “S ize gid eceğim i sö ylem eye geldim , beni istese de istem ese de gideceğim . Burada mahkum olm ayacağım v e babam gerçekten tehlike altındayken başımı kuma g ö m m e y e c e ğ im .” Em m a, “ Ö yleyse ben de seninle geliyoru m ,” dedi. “Ciddi olam azsın,” diye karşılık verdi Bronvvyn. “C iddiyim .” “S en su katılmadık aptalsın,” dedi Enoch. “ Bumburuşuk bir ihti­ yar haline geleceksin, üstelik ne için? Onun için m i?” “ G elm e y e c e ğ im ,” dedi Em ma. “ Zam anın aradaki farkı kapat­ ması için döngünün dışında saatlerce kalman gerekir. Bizim işimiz o kadar uzun sürm eyecek değil m i J a co b ?” “ Bu kötü bir fikir,” diye cevap verdim . “N eym iş kötü fikir?” dedi Enoch. “H ayatını neden tehlikeye at­ tığını bile bilm iyor.” Bronvvyn, “ M üdire bundan h oşlanm az,” diye g e rçeğ i açıkladı. “ Bizi öldürür E m .” Em m a aya ğa kalkıp kapıyı kapadı. “ Bizi müdire değil o yaratık­ lar öldürecek. H e m öldürm eseler bile bu şekilde yaşam ak ölm ekten beter olabilir. Kuş bizi öyle sıkıyor ki n efes bile alamıyoruz. Bütün seb ep dışarıda h er n e varsa yüzleşecek cesareti olm am ası!” O ana kadar yanım ızda olduğunu fark etm ediğim Millard, “ Y a da dışarıda olm ayan la,” dedi.


Bronvvyn, “A m a hoşuna gitm eyecek ,” diye tekrarladı. Em m a kavgaya hazır bir halde arkadaşına yaklaştı. “ O kadının eteği altında daha ne kadar saklanabilirsin?” “ Bayan A v o c e t ’in başına gelenleri unuttun m u?” diye sordu Millard. “ Çocuklar döngüden ayrılınca öldürüldüler v e Bayan Bunting kaçırıldı. Oldukları yerde kalsalardı bu kötülükler olm ayacaktı.” “Kötülükler olm ayacak m ıydı?” diye kuşkuyla sordu Emma. “ Evet, boş ruhların döngülerin içine girem ediği doğru. A m a ya­ ratıklar girebilir, çocuklar da dışarı çıkm aya o şekilde kandırılmış. Olduğum uz yerd e oturup ö n kapıdan girm elerini mi bekleyeceğiz? Y a akıllıca kılık değiştirip bu kez silah getirirlerse ne olacak?” Enoch, “ B en olsam şöyle yapardım ,” diye konuştu. “ H erkes uyuyana kadar bekler, ardından N o e l Baba gibi bacadan inerdim ve B A M !” E m m a’nın yastığına hayali bir silahla ateş ed er gibi yaptı. “ H erkesin beyni duvara yapışırdı.” Millard içini çekerek, “Teşekkü rler,” dedi. “ Onları fark ettiğim izi anlamalarına fırsat verm ed en darbeyi in­ dirm eliyiz,” dedi Em ma. “ Elim izde hâlâ şaşırtma kozumuz varken kullanmalıyız.” “A m a orada olduklarını bilm iyoruz!” dedi Millard. “Buluruz.” “ P ek i nasıl yapm ayı düşünüyorsun? B oş ruh g ö re n e kadar etraf­ ta dolaşacak mıyız? Sonra ne olacak? ‘A ffedersiniz, bizi y e m e k o ­ nusunda niyetinizin ne olduğunu m erak ediyorduk’ mu d iy eceğ iz?” “Jacob var y a ,” dedi Bronw yn. “ Onları görebilir.” B oğazım ın düğüm lendiğini hissettim. Bu avcı grubu kurulacaksa bir bakım a herkesin güvenliğinden ben sorumlu olacaktım. “ Ben onları sadece bir kez g ö rd ü m ,” diye uyarıda bulundum. “ O yüzden kendim i uzman sayam am .” Millard, “ H e m onlardan birini gö re m ezse ne olacak?” diye sor­ du. “Y a gerçek ten burada olmadıkları ya da saklandıkları anlam ına gelebilir. Şimdi olduğu gibi o zam an da elinizde ipucu o lm ayacak.” H erkesin yüzü asıldı. Millard mantıklı bir söz söylemişti.

284


“ Görünüşe bakılırsa, mantık bir kez daha ağır bastı,” diye ko­ nuştu. “ B en gidip akşam ye m eğ i için yulaf lapası alacağım , isyancı adaylarından katılmak isteyen varsa bana eşlik edebilir.” Y erin d en kalkıp kapıya doğru gittiği sırada yatak yayları gıcırda­ dı. Fakat odadan çıkm aya fırsat bulamadan Enoch ayağa fırlayıp, “ Buldum !” diye bağırdı. Millard durdu. “ N e buldun?” Enoch bana döndü. “ B oş ruhların yiyip yem ediğini bilm ediğim iz adam var ya, onu nerede tuttuklarını biliyor musun? “ Balıkçı dükkânında.” Ellerini ovuşturdu. “ Ö yleyse nasıl em in olacağım ızı biliyorum .” “ Nasıl ola ca ğ ız?” diye sordu Millard. “ O n a sora ca ğız.”

Bir keşif kolu oluşturuldu. B enim yalnız gitm em e açıkça karşı çıkan Em m a bizim le gelecekti. Bayan P e re g rin e ’i kızdırmaya çekinen am a bizi koruması gerektiğini düşünen Bronvvyn ve planını uygu­ layacağım ız Enoch da ekipteydi. G örünm ezliği işe yarayabilecek olan Millard bize katılmamıştı; üstelik bizi ispiyonlam am ası için onu ayartm ak zorunda kalmıştık. Em m a, “ H e p birlikte gidersek o zaman Kuş J a co b ’u a foroz e d e m e z ,” diye m antık yürüttü. “ Dördümüzü birden a fo ro z etm esi ge rek ir.” Bronvvyn, “A m a ben a fo ro z edilm ek istem iyorum !” dedi. “Asla yapam az W yn . M esele burada. H e m hava aydınlanm adan dönersek belki gittiğim izi bile fark e tm e z.” Bu konuda kuşkulu olsam da, d en em eye d eğ eceğin d e h em fi­ kirdik. Kaçışım ız tıpkı hapisten firar etm e y e benziyordu. Evin en kargaşalı zam anı olan yem ekten sonrası, Bayan P ereg rin e’ in dikka­ tinin d e en çok dağıldığı andı. Em m a oturm a odasına, ben çalışma odasına gidiyorm uş gibi yaptık. Birkaç dakika sonra üst kattaki ko­ ridorun sonunda buluştuk. Burada, tavandaki bir kapağın arkasında 285


m erdiven vardı. M erdiven e ö n ce Em m a tırmandı, arkasından ben çıktım. K a p a ğı arkamızdan kapayıp küçük v e karanlık tavan arası­ na girdik. U çtaki havalandırm a kapağını kolayca yerinden çıkarın­ ca, çatının düz bir kısmına çıktık. G ecen in karanlığında dışarı çıktığımızda diğer iki üye bizi bekli­ yordu. Bronvvyn bize sımsıkı sarılıp aşağıdan aldığı birer siyah mu­ şamba yağmurluk verdi. D öngünün dışında bizi bekleyen fırtınaya karşı belli bir korum a sağlayacağını düşünerek bunları giym eyi ben önerm iştim . Y e r e nasıl ineceğim izi sorm ak üzereyken O live’ in ha­ vada uçarak dam ın üstünde yükseldiğini gördüm . Gülerek,

“ K im paraşüt oyunu oynam ak ister?” diye sordu.

Ayakları çıplaktı v e beline kaim bir ip dolamıştı. İpi neyin tuttuğunu m erak ederek dam dan aşağı bakınca F ion a ’yı gördüm . P en cered en sarkmış vaziyette ipi elinde tutuyordu. B eni görü n ce el salladı. A n ­ laşılan suç ortaklarımız vardı. “ Ö n ce sen ,” diye bağırdı Enoch. “ B en m i?” Endişeyle çatının kenarından ge riye kaçtım. Em m a, “ O liv e ’e sıkıca tutunup atla,” dedi. “ Kalça kem iğim i kırm am a yol açacak böyle bir plan olduğunu hatırlam ıyorum .” “ Bir şey olm az aptal. S en O liv e ’e sarıl yeter. Ç o k eğlenceli. Birçok kez yaptık.” Son ra bir an düşünüp, “ Ş ey, bir kere yaptık,” dedi. Görünüşe bakılırsa başka çare yoktu. O yüzden kendim i topla­ yıp çatının kenarına yaklaştım. O live, “ K o rk m a !” dedi. “ S öylem esi kolay. S en nasıl olsa düşm ezsin.” Kollarını uzatıp bana sarıldı. B e n d e onu tuttum. “Ta m a m , gide­ lim ,” diye fısıldadı. G özlerim i kapayıp boşluğa adım attım. Korktu­ ğum gibi düşm eyip hava kaçıran bir balon gibi yavaşça ye re indik. “ E ğlenceliydi,” dedi O live. “Şim di in bakalım !” B en yere basınca, “ H iiiii!” diyerek füze gibi hızla çatıya yükseldi. Yukarıdakiler onu susturup birer birer aşağı indi. Tek rar bir araya gelince usulca a y ışığının vurduğu orm ana girdik. Fion a ile O live


bize el sallıyordu. Belki hayal görüyordum am a rüzgârda dalgala­ nan çalıdan heykeller de bize el sallar gibiydi. A d e m ise hüzünle vedalaşır gibi başını sallıyordu. —- İ

4 ^

Bataklığın kenarında soluklanmak için durunca Enoch şişkin palto­ sunun içine elini sokup tülbende sardığı birtakım paketler çıkardı. “A lın şunları, hepsini ben taşıyam am .” Bronvvyn, “ N e var bunlarda?” diye sorup bezi açınca ortaya içindeki küçük tüpler kıpırdayan iri v e kahverengi bir et parçası çıktı. Paketi hızla uzaklaştırırken, “ Ö ff, çok kötü k ok u yor!” diye bağırdı. Enoch, “ Sakin ol, alt tarafı bir koyun yü reği,” deyip aşağı yukarı aynı boyutta bir parçayı ben im elim e tutuşturdu. Form aldehit k o­ kan parça b eze sarılı olduğu halde itici bir ıslaklığa sahipti. Bronvvyn, “ Bunu taşırsam kusacağım ,” dedi. Gücenm iş görü nen Enoch, “ G ö rm ek isterdim ,” diye hom urdan­ dı. “Yağm urluğunun içine sok da yolumuza devam ed e lim .” Bataklığın ortasındaki gizli şeritten yürüdük. Buradan artık o ka­ dar çok geçm iştim ki, n ered eyse n e kadar tehlikeli olduğunu, yüz­ yıllar boyunca ne kadar çok insanı yuttuğunu unutmuştum. H ö y ü ğ e girerken herkese yağmurluğunu iliklemesini söyledim . Enoch, “ Birisini görürsek ne olacak?” diye sordu. “Norm al davranın. Amerikalı arkadaşlanm olduğunuzu söylerim.” Bronvvyn, “ Y a bir yaratık görü rsek?” diye sordu. “ K a çın .” “Y a Jacob bir boş ruh görürse?” Emma, “ O zaman şeytan peşinize düşmüş gibi koşun,” dedi. Birer birer büzüşerek höyüğün içine girip o sakin yaz gecesine veda ettik. Dipteki boşluğa gelene değin her şey sakindi. Derken hava basıncıyla sıcaklık düştü ve fırtına avazı çıktığı kadar bağınrcasına sesini duyurdu. Korkudan titreyerek sesin geldiği yö n e doğru ilerledik. Tüne­ lin ağzına vannca bir an durup köpürüp uluyan rüzgâra kulak verdik.

287


A deta kafeste beklerken yem eğini görünce heyecanlanmış vahşi bir hayvan gibiydi. Kendim izi ona sunmaktan başka çaremiz yoktu. Dizüstü çöküp kara bir deliği andıran boşluğa doğru süründük. Fırtına bulutlarıyla kaplı gökyüzünde tek bir yıldız görünmüyordu. Kırbaç gibi vuran yağm ur ve dondurucu rüzgâr yağmurluklarımı­ zın içine giriyordu. Şim şekler çaktıkça h epim iz bem beyaz parlıyor­ duk. Ardından gelen karanlıksa ortalığı zindandan farksız kılıyordu. Em m a ateş yakm aya çalışsa da elleri bozuk bir çakm ağı andırıyor­ du. Bileğini oynattıkça çıkan kıvılcımlar a leve dönüşem eden tıslayıp sönüyordu. Bunun üzerine yağmurlukları başım ıza çekip iki büklüm bir halde rüzgâra karşı koşm aya başladık. Kabaran bataklık sürekli bacaklarımıza yapışıyordu. Yönüm üzü görm ek ten çok hafızam ıza güvenerek buluyorduk. Kasabaya vardığım ızda yağm ur bütün kapıları v e pen cereleri dövüyordu. Bütün kasaba halkı sıkı sıkıya kilitleyip panjurlarını in­ dirdiği evlerin e çekildiğinden kim seye görü nm eden yağm ur suyu­ nun oluk oluk aktığı sokaklarda koşm aya devam ettik. Sokaklar rüzgârın savurduğu kirem it parçalarıyla doluydu. Y ağm u rdan d o ­ layı önünü g ö re m ey en kaybolm uş bir koyun m eleyip duruyordu. Bir evin dışındaki tuvalet fırtınadan devrilmiş, içindekiler sokağa boşalmıştı. Sonunda balıkçı dükkânına vardık. K a p ı kilitli olmasına rağm en B ron w yn iki sert tekm eyle açm ayı başardı. Ellerini y a ğ ­ murluğun içinde kurutan Em m a nihayet ateş yakm ayı başarmıştı. Dükkâna girdiğim izde iri gözlü mersinbalıkları cam dolapların için­ den bizi gö zetliyo r gibiydi. D ylan ’ ın küfürler hom urdanarak balık ayıkladığı tezgâhın yanından ge çip paslı bir kapıdan arkaya girdik. Burası küçük bir buzhaneydi. Taban ı toprak, tavanıysa ten eke kap­ lıydı. Duvarları kabaca kesilmiş kalaslarla yapılmıştı. Y a m u k dişler gibi ikiye ayrıldıkları kısımlardan içeri yağm u r sızıyordu. Buzhane­ nin içinde testere tezgâhları üstüne yerleştirilmiş ve içleri buz dolu bir düzine dikdörtgen şeklinde yalak vardı. Enoch, “ H an gisin de?” diye sordu. “B ilm iyoru m .”


Em m a elindeki alevi havaya kaldırınca yalakların etrafında d o ­ laşıp hangisinin içinde balıklardan fazlasını barındırdığım bulmaya çalıştık. Fakat hepsi birbirinin aynıydı, kapağı olm ayan içi buzla dolu birer tabut gibiydi. H epsin i araştırmak zorundaydık. “ B en bakam am ,” dedi B ron w yn . “ O nu gö rm ek istemiyorum. Ölülerden h oşlan m am .” “ B en de hoşlanm am am a bakm ak zorundayız,” dedi Emma. “ H ep im iz bu işin için deyiz.” B irer yalak seçip içinde ödül olan bir çiçek tarhını eşeleyen k ö­ pekler gibi buzlan ayıklam aya başladık. Kürek gibi kullandığımız ellerim izle buz kalıplarını ye re saçıyorduk. Ö nüm deki yalağın ya ­ rısını boşalttığım da parm aklarım artık uyuşmuştu ki, B ro n w yn ’in çığlığıyla irkildim. Elleriyle ağzını kapayıp sendeleyerek yalaktan uzaklaşmıştı. H ep im iz yalağın etrafına toplandık. Buzların içinden donmuş, parmaklarının üstü kıllarla kaplı bir el çıkmıştı. Enoch, “ Galiba adamım ızı buldun,” deyip kalan buzları ye re atarken biz yüzümüze kapadığım ız ellerim iz arasından onu izledik. Biraz sonra bir kol, ardından g ö vd e v e nihayet M artin’in cansız vücudu göründü. M anzara korkunçtu. Kollarıyla bacakları imkânsız görü nen y ö n ­ lere doğru dönmüştü. G öğüs kafesi kesilip açılmış ve içi boşaltılmış, organlarının olduğu yerler buzla doldurulmuştu. Yü zü belirdiği za­ man h epim iz aynı anda iç çektik. Yüzünün yarısı m or bir yara şek­ lini almıştı v e ince şeritler halinde kesilmiş bir maske gibiydi. D iğer yarısı hasar görm ediğin den onu tanım aya yetiyordu. U cunda sakal olan bir çene, bir yapbozun parçalarını andıran yanak ve kaş, boş­ luğa bakan, beyaz bir tabakayla kaplanmış yeşil bir göz. Üstünde sadece bir şort ve born oz parçaları vardı. G e c e o kılıkta tek başına uçuruma gitm esine asla imkân yoktu; birisi - y a da bir ş e y - onu oraya sürüklemişti. Bir cerrahın ümitsiz bir hastaya teşhis koym ası gibi M artin’e b a­ kan Enoch, “ Ç o k kötü durum da,” dedi. “ S ize söyleyeyim , planım işe yaram ayabilir.”

<- 289


Yan ım ıza kadar sokulma cesareti gösteren Bronw yn, “ D en e­ m ek zorundayız,” dedi. “ Bunca yol geldik, en azından şansımızı denem eliyiz. ” Enoch yağmurluğunu açıp iç cebinden tülbende sarılmış kalbi çı­ kardı. O rgan, içe doğru kıvrılmış bir beyzbol eldivenini andırıyordu. “ E ğer uyanırsa bundan hoşnut olmayacaktır. O yüzden geri çekilin v e uyarmadı d em eyin .” H ep im iz iyice geriye çekildik. Ya la ğın başında kalan Enoch ise eğilip kolunu M artin’in göğsünü dolduran buzların içine sokup ka­ rıştırmaya başladı. Bu haliyle buzdolabında ga zo z arayan birini an­ dırıyordu. Bir süre sonra bir şey yakaladığını anladık. Ö bür eliyle koyun yüreğini başının üstünde tuttu. E n och ’ un b ed en in de ani bir titrem enin ardından çarp m aya başlayan yürek h avaya kanla karışmış asitli sıvı püskürttü. E noch hızla, kesik kesik soluyordu. M artinde iletişim kurm aya çalışır gibi bir hali vardı. C esette bir kıpırtı g ö rm e y e çalışsam da hareketsiz yatıyordu. M artin’in elindeki kalp bir süre sonra yavaşlayıp büzüştü. Buz­ dolabında uzun süre beklem iş et gibi, rengi soluklaşıp koyu griye dönüştü. Enoch onu ye re atıp elini bana uzattı. C ebim deki kalbi çı­ karıp avucuna koydum . A y n ı süreci tekrarlayınca kalp bir süre atıp sıvı püskürtmesine rağm en bir süre sonra, az önceki gibi durdu. A rdından E m m a ’ya verdiği üçüncü kalbi denedi. Ş im di g e riy e son şans olarak B ro n w y n ’deki kalp kalmıştı. Enoch kalbi M artin ’ in cesedi ü zerin de pürdikkat tuttu, parm ak­ larını adeta için e geçirecek m iş gib i orga n ı sıktı. K a lp aşırı hızlı çalışan bir m o to r gib i titrem eye başlayınca E noch bağırdı: “ U yan ölü adam. U y a n !” Bunun üzerine bir kıpırtı fark ettim. Buzun altında bir şey oyna­ mıştı. Mümkün olduğunca yaklaşıp eğilerek bir hayat belirtisi aradım. Uzun bir süre boyunca bir hareket olmadı. Derken ceset binlerce volt cereyan verilmiş gibi birdenbire oynadı. Em m a çığlık atınca hepim iz irkilerek geri sıçradık. Ellerimi çekip tekrar baktığımda M artin’in başı

290


bana doğru dönmüştü. Sağlam kalan perdeli gözü bir süre çılgınca oynadıktan sonra görünüşe bakılırsa benim üzerimde sabidendi. Enoch, “ S eni g ö rü y o r!” diye bağırdı. C esedin üzerine eğildim . Kazılm ış toprak, salamura ve daha kötü bir şeyin karışımı gibi kokuyordu. M artin’in tutuk, m orarm ış eli etrafa buz parçalan döküp titreyerek havaya kalktı. H avada bir süre asılı kalan elini kolumun üstüne koydu. Eli fırlatıp atm am ak için kendim i zor tuttum. M artin’in dudakları aralanıp çenesi aşağı doğru hareket etti. O nu işitebilmek için ağzına doğru eğildim fakat hiç ses çıkmıyordu. E lb e tte ses çık m a z, a k c iğ e rle ri ç ö k m ü ş diye düşündüm. Fakat az sonra cılız bir ses duyunca biraz daha eğildim . Kulağım n eredeyse donm uş dudaklarına değecekti. G arip am a o anda aklıma evim izin dışındaki yağm u r oluğu geldi. Kulağım ı boruya koyup araba g e ç ­ m ediği zam an dinlediğim de yeraltından akan derenin belli belirsiz şırıltısı duyulurdu. Şehir kurulurken ebedi karanlığın olduğu bir dün­ yaya hapsedilen dere buna rağm en akm aya devam ediyordu. Diğerleri yanım a gelmişti am a ölüyü sadece ben duyabiliyor­ dum. İlk söylediği adım oldu. “J a co b .” İçimi korku kaplamıştı. “ E vet.” “B en ölm üştüm .” K elim eler ağzından ço k yavaş ve tane tane çıkıyordu. S öylediğin i düzeltti. “ Ben ölüyüm .” “N e olduğunu anlatsana. H atırlıyor musun?” Bir an durakladı. Duvarlardaki aralıklardan rüzgâr ıslık çalar gibi esiyordu. A nlayam adığım bir şey söyledi. “Lütfen bir daha söyler misin M artin.” Ölü adam, “ O beni öldürdü,” diye fısıldadı. “K im ?” “B enim ihtiyar a d a m .” “Y a n i O g g ie am can m ı?” “Benim ihtiyar a d a m ,” diye tekrarladı. “ Büyüktü. V e güçlüydü, ço k güçlü. ”

