100 TEMEL ESER ÖZETLERİ AGANTA BURİNA BURİNATA - HALİKARNAS BALIKÇISI (CEVAT ŞAKİR KABAAĞAÇLI) 1945 yılında yayınlanan romanHalikarnas Balıkçısı’nın eserlerinin genel özelliklerini yansıtır. Romanda, deniz sevgisi, denizin çekiciliği, denizcilerin yaşadığı zorluklar, güzellikler genel olarak denizdeki yaşam bir kahraman vasıtasıyla anlatılmaktadır. Eserde, deniz bir başkahraman gibi işlenmiş, bu yüzden yayınlandığı zaman çok ilgi görmüştür. Anı biçiminde yazılmıştır. Başlıca Kahramanlar: Mahmut: Romanın başkişisidir. Denizci bir ailenin çocuğudur. Babası asla denizci olmasına izin vermez. İçi deniz sevgisiyle dolu olan Mahmut bütün engellere karşı koyar. Çocukluğu ve gençliği anlatılır. Okulu, disiplini, yerleşik hayatı sevmemektedir. Süleyman Kaptan: Mahmut’un babasıdır. Kendisine ait gemisiyle geçimini denizden sağlamaktadır. Denizde yaşadığı zorluklar onu denizden soğutmuştur. Ailesini düşünen, çalışkan, merhametli bir kişidir. Kirpi Halil: Mahmut’un yanında çırak olarak çalıştığı ayakkabıcıdır. Vaktiyle denizcilik yapmış Kirpi Halil, geçmiş günlerinin özlemiyle yaşamaktadır. Fatma: Mahmut’un çocukluk arkadaşı ve ilk aşkıdır. Babasına denizcilikte yardım etmektedir. 0 yüzden, kendisine Erkek Fatma, denmektedir. Neşeli, hareketli, çalışkan, cesur bir kızdır. Hakkı Reis: Mahmut’un amcasıdır. Çok cimri, sadece parayı düşünen, yanında çalışanlara hakkını vermeyen, kötü kalpli bir insandır. Ayşe: Mahmut’un karısıdır. Esmer, güzelce bir genç kızdır. Toprak ağasının zengin kızı olduğundan Mahmut gibi hiç sıkıntı çekmemiştir. Otoriter, acımasız, menfaatçi, paraya çok önem veren, Mahmut’u gerçekten seven bir kişidir. ÖZET: Mahmut, babası Süleyman Kaptan ile Milas’a gitmektedir. Milas’a vardıklarında ahbapları Bakkal Fehmi’nin yanına giderler. Bakkal Fehmi, Süleyman Kaptan’ı çok değişmiş bulur. Süleyman Kaptan’ın gözlerindeki neşe ve canlılık kaybolmuştur. Süleyman Kaptan, başından geçen üzücü bir hadiseyi anlatır. Kardeşi Davut’un ölümüne sebep olmuştur. Bir süre önce Davut, Süleyman Kaptan’ın kayığına tayfa olarak yazılmıştır. Aynı gün, büyük bir fırtına çıkmış, gemideki herkes yere yatmıştır. Davut adeta kendisini feda ederek dümende dimdik geminin yürümesini sağlamaya çalışmaktadır. Bu arada rando maçosu, rüzgârda savrularak Davut’un kafasını uçurur. Davut’un başsız vücudu Süleyman Kaptan’ın üzerine düşer, her yere kan bulaşır. Bir süre geçtikten sonra ceset koktuğu için denize atmak zorunda kalırlar. Süleyman Kaptan, bu kazadan dolayı kendisini suçlar. Çünkü onun yeterince sıkı bağlamadığı bir parça, Davut’un ölümüne sebep
1
olmuştur. Kardeşinin bir mezarının olmasını bile engelleyen denizi hiç affetmez. Bu yüzden oğlu Mahmut’un asla denizci olmasını istememektedir. Bakkal Fehmi, olanlara çok üzülür. Bir gün sonra Bodrum’a dönerler. Süleyman Kaptan, oğlunu Kimi Halil’in yanına çırak olarak verir. Kirpi Halil’in dükkânı oldukça kasvetli, karanlık, dar bir mekândır. Dükkânın iki müdavimi Bahçıvan Nusret Ağa ile Kasım Efendi’dir. Her ikisi de iyi görememektedir. Nusret Ağa, fakir, pek çok sıkıntı çekmiş bir kişidir. Topal Murat da tıpkı Nusret Ağa gibi hayatın acımasız yüzü ile karşılaşmış biridir. Oğlu Aliş’in hasreti ile yanıp tutuşmakta, oğlunun ölü mü diri mi olduğunu bilmemektedir. Süleyman Kaptan, oğlunu buraya denizcilikten uzak tutmak için vermiştir. Oysa Kirpi Halil, deniz sevdalısı bir kişidir ve sürekli denizden bahsetmektedir. Tamir ettiği ayakkabıları denizcilik terimlerini söyleyerek Mahmut’a göstermektedir. Mahmut, burada herkesle dost olur. Özellikle Halil’in anlattığı deniz yaşamı onu çok etkiler. Mahmut, aynı zamanda mahalle mektebine de devam etmektedir. Mektebi ve hocayı hiç sevmemekte, onun ezberletmek istediği metinleri ezberlememekte, bu yüzden hep azar işitmekte, bazen de dayak yemektedir. Mahmut, hoca ders anlatırken deniz hayali kurmaktadır. Komşularının kızı ve yakın arkadaşı Fatma onun bu haline çok üzülmektedir. Bugünlerde Mahmut’u derinden sarsan bir olay olur. Hayatı zorluk içinde geçmiş, oğlunun hasretiyle yanan Topal Murat ölmüştür. Mahmut, yine mektepte falakaya yatırılmıştır. Fatma yanına gelerek babasıyla çıkacağı balığa gelmesini teklif eder. Mahmut büyük bir sevinçle kabul eder. Gece, denizde balık tutmak Mahmut için en güzel olaydır. Babasından çok zor izin alır ve Fatma, babası Ateşoğlu ile kayıkta özlediği denize kavuşur. Fırtına çıktığı için yeteri kadar balık tutamazlar, karaya da ancak kürek çekerek sabaha doğru ulaşırlar. Mahmut ilk kez, denizin vefasızlığı ile karşılaşır. Mahmut bir kez daha onlarla balığa çıkınca denizin onun için vazgeçilmez olduğunu anlar. Mektebi bırakır. Babası ise denizden nefret etmekte, oğlunun istikbalini düşünmektedir. Mahmut, babasının uzun süreliğine sefere çıkmasından yararlanarak denize çıkmaya devam eder. Küçük amcası, cimri Hakkı Reis’in gemisine yazılır. Özlediği açık denizlere doğru yol almaya başlar. Gemide Topal Murat’ın oğlu Aliş’le karşılaşır. Denizde macera dolu günler geçirir. Fırtınada ölen tayfaların nasıl denize atıldığına şahit olur. Amcası Hakkı Reis’in tayfalara ve kendisine acıma tavrı onu zaman zaman yıldırır. Mahmut, denizde iken bir mektup alır. Mektup annesindendir. Babasının, gemisiyle beraber bir seferde öldüğü, bütün serveti olan gemisinin battığı, evi geçindirme işinin ona kaldığı yazmaktadır. 0 anda tüm dünya Mahmut’un başına yıkılır adeta. Mahmut, babasının bir sefer sırasında onu denizde görünce, gözleri dolarak, ona acı acı bakışını hatırlar. Babasının okşayıcı, sevgi dolu bir ifadeyle oğluna “Neden böyle ettin?” sözleri altında ezilir. Mahmut, bundan sonra annesine bakmak zorundadır. Ne var ki eline geçen para ile karnını bile doyuramamaktadır. Bir gün cimri amcası ile de tartışarak onun gemisinden ayrılır. Farklı gemilerle değişik yerlere gitmeye başlar. Delikanlı olmaya başlayan Mahmut, annesini de kaybeder. Zamanla denizin haşin yüzü ile karşılaşır. Maddi zorluklar, sıkıntılı bir hayat onu zorlamaktadır. Memleketini, sakin bir hayatı, Erkek Fatma ile evliliği hayal etmeye başlar. Bir gün, memleketine dönmeye karar verir. Memleketine döndüğünde, ilk işi Ateşoğlu’nun evine gitmek olur. Köyde her şey değişmiştir. Fatma ile görüşemez. Bazı esrarengiz olaylar hisseder. Fatma ile nihayet karşılaşır. Fatma, eski Fatma değildir. Bir balık seferinde, onu kötü emellerine alet edemeyen bazı adamların yüzüne sıktığı kurşunla yüzünün yarısı parçalanmış, gözünün biri akmıştır. Mahmut, Fatma’yı çok sevdiği için her şeye rağmen onunla evlenmek istediğini, memlekete onun için döndüğünü anlatır. Fatma, sonra konuşalım, diyerek ondan ayrılır. Ertesi gün Fatma onun hayatını mahvetmemek için köyü terk eder.
2
Mahmut onu çok arar fakat bulamaz. Mahmut, tekrar denize dönmeye hazırlanırken bir teklifle karşılaşır. Köyün zenginlerinden Zeynel Ağa, kızı Ayşe ile evlenmesini teklif eder. Yalnız denizlere sonsuza kadar veda edecektir. Ayşe ile Mahmut evlenirler. Varlıklıdırlar. Önce çok mutlu olurlar. Mahmut, özlediği sakin hayata kavuşmuştur. Bahçede sebze meyve yetiştirmektedir. Bir çocukları olacakken çocuk düşer. Gün geçtikçe Mahmut bir toprak adamı olamayacağını anlar. Denizleri her türlü zorluğuna rağmen çok özlemektedir. Nihayet bir gün, ailesini, zenginliklerini feda ederek asıl sevgilisi olan denizi sonsuza dek tercih eder AYAŞLI İLE KİRACILARI - MEMDUH ŞEVKET ESENDAL Memduh Şevket Esendal'ın Ayaşlı ile kİracıları romanını şu şekilde inceleyebiliriz: ESERİN KAHRAMANLARI: Ayaşlı: Eşkıyalık da dahil daha önceden bir çok işi denemiş daha sonra kalan parası ile bir pansiyon alarak işletmeye başlamış, pansiyonun sahibi. Halide: Kahramanın pansiyona geldiğinde çalışmakta olan hizmetçi kız. Fuat: Pansiyonda yıllardır kalan, geçimini şoförlükle sağlayan kiracı. Faika: Fuatın karısı.Kahramanında pansiyonda en çok güvendiği kadın. Makbule: Faike Hanımın annesi. Hasan Bey: Kahramanın hemşerisi ayrıca Ayaşlının en samimi dostu. Selime Hanım: Hasan beyin Ankara dışında okuyan kızı. Numan: Ayaşlının oğlu. Sessiz bir çocuk gibi görünmesine rağmen çok şımarık büyütülmüş, bunun da bir getirisi olarak çok terbiyesiz bir çocuk. Şefik Bey: Ayaşlı ve Hasan beyin oluşturduğu grubun üçüncü üyesi. Abdülkerim Bey: Pansiyonun sekiz numarasında oturan kiracı. İffet Hanım: Abdülkerim Beyin karısı. İskender: Altı numaralı odaya taşınan, fabrikatörlükle uğraşan kiracı. Haki Bey: pansiyonu yedi numarasında oturan, gece alemlerinden çok hoşlanan kiracı. Turan: Kahramanın pansiyonda en çok beğendiği kadın. Hüseyin Bey: Hasan beyin samimiyetine inanıp getirdiği, daha önceden bir çok dostu tarafından dolandırılmış, pansiyonun yedi numarasına taşınan kiracı.
3
Raife Hanım: Halide kocasının yanına gittikten sonra pansiyonda yeni işe başlayan hizmetçi. Ziynet: Çok dedikoducu olan Raife Hanımın yerine gelen hizmetçi. Süsen Hanım: Turan Hanımın pek yakın dostlarından bir tanesi. Berin: Süsen Hanım ile kardeş çocukları. Doktor Fahri: Kahramanımızın en yakın dostlarından bir tanesi. KİTABIN ÖZETİ: Yazarın dosyaları arasında bulunan ve hiçbir yerde yayımlanmadığı anlaşılan yaşam öyküsüdür.Yeni yapılan bir apartmanın dokuz odalı bir bölüğü, Ayaşlı İbrahim Efendi adında bir şahıs tarafından tutulmuştur. İsteyenlere oda kiralamaktadır. Yazarımızdan bu odalardan birini kiralamıştır. Kiracılardan ön plana çıkanlar arasında yazarımız, Ayaşlı, Halide, Şoför Fuat ve karısı Faika, Şefik Bey, Hasan Bey, Abdülkerim ve İffet Hanım,İskender Bey,Turan Hanım ve kocası Haki Bey’dir. Ayrıca yazarımızın arkadaşı Doktor Fahri Bey de romanımızın kahramanıdır. Yazarımızın Turan Hanım’la münasebeti geçmiştir.Hasan Bey yazarımızın hemşerisidir. Ve apartmanda en içli dışlı olduğu kişidir.Turan Hanım odasında kumar oynattırmaktadır.Ve gelenin haddi hesabı yoktur.Bir çok kişi arasında da parasal yönden sorunlar çıkmıştır.Kumarda en çok karlı çıkanlar Turan Hanım ve İskender Bey’dir. Bu işi bilenler onlardır. Diğerleri ise sadece onlara kaptırmaktadırlar. Yazarımız bir bankada memurdur.İşini iyi yaptığından,hem arkadaşları tarafından sevilir,hem de müdürüyle arası iyidir. Yazarımız evde geçen olayları, işten gelince ondan öğrenmektedir.Hizmetçi,çok pis bir adam olduğu için Şefik Bey’den çok şikayetçidir. İskender Bey fabrikatördür ve zengindir. Haki Bey,karısı Turan Hanım’ın yazarımızla münasebetini görmezlikten gelmektedir.Yazar,Turan Hanım’dan etkilenmiştir ve ‘hayır’ diyememektedir. Ama bu,sevgi ve aşk yönünden değildir.Abdülkerim ve karısı İffet Hanım’ın başı çocukları ile derttedir. Çok huysuz ve sürekli ağlayan, diğer ev fertlerini de rahatsız eden çocukları vardır.Doktor Fahri yazarımızı sürekli evlendirmek ve Turan Hanım’ı bırakmasını istemektedir.Turan Hanım kumar işlerini büyütünce evden ayrılıp,küçük bir ev alarak, kendi kumarhanesini kurmuştur. Bunlar Ayaşlı’nın hiç hoşuna gitmemiştir. İşleri devam ettirmesi için kumar işini İffet Hanım üstlense de rahatsızlığı ve çocuğu yüzünden bu işte pek başarılı olamamıştır. Hasan Bey ve Ayaşlı’nın tek işleri akşamları çilingir sofrasını kurarak siyasi olayları tartışmasıdır. Halide bir adamdan hamile kalınca evden ayrılmış, yerine Raife Hanım hizmetçi olarak gelmiştir. Yazarımızın başına bela olmuştur. Sürekli kızlarını göndererek onlara iş bulmalarını istemektedir. Ondan sonra hizmetçi olarak Ziynet gelmiştir. Yazarımızın muhbiridir. Bir gün Hasan Bey hastalanarak hastaneye kaldırılmıştır. Bu durum Ayvalık’ta yaşayan kızı Selime’ye haber verilmiştir. Selime yazarın aklını başından almış ve kendine aşık ettirmiştir. Bu ara yine Fahri yazarı evlendirme planları ile uğraşırken yazar bir yolunu bulup müdürünün kızı Melek hanımla nişanlandırılmıştır. Zaten Fahri’nin amacı da budur. Bir akşamla yazarımızla müdürünün evine gittiğinde Melek Hanım’dan gözlerini alamamıştır ve sonunda muradına ermiştir. Bu olaylar olurken Hasan Bey’in durumu gittikçe kötüleşmektedir ve en sonunda ölmüştür. Yazar Selime’ye ne kadar kal dese de Selime bunu reddederek Ayvalık’a geri dönmüştür. Yazar Ayvalık’taki arkadaşları ile sürekli mektuplaşarak Selime’nin durumunu öğrenmektedir. Bir gün Selime tarafından geleceğini haber veren bir telgraf gelir. Yazar buna çok sevinir. Bu ara Şefik Bey ölür. Kafası kesilmiş bir şekilde ölü bulunur. Zaten arkadaşları o kadar düzgün insanlar değildir. İskender ortaklarının pis işlerinden dolayı hapse atılır. Doktor Fahri yazarımızı evden ayrılıp yanına gelmesi konusunda sürekli sıkıştırmaktadır ve ev halkı yavaş yavaş dağılmaktadır. Selim Ayvalıktan döner ve yazarımızın ikisi için bir ev tutar. Fahri ile Melek, yazar ile Selime müdürün evinde nikahlanarak aynı gün dünya evine girerler. Ayaşlı ile kiracıları da ölüme ve ayrılıklara dayanamayarak dağılmıştır. Ayaşlı kocası tarafından terk edilen Faika’yı da yanına alarak başka bir yere taşınır. Ayaşlı her zaman yazarı ziyarete gelir, bir zaman sonra ziyaretler kesilir. Bir gün Selime, babası Hasan Bey’i ziyarete gittiğinde yanında başka bir mezarında olduğunu fark etmiştir. Bu mezar ise Ayaşlı’nındır. Ayaşlı da bu hayatta yorgun düşerek hakkı rahmetine kavuşmuştur. KİTABIN ANA FİKRİ: Romanın asıl önemi, bir dönüşümün, yeni yaşam biçimlerinin çok iyi gözlemlenip aktarılmasından geliyor. Ankara'nın, başı sıkışan herkesin ilk başvuru yeri haline gelişi, kadın ve erkeklerdeki giyim kuşam ve davranış değişiklikleri, iş
4
adamlarının otellerde verdiği ziyafetler, uyuşturucu ticaretinin yavaş yavaş yüksek mevkilerdeki kişilere bulaşması, bürokratların tartışılmaz iktidarı gibi motifler, Cumhuriyetin ilk yıllarında başlayan -ve bugüne dek gelen- bozukluklar olarak yazarın gözünden kaçmamış. Haki Bey ve Abdülkerim, -aldatılan kocalar olarak- Tanzimat romanından miras kalan Batılılaşma sorununun ve manevi değerlerdeki bozuluşun Cumhuriyet döneminde yeniden ortaya çıkışı olarak değerlendirilebilir. Ancak, olumlu bir yeni insan tipini de ihmal etmez Esendal. Anlatıcı ve Selime'nin düğünü, Cumhuriyetin arzuladığı ailenin kuruluşunun müjdecisidir. Esendal için, bu toplumun sağlıklı yapı taşları sağlıklı ailelerdir! CEMO - KEMAL BİLBAŞAR
Bu eser, Kemal Bilbaşar'ın üçüncü romanı olan Cemo konusunu Doğu Anadolu bölgesindeki hayattan almaktadır. Yer yer destan havası hissedilen roman, bir kitle hikâyesini anlatmaktadır. Doğu Anadolu’daki ağalık sistemi, etnik gruplar, siyasi gelişmeler ve kadın erkek ilişkileri yerel bir üslupla ortaya konmuştur. Romanda halk dili romanın akıcılığını ve gerçekçiliğini artırması bakımından önemli bir yer tutar. Kahramanlar: Cemo: Doğu Anadolu’da yaşayan bir Zaza kızıdır. Annesi küçükken öldüğü için babası yetiştirmiştir. Yabani şartlar ve doğa içinde babasının verdiği eğitim onun çelik gibi kuvvetli ve cesur olmasını sağlamıştır. Aynı zamanda çok güzel bir kızdır. Cano: Cemo’nun babasıdır. Şeyh Sait isyanını bastırmada etkin bir rol oynayan, cesur, kuvvetli, sözü geçen bir köylüdür. Kevi: Bir Bey kızıdır. Cano’nun karısı olur. Fakat İkinci çocuğunu dünyaya getirirken ölür. Memo: Cemo’nun kocasıdır. Çancılık yapan bir halk âşığıdır. Çok cesur, güçlü bir kişidir. Sorikoğlu: Şeyh Sait’in yandaşlarından birinin oğludur. Kötü, ahlaksız, zengin ağaları temsil eder. Özet: Değirmenci Cano, bulunduğu yerin beyinin en iyi çalışanlarındandır. Bey, ona çok güvenmekte, özel işlerini ona yaptırmaktadır. Bey, bir başka beyin kızı Kevi’ye gönül vermiştir. Fakat Kevi’yi babası daha zengin bir başka beye satmıştır. Birkaç gün sonra Kevi gelin gidecektir. Cano’nun beyi bunu kabul edemez ve yardımcısı Cano’yu gelinin götürüleceği gün gelini kaçırıp kendisine getirmekle görevlendirir. Cano, günü gelince Kevi’yi kaçırır. Fakat dağda ona âşık olur. Kevi de ona karşılık verince üç sene Kevi’nin babası olan beyden ve Cano’nun beyinden kaçarak yaşamaya çalışırlar. Bu arada bir de kızları olur: Cemo. Üç sene geçtikten sonra beyler peşlerini bırakır. Kendi dertlerine düşmüşlerdir. Sarı saçlı, mavi gözlü paşa (Atatürk) ağalık sistemine son vermiş, bu yüzden bey ve ağalar menfaatleri için yol aramaya başlamışlardır. Cano, Şeyh Mahmut adındaki beyin yanına sığınır. Karısını onlara emanet eder. Karısı Kevi ikinci çocuğuna hamiledir. Cano’nun askere gitmesi gerekmektedir. Nitekim askere gider. Parlak bir askerlik sürecinden sonra Şeyh Mahmut’un yanına döner. Bir miktar parası da vardır artık. Hayaller kurar. Fakat evine geldiğinde kötü bir sürpriz onu
5
beklemektedir. Karısı ikinci çocuklarını doğurmak için uzaklaşmış, ondan bir daha haber alınamamıştır. Öldüğü kesinleşmiştir. Cano âdeta yıkılır. Kızı Cemo’yıı alarak değirmene gider. Değirmenciliğe başlar. Tüm sevgisini ona verir. Onu iyi yetiştirmek için çırpınır. Cemo, çelik gibi kuvvetli, çok güzel bir kız hâline gelir. Etraftaki tüm zenginler onu istemektedir. Fakat Cano, kızının gönlünü yapacak kişiye kızını verecektir. Gözü parada değildir. Bu arada, Sorikoğlu da Cemo’ya musallat olur, onu almak ister. Kızını Sorikoğlu’na vermek istemez. Bir süre sonra Şeyh Mehmut’un şehirde avukat olan oğlu köyü başka bir ağaya satmaya karar verir. Sorikoğlu köye talip olur. Cano bunu hiç istememektedir. Sorikoğlu her kötülüğü yapacaktır çünkü. Bir gün, Sorikoğlu, Cemo’yu kaçırmaya çalışır. Cemo direnir, Sorikoğlu kaçıramaz. Cano, kızına çok iyi dövüş öğretmiştir. Karar verir. Karlar yağmaya başladığında dövüşte başarılı olan kişiye kızını verecektir. Köyün delikanlıları o günü bekler. Memo, ailesi Şeyh Sait tarafından öldürülmüş biridir. Dayısı onu yetiştirmiş ve çancılık sanatını öğretmiştir. Memo, bir gün şah kızı olan Senem’i görür. Aşık olur. Şahtan ister. Fakat bey olmadığı için şah onu kovar ve bir de tutuklattırır. Askere alınır. Diyarbakır’a askerliği çıkar. Senem’i göremeyeceği için çok üzgündür. Memo, önceleri Zaza olduğunu sanan bir komutandan sürekli dayak yer. Daha sonra bir başka komutan gelir ve ona çok yakınlık gösterir. Askerden döndüğünde Senem’in evlendiğini duyar, dünyası yıkılır. Yengesi sürekli onu evlendirmeye çalışır. Memo hiçbir kıza yüz vermez. Memo, bir iş sırasında Cemo ile karşılaşır. Bu yabani kıza hayran kalır. Babasından ister. İlk defa Cemo da razı olunca Cano büyük bir mutlulukla kızını verir. Memo, karısını alarak dayısının evine götürür. Yengesi kendi istediği kızları almadığı için çok kızar ve evi terk eder. Cemo, bu yaşayışa çok zor alışır. Ev İşi hiç bilmemektedir. Köydeki kadınlarla da sürekli kavga eder. Bu arada Cano’nun başı sıkışmıştır. Onun kaldığı yerleri Sorikoğlu en sonunda satın almıştır. Köyün ağası olacaktır. Kızını vermediği için de Cano’ya eziyet edecektir. Cano, damadından yardım ister. Memo, köyde etrafına bir grup toplar. Komutanı sayesinde devlet onlara tapulu arsalar verir. Bu grupla oraya göç ederler. Arsaları birlikte işleyerek hiçbir ağaya vergi vermeyeceklerdir. Önce her şey yolunda gider. Fakat Sorikoğlu onlara yapmadığını bırakmaz. Bir gün, Memo, karısı hamile olduğundan çan satmaya gider. Yolda ona Sorikoğlu pusu kurdurmuştur. Kurtulur; fakat herkes onun öldüğünü sanmaktadır. Bu arada eski sevdiği Senem’le karşılaşır. Onu kuma olarak alır ve onun oymağının beyi olur. Fakat aklı Cemo’dadır. Bir süre sonra köyüne geri döner. Köyde her şey darmadağın olmuş, devletin verdiği araziler Sorikoğlu tarafından yakılmıştır. Pek çok köylü öldürülmüştür. Herkes çok zor durumdadır. Sorikoğlu Cemo’yu da kaçırmak isterken onun hamile olduğunu öğrenmiş ve karnına vurmuştur. Cemo hastanededir. Memo hastaneye koşar. Fakat karısının çocuğunu kaybettiğini ve kaymakam vekiline götürüldüğünü öğrenir. Bu işin altında Sorikoğlu’nun olduğunu düşünür. Köye gider ve Sorikoğlu’nun kaymakam vekili ile evinde şölen hazırladığını, Cemo’yu da oynatacağını duyar. Sorikoğlu’nun evini basar ve Cemo’yu kurtarır. Ağayı (Sorikoğlu) da öldürür ve evi yakar. Sonra kayınpederi Cano, karısı Cemo ile bey olduğu Dersim’e doğru yola çıkarlar. DEVLET – PLATON (EFLATUN) Platon, siyasetname tarzındaki bu eserinde ideal toplum düzeninin, adaletli bir devletin nasıl olması gerektiğini anlat maktadır. Dünya tarihinde ilk ütopyadır. Platon’un yaşadığı dönemde Yunanistan’daki demokrasi sona ermiştir. Platon,
6
yaşadığı devrin özelliklerinden de etkilenerek, adaletli bir devletin nasıl olması gerektiği üzerinde araştırmalar yapmış tır. Bu eserde, filozof, ideal devletin özelliklerini ortaya koy maya çalışmıştır.
Devlet, İslam felsefesini derinden etkileyen bir eserdir. İslam düşüncesinde, Aristotales’in Poetika’sının önüne geç meyi başarmıştır. Farabi’nin anlayışında Devlet’in etkileri açıkça hissedilmektedir. Konuşmalar (diyaloglar) şeklinde yazılmış olan Devlet, Türkçede birkaç cilt hâlinde yayınlanmıştır. ÖZET Bu kitap, Sokrates ve yanındakiler arasındaki diyaloglardan oluşmaktadır. Her çağın kendine özgü zevkleri vardır. Bazıları geçmiş teki zevklerini özler, ihtiyarlar yanındakilerden şikâyet eder, bazıları da içki âlemlerini düşünürler. Acaba bu devir sıkıntılı bir dönem midir? Sophokles, aşkla arasının nasıl olduğunu soran birine: “Bu işten kurtulduğuma nasıl sevindiğimi bilemezsiniz. Deli ve belalı bir efendinin elinden kurtulmuş gibiyim.” diye cevap verir. Bu söze balkırsa ihtiyarlık, isteklerin söndüğü bir zaman olduğu için kurtuluş olmalıdır. Uysal bir yaşlılık rahatlık demektir. Bununla birlikte parasız bir ihtiyarlığın rahat olacağı düşünülemez.
Para, ihtiyarlıkta olduğu gibi her zaman ihtiyaç duyulan bir şeydir. Pek çok kişi parayı çok sever. İhtiyarlar ise para meselesinde olduğu gibi ölüm yaklaştıkça geçmişte yaptıkları haksızlıkları düşünerek korkuya düşerler. Doğru olarak yaşamış ihtiyarlar için çok ferahtır. Doğruluk, her yerde dikkat edilmesi gereken en önemli erdemdir. Kimseye kötülük etmemek, doğruluğun vazgeçilmez yoludur. Kötülere dahi kötülük edilmemelidir. Çünkü kötülük, kötüyü iyi yapmaz. Kötülük etmek, hiçbir durumda doğru değildir. Bir görüşe göre doğruluk, güçlünün işine gelendir. Zor balık, demokrasi, aristokrasi gibi yönetim şekilleri kanunlarını koyarken kendi işine geleni göz önünde tutmaktadır. Bu kanunların yönetilenler için doğru olduğuna inanırlar. Yönetimi ellerinde tutanlar asla işlerine gelenin dışına çıkmazlar. Onlara göre doğru yol, güçlülerin, kanunların emirlerine boyun eğmektir. Bu yöneticiler, yanıldıklarına asla inanmazlar. Oysa her bilgi erbabı kendi altında olanı gözetmelidir. Mesela, doktor hastalarını -kendinden güçsüz olanları- gözetir. Kaptan, yolcularını korumaya çalışır. Onlar, tüccar değillerdir. Yönetici de onlara benzemelidir. İşinde çalıştığı kimselerin işini gözetmelidir. Her yaptığını yönetilenin işine gelmesi için yapmalıdır. Doğruyu, yönetenin işine gelen şey olarak tanımlamak çobanın güdülen hayvanların değil, sürünün sahibinin ve kendisinin işine geleni yapmasına benzer. Bu görüş yüzün den gerçek anlamda doğru her zaman mağdur olur. Güçsüz olduğu için hep daha çok çalışır ve devlete daha çok vergi vermek zorunda kalır. Eğri olanların yaptığı zorbalıktan başka bir şey değildir. Toplumda pek çok kişi neyin eğri neyin doğru olduğunu bilmemektedir. Bilenlerden bazıları ise eğri insanların daha kârlı olduğuna inanmaktadır. Yöneticiler gördükleri işten dolayı para ve şeref kazan maktadır. Onların görevi, zorbalık yapmak değil, yönetilenlerin işini yapmaktır. Bazı devletlere, haksızlık eden devletler de bulunmak tadır. Güçsüz olan devleti köle gibi kullanırlar. Bu işleri yapan devletin bu gücü doğrulukla mı elinde tuttuğu önemlidir. Araştırarak karar vermek, yönetmek gibi işler kafaya özgüdür. Yaşamak, kafanın işidir. Kendisine özgü değerleri ol mayan kafa iyi işlemez. Doğru kafa, doğru işler yapar ve mutlu olur. Eğri kafa da mutsuz olur. Dolayısıyla eğrilik asla doğruluktan daha kârlı olamaz. Bu konuda şüphe yoktur. Asıl araştırılması gereken eğriliğin ve doğruluğun ne olduğudur.
7
DEDE KORKUT HİKAYELERİNİN ÖZETLERİ
Dede Korkut, Oğuz boylarının destanlaşmış hikayelerim derli toplu bir biçimde aktaran bir anlatıcıdır. Dede Korkut’un anlattığı hikayeler ancak XV. yüzyılda yazıya geçirilebilmiştir. Türk edebiyatının ilk ürünlerinden olan Dede Korkut Hikayeleri, Türk boylarının Kafkasya ve Azerbaycan yörelerindeki yerleşme, yurt kurma uğraşlarım ve akınlarım konu alır. Oğuz boylarının çeşitli kahramanlık öyküleri, akıncıların töreleri ve gelenekleri doğal çevre içinde hikaye edilmektedir. Dede Korkut hikayeleri yer yer şiir biçiminde yer yer düzyazı biçiminde yazıya geçirilmiştir. Bu eşsiz değerdeki yazılar Almanya’nın Dresden Kitaplığında bulunmuş ve Türkçe’ye ilk kez Kilisli Rifat Bilge tarafından kazandırılmıştır. 1-DİRSE HAN OĞLU BOĞAÇ HAN: Toy edilirken Karatağ'a oturtulan ve çocuğu olmayan Dirse Han'ın bir oğlu olur ve Bayındır Han'ın boğasını öldürdüğü için Dede Korkut tarafından "Boğaç Han" olarak adlandırılır,bey olur.Dirse Han'ın 40 yiğidi, oğlanı babasına kötüler.Babası avda oğlunu oklar.Annesinin sütü ve kırçiçeği oğlanın yarasına derman olur.Oğlan, kırk yiğit tarafından kaçırılan babasını kurtarır.Dirse Han oğluna taht verir. 2-SALUR KAZANIN EVİNİN YAĞMALANMASI: Salur Kazan,oğlu Uruz Han'ın uyarısına rağmen, Oğuz beyleriyle ava çıktığı sırada, evine üç yüz yiğidi ve Uruz'u bırakmasına rağmen düşman gelir.Eşini,gelinini ve oğlunu esir alır.Gördüğü rüya üzerine avdan dönen Salur Kazan, düşman ellerine gider.On bin koyununu düşmana vermeyen çoban da (o istemese de) kendisiyle gelir.Oğuz beyleriyle birlikte düşmanı yener ve yurtlarına dönerler. 3-KAM BÜRE BEG OĞLU BAMSİ BEYREK: Bayındır Han'ın Oğuzları topladığı sohbete tüm beylerin oğullarıyla gelmesi üzerine, Büre Bey üzülür.Oğuz beyleri, Büre Bey için bir oğul, Bican Bey'e de doğacak oğlana vermesi için bir kız dilerler.Doğan oğlan büyüdükten sonra kendisine hediye getiren bezirgânları kafirlerden kurtarır ve "Bamsi Beyrek" adını alır.Banı Çiçekle evleneceği gece kafirler düğünü basarak Bamsi'yi esir alır.Banı Çiçek'in abisi Deli Karçar'a Yalancı oğlu Yaltacık'ın kanlı bir gömlek getirip "Bamsi öldü." demesiyle Banı Çiçek Yaltacık'a verilir.Düğün gecesi esir bulunduğu kaleden,tekürün kızının yardımıyla kaçan Bamsi, yaşadığını Bani Çiçek'e bildirir.Sonra düğün yapılır. 4-KAZAN BEYİN OĞLU URUZ BEYİN TUTSAK OLMASI HİKÂYESİ: Kazan Bey, oğlunun henüz bir kan akıtıp, baş kesip isim sahibi olamayışına üzüldüğünü bildirir.Oğlu da babasından nasıl
8
savaş edildiğini, kan döküldüğünü kendisine öğretmesini ister.Kazan Han bunun üzerine oğlunu ava çıkarır, bu sırada düşman gelir ve Kazan Han savaşmaya başlar.Oğluna sadece izlemesini söylemesine rağmen oğlan babasına fark ettirmeden savaşır.Babası, oğlunu bulamaz;evde de göremeyince düşmanla savaşılan yere gelir.Oğlunun kılıcını görünce onun esir düştüğünü anlar.Düşmanla tek başına savaşa giden Kazan Bey, yenilir.Bunun üzerine Hatun kırk kızla ve diğer Oğuz beyleriyle kafirleri yener.Oğuzlar yurtlarına dönerler. 5-KOCA DUHA OĞLU DELİ DUMRUL HİKÂYESİ: Duha Koca oğlu Deli Dumrul, bir kuru çayın üstüne köprü diker, geçenden de geçmeyenden de akçe alır.Bunun sebebini de erliğinin, yiğitliğinin yayılması olarak açıklar.Köprü üstünde birinin ölmesi üzerine Deli Dumrul, bu yiğidin canını alan Azrail'in gelip kendisiyle savaşmasını ister.Bu başkaldırı üzerine Allah, Azrail'i Deli Dumrul `un canını alması için yollar.Deli Dumrul, Azrail'i bir türlü yakalayamaz ve Allah'ın birliğine iman eder.Bir can getirmesi şartıyla canı bağışlanacak olur. Annesi de babası da can vermeyi kabul etmez.Artık öleceğine inanan Deli Dumrul, karısıyla helalleşmeye gider.Karısının kendisine canını vermesini istemesi üzerine Allah'a "Ya ikimizin canını de canını al ya ikimizi de yaşat." der.Allah ikisine de 140'ar yıl ömür verir.Annesi ve babasının da canını alır. 6-KANLI KOCA OĞLU KAN TURALI HİKÂYESİ: Kanlı Koca adında bir Oğuz eri kahraman oğlu Kan Turalı'ya onu evlendirmek istediğini söyler.Ancak oğlan, aradığı kadar kahraman, gözü pek bir kız bulamaz.Babası arar ve Trabzon tekürünün kızının tam oğlunun istediği gibi bir kız olduğuna kanaat getirir.Bir aslanı, bir boğayı ve bir deveyi öldürmek şartıyla verilecek olan kızı, Kan Turalı bu şartları gerçekleştirerek alır. Evlendikleri gece kafirlerin saldırısına uğrar ve savaşırlar. Savaş devam ederken Selcen Hatun eşini arar, bulamaz. Bulduğu yerde de yardım eder. Selcen Hatun'un düşmanı yendiği için övüneceğini düşünen Kan Turalı, Selcen'i öldürmeye karar verir. Ok çekerler; ancak Selcen, okunun başındaki demiri çıkartmıştır. Selcen'i böylece deneyen Kan Turalı ve Selcen, yurtlarına dönerler. 7-KAZICIK KOCA OĞLU YİĞENEK HİKÂYESİ: Bayındır Han'ın İç Oğuz beylerini sohbete çağırdığı bir gün, aralarından Kazılık Koca denilen bir bey Bayındır Han'dan akın ister. İzin alınır, Kazılık Koca yararlı ihtiyarlarla birlikte Karadeniz kenarındaki bir kaleye gider. Kalenin Tekürü Kazılık Koca'yı aklar ve esir alır. 16 yıl esir kalan Kazılık Koca'nın 16 yaşına gelmiş olan oğlu Bayındır Han'a giderek babasını kurtarmaya gideceğini söyler. Yanına 24 sancak beyini de alır. Yola çıkmadan gördüğü rüyada Dede Korkut'tan öğütler alan Yiğenek, Allah'a sığınıp dualar ederek tekürü yener. Babasını kurtarır. 8-BASAT'IN TEPEGÖZÜ ÖLDÜRMESİ HİKÂYESİ: Basat, Uruz Bey'in Oğuzlar'ın göçü sırasında düşürülüp bir aslan tarafından büyütülen oğludur. Uruz'un çobanı Oğuzlar'ın yaylaya göç ettikleri sırada bir peri kızıyla çiftleşir. Peri kızı, bunun acısını Tepegöz'ü (çobandan olan çocuğu)
9
Oğuzlar'ın içine salarak çıkarır. Tepegöz, çocukların kulaklarını, burunlarını yer; adamları yiyerek öldürür. Basat'ın kardeşi Kıyan Selçuk da Tepegöz yüzünden ölmüştür. Basat gider ve kardeşi uğruna Tepegöz ile savaşır. Önce gözünü yok eder;sonra da öldürür. 9-BEGİL OĞLU EMREN'İN HİKÂYESİ: Bayındır Han, Gürcistan'dan haraç olarak bir kılıç, bir çomak, bir at geldiğini görünce kızar. Bunları yiğitlere, boylara veremeyeceğini söyler. Dede Korkut, bu üç haracın da bir yiğide verilmesi yönünde akıl verir. Begil Yiğit, bunları kabul eder. Haraçları alan Begil Yiğit, Gürcistan sınırına yerleşir. Oğuz'a geldiğinde Kazan Bey'in Begil Yiğide avda hünerli olduğunu; ancak bu hünerin ata bağlı olduğunu söylemesi üzerine darılır. Oğuzlara başkaldırışından onu ancak karısı döndürür ve ava çıkmasını söyler. Av sırasında sağ uyluğunu kıran Begil, bunu bir süre saklar. Açıklaması üzerine Tekür bunu duyar ve Oğuz üstüne yürür. Begil oğlu Emren direnir. Allah ona kırk er gücü verir, böylece kafirler yenilir. 10-UŞUN KOCA OĞLU SEĞREK HİKÂYESİ: Uşun Koca adında birinin Eğrek ve Seğrek adında iki oğlu vardır. Eğrek, bir gün beyleri çiğneyip Kazan Bey'in karşısına gelir, oturur. Ters Uzamış adında bir bey ona baş kesmediğini, kan dökmediğini,aç doyurmadığını, burada ne aradığını sorar. Eğrek, baş kesmenin, kan dökmenin hüner olduğunu öğrenince Kazan Han'dan akın diler. Kazan Han, kabul eder; üç yüzer verip gönderir. Bu akın sırasında esir düşer. Kardeşi Seğrek, onu kurtarmaya gider. Kafirler, Eğrek kardeşini tanımadığı için bir tuzak kurmak isterler. Seğrek'in bir deli olduğunu, yoldan geçenlerin ekmeğine el uzattığını, bunun üstüne yürürse onu serbest bırakacaklarını söylerler.Eğrek gidince bu kişinin kardeşi olduğunu öğrenir. Kafirleri yenerler. Yurtlarına dönerler. 11-SALUR KAZANIN TUTSAK OLUP OĞLU URUZUN ÇIKARDIĞI HİKÂYESİ: Tarabuzan Tekürü Salur Kazana bir şahin gönderir. Salur Kazan şahincibaşına haber vererek ava çıkacağını söyler. Av sırasında şahin, Taman'ın Kalesine iner. Şahinin arkasından gittiği sırada Salur Kazanın uykusu gelir, 7 gün uyur. Taman, Salur Kazan'ın Oğuz beyi olduğunu öğrenince onu esir alır. Taman'ın eşinin isteği üzerine esir edildiği kuyudan çıkarılan Salur Kazan'dan kafirleri övmesi istenir, ama o övmez. Kardeşi ve oğlu olduğu için de öldürülemez. Oğlu Uruz, Salur Kazan'ı kurtarmaya gelir. Kazan ile oğlu savaştırılır ve Uruz babasını yaralar. Tam bu sırada Kazan Bey Uruz'a babası olduğunu açıklar. Uruz, babasının elini öper, yurtlarına dönerler. 12-İÇ OĞUZ DIŞ OĞUZ ASİ OLUP BEYREK'İN ÖLDÜĞÜ HİKÂYESİ: Kazan 3 yılda bir İç ve Dış Oğuz beylerini toplar, helalini alır, nesi var nesi yoksa yağmalatırdı. Yine Kazan'ın evini yağmalattığı bir zaman Dış Oğuz beyleri gelmez, İç Oğuz beyleri yağma eder. Bunun üzerine Dış Oğuz beyleri Kazan'a düşman olur. Kılbaş adında bir bey Dış Oğuz beylerinden Aruz'un evine gider ve Dış Oğuz beylerinin Kazan Han'a kin beslediğini öğrenir. Kıbaş gittikten sonra Dış Oğuz beyleri yemin eder, Beyrek'in bu yemine katılmasını yoksa öldürüleceğini söylerler. Beyrek, kabul etmez,ancak Dış Oğuz beyleri de Beyrek'e kıyamaz. Aruz Bey, Beyrek'in sağ
10
uyluğunu keser. Beyrek öleceğini anlayınca Kazan Han'a kanını yerde bırakmamasını vasiyet eder. Kazan Bey bunun üzerine İç Oğuz beylerini toplayarak Aruz'un evini yağmalar, kendisini öldürür. Kazan, Dış Oğuz beylerini affeder. DOKUZUNCU HARİCİYE KOĞUŞU - PEYAMİ SAFA
KİTABIN KONUSU: Çocukluğundan beri bacağından rahatsız olan ve kimseyi dinlemeyen birisinin, hayaller peşinde koşarken başından geçen olaylar. KİTABIN ÖZETİ: Yazarın küçüklüğünden beri çektiği hastalık onu hastanelerden tiksindirmiştir. Fakat durumu ciddiyetini korumaktadır. Annesi ile kenar mahallelerin birinde virane ahşap bir evde yaşamaktadır. Bir gün ameliyat olması gerektiğini öğrenip hastaneden döndüğünde evde annesini bulamaz ama odanın halinden annesinin şiddetli bir baş ağrısı geçirdiğini anlar. O sırada annesi gelir. Yazar ise annesini üzmemek için ona gerçekleri anlatmaz. Kendi doktoruna gidip ona gözükmesi gerektiğini söyler. Annesi yazarın Erenköy’e gideceğini öğrenince paşanın da onu merak ettiğini söyler. Ertesi gün yazar önce paşaya gider. Paşa ilk olarak sağlık durumunun nasıl olduğunu sorar yazar da kaçamak cevaplar vererek olayı geçiştirir. Daha sonra odaya Nüzhet gelir yazardan getirmesini istediği kitapları alır. Kızı gidince paşa yazara bir de Doktor Ragıp Bey’ e görünmesini tavsiye eder. Paşanın uzaktan akrabası olan yazar küçük yaşlardan beri onunla konuşur, ona kitap okur. O akşam yine bir roman okumaktadır fakat paşa uyuyunca Nüzhet’ le birlikte bahçeye gider ve muhabbet ederler. Yazar on beş yaşında ve aralarında dört yaş olmasına rağmen Nüzhet’ i sevmektedir. Ancak onun da aynı duyguları hissettiğinden emin olmaz. Bahçede konuşurken Doktor Ragıp’ ın Nüzhet’ i istediğini duyunca önce üzülür ama Nüzhet oralı olmayınca, duyduğu şüpheye rağmen keyfi yerine gelir. Daha sonra Nüzhet annesinin isteği üzerine uyumaya gider ve kahraman da kendine olan tüm güvenini kaybeder. Hastalığı onu normal yaşından çok daha olgun davranmaya sevk etmiştir. Doktorun ikazlarına rağmen baston kullanmayan yazar o gece yatakta yorgun ve acı içinde kıvranmaktadır. Henüz uyumadan Nüzhet kahramanın evine uğrar ve uyuyamadığını bahane ederek tekrar koyu bir muhabbete başlarlar. Ertesi gün yazar erkenden doktora gideceğinden Nüzhet onun uyumasını ister. Fakat kahraman ona karşı olan zafiyetini daha fazla saklayamaz, onu kendisine çekip bir kere öper ve Nüzhet şaşkınlık içerisinde koşarak eve gider. Sabah olunca yazar Kadıköy’e gider ve paşanın istediği kitapları alır ve sonra da annesine bir ay içerisinde gelemeyeceğini yazar. Oradan da doktora gider fakat operatörün dersi olduğundan görüşemezler. Operatörle akşama görüşebilen kahraman ondan baston kullanması ve iyi yemesi ve dinlenmesi konusunda uyarı alır. İşi bitip köşke dönen yazar içeriye girdiğinde kendisinden gizli bir şey konuşulduğunu anlar ve üzüntü içerisinde bahçeye oturmaya çıkar. Daha sonra Nüzhet gelir ve yazar içeri girdiğinde annesinin dolabın arkasında çıplak olduğunu söyleyerek onu rahatlatır. Fakat akşam Nurefşan ona gerçekleri yani Nüzhet ile Doktor Ragıp’ın durumlarını konuştuklarını söyler. Yazar hayal kırıklığına uğrar ve Nüzhet’ in odasına konuşmaya girer. Nüzhet yine yazarı ikna eder. Daha sonra ikisi de uyurlar.
11
Ertesi günü Nüzhet’le bahçede geçiren kahraman Nüzhet’ le cinsel yakınlaşmalara girer. O akşam Doktor Ragıp yemeğe gelir ve yazar hiç oralı olmaz. Konukları gidince Paşa yazara doktor hakkında görüşlerini sorar o da Ragıp’ ı Nüzhet’ e yakıştıramadığını söyler bunu duyan yengesi de içinden yazara karşı kin tutar. Bir gün yazar yengesinin Nüzhet’i mikroplara karşı uyardığını ve eşyalarımızı ayırdım dediğini duyar ve bunun üzerine evi terk etme kararı alır. Ancak annesinin de o gün paşalara geleceğini duyması kararını değiştirmesine neden olur. Hızla geçen günlerden sonra nihayet evine dönen yazarın ağrıları gün geçtikçe arttığından annesi onu fakülteye götürür. Operatör ona durumun ciddiyetini hatırlatır ve yerinden bile kıpırdamamasını ister. Evi birden kalabalıklaşan kahramanın yakınları onu teselli etmeye çalışır. Tekrar fakülteye gittiğinde operatör bacağın kesilmesi gerektiğini söyler fakat buna razı olmayan yazar birden bayılıverir. Bundan etkilenen operatör kasaplardan farkı olmaları gerektiğini söyleyip yazara, üç aylık bir sürede bacağını kurtarmak için hastanede kalması gerektiğini söyler. Yazar bunu kabul etmek zorunda kalır ve Dokuzuncu Hariciye Koğuşuna yatırılır. Burası ona hapishane gibi gelir ve ilk gecesi olaylı biter. Bu korkuya dayanamaz ve bütün gücüyle bağırıp çağırır. Zor geçen günlerin sonunda ameliyat günü gelir. Ameliyatı bitince yedinci pansumanda doktor bacağın kurtarıldığını ancak yere basamayacağını söyler. Daha sonra da Nüzhet’ ten gelen karttan Paşanın hastalandığını Nüzhet’ in de Doktor Ragıp’ la nikâhlanacağını öğrenir. Acılar içinde geçen günlerin sonunda annesi Doktor Mithat ve arkadaşı onu hastaneden taburcu ettirirler. KİTABIN ANA FİKRİ: Bize verilen öğütleri ciddiye almalı ve hayallere peşinden koşmamalıyız. Aksi takdirde kaybeden yine biz oluruz. KİTAPTAKİ OLAYLARIN VE ŞAHISLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ: Başkahraman: Tek bacağından acı çeken ve ümitleri peşinde rüyalar aleminde koşan birisi. Nüzhet: Yerinde duramayan yaşam dolu son derece hareketli birisi. Paşa: Disiplinli, yardım sever ve dediğim dedik, inatçı birisi. Yengesi: İçten pazarlıklı kızının iyiliğini düşünen bir anne. Nurefşan: Köşkün hizmetçisi ve yazarın mutluluğu için elinden geleni yapan birisi. Doktor Ragıp: Bakımlı ve kültürlü bir doktor. Doktor Mithat: Yazarın doktoru. Operatör: İnsanlığa faydalı olmaya çalışan bilinçli bir tıp adamı. DON KİŞOT ROMANININ ÖZETİ - CERVANTES
Avrupa toplumunda çürümekte olan bir müesseseyi, şövalyeliği, alaylı bir üslupla hicveden bir kitaptır. Hayal ile realitenin çoğu zaman iç içe girdiği eserde komik pek çok unsur yer alır. Öyküden romana geçişin ilk adımı sayılmaktadır. Başlıca Kahramanlar 12
Don Kişot: Gerçek adı Alonso'dur. Don Kişot'u kendisi takma ad olarak kullanır. Romanın başkahramanıdır. Zayıf, yaşlıca bir kişidir. Hayalperest, saf bir kişiliği vardır. Kendisini son şövalyelerden sanmaktadır. Sancho Panza: Sıradan bir köylüdür. Don Kişot onu uşak olarak kullanır. Saf, aynı zamanda realist, kurnaz, basit bir adamdır. Dulcinea del Toboso: Kendisini şövalye sanan Don Kişot, şövalyelerin bir sevgilisinin olması gerektiğini düşünür. Sıradan, şişman bir köylü kızı olan Aldonzo'ya Dulcinea del Toboso takma adını verir. Onu aristokrat bir ailenin güzel kızı olarak düşünür. Juana Panza: Sanchönun karışıdır. Basit bir köylü ka dınıdır. Pcro Perez: Köyün papazıdır. Master Nicholas: Köyün berberidir. Sanson Carrasco: Salamanca Üniversitesi'nde okuyan bekâr, kaba espriler yapan bir gençtir. Dük ve Düşes: Don Kişot'un ev sahipleridir. Alaycı, fırsatçı kişilerdir. ÖZET Birinci Bölüm Don Kişot, İtalya'da Mancha eyaletinde, küçük bir köyde yaşamaktadır. Sürekli olarak şövalye hikâyeleri okuyan Don Kişot, zamanla dünyayı şövalye hikâyelerinde olduğu gibi görmeye başlar. Eski çağlardaki şövalyeliğin canlandırılması gerektiğine inanır. Bir gün, aklını iyice yitirir, kendisini son seyyar şövalye zanneder. Evindeki eski, paslı zırhları, kılıçlan kuşanır. Ezilen halkı kurtarmak için çok mükemmel zannettiği sıska atma binerek yollara düşer. Kendisine bir de aristokrat bir sevgili bulmalıdır. Yolda rastladığı çirkin bir köylü kızını çok güzel ve soylu olarak görür ve kendisine sevgili olarak seçer. Artık tek istediği şey, ona resmi şövalyelik unvanı verilmesidir. Bunun için de başarılar kazanmak zorundadır. Yolda bir hana rastlar. Hanı şato sanmaktadır. Hanın (şatonun) sahibini lord olarak görür, kendisini şövalye yapmasını ister. Hanın sahibi, onun zararsız bir deli olduğunu anlar, lordmuş gibi rol yapar. Don Kişot, resmi olarak şövalye unvanını aldığına inanarak gururla köyüne döner. Yolda, Sancho ile karşılaşır. Ona büyük bir servet vaat ederek uşağı olmasını teklif eder. Sonra tacirlerle karşılaşır. Onlara sevgilisi Dulcinea'nin çok güzel bir kız olduğuna inandırmaya çalışır. Onlar da Don Kişot'u döverler. Don Kişot, bu sefer yolda yel değirmenlerini insanlara kötülük yapan devler sanır. Onlara saldırınca, yaralanır. Yine aklı başına gelmez. Sancho, durumu anlatsa da gerçeği görmez. Kafasındaki hayale inanır. Bundan sonra koyun sürülerini birbirine saldıran iki ordu olarak görür. Zayıf olanlara yardım etmeye karar verir. Koyunlarına saldırıldığını gören çoban, Don Kişot'u döver. Bir başka seferde de Don Kişot kaldıkları bir handaki şarapları kan 13
zannederek şişelere saldırır. Ona gerçekler gösterildiği zaman kabullenmez. Büyücülerin onlara öyle gösterdiğini, onları kandırdığını söyler. Gerçeğin acılığına katlanamaz. Başlarından buna benzer pek çok olay geçtikten sonra, köy papazı ve berberi Don Kişot'u korumak isterler. Onu bir kafese koyarak evlerine götürürler. İyileştirmeye çalışırlar. İkinci Bölüm Don Kişot bir müddet sonra yine Sancho ile yola çıkar. Sevgilisi Dulcinea'yi bulmak istemektedir. Sancho onu kandırarak ilk gördükleri köylü kızının Dulcinea olduğunu söyler. Yolda pek çok maceradan sonra Dük ve Düşes'in evine varırLar. Dük ve Düşes, Don Kişot'a oyun oynarlar. Don Kişot'a şövalye gibi davranırlar, yardıma ihtiyacı olan kişiler için ondan yardım isterler. Oyun tam bir komediye dönüşür. Dük, Sancho'ya bir ada verir. Ada, civar köylerden biridir. Köy halkına Sancho’nun vali olduğunu söylerler. On iki günden sonra, Sancho işi bırakır. Daha sonra Don Kişot, Sanson Carrasco ile düello yapar. Kazanan, diğerinin isteğini yerine getirecektir. Sanson kazanır. Don Kişot'a evine dönmesini ve si lah taşımamasını emreder. Don Kişot da her şeyden elini çeker ve köyünde tabii bir yaşama döner. Fakat hastalanır. Aklı yerine gelir. Tekrar eski Alonso olmuştur. Sancho'nun onu tekrar kandırmasına izin vermez, tüm hayallerinden vazgeçmiştir. Bütün malını fakirlere miras olarak bırakarak ölür. DRİNA'DA SON GÜN - FAİK BAYSAL Eser, Faik Baysal'ın belgesel niteliğinde bir savaş romanıdır. Romanın en önemli özelliği, ilk kez bir Türk yazarının yurt dışında geçen yaşanmış olayları, evrensel bir düzeyde anlatmasıdır. 1972′de yayınlanan Drina’da Son Gün, Yugoslavya’da geçmekte ve eski bir Türk ailesinin iç savaş sırasında Türkiye’ye göçmesini anlatmaktadır. II. Dünya Savaşında zulüm çeken Türklerin hayatını çarpıcı bir şekilde gözler önüne sermektedir. Kahramanlar Rıza Selmanoviç: Drina’da yaşayan köklü bir Türk ailesine mensuptur. Çocukları ve ailesi ile mutlu bir hayat yaşayan Selmanoviç, çevresi tarafından itibar gören, saygılı, olgun ve vatansever bir kişidir. Mehdi Azamoviç: Hukuk mezunu olduğu hâlde toprağı çok sevdiği için Selmanoviç ailesinin çiftliğinde çalışan biridir. Olgun, milletini çok seven, vefalı ve cesur bir insandır. Mordaç: Eşinin Almanlar tarafından öldürülmesinden sonra koyu bir Alman düşmanı olmuştur. Aynı zamanda Türklerden de nefret eder ve ahlaksız bir örgüt içinde ahlaksız eylemlerde bulunur. Neniç ve Mihailoviç: Halk tarafından kahraman sanılan iki eşkıyadır. Savaştan yararlanarak her türlü zulmü ve ahlaksızlığı yapan iki Sırp lideridir.
14
Alfons Karr: Zalim Alman komutanıdır. Ahlaksız, vicdansız biridir. Mirza: Belgrad Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ni bitirmiş, saygıdeğer, kültürlü, çocukları için yaşayan bir kadındır. Almanların kötü emellerine karşılık vermediği için öldürülür. ÖZET Yaz akşamları daima kırmızı akan Çeotina Suyu boyunca bir otobüs Taşlıca, Priboy, Vişigrad yolcularını aldıktan sonra batıya doğru yol almaktadır. Çok eski ve sürekli bozulan Fiat marka otobüste yolcular iç içedir. Birden korkunç bir şey olur. Hitler’in askerleri otobüse doğru yaklaşmaktadır. Yolcular tedirgin olur. Korkudan ne yapacaklarını bilemezler. Çünkü Alman askerleri o günlerde Yogoslavya’da suçsuz pek çok kişinin hayatına son vermiştir. Askerler gelir ve sakallı bir adama doğru silahlarını doğrulturlar. Adamın hâli onları şüphelendirmiştir. Adamın her yerini kontrol ederler, zorla eskimiş botlarını dahi çıkarttırırlar. Hiçbir şey bulamayınca öfkelenirler ve işkence yapmak için adamı yanlarına alırlar. Birkısım Alman askerleri de otobüsün üstündeki tavukların tamamının kafasını koparıp onları ezer. Bu manzara yolcuların midesini bulandırır. Tavukların yerinde kendilerinin olabileceğini düşünürler. Götürülen adamın adı Popoviç’tir. Sırp, Hırvat, Türk, her milletten insanın olduğu otobüste Alman askerlerine, yaptıkları zulümden dolayı lanetler yağdırılır. Fakat kısa süre sonra Hırvat, Türk ve Sırplar arasındaki düşmanlık, kavgalarla ortaya çıkar. Bir Türk olan Mehdi Azamoviç Balkanlara çıktığı söylenilen ve kahraman sanılan Neniç ve Mihailoviç’e lanet eder. Onların Türkleri oradan kovmaktan başka bir şey istemediklerini söyler. Çocuğu hasta olan bir Sırp kadın, Neniç’in kahraman olduğunu haykırınca Türkler neredeyse onu öldürecek hâle gelir. Sonra anne olduğu İçin affederler. Otobüsteki pipolu adam daha sonra Mehdi ile görüşmek istediğini söyler. Mehdi, Selmonoviçlerin evinde kaldığını söyleyince birden bütün otobüs susar. Bu eski, köklü bir aile olan Selmonoviçlerin herkes üzerinde etkin bir rolü vardır. Türklerin sonsuz cesaret ve ümit kaynağıdırlar. Neniç ve Mihailoviç, Almanlardan çok bu aileden korkmaktadır. Otobüs sakin bir şekilde yoluna devam ederken Çentikler arabayı pusuya düşürür. Sırp kadın bağırmaya başlar: “Kahrolsun Türkler, Kahrolsun Almanlar!” Kadın âdeta Türklerden öç almaktadır. Kapıları kırarak giren Çetnik haydutları herkese bağırarak paralarını almaya başlar. Haydutlar çocuğu ağladığı için en çok Sırp kadına işkence yaparlar. Herkesin bütün değerli eşyalarını aldıktan sonra çekip giderler. Otobüsün ilk durağında Mehdi Azamoviç iner. Evine gider. Savaştan nefret etmektedir. Yol boyunca yaşadığı tehlikeler onun moralini iyice bozmuştur. Azamoviç, evinde dinlenmek üzere yattığında birinin kendisine doğru yaklaştığını duyar. Çok korkar. Ölümü yanı başında hisseder. Gelen on iki yıllık arkadaşı Sırp Mordaç’tır. Mordaç, beş ay önce aniden kaybolmuştur. Bir Türk çiftliğinde çalıştığı için öldürüldüğüne İnanılmaya başlanmıştır. Fakat şimdi çökmüş bir hâlde de olsa sapasağlam karşısındadır. Arkadaşı yanlarından ölümle tehdit edildiği için ayrılmıştır. Şimdi herkesin kahraman sandığı katil, hırsız Neniç’in yanında Almanlara karşı savaşmaktadır. Azamoviç, arkadaşına ne kadar Neniç’in bir kahraman olmadığını anlatsa da Mordaç ona inanmaz. Neniç’in Alamanların işini bitirdikten sonra Türkleri de bu topraklardan atacağını söyler. Bir süre sonra çiftliği de basacaklardır. Tek şartları çiftliğin sahibi Rıza Selmanoviç’in kızı Elmasa’yı vermeleridir.
15
Çetenin önde gelenlerinden Gorli, kıza göz koymuştur. Ayrıca Almanlar atılına kadar çeteyi beslemelerini istemektedirler. Azamoviç, Mordaç’in bu kadar nankör olabildiğine inanamaz. Selmanoviç yıllarca Mordaç’ı her kötülükten korumuştur. O yüzden, Azamoviç çok sinirlenir onun tekliflerine. Böyle ahlaksız bir örgütün Yugoslavya’nın bağımsızlığı için çalıştığına inanmaz. Mordaç gider gitmez Alman askerleri kapıya dayanır. Azamoviç, hayatının tehlikeye girmesine rağmen Mordaç’ı ele vermez. Almanlar adamı bulamayınca çeker giderler. Fakat giderken arabaları ile yüzlerce insanı besleyen tarlaları çiğnerler. Azamoviç bunu yapmamaları için yalvarsa de bir işe yaramaz. Toprağı ölmüştür. Aç kalacak çocukları düşünerek ağlamaya başlar. Rıza Selmanoviç gece rahat bir uyku uyuyamamıştır. Türklerin hâlini düşünmektedir. Bir de Almanların sürekli bombaladığı Londra’da olan oğlundan uzun zamandır mektup alamamaktadır. Sabah bir gazeteyi okurken yakından tanıdıkları Mirza adındaki bir kadının Almanlar tarafından kurşuna dizildiği haberini okurlar. Herkes şok olur. Namuslu bir kadın olarak bildikleri Mirza, Neniç’in metresi olduğu için öldürülmüştür. Rıza Selmanoviç artık doğru ile yanlışı ayırt edememektedir. Aynı gün kötü haberlerin devamı gelir. Aile dostları Osmaniç, Neniç’in adamları tarafından dövüle dövüle kemik torbasına dönmüş bir hâlde evinde can çekişmektedir. Kısa süre sonra da ölür. Rıza Selmanoviç’in içindeki nefret iyice büyümektedir. Birkaç hadiseden sonra Selmanoviç, eli silah tutan Türkleri toplayarak Balkanlarda savaşmaya karar verir. Yardımcısı Nezir’le çiftliğe giderler ve Mehdi Azamoviç’i bulamazlar. Tekerlek izlerinden Almanların Mehdi’yi götürdüklerini anlarlar. Mehdi Azamoviç, Alman askerlerinin elindedir. Askerlerin elindeki tek esir Mehdi değildir. Mirza da ellerindedir. Alman komutan, kadına karşı kötü niyetlidir. Mirza kötü emellere alet olmamak için direnmektedir. Alfons Karr adındaki komutan, Mirza’ya emellerini açıkça söyler. Kabul edilmeyince onun Neniç’in metresi olduğunu itiraf etmesini söyler. Mirza suçsuz olduğu hâlde mecbur kalır ve kurşuna dizilmek üzere hücreye gönderilir. Alfons Karr, bununla da yetinmeyerek öldürüldükten sonra çocuklarının getirilip annelerinin cesetini görmelerini emreder. Mehdi, bu olanlar karşısında buz kesilmiştir. İnsanlığa, zavallı kadına yardım edemediği için lanetler yağdırır. Mirza az sonra kurşuna dizilir ve çocuklarının anneleri öldürülürken seyretmeleri sağlanır. Tam bir vahşettir. Azamoviç de aynı akıbete uğrar. Türkler, Türk Divisia adlı bir örgüt kurmaya karar verirler. Örgütün başı Rıza Selmanoviç’tir. Selmanoviç Belgrad’a gider. Belgrad yıkılmış, herkes işsiz kalmıştır. Savaş, her yeri mahvetmiştir. Burada şehrin en zenginlerinden Türk iş adamı İstanbuloviç’ten yardım istemeye gider. İstanbuloviç ve diğer iş adamları her türlü yardımı yapacaklarını vaat ederler. İşler iyi gitmesine rağmen Selmanoviç havaya uçan insan parçalarını ve Belgrad’ın bombalarını unutamaz. Selmonovİç’i daha sonra uğradığı Nevesni’de daha kötü sahneler beklemektedir. Yüzlerce insan ölmüştür. Cesetlerden başka bir şey görülmemektedir. Bu arada Dündar Selmanoviç, ailesinin yanına dönmeye karar verdiği gün öldürülür. Türk Divisia örgütü de Balkanlarda Türklere yapılan kıyıma boyun eğmeyerek, halkı korumaya çalışmaktadır. Başta Selmanoviç olmak üzere örgütün baştaki üyeleri her zorluğa göğüs germektedir.
16
Selmanoviç ve arkadaşlarını etkileyecek bir olay meydana gelir. Mordaç örgütün önde gelenlerinden Çavuş’u öldürürken, daha sonra da Selmanoviç’in kızı Elmasa’yı kaçırırken yakalanmıştır. Mordaç, Neniç’in Alman uşağı olduğunu anlamış, artık Gorli için çalışmaktadır. Selmanoviç ve arkadaşlarının elinden kurtulur; fakat bu sırada onun çok sevdiği katil Gorli de layık olduğu şekilde öldürülmüştür. Bahar geldiğinde Drina’da havalar çok serttir. Türkler gittikçe zor duruma düşmektedir. Her gün onlarca Türk öldürülmektedir. Savaş, pek çok ülkeye sıçramış, Hitler’in galip çıkamayacağı belli olmaya başlamıştır. Mihailoviç ve grubu önlerine gelen her Türk’e olmadık işkenceleri yapmaktadır. Osmaniç’in karısı, kızı, Şevvale Ana, Elmasa yurtlarından, evlerinden ağlayarak kaçmaya başlamışlardır. Peder Yuvan, kadın ve çocuklardan oluşan bu Türklere yardım eder. Onların kaçması için her şeyi yapar. Fakat yolda Mihailoviç’in adamları arabaya baskın yaparak pederi öldürürler. Bir Hristiyan papazı kendi dininden olmayanları kurtarmak için ölmüştür. Bu arada Türk askerlerinin yardımı ile kurtulurlar ve papazı ağlayarak gömerler. Başta Şevvale Ana olmak üzere hepsi ağlayarak Fiat marka otobüse binerler Türkiye’ye gitmek üzere; fakat vatanlarına tekrar dönmek üzere. ESİR ŞEHRİN İNSANLARI - KEMAL TAHİR
Kemal Tahir'in 1956 yılında yayınladığı bir eserdir. Türk edebiyatında Milli Mücadeleyi konu alan önemli romanlardan biridir. Romanda, ülkesinin meselelerine duyarsız bir aydının, duyarlı hale gelmesi anlatılır. ÖZET Roman, İspanya’da yaşayan Kamil Bey ve ailesinin ülkesine dönmesiyle başlar. Yıl,1916’dır.Osmanlı Devleti, her geçen gün güç ve toprak kaybetmektedir. Kamil Bey de Batıda bulunduğu dönemde ekonomik sıkıntılar yaşadığı için, İstanbul’a bazı emlaklarını satmak için gelmektedir. Kamil Bey, eşi Nermin Hanım ve kızı Ayşe, Batı kültürünü çok iyi bilmelerine rağmen kendi kültürüne fazlaca önem vermezler. İstanbul’a gelen Kamil Bey, Bağlarbaşı’nda babasından kalma köşkü onartarak oraya yerleşir. Bir yandan da yine babasından kalma mülklerle ilgili işleri takip eder. Bu esnada Galatasaray Lisesi’nden arkadaşı Ahmet’le karşılaşır. Arkadaşı, Kamil Beyden kendilerine yardım etmesini rica eder. Kamil Bey, Nedime Hanım’ın çıkardığı Karadayı gazetesinde çalışmaya başlar. Anadolu’daki Milli Mücadeleye destek veren Nedime Hanım ve arkadaşları Karadayı gazetesi vasıtasıyla Anadolu’yla haberleşmektedir. Bu işleri yaparken Kamil Bey, yavaş yavaş, ülkesi ile ilgili meselelerle ilgilenmeye başlar. Düşman güçlerinin Anadolu’daki askerlere saldırı planlarını ele geçiren Nedime Hanım ve arkadaşları bunu Anadolu’ya ulaştırmaya çalışırlar. Bu işi, Kamil Bey üstüne alır. Ancak Kamil Bey, bu planları bir sandık içinde gemiye verirken yakalanır. Çünkü Nedime Hanım’a yardım ediyor gözüken Niyazi, İstanbul hükümetinin ve işgal kuvvetlerinin ajanlığını yapmaktadır. Kamil Bey’i de o haber vermiştir.