291


“ K im yaptı M artin?” G özlerini kapayınca tam am en öldüğünden korktum. E n och ’a baktım, başını salladı. Elindeki yürek hâlâ atıyordu. Martin kapalı olmasına rağm en gözünü kırptı. Yavaş yavaş am a dengeli bir şekilde tekrar konuşmaya başladı, ezberden bir şey okur gibiydi. “ Yeryüzünün gizem li rahmi içinde kıvrılmış bir cenin gibi yüz­ lerce kuşak boyunca uyudu. K ökler tarafından sindirildi, karanlıkta mayalandı. Kurutulmuş yaz m eyveleri gibi kilerde unutuldu. Sonunda bir çiftçinin çapası tuhaf bir hasadın kaba ebesi gibi onu buldu. ” M artin konuşm aya ara verdiğinde dudakları titriyordu. Bu kısa sessizlik sırasında Em m a bana bakıp, “ N e d iy or?” diye fısıldadı. “ Bilm iyorum am a şiire b en ziyo r.” M artin titrek ancak hepim izin duyacağı bir sesle konuşm aya de­ vam etti. “ Kasvetli bir halde dinleniyor, nazik yüzü is rengini almış, cılız kolları köm ür damarlarına benziyor, ayakları dalgaların karaya sürüklediği buruşuk üzüm salkımlarına.” Sonunda şiiri hatırlamış­ tım. Bataklık çocuğu hakkında yazdığı şiirdi bu. “ A h Jacob, ben ona ne kadar iyi bakmıştım! Vitrinin tozunu almış, top rağın ı değiştirmiş, ona bir yuva kurmuştum -k en d i ezilen büyük b eb eğim gibi. O n a ö yle dikkat ettim ki, a m a - ” T itre m ey e başladı. Bir dam la gözyaşı yanağından aşağı süzülürken donup kal­ dı. “ A m a o beni öldürdü.” “ Bataklık çocuğu mu yani? İhtiyar A d a m m ı?” “ B eni geri gö n d erin ,” diye yalvardı. “A c ı çekiyoru m .” S oğu k eliyle om zum u okşadı. Sesi yin e zayıflamıştı. Ya rd ım etm esi için E n och ’a baktım. Kalbi biraz daha sıkarken başını iki yana salladı. “ Çabuk ol a h b ap .” O sırada bir şey fark ettim. Martin bataklık çocuğunu tarif et­ m esine rağm en kendisini öldüren o değildi. Bayan P ereg rin e bana, biz onları sadece yerken görebiliriz, yani bu dem ektir ki ancak çok geç olduğunda fark edebiliriz demişti. Martin bir boş ruhu kendisini parçaladığı sırada geceleyin, yağm ur yağarken görm üş v e o koşul­ lar altında çok d eğ er verdiği teşhir ürününe benzetmişti.

— , .

292 ->£-<$>-<^4 ^ -

— ^>—


D aha ö n ce duyduğum korku tekrar ortaya çıkmış, bütün içimi alev gibi kaplamıştı. Yanım dakilere döndüm. “ Onu bu hale bir boş ruh getirmiş. H alen adanın bir yerlerinde dolaşıyor.” Enoch, “ N e red e olduğunu so r,” dedi. “ Martin, onu nerede gördüğünü bilm em lazım .” “ Lütfen. A c ı çek iyoru m .” “ N e red e gördün?” “ K apım a ge ld i.” “ İhtiyar adam m ı?” Soluğu garip bir biçim de değişmişti. D ayanm ak zor olsa da dik­ katle yüzüne baktım. G özü yana kayıp dikkati benim arkam da bir n oktaya takılmıştı. “ Hayır, o ya p tı,” diye konuştu Martin. D erken üstümüzde bir ışık sallandı v e ardından gür bir ses, “K im var orada?” diye haykırdı. Em m a avucunu kapayınca alev tıslayarak söndü. G eriye dönüp baktığım ızda kapıda bir adam duruyordu. Bir elinde fener, öbü­ ründe tabanca vardı. Enoch kolunu buzdan çıkarırken E m m a ’yla B ronw yn, adam M artin’i görm esin diye yalağın önünde durdular. “ Buraya girm eye niyetim iz yoktu ,” diye konuştu Bronw yn. “ Zaten gidiyorduk, ge rçek te n !” “ Olduğunuz yerde kalın!” diye bağırdı adam. Sesi dümdüz, vur­ gusuzdu. Fenerin ışığı yüzünden suratını görem iyordu m am a kat­ manlı m ontu adamın kimliğini açığa çıkarıyordu. Bu adam orn ito­ logdu. îlk kez on iki yaşında bir çocuk gibi davranan Enoch, “ B ayım bütün gün bir şey yiyem edik,” dedi. “Y e m in ederiz, sadece bir iki tane balık alm aya geldik! ” “ Ö yle m i? Görünüşe bakılırsa bir tane tutmuşsunuz. Bakalım cinsi n eym iş.” Bizi ayırm ak amacıyla feneri sağa sola salladı. “ Y a n a çekilin!” Biz yana çekilince fen eri M artin’ in son derece berbat durum­ daki bedeni üzerine tuttu. A d a m sakin tavrını hiç bozm adan, “V a y

293


canına, çok tuhaf görü nen bir balık değil m i?” diye konuştu. “ T a z e olsa gerek. H âlâ kıpırdıyor!” Fenerin ışığı M artin’in yüzünde kaldı. A dam ın gözleri yukarı kayarken dudakları ses çıkarmadan kıpırda­ dı. E n och ’un ona verdiği geçici yaşamın sön m ek üzere olduğunu gösteren bir refleksti bu. B ronw yn sorgulayan bir tonla, “Kim sin sen ?” diye sordu. “ Bu kimi sorduğunuza g ö re değişir ve benim sizi tanım am kadar önem li d eğ il.” Feneri birer birer hepim izin yüzüne tutup gizli bir dosyayı okuyorm uş gibi konuştu. “ Em m a B lo o m , kıvılcım saçar. A ilesi onu satacak kimse bulamayınca bir sirke bıraktı. B ronw yn Bruntley, vahşi savaşçı, kan tadar. Sefil ü vey babasının boynunu kopardığı g e cey e kadar kendi gücünün çapını bilmiyordu. Enoch O ’C on n or, ölüleri diriltir. C en a ze levazımatçısı bir ailenin oğlu ola­ rak dünyaya geldi. A ilesi müşterilerin neden ayaklanıp uzaklaştığını bir türlü anlayam adı.” A d a m konuştukça çocuklar büzüşüp ondan uzaklaşıyordu. D erken fenerin ışığı benim yüzüm e vurdu. “ V e Ja­ cob. Bu günlerde çok tuhaf dostlar ediniyorsun.” “İsmimi n ereden biliyorsun?” A d a m boğazını temizledi. Tek rar konuşm aya başladığında sesi tam am en değişmişti. N e w England aksanıyla, “ B eni o kadar çabuk mu unuttun?” diye sordu. “Tabii ben yoksul v e yaşlı bir otobüs sürücüsüyüm, herhalde beni hatırlam azsın.” İmkânsız gibi görünse d e bu adam ortaokuldaki servis şoförüm B ay B a rro n ’un sesini tıpatıp taklit ediyordu. S on derece horlanan, son d erece huysuz, robot gibi katı bir adamdı. Sekizinci sınıfın son gününde yıllıktaki resmini zım ba telleri kullanarak tanınm az hale getirip bir büst gibi koltuğunun arkasına yapıştırmıştık. H e r gün öğled en sonra otobüsten inerken adamın bana nasıl seslendiğini şimdi hatırlamıştım: “ Y olu n sonu P o rtm a n !” A d a m ın fenerin ışığı ardında gizlenen yüzünü g ö rm e y e çalışa­ rak, “ Bay B a rron ?” diye kuşkuyla sordum. A d a m gü lerek boğazını temizledi. Aksam bir kez daha değişm iş­

294

.


ti. K oyu bir Florida şivesiyle, “ Y a o, ya da bahçıvan,” dedi. “ A ğ a ç ­ larınızın budanması lazım. İyi bir fiyata ya p a rım !” Yıllar boyunca bizim evin bahçesine bakan v e havuzu tem izleyen adamın sesinin tıpatıp aynısıydı. “ Nasıl yapıyorsun bunu? O insanları n ereden tanıyorsun?” A ksam bir kez daha düzleşerek, “ Çünkü ben o insanlarım ,” dedi. B enim şaşkınlığıma keyiflen erek bir kahkaha attı. A klım a bir şey gelmişti. Bay B arron ’un gözlerini hiç görm üş müydüm? P ek sayılmaz. H e r zam an yüzünü kaplayan, kocam an bir güneş gözlüğü takardı. Bahçıvan da güneş gözlüğü v e geniş kenarlı bir şapka takardı. H iç onlara dikkatli bakmış m ıydım ? Bu bukale­ mun benim hayatım da başka hangi rolleri oynam ıştı?

295



“ N e ler oluyor?” diye sordu Em ma. “ K im bu adam ?” “ K e s !” diye bağırdı adam. “ Sıra sana da g e le c e k .” “ D em ek beni izliyordun,” dedim. “ O koyunları sen öldürdün. M artin’i de sen öldürdün.” Masum bir edayla, “ Kim , ben m i?” diye konuştu. “ B en kimseyi öldü rm edim .” “A m a sen bir yaratıksın ö yle değil m i?” “ Bunu onlar söylü yor.” Bir türlü anlayam ıyordum . Bahçıvanı, annem üç yıl ö n ce onun yerin e başkasını tuttuğundan beri görm üyordum . Bay Barron ise sekizinci sınıftan sonra hayatım dan çıkmıştı. O nlar -y a n i o - beni gerçekten takip ediyor muydu? “B en im burada olduğumu nereden biliyordun?” Sesi bir kez daha değişerek, “Jacob, kendin söyledin y a ,” diye konuştu. “ Tabii gizli kalmak koşuluyla.” Şim di eğitim li birinin orta A m erik a ’ya özgü yumuşak ses tonuyla konuşuyordu. Feneri yukarı kaldırınca ışık kendi yüzüne vurdu. Ö n ceki gün gördüğüm sakalı yoktu. A rtık onu kesinlikle tanımıştım. Ya ğm u r gürültüsünün bastırdığı bir fısıltıyla, “ Dr. G o la n ,” diye­ bildim. Birkaç gün önceki telefon konuşmamızı hatırladım. Arkadan gelen gürültüyü havaalanı olarak açıklamıştı. Fakat kız kardeşini karşılamıyordu, benim peşim den geliyordu. Başım dönüp sersem leyince M artin’ in yattığı yalağa dayandım. Bütün vücudum uyuşmuştu. “ Kom şum uz. D edem in öldüğü ge c e çim leri sulayan yaşlı adam. O da şendin.” A d a m gülümsedi. “A m a gö zlerin ,” dedim. “ Kontakt lens,” diye cevap verdi. Bir tanesini başparm ağıyla çı­ karınca ortaya bem beyaz bir küre çıktı. “ Bu günlerde yapılan ürün­ ler g ö z kamaştırıcı. V e birkaç sorunu daha tahmin edeyim baka­ yım . Evet, ben diplom alı bir psikiyatrım. Sıradan insanların zihinleri beni uzun zam andır cezbediyordu. V e hayır, seanslarımız yalana

297

^


dayalı olduğu halde tam am en zam an kaybı olduğunu sanmıyorum. Aslında sana yardım etm eyi sürdürebilirim ya da daha doğrusu, birbirim ize yardım edebiliriz.” “ Lütfen Jacob, onu d in lem e,” dedi Emma. “ Merak etme, ona bir kez inandım. A yn ı hatayı bir daha yapm am. ” G olan beni duym amış gibi konuşm aya devam etti. “ Sana gü­ venlik ve para sağlayabilirim. Sana hayatını geri verebilirim Jacob. T e k yapm an gereken bizim le çalışm ak.” “ Biz m i?” “ Malthus ve b e n .” Başını geriye çevirip seslendi. “ Buraya gel de m erhaba de Malthus.” Arkasındaki kapıda bir g ö lg e belirdi. O anda ortalığı dayanılmaz bir leş kokusu kaplamıştı. Bronvvyn eliyle ağzını kapatıp geriye doğru çekildi. Bu arada E m m a’nın yumruklarını sallamayı düşünürcesine sıktığını fark ettim. Kolunu tutup, b ek le diye dudak hareketi yaptım. Golan mantıklı görünm eye çalışarak, “Teklifim şu,” diye devam etti. “ Senin gibi insanları bulmamıza yardım et. Buna karşılık, Malthus ya da onun türünden kimse sana dokunmayacak. Evinde yaşayabilir­ sin. B oş zamanlarında benimle birlikte dünyayı gezersin, sana güzel maaş veririz. A ilen e benim araştırma asistanım olduğunu söyleriz.” “E ğer kabul edersem arkadaşlarıma ne olacak?” diye sordum. Silahıyla boş ver der gibi bir hareket yaptı. “ Tercihlerini uzun zaman ö n ce yaptılar. Ö n em li olan yürürlükte büyük bir planın ol­ ması Jacob ve sen onun bir parçası olacaksın.” A ca b a bu teklifi düşündüm mü? Sanırım kısa bir an bile olsa düşünmüş olm alıyım . Dr. G olan tam benim aradığım şeyi, üçüncü seçen eği öneriyordu. N e sonsuza kadar burada kalmayı ne de ayrı­ lıp ölm eyi içeren bir gelecekten bahsediyordu. Fakat arkadaşlarıma şöyle bir g ö z atıp yüzlerindeki kederi g ö rm em en ufak bir dürtüyü bile kafam dan uzaklaştırmaya yetmişti. “P ek â lâ ,” diye konuştu Golan. “ C evabın nedir?” “Sana en küçük bir yardım ı yapm aktansa ölm eyi tercih ederim . ” “Y a a , ama sen zaten bana yardım ettin.” K a pıya doğru geri-

!—

298

- >

§

- <

$

>

- «

^ £ 3 ,


lem eye başladı. “ Seanslara devam ed em eyecek olm am ız ne yazık Jacob. Fakat umarım tam am en bir kayıp olmamıştır. Dördünüz bir arada ihtiyar Malthus’u uzun zam an ö n ce girdiği alçaltıcı şekilden nihayet kurtarmaya yetebilir.” “A h h ayır,” diye sızlandı Enoch. “ Beni yem esini istem iyorum !” Bronvvyn, “A ğla m a , kendini küçük düşürüyorsun!” diye bağırdı. “ H epsini öldürm ek zorunda kalacağız, hepsi bu.” G olan kapının önünden, “ Kalıp izlem eyi isterdim ,” diye konuş­ tu. “ S eyretm eye bayılırım !” G olan gidince canavarla baş başa kalmıştık. Y aratığın karanlıkta n efes alıp verişini duyabiliyordum; arızalı bir su tesisatı gibi hırıltılar çıkarıyordu. H ep im iz birer adım geriledik, sonra bir adım daha; sonunda sırtımız duvara dayanmıştı. İdam m angasının önünde kur­ şuna dizilm eyi bekleyen mahkumlar gibi yan yana duruyorduk. E m m a ’ya, “ Bana ışık lazım ,” diye fısıldadım. Girdiği şoktan ötü­ rü kendi gücünü unutmuş görünüyordu. Avucunda alev belirince, ö n ce duvarda titreşen gö lgeleri fark ettim.

C anavar yalakların

arasından

sinsice yaklaşıyordu.

İşte

kâbusum karşımdaydı. Kılsız çıplak bedeniyle kambur bir vaziyette duruyordu. B eneklerle kaplı kara-gri derisi yer yer sarkmıştı. G ö zle­ rinden halkalar halinde cerahat damlıyordu. Bacakları kavisli, ayak­ ları birer sopa gibi dümdüzdü. Y a m ru yumru elleri, işe yaram ayan birer p en çe gibiydi. Bedeninin her kısmı, yaşaması imkânsız görü ­ nen yaşlı bir adamın tükenmiş bedenini andırıyordu, biri hariç. Aşırı büyük çenesi en g ö z e çarpan yeriydi. Küçük birer et bıçağı kadar uzun v e sivri dişleri barındıran şişkin bir çenesi vardı. A ğzın ın etli kısımları bu kadar keskin parçaları barındıram ayacağından, dudak­ ları sinir bozucu bir sırıtmayı andırırcasına geriye doğru çekilmişti. D erken o korkunç dişler birbirinden ayrıldı. Canavarın ağzı açı­ lınca her biri bileğim kalınlığında üç tane şerit gibi dil dışarı çıktı. Diller birer m akara gibi açılıp uzayınca n ered eyse m ekânın yarısını kapladı. Ü ç m etre, belki daha uzun olan diller havada sallanırken, yaratık yüzünde cüzamlıları andıran bir çift delik vasıtasıyla düzensiz

299


biçim de soluk alıyordu. Sanki kokumuzu içine çekiyor, bizi nasıl ya­ layıp yutacağını düşünüyordu. Şim diye kadar ölm em iş olm am ızın tek sebebi bunun çok kolay bir yol olmasıydı. Güzel bir yem eğin tadını çıkarmak isteyen boğazına düşkün bir adam gibiydi bu cana­ var; işleri aceleye getirm enin gereği yoktu. D iğerleri canavarı benim gibi gö re m ese de duvara vuran g ö lg e ­ sini, özellikle birer halat gibi uzamış dillerini görebiliyordu. Em m a kolunu ileriye uzatınca avucundaki alev iyice parlaklaştı. “ N e yapı­ y o r? ” diye fısıldadı. “ N e d en bize saldırmadı?” “ Bizim le oyun oynuyor. K apan a kısıldığımızı biliyor.” Bronw yn, “ H iç de kapana kısılmadık,” diye homurdandı. “ Şu­ nun yüzüne okkalı bir yumruk indireyim de o kanlı dişlerini ağzına d ö k ey im .” “Y e rin d e olsam o dişlerin yanm a bile sokulm azdım .” B oş ruh aradaki m esafeyi kapam ak için bize doğru hantalca bir­ kaç adım attı. Dilleri biraz daha açılıp birbirinden ayrıldı. Bir tanesi bana, biri E n och ’a, üçüncüsü E m m a’ya yaklaştı. Em m a, “ Bizi rahat bırak!” diye haykırarak elini bir m eşale gibi salladı. A le v üzerine gelince geriye çekilen dil, saldırmaya hazırla­ nan bir yılan gibi yeniden yavaş yavaş yaklaştı. “K a pıya ulaşmamız lazım !” diye bağırdım. “ Boş ruh soldan üçüncü yalağın yanında, o yüzden sağdan gid elim !” Enoch, “ A sla başaram ayacağız!” diye bağırdı. Dillerden biri y a ­ nağına değin ce çığlığı bastı. Em m a, “ Ü ç deyin ce fırlayın!” diye haykırdı. “ B ir...” O anda B ron w yn bir ölüm perisi gibi uluyarak yaratığın üstüne ham le yaptı. C anavar çığlık atarak yükseldi. Sarkık derisi gerilmişti. U ç dilini birden kamçı gibi indirm ek üzereyken Bronvvyn, M artin’in yattığı yalağın altına kollarını sokarak havaya kaldırdı ve canavara doğru fırlattı, içi buz parçaları, balıklar ve M artin’in cesediyle dolu koca yalak havada yan dön erek kulakları sağır eden bir gürültüyle boş ruhun üstüne düştü. B ron w yn dönüp bizim bulunduğumuz yön d e iyice gerildi. “ ÇE-

300

>—


K İL İN !” diye bağırarak arkamdaki duvara doğru koştu v e çürümüş kalaslara tekm eyi indirdiği gibi koca bir delik açtı. Delikten önce en küçüğümüz olan Enoch dışarı fırladı. Onu Em m a takip etti. Ben itiraz etm e ye fırsat bulamadan Bronvvyn beni om uzlarım dan tuttu­ ğu gibi ıslak karanlığın içine fırlattı. Yüzükoyun bir su birikintisine düşmüştüm. Dışarıdaki hava insanı şoka sokacak kadar soğuk olsa da, canavarın dilinin gırtlağım a sarılmasından kurtulduğum için se­ vinçten başka bir şey hissedem iyordum . E m m a’yla Enoch beni tutup kaldırınca koşm aya başladık. Bir süre sonra Em m a Bronvvyn’e seslenince durduk. G eriye baktığı­ m ızda bizim peşim izden gelm ediğini fark ettik. Tek rar seslenip ka­ ranlıkta g ö z gezdirdik. G idip geriye bakm aya cesaretim iz yoktu. O sırada Enoch, “ İşte o ra d a !” diye bağırdı. B ron w yn buzhanenin bir köşesine yaslanmıştı. “ N e yapıyor bu?” diye bağırdı Em ma. “ B R O N W Y N ! K A Ç ! ” Bronvvyn bütün binayı kucaklamak ister gibi bir m anzara vardı. Ardından birkaç adım gerileyip hızla ileri atıldı ve om zuyla binanın köşe desteğine bir darbe indirdi. K o ca buzhane kibrit çöpünden yapılm ış bir ev gibi darm adağın oldu. T o z haline gelen buzların yarattığı bulut kümesiyle irili ufaklı tahta parçaları rüzgârla birlikte sokağa savruldu. Bronvvyn m anyakça sırıtarak bize doğru koşarken hepim iz se­ vinçle bağırıp çağırdık; ardından şakır şakır yağan yağmurun al­ tında kahkahalar atarak ona sarıldık. G elgelelim bu sevinç dalgası fazla uzun sürmedi. Biraz ö n ce gördüklerim izin yarattığı şok tekrar üstümüze çökmüştü. Em m a bana döndü v e hepsinin aklında oldu­ ğunu tahm in ettiğim soruyu sordu: “ Jacob, yaratık seninle ilgili o kadar ço k şeyi n ereden biliyordu? V e bizim hakkımızdaki bilgileri?” “ Sen ona doktor d ed in ,” diye ekledi Enoch. “ O benim psikiyatrım dı.” “ Psikiyatr!” diye bağırdı Enoch. “A m a n n e harika! Bizi bir yara­ tığa satmakla kalmadı, üstelik adamakıllı d eli!”

301


Em m a onu sertçe dürterek, “Sözünü geri a l!” diye haykırdı. Enoch da onu dürtmek üzereyken aralarına girdim. “Durun!” diyerek onları ayırdım. E n och ’ a döndüm . “ Yanlış düşünüyorsun. B en deli değilim . B enim deli olduğumu sanmamı sağladı, am a anlaşılan onca zamandır sıra dışı olduğumu biliyordu. G erçi bir konuda haklısın, size ihanet ettim. D edem in anlattığı ö y ­ küleri bir yabancıya anlattım .” “ Senin kabahatin y o k ,” dedi Em ma. “ Bizim gerçekten yaşadı­ ğım ızı bilem ezdin .” “Tabii ki bilebilirdi,” diye bağırdı Enoch. “ A b e ona her şeyi an­ latmış. Hatta bizim fotoğraflarım ızı bile gösterm iş!” “ G olan sizi nasıl bulacağının dışında her şeyi biliyordu,” dedim. “ B en de onu dosdoğru buraya getirdim .” “A m a seni kandırm ış,” dedi Bronw yn. “ Ç o k üzgün olduğumu bilm enizi isterim .” Em m a bana sarıldı. “T a m a m canım. H ep im iz hayattayız.” “ Şim dilik,” dedi Enoch. “ A m a o m anyak hâlâ ortalıkta. O boş ruha bizi nasıl y e m etm e ye arzulu olduğunu düşünürsek, bahse gi­ rerim döngü ye kendi başına nasıl gireceğin i çözm üştür.” “ A m a n Tanrım , haklısın,” dedi Em ma. “ Ö yleyse, ondan ö n ce oraya gitsek iyi olu r,” dedim. “ V e şundan ö n c e ,” diye ekledi Bronıvyn. Yıkılan buzhaneyi gösteriyordu. Kırılan tahta parçaları yığını kıpırdam aya başlamıştı. “ Sanırım dosdoğru bize saldıracak v e ne yazık ki ortada üstüne yıkacak e v de kalm adı.” İçim izden biri, “K a çın !” diye bağırdı. G erçi o daha söylem e­ den koşm aya başlamıştık. B oş ruhun bize ulaşam ayacağı tek yere, döngü ye doğru uçarcasına koşuyorduk. Zifiri karanlıkta kasabanın sokaklarından geçtik. Evlerin zar zor seçilen mavi dış hatları yerini eğim li tarlalara, ardından sırta bıraktı. Ayaklarım ızın altından akan sular sırta tırm anm ayı tehlikeli hale getirmişti. A y a ğ ı kayan Enoch yere düştü. O nu kaldırıp koşm aya devam ettik. B rom vyn de ayağı kayarak düştü ve beş altı m etre aşağı sü­


rüklendi. E m m a ’yla birlikte yardım etm ek için geriye koştuk. Onu kollarından tutup kaldırırken yaratığın bizi takip edip etm ediğini gö rm ek için geriye baktım. D eli gibi yağan yağm urdan başka görü­ nürde bir şey yoktu. B oş ruhları fark etm e yeten eğim ışık olm adığı zam an fazla işe yaram ıyordu. Fakat sırtın tepesine vardığım ız anda, çakan kocam an bir şimşek ortalığı aydınlatınca dönüp baktım ve onu gördüm . Bizden e p e y geride olm asına rağm en hızlı tırmanı­ yordu. Uzun dillerini çamura vurup bir örüm cek gibi sırta tutunarak ilerliyordu. “ K a ça lım !” diye bağırdım. H ep im iz sırttan aşağı atladık ve kıç üstü kayarak düzlüğe kadar indik. A y a ğ a kalkıp tekrar koşm aya başladık. Bir şimşek daha çaktı. C anavar şimdi daha da yaklaşmıştı. Bu hızla ondan kurtulmamıza imkân yoktu. T e k umudumuz m anev­ ra yapıp onu atlatmaktı. “ Bizi yakalarsa hepim izi öldürür,” diye bağırdım. “A m a ayrı­ lırsak tercih yapm ak zorunda kalacak. B en onu uzun yola sokup bataklıkta g ö m m e y e çalışacağım . Siz en kısa zam anda döngü ye g id in !” “ Delisin se n !” diye bağırdı Em ma. “A rkada kalması gereken biri varsa benim ! A teşim le savaşırım !” “ Bu yağm urda olm a z,” dedim . “ H e m onu gö re m ezsin !” “ Kendini öldürm ene izin v e re m e m !” diye bağırdı. Tartışacak vakit yoktu. Bronvvyn ile Enoch ileriye doğru koş­ m aya devam ederken E m m a’yla birlikte canavarın bizi takip etm esi umuduyla patikadan saptık. G erçekten d e bizim peşim ize düştü. A rtık ö yle yakındaydı ki, nerede olduğunu gö rm ek için şim şeğe ihtiyacım yoktu; m idem deki sancı yeterliydi. Saban izleri v e hendeklerle dolu bir tarlada el ele tutuşup ko­ şarken zam an zam an saraya tutulmuş gibi düşüyor, birbirim ize tu­ tunuyorduk. Bir yandan silah gibi kullanmak üzere yerd e iri bir taş arıyordum. O sırada ileride, karanlığın içinde bir yapı belirdi. T a v a ­ nı aşağı sarkmış, kapısı bulunmayan bu küçük barakayı yaşadığım panik nedeniyle hatırlayamamıştım.

—<

-■

303

------ —

>—


N e fe s nefese, “ Saklanm am ız lazım !” dedim. Eve doğru son hızla koşarken, Yalvarırım bu yaratık aptal o l­ sun, lütfen, lütfen aptal olsun, diye dua ettim. G örü nm eden ba­ rakaya girm e umuduyla geniş bir kavis çizdik. Barakanın arkasına geldiğim izde Em m a, “ B e k le !” diye bağırdı. Yağm urluğun cebinden E n och ’un verdiği tülbendi çıkardı. Çabucak bir taşa sarıp bağlaya­ rak sapan benzeri bir icat yaptı. Bir süre avucunda tutup tutuşma­ sını sağladıktan sonra ileriye doğru savurdu. T a ş ilerideki bataklığın içine düşüp karanlığın içinde cılız bir alevle yanm aya devam etti. Em m a, “ Şaşırtm aca,” diye açıklama yaptı. D önü p barakanın karanlığı içine girdik.

M enteşelerinden çıkmış bir kapıdan geçip karanlık, yoğu n gübre kokusu olan bir ye re girmiştik. Ayaklarım ız m ide bulandırıcı cıvık çamurun içine göm ülünce n ered e olduğumuzu anladım. Em m a, “ N ed ir bu?” diye fısıldadığı sırada aniden birtakım hay­ vanların soluk verm esiyle ikimiz de yerim izde sıçradık. M ekân tıp­ kı bizim gibi dostça davranm ayan g eced en kaçıp sığınak arayan koyunlarla doluydu. G özüm üz karanlığa alışınca onlarca koyunun donuk gözleriyle bize baktığını fark ettik. Bir ayağını ihtiyatla kaldıran Em m a, “ Bu düşündüğüm şey değil m i?” diye sordu. “ Düşünme bunu,” diye cevap verdim . “ H adi gel, bu kapıdan uzaklaşmamız lazım .” Elini tuttum ve birlikte içeri girip dokunm am ızdan irkilen hay­ vanların oluşturduğu labirent içinde yol bulmaya çalıştık. D ar bir koridordan güçlükle ge çip tep ed e pen ceresi v e hâlâ sağlam duran kapalı bir kapısı olan odaya girdik. Burası diğer odalara g ö re biraz daha iyi durumdaydı. Dipteki köşeye çöküp gergin koyunlardan oluşan bir duvarın ardına gizlen erek dışarıyı din lem eye başladık. Gübrenin içine oturm am aya çalışsak da pek faydası yoktu. Bir dakika kadar karanlığa bakıp gözlerim alışınca odadaki şekilleri

— *---------------------------------------304

>


seçm eye başladım. Bir k öşeye sandıklarla kutular yığılmıştı. A rka­ mızdaki duvarda paslı aletler asılıydı. Silah olarak işe yarayabilecek keskin bir alet bakındım. D e v bir makasa ben zeyen bir karaltı g ö ­ rünce alm ak için ayağa kalktım. Em ma, “ K oyu n kırpm aya m ı niyetlendin?” dedi. “ H iç yoktan iyidir.” Makası tam duvardan almak üzereyken dışarıdan bir ses geldi. Koyunlar endişeyle m elem ey e başladılar. Biraz sonra cam ı olm a­ yan pen cereden içeri uzun kara bir dil girdi. Elimden geldiğince sessiz biçim de yere çöktüm. Em m a solukları duyulmasın diye eliyle ağzını kapamıştı. O danın içinde bir periskop gibi dolaşan dil havayı yoklar gibi görünüyordu. N eyse ki, adanın en yoğun kokulu ortam ına sığın­ mıştık. O n ca koyunun kokusu bizim kokumuzu bastırmış olsa g erek ki, yaratık bir dakika kadar sonra aram ayı bırakıp dilini pen cereden geri çekti. Biraz sonra uzaklaşan adım seslerini işittik. Em m a elini ağzından çekerek derin bir nefes verdi. “ Galiba yem e doğru gid iyor,” diye fısıldadı. “ Bir şey bilm eni istiyorum. E ğer kurtulmayı başarırsak burada kalacağım .” Elimi sıkıca kavradı. “ D oğru mu söylüyorsun?” “ Eve gid em em , bunca şeyden sonra olm az. H e r neyse, elim den ne yardım gelirse yapm alıyım ; sana v e d iğerlerine daha ço k borcum var. B en buraya ge len e kadar h epiniz son derece em niyetteydin iz.” Bana yaslanarak, “ E ğer buradan kurtulursak, o zaman bir şey­ den pişman o lm a ya ca ğım ,” dedi. Garip bir mıknatıs sanki başlarımızı birbirine çekmişti. N e var ki, tam dudaklarımız birleşm ek ü zereyken sessizlik birdenbire yan oda­ dan gelen dehşet içindeki m elem elerle bozuldu. Bu korkunç sesle birlikte etrafım ızdaki koyunlar delirmiş gibi kıpırdayınca birbirimiz­ den ayrıldık. Koyunlar birbirini ezip kaçm aya çalışıyor, bizi duvara doğru itiyorlardı. Canavar umduğum kadar aptal değildi. Evin içinde yaklaştığını 0

305

* —


duyuyorduk. Kaçacak zam an olsa bile artık çok geçti, o yüzden leş gibi kokan top rağa iyice yapışıp bizi fark etm eden geçm esi için dua ettik. Derken onun içerideki bütün pis kokuları bastıran keskin k o­ kusunu duydum. Odanın girişinde olduğunu hissediyordum. Bütün koyunlar bir balık sürüsü gibi bir anda kapıdan uzaklaşarak duvara doğru kaçtılar. Bizi ö yle sert biçim de duvara yapıştırmışlardı ki, n e­ fes alamıyorduk. Birbirim ize sıkıca sarılmıştık am a en ufak bir ses çıkarm aya cesaret edem iyorduk. D ayanılm az d ereced e gergin bir an boyunca koyunların m elem esi ve sertçe ye re vuran toynakları­ nın sesinden başka bir şey duymaz olduk. D erken boğuk bir çığlık yükseldi. Bu ani v e umutsuz çığlık aynı çabuklukla sustu. Sert v e ani bir kem ik kırılması duyduk. Koyunlardan birinin vahşice parçalan­ dığını gö rm ed en anlamıştım. Ortalık tam bir keşm ekeşe dönmüştü. P a n iğ e kapılan hayvan­ lar birbirinin üstüne zıpladıkça bizi durmadan duvara çarpıyordu. Sonunda sersem e dönmüştüm. C anavar kulak tırmalayıcı bir çığlık atarak koyunları birer birer kaldırıp salyaları akan çenesine tıkmaya başladı. H e r birini birer kez ısırdığı hayvanlardan kanlar fışkırıyor, sonra bunları bir ortaçağ ziyafetinde oburca tıkınan açgözlü bir kral gibi kenara fırlatıyordu. C anavar koyunları birer birer katlederek bize doğru yaklaşıyordu. Korkudan donakalmıştım. Bundan sonra olanları işte bu n edenle tam olarak açıklayamıyorum. H e r türlü içgüdüm, o ld u ğ u n y erd e g iz le n , g ü b re n in iç in e biraz daha g ö m ü l diyordu am a bunların h epsin e baskın gelen açık bir düşünce kafam da belirmişti: Bu pis barınakta ölm em ize g ö z yum ­ m ayacaktım . E m m a’yı o anda görebildiğim en iri koyunun arkasına itip kapıya doğru fırladım. Kapalı duran kapı en az dört beş m etre uzaktaydı ve aram ızda bir sürü koyun vardı. Buna rağm en bir defans oyuncusu gibi onları yara yara ilerledim ve bir om u z darbesiyle kapıyı açtım. S en d eleye­ rek dışarıya düştüm ve yağan yağm urun altında, “ G el de beni ya­ kala çirkin yaratık!” diye haykırdım. Dikkatini çekm eyi başardığım ı


anlamıştım zira dehşet verici bir uğultu koyuvermiş, koyunlar hız­ la kapıdan dışarı fırlayıp yanım dan geçerek kaçmışlardı. Güçlükle ayağa kalktıktan sonra E m m a’yı bırakıp bana yöneldiğinden em in olunca onu bataklığa doğru çek m eye başladım. Canavarın arkam dan geldiğini hissediyordum. Aslında daha hızlı koşabilirdim am a koyun makasını hâlâ elim de tutuyordum. Anlaşılan tedbiri elden bırakmak istem iyordum. Bir süre sonra ze ­ m in yum uşam aya başlayınca bataklığa geldiğim i anladım. Can a­ var dillerini iki kez kamçı gibi sırtıma indirm eye çok yaklaşmıştı. Bunlardan birinin boynum a kem ent gibi sarılıp kafamı koparana kadar sıkmasına ram ak kalmıştı ki canavar tökezledi v e aramızdaki m esafe açıldı. H ö y ü ğ e ulaştığımda başımın hâlâ sağlam kalmasının tek nedeni, Em m a sayesinde ayaklarımı n ereye basacağım ı çok iyi bilm em di. B ö ylece ay ışığının olm adığı v e hatırı sayılır bir fırtınanın estiği g e ced e hızla koşabilm eyi becerdim . H öyü ğü n olduğu tep ey e doğru hızla tırmanıp kayalık ağızdan içeri kendim i attım. İçerisi zindan gibi karanlık olm asına rağm en ön em i yoktu. G üvende olm ak için dipteki boşluğa ulaşmam yeterliydi. A yakta durup ilerlem eye çalışmak vakit kaybı olacağından ellerim le dizlerim üzerinde süründüm. Y o lu yarılam ıştım v e artık hayatta kalma ümidim konusunda kendim i iyim ser hissediyordum. Fakat birden artık sürünemez oldum. Canavarın dillerinden biri beni ayak bileğim den yakalamıştı. C anavar iki diliyle tünelin ağzındaki iki kapak taşına sıkıca sarı­ lıp havaya kalkarak kendini çamurlu zem inden kurtarmış v e girişi bir kavanoz kapağı gibi örtmüştü. Üçüncü diliyle beni oltaya yaka­ lanmış bir balık gibi kendine çekiyordu. Zem in e yapışıp deb elen m em e rağm en her taraf çakılla kap­ lı olduğundan parm aklarım kayıyordu. Sırtüstü dönüp boşta ka­ lan elim le taşlara tutunmama rağm en hızla kayıyordum. Dili öbür elim deki makasla kesm eye çalıştım; ne var ki, sinirlerden oluşmuş kocam an bir halat gibiydi v e makas yeterin ce keskin olm adığın­ dan işe yaram ıyordu. Canavarın h er an kapanm aya hazır durum­

— *-

-

~

307

------


daki çenesi gö rm ek istediğim son manzara olduğundan gözlerim i yum up makası iki elim le sımsıkı yüzümün önünde tuttum. A raba çarpışmalarında, tren kazalarında, uçakların düştüğü anda zamanın geçm ed iği söylenir. İşte şimdi zaman sürekli esniyor gibiydi. D er­ ken kemikleri sarsacak şiddette bir çarpm a hissettim v e boş ruhun üstüne tosladım. Bütün soluğum kesilirken canavarın çığlık attığını duydum. Bir­ likte tünelden dışarı fırlayıp tümsekten aşağıdaki bataklığa yuvarlan­ dık. G özlerim i açtığım da makasın iki ucunun köküne kadar canava­ rın gözlerin e gömüldüğünü gördüm . O n tane domuzun aynı anda hadım edilm esi gibi uluyan yaratık yağmurla iyice kabarmış olan çamurun içine yuvarlanıp debelendi. Makasın paslı saplarından vı­ cık vıcık kara bir sıvı akıyordu. Yaratığın ölm ekte olduğunu hissediyordum. Canının tükenm ek üzere olduğu bileğim e sarılı dilinin gevşem esinden belliydi. K e n ­ di bedenim deki değişim in de farkındaydım. M idem de paniğin yo l açtığı kasılma yavaş yavaş geçiyordu. N ih ayet canavar kaskatı ke­ sildi v e balçık yığınının başını örtm esiyle birlikte bataklığın içinde gö zd en kayboldu. G eriye kalan kapkara kan birikintisi biraz ö n ce orada olduğunun tek kanıtıydı. Bataklığın beni de içine çektiğini hissediyordum. D ebelendikçe beni daha çok arzuluyor gibiydi. İkimiz birden turbanın içinde ka­ lırsak bundan bin yıl sonra kim bilir ne tuhaf bir buluntu olacaktık. Sert zem in e doğru adım atm aya çabalam am çamura biraz daha saplanmaktan başka bir işe yaram adı. Balçık yavaş yavaş tırm anı­ yor, kollarımla göğsüm ü kaplıyor, bir ilmik gibi boğazım ı sarıyordu. İm dat diye feryat ettiğim anda mucize kabilinden yardım gel­ di. Ö n ce bir ateşböceğinin yanıp sön erek bana doğru uçtuğunu düşündüm. D erken E m m a’nın bana seslendiğini duyunca karşılık verdim . Bir ağaç dalı suya doğru uzandı. Sıkıca yakaladığım dalı Em m a kendine doğru çekti. N ih ayet bataklıktan çıktığım da ayakta duram ayacak kadar şiddetli titriyordum. Em m a yanım a çökünce kendim i onun kollarına bıraktım.

308


Öldürdüm onu, diye düşündüm. O n u g e rç e k te n ö ld ü rd ü m . Korkarak geçirdiğim onca zam an boyunca gerçekten böyle bir canavar öldüreceğim i hayal bile etm em iştim ! A rtık kendim i güçlü hissediyordum. Şimdi kendim i savunabilirdim. A sla ded em kadar güçlü olam ayacağım ı biliyordum am a ben de yüreksiz bir ödlek de­ ğildim. Onları öldürebilirdim. Kafam dan g eçen sözleri yüksek sesle söyledim . “ O öldü. B en öldürdüm on u .” Güldüm. Em m a bana sarılıp yanağını yüzüm e dayadı. “ Seninle gurur duyardı, biliyorum .” Ardından öpüştük. Yum uşak ve hoştu. Y a ğ m u r damlaları bur­ numuzdan süzülüp aralık ağzım ızdan sıcacık içeri giriyordu. Ç o k geçm ed en Em m a uzaklaşıp fısıldayarak sordu: “ Biraz ö n ce söyle­ diklerin, gerçek m iydi?” “Kalacağım . E ğer Bayan P eregrin e izin verirse. ” “V erir. V erm esin i sağlarım .” “Bu konuya kafa yorm adan ö n ce psikiyatrı bulup silahını alsak iyi olur.” Yüzü ciddileşerek, “D oğru ,” dedi. “Ö yleyse vakit kaybetm eyelim .”