17
Kamil Bey, tutuklandıktan sonra birçok kere sorguya çekilir. Paşa oğlu olduğu için kendisine ceza vermeyeceklerini ancak Nedime Hanım’ın yaptıklarını anlatmasını isterler. Kamil Bey de Milli Mücadeleye destek veren bir kadını ele vermenin büyük bir alçaklık olacağını düşünür ve Nedime Hanım’ı ele verecek hiçbir şey anlatmaz. Bu esnada Nermin ve ailenin diğer üyeleri Kamil Bey’in tutuklandığını duyunca büyük bir şaşkınlık yaşarlar. Ancak Kamil Bey, sorumsuz bir aydın olmaktan, sorumlu bir aydın olmaya doğru değişim yaşadığı için kendisine yöneltilen eleştirileri fazlaca önemsemez. İstanbul Hükümeti tarafından kendisine Roma büyük elçiliğinde bir iş teklif edilmesine rağmen, Nedime Hanım’ ele vermemek için kabul etmez. ESKİCİNİN OĞULLARI - ORHAN KEMAL
KİTABIN KONUSU: Orhan Kemal, Eskici ve Oğulları’nda topal eskici ile iki oğlunun özlemlerini, düşlerini, bu özlemlerle düşleri gerçekleştirmek için verdikleri savaşı ve sonunda ellerinde avuçlarında kalanı da yitirerek çöküşlerini anlatır. KİTABIN ÖZETİ: Topal eskici, Trablus’ta savaşırken sol bacağını kahpe bir İtalyan kurşununa verir. Gençliğinde kundura tamirciliği ve demircilik öğrenmiştir. Kurtuluş Savaşı’ndan sonra bir süre eskicilik yapar. İşleri gayet güzeldir. Bir zaman sonra kunduracılık üzerine işler tasarlar. Bunun üzerine Çukurova’nın zengin köylerinden birine göçer. Eskicilikten bıkmıştır. Demir araçların onarımıyla uğraşacaktır. İşler iyi gider, İkinci Dünya Savaşı bitip de renk renk, biçim biçim traktörler akmaya başlayınca Topal’ın işleri bozulur: Memleket ziraatının işi bundan böyle Amerikan makineleriyle görülecekti. Orta Çağdan kalma köhne demirci dükkânlarına ne ihtiyaçları vardı. Köyle ilişiğini keser kentin yolunu tutar. Kent değişmektedir: Yeni apartmanlar, oteller, asfalt yollar. Ve Topal yeniden eskiciliğe başlar. Büyük oğlunun çalıştığı fabrika işi paydos edince ve büyük oğlu üç çocuğuyla ortada kalınca, geçinmek adamakıllı güçleşir. Baba ve iki oğul eskici dükkânında çalışmaktadır ama Dokuz boğazı beslemiyor bu dükkân, zorla değil ya! Babasının küfürlerinden ve başının çaresine baksın sözlerinden bıkan büyük oğul tohumlu pamuk toplamaya karar verdi. Küçük oğul da katılır bu karara Ve hemen düşlere başlar: Kışın ağasıyla kendi hesaplarına açsalar eskici dükkânını. Hiç olmazsa vara yoğa bağırıp çağırması, pis pis küfürleriyle babası yoktur başlarında. İki kardeş, güle oynaya, çalışır akşamları da. Dükkânda kapanıp kalmak zorunda değildirler. Haftada bir iki gün kafaları çekseler, geri kalan günlerde sinemaya, tiyatroya gider; vakit geçirirler. Madem eskicilik fosladı, işi ısmarlamacılığa, toptancılığa dök. Dükkânım var makinem var, kalıplarım her bir şeyim tamam. Eksik olan sermaye mi? diyen Topal, oğullarıyla birlikte pamuk toplamaya giderse, hep birlikte çalışarak gereksindikleri sermayeyi sağlayabileceklerine inanır. Bir sabah boyaları dökük bir kamyon gelir; tekmil mahalle kapılara, pencereler dökülmüştür. Dokuz kişilik aile pamuk toplamak için yola düşer. Sarı sıcak, sivrisinekler. Hepsi sıtmaya yakalanır. Önce Topal başlar şikâyete: Ne dedik de 18
geldik buralara? Yazısı da yabanı da bataydı. Bizim harcımız mı bu? Kötü çalışma koşulları, yoksulluk, sıtma aileyi birbirine düşürür: Topal karısı ve kızıyla kente döner. İki oğul güçleri yettiğince dayanırlar. İşin acemisi olduklarından fazla pamuk toplayamazlar. Topladıkları pamuk aldıkları avansın ancak yarısını karşılar. Şimdi ne yapacaklardı? Şehre birkaç kuruş parayla dönüp tekerlekli dükkân açmaktan geçmiş, borçlarını nasıl ödeyeceklerini, bu işin içinden nasıl çıkacaklarını düşünüyorlardı. Bundan böyle küçük oğlu da bugün bulduğunu bugün yiyordu. Sonunda küçük oğul da büyük oğul ve ailesi de, hasta, bitik, nerdeyse ölüm döşeğinde, kente dönerler. Topal’ın babalık duyguları coşar, varını yoğunu çocukları için harcar. Eskici dükkânını olduğu gibi devredip borçlarını öderler. El elde, baş başta kalmıştı. Dokuz kişiye ekmek yediremeyen eskici dükkânı da elden gitmişti. KİTABIN ANA FİKRİ: Zengin insanların da bir gün fakirlikle karşılaşabileceği düşüncesini vurgulayan bu kitap, içinde bulunduğumuz iyi durumun elbet bir gün bozulabileceğini anlatmaktadır. KATAPTAKİ OLAYLAR VE ŞAHISLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ: Topal: Çok paragöz, hava yapmayı seven bir kişiliğe sahiptir. Topal’ın çocukları: Babalarını fazla sevmeyen, kendi kafalarındadırlar. Topal’ın damadı: Namusuyla fabrikada çalışıp para kazanan, evine düşkün birisidir. Olaylar, aile kavramını bozulmasını anlatır. Aile bağlarının tamamen koptuğunu gösterir. Genel itibariyle konu anlatılırken yazar karamsar bir dil kullanmıştır FATİH-HARBİYE - PEYAMİ SAFA
ÖZET: Şinasi ve Neriman çocukluk arkadaşlarıdır. Tanıdıkları ilk karşıt cins birbirleridir. İlk başta ikisi de birbirlerini seviyorlardı. Okula beraber gidip geliyorlardı. Üniversite de bile beraberdiler. Neriman’ın babası Faiz Bey’dir ve Şinasi’yi de çok sevmektedir. Bazı geceler Faiz Bey’in evinde saz çalarlar ve sohbet ederlerdi. Herkese bir gün Şinasi ile Neriman’ın evleneceğini düşünüyordu. Giderek Neriman Şinasi’den soğumaya başladı. Neriman oturduğu mevki olan Fatih’i, sevmemektedir. Çünkü Fatih, doğuyu, gelişmemişliği ve eskiyi temsil ediyordu. Oturduğu mahalle çok eskiydi ve evler de virane gibiydi. Bir gün Macit denilen yakışıklı, zengin ve kibar birisiyle tanışır. Macit Harbiye’de oturuyordu. Harbiye, gelişmişliği ve batıyı simgeliyordu. Macit ile bir kaç sefer Şinasi’den habersiz buluşurlar. Bir gün Macit Neriman’a balo davetiyesi verir ve baloya davet eder. Neriman baloya gitmeyi çok istemektedir. Ama gitmesi için babasının iznini almak zorundadır. Tam babasına söyleyecekken 19
babası ona Şinasi ile evlenmesini teklif eder. Hemen reddetmez ve 2-3 ay mühlet ister. Ve baloya Şinasi ile gitmesi koşuluyla da izin alır. Elbise için vitrinleri gezmeye çıktığında dayısının kızlarına uğrar. Çünkü dayısının kızları bu işlerde oldukça deneyimlilerdir. Eve gittiğinde bir kadının ağlamaktan harap olduğunu görür ve nedenini sorar. Nedeni kızının intiharıdır. Kızı Rus gitariste aşık olmuştur. İkisi de başta çok mutlulardır ve birbirlerini çok sevmektedirler. Ancak çok sefil bir hayat sürmektedirler. Buda kıza tak etmiştir. Günün birinde zengin bir adamla tanışan kız genci terk eder ve adamla yaşamaya başlar. Artık balolara gidebilmekte ve her istediğini yapabilmektedir. Ancak gerçek mutluluğu bulamamaktadır. Tahsil görmüş bir kız olduğundan hakiki güzelliği aramaktadır. Musiki, mütalaa ve samimiyet. Rus gencinde bunları bulabiliyordu ancak zengin adamda bunları bulamamaktadır. Sonunda, gence dönmeye karar verir ve aramaya başlar. Büyük uğraşlar sonucu bulur ama genç kabul etmez. Kız bunun verdiği üzüntü ile evine gider ve tabanca ile kendini öldürür. Hikayeden çok etkilenen Neriman evden izin alarak ayrılır. Kendi evine gelir ve babasına artık baloya gitmek istemediğini ve Şinasi ile evlenmeyi kabul ettiğini söyler. ROMANIN ANAFİKRİ: Batılılaşmak, Batının kültür değerlerini benimsemek değildir; bilimsel ve teknik açıdan gelişmektir. ŞAHISLARIN TAHLİLİ NERİMAN: musiki okulunda okuyan, bigili fakat biraz batı hayranı bir kızdır. Eğlencelere gitmek istemektedir. ŞİNASİ: doğu kültürünü benimsemiş, bilgili ve battı kültüründen hoşlanmayan birisidir. FAİZ BEY: Doğu kültürü ile yetişmiş. Kendisini ve kültürünü iyi bilen, musikiyi ve sohbeti seven, bilgil ve ölçülü birisidir. OLAYLARIN TAHLİLİ Neriman’ın Şinasi’ye olan tutum değişikliği Macit ile tanışmasından ve Şinasi’yi biraz doğu hayranı ve batı kültürü karşıtı olarak düşünmesinden ileri gelmektedir. Şinasi’nin hiçbir zaman balolara ve eğlencelere gitmeyeceğini düşünmektedir. Dayısının evine gittiğinde karşılaştığı manzara ve anlatılan hikaye Neriman’ çok etkilemiştir. Hikaye anlatılırken kendisini kızın yerine ve Şinasi’yi de Rus gencin yerine koyarak olayları aklında canlandırmış ve bir karara varmıştır. Anlatan hikaye Neriman’I doğru yola iletmiştir. GAZOZ AĞACI - SABAHATTİN KUDRET AKSEL 1954 yılında yayınlanan Gazoz Ağacı, Sait Faik Hikaye Ödülü’nü almıştır. Sabahattin Kudret Aksal‘in hikayeleri Sait Faik Abasıyanık Hikayelerini hatırlatır. Avare insanların anlık yaşamları, aile içindeki sarsıntılar, yakınların ölümü, ihaneti, çocukluğunda ve ilerleyen yaşamında gözlemlediği olaylar hikayelerinin konusunu oluşturur. Gazoz Ağacı‘nda da benzer
20
konuları işlemiştir. Gazoz Ağacı isimli hikâye kitabında yer alan bazı hikâyelerin isimleri şunlardır: Bir Dostluk, Hayriye Hanım, Bizim Olan Sokaklar, Çekirdek, Gazoz Ağacı. Kahramanlar Saim: Hikâyenin başkahramanıdır. İstanbul’un kenar mahallerinde yaşayan, hovarda bir gençtir. Sorumluluk duygusundan yoksun, annesinin emekli maaşıyla geçinen, işsiz, kahvede oyun oynamaktan başka bir şeyle ilgilenmeyen bir kişidir. Melahat: Saim’in âşık olduğu genç kız. Aynı mahallede, sıradan bir hayat sürmektedir. Basit, sade, evinde kocasını beklemekten başka hiçbir işle meşgul olmayan bir kadındır. Terzi Çırağı: 17 yaşlarında, Melahat’a âşık olan bir gençtir. ÖZET Hikâyenin başında, mahalle ve mahalle yaşantısının kısa bir görünümü verilmektedir. Mahalle, denize yakın bir yerdedir. Mahallenin bakkalı, kokusu, türlü türlü renkleriyle çocukları kendine çekmektedir. Eski, tahta evlerin oluşturduğu dar sokaklarda çocuklar gündüzleri birdirbir, geceleri saklambaç oynamaktadır. Bazen bu saklambaca gençler de katılmaktadır. Bakkalın yanı başında da Hacı Emin’in kahvesi bulunmaktadır. Yaz ve kış mevsimlerinde çok kalabalık olan bu kahvede, işsiz gençler maça kızı, pişpirik, kaptıkaçtı oynamaktadır. Kahvehane, özellikle akşamlan kalabalıklaşır, gündüzleri sadece birkaç genç bulunur. Bu mahalledeki kadınlar da akşam beşe doğru yanlarında yiyeceklerle sahile inerler. Kadınlar hep beraber deniz kıyısında eğlenirler. Bu hikaye bir gencin bir kıza ilgi duyması veya birilerinin evlenmesi hadisesidir. Dedikodu, tüm mahalleye hemen yayılıverir. Saim de kahvenin karşısındaki pembe evin kızına âşık olmuştur. Haber, hemen mahallede yayılmıştır. Saim, artık kızı görebilmek için günün her vakti kahvededir. Saim, kızı seyretmekten başka bir şeyle ilgilenemez olduğu için sürekli oyunlarda yenilmektedir. Her yenildiğinde karşısındaki gazoz aldığı için en sonunda adı “Gazoz Ağacı”na çıkmıştır. Saim’in içi aşkla dolu olduğundan bu lakabı umursamamaktadır. Bir gün yolda kızla karşılaşır. Heyecanlanır, dili tutulur. Ona sadece: “Nereye?” diye sorabilmiştir. Kız da yıllardan beri onu tanıyormuş gibi “Eve.” diye cevap vermiştir. Saim’in aylardan beri içi yanmaktadır. Heyecanlansa da kıza duygularını anlatmalıdır. Kıza, onu sevdiğini söyleyiverir. Kıza, onunla evlenmek istediğini anlatır. Saim, bu olaydan sonra çok değişmiştir. O hovarda genç, un fabrikasında çalışmaya başlamıştır. Tek istediği şey, kızla
21
beraber mahalleden kaçmak, küçük bir odacık tutup yaşamaktır. Düzenli bir hayatı istemektedir. Sabahları işe gittiği, eşinin ona yemek hazırladığı günleri hayal etmektedir. Bir gün, Saim bu düşüncelerini gerçekleştirir. Kızı da yanına alarak şehrin bir başka ucunda bir apartmanın çatısında bir odalık bir eve taşınır. Artık, sabahlan erken kalkmakta, işine gitmektedir. Eşi Melahat’la düzenli bir hayata başlamıştır. Akşamları, işin yorgunluğunu karısının onu evde beklediğini düşününce atmaktadır. Eviyle ilgili her şey onu çok mutlu etmektedir. Karısı, o eve gelir gelmez ona sıcacık yemekler hazırlamaktadır. Karısına gününün nasıl geçtiğini sormaktadır her akşam. Karısı Melahat hiçbir yeri bilmediği için bütün gün kocasını evde beklemekten başka bir sey yanmamaktadır. Yine böyle bir gün, akşam Melahat evde kocasını beklemektedir. Saim, eşinin ona hazırladığı sıcak yemekleri yer. Melahat, Saim’in sigara içmesini bekler. Sonra Saim, Melahat’ın canının sıkıldığını düşünerek onu gezmeye götürür. Saim’le Melahat ışıklı, aydınlık, kalabalık bir caddeye çıkarlar. Bir mağazada mankenin üzerinde gördüğü elbiseye dalar, gider. Melahat, mahalleden ayrılırken böyle kıyafetleri olacağını hayal ermiştir. Oysa kocası, onun vitrindeki kıyafete bakmasına bile tahammül edememektedir. Kocasının hastalık için sakladığı 30 lira ile ona elbise almasını İster. Saim, sinirlenir. Birlikte sinemaya giderler. Melahat, çok mutsuzlaşmıştır. Sinemada sessiz sessiz ağlar. Evlerine gidene kadar tek kelime konuşmazlar. Saim de o mahallede içini titreten kızın yanında, eşi olarak bulunduğunu düşünür. Ona olan aşkının zayıfladığını hisseder. Artık hiç heyecan duymamaktadır. Aynı sebeplerden dolayı edilen kavgalarla süren, Melahat’ın canı sıkılarak Saim’i beklediği günler geçer. Melahat çok sıkılmaktadır. Küçücük evin işi sabah erkenden biter. Ondan sonra yapacak hiçbir şey bulamaz. Mahallede hiç kimseyi tanımamaktadır. Saim de yalnız dışarıya çıkmasına izin vermemektedir. Bir gün, Melahat değişik bir şey yaşar. Dış kapıyı açtığında karşısında bir genç görür. Genç, alt kattaki terzinin çırağıdır, sigara içmek için onların kapısını önüne gelmiştir. Genç, ondan sigara içtiğini ustasına söylememesini rica eder. Saim’e bu olayı söylemez. Çırak her gün kapıya gelmekte, sohbet etmektedir. Böylece Melahat da sıkılmaktan kurtulmaktadır. Melahat, çocukla bir konuşmasında kocasının olduğunu söyler. Çocuk çok üzülür. Melahat da çocuğun üzülmemesi için “O sadece geceleri gelir.” der. O anda, Melahat memleketini bu genç için değil de Saim için terk ettiğine üzülür. Bu genç, onu daha mutlu edecektir. Ona kocasının almadığı elbiseleri alacaktır. Saim, ona hayallerindeki hiçbir şeyi vermemiştir. Günler geçtikçe, çırak artık Melahat’ın evine gelmeye, onunla sohbet etmeye başlar. Çocuk ona ‘abla’ diye hitap etmekte; fakat onu sevdiğini söylemektedir. Çocuk, ona bir miktar parasının olduğunu, onunla kaçabileceğini söyler. Melahat buna güler. Kocası da aynı şeyi söyleyerek onu buraya getirmiştir. Aynı şeyleri yaşayacak olduktan sonra bu çocukla kaçması anlamsızdır. Fakat artık Saim’i hiç sevmediğini anlamıştır. Kocasına bir mektup bile bırakmadan onu terk etmek düşüncesi, onu mutlu etmektedir. Çocukla bu kaçışı, günlerce konuşurlar fakat kesinleştirmezler. Saim’le hayatları da aynı şekilde sürüp gitmektedir. Saim, karısındaki değişiklikleri az da olsa fark etmektedir. Bir gün yolda mahalleden dostu Osman’la karşılaşır. Osman, ona kahvede yeni bir oyun oynadıklarından bahseder. Bir sene geçmesine rağmen Saim mahalleyi, kahveyi, oradaki yaşamını çok özlemiştir. Bir kız için o yaşamı terk ettiğine inanamaz. Osman’ın mahalleye davetini kabul eder, onunla
22
gider. Akşam yemeklerini her günkü gibi ısıtan Melahat, Saim’i merak eder. Gece yarısı olmuştur, Saim hâlâ gelmemiştir. Evlendiklerinden beri ilk defa eve geç gelecektir. Yarı umursamaz, yarı merak hâlinde uyuyakalır. Sabah olduğunda, kocasının hâlâ gelmediğini görür. Akşam Saim aynı vakitte gelir. Melahat’a hiçbir açıklama yapma ihtiyacı duymaz. Melahat ona kızarak gece neden gelmediğini sorar. Saim eski mahalle kahvesine gittiğini, geceyi de evinde geçirdiğini söyler. Melahat, çok üzülür. Anlar ki Saim artık ondan sıkılmıştır. Aynı şekilde yemeklerini yer ve uyurlar. Saim, zamanla bu kaçamaklarını artırır. Haftada birkaç gün üst üste eve gelmemeye başlar. Yine böyle eve gelmediği bir günün sonunda, eve gelir. Kapıyı Melahat açmaz. Eşyalarını da alarak gitmiştir. Saim sadece “Niye gitti acaba?” diye sorar kendi kendine. Gece yanında bir boşluk hisseder, o kadar. Aradan üç dört gün geçtikten sonra Melahat gelmeyince evi boşaltır, eski mahallesine döner. Ertesi baharın son günlerinde, Saim ve arkadaşları Sirkeci’de yerler, içerler, eğlenirler. Saat 10′a doğru Beyoğlu’na çıkarlar. Işıklar yanan bir kokteyl salonuna girerken arkadaşı, Saim’e: “Bak seninki.” der. Melahat yanında bir adamla yanlarından geçer. Saim: “Ne yapalım yahu, benimkiyse benimki.” diyerek umursamaz. Melahat ise onları görmemiştir bile. Yanlarından güzel bir koku bırakarak geçip gitmiştir. GENÇLERLE BAŞ BAŞA - ORD. PROF. ALİ FUAT BAŞGİL Ali Fuat Başgil, bir ilim adamı olmasına rağmen onun en çok okunan eseri “Gençlerle Baş Başa” isimli kitabı olmuştur. Yazar bu eserinde “babacan ve sevecen” bir üslup yakalamış ve gençlere öğütler vermiştir. Bu öğütler daha çok onun yaşadıkları tecrübelerden oluşmaktadır. Üslup olarak Yusuf Has Hacip ve Ali Şir Nevai gibi eski Türk bilgelerini hatırlatan Başgil, kendini milletine karşı sorumlu hissetmiş ve gençlerin
iyi
yetişmesi,
hatalardan
mümkün
olduğu
kadar
korunması
için
yılların
birikiminden
yararlanarak böylesine güzel bir eser ortaya koymuştur. Eser 7 bölümden oluşur. Bunlar sırasıyla; “Muvaffak Olma Yolunun Tehlikeleri ve Düşmanları”, “Muvaffak Olmanın Şartları”, “Terbiyenin Ruh ve Karakter Üzerindeki Tesiri”, “Muvaffakiyet ve Verimli Çalışma”, “Çalışma Hayatının ve Umumiyetle Muvaffak Olmanın Kanunları” şeklindedir. Gençlerle Baş Başa’dan Muvaffak Olma Yolunun Tehlikeleri ve Düşmanları Yetişme ve muvaffak olma yolunun genç yolcusu! Bil ki tuttuğun yolda birçok tehlikeli geçitlerin ve yol kesen düşmanların vardır. Gerçi bunlara yalnız sen değil, hayat yolunun her yolcusu rastlayabilir. Fakat bu düşmanlar, senin gibi hayatın henüz eşiğindeki tecrübesiz masumlara musallat olmayı (sataşmayı) çok sever. Senin bunlarla pençeleşecek ve bu düşmanları alt edecek silahın yok değildir. Elverir ki sen bu silahları kullanabilesin. Kullanmayı bilmez de bir defa alt olursan, bir daha belini kolayca doğrultamazsam. Müsaade et, et de sana, evvela yolunu bekleyen düşmanları ve rastlayacağın tehlikeleri göstereyim.
23
1-Muvaffakiyetin ilk düşmanı tembelliktir. Muvaffak olma yolunda senin ilk büyük düşmanın tembelliktir. Burada sana tembelliği tarif edecek değilim. Onu sen, ben, hepimiz az çok tanırız. Zira, öteden beri denilegeldiği gibi “İnsan tembel bir hayvandır.” Yalnız ben sana şunu söyleyeceğim ki tembellik insan karşısına çıkıp da mertçe savaşan bir düşman değildir. Bilakis, eski peri hikâyelerindeki kahramanlar gibi şekilden şekle girecek ve bin bir hile kullanarak alt etmeye çalışan bir namerttir (korkaktır). Tehlikenin büyüklüğü de buradan gelmektedir. Tembelliğin yerine, adamına ve çağına göre girmediği kalıp yoktur. Herkesin mizacına göre tavır alır ve konuşur. Dilimizde aldığı çeşitli isimler de onun bu sinsiliğini gösterir. Tembelliğin adı havaîliktir. Bir adı gevşeklik, bir adı hoppalık ve züppelik, bir adı uyuşukluk, üşengeçlik, keyfine düşkünlük, tenseverliktir. Tembellik herkesin karşısına her zaman aynı kılıkta çıkmaz. O mesleksiz aktör gibi daima rol değiştirir. Bazen samimi ve iyiliği sever bir dost tavrı alır. Bazen en meşru (kanuna uygun) bir mazeret kılığına girer; hasta olur, yorgun düşer ve herkesi hâline açındırır. Bazen tatlı bir dille konuşur ve gönül çeler. Onun kandırıcı bir felsefesi ve safsata ilmeklerinden örülmüş bir edebiyatı vardır. Tembelliğin kitabından sana bazı parçalar okuyayım da dinle: - Adam sen de. Çalışanlar ne olmuş sanki? - Üzme kendini şu ölümlü dünyada çalışmak yıpranmaktır. - Hayat dediğin bir şanstır. - Şansın varsa, her şeyin var demektir. - Şansın yoksa kendini parçalasan da bir şey olamazsın. - Zaten suyu getiren de testiyi kıran da bir. - Sen testiyi kır, suyu başkaları getirsin de afiyetle iç. - Hem bir işin olacağı varsa sırt üstü yatsan da olur, olacağı yoksa yırtınsan da olmaz. - Hele dursun bakalım, şimdi şöyle yaslan da yarın sabah yaparsın. - Hem sana çalışmak yaramıyor; iştahın kaçıyor, neşen sönüyor. - Huy bu ya, ben bütün sene kitabı, defteri koltuğumda gezmekten; hele kütüphane köşelerinde pineklemekten hoşlanmıyorum. - İmtihanlara şöyle yirmi gün kala kafayı vurur, dersleri hazırlar ve imtihanları mis gibi geçerim. - Nedense benim yalnız imtihan üstü zihnime bir açıklık geliyor; sene içinde sanki uykudayım. - Hem de hacet (lüzumu var) muvaffak olanın ve olmayanın gideceği yer mezarlık değil mi? - Dünyaya insan bir defa gelir; hayattan kâm almaya (zevkini çıkarmaya) bak. Tembelliğin kitabında daha neler ve ne yaveler (boş sözler) var. Bildiğin şeylerle başını ağrıtmayayım. Yalnız şunu söyleyeyim ki eğer tembel isen ve tembelliğin uzvi (bedene ait) bir hastalıktan ileri gelmiyor da ruhi bir gevşeklik, uyuşuk, üşengeçlik, hoppalık ve havaîlik (önemsememek) şeklinde ise iradeni kullanmak suretiyle muvaffakiyetin bu düşmanını yenebilirsin. Eğer bedeni bir arızan varsa bunun ilacını
24
hekimler bilir. 2-Muvaffakiyetin bir diğer düşmanı kötü arkadaştır. Genç dostum! Gittiğin yolda ikinci bir tehlikeli düşmanın da kötü arkadaştır. Arkadaşın kötüsü, emin ol ki bir gencin başına gelebilecek kötülüklerin en kötüsüdür. Ve her kötülük gibi o da sinsi ve maskelidir. Hem maskesini gayet maharetle (ustalıkla) vurunur. Dost ağzı kullanır. Seni esirger ve yardımına koşar görünür. Seni kendisine imrendirmek için yapmadığı şaklabanlık kalmaz. Tembellik senin içindedir ve sana senin ağzınla konuşur. Arkadaşın kötüsü ise sana kendi ağzını kullanır ve seni tembellikten daha çabuk kendine bağlar. Zaten tembelliğin işi asma, hoppalığa ve züppeliğe düşme şekli ekseriya kötü arkadaş telkinleri (aşılamaları) ile başlar. Ve zaman ile itiyat (alışkanlık) hâlini alarak içimizde yerleşir. Kötü arkadaşın yaman felsefesi vardır. Sana her fırsatta gerek sözleriyle ve gerek hâl ve tavrıyla telkin ve tekrar eder: Gençliğini yaşa, kardeşim, bu gençlik her zaman ele geçmez. Sana öğüt verenler vaktiyle günlerini yaşayıp da şimdi senin güzel gençliğini kıskananlardır, aldırma eğlenmeye bak. Daha neler demez ki. Arkadaşın kötüsü çalışanlardan rahatsız olur, muvaffak o lanları hiç belli etmeden kıskanır, muvaffak olmayı küçümsemek ve alaya almak suretiyle intikam alır. Seni kendine benzetmek ve kendi düştüğü çukura sürüklemek için başvuracak çare arar. Sözleri ile ve yaşayış tarzı ile manevi enerjini kırar ve sende haince bir ruhi gevşeklik yaratır. Sözün kısası, inan ki kötü arkadaş bir gencin hayatında rastlayacağı en büyük bahtı karalıktır. Hele tembellikle arkadaşın kötüsü birleşir de yakana ikisi birden yapışırsa, her biri bir ömre yeten bu iki şerir (kötülük işleyen) düşmandan kendini kurtarma çok güç olur. Sözlerime kulak ver; arkadaş olacağın kimsede arayacağın şartlar; çalışkanlık, dürüstlük ve iyilikseverlik olsun. Bu meziyetlerle (üstün özelliklerle) bezenmiş olan bir insan, diğer bütün iyi vasıfları (özellikleri) da haiz (sahip) demektir. Bunu unutma ve bu şartı bulamadığın kimse ile sakın arkadaş olma. Çalışma Hayatının ve Umumiyetle Muvaffak Olmanın Kanunları Çalışma hayatının umumî kanunları: Okuyucum! Her işin ve mesleğin kendi bünyesine mahsusu çalışma ve işleme usul ve kaideleri vardır ve bunu meslek sahipleri bilir. Bir de fizik ve fikri her nevi iş ve çalışma hayatının ve umumiyetle muvaffak olmanın, düşünen aklın ve şaşmaz kanunları hâlinde, birtakım umumi ve rasyonel (akılcı) düsturları (ilkeleri) vardır ki ben burada bunlardan benim bildiğim kadarını hülasa edeceğim: Çalışmak için müsait gün ve saat bekleme. Bil ki her gün ve her saat çalışmanın en müsait zamanıdır. Çalışmak İçin müsait yer ve köşe arama. Bil ki her yer ve her köşe çalışmanın en müsait yeridir. Bir günde ve bir zamanda yapman lazım gelen bir işi (bir dersi, bir vazifeyi) ertesi güne bırakma. Zira her
25
günün derdi gibi işi de kendine yeter. Bir zamanda yalnız tek bir iş yap, yalnız bir ders, bir kitap, hatta bir fasıl üzerinde çalış. Ta ki dikkatin ve kuvvetin yayılıp zayıflamasın. Bir zamanda birden fazla iş yapayım diyen, hiçbirini tam ve temiz yapamaz. Dünyaca tanınmış olan büyük İslam mütefekkiri İmam-ı Gazali’ye “İhya-i Ulûm (İlimlerin Yeniden Canlandırılması) adlı muazzam eserini nasıl bir çalışma ile vücuda getirdiğini sormuşlar: Bir zamanda yalnız bir fasıl, bir bahis, bir mesele üzerinde çalıştım, demiş. Başladığın bir işi, bir dersi, bir kitabı, bir vazifeyi yapıp bitirmeden başka bir işe, derse, kitaba ve vazifeye başlama. Yarıda kalan iş, başlanmamış demektir. Bir günün işini, dersini, vazifesini bitirdikten sonra ertesi gün ne iş yapacağına karar ver. Yahut hiç olmazsa çalışmaya başlamadan evvel, hangi iş, ders, kitap üzerinde çalışacağını düşünüp kararlaştır ve çalışmaya bu kararla otur. Bir işe başlamadan, bir dersi öğrenmeye, bir kitabı okumaya oturmadan evvel düşün ve çalışman için lazım olan şeyleri yanında ve elinin altında bulundur. Ta ki, ikide bir kalem, kâğıt aramaya kalkıp da dikkatin dağılmasın. Çalışmaya oturduğun zaman tıpkı ateş hattında düşmanı gözetleyen bir asker gibi uyanık ol ve dikkat kesil. Ve bütün ruhi ve bedenî kuvvetinle kendine işe ver. Bir işe başlamadan evvel o işi, dersi, vazifeyi, kitabı en kısa bir zamanda, en kolay ve en temiz bir surette nasıl yapmak, nasıl öğrenip etüt etmek mümkün olduğunu iyice düşünüp hesapla. Genç arkadaşım. Yukarıda sıraladığım düsturları okuyup unutasın diye değil; kulağına küpe yapasın ve ileride beni anla diye yazdım. Senden beklediğim, beni hayırla anmandır. İBRAHİM EFENDİ KONAĞI - SEMİHA AYVERDİ
Semiha Ayverdi bu eseri için şunları söylemektedir: “Bu kitap ne bir hikayedir ne masal ne de roman. Zamanı, mekanı, vakaları, şahısları hatta vakalarının seyri, sırası ve detaylarının yüzde doksanı ile otomatik ve yaşanmış bir devrin, gerçek ve yaşanmış bir hayat tablosudur.” İbrahim Efendi Konağı hem bir ailenin hem de bir devletin dramıdır. Eserdeki hikaye, görkemli bir konakla birlikte muhteşem bir devletin yıkılışıdır. Pek çok yazar, İbrahim Efendi Konağı’nı yazarın en büyük eseri olarak görmektedir. Başlıca Kahramanlar: İbrahim Efendi: Meclis-i Maliye reisidir. 80 yaşındaki İbrahim Efendi varlıklı, nüfuz sahibi bir kişidir. 26
Geniş bir çevresi vardır. Tam bir Osmanlı aristokratıdır. Hilmi Bey, Baise Hanım: İbrahim Efendi’nin kardeşleridir. Salih Bey: İbrahim Efendi’nin damadıdır. Zengin olma hırsı gözlerini bürümüştür. Yusuf Bey: İbrahim Efendi’nin diğer damadıdır. Kalendir mizaçlı, hoşsohbet bir kişidir. Şevkiye Hanım: İbrahim Efendi’nin kızıdır. Saf ve konağı idare edemeyecek bir kişidir. Şükriye: İbrahim Efendi’nin küçük kızıdır. Zaim Bey: Zorba, kötü niyetli bir kahyadır. ÖZET İbrahim Efendi, Gediz’in ileri gelenlerinden bir tiftik tüccarının oğludur. Uzun seneler Meclis-i Maliye reisliği yapmıştır. Ailesinden büyük bir miras kalmıştır. Çok varlıklı ve geniş bir çevresi olan İbrahim Efendi oldukça lüks bir hayat yaşamaktadır. Kışları Şehzadebaşı’ndaki konağa; yazları da Boğaz’daki muhteşem köşkünde yaşamaktadır. Geniş bir aileyi, pek çok çalışanı barındıran konak, çevrede bilinen ve herkesin hayran olduğu bir yapıdır. Kardeşleri Hilmi Bey ve Baise Hanım’la birlikte iki kızı Şükriye ve Şevkiye Hanım’dan oluşan bir ailesi vardır. Damatları da bu evde yaşamaktadırlar. Fakat damadı Salih Bey, onun mirasına konmak için her yola başvurmaktadır. Diğer damadı Yusuf Bey ise rahat yaşayışı tercih eden Salih Bey’e göre daha iyi niyetli bir kişidir. Karısının huysuzluklarına katlanamadığı için en sonunda intihar eder. İbrahim Efendi’nin konağında debdebeli bir hayat sürüp gitmektedir. Eğlence ve düğünlerde pek çok kişinin gelip gittiği konakta canlı bir hayat vardır. Fakat bir gün İbrahim Efendi kalp krizi geçirir ve ölür. Konağın idaresi büyük kız Şevkiye Hanım’a kalmıştır. Şevkiye Hanım işlerden anlamayan, huysuz bir kadındır. Para hırsıyla yanıp tutuşan Salih Bey, İbrahim Efendi öldüğü halde servete dokunamadığı için konağı terk eder. Konağın gelirleri azalmaya başlar. Yeni kahya Zaim Bey, Şevkiye Hanım’ın işten anlamadığını fark ederek onu kandırmaya başlar; yönetimi eline alır. Uyanıklığı sayesinde ailenin bütün servetine el koyar. Şevkiye Hanım ve Şükriye Hanım avukatlara giderler, kalan mücevherlerini de avukatlara kaptırırlar. Beş parasız ortada kalırlar. Zaim Bey onlara, konağın çatı katında kalabileceklerini söyler. Çok sıkıntılı bir süreden sonra kayınbiraderleri Eczacı Sedat onlara yardım eder ve onlar için Fatih’te bir ev kiralar. Onların bakımlarını da üstlenir. Bir süre sonra olanlara dayanamayan Şükriye Hanım vefat eder.
KALPAKLILAR - SAMİM KOCAGÖZ Samim Kocagöz'ün bu eseri şöyle özetlenebilir:
27
İzmir, düşman askerleri tarafından işgal edilmek üzeredir. Hasan Tahsin Bey, kışlada ne yapacaklarını düşünür. Tüm halk ve askerler ümitsizdir. İzmir valisi başta olmak üzere tüm yetkililer İstanbul Hükümetinden emir almaktan ve işgal karşısında sessiz kalmaktadır. Buna tepki olarak teslim olmak istemeyenler Redd-i İlhak limanından aylardır hazırlık için Yunan üniformaları ve silahlar sızmaktadır. Hasan Tahsin Bey Yusuf’a Rumların başlarına dert olacağını söyler. Hasan Tahsin Bey tedirgindir. Yusuf ona nişanlısından, gelecekteki hayallerinden bahseder. Fakat arkadaşı Hasan Tahsin’in hali unun dikkatini çekmişti. Hasan Tahsin’in garip bir hali vardır, İzmir’deki Yunanlıların işgal hazırlıkları, Rumların sevinç gösterileri karşısında Hasan Tahsin değişik bir tavır sergilemektedir. Sanki bir planı varmış gibi hareket etmektedir. Yusuf, Hasan Tahsin’in evine gider. Orada medeni olduklarını iddia eden büyük devletlerin yaptıkları zulümlerden konuşurlar. Hasan Tahsin, düşmana karşılık vermek niyetindedir. Akşam Hasan Tahsin’den ayrılırken Hasan Tahsin sanki son görüşmeleri imiş gibi hareket eder. Yusuf’un içi sıkılır. Hasan Tahsin kararlıdır. Kurtuluş Savaşının ilk kıvılcımı olacaktır. Vatanı için her şeyi göze almıştır. Yanma birkaç yazı ve bir bomba alarak dışarı çıkar. Tarih 15 Mayıs 1919’dur. Yolda Yusuf’la karşılaşır. Yusuf, körfeze düşman donanmasının girdiğini haykırır; birlikte İzmir sokaklarında dolaşırlar. Her yerde Rumlar eğlenmekte, yunan askerleri şehre doğru gelmektedir. Hasan Tahsin, Yusuf’a veda eder. Yusuf hiçbir şey anlamaz. Nasıl savaşacaklarını sorar. Hasan Tahsin, kendini paramparça edeceklerini bildiği halde yunan askerlerine doğru gider. Hasan Tahsin bombayı yunan askerlerine fırlatır. Bir anda darmadağın olurlar; fakat kısa sürede hasan Tahsin’i öldürüp linç ederler. Hasan Tahmin’in ölü yüzünde bir tebessüm vardır. Yusuf, bu görüntüye dayanamaz, sokaklarda yunan askerleri ile çatışır ve bir eve sığınır. Bir süre sonra valinin yetkisizliği karşısında sinirleri bozulur. Yunanlılar şehirde katliama başlamışlardır. Yusuf, pek çok vatanseverin öldürülmesine şahit olur. Yusuf, amcasını çalıştığı gümrük bürosuna gider. O anda yunan askerleri gelir ve onların feslerini çiğnerler hepsini iş yerinden çıkarırlar. Yusuf ve yanındakileri Yunan askerlerine esirdir. Yusuf’un tek isteği onların elinden kurtulabilmektir. Yusuf şans eseri kurtulur ve kendini Türk Ocağı’na atar. Olup bitenleri anlatır. Türk Ocağı’nda silahlar toplanmıştır. İlk fırsatta Anadolu’ya geçip Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’ne katılacaklardır. Yusuf bu amaçlarına ulaşmak için yola çıkar ve yaralanır. Üç gün amcasının evinde ateşler içinde yatar. Nişanlısı Nemide Yusuf’u orada hiç yalnız bırakmaz. Bir süre sonra Yusuf iyileşir ve amcasının da yardımıyla Anadolu’ya yola çıkar. Parsalı Rasim, İlyas, Salih ve Yusuf, Salihli’de toplanan Müdafaa-i Hukuk birliklerinin yanına giderler. Salihli’ye varmadan önce Yusuf ailesini görmek için Manisa’ya uğrar. Fakat Yusuf evde kimseyi bulamaz. Sadece evde değil mahallede de kimsenin olmadığını fark eder. Çünkü mahalledeki tüm evler talan edilmiş, insanlar toplatılmıştır. Salih ve Yusuf evin içindeki kanları fark ederler ve kanları izleyerek kömürlüğe giderler. Orada korkunç bir manzarayla karşılaşırlar. Yusuf’un kardeşi yunan askerlerinin saldırısına uğramış ve kanlar içindedir. Kız şerefini korumak için kendini asmıştır. Yusuf bu manzara karşısında ağlamaya başlar. Ama aklına vatanı kurtarmak için ona ihtiyaçlarının olduğunu düşünür. Vatanı için toparlanmaya çalışırlar. Şehit kız kardeşini bahçeye gömer ve yaslara bürünmüş bir halde oradan uzaklaşırlar. İstanbul hükümetinin bütün engellemelerine rağmen Mustafa Kemal Sivas kongresini toplamıştır. İstanbul’da Damat Ferit Paşa, düşmanla anlaşma yapmış, Milli Mücadeleyi yok etmeye çalışmaktadır. bu planların gerçekleştiği yerlerden biri de Bebek’te bir konaktır. Darülfünun talebesi Talip, konaktaki gelişmeleri öğrenmekle görevlidir. Fatih’te bir depoda “On Dört” lakaplı birinden emirler almaktadır. On Dört, ona Anadolu’daki sevindirici gelişmelerden ve Milli Mücadelenin gücünden bahsetmektedir. Onlar, Milli Mücadelenin İstanbul’daki koludur. İstanbul hiç güvenli olmadığı için Talip çok dikkatli olmalıdır. Planları Bebek’teki paşa yalısının kızı ile ilişkiye girerek İstanbul hükümetinin emellerini önceden öğrenmektir. Bebek yalısının sahibi Sadrazam Damat Ferit’in serkatibidir. Kızı Müjgan’ı kendine âşık edebilirse pek çok şey öğrenebilecektir. Bunun için işe koyulur ve kısa sürede Müjgan ona karşılık vermeye başlar. Aralarındaki yakınlaşma
28
arttıkça Talip Müjgan’ın çok zeki ve bir kız olduğunu görür. Kolejde okumakta ve birkaç dil bilmektedir. Ayrıca Mustafa kemal yanlısıdır. Talip’in niyetini tahmin etmiştir. Kendisinin de ondan yana olduğunu söyler. Müjgan ağlamaktadır ve onları asla ele vermeyeceğine söz verir. Artık Talip’i her konuda bilgilendirecektir. Tarih 15 Eylül 1919’dur. Kumandan 23 yaşında olan Seyfi’ye emirleri vermektedir. Mülazım Seyfi kendisine verilen mektubu hiç okumamak şartıyla Çankırı’ya ulaştırmakla görevlidir. Görevi çok gizli ve önemlidir. İsyan eden Kastamonu valisini tevkif edip Miralay Osman Bey’i kurtarmakla görevlidir. Yolda aynı işle görevli bir bölükle karşılaşırlar. İzmir’den yola çıkan Yusuf ve arkadaşların da onlarla beraberdir. Gittikleri yerlerde halkı teşkilatlandırmaya çalışmaktadırlar. Bir süre sonra miralay Osman Bey’i de kurtarırlar. Artık Kastamonu tamamıyla Kuva-yı Milliye’ye katılmıştır. Miralay Osman Bey ve diğerleri bunu bildiri halinde dağıtırlar. Yusuf ve arkadaşları Kastamonu’ya doğru gitmektedirler. Olan gelişmelerden haberleri yoktur. Kastamonu‘ya geldiklerinde şehrin bomboş olduğunu görünce şaşırırlar. Fakat Kastamonu’nun tamamen milli mücadeleye katıldığını anlarlar ve çok sevinirler. Günlerdir tadını çok özledikleri çayı içmek için arkadaşlarının yanına giderler. Kuva-yı Milliye’ye katılan Kastamonu diğer illeri de cesaretlendirmiştir. Bu Yusuf’u çok mutlu etmiştir. Fakat aklı İzmir’de bıraktığı nişanlısında kalmıştır. Onu düşündüğü zaman kalbine bir sıkıntı saplanıyordu. Yusuf, isyancıları götürmek üzere yanındakilerle Ankara’ya doğru yola çıktı. Mehmet ile Osman hükümet konağındaki kaymakamı korumakla görevlendirilmişlerdi. Pek çok başarılara imza atmış olan Yörük Ali Efe, bulundukları şehre kaymakama gelir. Yörük Ali Efe, tehlikeli olmaya başlamış ve bu oradakileri korkutmaya başlamıştır. Uzun süredir silah ve para yardımı yapılmadığı için nerdeyse yardım etmekten vazgeçecektir. Söke halkı istediği parayı verdikten sonra iş tatlıya bağlanır ve yardım etmeyi kabul eder. Yıl 1920’dir. Müjgan; Talip’e İstanbul hükümeti ile ilgili öğrendiği her şeyi anlatmaktadır. Evden kaçırdığı evrakları Talip’e verir. Müjgan, vatanı için büyük tehlikelere girmektedir, buna karşılık Anadolu’ya giderken onu da yanında götürmesini istemektedir. Talip, bir süre sonra evleneceği kız olarak Müjgan’ı ailesine tanıştırır. Bir süre sonra Müjgan’ın babası durumu fark eder ve kızını yanına çağırır. Ağlayarak vatan haini bir babanın vatansever kızı olduğu için ona teşekkür eder ve Mustafa Kemal’in yanında yer almasını istediğini söyler. Müjgan çok şaşırır ve babasının tehlikeyi göze alarak yaptığı fedakârlıklar karşısında ağlamaya başlar. Babası, Müjgan’a bitin bildiklerini anlatır, yakında İstanbul’un işgal edileceğini Talip’e anlatmasını söyler. Fakat babasının bu durumunu Talip başta olmak üzere kimseye anlatmayacaktır. O, hep Damat Ferit yanlısı gibi görünmelidir. Müjgan’a Talip’le savaş bitene kadar görüşmemesini tembih eder. İstanbul işgal edilmiştir. Düşman askerleri hükümetle işbirliği yapıp ilk olarak Kuva-yı Milliyeci mensupları tevkif etmeye başlarlar. Bütün bunlar olurken Kuva-yı Milliye Anadolu’da hızla ilerlemekteydi. Fakat Yusuf ve yanındakiler Hürriyet ve İtilaf Fırkası yanlısı sandıkları kişiler tarafından yakalanmış ve hapsedilmişti. Yusuf’un yanında Milli Mücadele yanlısı olan mensuplar da vardı. Birçoğuna büyük işkenceler yapılmış ve mallarına el konuşmuştu. İstanbul Damat Ferit Paşa Hükümeti, Atatürk ve yanlılarının idam edilmesi için hüküm çıkarmıştır. Düzce’de bir hapishane de olan Yusuf’un da içlerinde bulunduğu dokuz kişi idam edilmek üzere bir alana götürülür. Tam kurşuna dizileceklerken öldürmekle görevli olan kişinin insafa gelmesi ile kurtulurlar. Kurtaran kişi de Milli Mücadele yanlısıdır. 28 Nisan 1920 ‘de bir gazetede çıkan haber İstanbul hükümetinin savunmaya geçtiğini bildirmektedir. Ankara hükümeti de Hıyanet-i Vataniye Kanunu çıkarmış ve isyancıları cezalandırmaya başlamıştır. Başlıca Kahramanlar
29
Hasan Tahsin Bey: Tarihte yaşamış bir kişi olan Hasan Tahsin, Millî Mücadelenin ilk kıvılcımı olması bakımından çok önemli biridir. Talip: Darülfünun öğrencisi olan Talip, fakir bir ailenin çocuğudur. Vatansever, milliyetçi bir babanın verdiği eğitimin de etkisiyle Millî Mücadele yanlısı olmuştur. İstanbul'da bütün cesaretiyle Millî Mücadeleye yardım etmektedir. Müjgan: Sadrazamın ser kâtibi olan bir paşanın kızıdır. Kolejde okuyan, birkaç dil bilen, dönemine göre çok kültürlü ve sosyal bir genç kızdır. Millî Mücadeleye yürekten inanır ve tüm tehlikeleri göze alarak halka yardım eder. Yusuf: Savaştan önce bir avukattır. İzmir'de yaşamaktadır, İzmir’in işgali ile şehirde Millî Mücadelenin önemini anlayan ilk kişilerdendir. Cesur ve fedakâr biridir.
KAPLUMBAĞALAR - FAKİR BAYKURT Fakir Baykurt, eselerinde köy sorunlarını ve gerçeklerini gözler önüne sermeye çalışır. Sosyal yaralara parmak basar. Kaplumbağalar romanında da bu anlayışının tezahürü görülür. Fakir Baykurt, bu romanının önemini şu cümlelerle dile getirmektedir: "Bu roman, her türlü teknik ve elektronik araçların büyük gelişmeler gösterdiği ve üretkenliğin alabildiğine arttığı bu dünyada, yiyeceği yıllık zahireyi, yanıp kül olmuş topraklardan parmaklarıyla toplamaya çalışan ve varlığını sürdürebilmek için istekle üreten Türk köylüsünün hayatından bir kesittir." Başlıca Kahramanlar Eğitmen Rıza: Tozak köyünün öğretmenidir. Bu köyde yetişmiş, atak, aklı başında, cesur ve bilgili bir kişidir. Köylüye yardım etmek için çabalar. Kır Abbas: Köyün ileri gelenlerindendir. Cesur, yenilgiyi kabul etmeyen bir kişiliği vardır. Çalışkan, merhametli bir kişidir. Eğitmen Rıza'nın en büyük destekçisidir. ÖZET Roman, Ankara'ya 100, Kızılırmak'a 15 km uzaklıkta olan Tozak köyünde geçmektedir. Tozak, çevresi Sünni köyleriyle çevrili bir Alevi köyüdür. Alevilik geleneği ve kültürü bu fakir ve kıraç köyde hâlâ hüküm sürmektedir. Neşe ve eğlenceye düşkün Aleviler, şarap ve içkiye bu eğlencelerinde çokça ihtiyaç duymaktadırlar. Fakat köy, her imkândan yoksun, susuz, karasal bir köydür. Üzüm yetişmemektedir. Köylülere, civar köylerden de üzüm verilmemektedir. Çünkü Sünniler şarabı günah saymaktadır. Köylüler, yoksulluk ve sıkıntı içinde hayatlarından bezgin bir hâlde yaşarken Eğitmen Rıza bir öneride bulunur. Tozak'ın kıyısındaki düzlük, bağ hâline getirilebilir. Bütün köy halkı ve Rıza canla başla çalışırlar. Verimsiz, taş dolu, susuz toprakları beş altı ay içinde bağ hâline getirirler. Bağ, o kadar verimlidir ki köyün hem şarap hem de pekmez ihtiyacını karşılayabilir. Tozaklılar bu olaydan sonra daha mutlu, daha neşeli olurlar. Eski eğlenceleri devam eder. Eskiden susuz, yeşilsiz olan köy âdeta dirilmiştir. Köylünün 30
'Purluk' dediği bağa kaplumbağalar akın etmeye başlar. Çünkü hayvanlar güneşin yakıcılığından bu yeşilliğe sığınarak kurtulmaktadır. Kır Abbas, bağı korur ve canlandırırken, kaplumbağalara da yardım eder. Onların serinlikten faydalanmalarını sağlar. Kır Abbas, yaşına rağmen hiç para almadan bu işleri üstlenmiştir. Köyde törenler düzenlenmektedir. Köye âdeta bereket gelmiştir. Halkın yüzü gülmekte, koyunların dişi doğurması için adaklar adanmaktadır. Bir akşamüstü, köye havadan kara bir şey düşer. Düşen şey, meteoroloji gözlem aracıdır. Köylü, çok çekinir ve bu yabancı cisimden korkarlar. Bu cismi okulun bir odasına kapatırlar. Ertesi gün, toprakları ölçmek için kadastro komisyonu gelir. Köylü devletten gelen her şeye temkinli yaklaşmaktadır. Bu komisyondakilere güvenmezler. Komisyondaki insanlar kendilerine hiç benzememektedir. Kendilerinden bir şey alacaklarını zannederler. Oysa komisyon, herkesin mülkünü ölçüp üzerlerine yazdıktan sonra gidecektir. Fakat beklenmeyen bir gelişme olur. Purluk'taki bağın, devlete ait olduğuna karar verir komisyon üyeleri. Köylü kendilerine ait olduğunu ispatlamaya çalışsa da başaramaz. Memurlar tutanak tutarak hükümete havale eder işi. Devlet ve köylü arasında bir çekişme başlar. Köylü, çok zayıf ve cahildir. Kendini savunacak güçte değildir. Köylü gelişmeleri takip edemez, olan olur. Tozaklılara Purluk arazisi yüzünden ev başına yüklü bir kira yüklenir. Köylü ne yapacağını şaşırır; çünkü bu kadar parayı asla ödeyemeyecektir. Avukatlara, yargıca, memurlara giderler, hepsi de sadece kendilerini düşündüğü için onlara yardımcı olmaz. En sonunda, köylüler zorluklarla yeşerttikleri tarlalarını bozarlar. Köydeki bütün sığırları tarlaya sürerler. Yeşil tarla eski hâline döner. Köylüler yıkılan ümitleri ve gözyaşlarıyla emeklerine ağlarlar. Kaplumbağalar da eskisi gibi güneşin yakıcı alevleri altında kalakalmıştır. Onlar da köyü terk eder. Kır Abbas, yeni doğan torununa Yeşer ismi verir. Fakat devlete kırgındır. Eğitmen Rıza da köy okulunda yaşamına devam eder. KARARTMA GECELERİ - RIFAT ILGAZ Rıfat Ilgaz'ın bu eseri, İstanbul’un İkinci Dünya Savaşı zamanını ele almaktadır. Kentte baskın tehlikesine karşı geceler karartılmaktadır. Şehirde sağcı solcu davaları ve sıkıyönetim de baş göstermektedir. Karartma Geceleri romanının ana kahramanı olan Mustafa Ural, böyle bir dönemde yazdığı kitaplardan dolayı tutuklanan bir aydın olarak ele alınır. Biyografik özellikler taşıyan Rıfat Ilgaz‘ın bu romanında bir aydın kişinin fikirlerinden dolayı düştüğü sıkıntılı durumlar ve savaş dönemi İstanbul’unun siyasi, ekonomik ortamı çarpıcı bir şekilde sunulmaktadır. KAHRAMANLAR: Mustafa Ural: Yıllarca öğretmenlik yapmış, mesleğine derinden bağlı bir toplumcudur. Dönemin solcu kesimiyle benzer düşünceler paylaşır. Kitapları yüzünden tutuklanan aydınları temsil eder. Şükran Hanım: Mustafa Ural’ın karışıdır. Derleme müdürlüğünde çalışan bir memurdur aynı zamanda. Eşi ile
31
duygusal ve düşünsel anlamda tam irtibat kuramamış, rahat bir hayatı tercih eden biridir. Aliş: Mustafa Ural’ın tek çocuğudur. Eserde hakkında çok bilgi verilmez. Ayten: Mustafa Ural’ın komşularının kızıdır. Mustafa Ural, bir süre ona ders vermiştir. Liseden sonra eğitimine devam etmediği hâlde sürekli kitap okuyan, akıllı bir genç kızdır. Mustafa Ural’a her konuda yardımcı olur. İlhan Paytak: Mustafa’nın bir arkadaşıdır. Asteğmendir. Çıkarcı, bencil ve iyi gün dostu biridir. Romanın arka planında Mustafa’nın yokluğunda karısı ile ilişki kurduğu sezdirilir. Cengiz: İktisat fakültesini okuyabilmek için ortaokulda öğretmenlik yapan bir gençtir. Mustafa Ural’ın zor günlerinde en büyük yardımcısı olur. Nihat: Mustafa’nın okulunu uzattığı için mezun olamamış dostlarından biridir. Zor günlerinde ona yardımcı olur. ÖZET: Mustafa Ural bir süredir hapishanededir. Çok zor şartlar altında yaşamaktadır. Kaldığı oda nem ve pire içindedir. Verilen yemek ise sadece kuru bir ekmektir. Mustafa Ural, insan yüzü göremediği bu yerde, suçunun ne olduğunu bilmeden günlerini geçirmektedir. Tarihin 6 mı, 7 mi yoksa 8 Haziran mı olduğunu bilmemektedir. Bir süre sonra ani bir değişiklik olur. Koğuşların hepsi boşaltılmaktadır. Bütün hapishane boşalır. Mustafa Ural, günlerden sonra ilk defa gökyüzünü ve İstanbul’u gördüğü için mutludur. Fakat bu değişikliğin sebebini anlayamaz. Mahpuslardan biri savaş dolayısıyla sığınaklara götürüldüklerini söyler. Komutan, konuşanı vuracaktır. Mustafa Ural’ın Halil adındaki başka bir mahkûmla konuştuğunu görür komutan ve onları taş odaya gönderir. Taş oda, en korkunç cezaların verildiği kısımdır. Taş odada Halil’le sohbet etmeye başlayan Mustafa ona hapse giriş sürecini anlatmaya başlar. Mustafa Türkçe öğretmenidir. Sıkıyönetim bölgesindedir. Mustafa, rahatsız olduğu için bir süre sanatoryumda kalmıştır. Bu yüzden raporludur. Bir öğretmen arkadaşı yanına gelir ve eserlerinin tehlikeli görüldüğünü ve dikkatli davranması gerektiğini söyler. Kitapları toplatılmaktadır. Mustafa, arkadaşından sonra evine gittiğinde apartmanın kapısında polisleri görür. Ayten, gelmemesi için uyarır. Mustafa, hakkında tutuklanma kararının çıktığını anlar ve ne yapacağını şaşırır. Karısının yanına gider ve şifreli bir şekilde durumunu anlatır. Eşi, ona bir miktar para verir. Mustafa, hep yakalanacağı korkusuyla İstanbul sokaklarını dolaşır. Arkadaşı asteğmen İlhan’ın yanına gider. Ondan kimsenin şüphelenmeyeceğini düşünür. Fakat arkadaşı ona çok soğuk davranarak başını derde sokmamasını anlatır ve teslim olmasını söyler. Mustafa, çok büyük hayal kırıklığına uğrar ve dostluklarının bittiğini söyleyerek oradan ayrılır. Gece, evine gider. Karısı polislerin her yerde onu aradığını ve kitaplarının tamamen toplandığını söyler. Sabaha doğru evden bir yabancı gibi çıkar. Gazetelerden iki yüz kişinin tutuklandığını, kendisinin de arandığını okur. Suçu, propaganda mahiyetinde kitap yayınlamaktır. Sokaklarda yakalanma korkusuyla geçirdiği bir günden sonra dostu Cengiz’in yanına sığınır. Cengiz, istediği kadar yanında kalabileceğini söyler. Mustafa çok sevinir. Tek göz bir odada kalan Cengiz’in evindeki en büyük sorun odun ve kömürdür. Tüm şehirde odun, kömür çok pahalıdır. Cengiz ve Mustafa paralarını birleştirerek aldıkları odunlarla ısınmaya çalışırlar. Cengiz, Mustafa’ya her konuda saygı duymakla birlikte politikadan uzak durmaktadır. Fakat hocasını bu zor günlerinde, saklamakta kararlıdır.
32
Mustafa, Cengiz’in evinde sessiz, sakin bir süre geçirir. Fakat bir gün Cengiz’in kız arkadaşı Çiğdem eve gelir. Çiğdem Mustafa’nın bir kanun kaçağı olduğunu anlar ve polise şikâyet edeceğini söyler. Mustafa bu yüzden buradan ayılmak zorunda kalır. Yine sokaklardadır. Ne yapacağını bilemez Gördüğü her kişiden şüphelenir. Yakalanma korkusu ile geçen bir süreden sonra babaannesi ile yaşayan Nihat’ın yanına gitmeye karar verir. Nihat, okulunu uzattığı için bitirme sınavlarına hazırlanmaktadır. Nihat, babaannesine Mustafa’yı gündüzleri eve gelip ona ders anlatan bir hoca olarak tanıtır. Birkaç gün Mustafa burada dinlenir. Hatta sağlığı de düzelir. Fakat bir gün Nihat’ın babaannesi Mustafa’nın orada kaldığını anlar ve çok sinirlenir. Mustafa oradan da ayrılmak zorunda kalır. Bir gece Mustafa yolda bir polise yakalanır. Sıkıyönetim günleri olduğu için kimliğini sorar polis. Mustafa kendisini bir kadın arkadaşının yanından gelen bir öğretmen olarak tanıtır Acele ile çıktığı için ceketini güya onun evinde unutmuş ve kimliği de içinde kalmıştır. Böylelikle kurtulur. Mustafa, Cengiz kız arkadaşından ayrıldığı için onun yanında yeniden kal maya başlar. Karısını ve çocuğunu çok özlediği bir gün he şeyi göze alarak gece yarısı evine gider. Karısı ona çok soğul davranır. Nerdeyse onun teslim olmasını istemektedir. Muşta fa Ural, karısının davranışlarına bir türlü anlam veremez. Bu arada kapı çalınır. Gelen komşularının kızı Ayten’dir. Ayten babasının Mustafa’yı polise şikâyet etmeye gittiğini söyler Mustafa’nın hemen kaçması gerekmektedir. Mustafa kaçarken onu en çok üzen Şükran’in onu uğurlamamasıdır. Mustafa polisten kaçmaya başladığından beri bir ay geçmiştir. Maaşını karısının yardımı ile alır. Bir gün Ayten’le buluşur. Ayten, hocasına yazdığı hikâyeleri okutur. Bir de Şükran’ın İlhan’la gezmeye gittiğini söyler. Mustafa’nın kalbine bir şüphe düşer. Karısının ve çocuğunun başında olmamasının sonunun böyle olmasına şaşırmaz. 24 Mayıs’tır. Mustafa’nın sağlığı hücrede kalmaya müsait hâle gelmiştir. Artık yakalansa dahi hapishane koşullarında yaşayabileceğini düşünmektedir. Ve beklenen gün gelir. Mustafa yolda önceden karşılaştığı polisle karşılaşır. Polis onun önceki sefer yalan söylediğini öğrenmiştir. Apar topar onu emniyete götürür. Mustafa Ural ve Halil taş odada gözaltında iken bir gelişme olur. Mustafa, savcıya sevk olunmuştur. Mahkemede Mustafa’yı kötü bir sürpriz beklemektedir. Karısı Şükran da oradadır. Fakat karısının onun savcıya sevk olunduğunu bilmesine imkân yoktur. Bir başka mesele için orada olmalıdır. Birden bir duruşmada İlhan’ı görür. İlhan işlediği suçtan dolayı askerler tarafından sorguya çekilmektedir. KAYIP ARANIYOR - SAİT FAİK ABASIYANIK
KİTABIN KONUSU: Sait Faik Abasıyanık'ın bu kitabında Nevin adlı bir kadının mutluluğu, huzuru arayış çabası anlatılmaktadır. KİTABIN ÖZETİ: Nevin herkes tarafından çok sevilen birisidir. Herkesin derdini dinleyen, sohbet eden ve onları anlamaya çalışan bir insandır. Babası eski konsolostur. Bu yüzden hayatı biraz bolluk ve rahatlık içinde geçmiştir. Her mekanda olduğu gibi burada da kötü insanlar vardır. Ve bunlar Nevin’i çekememektedirler. Kamarot 33
İrfan da bunlardan birisidir. Kendini çok iyi tanıtmış olmasına rağmen kıvılcım bekleyen insanlar için İrfan’ın sözleri yeterli olmuştur. Onun babası tarafından şımartılmış bir kız olduğunu onunla bununla kahvede sürttüğünü aralarında konuşmaya başlamışlardır. Kocası Özdemir ise onu pek de o kadar sevmemiştir. Ona lüzumlu bir eşya muamelesi göstermiş, nasıl tıraş sabunu bulamayınca tedirgin oluyorsa, eşi yokken de öyle tedirgin olmuştur. Nevin de kocası Özdemir’den bu derece bir muamele gördüğü için balıkçı Cemal’le dolaşmaya başlar. Gittiği her yerde ihtiyacı olan huzuru aramaktadır. Gördüğü herhangi bir biletçiye bile anında içi ısınmakta, sanki ilacı ondaymışçasına ondan bir şeyler alacağına inanmaktadır. Bir defasında Cemal’le görüştüğünde boşanma meselesini konuşur. Nevin kocasından boşanıp tekrar İstanbul’ a dönecektir. Daha sonra boşanma işleri için Ankara’ya gider. Fakat Nevin’in içi çok daralmıştır. Artık Nevin’in sıkıntıları bir ara öyle bir dereceye gelir ki midesindeki ağrıdan duramaz olur. Fakat Nevin bu durumdan iyice bunalmıştır. Eve dönmesine imkan yoktur. “Konsolosun kızı” ile “Balıkçı Cemal’in arkadaşı” arasında mekik dokumak için sinirleri artık müsait değildir. Böyle bir yaşayışın zevksizliğini, hastalığını hiç sevmemiştir. Başka yerlerde başka hayatlara yelken açacaktır. Babasına bir mektup yazar ve istasyondan bir trene atlayarak huzura doğru yolculuğa çıkar. KİTABIN ANA FİKRİ: İnsan hiç kimseye, hiç bir söze önem vermeden hakkında söylenenlere kafa tutarak dolaşmamalıdır. Bu ukalâlık ve kendini beğenmişliğin bir göstergesidir. OLAYLARIN VE ŞAHISLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ: Nevin hayatı çalkantılarla dolu, çok acı çeken fakat her zaman içinde huzura kavuşma ümidi olan birisidir. Nevin’in kocası Özdemir, karısını bir eşten çok bir eşya olarak gören bir kişidir. Balıkçı Cemal saf, kalbi temiz, Nevin’in ilk başlarda kendisinde saadeti aradığı insandır.
BEYDEBA - KELİLE VE DİMNE ÖZETİ Kelile ve Dimne’nin yazarı Beydeba, bir Brahman’dır. Kelile ve Dimne’yi Hint hükümdarlarından Debşelem Şah için kaleme almıştır. Bunun dışında elimizde, yazar hakkında herhangi bir bilgi yoktur. Kelile ve Dimne’Nin ilk hali kaybolduktan sonra M.S. 300’lü yıllarda Keşmir’de tekrar derlenir. Böylece eser ikinci kez hazırlanır ve Pança Tatra adıyla meşhur olur. Hindistan’da bir halk kitabı haline gelen eserin sayısız değişik şekilleri yazılmıştır. KONUSU Kelile ve Dinme hükümdarlar için yazılmış olan ahlakî bir Hint masal kitabıdır. Eser ismini masalın iki başkahramanı, yani iki çakal olan, Kalilag ve Damnag’dan almıştır. Bu masal kitabı öncelikle Sanskritçeden Pehleviceye ve Pehleviceden Arapçaya tercüme edilmiştir. Ardından Batı dillerine de çevrilen eser, hem Doğuda hem de Batıda büyük bir rağbet görmüştür. Hikayeler, Bin Bir Gece Masallarında olduğu gibi iç içe girmiş çerçeve hikayelerden oluşur. Eser giriş ve beş bölümden oluşmaktadır. Her bölümde bir çerçeve hikaye ve bu hikayeye bağlı hikayecikler ile manzum hikayeler bulunmaktadır.
34
Hikayenin yazılış amacı Mehapur hükümdarının tembel üç şehzadesini yola getirmektir. Kahramanlar: Kral Aslan, Kral Aslan’ın müşaviri Boğa, Kral Aslan’ın nedimleri, Kelile, Dimne. Eser şu bölümlerden oluşmaktadır: 1. 2. 3. 4. 5.
Bölüm: Dostluğun Bozuluşu Bölüm: Nasıl Dost Kazanılacağı Hakkında Bölüm: Savaş ve Barış Bölüm: Kazandıklarımızın Kaybı Bölüm: Tedbirsizlik Hakkında
İKİ GÜVERCİNİN HİKAYESİ Vaktin birinde bir ülkede iki güvercin vardı. Yuvalarında güven içinde yaşıyorlardı. Birinin adı Bazende, diğerininki Nevazende'ydi. Yuvaları o kadar güvenliydi ki, doğrusu oradan ayrılmayı düşünmek düpedüz aptallık olurdu. Buna rağmen Bazende 'nin içine bir gün gezme arzusu düştü. Nevazende 'ye bu isteğini açtı: - Sevgili arkadaşım, daha ne zamana kadar yuvamızda oturup duracağız. Ben uzak ülkeleri, masmavi denizleri çok merak ediyorum. Gezip tozmak istiyorum. Bilgimi, görgümü, artırmak niyetindeyim. Ne dersin? Nevazende, onun bu düşüncesini kaygıyla karşıladı: - Güzel, dedi, gezmek, değişik yerler görmek çok güzel. Fakat tehlikelerden emin olamazsın. Bir fırtına, bir rüzgar, yırtıcı bir hayvan... Bütün bunlar olmasa... Bazende, söze girdi hemen, - Doğru, haklısın, ben de o tehlikeleri hesaba katmıyor değilim. Fakat sıkıntı çekmeden rahata kavuşulmaz. Yolda çekeceğim çilelere karşı bilgimi, görgümü artıracağım. -Nevazende, arkadaşının kararının kesin olduğunu gördü: - Yine de gel şu düşünceden vazgeç dostum, dedi. Yanında yakınların olsa ya neyse. Böyle yalnız başına tehlikelere nasıl göğüs gerebilirsin? Boş ver! Vazgeç bu sevdadan. Yuvamızda mutluyuz. Bunu bozmayalım. Nevazende'nin öğütleri Bazende'yi bir türlü etkilemedi. O, kararlıydı. Her türlü tehlikeye rağmen gezme düşüncesinden vazgeçemiyordu. Kararını kesin vermişti. Uçacaktı. Uzak ülkelere gidecekti. Sonunda hazırlığını yaptı, Bazende. Arkadaşıyla vedalaştı. Yuvadan havalandı. Yüksekler doğru kanat çırptı. Ufukta kayboldu. Nice denizler aştı. Nice dağlar dolaştı. Günlerce yol aldı. Havada süzülürken
35
ayaklar altında kayan güzelliği zevkle seyrediyordu. Günlerce kanat çırptı. Fakat keyfi o kadar yerindeydi ki, yorgun oluşu aklının ucundan geçmiyordu. Günler günleri kovaladı. Bazende, arada bir dinlenerek sürekli uçtu. Sürekli yol aldı. Bir gün yüce mi yüce bir dağın doruğuna ulaştı. Cennet gibi bir yerdi burası. Zümrüt gibi yemyeşildi. Ağaçlar, çiçekler, aşağıda akarsular, dereler... Mis gibi bir koku vardı. Şırıl şırıl sular akıyordu. Bir süre dinlenmek istedi. Hem bu cennet güzelliği de seyredecekti. Fakat birden büyü bozuldu. Sessizliğin ortasına bir fırtına düştü. Kuvvetli bir rüzgar sanki sessizliği yırtar gibi esiyordu. Gökyüzünü yağmur bulutları doldurdu bir anda. Ortalık kararıverdi. Şimşekler çakmaya yıldırımlar düşmeye başladı. Bazende neye uğradığını şaşırmıştı. Fırtına sağanak bir yağmurla sürdü gitti. Bardaktan boşanırcasına yağan yağmur altında zavallı Bazende sığınacak doğru dürüst yer bulamadı. Hele şimşek ve yıldırım gürültüsü! En çok onu korkutan buydu. Bazende yağmur altında sırılsıklam olmuştu. Üşüyordu. Fırtınaya karşı uçmaya çalıştı, çok yorgun düşmüştü. Kanatlarını kaldıramaz bir haldeydi. Fırtına biraz biraz yavaşladığında kalın gövdeli bir ağacın kovuğuna sığındı. Bir an sevgili arkadaşı Nevazende ve yuvası aklına geldi. Sessizce iç geçirdi."Ah!" diye inledi,"İnsanın kendi yuvası gibi var mı?" Şimdi yuvasında olsaydı! Kendisini güvende hissedecekti. Bazende, gurbete çıkmanın ilk pişmanlığını duyuyordu. Neden sonra fırtına dindi. Sabaha doğru artık hava normale döndü. Güneş açtı. Tekrar zümrüt güzellik ortaya çıktı. Çiçekler gülüşmeğe, böcekler ötüşmeğe başladı. Kelebekler kesik, zarif danslarıyla zümrüt güzelliği süslediler. Kuşlar şarkılar söylemeye başladılar. Bazende sığındığı kovuktan çıktı. Kendisini müthiş yorgun hissediyordu. Çaresiz, uçmalıydı. Tekrar havalandı. Öğleye dek uçtu Bazende. Yine halsizleşmişti. Güneşte iyice yükselmişti. Bir de ne görsün. Aman Allah'ım! Koskocaman bir şahin! Büyük bir iştahla üzerine doğru gelmiyor mu? Şahinin heybetinden çok korktu Bazende. Neydi bu başına gelen. Korkudan gözleri karardı. Başı dönmeğe başladı. Kulakları uğulduyordu. Kanatlarında artık güç kalmamıştı. Ölümün yaklaştığını hissetti. Şahin hızla üzerine geliyordu. Bazende'nin gözünün önüne yuvası ve arkadaşı geldi. Bu tehlikeyi de atlatırsa hemen yuvasına dönecekti. Şaşılacak bir şey oldu bu sıra. Kocaman bir tavşancıl kuşu ortaya çıktı. O da şahin gibi Bazende'yi gözüne kestirmişti. Üzerine doğru geliyordu. Şahin'le tavşancıl avı paylaşmaya yanaşmadılar anlaşılan ve birbirlerine düştüler. Aralarında amansız bir dövüş başladı. Bazende kavgadan yararlanarak oradan uzaklaştı. Kuytu bir yere sığındı. Korkudan tir tir titriyordu zavallı güvercin. Kalbi duracakmış gibiydi. Sabaha dek orada sessizce bekledi Bazende. Sabahın diri ışıklarıyla çıktı gizlendiği yerden. Tabiat cıvıl cıvıldı. Her şey tatlı bir güzellik içindeydi. "Oh! Çok şükür" diye mırıldandı,"yaşamak ne güzel şey!" Dünkü kararını unutmuştu. Hiçbir şey olmamış gibi yine havalandı. Yorgun kanatlarını boşluğa bıraktı. Süzülmeye başladı. Uzak diyarlara doğru yol almaya durdu. Uçtu. uçtu; günlerce uçtu. Yoruldu, dinlendi, tekrar havalandı. Bir hayli acıkmıştı, yorulmuştu. Süzüldüğü yerde aşağı doğru baktı. Yemyeşil bir bahçe gördü. Aşağıda güzel bir çimlik
36
vardı. O da ne! Kendisi gibi bir güvercin çimende tatlı tatlı yem yiyordu. Yanına doğru süzüldü onun. Çimliğe kondu. Konar konmaz taneleri yemeye başladı. Sağına soluna bakmadan yemeye koyulduğu çimenlikte bir tuzak vardı. Bazende bundan habersizdi. Sonunda “şak” diye kurulan tuzağa düşmesin mi? "Eyvah! bir tuzak galiba" diye bağırdı. Çaresiz çırpınmaya başladı. Yerdeki yemin oraya mahsustan konulduğunu anladı. O güvercinde av çekmek için duruyordu orada. Anladı ama, iş işten geçmişti. Yapılacak bir şey yoktu. Güvercin yanına yaklaştı. Bazende, sitemli bir biçimde konuştu: - Güvercin kardeş, sen de benim cinsimdensin. Burada bir tuzak olduğunu insan söylemez mi? Güldü diğer güvercin: - Yapılacak hiç bir şey yok, dedi. Bizde bu hırs olduktan sonra. Bırak bizim gibi zavallı kuşları, insanları bile tuzağa düşürür bu duygu. İnsanların ilk atası Hazretî Adem'in de cennetten çıkarılması hep bu hırs yüzünden değil mi? Bazende, güvercinin sözlerine hak verdi. Fakat yapılacak bir şey yoktu. Kendisine ancak o yardım edebilirdi. - Haklısın, dedi güvercine. Fakat bu tuzaktan kurtulmam gerek, bana yardım edebilir misin? Eğer bunu yaparsan ömrüm boyunca sana minnettar kalırım. Çağırtkan güvercin de çaresizdi: - Ayağıma baksana, dedi. Bazende, baktı ayağı bağlıydı. - Görüyorsun, dedi çağırtkan güvercin, ben de bağlıyım. Kendi isteğimle burada durmuyorum. Gücüm olsaydı, önce kendim kurtulurdum.
KEREM İLE ASLI HİKAYESİ
İran’ın çok meşhur beldesi İsfahan’da adil, iyi yürekli bir padişah yaşardı. Çok zengin, rahat yaşayan ama bir türlü evlat saadetini tadamayan bir padişahtı. Ne tesadüftür ki emrinde çalışan bir Keşiş de aynı özlemi duymakta idi. Padişahın aklına bu keşiş gelince, padişahın derdine ortak olması için onu emretti. Ve uzun uzun sohbet ettiler. Keşiş padişaha
37
“eğer bir saray yaptırır içini bahçesini süslerseniz bütün zamanınızı burada geçirir acınızı unutursunuz” deyince, padişah kısa bir sürede bu planı gerçekleştirdi. Bir gün Keşişin karısı ve hanım sultan saraydaki eğlenceyi ziyarete giderken karşılarına nur yüzlü bir ihtiyar çıkar, hanım sultana bir elma, Keşiş’in karısana bir ayva fidesi verir. Ve bunları ekmelerini ister. Hanım sultan da, Keşiş’in karısı da fidanlara kendi elleri ile bakar, büyütürler. Ancak iki ağaç da büyüdüklerinde meyve vermezler. Hanım sultan bir gün rüyasında yine o nur yüzlü ihtiyarı görür. Ve bu çocuk dileği için yalvarır. Yaşlı adam ona ağacın elma verdiğini, bu dileği için bu meyveyi yemesini söyler. Hanım sultan Keşiş’in karısına haber verir ve ağaçlarının yanlarına giderler. Hanım sultanın elma ağacı bir elma vermiştir. Ancak Keşiş’in karısının ağacında meyve yoktur. Hanım sultan elmasını ortadan ikiye böler ve yarısını Keşiş’in karısına verir. Buna karşılık çocukları olduğunda birinin kızı diğerinin oğlu ile evlenecek diye söz verdiler. Ve daha sonra ikisi de hamile kaldı. Padişahın oğlu, Keşiş’in bir kızı olur. Kızın adı “Kara Sultan” Oğlanın adı “Ahmet Mirza Bey” olur. Fakat ters giden bir şeyler olur. Keşiş bey bir gün uyurken izmeye dalar ve “Bu kadar güzel bir kızı neden padişahın oğluna vereyim ki?” diye söylenir. Ve bu fikrini karısına açıklar. Karısı ise “Ama Beyim biz hamile kalmadan önce çocuklarımızı birbirleri ile evlendireceğimize yemin ettik” dedi. Keşiş bunun üzerine etrafa kızının öldüğü haberlerini yayar. Bu haber padişahın kulağına gidince padişah Keşiş’i huzuruna çağırır. Padişah: “Keşiş bu söylenenler doğru mu?” Keşiş çaresiz ifadesi vererek; Maalesef doğru kızım öldü diyerek padişahı kandırır. Daha sonra da kızını ve eşini alan Keşiş, Isfahan’a 3 gün uzaklıktaki “Zengi” köyüne yerleşirler. Bu zamanda da padişahın oğlu Mirza Bey 4 yaşına girmiş, mektebe başlamıştı. Yanında da Sofi adında çok zeki bir arkadaşı vardı. Seneler sonra Sofi ve Mirza Bey 12–13 yaşlarına basmışlardı. Sofi Mirza Bey’e bir teklifte bulunmuştu; “Bak Mirza Bey baban çok zengin, serveti dünyayı alır! Ama bizde bir daha Genç olmayacağız, genç olduk, hadi gel av avlayalım” dedi. Mirza Bey Sofi’nin bu sözleri üzerine avlanmaya, yiğitliğe talim etmeye gittiler. Mirza bey bir gece rüyasında “Kara Sultan”ın elinden şerbet içtiğini görür. Kalbi ve yüreği cehennem gibiydi. Daha sonra büyük bir heyecanla uyandı. Yalnız kimin elindne şerbet içtiğini bilmiyordu. Fakat kızın siması aklında kalmıştı. Bir sabah Mirza Bey babasından izin alarak sofi ile birlikte “Zengi” köyüne gezmeye gittiler. Orada Keşiş’in evine misafir oldular, ikramlar yediler. Artık mirza Bey hep o taraflara av yapmaya gidiyordu. Bir gün kolunda şahini ile yine gelmişti. O gün sarayın camının yanında gergef yapan bir kız gördü. Yanına yaklaştığı, dikkatlice baktıktan sonra bu kızın rüyasında gördüğü kız olduğunu anlayınca yanına yaklaştı ve: Başı yastık göre mi? Gözü dilber görenin? Gözüne uyku girer mi?
38
Zülfüne berdar olanın? Mirza Bey bunları söyledikten sonra kızı kendine doğru çekti, kızı öptü ve: “Söyle güzel kız sen hangi bahçenin sümbülüsün?” Deyince kız: “Isfahanlı babam keşiş idi. Kerem eyle bırak beni! Babam görmesin! Delikanlı: “Aslı nedir? Salıvereyim! Kız: “Kerem eyle bırak beni! Dedikten sonra Mirza beyin aklına bir şey geldi. Benim adım Kerem, senin adın Aslı olacak bundan böyle birbirimizi böyle çağıracağı! Bunun üzerine keşişin kızı Kerem’e bakarak: “Kabul ediyorum” dedi. Keremde kızı bıraktı. Daha sonra Aslının işlediği gergefin üzerinde bulunan oyalı tülbenti aldı. Ve sofiyi bularak beraber Isfahan’a döndüler. Eve geldiğinde babası Keremi bitkin gördü ve ona ne olduğunu sordu, fakat Kerem’in ağzından tek laf bile alamadı. Padişah birkaç gün sonra Kerem’i tekrar çağırdı ve ona sordu. Kerem’de babasında bir saz istedi. Derdini böyle anlatacaktı. Babası sazı getirdi. Kerem durumunu anlatan bir türkü çaldı; Keşiş bahçesinde bir güzel gördüm, Aklım başımdan aldı ne çare? Taramış zülfünü, dökmüş yüzüne, Serimi sevdaya çaldı ne çare? Babası oğlunun dediklerinden hiçbir şey anlamamıştı. Oğluna tam olarak anlayamadığını söyleyince, Kerem boynunu bükerek odadan çıktı. Padişah haftalarca oğlunun derdini anlamak için çare arıyordu ama bulamamıştı. Bunun üzerine padişah birilerini bulup ondan derdini öğrenmesini istedi. Çirkin bir kadın Kerem’i Keşiş’in bahçesinde Aslı’ya bakarken görünce hemen padişaha söyledi. Bunu duyan padişah hemen Keşiş’i yanına çağırdı ve neden yalan söylediğini sordu. Keşiş’i kızını vermesi için ikna etti. Bunun üzerine Keşiş padişahtan 5 ay süre istedi. Padişah da “sana 5 ay veririm ama sana yüzük vereceğim, onunla kızını oğluma nişanla dedi. Keşiş bunu kabul etti. Bu nişanlanma olaylarını duyan Sofi hemen Kerem’e haber verdi. Kerem’in günleri sefa ve zevk içinde geçiyordu. Fakat aradan bir süre geçtikten sonra Aslıyı yine özlemeye başladı. Bu durumunu babasına anlattı. Oğlunun bu dert yanışı babasını çok üzmüştü. Padişah Kerem’e: “Oğlum ben Keşiş’e 5 ay izin verdim. Süre bugün doluyor” dedi ve düğün hazırlıklarına başlandı. Keşiş’de 5 ay dolduğu
39
için “Zengi” köyünden kaçmaya karar verdi. O gün Padişah büyük bir kafileyi Aslı’yı almak için Zengi köyüne gönderdi. Orada da birkaç insan topluluğu kafileye doğru geliyordu. Kerem onlara neler olduğunu sordu. Bunu üzerine ihtiyardan şu yanıtı aldı: “Bizim burada bir Keşiş otururdu, onlar gece gittiler. Bizde bir şey olacak herhalde diye gidiyoruz” dedi. Kerem ağlamaya başladı. Daha sonra hemen aslı ile buluştukları bahçeye gider ve oradan geçen bir kızı Aslı’ya benzetir ve türkü söylemeye başlar. Onu duyan kız “Ey âşık! Beni kime benzettin?” Kerem cevap verir: “Seni Aslı Han’ıma benzettim” dedi. Bunun üzerine kız Kerem’e: “Aslı Hanımanne ve babasıyla birlikte Hoy’a kaçtılar” dedi. Kerem bu sözün üzerine çok sevindi. Ve bir türkü söyledi. Keşişlerin kaçtığı haberi padişahın kulağına gidince kızdı ve Zengi köyüne geldi. Ama onları bulamadı. Hemen Kerem’in yanına gitti ve “Ey oğlum bu halin ne?” diye sordu. Kerem’i alarak Isfahan’a döndü. Kerem babasına Aslı Han’ın arkasından gitmek istediğini söyledi. Babası da engel olmadı. Arkadaşı Sofi ile yola koyuldular ve Zengi köyüne geldiler. Köyde gezinen bir kıza keşiş’i soru ve Hoy’a gittiklerini öğrendi. Oradan sonra Hoy’a vardılar. Bir kahvedekilere Keşiş’i sordular ve onun birkaç gün önce Suşi’ye gittiklerini öğrendi. Kerem bu şekilde Aslının peşinden gidiyordu. Her gittiği yerde ondan saz çalması isteniyordu. Bu şekilde Suşi’den sonra Gence, Revan, Acuz, Çıldır, Şerki, Kelbe’ye gittiler. Kelbe’de de aldıkları üzücü haber onların 3 ay önce Kars’a gitmiş olmalarıydı. Daha sonra Kars’a vardılar ve Keşiş’i sordular. Kahvedekiler ondan bir şarkı söylemesini istedi. Ve bunun sonucunda onların Oltu’ya gittiklerini öğrendiler. Oltu’dan sonra: Narman’a, Beyazıt ve Beyat’a gittiğini öğrendi. Beyat’tan aldıkları haberde onların 4 Gün önce Van’a gitmeleriydi İkisi birlikte Van’a giderken yolda 40 haramiler ile karşılaştılar. Haramiler onları aramak istedi. Kerem de “Ağalar ben Acem Şah’ın oğluyum, şimdi gurbete düştüm rica etsem de sılaya gitsem?” dedi. Haramiler ona “Ey âşık Allah selamet etsin diyerek yol vermeden önce türkü istediler. Türküyü duyanlar “aferin” dedi, Kerem’de Keşiş’i sordu ve türkü karşılığında Tiflis’e gittiklerini öğrendi ve yola koyuldu. Tiflis’e geldiler ve kahvedekilerden türkü karşılığında Ahlât’a gittiklerini öğrendi. Bu şekilde Nemrut dağını geçerek Ahlât’a geldiler. Oradan Velhasıl dağı, Muş ovası, Muş, Çanlı kiliseyi gezdiler ve aradılar. Çanlı Kiliseden gelin kızlar çıkıyordu. Kerem o kızı Aslı’ya benzetti. Ve yine türkü söyledi, saz çaldı. Sonra oradan Malazgirt’i öğrendi. Karşılarına Murat ırmağı çıktı. Irmak çok deli akıyordu. Kerem’in türküsü ile yavaşladı ve geçtiler. Oradan Malazgirt’e geldiler. Kahvede saz çalanlar vardı. Beraber saz çaldılar. Kerem’i çok alkışladılar. Neyse oradan Pasinler ovası, Uzun Ahmed, Hasan Kalesi, Çoban köprüsünü gezdiler. Orada dalgacı bir adam vardı. “Ben Keşiş’im” diye dalga geçiyordu. Kerem’i görünce bu dalgacı bir tabuta girdi. Kerem’e adam öldü, namazını kılalım diye şaka yaptılar. Kerem adamın öldüğüne inandı. Aslında şaka idi. Namazdan sonra şaka olduğunu söylemek için tabutu açtılar ve adamı ölü buldular. Cenab-ı Hak dalgasının cezasını vermişti. Neyse Kerem ve Sofi yollarına devam ettiler. Gümüşlü Kümbet, Hadım Pınar geçildi. Orada Kerem giysi yıkayan kızlar gördü ve Aslı’dan kalan tülbenti çıkartarak yıkaması için onlara verdi. Daha sonra da Laleli Dağına çıktılar. Hava çok bozmuştu. Fırtınalar koptu 3 gün 3 gece orada kaldılar. Üçüncü gecede nur yüzlü bir adam geldi. Ve onları atının arkasına alarak onları bir çırpıda Erzurum’a götürdü. Meğer o adam Hızır Aleyhisselam imiş. Orada bir konakta kaldılar.