Yağm u ru ardım ızda bırakıp dışarı çıktığımızda bizi dumanlar ve gürültüden oluşan bir manzara karşıladı. D öngü henüz yeniden ayarlanmamıştı. Bataklığın ortasında bom ba çukurları vardı, gökyüzüyse homurtular çıkaran uçaklarla doluydu. Turuncu bir alev perdesi ufuktaki ağaçları yakarak ilerliyordu. Şim di e ve gitm eyip bugünün artık dün olmasını beklem eyi ve böylece bütün bu karga­ şanın ortadan kalkmasını ön erm ek üzereyken iki kaslı kol birden boynum a sarıldı. Bronwyn, “ Yaşıyorsunuz!” diye bağırdı. Enoch ve H ugh da ya­ nındaydı. O geri çekilince çocuklar elim i sıkıp beni gözden geçirdiler. Enoch, “ Sana hain dediğim için özür dilerim ” dedi. “Ö lm ed iği­ ne sevindim .”


“B en d e ,” diye karşılık verdim. H ugh beni teped en tırnağa inceleyip, “ H âlâ bütün halinde m i­ sin?” diye sordu. Sağlam olduğumu gösterm ek için kollarımla bacaklarımı salla­ yıp, “ Bütün organlarım sağlam ,” dedim . “A yrıca o boş ruh için endişelenm enize gerek kalmadı. Öldürdük o n u .” Em m a gururla, “ Ö f, bırak şu alçakgönüllülüğü!” dedi. “ Onu sen öldürdün.” H u gh , “ M ü kem m el,” dem esine rağm en ne onun, ne E n och ’un yüzünde sevinç belirtisi vardı. “ M esele n edir?” diye sordum. “ Durun. Siz üçünüz neden evde değilsiniz? Bayan P eregrin e n ered e?” Bronu/yn dudakları titreyerek, “ G itti,” dedi. “ Bayan A v o c e t de. O adam götürdü on ları.” “ A m a n T a n rım ,” dedi Em ma. Ç o k g e ç kalmıştık. H ugh, “ Elinde silahla ge ld i,” dedi. “ C la ire’i rehin alm aya çalıştı am a o başının arkasındaki ağzıyla adam ı ısırdı. O yüzden adam beni rehin aldı. D övü şm eye çalışsam da silahla kafam a vurup beni bayılttı.” Kulağının arkasına dokununca parmaklarına kan bulaştı. “ H erkesi bodrum a kilitledi. M üdireyle Bayan A v o c e t kuş haline gir­ m ezlerse başımda bir delik daha açacağını söyledi. Kadınlar onun dediğini yapınca ikisini birden kafese koydu .” “ Yan ınd a kafes mi vardı?” diye sordu Emma. H ugh başını salladı. “ H e m de küçük bir kafes. O yüzden bizim ­ kilerin bırak kaçm ak ya da eski haline dönm ek, kıpırdayacak yeri bile yoktu. Kesin beni vurur diye tahmin ediyordum am a beni de bodruma atıp kuşlarla birlikte kaçtı.” Enoch içerlemiş bir tonla, “Eve geldiğim izde onları o şekilde bul­ duk,” diye konuştu. “ Korkaklar sürüsü gibi aşağıda saklanıyorlardı.” “Saklanm ıyorduk!” diye bağırdı H ugh. “ Bizi içeri kilitledi! Yoksa vuracaktı!” “B o ş v erin ,” diye müdahale etti Em m a. “K e r e y e kaçtı? N e d en takip etm edin iz?”

310


“ N e re y e gittiğini bilm iyorduk,” dedi Bronw yn. “ Siz görmüşsünüzdür diye um uyorduk.” Em m a öfkeyle höyükteki taşlardan birini tekm eleyerek, “ H ayır, g ö rm ed ik !” diye bağırdı. H u gh göm leğin den bir şey çıkardı. Küçük bir fotoğraftı bu. “ Git­ m eden ö n ce bunu ceb im e soktu. Peşinden gitm eye çalışırsak bu­ nun gerçek leşeceğin i söyled i.”

311



B ron w yn fo toğra fı H u gh ’un elinden kaptı. “ A h , bu Bayan Kuz­ gun m u?” Yüzünü ovuşturan H ugh, “ Sanırım Bayan K a rg a ,” dedi. Enoch, “ D em ek öldüler,” diye sızlandı. “ Bugünün geleceğin i biliyordum! ” Em m a perişan bir halde, “ Evden hiç çıkm am alıydık,” dedi. “ Millard haklıydı.” Bataklığın ilerisine bir bom ba düştü ve boğuk bir patlamanın ardından yakınımıza toprak parçaları yağdı. “ Durun bir dakika,” dedim. “H er şeyden ön ce fotoğraftakinin Bayan K arga veya Bayan Kuzgun olduğunu bilmiyoruz. Sıradan bir karganın resmi de olabilir. H em Golan Bayan Peregrine ve Bayan A v o c e t’i öldürmek isteseydi, kaçırmak için neden onca zahm ete kat­ landı? Onlann ölmesini isteseydi şimdiye çoktan ölmüşlerdi.” Em m a’ya döndüm. “A yn ca biz evden çıkmasaydık diğerleriyle birlikte bodruma kilitlenirdik. O zaman hâlâ ortalıkta dolanan bir boş ruh olurdu!” “ B eni rahatlatmaya çalışma! Bunların olması senin hatan !” “ O n dakika ön ce mutlu olduğunu söylüyordun!” “ O n dakika ön ce Bayan P eregrin e kaçırılmamıştı!” “ Susar m ısınız!” dedi H ugh. “ Şim di önem li olan Kuşun kaçırıl­ ması v e bizim onu kurtarm am ız!” “ D o ğru ,” dedim . “ O halde düşünelim. Sen bir yaratık olsaydın bir çift y m b ry n e yi n ereye kaçırırdın?” “ Onlarla ne yapm ak istediğine bağlı,” dedi Enoch. “V e bunu bilm iyoruz.” Emma, “ Ö n ce adadan çıkarman gerekirdi ve bu iş için tekneye ihtiyacın olurdu,” dedi. “A m a hangi ada?” diye sordu H ugh. “ D öngü d e m i dışında m ı?” “ Dışarısı fırtınayla yıkılıyor,” dedim . “ K im se tekneyle fazla uza­ ğa gid em ez.” Emma, “ O halde bizim tarafta kalmış olm alı,” dedi. Sesinde bir umut belirtisi vardı. “ O halde niye burada ge vezelik ediyoruz? H adi rıhtıma gid elim !”


“ Belki rıhtımda buluruz,” dedi Enoch. “Tabii henüz kaçmadıysa. H e m kaçm asa ve biz onu bu karanlıkta, şarapneller bedenim izde birer delik açm adan bulsak bile silahı olduğunu unutmayalım. H e p i­ niz delirdiniz m i? Kuşun kaçırılmasını m ı yoksa gözüm üzün önünde vurulmasını mı tercih edersiniz?” “A m a n ne gü zel!” diye bağırdı H ugh. “ Ö yleyse takibi bırakıp eve mi dönelim ? Yatm adan ö n ce şöyle güzel sıcak bir çay isteyen yo k mu? Kuş bizim yanım ızda olm adığı sürece hiçbir şeyin önem i y o k !” Bir yandan ağlıyor, bir yandan gözlerini ö fk eyle siliyordu. “ B izim için yaptığı on ca şeyden sonra nasıl olur da kurtarmayı bile d en em eyiz?” Enoch cevap verm eye fırsat bulamadan patikadan birinin bize seslendiğini işittik. H u gh biraz ön e çıkıp gözlerin i kıstı. Bir süre sonra yüzü tuhaflaşmıştı. “ Bu F io n a,” dedi. O ana kadar F io n a ’nın sesinin o kadar çıktığını duymamıştım. Uçakların gürültüsü ve uzak­ tan gelen sarsıntılar yüzünden ne dediğini anlam ak olanaksızdı. O yüzden bataklıkta ona doğru koşm aya başladık. Patikada nefes n efese koşup yanına vardığım ızda F io n a ’nın ba­ ğırmaktan sesi kısılmıştı, gözleriyse en az saçları kadar vahşi g ö ­ rünüyordu. D erhal bizi tutup kasabaya giden yola doğru itm eye başladı. Bir yandan da kaba İrlanda aksanıyla deli gibi bağırarak bir şeyler söylüyordu am a kimse ne dediğini anlayam ıyordu. H u gh onu omuzlarından tutup sakinleşmesini söyledi. K ız derin bir n efes alıp yaprak gibi titredi v e geri tarafı gösterdi. “ Millard onu takip etti! A d a m bizi bodrum a kilitlediği sırada gizlen­ mişti. K açtığı zam an onun peşinden gitti!” “ N e re y e ? ” diye sordum. “Teknesi vardı.” “ Gördünüz m ü?” diye bağırdı Em m a. “ H adi rıhtıma gid elim !” “ H ayır Em m a, senin tekneni aldı. Kim senin bilm ediğini sandı­ ğın, senin şu küçücük sahilinde sakladığın tekneyi. K afesle tekneye bindi, sonra halkalar çizerek gidiyordu ki gelgit ç o k yükselince fe ­ nerin olduğu kayalığa yanaştı. Şim di o ra d a .”

314


Fenere doğru rüzgâr gibi koştuk. Feneri tep ed en gö ren kaya­ lıklara geldiğim izde, diğer çocuklar uçurumun kenarındaki yoğun sazlıklar arasındaydı. Millard, “ Ç ök ü n !” diye sertçe fısıldadı. H e m e n çöküp onlara doğru süründük. Çocuklar dağınık bir küme halinde otların arasına gizlenm iş, sırayla feneri gözetliyorlar­ dı. Özellikle yaşı küçük olanlar yaşadıkları kâbusun etkisinden he­ nüz kurtulamadığından hâlâ şoktaydı. N itekim biz de bir kâbustan kıl payı kurtulmuştuk. Otların arasında sürünüp uçurumun kenarına gelerek fen ere baktım. G em i enkazının biraz ilerisinde E m m a’nın kanosu kayalık­ lara bağlanm ış durumdaydı. G olan ve ym bryneler ortalıkta görün­ müyordu. “ N e yapıyor orada?” diye sordum. “ K im bilir,” diye karşılık verdi Millard. “ Y a birisinin onu almasını bekliyor ya da gelgit alçaldığı zaman tekrar kürek çekmeyi hesaplıyor.” Em m a kuşkuyla, “ B en im küçük teknem le m i?” diye sordu. “ D ediğim gibi, b ilem eyiz.” Peş peşe kulakları sağır eden üç patlam a oldu v e gökyüzü turun­ cuya boyanırken hepim iz yere yattık. Em ma, “ H iç buralara bom ba düştü mü Millard?” diye sordu. “ B enim araştırm am insanlar v e hayvanların davranışlarıyla ilgili, bom balarla d e ğ il.” “ Şimdi bizim işim ize ne yarar y a ,” dedi Enoch. E m m a’ya, “Buralarda sakladığın başka tekne var m ı?” diye sor­ dum. “ M aalesef yok. O raya kadar yüzm em iz lazım .” “ Y ü zece ğ iz d e ne olacak?” diye sordu Millard. “Vurulup delik deşik mi olalım ?” Em m a, “ Bir y o l bulacağız,” diye karşılık verdi. Millard iç çekti. “ A h harika. D oğa çla m a intihar.” “ E e e ? ” Em m a h epim ize teker teker baktı. “ D aha iyi bir fikri olan var m ı?”

315


Enoch, “ Askerlerim yanım da olsa yd ı...” diye konuşm aya baş­ lamıştı ki, Millard, “ H epsi param parça suya düşerdi,” diye sözünü kesti. Enoch başını eğdi. D iğerleri hiç ağzını açmadı. “ Ö yleyse karar verildi,” dedi Emma. “ K im gid ecek ?” Elimi kaldırdım. A rdından B ron w yn de el kaldırdı. Millard, “ Y a ­ ratığın gö rem ed iği birine ihtiyacınız olacak,” dedi. “ G erekiyorsa beni de götürün.” “ D ört kişi y e te r,” dedi Em m a. “ U m arım hepiniz iyi yüzüyorsunuzdur. ” Uzun uzun düşünmeye veya vedalaşm aya vakit yoktu. D iğer çocuklar bize şans diledi v e yo la koyulduk. Siyah yağmurlukları üs­ tümüze örtüp otların arasında kom andolar gibi süründük. Sonunda plaja inen yolun başına geldik. K ıç üstü oturup aşağı kadar kaydık. Etrafımızdaki kumlar küçük birer çığ parçası gibi aşağı iniyordu. Birdenbire tepem izde aynı anda yüzlerce m otorlu testere çalışı­ yorm uş gibi bir gürültü koptu. H ep im iz ye re sinerken bir uçak kük­ reyerek üstümüzden geçti. Yarattığı rüzgarla saçlarımız dalgalanmış ve bütün üstümüz başımız kumla kaplanmıştı. H e r an bir bom banın düşüp bizi parçalara ayırmasını bekleyerek dişlerimi sıktım. N eyse ki korktuğum başım a gelm edi. İn m eye devam ettik. K ıyıya varınca Em m a birbirim ize sokulmamızı söyledi. “ Burayla fen er arasında bir gem i enkazı var. B eni takip edin. Sudan başınızı fazla çıkarmayın. Sizi görm esin. Enkaza vardığım ız zam an adam ı arayıp ne yapacağım ıza karar veririz. ” B ron w yn , “ H adi y m b r y r e leri kurtaralım,” dedi. Kıyıya vuran dalgalara doğru sürünüp karnımıza kadar gelen so­ ğuk suya girdik. Başlangıçta işler kolay gitse d e kıyıdan biraz açılınca akıntı bizi geriye doğru atmaya başladı. Tep em izden büyük bir uğul­ tuyla g eçen başka bir uçak suda dalgalar oluşmasına neden oldu. Batık g e m iy e vardığım ızda nefes n efese kalmıştık. Paslı teknesi­ ne ayak bastığım ızda sadece kafalarımız suyun üstünde duruyordu. Feneri v e etrafını saran çorak adacığı gözetledik. A si psikiyatrım

316


görünürde yoktu. A lçalm aya başlayan dolunay bom baların neden olduğu yoğu n duman bulutları arasında zaman zam an yüzünü gös­ terip fen erin ışığının hayaleti andıran ikizi gibi parlıyordu. Enkazın üstünde yürüyerek ucuna gelmiştik. Kayalıklarla ara­ m ızda sadece elli m etrelik bir m esafe kalmıştı. Em ma, “ Y a p m a m ız gereken i şöyle hesapladım ,” dedi. “ W y n ’in ne kadar kuvvetli olduğunu gördü, o yüzden içim izde en tehlikede olan o. J a co b ’la ben G o la n ’ı bulup dikkatini dağıtacağız. O sırada W y n gizlice arkadan sokulup başına sert bir darbe indirecek. M il­ lard ise o anda kafesi kapacak. İtirazı olan var m ı?” C eva p verircesine bir silah sesi duyuldu. Ö n ce ne olduğunu anla­ madık. Uzaktan duyduğumuz güçlü silah seslerine hiç benzemiyordu, bam yerine pat diye bir ses çıkmıştı. A n cak ikinci bir silah patlaması ve yakınımızda suya çarpm a sesi duyunca G olan ’ın ateş ettiğini an­ ladık. Em ma, “ G eri çekilin!” diye bağırdı. G eri yüzüp batık tekneye çıktık v e öbür uca kadar üstünde koştuk. Ardından tekrar denize daldık. Bir süre sonra h epim iz soluksuz kalarak su üstüne çıktık. Millard, “ O na karşı ne iyi avantaj sağladık,” diye söylendi. G olan ateş etm eyi kesmişti am a elinde silahla fenerin kapısında etrafı kolaçan ettiğini görebiliyorduk. “A lçağın teki am a aptal d eğil,” dedi Bronw yn. “ Peşinden g e le ­ ceğim izi biliyordu.” “A m a artık takip e d e m e y e c e ğ iz!” diyen Em m a elini hırsla suya vurdu. “ Bizi delik deşik e d e c e k !” Millard gem i enkazına bastı. “ G örm ed iği kim seye ateş edem ez. Ben gidiyoru m .” Emma, “A ptal, okyanusta görü nm ezliğin kalm ıyor,” dedi. S ö y ­ lediği doğruydu; suyun içinde durduğu yerde beden şeklinde bir boşluk dalgalanıyordu. “ Y in e de sizin kadar değil. N eyse, onu bütün ada boyunca takip ettim. O kadar akıllı görünm üyordu. Sanırım birkaç yüz m etre daha gidebilirim .”

317 -* > £ -< Ş > -e s^


Tartışacak zam an yoktu. V a zgeçm ek ya da yaylım ateşe maruz kalmaktan başka seçen eğim iz kalmamıştı. “ İyi,” dedi Em ma. “ G erçekten başarabileceğini düşünüyorsan.” Millard, “ Birinin kahraman olması lazım ,” diyerek tekneden d e­ nize doğru yürüdü. “ Ünlü son sö zler,” diye mırıldandım. Uzakta, dumanların arasında G o la n ’m fenerin kapısı içinde yere çöküp kolunu parm aklığa dayayarak nişan aldığını gördüm . “ B a k !” diye bağırsam da artık çok geçti. Bir patlam a duyuldu ve Millard çığlığı bastı. Güçlükle enkaza tırm anıp üstünde ona doğru koştuk. Biraz son­ ra muhakkak vurulacağım diye düşünüyordum. H atta ayaklarımın suda çıkardığı sesleri üstümüze yağm ur gibi yağan m erm iler olarak düşünmüştüm. Fakat o sırada silah sesi kesildi. Tabancayı yeniden dolduruyor diye düşündüm. Kısa bir sürelik fırsatımız vardı. Millard sersem leyerek suda iki büklüm olmuştu, bedeninden kan akıyordu. Onun kırmızıya bürünmüş vücudunun gerçek şeklini ilk kez görüyordum. Em m a koluna girdi. “ Millard! İyi misin? Bir şey söyle!” “ Özür dilem em gerek. Görünüşe bakılırsa fark edildim ve vu­ ruldum.” “ Kanam ayı durdurmamız lazım !” dedi Em ma. “ Onu kıyıya g ö ­ türm eliyiz!” “ S açm alam a,” dedi Millard. “O adam sizi bir daha asla bu ka­ dar yaklaştırmaz. Şimdi dönün yoksa Bayan P e re g rin e ’i kesinlikle kaybederiz.” Birkaç el silah sesi duyuldu. Bir m erm inin vınlayarak kulağımın dibinden geçtiğini duydum. “ Bu tarafa!” diye bağırdı Em ma. “ D alın!” Ö n ce ne yapm ak istediğini anlam adım. Enkazın ucundan otuz kırk m etre uzaktaydık. Fakat biraz sonra n eye doğru koştuğunu an­ ladım. T ek n en in içindeki kara deliğe, yük am barının ağzına doğru gidiyordu. B rom vyn ’ le birlikte M illard’ı kaldırıp peşinden koştuk. A yağım ızın altındaki m adeni kısımlardan sesler geliyordu. Sanki bi­ risi çö p tenekesine tekm e atar gibiydi.


M illard’a, “ Derin nefes a l,” dedim . A m b a r ağzına gelince çi­ vilem e daldık. M erdivenin birkaç basam ağı boyunca inip bekle­ dik. G özlerim i açık tutmaya çalışıyordum am a tuzlu su yakıyordu. M illard’m suya karışan kanını ağzım ın içinde hissediyordum. Em m a bana hortumu uzatınca sırayla kullanıp nefes aldık. K o ş ­ maktan dolayı nefessiz kalmıştım. Birkaç saniyede bir hortumdan aldığım n efes yetm iyordu. C iğerlerim yanm aya, başım dön m eye başlamıştı. Biri gö m le ğim e asılıp yukarı çıkm amı istedi. Basam akla­ ra tutunup yukarı çıktım. Bronvvyn v e E m m a ’yla beraber soluklanıp konuşmak için su üstüne çıktık. H ortum u tek başına kullanan M il­ lard aşağıda güvendeydi. Gözüm üzü fen erden ayırmadan fısıldayarak konuştuk. Em m a, “ Burada kalam ayız,” dedi. “ Millard kanam ayı durdur­ mazsak ölecek. ” “ O nu kıyıya çıkarm am ız yirmi dakika sürer,” dedim. “Y o ld a y ­ ken de ölebilir.” “ Başka ne yapabiliriz bilm iyorum !” Bronvvyn, “ Fener daha yakın,” dedi. “ Onu oraya götü relim .” “ O zam an G olan hepim izi öldürür!” dedim. “ H ayır öldü rem ez.” “ N ed en ? Kurşun geçirm ez misin sen ?” “ B elk i.” B ron w yn gizem li bir cevap vermişti. Ardından derin bir nefes alıp m erdivende gö zd en kayboldu. “ N e d en bahsediyor bu?” diye sordum. Em m a endişeli görünüyordu. “ H iç fikrim yok. Fakat h er neyse, acele etm esi lazım .” Bronvvyn’in ne yaptığını g ö rm ek için aşağı bakınca altımızdaki m erdivende M illard’ın etrafını sarmış meraklı fen er balıklarını gördüm . D erken enkazın ayaklarımın altında titre­ diğini hissettim. Biraz sonra Bronvvyn elinde iki m etreye bir m etre boyunda dikdörtgen bir m etal parçasıyla su üstüne çıktı. Parçanın üst kısmında perçinlenm iş yuvarlak bir delik vardı. Bronvvyn yük ambarının kapısını m enteşelerinden sökmüştü. “N e yapacaksın onunla?” diye sordu Em m a.

319


“ Fen ere gid eceğ im ,” diye cevap veren B ron w yn ayağa kalkıp kapıyı önünde tuttu. Em m a, “W yn sana ateş e d e r!” diye bağırdığı anda bir silah sesi duyuldu v e m erm i kapıya çarpıp geri sekti. “ Müthiş!” dedim . “ Kalkan yapm ışsın!” Em m a güldü. “W yn sen bir dahisin!” “ Millard sırtıma tutunabilir. Siz de peşim den g e lin .” E m m a M illard’ı sudan çıkararak kollarını B ro n w yn ’in boynuna doladı. Millard, “A şağısı harika,” dedi. “ Em m a, neden hiç bana m eleklerden bahsetm edin?” “ H a n gi m elekler?” “A şağıda yaşayan güzel yeşil m elekler. ” Millard titriyordu ve düş görüyorm uş gibi konuşuyordu. “ B eni cen n ete götü rm ek için nazik bir davette bulundular. ” Endişeyle ona bakan Em m a, “ H enü z kim se cen n ete gitm eye­ cek ,” dedi. “ S en B ro n w yn ’e sıkıca tutun tam am m ı?” Millard dalgın bir ses tonuyla, “ Pek âlâ ,” dedi. Em m a M illard’ın arkasına ge ç ip onu kaym aması için B ro n w yn ’in sırtına bastırdı. B en E m m a’nın arkasında durarak bu tuhaf küçük zincirin arka halkasını oluşturdum. Enkazın üstünde ağır adımlarla yürüyerek fen ere doğru ilerledik. Büyük bir h ed ef oluşturduğumuz için G olan h em en silahını üs­ tümüze boşaltm aya başladı. Kapıdan seken m erm ilerin sesi kulak tırmalayıcı olsa da bir bakıma insana güven veriyordu. A d a m on iki el kadar ateş ettikten sonra silah sesi kesildi. Y in e de m erm isinin bittiğini düşünecek kadar iyim ser değildim . Enkazın

ucuna

geldiğim izde

açık

denizde

yü zm em iz

için

B ronw yn bize dikkatle rehberlik yaptı. Bu sırada ağır kapıyı h ep önüm üzde tutuyordu. Onun arkasında k ö p ek kulaçlarıyla yüzen bir zinciri andırıyorduk. Em m a bir yandan kulaç atarken bir yandan da bilincini açık tutması için M illard’ a sorular soruyordu. “Millard! Başbakan kim ?” “W inston Churchill. K afayı m ı üşüttün?”

320


“ Burm a’nın başkenti n eresi?” “ H iç fikrim yok. R a n g o o n .” “ Güzel! D oğu m günün ne zam an?” “ Bağırm ayı bırak da yaram huzur içinde kanasın!” Enkazla fen er arasındaki kısa m esafeyi geçm em iz fazla uzun sürmedi. B ron w yn kalkanı om uzlayarak önüm üze düştü v e kayala­ ra tırm anm aya başladık. Bu sırada G olan birkaç el daha ateş etti. M erm ilerin çarpm asının etkisiyle B ro n w yn ’in dengesi bozulunca sallanm aya başladı. N ered eyse sırtüstü kayaların üstüne düşecek ve kapının ağırlığıyla h epim iz ezilecektik. Em m a ellerini onun sırtına dayayıp itti ve nihayet Bronvvyn kapıyla birlikte yalpalayarak kuru top ra ğa ayak bastı. Biz de gecen in serinliği yüzünden titreyerek onun arkasından ilerledik. En geniş yeri elli m etre olan kayalık, teknik anlamıyla minicik bir adaydı. Fenerin paslanmış tabanında açık duran kapıya çıkan bir düzine taş basam ak vardı. K apıda duran G olan tabancasını dik­ katle üzerim ize doğrultmuştu. Teh likeyi g ö z e alarak lom bozdan g ö z attım. Bir elinde küçük bir kafes tutuyordu. İçinde çırpınan iki kuş birbirine ö yle yakın duruyordu ki, birbirinden ayırt etm ek olanak­ sızdı. Silah bir kez daha patladı v e m erm i vınlayarak yanım dan geçin ­ c e kapının arkasına sindim. G olan kafesi sallayarak, “ Biraz daha yaklaşırsanız ikisini d e vu­ rurum!” diye bağırdı. “Y a la n söylü yor,” dedim . “ O nlara ihtiyacı v a r.” “ B ilem ey iz,” dedi Em m a. “Sonuçta delinin tek i.” “A m a hiçbir şey yapm adan duram ayız.” “Üstüne atılalım !” dedi B ronw yn. “ N e yapacağını şaşırır. Fakat işe yaramasını istiyorsak h em en fırlam alıyız!” V e bize düşünm eye fırsat bırakmadan fen ere doğru koşm aya başladı. Bizim de onu takip etm ekten başka çarem iz kalmamıştı, sonuçta kalkanı o taşıyordu. M erm iler kapıya çarpıyor vey a ayakla­ rımızın dibindeki kayalara vurup sekiyordu.

321


Durumumuz hızla giden bir trenin arkasında sarkmaya benzi­ yordu. Bronvvyn’in dehşet verici bir görüntüsü vardı. Bir barbar gibi haykırm aya başlayınca boynundaki damarlar belirmişti. M illard’ m kanı kollarıyla sırtına bulaşmıştı. O anda kapının öbür tarafında o l­ m adığım a sevinmiştim. Fen ere iyice yaklaşınca Bronw yn,

“ Duvarın arkasına sakla­

n ın !” diye bağırdı. E m m a ’yla birlikte M illard’ı onun sırtından alıp fenerin öbür tarafına saklanmak üzere sola saptık. Biz kaçarken Bronvvyn’in kapıyı başının üstünde kaldırıp hızla G o la n ’a fırlattığını gördüm . Kulakları sağır eden gürültünün hem en ardından bir çığlık yük­ seldi. Bir süre sonra B ron w yn nefes n efese kalmış ve yüzü kızarmış bir halde yanım ıza geldi. H eyecanla, “ Galiba onu vurdum! ” dedi. “Y a kuşlar?” dedi Em ma. “ H iç onları düşünmedin m i?” “ K afesi elinden düşürdü. İyiler.” Em m a, “ Çılgına dönm eden ve hepim izin hayatını tehlikeye at­ madan ö n ce bize sorabilirdin!” diye bağırdı. “ Susun,” diye sertçe fısıldadım. Uzaktan gıcırdayan m adeni bir ses geliyordu. “ N edir bu?” Em m a, “ M erdivenlerden çıkıyor,” diye cevap verdi. Millard boğu k bir sesle, “ Peşinden gitseniz iyi olur,” dedi. Şaş­ kınlıkla ona baktık. Sırtını duvara yaslamıştı. “ Ö n ce seninle ilgilenm eliyiz,” dedim . “Turnike yapm asını bilen var m ı?” B ron w yn eğilip pantolonunun paçasını yırttı. “B en yaparım . B en kanam ayı durdururum, siz yaratığı yakalayın. Onu e p e y ser­ sem lettim am a o kadarı yetm ez. Toparlanm asına fırsat v erm ey in .” E m m a’ ya döndüm. “ Buna var mısın?” “ E ğer o yaratığın yüzünü eritm ek söz konusuysa, kesinlikle va ­ rım .” Elleri arasında küçük alev kem erleri oluşmuştu.


E m m a’yla birlikte basamakların üstüne düşmüş duran kapıya basarak yukarı çıkıp fen ere girdik. Bina son d erece dik ve dar bir odadan oluşuyordu. Aslında burası devasa bir m erdiven boşluğuy­ du. Ortasında d ö n e d ön e yukarı çıkan bir m erdiven vardı. Bu m er­ divenden otuz m etre kadar yukarıdaki iskeleye çıkılıyordu. G o la n ’m basamaklardan yukarı çıktığını duyuyorduk am a içerisi tep ey e var­ masına ne kadar kaldığını g ö re m ey ecek kadar karanlıktı. M erdivenin baş döndürücü yüksekliğine bakarak, “ O nu görebili­ yo r musun?” diye sordum. C e va p olarak bir el silah sesi ve yanım ­ daki duvarda seken m erm i geldi. H em en ardından bir başkası aya­ ğım ın dibinde y e re saplandı. Kalbim küt küt atarak geri çekildim. “ G el buraya!” diye bağırdı Em ma. Kolum dan tuttuğu gibi beni tam m erdivenin altına doğru çekti. G o la n ’m atışlarının burada bizi vurmasına imkân yoktu. Dalgalı denizdeki bir tekne gibi sallanan m erdivende birkaç basamak çıktık. Em m a, “ Bu m erdiven çok kor­ kunç!” diye bağırdı. Tırabzana sımsıkı yapıştığı için parm ak eklem ­ leri bem beyaz belirmişti. “ D üşm eden yukarı çıkm ayı becersek bile bizi vuracak! ” “Biz yukarı çıkam azsak belki onu aşağı indiririz.” Olduğum yer­ de ileri geri sallanmaya, tırabzanı sıkıca sarsıp basamaklarda tepin ­ m e ye başladım. Em m a bir an delirmişim gibi baksa da ne yaptığım ı anlayınca o da benim le birlikte tepinip sallanmaya başladı. Kısa süre sonra m erdiven zangır zangır sallanıyordu. “Y a olduğu gibi aşağı inerse?” “ U m arım in m ez!” D aha sert sallamaya d evam ettik. T e p e d e n bir sürü vida v e cıva­ ta düşüyordu. M erdiven ö yle şiddetli sarsılıyordu ki, tutmakta zorluk çekiyordum . G o la n ’ın bir sürü küfür haykırdığını işittim. Derken paldır küldür aşağı inen bir cisim yakınımıza düştü. Ö nce, A m a n Tanrım , ya kafes düştüyse diye düşündüm v e hızla E m m a ’nın yanından aşağı inip durumu anlam ak için yere eğildim . “N e yapıyorsu n?” diye bağırdı Em m a. “ Vuracak sen i!” “H a yır vu ram az!” d eyip zafer kazanmış gibi G o la n ’m silahını

323


havaya kaldırdım. O n ca atıştan dolayı kızgın durumdaki silah bana bayağı ağır gelmişti. İçinde m erm i olup olm adığını ve bu yarı karan­ lıkta nasıl kontrol ed eceğim i bilm iyordum. D edem in bana verdiği az sayıdaki atış dersinden işim e yarayacak hususları boş yere ha­ tırlam aya çalıştım. Fakat aklıma bir şey gelm eyin ce sonunda basa­ makları çıkıp E m m a’nın yanına geldim . “ T e p e d e kısılıp kaldı. Y a va ş hareket etm eliyiz, onu ikna etm eye çalışalım yoksa kuşlara n e yapacağını b ilem eyiz.” Em m a dişlerini sıkarak, “ B en onu öbür tarafa gitm esi için ikna e d e c e ğ im ,” dedi. T ırm anm aya başladık. Aşırı d ereced e sallanan m erdiven çok dar olduğu için ancak tek sıra halinde çıkabiliyorduk. Başımızı basa­ maklara vurm am ak için ö n e eğilmiştik. A şa ğı düşen vidaların hayati bir noktaya ait olm am ası için dua ediyordum . T e p e y e yaklaştığımız zam an yavaşladık. A şa ğı bakm aya cesaret edem iyordum . S ad ece basamakların üstündeki ayaklarımı, sallanan tırabzandaki elim i ve silahı tutan öbür elim i görüyordum . Başka hiçbir şey yoktu. A n i bir saldırıya karşı tetikteydim. N eyse ki beklediğim olmadı. Basamaklar başımızın hem en üstündeki taş iskelede sona eriyordu. Gecenin ısıran soğuğunu hissediyor ve rüzgânn ıslık çalan sesini du­ yuyordum. Silahı ileri doğru tutup çıktım. Gergin ve kavga etm eye hazırdım fakat Golan ortalıkta yoktu. Bir yanımda kalın bir camın için­ deki kocaman ışık vardı. Bu kadar yakından parlayınca körleştirici bir etki yapıyordu. O yüzden ışık yanımdan geçtikçe gözlerimi kapamaya mecbur kalıyordum. Öbür yanımdaysa ince bir parmaklık vardı. İske­ lenin ucu boşluğa açılıyordu; on kat yüksekliğinde bir boşluktan sonra aşağıda kayalar v e dalgalann köpürdüğü deniz görülüyordu. Dar geçide çıkıp dön erek E m m a ’ya elim i uzattım. Sırtımızı lam ­ banın sıcak cam ına yasladık. Ö nüm üzeyse soğuk rüzgar vuruyordu. “ Kuş yakında,” diye fısıldadı Em m a. “ O nu hissediyorum .” Bileğini çevirince kızgın ve kırmızı bir ateş topu parladı. A levin rengi v e yoğunluğundan dolayı E m m a ’nın bu kez etrafı aydınlata­ cak bir ışık değil, bir silah m eydana getirdiği belliydi.

324


“İkiye ayrılalım ,” dedim. “ S en şu taraftan git, ben de bu taraftan dolaşayım . O zam an bizi atlatam az.” “ Korkuyorum J a co b .” “ B en de. A m a yaralı durumda ve silahı b izd e.” Başını sallayıp kolumu tuttu, sonra dönüp uzaklaştı. B en yavaş­ ça lambanın etrafını dolaştım. Dolu olup olm adığını bilm ediğim si­ lahı sıkıca elim de tutuyordum. Öbür taraftaki m anzara yavaş yavaş ortaya çıkm aya başlamıştı. Golan, sırtını parm aklığa yaslamış ve başını ö n e eğm iş vaziyet­ te ye re oturmuştu. K a fes dizlerinin arasında duruyordu. Burnunun yan tarafındaki kesikten kan akıyordu. İnce kırmızı şeritler gözyaşı gibi aşağı süzülüyordu. Kafesin tellerine küçük kırmızı bir ışık iliştirilmişti. H e r birkaç sa­ niyede bir yanıp sönüyordu. O na doğru bir adım daha attığım sırada beni fark edip başını kaldırdı. Yüzü kurumuş kan lekeleriyle doluydu. B eyaz gözlerinden biri kıpkırmızı olmuştu, ağzının kenarlarında tükü­ rük birikmişti. Bir elinde kafesi tutup sendeleyerek kalktı. “Y e r e k oy o n u .” S öz dinler gibi eğildi fakat birden öbür tarafa koşm aya başla­ dı. B ağırıp arkasından koştum. Fenerin etrafında dönüp gözden kaybolduğu anda E m m a’nın avucundaki alevin ışığının beton a vur­ duğunu fark ettim. G olan uluyarak gerisin geri bana doğru geldi. Saçlarından duman tütüyordu ve koluyla yüzünü kapamıştı. “ D u r!” diye bağırdığım anda kapana kısıldığını anladı. K afesi havaya kaldırıp kalkan gibi önünde tuttu ve tehlikeli biçim de salladı. Kuşlar çığlık çığlığa tellerin arasından onun elini gagaladılar. Golan, “ İstediğiniz bu m u?” diye bağırdı. “ D eva m edin, yakın beni! O zam an kuşlar da yanar! A te ş edersen kafesi aşağı atarım !” “ Kafandan vurursam atam azsın!” Bir kahkaha attı. “İstesen bile silah çekem ezsin sen. Unuttun galiba, ben senin zavallı, hassas ruhunu yakından biliyorum. A te ş edersen kâbuslar görürsün.” Durumu gözü m d e canlandırmaya çalıştım: Parm ağım ı tetiğe

325


koyup çekiyorum ve geri tep m eyle birlikte korkunç bir patlam a oluyor. Bunda bu kadar zor ne vardı? Elim bunu düşünürken bile niye titriyordu? D ed em kaç tane yaratık öldürmüştü? O nlarca mı? Yü zlerce mi? Şimdi benim yerim de o olsa G olan daha sersem le­ miş bir halde parm aklığa yaslandığı zam an vurulmuş ve çoktan öl­ müştü. Saniyenin onda biri bile korkakça bir kararsızlık göstersem , y m b ry n elerin hayatına mal olabilirdi. D evasa lamba dön erek yanımızdan geçerk en bizi ışığa boğu p bem beyaz parlayan birer hayalete çevirdi. Yüzü ışığa dönük olan G olan gözlerini kısıp başını çevirdi. İşte bir fırsat daha kaçtı diye düşündüm. “ K o y şu kafesi y ere ve bizim le g e l,” diye konuştum. “ Başka kim­ senin canının yanması ge rek m iyo r.” “B ilm iyoru m ,” dedi Em ma. “ Millard dediğini yapm azsa o za­ m an yeniden düşünürüm.” “ Beni öldürm ek mi istiyorsun?” diye sordu Golan. “ İyi, öldür o zam an. A m a bu durumda kendi başınızı belaya sokm ak bir yana kaçınılmaz olanı biraz geciktirirsin, o kadar. A rtık sizi nasıl bulaca­ ğım ızı biliyoruz. B enim gibi bir sürü kişi daha geliyor. Seni tem in ederim ki, onların vereceği zarar yanında, benim arkadaşına yaptı­ ğım düpedüz m erham etli bir davranış gibi kalır. Em ma, “ Bitti m i?” diye konuşurken avucundaki alevden gökyü­ züne minik kıvılcımlar fışkırdı. “ Çabuk olacağını kim söyled i?” G olan kafesi göğsün e doğru çekerek, “ S ize söyledim , onları öl­ dürürüm,” dedi. Em m a ona doğru bir adım attı. “ Seksen sekiz yaşındayım. H iç dadıya ihtiyacım varmış gibi görünüyor m uyum ?” Yüzünde ne ya­ pacağı kestirilemez, sert bir ifade vardı. “ O kadının kanatları altın­ dan kurtulmaya ne kadar zam andan beri can attığımızı söyleye­ m em . Y e m in ederim , bize iyilik yaparsın.” G olan başım ikide bir ileri geri o ynatıp gergin bir ifadeyle bizi sü­ züyordu. A c o b a d e d ik le rin d e cid d i m i? Bir an gerçekten korkmuş gibi görünse de, “ Palavra atıyorsun,” diye konuştu.

326

^

-


Bunun üzerine Em m a avuçlarını birbirine sürtüp yavaşça arala­ yınca bir alev huzmesi yayıldı. “ G örelim bakalım .” E m m a ’nm bu oyunu ne kadar sürdüreceğinden em in değildim am a kuşlar tutuşmadan ya da kafes aşağı doğru fırlatılmadan önce harekete geçm eliydim . “ B ize o y m b ry n e lerden ne istediğini söyle, belki o zam an seni rahat bırakır,” dedim. “S ad ece başladığımız işi bitirm ek istiyoruz. Bütün isteğim iz bu.” Em ma, “ D en eyi kastediyorsun,” dedi. “ Bir kere denediniz, başı­ nıza gelenleri gördünüz. Kendinizi canavara çevirdiniz!” “Evet, am a h er şey ilk seferinde başarıya ulaşsa o zam an hayat ne kadar m ükem m el olurdu.” G olan güldü. “ Bu kez şu iki hanım e­ fendi gibi zam ana en iyi müdahale edenlerin yeteneklerini kullana­ cağız. Bu kez hata yapm ayacağız. N e re d e hata yapıldığını anlamak için tam yüz yılım ız var. Görünüşe bakılırsa tek ihtiyacımız daha büyük bir tepkim eyd i!” “ D aha büyük tepkim e mi? G eçen sefer Sibirya’nın yarısını ha­ vaya uçurdunuz!” A zam etli bir tavırla, “ Asılacaksan bile Ingiliz sicim iyle asılacak­ sın!” dedi. H o ra c e ’ m rüyasında gördüğü kül bulutlarını, yanıp kavrulmuş yeryüzünü hatırladım ve o zaman ne gördüğünü anladım. Yaratık­ larla boş ruhlar bu kez başarısız olurlarsa, yaptıkları hasar bin ki­ lom etrelik ıssız bir orm andan ibaret kalmayacaktı. Fakat başarırlar ve kendilerini h ep olm ayı düşledikleri ölümsüz yarı tanrılara çevirir­ lerse... Bunu hayal etm ek bile beni ü rpertm eye yetmişti. Onların boyunduruğu altında yaşam ak ceh en n em e gitm ekten beter olurdu. Işık tekrar yanımızdan geçti ve G olan ’ın gözleri bir kez daha ka­ maştı. Üstüne atılmak üzere hazırdım am a bu fırsat da çok çabuk geçti. “Ö n em li d e ğ il,” dedi Emma. “İstediğin bütün y m b ry n e ’leri ka­ çır. Sana asla yardım etm ezler. ” “Edecekler. Y o k sa hepsini teker teker öldürürüz. O da işe yara­ mazsa, o zam an sizi teker teker öldürüp onlara seyrettiririz.”