40
İkramlar gördüler. Kerem sazı eline alarak türkü söyledi. Sonra ağlamaya başladı. Sofi’ye neden ağladığını sordular. Sofi anlattı. Sabaha Yola çıktılar. Gezerlerken bir hamam gördüler. Cafer Ağa hamamı imiş. Oradan çıkan kadınların arasında Aslı’yı gördü ve hemen türkü söylemeye başladı. Bunu duyan Aslı Kerem’i gördü ve Hemen eve koştu anasına haber verdi. Anası Keşiş’e haber verince yola çıktılar. Kerem ağlamaya başladı. Sonra sokaktaki çocuklara Keşiş’i sordular ve Mancunlar mahallesine giderlerken yol 3’e ayrıldı. Ortadan girdiler. Günlerce yol gittiler. Eşen Kalesine vardılar. Khevde oturdular. Oradan sonra Vabrik, Tercan, Çinci beli, Erzincan aşıldı. Kerem Erzincanlılardan Keşiş’in Sarılar’a gittiğini öğrendi. Yolları bir geldi. Nuh Aleyhisselam’ın Nuh gemisinin oturduğu yere geldiler. Yerde bir kuru kafa gören Kerem kuru kafa ile konuşmaya başladı. Sofi şaşkınca Kerem’i izliyordu. Neyse sonra Eşkat’a vardılar, Engürü’ye gittiler. Kerem bir mezarlıkta ağlayan kız gördü. Kızla konuştu. Ölenin sevgilisi olduğunu anladı. Yola koyuldular. Kahveye geldi. Türkü söyledi. Sonra Ayaş’a gittiler. Yol viran olmuştu. Kerem viran olmuş yolla söyleşti. Sofi adeta olanlara şaşıyordu. Ayaşlılar Keşiş’in Zile’ye gittiğini söyledi. Tekrar yollara düştüler… Yeniden yollara düştükten sonra Kızılırmak’a vardılar. Nehir delicoş akıyordu. Ama Kerem’in türküsü ile duruldu. Onlarda geçtiler. Zile’ye vardılar. Hanın sahibi onları içeri almadı gitti. Onlarda kapıyı kırdı. Kapıyı yakarak ısındılar. Sonra Sivas’a gittiler. Oradan da doğruca Kayseri’ye vardılar. Kerem bir cenaze gördü ve türkü söyledi. Bunu Duyan imam Kerem’e çok kızdı. Neyse onlarda oradan Keşiş’in kaldığı eve geldiler. Aslı bahçede geziyordu. Kerem hemen yanına gitti. Kendini tanıtmadı ve “ben dişçi kadına gelmiştim dedi” Aslı onu içeri aldı. Anasına söyledi ve Kerem Aslı’nın dizine yatarak ağzını açtı. Anası sordu “Hangi dişin?” Kerem gösterdi fakat o diş değildi. Öyle böyle bütün dişlerini çektirdi. Ağzı kan dolmuştu. Cebinden Aslı’dan kalan eşarbı çıkartarak ağzına tuttu. Tülbenti tanıyan Aslı “Bu Kerem!” dire bağırdı. Anası hemen Keşiş’e haber vermeye gitti. Kerem o an hemen türkü söylemeye başladı ve sazdan başını kaldırınca Aslı’nın onu dinlediğini gördü. Aslı onu hemen dışarı çıkartmaya çalışırken Kerem’in ayağı kapıya sıkıştı ve kanamaya başladı. O sırada Kerem Tanrıya “Ey rabbim şu kızı bana âşık et” dedi. Tam o sırada isteği kabul olundu. Aslı kapıyı açıp hemen Kerem’e sarıldı. Aslı Kerem’e: “Hadi git buradan babam gelirse seni öldürür, gece gel, beni al!” Kerem oradan çıkıp kahveye gider. Gece olunca Aslının evine gider. Saz çalmaya başlar. Babası onu duyar ve yanında ki adamlarla Kerem’i yakalamak isterler. Kerem kaçıp gizlenir. Sonra tekrar pencereye çıkar. Tekrar çağırırken onu tutuklarlar. Hapse atarlar. Kerem’in aklı başından gitti. Dili tutuldu. Kadıyı, müftüyü çağırdılar. “Baksanıza Keşiş’in evine bir adam girmiş, öldürelim mi?” Müftü izin vermedi. Sonra Kerem’in dili açıldı. Türkü söylemeye başladı. Kerem’in dilinin açıldığını beye haber verirler. Bey Kerem’i yanına çağırır. Kerem başlar türkü söylemeye. Bey kızmaya başlar. Kerem onu dinlemeden tekrar söyler. Bey yine kızar. Amire dönüp idam fetvasını ister. Hâkim izin veremem, bunların aslı var dedi ve yerinden kalkıp Harem’ine geçti. Meğer beyin Hasene adında kız kardeşi varmış. Beyin halini görünce halini sordu. O da Kerem’i öldürmesini istedi. Karşılığında 15 kese altın verecekti. Çünkü kadı, müftü öldürülmesine izin vermiyordu. Hasene bunu kabul etti. O sırada da Kadı Kerem’ döndü. “Bak oğlum buradan kaç sana zulüm edip öldürecekler” Kerem bu sözleri duymadı bile ve saz çalmaya başladı. Hâkim Kerem’e sordu: “Oğlum senin bu kızla alakan var mı? Nişanlı mısınız?” dedi. Eğer nişanlı değilseniz 2 şahit bul seni şu Aslı ile nişanlayalım” dedi. Kerem hemen Sofi’yi çağırdı. Hâkim mesele’yi sofi’ye sordu. Sofi’de anlattı. O sıralarda da Hasene Hanım 40 tane gülcülerden kız alıp her birine kıyafet giydirdi. Sonra onları büyük bir bahçeye soktu. Ve Kerem’i çağırdı. Kerem içlerinden Aslı’yı görünce gözünü ondan ayırmadı. Zaten başka bir kıza baksaydı, Hasene Hanım onu öldürecekti. Kerem gözünü ondan ayırmayınca o da Kerem’in gerçekten Hak aşığı olduğunu anladı. Hasene Hanım bu aşkı anlayınca Aslı’yı ondan sakladılar. Hasene Hanım Kerem’den türkü söylemesini istedi. Kerem hep Aslı’ya hitap eden
41
türküler söylüyordu. Hasene Hanım kızdı ve kendisine hitap eden bir türkü söylemesini istedi. Kerem yine Aslı’ya söyledi. Bu sefer Hasene Hanım sordu: “Kerem ben ne derim, sen ne dersin? Sana hemen Aslı’yı alıvereyim” dedi. Kerem: “Ya Rab, sana şükürler olsun” dedi. Hasene hanım bu türkülerden onun gerçek bir âşık olduğunu anladı. Ve: “Senin gerçekten âşık olduğunun isbatı var mı?” dedi. Kerem’de: “Bak ben bir türkü söyleyeyim, eğer Aslı’nın her yönünden söz etmezsem beni öldür” dedi. Ve türküsüne başladı: Bir hali diyor merde mert cengi Bir hali dövüyor cümle frengi Bir hali bozulmaz hiç onun rengi Bir şulesi halka yetişir… Hasene Hanım baktı ki bu türkü tam Aslı’yı anlatır, hemen herşeyi beye anlatır: “Bu kızı Kerem’e verelim, eğer vermezsek, Kerem’in ahı bizi yakar” Bey bu sözleri duyunca hemen Keşiş’in yanına gider ve: “Kızını Kerem’e ver, eğer vermezsen seni öldürürüm” dedi. Bu olanları Keşiş karısına anlattı. Ve o gece Kayseri’den kaçtılar. Sabah onları bulamadılar. Bir kişi onların Tekke’ye doğru gittiğini söyledi. Kerem çok üzüldü ve beyin ayağına kapanarak; “Aman beyim ben böyle olacağını bilirdim. Allahaısmarladık” diyerek yola koyuldular. Tekke’ye ulaştılar. Oradan Karapınar’a geçtiler. Sonra Haleb yoluna düştüler. Keşiş de Haleb’de ermeni evine girdi. Halebli ermeni onun başka biri olduğunu anladı. Ermeni Keşiş’e burda ne aradığını sordu. Keşiş başından geçen her şeyi anlattı. Halebli Ermeni de: “O halde Kerem buraya gelmeden kızını evlendir” Bu sırada da Aslı Han babasına feryad ediyordu. Kerem ve Sofi’de Haleb’e geldiler. Burada Kerem hanın sahibi Külhan Beyine başından geçenleri anlattı. Külhanbeyi Kerem’i Aslı’ya alacağına söz verdi. Bir koca karı tuttu. Onu Aslı Han’ın yanına gönderdi. Koca karı Aslı Han’a: “Kerem’in yanına gitmek ister misin?” deyince Aslı hemen kalktı. Külhanbey’de Kerem’e haber verdi. Koca Karı’da Aslı Han’a: “Git anandan Haleb’i gezeceğiz diye izin al” dedi. Anası da “tamam ama sakın geç kalma” dedi. Sonra Külhanbeyi Kerem’i Aslı ile buluşacağı Kümbet’e götürdü. Orada Kerem’i gören Haleb paşası onu zindana attırdı. Kerem’i zindan’a türkü söylerken duyan paşa ona kendini tanıttı ve Aslı Han’a şu anda düğün yapıldığını söyledi. Kerem’de: “Bana güzel bir at, silah ve hizmetkâr ver Aslı kiliseden çıkarken beni görsün” dedi. Paşa isteklerini yaptı. Ertesi gün Kerem kilisenin oraya gitti. Paşa arkadan adamlar gönderdi. Kerem Aslı’yı görünce türkü söylemeye başladı. Onu gören Aslı hemen yolunu
42
değiştirdi. Sonra adamlar kızı hemen örtüp konağa getirdiler. Keşiş’in dostları Keşiş’e haber verince Kerem’den kurtuluş olmadığını anladı. Keşiş’in aklına bir fikir geldi. Kızını Kerem’e vereceğini, fakat ilk gecelerinin elbisesini kendisi dikeceğini söyledi. Kerem ve Aslı çok sevindi. Keşiş evde sihirli, büyülü bir fistan dikti. Kerem yanına gelince fistanın düğmelerini elleri ile çözecekti. Neyse 40 gün 40 gece düğün yaptılar. Sonra Aslı ile Kerem evlerine gittiler. O gece Kerem namazını kıldıktan sonra Aslı fistanını giydi ve Kerem’in yanına geldi. Kerem’den bu düğmeleri çözmesini istedi. Kerem tam söktü 2 tanesi kaldı ki düğmeler tekrar kapandı. Kerem elleri ile tekrar denedi. Sürekli kapanıyordu düğmeler. Artık uğraşmaktan tan yeri ağarmıştı. Kerem düğmeleri nasıl çözeceğini düşünüyordu. Tekrar denerken en sonunda kocaman bir “Ah” çekti. Ve Kerem’in ağzından çıkan ateş ile birden bire Kerem cayır cayır yanmaya başladı. Külleri yere döküldü. Aslı ağlamaya başladı. Ve hemen annesine haber verdi. Annesi de kızım bu senin sevinecek günündür deyince Aslı annesine Kerem’in küllerini gösterdi. Annesi de çok şaşırdı. Sonra Paşa Aslı Han’ı sorguya çekti. Olayların Keşiş’in yaptığı anlaşıldı. Keşiş öldürüldü. Aslı 40 gün Kerem’in küllerinin başında bekledi. Sonra saçlarını süpürge ederek silerken küllerin içinde kalan ateş ile Aslı’da kül oldu. İkisinin külleri birbirine karıştı. Bunu görenler Paşa’ya haber verdiler. Paşa’da Aslı’nın annesini türlü eziyetlerle öldürdü. Daha sonra ki günde Sofi’ye düğün yaptılar. 40 gün 40 gece düğün oldu. Aslı ve Kerem dünyada kavuşamadılar ama şu an cennete düğünleri olsa gerek… KİRALIK KONAK - YAKUP KADRİ KARAOSMANOĞLU I.Bölüm: Gençliğinde Mabeyn-i Hümayun mensubu olan NAÎM EFENDİ, daha birçok memuriyetten sonra emekliye ayrılır. Bütün ruhuyla “İstanbulin” denilen devrenin temsilcisidir. Yenilikler ona tuhaf gelir. Konağın diğer sakinlerinden olan damadı SERVET BEY ve torunları SENİHA ile CEMİL, Avrupa hayatına özenen, o hayatı bütün teferruatıyla benimseyip birçoğunu da uygulayan insanlardır. Naîm Efendi, onların bu yaşayış tarzını anlayamaz, hatta garip bulur; fakat onlara pek de karışmaz. Delikanlılık çağına henüz girmiş bulunan Cemil, yaşının çok çok ötesinde sefahat alemine dalmıştır. Seniha ise aklına eseni yapan, şımarık, kolaylıkla bunalan bir genç kızdır. Evde hüküm sürmekte olan bu garip havaya Naîm Efendi karşı çıkacak olsa, damadı işe karışır; kayınpederini kıracak kadar ileri gittiği de olur. II.Bölüm: Her Pazartesi olduğu gibi, o gün de Seniha’nın ÇAY GÜNÜdür. Öğle vaktine yakın, ilk davetli olarak, FAİK BEY gelir. Saniha onu, her zaman olduğu gibi, gece kıyafetiyle karşılar. Cemil’in arkadaşı olan Faik Bey, teklifsiz gelir gider. Çocukluğu Avrupa’da geçtiğinden Avrupalıların kendilerine has kadın erkek münasebetlerini ve bunlara ait kuralları iyi bilir. Bundan dolayı, yapmacıklıktan uzak hareketlerinin de katkısıyla, kadınların hoşlandıkları bir tiptir. Kumara düşkünlüğü ve Cemil’e kötü örnek olması yüzünden Naîm Efendi tarafından hiç sevilmez. Çaya, Seniha’nın halasının oğlu HAKKI CELİS de gelir. Hakkı Celis şairdir. NEYYİRE ve NURİYE hanımların büyük bir hayranlıkla dinlemelerine karşılık, Seniha onu sıkıcı bulur. Her şeyden çok çabuk bıkan Seniha, Faik Beyi’in bir köşede kumar partisi düzenlemesinden de sıkılır. Hakkı Celis, Seniha’yı içten içe sevmekte, fakat içe dönük birisi olduğundan, ona karşı beslediği duyguları açığa vurmaktan çekinmektedir. Seniha, çay partisi bittikten sonra düşünür: Bu hayat, bu konak ve bu insanlar sıkıcı... Dadısı MADAM KRONSKİ’nin
43
anlattığı Avrupa hayatı ise ne kadar çekici ve güzeldir! Seniha, çok zengin olmadıklarına çok üzülür; bunu dedesine de söyler. Naîm Efendi ilk defa olarak, büyük bir yoksulluk endişesine kapılır. Seniha’nın “sefalete düştük değil mi? sorusu karşısında üzülür, şaşırır, bunalır... III.Bölüm: Naîm Efendi, evdeki acaip yaşayışın havasından biraz olsun uzaklaşmak ihtiyacı duyar, kızkardeşi SELMA HANIMEFENDİ’ye gider. Selma Hanımefendi, her zaman olduğu gibi, konaktaki yaşayışı şiddetle tenkid eder. Ağabeyine, ayağını denk alması gerektiğini, yoksa sonlarının kötü olacağını anlatmaya çalışır, Naîm Efendi ise, onun söylediklerini kabule yanaşmadığı gibi, gezip eğlenmelerini kısıtlayıp torunlarını üzmek de istemez. Eve döndüğünde Hakkı Celis’le karşılaşır. Hakkı Celis, Faik Bey’le aralarındaki münasebetten dolayı Seniha’yı aşırı derecede kıskanmakta ve çok da üzülmektedir. IV.Bölüm: Çevresine bir türlü uyum sağlayamayan Seniha, sinir krizleri geçirmektedir. Hekimler evlenmesini tavsiye ederlerse de buna yanaşmaz. Onun gözü Avrupa’da ve oradaki serbest hayattadır. Oraları gezip görmüş olduğundan dolayı Faik Bey’e imrenir. Hatta ara sıra ondan hoşlandığı bile olur. Fakat Faik Bey havai bir gençtir. Seniha, evlilik için , kendisini Avrupa’ya götürebilecek zengin birini beklemekte, Faik Bey ise “seçkin ve zengin bir dul” düşünmektedir. V.Bölüm: Seniha, hekimlerin hava değişikliği tavsiye etmeleri üzerine, sevda entrikalarını seven, eğlenceye ve zevke düşkün halası NECİBE HANIM’ın Büyükada’daki köşküne gider. Halasından hoşlanmamaktadır. Canı sıkılır. Cemil, halasının isteği üzerine, arkadaşlarını toplayıp adaya gelir; Neyyire ve Nuriye Hanımlar, Faik Bey, Hakkı Celis... Gece, mehtaba çıkarlar. Hakkı Celis’in sevdakâr, fakat acemi davranışları karşısında Seniha ona “çocuk” der. Hakkı ise – cesaretini toplayıp- “ben sizi bir büyük adam gibi seviyorum!” karşılığını verir; fakat alaya alınır. Hakkı Celis, onların bu davranışlarından tiksinir. Şiirlerinin hayranı olan Nuriye Hanım, ona bu aşktan vazgeçmesi gerektiğini anlatmaya çalışır. Seniha ile Faik Bey yalnız dolaşırlar; Seniha onu hep uzaklara, tenhalara doğru götürür... VI-VII.Bölümler: Eğlenceler sürer gider. Seniha’nın sinirleri sonunda yatışır. Aradıklarının epeyce bir kısmını bulmuş gibidir; tavırları değişir. Faik Bey’le olan münasebeti artar. Fakat Naîm Efendi ve Servet Bey’e bu konuyla ilgili mektuplar da gelmeye başlar. Naîm Efendi bu durum karşısında üzgün ve tedirgindir; fakat Seniha’yı haklı gösterecek sebepler bulmaya çalışır. Servet Bey ise, çocukların haklı davranışlar içinde bulunduklarını, asıl şahsiyetsizliğin imzasız mektuplar göndermek olduğunu ileri sürmektedir. Faik Bey’in konağa gelip gitmeleri sıklaşmış, Naîm Efendi’nin hoşnutsuzluğu da artmıştır. Faik Bey’i konaktan uzaklaştırmanın çarelerini düşünür. Ailenin maddi durumu gittikçe bozulmaktadır. Bunu hatırlatarak Vefa Hanındaki hissenin satılması gerektiğini hatırlatan RAGIP EFENDİ’nin bu duruma çocukların savruk yaşayışlarının sebep olduğunu iddia etmesinden hoşlanmayan Naîm Efendi, değişen zamanı ve Meşrutiyet idaresini esas suçlu olarak görmeyi tercih eder. Bu, yufka yürekli ve pasif bir dedenin zoraki kabullerinden birisidir.
44
VIII.Bölüm: Hakkı Celis, hem Seniha’ya karşı beslediği aşktan, hem de Faik Bey’le aralarındaki münasebetin gittikçe artmasından dolayı perişandır. Onların hemen hiçbir sınır tanımayan yaşayışlarından nefret eder. Sevgi ile nefret birleşerek ona dayanılmaz bir azap vermekte, şairlere mahsus çoşkunluğu gitgide azalmaktadır. Onun aksine, Seniha coşkun bir ruh haline doğru açılmış, romantik bir yapıya bürünmüştür. Faik Bey’e pek romantik hediyeler verir. Aşkta da herkesten ayrı, herkesten değişik olmak peşindedir. Bu yüzden yapmacık davranışlar gösterir. Kadın-erkek münasebetlerinde romantizme yer vermeyen Faik Bey, onun çeşitli saçmalıklarına katlanır. Bir gece, Faik Bey kumarda 350 lira kaybeder. Cemil’in yardımı ile Seniha’nın mücevherlerini rehin vermek zorunda kalır. Bu hareket Seniha’yı çok etkiler. Faik Bey’in asıl yüzünü görmüş ve yaptıklarından pişmanlığa düşmüştür. O günden sonra yeniden eski hayatını yaşamaya başlar. Bu arada Hakkı Celis’le yeniden dostluk kurar. Faik Bey ise, şimdiye kadar hiçbir kadına karşı duymadığı bir ilgiyle Seniha’ya bağlanmış bulunduğu için, ortaya çıkan bu yeni durumdan dolayı çok üzülmektedir. Seniha’nın ilgisizliği ondaki duygusal yaklaşımı azaltmak yerine arttırır. Fakat Seniha, onunla evlenmeyeceğini dadısı Madam Kronski'ye kesin bir dille söyler... IX.Bölüm: Madam Kronski, durumu Servet Bey’e açar. Önceleri habersizmiş ve durumu önemsemezmiş gibi davranmaya çalışırlar, fakat beceremezler. Servet bey, her zaman olduğu gibi, bu durumun sorumluluğunu da Naîm Efendi’ye yükler. Naîm Efendi, bunca rezaletten sonra, vaziyeti biraz olsun kurtarabilmek ümidiyle, Faik Bey’in babası Kasım Paşa’nın konağına giderse de istediğini elde edemeden döner; üzüntüsünden hastalanır. Seniha ise, böyle bir davranışta bulunduğu için dedesine hakaret eder; evleneceği kişiyi ancak kendisinin tayin edebileceğini, Faik Bey’le seviştiğini, fakat parasız olduğundan dolayı evlenmeyeceğini, işine kimsenin karışamayacağını söyler. Naîm Efendi fenalaşır, doktor çağrılır... Bu gelişmeleri anlamaktan, hazmetmekten çok uzak bir terbiye ile yetişmiş bulunan Naîm Efendi, çaresizlikten ağlar. X.Bölüm: Konağın eski gidişi artık değişmiş, Naîm Efendi ortalıkta gözükmez olmuştur. Seniha onun yanına uğramamakta, fakat hastalığına sebep olduğu için de üzülmektedir. Bu arada, Hakkı Celis de Seniha ile ilgilenmektedir. Bir gün Seniha’nın eski dertleri alevlenir. Hakkı Celis’le aralarında kısmen sıcak bir münasebet başlar. Fakat BELKIS HANIM’ın birgün konağa gelmesi her şeyi alt üst eder. Çünkü Belkıs Hanım Avrupa’ya gideceği için vedalaşmaya gelmiştir. Seniha ömrünün bu konakta geçeceğini düşünerek hayıflanır. Bütünüyle sinirli bir ruh haline bürünmüştür. Sık sık sokağa çıkar. Dedikodular başını alıp gitmektedir. Selma Hanımefendi, dedikoduların ortaya çıkardığı yeni durumu ve Naîm Efendi ailesinin içine düştüğü rezaleti görüşmek üzere konağa gelir. Son derece otoriter bir kadın olan Selma Hanımefendi, ağabeyine bu dedikodulardan söz açar; fakat artık, olan otoritesini de kaybetmiş bulunan Naîm Efendi, en geçerli çare olarak, söylentilere inanmamayı tercih eder.
45
XI.Bölüm: Seniha birgün evden çıkıp gider. Evi bir telaş alır; yaşlı ve hasta dedenin duymaması için uğraşırlar. Avrupa hayalleriyle dolu Seniha, evden kaçmıştır. Önce Faik Bey’e, daha sonra da konağa gelen telgraflardan öğrenilir ki Seniha Triyeste’dedir. Aradan bir müddet geçtikten sonra Faik Bey’in de Avrupa’ya gittiğini öğrenen Hakkı Celis, çok üzgün ve çaresizdir. Seniha, yazdığı bir mektupla hem dedesinden özür diler, hem de para ister. Naîm Efendi ise, mümkün olduğu kadar, Seniha ile ilgili herhangi bir söz söylememeye dikkat ederse de için için üzülmektedir. Servet bey’e göre sorumlu yine bellidir: Naîm Efendi! XII.Bölüm: Servet Bey’in kaynatasına karşı duyduğu kin, son haddine varmıştır. Karısına, devamlı, ayrı bir eve çıkmayı teklif eder. Eskiden beri özlemini duyduğu bir apartman dairesine taşınmak ve orda Avrupai zevkine göre bir hayat kurmak isteğindedir. Karısı SEKİNE HANIM onu yatıştırmaya çabalarsa da başaramaz; Şişli’de bir apartman dairesine yerleşirler. Naîm Efendi konakta tek başına kalır. Hakkı Celis onu yalnız bırakmamaya çalışır. Mali durumu iyice kötüleşmiştir. Buna rağmen, Seniha’ya istediği parayı gönderir. XIII.Bölüm: Bir gün Hakkı Celis Seniha’nın Avrupa’dan döndüğünü duyar. Genç şair, büyük bir heyecenla Naîm Efendi’ye haber verdikten sonra Şişli’ye koşar. Evdekilerin hepsi neşelidir. Hakkı Celis’e göre, Seniha eski kıvraklığını kaybetmiş, olgun bir kadın görünümü kazanmıştır. Ona askerliğinden bahseder. Seniha onu dinler görünmekle beraber kafası başka yerdedir. Bir ara Hakkı Celis’e: “Sen hayat adamı olamayacaksın!” der. Genç şair, “öyleyse ölüm adamı olurum...” karşılığını verir. Bu sözlerde, Seniha’nın Avrupa’daki çirkin yaşayışını hazmedememenin burukluğu vardır. Ona karşı beslediği aşk ile vatan aşkı arasında bocalar. Seniha’nın Avrupa’da NEDİM BEY adlı bir elçilik memuru ile Faik Bey’e benzer bir münasebet içinde bulunmuş olduğuna dair dedikodular yayılır. Bu arada, Seniha dedesi ile barışmak ister, fakat o kabul etmez. Ne var ki Seniha’ya karşı beslediği sevgiyi de bir türlü geri plana atamaz. Ara sıra, konaktaki odasına çıkar, ve onun bir zamanlar şen şekrak dolaştığı bu odayı, bütün tozuna toprağına rağmen seyreder, eski günleri yad eder. Naîm Efendi’nin hastalığı gittikçe artma temayülü gösterince Selma Hanımefendi onu yanına almak isterse de razı edemez. Fakat durumu kötüleşmektedir. Maddi durumunun iyiden iyiye fenalaşması yüzünden konağın kiraya verilmesi konusu ortaya atılalı huzursuzluğu son haddine varmıştır. XIV. Bölüm: Naîm Efendi, konağı kiralamak üzere gelenleri –kiraya verilirse kardeşinin yanına taşınmak zorunda kalacağı için- kapıdan çevirir. Fakat bir gün Selma Hanımefendi bir kiracıyı yanına alarak konağa gelir. Kiracılar, Naîm Efendi’nin perişan bir halde yatmakta olduğu odaya girip de onu görünce korku ve şaşkınlıktan bağırırlar. Durumu yürekler acısıdır. Hakkı Celis, dayısını ziyarete devam eder ve her defasında Seniha’dan bahsedilir. Naîm Efendi’nin kırgınlığı azalmıştır. Hakkı Celis ise, hâlâ, Seniha ile vatan aşkı arasında bocalamaktadır.
46
XV. Bölüm: Hakkı Celis, yeniden askere gideceği için veda ziyaretlerine çıkar. Nuriye ve Neyyire Hanımlara, Belkıs Hanımlara uğrar. Belkıs Hanım’a, Seniha ile mebus NECİP BEY arasında başlamış bulunan münasebetin pek yakında resmiyete döküleceğini söyler. Konak hâlâ kiracısını beklemektedir. Naîm Efendi hırçın ve hiddetli bir ihtiyar olmuştur. Her saat, her dakika Hakkı Celis’i aramaktadır. Başkalarını yanında konuşturmaz bile. Hakkı Celis, iki gün izin alarak çıkagelir. Naîm Efendi ona Seniha’nın evliliğinin kaldığını söyler; kendi yalnızlığından yakınır. Konak da Naîm Efendi ile birlikte günbegün yıkılıp gitmektedir. Hakkı Celis, Faik Bey’i aramaya giderken ona yolda rastlar. Gezinirlerken Seniha onları görür. Faik Bey’e elini dahi uzatmadan Hakkı Celis’i arabaya alır, eve giderler. Hakkı Celis, hâlâ onu sevmekte olduğunu anlar. Birlikte yemeğe inerler. Daha sonra Hakkı Celis cepheye gitmek üzere ayrılır. XVI. Bölüm: Seniha ile Hakkı Celis’in görüşmelerinden on beş gün sonra, Servet Beylerde, düğün gecelerini andırır gösterişte bir ziyafet verilir. Herkesin dekolte ve smokinli olduğu bu toplantıda, seferi kıyafetli iki kişi dikkati çekmektedir. Biri Suriye’den gelmiştir ve Seniha onu: “AZMİ BEY, nişanlım!” diye tanıtır. Diğeri ise silah arkadaşı HÜSNÜ BEY’dir. Naîm Efendi ölüm döşeğinde.. Sekine Hanım baş ucunda nöbette.. Servet Bey bir harp zengini şatafatı içinde kendinden geçmiş.. ortağı bulunan şeker tüccarının gözü Seniha’da... Ve Hakkı Celis, cephede, Hüsnü Bey’in kucağında can vermiştir. Anafartalarda ilk süngü hücumuna kalkanlar arasında bulunan Hakkı Celis, sağ kol ve omuzundan, sonra da göğsünün tam ortasından vurulmuştur. Hüsnü Bey’in olayı bütün teferruatıyla anlatmaya başlaması karşısında Seniha dayanamaz. Azmi Bey’in ikazı üzerine Hüsnü Bey susar... “Fakat, Seniha sadece güzel ve süslüdür.” K A H R A M A N L A R: SENİHA: Fizikî portresi: Daima, son çıkan moda gazetelerinin resimlerine benzer. Körpe, ince, çevik vücudu ipek böcekleri gibi sürekli bir değişim içindedir. Gözlerinin rengi, sesinin bestesi, kımıldanışlarının ahengi ve başının şekli de – günün aydınlığına göre- daimi olarak değişir. Sosyal portresi: Servet Bey ve Sekine Hanım’ın kızı, Naîm Efendi’nin kız tarafından torunudur. İyi bir öğrenim görmüştür, Fransızca bilir, bekârdır. Kapalı bir konakta yetişmiş, sonraları çevresi çok genişlemiş; gittikçe Batıya açılmış, açıldıkça da kendini dağıtmıştır. Yetiştiği konak, önemli devlet adamları yetiştirmiş, kültürlü ve önceleri varlıklı bir
47
ailenin konağıdır. Batılılaşma macerasına yenik düştükten sonra, konağın kendine mahsus havası kaybolmuş; değişmenin merkezinde de Seniha yer almıştır. Ruh portresi: İçi de dışı gibidir, durmadan değişir. Bazan şen ve şuh, bazan içine kapanık, dalgın ve kötümserdir. Şımarık, havai, maymun iştahlı, istekleri yerine gelse bile mutlu olmayan birisidir. Büyük bunalımları vardır. Yaşadığı ortamdan kaçıp uzaklaşmak ister. Kafasına koyduğunu yapar. Neyi ne zaman yapacağını bilemez. Bazan çok şefkatli, bazan çok hırçındır. Kıskanç, gururlu, çevreye sığamayan, sorumsuz, daldan dala konan, aklı kısa bir tiptir. Seniha, romandaki yerini iyi doldurmakta ve vak’ayı rahatlıkla sürükleyebilmektedir. Hemen her olay onun etrafında gelişmiş; hemen her olay onun hal ve hareketlerine göre şekillenmiştir. Bütün bu özelliklerinden dolayı romanın ana kahramanı odur. NAÎM EFENDİ: Fizikî portresi: Yaşı altmışın üzerinde, temiz ve düzenli giyinen bir adamdır. Dışarıda İstanbulin, ütülü pantolon, beyaz gömlek, siyah kıravat, beyaz dik kolalı yakadan meydana gelen bir kıyafetle dolaşır. Evin içinde ise gecelik biçiminde entari giyer, başına takke geçirir. (Yazar Naîm Efendi’nin dış görünüşünü teferruatıyla vermemiştir.) Sosyal portresi: II.Abdülmaid devri ricalindendir. Mabeyn-i Hümayuna mensubiyeti olmuş, buradan, Meşrutiyet inkılabından iki sene evvel istifa etmiştir. Hayatı kalabalık bir konakta geçmiştir. Eski terbiyeye göre yetişmiş, bilgili, görgülü, dostları arasında sevilip sayılan bir insandır. Ruh Portresi: Çekingen, içten titiz, iradesi zayıf, eğlenceyi seven, ahbaplar arasındaki sohbet ve ziyafetlere düşkün, zevkleri kırk evveline ait, bir ana kadar müşfik, bir dul kadın kadar titiz, fakat titizliği huysuzluğa kadar varmayan.. yenilikleri bir türlü hazmedemeyen bir insandır. Evindeki her gün daha kötülereşerek giden garip ve sefih hayatı kabul etmediği halde, bir türlü aktif tavır alamaz. S E R V E T B E Y: 45 yaşlarında, alafranga hayat namına akla gelmedik gariplikleri yapan, kelimenin tam manasıyla “züppe” birisidir. Kazasker Sadri Molla’nın oğlu Galatasaray mezunu ve Düyun-ı Umumiyye müfettişidir. Çocuklarını Avrupa terbiyesine göre yetiştirmek maksadıyla Madam Kronski’yi getirtmiştir. Evini Avrupa zevkine göre döşemiştir. Sorumsuz, hiçbir işi ciddiye almayan, küstah ve menfaatçi, zenginlik uğruna kirli işlere girmekten bile çekinmeyen, Türklük ve Müslümanlıktan nefret eden.. dejenere bir tiptir. (Romanda Faik Bey hayli aktif olmakla beraber, temsil ettiği Meşrutiyet nesli içinde Seniha’dan sonra gelmektedir. Naîm Efendi Tanzimat’ın, Servet Bey Servet-i Fünun devrinin, Seniha ise Meşrutiyet devrinin karakteristiğini temsil ederler. Romanın üzerine oturtulduğu üç neslin en kuvvetli tiplerinden biri (orta nesil temsilcisi) olduğu için. Servet Bey birinci derecedeki kahramanlar arasına alınmış; Faik Bey ise kendi neslinin temsilcisi olan Seniha’nın mütemmimi özelliğini
48
taşıdığından ikinci derecedeki kahramanların ilki olarak değerlendirilmiştir.) FAİK BEY: Kasım Paşa’nı oğludur. Kumral, zayıf, uzun boylu, saçları iyi taranmış, yüz hatları gayrimuntazam, ağzı büyük. gözleri yorgun, bakışları hummalı.. bu bakışlarından dolayı kadınların hoşlandıkları bir gençtir. Eğlenceden çok hoşlanır. Havai, şımarık ve kumar düşkünüdür. Sevilmek için sever, kimsenin nazını çekmez. Bütün düşünce ve davranışlarında maddi menfaatini ön planda tutar. Avrupa’da tahsil gördüğü için iyi Fransızca bilir. Belli bir işi yoktur. Eğlence yerlerinin, dans ve benzerlerinin bütün adabını bilir. H A K K I C E L İ S: Selma Hanımefendi’ni torunudur. Hassas, romantik, çekingen, şiire meraklı, ıztırabı zevk edinmiş, kendine güven duymayan, ağır başlı, makul tavırlı bir gençtir. Nereye çekilirse oraya gidecek kadar yumuşak huyludur. Seniha’yı içten içe sever, fakat bu duygusunu açıklamakta çok tereddütlü davranır. (Yazar, Hakkı Celis’i romandaki dejenere tiplerin karşısına koymuş, onların züppeliklerine karşılık, ona, vatansever, dürüst, fedakar, hamiyetli bir genç rolü yüklemiştir. Ancak, tıpkı Naîm Efendi’de olduğu gibi, Hakkı Celis bu rol için hayli zayıf bırakılmıştır. Eğer o daha kuvvetli bir karakter olarak verilmiş olsaydı, romandaki nesil çatışması çok daha etkili bir şekilde ortaya konabilir, entrik unsur da artabilirdi.) S E K İ N E H A N I M: Naîm Efendi’nin kızı, Servet Bey’in karısıdır. Çekingen, tembel, çocukları üzerinde etkisi olmayan, eski terbiyeye göre yetişmiş, iyilik ve saflığı budalalık derecesine varan, başkalarının iradesiyle hareket eden, eşi ve çocuklarının iradesine tümüyle teslim olmuş bir kadındır. SELMA HANIMEFENDİ: Naîm Efendi’nin kızkardeşidir. Otoriterliği yanında telaşlıdır. Konakta olup bitenlere doğrudan müdahale edebilen tek kişi odur. Tombul, haşmetli, otoriter, ağırbaşlı, akıllı, iradesi güçlü bir insan olan Selma Hanımefendi, Batılılaşma macerasından pek etkilenmemiştir. “Konak”ta olup bitenlerle ilgili gayretlerinden hiçbir olumlu sonuç alamaz. CEMİL: Seniha’nın kardeşidir. Eğlenceye düşkün olan bu genç, yaşının çok üzerinde bir gece hayatına bulaşmıştır. Sorumluluk duygusu taşımaz. Yanlış Batılılaşmanın “kurban” kahramanlarındandır. Neyyire, Nuriye, Belkıs Hanımlar, Madam Kronski vb. karakterler arka planda bırakılmıştır. Yazar bunları vak’a akışının
49
tamamlayıcıları olarak kullanmıştır. ROMANIN KONUSU: Kiralık Konak’ın konusu, “Tanzimat’la hız kazanan ve kısmen sistemleşen Batılılaşma hareketinin, bu devirden itibaren Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar birbiri ardından gelen üç nesil üzerindeki yıkıcı etkileri” olarak tesbit edilebilir. ROMANIN ANA DÜŞÜNCESİ: Batı medeniyeti alınırken temel değerlerimiz ihmal edilmiş, alınanlar da yarım yamalak alındığı için çok zararlı bir “değerler kargaşası” doğmuş, bundan da Türk milleti çok büyük zararlar görmüştür. (Bu anafikir, daha kısa olarak şöyle toparlanabilir: “Batılılaşma hareketi bilinen karakteriyle sürer gider ve tedbir alınmazsa millet bundan zarar görür.”) ROMANIN TEKNİK ÖZELLİKLERİ: PLÂN: Giriş/Serim Bölümü: Eserin G i r i ş bölümü, 5.sayfadan 38.sayfaya (Seniha’nın Büyükada’ya gidişi ve orada, nasıl birisi olduğunun tam olarak ortaya konulmasına) kadar devam eder. Yazar bu bölümde, vak’ayı başlatmış, başlıca karakterleri tanıtmış, ana düğümün ne olduğuna dair ipuçlarını vermiş, bazı ara düğümleri de atmıştır. Gelişme/Düğüm Bölümü: G e l i ş m e bölümü 39-183.sayfalar arasında yer almaktadır. Seniha’nın Büyükada’ya gidişi ve orada başlayan bazı ilişkiler ve olaylar, eserin tansiyonunu yükseltmiştir. (Bu bölümde, olay sayısı, ara düğüm sayısı ve çeşidi arttırılmış, arka plandaki kahramanlar da vak’anın içine sokulmuş, yeni bazı ara düğümlerin atılması yanında bazı ara düğümler de çözüme kavuşturulmuştur.) Sonuç/Çözüm Bölümü: Sonuç bölümü 183.sayfada başlayıp 189.sayfada bitmiştir. 189 sayfalık bir eser için toplam 6 sayfalık sonuç bölümü kısadır. Böyle bir tutum, vak’anın birdenbire kesildiği intibaını vermektedir. Bu bölümde, Seniha bütünüyle menfi bir dünyanın insanı olmanın son basamağına gelmiş, Naîm Efendi ölüm döşeğine düşmüş, Servet Bey ise –harp zenginliğinin de tesiriyle- Batılılaşmanın yıkımına tamamen kapılmış durumdadır. Romanın ana düğümünü teşkil eden “Yanlış Batılılaşmanın ve Seniha’nın sonu ne olacak?” sorusu bu bölümde cevabını bulmuştur. Kahramanlar sahneden çekilmiş, olaylar mukadder çözümlerine ulaşmış, anafikir tam olarak ortaya konulmuştur. VAK’A KURULUŞU: Vak’a, konunun harekete geçirilmiş şeklidir; –özellikle romanda- olaylar bütünüdür. Romandaki vak’anın hareketli olup olmadığı, olay sayısı ile çeşidinin çokluğu ve ilgi çekici olay seçimi ile yakından ilgilidir.
50
Kiralık Konak bu bakımdan değerlendirildiği zaman görülür ki, vak’a yeteri kadar hareketli değildir. Çünkü romanda yaklaşık olarak 45 adet kayda değer olay vardır ve her dört sayfaya bir olay düşmektedir. Yazar, entrik öğe zenginliğine pek önem vermemiştir. Bunun okuyucudaki merak duygusunu yeteri kadar kamçılayamadığı söylenebilir. Kiralık Konak’ın ana düğümü şöyle tesbit edilebilir: “Yanlış Batılılaşmanın son nesil içindeki temsilcisi olan Seniha’nın sonu ve böylesine ölçüsüz değişmenin toplum üzerindeki son tesiri ne olacak?” Eserde 15 civarında ara düğüm vardır. Bunlardan, ana düğümü doğrudan doğruya destekler yapıda olanları şöyle sıralayabiliriz: **Naîm Efendi’nin konağındaki alafranga hayatın sonu nereye varacak? (Bu düğüm, romanın başından sonuna kadar canlılığını korumakta, bu bakımdan da ana düğüme yakın bir mahiyet taşımaktadır.) **Seniha ile Faik Bey’in –seviştikleri halde- evlenmek istemediklerini duyan Naîm Efendi ailesinin tepkisi ne olacak? (Bu düğüm, sık sık çözüm noktasına gelir. Zira Naîm Efendi olsun, Servet Bey veya diğer aile fertleri olsun bu konuda kesin tavır alabilecek karakterde değildirler. Ancak yazar, okuyucuyu “artık ipler kopacak!” havasına sokmayı başarıyor. Düğüm bu bakımdan tesirlidir.) **Seniha ile Faik Bey arasındaki münasebet yeniden başlayacak mı? Başlayacaksa nereye varacak? (Bu düğüm arasındaki münasebeti –değişik vesilelerle- sık sık kesilme noktasına getirmiş, vesileler bularak yeniden alevlendirmiş, bu suretle önemli bir merak unsuru elde etmiş, bunu eserin sonuna kadar da sürdürmüştür.) **Servet Bey’in Naîm Efendi’ye karşı duyduğu kinin sonu nereye varacak? **Seniha ile vatan sevgisi arasında bocalayan Hakkı Celis, Seniha’nın cazibesinden kurtulup kendini vatana hasredebilecek mi? **Naîm Efendi, konağı kiraya verip Selma Hanımefendi’nin evinde yaşamaya razı olacak mı? DİL VE ÜSLÛBU: Eserin dili, devrin özelliklerini yansıtan bazı ibare ve ifadeler hariç tutulursa, konuşma dilidir. Bugün bile rahatlıkla anlaşılır. Terkipler fazla olmadığı gibi, zaman zaman kullanılanlar da kalıplaşmış terkiplerdir. Uslûp ise, fikir yönü ağır basan bir eser için hareketli sayılabilir. **Yazar, cümleleri gereğinden fazla uzatmamış, açık ve akıcı cümle kurmaya özen göstermiştir; **Devrik cümleye pek yer vermemiş, normal sentaksa uymuştur;
51
**Edebi sanatlara rağbet etmemiş, ara sıra baş vurduğu mecazları ise, kahramanların iç dünyalarını aydınlatmak maksadıyla kullanmış, bunda da istediğine ulaşmıştır; **Bozuk ve karışık cümle kullanmamıştır; **Cümle sonlarında değişik zamanlı fiiller kullanmak suretiyle monotonluğu önlemiştir; **Fikir cümlelerinin sıkıcı ve yeknesak olmaması için, kısa ve kesik cümleler yanında soru ve ünlem cümleleri kullanmış, böylelikle, fikir cümlelerine de akıcılık, açıklık ve tesir gücü kazandırmıştır. (Bütün bu saydığımız özelliklere dayanarak, Yakup Kadri’nin bu romanda sağlam bir üslûb kullandığı, eserin, yazıldığı döneme göre sade bir dille kaleme alındığı, sağlam cümle kurmaya özel bir önem verildiği...söylenebilir.) TOPLU HÜKÜM: Yazar, Türk milletinin karşı karşıya bulunduğu çok önemli bir sosyal problemi –geniş boyutlu olarak- okuyucuya sunmuştur. Ailelerin ve fertlerin öteden beri sürüp gelen kültür yapısının dışında kalışından doğan sosyal ve psikolojik sıkıntıların cemiyeti derinden sarstığı görüşü, bu romandaki kahramanların karşı karşıya geldikleri bazen gülünç, bazen acıklı olay ve durumlar vasıtasıyla anlatılmıştır. Yanlış batılılaşmaya karşı olduğu anlaşılan yazar, kendisi gibi düşünen kahramanları (Naîm Efendi, Hakkı Celis vb.) çekingen, zayıf iradeli; kendisi gibi düşünmeyenleri ise atılgan, arsız, hırslı bir yapıda göstermiştir. Olayların merkezinde yer aldığı halde her şeyin dışında kalan Naîm Efendi, olması gerektiğinden çok başka bir karakterde karşımıza çıkar. Onun gibi gün görmüş birisinin tepkilerinin daha kanlı-canlı olması, davranışlarının daha tutarlı, itirazlarının daha köklü olması beklenir. Fakat Naîm Efendi çok pasiftir. Buna karşılık, Seniha son derece hırçın ve girişken, Servet Bey utanmaz ve züppe, Faik Bey kural tanımaz ve aşırı serbest kimseler olarak ortaya çıkarlar. Buna rağmen her iki grubun da belirgin bir başarı kazanamadığı görülür. Yazar, mukavemet edenleri zayıf göstermiş, Batılılaşma taraftarlarını da belli bir başarıya ulaştırmamıştır. Bu tutumuyla, iki arada bir derede kaldığımızı göstermek istemiştir, denilebilir. Yazar, sosyal meseleleri tahlil ederken genellikle tarafsızdır. İmparatorluğun son zamanlarında daha fazla şahit olunan “ailenin çözülüş manzarası”nın tasvirinde, zaman zaman romantizmin de karıştığı bir realizm hakimdir. Eser, gerek çözülmenin acısını kuvvetle hissettirici bakış tarzı ve gerekse roman tekniği bakımından başarılı bir romandır. Anlatılan konu, elbette, çok ciddidir; ele alınış tarzı da buna uygundur. Tahliller, cemiyetimizin bünyesinde meydana gelen derin tahribatı gözler önüne serecek ciddiyettedir. Yazar, bu tahribatı: a-Türk ailesi dağılmıştır,
52
b-İnsanımız ahlâk yönünden aşınmıştır, c-Cemiyet, adet ve geleneklerin bozulması sebebiyle içten çürümüştür, d-Milli duyguların yerini kahredici bir aşağılık duygusu almıştır, gibi, sağlam temellere dayalı iddialarla ortaya koymuştur. Eserin dikkat edilmesi gereken bir yönü de, yazarın bu sosyal meseleyi ortaya koyarken “güdümlü sanat çıkmazı”na düşmemiş, bir başka deyişle, sanatkâr şahsiyetini ihmal etmemiş olmasıdır. KUTADGU BİLİG'DEN SEÇMELER - YUSUF HAS HACİB
1069 yılında Balasagunlu Yusuf tarafından yazılmış, Karahanlı hükümdarı Tabgaç Buğra Hana sunulmuştur. Eseri çok beğenen Tabgaç Buğra Han, eserin yazarı Yusufa has haciplik görevini vermiştir. Yazar bu nedenle daha çok Yusuf Has Hacip ismiyle anılmaktadır. Kut, Türkçede saadet ve devlet manalarına gelir. Kutadgu Bilig, kutluluk bilgisi, saadet bilgisi, devlet olma bilgisi,devlet idaresi bilgisi manalarında bir isimdir. Kutadgu Bilig gerek fert olarak gerek cemiyet halinde yaşayan insanların, iyi bir siyasetle idare edilip, dünyada ve ahrette mesut olmaları için tutmaları gereken yolları göstermektedir. Eser, mesnevi şekliyle yazılmış olup 6645 beyitlik bir esedir. Fakat Yusuf Has Hacip, Türk kültürünün öğelerinden olan manileri, eserinin çeşitli yerlerine yerleştirerek eserini Türk-İslam sentezi eseri haline büründürmüştür. Könül kimni sevse körür közde ol Közin kanca baksa uçar yüzde ol Könülde negü erse arzu tilek Ağız açsa barça tilin sözde ol Gönül kimi sevse gözünün önünde hep onu görür Göz ne yana baksa onun hayali uçar Gönülde arzu, dilek her ne ise İnsan ağzını açınca hep ondan söz açar Bu manilerin İslamiyet öncesi manilerden farkı vezin hususundadır. Yusuf Has Hacip, eserinde kafiyeye de önem vermiştir. Bu dünya işi kör oyun ol oyun Oyunka katılma nerek bu oyun İdin varlığa kıl özin kullukı Kalı kılmasa sen anuk tut boyun
53
Bu dünya işi oyundur oyun Oyuna katılma neyine gerek bu oyun Allahın varlığına uy, kendi kulluğunu bil Böyle yapmazsan boynunun gitmesine hazır ol Küvencim avıncımcım sevincim kamuğ Sevinci içinde turur ey Uluğ Güvenim, avuntum, sevincim Hepsi senin rızan içindir ey ulu Tanrım Kutadgu Bilig, İslam-Türk klasik edebiyatının, şimdilik ilk Türk eseridir. Edebi bakımdan ilk sayıldığı gibi, dil bakımından da Orta Türkçe veya daha dar bir sahada düşünürsek, Hakaniye Türkçesinin ilk örneğidir. Kitabın yazıldığı lehçe, Karahanlı Devletindeki bütün boyların konuşma dili değil, anlaşma dili, yani devlet ve yazı dili idi. Kaşgarlı Mahmud’un bu lehçeyi Hakaniye adıyla anması da bunu göstermektedir. Kutadgu Biligde dil henüz saflığını korumaktadır. Eserde güçlü bir İslam-İran etkisi olmakla birlikte Arapça ve Farsça sözler yüz tane kadardır. İlginç olan, bunların içinde İslamiyet ait helal, haram, ecel, şükür, dua, şeriat, tarikat, fazl, nimet gibi sözcükler bulunmasına rağmen ve Yusuf da muttaki bir Müslüman olduğu halde, Allah kelimesinin bir kez bile kullanılmamış olmasıdır. Genellikle Türkçe Tanrı, İdi, Bayat, Ugan ve seyrek olarak da Arapça Rab kelimeleri kullanılmıştır. Peygamber ve Resul kelimeleri de kullanılmamış, onların Türkçe karşılığı olan Yalavaç ve Savcı tercih edilmiştir. En dikkat çekici olanı ise Tengri Taala ifadesidir ve bir sentezin sembolü gibidir. Eserin adı kutadgu ve bilig gibi iki Türkçe kelimeden meydana gelmiş bir tamlamadır. Tamlanan bilig kelimesi, bil- fiil kökünden -g fiilden isim yapma eki ile yapılmış bir isim olup, bilgi demektir. Tamlayan Kutadgu kelimesi ise, kut isim kökünden -ad- isimden fiil yapma eki ile yapılmış kutad- fiilinden -gu eki ile yapılmış bir isimdir. Kutadgu Bilig, kutlandıran bilgi veya kutlu olma bilgisi demektir. Bu çeviri üzerinde anlaşılmakla birlikte, kök unsur olan kut kelimesinin anlamı üzerinde bir türlü fikir birliğine varılamamıştır. Radloff ve Thomsen bu sözün saadet anlamında kullanıldığını düşünmüşlerdir; Barthold’a göre majeste (Haşmetmeab) karşılığı olarak kullanılmıştır. Arsal ve Kafes oğlu, kelimenin siyasi iktidar kavramını ifade ettiğini, talih, saadet, bahtiyarlık gibi karşılıkların ikinci planda kalan ve ancak sonraları ortaya çıkan tali anlamlar olduğu kanaatindedirler. Karamanlı oğlu, kut kavramının tamamen devlet sözünün bugün de ifade ettiği anlamlar karşılığı olduğunu kabul ediyor; yani, hem hükümranlık hem saadet. Bu yorum, doğruya en yakın olanı gibi görünmektedir. Bütün bu tartışmalar boyunca, Yusuf’un bilerek bir dil oyunu yapmış olabileceği kimsenin aklına gelmemiştir. Belki de, bu dil oyunu sayesindedir ki, Kutadgu Bilig felsefi yoruma daha uygun bir hale gelmiştir: Hükümdar olabilecek kişi, hükümdar olmakla, ancak kendini gerçekleştirebilir. Bu gayeye eriştiğinde tamamlanmış olur ve aynı anda mutluluğa da kavuşur. Zira mutluluğun önündeki en büyük engel eksikliktir. Kutadgu Bilig’in bu güne değin üç nüshası bulunmuştur. Bunların hepsi de eserin yazıldığı dönemden çok sonra, eserin aslından değil de, kopyalarından alınmış ikinci kat kopyalardır. Bu nüshalar, bulundukları yerlerin adları ile Viyana, Mısır ve Fergana nüshaları olarak anılırlar. Uygur harfleri ile yazılı olan Viyana nüshası 1439da Heratta kopya edilmiştir. Aynı yüzyıl içinde Tokat’a, oradan da 1474de İstanbul’a getirilmiştir. Ünlü tarihçi Hammer, bunu XIX. yüzyıl başlarında
54
İstanbul’da satın alarak Viyana Saray Kitaplığına vermiştir. Bilim dünyasında ilk tanınan nüsha budur. Arap harfleri ile yazılı olan ve Kahire’deki Kral Kitaplığında bulunan Mısır nüshasının ne zaman yazıldığı belli değildir. Bu nüsha 1896da tespit edilmiştir. 1914de bulunan ve yine Arap harfleri ile yazılmış olana Fergana nüshası ise, eldeki nüshaların en eskisidir ve XIII. yüzyıla ait olduğu sanılmaktadır. Her üç nüshanın tıpkıbasımları Türk Dil Kurumunca yayımlanmıştır. Bu üç nüshanın karşılaştırılması ile meydana getirilen metin ve eserin günümüz Türkçesine çevirisi, Reşit Rahmeti Arat tarafından hazırlanmıştır. Aratın hazırladığı karşılaştırmalı nüsha 88 bölümden oluşmaktadır. Baştaki 11 bölüm giriş, 74 bölüm asıl konu, son 3 bölüm de bitiriş bölümleridir. Eser, genellikle mesnevi biçimiyle, sondaki bitiriş bölümleri de kaside biçimiyle yazılmıştır; bunlar 6299 beyit tutmaktadır. İçinde 173 tane de dörtlük vardır ki, hepsi birden 13.290 dize etmektedir. Bu dörtlükler biçimdeki milli unsuru teşkil etmektedirler. Kitabın başında sonradan başkalarınca eklenmiş olan, nesir ve nazım olmak üzere iki önsöz vardır; bunlar eserin yazarı, konusu ve şöhreti hakkında bilgi vermektedirler. Sözü edilen üç nüshanın da Türklerin hakim olduğu coğrafyalarda bulunmuş olması, Kutadgu Biligin, vaktiyle bütün Türk dünyasına yayılmış olduğunu gösterir. Yayık nehrinin ağzına yakın, Saraycık denilen yerde, üzerinde Kutadgu Bilig’den alınmış dizelerin olduğu bir çömleğin bulunması, bugüne kadar bulunan nüshaları az olmasına rağmen, zamanında epeyce meşhur olduğunu düşündürtür. Kutadgu Bilig alegorik bir münazara karakterindedir. Eserin temeli dört kavram üzerine kurulmuş; bunlar kişileştirilerek eserin dört kahramanı ortaya çıkartılmıştır. Bunlar dört kişi olmakla beraber, kitap ikili konuşmalardan oluşur. Dört temel kavram ve bunları temsil eden kişiler şunlardır: Kün-Togdı (hükümdar): köni törü (Adalet) Ay-Toldı (vezir): kut Ögdülmiş (vezirin oğlu): ukuş (Akıl) Odgurmış (vezirin kardeşi): akıbet (hayatın sonu) Bu dört kişi arasında geçen konuşmalarda; birey, toplum ve devlet hayatının düzenlenebilmesi için gerekli olan görgü, bilgi ve erdemlerin neler olduğu ve bunların nasıl elde edilip kullanılacağı anlatılır. Böylelikle, ideal olan devlet ve toplum yapısı belirlenmek istenir. Sadece dört kavramın birbirleriyle olan ilişkileri veya temsilci kişilerin konuşmalarının içerikleri açılarından sonuçlar çıkarmak mümkün olduğu gibi, her iki durum gözetilerek de değerlendirme yapılabilir. Bugüne kadar, eser ile ilgili yapılan çalışmalarda, üzerindeki Hint-İran, Çin, Yunan ve İslam etkileri vurgulanmıştır. Bunların hepsi mümkün olabilir. Türkler İslamiyet’i doğrudan doğruya Araplardan değil, İranlılar vasıtasıyla almışlar ve özellikle Maveraünnehir’deki İran kültürüyle ilişkide olmuşlardır. Çini iki bin yıldır tanımaktadırlar ve kültür alışverişinde bulunmuşlardır. İslam felsefesi ise, Yunan felsefesinin en büyük mirasçısı olmuş; özellikle Aristoteles felsefesi, bu topraklarda, başta Farabi ve İbn-i Sina olmak üzere temsil edilmiştir. Ancak bu durumların hiçbirisi Kutadgu
55
Bilig’in özgün olmadığını göstermez. Çünkü Kutadgu Bilig’in önemi hikayesinde ve şeklinde değil, kitaptaki tartışmaların konu içeriğindedir. Sosyal hayat, ahlak, bilgi ve özellikle devlet anlayışı hakkındaki fikirler, tamamen eski Türk geleneğinin sonucudur. Kutadgu Bilig’de iyiliği telkin eden sözlerin dayanağı ise, bütün dinlerde ve ahlakçı felsefe sistemlerinde rastlanabilen evrensel ilkelerdir ve kimsenin malı değildir. Eser üzerindeki çalışmalarıyla tanınan İtalyan Türkolog A.Bombaci, tamamen orijinal bir eser olduğu hükmüne varıyoruz demektedir. Bu tartışmaların dışında, çok yeni olarak, eser üzerinde bir Sümer etkisinden söz ediliyorsa da, bunu temellendirmek oldukça güçtür; yine de hükmü zamana bırakmak gerektir. Kutadgu Bilig’in, dönemini tasvir ettiği; yaşamasını istediği değerleri tespit ettiği; maziyi canlandırmak istediği ve ideal bir toplum ve devlet modeli tasarladığı söylenmiştir. Bunların hepsi de iç içe geçmiş şeylerdir ve doğrudur. Eserin ne tür nedenlerden dolayı kaleme alındığı bilinmemekle beraber, dışarıdan gelen bir emir veya istek üzerine yazıldığını gösteren bir işaret yoktur. Yusuf’un, yaşadığı dönemin iç karışıklıkları yüzünden sarsılmış olan toplum ve devlet düzenini, bir ideal devlet tasarlamak suretiyle eleştirdiği anlaşılmaktadır. Kitabın sonlarında yer alan Zamanenin bozukluğunu ve dostların cefasını söyler başlıklı bölümde bunu açıkça görmek mümkündür. Kutadgu Bilig, geçmişe referansla geleceği kurma çabasıdır. Yüzyıllar boyunca imparatorluklar kurmuş bozkır atlı kültürünün pratik zeka ve zihniyetini teorileştirme denemesidir. Türk kültürü bakımından tartışılmaz bir öneme sahip Kutadgu Bilig, Roux’a göre, bunun yanı sıra başka bir işlevi daha gerçekleştirmiştir. Bu da, kavmi ve dilbilimsel köklerine hala bağlı kalmayı sürdüren bir dinin gerçekten evrensel nitelikte bir dine dönüşmesine yardımcı olmaktır.
KUYRUKLU YILDIZ ALTINDA BİR İZDİVAÇ - HÜSEYİN RAHMİ GÜRPINAR KİTABIN ÖZETİ : 1910 yılının Mayıs ayında Halley Kuyruklu Yıldızı’nın dünyaya çarpacağı söylentisi yayılır. Bu haber dünyada olduğu gibi İstanbul’da da bir panik yaratır. Kenar mahallelerdeki cahil kadınlar da bu işi kendi anlayışlarına göre yorumlarlar.Romanın kahramanı olan İrfan Galib de bu mahallede oturmaktadır. Zengin bir ailenin oğlu olan İrfan, batı ilimlerini tahsil etmiş, geniş fikirli fakat tuhaflıkları olan bir gençtir. Yolda peçeli bir kadın görür.Onun çok güzel ve bilgili bir genç kız olduğunu hayal ederek peşine takılır.Bir çok tesadüften sonra, bu güzelle ilgili hayaller kurar. Acemice bir konuşma girişiminden sonra kadın tarafından terslenir. Bu olay onu büyük bir kadın düşmanı yapar. Kadınların zayıflığı ile ilgili makaleler yazar.Kadınları korkutarak küçük düşürmek için Halley Kuyruklu Yıldızı ile ilgili konferanslar düzenlemeye karar verir. Anatomi, astronomi,fizik karışımı tuhaf konferansına, bir de kuyruklu yıldızın çarpmasıyla kopacak olan kıyameti tasvir eden korkunç rüya ekler.Bir süre sonra maceraperest bir kadından mektup alır. İrfan bu mektuba coşkun ve duygulu bir cevap yazdıktan sonra konferansının ikinci bölümünü hazırlar.Ev halkını ,mahalle esnafını kıyametin kopacağına inandırmıştır. Herkes birbirine itiraflarda bulunarak helalleşir.İkinci konferansta İrfan’ın kıyamet sahnesini tasvir ettiği sırada ,önceden hazırladığı küçük oyun sahnelenir. Etrafta patlayan çat patlar ,fişekler ,yukarı katta devrilen masa ve dolaplar, kadınları çılgına çevirir. Bu sırada tanımadığı hayranı ile mektuplaşması sürmektedir.Onun hakkında çok kötü şeyler 56
öğrenmesine rağmen kadına evlenme teklif eder.Kadının bu evlilik için bir şartı vardır. Kuyruklu yıldızın çarpacağı ana kadar İrfan’a yüzünü göstermeyecektir. Halley’in görüneceği gün düğün yapılır.Evin damında dürbünle gökyüzünü araştıran gelinle güvey arasında bilimsel , felsefi ,uzun konuşmalar geçmektedir. Genç gelin ,evliliğinin ilk gününden aklını ,bilgisini kocasına ispat ederek, eşit şartlarda sürecek bir beraberliğin temelini atmıştır.Gelin hanım İrfan’dan kadınların öcünü almak için bir oyun yapmıştır ve bu oyunun sonunda İrfan’ın ona iyi bir koca olacağını anlamıştır. KİTABIN ANA FİKRİ : İnsanların cahilliklerinden dolayı farklı yorumlanan bazı olaylar sonucunda ,kadınların ve erkeklerin eşit şartlarda muhakeme gücüne sahip olduklarını ve kurulan yeni bir yuva anlatılıyor. 4.KİTAPTAKİ OLAYLARIN VE ŞAHISLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ : İRFAN GALİB :Batı tahsili görmüş, yaratıcı zekasını iyi kullanan insanları çok rahat etkileyebilen tuhaf, yakışıklı bir gençtir. LÜTFİYE : İrfan’ın evlendiği, zeki ve güzel, iyi bir eğitim almış hanımefendidir. EV HALKI :Cahil, her şeye çok rahat inanabilen sevdiklerine yürekten bağlı olan kişiler. ESNAF : Her duyduğuna çok çabuk inan ,araştırmayı sevmeyen cahil insanlar KUYUCAKLI YUSUF - SABAHATTİN ALİ Özet: Sabahattin Ali'nin bu romanını şöyle özetleyebiliriz: 1903 sonbaharında, bir gece eşkıyalar tarafından basılan Kuyucak köyünü teftişe gelen kaymakam ve yardımcıları iki kişinin öldürüldüğü evde yalnız bir çocuk bulurlar. Çocuğun adı Yusuf’tur ve ölenler onun anne ve babasıdır. Kaymakam Yusuf’un soğukkanlılığına hayran kalır ve onu evlat edinir. Yusuf, sessiz ve içine kapanık bir çocuktur. Kaymakamın karısı olan Şahinde’nin yüzsüzce Yusuf’u aşağılaması bile onu etkilemez. Yusuf’un kasabada ilgilendiği tek kişi kaymakamın kızı Muazzez’dir. Kaymakam Salahattin Bey’in Edremit’e tayininden sonra Yusuf okula başlar; ama okumayı öğrendikten sonra okula olan ilgisini kaybeder ve okulu bırakır. Seneler sonra Muazzez 13 yasındayken bir bayram günü, Yusuf, Muazzez ve arkadaşları Ali, bayram yerine giderler. Ali ve Muazzez salıncakta sallanırken, kasabanın eşrafından Şakir Muazzez’e sarktığı için Yusuf Şakir’i döver. Şakir bunun üzerine intikam yemini eder. Babası Hilmi Bey’le işbirliği yapar ve Hilmi Bey, Salahattin Bey’e kumar oynatarak Salahattin Bey’i kendine borçlandırır. Borcunu ödeyemeyen Salahattin Bey, Muazzez’i Şakir’e isteyen Hilmi Bey’e boyun eğmek zorunda kalır. Ancak Yusuf’un arkadaşı Ali’nin borcu ödemesiyle evlilik planları iptal olur. Yaptığı iyilikten dolayı Muazzez’in Ali ile evlendirilmesine karar verilir. Bunun üstüne, Muazzez, Yusuf’a onu sevdiğini söyler. Yusuf da aslında Muazzez’i seviyordur, ama ellerinden bir şey gelmez. Ali’nin Muazzez ile evlenmesinden hoşnut olmayan Şakir, bir düğünde Ali’yi vurup öldürür; ama arkadaşı Hacı Ethem’in düzenlediği çeşitli dolapların sonucunda serbest kalır. Bu sırada Yusuf Kübra adında, Şakir ile Hilmi Bey’in
57
tecavüzüne uğramış bir kızla tanışır ve bu sayede hem Yusuf hem de Salahattin Bey, Hilmi Bey ve Şakir’in gerçek yüzünü görürler. Şahinde, zenginler arasında bir yer edinme isteğiyle kızını gizlice Hilmi Bey’lere götürür, onu Şakir ile evlendirme niyetindedir. Yusuf kesinlikle böyle bir evliliğe karşıdır. Bir arabayla Muazzez’i çevredeki bir köye kaçırır ve orada evlenirler. Salahattin Bey onları bulur ve Edremit’e dönmeye ikna eder. Salahattin Bey, işsiz olan Yusuf’a kaymakamlıkta katiplik işi verir; ama Yusuf masa başı işler için yaratılmış bir insan değildir. Salahattin Bey’in ölümüyle ailenin düzeni bozulur. Yeni kaymakam Yusuf’u Edremit’ten uzaklaştırmak için ona vergi toplama işi verir. Yusuf ve Salahattin Bey olmadan Şahinde sonunda istediği gibi davranmaya başlar. Şehrin önde gelenlerinin katıldığı yemekler düzenler. Muazzez bu yemeklerden ilk başlarda uzak dursa da bir süre sonra karşı koyamaz ve alkolün de etkisiyle kendini iyice bırakır. Bu çöküşü gören Yusuf, Şahinde’yi uyarır; ancak Şahinde onu dinlemez. Bir gece Yusuf böyle bir yemeği basar ve rastgele ateş eder karanlık odaya. Muazzez dışında odadaki herkes olur. Yusuf yaralanmış olan Muazzezi alıp kasabayı terk eder, ama Muazzez yolda ölür. Yusuf onu bir ağacın altına gömer ve uzaklara gider. Konu ve Konular Arasındaki İlişki: Romandaki bütün konular kent yaşamının getirdiği yozlaşma ve buna karsı Yusuf tarafından verilen mücadele ile ilgilidir. Yusuf ile Şakir arasındaki sürtüşme yozlaşma ile iyilik arasındaki savaşı temsil ediyor. Şahinde’nin gözünü kızını harcayacak kadar hırs bürümesi, kent yaşamının basit bir kadını nasıl bir canavara dönüştürebileceğini gösteriyor. Salahattin Bey’in kendini içkiye ve kumara vermesi, Kübra ile annesinin başından geçenler, vs. Bu konuların hepsi adeta yozlaşmışlığı vurgulamak için romanda işlenmiş ve hepsine karşı Yusuf’un aldığı bir tavır var. Kent-doğa, yapay insandoğal insan, yozlaşmışlık-masumiyet, ikilemleri kitap boyunca gelişen olaylarla birbirlerine bağlanmışlar. Ana Olaylar ve Yan Olaylar: Ana olay Şakir’in Muazzez’e sarkması ve sonra da onunla evlenmeye çalışması olarak kabul edilebilir. Kübra’ya yapılan tecavüzün açığa çıkması, Salahattin Bey’in kumarla borçlandırılması ve Ali’nin olumu hep bu olaydan sonra yaşanır. Muazzez ve Yusuf’un evliliğine giden yolu açan da bu olaylardır. Bir başka ana olay Salahattin Bey’in ölümüdür. Salahattin Bey etkisiz bir karakter gibi gözükse de, aslında aile içinde dengeyi sağlayanın o olduğu ölümünden sonra ortaya çıkar. Şahinde’nin tamamen kontrolden çıkıp kendiyle birlikte kızını yozlaşmayı temsil eden insanların kucağına atması, Yusuf’un Muazzez’den iyice uzaklaşması, bu ölümden sonra gerçekleşir. Yapıttan Birtakım Örnekler: Şakir’e ve onun yandaşlarına hiçbir kanun kuruluşunun dokunamaması ilgi çekici bir olay. Adam öldürseler bile başlarına bir şey gelmiyor. Bugünün sorunlarına büyük benzerlik taşıyan bir durum. Osmanlı’nın son dönemlerinde ne derecede sosyal bir çöküş yaşadığının da açık bir örneği. Muazzez adeta bir eşya gibi kullanılıyor. O zamanlar belki bir medeni kanun yoktu, ama eğitimli aileleri kızlarını böyle kullanmadıkları biliniyor. Salahattin Bey gibi eğitimli bir insanın, borçları karşılığında kızını vermesi bir türlü doğal gelmiyor. Kitapta doğa ve kasaba arasında keskin bir fark vardır. “Salahattin Bey başının dönmeye başladığını fark etti. Bu kadar geniş ve güzel bir tabiatın ortasında kendini şaşırmış gibiydi. Fakat gözlerini tekrar etrafta dolaştırırken, aşağıda mor bir duman tabakasıyla örtülmeye başlayan kasabayı gördü ve irkildi.” (s.142). Bunun gibi betimlemeler üst üste bu farkı
58
vurgulamaktadır. Yazarın bu denli keskin bir ayrıma gitmesi ilginçtir. Yusuf okuyucuya kitabın başında Dede Korkut hikayelerindeki yiğitler gibi takdim edilmiş. Yusuf: “Bir şey değil Doktor Bey, bir parmaktan ne çıkar?” (s.10). Bir çocuğun anne ve babası öldürülüp parmağı kesildikten sonra böyle bir laf etmesi pek alışılagelmiş bir olay değildir. Erişkin bir insan bile bu kadar soğukkanlı olamaz. Gerçekçi bir romanın böyle başlaması bir çelişki gibi gözükse de, ileride yaşanan olayların üstesinden ancak Yusuf gibi güçlü bir kişilik gelebilir. Yapıtta olmayan ilginç bir unsur olarak kasaba da hiç Rum olmaması gösterilebilinir. Hikaye mübadeleden önce Ege bölgesinde geçiyor, ama karakter olarak sadece Türkler var. Sosyal Çevre, Yer, Zaman, Dönem, Kişiler: Roman Kuyucak’ta başlar. Kuyucak Aydın’ın Nazilli kazasına yakın bir köydür ve eşkıyaların basmasından anlaşılacağı kadarıyla, tecrit edilmiş bir yerdedir. Romanın büyük bir kısmı bir şehir ortamı olan Edremit kasabasında devam eder. Edremit’te sosyal çevre geniştir, ama insanların içten olmayışı yüzünden buradaki çevre Yusuf için köyde olduğundan daha da küçüktür. 1903 yılı sonbaharında başlayan romanın tam bitiş tarihi belli değildir, ancak sonu Birinci Dünya Savaşı dönemlerine denk gelmektedir. Roman 2.Meşrutiyet dönemini de kapsar, ancak ne savaşın ne de yeni yönetim biçiminin kasaba yaşamı üzerinde etkisi vardır. Roman boyunca tarihler açık bir şekilde belli edilmemiştir. Bu da okuyucuya bu olayların tarihten bağımsız olarak her zaman gerçekleştiği hissini verir. Romanın ana kişisi Yusuf’tur. Yusuf mert, dürüst ve saf kalmış insanı temsil eder. Köylü olması onun bu vasıflarının kaynağıymış gibi gösterilir. Yusuf’un bu örnek kişiliğine en yakın kişi Muazzez’dir ve Muazzez hikayenin sonlarına kadar kente karsı direnmeyi başarır. Salahattin Bey’in kızı Muazzez’de aynen Yusuf gibi temizliği ve içtenliği temsil eder. Kentlilerin içinde de iyi kalmış insanların olabileceğini gösterir. Kentte temiz olarak kalmış bir başka insan da Ali’dir. Onun erken gelen ölümü kent düzenine ayak uydurmamasının cezasıdır. Hilmi Bey ve oğlu Şakir tecavüz eden, adam öldüren, rüşvet veren, ahlaksız, kanun tanımaz karakterlerdir. İkisi romandaki en kötü kişiliklerdir ve kent yaşamını temsil ederler. Hacı Ethem bu insanların sırtından geçinen ve onların pis işlerini gören bir insanıdır. Güya Şakir’in arkadaşıdır, ama aralarında çıkara dayanan bir ilişki vardır. Salahattin Bey’in karısı Şahinde bu kötü insanların oluşturduğu şehirli grubunun üyesi olmak için can atan bir kadındır. Yusuf’un köylülüğünü ilk geldiği günden itibaren aşağılar. Şahinde görgüsüz, şirret, eğlence ve çıkar düşkünü bir kadındır. Hırsı sayesinde Salahattin Bey’in ölümünden sonra bu gruba kendini katar. Maalesef kendiyle birlikte Muazzez’i de sürükler. Salahattin Bey ise iyi ve kötülerin ortasında bir çizgidedir. Fazla olaylara karışmayan, karısına karşı sesini çıkaramayan, fazla etkisini gösteremeyen bir karakterdir. İçinde iyilik olsa da çevresindeki kötüler yüzünden bir türlü istediği yaşamı yaşayamayan bir insandır. Kitaptaki kötü karakterler mutlak kötüler, iyi karakterler de mutlak iyiler. İyi ile kastedilen insanlar saf, içten insanlar. Kötüler ise ikiyüzlü, ahlaksız insanlar. Yusuf’un sevdiği her karakterin iyi olması da ilginç bir ayrıntı. Okuyucu çoğu kez
59
Yusuf’u bu yüzden Sabahattin Ali’nin kitap içindeki kuklası gibi görebilir. KÜÇÜK AĞA - TARIK BUĞRA Tarık Buğra'nın Küçük Ağa adlı eserinin başlıca özellikleri şöyledir: KİTABIN KONUSU: Birinci Dünya Savaşı ile birlikte Osmanlı Devleti eski gücünü, heybetini kaybetmeye başlamış, isyanlar ve işgallerle zayıf duruma düşmüştür. Kitapta, bir Anadolu kasabası olan Akşehir'den yola çıkılarak, kurtuluş mücadelesinin bir bölümü anlatılmaktadır. Olaylar Akşehir’in bir kasabasında başla ve gelişir. KİTABIN ÖZETİ: Dünya Savaşı resmen sona ermiş olmakla birlikte, Osmanlı Devleti üzerinde yarattığı etkiler tüm gücüyle devam emektedir. Savaş sonrası birçok asker memleketlerine geri dönmüştür. Zayiatın büyüklüğü evlerine dönen erlerin çoğunun gazi oluşuyla daha da iyi anlaşılmıştır. Bu erlerden biri de Salih adlı Akşehirli bir askerdir. Memleketine döndüğünde kaybettiği kolunun acısıyla beraber, ülkenin durumunu daha acı bir şekilde anlayan Salih gittiğinden beri çok şeyin değiştiğini görür. Önceleri dost olarak yaşayan Rumlar ve kendi halkı şimdi birbirinden soğumuştur. Salih’in samimi arkadaşı olan Niko da bir Rum dur ve gelişmelerden o da etkilenmiştir. Yavaş yavaş Yunan ve İngiliz ordularının işgal haberleri gelmekte ve iki halkın birbirine olan düşmanlığı artmaktadır. Salih ise yüzyıllardır Osmanlı himayesinde rahatça yaşayan Rumların bu davranışını bir ihanet olarak görmekle beraber arkadaşı Niko’dan kopamamaktadır. Rumlarla olan dostluğu kasabalı tarafından fark edilir ve kasabalı Salih’i dışlar. Salih artık sürekli Niko ve O’nun çevresiyle dolaşır olmuştur. Artık Osmanlı ve Padişaha olan güvenci de sarsılmıştır. Kaybettiği kolunun hayatına tesiri büyük olmuştur. Kimsenin O’na hak ettiği saygıyı göstermediğine inanan Salih kendini namazdan niyazdan çekmiştir. Öte yandan halk işgallere tepkisiz kalmama kararı almıştır fakat bunun kimin önderliğinde yapılacağı karmaşası vardır. Salih günler geçtikçe kendi kasabalısının tepkisini kazanmış ve artık istenilmeyen biri olmuştur. Bu sırada kasabaya İstanbullu Hoca adında bir hoca gönderilir. İstanbul’dan gönderiliş amacı kasabada padişaha ve Osmanlı’ya bağlılığı teşvik edici düşünceyi sağlamaktır. Hoca gerçekten de çok etkili bir insandır ve halkın büyük beğenisini ve takdirini kazanır. Vaazlarda cemaate Osmanlı padişah ve din lehinde düşüncelerini aktarmaktadır. Bu sırada memlekette Hoca’nın düşüncesine tam ters olmamakla birlikte, kurtuluş ümidi olabilecek bir örgüt kurulmaktadır. Kuva-i Milliye adı verilen bu örgüt Anadolu’da işgalleri önlemek ve İstanbul ve padişah yönetiminin boyunduruğundan kurtulmak için kurulmuştur. Fakat Kuva-i Milliye’nin işi çok güçtür. Memlekette işgallere karşı veya işgallerden yana birçok örgüt vardır. Kuva-i Milliye önce bu örgütleri kendi tarafına çekmeli veya bertaraf etmelidir. Hocanın vaazları da Kuva-i Milliye ilkelerine ters düşmektedir. Hoca her fırsatta padişaha bağlılıktan bahsetmektedir, Kuva-i Milliye ise padişahtan kurtulmak, yeni bir yönetim kurmak amacını gütmektedir. İşte bütün bu ihtilaflar dolayısıyla Kuvayı Milliye yandaşları ve Hoca arasında bir elektriklenme ve zıtlaşma meydana gelir. Hoca ise halka kendini çok sevdirmiştir çünkü her yönüyle iyi ve doğru bir insandır. Fakat Hoca da kendi içinde bir yandan
60
yaptığı işin gerçekten doğru olup olmadığının sorgulamasını, padişaha olan güvencinin doğruluğunun şüphesini yoklamaktadır. Kuvvacılarla Hoca arasındaki çatışma zamanla iyice açık şeklini alır ve vaazlarda karşıt fikirler açıklanır. Olaylar gelişirken Salih ise unutulmuşluk ve terk edilmişlikten bir kaçış olarak Kuvayı Milliye’ye katılmaya verir. Onu bu kararı vermeye zorlayan başka bir şey ise yakın arkadaşı Niko’nun da sonunda Osmanlıya karşı savaşta yer almasıdır. Salih bu ihanetin öcünün peşinden koşacak ve kurtuluş mücadelesinde büyük rol oynayacaktır. Kuvva bir türlü hizaya gelmeyen Hoca hakkında ölüm emri çıkartır. Hoca evliliği ve çocuğu ve en önemlisi de halkın zorlamasıyla Akşehir’den kaçar ve çete reislerine sığınır. Kuvva ile arasında yaşanan kovalamacadan sağ kurtulur ve kendi başına yanına adam da alarak bir kasabaya sığınır. Kuvva ise Hocayı kaçırdığı için üzgündür ve Salih’i O’nu bulmakla görevlendirir. Hoca ise şimdi hangi tarafta yer almak gerektiğinin hesabını yapmaktadır. Kuvayı Milliye ise her geçen gün başarı kazanmakta ve güçlenmektedir. Salih Hoca’yı bulur ve O’nu padişah hizmetinden vazgeçerek Kuvva yararına çalışmaya ikna eder. Beraberce Çerkez Ethem’in kardeşi Tevfik Bey’in çetesine katılırlar. Çerkez Ethem ve kardeşleri milli mücadelede en büyük rollerden birini üstlenmiş ve gerek düşman işgallerine gerekse ayaklanmalara karşı başarılar sağlamışlardır. Fakat şimdi düzenli ordu ve İsmet Paşa’nın emri altına girmek söz konusu olunca Çerkez Ethem ve kardeşleri zıt bir tavır takınarak Kuvva’ya ve Ankara’ya karşı isyan bayrağı açmıştır. Hoca ise bu yolun yanlış olduğuna inanır ve onları bu yoldan döndürmek için planlar kurar. Hoca’nın amacı Çerkez Ethem ve kardeşlerini Kuvva’ya karşı cephe almaktan vazgeçirmek olmasa bile olası bir isyan halinde güçlerini zayıflatmaktır. Bu sırada Hoca Salih’ i haber edinmek için Akşehir’e yollar. Akşehir’de ise Hoca öldü bilinmektedir. Oysa Hoca hayattadır ve yeni kimliği “Küçük Ağa” ile kuvva yararına çalışmaktadır. Hoca’nın Kuvva yararına çalıştığı haberi Salih tarafından Akşehir’de sadece Kuvvacı olan birkaç kişiye duyrulur ve memnuniyet yaratır. Başta Kuvayı Milliye hareketine büyük hizmet vermiş Doktor olmak üzere Kuvvacılar Hoca’nın kendi saflarına katılışından büyük haz duyarlar. Hoca Ethem’in İsmet Paşa hizmetine girmemek için yapacağı en büyük saldırı olan Kütahya saldırısında O’na bir oyun oynayarak başarısızlığını sağlar ve Kuvayı Milliye’ye en büyük hizmetini vermiş olur. Ethem ise Yunanlılara sığınacaktır. Hoca ise bütün bu ihtiras ve gücü elinde bulundurma tutkusuna kapılan insanlardan nefret etmektedir. Artık savaş alanından başka bir cephede de mücadele verilmektedir, şimdi iktidar çekişmeleri büyük tehdit oluşturmaktadır. Hoca bunu acıyla farkeder. Ankara ise Hoca’nın başarılarından haberdardır ve kendisini Ankara’ya davet eder. Daveti kabul eden Hoca Ankara’nın durumunu yakından görür ve cephede savaşmanın, bu iktidar kavgasında yanlış düşünenlere ve hainlere verilecek savaştan daha kolay olduğunu düşünür. Fevzi Paşa Hoca’ya yakınlık gösterir. Hoca bütün bu kişiliklerin önemini daha iyi anlamaktadır. Memleket zafere doğru gitmektedir ve bu noktada Ankara ve Melis’e büyük iş düşmektedir. Bu sırada Küçük Ağa yani İstanbullu Hoca Ankara'da kendisini Akşehir'den tanıyan ve bir zamanlar zıt fikirleri yüzünden tartıştığı Kuvvacı Doktor ile buluşur. Doktor böyle saygıdeğer birinin kendi saflarına katılışından duyduğu mutluluğu Hoca’ya söyler ve asıl kimliğini bilenin sadece kendisi olduğunu, kendisi dışındakilerin O’nu Küçük Ağa diye tanıdıklarını anlatır. Hoca ise artık özlediği eşi ve çocuğunun özlemiyle yanmaktadır.