327

^


“ Delisin sen ,” dedim. Kuşlar p an iğe kapılıp çığlık atm ağa başladılar. G olan onların sesini bastıracak şekilde bağırdı. “ H ayır! Esas delilik sizin gibi sıra dışıların dünyaya hükmetmesi yerin e saklanması. Ö lüm e eg em en olm ak varken ona teslim olu­ yorsunuz. Sıradan insanoğlunun genetik çöplüğünün sizi yeraltına sürmesine izin veriyorsunuz. O ysa onları kolayca köleniz yapabilir­ siniz, zaten onlar buna layık! ” H e r cümleyi söyledikçe kafesi sertçe sallıyordu. “ Esas bu delilik!” “K es şunu!” diye bağırdı Emma. “ D em ek senin için ö n em li!” G olan kafesi daha hızlı sallamaya başlamıştı. Birden kafesin tellerine bağlanmış olan küçük ışık iki kat parlaklaşmıştı. G olan başını çevirip arkasındaki karanlığa baktı. S on ra E m m a’ya dönüp, “ O nları istiyor musun? A l ! ” diyerek gerildi ve kafesi onun suratına doğru salladı. Em m a çığlık atarak y e re sindi. G olan kafesi bir disk atıcı gibi sallamaya devam etti. Sonunda kafes elinden kurtulup parm aklı­ ğın üstünden boşluğa fırladı ve gecen in karanlığına karıştı. B en bir küfür savururken Em m a çığlık çığlığa parm aklığa koşarak denize doğru yol alan kafesi g ö rm ey e çalıştı. Bu şaşkınlık anından yararla­ nan G olan üstüme atlayıp beni yere serdi. Ö n ce m idem e ardından çen em e birer yumruk indirdi. Bayılacak gibi olmuştum ve n efes alam ıyordum . Elim deki silahı alm aya çalıştı. Silahı kaptırm am ak için gücümün her zerresiyle di­ reniyordum . O nu bu kadar çok almak istediğine g ö re dolu olm alıy­ dı. Silahı parm aklığın üstünden atm aya çalışsam da sıkıca kavradığı için buna im kan bulamadım. Em m a adi herif diye bağırıyordu. D er­ ken ellerinden alevler fışkırarak arkadan geldi v e G o la n ’ın boynuna sıkıca sarıldı. G o la n ’ ın boynunun kızgın bir ızgaranın üstüne konm uş soğuk bir et parçası gibi hışırdadığını hissettim. A d a m inleyerek üstüm­ den kalkarken ince saçları tutuşmuştu. Birden E m m a’nın boğazına sarıldı. Saçlarının yanmasına aldırış etm eden, Em m a son nefesini

328


veren e kadar sıkmaya niyetli görünüyordu. A y a ğ a fırladım ve silahı iki elim le birden tutarak ona nişan aldım. Bir an için olsun sakin olm alıydım . Zihnimi boşaltıp kolumu kıpırdatm am aya çalıştım. O m zum dan arpacığa, oradan da h edefe yani bir insanın başına uzanan hayali bir çizgi çektim. H ayır, bu bir insan değil sefil bir mahluktu. Bir yaratıktı. D edem in öldürülmesini ayarlamış, benim kötü yaşanmış da olsa naçizane hayat dediğim kavram ı param parça etmişti. B eni bu adaya ve bu ana taşımıştı. Onun kadar sefil olm ayan v e şiddet kullanmayan insanlar da ben n e yapacağım a karar verecek kadar büyüdüğümden beri benim yaşam ım a müdahale edip benim adım a karar vererek buraya sü­ rüklenm em de pay sahibi olmuştu. Ş im d i e lle r in i gevşet, d e rin b ir n efes al ve tut. A rtık bu gidişatı tersine çevirecek bir fırsatım vardı, kaçmakta olduğunu hissettiğim ufacık bir fırsat. Ş im d i te tiğ i çek. Silah elim de adeta sıçradı. Y e r yarılmasını andıran patlaması ö yle ani ve şiddetliydi ki, gözlerim i yummuştum. G özlerim i açtığım ­ da h er şey garip biçim de donm uş gibiydi. G olan E m m a’nın arka­ sında ellerini onun boğazına kilitlemiş, parm aklığa doğru sürükle­ m eye çalıştığı halde ikisi de birer bronz heykeli andırıyordu. Y ok sa y m b ry n e ’ ler tekrar insan haline gelip bize büyü mü yapm ıştı? Fakat birdenbire her şey hareketlendi ve Em m a sıyrılıp kurtulurken G olan arkaya doğru sen delem eye başladı. D erken tökezleyip boş bir çuval gibi parm aklığın üstüne çöktü. Şaşkınlık içinde bana bakıyordu. A ğzın ı açıp bir şeyler söylem e­ y e çalışsa da becerem edi. Ellerini gırtlağında açılan m adeni bir para büyüklüğündeki deliğe götürdü. Parm aklarının arasından fışkıran kan kollarından aşağı süzülüyordu. A z sonra tutunacak gücü kalm a­ dı v e geriye devrilerek karanlığın içinde gö zd en kayboldu. G olan ’ ı daha aşağı düşer düşmez unutmuştuk. Em m a p arm ağıy­ la denizi gösterip, “ O rada, ora d a !” diye bağırdı. G österdiği noktaya bakıp gözlerim i kısınca dalgaların üstünde sallanan cılız kırmızı ışığı zar zor seçebildim . Kendim izi m erdivene attığım ız gibi zangır zangır

—«

329


sallanan basamaklardan hızla aşağı indik. K afesi batmadan ön ce kurtaracağımıza p ek umudumuz yoktu am a yine de histerik biçim ­ de yakalam ak için koşuyorduk. Dışarı fırladığımızda Bronvvyn’in sargılar içindeki M illard’m yanı başında olduğunu gördük. Millard bir şeyler bağırsa da ne dediğini işitem edim , yine de onun hayatta olduğunu anlam am ıza yetmişti. E m m a’yı om zundan yakalayıp bir kayaya bağlı duran kanoyu gö s­ terdim. N e yazık ki fenerin ters tarafında ve çok uzaktaydı. Bunun üzerine Em m a beni denize doğru çekti. Koşarak suya atladık. Soğu ğu n eredeyse hissetmiyordum. Bütün düşündüğüm kafe­ se dalgaların içinde gözd en kaybolm adan ulaşabilmekti. K ocam an kara dalgalar suratımıza çarptıkça su yutuyor ve güçlükle kulaç atı­ yorduk. Uyarı ışığının ne kadar uzakta olduğunu kestirm ek güçtü; karanlık bir okyanusun ortasında sadece küçücük bir nokta görü ­ nüyordu. Işık havaya yükselip alçalıyor, uzaklaşıp yakınlaşıyordu. İki kez gö zd en kaybedip durmak zorunda kaldık. D eli gibi etrafı kolaçan ederken tekrar gördük. Kuvvetli akıntı kafesi ve bizi açık denize doğru sürüklüyordu. Kısa zam anda yakalayam azsak kollarımızda derm an kalmayacak ve boğulacaktık. Bu ölümcül düşünceyi elim den geldiğince uzun bir süre kendim e sakladım. Fakat ışık üçüncü kez gö zd en kaybolup uzun bir süre karanlık denizin neresinde olduğunu fark ed em eyin ce “ G eri d ön m eliyiz!” diye bağırdım. Em m a beni dinlem iyordu bile. B enim önüm de kulaç atarak açık den ize doğru yüzüyordu. Ç ırptığı ayaklarını tutmaya çalıştım am a tekm eleyerek elim den kurtuldu. “ Kayboldu! Bulam ayacağız on ları!” “ Kes sesini!” diye bağırdı. Zorla n efes almasından en az benim kadar tükendiğini anlamıştım. “K es sesini de etrafa bak!” O nu yakalayıp yüzüne bağırdım. Bunun üzerine beni tekm ele­ m eye başladı. O nu bırakm ayacağım ı ve kendisinin de kurtulamaya­ cağını anlayınca ağlam aya, umutsuzca inlem eye başladı. O n u fen ere doğru çek m eye çalışsam da taş gibi ağırlaşmıştı v e


beni aşağı doğru çekiyordu. “Yü zm elisin !” diye bağırdım. “ Y oksa boğu la ca ğız!” V e birdenbire onu gördüm , son d erece cılız bir kırmızı ışık ya­ nıp sönüyordu. Yakında, deniz yüzeyinin h em en altındaydı. Ö n ce hayal gördüğüm den korkarak bir şey söylem edim . Fakat ışık yine yanıp sönmüştü. Em m a sevinçle bağırdı. Görünüşe bakılırsa kafes başka bir batı­ ğın üstüne konmuştu, yoksa su yüzeyine bu kadar yakın batmadan nasıl duracaktı? H e m daha yen i battığı için kendi kendim e kuşların daha canlı olduğunu söyledim . Kafesin olduğu ye re doğru yüzüp dalmak için hazırlandık. H o ş, dalmak için yeterli nefesim iz kaldı­ ğından şüpheliydim. D erken ço k garip bir şekilde, kafes bize doğru yükselm eye başladı. “ N e oluyor?” diye bağırdım. “ Enkaz m ı var burada?” “ O lam az. Burada başka enkaz y o k !” “ Ö yleyse ne dem ek oluyor bu?” Sanki uzun, devasa ve gri bir balina su üstüne çıkıyor gibiydi veya aşağıda bir hayalet gem i vardı v e aniden m eydana gelen güçlü bir patlam ayla birlikte yükselm eye başlamıştı. O yö n e doğru yüz­ m e ye çalışsak da gelgit akıntısına kapılmış başıboş bir cisim den far­ kımız yoktu. D erken suyun altındaki h er neyse ayaklarımıza değdi ve biz de yükselm eye başladık. Cisim bir tür m ekanik canavar gibi tıslayıp tangırdayarak sudan çıktı. H e r yö n e hızla akan köpüklerin altında kalmıştık. D algala­ rın çarpmasıyla birlikte m etal plakalardan oluşan sert zem in e sav­ rulduk. D en ize düşm em ek için parm aklarımızı plakaların arasına geçirdik. Tuzlu suda gözlerim i kısarak bakınca kafesin canavarın sırtındaki biri büyük diğeri küçük iki yü zgeci andıran çıkıntıların arasında durduğunu gördüm . O sırada fenerin ışığı dön erek bizim bulunduğumuz tarafa vurunca, bunların yü zgeç değil bir kule v e gü­ verteye sabitlenmiş bir makineli tüfek olduğunu gördüm . Bu cisim bir canavar, bir batık veya balina değildi. “U -bot bu !” diye bağırdım. T a m ayaklarım ızın altında yükselm e­

331


si tesadüf değildi. G o la n ’ın beklediği bu olsa gerekti. Em m a çoktan ayağa kalkmış, gü vertede kafese doğru koşuyordu. B ense bin bir güçlükle doğrulabildim. T a m koşm aya başladığım anda gü verteye vuran bir dalga ikimizi de yere yıktı. Bir bağırtı duyunca dönüp baktım. Kulenin kapağından çıkan gri üniformalı bir adam bize elindeki silahı doğrultmuştu. Birden yağm ur gibi yağm aya başlayan m erm iler güverteyi çekiç gibi d ö v­ dü. K afes bizden çok uzaktaydı. O n a ulaşamadan delik deşik ola­ caktık. Buna rağm en E m m a ’nın onu alm aya çalıştığını gördüm . K oşu p üstüne doğru atladım. Birlikte güvertenin yanından denize düştük. Karanlık suda gö zd en kaybolmuştuk. Suyu delen m erm iler kabarcıklar çıkararak dibi boyluyordu. Tek rar su üstüne çıktığım ızda E m m a beni yakalayıp çığlık çığ­ lığa, “ N e d en yaptın bunu?” diye hesap sordu. “ K afesi n ered eyse alm ıştım !” K endim i onun ellerinden kurtararak, “ S eni öldürm ek ü zereydi,” dedim . O sırada aklıma E m m a’nm bütün dikkatini kafese verdi­ ği için adam ı fark etm ediği geldi. G ü vertede hızlı adımlarla kafese doğru yürüyen adam ı gösterdim . K afesi kaldırıp hızla salladı. K a fe ­ sin kapağı açıldı v e bir an içinde bir kıpırtı görür gibi oldum. D em ek hâlâ umut beslem ek için neden vardı. O anda fenerin ışığı ortalığı gündüz gibi aydınlattı. Parlak ışık altında askerin yüzünü ayrıntılı şekilde görebilm iştim . H ain ce sırıtan adamın gözleri sonsuz bir de­ rinliğe açılır gibi boştu. Bu adam da yaratıktı. Yaratık elini kafesin içine sokup tek başına kalan sırılsıklam kuşu çıkardı. O sırada kuleye çıkan bir başka asker ıslık çalınca elin­ de kuşla o y ö n e doğru koştu. A d a m kuleden içeri girince denizaltı büyük bir sarsıntı v e tıslamayla daldı. Etrafımızdaki su kaynıyorm uş gibi çalkalanıp köpüklere boğuldu. E m m a’ya, “H e m e n yüz yoksa bizi de aşağı çek ecek !” diye ba­ ğırdım. Fakat beni duymamıştı bile, gözleri bir noktaya kilitlenmişti. Denizaltının dümeninin ardında bıraktığı karanlık suya dikkatle bakı­ yordu. D erken o noktaya doğru yü zm eye başladı. E m m a’yı durdur­

332 - > § - < $ > - £ 3 ^


m aya çalışsam da iterek elim den kurtuldu. Biraz sonra denizaltının uğultusunu bastıran tiz bir çığlık duyuldu. Bu Bayan P e re g rin e ’di! Y a n ın a ulaştığımızda dalgaların üstünde çırpm ıyor, başını suyun üstünde tutmak için m ücadele ediyordu. Bir kanadını çırpmasına rağm en öbürü kırılmış gibi görünüyordu. Em m a onu avucuna aldı. Bunun üzerine artık dön m em iz gerektiğini bağırdım. Kalan azıcık gücümüzle yü zm eye başladık. A rkam ızda denizaltı­ nın dibe dalmasıyla yarattığı boşlukta kocam an bir girdap oluşmuş­ tu. D en iz bu boşluğu doldururken bizi de yutmaya çalışıyordu; n ey­ se ki, yanım ızda kanatlı bir zafer ya da en azından kısmi bir zafer sim gesi vardı. O bize bu doğadışı akıntıya karşı m ücadele ed ecek gücü vermişti. A z sonra Bronu/yn’ in bize seslendiğini duyduk. Bu güçlü kuvvetli arkadaşımız dalgaları yararak geldi v e bizi kurtuluşu­ muza doğru çekip götürdü.

Artık sakinleşmiş göğü n altında soluk soluğa kayalara uzanarak kendim ize gelm ey e çalıştık. Aşırı yorgunluktan zangır zangır tit­ riyorduk. M illard’la Bronu/yn’in bize soracağı çok soru olm asına rağm en bizim cevap verecek takatimiz yoktu. G o la n ’m aşağı düş­ tüğünü, denizaltının yukarı çıkıp sonra dalmasını, Bayan P eregrin e denizden çıkarken Bayan A v o c e t’in geride kaldığını görm üşlerdi; dolayısıyla öğren m ek istediklerini zaten öğrenm işlerdi. B ize sımsıkı sarıldılar ve titrem em iz g e çen e kadar bırakmadılar. Bronvvyn kuşu ısınması için göm leğin in altına sokmuştu. Biraz kendim ize gelince E m m a’ nın kanosuna binip kıyıya doğru kürek çektik. K ıyıya yaklaştığımız zaman bütün çocuklar bizi karşılamak için suya girip yanım ıza geldiler. “ Silah sesleri duyduk!” “ O acayip tekne n eydi?” “ Bayan P ereg rin e n ered e?” T ek n ed en inince Bronvvyn göm leğin in ucunu kaldırıp büzüşmüş durumdaki kuşu gösterdi. Çocuklar etrafım ıza toplanınca Bayan

333


Peregrin e gagasını kaldırıp bitkin olsa bile yaşadığını gösterm ek için öttü. Ortalığı sevinç çığlıkları kaplamıştı. H ugh, “ Başardınız!” diye bağırdı. O live bir yandan dans ediyor, diğer yandan şarkı söylüyordu. “ Kuş, kuş, kuş! E m m a’yla Jacob kuşu kurtardılar!” Fakat kutlama kısa sürdü. H e m Bayan A v o c e t ’ in yokluğu, hem M illard’ın telaş uyandıran durumu çabucak fark edildi. Sargısı sıkı sarılmış olm asına rağm en e p e y kan kaybettiğinden halsizleşmişti. Enoch kendi paltosunu onun üstüne örterken Fiona yün beresini uzattı. Em ma, “S eni kasabadaki doktora götü relim ,” dedi. Millard, “ S açm alam a,” diye karşılık verdi. “ A d a m hiç görü nm ez bir çocu ğa bakmamıştır, h em baksa bile ne yapacağını bilem ez. Y a yanlış yere pansuman yapar ya da çığlığı basıp kaçar. ” Em m a, “ Çığlık atarak kaçarsa sorun y o k ,” dedi. “ D öngü başa döndükten sonra bir şey hatırlam az.” “ Etrafa baksana. Döngünün bir saat ön ce yeniden ayarlanması lazımdı. ” Millard haklıydı; gökte artık gürültü kalmamıştı, savaş sona er­ mişti. Bununla birlikte, uzaklarda bom bardım anın yarattığı duman­ lar bulutlara karışmaya devam ediyordu. Enoch, “ Bu iyi d eğil,” deyince herkes sustu. Millard, “ H e r n eyse ,” dedi. “ Lazım olan bütün m alzem e evde. Bana biraz Laudanum* verip yarayı alkolle silin yeter. S ad ece deriyi sıyırmış. Ü ç gün içinde sapasağlam olurum .” Bronu/yn kumda benekler yaratan kan damlalarını göstererek, “A m a yara hâlâ kan ıyor,” dedi. “ Ö yleyse şu lanet olası turnikeyi biraz daha sık!” Bronıvyn sargıyı sıkınca Millard bir an acıyla bağırdı. H erkes bir anda gerilmişti. D erken Millard kızın kolları arasında bayılıverdi. Claire, “ Durumu iyi m i?” diye sordu. Enoch, “K en din den geçti, h epsi o , ” dedi. “ Göründüğü kadar dayanıklı d e ğ il.” * E skiden ağrı kesici o la ra k kullanılan ve afy o n la y a p ıla n bir ilaç, (çev.)

334 ->§-<$>-«3 ^


“ Şim di ne ya p a ca ğız?” O live, “ Bayan P e re g rin e ’e soralım ,” dedi. Enoch, “ D o ğru ,” dedi. “ Onu ye re koyalım da eski haline dön ­ sün. Kuş durumundayken ne yapm am ız gerektiğini doğru dürüst sö yley em e z.” Bunun üzerine Bronu/yn onu kuru bir kum tepeciğin e koydu. H ep im iz açılıp bek lem eye başladık. Bayan P eregrin e birkaç kez zıplayıp sağlam kanadını çırptı, ardından tüylü başını birkaç kez sağa sola çevirip gözlerini kırparak bize baktı. Fakat hepsi bundan ibaretti, kuş olarak kalmıştı. Em m a, “ Belki seyredilm ek istem iyordur,” dedi. “ Sırtımızı dö­ n elim .” H ep im iz onun etrafında bir halka oluşturarak sırtımızı döndük. O live, “ Şim di tam am Bayan P , ” dedi. “ Kim se bakm ıyor!” Bir dakika sonra H ugh arkaya g ö z attı. “H ayır, hâlâ kuş.” Claire, “ Belki çok yorgun düştüğü v e üşüdüğü için olm u yor,” dedi. D iğerleri bunu mantıklı bulunca e v e geri d ön m eye karar ver­ dik. Elimizdeki m alzem eyle M illard’ı tedavi edecektik. Bir yandan da h em müdirenin h em döngünün n orm ale dönm esini dileyecektik.

335


e

•«

••

ON b i r i n c i b o l u m


/

y

j

avaş yorgu nu askerler gibi başım ız ö n d e, tek sıra halin-

de dik ya m acı tırm anıp sırta d oğru yürüdük. B ron w yn

9

M illard’ ı

kucağına

almıştı.

B ayan

P e re g rin e

ise

F io n a ’nm bir kuş yuvasını andıran saçlarında yolculuk yapıyordu . O rtalık henüz dum anları tüten b o m b a çukurlarıyla doluydu. Sanki devasa bir k ö p e k yeri eşelem iş gibi ortalığa top ra k parçaları saçıl­ mıştı. E ve döndü ğü m ü zde n eyle karşılaşacağım ızı h ep im iz m erak etsek de kim se sorm aya cesaret edem iyordu . C evabı daha orm andan çıkm adan öğrendik. E n och ’un ayağı yerdeki bir şeye çarpınca eğilip baktı. Yarısı yanm ış bir tuğla par­ çasıydı bu. H erkes p an iğe kapılmıştı. Çocuklar patikada e ve doğru koş­ turmaya başladı. O n bah çeye vardığım ızda küçükler gözyaşlarına boğuldu. Dumandan g ö z gözü görm üyordu. B om b a her zam an o l­ duğu gibi A d e m ’in parm ağının ucunda kalmamış, heykeli ortadan ikiye yarıp patlamıştı. Evin arka köşesi yerle bir olmuştu ve he­ nüz dumanları tütüyordu. İki odanın köm ürleşen duvarları arasında küçük ateşler yanıyordu. A d e m ’in bulunduğu yerde, bir insanı dik olarak g ö m m e y e yetecek derinlikte bir krater açılmıştı. Buranın gü­ nün birinde ne hale geleceğin i g ö z önüne getirm ek kolaydı. İlk kez birkaç hafta ö n ce keşfettiğim üzüntü verici, kutsallığı bozulmuş yere dönüşecekti burası. Kâbuslar evi olacaktı.


F ion a ’nın başından havaya sıçrayan Bayan Peregrine, ciyak ciyak bağırarak yanıp kavrulmuş otların üstünde telaşla uçmaya başladı. O live, “ Müdire ne oldu?” diye sordu. “ G eçiş neden gerçekleş­ m ed i?” Bayan P eregrin e cevap olarak ancak acı şekilde feryat edebildi. H ep im iz gibi şaşkın ve korkmuş görünüyordu. Claire onun yanında diz çökerek, “ Lütfen geri g e lin !” diye yal­ vardı. Kadın kanat çırpıp zıplıyor ve görünüşe bakılırsa toparlanm aya çalışıyordu am a bir türlü eski şekline dönem em işti. Çocuklar endişe içinde etrafına toplanmıştı. Em m a, “ Bir aksilik v a r,” dedi. “ İnsan olm ayı becerebilse şimdi­ ye dek çoktan yapardı.” Enoch, “ Belki döngüyü bu yüzden kaçırdık,” dedi. “ Bayan K er­ kenez hakkında anlatılan o eski öyküyü hatırlasanıza; hani kaza g e ­ çirip bisikletten düşmüş ya. Başını ye re çarpınca bütün bir hafta b o ­ yunca kerkenez olarak kalmış. Onun döngüsü o zam an bozulm uş.” “ Bunun Bayan P e re g rin e ’le n e alakası va r?” E noch iç çekti. “ Belki başından yaralanmıştır. K en din e gelm esi için belki bir hafta beklem em iz ge rek iy o r.” Em ma, “ H ızla giden bir kam yon başka, yaratıklar tarafından kötü m uam ele g ö rm ek başka,” dedi. “ O alçağın biz kurtarmadan ön ce Bayan P e re g rin e ’e ne yaptığını bilm iyoruz.” “Yaratıklar mı? Birden fazla m ı?” “Bayan A v o c e t ’ i yaratıklar götü rdü ,” dedim. “N e red e n biliyorsun?” diye sordu Enoch. “G o la n ’ la işbirliği yapıyorlardı, ö yle değil mi? H e m bize ateş edenin gözlerin i gördüm . H iç kuşku y o k .” “ O zam an B ayan A v o c e t ’e öldü gözü yle bakabiliriz,” dedi Hugh. “ Onu muhakkak öldürürler.” “ Belki öldü rm ezler,” dedim . “ En azından h e m e n .” Enoch, “Yaratıklar hakkında bir şeyler biliyorsam, o da sıra dışıları öldürdükleridir. Bu onların doğasında var. ”

338


“ Hayır, Jacob haklı,” dedi Em ma. “ O yaratık ölm eden önce onca y m b ry n e ’yi neden kaçırdıklarını anlattı. B oş ruhların ortaya çıkmasına yol açan o tepkim eyi yeniden yaratm ak için onları zorla­ yacaklar. Y a n i çok daha büyük bir tepkim e yapacaklar.” Birinin korkuyla iç çektiğini duydum. H erkes suspus olmuştu. Etrafa bakınınca Bayan P e re g rin e ’in A d e m ’in kraterinin kenarına ümitsiz bir biçim de tünediğini gördüm . Hugh, “ Onları durdurmamız g e rek ,” dedi. “ Y m b ry n e leri nere­ y e götürdüklerini bulm alıyız.” “ N asıl,” diye sordu Enoch. “ Denizaltıyı mı takip e d e ceğ iz? ” A rkam da birisi yüksek sesle boğazını temizledi. H ep im iz dönüp bakınca H o ra c e ’ın y e re bağdaş kurup oturduğunu gördük. Usulca, “ N e re y e gittiklerini biliyorum ,” dedi. “ Biliyorum n e d em ek ?” “ Nasıl bildiği önem li değil, biliyor y a ,” dedi Em m a. “ Onu n ereye götürüyorlar H o ra c e ? ” Ç ocu k başını iki yana salladı. “ İsmini bilm iyorum am a görd ü m .” “ Çizsene ö y le y s e ,” dedim. Bir an düşündükten sonra gergin bir vaziyette ayağa kalktı. Y ır­ tık pırtık siyah elbisesi içinde bir dilenci keşiş gibi görünüyordu. Evin yanan kısmından dökülen bir kül yığınının yanm a gidip eğildi v e bir avuç dolusu kum aldı. Ardından bunu parçalanm ış duvarın üstüne serip cılız ay ışığından yararlanarak kalın darbelerle bir re­ sim çizm eye başladı. Etrafına toplan ıp yaptığı tabloyu seyrettik. Y a n yana sıralanmış dikey ve kalın çizgiler çekip üstüne ince sarmallar çizdi. Direklerin üstüne gerilm iş dikenli tellerdi bunlar. Bir yanında karanlık bir or­ m an vardı. Karla kaplı zem in yer yer siyahla kaplanmıştı. Resim bundan ibaretti.

339 - * £ - < ^ - < 3 ^



Resim bitince H o ra c e geriye doğru çekilip kendini otların üs­ tüne bıraktı. G özleri boşluğa bakar gibiydi. Em m a omuzlarından nazikçe tutup, “ H o ra ce, burası hakkında başka neler biliyorsun?” diye sordu. “ S oğu k bir y e r .” Bronvvyn H o r a c e ’ın yaptığı çizim i gö rm ek için bir adım ö n e çık­ tı. O liv e ’ in koluna girmişti. Küçük kız başını onun om zuna koym uş­ tu. “ Burası bir hapishaneye b en ziyo r,” dedi Bronvvyn. O live başını kaldırdı. Cılız bir sesle, “ Ee, ne zam an gidiyoruz?” diye sordu. Enoch ellerini havaya kaldırarak, “ N e re y e gidiyoru z?” dedi. “ Burada bir sürü anlamsız çizgi va r!” Em m a onun karşısına geçerek, “ Burası belli bir y e r,” dedi. “ Karlı bir ye re gidip hapishane arayam ayız, o kadar basit d eğil.” “ Burada da kalam ayız a m a .” “N eden ?” “ Şuranın haline baksana. M üdireye bak. Burada güzel bir düze­ nimiz vardı am a artık bitti.” Enoch ile Em m a bir süre atışmaya devam ettiler. Çocuklar taraf tutma konusunda ikiye bölünmüştü. E n och ’un tarafını tutanlar dış dünyadan uzun zam andır uzak kaldıklarını ö n e sürdüler. O yüzden dışarı gidersek savaşta kapana kısılabilir vey a boş ruhlar tarafından yakalanabilirdik. Şansım ızı burada, en azından bildiğim iz bir yerde den em ek daha iyiydi. D iğerleri savaşın v e boş ruhların artık burnu­ muzun dibine geldiğini, gitm ekten başka seçeneğim iz kalmadığını söylüyordu. Yaratıklarla boş ruhlar Bayan P eregrin e 'i de alm ak için bu kez daha kalabalık olarak dönecekti. A yrıca Bayan P e re g rin e ’in durumunu da g ö z önüne almak gerekiyordu. Em m a, “ Başka bir y m b ry n e buluruz,” diye konuştu. “ M üdireye nasıl yardım edilm esi gerektiğini bilen varsa ancak onun arkadaş­ larından biridir.” “ Peki ya diğer döngüler d e çöktüyse ne olacak?” diye sordu Hugh. “ Bütün y m b ry n e ler kaçırıldıysa ne yapacağız?”

■- * -----=---------------------------------341


“ Ö y le düşünmeyelim. Muhakkak birileri kurtulmuştur.” Başının altına yastık niyetine kırık bir duvar parçası konmuş va ­ ziyette yerde yatan Millard, “ Em m a haklı,” dedi. “ E ğer seçenek, bekleyip artık hiçbir boş ruhun gelm eyeceğin i v e müdirenin iyile­ şeceğini ümit etm ekten ibaretse, ben bunu seçenek olarak görm ü ­ yo ru m .” Karşıt görüştekiler sonunda işbirliğine razı oldular. Ev terk edi­ lecek, eşyalar paketlenecekti. Lim andaki birkaç tekn eye el konup kullanılacaktı. Sabah hepim iz buradan ayrılacaktık. E m m a’ya y ö n ­ lerini nasıl bulacaklarını sordum. Sonuçta çocukların hiçbiri n ere­ d eyse seksen yıldan beri adadan ayrılmamıştı. Bayan P eregrin e ise ne konuşabiliyor ne uçabiliyordu. Başını yavaşça dumanları çıkan e ve doğru çevirdi v e “ Bir harita v a r,” dedi. “ Tabii yanm adıysa.” O n a yardım etm eye karar verdim . Yüzüm üze ıslak kumaşlar sararak yıkılan duvarın arasından e v e girdik. P en cere camları pa­ ram parça olmuştu ve evin içi duman doluydu. N eyse ki E m m a’nın elinde yaktığı ateşin parlak alevi sayesinde çalışm a odasının yolunu bulduk. Bütün raflar birer d om in o taşı gibi aşağı düşmüştü. Rafları yana itip eğilerek ye re saçılan kitapları araştırdık. Şans bizden ya­ naydı zira harita kütüphanedeki en büyük kitabın içindeydi. Em m a onu bulunca sevinçle bağırıp yerden aldı. Dışarı çıkm adan önce Millard için gerek en alkol, Laudanum v e sargı bezlerini de bulduk. Yarasını tem izleyip sardıktan sonra kitabı incelem ek için ye re oturduk. Bu bir harita olm ayıp aslında atlastı. İçi doldurulmuş, koyu bord o deriyle ciltlenmişti. Pa rşöm en e ben­ zeyen sayfaları itinayla çizilmiş haritalarla doluydu. Bu çok eski v e güzel atlas E m m a ’nm kucağını kaplayacak kadar büyüktü. Em ma, “ Bunun adı Günlerin H aritası,” dedi. “ V a r olduğu bi­ linen bütün döngüler burada yer alıyor. ” A çtığı sayfada karşımıza çıkan harita Tü rk iye’ye aitti am a ne yollar ne sınırlar çizilmişti. Bun­ ların yerin e çeşitli b ö lgelere dağılm ış ince sarmallar vardı. Bunların döngülerin yerini gösterdiğini tahm in etmiştim. H e r sarmalın orta­


sında farklı birer sim ge vardı. Haritanın alt kısmındaki lejantta bu sim gelerin karşısında araları taksimle ayrılmış birtakım numaralar sıralanmıştı. Bir tanesini parm ağım la gösterip 2 9 -3 -3 1 6 / ?-?-399 diye okudum. “ N ed ir bunlar, birtakım kodlar m ı?” Em m a parm ağıyla rakamları takip etti. “ Bu döngü M S 29 Mart 3 1 6 tarihine ait. 3 9 9 yılındaki bir güne kadar varlığını sürdürmüş am a ay ve gün bilinmiyor. ” “ 3 9 9 yılında n e olm uş?” Em m a omzunu silkti. “ Burada ya zm ıy or.” Bu kez Yunanistan haritasının bulunduğu sayfayı açtım. Bu ha­ ritadaki sarmallar v e rakamların sayısı daha fazlaydı. “ Fakat bütün bunları listelem enin m antığı nedir? Bu antik döngü lere nasıl gidile­ bilir ki?” “ Sırayla konum değiştirerek,” dedi Millard. “ S on derece kar­ maşık v e tehlikeli bir yoldur. A m a bir döngüden öbürüne, örn eğin her gün geçm işte elli yıl yo l alarak, son elli yılda varlığı sona eren bütün döngü lere girebilirsin. Bunlara seyahat etm ek için gereken araçlara sahip olursan, onların içinde başka döngüler d e bulursun. Bu şekilde katlanarak artar.” H a yret içinde, “ Bu zam anda yolculuk,” dedim. “ G erçek zaman yolculuğu.” “ Sanırım ö y le .” H o r a c e ’ın duvar parçası üzerine külle yaptığı resmi göstererek, “ O zam an buranın sadece nerede olduğunu değil, hangi zam anda olduğunu da bulmam ız gerek ecek ö y le m i?” “ K orkarım ki öyle. V e e ğ e r Bayan A v o c e t gerçek ten yaratıklann elindeyse, bunlar zam an yolculuğu konusunda son d erece usta­ dır. O zam an onun v e diğer y m b ry n e ’lerin götürüldüğü yer büyük olasılıkla geçm işte bir yerdedir. Bu durumda orayı bulmam ız iyice zorlaşacak v e ora ya ulaşmak ço k tehlikeli olacaktır. Tarih i döngü ­ lerin konumunu düşmanlarımız iyi bilir v e bunların girişlerinde pu­ suya yatarlar. ” “ O halde sizinle birlikte g elm em iyi bir ş e y ,” dedim .

343


Em m a heyecanla bana doğru döndü. “A h , bu harika!” diye ba­ ğırıp sarıldı. “ Emin m isin?” Em in olduğumu söyledim . Çocuklar yorgunluğa aldırış etm eye­ rek ıslık çalıp alkışladılar. Bazıları bana sarıldı. H atta Enoch bile elim i sıktı. Fakat E m m a ’ya baktığım zam an gülümsemesinin kay­ bolduğunu gördüm . “ N e oldu?” Huzursuzca kıpırdandı. “ B ilm en gerek en bir şey var. K orkarım ki öğrendiğin zam an bizim le gelm ek istem eyeceksin.” “ İsterim .” “ Buradan ayrıldığım ız zam an bu döngü kapanacak. Geldiğin zam ana geri d ö n em em en kuvvetli bir olasılık. En azından kolay o lm a z.” Çabucak, “ B en im için orada bir şey y o k ,” dedim . “ G eri d ö n m e imkânı bulsam bile dön m ek istediğim den em in değilim . ” “ Şim di b ö yle söylüyorsun. A m a em in olm an lazım .” Başım ı sallayıp ayağa kalktım. “ N e re y e gidiyorsun?” diye sordu Emma. “ Biraz yü rü yeceğim .” Fazla uzağa gitm edim . Bozulm am ış olan bahçenin etrafında ağır adımlarla yürüyerek bulutlardan arınmış gökteki milyarlarca yıldızı seyrettim. Yıldızlar da birer zam an gezginiydi. O çok eski ışık noktalarının kim bilir kaç tanesi şimdi ölmüş bulunan güneşlerin son yansımalarıydı. K im bilir kaç tanesi yeni doğduğu halde ışıkları henüz buraya ulaşmamıştı. Bu ge c e bizim güneşim iz dışındakilerin hepsi sönse evren de tek başına olduğumuzu anlam ak için kim bilir kaç öm ür geçm esi gerekecekti. Gökyüzünün gizem lerle dolu oldu­ ğunu zaten biliyordum ama bu ana kadar dünyanın da gizem lerle dolu olduğunu fark etm em iştim . Patikanın orm andan çıktığı noktaya geldim . Bu patikanın bir ucunda evim v e bildiğim her şey vardı. Bu sıradan v e güvenli dün­ yada gizem yoktu. A m a aslında ö yle değildi. A rtık orası sıradan ve güvenli değil­


di. Canavarlar Portm an D e d e m ’i öldürmüş, sonra benim peşim e düşmüşlerdi. Er g e ç yeniden peşim e düşeceklerdi. Günün birinde eve geldiğim de babam ın yerd e kanlar içinde yattığını görebilirdim . Hatta annem i de görebilirdim . Patikanın öbür ucundaysa çocuklar küçük gruplar halinde toplanm ış planlar yapıyordu. Hayatlarında ilk kez ge leceğ i düşünüyorlardı. H âlâ kocam an kitaba bakmakla meşgul olan E m m a’nın yanına gittim. Bayan P eregrin e onun yanına tünemiş, haritanın muhtelif yerlerine gagasıyla dokunuyordu. B en yaklaşınca Em m a başını kal­ dırıp bana baktı. “ E m inim ,” dedim. Gülümsedi. “ S evin d im .” “ G itm eden ö n ce ya p m a m gerek en bir şey kaldı.” — —Vt/S,»---

Şafak sökmeden hem en önce kasabaya döndüm. Yağm ur nihayet dinmişti, güneşli bir günün başlayacağı ufuktaki ince çizgiden belliydi. Anayol, iki yana damarlann aynldığı bir kolu andınyordu. Sel sulannm çakılları sürükleyip götürdüğü sokaklar uzun birer yırtığa benziyordu. Puba yürüyüp boş bardan ge çere k üst kata çıktım. Perdeler örtülü, babam ın kapısı kapalıydı. Bunu görü n ce rahatladım zira babam a söylem em gerekenleri nasıl söyleyeceğim i bilem iyordum . Bunun üzerine kâğıt kalem alıp ona m ektup yazdım. O n a her şeyi izah etm eye çalıştım. Sıra dışı çocukları, boş ruhla­ rı, Portm an D e d e m ’in anlattığı masalların aslında doğru olduğunu öğrendiğim i yazdım . Bayan P ereg rin e ve Bayan A v o c e t’ in başına gelenlerden bahsedip neden gitm em gerektiğini anlamasını sağla­ m aya çalıştım. Ü zülm em esini rica ettim. Ardından durup yazdıklarımı okudum. H iç iyi olmamıştı. Y a z ­ dıklarıma asla inanmazdı. D edem gibi benim d e aklımı oynattığım ı zann edecek veya kaçtığım ı, kaçırıldığımı ya da uçurumdan aşağı düştüğümü düşünecekti. H er halükârda onun hayatını m ahvetm ek üzereydim. Kağıdı buruşturup çö p kutusuna attım.


“J a co b ?” G eriye dönüp baktığım da babam uykulu gö zlerle kapıya yas­ lanmıştı. Saçı darm adağındı, üzerinde çamurlanmış göm lek ve kot pantolon vardı. “ S elam baba.” “ Sana basit v e açık bir soru soracağım . S en de bana basit ve açık bir cevap ver. G e c e neredeydin ?” Sakin kalabilmek için müca­ dele ettiği halinden belliydi. O n ca yalan söylem enin artık yettiğine karar vermiştim . “ İyiyim ben baba. Arkadaşlarım la birlikteydim .” Sanki bir el bombasının pim ini çekmiş gibiydim . “ A R K A D A Ş L A R IN H A Y A L M A H S U L U !” diye bağırdı. Yüzü kıpkırmızı, üzerim e yürüdü. “ K eşk e annenle o çatlak psikiyatrı dinleyip seni buraya getirm eseydik. Buraya gelm em iz felaketin da­ niskası oldu! A rtık bana yalan söyleyem eyeceksin ! Şimdi h em en odana gidip eşyanı topla. İlk gem iyle dön ü yoru z!” “ B a b a ?” “ Eve döndüğüm üz zam an da ahm ağın teki olm ayan bir psikiyatr bulana kadar dışarı çıkm ayacaksın!” “ B a b a !” B ir an ondan kaçm ayı düşündüm. G özü m de babamın beni tut­ tuğunu, yardım .istemek için bağırdığını, beni üzerim de deli g ö m le­ ğiyle feribota bindirdiğini canlandırdım. “ Seninle gelm iyorum , ” dedim . Babam gözlerini kısıp sanki iyi duym amış gibi başını dikti. T a m sözlerim i tekrarlamak üzereyken kapı vuruldu. Babam , “ D efo lu n !” diye bağırdı. K a p ı bu kez daha ısrarlı vuruldu. Babam hışımla gidip kapıyı açtı. Karşısında E m m a duruyordu, elinin üstünde m inik m avi bir alev topu dans ediyordu. Yan ınd a O live vardı. “ M erh aba,” dedi O live. “J a co b ’u g ö rm e y e geldik.” Babam şaşkın bir ifadeyle onlara bakakaldı. “ N ed ir b u ...” Kızlar onun yanından g e ç ip od a ya girdi.

346


Sert bir ses tonu ile, “ Burada ne işiniz va r?” diye fısıldadım. Em m a yüzünde geniş bir gülüm sem eyle babam a bakıp, “ Sade­ ce tanışm ak istedik,” dedi. “ Oğlunuzla kısa süre ö n ce tanıştık, o yüzden bir nezaket ziyareti yapm anın yerin de olacağını düşündük. ” Babam gözleri ikisi arasında m ekik dokuyarak, “ T a m a m ,” dedi. O live, “ G erçekten çok iyi bir çocu k,” dedi. “ H e m de çok cesur!” Em m a bana g ö z kırparak “ V e yakışıklı!” diye ekledi. Elindeki alevle oyuncak gibi oyn am aya başlamıştı. Babam h ipnotize olmuş gibi aleve bakıyordu. “ E -evet,” diye kekeledi. “ G erçekten ö yled ir.” O live, “ Ayakkabılarım ı çıkarmamın sakıncası var m ı?” diye sor­ du v e cevabı beklem eden çıkardığı anda yavaşça tavana yükseldi. “ Teşekkürler. B ö yle çok daha rahat!” “ Bunlar arkadaşlarım baba. Sana bahsediyordum ya. Bu Emma, tavandaki de O liv e .” Babam ge riye doğru sendeledi. Cılız bir sesle, “ H âlâ uyuyorum anlaşılan,” dedi. “ Ö y le yorgunum k i...” Y e rd e n bir sandalye kalkarak havada ona doğru ilerledi. Sandal­ yenin peşinden ustaca sarılmış bir bandaj havada sallanarak gidi­ yordu. “ Ö yleyse lütfen oturun,” diyen M illard’ın sesi duyuldu. Babam , “ O lu r,” diyerek oturdu. M illard’a, “ Burada ne işin va r?” diye fısıldadım. “ Senin yatm an gerekm iyor muydu?” “ Bu civardaydım .” M odern görünümlü bir ilaç kutusu tutuyor­ du. “ G elecekte harika dereced e etkili olan ağrı kesiciler yaptıklarını söylem eliyim !” “ Baba bu Millard. Onu görem iyorsun çünkü o gö rü n m ez.” “ Tanıştığım a m em nun oldu m .” “ B en d e ,” dedi Millard. Babam ın yanına gidip diz çöktüm. Başı hafifçe sallanıyordu. “ B en uzağa gidiyorum baba. B eni bir süre gö re m ey ecek s in ," “ Ö yle mi? N e re y e gidiyorsun?” “ Seyahate çıkıyorum .”