61
Küçük Ağa Fevzi Paşa ile birlikte Akşehir’e gelir ve burada da tanınmadığını ve Küçük Ağa olarak bilindiğini görür. Eşi ve Çocuğu hakkında bilgi alır ve çocuğunu bulur fakat eşinin durumu kötüdür. Eşine geldiğini haber eder fakat kadın ölmek üzeredir ve oğlunu Hoca’ya emanet ettiğini söylemekle kalır ve günler sonra da ölür. Hoca daha sonra Ankara’ya döner ve mücadeleye devam eder. KİTABIN ANA FİKRİ: Vatan ve millet sevgisi, bağımsızlık duygusu. Kurtuluş savaşının küçük bir kasabadan görünüşü. KİTAPTAKİ OLAYLARIN VE ŞAHISLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ: Küçük Ağa(İstanbullu Hoca):Kurtuluş mücadelesine büyük hizmetler vermiş binlerce kişiden biri. Salih: Birinci Dünya Savaşında sağ kolunu kaybetmiş ve hayatının anlamını Kurtuluş Mücadelesi ile tekrar kazanan biri. Çerkez Ethem: Başlarda vatan ve millet için yeri tutulmaz hizmetler vermiş, cephede büyük başarılar göstermiş, fakat düzenli orduya geçme kararı alındığında tamamen zıt fikirleri benimsemiş ve zararlı olmuş bir çete reisi. Doktor Haydar Bey: I.Dünya Savaşında Yüzbaşı rütbesiyle görev yapmış ve milli mücadele yıllarında Kuvayı Milliye’ye büyük hizmetler vermiş bir asker. Ali Emmi: Kurtuluşu Kuvayı Milliye’de gören ve çok büyük fedakârlıklarda bulunan yaşlı bir vatandaş.
MAİ VE SİYAH ÖZETİ - HALİT ZİYA UŞAKLIGİL 1.KİTABIN KONUSU: Hayalleri olan bir gencin lise son sınıfta babasını kaybetmesiyle hayallerinin yıkılışı ve beraberindeki hayat mücadelesi. 2.KİTABIN ÖZETİ: Ahmet Cemil, babasının ölümünden sonra,bin bir güçlükle okulu bitirir ve kız kardeşini ve annesini beslemek için çalışmak zorunda kalır.Bunun için elinden fazla bir şey de gelmemektedir.Çünkü yabancı dil bilmekten başka bildiği bir şey yoktur.Ona kalsa,bütün çalışmalarını şiir üzerinde toplamayı;edebiyatımıza bir başka yön vermeyi ister. Ancak hayat mücadelesi onu çok genç yaşta karşılar. Ali Şekip, Hüseyin Nazmi gibi arkadaşlarıyla başlıca tartışma konusu budur zaten. Raci gibi kendisini kıskanan, arkasından dedikodular yaratan birine rağmen şiirde bir şeyler yapacağına inanır. Bir yandan, Ahmet Cemil ,bu sarı , uzun saçlı, mavi 62
gözlü ,kalem parmaklı genç, Hüseyin Nazmi’nin kız kardeşi Lamia’yı sever.Tek kaygısı onunla evlenmek,ona layık bir yuva kurabilmektir.Fakat bu mümkün olabilir mi? Olabilecek mi? Hep bunu hayal eder. Okulu bitirdikten sonra, zavallı genç çok sıkıntılı günler geçirir.Evlerine gittiğin öğrencilerin şımarıklıklarına katlanmak zorunda kalır.Ekmeğini kazanır ama, neler pahasına! Böylelerinden para kabul etmeğe mecbur kalmak ona pek ağır gelir . Başka çare de yoktur. Pek dayanamaz hale gelince , bu sefer kitapçılara polis romanları tercüme etmeye kalkar. O çağlarda pek sayılı olan bu kitapçılar da onun derisini yüzerler.Geceler boyu göz nuru dökerek yaptığı anlamsız tercümelere hiç denecek kadar az para verirler. Ne öyle eserleri tercüme etmek ister , ne de parasını üzüle üzüle almaya razı olur. Ahmet Cemil, günün birinde “Mirat-I Şunun” adlı gazetede çalışmaya başlar. Hayatı az çok düzene girer. Hatta ,gazete sahibinin oğlu Vehbi Efendi, Ahmet Cemil’in kız kardeşi İkbal’le evlenir. O zaman Süleymaniye’de eski bir evde oturan Ahmet Cemil, kız kardeşini mutlu görmek hevesiyle güzel bir düğün yapar. Ama bu evlilik, o zamanın evlenme şartları yüzünden başarılı olmaz. Evlenenler daha önce birbirlerini tanımadıkları için bağdaşamazlar. Vehbi Efendi çok kaba, durmadan içen , küstah bir kimsedir. Öyle alçak bir heriftir ki, karısı hamile olduğu sıralarda beslemelerini okşayarak onlarla gönül eğlendirir. Ahmet Cemil bu adiliklere dayanamaz .Gülle dokunmaya kıyamadığı biricik kız kardeşinin hırpalanmasına, hatta dövülmesine razı olmaz. Bir gece, Vehbi, İkbal’i öyle hırpalar, durumunu düşünmeden öyle bir tekme atar ki zavallı kadın çocuğunu düşürür. Ahmet Cemil, çıldırmış bir halde, arkadaşı Ali Şekip’in dükkanına kendini atar. Ali Şekip’e anasından aldığı küpeleri, yüzükleri emniyet sandığına rehin etmekte kendisine yardım için gitmiştir. Kız kardeşini ölümden kurtarmak gerekmektedir.Hiçbir önlem zavallı İkbal’i ölümün pençesinden kurtaramaz. Hüseyin Nazmi, uzakça bir görevle dış işlerine tayin edilmiştir. Memnundur. Ahmet Cemil, bir gün onu ziyarete gider. Bir aya kadar memleketten ayrılacak olan Hüseyin Nazmi, sevineceğini sanarak Ahmet Cemil’e başka bir haber daha verir. Lamia’yı evlendiriyorlardır.O zaman Ahmet Cemil Lamia’ya ait tek tük hatıra kırıntılarını bir daha yaşar. Bunlar, Lamia’nın çocukluğu ile ilgilidir. Zihninde, kızı, ailesinin ısrarıyla evlenmeyi kabul etmiştir diye tasarlar.Bir an sevgisini itiraf etmeyi düşünür.Ama yoksulluğu, işsizliği aklına gelince bir yuva kuramayacağını kabullenir. Bundan da vazgeçer. Önce kardeşi, sonra Lamia… Geriye ne kalmıştır? Eseri mi? Genç adam,bütün ömrünü koyduğu şiirlerini bir an bile duraklamadan ocağa atıp yakar. Yaşamı 63
gözlerinde yaşlar,ağzında acı bir lezzetle seyreder. O esrin bir anlamı kalmamıştır artık. Madem ki Hüseyin Nazmi gidiyor, o da gidecektir. Bir gün Taksim bahçesinde otururken ileriye ait tasarlarını, tasarladıklarını hatırlar. Şimdi o da Anadolu’da bir görev alıp gidecektir işte. Kendisine kırgınlıktan başka bir şey sağlamayan bu İstanbul’dan kaçacaktır. Kararını yerine getirir. Bir vapura biner, gece karanlığında, son defa İstanbul'u, Cihangiri seyreder. Deniz karanlık, gece karanlıktır. Vaktiyle Tepebaşı’nda, gece, gözlerine bir elmas yağmuru gibi görünen ışıklar sanki sönmüştü. Şimdi her taraf simsiyahtı. O da, güneşten, hayatın biçareliğiyle alay eden ışıktan kaçarak, sonsuz bir yoklukta mutlu ve rahat, yuvarlanıp gidecektir. 3.KİTABIN ANA FİKRİ: İnsan hayatta karşısına çıkan zorluklara karşı mücadele etmeli,hayallerle gerçekleri birbirine karıştırmamalıdır. 4.KİTAPTAKİ OLAYLARIN VE ŞAHISLARIN DEĞERLENDİRMESİ: AHMET CEMİL: Başarılı bir lise hayatı sürerken,son sınıfta babasını kaybeder ve hayat mücadelesine çok erken başlar.Amacı şiire başka bir yön vermek iken babasının ölümü her şeyi alt üst eder.Hayalleri olan bir gençtir.Babasının ardından kız kardeşi İkbal’in ölümü,son olarak da yakın dostu olan Hüseyin Nazmi’nin kız kardeşi Lamia’nın evlenmesiyle tüm hayalleri yıkılır. HÜSEYİN NAZMİ: Ahmet Cemil’in en yakın dostudur.O da Ahmet Cemil gibi şiire düşkündür. İKBAL: Ahmet Cemil’in kız kardeşidir. Özellikle babasının ölümünden sonra annesine ve ağabeyine bağlılığı artmıştır. LAMİA: Hüseyin Nazmi’nin kız kardeşidir.Güzel ve alımlı bir genç kızdır.Ahmet cemil’in kendisine olan aşkından habersizdir.
MOR SALKIMLI EV - HALİDE EDİP ADIVAR İÇERİK YÖNÜNDEN TANIMA: Kitabın Bölümleri: Birinci Bölüm Birinci Kısım: Bu,bir küçük kızın hikayesidir İkinci Kısım: Hikaye artık benim oluyor Üçüncü Kısım: Üsküdar’da oturduğu eve dair 64
Dördüncü Kısım: Yine mor salkımlı ev Beşinci Kısım: İkinci defa kolej hayatı Altıncı Kısım: Evlilik hayatı Yedinci Kısım: Meşrutiyetin ilanı Sekizinci Kısım: Memleket haricine ilk çıkış Dokuzuncu Kısım: 1909 ile 1912 Yılları arasında geçen hadiseler Onuncu Kısım: Balkan harbine doğru On birinci Kısım: 1913-1914 yılları arası On İkinci Bölüm: Suriye ve Arap diyarı Kitabın Özeti: Her insana var olduğunu,yaşadığını idrak ettiren farklı farklı olaylar vardır. Nasıl bir şimşek çakınca karanlık birden aydınlanıyorsa ,hafızamızda da bazı olaylar sonucunda bir canlanma oluyor.Bu küçük kızın hafızasında çakan şimşekler çok erken başlar. Hafızasında hayat, kendini koyda başladığı ilk devrin olsa unutamayacağı zemini,Beşiktaş’ta doğduğu evde başlamıştır.Evin kendisi ,çocuğun hafızasında mor salkımlı ev yaftasını taşır. Acaba ilk varlığını idrak ettiren sahne kaç yaşında meydana gelmiştir?Galiba dört yaşından önce olmalı.Sebebi,bu devirde hafızasında çakan şimşeklerin aydınlattığı sahnelerde zaman zaman anneside görünür.Ancak kız annesine zaten üç ile dört yaşlarında kaybetmiştir. Bu evdeki başka başka hatıralardan biriside gece ziyaretleri ve Hamam kapısı vuruldu İçeride meclis kuruldu Fehimem düştü bayıldım.... diye İstanbul’da o zaman söylenen halk türküsünü dinlerken her zaman minderde uyuyup kalmasıdır. Birgün horoz şiirini söylemek için masaya tırmanırken,etrafındaki eşyanın salıntısı o kadar şiddetlendi,başı o kadar fazla döndü ki;bunun farkına varan Eleni onu kucağına alarak evine götürdü,Teşhis sonunda kız Mor Salkımlı Eve geldi.Bundan sonra küçük hikayesi artık benim oluyordu. Evlilik hayatıma gelince,onu anlatabileceğim kadar kısa keseceğim.Babam bir dairesini bize vermişti,sultan tepesindeki,burada salih zeki’nin birinci oğluda bizim yanımızda idi. İçine kapanık bir kişiliğe sahipti.Bu sebeple olması gerek Makedonya’daki siyasi depremlerden ,gerekse yeni bir rejim hazırlayan hareketlerden haberdar değildi.Bu 1907 sensinde rast gelmekteydi.1908’de tekrar Burgaz’a gittiğim zaman meşrutiyet ilan edilmişti 24 temmuz ‘da.Meşrutiyet ilan edildiği gün,mor salkımlı evin Burgaz’daki geniş sofrasında ,bizde misafir olan Peyker(Hala) ve eşi Hamdi efendi ile oturuyorduk. Oğulları Genç Türk hareketine karışmış ve memleket haricine kaçmak zorunda olmuştu. 65
Daha sonra Amerikalı dostlar beni bir zaman için memleket haricine çıkmamı istediler.İşte bu suretle 1909 irtica hareketlerinin tam ortasında iki küçücük yavrumla Mısır’a gittim. Nihayet balkan harbi geldi kapıya dayandı.O harp içinde <Teali Nisvan Cemiyetihastabakıcılık ve faaliyetine girişmişti. Bu devir içine Türk Ocağı, Ziya Gökalp ile yakından tanışmak, Yusuf Akçura, Ahmet Ağaoğlu, Hamdullah Suphi <Genç Kalemler >vesaire de girer. 1911’de Türk Ocağı açılmış.1924’e kadar ilk prensiplerini az çok muhafaza etmiştir.En hareketli ve faal zamanı Hamdullah Supi’nin reyis olduğu devreye tesadüf etmektedir. 1913 ile 1915 yılları arasında, ittihatçılar, memleketteki yapıcı faaliyetlerini kaybeder.Doğru ve yanlış birçok tecrübeleri onlarda da idare kabiliyetini yükseltmiş ve sonraki inkılaplarının temelini atmışlardır. İnsanlar için birbirini anlamak, sulh içinde beraber yaşamak herhalde şu ve yahut bu esasa dayanmak, şu ve yahut bu idale saklanmakla dahi mümkün olmuyor. Burada hep Kant’ın bir sözünü hatırlarım:<Dünya sahnesine insanların girişini, hiddetle bir nefret duymadan seyretmek mümkün değildir.Çünkü insanların birbirlerine yaptıkları kötülük tabiatın yaptığından çok daha fazladır.> 1914-1916 yıllarını , sadece bizim için değil, bütün dünya için en büyük hadisesi Birinci Dünya Harbidir. Merhum Ahmet Ağaoğlu Bey’e göre milliyet:Din, dil, ırk ve anayasa idi. Derhal toplantı bunların hangisinin başta geldiğine dair çok hareketli bir münakaşaya girişti.Gelibolu’ya muhareceti ortaya çıktı.Bütün bunların doğurduğu münakaşalar zıt fikir ve temayüllerden de burada bahsedecek değilim.Çünkü fikirlerine iştirak etmediklerim arasında samimiyet ve millet aşkına hürmet ettiklerimde vardır. Bu günler benim için Suriye ve Arap diyarına hoca ve maarifçi olarak gitmemle sona erdi. Lüblan’lı dostlarımızın ziyareti ve o münasebetle yapılan muhabbet gösterisi olanların diyarı ve halkı hakkında hafızanda yer almış olan acı, tatlı bütün intibaları canlandırdı.Tatlı dediğim zaman sakın Arap diyarına mahsus dünyaca meşhur tatlılarını kastettiğimi ve bazı gazetecilerin romantik, fakat çirkin bir tarzda Cemal Paşanın kudretine dayanarak o diyarda keyif sürdüğüme sanmayın.Çünkü Suriye ve Lübnan’da geçen hizmet yıllarım baştanbaşa en derin ıstırap ve meşakkat içinde geçmiştir.Şikayetçi değilim, çünkü gerçi her zaman <Çiğnerim, çiğnerim,hakkı tutar kaldırırım>iddiasında bulunamam.Fakat her zaman, herhangi şart içinde ıstırap çekenlere kalbim ve kollarım açıktır.Ve ben Arap diyarına, bilhassa en çok aralarında kaldığım Lübnan’a acı günlerinde gittim.Ve insan takatinin tahammülü derecesinde de kendi mahdut sahamda onların dertlerine ortak oldum. 66
Bütün o geçen günleri işte, Lübnanlı misafirlerimin resimlerini gazetelerde gördüğüm zaman yaşadım. Suriye’den bir süre sonra ayrılmıştım.Fakat 1917 yılının Eylül ayında vaadimi yerine getirerek,bir sene için tekrar Suriye’ye döndüm.Hocaların birinci sene gösterdikleri gayret,kudret ve fedakarlık sayesinde,açtığımı mekteplerde ikinci sene tedrisat kolaylıkla devam etti. Benim aziz dostum Selim Sabit her defasında gözlerinde yaşla dinlerdi.Bana<beyn-es-sutur,o-kuyan lakabını takmıştı.Bu defa kalplerimizin perdesini de kaldırdı>diyordu.Selim Sabit’ten 1921’de Ankara’da bir mektup aldım.<beyn-es-sutur>manasını en iyi ifade edecek bir yazıya on altın vereceğini Beyrut’ta ilan ettiğini yazıyordu.İkinci bir mektup daha aldım,içi resim doluydu.Sulu boya ile yapılmış bir Arap diyarı,bütün hurmaları,kumları,çadırları ve muzları o kadar güzel resmedilmişti ki... Cevap vermeye vakit bulmadan ölüm haberini almıştım. Küçük aktörleri bir gece,bir kamyona doldurup Ayin Tura’ya götürdük.Oranın çocuk bandosu her Cuma Der-Nasıra’ya7 gelir konser verirdi. Şimdi buna mukabele etmek zamanı gelmişti. Marangozhaneyi boşalttık, ikisini bir sahneye koyduk, küçük aktörler oynadılar, söylediler, Ayin Tura’yı eğlendirdiler. Martın dördünde Küçük Cemal Paşa’nın gösterdiği nezaket ve yardımıyla, Ayin Tura müstesna, diğer mekteplerimizin hocalarıyla hareket ederken, samimi vedalar arasına biraz da göz yaşları karıştı. Allah’a ısmarladık Lübnan ve gelip geçtiğim Arap Diyarı!... Son Söz Ekim’de Mondros’ta imzalanan mütareke (30 Ekim 1918) ile Mart (1917) arasındaki hadiseler hakkında söylenecek pek bir şey yoktur.Tarihi bir fasıla idi.Osmanlı İmparatorluğu ve onun son temsilcileri olan İttihatçıların üstüne bir perde indi.Büyük kaybetme hislerinin ardında bir beklentide vardı.İttihatçıların rejimi özgürlük, adalet, müsavat ve kardeşlik vaat eden kansız bir inkılap ile taşladı ve Türk topraklarına hem ulviyet hem zillet getirdi.Bu rejim ortadan kalktıktan sonra, Türk insanı perdenin tekrar yükselmesini ve 1908’in büyük muvaffakiyetlerini ileriye götürdüğü, Türkiye’nin büyük evlatlarının kendilerini kurban ettiği ve kanlarıyla temizleyip arındırdığı yeni ve barışçı bir Türkiye’nin iftişasını bekliyordu. Yeni dönem nasıl başladı.İcra ettiren manzarane idi, ayrı bir hikaye olarak anlatılmasıdır.Öyle bir hikaye ki modern Avrupa’nın en iyi destanlarından biri.... NUTUK - MUSTAFA KEMAL ATATÜRK
67
Nutuk yeni Türkiye devletinin yazılan ilk tarihidir. Yazarı Mustafa Kemal Atatürk’tür. Yaptığı tarihi gelecekteki Türk insanına tanıtabilmek amacıyla bu kitabı kaleme almıştır. Nutuk; Atatürk tarafından kurulan Cumhuriyet Halk Partisinin 15-20 Ekim tarihleri arasında Ankara da toplanan İkinci Kongresinde okunmuştur. Konuşma otuz altı buçuk saat sürmüştür. Nutuk 1919’dan başlayarak 1927 ye kadar olan tarih dilimini incelemektedir. Bu dönem üç bölümde ele alınmıştır. Kuva-i Milliye (Ulusal güçler) Dönemi Nutukta yeni Türkiye Devletinin kuruluşu anlatılmaktadır. Yeni Türk devletinin kurulmasındaki maksat da şu şekilde açıklanmıştır: Türk ulusunun onurlu ve şerefli bir ulus olarak yaşamasıdır. Bu da tam bağımsız olmakla sağlanabilir. “Ne kadar zengin olursa olsun, bağımsızlıktan yoksun bir ulus uygar insanlık karşısında uşak durumunda kalmaktan ileriye gidemez.” demiştir ve Mustafa Kemal Atatürk şu sözleri söylemiştir “Türkün onuru, kendine güveni ve yetenekleri çok yüksektir. Böyle bir ulus tutsak yaşamaktansa yok olsun daha iyidir.” Diyerek kurtuluş isteyenlerin parolasının “Ya bağımsızlık ya ölüm olduğunu “ söylemiştir. Burada devlet kurmanın zorlukları görülmektedir. Atatürk Samsun’a çıktığı anda ülkenin genel durumu; Osmanlı Devletinin içinde bulunduğu topluluk savaşta yenilmiş Osmanlı Ordusu zedelenmiş, koşulları ağır bir ateşkes imzalanmış, ulus yorgun ve bitkin bir durumda, ulusu ve ülkeyi savaşa sürükleyenler yurttan kaçmış, padişah ve halife soysuzlaşmış, kendini ve tahtını koruyacak alçakça önlemler araştırmakta, hükümet yüzsüz, onursuz, korkak, ordunun elinden silahları ve cephanesi alınmış ve alınmakta, yurdun dört bir yanındaki topluluklar devletin bir an önce çökmesine çaba harcıyorlardı. Bu şekilde açıkladıktan sonra ulus egemenliğine dayanan kayıtsız şartsız yeni bir devleti kurmak için izlediği politikayı, karşılaştığı güçlükleri bunalımları ve çatışmaları anlatmaktadır. Bu haliyle Nutuk, sömürgeci devletlerin altında yaşayan uluslara kurtuluş yolunu gösteren bir yapıt özelliği taşımaktadır. Türkiye Büyük Millet Meclisi Dönemi Türkiye Büyük Millet Meclisi 23 Nisan 1920’de açılmış ve o günden sonra tüm askeri ve sivil makamların ulusun başvuracağı en yüce katın Meclis olacağını halkına bildirmiş ve Meclis, Mustafa Kemal Atatürk’ün açık ve gizli oturumlardaki bir iki gün süren açıklamaları ve konuşmalarından sonra Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı seçmiştir. Cumhuriyet Dönemi Atatürk İsmet Paşa ile birlikte bir yasa tasarısı hazırladı. Bu tasarıdaki 20 Ocak 1921 tarihli 68
anayasanın devlet biçimini saptar maddelerini değiştirerek birinci maddenin sonuna “Türkiye Devletinin Hükümet biçimi Cumhuriyettir” cümlesini ekleyerek maddeyi değiştirmiştir ve yapılan Meclis toplantısında Anayasanın Değiştirilmesi ile ilgili maddenin görüşülmesi kabul edildi. Toplantı sonunda yasa birçok milletvekilinin “Yaşasın Cumhuriyet” söylemleri ile kabul edildi ve böylece 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilan edilmiş oldu. Daha sonra Cumhurbaşkanlığı seçimine geçildi. Oylamada Mustafa Kemal Atatürk toplantıya katılan yüz elli sekiz kişinin tümünün oylarını alarak Cumhurbaşkanı seçildi. Nutuk sömürge ulusların bağımsızlıklarını kazanmaya yardımcı olacak bir program niteliğindedir. Bu eser okunduğunda Türk kurtuluş savaşının bir askeri savaş olduğu kadar bir düşünce savaşı da olduğu görülmektedir. Nutuk, Mustafa Kemal Atatürk’ün halkına verdiği bir hesap pusulasıdır. Çünkü ulusal kurtuluş savaşı boyunca o halkıyla birlikte olmuştu ve halkına “Hayat demek savaş ve çarpışma demektir. Hayatta başarı yüzde yüz savaşta, başarı kazanmakla elde edilebilir. Bu da manevi ve maddi güce dayanır. İnsanların uğraştığı tüm sorunlar, karşılaştığı tüm tehlikeler, elde ettiği başarılar toplumca yapılan genel savaşın dalgaları içinde doğar.” Sözlerini söylemiş ve halkından can istemiş, halk seve seve vermiş, mal istemiş, halk seve seve vermiştir. Bunlar nerede, nasıl, niçin, harcanmış ? Nutuk halkın kafasındaki bu sorulara da açıklık getirmiştir. Türk halkından alınan canın ve malın ülkenin işgalinden, ulusun kölelikten kurtularak onurlu, bağımsız, çağdaş bir devlet ve toplum olarak yaşaması için harcandığını belgeleriyle açıklamaktadır. Atatürk bu eserinde, ulusal varlığı sona ermiş sayılan büyük bir ulusun bağımsızlığını nasıl kazandığını, bilim ve tekniğin en son ilkelerine dayanan ulusal ve çağdaş bir devleti nasıl kurduğunu anlatmaya çalışmış ve Türk gençliğine bıraktığı kutsal armağanı şu sözlerle noktalamıştır;“ Bu uzun ve ayrıntılı sözlerim tarihe mal olmuş bir devrin öyküsüdür, burada ulusum için ve yarınki çocuklarımız için dikkat ve uyanıklık sağlayabilecek kimi noktaları belirtmiş isem kendimi mutlu sayacağım” demiş. Nutuk, yeni Türkiye devletinin nasıl kurulduğunu merak eden tüm insanlarımızın okuması gereken bir başucu eseridir. Bundan dolayı siyasi yaşantımızda olduğu kadar, devlet felsefesinde de kullandığımız en baş eserdir. SAHNENİN DIŞINDAKİLER - AHMET HAMDİ TANPINAR Ahmet Hamdi Tanpınar’ın yazmış olduğu Sahnenin Dışındakiler romanı, hikayenin ana karakteri olan Cemal’in 1920 Eylülünün sonunda İstanbul’a ayak basması ile başlar. 6 yıllık bir aradan sonra İstanbul’a ilk defa gelen Cemal ‘sahne dışı’ İstanbul’un ne kadar karmaşık bir durumda olduğunu görerek büyük bir ümitsizliğe kapılır. Pek çok farklı milletin askerleri şehrin her yerini kaplamış; şehri istedikleri gibi yönlendiriyorlardır. Cemal şehre iner inmez çocukluğunda yaşadığı mahalleyi ziyaret eder. Mahallesinin o günkü hali içler acısıdır, bu duruma üzülen Cemal, çocukluk yıllarına döner. Daha sonra hayatında büyük yer edinecek, hatta hayatının dönüm noktasını oluşturacak insanları bu mahallede tanıdığını hatırlar. 69
Hatıralarında en çok yer tutan kişilerin başında çocukluk aşkı Sabiha ve onu pek çok yönden etkileyecek olan İhsan olmak üzere, Süleyman Bey, Kudret Bey ve Muhlis Bey gibi pek çok insan gelir. Çocukluk yıllarına dair hatırladığı anılarda, Sabiha’ya git gide nasıl aşık olduğu ve İhsan’la olan rahatsız ama vazgeçilmez ilişkisine dair detaylar yer alır. Cemal, çocukluk hatıralarından 1920 İstanbul’una, babasının Anadolu’ya tayini çıkıp İstanbul’dan ayrılmaları ile döner. Hikayenin ilk kısmı çoğunlukla Cemal’in İhsan ve Sabiha ile olan ilişkisini anlatır. İkinci kısma geçildiğinde ise, Cemal kendi özel ilişkilerinden biraz kopmuş bir biçimde savaş dışı kalmış İstanbul’un meseleleri ile meşgul olmaya başlar. Bu bilinçli bir seçimden çok, İhsan’ın Cemal’i bir anda İstanbul’da dönen siyasi olayların içine çekmesi ile olur. Her ne kadar Anadolu’da olup bitenler Cemal’i alakadar etse ve hatta mücadelenin içinde bulunmak istese de İstanbul’un karanlık atmosferinden çıkıp kendisine net bir yol çizemez. İhsan ve Muhlis Beylerin içinde bulunduğu gizli örgüt faaliyetlerine katılır. Bu örgüt bilgi taşımak, gerektiğinde yabancı askerlerden insan kaçırıp Anadolu’ya sevk etmek ve gizliden gizliye İstanbul diplomasisini yönlendirmeye çalışmak gibi pek çok faaliyette bulunur. Cemal’e düşen en büyük görev ise İstanbul hükümeti tarafından göreve çağrılacağını uman Damat Nasır Paşa’nın hatıratını yazdırmak ve bunu İhsan’a teslim etmektir. Bu görev için haftada birkaç gün Nasır Paşa’nın evini ziyarete gider ve orada İstanbul’daki pek çok mevkii sahibi insanla tanışır. Nasır Paşa’nın evi, o günün İstanbul’unun iç yüzünü görmesi açısından önemlidir. Tüm bu toplumsal meselelerin yanında Cemal için bir o kadar önemli olan şey, Muhtar diye harp zengini biri ile evlendiğini duyduğu Sabiha’yı bulmaktır. İhsan’dan Kudret Beyden, Sabiha’nın halası olan ve Paşanın evinde karşılaştığı Sakine Hanım’dan, Paşanın kızı Rezzan Hanım’dan Sabiha’ya dair bilgiler toplar ama ona bir türlü ulaşamaz. Sabiha’nın annesi ölmüştür ve babası Süleyman Bey kendini içkiye ve eğlenceye vurmuştur. Damadı Muhtar da Süleyman Beyi mümkün olduğunca sömürür. Sabiha’nın mutsuz bir yaşam sürdüğünü öğrenen Cemal, bunun doğruluğunu kontrol etmek ve gerekirse yardım edebilmek için Sabiha’yı arar durur ama onun etrafındaki herkese ulaşmasına rağmen Sabiha’yı bulamaz. Tüm bu süreç içerisinde Cemal kendi özel meseleleri ve toplumsal sorumlulukları arasında gider gelir. Zaman geçip Sabiha’ya ulaşamadıkça ve savaşın dışında kalmış İstanbul’da ciddi bir eylem yapamadıkça umutlarını yitirmeye başlar ve karamsarlığa kapılır. Bu arada Muhtar ile gerek Süleyman Bey gerek ise Sabiha yüzünden gerginlikler yaşamaya başlar. Sabiha’yı bulma çabaları bir gün Cemal’in Sabiha’ya yolda rastlaması ile sona erer. Sabiha Cemal’i bulmuştur ancak bu buluşma Cemal’in beklediği gibi mutlu bir son ile sonuçlanmaz. Sabiha babası Muhtar’ın elinde olduğu ve kendisini takip ettiğini düşündüğü için tedirgin bir hayat sürmektedir. Sonunda dayanamayıp kaçar ve Cemal’in yanına gelir. Tedirginliği orada da sürer ve ertesi gün Cemal daha uyanmadan ona bir not bırakarak gider. Daha sonra Cemal bir tiyatro afişinde Sabiha’nın adını görür; Sabiha artık ilk kadın tiyatrocu olarak sahneye çıkmıştır. Bu arada, Paşa’nın hatıratı olarak Cemal’e teslim ettiği ve ancak o yurt dışına çıktıktan sonra açılması için verdiği yazıların, aslında Paşa’nın hatıratı olmadığının ortaya çıkması; özellikle İhsan’nın İstanbul’da büyük işler yapma hayaline balta indirmiştir. İhsan bunun kızgınlığı ile Nasır Paşa’nın yanına gider. Daha sonra Cemal ve Muhlis Bey ile bir gazeteden Nasır Paşa’nın öldürüldüğünü ve olay 70
sırasında Paşa’nın köşkünde yalnızca İhsan’ın bulunduğunu okurlar. Cinayeti kimin işlediği muallâkta kalsa da İhsan artık büyük idealleri boşa çıkmış bir karakter olarak karşımıza çıkar. Hikayenin sonuna gelindiğinde, Cemal’in Paşa’dan istediğini alamayışı, Süleyman ve Kudret Beylerin çöküşü, Muhlis Bey’in tüm bir şeyler yapma isteğine rağmen eyleme geçemeyişi, Nasır Paşa’nın meçhul ölümü ile İhsan’ın düştüğü belirsizlik ve Sabiha’nın istediği hayatı yaşayamayıp son seçenek olarak tiyatro sahnesine çıkışı ile kitaptaki tüm karakterler artık Kurtuluş Savaşı sahnesinin dışında kalan İstanbul’un ‘sahne dışı’ oyuncuları olurlar.
SEFİLLER ROMANININ ÖZETİ - VİCTOR HUGO Eserin Ana fikri: Olabildiğimiz kadar iyi bir insan olmaya çalışmalıyız. Çünkü bir suç işlediğimiz zaman, o suç ölünceye kadar bizimle birlikte yaşar. Kişiler: Jean Valjean, Cozette, Fantine, Javert Jean Valjean: Önceleri insanları sevmeyen, kendisine yapılan iyiliklere kötülükle karşılık veren, hırsızlık yapmaktan çekinmeyen biriydi. Ancak pazarın kendisine insanca davranması karşısında, adeta kişilik değiştirmiş ve ruhunun derinliklerindeki insanca duyguları meydana getiren son derece dürüst, mert, iyiliksever, merhametli ve namuslu bir insan haline gelmiştir. Cozette: Cozette mavi gözlü, çok güzel bir kızdır. Küçük yaşta annesinden ayrılmıştır. Fakat Jean Voljean gibi iyi bir insanın yanında yetiştiği için oldukça şanslı sayılır. Fantine: Conzette’nin annesi. Kendisini çocuğuna adamış fedakar bir annedir. Javert: Jean Valjean’ın peşini bırakmayan polis komiseri. Komiser son derece namuslu, görevini her şeyden üstün tutan, fakat çok katı, acımasız bir insandır. Buna rağmen suçsuz bir insan cezalandırmaktansa, kendi hayatına son verecek kadar mert bir kişidir. Anlatım Özellikleri: Romanın genelinde duygusal bölümler ağır basıyor. Bu bölümlerde kişilerin iç ve dış dünyaları, çevre ustalıkla yansıtılmış. Çeviren kısa cümleler kullanmış çoğunlukla. Konuşma kısımlarında değişik fiil kipleri kullanıldığı görülüyor. Kapı dışarı ettiriyordu. İster misiniz? - bilirim. - öğrendim.- oturun. gibi ÖZET Jean Valjean küçükken annesi ve babası ölmüştür. Eniştesinin de ölümüyle ablasının ve yedi yeğeninin geçimi üstüne kalır. Yeğenlerini doyurabilmek için bir somun ekmek çalar. Bu olaydan dokuz sene sonra sürgün hayatı yaşar. Hapisten çıktıktan sonra herkes ona kötü gözle bakar. Kimse bir şey vermek, hatta karşılaşmak bile istemez. En sonunda bir papazın evine gelir. Papazın evindeki gümüşleri çalar. Yakalanır. Fakat papaz kendisini affeder. Gümüşlerini ona verir. Daha sonra yaptıklarına pişman olarak, Mösyö Madeleine adı altında gittiği kasabanın zengin olmasını sağlayan Jean Valjean, belediye başkanı olur. Bu arada eşi ölen Fantine adlı bir kadın çalışmak için Mösyö Madeleine’nin fabrikasına gelir. Buraya gelirken kızı Cozette’i, bir hancıyla karısının yanına bırakır. Hancıyla karısı Cozette’e bakmak için yüklü bir
71
para isterler. Bu sırada türlü bahanelerle oldukça para koparırlar. Bunun yanı sıra küçük kıza hiç de iyi bakmazlar. Annesinin verdiği ipekli elbiseleri satıp kendi kızlarının eskilerini giydirirler. Kendi yediklerinin artıklarıyla beslerler. Buna karşılık Fantine kızına para bulabilmek için her şeyini feda eder. Canını dişine takıp çalışır. Sonunda hastalanır. Bu arada Jean Valjean da Mösyö Madeleine ile tanışır. Fakat Mösyö Madeleine’nin dürüstlüğü yüzünden gerçek kimliği açıklanır. Fantine ölür. Jean Valjean müebbet sürgüne gönderilir. Sürüleceği yere gemiyle gidecektir. Gemide, geminin ana direğine çıkmış olan bir gemici düşer. Adam düşerken kollarını kaldırır ve bir yelken halatını yakalar. Halat pek incedir. Uzun süre adamı çekemeyecektir. Jean Valjean subaydan izin alıp gemiciyi kurtarır. Ama kendisi denize düşer. Cesedini ararlar ama bulamazlar. Bu arada Jean Valjean ölmemiştir. Ölmeden önce Fantine’e Cozette’i alıp getirmek için söz vermiştir. Bu sözünü Fantine öldükten sonra yerine getirir. Cozetteye’i katı kalpli hancı ve karsının yanından alır. Paris’e gelirler. Fakat Jean Valjean’ı yakalatan polis müfettişi Javert peşlerini bırakmaz. Bir gece Jean Valjean, Cozette’i yanına alıp yola çıkar. Kulübe gibi bir yere rastlar. Burada Belediye Başkanıyken hayatını kurtardığı adam vardır. Adam bir manastırda bahçıvan olarak çalışmaktadır. Jean Valjean burada Ultime Fauchelevent adı altında bahçıvanlık yaparken Cozette okula gidiyordu. İkisi de çok mutluydu. Zaman ilerliyordu. Yıllar birbiriniz izledi. Cozette artık genç, güzel bir kız olmuştu. Cozette manastır okulunu bitirince Ouest sokağında bir eve taşındılar. Fakat Jean Valjean hala Fauchelevent ismini kullanmaktaydı. Cozette ile Jean Valjean her gün Luxembourg Bahçeleri’nde geziyorlardı. Burada Cozette her gün gördüğü Marius adlı çocuğu sever. Marius da Cozette’i sevmektedir. Jean Valjean bunu fark edince Cozette’i alıp bulundukları yerden daha uzak bir yere taşınır. Marius çok geçmeden Cozette’i bulur. Fakat evlenemeyeceklerini öğrenince, savaşa katılıp orada ölmeye karar verir. Bunu öğrenen Jean Valjean da savaşa katılır. Marius’u kurtarır. Gençler evlenirler. Jean savaş sırasında peşindeki polis müfettişi Javert’in de hayatını kurtarır. Javert bu durum karşısında ne yapacağına karar veremez ve intihar eder. Bir süre sonra Jean, Cozette’in bile bilmediği büyük sırrını Marius’a açar. Marius ondan nefret etmeye başlar. Jean’ı evinde istemez. Jean kısa bir süre içinde orayla ilişkisini keser. Bir sene kadar Cozette’i görmez. Bu bir sene içinde öz kızı kadar çok sevdiği Cozette’i o kadar özler ki; otuz sene yaşamış gibi çöker. Ölüm anı yaklaşır. Bu arada kapı çalınır. Gelenler Marius ile Cozette’dir. Marius hatasını anlamış ve nasıl bir haksızlık yaptığını anlamıştır. Jean, Cozette’i görmekten memnun olur ve yanında huzur içinde ölür.
SERGÜZEŞT ROMANI ÖZETİ - SAMİPAŞAZADE SEZAİ
KİTABIN KONUSU: Evinden ayrılan küçük bir kızın başından gecen olaylar dramatize edilerek anlatılmıştır. Kızın başından gecenler oldukça acıklıdır. Uzun bir süre kölelik hayatı yaşamıştır. KİTABIN ÖZETİ: 72
Evinden ayrılıp bir gemi ile yurdundan uzaklaşan küçük kız, onun gibi başka bir esir kız ile birlikte neresi olduğunu bilmediği bir yere getirilmiştir. Bu kızı bundan sonra birçok sürprizler beklemektedir. İlk olarak kız (henüz bir ismi yoktur), yaşlı fakat zengin bir kadını yanına ona hizmet etmesi amacıyla satılmıştır. Küçük kız burada tam bir esaret hayatı yaşamaktadır. Sürekli olarak buradan nasıl kurtulabileceğinin planlarını yapmaktadır. Bu evin hanımının yanı sıra hanıma hizmet etmekte olan başka bir kadın da kıza baskı yapmaktadır. Bu durum kızı yıpratmakta, zaten bir umudu olmayan yaşamdan onu iyice somutlamaktadır. Bir gün kız bu evden kaçmayı iyece kafasına taktığı bir anda bir gece yarısı evden kaçar. Çevreyi pek tanımadığı için saatlerce yürür fakat bir yerde yorgun bir şekilde yere yığılmaktan başka çaresi yoktur. Yerde kaldığı bölgede bir evin bahçe kapısının önüdür. Sabah olunca evin hizmetlilerinden biri kızı fark eder ve onu içeri almak için yaşlı ev sahibine danışır. Oda bunu çok olumlu bir şekilde karşılar ve hemen yardım etmek niyetiyle onu yanına alır. İlk olarak karnı doyurulur, güzel bir uyku çektirilir. Daha sonra kız kendine gelince ona neler olup bittiği sorulur. Oda anlatır evin hanımı kızın yaşadıklarını duyunca çok üzülür ve ona yardım edeceğini söyler, kız da buna çok sevinir. Evin hanımı ona sahibinden izin alacağını ve artık kendi yanında kalacağını söyler. Bunun için hanımı kızın kaçtığı eve gider. Ve onu yanına almak istediğini söyler. Fakat kadın bunu onur meselesi yaparak kabul etmez. Bundan sonra kızda eski evine geri döner. Bu olay kızı çok etkilemiştir. Çünkü daha önce kaçtığı eve tekrar dönmüştür. Gider gitmez yine hiç hoş olmayan durumlarla karşılaşmıştır. Günler böyle geçip giderken bir gün Mustafa Bey evin sahibi birkaç yıl önce işlediği bir hatadan dolayı bir çok borcu olmuştu ve bu borçları ödemek için karısıyla tartışırdı. Bir gün karısıyla beraber kızın satılmasına kara verdiler. Kızın adı kaçtığı evde hanımın onu çok güzel bulması üzerine ‘dilber’ olarak koyulmuştu. Bundan sonrada ona ‘dilber’ olarak seslenilmeye başlandı. Dilber kendisi hakkında satılması kararının alınmasından sonra bir esirciye satıldı. Ve Dilber’in bütün hayatı bu yönde değişti. Dilber bundan sonra belli bir süre esir hayatı yaşamıştır. Bu süre içinde birçok kendisi gibi esir hayatı yaşamış olan kız arkadaşları olmuştur. Onların hayatlarını dinledikçe aslında kendi hayatının o kadar da kötü olmadığının farkına varmıştır. Daha nice insanların kendisi gibi cefa çektiğini anlamıştır. Buradaki bir çok kızın çeşitli meziyetleri vardır. Bir tanesi çok iyi bir şekilde ud çalmaktadır bu yüzden çoğu yerden çağrılmaktadır. Dilber’de onun gibi ud çalabilmeyi çok istemektedir. Dilber’e bir gün bir talip çıkmıştır, ve Dilber’de o eve gitmek zorunda kalmıştır zaten onun böyle bir şeyi isteyip istemediği pek önemli değildir, önemli olan bir kaç kişinin işinin görülmesidir. Dilber’in gittiği bu evde ona bir esir gibi değil, bir insan gibi yaklaşılması onu çok etkilemiştir. Evde bir hanımefendi, onun kocası ve onların tek oğlu olan Celal bey bulunmaktadır. Celal bey aynı zamanda bir ressamdır. Yaptığı portrelerle ün kazanmıştır. Dilber’i evde görünce o da çok şaşırmıştır. Çünkü Dilber’i Cleopatra’ya benzetmişti. Celal bey yalnız yaşadığı için kız arkadaşı ya da sevgilisi yoktur. fakat Dilber’i 73
gördüğü andan itibaren içinde bir kıvılcım oluşmuştur. İlk zamanlarda Dilber’de buna bir karşılık doğmamış fakat günler geçtikçe Dilber’de ona karşı ilgi duymaya başlayacaktır. Celal Bey Dilber’i boş bulduğu zamanlarda odasına çağırıp onun resimlerini yapmaya başlamıştır. Kimi zaman nü resimlerini de çalışır. Dilber’in bebeksi vücudunu gördüğü zamanlarda daha önce hiç yaşamadığı duyguları tadıyordu. Ona her baktığında onun daha değişik bir güzelliğini yakalıyordu. Günler geçtikçe Dilber zamanının büyük bir kısmını Celal beyin yanında geçirmeye başlar. Böylelikle Celal beyin Dilber’e olan aşkı da diğer ev halkı tarafından da öğrenilir. Bu arada Celal Bey açıkça aşkını Dilber’e de belli etmeye başlar. Dilber bu olaya ilk önceleri çok şaşırır. Çünkü böyle bir şeye asla imkan vermez. Bunun nedeni de onun esir kız olmasıdır. Daha sonraları Dilber de Celal beye karşılık vermeye başlar. Günler geçtikçe onlar aşklarını bariz bir şekilde yaşarlar. Evin bahçesinde yıldızları seyrederler, beraber gezerler. Fakat bu durum Celal beyin annesini oldukça rahatsız eder ve buna karşı bir önlem almak ister. Bu beraberliği bitirmek için Dilberi Celal beyin evde olmadığı bir zamanda bir esirciye satar. Tabii Dilber’in yapacak bir şeyi yoktur. Celal bey daha sonra eve döner ve ilk olarak Dilber’in nerede olduğunu sorar önce bunu öğrenemese de daha sonra öğrenir fakat onu bütün aramalarına rağmen bulamaz. Bundan sonraki bütün hayatı boyunca oda Dilber’de mutlu olamaz. Bundan sonra ikisi de hiç mutlu olmadığı gibi bu olay biçare dilberi intihara kadar sürükler bu yaptıklarına Celal bey’in ailesi de çok pişman olur ama yapabilecek bir şey yoktur. Evliya Çelebi ve Seyahatnâmesi
17. Yüzyılda Bir Gezgin:Evliyâ Çelebi veSeyahatnâme’si Kadriye YILMAZ ORAK Gezip tozmayı yeni yerler görmeyi kim istemez ki? Böyle bir şeyi istemeyen kişinin bulunacağını hiç sanmıyorum. Şüphesiz gezmeyi hepimiz severiz, ama gezmeye hepimizin gücü yetmez. Yeni yerler görme merakımızı da yabancı film izleyerek, kitaplar okuyarak gidermeye çalışırız. Bu gezilip görülen yerleri anlatan gezi kitapları, seyahatnâmeler bu yüzden en çok okunan kitaplar arasında yer almıştır. Bu kitaplar hele bir usta kalemden çıktıysa okuyana büyük keyif verir. Gezi yazıları çok olmakla birlikte dünya çapında bu şekilde gezi kitapları ile şöhret kazanmış üç beş isim öne çıkar. Hele hele bunlardan üç isim çoktan unutulmazlar arasına girmiştir: Marco Polo (1254-1324) , İbni Batuta (Mağrib 1304-1369)) ve Evliyâ Çelebi (1611-1684 ?). Marco Polo, Venedikli bir İtalyan seyyahıdır. uzun yıllar boyunca seyahat etmiş babası ve amcası ile Orta Asya ve ta Çin’e kadar gitmiş; bu ülkede ve yolda gördüklerini akıcı, eğlendirici bir üslupla yazmıştır. İbni Batuta ise bir Arap seyyahıdır. O da Fas’tan (Cebel-i Târık) yola çıkmış Arap yarımadasını ön Asya’yı Uzak Asya’yı, Karadeniz’in kuzeyinde yer alan topraklarını (Kırım, Rus, Moskova hattı) gezmiştir. Bu dönemlerin ulaşım ve nakliye imkanları düşünüldüğünde gezilerin insanı hayrete düşüren bir alana yayıldığını görürüz. Bu iki seyyahtan asırlar sonra yaşamış olan Evliyâ Çelebi’nin gezdiği alan da bu iki seyyahın gezdiği alandan az değildir. O da bu gezdiği muazzam alanı ve bu alanlarda gördüklerini Seyahatnâme adlı 10 ciltlik eserinde çok eğlenceli bir dille anlatmıştır. Üstelik bu eserin dili Türkçedir. Çok az bir gayretle orijinalinden okuyup anlayabilirsiniz. 74
Şimdi Evliyâ Çelebi’den biraz bahsedelim, bu büyük seyyahımızı size biraz daha yakından tanıtalım. Günümüzden tam 400 yıl önce imparatorluğun merkezi olan İstanbul’da dünyaya gelen Evliyâ Çelebi aslen Kütahyalıdır (1611). Dedeleri bu şehre İstanbul’un fethinden sonra gelmiştir. Çelebi, Seyahatnâme’sinde soyunu, ta Yesevî’ye kadar dayandırır ve dedelerinden birinin Fatih’in bayraktarlığını yaptığını söyler. Babası Mehmed Zıllî Efendi, Kanunî’den I. Ahmed’e kadar sarayın baş kuyumcusu (ser-zergerân) görevinde çalışmıştır. Annesi ise Kafkasyalı bir câriyedir. Döneminin standart eğitiminden başka (mahalle mektebi ve medrese) daha çok yüksek devlet memurlarının yetiştirildiği saray okulunda yani Enderun’da eğitim almış buradaki eğitimini tamamladıktan sonra da 1635 yılında dönemin ve Osmanlı İmparatorluğu’nun en kudretli padişahlarından kabul edilen IV. Murad (Bu arada o yalnız IV. Murad değil, I. Ahmed (1603-1617) I. Mustafa (1617-1623) II. Osman (1618-1622) ??IV. Murad (1623-1640) I. İbrahim (1640-1648) IV. Mehmed (1648-1687) gibi hükümdarların dönemlerini de idrâk eder.) ile tanıştırılmış ve kısa sürede padişahın yakın çevresi arasında yer almayı başarmıştır. IV. Murad’ın vefatından sonra da bugünkü askerlikte motorize kuvvetlere denk gelen bir askerî kurum olan sipahiler arasında yer alır. Evliyâ Çelebi, henüz 20’li yaşlarının başlarındayken seyahat etmek, yeryüzünde yaşayan çeşitli toplulukları, kurulan medeniyetleri, mimari eserleri tanımak arzusuna düşer. Buna, büyük ölçüde içinde yaşadığı çevrenin sebep oluşturduğu görülmektedir. Babasının Kanunî Sultan Süleyman Han devrini yaşamış, güngörmüş bir kişi olması, hepsi hoş-sohbet kimseler olan babasının arkadaşlarının anlattığı şeyler, zaten insanları, yeryüzünü tanımaya meraklı olan küçük Evliyâ’yı gezip görmeye, tanımaya daha da heveslendirir. Bir süre bu fikri nasıl gerçekleştirebileceğini düşünür. Seyahatlerinde iki rüyanın önemli olduğunu söyler. Birisi kendi gördüğü rüyadır ki bu rüyasında önemli sahabelerden Sa’d bin Ebî Vakkas ile görüş ve Hz. peygamberden şefaat dilerken dili sürçer “Seyahat ya Resulallah” der. Bu dil sürçmesi üzerine kaderi belirlenmiştir, artık sürekli seyahat edecektir. Seyahatlerini nasıl yapacağı ve yazması konusunda da Sa’d bin Ebî Vakkas’tan emir alır. İkinci rüya ise babasından seyahat için izin alma hakkındadır. Babası gördüğü bir rüyada daha önceki dönemlerdeki önemli evliyaların, oğlunun seyahatine izin için kendisine baskı yaptıklarını söyler. Biz iki rüyayı da Evliyâ Çelebi’nin eserinde kendi ağzından dinleriz. Bu rüyalar gerçek olsun olmasın bize, Evliyâ Çelebi’nin seyahatlerine bir olağan üstülük katmak istediğini de gösterir. Bakalım Evliyâ Çelebi nerelere seyahat etmiştir? Seyahatlerinin çoğunu yukarıda sözünü ettiğimiz gibi resmî görevleri sırasında askerî ve diplomatik görevlerle komşu ülkelere ve yabancı ülkelere giden yüksek rütbeli devlet memurlarına eşlik ederken yapmıştır. Bu bağlamda savaşlarda bulunmuş bir çeşit savaş muhabirliği yahut da savaşın akışını belgelendirme görevini üstlenmiştir. Bu görevle küçüklü, büyüklü 22 civarında savaşta bulunmuştur. Bunların dışındaki seyahatlerini de yabancı elçilik heyetleri yurtlarına dönerken onların yanında bulunurken yapmıştır. Ö rneğin İran, Romanya ve Balkanlara seyahatleri bu şekilde olmuştur. Bu resmî görevleri dışında dinî görevini yerine getirmek için Arabistan’a yolculuk etmiştir. Hac görevini yerine 75
getirdikten sonra 10 yıl kalacağı Mısır’a geçmiş ve burada iken kuzey ve kuzey doğu Afrika’yı da gezmiştir (Sudan veHabeş). Seyahatnâme’nin X. cildi eksik bir şekilde birden bire bittiğinden Çelebi’nin eserini bir sonuca bağlayamadan vefat ettiği tahmin edilmektedir. Vefat yeri ve tarihi hakkında da kesin bilgi yoktur. II. Viyana Kuşatmasını gördüğü ve Mısır’dan İstanbul’a döndükten sonra öldüğü, mezarının Meyyitzâde kabri civarındaki aile kabristanında bulunduğuna dair iddialar da vardır. Seyahatnâme nasıl bir kitaptır? 17’nci yüzyılın bu dâhi gezgini zamanın aydınları tarafından çok fazla dikkate alınmamıştır. Dünyada tanınır olması kendisinden 150 yıl sonra Avusturyalı tarihçi Hammer (1774-1856) vasıtası ile olmuştur. Türkiye’de ilk yayınlanması da günümüzden yaklaşık yüzyıl öncedir (1896). Seyahatnâme’de bir yabancının ilgisini çekecek her türlü konuda coğrafî, kültürel, mimarî, etnik ve folklorik bilgiler bol bol bulunur. Eserinde nasıl bir anlatım tekniği kullanmıştır? Çelebi eserinde gezip gördüğü yerleri belli bir plâna uyarak anlatır. Bu plâna göre önce coğrafî bilgiler verir, sonra şehrin kalesinden bahseder, sonra yerel idarecilerden bahseder, kurumlardan bahseder, sonra dinî kurumlar ve eğitim kurumları ve son olarak da o beldenin halkından söz eder. Nasıl bir üslubu vardır? Kendisini “Seyyah-ı âlem ve nedîm-i beni âdem Evliyâ-yı bî-riyâ” yani Dünya gezgini, insanoğlunun dostu, riyâsız Evliyâ diye takdim eden Çelebi, gördüklerini tatlı üslûbu içinde, biraz da abartarak ballandıra ballandıra anlatır. Kendi çağının süslü nesri yerine çoğu zaman sade ve samimi bir dili tercih eder. Yerel ağızlar kullanır, taklitler yapar. Evliyâ Çelebi Seyahatnâme’sinde, bu üslûp üzerinde okuyucusunu bazen at üstünde, bazen gemiyle köy köy, kasaba kasaba, şehir şehir gezdirir, ülkeler aşırır. Bir macera romanı gibi, okuyucuyu sürükler. XVII. yüzyıl hayatı tümüyle Evliyâ’nın ekranında görünür. Olaylara çoğu defa alaycı bir tavırla yaklaşan Evliyâ Çelebi, bazen naklettiği olayları renklendirmek amacıyla uydurma haberler ve olaylar da ortaya atmış, okuyucunun ilgisini çekmek için aklın alamayacağı garip olaylara da yer vermiştir. Evliyâ
Çelebiyi
bu
şekilde
kısaca
tanıdıktan
sonra
şimdi
de
biraz
Seyahatnâme’sinden
söz
edelim. Seyahatnâme’den seçilmiş parçalara bakalım:
Bu ben değersiz, yani "Derviş Mehmed Zılli oğlu Evliyâ", doğduğum şehir olan İstanbul'da, 1040 yılı Muharreminin âşûrâ gecesi (=19 Ağustos 1630) rüyada kendimi Yemiş iskelesi civarında helâl mal ile yapılmış "Ahi Çelebi Camisi" nde gördüm. Derhal caminin kapısı açılıp içi silâhlı askerlerle doldu. Sabah 76
namazının sünnetini kılıp duaya geçtiler. Ben zavallı minber dibinde durup bu aydın ve güzel yüzlü cemaati hayran hayran seyrettim. Hemen yanımda durana bakıp: "Sultanım! Kimsiniz? Yüce adınızı lütfediniz" dedim. O da: "Aşere-i Mübeşşere'den, kemankeşlerin piri Sa'd ibni Ebî Vakkâs'ım" diyince elini öptüm. "Ya sultanım, bu sağ tarafta nura bürünmüş güzel cemaat kimlerdir" dedim. "Onlar bütün peygamberlerin ruhlarıdır. Geri saftakiler evliyaların ruhlarıdır. Bunlar Peygamber'in sahabeleri ve yakınları, Kerbelâ şehitleridir. Mihrabın sağın-dakiler Ebubekir ve Ömer, solundakiler Osman ve Ali, mihrabın önündeki Üveysü'l-Karânî'dir. Caminin solunda, duvar dibindeki esmer adam senin pirin, müezzin Bilâl-i Habeşî'dir. Bu ayak üzre cemaati saf saf sıraya koyan kısa boylu adam Amr Ayyâr-i Zamîrî'dir. İşte bu bayrak ile gelen kızıl kanlı elbiseli askerler Hamza ile bütün şehitlerin ruhlarıdır" diye camideki cemaati birer birer bana gösterip herhangisine gözüm değdiyse elimi göğsüme basıp göz aşinalığı ile taze can buldum. Seyahatnâme’nin ilk sayfaları Evliyâ Çelebi’nin seyahatlerine başlamadan önce gördüğü rüya ile başlamaktadır. Burada aslında kendi iç dünyasına seyahat eder. Burada günümüz Türkçesine uyarlanmış şeklinden okuyoruz: "Ya sultanım, bu cemaatin bu camide toplanmalarının sebebi nedir" dedim. "Azak taraflarında Müslüman ordularından Tatar askeri sıkıntıda olmakla Hazretin (Peygamberin) himayesinde olanlar bu İstanbul'a gelip oradan Tatar Hanı'na yardıma gideriz. Şimdi Peygamber Hazretleri dahi Hasan, Hüseyn ve On iki İmamlar ve benden gayrı Aşere-i Mübeşşere ile gelip sabah namazının sünnetini kılıp kaamet eyle diye işaret buyurur. Sen dahi yüksek sesle tekbir getirip sonra Kürsî ayetini oku. Sonra Peygamber Hazretleri mihrapta otururken elini öpüp şefâat yâ Resulullah diyip yardım rica et" diye Sa'd İbni Ebî Vakkâs bana öğretti. Cami kapısından parlak bir ışık peyda olduğunu gördüm. Caminin içi nur dolunca bütün sahabelerle peygamberlerin ve evliyaların ruhları ayağa kalktılar. Peygamber Hazretleri yeşil bayrağı dibinde, yüzünde nikabı, elinde asası, belinde kılıcı ile sağında Hasan, solunda Hüseyn ortaya çıkınca sağ ayağı ile camiye Bismillah ile girip mübarek yüzünden örtüsünü açıp "esselâmü aleyke yâ ümmeti" buyurdular. Mecliste hazır olanlar da "ve aleykümü'selâm ya Resûlallah ve yâ seyyidi'lümem" diye selâm aldılar. Hazret hemen mihraba geçip iki rek'at sabah namazı sünnetini eda edip bitirince bana bir korku ve vücuduma bir titreme geldi. Ama Hazretin bütün eşkâline baktım. Hilye-i Hakanı de yazıldığı gibi idi. Selâmdan sonra bana bakıp mübarek sağ elleriyle dizine vurup "kaamet eyle" dediler. Hemen ben dahi Sa'd ibni Ebî Vakkâs'ın öğrettiği üzere derhal segah makamında ikamet edip tekbir getirdim. Hazret dahi segah makamında hazin bir sesle Fatihayı okudu. Rüyanın sonunda Sa'd İbni Ebî Vakkâs'm öğrettiği gibi hizmetimi tamamladım. Hazret mihraptan ayağa kalkarken Sa'd İbni Ebî Vakkâs elimden tutup Hazretin huzuruna götürdü: "Sadık âşıklarından ve iştiyaklı ümmetinden Evliya kulun şefaatini rica eder" diyip bana da "mübarek elini öp" diyince ağlayarak mübarek elini küstahça öpüp heybetinden şaşırarak "şefaat yâ Resûlullah" diyecek yerde "seyahat yâ Resûlullah" demişim. Hazret hemen gülümseyip: "Allah sıhhat ve selâmetle şefaatimi, seyahati ve ziyareti kolay kılsın" dediler. 77
Oradakilerden hepsinin elini öpüp hepsinin hayır duasını alarak gidiyordum. Peygamber Hazretleri mihraptan "esselâmü aleyküm yâ ihvan" diyip camiden dışarı çıkınca bütün sahabeler bana hayır dua ettiler ve camiden çıkıp gittiler. Sa'd Hazretleri hemen belinden sadağını çıkarıp belime kuşatarak tekbir getirdi: "Yürü! Ok ve yayla gaza eyle. Allah seni koruyup esirgesin. Sana müjde olsun: Bu mecliste ne kadar ruhlarla görüşüp ellerini öptünse hepsini ziyaret etmek nasip olacak. Dünya seyyahı ve insanların meşhuru olacaksın. Amma gezip tozduğun memleketleri, kaleleri, şehirleri, acayip ve garip eserleri, her diyarda yapılan güzel şeyleri, yiyecek ve içeceklerini, şehirlerinin boylam ve enlemlerini yazıp fevkalâde bir eser meydana getir ve benim silâhımla iş görüp dünya ve ahiret oğlum ol. Doğru yolu elden bırakma. Kinden, garezden uzak kal. Tuz, ekmek hakkını gözle, iyi dost ol. Kötülerle arkadaş olma. İyilerden iyilik öğren" diye öğüt verip alnımdan öperek Ahi Çelebi Camisi'nden çıkıp gitti. Ben şaşkına dönüp uykudan uyandım. Acaba bu bir rüya mıdır, gerçek midir, yoksa doğru rüya mıdır diye düşünüp ferahlık ve gönül açıklığı duydum. Sonra temiz abdest alıp sabah namazını kıldıktan sonra İstanbul'dan Kasımpaşa'ya geçip yorumcu İbrahim Efendi'ye rüyamı tâbir ettirdim. "Cihanı gezen bir seyyah olup işin hayırla sona varır ve Hazretin şefaati ile Cennete girersin" diye müjdeledi. Oradan Kasımpaşa Mevlevihanesi Şeyhi Abdullah Dede'ye varıp elini öperek rüyamı ona da tâbir ettirdim: "On İki îmam'ın elini öpmüşsün. Dünyada himmet sahibi olursun. Aşere-i Mübeşşere'nin ellerini öpmüşsün; Cennete girersin. Dört Halifenin ellerini öpmüşsün; dünyada bütün padişahların sohbetleriyle şeref bulup has nedimleri olursun. Mademki Hazreti Peygamber'in yüzünü görüp mübarek elini öperek hayır duasını almışsın, iki dünyada saadete erersin. Sa'd İbni Ebî Vakkâs'ın öğüdü ile önce bizim İstanbulcağızı yazmaya himmet edip bütün gayretini sarfeyle" diye yedi cilt muteber tarih ihsan buyurup: "Yürü! İşin rast gelir" diye hayır dua etti.[1] Evliyâ Çelebi’nin macerası işte bundan sonra başlar. Seyahatnâme’de bundan başka gittiği yerlerle ilgili bilgiler de eğlenceli bir üslupla verilir. Evliyâ Çelebi’nin abartmaları da meşhurdur. En bilinen abartması da Erzurum’da kışın şiddetini hissettirmek için anlattığı kedi hikâyesidir.
Halkın ağzında Erzurum’la ilgili şöyle bir fıkra vardır: Bir dervişe “Nereden geliyorsun?” demişler. O da “Kar rahmetinden geliyorum.” demiş. Bunun üzerine “O ne diyardır?” demişler. Derviş “Soğuktan insana zulüm olan Erzurum’dur.” demiş. “Orada yaz olduğuna rast geldin mi?” demişler. Derviş “Vallahi 11 ay, 29 gün sakin oldum. Halk hep yaz gelecek dedi. Ben göremedim.” demiş. Bir diğer fıkra da şudur: Kedinin biri kara kışta bir damdan diğer dama sıçrarken havada donup kalmış. Sekiz ay sonra don çözülünce miyavlayarak yere düşmüş. Gerçekten de bir adamın eli yaş iken bir demir parçasına yapışsa derhâl donar. Elini demirden koparmak ihtimali olmaz. Ancak bir miktar derisi yüzülerek demirden kurtulabilir.[2] Eserinde bildiği ve tanıdığı bilginleri de tatlı tatlı anlatır. Hezarfen Ahmed Çelebi Önce Ok Meydanı’nın minberi üzerinde, rüzgârın sert olduğu sırada kartal kanatlarıyla sekiz dokuz 78
kere havada uçarak talim etmiştir. Sonra Murad Han, Sarayburnu’ndaki Sinan Paşa Köşkü’nde boğazı temaşa ederken Galata Kulesi’nin ta tepesinden lodos rüzgârıyla uçarak Üsküdar’da Doğancılar Meydanı’na inmiştir.[3] Lâgarî Hasan Çelebi ve Bir Nükte Murad Han’ın “Kaya Sultan” adlı temiz talihli kızı dünyaya geldiği gece kurban keserek bayram ettiler. Bu Lâgarî Hasan, elli okka barut macunundan yedi kollu bir fişek yaptı. Sarayburnu’nda hünkârın huzurunda fişeğe bindi. Çırakları fitili ateşlediler. Lâgarî: “Padişahım seni Tanrı’ya ısmarladım. İsa Peygamber’le konuşmaya gidiyorum” diyerek. Tanrı’nın ve Peygamberin adını anıp göğe yükseldi. Yanında olan fişekleri ateşleyip deniz yüzünü aydınlattı. En yukarı çıkıp da büyük fişeğin barutu kalmayıp yere doğru inerken ellerinde olan kartal kanatlarını açıp Sinan Paşa Köşkü önüne denize indi. Oradan yüzerek çıplak bir halde padişahın huzuruna geldi. Yeri öperek “Padişahım! Îsâ Peygamber sana selâm söyledi.” diye şakaya başladı.[4] Dikkat edin burada şaka yapılan kişi sertliği ile meşhur IV. Murad’dır. Gezdiği yerlerin tanınmış kişileriyle ilgili hikâyeler arasında söz Akşehir’e gelince Nasreddin Hoca ve Timur ile ilgili anlatılan fıkraları da nakleder. Bu fıkralardan başka Nasreddin Hoca ile ilgili onun türbesinde kendi başından geçen bir anekdota da yer verir. “Bir gece yarısı göç boruları çalınıp bütün ağırlıklar gitti. Hakîr de hademelerimi gönderip bir gulamım ile kentten dışarı çıktım. Her kim ki Hoca Nasreddin’i ziyaret ederse aklına şakalarından bazı şeyler gelip elbette güler, derler. ‘Acaba gerçek mi?’ diye caddenin sol tarafından mezarlığa sapıp atla doğru mezarına vardım. Bir kez ‘Merhaba ey mezardakiler!’ deyince, Hoca Nasreddin’in türbesi içinden: ‘Merhaba ey himmet sahibi can!’ diye bir ses geldi. Atım ürküp iki ayağı üzerine kalktı. Bu telaşla bir ayağı bir mezara girdi. Hakîr kabir azabı çekeyazdım. Yine Hoca’nın türbesinden biri: ‘Ağa, sadakanızı veriniz de güle güle gidiniz! Beri geliniz beri!’ diye haykırdı. Meğer türbedâr imiş. Hakîr: ‘Bre herif, ben mezarlarında yatanlara selam verdim, sen neden selam aldın’ diyerek birkaç akçe verdim. ‘Var yardımcın Tanrı ola’ diye ardımdan dua etti. Doğrusu bu duruma hakîr de güle güle geçtim gittim.”[5] Evliyâ Çelebi, Akşehir’e kadar gelir de Isparta’ya gelmez mi? Isparta, onun hacca giderken uğradığı beldelerdendir. Bu yüzden Seyahatnâme’nin hacca gidişini anlattığı 9. cildinde yer almaktadır. Bakalım Seyahatnâme’de Isparta için ne diyor. Sadeleştirip alıyoruz: Bu arada eserin orijinalinde gezdiği yerlerle ilgili -ihtimâl daha sonra kesin şekilde tamamlayacağını düşünerek- bazı bölümler nokta noktalarla gösterilmiştir. Isparta’yı anlatırken de çeşitli tarihler ve sayılar bu şekilde noktalarla boş bırakılmıştır. Evsâf-ı şehr-i şîrîn-i Isparta (...) tarihinde (Selçuklu Sultanı) Alaaddin (Keykubad) zamanında Ermenilerden alınmıştır. Daha sonra da (…) tarihinde Osmanoğulları tarafından fethedilmiştir. Anadolu’da Hamid sancağının idare 79
merkezidir. Paşaya verilen arazinin yıllık geliri 400.000 akçedir. Savaş olduğunda Paşa, bu gelirine karşılık olarak orduya 400 asker verir. Alaybeyi (alaykomutanı) ve çeribaşısı (askerlikte bir rütbe)vardır. Dokuz zeamet ve 585 timarı vardır. Timar ve zeamet sahipleri toplam gelirlerinin beş binde biri kadarını harcayarak (savaşlar için) asker hazırlarlar. Hâs, zeamet ve timar sahiplerinin toplam asker sayısı 8000 bulur. (Buna göre de Paşa, has olarak 400’ünü vermekte) Şeyhülislâmlık (müftülük), nakibüleşraflık (peygamber soyundan gelenlerin işlerini gören kimse) kurumları, sipahi birlikleri komuta merkezi, yeniçeri birlikleri komuta merkezi vardır. Ayan, eşraf ve bilginleri çoktur. 150 akçe şerif kazadır. Çevresinde (…) adet köyden oluşur. Kadının yıllık geliri 6000 kuruş, paşanın 30.000 kuruştur. Cevizden (cevz-i ma‘dûddan) elde edilen gelir yıllık yedi bin kuruştur. Vergi (bâc u bâzâr) ve cezalaradan (kâr-i dilâzar) da yedi bin kuruş gelir elde eder. Ve bu sancak eyâleti gâyet geniş bir alanı kaplar. Cümle (…) kazâ yeridir. Ve Isparta şehri, on yedinci askeri bölgedir (iklim-i örfiyye). Ve Anadolu (Rum) şehirlerindendir ve Hamitoğullarının yerleşim yeridir. Ve güzel bir şehirdir (medîne-i müzeyyene). Bilginleri ve sûfîleri geçmişte de, bugün de çoktur. Ve toplam (…) aded mihrâb (camii) vardır. Başlarında Firdevs Beğ câmi‘i gelir ki Koca Mi‘mâr Sinân binâ etmiştir. eş-Şeyh Velî Hazretlerini Ziyaret: Hamîd sancağında Ağrasa (bugünkü Atabey) kasabasındandır. Doğduğu yerde bir zâviye yaptırmıştır ve orada gömülüdür. Şeyh Velî hazretleri, Firdevs Beğ câmi‘inde vâizlik eden Allah’ı bilir bir kimse imiş, pek çok kerameti görülmüş. (….) Ve bu Isparta şehrin alâ kadri’l-imkân iki günde seyr [ü] temâşâ edüp kıble cânibine (güneye doğru) yola çıktık. Güzel ve bakımlı köyleri geçerek sekiz saatte ……[6] Çelebi Isparta’dan ana hatları ile bu şekilde bahsetmekte, bunlardan başka çevredeki bugünkü ilçe ve köyleri de (Sav eserde Karye-i Sarı Ali Beğ diye yer alır) görmüş ve ondan sekiz saat sonra gördüğü Bizans kalıntılarını anlatarak Isparta bahsine son verir. : SİNEKLİ BAKKAL - HALİDE EDİP ADIVAR
KİTABIN KONUSU: Sinekli Bakkalın konusu kısaca,İstanbul’un Sinekli Bakkal mahallesinin Sinekli Bakkal sokağında doğup büyüyüp evlenen Rabia adlı bir hafız kızının ve çevresindekilerin hayatıdır. KİTABIN ÖZETİ: Olaylar, II. Abdülhamit dönemi istanbul’unun Aksaray semtinde, Sineklibakkal sokağında, geçer. Mahalle imamının kızı
80
Emine, babasının karşı çıkmasına rağmen belli ve sürekli bir işi olmayan, karagöz oynatan, ortaoyununda “zenne” (kadın) rolüne çıkan Tevfik’le evlenir. Babası, bu olay üzerine Emine’yi evlatlıktan reddeder. Tevfik’in dayısı ölünce dayısının bakkal dükkanı ona kalır. Eşinin diretmesi üzerine dükkanı işletmeye başlar. Bu iş onun sanatçı yaratılışına uygun değildir. Emine, bir gün kocasının, arkadaşlarına kendi taklidini yaptığını görür, buna katlanamaz, baba evine döner. Tevfik’ten boşanır. Bu arada Tevfik, Gelibolu’ya sürgün edilir. Emine’nin Tevfik’ten bir kızı olur. Adını Ra-bia koyarlar, imam, kızını atfetmiştir. Torununa sıkı bir dini eğitim verir onu hafız yapar. Rabia’nın sesi çok güzeldir. Cami ve konaklarda güzel sesiyle mevlit okur. Zaptiye Nazırı Selim Paşa’nın karısı da sesini çok beğenecek, onu korumasına alacaktır. Paşa da kızdaki yeteneğe hayran kalır. Ona Mevlevi dervişi Vehbi Dede ile italyan müzisyen Peregrini’den ders aldırtır. Rabia ile Peregri-ni birbirlerinden çok hoşlanırlar. Günün birinde Rabia’nın babası Tevfik sürgünden döner. Sineklibakkal’daki eski bakkal dükkanını yeniden açar. Rabia da dedesinden ayrılır, babasıyla oturmaya başlar. Kızın sanatına hayran olan Vehbi Dede ve Peregrini Tevfik’in evine gidip gelirler. Rabia Kur’an’ı, hele Mevlid’i öylesine güzel okumaktadır ki Doğu musikisinde âdeta bir çığır açmıştır. Aynı yıllarda Jön Türkler Abdülhamit’in baskıcı yönetimini ortadan kaldırmak için gizli gizli çalışmaktadırlar. Selim Paşa’nın oğlu Hilmi de bir Jön Türk’tür. Ortaoyununda zenne rolüne çıkan Tevfik Hilmi’nin isteği üzerine bir gün kadın kılığına girip Jön Türklerin Avrupa’dan gelen gazetelerini Fransız postanesinden almak ister. Gazeteleri alırken yakalanır. İşin içyüzü anlaşılınca Hilmi ile Tevfik, Şam’a sürgün edilir. Babası sürgün edilince yalnız kalan Rabia, bakkal işletir, hafızlık yaparak geçimini sürdürür. Bu arada Rabia’yı çok seven Peregrini Müslüman olur, Osman adını alır ve İstanbul’a yerleşir. Ra-bia’yla evlenir. Bu yıllarda Rabia’nın imam olan dedesi ölür. Rabia ve Peregri’ni dedesinin evine yerleşirler. II. Abdülhamit’e tam bir görev duygusuyla bağlı olan, padişah aleyhinde çalışanlara türlü işkenceler ettirmekten çekinmeyen Selim Paşa, kendi oğlunu da sürdükten sonra yavaş yavaş değişmeye başlar. Babalık ve insanlık duyguları uyanır, görevinden ayrılır. 1908'de Meşrutiyet ilan edilir. Tevfik, sürgünden döner. Rabia’nın bir çocuğu olmuştur. Sineklibakkal’da güzel günler yeniden başlar… KİTABIN ANA FİKRİ: Halide Edip‘in gözünde ideal Türk kadının doğu kültürünün aynı zamanda Batı ile tanışmış ılımlı kişiliğini; akla dayanan Batı felsefesinin birer temsilcisiolduğunu topluma göstermek istemiştir. KİTAPTAKİ OLAYLARIN VE ŞAHISLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ:
81
Rabia: Romanın asıl kahramanı: İlhâmi İmamın kızı Emine ve Kız Tevfik diye bilinen orta oyuncusunun kızı “Rabia”dır. Rabia, Yazarın romanda kendisi yerinde gösterdiği ve “İdeal Türk kadını nasıl olmalı?” sorusunun cevabı olan kişidir. Rabia’nın kişiliğinin oluşmasında babasından çok dedesinin etkili olmuştur. Kendisi İmam olduğu için torunu hafız yaparak İslami bilgilerle donanmasını sağlamıştır. Paşanın konağına gitmesi ile Rabia’nın kişiliğinin değişiminde en büyük etkii görülüyor. Dedesinin yanında her zaman cehennemden bahsedilerek büyüyen Rabia konağın ortamını görünce geleneklerine bağlı, ancak batı eğilimli bir karakter ortaya çıkıyor. iki ayrı ruh ikliminde yetişmiş olduğu Peregrini yani Osman’la evlenmesi ile de bunu gösteriyor. Kız Tevfik: Daima şen şakrak, orta oyununda usta, yakışıklı ve çok düzensiz bir kimlikte anlatılıyor. Vehbi Dede: Konakta Rabia’ya ders veren bir Mevlevî derviş olarak bize aktarılan Vehbi Dede, her zaman teselli edici teskin edici mizacı ile Rabia’nın dedesinden çok farklı olarak Ruh okşayıcı bir alim olarak anlatılıyor. Peregrini (Osman): Annesinin tavsiyesiyle eskiden papaz olan Peregrini daha sonra her hangi bir dine bağımlı olmaksızın yaşamış bir müzik hocası. Türkçe’yi çok iyi konuşan bu adam dinsiz olmasına rağmen Vehbi Dede gibi dinine bağlı insanlara saygı duymuştur. Rabia ile evlenmek için dinini değiştirerek Osman ismini almıştır. Selim Paşa: Eski Dahiliye Nazır, padişaha son derece bağlı bir mizaç ortaya sürmüştür. Öyle ki kendi oğlunu bile gözünü kırpmadan ve elinde kesin delil olmadan sürebilmiştir. Ama diğer taraftan Rabia’ya karşı hep şefkatli olmuş ve iyi davranmıştır. Emine: Rabia’nın annesidir. Önceleri Rabia’yı çok sevmiş ancak sürgünden dönen babasını kendisine tercih edince, elinden gelse Rabia’nın boğazına sarılmak istemiştir. Elini öpmek için gelen kızını kovmuştur. İlhamî İmam: Rabia’nın büyük Babası, mahalleliye devamlı cehennemden bahseden bir imam. Bilal; Rabia ile evlenmek isteyen bir genç, Rıfat Amca; mahallenin cücesi, Pembe; Rabia’nın hizmetini yürüten beraber yaşadığı çingene, Hilmi; Selim Paşanın Jön Türk oğlu, Sabiha Hanım; Selim Paşanın Hanımı, Kanarya Hanım; Köşkte ki bir Çerkez kızı SOKAKTA - BAHATTİN ÖZKİŞİ Bahattin Özkişi'nin bu eseri, 1975 yılında Peyami Safa Roman Yarışması’nda Başarı Ödülü almıştır. Konusunu son yüz elli yılın toplumsal yaşamından almıştır. Bir sokak çerçevesinde insanlardaki değişim ve aldatılmış insanlığın dramı ele alınmıştır. Bahaettin Özkişi, Sokakta romanında, manevi değerleri hiçe sayan materyalizmin ülkeyi istilası
82
anlatılmaktadır. Cin ve şeytanlar gibi fantastik öğelerin bulunduğu romanda millî değerler ve inançların yok oluşu mühim bir yer tutar. Kahramanlar Onlar: Kötülüğü simgeleyen ve eserde sokaktan başlayarak bütün dünyanın aldığı korkunç durumun nedeni olarak gösterilen, ateşten yaratılmış cin ve şeytan mahlukatı. Komiser: Romanda, sözü geçen mahallede yetişmiş, eğitim için bir süre buradan ayrılmış, devleti temsil eden bir kişi. Daha sonra ahlaki ve millî değerlere, geçmişindeki bağlara inanır. Çocukluk arkadaşı: Romanda ismi verilmeyen, önce katil olarak görülen bu kişi sokağın değişmeyen yüzünü temsil eder. Sokaktan hiç ayrılmamış, değerlerinden asla taviz vermemiş, gerçeği görebilen, inançlı, insani değerleri bozulmamış, Batı medeniyetinin kötülük getirdiğini düşünen bir kişidir. Etrafmdakilerce deli olarak görülür. Küçük Bey: Sokaktaki konağın beyidir. Mürebbiyelerin elinde büyümüş, inanmayan, dinî değerleri olmayan, materyalist biridir. Mahalledeki türbeye ve komiserin çocukluk arkadaşına hiç katlanamaz. Onu düşman gibi görür. Romanda şeytan ve cinlerin elindeki maşalardan biri olarak anlatılır. Katil: Komiserin çocukluk arkadaşının ağabeysidir. Kötülüğün simgesi ve şeytanların kölesidir. Kendi annesini şeytana kurban etme gerekçesiyle öldürür. ÖZET Şehrin geleneklere en bağlı ve sessiz mahallelerinden birinde yaşlı bir kadın öldürülmüştür. Ölünün yaşlı vücudu yirmi yerinden yaralanmıştır. Polis tarafından katil olarak görülen, ölen yaşlı kadının küçük oğlu ise katilin “ONLAR” olduğunu söylemektedir. Bu sırada olayla ilgilenmesi için bir komiser tayin edilir. Komiser, bu mahallede yetişmiş, bir süredir Uzakta olan ve katil zanlısı olarak görülen adamın çocukluk arkadaşıdır. Arkadaşının kendi annesini öldürmediğinden emindir. Bu mahallede böyle bir cinayetin olduğuna da inanamamaktadır. Soruşturmayı başlatır. Önce suçlu olarak görülen arkadaşı ile görüşür. Oldukça esrarengiz biri olan bu arkadaşı, ısrarla işin bir insan tarafından yapılmadığını, cinayeti “ONLAR”in işlediğini söylemektedir. Dürüst, hiçbir kötülüğün değiştiremediği bu adamın katil olamayacağından emindir komiser. Komiser, arkadaşını temize çıkarmak ve suçluyu bulmak için eski sokağına ve cinayet yerine gider. Niyeti herkesle konuşmaktır. Sokakta pek çok şey değişmiştir. Eskiden çok güzel bir kadın olan ninenin evine gider önce. Kızı Gülüm, onun çocukluk aşkıdır. Onun veremden öldüğünü öğrenir. Geçmişini özlemle hatırlar komiser. Sonra hemen yanındaki cinayet işlenen eve gider. Yanma bir doktor da tayin edilmiştir. Etrafı araştırırlar. Doktor, cesetteki yaraların insan eli tarafından açıldığına inanamamaktadır. Odada müthiş bir fakirlik ve sessizlik vardır. Kulakları önce bir vınlama ile dolar. İncecik ve metalsi bir ses, “Onu biz öldürdük.” der. Metalsi ses, kendilerinin Allah’a secde etmediği için onunla bir savaşa
83
giren cin ve şeytan grubu olduğunu söyler. Katil olduğu sanılan komiserin çocukluk arkadaşı akıl hastanesine yatırılmıştır. Komiser, onu ziyarete gider. Arkadaşı, sokağı çok özlemiştir. Komisere, onlar’la bir savaş içinde olduğunu söyler. Sokakta değişim başladığından beri savaşı tek başına göğüslediğini anlatır. Ateşten yaratılmış ve insanlardan önce dünyanın hâkimi olan kibirli yaratıklar, şeytanlarla savaşmaktadır. Arkadaşı, Batı medeniyetinin onların maşası olduğuna inanmaktadır. İnsanlığı, bu medeniyet para ve madde ile yoldan çıkarmaktadır. Doktoru da ona geçmişini anlattırarak onu iyileştirebileceğini düşünmektedir. Oysa arkadaşı hepsinden hikmet sahibidir. Sonraki günler, komiser cinayet aletini aramakla meşgul olur. Mahallede yaşlı kadının evine gider önce. O, asla cinayeti arkadaşının işlemediğini söylemektedir. O da yaşlı kadını ONLAR’ın öldürdüğüne inanmaktadır. Arkadaşı, komisere içini döker. Komiser, bilgi almak için bu sefer konağın sahibi Küçük Bey’e gider. Küçük Bey, tam bir materyalisttir ve sokaktaki değişimi kabullenmeyen tek kişi olduğu için katil zanlısını hiç sevmemektedir. Küçük Bey, komisere katil zanlısının suçlu olmadığını itiraf eder. Çünkü onu, cinayetin işlendiği saatlerde türbede ibadet ederken görmüştür. Bir dilekçe imzalar ve komiserin arkadaşı temize çıkar. Komiser, arkadaşı temize çıktığı için mutludur; fakat şimdi asıl katili bulmak zorundadır. Mahalle bakkalını sorgular önce. Ondan ölen kadının, canı gibi sakladığı bir şey olduğunu öğrenir. Bunun bir ipucu olduğunu düşünür. Morgda cesedi inceler ve o koynunda sakladığı şeyin yerinde olmadığını görür. Demek ki biri onu almak için cinayeti işlemiştir. Bundan haberdar olabilecek tek kişi kadının büyük oğlu olabilir. Yanına bir yardımcı alarak onun evine gider. Katilin onun olduğunu söyleyince adam, yanındaki yardımcısıyla birlikte komiseri vurur. Yanındaki adam ölür. Komiser ancak kırk beş gün sonra gözlerini açar. Komiser, iyileştikten sonra hastanede çocukluk arkadaşını ziyarete gider. Doktordan arkadaşının, vurulmasını önceden hissettiğini öğrenir. Bunun ve benzer şeylerin cinler vasıtasıyla kolaylıkla öğrenilebileceğini anlatır arkadaşı. Arkadaşı, cin ve şeytanların işi olan bu cinayetin aydınlanması için hastaneden ayrılır. Komiser, arkadaşı ve doktor iş birliği ile savaşı kazanmaya azmederler. Birlikte kaldıkları bu günlerde arkadaşı huşu içinde gece ve gündüz namaz kılmakta ve Allah’a yakarmaktadır. Komiser, araştırma için Küçük Bey’in evine gider. Küçük Bey, dadısının tuhaf ölümünden bahseder. Bu ölüm ile son ölen yaşlı kadının ölümü arasında bir bağlantı vardır. Dadı, ona verilen ifrit kılı yüzünden ölmüştür. Bu kılı ona kral olan büyücü babası vermiştir. Büyülü kıl, onun istediğini yerine getirmesini sağlamaya yarar. Bu olayı Küçük Bey’e anlattığı günün sabahında odasında ölü bulunur. Biri, büyülü ifrit kılını alıp onu öldürmüştür. Komisere göre iki cinayet arasında bir bağlantı vardır. Savaş başlamıştır. Komiser, sonuca iyice yaklaşmaktadır. İşin içinde cinlerin olduğu anlaşılmıştır. Aynı gün, Küçük Bey de evinde ölü bulunur. Daha sonraki günler, Küçük Bey’in odasını araştırır. Evde şeytana tapma ayininin düzenlendiği gizli bir yer bulur. Bir mabud vardır! Heykelin gözleri ışıl ışıl yanmakta ve çok korkunç bir ses çıkarmaktadır. Annesini öldüren oğlan ve bir kadın bu şeytanın köleleridir. Doktor ve komiser saklandıkları yerden, büyük oğul ile yanındaki kadının şeytana tapma ayinini ve şeytanın onlardan istediği kötülükleri seyrederler. Polisler, onları tutuklarlar. Şeytanın dostluğu yine insanı darağacına götürmüştür.
84
Komiseri tanıyan bir genç ondan bu hikâyeyi dinler. Esrarengiz ve gizemleri çözülmeyen bu hikâyeyi öğrenmek için yaşayanları araştırmaya başlar. Komiser, ona her şeyi anlatmaz ve ısrarla bir noktadan sonra konuşmaz. Komiserin çocukluk arkadaşı ise ölmüştür. Cinayeti işleyen ağabeyi de hapiste öldürülmüştür. Genç, artık bu hikâyenin bir sonu olmadığına inanmıştır. SOKRATES'İN SAVUNMASI ÖZETİ - PLATON (EFLATUN) KONUSU Sokrates’in Savunması, Mektuplarla birlikte Platon’un diyaloglardan ibaret olmayan tek eseridir. Eserde Platon’un felsefesiyle birlikte, hocası Sokrates’in suçsuz yere idam ediliş aşamaları ile İlk Çağda demokrasi gerçeğini bir arada görmek mümkündür. ÖZET Sokrates’i suçlayanlar vardır. Bu suçlayanların kim olduğu tam olarak bilinmemekte; fakat başlarında Melatos’un olduğu sanılmaktadır. Ünlü komedya yazarı Aristophanes de Sokrate’i Sofistlerle (Şüphecilerle) bir tutmuştur. Sokrates’in kötü ve yalancı biri olduğu, her şeye karıştığı, eğriyi doğru olarak gösterdiği gibi suçlamalar söz konusudur. Aristophanes, eserine Sokrates’in öğrencilere para karşılığında ders verdiğini, öğrencilerin aklını karıştırdığını yazmaktadır. Oysa Sokrates’in kimseye verecek bilgisi yoktur. Bir gün, Sokrates’in bir arkadaşı halka Sokrates’ten daha bilgili kimsenin olup olmadığını sormuştur. Tanrı sözcüsü, Sokrates’ten daha bilgili kimsenin olmadığını söylemiştir. Sokrates, bu olanlardan sonra bilgili bir insan olmadığı halde tanrı’nın neden böyle bir şey söylediğini düşünüp durmuştur. Sürekli olarak kendinden daha bilgili birisini arar. Sonunda görür ki hiç kimse bilgili değildir. Yalnız kendisinin ayrıcalığı, bilgili olmadığını bilmesidir. Sokrates, bilgiyi arama sürecinde bile çok düşman kazanmıştır. Çünkü pek çok kişinin gerçekte bilgisiz olduğunu ortaya çıkarmıştır. Önce devlet adamlarının bilgisizliğini ortaya çıkarmıştır. Sonra şairlere gitmiş, onların şiirlerini yalnız içgüdü ile yazdıklarını ortaya çıkarmıştır. Sanat sahiplerinin de aynı kusuru taşıdıklarını, bilmedikleri şeylerden dem vurduklarını ispatlamıştır. Sokrates, aslında asıl bilgiye sahip olanın Tanrı olduğunu düşünmektedir. Bu süreçte Sokrates, kafasını meşgul eden soruların cevaplarını ararken çevresinde olup bitenlerin farkına varmamıştır. Etrafındaki pek çok kişi, onun gençleri doğru yoldan çıkardığını, tanrıların yerine yeni tanrılar koyduğunu söylemektedir. Bu söylentiler onu mahkemeye sürükler. Sokrates, mahkum olursa suçlandığı gibi tanrıtanımaz olduğu için değil, insanların kinini üzerine çektiği içindir. Bu gelişmeler karşısında, Sokrates çok soğukkanlıdır. Ölmek veya mahkum olmak onun umurunda değildir; o, sadece doğruların peşindedir. Tehlike karşısında yılmamak, korkmamak onun prensibidir. Ona göre insanların en çok korktuğu şey olan ölüm, aslında kaçınılacak bir şey değildir. O, sadece kötülük yapmaktan korkar.
85
Sokrates, ideallerinden dönmemekte kararlıdır. O, asla Tanrı dışında kimseye boyun eğmez. Kendisi aleyhine söylenen her şey asılsıdır. Sokrates’in sürekli öğrencileri olmadığı gibi malı mülkü de yoktur. O, dünya hayatına önem vermeyen bilge birisidir. Yargıçları yumuşatmak için mahkemeye asla ailesini ve çocuklarını getirmez. Kararı, tamamen yargıçların iradeleri elinde olan Tanrı’ya bırakır. Sokrates, mahkemede suçlu görülür. O, bunu beklemektedir ve hiç tepki göstermez. O, herkesten farklı bir kişidir. İnsanların çoğunluğu gibi, makama, mevkiye, dünya hayatına önem vermemiştir ki, şimdi de üzülsün. İnsanlara hep erdemi ve ahlakı öğütlemiştir. Böyle bir insana ancak, devletin hesabına çalıştığı için ödül verilebilir. Mahkeme para cezası vermez, çünkü parası yoktur. Sürgün etmez, çünkü sürgüne gittiği yerlerdeki insanları da fikirleriyle yönlendirecektir. Nihayet ölüm cezası verilir. O, ölüm cezası verilirken başkaları gibi ağlayıp sızlamamıştır. Yaptığı hiçbir şeyden dolayı da pişmanlık duymamıştır. Platon’a göre Sokrates’in öldürülmesi için oy kullananlar çok acı çekecektir. Kurtulması için oy kullananlar ise gerçek birer yargıçtır. Sokrates’e göre ölüm bir ceza değildir; sadece bir yolculuktur. Ayrıca öteki dünyada soru sormak yüzünden mahkum edilme tehlikesi de yoktur. Sokrates, Atinalılardan son bir şey diler: “Çocukları erdemden, doğruluktan ayrılırsa kendisinin Atinalılara gösterdiği gibi Atinalılar da onlara yol göstersinler. Çocukları kendilerini çok beğenir ve bu dünyada bir hiç olduklarını unuturlarsa onları azarlamalarını ister Atinalılardan. Sokrates, ayrılı vaktinde ölüme giderken yargıçlar da yaşamaya giderler. Fakat Platon’a göre, bunların hangisinin daha iyi olduğunu ancak Tanrı bilir. SUYU ARAYAN ADAM - ŞEVKET SÜREYYA AYDEMİR Kitabın Özeti: a) Edebi özet Bir adam vardı. Suyu arıyordu. Toprağı üç kulaç, beş kulaç kazdı. Suyu bulamadı. On kulaç, on beş kulaç kazdı, gene suyu bulamadı. Sonra yerin derinliklerinde kara kaya tabakalarına rastladı. Yeise düştü, gücü sona erdi ve suyu bulmaktan ümidini kesti. Fakat bir ses ona: - Daha derinlere in, daha derinlere! dedi. Daha derinlere indi ve suyu buldu.” Kendi hayat hikayesini anlattığı Suyu Arayan Adam adlı kitabında, Şevket Süreyya Aydemir’in karşılaştığı zorlukları ve kendisine ilke edindiği görüşleri, yukarıdaki metinle özetlenebilir. Şevket Süreyya, 1897 Türk-Yunan harbi sırasında, Edirne’de göçmen bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiştir.
86
Kaderin önüne serdiği yüz milyonlarca küçük yollardan biri üzerinde, kendi alın yazısına göre yaşamıştır. Birinci Dünya Harbi’nin patlak verdiği sırada, delikanlı (17) sayılabilecek bir yaşta olan Aydemir, muallim mektebinin en başarılı öğrencisidir. Askerlik çağında olanların silah altına alınmasıyla, kendi isteğiyle Yedek Subaylar Talimgahı’na girer. Trablusgarp ve Balkan Savaşları’nın getirdiği yenilgi, Aydemir’de; “Biz Osmanlı olmadan önce de Türk’tük, şimdi de Türk’üz. Kaybolmakta olan sadece Osmanlı vatanıdır. Türkün yaşadığı her yer, hangi bayrak altında olursa olsun Türkün vatanıdır. Bu vatanın sınırları Tuna’dan, Meriç’ten Altay’lara, Çin Seddi’ne kadar uzanır. Memleketimizin adı Turan’dır.” düşüncesinin oluşmasına neden olur. Kafkasya Cephesi’nde görev yapan Aydemir, Wilson Prensipleri’nin 14. maddesi gereği, ateşkesin emredilmesiyle İstanbul’a gelir. Fakat gerek Kafkasya Cephesine giderken tanıdığı Anadolu insanını, gerek subaylık görevindeyken emri altındaki askerleri, gerekse bir yol göstericiye, bir ilim meş’alesine ihtiyacı olan Türk insanını eğitmek için, muallim mektebindeki tahsilini bitirdikten sonra Kafkasya’ya döner. Azerbaycan Hükümeti’nin, İstanbul Hükümetinden hocalar istemesi, Aydemir’in arayıp da bulamadığı bir fırsattır. Azerbaycan’ın kuzeybatı bölgesindeki Nuha şehrinde görevine başlar. Azerbaycan, tarihinde hiçbir zaman tam manasıyla bağımsız, toplu bir devlet hayatı yaşamamıştır. Devletini, kendi idealist çocuklarının gayretiyle kurmaya çalışmaktadır. Yeni bir ülkü savaşı, bu durgun suyu harekete getirdiği, ruhlara ve insanlara yeni istikametler verdiği zaman, yüzyılların biriktirdiği çamurların temizlenip gideceğine inanmaktadır. Aydemir, “Cemaat, millet haline gelecek ve millet, özbenliğini bulacak, öz bir vatan anlamını benimseyecektir. Bütün bağımsız Türk ülkelerini, kendi bayrağı altında toplayacak olan büyük ve güçlü vatan vardır; o da, TURAN’dır” der. Bu düşünceler içindeyken, Karabağ Yolu’nun ve Askeran Geçidi’nin Ermeniler tarafından kesildiği haberi, Aydemir’i ümitsizliğe sokar. Bütün memleketin üstünde, “Bolşevizm” denilen kara bulutlar oluşmaya başlar. Kızılordu, Dağıstan’dan Bakü üzerine doğru Azerbaycan’a akar. İhtilal nedeniyle, Aydemir’in ülküsü artık “insaniyet”tir. Tahtlar, taşlar ve bütün zalimler yıkılacak, bütün dinler bir ve bütün insanlar beraber olacaktır. Yeni din, yeni sanat, yeni dil, yeni medeniyetler doğacaktır. Bütün insanların eşit, bütün milletlerin hür ve beraber yaşayacakları harpsiz, ihtilalsız, imtiyazsız yeni bir alem kurulacaktır. Şark, yüzyıllar süren uykusundan uyanacaktır. Yabancılar, Asya’nın topraklarından çekilecektir. Bu düşünceler içinde, “Şark Milletleri Kurultayı”na delege seçilir. Daha sonra, Komünist partisine girer. Dünya nizamını yıkacak ve bu harabe üzerinde kendi nizamını kuracaktır. 1921-1924 yılları arasında Moskova Üniversitesi’nde “İktisat” okuyan Aydemir, İstanbul’a döner. Artık dünyayı hep kendisine okutulan ve öğretilen şeylerin gözlüğü arkasından görmektedir. Nereye baksa, bu yarı sömürge şehrini kapitalistlerin soyduğunu, yağma ettiklerini görmektedir. Limandaki yabancı ticaret gemileri; dünyanın soyulmasını, kapitalistlerin dünya pazarlarını istilasını hatırlatmaktadır. “Aydınlık Mecmuası” adlı dergide yazılar yazmaya başlar. Ankara’dan gelen bir emirle dergi kapatılır ve Aydemir tevkif
87
olunur. İstiklal Mahkemelerinde yargılandıktan sonra, Ankara ve Afyon cezaevlerinde hapis yatar ve af yasasının çıkmasıyla beraat eder. Afyon Cezaevinde iken, “İmam-cemaat/devlet-millet” görüşünü benimser. Devlet, yüzyıl boyunca halktan çok şeyler beklemiş, çok şeyler almıştır. Şimdi sıra devlettedir. Her şey halk içindir. “Devletçilik” ilkesiyle, devlet halkı için en mükemmeli bulmak zorundadır. Çünkü Türkiye bir inkılap devresindedir. Beraat ettikten sonra Ankara’ya gelir. İlkokul öğretmenliği yerine, Yüksek ve Teknik Öğretim Müdür yardımcılığı görevine atanır. Adına hükümet denilen kuruluşun ve idare denilen işin artık içindedir. Türkiye’de bir takım basit kazmaküreklerle dağlar delinmekte, tüneller açılmaktadır. Ele geçen bir avuç çimento, bir parça demirle bir mektep, bir hastane, bir devlet binası yapılıp nutuklarla açıldığı zaman, bunun şevki ve heyecanı günlerce yüzünde parlamakta, yaşamaktadır. Kahraman, bir dava adamıdır. Okuyucular için dikkati çekebilecek en önemli şey; çevrenin getirdiği zorluklar karşısında yılmayan, hep inancı doğrultusunda, kendisinin de var olduğunu ve bir şeyler yapabileceğini kanıtlamak isteyen bir insanın azmi karşımıza çıkmaktadır. Kitabın özünü şu mısralar hakkıyla verebilir: “Tanrı’nın bize verdiği en büyük nimet, sahip olduğumuz halde, sahip olduğumuzu bilmediğimiz kuvvetleri, bir gün kendimizde bulmaktır.” b) Romanın Eğitimsel Öğeler Açısından İncelenmesi Araştırma, okul eğitiminin altı temel öğesi olan “Öğretmen”, “Öğrenci”, “Okul, Bina ve Araç-Gereçler”, “Eğitim Programları”, “Yönetici” ve “Çevre” unsurları göz önüne alınarak yapılmıştır. I. ÖĞRETMEN a) Kişisel Özellikler Şevket Süreyya, soyadını Müfide Ferit’in 1917 yılında yazdığı “Aydemir” adlı romanda anlatılan kahramandan alır. Bu kahramanın ne silahı, ne cephanesi vardır. Yalnız imanına güvenen biridir. Hiç kimseye düşman değildir. Uyandırmaya koştuğu ülkelerde herkes sıcak odalarında yatarken, O, boş bir medrese hücresinde soğuktan titremektedir. O, herkese verecek bir şey, herkese dağıtılacak bir şifa, bir ümit veya bir teselli sözü bulur. O’nun etrafında halka olan gençler, kendilerini O’nun ülküsüne adarlar. Şevket Süreyya da, bu zincirin halkalarından biridir. Şevket Süreyya, Edirne Muallim Mektebi’ndeyken, ders yılı sona erince hemen köylere koşar. Harman makinelerinde çıraklık, yahut makinist yardımcılığı yapar. Makinelerde iş bitince de “Aşar Yazıcılığı”na, yahut “Köy Katipliği’ne girer. Eğer vakit kalırsa köy köy gezer. Köy kahvelerinde, mescit avlularında sarıklı imamlarla tartışmalara girer. “Aydınlık Mecmuası” adlı derginin kapatılmasıyla cezaevine girer. Tevkif olunacağını önceden bilmektedir, fakat
88
ülkesinde kalmaya karar verir. Verilecek her türlü cezaya razı olur. Diğer arkadaşları ülkeden kaçmışlardır. Şevket Süreyya’nın, ülkesinin keseceği cezaya razı olması ve ülkesinden kaçmaması, O’nun devletçi görüşe sahip olduğunun bir göstergesidir. b) Mesleki Özellikler Şevket Süreyya, I. Dünya Harbi sırasında, cephesine giderken tanıdığı Anadolu insanını ve savaş sırasında cahilliklerini net olarak gördüğü askerlerinin eğitilmesi gerektiğini anlar. Çünkü Anadolu insanı medeniyetten uzak, çile çekerek yaşamaktadır. Askerleri okuma-yazmayı, dinini, peygamberini hatta niçin savaştıklarını bilmemektedir. Şevket Süreyya, Azerbaycan Maarifi’nden kendisine taşrada ve mümkünse memleketin en uzak yerinde muallimlik görevinin verilmesini ister. Bu, kendisini mesleğine adamış bir insanın yapabileceği en güzel davranıştır. Azerbaycan’da muallimlik yaparken, mektebin iki odalı bir dairesine yerleşir. Bu dairenin kapısı gece-gündüz herkese açıktır. Böylece herkes ona kolayca gelebilir. Mektep saatleri dışında çarşıları, mahalleleri dolaşır. Geceleri muallimlerin, okur-yazarların evlerinde toplanılır, ilmi sohbetler yapılır. O’na göre, eğitim sadece mektepte yapılmaz. Bu yüzden şehirde, kasabada, köylerde, mekteplerde, mescitlerde, evlerde; çocuk-ihtiyar herkese bir şey öğretmek, bir şey anlatmak lazım gelir. Bu nedenle, şehir içinde bir teşkilat yaratmak, köylerle teması daha muntazam sağlamak için bir “İZCİ OYMAĞI” kurar. Bu oymağın mensupları öğretmenlerdir. Bu oymağı kurması, örgütçü kişiliğinin göstergesidir. Afyon Cezaevi’ndeyken, okuma-yazma bilmeyenlere okuma-yazmayı öğretir. Sohbetlerle, toplantılarla hapishane arkadaşlarına bir şeyler kazandırır. Moskova’da “İktisat” okuyan Şevket Süreyya, bir “iktisatçı” kimliğinden çok, bir muallim olarak Türk ulusunun çağdaş, medeniyetler seviyesine ulaşması için çalışır. “Devletçilik” ilkesini benimser ve “imam-cemaat/devlet-millet” görüşüyle devletin millet için en mükemmeli bulması gerektiğini savunur. Yani imam bir cemaatin sorumluğunu dini açıdan nasıl taşıyorsa, o cemaatte en doğruyu öğretmek zorundaysa, devlet de millet için en güzel ortamı oluşturmak zorundadır. II. ÖĞRENCİ Şevket Süreyya, Moskova Üniversitesi’nde okurken, dünyanın dört bir yanından gelen öğrencilerle tanışır. Öğrenciler birbirlerinin kültürünü tanırlar. Ortaya atılan iddialarla, tartışılan konularla öğrenciler arasında bir etkileşim meydana gelir. Şevket Süreyya; Azerbaycan’da muallimlik yaparken, bir “İZCİ OYMAĞI” kurar. Bu oymağın mensupları genç ve yetişkin öğretmenlerdir. Öğretmenler; şehirde, kasabada, köylerde, mekteplerde, mescitlerde, evlerde çocuk-ihtiyar herkese bir şeyler öğretecek ve insanları eğitecektir. Şehirde, kasabada köylerde, mescitlerde, evlerdeki herkes izci oymağının öğrencileridir. Şevket Süreyya; Afyon Cezaevi’ndeyken, cezaevi arkadaşlarına okuma-yazma öğretir. İlmi toplantılar düzenleyerek,
89
sohbetler yaparak arkadaşlarına bir şeyler öğretmeye çalışır. Cezaevi arkadaşları bir nevi onun öğrencisidir. III. OKUL, BİNA VE ARAÇ-GEREÇLER Şevket Süreyya, Moskova Üniversitesi’ndeyken mektep binaları terkedilmiş bir kervansaraya benzemektedir. Her şey ona boş ve manasız görünür. Fakat kamptan sonra mektebe dönülünce, mektebi oldukça değişmiş bulur. Bina tamir edilmiş, temizlenmiştir. Şevket Süreyya’nın önderliğinde kurulan izci oymağı, eğitim faaliyetlerini şehirde, kasabada, köylerde, mekteplerde, mescitlerde, evlerde yani her yerde yürütür. Mektep dışındaki yerler de bu oymağın eğitim-öğretim yaptığı okullardır. Şevket Süreyya, cezaevindeyken arkadaşlarına okuma-yazma öğretir. Cezaevi yönetimi, okuma-yazma öğretimini daha rahat yapabilmesi için ona bir oda tahsis eder. Cezaevi ve tahsis edilen oda onun okulu ve arkadaşları da öğrencisidir. IV. EĞİTİM PROGRAMLARI Şevket Süreyya; Edirne Muallim Mektebindeyken, ders yılı sona erince hemen köylere koşar. Harman yerlerinde köy çocuklarını etrafına toplar, onlara marşlar, talimler öğretir. Azerbaycan’da muallimlik yaptığı sırada, mektepte üç Türk muallim vardır, diğerleri Ruslardır. Dersler de Rusça verilmektedir. Önce Rus hocaların okuldan uzaklaştırılmasını sağlar. Mektepte yalnız Türkçe, Edebiyat, Tarih, Coğrafya gibi dersler değil, örneğin Jeoloji derslerinin de verilmesine öncü olur. Şehirde, kasabada, köyde, mekteplerde çocuk-ihtiyar herkese bir şey söylemek, bir şey anlatmak ve köylerle teması daha muntazam sağlamak için “İZCİ OYMAĞI” kurar. Bu oymağın mensupları çocuklar değil, genç veya yetişkin öğretmenlerdir. Bu oymağı kurmasının amacı, şehir içinde bir teşkilat yaratmak, köylerle teması daha iyi sağlamaktır. Moskova Üniversitesi, yetişkin okuyucularını yazın memleketin içlerine dağıtır. Fakat yeni gelenler, lisanı zayıf olanlar yazın tatil kamplarına giderler. Ders yılı başlayınca herkes okula döner. Afyon Cezaevinde yatarken okuma-yazma bilmeyen arkadaşlarına okuma-yazmayı öğretir. Çeşitli sohbet ve toplantılarla arkadaşlarına bir şeyler kazandırır. V. YÖNETİCİ Kitapta adı geçen Maarif Vekili Necati Bey; genç, hareketli bir insandır. O’na göre zamanın gecesi, gündüzü yoktur. Lazım olan şey, büyük işlerin yapılmasıdır. Büyük işlerin teferruatı O’nu ilgilendirmez. Necati Bey, “Benden daha fazla bir şey isteseler!” der gibi , yerinde duramaz. O’nu işler değil, işlerin sonu ilgilendirir. Yani bir iş zor olamaz ve başlanılan bir iş, her ne olursa olsun olumlu şekilde sonuçlanmalıdır.
90
Kitapta adı geçen Rüştü Uzel, Teknik Eğitimin kurucusudur. Kendini, memleketin üstünde bir çelik çatı gibi yükseleceğini düşündüğü teknik bir kalkınma sisteminin oluşturulmasına adar. O’nun aklında; köylerde dolaşacak seyyar demirhaneler, gezginci biçki-dikiş atölyeleri, balıkçılık kursları, sanat enstitüleri vardır. Bu çatı kat kat kuruldukça memleket, her sahada bütün teknik elemanları, bu teknik öğretim sisteminin içinden istediği kadar çekip alabilecektir. VI. ÇEVRE Şevket Süreyya’nın bu eserinde, okulun dışında kalan veli, basın, işyerleri gibi unsurlara rastlanmamaktadır. Afyon Cezaevindeki arkadaşları ve Aydemir’e güvenerek okuma-yazma faaliyetleri için bir oda tahsis eden Cezaevi yönetimi, çevredeki unsurlara örnek gösterilebilir. Ayrıca; şehirde bir teşkilat yaratmak, köylerle teması daha muntazam sağlamak için kurduğu izci oymağındaki öğretmenler ve bu oymağın eğitim-öğretim faaliyetlerini yaparken karşılaştığı insanlar, çevredeki unsurlardandır TÜTÜN ZAMANI (ZELİŞ) - NECATİ CUMALI
Necati Cumalı'nın bu roman, İzmir’in bir köyünde geçen bir hadiseyi konu alır. Tütün zamanına denk gelen bir aşk öyküsü çerçevesinde bir Ege köyünün tarıma dayalı yaşamı, gelenek ve görenekleri, inançları, değerleri gözler önüne serilir, 1950′li yılları konu alan roman aynı zamanda yazarın çocukluğunun geçtiği yerde geçmesi nedeniyle otobiyografik özellikler taşır. Romanın bir başka özelliği de henüz yayınlanmadan filme çekilmiş olmasıdır. KAHRAMANLAR Zeliha: 17-18 yaşlarında bir genç kızdır. Eli çabuk, titiz, iyi kalpli bir köylü kızıdır. Recep: Zeliha’nın babasıdır. Kızını zengin biri ile evlendirip rahat etmeyi ister. Karısı ve kızı tarlada çalışırken o hep kahvede vakit geçirir. Temelde iyi bir insandır. Rabia: Zeliha’nın küçük kardeşidir. Sevimli, ablasını koruyan, neşeli bir çocuktur. Cemal: Zeliha’nın âşık olduğu gençtir. Aynı zamanda komşularıdır. Göçmen oldukları için kendilerine ait ev ve malları yoktur. Fakat ailesi nazik ve çalışkandır. Sıdıka: Zeliha’nın en büyük ablasıdır. İzmir’de kocasıyla yaşar. Ayşe: Sıdıka’nın küçüğüdür. Kocası ve onun kalabalık ailesiyle birlikte Urla yakınında yaşar. Sürekli onlarla kavga eder. Bekir: Zeliha ile evlenmek isteyen, malı mülkü olan, sevimsiz bir adamdır. Maddeci, sevgiyi maddi olarak algılayan bir köylüdür. ÖZET İzmir’in Urla yakınlarında bir tarlada temmuz sıcağı her yanı sarmıştır. Zeliha, bağlı keçinin kaçmış olduğunu görür ve annesine söyler. Annesi bağırmaya başlar. Kocası kahveden gelip de sağlam bir ip almadığı için keçi kaçmıştır. Keçi, çardaktan öbür tarafa gitmiş ve yan komşunun bahçesine girmiştir. Bahçeye bakan Kadıovacıklı Ali Onbaşı ve ailesi keçiyi yakalar. Fakat Zeliha’ya hiç kızmazlar. Ali 91
Onbaşı’nın oğlu Cemal, Zellha’dan çok etkilenir. Zeliha da bu görüşmeden sonra Cemal’i hiç aklından çıkaramaz. Bu arada Zeliha’nın yaşı evlenme çağına gelmiştir. Babası Recep, kızını Bekir’le evlendirmek istemektedir. Bekir; evi, tarlası, hayvanları olan zengin biridir. Kızı almak için Recep’e her türlü yardımı yapmaktadır. Anne ve babasının niyetini anlayan Zeliha, Bekir gibi biriyle evlenmeyi asla istemez. Günler geçmekte, Zeliha ve ailesi tütünleri toplamakta, sürekli tarlada çalışmaktadır. Zeliha ve Cemal birbirlerinden çok etkilenmişlerdir. Bir gün, Zeliha çeşmeden su doldururken Cemal’le karşılaşır. Cemal, ona onu sevdiğini söylemek ister. Fakat çok kızarır, utanır, sadece mâni söyleyebilir. Zeliha da ne yapacağını bilemediğinden ikisi de birbirlerine duygularını açamaz. Onları Zeliha’ya tutkun olan Yaşar görür. Yaşar, dışarıdan onların birbirlerine karşı bir şeyler hissettiğini anlar. Gözlemecinin oğlu olan Yaşar, Zeliha ona yüz vermediği için karar verir. Zeliha’yı hiç sevmediği Bekir’le birleştirmek ve Cemal’den ayırmak için her yolu deneyecektir. Birkaç gün geçer. Temmuz sıcağı tütünlerin erken olgunlaşmasına neden olmuştur. Recep’in ailesi sürekli çalıştıkları hâlde tütünlere yetişememektedir. Recep, bir yardımcıya ihtiyaçları olduğunu düşünür. Bu arada, Ali Onbaşı ile sohbet ederken onunla anlaşırlar. Önce Ali Onbaşı’nın çocukları onlara yardıma gelecektir. Daha sonra onun çocukları Ali Onbaşı’ya yardıma gidecektir. Cemal’in kardeşleri Zelihaların tarlasına yardıma gelmeye başlarlar. İki aile arasında özellikle Zeliha ve Cemal’in kız kardeşleri arasında büyük bir dostluk oluşur. Bir akşam, Ali Onbaşı çardağına komşularını davet eder. Zeliha, annesi ve Rabia da giderler. Çardakta koyu bir sohbetin ardından şarkılar söylenmeye başlar. Herkes oynamaktadır. Bu kalabalığı fırsat bilen Cemal ve Zeliha oradan uzaklaşır ve ıssız bir yerde birbirlerini sevdiklerini söylerler. Fakat kısa süre sonra yoklukları fark edilir ve dönmek zorunda kalırlar. Zeliha’nın annesi şüphelenmiştir. Babası, annesinin de etkisiyle, tütün kalkınca Zeliha ile Bekir’i evlendirmeye karar verir. Bütün bunlar olup biterken Zeliha ile Cemal arasındaki aşk büyümektedir. Mektuplaşmaları başlar. Eğer bir aksilik çıkarsa kaçacaklardır. Bu arada Yaşar, her yerde Cemal’in Zeliha’yı kaçıracağı dedikodusunu yayar. Bekir, bunu duyunca çok öfkelenir. Zeliha’nın babası ile anlaşarak kızı boş bir anda kaçırmaya karar verir. Tütünlerin kalkma zamanı gelmiştir. Dedikodu her yeri sarmıştır. Zeliha ve Cemal, Bekir’in kaçırma planını duyarlar ve çok dikkatli davranırlar. Bekir’in kaçırma işlemi başarısızlıkla sonuçlanır. Bunun üzerine Zeliha ve Cemal kaçar. Hiç paraları yoktur. Boş bir eve sığınırlar. Burada öldürdükleri kuşların eti ile beslenirler. Recep, Bekir karakola şikâyette bulunurlar. Cemal yakalanırsa Zeliha’nın yaşı 18′in altında olduğu için Cemal tutuklanacaktır. Bir ay geçtikten sonra Zeliha ve Cemal tütünde çalışmaya karar verip bulundukları yerden çıkarlar. Bir süre sonra yakalanırlar. Cemal tutuklanır. Mahkemeyi dinleyen halk, Cemal ile Zeliha’nın aşkına hayran olur ve her şeyin iç yüzü meydana çıkar. Halk, Recep’e şikâyetini geri alması için baskı yapar. Recep, kızının mutluluğu için şikâyeti geri alır ve Cemal ile Zeliha evlenirler. 92
İzmir’e yerleşmek üzere yola çıkarlar. YABAN ROMANI - YAKUP KADRİ KARAOSMANOĞLU
Kitabın Konusu:
Kurtuluş savaşı, köyün köylünün savaştaki tavırları, durumu ve Ahmet Celal'in köylülerle ilişkisi. Karakterler: Ahmet Celal: Köye gelen tek kolunu savaşta kaybetmiş eski bir subay. köylüler ona "Yaban" derler. Defteri tutan kişi de odur. Mehmet Ali: Ahmet Celal'in eski neferi İsmail: Mehmet Ali'nin 14 yaşındaki kardeşi. Boyu çok kısadır. Çocukluğunu yaşayamamıştır. Ağır işler yapar. Çok çirkindir. Zeynep Kadın: Mehmet Ali'nin annesi. Kocası öldükten sonra evin işleri kendisine kalır. Çok güçlüdür. Bekir Çavuş: 23 yıl askerlik yapmıştır.Pek çok yer gezip görmüştür. Salih Ağa: Köyün zengin adamlarındandır. Emine: Yazarın aşık olduğu güzel köylü kızı. Muhtar: Köyün muhtarı. İmam: Köyün imamı. Emeti Kadın: Yazarın ev işlerine bakan kişi Hasan: Çobanlık yapar. Süleyman: Sessiz sakin biridir. Çok fazla konuşmaz. Memiş: Süleyman'ın en iyi arkadaşı. Cennet: Süleyman'ın karısı. Kahkahası bol keskin bakışlı bir kadındır. Erkeklerden ürküp kaçmaz. Şerif Çavuş: Emine'nin babası. Kitabın Özeti: Sakarya Savaşı'ndan sonra düşman orduları Haymana, Mihalıççık ve Sivrihisar bölgelerini virane halinde bırakır. İnsanlar yarı çıplak dolaşıp, yemek bulamayacak hale gelirler. Tetkiki Mezalim Heyeti araştırmaları sırasında bir defter bulur. Köylüler defterin sahibinin felaket gününe kadar köyde kaldığını söylerler. Ama daha sonra nereye gittiğini bilmezler. İhtiyat Zabiti Ahmet Celal eski eri Mehmet Ali'nin isteği üzerine onunla birlikte köyüne gider. Köy Porsuk Çayı'nın yakınlarında küçük bir alanı kaplamaktadır. Ahmet Celal savaşta sağ kolunu kaybetmiştir. İlk günler sağ kolunun yokluğunu köylülere fark ettirmek istese de köyde pek çok kişi sakat olduğu için kimse bununla ilgilenmez. Yine ilk günler yazar herkesten ayrı durumdadır. Köylüler ondan korkarlar. Hareketleri köylülere tuhaf gelir.
93
Yazar Mehmet Ali'nin evine yerleşir. Mehmet Ali'nin İsmail adında bir erkek kardeşi, iki tane de kız kardeşi vardır. Mehmet Ali'nin köye gelince askerdeki davranışları tamamıyla değişmiştir. Yeniden asker olmadan önceki haline dönmüştür. Yazarın savaşla, İstanbul'daki halkın haliyle ilgili konuşmalarını yalnız Bekir Çavuş ciddiye alır. Salih Ağa köyün zengin adamlarındandır. Ama dış görünüşüyle hiç zengin birine benzemez. Yazar Salih Ağa'nın düşüncelerinin, planlarının ayaklarından anlaşılabileceğini düşünür. Ahmet Celal'in babasından kalan İstanbul'daki evi satınca eline bolca para geçmiştir. Bu parayla bostan ortasında bir ev almayı düşünür. Ancak Anadolu'nun ücra köşesindeki bu köyde bostanlık bir alan yoktur. Porsuk Çayı'nın geçmesine rağmen çok kuraktır. Mehmet Ali'lerin bir boz eşeği vardır. Bu eşek ailenin pek çok işini görür. Ayda iki üç kez Mehmet Ali'yi, annesini veya kardeşini şehre götürür. Zeynep Kadın yaptığı yemeklerin çoğunu kimseye yedirmez. Pazarda satılması için saklar. Gün geçtikçe köylülerde olduğu gibi yazarda da zaman kavramı zayıflar. Bekir Çavuş 23 yıl askerlik yapmıştır. Ara sıra gezip gördüğü yerleri yazara anlatır. Ahmet Celal yedi sekiz ay sonra yeşilliğin, suyun yanında kadından da yoksun olduğunu anlar. Tek bir kadın, kız yüzü görmemiştir. Oysa Mehmet Ali'nin düğününe de katılmıştır. Düğünde köydeki kızların bir çoğunu görmüş ama hepsini biçimsiz, bücür veya çok iri bulmuştur. Köyün kızları ne zaman yazarı görseler saklanacak yer ararlar. Sonunda yazar neden kaçtıklarını Mehmet Ali'ye sorar. Mehmet Ali'de "Yabansınız da ondan beyim." der. Kendisine yaban denmesi yazarı çok üzer. Okumuş bir İstanbul çocuğu ile bir Anadolu köylüsü arasında çok büyük bir fark olduğunu anlar. Zeynep Kadın kocası öldükten sonra evin bütün sorumluluğunu üstlenmiştir. Bir kez kasabadan geç dönen İsmail'i çok kötü döver. Ailenin diğer fertleri çocuğu zor kurtarırlar. Yazar şimdiye kadar güldüğünü görmediği, çocukluğunu yaşayamayan İsmail için çok üzülür. Muhtar birkaç gününü kasabada geçirdikten sonra köye yeni havadislerle geri döner. Düşman askerleri kendi deyimiyle yalnış yolda olan Mustafa Kemal'e kızıp İnönü'ye kadar gelmişlerdir. Mehmet Ali bunu duyunca yeniden askere alınacağından korkar. Yazar bundan dolayı Mehmet Ali'den nefret etmeye başlar. Tek kolunun olmaması nedeniyle savaşamayacağı için üzülür. Bu üzüntüsünden dolayı köyden ayrılır ve yürümeye başlar. Koruluğun içindeki bir derenin kenarında bir kız görür. Bu kız Mehmet Ali'nin köyündeki kızlardan çok farklıdır. Kız yazarı görünce ağaçların arkasına saklanır. Köyünün derenin diğer tarafında olduğunu söyler. Ahmet Celal bu kıza aşık olur. Birkaç gün sonra köyde bir hazırlık, hareketlilik başlar. Mehmet Ali yazara her sene gelip köylülere dua eden, hastaları üfleyen, iyi öğütler veren, yol gösteren, başı sıkışanlara yardım eden Şeyh Yusuf'un köye geldiğini söyler. Bunun üzerine tüm aile birlikte muhtarın evine giderler. Yazar, Şeyh'in ona bir şey söylemesi üzerine hemen karşılık verir. Şeyh Yusuf, yazarın yüzünden o sene köyden erken ayrılır. Yazar da rahatlamak için daha önce gittiği koruluğa 94
gider, ama aşık olduğu kızı göremez. Bir kaç gün sonra yeniden gittiğinde onu görür. Mehmet Ali'nin köyünde Süleyman adında biri vardır. O da Mehmet Ali gibi civar köylerden Cennet adında bir kız alır. Yalnız, Cennet küçükken ağası ona tecavüz ettiği için köy halkının dilinden kurtulamaz. Bir kaç gün sonra başka bir erkekle yakalanır. Ancak Cennet oğlanla sadece konuştuğunu söyler. Cennet diğer kızlara benzemez. Erkeklerden kaçmaz. Süleyman onun yanında boynu bükük dolaşır. Yazarla Süleyman iyi arkadaş olurlar. Süleyman'ın başka bir arkadaşı daha vardır. Adı Memiş'tir. Memiş'le Süleyman bütün gün beraberlerdir. Bir kaç gün sonra Mehmet Ali ve bir kaç kişi daha askere çağrılır. Cennet eve başka bir adam alır. Geceleri beraber yatarlar. Süleyman'a tehditler yağdırırlar. Bu nedenle Süleyman bir şey diyemez. Köylüler araya girer. Evdeki adamın gitmesini isterler. Fakat Cennet ancak Süleyman'ın boşanmasıyla gideceklerini söyler. Ertesi gün Cennet'le adam köyü terk ederler. Cennet'in gitmesiyle Süleyman'ın ağzını bıçak açmaz. Memiş'le saatlerce konuşmadan otururlar. Yazar da bu sıralarda pek çok kez koruluğa gidip gelir. Bunlardan birinde yine çamaşır yıkarken onu görür. Kız, halasının görmesinden korktuğu için kaçar. Salih Ağa ile Zeynep Kadın arasında bir arazi meselesi ortaya çıkar. Salih Ağa, Mehmet Ali'nin babası zamanından beri ekip biçtikleri tarlanın kendisine ait olduğunu söyler. Ve şu anda bu tarla kira ile yazarın hesabına ekilip biçilmektedir. Bu nedenle Salih Ağa yazardan davacı olur. Yazar, Salih Ağa ile konuşmaya çalışır. Fakat Salih Ağa kaçar. Bir kaç gün sonra Mehmet Ali'nin karısı doğurur. İsmail evleneceğini söyler. Süleyman ortalardan kaybolur. Kimse nereye gittiğini bilmez. Yazar bir gün Zeynep Kadın'ı onun hakkında yakınırken bulur. Zeynep Kadın onun gelmesiyle eve uğursuzluk geldiğini söyler. Yazar, odasına kapanır, her şeyi onlar gibi yapabileceğini, fakat onlar gibi düşünüp hissedemeyeceğini düşünür. Bu kadar zamandan sonra bunları duyduğuna üzülür. Bir gün yatarken Salih Ağa'nın kambur oğlunun, Bekir Çavuş'un kör kızına sataştığını görür. Yardımına gideceği sırada kızın kaçtığını fark eder. Ancak oğlan kızı yeniden yakalar. Ahmet Celal bunu görünce insanın, hayvanların en iğrenci olduğunu düşünür. Salih Ağa, tarladan iddia ettiği hakkı alır. Yazar bunu duyunca çok sinirlenir. Ekini çalanın da o olduğunu öğrenince kimsenin olmadığı bir vakit kahvede Salih Ağa'yı yere iter; Salih Ağa yerden doğrulup kaçar. Bir gün köye aşar memuru gelir. Salih Ağa, Bekir Çavuş, Muhtar, İmam ve yazar onunla koyu bir sohbete dalarlar.
95
Bir kaç gün sonra yazar cephaneyi cepheye taşıyan uzun bir kağnı kafilesi görür. Bu yoksulluğu, mandaların bir deri bir kemik kalmış hallerini görünce çok duygulanır. Yazar da artık İsmail'in tavırlarından hoşnutsuzluk duymaya başlar. İsmail bazen bir yere gidip bir kaç gün sonra geri döner. Zeynep Kadın'a karşı çıkmaya ve çok fazla sigara içmeye başlar. Yazar bir kaç gündür ne zaman koruluğa güzel köylü kızını görmeye gitse İsmail'le karşılaşır. Bir gün İsmail'den sevdiği kızın bu köyde olduğunu, bu kızın kendi sevdiği köylü kızı Emine olduğunu öğrenir. İsmail'den nefret etmeye başlar. Zeynep kadın İsmail'in Emine ile evlenmesine karşıdır. Yazar da evlenmelerini istemediği için Zeynep Kadın'a hak verir. Yazar İsmail ile evlenmeye Emine'nin razı olup olmadığını öğrenmek için koruluğa gider. Emine bunun halasına bağlı olduğunu söyler ve oradan kaçar. Köyde kış hazırlıkları yapılmaya başlanır. Buğdaylar öğütülür, biberler kurutulur. Zeynep Kadın, kızları ve gelini çalışırlarken yazar da Mehmet Ali'nin daha adını koymadıkları çocuğuyla ilgilenir. Bir kaç gün sonra Süleyman köye geri döner. Cennet'i bulduğunu, yeniden evlenmek istediğini, bunun için bir hülleci gerektiği için sabaha kadar hülleciyle Cennet'i yalnız bıraktığını sonra tekrar Cennet'i geri alamadığını söyler. Mehmet Ali, Aralık ayında on günlük izinli gelir. O gittikten sonra yazar yeni bir eve taşınmaya karar verir. Bekir Çavuş'un eski bir evini satın alır, tamir ettirir. Süleyman tamir işlerinde çok yardım eder, bu nedenle yazar ve Süleyman dost olurlar. Bir gün muhtar elinde bir kağıtla yazarın evine gelir. İkinci İnönü Zaferi'nin kazanıldığını öğrenirler. Yazar, yeni evinin ahırında bir eşek beslemeye başlar. Emine'yi istemeye karar verir. Bekir Çavuş ile konuşur, karısının bu işi halletmesini ister. Yazar sonradan bundan vazgeçer, çünkü İsmail Emine'yi almak istiyordur. Zeynep Kadın ve İsmail ile aralarının açılmasını istemez. Ancak Bekir Çavuş'un karısı çoktan sormuştur. Emine 'o yabana varmam' demiştir. Yazar bunları duyunca hayal kırıklığına uğrar. Süleyman bir gün yazarın evinden çekip gider; dönmek istemez. Yazar evde yalnız kalır. Süleyman'ın yerine artık Emeti Kadın Yaban'ın işlerine bakar. Ayrıca İsmail ve Emine evlenirler. Yazar, Çoban Hasan'la tanışır. Hasan'la kısa sürede çok iyi arkadaş olurlar. 96
Bir kaç gün sonra düşman beklenen genel taarruza geçer. Uşak ve Afyon'a kadar ilerler. Yazar gün geçtikçe Emeti Kadın'la daha iyi anlaşmaya başlar. Emeti Kadın bir gün Şeyh'in yanından gelir. Şeyh'in anlattıklarına göre düşmanlar Türklere yardım edecektir ve Kraliçe Müslüman olacaktır. Yazar bunları duyunca Anadolu'daki halkın cehaletinden dolayı çok üzülür. Biraz da kendini suçlar. Bundan sonraki gecelerde kabuslar görmeye başlar. Bir kaç günden beri cephe çözülmeye başlar. Askerler yarı aç, perişan halde geçmeye başlarlar. Aralarında yaşlılar, kadınlar da vardır. Bir topçu müfrezesi köyün içinden geçer. Yazar yüzbaşı ve binbaşı ile konuşur. Köylülerin buradan kaçması gerektiğini söylerler. Yazar düşman askerleri tarafından atılan kağıtlardan birini gösterir. Köylülerin bu kağıtlara inandıklarını söyler. Bir kaç gün sonra köye yine dağınık bir asker müfrezesi gelir. Bu asker müfrezesinin subayı, Emine'nin şehit düştüğü sanılan babası Şerif'tir. Bekir Çavuş çok şaşırır ve hemen İsmail ve Emine'yi çağırır. Şerif Çavuş düşman askerlerine esir düşmüş ve bilmeden kaçarak buralara kadar gelmiştir. Daha sonra Şerif Çavuş annesinin elini öpmek için köyüne gider. Süleyman çıkagelir. Çok hastadır. Birkaç gün sonra yazar top sesleri duyar. Sürüyü otlatan Hasan'ı yanına çağırır. Hasan ne olduğunu pek anlamaz. Hatta bu manzara onu eğlendirir. Top sesleri sıklaşınca köylüler de korkmaya başlarlar. Yazar köyden uzaklaşmalarını söyler ama hiç kimse evinden olmak istemez. Yazar da ısrar etmekten vazgeçer. Uçaklar daha da fazlalaşır. Köylüler sürekli bunları izleyerek eğlenirler. Yazar bu davranışlarına iyice sinir olur. Yeniden notlar atarlar. Bu notlarda halkı kurtarmaya geldiklerini yazarlar. Bekir Çavuş bir gün yazara yazarın da Kemal Paşa'nın tarafındakilerden olup olmadığını sorar. Yazar da her Türk'ün bu tarafta olması gerektiğini söyler. Bekir Çavuş ise kendisinin Türk değil İslam olduğunu belirtir. Yazar onca yıl askerlik yapmış olan Bekir Çavuş'un böyle konuşmasına çok şaşırır. Bir sabah Hasan, Ahmet Celal'e düşmanların geldiğini haber verir. Yazar dışarı çıkınca köyde kimseyi göremez. Düşman askerleri gelince sadece meydanda yazarı görürler. Yazarın evine girerler ve her yeri ararlar. Daha sonra evlerin içlerine girerek saklanan köylüyü bulurlar. Düşman askerleri yazarı zorla kumandanlarının yanına götürürler ve orada sorguya çekerler. Yazarın eski subay olduğunu öğrenirler. Bundan sonraki günlerde düşman sürekli yazarı gözetler. Yazar sonraki günlerde defterini görünmemesi için gece karanlık olunca yatağında yazar. Düşman askerleri köylüleri iyice sömürmeye başlar. Aldıkları karşısında onlara Rumca yazıların olduğu 97
kağıtlar verirler. İsteklerini alamadıkları zaman köylüleri döverler. Düşman onlara yol göstermeleri için iki kişi ister. Salih Ağa ve imam verdiklerinin karşılığını alma umuduyla onlarla gider. 10 gün sonra özgün bir biçimde geri dönerler. Düşman'ın Ankara'ya doğru ilerlediğini söylerler. Yazar söyledikleriyle Salih Ağa'yı sinirlendirir ve Salih Ağa'ya tokat atar. Köylülerin araya girmesiyle kavga sona erer. Birkaç gün sonra yazar Emine'nin kendisine olan tavırlarının değiştiğini fark eder. Emine de yazara varmak istiyormuş gibi görünür. Yazar Hasan'a iyice alışır. Onunla birlikte dağlarda, kırlarda gezintilere çıkar, sürüyü bekler. Bir akşam kır gezintisinden döndüklerinde köyü düşman askerleriyle dolu bulurlar. Ertesi gün Emeti Kadın ve yazar Hasan'ı artık dövülecek ve hırpalanacak yeri kalmamış biçimde bulurlar. Hemen yazarın evine götürürler. Emeti Kadın ağlamaktan perişan hale gelir. Akşam yazarın evini düşman askerleri kuşatır. Evindeki kitapları, paraları her şeyi alırlar. Bunlar sarmak için de Hasan'ın yattığı yerdeki çarşafı çekip alırlar. Hasan yere düşer ve oracıkta ölür. Düşman askerleri yavaş yavaş köydeki evleri yakmaya başlarlar. Köylülerin hepsi çok kötü durumdadır. Yazar kalemini ve defterini alarak evinden ayrılır. Bütün köylüler meydanlığa toplanırlar. Düşman askerleri herkese saldırırlar. Yazar subaylarının olduğu çadıra gidip askerleri şikayet eder. Subaylar da bunun üzerine meydanlığa gelirler. Köylülere sorular sorarlar. Ancak tercümanlar bunları farklı bir şekilde çevirirler. Bu sırada Emeti Kadın, Hasan'ın ölüsüyle gelir. Yazarın evinin yandığını söyler. Süleyman'da içeride kalmıştır. Bu sırada Hasan'ın cenazesini kaçırırlar. Kalabalıkta Emine ve yazar fısıldaşarak konuşurlar ve kaçmayı planlarlar. Akşam olur. Düşman askerleri kızlara sataşmaya başlarlar. Emine ile beraber karışıklıktan istifade ederek, sürünerek uzaklaşırlar. Bu sırada askerler etrafa kurşun yağdırmaya başlarlar. Emine bacağından, yazar da sağ böğründen yaralanır. Geceyi mezarlıkta geçirirler. Sabah uyandıklarında kaçmaya devam edemezler çünkü Emine bacağından vurulmuştur, yürüyemez. Yazar defterini Emine'ye verir ve oradan uzaklaşır. Ana düşünce: Ülkemizin uygar toplumlar arasına girebilmesi için köylülerimizi egitmeli, cahilliklerinden kurtarmalı, Türk Aydını ile Anadolu Köylüsü'nün arasındaki farkı gidermeliyiz. YAŞAR NE YAŞAR NE YAŞAMAZ - AZİZ NESİN Aziz Nesin'in 1977'de yayımlanan romanı, toplumun ve bürokrasinin aksayan yönlerini alaycı bir üslupla ortaya koymaktadır. Nüfus kâğıdı olmadığı için devletin yaşadığına inanmadığı bir kahramanın başından geçen olaylar komik bir dille anlatılır.
98
Başlıca Kahramanlar: Yaşar: Nüfus kâğıdı olmadığı için hiçbir konuda hak iddia edemeyen bir zavallıdır. Başına her türlü komik olay gelir. Romanın sonunda karakter değişimi yaşar. Artık işini bilen, üçkâğıtçı bir zengindir. Ayşe: Yaşar'ın nişanlısıdır. Yaşar'ın nüfus kâğıdı olmadığı için nikâhlanamazlar. Kanaatkâr, iş bilir, çalışkan, Yaşar'ı tamamlayan bir kadındır. Romanda bunların dışındaki bütün kahramanlar genellikle sahtekâr, düzenbaz kişilerdir. ÖZET Cezaevi imamı artık suçlularla uğraşmaktan bıkmıştır. Onların ıslah olabileceğine olan inancını tamamen yitirmiştir. Yalnız cezaevinden çok yakında çıkacak olan Yaşar ile yakın dost olmuştur. Yaşar kendini dine vermiş, sürekli camiyi temizleyen biridir. Koğuştaki herkes Yaşar Yaşamaz'ın aniden dine sanlısına, imamın yanından ayrılmayışına şaşırmaktadır. Bu arada Yaşar'ın iyi para kazanması kuşkulan artırır. Neticede bir gün her şey ortaya çıkar. Meğer Yaşar yeni hapisten çıkmış ortağı ile imamı eroin işinde kullanmaktadır. Yaşar'ın ortağı gündüzleri imamın oturduğu kahvehanede imamın cüppesinin içine eroin koymakta, Yaşar da camide herkes secdede iken eroini imamın cüppesinin içinden almaktadır. Böylelikle saf bilinen Yaşar, tarihte görülmemiş bir ustalıkla uyuşturucu ticareti yapmaktadır. İmam bunu anlayınca Yaşar'ı bir daha camiye sokmaz. Yaşar, bu olaydan çok önce hapse girmiştir. Birinci koğuşta boşalan yere getirilmiştir. Koğuşa geldiği ilk gün herkes onun deli olduğunu düşünmüştür. Yaşar, sürekli olarak olmadığını, yaşamadığını söylemektedir. Koğuştakilere yaşamını anlatmaya başlar. Yaşar, daha on iki yaşında iken yaşamadığını anlamıştır. Babası onu hükümet okuluna yazdırmaya götürmüştür. Fakat nüfus cüzdanı olmadığı için yazılmamıştır. Babası ile nüfus memurluğuna gittiklerinde daha komik bir durum onları beklemektedir. Memur, kütüklerde babasının bir çocuğu olduğunun yazdığını tespit eder. Fakat çocuk Çanakkale Savaşında şehit düşmüş olarak kayıtlıdır. Ne yapsalar da devlet yanlış yapmaz denildiği için dertlerini anlatamazlar. Kütüklere göre, Yaşar'ın annesi, babası ile 7 yaşında iken evlenmiş, bir de onunla evlenmeden önce bir başkasıyla da evlenmiştir, güya Yaşar bu evliliğin mahsulüdür. Bundan sonra Yaşar'a asla nüfus kâğıdı alınamaz. Yaşar'ın kendinden önce dört kardeşi ölmüştür. Ailesi yaşasın diye adını Yaşar koymuştur. Fakat kayıtlarda şehit yazıldığı için devlet onun yaşadığına asla inanmamıştır. Yaşar büyüdükten sonra Ayşe isimli bir kızla nişanlanır. Tam evlenecekleri zaman asker kaçağı diye götürülür. Yaşar'ın babası durumu anlatır. Devlet belki böylelikle Yaşar'ın yaşadığına inanır diye Yaşar'ı askere gönderirler. Yaşar, cezaevine gireli 3 gün olmuştur. Koğuştaki herkes onun tatlı diliyle anlattığı hayat hikâyesini dinlemekten çok mutludur. Yaşar bir de saz çalıp yanık türküler söylemektedir. Yaşar, askerlik hayatını anlatmaya başlar. Bütün arkadaşları terhis olduğu hâlde kendisi terhis olamamaktadır. Nüfus kâğıdı gelmediği için günler geçer, terhis olamaz. En
99
sonunda insaflı bir komutan onu gönderir. Köyüne döndüğünde babasının öldüğünü öğrenir. Miras işleri için çok uğraşır, bir süre bürokrasi yüzünden sinir krizi geçirir. Tımarhaneye atılır. Hastanede bir yıl yatmak zorunda kalır. Çünkü nüfus cüzdanı yoktur! En sonunda hastaneden kaçar da kurtulur. Fakat kocaman şehirde babasının mirasını da alamadığından
parasız
kalıverir.
Nüfus
cüzdanı
olmadığı
için
işe
de
girememektedir.
Yaşar, koğuşta artık anlatıcılık yaparak hayatını kazanmaktadır. İnsanlar onun hayat hikâyesini büyük bir zevkle dinlemektedirler. Bu yüzden ona para vermektedirler. Yaşar, hayat hikâyesini kaldığı yerden anlatmaya başlar. Satı Bey adında bir baba dostu ile tanışmıştır. Satı Bey'in gerçek ismi Satılmış'tır. Fakat o kendini İstanbullu gibi tanıttığı için ismini değiştirmiş, yalancı bir politikacıdır. Yaşar, ona derdini anlatır ve işinin olmadığını söyler. Satı Bey, ona bir kart yazar. Kartı gösterdiği her iş yeri onun referansı ile Yaşar' ı işe alacaktır. Yaşar, nişanlısı Ayşe'ye hayal ettiği gibi müzede hademe olup onu da yanına alacağına dair söz vererek yola çıkar. İstanbul'da bir hemşerisini bulur. Hemşerisi eşinin parasıyla geçinen sahtekârın biridir. Çıkan için Yaşar'a yardım eder. Yaşar, hademe olmak için müzeye her gün gider. Fakat müdürle bir türlü konuşamaz. Bu arada Satı Bey'in de politikadaki üstünlüğü sona ermek üzeredir. Bir an önce işe girmezse elindeki kâğıt hiçbir şeye yaramayacaktır. En sonunda müdüre ulaşır. Müdür, Satı Bey ismini duyar duymaz büyük bir ihtimam gösterir. Ama işe almaz. Yaşar'ın dertleri bitmez. Eve döner dönmez nişanlısından bir mektup alır. Yanına almazsa onu başka biri ile evlendireceklerdir. Yaşar iş de bulamamıştır. Nişanlısı Ayşe'yi bir köşke hizmetçi olarak verir. Kendisi de iş arayacaktır. Yaşar, nişanlısından aldığı parayla bir adamla ortak olup manav açar. Sözleşmede her ikisinin de adı yazmaktadır. Manav çok iyi çalışmaktadır. Bir sürü para kazanırlar. Fakat ortağı bir süre sonra bütün malzemeleri ve paraları alarak kaçar. Yaşar'ın yine nikâh yapmak için yaptığı bütün çabalar boşa gitmiştir. Yaşar, ortağını mahkemeye de verse kimliği olmadığı için mahkeme onun sahtekâr olduğuna inanır, bir de vergi ödemek zorunda kalır. Yaşar, bundan sonra resmî bir dairede odacı olmak için uğraşır. Fakat daireye girer girmez şapkasını kaybeder ve şapkasını kayıp bürosundan bürokrasiye takıldığı ve nüfus cüzdanı olmadığı için alamaz. Yaşar, İstanbul'da birkaç işe girer, hiçbiri sürekli olmaz. Bir de Ayşe hamiledir. En sonunda Ayşe'nin çalıştığı konakta bekçi olur. Çok iyi para kazanmaktadır. Fakat ev sahibi onun nüfus kâğıdının olmadığını anlayınca işten kovulur. Koğuşta başından geçenleri anlattıkça arkadaşları hapisten çıkınca Karakaplı Nizami Bey'e giderse her sorunu çözeceğini söylerler. Yaşar, burada para kazanmanın yolunu da bulur ve epey para toplar. Hapis, ona tam bir hayat üniversitesi olur. Her türlü entrika ve üçkâğıtla para kazanmanın yolunu öğrenir. Artık hapisten çıkacağı gün gelmiştir. Hapse girdiği ilk gün kirli ve kötü giyimli olan Yaşar manken gibi ve altın yüzüklerle hapisten ayrılır. Onun artık piyasadaki Karakaplı Nizami Beylere ihtiyacı yoktur. Çünkü kendisi Karakaplı Nizami Beylerden biri olmuştur. 7. GÜN - ORHAN HANÇERLİOĞLU
Orhan Hançerlioğlu'nun 1957 yılında yayınlanan romanı, değişik bir biçim kullanılarak yazılmıştır. Hikaye hacmindedir. Orhan Hançerlioğlu, eserinde Tevrat’tan Allah’ın dünyayı yarattığı 7 günle ilgili bölümleri alıntı yapmıştır. Bu alıntıların altına bölümler hâlinde bir insanın 7 günlük hayatını 100
anlatmıştır. KAHRAMANLAR Ömer: Orta halli bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Ömer, üniversiteyi bitirdikten sonra zengin bir albayın kızı ile evlenmesi sayesinde genel müdürlüğe kadar yükselmiş bir kişidir. Fakat hayatının tekdüzeliğinden sıkıldığı için intihara karar verir. Rezzan: Ömer’in karışıdır. Varlıklı bir ailenin kızı olduğundan biraz sorumsuz ve maddi yaşama düşkün biridir. Sevgi: Ömer’in 16 yaşındaki kızıdır. Işık: Ömer’in 13 yaşındaki oğludur. Yemeğe düşkün, çok şişman bir çocuktur. Gönül: Ömer’in gençlik aşkıdır. Esmer, kısa boyludur. 40 yaşlarında olmasına rağmen hiç evlenmez, Ömer’e sadık kalır. Bankada çalışmaktadır. Necmettin: Ömer’in kaldığı Sirkeci otelindeki garsondur. Onun işlerini görür. ÖZET Ömer, çalıştığı bankanın genel müdürüdür. Bir gün, üstü olan müsteşar onu odasına çağırır ve bakana verilmesi gereken evraklarla ilgili sorular sorar. Çok asabi bir hâlde ve onu aşağılayarak gururunu rencide eder. Ömer, buna dayanamaz ve müsteşarın suratına üst üste yumruklar indirir. Müsteşarın yüzü gözü kan içinde kalır. Ömer, sinirlenerek odasına gider. Müsteşarın onun işine son vereceğini düşünmektedir. Odasından silahını ve banka cüzdanını alır. Aniden İstanbul’a kaçmaya karar verir. Uçakta bir saat sonrasına yer ayırtır. 0, çıkarken binadaki tüm çalışanlar saygılarından ayağa kalkar. Ömer, yalnızca odacı Hasan’a yüklü bir bahşiş verip veda eder. Uçağa bindiğinde geçmiş günlerini düşünür. Çok iyi bir mevkisi, bir karısı, iki çocuğu vardır. Fakat o artık bu şekilde yaşamaktan bıkmıştır. Her gün 7:30′da işe gitmekten, aynı işleri yapmaktan usanmıştır. Hayatının anlamı olmadığını düşünmektedir. Bu yüzden kendini öldürmeye karar vermiştir. Yanında çok az bir para vardır. Bankada ise onu idare edebilecek bir miktar parası bulunmaktadır. Çocukluğunun, gençliğinin, üniversite hayatının geçtiği İstanbul’a gittiği için mutludur. Onu kimse orada bulamayacaktır. Çünkü on yıldan beri ilk kez İstanbul’a gitmektedir. Sirkeci’de küçük bir otele gider. Bir oda kiralar. Pis bir yerdir burası. Silahı alnına dayar, kendini tam öldürecekken uyumaya karar verir. Ertesi gün, garson Necmettin’in sesi ile uyanır. Onun getirdiği yemeklerden yer ve sadece o an için hayatın yaşanmaya değer olduğunu düşünür. Ölümünün ailesi ve iş yerindekiler tarafından nasıl karşılanacağını düşünür. İyi bir işi, ailesi olan birinin kendini öldürmesinin delilik olduğunu düşünecek ve onun deli olduğuna karar vereceklerdir büyük bir ihtimalle. 101
Ertesi gün, Ömer birkaç günlük sakalla ve gözleri iyice çökmüş hâlde dışarı çıkar. Son günlerini istediği gibi rastgele yaşamak istemektedir. Bir kahveye gider. Bir gazete alır. Gazetede kendi resmini ve kayıp ilanını görür. Gençlik resmi olduğu için kimse tanıyamaz onu. Bankadaki parasını çekip aklına geldiği gibi harcadıktan sonra kendini öldürmeye karar verir. Bankaya gider. Çalışan bir bayana cüzdanını verir ve parayı çekmek istediğini söyler. Bayan, onun yıllar önceki sevdiği kız Gönül’dür. Gönül, ona hiç yüz vermez. Çünkü Ömer, askere gitmeden ona söz vermiş; fakat tekrar dönmeyip orada bir başkasıyla evlenmiştir. Ömer, oradan ayrılırken Gönül’ü tekrar kazanmak isteğiyle yanıp tutuşur. Oteline gider. Otelden Tarlabaşı’ndaki bir pansiyona yerleşir. Odasında kendini öldürecekken pansiyonun sahibi olan yaşlı kadın, hiçbir şeyin ölmeye değmeyeceğini anlatır ona. O da kadından Gönül’ü getirmesini rica eder. Kadın, Gönül’e Ömer’den bir mektup götürür. Mektupta, “Ölmeden önce seni görmek istiyorum.” yazmaktadır. Ertesi gün Gönül, Ömer’in yanına gelir. Onun burada kalamayacağını, Fatih’te evlerinin orada bir oda kiralamalarının daha iyi olacağını söyler. Ömer eşyalarını toplayarak Gönül’ün evine gider. Gönül yemek hazırlarken onun odasında yıllarca önce Gönül’e yazdığı aşk mektuplarını görür ve okur. Eski anıları canlanır. Geçmişte Gönül’ü o kadar sevdiği hâlde nasıl olup da bu kadar yıl onu unuttuğuna şaşırır. Geceyi Gönül’ün evinde geçirir. Artık çok mutludur. Ankara’dan ayrıldığı 7. gün Ömer kendini öldürmek istediği silahını satar ve Gönül’ün mahallesinde bir iş yeri kiralar. Artık yepyeni bir hayata başlamıştır ve hayatın yaşanmaya değer olduğunu düşünmektedir. Ankara’daki tekdüze hayatından ve ailesinden uzakta Gönül’le dünyaya başka gözlerle bakmaya başlamıştır. YILIK ATI - ABBAS SAYAR
Bu roman Abbas Sayar'ın ilk romanıdır ve 1970′te yayınlanmıştır, TRT 1970 Sanat Ödülleri yarışmasında Yılkı Atı adlı romanıyla başarı ödülü almıştır. İçeriği ve kahramanları ile farklı bir romandır. Çünkü eserde ana kahramanlar atlardır, insanla tabiatın, atların ilişkisi ele alınmıştır. Eserde üzerinde durulan ana konular tevekkül, yoksulluk, tabiat, geleneklere bağlılıktır. ÖZET İbrahim, tarlada çift sürmektedir. Bulunduğu köy, Anadolu’nun yoksul köylerinden biridir. Köyde kış, acı yüzünü göstermeye başlamıştır. Rüzgârlar sertleşmiş, kavak ağaçları yapraklarını dökmeye başlamıştır. İbrahim, bu yılki mahsulünü düşünür. Saman da, ürünler de kıt kanaat ancak yetecektir. Samanları düşünen İbrahim, Dorukısrak’ını hatırlar. Öküzleri köye doğru sürerken hayaller kurar. Bir harman dolusu buğdayının, arabalarının, konağının, bir sürü atlarının olduğunu hayal eder. İbrahim, bu kadar zenginliği olsa çalışanlarına hep hakkını vereceğini düşünür. Köyde öküzlerini suladıktan sonra İbrahim 102
eve döner. Büyük oğlu Mustafa’ya Dorukısrak’ı dağlara sürmesini söyler. Dorukısrak’ın artık yılkı atına salınma vakti gelmiştir. Mustafa ve küçük kardeşi Hasan, Dorukısrak’a atlayıp dağlara sürerler. Bir de taş atarak onun incinmesine neden olurlar. Dorukısrak’ı kovalarlar. Onlar köye dönünce Dorukısrak, yuvasından ve tayından uzak yerlerde tek başına kalakalır. Karanlık çökünce köye gider. Ahırının kapısını zorlar, kapı açılmaz. İmam, yalnız kıldığı namazdan evine döndükten sonra gece dışarıda, Dorukısrak ve köpeklerden başka hiç kimse kalmaz. Dorukısrak sonraki gün de aynı şeyi yapar. Artık gündüzleri kimse görmeden sürüye karışıp tayını sevmekte, akşam da Mustafa ve Hasan’ın taşlamaları yüzünden dağa kaçmaktadır. Üçüncü gün, İbrahim Dorukısrak’ı acayip şekilde döver. İbrahim, ona yarışlar kazandıran, tay veren, yıllarca yanından ayrılmayan bu atı, artık işe yaramadığı gerekçesiyle istememektedir. Bir gün sonra, Tombak Emmi, İbrahim’in emri üzerine Dorukısrak’ı bir köylüye verir. Köylünün adı Kaşifinoğlu’dur. Kaşifinoğlu, Dorukısrak’ı çok uzaklara götürür ve bırakır. Dorukısrak’ı tayını çok özlediği için yine ahırını bulur, komşular onun İbrahim’in atı olduğunu anlayınca ona acır. Dorukısrak artık çok yıpranmıştır, köye son defa bakar ve köyü terk eder. Doru, yapayalnızdır artık. Çok acıkmakta fakat ot bulamamaktadır. Dolaşırken kendisi gibi yılkıya salınmış bir atla -Çilkır’la- karşılaşır. Birlikte güneye doğru inerler. Ovada onlar gibi 7-8 at daha vardır. Bütün atların koruyucusu olan atın adı Demirkır’dır. Doru da onlara katılır, bir hayat sürmeye başlar. Sadece tayını çok özlemektedir. Bir gün, Dorukısrak’ı kıskanan Çilkır’la Aygır kavga ederler. Çilkır yenilince gururu kırılır, herkese küser. Kış gelmiştir, her yeri kar kaplamıştır. Kurtların hücumuna uğrarlar, Aygır hepsini kurtarır. İbrahim, Doru gittikten sonra çok asabileşir. Dorukısrak’ı düşünmekte fakat arasa da bulamamaktadır. Köylüler de ettiğini bulduğunu düşünmektedir. Havanın çok soğuk olduğu bir gün, Dorukısrak hastalanır, bir köye doğru gider. Hıdır Emmi adında biri ona acır, bakar ve onu iyileştirir. Dorukısrak, bir köyde emniyette iken arkadaşlarına yine kurt saldırır ve Çilkır’ı öldürürler. Dorukısrak’a çok iyi bakılmakta, arpalar yedirilmekte, üstü kilimlerle örtülmektedir. Bir insana bakılır gibi bakılmaktadır. Bu iyi insanlar, iyileşince onu törenle köyden gönderirler. Arkadaşlarını bulunca Çilkır’in öldürüldüğünü duyar ve çok üzülür. Artık mart ayı gelmiş, kış yerini bahara bırakmıştır. İki atı yılkı tüccarları zorla götürürler. 103
İbrahim ise bahar gelince tek başına da olsa Dorukısrak’ı bulmaya karar verir. Ovaya iner. Dorukısrak’ını bulur. Tayı annesinin yanına gönderir, böylelikle Doru’nun geleceğini zanneder. Tay ve Dorukısrak tam aksine koşmaya başlarlar, bir süre sonra gözden kaybolurlar. İbrahim yaz kış onları arar; fakat bulamaz. ZEYTİNDAĞI - REFİK HALİT KARAY Eser, Osmanlı İmparatorluğu’nun son günlerinde içine düştüğü durumu ortaya koymaktadır. Kitabın ismi; Cemal Paşa’nın karargâhının (4. Karargâh) bulunduğu Kudüs’e yakın bir dağın isminden gelmektedir. Kitapta Osmanlı saltanatının son günlerinden Türkiye Cumhuriyetinin ilk günlerine kadarki bir zaman dilimi anlatılmaktadır. Yazar bir görev sebebiyle Cemal Paşa’ın karargâhına yani Zeytindağı’na gitmiştir. Burada yaşamış olduğu olayları ve anılarını bulunduğu tarihin önemli olaylarını da içine alacak şekilde anlatmıştır. Birinci Dünya Harbi patlak verdiğinde Falih Rıfkı yedek subay olarak orduya alınır ve Cemal Paşa’nın karargâhına tayin olur. Cemal Paşa ile ilişkileri de burada gelişir. Kitabın ilk kısımlarında İttihat ve Terakki’den söz edilmiştir. İttihat ve Terakki içerisinde Cemal Paşa, Talat Paşa ve Enver Paşa en önemli simalardır. Cemal Paşa yenilikçiliği ile tanınmaktadır. Enver ve Talat Paşa’lar ise muhafazakâr bir kişilik sergilemektedir. Enver Paşa’nın Turancılık fikirleri güçlüdür. Falih Rıfkı, Enver Paşa’nın bu fikirlerini benimsememekte ve Enver Paşa’yı diktatör olarak nitelemektedir. Türkiye’nin kurtuluşunun Enver Paşa gibilerden kurtulmakla mümkün olduğu düşüncesindedir. İttihat ve Terakki kendi içerisinde bölünmüş bir yapı sergilemektedir. Bir birlik ve beraberlik söz konusu değildir. Her liderin bir grubu vardır. Falih Rıfkı da Cemal Paşanın adamı damgasını taşımaktadır. Falih Rıfkı, İttihat ve Terakkinin bu yönünü yani fikir birliğinin bulunmayışını eleştirmektedir. Çünkü yaşanılan buhrandan kurtuluş ancak birlik ve beraberlikle mümkündür. Buna rağmen bilinçsiz yaklaşımlar, kişisel hesaplaşmalar İttihat ve Terakkiyi kendi kendisiyle uğraşan bir duruma düşürmüştür. Falih Rıfkı, Cemal Paşa ile beraber çalışmaya başladıktan sonra, olayları daha açık ve net bir şekilde görebilmektedir. Bir dönem, bir İmparatorluk yok olmaktadır. Yazar bunu sezinleyebilmektedir. Suriye, Filistin ve Hicaz’da yaşamış oldukları bir devrin çöküşünü gözler önüne sermektedir. Falih Rıfkı Osmanlı’nın bir kukla devlet olduğunu söylemektedir. Örneğin şöyle bir olay anlatılmakta; “Mahmut Şevket Paşa’yı öldüren Kavaklı Mustafa, memleketten kaçmaya muvaffak olmuştu. Bir Rus vapuruna binmişti. Fakat Osmanlının Rus sancağı taşıyan bir vapurdan bir kişiyi almaya hakkı yoktu. Bunun üzerine bir Osmanlı hükümeti görevlisi, Kavaklı Mustafa’yı gemiden kaçırır ve boğdurur. Bu olayı haber alan Ruslar, Kavaklı Mustafa’yı kaçıran zatı görevden aldırır ve bundan böyle devlet hizmetinde kullanılmamasını isterler ve istedikleri de olur.” Osmanlı, ümmetçilik fikri sebebiyle neredeyse üç kıtada egemen olmuştu. Bu coğrafyanın büyük bir kısmını Arapların
104
yaşadıkları ülkeler kapsamaktaydı. Kudüs, Şam, Filistin, Hicaz gibi. Osmanlı sadece coğrafyada büyüyebilmişti. Çünkü bu kazanılan toprakların hiçbirinin kültürlerine, dillerine, ticaretlerine ve maddiyatlarına egemen olunamamıştı. Hatta Osmanlı, Arapları Türkleştireceğine oradaki Türkler Araplaşmıştı. “Bu kıtaları ne sömürgeleştirmiş, ne de vatanlaştırmıştık.” Osmanlı İmparatorluğu buralarda, ücretsiz tarla ve sokak bekçisi idi. Eğer, medrese ve şuursuzluk devam etmiş olsaydı, Araplığın Anadolu içlerine kadar gireceğine şüphe yoktu. Osmanlı Emperyalizmi şu ana fikir üstünde kurulmuş bir hayal idi. “ Türk milleti kendi başına devlet yapamaz! “ Osmanlı, Arap topraklarını alarak oraları bir bakıma imar ediyordu. Çünkü Arap şeyhleri arasındaki kanlı savaşlar sonucunda Arap halkı mağdur oluyor ve maddi olarak da çöküntüye uğruyordu. Osmanlı geldiğinde ise bu şeyhleri uzlaştırıp sükuneti sağlıyor ve onlara belirli imtiyazlar veriyordu. Bir bakıma Osmanlı onlar için bir kurtuluş gibiydi. Buna rağmen Osmanlının güçsüz duruma düşmesini fırsat bilip hemen İngilizlerle, Fransızlarla anlaşmışlar ve Osmanlı’yı arkadan vurmuşlardır. Osmanlı’ ya karşı görünüşte bağımlı olan Araplar her zaman kendi halifeliklerini istiyordu. Müslüman Araplar arasında Arap Halifeliği hükümeti peşinde olanlar vardı ve 1. Dünya savaşı çıktığında bu düşüncelerini gerçekleştirmek için ve İngilizlerin vereceklerini vaat ettikleri imtiyazlardan dolayı Osmanlı’ ya ihanet etmişlerdi. Osmanlının Araplara vermiş olduğu haklar, onların küçük bir anlaşmazlıkta bile isyan etmelerini sağlıyordu. Cemal Paşa zamanında çıkmış olan bir kanun ile komutanlara eğer vatan müdafaası için zaruri görülürse idam hükümlerini yerine getirmesi yetkisi verilmişti. Yani isyanlar artık kanla bastırılıyordu. Cemal Paşanın bir amacı da Suriye’yi Osmanlılaştırmaktır. Bu düşüncesini gerçekleştirmek için Suriye’ de modern okullar açtırmıştır. Bunun yanında bir de hicret eden Ermenileri, Suriye içlerine dağıtarak güçlenen Araplılığa karşı bir teminat olarak kullanıyordu. Hatta Ermenileri güçlendirmek için ev ve toprak bile verilmiştir. Falih Rıfkı Atay, Arapları anlatırken din sömürüsü konusuna da değinmiştir. Falih Rıfkı’ ya göre din sömürüsü bütün dinler için geçerlidir. “Medine dini mallaştırmış ve maddeleştirmiş bir Asya pazarıdır. Kudüs dini oyunlaştırmış bir Garp tiyatrosudur”. Araplar çok fakirdir. Kendi ülkelerinde; ata topraklarında hizmetçi konumuna düşmüşlerdir. Filistin ikiye ayrılmıştır. Eski Filistin Arapların, yani hizmetçilerin; yeni Filistin ise tüm güzelliği ve ihtişamıyla Yahudilerin. Din satışa sunulmaktadır. Hac dönemlerinde Araplar da Yahudiler de büyük kazanç elde etmek peşindedir. Osmanlı Devletinin Almanlarla beraber savaşa girmesinin en büyük nedeni İttihat ve Terakki yöneticilerinden Enver Paşa’ nın Alman hayranı olmasından kaynaklanıyordu. Birinci Dünya harbi sonucunda Tuna yukarısındaki iki İmparatorluk, Akdeniz kıyısındaki bir İmparatorluk ve Tuna kenarındaki bir krallık devrilmek üzereydi.