“ S eya h at,” diye tekrarladı. “ N e zam an dön eceksin ?” “ G erçekten bilm iyorum .” Başını iki yana salladı. “ Tıpkı deden gib i.” Millard bir bardağa musluktan su doldurup on a getirdi. Babam sanki boşlukta uçan bar­ daklar çok sıradan bir olaym ış gibi uzanıp onu aldı. Galiba gerçek ­ ten rüya gördüğünü sanıyordu. “ Peki, iyi g e c e le r ,” diyerek ayağa kalktı v e sendeleyerek yatak odasına doğru yürüdü. K apıda durup dön erek bana baktı. “ Jake?” “ Evet baba?” “ Dikkatli ol tam am m ı?” Başım ı salladım. İçeri girip kapıyı kapadı. Bir saniye sonra ya­ tağa girdiğini işittim. Oturup yüzümü ovuşturdum. N e hissettiğimi bilmiyordum. O live tavandan, “ Y a rd ım edebildik m i?” diye sordu. “ Emin değilim . P ek sanmıyorum . Uyandığı zam an sizi rüyasın­ da gördüğünü zannedecek. ” Millard, “ Bir mektup bırakabilirsin,” diye öneride bulundu. “N e is­ tersen yaz, görünüşe bakılırsa bizi takip edebileceğini sanm ıyorum .” “ Zaten yazm ıştım am a bu durumu kanıtlam az.” “A h evet, sorununu anlıyorum .” “Aslında güzel bir sorun,” dedi O live. “ K eşke evi terk ettiğim zaman benim ann em babam da üzülecek kadar beni sevseyd i.” E m m a yukarıya uzanıp onun elini avucuna aldı. Ardından, “B en de bir kanıt olabilir,” diye konuştu. Elbisesinin kuşağından küçük bir cüzdan çıkarıp içinden bir fo ­ toğraf alarak bana uzattı. D ed em gençken birlikte çektirdikleri bir fotoğraftı bu. Em m a bütün dikkatini ona yönelttiği halde onun aklı başka yerlerde gibiydi. H e m ked er verici h em güzel bir fotoğraftı, üstelik hakkında çok az bilgi sahibi olduğum ilişkilerini kısa ve öz biçim de açıklıyordu. “A b e savaşa katılmak üzere gitm eden h em en ö n ce çekilmişti. Baban beni hatırlar değil m i?”


O n a bakıp gülümsedim. “ Bir gün bile yaşlanmamış görünüyor­ sun.” “ H a rik a !” dedi Millard. “ işte kanıtın.” Resm i E m m a’ya geri verip, “ H e p yanında m ı taşıyorsun?” diye sordum. “ Evet, am a artık ihtiyacım y o k .” M asaya gidip kalem i alarak fotoğra fın arkasına yazm aya başladı. “ Babanın adı n eydi?” “ Franklin.” Y a zm a yı bitirince resmi bana uzattı, ¡ki tarafına da baktım. A r ­ dından buruşturup çö p kutusuna attığım kendi mektubumu çıkarıp düzeltim ve masadaki resmin yanma bıraktım. “ G idelim m i?” diye sordum. Arkadaşlarım kapıda beni bekliyordu. “ S en hazırsan,” dedi Emma.


Şevgili ffctnktcn,

S en in le ta n ış m a k ta n büyük m e m n u n iy e t d u y d u m . 3 e n i b a b a n la b irlik te gösteren b u fo to ğ ra f b a k a n k a r a d a y a ş a d ığ ı sırada çak ilm işti U m arım , b e n im h â lâ h a y a t t a o ld u ğ u m u ve J a c o b 'u n öykülerinin h a y a l m a h su lü olm adığını g ö ste rm e k k a k ım ın d a n se n i y e te r in c e ik n a e d e r J a c o b k ir sure b e n im le ve a r k a d a ş la r ım la s e y a h a t e d e c e k . H e p im iz b ir b ir im iz e k o l k a n a t g e re c e ğ iz. 3 i r gon te h lik e g eçtiğ i z a m a n s a n a geri d ö n ecek . Ş a n a sö z veriyorum .

£ n içten sevgilerim le, 'E m m a 3 1 o om

TıO'V. U z a n y ılla r önce b a b a n a g ön derdiğim b ir m e k tu b u b u lm u ş ola b ileceğ in i, ta h m in . ed iyoru m . Ş en i te m in e d e r im k i b u onun a rzu su d ışın d a g erçek leşen , u y g u n s u z bir d a vra n ıştı; b a n a a y n ı şe k ild e cevap verm edi. H a y a t t a ta n ıd ığ ım en dürüst e r k e k le rd e n b iriyd i


Sırta tırm anm ak üzere yola koyulduk. Zirve yakınında h er za­ m an durup ne kadar yol aldığım a baktığım noktada bu kez yürü­ m e ye devam ettim. B azen geriye bakm am ak daha iyidir. H ö yü ğe vardığım ız zaman O live taşları uzun zam andır sahip olduğu evcil bir hayvan gibi sevip okşadı. “ H o şça kal sevgili döngü m ü z,” dedi. “ Sen ne kadar iyi bir döngüydün, seni çok ö zle y e c e ğ im .” Em m a onun omuzlarını okşadı. İkisi de eğilip içeri girdiler. Dipteki boşlukta Em m a elindeki ateşi havaya tutup daha ön ce fark etm ediğim bir şeyi gösterdi. Tarihler v e isimlerin baş harflerin­ den oluşan uzun bir listeydi bu. “ Başkalarının bu döngüyü kullandı­ ğı diğer tarihleri gö steriyo r,” diye açıklamada bulundu. “ Döngünün döngülendiği diğer bütün gü n ler.” Duvara g ö z atınca P .M . 3 -2 -1 8 5 3 , J.R .R . 1-4 -1 7 9 7 ve çok zor okunabilen X .J. 1 5 8 0 yazrlannı fark ettim. D ibe doğru n e olduğu­ nu çö zem ed iğim garip işaretler vardı. Em m a, “ Bunlar runik alfabesiyle yazılm ış,” dedi. “ E pey eski.” Millard yerdeki çakıl taşlarını araştırıp kenarı keskin bir taş buldu. Başka bir taşı çekiç gibi kullanarak duvarda diğerlerinin yanına bir­ takım şeyler kazıdı. İşini bitirince A .P . 3 -9 -1 9 4 0 yazdığını gördüm. O live, “ A P kim ?” diye sordu. Millard, “ A lm a P e re g rin e ,” diyerek iç çekti. “ Bunu benim değil onun kazıması gerekirdi.” O live elini kazınan şekillerin üzerinde gezdirdi. “ S ence günün birinde başka bir y m b ry n e gelip burada bir döngü kurar m ı?” “ Um arım . Canı gönülden u m arım .”

V ic to r’u to p ra ğ a verdik. Bronvvyn onun yatağını olduğu gibi kaldı­ rıp V ic to r’la birlikte dışarıya taşıdı. Bütün çocuklar çim lerin üstünde toplanmıştı. Çarşafları açıp kardeşinin alnına son bir veda öpücü­ ğü kondurdu. B iz erkekler, yatağın köşelerinden tutup tabut taşır gibi kaldırdık v e onu bom banın açtığı çukura taşıdık. Sonra Enoch dışında h epim iz çukurdan çıktık. Enoch cebinden çıkardığı bir kil adamı nazikçe arkadaşının göğsü n e bıraktı.

352


“ Bu benim en iyi adamım. Sana arkadaşlık etsin.” Enoch V ic to r’un göğsünde oturan kil adamı başparm ağıyla itti. Bir kolu başının altında kalan adam sanki uykuya dalmış gibi görünüyordu. Çukur dolduktan sonra Fion a taze toprağın üstüne ağaç v e sarma­ şık dalları koydu. Biz yolculuk için hazırlanma faaliyetim izi tam am ­ ladığım ız sırada A d e m tekrar eski durduğu noktadaydı, ancak bu kez V ic to r’un m ezarını işaret ediyordu. Çocuklar yuvalarına veda edip bir kısmı hatıra olarak tuğla par­ çaları vey a bahçedeki çiçekleri aldıktan sonra adayı son bir kez baş­ tanbaşa yürüdük. Dum anı tüten yanm ış ağaçların arasından, bom ­ ba çukurları açılmış bataklıktan g e çip sırta çıktık v e turba dumanıyla kaplı kasabaya doğru indik. Kasaba halkı sundurmalarda ve kapı ağızlarında toplanmıştı. S on derece yorgun ve şoktan dolayı afalla­ mış görünüyorlardı. O yüzden yanlarından g eçen sıra dışı çocuklar grubunu n eredeyse fark etm ediler bile. H ep im iz sessiz am a heyecanlıydık. Çocuklar uyumadığı halde bu durum dikkatle bakılmazsa belli olmuyordu. Eylülün dördü ol­ muştu v e ço k uzun zam andan beri ilk kez günler tekrar akmaya başlamıştı. Bazıları değişim i hissettiğini iddia ediyordu. Dediklerine g ö re ciğerlerindeki hava daha yoğundu ve kan damarlarında daha hızlı dolaşıyordu. D aha canlı ve gerçek görünüyorlardı. B en de öyleydim .

H e p sıradan yaşam ımdan kaçmayı hayal ederdim , aslında hiç sıra­ dan bir yaşam ım yoktu. Sadece ne kadar olağanüstü olduğunu fark etmemiştim. A y n ı şekilde, evin özleyeceğim bir yer olacağı hiç aklı­ m a gelm ezdi. O ysa şafağın sökm ekte olduğu şu dakikalarda kayıkları yüklerken yep yen i bir ö n ce ve son ra n ın eşiğindeydik ve ardımda bırakmaya hazırlandığım her şeyi -ailem i, kasabamı, bir zamanlar en iyi ve yegâ n e arkadaşım ı- düşündüm. O zaman ayrılmanın hayal ettiğim gibi bir yükten kurtulma olm ayacağını anladım. Onların anısı elle tutulur ve ağırdı. Bu yükü hep yanımda taşıyacaktım.


Bütün bunlara rağm en eski yaşam ım tıpkı çocukların bom bala­ nan yuvası gibi geri dönüşü olm ayan bir yerdi. Kafeslerim izin ka­ pakları havaya uçmuştu. O n sıra dışı çocuk ve bir sıra dışı kuş, kürekle çekilen üç daya­ nıklı kayığa ancak sığabilmiştik. Eşyanın büyük bir kısmını iskelede bırakmak zorunda kalmıştık. Yüklem eyi bitirince Em m a içimizden bi­ rinin bizi bekleyen yolculukla ilgili bir konuşma yapmasını önerse de kimsenin aklına uygun sözcükler gelmiyordu. Bunun üzerine Enoch kafesi havaya kaldırdı ve Bayan Peregrin e yüksek sesle cıvıl cıvıl öttü. Biz de h ep birlikte, kaybettiklerimiz için bir m atem ve kazanacakları­ mız için bir zafer çığlığı şeklinde bağırarak karşılık verdik. İlk kayıkta H u gh ’la ben kürek çekiyorduk. Enoch baş tarafa oturmuş, nöbeti devralm aya hazır bizi seyrediyordu. H asır bir şap­ ka takmış olan Em m a ise geride kalan adayı seyrediyordu. Çarşaf gibi durgun deniz sonsuza açılıyormuş gibi önüm üzde uzanıyordu. Sıcak bir gün olm asına rağm en sudan serin bir esinti yükseldi. Bu şartlar altında büyük bir m em nuniyetle saatlerce kürek çekebilir­ dim. Dünyanın savaş ortasında nasıl bu kadar sakin olabildiğine hayret etmiştim. Peşim izdeki teknede bulunan Bronvvyn’in el sallayıp Bayan P e re g rin e ’in fo to ğ ra f makinesini gözü ne dayadığını fark ettim. O na bakıp gülümsedim. Eski fo to ğ ra f albümlerini yanım ıza almamıştık, belki bu çektiği yep yen i bir albümün ilk fo toğra fı olacaktı. Günün birinde kendi sararmış fotoğraflarım ı kuşkulu torunlarıma gö ste­ rebileceğim i ve kendi fantastik öykülerimi onlara anlatabileceğim i düşünmek tuhaftı. Derken B ron w yn fo to ğ ra f makinesini indirip koluyla uzakta bir noktayı gösterdi. Uzaklarda, yükselen güneşin altında birer siluet gibi görü nen savaş gem ileri sessiz bir resm igeçit yapar gibi ufka dizilmişti. Daha hızlı kürek çek m eye koyulduk.

354 - > £ < § > - « 3 ^



E

u kitapta y e r alan fotoğra fla rın h epsi çeşitli yerlerden

Er

top lan m ış eski ve g e rçek fo to ğ ra fla r olup, son dere-

§

L - /

c e az işlem e tâbi tutulan birkaçı dışında hiç değiştiril­

m em iştir. Bu fo to ğ ra fla r o n koleksiyoncunun kişisel arşivlerinden ödü nç alınmıştır. B u insanlar yıllarını v e sayısız saatlerini bitpazarlarında, antikacılarda ve açık h ava pazarlarında tasnif edilm em iş devasa fo to ğ ra f yığınları arasında g e çirip az sayıdaki ço k ilginç resm i bulmayı, tarihi ö n e m e sahip im geleri kurtarm ayı v e gü zel­ liği karanlığın - v e en ço k da rutubetin- içinden çek ip çıkarm ayı başarmıştır. H iç g ö z alıcı olm a ya n çabaları sevgin in eseri olup b e n c e on la r fo to ğ ra f dünyasının isim siz kahram anlarıdır. A şağıda bu kitapta yer alan fotoğrafların ve onlara sahip olan koleksiyoncuların listesi verilmiştir.

SAYFA

15

İSİM

K O L E K S İY O N C U

G örü nm ez Ç ocu k

R obert Jackson

15

H avaya Kalkan K ız

17

K a ya Kaldıran Ç ocu k

Y e fim T o v b is

18

B oyalı Baş

R obert Jackson

27

Kestiren A b e

R obert Jackson

51

Şişedeki K ız

R obert Jackson

356

R obert Jackson


H avada Duran B ebek

P e te r C oh en

53

Çocu k Yüzlü K ö p ek

R o b ert Jackson

54

A krobat

R obert Jackson

55

Maskeli Balerinler

R obert Jackson

64

Bayan P e re g rin e ’in Silueti

R o b ert Jackson

92

Tavşan Kostümlü Çocuk

R obert Jackson

118

D en iz Kıyısındaki Kızlar

Thanatos Arşivi

119

Kızın Yansıdığı Havuz

P e te r C oh en

120 121

Ç ocu k ve Arıları

R obert Jackson

Kurdele Y iy e n Balerinler

R obert Jackson

124

Karanlıktaki Em m a

Muriel M outet

1 29

H öyükteki Tünel

Martin Isaac

141

Savaş Uçakları

R obert Jackson

150

Bayan P eregrin e

Y a za r

161

B ayan Finch

R oselyn L eibow itz

1 62

Bayan A v o c e t ve Evlatları

Julia Lauren

164

B ayan F in ch ’in Döngüsü

R oselyn L eibow itz

170

C laire’ in Altın Sarısı Bukleleri

D avid Bass

175

Güzel G österim iz

R obert Jackson

1 90

B ron w yn Bruntley

R obert Jackson

193

K ız v e Tavuk

John V a n N o a te

194

Jill ve Fasulye Sırığı

R obert Jackson

1 95

M oda Takipçisi

R obert Jackson

214

Bayan Nightjar

Y a za r

218

E n och ’un Oyuncakları

David Bass

222

V icto r

R obert Jackson

229

B om b am

P eter C o h en

230

Patatesleri Soyarken

R obert Jackson

231

E m m a’nın Silueti

R obert Jackson R obert Jackson

52

233

İşte Bu Y ü zden

255

A v Seyahati

Ya za r

264

M ağaza N o e l Babası

Ya za r

265

Victoria Ç ağı Dişçisi

Thanatos Arşivi R obert Jackson

266

M arcie v e Yaratık

276

K eh an et

P eter C o h en

312

Gak G ak Gak

Roselyn L eibow itz

350

A b e ve Em m a

R obert Jackson

355

D aha H ızlı Kürek Çektik

R obert Jackson

357


T E Ş E K K Ü R LE R

Q uirk’te çalışan herkese; özellikle sonsuz sabrı ve birçok m ükem m el fikri için Jason Rekulak’a; m etni titizce okuyan v e güçlü bir sezgiye sahip olan S teph en S e g a l’e; günümüzün kesinlikle en yetenekli ki­ tap tasarımcısı/stand-up kom ed yen i olan D o o g ie H o m e r ’ e... H arika ve inatçı ajanım K a te Shafer T esterm a n ’a... Birkaç ay boyunca attığım sinirli voltalara ve sakal bırakmama neşeyle katlanan eşim A b b i’ye, verdikleri destek için onun annebabası Barry ve Phyllis’e, hayatta kalma öyküsü bana esin kaynağı olan B arry’nin anne-babası Gladys ve A b ra h a m ’ a... Elbette her şeyimi borçlu olduğum a n n e m e ... Bütün fo to ğ ra f koleksiyoncusu arkadaşlarıma; son derece cö ­ m ert P eter C o h e n ’e; beni birçok kim seyle tanıştıran Leon a rd L ig h tfo o t’a;

R oselyn

L eib o w itz’e;

Thanatos

arşivinden

Jack

M o rd ’a; S teve B an nos’a; John V an N o a te ’ye; D avid Bass’a; M ar­ tin Isaac’e; Muriel M ou tet’ye; Julia Lau ren’e; Y e fim T o v b is ’e v e özellikle oturma odasında sıra dışı fotoğraflara bakarak çok hoş saatler geçirdiğim R obert Jackson’a . .. Zam an yolculuğu konusunda başta gelen otorite olarak gördü­ ğüm v e ne zam an arasam telefonlarım ı açan Chris H igg in s’ e... M ojave çölünde terk edilmiş birtakım garip barakaları araştı­ rırken bu kitabın kapağında gördüğünüz fotoğrafım ı çeken Laurie P o rte r’a . .. Teşekkür ederim .

358 ->£-<$>-


GİZEM Lİ BİRA D A TERK EDİLM İŞ BİR YETİM HANE TU H A F FOTOĞRAFLAR Bazı çocuklar diğerlerinden farklıdır...

Yukarıdan duyulan sesler kesildi. Ardından tam başımın üstündeki döşeme gıcırdadı ve kiiçiik bir alçı yağmuru tepeme döküldü. Yukarıda her kim varsa yerimi tam olarak biliyordu. Nefesimi tuttum. Güneşin batmadığı, kimsenin hastalanmadığı, ölümün unutulduğu bir ada...

Kiiçiik bir kızın sesini duydum, “Abe? Sen misin? ” Kafamı çevirip yukarı baktım. Parçalanan tavanın etrafına toplanmış yarım düzine çocuk bana bakıyordu. Bembeyaz yüzleri ciddiydi. Gizemlerle dolu metruk bir ev...

Nereden olduğunu çıkaramasam da onları bir yerden tanıyordum. Hayal meyal hatırlanan bir düşteki yüzleri andırıyorlardı. Onları daha önce nerede görmüştüm? Gerçeklikle hayal arasındaki ince çizginin üzerinde gidip gelen bir hikâye...

O anda anlamıştım. O çocukları fotoğraflarda görmüştüm. 16 yaşındaki Jacob, dedesinin başına gelen felaketin ardından hiç b ilm ed iği b ir adada k eşfe çıkar. Burada Bayan P ere g rin e ’ e ait bir çocu k yuvasının darm adağın olm uş kalın tılarıyla karşılaşır. E vin metruk k oridorlarım , yatak odalarım araştırırken duyduğu b ir sesle dehşete düşer, görd ü ğü şeyin peşinden koşarken birden zam anın hiç akm adığı, d iğ er insanların asla g ö re m ey ecek le ri bir dünyaya ayak basar.

A kıllardan çıkmayacak eski fotoğraflarla bezenmiş bu roman yetişkinlerin, gençlerin ve karanlıkta geçen b ir serüvenden haz duyan herkesin hoşuna gidecek.

IS B N : 9 7 8 -9 7 5 -1 0 -3 3 2 4 -6

9789751033246 http://youtu.be/x2EY0Rmcy0E

9 789751 0 3 3 2 4 6 in fo @ sayfa6.co m w w w .sayfa6 .com


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.