105
Suriye ve Filistin’ de Almanların durduramadığı İngiliz seli yine bir Türk, fakat bu sefer öz bir kumandan, Mustafa Kemal tarafından Halep aşağısında tutulmuştur. Mustafa Kemal’ in orada seçtiği savunma hattı, Milli Misak’ taki Türkiye sınırıdır. Cemal Paşa’ nın yerine, Suriye’ de silahlı kuvvetlerin başına geçen Alman Fon Falkenhein bozgunu durduramadı ve Kudüs İngilizlerin eline geçti. Artık yalnız Anadolu ve İstanbul düşünülür. İmparatorluğa ve onun rüyalarına “Allahaısmarladık! “ denir. Artık Şam’ dan ayrılmak zamanı gelmiştir. Cemal Paşa İstanbul’ da istifa edecektir. Cemal Paşa harap Anadolu topraklarını gördükçe; - “Keşke vazifem buralarda olsaydı, keşke o altın sağanağı ve enerji fırtınası, bu durgun, boş ve terk edilmiş vatan parçası üstünden geçseydi. Anadolu hepimize hınç ve güvensizlikle bakıyordu. Yüz binlerce çocuğunu memesinden sökerek alıp götürdüğümüz bu anaya şimdi kendimiz pişmanlığımızı getiriyoruz. Kumar oynadık ve kaybettik” diye düşünmektedir. Cemal Paşaya sorulan : - Paşam bu harbe niçin girdik? sorusuna cevap ilginçtir. - Aylık vermemek için! Hazine tamtakırdı. Para bulabilmek için ya bir tarafa boyun eğmeli, ya öbür tarafla birleşmeli idik. İlim, İhtisas ve tecrübe sahibi Mustafa Kemal, vatan ve istiklal düşüncesiyle milletin nesi var nesi yoksa yüzde kırkını vatan savunması için vermesi gerektiği düşüncesindedir. Sakarya, Dumlupınar, İzmir ve Lozan... hepsi böyle ödenmiştir. Mustafa Kemal büyük harbe girmek karşıtı idi: çünkü O kafa ve sanat adamı idi. Mustafa Kemal Kurtuluş Harbini bırakmak fikrinde asla bulunmadı : çünkü O vatan adamıydı.. İşte bütün kitabın özü: İlim ve vatan adamı olunuz ZEYTİNDAĞI - REFİK HALİT KARAY Eser, Osmanlı İmparatorluğu’nun son günlerinde içine düştüğü durumu ortaya koymaktadır. Kitabın ismi; Cemal Paşa’nın karargâhının (4. Karargâh) bulunduğu Kudüs’e yakın bir dağın isminden gelmektedir. Kitapta Osmanlı saltanatının son günlerinden Türkiye Cumhuriyetinin ilk günlerine kadarki bir zaman dilimi anlatılmaktadır. Yazar bir görev sebebiyle Cemal Paşa’ın karargâhına yani Zeytindağı’na gitmiştir. Burada yaşamış olduğu olayları ve anılarını bulunduğu tarihin önemli olaylarını da içine alacak şekilde anlatmıştır.
106
Birinci Dünya Harbi patlak verdiğinde Falih Rıfkı yedek subay olarak orduya alınır ve Cemal Paşa’nın karargâhına tayin olur. Cemal Paşa ile ilişkileri de burada gelişir. Kitabın ilk kısımlarında İttihat ve Terakki’den söz edilmiştir. İttihat ve Terakki içerisinde Cemal Paşa, Talat Paşa ve Enver Paşa en önemli simalardır. Cemal Paşa yenilikçiliği ile tanınmaktadır. Enver ve Talat Paşa’lar ise muhafazakâr bir kişilik sergilemektedir. Enver Paşa’nın Turancılık fikirleri güçlüdür. Falih Rıfkı, Enver Paşa’nın bu fikirlerini benimsememekte ve Enver Paşa’yı diktatör olarak nitelemektedir. Türkiye’nin kurtuluşunun Enver Paşa gibilerden kurtulmakla mümkün olduğu düşüncesindedir. İttihat ve Terakki kendi içerisinde bölünmüş bir yapı sergilemektedir. Bir birlik ve beraberlik söz konusu değildir. Her liderin bir grubu vardır. Falih Rıfkı da Cemal Paşanın adamı damgasını taşımaktadır. Falih Rıfkı, İttihat ve Terakkinin bu yönünü yani fikir birliğinin bulunmayışını eleştirmektedir. Çünkü yaşanılan buhrandan kurtuluş ancak birlik ve beraberlikle mümkündür. Buna rağmen bilinçsiz yaklaşımlar, kişisel hesaplaşmalar İttihat ve Terakkiyi kendi kendisiyle uğraşan bir duruma düşürmüştür. Falih Rıfkı, Cemal Paşa ile beraber çalışmaya başladıktan sonra, olayları daha açık ve net bir şekilde görebilmektedir. Bir dönem, bir İmparatorluk yok olmaktadır. Yazar bunu sezinleyebilmektedir. Suriye, Filistin ve Hicaz’da yaşamış oldukları bir devrin çöküşünü gözler önüne sermektedir. Falih Rıfkı Osmanlı’nın bir kukla devlet olduğunu söylemektedir. Örneğin şöyle bir olay anlatılmakta; “Mahmut Şevket Paşa’yı öldüren Kavaklı Mustafa, memleketten kaçmaya muvaffak olmuştu. Bir Rus vapuruna binmişti. Fakat Osmanlının Rus sancağı taşıyan bir vapurdan bir kişiyi almaya hakkı yoktu. Bunun üzerine bir Osmanlı hükümeti görevlisi, Kavaklı Mustafa’yı gemiden kaçırır ve boğdurur. Bu olayı haber alan Ruslar, Kavaklı Mustafa’yı kaçıran zatı görevden aldırır ve bundan böyle devlet hizmetinde kullanılmamasını isterler ve istedikleri de olur.” Osmanlı, ümmetçilik fikri sebebiyle neredeyse üç kıtada egemen olmuştu. Bu coğrafyanın büyük bir kısmını Arapların yaşadıkları ülkeler kapsamaktaydı. Kudüs, Şam, Filistin, Hicaz gibi. Osmanlı sadece coğrafyada büyüyebilmişti. Çünkü bu kazanılan toprakların hiçbirinin kültürlerine, dillerine, ticaretlerine ve maddiyatlarına egemen olunamamıştı. Hatta Osmanlı, Arapları Türkleştireceğine oradaki Türkler Araplaşmıştı. “Bu kıtaları ne sömürgeleştirmiş, ne de vatanlaştırmıştık.” Osmanlı İmparatorluğu buralarda, ücretsiz tarla ve sokak bekçisi idi. Eğer, medrese ve şuursuzluk devam etmiş olsaydı, Araplığın Anadolu içlerine kadar gireceğine şüphe yoktu. Osmanlı Emperyalizmi şu ana fikir üstünde kurulmuş bir hayal idi. “ Türk milleti kendi başına devlet yapamaz! “ Osmanlı, Arap topraklarını alarak oraları bir bakıma imar ediyordu. Çünkü Arap şeyhleri arasındaki kanlı savaşlar sonucunda Arap halkı mağdur oluyor ve maddi olarak da çöküntüye uğruyordu. Osmanlı geldiğinde ise bu şeyhleri uzlaştırıp sükuneti sağlıyor ve onlara belirli imtiyazlar veriyordu. Bir bakıma Osmanlı onlar için bir kurtuluş gibiydi. Buna rağmen Osmanlının güçsüz duruma düşmesini fırsat bilip hemen İngilizlerle, Fransızlarla anlaşmışlar ve
107
Osmanlı’yı arkadan vurmuşlardır. Osmanlı’ ya karşı görünüşte bağımlı olan Araplar her zaman kendi halifeliklerini istiyordu. Müslüman Araplar arasında Arap Halifeliği hükümeti peşinde olanlar vardı ve 1. Dünya savaşı çıktığında bu düşüncelerini gerçekleştirmek için ve İngilizlerin vereceklerini vaat ettikleri imtiyazlardan dolayı Osmanlı’ ya ihanet etmişlerdi. Osmanlının Araplara vermiş olduğu haklar, onların küçük bir anlaşmazlıkta bile isyan etmelerini sağlıyordu. Cemal Paşa zamanında çıkmış olan bir kanun ile komutanlara eğer vatan müdafaası için zaruri görülürse idam hükümlerini yerine getirmesi yetkisi verilmişti. Yani isyanlar artık kanla bastırılıyordu. Cemal Paşanın bir amacı da Suriye’yi Osmanlılaştırmaktır. Bu düşüncesini gerçekleştirmek için Suriye’ de modern okullar açtırmıştır. Bunun yanında bir de hicret eden Ermenileri, Suriye içlerine dağıtarak güçlenen Araplılığa karşı bir teminat olarak kullanıyordu. Hatta Ermenileri güçlendirmek için ev ve toprak bile verilmiştir. Falih Rıfkı Atay, Arapları anlatırken din sömürüsü konusuna da değinmiştir. Falih Rıfkı’ ya göre din sömürüsü bütün dinler için geçerlidir. “Medine dini mallaştırmış ve maddeleştirmiş bir Asya pazarıdır. Kudüs dini oyunlaştırmış bir Garp tiyatrosudur”. Araplar çok fakirdir. Kendi ülkelerinde; ata topraklarında hizmetçi konumuna düşmüşlerdir. Filistin ikiye ayrılmıştır. Eski Filistin Arapların, yani hizmetçilerin; yeni Filistin ise tüm güzelliği ve ihtişamıyla Yahudilerin. Din satışa sunulmaktadır. Hac dönemlerinde Araplar da Yahudiler de büyük kazanç elde etmek peşindedir. Osmanlı Devletinin Almanlarla beraber savaşa girmesinin en büyük nedeni İttihat ve Terakki yöneticilerinden Enver Paşa’ nın Alman hayranı olmasından kaynaklanıyordu. Birinci Dünya harbi sonucunda Tuna yukarısındaki iki İmparatorluk, Akdeniz kıyısındaki bir İmparatorluk ve Tuna kenarındaki bir krallık devrilmek üzereydi. Suriye ve Filistin’ de Almanların durduramadığı İngiliz seli yine bir Türk, fakat bu sefer öz bir kumandan, Mustafa Kemal tarafından Halep aşağısında tutulmuştur. Mustafa Kemal’ in orada seçtiği savunma hattı, Milli Misak’ taki Türkiye sınırıdır. Cemal Paşa’ nın yerine, Suriye’ de silahlı kuvvetlerin başına geçen Alman Fon Falkenhein bozgunu durduramadı ve Kudüs İngilizlerin eline geçti. Artık yalnız Anadolu ve İstanbul düşünülür. İmparatorluğa ve onun rüyalarına “Allahaısmarladık! “ denir. Artık Şam’ dan ayrılmak zamanı gelmiştir. Cemal Paşa İstanbul’ da istifa edecektir. Cemal Paşa harap Anadolu topraklarını gördükçe; - “Keşke vazifem buralarda olsaydı, keşke o altın sağanağı ve enerji fırtınası, bu durgun, boş ve terk edilmiş vatan parçası üstünden geçseydi. Anadolu hepimize hınç ve güvensizlikle bakıyordu. Yüz binlerce çocuğunu memesinden sökerek alıp götürdüğümüz bu anaya şimdi kendimiz pişmanlığımızı getiriyoruz. Kumar oynadık ve kaybettik” diye düşünmektedir.
108
Cemal Paşaya sorulan : - Paşam bu harbe niçin girdik? sorusuna cevap ilginçtir. - Aylık vermemek için! Hazine tamtakırdı. Para bulabilmek için ya bir tarafa boyun eğmeli, ya öbür tarafla birleşmeli idik. İlim, İhtisas ve tecrübe sahibi Mustafa Kemal, vatan ve istiklal düşüncesiyle milletin nesi var nesi yoksa yüzde kırkını vatan savunması için vermesi gerektiği düşüncesindedir. Sakarya, Dumlupınar, İzmir ve Lozan... hepsi böyle ödenmiştir. Mustafa Kemal büyük harbe girmek karşıtı idi: çünkü O kafa ve sanat adamı idi. Mustafa Kemal Kurtuluş Harbini bırakmak fikrinde asla bulunmadı : çünkü O vatan adamıydı.. İşte bütün kitabın özü: İlim ve vatan adamı olunuz ÇALIKUŞU - REŞAT NURİ GÜNTEKİN
Çalıkuşu özellikle Feride karakterinin üzerinde yoğunlaşmış bir romandır. Feride daha iki buçuk yaşındayken, babası, askerlik mesleğinden dolayı Musul’da bulunuyordu. Babasının devamlı uzakta olması buna ek olarak annesinin ağır sağlık sorunları nedeniyle Feride, hizmetçileri Fatma ve emir eri Hüseyin gibi kişilerle zamanını geçirmektedir. Annesi hastalığına yenik düşer ve vefat eder.Bunun üzerine babası Feride’yi İstanbul’a babaannesinin ve teyzesinin yanına gönderir. Fakat Feride burada da mutluluğu yakalayamaz. Babaannesi, Feride henüz dokuz yaşındayken vefat eder. Bunun üzerine,Feride’nin teyzesinin yanında,besleme gibi yaşamasını engellemek için O’nu yatılı bir Fransız okuluna gönderir. Çünkü o zamanlarda uluslararası dil Fransızca idi ve Fransızca bilmek insana çok büyük bir ayrıcalık kazandırıyordu. Feride çok sevimli bir çocuktur.Fakat bunun yanında aşırı hareketli ve yaramaz bir mizaca sahip olması hocalarının ve arkadaşlarının O’n dan sıkılmalarına ve ÇALIKUŞU ismi takmalarına sebep olur.Bu arada Feride on iki yaşına bastığında babasını kaybeder. Bu kadar üst üste sevdiklerini kaybetmek,Feride’nin güçlü kişiliğine hiçbir zarar verememişti. Yazları Besime Teyzesinin köşküne gider ve orda çok iyi vakit geçirirdi. Feride, teyzesinin uslu kızı Necmiye ve kendinden oldukça büyük olan teyzesinin oğlu Kamuran ile anlaşmak ta güçlük çekiyordu. Çünkü çok yaramazdı ve köşkün altını üstüne getiriyordu. Ancak asıl anlaşamadığı kişi Kamuran idi. O, Feride’ye bir erkek için fazlasıyla nazik ve kırılgan geliyordu, bunun için de sürekli Kamuran ile dalga geçiyordu. Fakat daha o zamanlarda Feride ile Kamuran arasında duygusal bir yakınlaşma oluşmuştu. Bu yakınlaşma daha çok Feride’nin yaz tatilleri sırasında oluşmuştu.
109
Feride, on dört on beş yaşlarına geldiğinde, erkek arkadaş edinme konusunda yaşına göre fazlasıyla ciddi düşünceleri vardı. Fakat kişilik yapısından kaynaklanan bir şey onun bu gibi düşünceleri ertelemesine yol açıyordu. Kamuran ise bu sıralarda, Feride’nin okuluna çok sık uğramaya başlamıştı. Feride’yi görmeden fazla uzun süre dayanamıyordu. Feride, bu durumu çok iyi kullanıyor ve abartarak arkadaşlarına anlatıyordu. Bütün arkadaşları doğal olarak Kamuran ile dalga geçiyorlardı. Feride ile Kamuran’ın karışık gibi görünen ilişkileri, ev halkı tarafından değişik yorumlara maruz kalmıştır. Feride’nin Tekirdağ’da oturan bir başka teyzesi daha vardı. Feride, yaz tatillerinden birinde oraya gitmeye karar verdi. Çünkü teyzesinin kızı Müjgan ile çok iyi anlaşıyordu. Müjgan, Feride’den Kamuran ile ilgili hikayeleri dinleyince, Tekirdağ’a sadece Feride’yi görmek amacıyla gelen Kamuran’a ilk fırsatta bunları açar. Bunun üzerine Kamuran Feride’ye evlenme teklif eder ve nişanlanırlar. Sonra hep beraber, Müjgan ve annesi dahil olmak üzere İstanbul’a dönerler. Feride, kişiliğindeki inatçılık ve toplumdaki klasikleşmiş “nişanlı kız” pozlarından hoşlanmadığı için, yaramazlıklarına devem ediyordu, bunun sonucunda da Kamuran ile araları sürekli bozuluyordu. Tam bu sıralarda, Feride’nin okulu açılmıştı. Ancak, Kamuran’ın bir iş seyahati dolayısıyla Avrupa’ya gitmesi söz konusu olunca, Feride bir yolunu bulur ve köşke gider. Burada Kamuran ile aralarındaki sorunları çözerler ve Kamuran’ın gelmesiyle düğünün yapılacağı kararı verilerek Kamuran Avrupa seyahatine gider. Aradan dört sene geçer. Bu sürenin sonunda, Kamuran, Avrupa’dan dönmüş, Feride, okulunu bitirip diplomasını almış, düğün hazırlıkları başlamıştır. Fakat Feride’nin yaramazlıkları tüm hızıyla devam etmekte ve Kamuran ile sürekli tartışmaktadırlar. Bir gün yine bu tartışmalardan birinin sonunda barışmak için bahçe de buluşmak üzere sözleştiler. Feride, önce gider ve Kamuran’ı beklerken kendisini arayan bir kadın gelir. Feride, kadını bahçeye davet eder ve bir bankın üzerine oturup konuşmaya başlarlar. Bu kadın, Feride’ye Kamuran’ın başka bir kadınla ilişkisi olduğunu, bu kadının hasta olduğunu ve eğer aradan çekilirse kadının hayatının kurtulacağını söyler. Kanıt olarak da Kamuran’ın el yazısı ile bu kadına yazılmış güzel sözlerle dolu olan mektubu gösterir. Feride bu duyduklarından dolayı çok üzülmüştür. Fakat çok kısa bir zaman sonra bu üzüntüsü, kızgınlığa dönüşür ve ağır laflar içeren bir mektup bırakarak köşkten habersizce ayrılır. Sütninesinin yanına Sahraicedid’e gider. Burada, amacı uğradığı ihaneti unutabilmek, acılarını dindirebilmek ve elindeki diploma ile Anadolu’da öğretmenlik yaparak hayatını kazanmaktı. Daha sonra Feride, annesinin dadısı, Gülmisal Kalfa’nın yanına Eyüp Sultan’a gider ve orada kaldığı süre içinde Maarif Nezareti’ne başvurarak öğretmenlik talebinde bulunur. Feride, hemen kabul edilmez. Çalışmadığı süre içersinde, bol bol düşünme imkânı bulur ve uğradığı ihaneti hak etmediğine karar verir. Kamuran’ affetmeyi ise hiç aklından bile geçirmemektedir Bir süre sonra işe kabul edilen Feride, görevine coğrafya ve resim öğretmeni olarak başlar. Deniz yoluyla işe kabul edildiği yere ulaştıktan sonra bir otala yerleşir. Oteldeki Hacı Kalfa ismindeki şahıs kendisine çok yardımcı olur. 110
Feride, anılarını işte bu otel odasında yazmaya başlar. Feride’nin şanssızlığı devam etmektedir. İşe başladığı ilk gün, yerine başka birinin bir hafta önce getirildiğini öğrenir. Yerine gelen kişi, aslında Feride’den çok daha az kültürlü ve bu işi yapacak yeteneğe sahip olmadığı halde Feride hakkında çıkardığı asılsız suçlamalar sebebiyle görevi kendi eline geçirebilmiştir. Fakat Feride’nin bu işi kaybetmesinde yatan asıl etken, aydın bir kişilik olması ve gittiği yerdeki insanların bilgiden ve yeni şeyler öğrenmekten korkmalarıydı. İşte bu yüzden kabul etmediler Feride’yi. Feride, oradaki görevinden istifasını verir ve Zeyniler Köyü diye bilinen yere gitmeyi kabul ettiğini gösteren imzalı bir mektup yazar ve oraya bir araba ile ulaşır. Fakat burada dini eğitim bile almamış olan, sadece kulaktan dolma hurafeleri çocuklara öğreten Hatice Hanım vardır. Hatice Hanım ilk zamanlarda, kazancına mani olur düşüncesiyle Feride’yi kabule yanaşmamıştır. Fakat maaşını almaya devam edince, Feride’ye karşı davranışları birden değişir. Feride bu köyde mutluluğu yakalayabilmişti. Çünkü öğrencilerini çok seviyor fakat özellikle Munise adlı bir kız çocuğuna daha farklı bir ilgisi vardı. Çünkü bu kız babası ile üvey annesinin yanında yaşıyor ve bir sürü eziyete maruz kalıyordu. Gerçek annesi ise kötü yola düşmüş olmasından dolayı, toplum tarafından dışlanmış bir insan olarak, kızına hiçbir yardımda bulunamıyordu. Anne kız, ancak gizlice görüşebiliyorlardı. Feride, Muhtar ve Hatice Hanım ile görüşerek, Munise’yi evlat edinmek istediğini bildirdi. Munise’nin de bu olayı çok istemesi üzerine babası da razı edildi ve artık Munise, Feride’nin kızı olmuştu Feride, Munise’de, kendi çocukluğunu görüyordu. Kendisi de anne baba sevgisinden uzak büyüdüğü için Munise’nin duygularını çok iyi anlıyordu. Bu arada, Feride, Kamuran’dan gelen mektupları hiç okumadan ateşe atıp yakıyordu. Fakat, tesadüfen birini yanmamış kısmıyla okudu. Köye yakın bir yerde jandarma ile soyguncular arsında çıkan çatışma da yaralanan bir asker köye getirilir. Köy halkı o kadar cahildir ki Doktor Hayrullah Bey bile pansumanlar için Feride’yi çağırır, bu esnada tanışırlar. Doktor Feride gibi birinin böyle bir yerde yaşamasına şaşırır ve isterse tayinde yardımcı olmayı teklif eder. Bu arada okula müfettişler gelir ve okulu kapatmaya karar verirler. Müfettişlerden biri Feride’ye kendisini görmesini söyler. Bunun üzerine Feride, Munise ile birlikte, Hacı Kalfa’nın oteline yeniden yerleşir ve kendisini görmesini söyleyen müfettişi görmeye gider. Fakat müfettiş kendisine kötü davranır. Tam bu sırada içeriye Feride’nin okul arkadaşı girer ve aralarında Fransızca konuşmaya başlarlar. Bunun üzerine müfettiş, Feride’ye haksızlık yaptığını düşünür ve kendisini Darülmaullimat’a vekil tayin eder. Feride buradaki kızlarla çok iyi geçinir. Okulun müzik öğretmeni Hafız Yusuf Efendi de Feride’ye ilgi duymaktadır. Yusuf Efendi, kız kardeşinin ağır hastalığı nedeniyle buraya gelmiş bir öğretmen olmanın dışında aynı zamanda da tanınmış ve çok sevilen bir bestekardır. İzmir’deki öğretmenlik sınavına giren Feride’ye kazanamadığı söylenir. Bunun üzerine bölgenin ileri gelenlerinden Reşit Bey kendisine özel öğretmenlik yapmayı teklif eder. Özel öğretmenlik kendi prensiplerinin dışında olduğu halde parası bitmek üzere olduğundan kabul eder. Reşit Beyin köşkünde iki kızının yanı sıra birde Cemil adında oğlu vardır. Cemil’in yaptığı bir terbiyesizlikten sonra köşkten ayrılmak ister ama hemen 111
ayrılamaz.Bu arada evin kızlarının yanında ve onlarla beraber oturmaya gittiğinde, kızlarının teyzesinin, Kamuran’ın eşi olduğunu öğrenir. Bu arada Kuşadası’na tayini çıkar. Bunu tam köşke söyleyecek iken, köşkün kalfası Feride’ye Reşit Bey’in ona eş olarak uygun olduğunu söyleyerek ağzını arar. Bu Feride’nin sınavı neden kazanamadığını açıklıyordu. Bunun üzerine Feride, köşkten ayrılarak Kuşadası’na gitti. Kuşadası’nda göreve başladıktan kısa bir süre sonra harp başlar. Yaralılar, fazla olduğundan okul kapatılıp hastane olarak kullanılmaya başlanacaktır. Bu sırada hastane başhekiminin Zeyniler köyünden tanıdığı Hayrullah Bey olduğunu öğrenir. Doktor, Feride’ye hastanede çalışmayı teklif eder ve bundan sonra Feride ile Doktor arasında bir baba kız ilişkisi gelişir. Doktor, Feride’nin evden ayrılış nedeninin bir kısmını öğrenir, her türlü sorununda yardımcı ve destek olmaya çalışır. Feride,hastane de çalışırken, getirilen bir ağır yaralının İhsan Bey olduğu ortaya çıkar. Doktor’un, Kamuran’ı unutamadığını sürekli yüzüne vurması üzerine Feride çok sıkılır ve İhsan Bey’e isterse kendisiyle evlenebileceğini söyler. Fakat İhsan Bey kendi yüzündeki yanık izlerini de düşünerek reddeder çünkü aralarındaki ilişkinin yürüyemeyeceğini önceden görebilmektedir. Bunun üzerine İhsan Bey çıkınca yeni görevine başlar. Beş yıl sonra okul yeniden faaliyete geçer ve kendinden daha kıdemli kişiler varken Feride müdire hanım olarak göreve başlar. Bu arada Munise on dört yaşına basmıştır. Doktorun uzakta olduğu bir sırada Munise rahatsızlanır ve doktorun gelmesini beklerken daha da kötüleşir. Doktor Hayrullah ve diğer hekimler çok uğraşırlar fakat Munise’yi kurtaramazlar. Feride, bunun üzerine bir beyin humması geçirir ve kendini bilmeden on yedi gün uyur. Doktor Hayrullah Feride’yi kendi evine alır ve orada bakar. Feride, kendine geldikten sonra bile sık sık ağlama krizleri geçirir. Bir süre sonra iyileştiğini düşünüp gitmek ister ancak doktorun kızması üzerine bu kararını ertelemek durumunda kalır. Feride yatarken kızı gömülmüştür ve Hayrullah Bey mezar taşına Feride’nin kızı Munise diye yazdırmıştır. Doktor Feride’ye bir baba gibi davranmaktadır ve ruhsal durumu iyi oluncaya kadar ona kendi çiftliğinde çok iyi bakmıştır. Bir süre sonra tekrar gitmek isteğini bildirir fakat ısrar üzerine gitmekten vazgeçer. Bu arada Feride’nin terfisini çekemeyip, hakkında, doktorla evlilik dışı ilişki yaşıyor diye dedikodu çıkartanlarda vardı. Doktor isterse Feride’nin kendisi ile evlenip maddi yönden rahat edebileceğini söyler. Feride, İzmir’e ilk geldiği günlerde açlıktan dolayı geçirdiği baygınlık krizini düşününce bu teklifi kabul eder. Feride, buraya kadar başından geçenleri anlatırken defterin son sayfalarına gelmiştir. Bu sırada Kamuran’ın rahatsızlığı ve eşinin ölümü ardından Ayşe Teyze’nin yanına davet edilir. Enişte Aziz Bey ile Kamuran arasında geçen konuşma da Kamuran, eşi ile sırf hastalığı sebebiyle evlendiğini, Feride’nin arkasından gitmemesinin sebebinin de onu fazla kızdırmamak olduğunu söyler. Kamuran, Ferdenin öğretmenlik yaptığı yere gidip onu bulmak ister fakat rahatsızlığı ve duyduğu dedikodulardan etkilenerek vazgeçer. Şu anda ise Feride’nin zengin, yaşlı bir doktor ile evli olduğunu ve Kuşadası’nda bir kimsesiz çocuklar okulu işlettiğini söyler. Bütün bu bilgileri maarifteki bir dostundan almıştır. Bütün bunlar Feride’nin 112
İstanbul’u unuttuğunun kanıtıdır der ve eniştenin yanından ayrılarak yalnız yürümeye devam eder. Eve geldiğinde ise bir sürprizle karşılaşır, Feride eve gelmiştir Feride, işleri için geldiği İstanbul’da gelmişken akrabalarını ziyaret etmek için uğradığını söyler. Kamuran’a da karısından dolayı başsağlığı diler ve çocuğunun çok tatlı olduğumu söyler. Feride’nin çevredeki arkadaşları O’nu hiç yalnız bırakmadılar ve dolayısıyla Kamuran ile görüşemediler. Feride gidiş tarihini son anda haber verir dolayısıyla ev halkı ve arkadaşları çok üzülmüştür. Feride, gitmeden önceki gece, Müjgan’ın odasına gider ve Doktor ile olan ilişkisinin baba kız ilişkisi olduğunu,evlenme amacını anlatır.Ölmek üzere olan vasiyeti olarak bir paketi Kamuran’a gönderdiğini fakat kendisinin gitmesinden sonra açmasını istedi. Fakat, Müjgan hemen Kamuran’ın yanına gider ve olanları anlatır. Paketi açarlar, içinden bir mektup ve Feride’nin günlüğü çıkar. Mektupta Feride ile Doktor’un ilişkisinin içeriği ve bazı önemli noktalar anlatılmıştır.Ertesi sabah, gitme vakti geldiğinde, ev halkı Feride’yi bırakmaz ve Kamuran ile Çalıkuşu evlenirler.
ÖLÜ CANLAR - GOGOL
YAZARI:Nikolay KİTABIN YAYIN BASIM
(Vasilyevich) ADI EVİ YILI
Ölü Sosyal Mart
GOGOL Canlar Yayınları 1983
1-KİTABIN KONUSU : Ölü köle alan bir adamın başında geçen olayları bir mizah içinde anlatıyor. 2-KİTABIN ÖZETİ : N.......... kentinin merkezindeki büyük hana bir yolcu oldukça güzel, küçük, yaylı bir araba ile gelir. İlk etapta bu kimsenin ilgisini çekmez. Gelen şahıs Pavel İvanoviç ÇİÇİKOV’dur. Kendisini danışman, çiftlik sahibi ve iş için yolculuk eden biri olarak tanıtır. Tez elden kentin ileri gelenleriyle tanışır: Vali, polis memuru, yargıç, savcı, çiftlik sahipleri vs. ve gittiği her yerde kendini görgülü bir salon adamı olarak gösterir; konusu ne olursa olsun her konuşmada canlı, ilgi uyandırıcı sözler söyler.
Her gün akşam toplantılarına, yemeklere gider hoş vakit geçirir. Sıra kent dışı ziyaretlere geldiğinde ise işe önce çiftlik sahibi Manilov ile Sobakeviç’ten başlar. Önce Manilov’un çiftliğine gider. Manilov ailesi üzerinde çok iyi izlenimler bırakır. Yemekten sonra çalışma odasına geçip iş konularında konuşmaya başlarlar. Çiçikov öncelikle Manilov’a kaç tane kölesi olduğunu, en son sayımı hükümete ne zaman verdiğini, kaç kölenin öldüğü gibi sıradan sorular sorar. Ancak o kadar çok 113
ölen olmuştur ki Manilov bile sayısını kahyadan öğrenir. Ancak Çiçikov bunların listesini isteyince ortalık birden gerginleşir ve Manilov bunu niçin istediğini sorar. Çiçikov ne diyeceğini şaşırır ve ancak “Köylü satın almak istiyorum.” diyebilir. Daha sonra toparlayarak ölmüş olan köleleri almak istediğini söyler. ÇİÇİKOV’un aldığı köleler kentte günün konusu olur. Köylülerin başka bir yere götürülüp yerleştirilmesinin karlı bir iş olmadığı üstüne bir çok yorumlar yapılır, bir çok düşünceler, görüşler ileri sürülür. Kimi de, Çiçikov’un köylülerine egemen olan başkaldırma ruhunun kökünden kazınması için başvurulacak çareleri sayıp döktüler. Bu düşünceler çeşit çeşitti. Bir kısmı, son kerte zor ve baskı kullanılması gereğini ileri sürüyor, bir kısmı ise tam tersine merhametli davranmayı öğütlüyordu. Posta müdürü ise Çiçikov’a kutsal bir görev düştüğünü O’nun bir çeşit “baba” yerinde olduğunu, hatta köylülerini eğitimden yararlandırmasını söylüyor bu sırada Lancaster’in önerdiği karşılıklı eğitim sistemini övüyordu.
Kentteki insanların tümü iyi kalpli, konuksever insanlardır. Onlarla birlikte yemek yiyen ya da Whist oynayan biri hemen dostları olup çıkar. Hele bu kişi Çiçikov gibi iyi huylu terbiyeli, kendini sevdirmenin büyük gizini bilen biri olursa. Çiçikov kentte o kadar sevilmiştir ki bir türlü ayrılıp gitmenin yolunu bulamaz. Her zaman “bizimle bir haftacık daha kalın, Pavel İvanoviç” gibi sözlerle karşılaşır. Kısacası kentte el üstünde tutulur. Ama kentin bayanları üzerinde bıraktığı etki çok daha güçlü, çok daha şaşırtıcıdır. Çiçikov’un baloya gelişi büyük mutluluk uyandırır. Bütün gözler O’na çevrilir ve herkes O’nun yanına toplanır. Herkese, her sorulana yanıt yetiştirir.Bayanlar yerini alır almaz “Acaba yüzlerinden, gözlerinden mektubu yazanın kim olduğunu anlayabilir miyim? diyerek onları süzmeye başlar. Ancak hiçbirinde böyle bir yüz ifadesi yoktur. Çiçikov O’nu bulmaya kararlıdır. Bayanlarla sohbeti koyulaştırır. Ancak tam o sırada, kötü bir sürpriz; Nozdriev salona girer. Çiçikov’un çok aptal bir insan olduğunu çünkü ölü can aldığını haykırır. Önce insanlar pek aldırış etmezler. Ancak bu hikaye kulaktan kulağa yayıldıkça insanlar itibar etmeye başlarlar. Olay o kadar yayılır ki herkes Çiçikov’un valinin kızını kaçırmak için bunu yaptığını düşünmeye başlarlar. Ancak her iki olay arasında hiçbir bağlantı kuramazlar. Sonunda kentte iki parti kurulur. Erkekler partisi ve kadınlar partisi. Erkekler, sadece ölü canlarla; kadınlar ise sadece valinin kızının kaçırılmasıyla ilgilenirler. Kısacası bütün kent olayı çözmek için seferber olur. Bu arada Çiçikov hasta olduğu için evden dışarı çıkamaz ve olaylardan haberdar olamamıştır. Dışarı çıktığında ise bütün insanların ona karşı tavırları değişmiştir. Kısa sürede olayları öğrenir. Buna canı sıkılır ve kenti terk eder ...
2. BÖLÜM : Çiçikov günler sonra Rusya’nın uçsuz bucaksız topraklarında dolaşırken cennet bahçelerini andıran çiftlikten gözünü alamaz ve çiftlik sahibi ile tanışmak için evine gider. Çiftlik sahibi Tientietnikov’dur. Okulu bitirdikten sonra bir süre memurluk yapar, müdürünün üstlerine farklı, astlarına farklı davranışı onu çileden çıkarır ve dayanamayıp ona hakaretlerde bulunur. Böylece işine son verilir. Tekrar çiftliğine dönerek aldığı eğitimle köylüsünü eğitip daha fazla verim elde 114
etmek için çabalar. Köylüsüne toprak vererek hem kendisi için hem de çiftlik için çalışmasını sağlar. Onlara mümkün olduğunca iyi davranır, daha fazla boş zaman sağlar. Ancak gün geçtikçe verimin düştüğünü, köylünün davranışının değiştiğini fark eder. Zamanla iyice sıkılır. Her şeyden elini eteğini çeker. İşte tam bu sırada Çiçikov’la tanışır ve bir süre kendisiyle kalmasını ister. Çiçikov bunu kabul ederek tez elden çevre çiftlikleri gezerek çiftlik sahipleri ile tanışır. Ölü canlar satın alır. Tek hayali bir çiftlik sahibi olmaktır. Gittiği yerlerde çiftlik sahiplerinin eğitimli ve işten anlayan insanlar oldukları gözünden kaçmaz. Söylenenleri bir bir aklında tutar bu konular üzerinde geceler süren tartışmalara girer. Konuşmaların çoğu Köylünün eğitilmesi ve bilimsel yöntemlerle tarımın geliştirilmesi üzerinedir. Bu arada Çiçikov ölü can almaya devam eder. Ancak bunları yaşıyor gibi göstermeyi de unutmaz. Çiçikov bu yolculuktan çok karlı çıkmıştır. 300 bin Ruble kadar para biriktirmiştir. Ancak yaptığı kanunsuz işler maliye memurlarına, valiye ve hatta prense kadar gitmiştir. Prens tarafından hapse atılır. Arkadaşı Murazov ona yardım edeceğini söyler ancak bunun karşılığı olarak bütün kötü alışkanlıklarından vazgeçmesini ister. Çiçikov isteği kabul eder. Prens ise hiç istemediği halde Murakov’u kıramaz ve Çiçikov’u serbest bırakır. Ancak tüm ülkeyi saran bir hastalık gibi rüşvet, ahlaksızlık ve dolandırıcılık almış başını gitmiştir. Genel vali tüm memurları toplantıya çağırarak bu durumu gündeme getirir. Tüm insanların bu alışkanlıklardan vazgeçmesini, aksi taktirde bir çok kişinin işten atılacağını ve durumun Çar’a bildirileceğini söyler. Vali sözlerini şöyle bitirir. “Sahteciliğin hiçbir ceza, önlem ve yaptırım ile ortadan kaldırılamayacağını bilirim. Çünkü sahteciliğin kökleri ruhumuzun ta derinliklerine kadar sokulmuş ve rüşvet alma, olağan bir hak durumuna girmiştir. Düşman karşısında nasıl silaha sarılmışsak, namussuzluk ve sahteciliğe karşı da ayaklanmamız gerektiğini herkes anlamadıkça kötülükleri ortadan kaldırmamıza olanak yoktur ...” Eğer Çiçikov’un kişiliğinin ahlak yönü sorulursa; erdemli ve kusursuz bir kahraman olmadığı açıkça anlaşılır. Ancak O “İşini Bilen” biri diyebiliriz. Kolay yoldan mal edinme ve kazanç hırsı çoğu kişiye göre kusurdur ve saygıdeğer işlerden sayılmaz.
3-KİTABIN ANAFİKRİ : Bir insanın hırsı uğruna neler yapacağı ve bunları yaparken yanlış yollara saparsak eninde sonunda foyamızın ortaya çıkacağı anlatılıyor. 4-KİTAPTAKİ OLAYLARIN VE ŞAHISLARI DEĞERLENDİRİLMESİ : Çiçikov zengin olmak için herşeyi yapabilecek ve göze alabilecek bir kişiliğe sahip.Tientietnikov ise çifte standartı sevmeyen dürüst bir insandır. 5-KİTAP HAKKINDAKİ ŞAHSİ GÖRÜŞLER Kitapta çokça olay yaşandığından sürükleyici ve zevkli bir kitap.İnsanı sıkan uzun tasvirler ve uzun açıklamalara fazla yer verilmemiş.O yüzden okunması insana güzel gelebilecek bir kitap. 115
6-KİTABIN YAZARI HAKKINDA KISA BİLGİ Kısa süren yaşamı süresince 19.yüzyıl Rus edebiyatı üzerinde derin izler bırakan Gogol, 1809 yılında Ukrayna’da küçük bir toprak sahibi ailenin çocuğu olarak doğdu. Küçük yaşta babasını yitirdi ve annesi tarafından büyütüldü. Liseyi bitirdikten sonra Saint Petesburg’a gitti, bir süre devlet memurluğu yaptı, Ukrayna folkloru üzerine çalışmaları ile dikkat çekip Petesburg üniversitesinde tarih dersleri vermek için davet edilse de, yarım kaldı bu uğraşı. Gogol’ün hezeyan düzeyindeki dinsel inançları ve çözemediği cinsel sorunları ile hayatla barışık olmayan bir kişiliği vardı. Roman ve hikayeleri ile bir anda dikkatleri üzerinde topladı. Özellikle “Müfettiş”(1836) oyunu ve “Palto”(1842) hikayesi, Rusya’nın siyasi ve toplumsal meselelerine yönelik eleştirileri -Rus sosyal demokrat eleştirmen Bielinski ve arkadaşlarından- övgü topladı. İlginçtir ki Çar da beğenmişti “Müfettiş”i..! Oyununun sahnelenmesinden kısa bir süre sonra Rusya’dan ayrılan Gogol Roma’ya yerleşti. Buradan yazdığı yazılarında giderek muhafazakar bir tavır takınması Rusya’daki arkadaşları ile arasının açılmasına yol açtı ve zaten hassas bir dengede duran iç dünyasını iyice alt üst etti. 1852 yılında geçirdiği bir sinir krizi ile en büyük eseri “Ölü Canlar”ı yaktı, odasına kapandı ve bir kaç gün içerisinde öldü. Neyse ki, metnin ilk bölümü uşağı tarafından kurtarılmıştı. EHİR MEKTUPLARI - AHMET RASİM
1865′te İstanbul’da doğan Ahmet Rasim Ahmed Mithat’ın yönlendirmesiyle basın hayatına atıldı, makale, sohbet, şiir ve çevirilerini çeşitli dergi ve gazetelerde yayımladı. Cumhuriyet döneminde İleri, Vakit, Akşam ve Cumhuriyet gazetelerinde yazdı. Ders kitapları ve çevirileri dışında 140 kadar yapıtı vardır. Roman ve öykülerinde İstanbul hayatına dair ilginç betimlemelere rastlanır. Listelerde okutulmak üzere yazdığı Resimli ve Haritalı Osmanlı Tarihi 1910-1912 bu dört ciltlik yapıt 1966′da yeni harflerle Meydan gazetesinde yayımlandı, faide başlığı altında ve dipnotlarıyla önemlidir. Şehir Mektupları’nda 4 cilt, 1910-1911 II. Abdülhamid döneminin İstanbul’unu büyük bir gözlem yeteneği, sade ve kıvrak bir üslupla anlatır..En büyük özelliği, yazılarını bir sohbet havası içinde yazması ve okurunu daha ilk cümleden kucaklamasıdır. Çeşitli yazınsal akımların dışında kalarak kendine özgü bir üslup ve ironiyle ortaya koyduğu yapıtlar geniş bir kitlesi tarafından zevkle okunan Ahmet Rasim altmış kadar da şarkı bestelemişti. 2. Mektup’tan Boğaziçi, yer yer, mesirelerini açıyor. Sefa günleri geldi. Baharın kalan kısmı, yaz başlangıcı ile birleşerek, ne pek terletici ne de üşütücü esen yellerle, o zarif girintinin kıyılarını ve tepelerini tazelikle kaplamış. İnsan, derhâl bir kayığa veya sandala atlayarak gün batarken tepeden tepeye aks eden renk oyunlarını, sahilden sahile vuran renkli dalgalan seyretmeye hevesleniyor. Bakış, her yanı dolaşıp durdukça, o daracık yerde toplanan benzersiz tabii güzelliklere hayran kaldıkça, zevk ve şenliğin buraları terk edeceğine inanamıyor. Bana kalırsa haliç, yalnız bir Sadabad’ıyla Şehir Mektupları gece, yıldızlı örtüsünü semburalara karşı övünemez. Göksu, manzaraca, ondan aşağı kalır mı? Akşamları süzüle süzüle vadiye sokulan sandallar, sağda solda dinlenerek gün batarken Küçüksu önüne çıktıkları zaman, suların coşkun akışındaki hüzünlü ilhamlar, Kâğıthane dönüşünde bulunur, görülür manzaralardan değildir. Gönül oralarda gecelemek, ertesi sabahı görmek istiyor. aya yayar yaymaz hatıra, yorulmuş zihinlere ferahlıktan ve 116
şenlikten ibaret bir sevinç hissi geliyor, terlemiş alınlara rahat ve huzur verecek rüzgârlar temas ediyor. 17. Mektup’tan Ben zaten, ümmetin oruçlularından olduğum için, Rama-zan’dan pek rahatsız olmam. Bildiklerimden pek çok kişi de benim gibidir. Ne olacak? Günde beş kuruşa işkembe çorbasıyla, yarım baş suyuna salınmış söğüş ile beslenen mideler açlık elemine alışmış demektir. Fakat ne hâldesiniz? Burasını anlamak isterim. Acaba, evde mama dadıya bir parça bir şey saklatıp güzelce yedikten ve akşama kadar sürecek katlanma gücünün dozunu düşürmemek için birkaç bardak su içtikten sonra ele teşbih alarak mı çıkıyorsunuz? Dünyada bu riyacı tavrı yutmayanlardan biri de bizim Ayazağa mektupçusudur. Ha, göreyim seni! Deyin. Size, oruçsuz olup da kendisini halka niyetli gösteren ne kadar bey, efendi, ağa, hanım varsa hepsini birer birer seçip ayırır. Bu ustalığı ne şekilde edindiğini sorduğumda dedi ki: - Bundan kolay bir şey yok. Bir kere çehresine bakarım: Eğer yazar çehreli ise oruçlu, direktör simasında ise oruçsuzdur. Çünkü bu ikiden biri senenin her gününde mutlaka aç, öteki muhakkak toktur. 30. Mektuptan Çocukluk Hatıralarına Dair Yer altında babam bıyığı! Nedir o, bil, diye küçük iken dadınız veya komşu Habibe Molla’nın söylediği bilmeceyi halletmek İçin ne kadar zahmet çektiğinizi hatırlıyor musunuz? Eski kadınlar, çocukların zihinlerini bilemek için bu gibi muammalara başvururlardı. Ah! Şimdi, o kadınlar nerede? Hele, o zeki çocuklar ne oldular? O çocuklar ki bilmece söylenir söylenmez kaşını çatarak, parmaklarına bakarak, birden bire: - Pırasa, derler ve orada bulunanları fevkalade dehalarına hayran ederlerdi. Şimdi onların hepsi büyüdüler, bıyıklı, sakallı oldular, başka bilmecelerle uğraşıyorlar. Ah! Ah! İnsan, buna nasıl üzülmez? O zekâlar söndü de fitili kalmamış lambaya döndü. Hele yer altında kınalının havuç; yer üstünde babam başının lahana; kapısını örttüm güm dedi, içeriye girdim bum dedinin hamam; masal masal matı tas, kaynanamın başı daz, çukura düştü çıkamaz, pır pır eder uçamazın pire; gidi gidiver, şu gidiyi tutuver, ne tatlıca eti var, tutulmaya niyeti varın balık; ben giderim o gider, önümde tın tın ederin sakal; yer altında kazan kaynarın karınca; çat burada, çat kapı arkasındanın süpürge; ne yerdedir ne gökte, cümle alem içindenin ayna; sürdüm kustu, çektim küstünün kahve; bir küçücük fıçıcık, içindedir turşucuğun limon olduğunu bilenler yaşça hayli ilerlediler. 46. Mektup tan Bayılırım. Hayalimden geçtikçe İçim titrer: Küçük bir oda, ufak bir soba, pufa yatak, yumuşak yorgan, içinde ben! Dışarıda lapa lapa kar. Ağzımın suyu akar. Hiç durma yorgana sarıl, yat! Denilen hava, dünyada ancak bu kadar şirin olur. Rüzgârın camları zıngırdatması, ninni gibi tesir eder. Sobanın çatırtısı gıdıklar. Fakat, mangaldan fırlayan ‘çıt’ı sevmem. Hani ya insan bazan dalar da mangalın kenarına çöker, garip garip düşünürken, mesela, alt dudağının sol bıyık ucuna doğru ‘çıt’ diye bir şey yapışır, acı acı yalanır. Hoşuma gitmez. Böyle günlerde, biraz da midenin hoş edilmesi gibi şeyler de düşünülür. Ben böyle olsam başka şeyler de düşünürdüm a! Herkesin kalbi bir olmaz. Baba Yaver tarhana çorbasına, latif 117
şiş kebabına, paça böreğine, saçlı sakallı yassı kadayıfla birlikte yenilmek üzere hurma tatlısına, tavuk suyuna, nohutlu pilava dayanamaz. Honore De Balzac- Vadideki Zambak Bakış Açısı, Anlatıcı Vadideki Zambak romanında vak’a kahraman bakış açısıyla verilmiştir. Olaylar romanın asıl kahramanı Felix tarafından anlatılmıştır. Olayları anlatırken geniş tasvirlere yer vermiştir. Hem kendi hem de diğer kahramanların ruh yapısıyla iç ve dış mekanı yansıtmıştır. Vadideki Zambak’ta dış mekana ait tasvirler daha ağır basmaktadır. Romanın genel itibariyle tek bir kahraman tarafından aktarılmıştır. Bu da romanda geniş tasvirlerin oluşturduğu sıkıcılığı ortadan kaldırmış ve akıcılığı sağlamıştır. Romanın Olay Örgüsü Romanın olay örgüsü kötü bir çocukluk geçirmiş olan Felix’in aile sevgisinden uzak, zorluklar ve baskı içinde geçen hayatının, babasının Tours’a çağırmasıyla değişmesini anlatır. Tours’ta bir baloya katılması ve güzel bir Kontes’e aşık olması olayın seyrini değiştirir ve hızlandırır. Kontes’in evli olması bu aşkı güçleştirir. Kontes’in Felikx’i platonik aşkla sevmesi, Felix’in aşkına tam manasıyla karşılık verememesi olay örgüsünün heyecanını arttırır. Romanın Mekanı Vadideki Zambak romanında mekan geniş yer kaplar ve önemli bir unsurdur. Romanda olayın geçtiği birkaç önemli yer vardır. Öncelikle roman Fransa’nın Paris’inde başlar. Bunu yazarın şu sözlerinden anlayabiliriz: “Annem beni Tours’a götürmeyi düşünüyordu. Çünkü; düşman ordusunun ilerleyişini dikkatle izleyenlere göre Paris tehlikeyle karşı karşıyaydı. Tam orada kaderimin belirleyeceği sırada apar topar Paris’ten alınıp götürüldüm. (s. 38). Paris’ten Tours’a kadar annemle birlikte yaptığım yolculuktan hiç söz etmeyeceğim. (s. 39). Buradan da anlaşılacağı üzere roman Paris’te başlar, Tours’ta gelişiyor. Romanın asıl önemli mekanı Tours’taki Clochegourde Şatosu ve şatonun da içinde yer aldığı İndre Irmağı vadisidir. Yazar romanında geniş tasvirlere yer vermiştir. Hem romanın kahramanları hem de mekan unsurları uzun uzun tasvirlerle verilmiştir. Örneğin yazar; Kontes’in vücut yapısını, Kont’un kişiliğini, İndre Irmağı’nı, Clochegour Şatosu’nu geniş geniş anlatmıştır. Vadideki Zambak romanında bu uzun tasvirler dikkat çekicidir. Bu uzun tasvirler bazı zamanlar insanda bir bıkkınlık yaratabiliyor. Okuyucu romandan sıkılıyor. Bazı tasvir bölümleri kahramanların ruh dünyasıyla paralellik göstermektedir. Şahıslar Dünyası Vadideki Zambak romanında şahıs kadrosu geniştir fakat etkili değildir. Olaylar belirli kahramanların çevresinde gerçekleşir. Diğer kahramanlar sınırlı ölçüde ve dekoratif unsur olarak romanda yerini alır. Felix de Vandenesse: Romanın başkahramanlarındandır. Yirmi yaşlarında bir gençtir. Çocukluğu ve gençliği acılarla geçmiştir. Değişken bir yapıya sahiptir. Çünkü çocukluğunun ilk yılları acılarla geçer. Kral’ın yanında iyi bir iş bulur. Hayatı değişir. İki tane bayana aşık olur. Bunların arasında çıkmaza girer, sıkıntılı günler yaşar. Kontes’in ölmesiyle üzüntülü bir hayat yaşar. Hiçbir zaman tam mutluluğu yakalayamaz. Madam de Mortsauf: Romanın belirleyici ve etkileyici kahramanlarındandır. Aslında romanın başkahramanı da sayılabilir. Madam de Mortsauf Kont de Mortsauf’un eşidir. İki çocuk annesi bir Kontestir. Kontes de Felix gibi çocukluğunda acı çekmiştir. Evliliğinde de sorunlar yaşamıştır. Hastalıklı iki çocuğuna ve sert kişilikli Kont’a hayatını feda etmiştir. Felix’e aşık olmuştur; fakat bu aşk platonik aşktır. Gerçek aşkını hayatının son zamanlarında, bir mektupla Felix’e itiraf eder ve ölür. Madam de Mortsauf romanın hızlanmasını ve heyecanın artmasını sağlamıştır. Bu özellikleriyle romanın merkezindeki kahraman sayılır. Kont de Mortsauf: Madam de Mortsauf’un kocasıdır. Sorunlu bir kişiliğe sahiptir. Bunun nedeni
118
çocukluğunda yaşadığı zor günlerdir. Ülkenin içinde bulunduğu sürgün yılları onun eğitimini yarıda bırakmasına neden olmuştur. Üst üste kırılan umutlarının ardından yarı aç, yarı tok olarak yapılan uzun yürüyüşler sağlığını bozmuş, ruhuna güçsüzlük vermiştir. Hatta bir süre düşkünler evinde Allah rızası için bakılmıştır. Karınzarı iltihabı hastalığına yakalanmıştır. Ömrünün sonuna kadar bu hastalığın acılarını çekmiştir. Olay örgüsünde Kontes’in kocası olmasıyla çatışma yaratmaktadır. Felix ile Kontes’in aşkına engeldir. Olay örgüsünün her zaman içinde yer alır, Kontes’in kocası olması nedeniyle önemli kahramanlardandır. Leydi Dudley: Romanın ilerleyen sayfalarında olay örgüsüne girer. Romanın heyecanını arttırır. Yeni bir çatışma ortamı yaratır. Olaylar Felix - Leydi Arabelle ve Kontes arasında odaklanır. Felix, Leydi Dudley’e karşı sonsuz bir tutku besler ve ateşli bir sevgiyle sever. Kontes’i ise taparcasına sevmektedir. Hatta Kontes’e Henrietti diyordu ve böyle seviyordu. Felix’in Leydi Arabelle ile olan ilişkisini öğrenen Kontes büyük bir yıkıntıya uğrar, hastalanır ve ölür. Leydi Dudley bir bakıma çatışma yaratmış, kötü kadın rolünü üstlenmiştir. Madeleine ve Jacgues: Kont ve Kontes’in çocuklarıdır. Madeleine annesine benzer. Annesinin ruh yapısı onda tekrar hayat bulur. Jacgues de kız kardeşi gibi zayıftır. Her iki çocuk da sağlık yönünden problem yaşamaktadır. Romanın olay örgüsüne fazla katılmazlar. Mösyö de Chessel: Frapesle Şatosu’nun sahibidir. Felix buraya dinlenmek için gelmiştir. Burada Mösyö’nün yardımıyla Kontes’le tanışır. Felix, Madam de Mortsauf’a aşık olur. Romanın olay örgüsü bu noktadan sonra hızlanır. Mösyö de Chessel’e ileriki sayfalarda fazla yer verilmez. Romanın arada başvurulan kahramanlarındandır. Mösyö Origet: Ünlü bir doktordur. Kont’un hastalanması nedeniyle Clochegour Şatosu’na birkaç defa gelmiştir. Kontes’in hastalığı döneminde de kendisine yer verilmiştir. ÖZET Vadideki Zambak yazarın, insanlık Komedyası’nın “Taşra Yaşamından Sahneler” bölümünün bir romanıdır. İlk olarak 1835’teRevue Paris gazetesinde tefrika edilmiş, 1836 yılında da tamamlanmıştır. Vadideki Zambak’taki olaylar 1809-1836 yılları Fransa’sının taşrasında ve Paris’inde geçer. Romanın kahramanları sıradan insanlar değil, soylulardır. Romanın konusu aşktır.Romanın vak’ası Fransa’nın Tours kasabasında geçer. Romanın asıl kahramanı Felix de Vandenesse, anne ve baba sevgisinden uzak, kardeşleri tarafından küçümsenen, baskı altında bir çocukluk geçiren, zengin ve soylu bir ailenin küçük oğlu olan bir gençtir. Annesi ve kardeşleriyle Paris’te bulunan Felix, babasının çağırması üzerine Tours’a gider. Tours’ta babası Felix’i bir baloya davet eder. Baloda hiç tanımadığı güzel bir bayanın omuzları Felix’i büyüler. Dayanılmaz bir arzuyla bu omuzları öptükten sonra bu kadına aşık olur. Bu olaylarla roman başlar. Felix, aşık olduğu bu kadını daha sonra Clechogour de Şatosu’nda görür. Omzunu öptüğü kadının bir kontes olduğunu öğrenir. Bu kadın Kont Mortsauf’un eşi, evli ve iki çocuk annesi Madam de Mortsauf’tur. Madam de Mortsauf da Felix’i platonik bir aşkla sevmeye başlar ve bağlanır.Artık Kontes, Felix için, şatonun bulunduğu güzel vadinin zambağıdır. Bu kadın Felix’in yükselmesi için yardımcı olur. Felix’e Kral’ın yanında iyi bir yeri olan annesiyle babasının desteğini sağlar. Felix, Kral’ın iyi bir danışmanı ve güvenilir bir adamı olur. Buradaki işlerinde hızla yükselir. Fakat, Kontes’e olan aşkından vazgeçmez. Madam de Mortsauf ile sürekli mektuplaşırlar. Kontes’in hayatı acılarla doludur. Çocukluğunda çektiği sıkıntı ve acıları evlilik döneminde de devam eder. Kontes’in sert yapılı, anlayışı zayıf Kont kocası ve hastalıklı iki çocuğu vardır. Kendisini hep ailesine adamıştır. Böyle bir yaşam içinde Felix’in aşkına gereken karşılığı veremez. Madam de Mortsauf ile Felix’in birbirlerine duydukları bu yoğun sevgi, Felix’in Leydi Dudley ile cinsel aşk yaşamasıyla farklı bir görünüm kazanır. Bu olayları duyan Kontes hastalanır. Felikx’e duyduğu gerçek aşkı
119
anlatamamanın verdiği üzüntü ile hastalığı artar. Gerçek aşkını ve ne kadar çok sevdiğini, fakat evliliğe, anneliğe olan bağlılığının bunların üstünde, aynı zamanda aşkının bedeli olduğunu bildiren bir mektup yazar. Bu mektubu Felix’e verdikten sonra ölür. Felix, Madam de Mortsauf’un son dakikalarına yetişir. Hayatının geri kalan kısmında üzüntülü bir yaşam geçirir. Bilimle, sanatla, politikayla ilgilenir ve aşkını unutmaya çalışır. Vadideki Zambak’ta karşılıklı mektuplarla, aşk ve evlilik konusuyla, kadınların gerçek özgürlüğüyle, gerçek sevgilerle din ve inançla ilgili felsefi tartışmalarla dolu olan romanda insanların duygusal varlıkları ve çatışmaları büyük bir ustalıkla aktarılmıştır. Romanda cinsel aşkla platonik aşk, annelik sevgisi, evliliğe bağlılık güzel bir vadinin temizliği ortamında okuyuculara sunulmuştur. Balzac bu romanında asıl olarak aşkı ele almış ve işlemiştir. Roman, Balzac’ın hayatıyla bağlantılıdır. Honore de Balzac, romanında Realizmin ilkelerine büyük oranda bağlı kalarak konularını ele almıştır. Romantizmden tam manasıyla kopmasa da gerçekçilik ilkesinin kurucusu ve savunucusu olmuştur. Victor Hugo - Sefiller Eserin Ana fikri: Olabildiğimiz kadar iyi bir insan olmaya çalışmalıyız. Çünkü bir suç işlediğimiz zaman, o suç ölünceye kadar bizimle birlikte yaşar. Kişiler: Jean Valjean, Cozette, Fantine, Javert Jean Valjean: Önceleri insanları sevmeyen, kendisine yapılan iyiliklere kötülükle karşılık veren, hırsızlık yapmaktan çekinmeyen biriydi. Ancak pazarın kendisine insanca davranması karşısında, adeta kişilik değiştirmiş ve ruhunun derinliklerindeki insanca duyguları meydana getiren son derece dürüst, mert, iyiliksever, merhametli ve namuslu bir insan haline gelmiştir. Cozette: Cozette mavi gözlü, çok güzel bir kızdır. Küçük yaşta annesinden ayrılmıştır. Fakat Jean Voljean gibi iyi bir insanın yanında yetiştiği için oldukça şanslı sayılır. Fantine: Conzette’nin annesi. Kendisini çocuğuna adamış fedakar bir annedir. Javert: Jean Valjean’ın peşini bırakmayan polis komiseri. Komiser son derece namuslu, görevini her şeyden üstün tutan, fakat çok katı, acımasız bir insandır. Buna rağmen suçsuz bir insan cezalandırmaktansa, kendi hayatına son verecek kadar mert bir kişidir. Anlatım Özellikleri: Romanın genelinde duygusal bölümler ağır basıyor. Bu bölümlerde kişilerin iç ve dış dünyaları, çevre ustalıkla yansıtılmış. Çeviren kısa cümleler kullanmış çoğunlukla. Konuşma kısımlarında değişik fiil kipleri kullanıldığı görülüyor. Kapı dışarı ettiriyordu. İster misiniz? - bilirim. - öğrendim.- oturun. gibi ÖZET Jean Valjean küçükken annesi ve babası ölmüştür. Eniştesinin de ölümüyle ablasının ve yedi yeğeninin geçimi üstüne kalır. Yeğenlerini doyurabilmek için bir somun ekmek çalar. Bu olaydan dokuz sene sonra sürgün hayatı yaşar. Hapisten çıktıktan sonra herkes ona kötü gözle bakar. Kimse bir şey vermek, hatta karşılaşmak bile istemez. En sonunda bir papazın evine gelir. Papazın evindeki gümüşleri çalar. Yakalanır. Fakat papaz kendisini affeder. Gümüşlerini ona verir.
120
Daha sonra yaptıklarına pişman olarak, Mösyö Madeleine adı altında gittiği kasabanın zengin olmasını sağlayan Jean Valjean, belediye başkanı olur. Bu arada eşi ölen Fantine adlı bir kadın çalışmak için Mösyö Madeleine’nin fabrikasına gelir. Buraya gelirken kızı Cozette’i, bir hancıyla karısının yanına bırakır. Hancıyla karısı Cozette’e bakmak için yüklü bir para isterler. Bu sırada türlü bahanelerle oldukça para koparırlar. Bunun yanı sıra küçük kıza hiç de iyi bakmazlar. Annesinin verdiği ipekli elbiseleri satıp kendi kızlarının eskilerini giydirirler. Kendi yediklerinin artıklarıyla beslerler. Buna karşılık Fantine kızına para bulabilmek için her şeyini feda eder. Canını dişine takıp çalışır. Sonunda hastalanır. Bu arada Jean Valjean da Mösyö Madeleine ile tanışır. Fakat Mösyö Madeleine’nin dürüstlüğü yüzünden gerçek kimliği açıklanır. Fantine ölür. Jean Valjean müebbet sürgüne gönderilir. Sürüleceği yere gemiyle gidecektir. Gemide, geminin ana direğine çıkmış olan bir gemici düşer. Adam düşerken kollarını kaldırır ve bir yelken halatını yakalar. Halat pek incedir. Uzun süre adamı çekemeyecektir. Jean Valjean subaydan izin alıp gemiciyi kurtarır. Ama kendisi denize düşer. Cesedini ararlar ama bulamazlar. Bu arada Jean Valjean ölmemiştir. Ölmeden önce Fantine’e Cozette’i alıp getirmek için söz vermiştir. Bu sözünü Fantine öldükten sonra yerine getirir. Cozetteye’i katı kalpli hancı ve karsının yanından alır. Paris’e gelirler. Fakat Jean Valjean’ı yakalatan polis müfettişi Javert peşlerini bırakmaz. Bir gece Jean Valjean, Cozette’i yanına alıp yola çıkar. Kulübe gibi bir yere rastlar. Burada Belediye Başkanıyken hayatını kurtardığı adam vardır. Adam bir manastırda bahçıvan olarak çalışmaktadır. Jean Valjean burada Ultime Fauchelevent adı altında bahçıvanlık yaparken Cozette okula gidiyordu. İkisi de çok mutluydu. Zaman ilerliyordu. Yıllar birbiriniz izledi. Cozette artık genç, güzel bir kız olmuştu. Cozette manastır okulunu bitirince Ouest sokağında bir eve taşındılar. Fakat Jean Valjean hala Fauchelevent ismini kullanmaktaydı. Cozette ile Jean Valjean her gün Luxembourg Bahçeleri’nde geziyorlardı. Burada Cozette her gün gördüğü Marius adlı çocuğu sever. Marius da Cozette’i sevmektedir. Jean Valjean bunu fark edince Cozette’i alıp bulundukları yerden daha uzak bir yere taşınır. Marius çok geçmeden Cozette’i bulur. Fakat evlenemeyeceklerini öğrenince, savaşa katılıp orada ölmeye karar verir. Bunu öğrenen Jean Valjean da savaşa katılır. Marius’u kurtarır. Gençler evlenirler. Jean savaş sırasında peşindeki polis müfettişi Javert’in de hayatını kurtarır. Javert bu durum karşısında ne yapacağına karar veremez ve intihar eder. Bir süre sonra Jean, Cozette’in bile bilmediği büyük sırrını Marius’a açar. Marius ondan nefret etmeye başlar. Jean’ı evinde istemez. Jean kısa bir süre içinde orayla ilişkisini keser. Bir sene kadar Cozette’i görmez. Bu bir sene içinde öz kızı kadar çok sevdiği Cozette’i o kadar özler ki; otuz sene yaşamış gibi çöker. Ölüm anı yaklaşır. Bu arada kapı çalınır. Gelenler Marius ile Cozette’dir. Marius hatasını anlamış ve nasıl bir haksızlık yaptığını anlamıştır. Jean, Cozette’i görmekten memnun olur ve yanında huzur içinde ölür. Goethe - Faust Kişiler Faust: Faust, Latince mutluluk demektir. Faust, bilgi ihtirası içinde kıvranan karamsar bir tipi anlatır. Bilim uğruna bütün ömrünü harcamış, nefsine bütün dünya hazlarını yasak etmiş ve tam anlamıyla yasak bir ömür geçirmiş olmasına rağmen, amacına ulaşamamış olmanın ızdırabı içindedir. Bu hal içinde şeytana
121
teslim olduktan sonra, onun akıbeti çeşitli Faust efsanelerinde türlü türlü gösterilmiş ve dünyaya beyan edilmiştir. Mefisto: Mefisto’ya şeytan demek yerinde olur. Mefisto sadece fenalıkları sürükleyen bir hüviyet olmakla kalmaz, aynı zamanda bir çeşit Azrail rolünü de üstlenmektedir. Margarete: Çok duygulu, fakir bir ailenin kızdır. Dinine ve ahlaki kurallara fazlasıyla önem veren; ancak nefsine yenik düştüğü için cezalandırılan bir kızdır. Wagner: Faust’un yakın arkadaşıdır. Saf, duygularıyla hareket eden bir insandır. Marthe: Kocası yanında olmayan, kendi hâlinde yaşayan, arabulucu fakir bir kadındır. İhtirasları ile Margarete’i de yönlendirir. ÖZET Eser, ‘Tiyatroda ön oyun’ başlıklı bölümle başlamaktadır. Bu bölümde, tiyatro müdürü, ozan ve palyaço arasında diyaloglar vardır. Tiyatro müdürü, sahnelenecek bir oyun üzerinde ozan ve palyaço ile konuşur. Her oyunda onlara yardım ettikleri için mutludur. Fakat aralarında görüş ayrılıkları vardır. Tiyatro müdürü, sahnelenecek oyunun seyirciyi merak ettirecek olaylardan oluşması gerektiğine inanmaktadır. Ona göre tiyatro, halkın ruhunu doyurmalıdır. Ozanın ise kusursuz bir yapıtın, uzun yılların ve emeğin sonucunda olunabileceğini düşünmektedir. Seyircinin beklentisi yeterli değildir ona göre. Palyaço ise seyircinin sadece eğlenceyi istediğine inanır. Neticede, tiyatro müdürü bütün imkânları kullanarak iyi bir oyun düzenlemelerini istemektedir. Oyun, gökyüzünde mukaddime ile başlar. İsrafil, Cebrail, Mikail ve Mefistofeles arasında bir diyolog geçer. Mefistofeles ile diğer melekler arasındaki farklılık bu konuşmayla ortaya çıkar. Konuşmalardan Mefistofeles’in şeytan olduğu anlaşılır. Konuşmaya Tanrı da katılır. Mefistofeles, Tanrı ile bir yarışa girer. Bir insanı yoldan çıkartacaktır şeytan. Gökyüzü kapanır ve melekler dağılır. Yüksek tavanlı, dar, gotik tarzında bir odada Faust tek başına oturmaktadır. Pek çok ilme vâkıf olan Faust, kendisinin aslında bir şey bilmediğini düşünmektedir. Bu yüzden, artık öğrencilere bir şeyler anlatamayacağına inanmaktadır. Ayrıca eski huzurunu yitirmiştir. İlahî olana karşı şüphe içindedir. Bugünlerde bu boşluğu doldurmak için büyülerle ilgilenmektedir. Nosrtadamus’un el yazmasını açar. Doğayı nasıl kavrayabileceğini düşünür. Doğa ruhunun işaretini söyleyince gizemli bir ruh ortaya çıkar. Ruh onun kendisine benzemediğini söyler. Aralarındaki konuşmayı duyan Wagner içeri girer. Faust’un bir tirad okuduğunu sanır. Faust, Tanrı’yı, varlığın anlamını sorgulamaktadır. Paskalya kutlamalarının olduğu o gün, o, Hristiyanlıktan uzaklaşmış durumdadır. Şehir kapısının önünde pek çok insan törenlerde eğlenmek için gelmiştir. Neşe içinde, eğlenmeyi hayal etmektedirler. Bu ilkbahar günlerinde Faust ve Wagner de bu kalabalığa katılır. Halk, babası ve kendisi halka büyük yardımları olmuş bu doktoru yanlarında görmekten dolayı çok mutludur. Oysa Faust onların iyi niyetleri karşısında çok üzgündür. Çünkü aslında bir doktor olan babası ona göre pek çok kişinin ölümüne neden olmuştur. Wagner’le bunları konuşurken garip bir köpeğin geldiğini görür. Faust, fino köpeği ile çalışma odasına girer. İncil’i açan Faust, onu farklı anlamlandırmaya başlar. Şüpheler içinde kıvranmaktadır. Köpek, bir öğrenci kılığına bürünür. Faust, onun kötü bir ruh olduğunu anlar. Önce köpek, sonra öğrenci kılığına bürünen varlık, Tanrı ile bir insanı yoldan çıkarma anlaşması yapan Mefistofeles’tir. Mefistofeles, Faust’la konuşarak onu kandırmaya başlar. Mefistofeles onu haz ve eylemlere sürükleyebileceğini ve mutlu anlar yaşatabileceğini söyler. Bu süreç içinde hep yoldaşı olabilecektir. Ancak bir anlaşma yapmalıdır onunla. Faust, gözünü boyayarak onu kandırabilirse anlaşmayı kabul edeceğini söyler. Mefistofeles kanla yazılmış yazılı bir anlaşma da ister ondan. Mefistofeles önce akıl ve bilimi bırakmasını ister ondan ve çalışma odasından birlikte ayrılmaya karar verirler. Faust hazırlanmak için gittiğinde odaya gelen bir öğrenciyi Mefistofeles kısa sürede kandırır ve şeytanhğıyla onu yoldan çıkarır. Faust ve Mefistofeles pelerinlerini açarlar ve uçarak bir meyhaneye giderler. Neşeli bir topluluk içine girerler. Mefistofeles oradaki insanların nefislerini kullanarak onlara en iyi
122
içki ve şarap mahzenlerini gösterir. Gerçekte bir hayal olan bu görüntülere ellerini uzattıklarında görüntüler ateş olur; çünkü cehennemden gelmişlerdir. Meyhaneden sonra Faust ve Mefistofeles, cadıların kazan kaynattıkları bir mutfağa giderler. Çok çirkin görüntüleri olan bir cadı ailesi ile karşılaşırlar. Faust 30 yıl önceki gibi kendini dinç hissetmek için bu kazanda kaynatılan iksiri içmek zorundadır. Faust orada bulunan büyülü bir aynada arzularını harekete geçiren bir kadın hayali görür. Faust, büyülü iksiri içer. İksiri içtikten sonra bütün kadınları çok güzel görmeye başlar. Mefistofeles, onu yoldan çıkarmaya başlamıştır. Caddede gezen Faust yolda Margarete’i görür, onu çok güzel bulur ve yanına yaklaşır. Ona eşlik etmek ister. Ahlaklı bir kız olan Margarete buna müsaade etmez. Faust, Mefistofeles’e o kızı kendisine ayarlamasını söyler. Mefistofeles, bunun zaman alacağını; çünkü kızın dindar olduğunu söyler. Faust, tamamen arzularının esiri olmuştur. Mefistofeles, Margarete’i baştan çıkarmak için çok pahalı bir mücevheri gösterişli bir kutu içinde dolabına koyar. Fakir bir kız olan Margarete hayretler içinde kalır. Mücevherleri kimin koyduğunu anlayamaz. Önce nefsine çok hoş gelir, takar. Sonra annesine verir. Dini bütün bir kadın olan annesi de mücevherleri kiliseye bağışlar. Bu arada Margarete, Faust’u unutamamaktadır. Onun çok yakışıklı olduğunu düşünmektedir. Margarete’e yeni bir mücevher daha gelmiştir. Komşusu Marthe’nın yanına gider ve bu sefer mücevherleri vermek istemediğini anlatır. Onun evine gelip canı isteyince mücevherleri takacaktır. O da yavaş yavaş yoldan çıkmaktadır. Bu arada Mefistofeles, Marthe’nın evine gelir. Ona kocasının öldüğünü söyler. Şahit olarak da arkadaşı Faust’u getirecektir. Kadına sadece ölüm yalanını uydurmakla kalmaz, kocasının onu aldattığını da söyler. Akşam, olunca Mefistofeles ve Faust güya şahitlik yapmak için Marthe’nın evine giderler. Faust, Margarete’i kandırır. Ona onu sevdiğini söyler. Bir süre sonra Margarete’e sahip olur. Fakat arzularını yenemeyen Faust, bütün insani değerlerini kaybetmediğinden vicdan azabı duyar. Margarete’in kirlendiğini ve bir de çocuk beklediğini ağabeyi öğrenir. Mefistofeles, Faust’la Margarete’in abisinin yan yana gelmesine sebep olur ve Faust’a zorla onu öldürtür. Faust, şeytan yüzünden her çeşit kötülüğü yapmıştır. Kendini kötü hissetmektedir. Margarete’in hapiste olduğunu ve idam edileceğini öğrenir. Onu kurtarmak için Mefistofeles’le bulunduğu hücreye giderler. Margarete, yaşadığı olaylardan sonra yarı deli hâlinde, pişmanlık içinde kıvranmakta, günahlarının bağışlanması için Allah’a dua etmektedir. Faust’la gelmeyeceğini, günahlarının cezasını bu dünyada çekmek istediğini söyler. Melekler, Margarete’in yüce katta kurtulduğunu söylerler. Faust şeytanla birlikte oradan ayrılır.
Daniele Daefo - Robinson Crusoe Dünya edebiyatının en önemli eserlerindendir. Konusunun ilginçliği ve dilinin akıcılığı romanın çok okunmasını sağlamıştır. Bir adada tek başına yıllarca yaşamak zorunda kalan bir kişiyi anlatır. Roman, kendinden sonraki yazarları derinden etkilemiştir. Başlıca Kahramanlar Robinson Crusoe: Denizi çok seven, becerikli, zeki, maceraperest bir kişidir. Cuma: Robinson Crusoe'un hizmetçisidir. Önce yamyam bir köle iken Robinson Crusoe onu ehlileştirir ve medeni bir insan hâline gelmesini sağlar. ÖZET 123
Robinson Crusoe, denizcilik aşkı ile yanıp tutuşan bir gençtir. Oysa babası, onun avukat olmasını istemektedir. Robinson, 19 yaşında iken babasına karşı gelir ve kasabasından Londra'ya gitmek üzere yola çıkan bir gemiye binerek ayrılır. Yolda büyük bir fırtına çıkar. Robinson, kurtulursa ailesine itaat edip denizcilikten vazgeçeceğine söz verir. Kurtulunca sözünü tutmaz. Gemiciliğe atılır. Afrika'da ticari eşya satan bir gemide çalışırken gemi, korsanlar tarafından saldırıya uğrar. Portekizliler sayesinde kurtulur. Brezilya'da şeker işleriyle uğraşmaya başlar, zengin olur. Ortağı ona Afrika'ya giderek köle getirme işini teklif eder. Yolda, gemi Güney Afrika sahillerine yakın bir yerde batar. Tek kurtulan Robinson olur. Robinson, bir adaya sığınır. Yanında bıçak ve pipo vardır. Adada hiç kimse yoktur. Bir sal yapar ve batan gemisinden kullanabileceği eşyaları adaya taşır. Daha sonra kendine bir kulübe inşa eder. Yaban keçileri ile beslenmektedir. Gemiden getirdiği mısırları eker; fakat mevsim uygun olmadığından hiçbiri ürün vermez. Diktiği ağaçlar da tutmaz. Adadan ayrılmak için büyük bir kayık yapar; fakat kayık çok ağır olduğu için denize götüremez. Zamanla ekmeyi başarır. Bir de papağan ehlileştirerek onunla konuşur. Gemiden bulduğu mürekkep ve kalemle de başından geçenleri yazar. Aradan 12 yıl geçmiştir. Bir gün, Robinson sahilde gezerken çok şaşırır. Çünkü kumlarda insana ait ayak izleri vardır. 10 yıl daha geçer. Robinson bu sefer, kumsalda insan kemikleri ve parçalanmış organlar görür. Güney Afrika'nın bir başka adasından yamyamların gelerek bu adada esirlerini yediklerini anlar. Çok sinirlenir. Bir yere saklanarak yamyamlar tekrar geldiğinde onları öldürmeye karar verir. Bir mağarasını kale gibi kullanır. Bir gün, otuz kadar yamyamın adaya geldiğini görür. Esirlerden birini pişirmişler, diğerini de öldürmek üzeredirler. Robinson, gemiden aldığı silahı ve kılıcıyla yamyamları öldürür. Bir esiri de kurtarır. Bu esir, artık yıllardır yalnız yaşayan Robinson'un arkadaşı olur. Robinson, onu eğitir, yamyam olan arkadaşını medenileştirir, adını da Cuma koyar. Cuma'ya İngilizce dahi öğretir. Cuma, ona adasında Robinson gibi beyaz insanların esir olduğundan bahseder. Robinson, onları kurtarmaya karar verir. Bir tekne yaparlar. Fakat bir gün, üç kayık dolusu yamyam yine adaya gelir. Kölelerini yemek için bu adayı tercih etmişlerdir. Kölelerden birinin beyaz olduğunu gören Robinson çok şaşırır. Ateşli silahlarla hepsini öldürürler, esirleri de kurtarırlar. Esirlerden beyaz adam, Robinson'un gemisinden kurtulan biridir. Diğer esir ise Cuma'nın babasıdır. Bir gün, denizde bir İngiliz gemisi görürler. Gemi kaptanı asi tayfaları yüzünden zor durumdadır. Onu kurtarırlar. Bu gemi ile Robinson ve Cuma İngiltere'ye dönerler. Aradan 32 sene geçtiği hâlde, Robinson ortağının onun adına yaptığı yatırımlar sayesinde zengin bir adam olmuştur. Anne ve babası ölmüştür. Robinson, İngiltere'de evlenir; çocukları olur. Romanın sonunda, eski adasının durumunu görmek için denize açılır. Robinson Crusoe'un Daha Sonraki Maceraları adlı kitapta, Robinson, karısı ölünce adasına gider. Adada yerli kadınlarla asi İspanyol ve İngilizlerin evlendiğini görür. Ada, oldukça kalabalık hâle gelmiştir. Daha sonra Cuma, Brezilya'ya giderken bir çarpışmada ölür. Robinson, İngiltere'ye döner ve denize veda eder. Dostoyevski - Suç ve Ceza 1866'da yayınlanan ve Dünya klasikleri arasında yer alan Dostoyevski’nin Suç ve Ceza adlı romanı sosyal fenalıkların sebeplerini ortaya koyar ve fenalıkları yapanların cezalarını çekmesi gerektiğini anlatır. Pek çok bakımdan bir şaheser niteliğindedir.
124
Suç ve Ceza Kahramanları (Kişileri): Rodion Romanoviç Raskolnikov (Rodion- Rodya): Romanın başkahramanıdır. Devamlı bir geçim kaynağı olmayan, Petersburg Üniversitesi’ndeki hukuk tahsilini de yarıda bırakan bir kişidir. Kendisini herkesten üstün görür. Aynı zamanda cömert, fazla heyecanlı, hisli, içinde çatışmalar yaşayan bir kişidir. Pulcheia Alexandrovna Raskolnikov: Rodion’un annesidir. Kocasının az miktardaki emekli maaşıyla geçinen dul bir kadındır. Avdotya Romanovna Raskolnikov (Dounia - Dunya): Rodion’un kız kardeşidir. Luzhin’le nişanlıdır. Zeki, neşeli bir kızdır. Petroviç Luzhin: Kendi gayretiyle yetişmiş, gururlu bir kişidir. Yüksek bir memurdur. Dounia ile nişanlıdır. Sonya Semyonovna Marmeladov (Sonia): Fakir bir ailenin ahlaklı, karakterli, dindar kızıdır. Şartlar onu düşük bir kadın yapar. Arkadiy Ivanoviç Svidrîgailov: Dunya’nın patronudur. Riyakâr, hırslı, arzularının esiri olan menfi bir adamdır. Maria Petravno Svidrigailov: Arkadiy’in ölen eşidir. Dimitri Prokofiç Marmeladov: İşsiz kalmış, ayyaş, mazoşist bir memurdur. Katerina Ivanovna Marmeladov: Dimitri’Nin sinirli, çabucak kızan, veremli karısıdır. Bir zamanlar sahip olduğu sosyal mevkileri kaybetmenin ıstırabı içerisindedir. Polenka, Lida ve Koyla: Katerine Ivanovna’nın çocuklarıdır. Aloyna Ivanovna: Yaşlı, tefeci bir kadındır. Lizaveta Ivanovna: Alonya Ivanoiç’in dindar ve basit fikirli üvey kız kardeşidir. Porfili Petroviç: Psikolojiye düşkün bir dedektiftir. Zametov: Polis karakolundaki başkatiptir. Nikodim Fomiç: Bölge polis şefi; “Patlayıcı Dedektif” lakabı ile anılır. Lebetzniakov: Kuzhin’in bir arkadaşıdır. Boş kafalı bir liberaldir. Amolia Ivanovna Lippeweçsel: Mermaladovların kavgacı Alman ev sahibesidir. Kapernaumov: Sonia’nın ev sahibi olan terzidir. Praskovya Pavlovna: Rodion’un ev sahihibidir. Nastasya: Praskovya Pavlovna’nin hizmetçisidir. Iha Peîoviç: Polis karakolunda katip yardımcısıdır. Zossimov: Razumhin’in arkadaşı olan genç bir doktordur. Natalya Yegorona: Prokovya Pavlovna’nın kızı; ölmüştür; Rodion’un önceki nişanlısıdır.
125
Koch ve Pslryakov: Alonya Ivanovna’nın öldürülmesini araştırarak ortaya çıkaranlardır. Nikolai: Rodion’nun suçunu itiraf eden ressamdır. Suç ve Ceza Özeti Rodion 1860'larda Petesburg’da bir hukuk talebesidir. Fakat derslerine devam etmez. Rusya’ya Batıdan gelen bazı fikir akımlarından etkilenir. Bu akımlara göre, insanlar iki kısma ayrılır: Alelade sürü ve Sezar gibi kendi kanunlarını kendileri yapan yönetici ruhlar. Rodion, kendisini bu yönetici, üstün sınıfa dâhil etmek ister. Rodion, kafasında bu karışık düşüncelerle bocalarken üstün sınıftan olabilmek için insanların nefret ettiği, yaşlı tefeci bir kadın olan Alyona Ivanovna’yı öldürmeye karar verir. Rodion, bu kadını öldürünce ayrıca zengin olacak, onun malına sahip olacaktır. Kendi içinde yaşadığı iç muhasebelerinin ardından kadının evine gider ve onu balta ile öldürür. O anda, Alyona ile yaşayan masum üvey kız kardeşi de içeri girince onu da öldürmek zorunda kalır. Evden birkaç eşya alarak kaçar. Rodion’un annesi düşkün, müşfik bir kadındır. Kız kardeşi de Svidrigailov adında birinin çocuklarına dadılık yapmaktadır. Svidrigailov, ona sarkıntılık edince işten ayrılır. Luzhin adında bir burjuva ile evlenmeye karar verir. Rodion, kardeşinin ona parasal ve mesleki anlamda destek olmak için ticari bir evlilik yaptığını anlar. Engel olmaya çalışır. Rodion ara sıra Marmeladov’un kızı Sonya ile görüşmektedir. Aile, babanın ayyaşlığından dolayı çok yoksuldur. Sonya bu yüzden kötü bir hayata atılmak zorunda kalır. Babası ölünce, Rodion onlara parasal yardımda bulunur. Rodion, bu hayat içinde öldürdüğü kadından dolayı vicdan azabından kurtulamamaktadır. Bir gün bir borç yüzünden karakola çağrıldığında bu azap ve korkuyu daha derinden duyar. Arkadaşı Razumihin’in odasında günlerce hasta yatar. Hatalığı sırasındaki sayıklamaları polis olan Porfıy Petroviç’i şüphelendirir. Luzhin’le Dünya’nın evlenme töreni hazırlıkları başlamıştır. Rodion, eniştesi ile kavga edince, Luzhin, Dunya’yı kovar. Bu olaydan kısa bir süre sonra, Dünya ile Razumihin arasında bir aşk başlar. Polis Porfiy Petroviç araştırmaları sonunda şüpheleri Rodion üzerinde yoğunlaşır. Onu tekrar sorguya çeker. Bu sorgulama sırasında aniden suçun işlendiği sırada binada bulunan Nikolai, karakola gelerek cinayeti üstlenir. Rodion, temize çıkmıştır görünürde. Fakat itirafa çok ihtiyacı vardır, suçunu Sonya’ya anlatır. Sonya, ahlaksız bir hayat yaşamak zorunda olmasına rağmen dindar bir kadındır. Suçunu itiraf etmesini nasihat eder. Polis Porfiy Petroviç de boyacının suçsuz olduğunu anlayıp Rodion’a aynı nasihatte bulunur. Boyacı, çok dindar biri olduğundan başkalarının günahlarının cezasını çekerek sevap işlediğini düşündüğü için suçu üslenmiştir. Bu arada, sırrı Svidrigailov da öğrenmiştir. Svidrigailov, Dunya’ya şantaj yapar. Kendisi ile birlikte olduğu takdirde Rodion’u ülke dışına kaçıracağını söyler. Dünya, ahlakını korumak için kendisini tabanca ile savunmak zorunda kalır ve Svidrigailov’u vurur. Svidrigailov, Dunya’ya asla sahip olamayacağını anlar ve İntihar eder. Sonunda vicdan azabı Rodion’a suçunu itiraf ettirir. Sibirya’ya sürgün edilir. Sonya onun serbest kalacağı günü bekleyecektir. Rodion, yine de aşırı bir pişmanlık duymamaktadır. Fakat Sonya’nın sayesinde kendini dîne verebilecektir.
Ölü Canlar - Nikolay Gogol YAZARI KİTABIN YAYIN BASIM 1-KİTABIN Ölü köle
Nikolay ADI EVİ YILI alan
bir
adamın
başında
(Vasilyevich) Ölü Sosyal Mart KONUSU geçen olayları 126
bir
GOGOL Canlar Yayınları 1983 mizah
içinde
: anlatıyor.
2-KİTABIN ÖZETİ : N.......... kentinin merkezindeki büyük hana bir yolcu oldukça güzel, küçük, yaylı bir araba ile gelir. İlk etapta bu kimsenin ilgisini çekmez. Gelen şahıs Pavel İvanoviç ÇİÇİKOV’dur. Kendisini danışman, çiftlik sahibi ve iş için yolculuk eden biri olarak tanıtır. Tez elden kentin ileri gelenleriyle tanışır: Vali, polis memuru, yargıç, savcı, çiftlik sahipleri vs. ve gittiği her yerde kendini görgülü bir salon adamı olarak gösterir; konusu ne olursa olsun her konuşmada canlı, ilgi uyandırıcı sözler söyler. Her gün akşam toplantılarına, yemeklere gider hoş vakit geçirir. Sıra kent dışı ziyaretlere geldiğinde ise işe önce çiftlik sahibi Manilov ile Sobakeviç’ten başlar. Önce Manilov’un çiftliğine gider. Manilov ailesi üzerinde çok iyi izlenimler bırakır. Yemekten sonra çalışma odasına geçip iş konularında konuşmaya başlarlar. Çiçikov öncelikle Manilov’a kaç tane kölesi olduğunu, en son sayımı hükümete ne zaman verdiğini, kaç kölenin öldüğü gibi sıradan sorular sorar. Ancak o kadar çok ölen olmuştur ki Manilov bile sayısını kahyadan öğrenir. Ancak Çiçikov bunların listesini isteyince ortalık birden gerginleşir ve Manilov bunu niçin istediğini sorar. Çiçikov ne diyeceğini şaşırır ve ancak “Köylü satın almak istiyorum.” diyebilir. Daha sonra toparlayarak ölmüş olan köleleri almak istediğini söyler. ÇİÇİKOV’un aldığı köleler kentte günün konusu olur. Köylülerin başka bir yere götürülüp yerleştirilmesinin karlı bir iş olmadığı üstüne bir çok yorumlar yapılır, bir çok düşünceler, görüşler ileri sürülür. Kimi de, Çiçikov’un köylülerine egemen olan başkaldırma ruhunun kökünden kazınması için başvurulacak çareleri sayıp döktüler. Bu düşünceler çeşit çeşitti. Bir kısmı, son kerte zor ve baskı kullanılması gereğini ileri sürüyor, bir kısmı ise tam tersine merhametli davranmayı öğütlüyordu. Posta müdürü ise Çiçikov’a kutsal bir görev düştüğünü O’nun bir çeşit “baba” yerinde olduğunu, hatta köylülerini eğitimden yararlandırmasını söylüyor bu sırada Lancaster’in önerdiği karşılıklı eğitim sistemini övüyordu. Kentteki insanların tümü iyi kalpli, konuksever insanlardır. Onlarla birlikte yemek yiyen ya da Whist oynayan biri hemen dostları olup çıkar. Hele bu kişi Çiçikov gibi iyi huylu terbiyeli, kendini sevdirmenin büyük gizini bilen biri olursa. Çiçikov kentte o kadar sevilmiştir ki bir türlü ayrılıp gitmenin yolunu bulamaz. Her zaman “bizimle bir haftacık daha kalın, Pavel İvanoviç” gibi sözlerle karşılaşır. Kısacası kentte el üstünde tutulur. Ama kentin bayanları üzerinde bıraktığı etki çok daha güçlü, çok daha şaşırtıcıdır. Çiçikov’un baloya gelişi büyük mutluluk uyandırır. Bütün gözler O’na çevrilir ve herkes O’nun yanına toplanır. Herkese, her sorulana yanıt yetiştirir.Bayanlar yerini alır almaz “Acaba yüzlerinden, gözlerinden mektubu yazanın kim olduğunu anlayabilir miyim? diyerek onları süzmeye başlar. Ancak hiçbirinde böyle bir yüz ifadesi yoktur. Çiçikov O’nu bulmaya kararlıdır. Bayanlarla sohbeti koyulaştırır. Ancak tam o sırada, kötü bir sürpriz; Nozdriev salona girer. Çiçikov’un çok aptal bir insan olduğunu çünkü ölü can aldığını haykırır. Önce insanlar pek aldırış etmezler. Ancak bu hikaye kulaktan kulağa yayıldıkça insanlar itibar etmeye başlarlar. Olay o kadar yayılır ki herkes Çiçikov’un valinin kızını kaçırmak için bunu yaptığını düşünmeye başlarlar. Ancak her iki olay arasında hiçbir bağlantı kuramazlar. Sonunda kentte iki parti kurulur. Erkekler partisi ve kadınlar partisi. Erkekler, sadece ölü canlarla; kadınlar ise sadece valinin kızının kaçırılmasıyla ilgilenirler. Kısacası bütün kent olayı çözmek için seferber olur. Bu arada Çiçikov hasta olduğu için evden dışarı çıkamaz ve olaylardan haberdar olamamıştır. Dışarı çıktığında ise bütün insanların ona karşı tavırları değişmiştir. Kısa sürede olayları öğrenir. Buna canı sıkılır ve kenti terk eder ... 2. BÖLÜM : Çiçikov günler sonra Rusya’nın uçsuz bucaksız topraklarında dolaşırken cennet bahçelerini andıran çiftlikten gözünü alamaz ve çiftlik sahibi ile tanışmak için evine gider. Çiftlik sahibi Tientietnikov’dur. Okulu bitirdikten sonra bir süre memurluk yapar, müdürünün üstlerine farklı, astlarına farklı davranışı onu çileden çıkarır ve dayanamayıp ona hakaretlerde bulunur. Böylece işine son verilir. Tekrar çiftliğine dönerek aldığı eğitimle köylüsünü eğitip daha fazla verim elde etmek için çabalar. Köylüsüne toprak vererek hem kendisi için hem de çiftlik için çalışmasını sağlar. Onlara mümkün olduğunca iyi davranır, daha fazla boş zaman sağlar. Ancak gün geçtikçe verimin düştüğünü, köylünün davranışının değiştiğini fark eder. Zamanla iyice sıkılır. Her şeyden elini eteğini çeker. İşte tam bu sırada Çiçikov’la tanışır ve bir süre kendisiyle kalmasını ister. Çiçikov bunu kabul ederek tez elden çevre çiftlikleri gezerek çiftlik sahipleri ile tanışır. Ölü canlar satın alır. Tek hayali bir çiftlik sahibi olmaktır. Gittiği yerlerde çiftlik sahiplerinin eğitimli ve işten anlayan insanlar oldukları gözünden kaçmaz. Söylenenleri bir bir aklında tutar bu konular üzerinde geceler süren tartışmalara girer. Konuşmaların çoğu Köylünün eğitilmesi ve bilimsel yöntemlerle tarımın geliştirilmesi üzerinedir. 127
Bu arada Çiçikov ölü can almaya devam eder. Ancak bunları yaşıyor gibi göstermeyi de unutmaz. Çiçikov bu yolculuktan çok karlı çıkmıştır. 300 bin Ruble kadar para biriktirmiştir. Ancak yaptığı kanunsuz işler maliye memurlarına, valiye ve hatta prense kadar gitmiştir. Prens tarafından hapse atılır. Arkadaşı Murazov ona yardım edeceğini söyler ancak bunun karşılığı olarak bütün kötü alışkanlıklarından vazgeçmesini ister. Çiçikov isteği kabul eder. Prens ise hiç istemediği halde Murakov’u kıramaz ve Çiçikov’u serbest bırakır. Ancak tüm ülkeyi saran bir hastalık gibi rüşvet, ahlaksızlık ve dolandırıcılık almış başını gitmiştir. Genel vali tüm memurları toplantıya çağırarak bu durumu gündeme getirir. Tüm insanların bu alışkanlıklardan vazgeçmesini, aksi taktirde bir çok kişinin işten atılacağını ve durumun Çar’a bildirileceğini söyler. Vali sözlerini şöyle bitirir. “Sahteciliğin hiçbir ceza, önlem ve yaptırım ile ortadan kaldırılamayacağını bilirim. Çünkü sahteciliğin kökleri ruhumuzun ta derinliklerine kadar sokulmuş ve rüşvet alma, olağan bir hak durumuna girmiştir. Düşman karşısında nasıl silaha sarılmışsak, namussuzluk ve sahteciliğe karşı da ayaklanmamız gerektiğini herkes anlamadıkça kötülükleri ortadan kaldırmamıza olanak yoktur ...” Eğer Çiçikov’un kişiliğinin ahlak yönü sorulursa; erdemli ve kusursuz bir kahraman olmadığı açıkça anlaşılır. Ancak O “İşini Bilen” biri diyebiliriz. Kolay yoldan mal edinme ve kazanç hırsı çoğu kişiye göre kusurdur ve saygıdeğer işlerden sayılmaz. 3-KİTABIN ANAFİKRİ : Bir insanın hırsı uğruna neler yapacağı ve bunları yaparken yanlış yollara saparsak eninde sonunda foyamızın ortaya çıkacağı anlatılıyor. 4-KİTAPTAKİ OLAYLARIN VE ŞAHISLARI DEĞERLENDİRİLMESİ : Çiçikov zengin olmak için herşeyi yapabilecek ve göze alabilecek bir kişiliğe sahip.Tientietnikov ise çifte standartı sevmeyen dürüst bir insandır. 5-KİTAP HAKKINDAKİ ŞAHSİ GÖRÜŞLER Kitapta çokça olay yaşandığından sürükleyici ve zevkli bir kitap.İnsanı sıkan uzun tasvirler ve uzun açıklamalara fazla yer verilmemiş.O yüzden okunması insana güzel gelebilecek bir kitap. 6-KİTABIN YAZARI HAKKINDA KISA BİLGİ Kısa süren yaşamı süresince 19.yüzyıl Rus edebiyatı üzerinde derin izler bırakan Gogol, 1809 yılında Ukrayna’da küçük bir toprak sahibi ailenin çocuğu olarak doğdu. Küçük yaşta babasını yitirdi ve annesi tarafından büyütüldü. Liseyi bitirdikten sonra Saint Petesburg’a gitti, bir süre devlet memurluğu yaptı, Ukrayna folkloru üzerine çalışmaları ile dikkat çekip Petesburg üniversitesinde tarih dersleri vermek için davet edilse de, yarım kaldı bu uğraşı. Gogol’ün hezeyan düzeyindeki dinsel inançları ve çözemediği cinsel sorunları ile hayatla barışık olmayan bir kişiliği vardı. Roman ve hikayeleri ile bir anda dikkatleri üzerinde topladı. Özellikle “Müfettiş”(1836) oyunu ve “Palto”(1842) hikayesi, Rusya’nın siyasi ve toplumsal meselelerine yönelik eleştirileri -Rus sosyal demokrat eleştirmen Bielinski ve arkadaşlarından- övgü topladı. İlginçtir ki Çar da beğenmişti “Müfettiş”i..! Oyununun sahnelenmesinden kısa bir süre sonra Rusya’dan ayrılan Gogol Roma’ya yerleşti. Buradan yazdığı yazılarında giderek muhafazakar bir tavır takınması Rusya’daki arkadaşları ile arasının açılmasına yol açtı ve zaten hassas bir dengede duran iç dünyasını iyice alt üst etti. 1852 yılında geçirdiği bir sinir krizi ile en büyük eseri “Ölü Canlar”ı yaktı, odasına kapandı ve bir kaç gün içerisinde öldü. Neyse ki, metnin ilk bölümü uşağı tarafından kurtarılmıştı. Babalar ve Oğullar - Turgenyev Romandaki baba ve oğul karakterleri iki Rus jenerasyonu arasındaki artan bölünmüşlüğü, Yevgeny Bazarov ise nihilist görüşleri ve eski düzen karşıtlığı ile "ilk Bolşevik" leri temsil eder. Turgenyev, Babalar ve Oğullar'ı 1830'ların liberalleri ile güçlenen nihilist hareket arasında artış gösteren kültürel hizipçiliğe tepki olarak yazdı. Her iki akım da Rusya'da batı kökenli sosyal değişimin arayışı içersindeydi. Ayrıca, bu iki düşünce tarzı Rusya'nın istikbalinin kilise etkisindeki geleneksel yörüngede devam etmekte olduğuna inanan Rus-Ortadoks görüş ile çelişmekteydi.
128
Babalar ve Oğullar, Rus Edebiyatı'nın tam anlamıyla yazılmış ilk modern roman örneği olarak kabul edilebilir (Bir diğeri Gogol'un Ölü Canlar isimli eseridir fakat bu eser zaman zaman şiirsel veya Dante'nin İlahi Komedya'sında ki gibi destansı nesir olarak kabul edilmiştir). Roman, Bazarov'un ve Arkady'nin duygusalığa başkaldırılarındaki aşamalı çöküntülerinde ve özellikle Bazarov'un Mamade Odintsova'ya ve Fenichka'ya olan aşkında görüleceği gibi çift karakter çalışması ortaya koymaktadır. Tolstoy ve Dostoyevski'nin romanlarında açıkca taklit edildiği gibi bu göze çarpan karakter ikilemi ve derin psikolojik tahliller bir çok büyük Rus romancının yetişmesinde etki göstermiştir. Roman, aynı zamanda batı dünyasında şöhret kazanan ilk Rus edebiyat çalışmasıdır, sonuçta Gustave Flaubert, Guy de Maupassant ve Henry James gibi otorite sayılabilecek romancılardan genel kabul görmesi Rus Edebiyatının, Turgenyev'e çok şey borçlu olduğunun göstergesidir. Kahramanlar: Yevgeny Vasil'evich Bazarov: Nihilist bir fen bilimleri öğrencisi, doktor olmak için çalışmaktadır. Ailesinin, gelenekçi Rus-Ortodoks görüşlerine ve Kirsanov'un ağabeyinin, liberal düşüncelerine meydan okuyan Bazarov, nihilist düşünceleri ile Arkady'nin akıl hocalığını yapmaktadır. Arkady Nikolaevich Kirsanov: St. Petersburg Üniversitesi'nden yeni mezun ve Bazarov'un arkadaşı olan Arkady de bir nihilisttir. Her ne kadar görüşleri Bazarov'a olan hayranlığından kaynaklanıyor gibi görünse de bilakis kendi çıkarımlarıdır. Nikolai Petrovich Kirsanov: Arkady'nin babası, mülk sahibi ve liberal domokrat birisidir. İlk başlarda soylu biri olmayan Fenichka'ya olan aşkını itiraf etmekten utanmaktadır, fakat daha sonra pratikte nihilistler tarafından sahneye koyulan örneklerle ve ağabeyinin onayıyla Fenichka ile evlenir. Pavel Petrovich Kirsanov - Nikolai'ın ağabeyi olan Pavel, aristokratik iddialara sahip bir burjuvadır. Soyluluğu ile gurur duyan Pavel aynı zamanda ağabeyi gibi bir reform yanlısıdır. Nihilizme karşı kerhen toleranslı davranmaya çalışsa da, Bazarov'a olan nefretinin önüne geçememektedir. Vasily Ivanovich Bazarov: Bazarov'un babası, emekli bir askeri hekim ve küçük çaplı bir derebeyi. Eğitimli ve kültürlü biridir, bununla beraber kırsal bölgede bir nevi tecrit hayatı yaşadığı için birçok kişi gibi modern düşüncelerden uzaktır. Nitekim geleneklere olan sadakatini muhafaza etmekte ve Allah'a olan bağlılığını açıkça beyan etmektedir. Arina Vlas'evna Bazarova: Bazarov'un annesi. Geleneklere çok bağlı tipik bir 15. yüzyıl Moskova aristokratıdır. Efsanevi ve gerçek dışı hikayelerin takipçisi dindar bir Ortadoks Hristiyandır. Çocuğuna karşı derin bir sevgi duymaktadır fakat oğlunun mukaddesatı reddetmesi karşısında dehşete düşmektedir. Anna Sergeevna Odintsova: Varlıklı bir dul olan Anna, nihilist arkadaşlarını malikanesinde ağırlamaktadır. Bazarov'a aşıktır fakat içine düşebileceği duygusal karmaşadan korktuğu için aşkını itiraf edememektedir. Bazarov'a olan aşkı, Bazarov'un nihilist düşüncelerine meydan okuma ve yerleşik düzenin dışına çıkma anlamına gelmektedir. Katya Sergeevna Lokteva: Anna'nın kardeşi, Arkady ile benzer kişiliğe sahiptir. Ablasının yanında konforlu bir hayat sürmektedir fakat özgüven eksikliği vardır, sonuç olarak ablasının gölgesinde kalmıştır. Bu çekingenlik Arkady ile birbirlerine duydukları aşkın geç anlaşılmasına sebep olmuştur. Fenichka: Nikolai'ın aşık olduğu hizmetçisidir ve Nikolai'dan gayr-i meşru bir çocuğu vardır. Farklı sosyal tabakalara ait olmaları, Nikolai'ın bir önceki evliliği ve geleneksel baskılardan ötürü evlenmelerinde bir takım engeller vardır. Viktor Sitnikov: Bazarov'un popülist fikirleri savunan popülist gruplara katılan kendini beğenmiş, züppe bir arkadaşı. Konular: Günah ve Kefaret Tipik bir nihilist olan Bazarov ile 1840'ların tipik bir liberali olan Pavel arasında nihilizmin doğası ve Rusya'ya olan faydası üzerine geçen ve "babalar (1840'ların liberalleri)" ile "oğullar (nihilistler)" olarak temsil edilen tartışmalardır. Bazarov'un deyimi ile: "Aristokrasi, liberalizm, terakki ve ilkeler" bir sürü yabancı ve kullanışsız kelimelerdir. Bazarov, Pavel'e "...içinde bulunduğumuz hayatta aileye veya sosyal tabakaya dair mutlak ve acımasız bir inkarı hak etmeyen bir tane merci" göstermesi durumunda nihilizmden vazgeçeceğini söylemiştir. Bazarov, geleneksel Rusya ile özdeşleşmiş herşeyi küçümsemesine ve hafife almasına rağmen, salt bilimin hâlâ bir amacı ve değeri olduğuna inanır. İnsani Duygular ve Bir Bedel Olarak Sevgi
129
İnsani duygular ile yüzleşmek, özellikle de Anna Odintsova'ya aşık olmak Bazarov'un nihilizmini paramparça eder. Bazarov'un nihilizmi, karşılıksız aşktan duyduğu ıstırap ile savaşmaya yetmez ve bu O'na, iddialarına sıkı sıkıya sarılacak güçte olmadığı umutsuzluğunu aşılar. Odintsova tarafından reddedilen Bazarov ailesinin yanına döner. Bazarov, Arkady' ye şu şekilde yakınmaktadır: " ...ailem, hayat ile o kadar meşgul ki, kendi anlamsızlıklarını bile önemsemez hale gelmişler, hiç ama hiç umurlarında değil... Ben ise... Sadece sıkıntı ve öfke hissediyorum. "Duyguları ile baş edemediği fikri O'nu derin bir üzüntüye ve hayata karşı ilgisizliğe mahkum eder. Ve daha sonra, genç, güzel ve mütevazi tavırları ile dikkat çeken esrarengiz Anna Odintsova ortaya çıkar. İyi bir evlilik geçirmiş olmanın ve bir süredir de genç bir dul olmanın olgunluğuna sahip olan Anna Odintsova aşırı derecede lüks ve görkemli bir konutta yaşamaktadır. Turgenyev, romanın basıldığı yıl kaleme aldığı bir mektubunda Anna'yı "Hayalimizdeki ve merakımızdaki soğuk ve genç bir epiküryan hanımın dişi asaletinde doldurduğu yerin tasviri" şeklinde tasarladığını bildirmiştir. Turgenyev'in oluşturduğu kurgular tıpkı Bazarov örneğinde olduğu gibi yazarın entelektüel tasarımıyla ortaya çıkan, karışık ve hayret verici, öte yandan da yazarın hayatından parçalara ait olan figürlerdir. İlk bakışta, özgür ve bekar bir bayan olan Anna; açık sözlü, farklı ve pek zeki olan Bazarov'dan oldukça etkilenmiş gibi görünüyor. İstemeden de olsa, kendini kadın avcısı olarak niteleyen bu adamı baştan çıkarmak yönünde sağlam adımlar atıyor ve O'nu karşılıklı olan aşkını dile getirmeye mecbur bırakıyor. Söylediklerinde tam bir samimiyete sahip olan Anna, "mutsuz" olduğunu, "peşinden gidecek" hiç bir arzusu olmadığını ve onu hayata "ya hep ya hiç" derecesinde bağlayacak kadar "güçlü bir bağ" kurmayı ne kadar çok istediğini söylüyor: " Bir yaşama karşılık diğer bir yaşam. Benimkini al, seninkini ver, pişmanlıklar olmadan, geriye dönüş olmadan. " Ve nihayet bir süre sonra, Bazarov inadından vazgeçerek aşkını itiraf ediyor fakat Odintsova tarafından kaba bir biçimde reddediliyor. Daha sonra ise, sırf korktuğundan ötürü hakiki aşkı sunan bir şansı geri çevirmiş olabileceği için kendini suçluyor ve eziyet çekiyor. Nihai kararını veriyor; " Hayır. Allah neyi yaşatacağını bilir; kimse bu tür şeyleri hafife alıp, çocuk oyuncağı sanmamalı." Ancak Turgenyev bizlere Arkady ve Nikolai'yın, evliliklerinden ve kiracılara verdikleri bir çiftliği işletmekten duydukları mutluluğun, Bazarov'un kozmik çaresizliğine ve umutsuzluğuna kıyasla bir çözüm olduğunu açıklıyor (Arkady, aslında Anna'ya aşık olmasına rağmen, Anna Odintsova'nun kızkardeşi Katya ile evleniyor). Bazarov ve yaşlılar arasındaki çatışma Bazarov'un Pavel'i bir düelloda yaralaması ile meydana çıkıyor. En sonunda, Turgenyev de Bazarov'un "hiçlik prensibini" reddediyor (Nihilist düşünce, hayatın hiçlik derecesinde önemsiz olduğunu ve ölümden sonra hiçbir şey olmadığını savunur). Bazarov, ayrıldıktan ve ailesine yanına döndükten sonra tifüs hastalığına yakalanıp ölüyor. Kitabın son pasajında Bazarov'un mezarını ziyaret eden ailesi tasvir ediliyor. Ağır adımlara, birbirlerine destek olarak yürüyorlardı; parmaklıklara yaklaştıklarında dizlerinin üzerine düştüler ve uzun bir süre öyle kaldılar. Oğullarının altına gömüldüğü mezar taşına gözlerini ayırmadan bakarak, acı hıçkırıklara boğuldular. Ağızlarından bir kaç kelime döküldü, mezar taşının toprağını elleri ile silkelediler, bir çam ağacının dalını kıpırdatarak bir kez daha dua ettiler. Oğullarına ve tüm hatıralara kendilerini bu denli yakın hissetikleri bu mezarlığı terk etmekte zorlanıyorlardı... Gerçekten tüm duaları ve gözyaşları boşa mıydı? Gerçekten de bu aşk, bu kutsal ve sadık aşk o kadar güçlü değil miydi? Hayır, imkansız ! Sevgileri sayesinde Bazarov'u hatırladılar ve Bazarov böylece ölümün üstesinden geliyordu, ama sadece diğer insanların sevgisi sayesinde bunu başarabilmekteydi. Babalar ve Oğulları okuyan ve Bazarov karakterini oldukça takdir eden Fyodor Dostoyevski, benzer bir temayı Suç ve Ceza romanında Raskolnikov'un dine duyduğu kefaret hissini ( İsa aşkı ile ) anlatırken kullanmıştır.
Anadolu Notları - Reşat Nuri Güntekin 1. KİTABIN KONUSU : Bir Anadolu gezisindeki yaşanan olaylar. 2. KİTABIN ÖZETİ : Kitap birçok kısa notlardan oluştuğu için içinde birçok olaylar vardır. Bunlardan birkaçını sizlere anlatmak ve özetlemek istiyorum. "Trende" adlı notunda trene bindiği andaki hissettiklerini yazıyor. Trende en büyük zevk vagonda bir yolcunun olmamasıdır. Bu yüzden her duruşta gelen yolcuya ! "Burada biri var. Kantine gitti. Şimdi gelir" diyerek onun gitmesini bekliyordu. Bazen de
130
uğurlamaya gelenleri yanına oturtturmak ve tren hareket ed inceye kadar bekleyip daha sonra salıvermektir. Yazarın kullandığı en büyük taktik hasta numarasıdır. Yüzüne bir tülbent bağlayıp, parmağıyla gözünün etrafına bir parça sigara külü bulaştırıvermiş. Daha olmazsa "vallahi bilmem birader, bizim dayı yılancıktan öldü. Bize de mi geçti nedir ?" diye konuşuverir. Herifi koydunsa bul. Şoför notunda da kamyoncunun bir yol boyunca karşılaştığı tuhaf olayları anlatmaktadır. Yazarın en ilgisini çektiği olay yolda süregelen tel olayıdır. Her arabada tel vardır fakat y olda aracı bozulduğunda araç durup beklerken, yayına gelen kamyoncu ona tereddüt etmeden telini verir. Az ileride kendi aracıda bozulduğunda teli verdiğine pişman olur. Yazarın titiz ve seçici olması yazdığı notlardan da belli oluyor. Yatak çarşafları adlı notunda yazar, yatak çarşaflarına dikkat ediyor. Hiçbir zaman kendi gözüyle görmediği çarşaf değişimi için görevliye başvurur ve bizzat değiştirir. Ama bu onun için yine yeterli değildir. İçinde "ya diğer yataktan çıkartıp getirmişse?? diye bir ukde kalmı ştır. Su onun için en önemli varlıktır. Yanında ihtiyatta mutlak bir su bulunmaktadır. Su bulunmazsa gidip maden suyu alıp onunla idare edermiş. "Yolda Hastalık?? notunda ise, geçirdiği hastalığı kendi kendine geçirmeye çalışıyor. Bilgili olmasına rağmen rezil olmamak için otele çekilip terlemek suretiyle hastalığından kurtulmaya çalışmaktadır. Tulüyat Tiyatrolarda yazarın kitabında 3 bölümde yer almaktadır. Onun için tiyatronun kültür ve gelişme bakımından önemi büyüktür. Fakat, köylere gelen tiyatrocul ar ve özellikle bayanların giyiniş tarzı köylü erkekleri kışkırtıyor ve köyle fitne yarattığı için genellikle tiyatrocular kovuluyordu. Onun için otelde yalnız olarak yatmak huzur ve güvence vermektedir. Fakat, son anda gelen davetsiz misafir onun rahatını bozar ve hiç tanımadığı kişiyle yatmanın verdiği tedirginlik onu rahatsız etmektedir. Fare adlı notunda da paranın ne denli önemli olduğunu ve onun için şantaj bile yapıldığını belirtmektedir. Son notu olan "Bir dost Tenkidine Cevap" adlı notunda da dost unun birinci kitaptaki eleştirilerine cevap veriyorlardı. Dostu, ona bu hatıra türü notlarını roman metoduna kaçmış olduğunu belirtmiştir. 3. KİTABIN ANA FİKRİ : Kısa olaylardan oluşan bu kitap ; Anadolu güzellilerini, yöre halkının yaşam tarzlarını anlatmakta ve "Çok gezen çok bilir" atasözünü doğrulamaktadır. 4. KİTAPTAKİ OLAYLARIN VE ŞAHISLARIN DEĞERLENDİRİL MESİ : Kitaptaki olaylar, gerçekçi ve mantıki bir tarzdadır. Olaylarda savunulan bir taraf yoktur. Yazar olayları kendi çıkarları doğrultusunda ya zmış ve kimi zaman kendinin olaylarını, hastalıklarını ön planda tutmuş ve tasvirden kaçınmıştır. Roman tarzı yazmasını da kısa notlarda açıkça belli eder. Köylüler, uyanık ve akıllı olduklarını tasvir etmiş ve göründüğü olmalarına rağmen bir takım hırsla r-para gibi -onların şantaj yapmaya kadar götürmüştür. Kamyoncular, birlik ve beraberliğe düşkün insanlar olarak tanınmış ve kendi eksikliğini düşünmeden ve görmeden başkalarına yardım etmeyi kendilerine bir borç bilmiştir. Ayrıyeten birtakım kişilerin h ala hurafelerden kurtulamadığı ve bu inançlarına devam ettiklerini görmekteyiz.
Anayurt Oteli - Yusuf Atılgan 131
Kitabın Adı:Anayurt Oteli - Yusuf Atılgan Kitabın Yazarı: Yusuf Atılgan Kitabın Yazılma Yılı: Kitabın Yayınevi: Yapı Kredi Yayınları, Kitabın Basım Yılı: 2000 Sayfa Sayısı:108 Kitabın Konusu: Yalnızlık üzerine yazılmış ilginç bir psikolojik öykü Kitabın Özeti: Gecikmeli Ankara treniyle gelen kadının gittiği sabah; her şey o zaman başlamıştı, kim bilir beklide, bitmişti o sabah kadının, küçük d eri valizi, önü acık kahve rengi paltosuyla hesabı ödeyip gider. Bir hafta içinde geri geleceğini söyler ve bundan sonra otel katibi Zebercet'in bütün hayatı değişir. Günleri onu beklemekle geçer O sabah kadın giderken bir adam gelir 50 - 60 yaşlarında emekli subay olduğunu söyler. Otele girerken, kapıda, çıktığını gördüğü gecikmeli Ankara treni ile gelen kadının odasına ister, ama kadın odasının bırakmamıştır. Öğleleri dışarı çıkar, gelince de salonda oturur gazete yada kitabını okur. Arada bir, kapı açılınca başını uzatır bakar. Ertesi gün ve takip eden birkaç gün, Zebercet gecikmeli Ankara treniyle gelen kadını bekler. Vaktinin büyük bir kısmını kadının kaldığı odada geçirir. Sigara küllüğüne ve boş çay bardağına terliklerin yerine bakarak kadın hakkında düşüncelere dalar. O yatakta yatar ve onun unuttuğu havlu ile kurulanır. Aşık olmuştur sanki Zebercet, ama bu biraz farklıdır. İlk defa böyle şeyler hisseder bir kadına karşı. Eskiden sadece bir cinsellik öğesi olarak görürdü kadınları. Yedi gün geçmiştir gecikmeli Ankara treniyle gelen kandının gittiği günden bu yana emekli subay olduğunu söyleyen adam elinde bir valizle iner aşağıya. Yedi günlük hesabı öder ve acele ile gider. Her gün tıraş olurdu, ama o sabah aceleden olsa gerek tıraş olmamıştı. Zebercet o akşam on yıldır ilk defa içkili bir aş evine gider birkaç ayyaş aralarında tartışır, tartışma büyür kavgaya dönüşür polis gelir ortalığı yatıştırır ama yine de gergin bir hava kalır aşevinde canı sıkılan Zebercet tam orayı terk edecekken bir adamın arka daşlarına horoz dövüşüne gideceğini söylediğini duyar. Söylediğine göre büyük bir dövüş vardır o akşam. Kendisinden önce çıkan adamı uzaktan uzağa takip eder Zebercet. Üzerinde büyük harflerle "HOROZCULAR KAHVESİ" yazan kalabalık bir yere girerler kıyasıya bir dövüş vardır horozların arasında. Dövüş bitince horozlardan teki boylu boyunca serilir yere, ölür. O sırada hem içkinin hem de kalabalığın etkisi ile Zebercet'in başı döner. Ekrem adında, çarşıda, soğuk demircide çalışan onyedi - onsekiz yaşlarında bi r çocuk yardım eder. Adını sorduğunda "Ahmet" der Zebercet çocuğa. Adıyla alay etmesinden çekinir. Çocuk sinemaya gideceğini, isterse beraber gidebileceklerini söyler. Filmi fazla beğenmez Zebercet. Gecikmeli Anakara treniyle gelen kadını düşünür film boyu nca. Bir hafta olmuştur gideli, neden hâlâ gelmez? Film bitince oğlanı otelde misafir etmek gelir içinden, fakat güvenemez birkaç saat içinde tanıdığı birine. Ayrılırlar, haftaya aynı gün aynı saat buluşacaklardır sinemada. Zebercet otele döner. Kitabın Anafikri: Kitabın Kahramanları: Zebercet: Orta boylu denemez; kısa da değil. Askerliğindeki ölçülere göre boyu bir altmış iki, kilosu elli dört. Şimdilerde, otuz üç yaşında, gene don -gömlek kantara çıksa elli altı yada elli yedi ki loyu bulur. Başı bedenine göre büyükçe, alnı geniş; saçları, kaşları, gözleri, bıyığı koyu kahverengi; yüzü kuru, biraz aşağıya çekik . Elleri küçük, tırnakları kısa; omuzları, göğsü dar. 1930 yılı Kasımının 28'inde akşama doğru ağrıları tutmuştur anasının. Yedi aylık olarak doğ muştur. İlkokulu bitirdiği yaz sünnet olmuştur. Gene o yaz anası ölür, ortaokula göndermez babası; askere gidinceye değin sekiz yıl birlikte çekip çevirmişlerdir oteli. Askerliğini bitirip geldikten iki ay sonra ölmüştür babası; otel başka ellere düşmesin diye onun dönüşünü bekleyip de ölmüştür sanki. Ortalıkçı Kadın: Saçları kumral, gözleri koyu mavi. Yüzü uzun, burnunun ucu kalkık, ağzı büyükçe, biraz
132
dişlek, dudakları kalın. Orta boylu, balık etinde; bacakları az eğri. Otuz beş yaşlarında. On yıl önce Sindelli'den dayısı olduğunu söyleyen bir adam getirir onu. Uzak bir dağ köyüdür Sindelli. Otele pek gelen olmaz oradan. Başı bağlıdır hep; yatakları düzeltir, ortalık siler, toz alır, günaşırı yemek yapar, pazarları çamaşır yıkar, Zebercet'e ağa der. Çok ko nuşmaz. O, ilk geldiği günden itibaren, gündüzleri ortalıkta dolaşan, geceleri bitişik odada yatan genç bir dişidir Zebercet için. Zebercet yatmaya giderken kadının odası önünde duraksar, yatağında döne döne güç uyurdu ilk zamanlar. Sabahları onu uyandırma k için girdiği eğri tavanlı küçük odada ağır bir koku olurdu. Pencereyi açar, yatağın yanında durur, omuzlarından tutup sarsar ken yanlışlıkla olmuş gibi memelerini ellerdi. Gecikmeli Ankara Treniyle Gelen Kadın: Yirmi altı yaşlarında. Uzunca boylu, göğüs lü. Saçları, gözleri kara; kirpikleri uzun, kaşları biraz alınmış. Burnu sivri, dudakları ince. Yüzü gergin, esmer. Emekli Subay Olduğunu Söyleyen Adam: Orta boylu, tıknaz. Saçları, oldukça kırarmış. Yeşil gözlü/ gür kaşlı. Yüzü etli, dudakları ince. Ge ldiği sabah defterin üstüne bırakıp öğleyin aldığı nüfus kağıdına göre soyadı Görgün, adı Mahmut, baba adı Abdullah/ ana adı Fatma/ doğum yeri Erzincan, doğum yılı bin üç yüz yirmi yedi. Ahmet Efendi (Zebercet'in Babası): Nüfus katibiymiş. Seferberlikte as kere almamışlar. Adana'dan gelmiş. Babası kira lık bir otel işletirmiş orada. Okuldayken bir öğle sonu hafif bir depremde otel çökmüş. Babası, anası, biri kız biri oğlan iki kü çük kardeşi yıkıntı altında ölmüşler. Okulu bırakmış; halasının evinde kalmış b ir süre. Bir otelde çalışmış; Nüfus'a girmiş. Buraya geldikten az sonra Rüstem Bey'le tanışmışlar üçüncü kızının nüfus kağıdı çıkarılırken. Kimi geceler kahvede dolaşmaca tavla oynarlarmış. Evlenmesine bir arkadaşı önayak olmuş. Bir akşam konakta yemeğe ça ğrılmış; kapı aralığından Saide Hanım'a (Zebercet'in anası) gös termişler. 'Olur' demiş; Yunan gelmezden bir yıl önce evlenmiş ler. Otuz iki yaşındaymış Saide Hanım; Ahmet Efendi yirmi sekiz. Kedi (Ara sıra kişileştiriliyor): Erkek. Kara. Zebercet'in dönem inde ikinci kedi. Uç yıl ön ce babasıyla kasabadaki eski anıtları görmeye geldiklerinde iki gece otelde kalan, çantasında hep birkaç atkestanesi bulunan, uzun boylu bir genç kız adım Karamık koymuştu; ama kimse -söylemiyor. Kitabın Yorumu: yazar düşman el indeyken belirli bir direnme göstermemiş kasaba yada kentlerde kurtuluşun ilk yıllarındaki utançlı yurtseverlik coşkusunun etkisine bağlıyor.
Beş Şehir - Ahmet Hamdi Tanpınar Tanpınar, bu eserin konusu için: 'Hayatımızda kaybolan şeylerin ardından duyula n üzüntü ile yeniye karşı beslenen iştiyaktır.' demektedir. Tanpınar'ın en önemli denemelerinden biri olan bu kitapta beş şehir anlatılmaktadır: Ankara, Erzurum, Konya, Bursa, İstanbul. Tanpınar' ın gözlemleri, etkileyici üslubu birleşince edebiyatımızın e n değerli eserlerinden biri doğmuştur. Türk Edebiyatında en kıymetli denemelerden biridir. BEŞ ŞEHİR Tanpınar, bu eserin konusu için: 'Hayatımızda kaybolan şeylerin ardından duyulan üzüntü ile yeniye karşı beslenen iştiyaktır.' demektedir. Tanpınar'ın en önemli denemelerinden biri olan bu kitapta beş şehir anlatılmaktadır: Ankara, Erzurum, Konya, Bursa, İstanbul. Tanpınar' ın gözlemleri, etkileyici üslubu birleşince edebiyatımızın en değerli eserlerinden biri doğmuştur. Türk Edebiyatında en kıymetli denemelerden biridir.
133
Eserden seçmeler Ankara Belki Millî Mücadele yıllarının bıraktığı bir tesirdir, belki doğrudan doğruya çelik zırhlarını giymiş ortada dolaşan bir eski zaman silahşoruna benzeyen kalesinin bir telkinidir; Ankara, bana daima dasitani ve muharip göründü. Şurası var ki şehrin vaziyeti de buna müsaittir. Daha uzaktan gözümüze çarpan şey iki yassı tepenin arasındaki geçidiyle tabii bir istihkam manzarasıdır. Ankara, uzun tarihinin şaşırtıcı terkipleriyle doludur. Asırlar içinde uğradığı istilalar, üst üste yangınlar ve yağmalar, şehirde geçen zamanların pek az eserini bırakmıştır. Acayip bir karışıklık içinde bu tarih daima insanın gözü önündedir. Türk kültürünün kendinden evvel gelmiş medeniyetlerden kalan şeylerle bu kadar canlı surette ras t gele karıştığı, haşır neşir olduğu pek az yer vardır... Erzurum Hiçbir yerde memleketin Birinci Cihan Harbi'nde geçirdiği tecrübenin acılığı burada olduğu kadar vuzuhla görülemezdi. Bu, eski ressamların tasvir etmekten hoşlandığı şekilde, ölümün zaferi idi. Dört yıl, bu dağlarda kurtlara insan etinden ziyafetler çekilmiş, ölüm her yana dolu dizgin saldırmış, seçmeden avlamıştı. Uğursuz tırpan durmadan, bir saat rakkası gibi işlemiş, rast geldiği her şeyi biçmişti. Bununla beraber, nüfusu altmış binden s ekiz bine inen Erzurum Millî Mücadeleye ön ayak olmuş, Ermenistan zaferini idrak etmiş, yavaş yavaş sağ kalan hemşerilerini toplamaya başlamıştı. Erzurum Türk tarihine, Türk coğrafyasına 1945 metreden bakar. Şehrin macerası düşünülürse, bu yükseklik daima göz önünde tutulması gereken bir şey olur. Malazgirt Zaferinin açtığı gedikten yeni vatana giren cedlerimizin fethettikleri büyük, merkezi şehirlerden biridir. Tarihimizin ikinci dönüm yerinde, Millî Mücadelenin ilk temeli gene Erzurum'da atılır. Her şey e rağmen hür, müstakil yaşamak iradesi, ilkin bu kartal yuvasında kanatlanır. Atatürk, Erzurum'dan işe başlar. Tıpkı ilk fatihler gibi oradan Anadolu'nun içine doğru yürür; ordan başlayarak yurdumuzu, milletimizin tarihî hakları adına yeni baştan fethederi z. Konya Konya, bozkırın tam çocuğudur. Onun gibi kendini gizleyen esrarlı bir güzelliği vardır. Bozkırın kendini gizleyen esrarlı bir güzelliği vardır. Bozkır kendine bir serap çeşnisi vermekten hoşlanır. Konya'ya hangi yoldan girerseniz girin sizi bu s erap vehmi karşılar. Çok arızalı bir arazinin arasından ufka daima bir ışık oyunu, bir rüya gibi takılır. Serin gölgeleri ve çeşmeleri susuzluğumuza uzaktan gülen bu rüya, yolun her dirseğinde siline kaybola büyür, genişler ve sonunda kendinizi Selçuklu Su ltanlarının şehrinde bulursunuz. Me vlana şairdir. Şiiri inkâr etmesine, küçük görmesine rağmen Şark'ın en büyük şairlerinden biridir. Nasıl Garp Orta Çağı,bütün azap korkusu, içtimai düzen veya düzensizliği ile rahmaniyet iştiyakı ve adalet susuzluğu ile Dante'nin eserinde toplanırsa, Müslüman Şark'ta bütün varlık hikmeti, Hakk'la Hakk olmak ihtirası ve cezbesiyle Divan -ı Kebir'dedir. Bursa
134
Bu devir, haddi zatında bir mucize, bir kahramanlık ve ruhaniyet devri olduğu için, Bursa, Türk ruhunun en halis ölçülerine kendiliğinden sahiptir, denebilir. Bu hakikati gayet iyi gören ve anlayan Evliya Çelebi, Bursa'dan bahsederken "Ruhaniyetli bir şehirdir." der. İster istemez sayarsınız: Gümüşlü, Muradiye, Yeşil, Nilüfer Hatun, Geyikli Baba, Emir Sultan, Konuralp... Bunlar hakikaten bir şehrin semt ve mahalle adları; yahut tıpkı bizim gibi muayyen bir zaman içinde yaşamış birtakım insanların anıldıkları isimler midir? Hepsinin mazi dediğimiz o uzak masal ülkesinden toplanmış hususi renkleri, çok hususi aydınlıklar ı ve geçmiş zamana ait bütün duygularda olduğu gibi çok hasretli lezzetleri vardır... Bu kuruluş asrından sonra Bursa, sevdiği ve büyük işlerde o kadar yardım ettiği erkeği tarafından unutulmuş, boş sarayının odalarında tek başına dolaşıp içlenen, gümüş k aplı küçük el aynalarında saçlarına düşmeye başlayan aklan seyrede ede ihtiyarlayan eski masal sultanlarına benzer. İlk önce Edirne'nin kendisine ortak olmasına, sonra İstanbul'un tercih edilmesine kim bilir ne kadar üzülmüş ve nasıl için için ağlamıştır. Evliya Çelebi, Bursa çeşmelerinden bahsettikten sonra sözü, "Velhasıl Bursa sudan ibarettir." diyerek bitirir. Canım Evliya! Şimdi Bursa'da asıl zamanın yanı başında, bizim için ondan daha başka ve daha derin olarak mevcut olan ikinci zamanı yapan şeyin ne olduğunu öğrenmiş gibiyim. Bu ses ve onun etrafı kucaklayan, her dokunduğu şeyin özünü bir ebediyette tekrarlayan akisleri, bu mevsimlerin ve düşüncelerin ezeli aynası, zamanın üç çizgisini birden veren tılsımlı bir aynadır. Sanatın aynası da bundan baş ka bir şey değildir. İstanbul Asıl İstanbul, yani surlardan beride olan minareyle camilerin şehri, Beyoğlu, Boğaziçi, Üsküdar, Erenköy tarafları, Çekmeceler, Bentler, Adalar, bir şehrin içinde âdeta başka başka coğrafyalar gibi kendi güzellikleriyle bizd e ayrı ayrı duygular uyandıran, hayalimize başka türlü yaşama şekilleri ilham eden peyzajlardır. Her İstanbullu az çok şairdir; çünkü irade ve zekâsıyla yeni şekiller yaratmasa bile, büyüye çok benzeyen bir muhayyile oyunu içinde yaşar. Ve bu, tarihten gü ndelik hayata, aşktan sofraya kadar genişler. "Teşrinler geldi, lüfer mevsimi başlayacak." Yahut "Nisandayız, Boğaz sırtlarında erguvanlar açmıştır." diye düşünmek, yaşadığımız anı efsaneleştirmeye yetişir. Eski İstanbullular bu masalın içinde ve sadece onunla yaşarlardı.
Bugün mahalle kalmadı. Yalnız şehrin şurasına burasına dağılmış, eski, fakir mahalleliler var. Birbirlerinin hatrını sormak, bir kahvelerini içmek, geçmiş zamanı beraberce anmak için zaman zaman gömüldükleri köşeden çıkan, bin türlü zah mete katlanarak semt semt dolaşan ihtiyar mahalleliler... Bugünün mahallesi artık eskiden olduğu gibi her uzvu birbirine bağlı yaşayan topluluk değildir; sadece belediye teşkilatının bir cüzü olarak mevcuttur. Zaten mahallenin yerini yavaş yavaş alt katta ki üsttekinden habersiz, ölümüne, dirimine kayıtsız, küçük bir Babil gibi, her penceresinden ayn bir radyo merkezinin nağmesi taşan apartman aldı. Beylerbeyi'nde, Emirgan'da, Kandilli veya İstinye'de günün her saati birbirinden ayrı şeylerdir. Beykoz, Çubuklu, ağaçlarının serin gölgesinde henüz son rüyalarını üstlerinden atmaya çalışırken Yeniköy ve
135
Büyükdere gözlerinin ta içine batan güneşle erkenden uyanırlar. Kuzguncuk'ta sular, sahil boyunca, arasına tek tük sümbül karışmış bir menekşe tarlası gibi mah mur külçelenirken, ince bir sis tabakasının büyük zambaklar gibi kestiği İstanbul minareleri kendi hayallerinden daha beyaz bir aydınlığa benzer.
Beyaz Gemi - Cengiz AYTMATOV 1.KİTABIN KONUSU : Roman, San -Taş Vadisi’nde etrafındaki beş -altı insanla yaşama k zorunda olan, dedesinden başka seveni olmayan, gerçek hayatında mutsuz olan fakat hayal dünyasında mutlu olmaya çalışan bir çocuğun psikolojisini konu almaktadır. 2.KİTABIN ÖZETİ : Çocuk San -Yaş Vadisi’nde dedesi, üvey ninesi, Orozkul, Bekey hala, Seyda hmet, Gülcemal ve köpeği Beltek ile berabar yaşamaktadır. Vadide sadece üç ev vardır. İlk evde dedesi ve üvey ninesi ile çocuk;ikincide Mümin dedenin büyük kızı Bekey hala ile kocası korucubaşı Orozkul; üçüncüde ise tembel işçi Seydahmet ile karısı Gülcema l ve küçük kızları yaşamaktadırlar.Çocuk bu küçük dünyada mutlu olmaya çalışmaktadır. Hiç arkadaşı yoktur ve okula henüz başlamamıştır. En büyük zevkleri dedesinin kendisine dere kıyısında yaptığı gölette yüzmek; “Deve, Kurt, Eyer ve Tank? isimlerini verdi ği kayalarıyla konuşmak; dedesinden masal dinlemek ve dağa çıkıp dedesinin dürbünüyle kasabaya, Isık Göl’e ve San -Taş Vadisi’ne daha yakından bakmaktır. Her akşam eline dürbününü alıp, dağ başına çıkar ve Isık Göl’de ancak beş -altı dakika görünüp kaybolan beyaz gemiye bakar. Annesi ve babası onu çok küçük yaşlarda terketmişlerdir. Annesi şehirde kendine yeni bir yaşam kurmuştur. Çocuk babsının beyaz geminin kaptanı olduğuna, bir gün başı insan başı olan bir balık olup beyaz gemiye kadar yüzeceğine ve babas ıyla konuşacağına inanmaktadır. Dedesi çok iyi kalpli, çalışkan,köse bir insandır. Çevresindekiler ona Kıvrak Mümin lakabını takmışlardır. Damadı Orozkul’un yanında çalışır ve onun emirlerini yerine getirir. Orozkul şişman, koca kafalı içki içmeyi çok seve n, çabuk sinirlenen bir korucubaşıdır. Mümin’in kızı ve Orozkul’un karısı olan Bekey kısır bir kadındır. Orozkul bunu Bekey’in suçu olarak bilir ve her akşam içip onu döver. Orozkul arada bir arkadaşlarıyla içmeye gider ve sarhoş olunca yanındakilere birer tomruk sözü verir. Tomruğu kesip dağdan indirme, çayın karşısına geçirme ve kamyona yükleme zamanı gelince de verdiği söze pişman olur ama iş işten geçmiştir. Arada bir vadiye şehirden “Maşin Mağaza €? denilen içi ıvır zıvır dolu bir araba gelir. Bir gün yine Maşin Mağaza geldiğinde dedesi çocuğa bir okul çantası alır. Ertesi yıl çocuk okula başlar. Çocuk dedesinden masal dinlemeye bayılır. Her akşam artık ezberlediği “Boynuzlu Maral Ana €? masalını dinler . Dedesine göre hepsi Boynuzlu Maral Ana’nın soyun dan gelmektedirler. Çocuk da buna inanmaktadır. Masala göre maral ana San -Taş Vadisi’ni terketmiştir ama onları sürekli korumaktadır. Mümin çocuğu her gün atıyla okula göyürüp getirmektedir. Okul çok uzaktadır ama hiç geç kalmamıştır. Çocuk bir gün yol kenarındaki kayalarıyla oynarken San -Taş yakınlarından kuru ot almaya gelen beş -altı kamyonluk bir konvoy görmüştür. Çocuk en öndeki kamyonun peşine takılıp koşmaya başlar. Çocuğu gören şoför durur ve çocukla biraz konuşur. Şoför genç ve yakışıklı biridir. A dı Kulubeg’dir. Çocuğa dedesini tanıdığını, kendisinin de Boynuzlu Maral Ana’nın soyundan geldiğini söyler ve ayrılır. Ertesi gün Mümin dede ile Orozkul yine dağdan bir ağaç indirirler. Bu sırada uzun zamandan beri ormanda görülmeyen maralları görürler fak at işleri olduğundan onlarla ilgilenemezler. Akşam olmuştur. Dede, Orozkul’a söyleyip çocuğu okuldan almaya gitmek ister fakat Orozkul ağacı indirmeleri gerektiğini söyleyip izin vermez. Tomruğu çaydan geçirirlerken tomruk çayda kayalara takılır. Çıkarmak için çok uğraşırlar ama çıkaramazlar. Dede vaktin çok ilerlediğini farkeder, daha fazla dayanamaz ve daha önce hiç yapmadığı bir şey yapıp Orozkul’dan izin almadan çocuğu almaya gider. Çocuk akşama kadar okulun kapısında dedesini beklemiş ve ağlamaktan göz leri şişmiştir. Dede yolda çocukla öğretmenine rastlar. Çocuğu öğretmeni eve getirmektedir. Dede öğretmenden özür dileyip çocuğu alır ve yola koyulurlar. Çocuk dedesine küsmüştür. Hiç konuşmamaktadır. Dede çocuğun gönlünü almak için Boynuzlu Maral Ana’yı gördüğünü söyler. Çocuk bu habere çok sevinir. Dedesine ormana gitmek için yalvarır fakat akşam olduğu için eve dönerler. Eve geldiklerinde Orozkul’u sabahki olaydan dolayı çok sinirlenmiş
136
bulurlar. Orozkul o gün Bekey halayı yine dövmüştür. Çocuk evin bu d urumuna çok üzülür ve yatmaya gider. O gece müthiş bir dipi çıkar. Gece yarısı Kulubeg ve arkadaşları yolda kaldıkları için Mümin dedenin evine sığınırlar. Kulubeg ve arkadaşlarının gelmesiyle evdeki hava biraz yumuşar. Sabah kamyoncular evden ayrılırlar. Aynı gün Orozkul’un tomruk sözü verdiği arkadaşı tomruğu almak için gelir. Adı Koketay’dır. İri yapılı, esmer biridir. Tomruk ise hala önceki gün bıraktılları yerde çayın içinde beklemektedir. Tomruğu almak için Orozkul, Koketay ve Seydahmet yola koyulurl ar. Dede de Orozkul’un kendini affedeceği düşüncesiyle peşlerine takılır. Orozkul kıyıda emirler yağdırırken Mümin dede, Seydahmet ve Koketay tomruğu çıkarmaya çalışmaktadırlar. O sırada çayın karşısında birkaç tane maral görürler ama işlerini bırakamayaca klarından marallarla ilgilenemezler. Biraz uğraştıktan sonra tomruğu çıkarıp kamyona yüklerler. Çocuk o gün hastadır ve önceki gün akşamdan beri evde yatmaktadır. Akşam üzeri kahkaha sesleriyle uyanır ve bahçeye çıkar . Herkes neşe içindedir ve hepsi de s arhoştur. Dede ise et dolu bir kazanın yanına çökmüş sessizce kazanın altındaki ateşle oynamaktadır. Çocuk hemen dedesinin yanına gider. Ona seslenir fakat dede duymaz. Birkaç defa daha seslenir fakat dede hiç cevap vermez. Çocuk kötü birşeyler olduğu hissine kapılır. Az ilerde Bekey’i, Seydahmet’i,Gülcemal’i ve Koketay’ı görür. Hepsi de yiyip içmekte ve eğlenmektedirler. Çocuk önce neler olduğunu anlamaz. Avlunun dışında henüz kanı kurumamış geyik derisini, bağırsak eşeleyen Beltek’i ve elindeki baltayla M aral Ana’nın boynuzlarını kırmaya çalışan Orozkul’u görünce neler olduğunu tahmin eder. Çocuk bu korkunç manzara karşısında dayanamayıp içeri kaçar ve yorganın altına girip ağlamaya başlar. Bu arada Kulubeg’in gelip onu kurtaracağını ve Orozkul’a haddini b ildireceğini hayal etmektedir. Az sonra sofra içeri kurulur. Çocuk hayalinden yine kahkahalarla uyanır. O sırada Seydahmet olanları anlatmaktadır. Çocuğun bir türlü anlam veremediği olaylar şöyle cereyan etmiştir: Tomruğu çıkardıktan sonra Seydahmet ile Mü min dede ormana çalışmaya giderler. Bu arada maralları yine görürler. Seydahmet onları vurmak ister, dede ise buna karşı çıkar. Seydahmet dedeyi dinlemeyip maralların peşine düşer. Dede de Seydahmet’in arkasından gider. Seydahmet maralları vuracaktır ama s arhoş olduğu için nişan alamaz ve tüfeği dedeye verip maralları vurması gerektiğini, vurmazlarsa kaçıracaklarını ve Orozkul’un dedeyi affetmeyeceğini söyleyip dedeyi kandırır. Dede ise maralları vurursa Orozkul’un onu affedeceğini ve herşeyin düzeleceğini düşünerek marallardan birini istemeye istemeye vurur. Çocuk bunları duyunca çıldıracakmış gibi olur ve dışarı kaçar.Dedesini yerde toz toprak içinde yatarken bulur. Ona birkaç defa yine seslenir ama dede yine duymaz. Olanlara dede kendi de inanamamaktadır . Çocuk dedesinden bir tepki alamayınca balık adam olup babasına ulaşacağını düşünerek koşar ve kendini dereye atar. Hızla akan su çocuğu alıp götürür fakat çocuk hiç bir zaman balık olmayacaktır. 3.KİTABIN ANAFİKRİ : İnsanları güçsüz ya da hoşgörülü oldu kları için ezmeye çalışmamalı ve küçük çıkarlar uğrunda doğaya zarar vermemeliyiz. 4.KİTAPTAKİ OLAYLARIN VE KİŞİLERİN DEĞERLENDİRİLMESİ : a.OLYLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ : Romanda olaylar belli bir sıra dahilinde anlatılmamış; atlamalar yapılmıştır. Buna ra ğmen okuyucu olaylar arasında bağlantı kurmakta zorlanmamaktadır. Kitaptaki olaylar genelde bir -iki kişi arasında yaşanmış küçük olaylardır.Olayların tasviri iyi olduğu için okuyucu olayları kolayca hayal edebilmektedir. b.KİŞİLERİN DEĞERLENDİRİLMESİ : (1)MÜMİN DEDE : Çok iyi kalpli, yardımsever,çalışkan bir insandır. 60 -70 yaşlarında köse bir ihtiyardır.Damadı Orozkul’un yanında çalışmaktadır. Vadideki üç evin birinde ikinci karısı ve torunu ile
137
yaşamaktadır. (2)ÇOCUK : 5-6 yaşlarında, kısa boylu, kepçe kulaklı, çirkin bir çocuktur.Hiç arkadaşı yoktur. Hayalperest ve mutsuzdur. Doğayı çok sever. (3)OROZKUL : Şişman, koca kafalı, içki içmeyi çok seven, insanlardan ve doğadan nefret eden, sinirli,umursamaz biridir. Korucubaşıdır fakat ormana en çok o zara r vermektedir. (4)BEKEY : Orozkul’un karısı ve Mümin’in kızıdır.Kısırdır,sabırlı ve hoşgörülü bir kadındır. (5)SEYDAHMET : Uzun boylu, çirkin biridir.Tembeldir. Orozkul’un ve dedenin yanında çalışmaktadır. Bir karısı ve bir kızı vardır. (6)GÜLCEMAL : Se ydahmet’in karısıdır. Günlerini genelde çocuğun ninesine ve Bekey’e yardım etmekle ve kızına bakmakla geçirir. (7)KULUBEG : Genç , yakışıklı ve güçlü bir şofördür.Mümin dede ve çocuk gibi boynuzlu maral ananın soyundan geldiğine inanmaktadır. (8)KOKETAY : Orozkul’un arkadaşıdır. İri yapılı ,esmer tenli bir adamdır. Romanda ayrıca çocuğun annesi, babası,boynuzlu maral ana, köpeği Beltek, kayaları “Eyer, Tank, Deve, Kurt €? karakterlerinden de bahsedilmektedir ama bu karakterler hakkında çok fazla bilgi su nulmamıştır. 5.KİTAP HAKKINDA ŞAHSİ GÖRÜŞLER : Kitabın başlığı ile içeriği arasında bence uyumsuzluk var.beyaz gemiden kitapta çok fazla bahsedilmemekle birlikte olayların beyaz gemi ile alakası yok denecek kadar az.Betimlemeler yetersiz ve akıcılık kısıt lı.Buna rağmen okuyucu olaylar arasında bağlantı kurmakta zorlanmıyor. Kişilerin fiziki özellikleri üzerinde çok az durulmasına karşın; çocuğun psikolojisi iyi anlatılmış. 6.KİTABIN YAZARI HAKKINDA KISA BİLGİ : Cengiz Aytmatov Dünyanın yaşayan büyük edeb iyatçılarından Kırgız, Türk romancısı Cengiz Aytmatov , Kırgızistan’ın Talas bölgesinde, Şeker adlı köyde 12 Aralık 1928'de dünyaya gelmiştir. Babası Törekul Aytmatov ;Annesi, Tatar Türklerinden Nagim Gamzeyova hanımdır. Çocukluk yılları 2. Dünya harbine r astlayan ve 1945'te savaşın bitmesiyle yeniden eğitim hayatına dönen Aytmatov, 1950'de Kırgızistan Ziraat Enstitüsü’nü bitirmiş bir ziraatçıdır. Ancak edebiyata olan tutkusu onu ziraatçılıktan ziyade edebiyata çekmiş ve edebiyat eğitimi almak için Devlet E debiyat Enstitüsü’ne devam etmiştir. Eserlerini Rusça ve Kırgızca kaleme alan Cengiz Aytmatov, eserlerinde başta Ruslaştırma politikası olmak üzere, Kırgız Türkleri’nin tabii hayatlarını, yabancılaşmayı, modernizm karşısında tabiatın tahrib edilişine kadar pek çok meseleyi eserlerinde usta bir uslübla kaleme alma başarısını göstermiş nadir sanatkarlardan biridir. Dünya çapında ünlü bir edebiyatçı olarak adına iki defa jübile yapılan (1988'de 60.yıl , 1998'de 70.yıl) , hakkında konferanslar ve sergiler düze nlenen Cengiz Aytmatov, halen yazarlığın yanında Kırgızistan ‘ın Lüksemburg Büyükelçiliği görevini yürütmektedir.
Bize Göre- Ahmet Haşim 138
Ahmet Haşim, 1921′de nesir yazmaya başlamıştır. İlk ne sirlerini topladığı Bize Göre ile Türk Edebiyatının 'en orijin al üslupçusu' olarak kabul edilmiştir. Ahmet Haşim'in derli toplu, bir konu et rafında şekillenen yazılarında zarif, ince, sanatlı, işlenmiş, nükteli, şiirsel bir dil dikkati çekmektedir. Bize Göre'de 42 fıkra bulunmaktadır. Eserden Seçmeler GARDEN BARDA KONUŞAN İKİ ADAM - Şu ışıklar içinde görünüp kaybolan kadınlara bak! Ne derilerindeki beyazlık insan derisi beyazlığı, ne gözlerindeki siyahlık, insan gözü siyahlığı, ne dudaklarındaki kızıllık, insan dudağı kızıllığıdır. Tabiatın eserleri hiç de bu sahne yaratıkları kadar güzel değil! Kırmızı, sarı, yeşil, siyah boyalar, renksiz et leri, çipil gözleri, soluk dudakları değişikliğe uğratarak, harap uzviyetlerden birer gençlik ve güzellik mucizesi vücuda getirmiş. Kim diyor ki kadın şimdi, eskisi gibi, yüzü nü sıkı örtüler altında saklamıyor? Ya boya örtüleri? Bunların altında hakiki çehreyi hiç görmek kabil mi? Boyalar olmasa bilmem kadın ne yapardı? - Kadın ne yapardı bilmem. Fakat boyalar olmasa bil mem ki göz nasıl boyanırdı? Senelerden beri leylek görm üyordum. Hatta bu kanatlı yaz seyyahlarının son senelerde İstanbul'a az rağbetleri herkesin dikkatini çekmişti. Sonradan öğrendik ki Mısırlılar, bil mem ne sebepten dolayı bu saygı değer kuşları arsenikli yem lerle öldürüyorlarmış. Geçen gün sokakta, gölgeleri mor ve keskin yapan bir Afrika güneşi aydınlığında yürürken, birden damlar tarafından gelen bir leylek gagası takırtısıyla durdum. Senelerden beri hasret kaldığı dost sese kavuşan kulağım, âdeta mesut ağızların geniş tebessümüyle gerilmişti. Leylek, yaz mevsiminin kuşu değil, bizzat yazdır. Kırmızı gagasının takırtısı, ses hâline gelmiş bir sıcak temmuzdur. Bir baca üstünden ufka çizilen bir leylek şekli, muhayyileye neler hatırlatmaz: Maviliği içi bayıltan sonsuz, derin gökyüzü.Ye şil bir vadide gizlenmiş minareli, küçük, beyaz bir şehir. Ya rasaların uçuştuğu, kavak ağaçlarının hafif hafif sallandığı ye şil bir akşam. Sıcak bir Asya gecesi: Damların yan duvarlarına dayanarak, gizli gizli konuşan ve doğacak bakır bir ayı bekleyen siyah zülüflü, kı rmızı dudaklı, altın ve mercan gerdanlıkiı kadınlar.Alçak bir gece semasına serpilmiş büyük yıldızlar. Bütün bu yıldızların içinde bir leyleğin düşünen gagası. Muhakkak, leylek, ressam ve şairi birtakım karışık ve mev zun hayallere davet etmek üzere yarat ılmış bir kuştur. İşte onun içindir ki maddeye tapan Mısır köylüsü, kendisine yaramaya cak kadar güzel olan bu hayvanı öldürmek cesaretini kendin de buluyor. SİNEMA Boş vaktim oldukça sinemaya giderim .Yumuşak bir ka ranlığa gömülmüş, makinenin hışırtısı nı dinleyerek, vücudumun değil, ruhumun bir çetin yol üzerinde mola verdiğini his sederim. Karanlık, ölümün bir parçasıdır, onun için dinlendi ricidir. Büyük dinlenme, bir karanlık denizine dalıp bir daha ışığa kavuşmamaktan başka nedir? Sinemanın diğer bir fazileti de olgun yaşın, kafatası için de, bir deste deve dikeni gibi sert duran acıtıcı mantığı yerine, çocuk safdilliğini ve kolayca aldanış kabiliyetini koyması dır. Rüya alemi üzerine açılmış sihirli bir pencereyi andıran beyaz perdede koşuşan, dö vüşen, düşen, kalkan şu ahmak şahısların tatsız tuhaflıklarından veyahut kovboy süvarilikle rinden veya harikulade hırsızlık vakalarından, başka türlü tat almak kabil olur muydu? İnsan saflığıyla beslenen sinema e -debiyatı, henüz kıymetsiz yazarın işidir. Resmi, beyaz perde üzerinde kımıldayan şu rimel ile kirpiğin her teli bir ok gibi di kilmiş güzel kadının gözünden, damla damla akan sahte göz yaşları, zevkini ve aklıselimini şapka ve bastonuyla birlikte
139
vestiyere bırakmayan adamı, teessürden değil, ancak can sıkıntısından ağlatabilir. Sinema, böyle yormayan masum bir göz eğlencesi kal dıkça, yorgun başın munis bir sığmağıdır. Her zevkini kaybetmiş ruhu, çocukluk tazeliğine kavuşturan bu karanlıkta, basit musiki, tatlı bir ninni vazifesini görür. Ben, en güzel ve en dinlendirici uykularımı sinemanın, ipek yastıklar gibi başın ar kasına yığılan yumuşak karanlığına borçluyum. ŞEHİR HARİCİ Üç dört seneden beri uzak çiftliğinde, anlar, inekler, keçi ler ve tavuklardan müteşekkil dost bir hayvan çemberi ortasında yaşayan akıllı bir dostumu ziyarete gittim. Şehirden tamamen uzaklaşan bu dostu, ilk bakışta, tanı mak müşkül oldu: Saçları vahşi bir gelişme ile başını sarmış, rengi bakır kırmızılığı almış, dişleri uzamış, lehçesinde çetin sesler belirmişti. Al nında ne hüzünden, ne neşeden eser kal mamıştı. Tabiat, dostumu kendine benzetmiş ve onu bir kaya parçasına döndürmüştü. Tabiatın insana yapacağı en büyük iyilik, şüphe yok ki vücudu böyle haşin bir zırh ve içindeki ruhu da böyle bir çelik külçesi hâline getirmektir. Şehirlerin san derisini kırların kızıl derisine değişmedikçe güneşin ve toprağın kardeşi ol mak kabil mi? Derler ki: Aynı ağaçların, aynı tepelerin ve aynı göklerin sonsuz bir tekrarından başka bir şey olmayan kır aleminin saadetleri, sırf şa irane bir icat eseridir. Gerçekten, yaşamak hünerindeki aczi yüzünden, şehirde mesut olamayan şair, C>kt -ruva sınırı dışında bir cennet var olabileceğini zannetmiş ve başkalarını da buna inandırmak için asırlardan beri manzum sözün telkin kudretinden yardı m dilemiştir. Bu itibarla şairin kırı, olsa olsa kolay süt, ekmek, peynir ve bal temin eden bir çiftlik olabilir. Fakat kır, hakiki kır, sert toprakla sert insanın boğuştuğu bir âlemdir.
Boğaziçi Mehtapları- Abdülhak Şinasi Hisar Abdülhak Şinasi Hisar Kim dir: 1883'te İstanbul'da doğdu. 3 Mayıs 1963'te İstanbul'da yaşamını yitirdi. Romancı. Türkiye'de ilk edebiyat dergilerinden 1882 -1883'te yayınlanan Hazine -i Evrak'ın yayıncısı, öykü ve eleştiri yazarı Mahmud Celaleddin Bey'in oğlu. Babası ona hayranlık duyduğu iki şair Şinasi ile Abdülhak Hamit Tarhan'ın adlarını verdi. Çocukluğu Rumelihisarı, Büyükada ve Çamlıca'daki konaklarda geçti. Mürebbiyelerinden Fransızca öğrendi. Tevfik Fikret'ten Türkçe dersleri aldı. 1905'te Mekteb -i Sultani'yi (Galatasaray Lisesi) bitirdi. 1905 -1908 arasında Paris'te Siyasal Bilgiler Yüksekokulu'nda öğrenim gördü. Jön Türk hareketine katıldı. 2'nci Meşrutiyet'in ilanından sonra İstanbul'a döndü. 1909'da bir Fransız şirketine memur olarak girdi. 1924'te Reji İdaresi'nde çalışm aya başladı. Balkan Birliği Cemiyeti Genel Sekreterliği yaptı. 1945'te Uluslararası Barış Kongresi'ne katılmak üzere ABD'ye gitti. 1984'ten sonra ölümüne değin sürekli İstanbul'da kaldı. 1921'den sonra "Dergâh" dergisinde "Kitaplar ve Muharrirler" başlığı yla yazdığı eleştirilerle adını duyurdu. Yarın, İleri ve Medeniyet dergilerinde şiirleri, eleştirileri yayınlandı. Cumhuriyet'ten sonra Ağaç, Türk Yurdu, Ülkü ve Varlık dergileriyle, Milliyet ve Dünya gazetelerinde yazdı. İlk romanı "Fahim Bey ve Biz" 1942 Cumhuriyet Halk Partisi yarışmasında üçüncülük ödülü aldı. Bu eser eleştirmenler tarafından "akıcı bir dil ve yetkin bir üslupla kaleme alınmış" diye değerlendirildi.
140
Romanlarında Rumelihisarı, Büyükada, Çamlıca üçgeninde varlıklı, gününü gün eden, sorun suz insanların yaşamlarını yansıttı. Bu çevrelerin dışındaki yaşamı basit ve aşağı buldu. Fransız edebiyatçılardan etkilendi. Kahramanlarının hepsini dengesiz, gariplikleri olan, içine kapanık, başarısız ve hayalleriyle avunan kişiler olarak kurguladı. Ola ylardan çok kahramanlarının duygu ve düşüncelerine öncelik verdi. Şiirsel bir dil ve özgün bir teknik kullandı. Kitap Özeti: Boğaziçi Mehtapları, Abdülhak Şinasi Hisar'ın ilk kitabı "Fahim Bey" ve "Biz"den iki yıl sonra yayımlanan (1943), ikinci kitabıdı r. Kendi romanlarına bile bunlar birer "hatıra" der. Ama Boğaziçi Mehtapları gerçekten bir "hatıra" ya da "deneme" türünde kaleme alınmıştır. Yer yer üslup işleyişi ile şaşırtıcı bir kalem ustalığından haber veren bu kitap, kendisinin "Boğaziçi Medeniyeti " adını verdiği, artık tarihe karışmış, kenarda köşede kalmış birkaç eski yalısının hatıralarda canlandırmaya yetmediğini, büsbütün aynı ve muhteşem bir güzellikler âleminin belki de böylesine bir ihtişamla, ancak şairin her şeyi yeniden yaratıp güzelleşti ren hayalinde yaşamış bir "Binbir gece" âleminin tasviri ile doludur. Eski zamanın, politik yönünü değil, Boğaziçi'ndeki şiirli tecellisini tasvirde bu kadarla yetinemeyen Abdülhak Şinasi, Boğaziçi Yalıları ile gene o büyülü atmosferi anlatmaya devam etmi ş. Sonra Eski Zaman Köşkleri ile eski İstanbul'un başka semtlerindeki şiiri; yüzlerce sahtesi arasına karımış beş on halis elması sadece pırıltı farkından tanıyıp ayıran bir kuyumcu sabrı ile, her şeyi silip yok eden zamanın insafsız pençesinden kurtarıp ö lümsüzlüğe kavuşturmuştur. KİTAPTA, YEDİ BÖLÜMDE YİRMİ SEKİZ YAZI YER ALIR. Bu başlıklar gelişigüzel değil, son derece planlı bir çalışmanın göstergesidir. Bu başlıkları Boğaziçi Medeniyeti'ni kavratmak için bir yol haritası olarak yazar. Bu başlıklar ve onların altında işlenen konular şöyle sıralanır: Hazırlanış: Boğaziçi Medeniyeti, Mazinin Yoksullukları, Tabiat Sevgisi, Musiki İptilası Toplanış: Bu Gecelerin Kıymeti, Saz Fasılları, Kayıklar ve Sandallar, Yan yana Gelenler ve Gelmeyenler Musiki Faslı : Kayıklar ve Sandalların Kervanı, Saz Fasılları, Saz Sesleri, Hanende Sesleri Sükût Faslı: Boğaziçi Cenneti, Mehtap, Yalıların Önünden Geçiş, Sessizliğin Şiiri Aşk Faslı: Mehtapta Görülen Güzellikler, Karanlıkta Parıldayan Arzular, Şarkıların Dedikleri, Herkesin Aslanı, Söyleyen Saz Dağılış: Fanilikler, Sönüş, Ayrılış, Unutuluş Hatırlayış: Mazi Cenneti, Bizimle Beraber Yaşayan Hâtıralarımız, Hâtıralarımızın Zaman İçinde Devamı, Başka Dünyaların Bizden Görebilecekleri Kitaptan bazı bölümlerden alıntıla r: Tabiat Sevgisi Parçasından İstanbul'da tabiatın emsalsiz güzelliği, şüphe yok ki Boğaziçi'ndedir ve İstanbul'un en güzel semti olan
141
Boğaz'a o zaman gösterilen rağbet tabiata duyulan sevgiyi ve verilen kıymeti gösteriyordu. Theophile Gautier için olduğu gibi o zamanki hanımlar ve beyler için de tabiat var olan, görülen, sevilen bir şeydi. Bu ruhlar İnsan güzelliği kadar tabiat güzelliğini de duymasını ve sevmesini biliyorlardı. Bu insanlar daha tabiatla aralarını büsbütün açmamışlardı. Ruhları ve vücutl arı birbirlerinden tamamıyla ayrılmamıştı. Şehir her yanından denizlere ve dağlara, Boğaziçi de her yanından kırlara açılıyordu. Nakil vasıtalarının iptidailiği, kulübelerde oturanlardan ta saraylardan oturanlara kadar herkesi mevsimle alakalandırır, sıcak ve soğuk, rüzgâr ve kar, yağmur ve çamur herkesi meşgul ederdi. Soğuğu ve sıcağı bütün insanlar duyarlar, konakların, köşklerin odaları da mangallarla ısınırdı. Eski evlerin hayatı insanları tabiattan şimdiki apartmanlar gibi ayırmazdı. Eve bahçeden geçi lir, bahçe sulanmak için bir kuyudan su çekilir, çiçekler bahçeden evlere girer, lavanta çiçekleri temizliği duyuran kokularını yataklara dökerdi. İnsanlar ne tattıkları zevki değiştiren mevsimleri, ne de sevdikleri hayvanları düşünmemezlik edemezdi. Evin en rahat köşelerinde kediler horlardı. Daha eskiden İstanbullu ata biner, ava giderdi. Şehirde kira arabaları kadar da kiralanan binek hayvanları vardı. Boğaziçi'nde de yalılar Önünde oltayla yahut da açıkta kayıkla balık tutulurdu. Boğaziçi'nin hemen kendine mahsus olan ve sularının nefis meyvelerine benzeyen balıkları vardır. Bunlar da insanla, saatler ve mevsimlerle alakalandırır. Çünkü bazıları hemen her akşam, bazıları geceleyin tutulur, ekserisinin, birbirini takip ile, aylara göre değişen ve hemen b ütün seneyi kaplayan ayrı ayrı mevsimleri vardır. Sessizliğin Şiiri Parçasından Ma ziyi anlamak ve duymak için bilinmesi lazım gelen, şimdi elimizden kaçırmış olduğumuz bir nimet, bize yardım elini uzatan bir ilah vardı ki o da her günümüzü saran nefis bi r sessizlikti. Sükût, gramofonlarla yenilerek, radyolarla kovularak, otomobil, otobüs, tramvay gürültüleriyle delik deşik edilerek gitgide o kadar azalmış, daralmış, ufalmış, yeni hudutlarının içinde kalmış ve bizim saatlerimizin çoğundan o kadar uzaklaşmı ştır ki bazen ona rast gelince bir lezzet gibi duyuyoruz. Biraz süren sessizlik bize ilaç diye koklanan bir ruh gibi tesir ediyor ve musiki yerine geçiyor. Vaktiyle Shakespeare de tam bir sessizliğin en tatlı bir musiki makamına geçtiğini söylemekte haklıy dı. Sükûta şimdi bir koruya, bir bahçeye girer gibi erişiyoruz. O zamanlarsa bu bizim tabii ve hemen da imi iklimimizdi. Sükût esas ve onun haricinde şarkı ve saz ise nadir tadılır zevklerdi. O zamanlarda bol bol kandığımız ses sizliğe biz elbette şimdiki kadar acıkmış ve susamış değildik. Fakat bilakis ona pek alışkın olduğumuzdan tadını çıkarmasını daha iyi bilirdik. Hayat mefhumunun düşünülmesi gündelik patırtılar arasında o kadar güçleşiyor ki bunu duyabilmek ve tadabilmek için şehrin gürültülerinden k urtulmuş, yıkanmış olmak lazım geliyor. Şimdi sükûttan öyle mahrumuz ki geçenlerde Boğaziçi kıyılarında dolaşırken eskiden bildiğim bir ruha tekrar kavuşur gibi olmuştum. Onu birdenbire tanıyamadım. Tattığım lezzete akıl erdiremiyordum. Sükût içinde kendi kulaklarımın uğultusunu işitiyordum. Meğer bu beni yavaş yavaş sarmış olan eski, rahat ve tatlı sessizlikmiş. Onun nurunda vücudumun ve ruhumun, eyvah! Ne boş patırtıların kurbanı olarak ne kadar yorgun, ne kadar yıpranmış olduğunu gördüm. Şarkıların Dedi kleri Parçasından Boğaziçi'nde bazı yaz günleri her zamankinden daha güzel olur. Bu harikulade günlerde gökyüzü daha parlak, deniz daha berrak, dünya daha tılsımlı, hayat daha mucizeli, ta biat daha ilahî görünür. Bu müstesna günler ruhlarımızı son haddin e kadar açar; fakat asla mesut etmez. Bilakis onların acı duyulan bir tadı vardır. Zira bilinmez nasıl bir yerden sırrını vermeyen bir ruh sanki bize bakar; acır mı, acımaz mı? Bilemeyiz; küçüklüğümüzü gördüğünü sanırız ve mahzun oluruz. Genişlemiş ruhumuz a o günlerde hayat, bütün lezzetiyle, sanki az gelir.
142
Ömrümüzün tabiat kadar güzel olmadığını ve dünya kadar ebedî olmadığını daha çok duyarız. Henüz çocukken hassaslığımın daha çoğaldığı böyle günlerde, artmış bir merakla, bir çiçeğe, mesela bir sümbüle ve ya denizin içinde açılır kapanır bir köpüğe benzeyen bir pelteye bakarak uzun uzun daldığımı hatırlarım. İnsan o nazlı çiçeği gördükçe hep mahvolan bu güzellikler nedir ve niçindir? Veya denizde canlanmış bir köpük gibi açılan kapanan peltenin âdeta neb ati hayatını gördükçe hep mahvolan bu hayatlar nedir ve niçindir, demek ihtiyacını duyardım. O ihtişamlı günlerde bütün bu sualler hep cevapsız kalırdı. Şimdi ne hatırımdaki o güzel günlere baksam güya o nazlı çiçeğin bir nida işareti gibi açılıp beklediği ni ve sularda yüzen peltenin bir sual işareti gibi açılıp kapandığını görüyorum. Ma zi Cenneti Parçasından Geçmiş bir zamanı diriltmek, kendi gençlik çağımızı tekrar etmek gibi tamamen imkânsızdır. Fakat insanın da, mille tin de sağlam temelleri bu tekrar dirilmesine imkân olmayan geçmiş zamanlarıdır. Milliyetçilik muarızları en evvel millî maziyi unutturmak isterler. Bu millete yapılabilecek en sinsi ve en şeytani hücum onun vicdanından mazisini almak, hafızasında mazisini yok etmektir. Bundan mahrum edilen bir millet en emin kuvvetini kaybetmiş olur. Bize saldıran düşman daima topraklarımıza ve ölülerimize hücum eder. Zira biz o topraklarla o ölülerin mahsulleri ve devamlarıyız. Herkesin kendi mazisine hasret çekmesi tabiidir. Zira bu en güzel hayat çağı nda, yirmi yaşlarında bulunduğu zamanı sevmesi ve ona tahassür etmesi demektir. Mazi en kıymetli zamanlarımızdır. Zira hatırımızda bugünlerimize kadar devam etmesiyle, en çok uzamış olan, en çok yaşamış bulunduğumuz zamanımızdır. Mazi hâle uzaklığı nispeti nde sağlamdır ve biz ona hayatımızı uzattığı nispette bağlı kalırız.
Çağlayanlar Ahmet Hikmet Müftüoğlu Milli şair unvanı verilen Mehmet Emin Yurdakul'un Türk şiirinde açtığı çığırı Ahmet Hikmet Mü ftüoğlu Çağlayanlar'da hikayeleriyle devam ettirmiştir. Ya zar, bu eserdeki hikayelerinde Türk destanlarından, tarihinden, faydalanmış; Trablus, Balkan, I. Dünya savaşlarında yaşanan olayları anlatmıştır. Ahmet Hikmet Müftüoğlu'nun 1922′de yayınlanan Çağlayanlar adlı kitabı 18 parçadan ibarettir. Milli edebiyatımız içinde uyandırdığı milliyetçilik duygularıyla çok önemli bir yere sahiptir. Çağlayanlar hikayelerindeki kahramanların isimleri şunlardır: Alparslan Masalı, Yarayı Kanatan, Üzümcü, Sümbül Kokusu, İnci, Yakarış, Bekir ile Tekir, Ayşe Kızla Vato, Maviş. Ç a ğ l a ya n l a r K i t a b ı n ı n Ö z e t i Sümbül Kokusu Pazar günü, Budapeşte Darülfünunu Tabiiyyat şubesinde öğrenim gören Hüseyin Arif, Macaristan'ın dar sokaklarından birinin kasvetli, dar evlerinden birinde, gazete okumaktadır. Gazetede Çanakkale Savaşı'nın gidişa tıyla ilgili pek çok haber vardır. İstanbul'un, Boğazlar'ın her yanının sarıldığı, ülke nin çok zor durumda olduğu yazmaktadır. Hüseyin Arif, mem leketinin düştüğü bu durumdan dolayı büyük bir hüzün içindedir. Ülkenin cephane durumu çok eksiktir. (Çağlay anlar) Oysa düşman askerlerine her yandan yardım gelmektedir. Onların her türlü imkânı karşısında Türk askerinin yalnızca bir göğsü, bir de bazusu vardır. İstanbul; camileriyle, mavi denizi ve göğü, mezarlıkları, surları ile gözlerinin önüne gelmektedir. Ona göre, İstanbul'un hamalları Avrupa'nın lordlarından daha asildir. Kaldı ğı Macar topraklarındaki sokaklara göre İstanbul'un sokakları daha nurani, daha neşelidir. İçinden bir çığlık kopar. Allah'a, vatanımı düşmana çiğnetme, diye yalvarır. Bu hüzün içinde, memleketine ait neyi varsa hepsini koklar. Sonra pencereyi açar. Ev sahibi dört gün önce bir sümbül vermiştir. Pencereyi açınca duyduğu sümbül koku suyla irkilir. Sümbül saksısının
143
üzerine kapanarak ağlamaya başlar. O sırada kapı vurulur. Gelen Mehmet Siyavuş'tur. Mehmet'e sümbülü derinden koklamasını söyler. Mehmet Si -yavuş da irkilir. Çünkü sümbül, İstanbul kokmaktadır. Mart aylarında İstanbul'da işportalarda 'bahariye kokuları ' diye satılan sümbül kokusunu hatırlarlar. İkisi de Ah vatan! ' derler. Vatanı kaybediyoruz.' diye ağlamaya başlarlar. İki genç, bir şey yapmaları gerektiğine karar verir. Hüseyin Arif arka daşına; 'Yaşamak alçaklıktır. Çanakkale cephesinde ölmeliyiz.' der. Birbirlerine sarılarak ikisi de vatan için savaşmaya karar verir. İki gün içinde eşyalarını satarlar. Pasaport işlemleri için gittiklerinde görevli onlara 'Talebelerin askerlikleri ertelendi.' dediğinde, onlar büyük bir huzurla 'Biz gönüllü gidiyoruz.' cevabını verirler. Padişahım Alınız Menekşelerimi, Veriniz Gülümü Samime Hanım, kanepede gazeteleri okumaktadır. Ya nında Ayşecik vardır. Ayşecik, Samime Hanım'in hizmetçisi-dir. Samime Hanım'ın kocası, Ayşecik'in de babası ve ni şanlısı Trablus cephesine gittiklerinden beri koca evde birbir lerine arkadaşlık etmektedirler. Ayşecik, bu eve akrabası olan Samime Hanımın kocası Tuğrul Bey'in babasından haber a -labileceği ümidiyle gelmiştir. Fakat Tuğrul Bey de kısa zaman sonra cepheye gitmiştir. Samime Hanım ile Ayşe iki dert ortağı olmuşlardır. Her ikisi de her gün Allah'a cep hedeki yakınları için yalvarmakta, evde matem havası esip durmaktadır. Samime Hanım, Ay şe'ye kocasından, Ayşe de utanarak nişanlısından bahset mekte; böylelikle avunmaktadırlar. Ayşe, Samime Hanıma muharebeden bir haber olup ol madığını sorar. Samime Han ım, gazetedeki haberi okumaya başlar. Gazetede şunlar yazmaktadır: 'On üç zırhlıya karşı bir asker' "Salı sabahı düşman zırhlılarından on üçü Trablus'un şark tarafında kalan Hamidiye İstihkamı'nı dövmeğe başlamışlardır. İstihkamda on bir neferle bir ça vuş vardı. Neferlerin dokuzu bir müddet sonra şehid, ikisi mecruh olmuş ve sağ kalan Mehmed Çavuş isminde bir kahraman henüz parçalan mayan birkaç topla, dünyanın hiçbir muharebesinde işitilme miş, hiçbir memleketin tarihinde görülmemiş bir inat ve metanetle tek başına düşmana mukabele etmiş ve nihayet tunç toplarla beraber o pulat vücut da başına yağan yüzlerce gülle altında parça parça olmuştur. Böyle emsalsiz erlere malik olan millet dünyanın en büyük milletidir." Gazetedeki haberi duyan Ayşe, haykırm aya ve ağlamaya başlar. Haberdeki Mehmet Çavuş babasıdır. Ayşe baygınlık geçirir. Samime Hanım, onu teskin etmeye çalışır. İkisi de abdestlerini alarak Allah'a secde ederler. Dakikalarca ağlaya rak Allah'a dua ederler. Samime Hanım, Ayşe'ye yatmasını ve Allah'a nişanlısının yaşaması için dua etmesini söyler. Ayşe rüyasında nişanlısı Tosun'u görür. Bir melek, onu Trablusgarb'a nişanlısının yanma götürür. Nişanlısının yanında babası da vardır. Babası, nişanlısını götürmesini, onun yerine de savaşacağını söyler ve gider. Ayşe, Tosun'a sarılarak ağlamaya başlar. Tosunla birlikte bir yere otururlar. Tosun, düşman kurşunu askerlerimizin bağrını delerken, buradan ayrılamaya cağını söyler. Bu arada, Tosun'un her yerinden inciler akmak tadır. Ayşe incileri topla yıp padişaha vererek nişanlısının bede lini vereceğini düşünür ve sevinir. Tosun, düğmesini açtığında içinden mücevherler dökülmeye başlar. Tosun, ona: "Benim bedelim bu çöllerin bütün kumlarıdır. Ben bitmeyince Trablus, bitmez." der. Padişaha bir demet çiçek götürmesini söyler. Ona son söylediği cümle: "Gönlüm diyor ki ben şehid olmamışsam mutlaka çiçekleri padişaha vereceksin." Ayşe, sabah olunca hemen bahçeden çiçek toplar. Padi şaha gidecektir. Dolmabahçe Sarayı'nın önünde elinde çiçeklerle duracak, padişah onu görünce Ayşe'yi yanına çağıra caktır. O da padişaha: "Alınız menekşelerimi, veriniz gülü mü!" diyecektir. Bu düşüncelerle evden çıkar. Yolda birkaç bölük asker görür. İçlerinde Tosun da vardır. Onu görünce gözleri kararır ve oracığa düşüverir. Ay şe aklanmıştır. Gördüğü
144
asker Tosun değildir. Elinde ki menekşeler de çamurun içine düşmüştür. O anda rüyada Tosun'un: "Ben şehid olmamışsam mutlaka çiçekleri padişa ha vereceksin." dediğini hatırlar. Ağlayarak onun şehid oldu ğunu anlar.
Çankaya - Falih Rıfkı Atay KİTABIN ADI :ÇANKAYA KİTABIN YAZARI :FALİH RIFKI ATAY YAYIN EVİ :YENİ GÜN HABER AJANSI BASIM YILI :1999 KİTABIN KONUSU Atatürk'ün doğumundan ölümüne kadar olan hayatı,harp zamanında düşmana ve Cumhuriyet zamanında yaptığı inkilaplarla gericile re karşı verdiği savaşı anlatmaktadır. KİTABIN ÖZETİ Atatürk, 1881 yılında ahşap bir evde doğmuştur.Annesi Zübeyde Hanım,babası ise öce gümrük muhafaza memurluğu sonra kerestecilik yapan Ali Rıza Efendidir.Naciye isimli bir kızkardeşi vardır fakat Naciye çocukken vefat etmiştir.Babasıda 1887 yılında vefat etmiştir. Atatürk ilk eğitimine mahalle mektebinde başlamış daha sonra Şemsi Efendi okuluna geçmiştir.Bu okulda hocadan dayak yemesinden dolayı kaçmıştır.Bir müddet dayısını çiftliğinde çalışmış sonra h alasının desteğiyle okula yeniden başlamıştır.Zübeyde Hanım'ın gitmesini hiç istemediği halde kendi çabasıyla askeri okula yazılmıştır.Lise hayatında çok başarılı olmuştur ve "Kemal" adını burada almıştır.Manastır Askeri İdadisinden sonra İstanbul'a gitmek istediği halde bir subayın tavsiyesiyle Manastır Pangaltı Harp Okuluna gitmeyi tercih etmiştir. Atatürk'ün Harp Okulunda başından birçok olay geçmiştir.Komutanlarının onun hakkındaki iyi kanaatleri sayesinde ordudan atılmaktan birçok kez kurtulmuştur.Oku lda gizlice yasak dergiler çıkarmış ve bazı arkadaşlarınca jurnal edilmiştir.Nihayetinde 1904 yılında Harp Akademisinide bitirerek kurmay yüzbaşı diplamasıyla göreve başlamıştır. En büyük isteği Selanik'I tekrar görebilmekti ve umutluydu fakat Şam'a tayin edilmişti.Bu birlik halkı soymakla görevli bir süvari birliğiydi ama Atatürk bu soygunların hiçbirinden kendine pay almamıştır ve bu hırsızlığa karşı koymaya calışmıştır.Daha da kötüsü bu durum heryerde bu şekildydi. Vatanperver duyduları ağır basan Atat ürk ,okuduğu kitaplarla İttihat veTerakki Cemiyetine yaklaşarak gelecekte vereceği büyük savaş için kendini yetiştirmeye başlamıştır.Şeriat kanunlarını isteyen ,bu yolda kan döken isyancıları bastırmada Hareket Ordusu'nda görev almış ve başarılı da olmuştu r. Çıkan isyanların bastırılmasından sonra Enver Paşa'nın yüzünden sürüklendiğimiz 1.Dünya Harbinde birçok cephede düşmanla çarpıştı.Balkan Savaşında,Çanakkale'deki birçok direnişte komutanlık yaptı.Trablusgarp cephesine gönderildi ama devletin acizliği n edeniyle bu toprakları bırakıp geri döndü. Veliaht Vahdettin'e Almanya seyehatinde yaverlik yaptı ve geleceğin padişahından bazı imtiyazlar alarak vatanın selamete ulaşmasında önemli adımlar atmak için çaba harcadı. Kuvettli ama kabiliyetsiz müttefikimiz Almanya'nın aldığı yenilgilerden dolayı bizde savaşı kaybetmiş sayılıyorduk.İmzalanan Mondros ve Sevr mütarekeleriyle vatan düşmanın acımasız ellerine bırakıldı.Silahımızı yetmedi istedikleri topraklarımızı aldılar.Büyük Türk ,bu yenilgiyi İstanbul'dakiler
145
gibi kabullenip elini kolunu bağlayarak beklememekte kararlı idi. Yunan gavurun 16 Mayısta İzmir'e çıkmasıyla Atatürk'de 19 Mayısta Samsun'a çıktı.Amacı direniş için gerekli kuvvetleri toplamaktı ama satılmış İstanbul Hukümeti ,İngilizlerin talimatıyla A tatürk'ü görevden aldı.Bunun üzerine o da orduan istifa etti.Doğuda Kazım Karabekir Paşa'nın desteğiyle harekete geçti.Birçok ilde toplantılar düzenledi.Milleti uyandırdı ve gerekenleri yapmaya başladı. İngilizlerin, İstanbul'u işgaliyle hukümete duyulmay an güven tamamen sona erdi.Bu arada Kuvayi Milliye birlikleri Antep,Maraş ve Urfa'da düşmana dişini göstermekteydi ama alınan kesin ve kalıcı bir zafer yoktu.Bu sebeple Atatürk bu çete kuvvetlerini toplayarak düzenli orduya geçmek istiyordu.Zaten bu çeteci birliklerin bazı yararlarının yanında birçok zararları vardı.Bu çeteler halkı soyuyor,adam öldürüyorlardı.Afyon'da aldıkları yenilgi bu olaylara son verdi ve düzenli orduya geçildi. Düzenli orduya geçmiştik ama ordu başına geçirilecek komutanlar ve asker ler binbir zorluklarla toplanabildi.Tüm zorluklara ,yokluklara hatta duyulan güvensizliğe rağmen düşman Akdeniz'e döküldü.Düşman dökülmüştü ama şimdi çok daha zor olan savaş başlamıştı.İnkilaplar dönemi ve Türkiye Cumhuriyeti. İlk iş olarak saltanat kaldı rıldı. Gericilerin hatta, Atatürk'ün ilk destekleyicisi Kazım Karabekir'in tüm uğraşlarına rağmen halifelik kaldırıldı. Ayrıca hilafetin kaldırılmasına zorluk çıkaran kesimler, yani yobazlar yapılan tüm yeniliklerde yine köstek olmuşlardır. Ama Atatürk'ün azmi ve kararlılığı karşısında dayanamamışlardır. Ankara'nın başkent yapılmasını, şapka kanunu, Latin harflerinin kabulünü, Tevhid -I Tedrisat Kanununu, Me deni Kanunun kabulünü, kadılnlara verilen eşitlik hakkını ve soyadı kanununu zor da olsa halka benimse tmiştir. Başkenti Ankara yapmıştır ve Ankara'nın yenileştirilmesinde çok çaba harcamıştır. Hükümette çok partili sisteme geçiş için denemeler yapmıştır. Ama alınan sonuçlar zamanın daha erken olduğunu göstermiştir. Herkese soyadı verilmesine önayak olmuştu r. Ülkenin her yerinde eğitim seferberliği başlatmıştır. Bu devrimleri hayatı pahasına yapmıştır. İzmir'de yapılan süikast girişimi de bunun en iyi göstergesidir. Atatürk yapacağı işleri, vediği davetlerde anlatırdı. Bu davetleri sabaha kadar sürerdi, anc ak o çok kısa bir uykunun ardından yapacağı işleri düşünürdü. Davet masasından sohbet ve onu hazin sona götürecek rakısı hiç eksik olmazdı. Fakat içmesini bilirdi, hiçbir zaman şuurunu kaybedecek şekilde içmemiştir. Diğer hobileri; bilardo oynamak, köpeği Fox, Florya'da yüzmek, alaturka musiki dinlemek, dostlarıyla sohbet etmek ve Savarona yatıyla gezmekti. Ayrıca giyimde, evinin döşenmesinde ve temizlik konusunda çok titizdi. En büyük dertleri ise; Hatay sorunu, dil sorunu ve eğitim konuları idi. Türk kadı nına verdiği değer çok büyüktü. O, her zaman Türk milleti ve Türkiye için çalıştı. Son zamanlarında bazı kişler İsmet Paşa ile arasını açmıştı. Ama O, her zaman İsmet İnönü'yü çok sevmiş ve güvenmiştir. Atatürk'ün şaşılacak bir hafızası vardı. Fakat son z amanlarda hafızası iyice zayıflamıştı ve asabileşmeye başlamıştı. Bunun sebebi ise, hastalıktan başka birşey değildi. Karaciğerlerinde su toplanıyordu. Hastalığında gezmek için alınan Savarona yatında dinlenmekte idi. Fakat bir sabah çok ağırlaşmıştı ve son olarak "Saat kaç?" diyerek ebedi uykuya çekilmiştir. Saat dokuzu beş geçiyor ve Türk milletinin gözlerinde yaşlar dinmiyordu. KİTABIN ANA FİKRİ Türkiye Cumhuriyeti, Atatürk'ün attığı tohumlarla ve bir çok zorluklar aşılarak kurulmuş,onu geliştirmek, gericilerin karşısında durmak ve yeniliklerin arkasında olmak bizim en önemli görevimizdir. KİTAPTAKİ OLAYLAR VE KİŞİLERİN TAHLİLİ
146
FALİH RIFKI ATAY:Atatürk ile bir gezide tanışan ve daha sonra varlığıyla ve yazılarıyla daima Atatürk'ün yanında olan bir gaz etecidir. İSMET İNÖNÜ:Savaştan önce tanışan ve sonra Atatürk'ün yanında olan değerli bir komutan ve devlet adamıdır. FEVZİ ÇAKMAK:Savaşta ve cumhuriyet döneminde Atatürk'ün yanında olan ayrıca mareşal rütbesi alan büyük bir komutandır. KAZIM KARABEKİR:Atatürk'e ilk yardım elini uzatan, vatanperver ,büyük ama hilafetçi bir komutandır. KİTAP HAKKINDAKİ ŞAHSİ GÖRÜŞLER Okurken bazen çoşturan bazen hüzünlendiren ,sade bir dille büyük bir destanı anlatan ve her Türk evladının okuması gerektiğine inandığım ço k önemli bir eserdir. YAZAR HAKKINDA KISA BİLGİ 1894 yılında İstanbul'da doğdu. Fıkra, makale, gezi türlerindeki gazete yazılarıyla ve özellikle Atatürk'ü yakından tanıtan anılarıyla ün kazanan Falih Rıfkı Atay, Kovacılar semtindeki Rehberi Tahsil Rüştiyesi'ni bitirdikten sonra Hüseyin Cahit'in Yalçın müdürlük yaptığı Mercan İdadisi'nde öğrenimini tamamladı. Darülfünunun Edebiyat bölümünü bitirdi. İdadide edebiyat öğretmeni olan Celal Sahir Erozan ile kendisinden bir ileri sınıfta okuyan Orhan Seyfi Orhon , Falih Rıfkı'nın edebiyat zevkinin gelişmesine yardımcı oldular. İlk Yazıları, Serveti Fünun dergisinin genç yazarlara ayrılan ek sayfalarında yayımlanan Falih Rıfkı'nın Tecelli(1911) dergisi ile Süleyman Bahri'nin yönettiği Kadın(1912) dergisinde Cenap Şahabettin ile Ahmet Haşim'in eserlerini hatırlatan şiirleri çıktı. 1912'de Tanin gazetesinde düz yazıları yayımlanmağa başladı; İstanbul Mektupları, Edirne mektupları gibi yazıları çıktı. 1913 -1914 yıllarında sadaret ve Dahiliye Nazırlığı kalemlerinde çalı ştı. Dahiliye Vekili Talat Paşa ile birlikte gittiği Bükreş'ten Tanin gazetesine röportaj yazıları yolladı. Bu dönemdeki yazıları, Türkçülük ve Türkçecilik akımlarının etkisini taşıyordu. I. Dünya Savaşında yedek subay olarak Suriye'ye gitti; 4. Ordu kumandanı Cemal Paşanın hususi katipliğini yaptı. Suriye ve Filistin'deki savaş anılarını "Ateş ve Güneş" (1918) kitabında topladı. Cemal Paşa'nın Bahriye nazırı olması üzerine Kalemi Mahsusa müdür yardımcılığına getirildi (1917). Kazım Şinasi Dersan, Necmetti n Sadık Sadak, Ali Naci Karacan ile birlikte Akşam Gazetesini çıkarmağa başladı (1918). Bu gazetede Günün Fıkraları başlığıyla sürekli yazılar yazdı. Kurtuluş Savaşını destekleyen etkili yazıları dolayısıyla idam istenerek Kürt Mustafa Divanı Harbi'ne veri ldi. Fakat İnönü Zaferinin kazanılması üzerine Divanı Harp tutumunu değiştirdiği için idamdan kurtuldu. Kurtuluş Savaşı sona erdiği sırada İzmir'de Atatürk ile görüşmeğe gelen gazeteciler arasındaydı. Atatürk'ün isteği üzerine İkinci Büyük Millet Meclisi'n e Bolu'dan milletvekili seçildi (1922). Daha sonra uzun yıllar Ankara Milletvekili olarak T.B.M. M.'de bulundu. Hakimiyeti Milliye, Milliyet ve Ulus gazetelerinin başyazarlığını yaptı. Yeni Türk Alfabesinin hazırlanması ve uygulanması sırasında Dil Encümeni nde görev aldı. Serbest Cumhuriyet Fırkası'nın tutumuna şiddetle karşı çıktı. Ulus gazetesinin başyazarlığını yaptığı dönemde Ankara şehir planı jürisinde üyelik ve İmar Komisyonunda başkanlık yaptı. 1946'da çok partili döneme geçildikten sonra Ulus gazete sinde CHP'nin savunuculuğunu sürdürdü. Demokrat Parti'nin 1950'de iktidara geçmesinden sonra Dünya Gazetesini kurarak (1952) muhalefete geçti; yeni iktidara karşı Atatürk devrimlerini savundu. Falih Rıfkı Atay, sağlam, atak, çekici, anlatımı ve duru Türkçe siyle Cumhuriyet basınının Encümeninde usta kalemlerinden biriydi. Günlük siyasi olayları ele alan başyazı ve fıkraları yanında Ulus ve Dünya gazetelerinde Pazar günleri yayımladığı haftalık yazılarında çok usta bir deneme ve söyleşi yazarı niteliği göster iyordu. Gezi ve anı türlerinde Cumhuriyet döneminin çok ilginç ürünlerini verdi.
147
Çanlar Kimin İçin Çalıyor - Ernest HEMINGWAY KİTABIN KONUSU: İspanya iç savaşı sırasında bir köprüyü patlatma görevi alan bir adamın başından geçen olaylar. KİTABIN ÖZETİ : Roberto Jordan; sarı saçlı, rüzgar ve güneşle yanmış yüzü, ince yapılıydı. Çok zor bir göreve seçilmişti. Gerçi daha önce birçok defa yaptığı işlerden biriydi ama yinede General Golz onu bu görev için bizzat kendi görevlendirmişti. General Golz, Roberto Jo rdan 'ın şimdiye kadar çalıştığı en iyi general olmasına rağmen, tümeninin taarruza başlamasıyla beraber köprüyü uçurması gerekecekti. Uçakların bomba sesleri duyulunca köprü uçmuş olacaktı. Aşağıda yaşlı adam onu arabada beklemekteydi. 68 yaşına rağmen d inç ve kuvvetli bir görüntüsü vardı. Dağda Amerikalıya yardım edecek çetelerin hepsini tanıyordu. Gerçi çoğu işe yaramaz adamlardı ama tren işini iyi yapmışlardı. Kashlein görevini çok iyi yapmış, treni bölgedeki çetelerle beraber havaya uçurmuştu. Daha so nrada başka bir iş esnasında ölmüştü. Yaşlı adam Roberto 'yu köprüye götürdü. Köprünün iki yanında iki nöbetçi vardı ve biraz uzağında 7 askerin kaldığı bir karakol vardı. Dinamitleri, yarım saatlik uzaklıkta bir tepede olan Pablo' nun yerine götürdüler. Ağaçların arasında olan bu yerde Pablonun dört atı vardı. Pablo 50 yaşını geçmişti, çok akıllı ve tecrübeli bir adamdı. Tren işinde o da vardı. Çingene, Fernando, eşi Pilar 'da. Tren işi esnasında kurtardıkları Maria' yı hepsi de taşımışlardı. Pablo Cumhuriyetçiydi, çetelerin hepsi Cumhuriyetçiydi. Ama köprü işini öğrendiğinde Pablo 'nun hoşuna gitmedi bu iş. Tren işi daha mantıklı idi. Onun kadar kampta sözü geçen Pilar, Roberto 'yu destekleyince diğerleri de desteklediler. Pilar başkanlığı Pablo 'nun eli nden aldı ve köprü için Roberto 'ya yardım edeceğini söyledi. El Sordo (diğer çete reisi) 'nun da yardım edeceğinden şüphe yoktu. Dağlarda yüzlerce adam olmasına rağmen El Sordo 'nunkilerle beraber topu topu 18 kişi bulabilmişlerdi. Diğerleri güvenilir değildi. Köprünün imha edilmesinden dolayı Pilar ve Sordo adamlarıyla beraber bu bölgeyi terk etmek zorunda kalacaklardı. O akşam Sordo gelmeyince ertesi gün Pilar ve Maria 'yla beraber, Roberto Jordan El Sordo 'nun yanına gitmeye karar verdiler. Maria trende n baygın halde kurtulmuştu. O zamanlar saçı tamamen kesilmiş olmasına rağmen, büyüdükçe Maria güzelleşmişti. Daha tamşah bir gün olmasına rağmen Maria ve Roberto birbirlerini sevmişlerdi. Pilar, Roberto 'dan bu iş bitince kızı götürmesini istemiş, Roberto 'da kabul etmişti. El Sordo Cumhuriyetçi ruhunu dağlarda koruyan ender çete reislerinden biriydi. Roberto Jordan, El Sordo 'nun kendisine yardım edeceğinden emin olmuştu. Altı at vardı. El Sordo, daha sonraki kaçış için gereken atları bulmak için gayret g östereceğini söyledi. Ne de olsa köprü işinden sonra buralardan gitmek zorunda kalacaktı. Roberto, Maria ve Pilar akşama doğru barınaklarına döndüler. Pablo köprü işinden yana değildi. Roberto Jordan onu öldürmek zorunda olduğunu biliyordu. Diğer adamları n hepsi de onun ölmesini istiyorlardı. Köprü işini bozabilirdi Pablo. Bir an mağaradan dışarı çıkan Pablo 'nun kaçtığını düşündü herkes. Çünkü kaçarken birkaç dinamit lokumu da götürmüştü. Roberto dışarıda yatmaya alışkındı. Gece bayağı ilerlemiş ve Maria 'nın güzelliği onu büyülüyordu. Maria sıcacıktı. Bir ses üzerine arkaya dönünce Faşist Süvarilerden birini karanlıkların arasından zorda olsa seçebildi. Tabancasıyla onu vurdu. Tam kalbine gelmişti mermi. Diğer süvarilerinde gelmesi yakındı. Adamlarıyla b eraber pusu kurdu ve kardan ayak izini takip etmesini beklediği diğer süvarileri bekledi. Süvariler bekledikleri gibi geldiler. Onları farketmemişlerdi, ama ilerlemelerine devam edip gittiler.
148
Silah sesleri Sordo 'nun barınağından geliyordu. Atları satan Sordo 'nun yerini bulmuşlardı. Birkaç saat sonra silah sesleri kesildiğinde Sordo ve adamları ölmüştü. Artık yalnızdılar. Andreas 'ı, Roberto 'nun verdiği notu götürmek için General Golz 'un yanına gönderdi. Köprü sabaha uçurulacaktı. Pablo gece yarısı b eş abamla geldi. Pablo kaçamamıştı. İhaneti kendine yedirememişti. Roberto Pabloyu karşısında görünce ümitlendi. Köprü işi olabilirdi. Pilar ve yanındakiler üstteki karakolu, Pablo yeni getirdiği beş atlı ile alttaki karakolu imha edecekti. Uçakların bombaları sabaha karşı duyuldu, Anselmo ve Roberto köprüdeki iki nöbetçiyi öldürdüler. Roberto dinamitleri yerleştirirken acele edemezdi. Neredeyse başarmak üzereydi. Diğer iki karakoldan silah sesleri ardı ardına geliyordu. Dinamitleri yerleştirdi ve Anselmo ile beraber ipi germeden köprüden bir miktar uzaklaştılar. Pilar ve yanındakiler karakolu halletmişlerdi ama iki adamı ölmüştü Pilar'ın. Roberto ipi çekti ve köprü ortadan ikiye ayrıldı. Gökden yağan demir parçalarından biri Anselmo 'yu öldürmüştü. Yaşlı a dam çok küçük gözüküyordu. Pablo tek başına kurtulmuştu tanktan. Karakolu imha edememişlerdi ama Pablo tek başına kurtulmuştu. Artık herkese yetecek kadar at vardı. Maria çok seviniyordu, Roberto yaşıyordu. Atlarla hızla ilerliyorlardı. Pablo 'nun kaçmak i çin çok güzel planları olsa gerekti. Bayırı çıktıkça Roberto 'nun atı yavaşlıyordu. Zavallı hayvanın nefesleri bile hızlanmıştı. Büyük bir gürültü ile Roberto 'nun ayağı, düşen atın altında kalmıştı. Ayağı kırılmış ve kırık kemik Roberto 'nun kaslarını yırtmıştı. Daha fazla ilerleyemezdi. Yardıma gelenlerle vedalaşıp, orda kalmak istediğini söyledi. Diğerleri giderlerken, biliyordu. Daha General Golz 'dan emir alırken böyle olacağını biliyordu. KİTABIN ANA FİKRİ Ortam ve şartlar ne olursa olsun herkes gör evini tam olarak yapmalıdır. OLAY VE ŞAHISLARIN DEĞERLENDİRİL MESİ Robert Jordan:Köprü uçurma görevini alan genç becerikli bir dinamitçi.Sarışın uzun boylu bir amerikalı. Anselmo:Roberto'nun rehberi, çete üyesi, yaşlı ama dinç ve güçlü bir adam. General Golz:Robertonun amiri. Ona görevi veren sovyet generali. Pablo:1.80 boylarında,güçlü bir adam , hayatından bıkmış bir çete reisi. Rafael:Çete üyesi bir çingene. KİTABIN YAZARI HAKKINDA KISA BİLGİ: Ernest Hemingway, Chicago'nun varoşlarında doktor bir babayl a ev hanımı bir annenin çocuğu olarak dünyaya geldi. (21 Temmuz 1899) Devlet okullarında eğitim gördü ve lise yıllarında yazmaya başladı, etkin ve göze batan bir öğrenciydi. Liseden mezun olduktan sonra Kansas City'ye gitti ve Star'ın muhabiri olarak çalışmaya başladı. Sağlıksız gözü yüzünden defalarca orduya girmesiengellendi ama Birinci Paylaşım Savaşımına Amerikan Kızıl Haçı'nın ambulans soförü olarak girmeyi başardı. 8 Temmuz 1918'de Avusturya -İtalya Cephesi'nde yaralandı -daha 19'unda bile değildi o za man. Kahramanlık nişanı verildi.Evinde sağlığına kavuştuktan sonra tekrar yazmaya başladı .Seçme öykülerden oluşan ilk önemli kitabı, 1925 yılında "In Our Time" adıyla New York City'de yayınlandı. 1926 yılında "The Sun Also Rises"ı yayınladı, o bu romanını , "ilk somut başarısı" olarak tanımlıyordu. Savaş sonrası yıllarda zamanının büyük bir bölümünü kitaplarına ayırdı. Paris'e yerleştiği halde kayak yapmak, boğa güreşi izlemek, balık avlamak ya da avlanmak için sürekli olarak seyahat ediyordu. Bundan sonra, İspanya İç Savaşı dolayısıyla ve ülkeye olan yoğun ilgisinin de bir sonucu olarak dört kez İspanya'ya gitti. General Fransisco Franco önderliğindeki Milliyetçilere karşı Cumhuriyetçiler için para topladı Hemingway'in İspanya İç Savaşı'yla ilgili geniş den eyimi onun en ünlü eserinin ortaya çıkmasını sağladı "For W hom
149
The Bell Tolls" (1940). Birçok eleştirmen bu romanın "A Farewell to Arms"tan daha iyi bir roman olduğunu iddia eder. Milliyetçi cephe ardındaki gerilla grubuna katılması için Guadarrama Dağları 'na yollanan Amerikalı bir gönüllü olan Robert Jordan'ın öyküsünü anlatır bu romanında Hemingway.Avrupa'daki savaştan sonra Hemingway evine dönerek ciddi bir çalışmaya gömülür. Yolculuklarından birinde (Afrika'ya giderken) bir uçak kazası sonucunda yaralan dı. Daha sonra (1953'te) uzun bir mücadeleden sonra yakaladığı ve kayığına bağlayıp eve götürürken köpekbalıklarının saldırısına uğrayan ve balığından olan Kübalı bir denizcinin öyküsünü anlatan kısa romanıyla Nobel Ödülü'nü alır1960'tan sonra Hemingway Ke tchum'da (Idaho) yaşamaya başladı ve yaşamını ve çalışmalarını önceki gibi sürdürmeye çalıştı. Bir süre için başarılı oldu, ancak daha sonra, anksiyete ve depresyon dolayısıyla Rochester'da Mayo Clinic'te elektroşok tedavisi görmeye başladı. Eve dönmesine iki gün kala yaşamına son verdi.
Eğil Dağlar- Yahya Kemal Beyatlı KİTABIN ADI : Eğil Dağlar KİTABIN YAZARI : Yahya Kemal Beyatlı YAYINEVİ VE ADRESİ : Kültür Bakanlığı yayınları/Ankara BASIM TARİHİ : 1981 1.KİTABIN KONUSU: Milli mücadeledeki kahramanlar i çin yazılmış bir kitap. 2.KİTABIN ÖZETİ: Kitap İstiklâl Harb'inin, günü gününe yazılmış , en yakın tarihidir. Kitap bölümlerden oluşmakta ve her bölümde ayrı bir anektot anlatılmaktadır. Kitap yazıldığı yıllarda Milli Mücadele'nin inandırıcı bir desteği ve o yıllardaki Türk düşüncesinin bir zaferi olmuştur. Kitapta daha çok Türk Askeri'nden ve İstiklâl Harbi kahramanı Mustafa Kemal Paşa anlatılmaktadır. Eser 88 müstakil nesir ve on bin satırdan meydana gelmektedir. Kitabın adı ise bir asker türküsü olan şu mısralardan gelmektedir; Eğil dağlar eğil, üstünden aşam Yeni tâlim çıkmış varam alışam. 3.KİTABIN ANA FİKRİ: Milletin yeniden var olmasını sağlayan İstiklâl Harbi kahramanları ve Atatürk'ün yaşadıkları kitabın ana fikrini oluşturmaktadır. 4.KİTAPTAKİ OL AYLARIN VE ŞAHISLARIN DEĞERLENDİRİL MESİ: Kitap Türk Askerlerinin kahramanlıklarını anlatmasına rağmen eser, Atatürk dışında bir şahsa yer vermemiştir. 5.KİTAP HAKKINDAKİ ŞAHSÎ GÖRÜŞLER: Kitapta yer alan kelimelerin güncelliğini yitirmiş ve kullanılmaması eserin okunmasında büyük güçlükler yaratmaktadır. 6.KİTABIN YAZARI HAKKINDA KISA BİLGİ: 1884 yılında Üsküp'te doğdu. Asıl adı Ahmed Agâh'tır. İstanbul Vefa Lisesi mezunu. Başlangıçta Sultan II. Abdülhamit yönetimine karşı muhaliflerin safında yer alarak Paris'e kaçtı. Dokuz yıl kaldı. Fransız edebiyatını ve edebiyatçılarını yakından tanıma imkânı buldu. Onlardan etkilendi. Bir ara Nev -Yunanî bir şiirin peşine düştü. Doğu Dilleri Okulu'na devam ederek Arapça ve Farsça'sını geliştirdi. Divan şiiri üzerinde yoğunlaştı. 1913 yılında İstanbul'a döndü. Darüşşafaka, Medresetü'l -Vâizin ve Darülfünûn'da Tarih ve Edebiyat dersleri okuttu. Gazete ve dergilerde yazılar yazdı. Lozan Konferansı'na katıldı. 1923'te Urfa milletvekili seçildi. Çeşitli ülkelerde diplomatik görevler alarak Türkiye'yi temsil etti.
150
Yozgat, Tekirdağ ve İstanbul milletvekilliği yaptı. Pakistan Büyükelçiliği görevinde iken emekli oldu (1949) ve yurda döndü. Tedavi için Paris'e gitti. 1 Kasım 1958'de yaşamını yitirdi. Cumhuriyet dönemi Türk şiirinin en büyük temsilcilerinden biri. ESERLERİ: Kendi Gök Kubbemiz (1961) Eski Şiirin Rüzgârıyla (1962) Rubailer ve Hayyam Rubailerini Türkçe Söyleyiş (1963) Aziz İstanbul (1964) Eğil Dağlar (1966) Bitmemiş Şiirler (1976)
Gün Olur Asra Bedel - Cengiz Aytmatov Cengiz Aytmatov, dünyanın en önde gelen roman ve öykü yazarlarındandır. Yapıtlarını Rusça veya Kırgızca olarak kaleme alan Aytmatov, roman ve öykülerinde Kırgız halkının yaşamını, kültürel yabancılaşmadan çevre kirliliğine değin pek çok sorunu değişik ve çarpıcı üslûpla kaleme almıştır. Pek çok ödül ve nişanın sahibi olan Aytmatov, yazarlığın yanında Kırgızistan'ın Lüksemburg Büyük Elçiliği görevini yürütmektedir. "Bu yerlerde trenler doğudan batıya, batıdan doğuya gider gelir.gider gelirdi.. Bu yerlerd e demiryolunun her iki yanında ıssız, engin, sarı kumlu bozkırların özeği Sarı Özek uzar giderdi. Coğrafyada uzaklıklar nasıl Greenwich meridyeninden başlıyorsa, bu yerlerde de mesafeler demiryoluna göre hesaplanırdı. Trenler ise doğudan batıya, batıdan do ğuya gider gelir, gider, gelirdi." Aytmatov'un çok tanınan eserlerinden biri olan "Gün Olur Asra Bedel", diğer adıyla "Gün Uzar Yüzyıl Olur" esas itibarıyla Sovyetler Birliği döneminde yaşanan sosyal ve kültürel sorunların bir öz eleştirisidir. Aytmatov, romanında, geçmişin efsaneleriyle geleceğin bilim kurgusunu harmanladığı çok özel bir teknik uygulamıştır. Çağdaş romancılığın başyapıtlarından biri olan Gün Olur Yüzyıl Olur, aslında yalın bir kurguya dayalıdır. Uçsuz bucaksız bozkırların kuş uçmaz kerva n geçmez köşelerinin birinde, belki ayda bir trenin geçtiği istasyonda görevli iki arkadaştır, Yedigey ve Kazgangap. Aytmatov romanında, sıradan bir yaşamdan, ulusal ve toplumsal sorunlara gönderme yapar.Yer, Sarı Özek bozkırıdır.Kırgızistan'ın uçsuz buca ksız bozkırlarının birinde Sarı Özek'teki basit ve tekdüze bir yaşamın; demiryolcu Yedigey'in, İkinci Dünya Savaşı'ndan beri arkadaşı ve en yakın dostu Kazangap'ı, vasiyeti üzerine, atalarından miras kaldığına inandığı ve kutsal bildiği Sarı Özek bölgesind e bir mezarlığa gömmek istemesinin ve bu süreçte yaşadığı çelişkilerin öyküsüdür. Çevre ve kişiler, bize pek yabancı olmayan, Orta Anadolu bozkırlarının ve halkının adeta bir kopyasıdır. Aytmatov'un yapıtlarında başlangıç, aynı zamanda bitiştir. Başlayan her şey biter, biten her şey de yeni bir başlangıçtır. Zamanın erdiği bozkırlarda, gün, yüzyıl kadar uzun; geçen yüzyıllar ise bugün kadar yakındır aslında. Aytmatov tren raylarının sonsuzluğa uzayıp giden kıvrımları arasında yiyecek arayan bir tilkinin yaşadıklarını adeta empatik yaklaşımla yaşatır bizlere. Kazgangap, sağlığında, Kırgız efsanelerinin birinde adı geçen Nayman Ana türbesinin yer aldığı Ana Beyit bölgesine gömülmek istediğini söylemiştir. Her şey, bir devenin sırtında Ana Beyit mezarlığına yol alan cenaze konvoyunun en önünde giden
151
Yedigey'in bilincinde oluşur ve gelişir. Sarı Özek'teki istasyondan kutsal mezarlığa giden cenaze konvoyunun başını çeken Yedigey, can dostu Kazgangap'la yaşadıklarını, bu kısa yolculuk sırasında geri dönüşlerle bilinç üstüne çıkarır. Romanın ilerleyen sayfalarında, anlatılanların, bu yolculuk boyunca tahayyül edilenlerin ürünü olduğu ortaya çıkar. Yedigey, koca ömrü, bir güne hatta saatlere sığdırır; geçmişin, şu anın ve geleceğin aynı şey olduğunu, deve sırtındak i bilinç akışlarında yaşar ve yaşatır. Gün Olur Yüzyıl Olur, dönemin yönetim anlayışına, Stalin diktatörlüğüne eleştirel bir bakış getirir. Bu eleştirel bakış, devlet kademelerinde görev yapan kişilere olumsuz karakterler çizilmesiyle kendisini gösterir. Roman kahramanlarında Sabitcan, bozkırın karşısında şehri, sıradan Kırgızın karşısında ise yönetime yakın, toplumsal yabancılaşmaya örneği temsil eder. Aytmatov'un yapıtlarında olumsuz kişilerin şahsında, sistemin yozlaşmış uygulamaları, üstü kapalı da ols a acımasızca eleştilir. Yedigey, can dostu Kazgangap'ın naaşını vefa borcunu ödemek üzere küçük bir cenaze konvoyuyla Ana Beyit'e götürmektedir. Ancak, destan kahramanı Nayman Ana'nın mezarının bulunduğu Ana Beyit'te, Sovyet yönetimince bir uzay üssü kuru lmuştur. Cengiz Aytmatov, romanında "mankurt" kavramını bir sosyoloji terimi yapacak derecede çarpıcı sosyolojik saptama yapar. Mankurt, Aytmatov'dan sonra, geçmişini unutmuş, bedeniyle ve ruhuyla karşı tarafın buyruğu altına girmiş, yeni efendisine yaran mak için kendi değerlerine, ailesine ihanet edenlerin ortak adıdır. Nayman Ana, mankurt olan oğlunu kurtarmaya çalışan, umut ve korku dolu bir yürekle çalkalanan bir Kırgız anasıdır. Onun mücadelesi, trajediyle bitse de, sonraki yüzyıllarda yaşanacaklara âdeta geçmiş çağlardan, ötelerden bir uyarıdır. Kırgız ananın trajedisi, bulduğu sandığı bir anda, oğlunun okuyla öldürülmesiyle, efsaneden modern topluma bir projeksiyon tutar. Tarihsel mankurtlaşma, aslında, modern zamanlarda yaşanan mankurtlaşmanın iz düşümüdür âdeta. Gün Uzar Yüzyıl Olur'da geçmiş ile şu an, gerçekler ile destanlar iç içedir. Juan Juanlar, Sarı Özek bozkırında yaşayan Naymanların topraklarını istilâ eder. Tutsak aldıkları Nayman gençlerinin kafalarına yaş deve derisinden bir başlık ge çirirler. Güneş altında kurumaya ve daralmaya başlayan deri, esirlere korkunç acılar verir. Tutsaklar bu işkencenin sonunda ya ölürler ya da mankurtlaşırlar yani belleklerini ve bilinçlerini yitirirler. Juan Juanlar, tutsakların anılarını belleklerinden si lmekle, insanlığın bilincini yok etmekle insanlık onurunu ayaklar altına almayı başarmış bir topluluktur. Mankurtlaşan tutsak artık efendisinden başkasını tanımaz. Ne anasını, ne babasını, ne de bir başka şeyi hatırlar. Ağzı var, dili yoktur artık; isyanı ve itaatsizliği hiç düşünmeyen tek varlıktır yeryüzünde., Yedigey'in Kazgangap'ı gömmek istediği yer, Nayman Ana'nın mezarı artık uzay üssüdür. Romanda yerleşik sistemin değerlerini simgeleyen Kazgangap'ın oğlu Sabitcan ise babasının cenazesine dahi zorla gelmiştir; herhangi bir sorun çıkmadan bir an önce törenin bitmesini ve şehre dönmeyi istemektedir. Üsse yaklaşan cenaze konvoyunu durduran nöbetçiler, buranın askerî bölge olduğunu söyleyerek cenaze konvoyunun Ana Beyit'e girmesine izin vermek istemezl er. Tartışma sürerken Nöbetçi subay gelir. Nöbetçi subay Kırgız kökenli bir delikanlıdır. Kendi halkından bir muhatapla karşılaşan Yedigey sorunu çözeceği inancıyla konuyu açıklamaya başlar. Nöbetçi subayın cevabı çok kısa ve çarpıcıdır: "Yoldaş, Rusça konuş" . Yedigey afallayarak niçin Kırgızca konuşmadığını sorar. Kırgız subay görevde olduğunu, görevde iken Kırgızca konuşamayacağı cevabını verir.
152
Konvoy çaresizlik içinde, kutsal topraklardan uzaklaşır. Yedigey başka bir yerde cenazeyi yaparak gömer; ancak Kırgız geleneklerini, tam olarak bilmeden ve uygulayamadan gömmek onu çok rahatsız etmiştir. Aytmatov, baskıcı bir rejimin yerel ve ulusal değerleri silmeye çalıştığı bir zamanda alegrofik imgelerle ulusal kimliğini örten perdeyi aralamayı bilmiş, toplu msal sorunları ve bu sorunların derin yapılarını zamanın gündemine taşıma olanağını yaratmış ve romanlarıyla insanlığın hizmetine sunmuştur.
Gurbet Hikayeleri - Refik Halid Karay 1.KİTABIN KONUSU : Kitabın konusunu bir veya birden fazla kişinin başından geçmiş, yaşanmış olaylar oluşturmaktadır. Memleket özlemi kitapta çok olarak işlenmiş konular arasındadır. 2.KİTABIN ÖZETİ : Eskici : Hasan adında bir çocuk vardır ve İstanbul'da yaşamaktadır. İstanbul'da yaşarken anne ve babasını kaybetmiş, hiç yakın a krabası kalmamıştır. Yöre halkı Hasan'ı Filistin'e halasının yanına göndermeyi uygun görmüşlerdir. Hasan'ı vapura bindirip Filistin'e gönderirler. Halasının yanına giden Hasan, o yörenin diline yabancı olduğu için hiç kimsyle konuşmaz. Bir gün halasının evine ayakkabıları tamir için bir eskici gelir ve Hasan onun karşısına oturarak onu seyretmeye başlar. Daha sonra eskiciye ' çiviler ağzını acıtmıyor mu?' der. Eskici önce çocuğun Türkçe konuşmasını garipser. Daha sonra sen nerelisin diye sorar. Hasan anlat maya başlar. Hiç durmadan konuşmaktadır. Eskiciyle beraber memleketlerinden bahsederler. Eskicinin işi bitmiş, gitme zamanı gelmiştir. Ayrılırken hasan çok ağlar ama elinden hiçbir şey gelmez. Köpek : Osman memleketinden uzun süre önce ayrılır ve Lübnan' da çalışmaya başlar. Osman kimseyle konuşmayan çok yalnız biridir. Bir gün yine işe çıkmışken arkasına bir köpek takılır. Ona bakınca onunda memleketinden uzak olduğunu düşünür. Köpeğin kaderinin kendisine benzediğini düşünerek onu yanına alır. Artık her y ere onunla gider olmuştur. Köpek, Osman'ın yanına geldiğinden beri kilo alır, Osman'la oynamaya onu sevmeye başlar. Bir gün Osman'ı Lübnan'da zabitler yakalar. Yasak olarak çalıştığından dolayı onu şehir dışı etmek isterler. Ama köpeğin onunla beraber git mesini istemezler. O zamanlar hayvanların hastalık bulaştırma tehlikesi olduğu için, onları şehir dışı etmek yasaktır. Bu nedenle Osman'ı köpeksiz şehir dışı ederler. Osman çok üzülür hatta ayrılırken köpekle bile vedalaşır. Köpek ağlamaklı olmuştur ama bi r şey yapamaz. Osman'ın eski neşesi artık kalmamıştır. Kader yine ona kazığını atmıştır. Testi: Ömer adında bir genç Lübnanda şoförlük yapmaktadır. Bir akşam arabasına üç bedevi biner ve ondan hemen bir doktara gitmesini isterler. Adamlardan biri nefes a lırken zorluk çekmektedir. Ömer merak edip nesi olduğunu sorar. Bedevilerden yaşlıca olanı yanındakinin testisiden su içerken, testinin içine düşmüş olan bir arının boğazına kaçarak onu soktuğunu söyler.
153
Lübnan halkı o zamanlar hastalık bulaşır korkusuyla bardak kullanmaz, testiyle içerlerdi. Testiyle içerkende ağızdan birkaç parmak yukarıdan akıtarak içerelerdi. Bu tür olaylar orada çok sık olurdu. Adam bir ara nefes almamaya başlar. O sırada ömer doktor yazılı bir yerde durur ve adamı içeri taşırlar. Fakat doktor birkaç saat önce hayata gözlerini yummuştur. Arı tarafından sokulan adamda aradan çok geçmeden doktorun yanında yerini alır. 3.KİTABIN ANA FİKRİ : Kitapta, insanın memleketi kadar güzel bir yere sahip olamayacağı, onun kıymetini, ondan uzak kalanların daha iyi bildiğini ve uğruna her şeyden vazgeçilebilecek bir şey olduğu savunulmuştur. 4.KİTAPTAKİ ŞAHISLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ : HASAN: Hasan kendi halinde, sevecen, yardımsever ve yaşamaktan zevk alan biridir. Başından geçen olaylar onu derinde n etkilenmişse de, hayata bağlılığı fazla zayıflamamıştır. ESKİCİ: Hayatta öylesine yaşayan, memleketinden uzun süre önce ayrılmış işini çok iyi yapan ve memleketlilerine karşı çok iyi davranan biridir ÖMER: Küçük yaşta memleketinden ayrı düşmüş, çok iyi araba kullanan, bilgili, kültürlü ve görmüş geçirmiş birisidir. OSMAN: Çok duygusal bir yapıya sahip, hayattta başından geçen olaylardan sonra kimseye güveni kalmamış, ama sevgiye sevilmeye muhtaç biridir. 5.KİTAP HAKKINDA ŞAHSİ GÖRÜŞLER : Kitap memleketimizin ne kadar güzel ve pahabiçilmez değerde olduğunu gözler önüne seren, okuyanı çok derinden etkileyen ve onların memleketlerine karşı olan duygularını çoşturan güzel bir yapıttır. Dili sade ve anlaşılması kolaydır. Yazar herkesin anlayacağı tüden bir üslup kullanmıştır. Herkesin okuması ve olaylardan ders çıkarması gereken bir kitaptır. 6.KİTABIN YAZARI HAKKINDA KISA BİLGİ : 1888'de İstanbul'da doğan Refik Halit, Bank -i Osmani serveznedarlarından, "bâlâ" rütbesine sahip Mehmed Halid Bey'in oğludur. Vezneciler'de Şemsu'l -Maarif ve Göztepe'de Taş Mektep'te okuyan ve ayrıca özel dersler de alan Refik Halid, Mekteb -i Sultani'yi terkettiği gibi, Mekteb -i Hukuk'u da yarıda bırakıp Maliye Merkez Kalemi'ne katip olarak girdi. 1908'de katipliği bırakarak, Se rvet-i Fünun'da ve Tercüman -ı Hakikat'te çalışmaya başladı, bu arada kendisine ait Son Havadis adıyla bir gazete çıkardı ancak bunu on beş sayı sürdürebildi. Fecr -i Ati Topluluğu'na katıldı, Servet -i Fünun'a yazılar verdi. Kalem adındaki mizah dergisinde d e "Kirpi" müstear ismiyle siyasi mizah yazıları yazdı. Sada -yı Mi llet'te, bilahare Cem'de Kirpi müstear ismiyle yazılar yazdı. Gazeteci Ahmet Samim'in 9 Haziran 1910'da İttihatçılarca katledilmesi üzerine İştirak adlı gazetenin 13 Haziran 1910 tarihli nüs hasının buna ilişkin yazılara ayrılmasını sağladı ve bu yüzden İttihat ve Terakkicilerce mimlendi. "Kirpi" müstear ismiyle yazdığı, İttihat ve Terakki Fırkası'nı yerden yere vuran yazılarını "Kirpinin Dedikleri" adıyla bir kitapta topladı ve bu arada Hürri yet ve İtilaf Fırkası'nın elindeki Beyoğlu Belediyesi'nde yedi ay süreyle Başkatip olarak çalıştı, Mahmud Şevket Paşa'nın katlinden hemen sonra da, yargılanmaksızın Sinop'a sürüldü (1913), bilahare Çorum, Ankara ve Bilecik'e
154
gönderildi. Bilecik'teyken ongü nlük bir izinle İstanbul'a geldiğinde Ziya Gökalp'in yardımlarıyla geri dönmedi yani sürgünlüğü son buldu (1918). Robert Kolej'de bir yıl kadar Türkçe öğretmenliği yaptı, bu arada Vakit, Tasvir -i Efkar ve Zaman gazetelerinde makaleler yayınlayan Refik Hal id, Damat Ferit Paşa'nın dostluğu sayesinde, mütarekeden hemen sonra Hürriyet ve İtilaf Fırkası'na katıldı, Posta ve Telgraf Umum Müdürü olarak görevlendirildi (1919). İzmir'in işgalinden sonra Anadolu Hareketiyle İstanbul Hükumeti arasında yaşanan telgraf krizinde İstanbul Hükumetini tuttuğu için, İstanbul'un işgalcilerden kurtarılışının ardından 09.11.1922 tarihinde Beyrut'a kaçtı. Yüzellilikler listesine alınması ve ihracı konusunda baskı yapılması üzerine Suriye'nin vatandaşlığını kabul etmek zorunda ka lan Refik Halid, Halep'te yayımlanan Doğruyol ve Vahdet gazetelerini yönetti, bir ara kendi adına çıkardığı gazeteyi de tepkiler yüzünden kapatmak zorunda kaldı. Af Kanunuyla, 1938'de yurda dönüp, yazmaya ve geçimini bu yoldan sağlamaya devam eden Refik H alid, 18.7.1965 tarihinde İstanbul'da öldü. ESERLERİ: Romanları:İstanbul'un İçyüzü,Yezidin Kızı, Çete, Sürgün, Anahtar, Bu Bizim Hayatımız, Nilgün 1 -2-3, Yeraltında Dünya Var, Dişi Örümcek, Bugünün Saraylısı, İkibin Yılın Sevgilisi, İki Cisimli kadın, Ka dınlar Tekkesi, Karlı Dağdaki Ateş, Dört Yapraklı Yonca, Sonuncu Kadeh. Hikaye Kitapları:Memleket Hikâyeleri, Gurbet Hikâyeleri,Kirpinin Dedikleri, Ago Paşa'nın Hatıraları, Ay Peşinde, Sakın Aldanma İnanma Kanma, Tanıdıklarım, Guguklu Saat, Bir Avuç Saçma , Bir İçim Su, İlk Adım, Üç Nesil Üç Hayat, Minelbab İlelmihrab.
ilk baskısı yayınevimiz tarafından yapılan Bir Ömür Boyunca, yazarın 1922 -1938 arasındaki sürgünlük yıllarını kapsayan anılarıdır. Ama anlattıkları bu yıllarla ve bu dönemin olaylarıyla sın ırlı değildir. Beyoğlu'nun lokanta adabı, Sinop'taki sürgün dünyası kadar Resneli Niyazi'nin meşhur geyiğinin akıbetini de Refik Halid'in güzel ve özgün üslubundan okuruz. Bir Ömür Boyunca, yazarın ölümünden sonra yayınlanan en güzel ve önemli eseridir.
155
1.Dağa Çıkan Kurt - KONUSU Topluca alınan kararlara uymanın gerekliliği ve alınan bu kararlara uymamanın getireceği zararlara dikkat edilmesi gerektiğidir.
2.Dağa Çıkan Kurt - ÖZETİ Olay bir şairin yazar bir Fransız kurt masalını anlatması ile başlar. Şair yazara söz vermesine rağmen dağa çıkan kurt hakkındaki şiirini bir türlü yazara gönderemez. Yazar beklemekten bıkar ve kendini kurt hülyaları içinde bulur. Karacaaahmet mezarlığı civarında fakir ve yoksul olan küçük bir evin çocuğudur.Babasını savaşta kaybetmiştir. Annesi her akşam eve geşmesini beklemekte ve getireceği ekmeği yiyerek karnını doyurur.Fakat o akşam annesi biraz gecikir. Sonunda annesi karşıda görünür.Fakat elinde ekmek yoktur.Aç kalacağını anlar. Vakit artık geç olmuştur ve yatarlar. Çocuk yatakta annesi ise yarı tahta yarı hasır bir yatakta yatmaktadır.Gece çocuk yatağının üstünde bir şeylerin kıpırdadığını hisseder fakat bunun annesine anlatmaz.Hafifçe gözlerini açar. Karşısında savaştan çıktığı her halinden belli olan, her yanı yara bere içinde ve ağzından kan damlayan bir kurt durmaktadır.Bu durum babasının anlattığı bir kurtmasalını anımsatır. Bir gün ormanda bütün hayvanlar birbirine girer.Bozulmadık yuva,ezilmedik çalı, çiğnenmedik ot kalmaz.Kısacası taş taş üstünde kalmaz. Uzun süre bu böyle devam eder. Hayvanlar birbiri ile konuşmazlar ve birbirine düşmanca hareket etmeye devam ederler.Bunun böyle gitmeyeceğini anlayan ormanın en yaşlısı olan fil bir toplantı yapmak ister ve bütün hayvanların bir araya gelmesini ister. Toplantı yapılır ve toplantıda artık düşmanca tavırların bırakılacağı ve dostluk içinde yaşanması gerektiği kararına varılır.Bu kararda şu sonuç çıkıyordu.Her hayvan kendi bölgesindehür ve serbest olarak gezebilecekti.Etçil hayvanlar bu duruma pek rıza göstermedi ama yine de boyun eğdiler. Otçul hayvanlar bu duruma çoktan razı idiler.Yine de hayvanlar arasında bir takım huzursuzluk olduğu meydandaydı.Sonunda bu huzursuzluğunun sebebinin kurt oldduğu ortaya çıktı.Topluca kurt diyarına saldırdılar.Yıkılmadık yer bırakmadılar.Kurt bu bozgun karşısında öcünü almak için dağa çıktı.
3.Dağa Çıkan Kurt - ANA FİKRİ Genel olarak kitapta, toplumsal olaylara ne kadar ilgisiz kaldığımız ve olayların karşısında bu ilgisizliğin bizlere nelere mal olduğunu anlatmaya çalışıyor.
4.Dağa Çıkan Kurt - ŞAHISLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ Kitap birçok hikayeden oluştuğu için belli bir şahıs yoktur.Onun için şahıs değerlendirmesi yapmak
156
mümkün değildir.
AÇLIK / KNUT HAMSUN Eserde, yazarın gençlik yıllarında yazar olmak için verdiği mücadele etkileyici bir üslupla anlatılmaktadır. Roman, açlığı en korkunç derecede yaşayan bir yazarın öyküsüdür. Açlık kahramanın fiziksel ve ruhsal durumunu derinden etkiler. Knut Hamsun, bu hâli Açlık adlı eserinde ustalıkla anlatmaktadır. Açlık Kahramanları (Kişileri) Andreas Tangen: Gerçekte romanın başkahramanının ismi hiç zikredilmemektedir. Bu lakabı, kahramanın kendisi-uydurur. Tek ideali yazar olmaktır. Âdeta yazar olmak için yaşar. Park ve mezarlıklarda sabahlayan, çoğu zaman aç oİan, gururlu bir gençtir. Hayal gücü çok geniştir. Ylajali: Başkahramanın âşık olduğu kadındır. Bu ismi de başkahraman uydurmuştur. Açlık Özeti: Andreas, kiralık bir odada yarı aç, sefil bir hayat sürmektedir. Çok yoksuldur. Birkaç gazetede yayınlanan yazısından aldığı paralarla karnını doyurmaya çalışmaktadır. Yazlan çoğu zaman parklarda kalmakta, yazılarını da sokaklarda yazmaktadır. Çok aç kaldığı zaman üstündeki eski püskü giysilerini satarak karnını doyurmaktadır. Fakat asla ideali olan yazarlıktan vazgeçmez. Andreas sokaklarda yazarlığı için çok zengin bir malzeme ile karşılaşır. Hiç tanımadığı insanlarla dost olur, onlar hakkında zihninde hayaller kurar. Hayal gücü çok geniştir. Yazma tutkusu ona inanılmaz şeyler yaptırır. Sürekli zihnindeki kurgularla gerçeği birbirine karıştırır. Andreas, iş bulmak için pek çok yere başvurur. Fakat hiçbir yer onu işe almaz. Yavaş yavaş aç kalmaya başlar. Bu arada kaldığı odasının da kirasını ödeyemez. Çok gururlu olduğu için bu durumdan utanır. Bugünlerde yardımına bir yazısı koşar. Bir gazetede yazısı yayınlanmıştır ve karşılığında 10 kron verilecektir. Andreas çok mutlu olur. Kirasını öder ve durumu biraz düzelir. Andreas’in rahat günlerinin üzerinden az bir zaman geçmiştir. Yine parası tükenmiştir. Açlık dayanılmayacak hâle gelmiştir. Sokaklarda soğuk ve açlığın etkisiyle zihni bulanmaya başlar. Hayaller görür. Geceleri ahırdan bozma bir teneke imalathanesinde uyumaktadır. Andreas, gururundan hiçbir yardımı kabul etmez. Gözlüğünü rehineye vermeye çalışır; fakat adam almaz. Açlıktan ne yapacağını şaşırmış durumdadır. Artık yerde bulduğu bir portakal kabuğunu kemirmek zorunda kalır. Dilinin altına bir taş koyarak açlığını bastırmaya çalışır. Gururunu bir kenara bırakıp dilenmeye kalkışır; fakat bir şey elde edemez. Açlıktan mecali kalmamıştır. Rehineye gidip ceketinin dört düğmesini vermeye çalışır. Adam, bunu da kabul etmez. Oradan ayrılırken bir dostu ile karşılaşır. Arkadaşı da fakir biridir. Fakat ona acır ve bir miktar para verir. Andreas bir hafta tok gezer. Andreas’in gazeteye verdiği yazılar da üslubu ağır gerekçesiyle basılmaz. Yine açlık günleri başlar. Sefaletin pençesine düşmüştür. Açlık dayanılmaz boyutlara gelince parmağını ısırır ve kanını emerek yaşamaya çalışır. Her şeye rağmen yazmakta ve yazmaktan asla vazgeçmemektedir. Fakat yazı yazarken mumu biter. Bakkaldan ödünç mum istemeye gider. Orada bir kadınla karşılaşır. Bakkal, kadının verdiği parayı Andeas verdi zannederek paranın üstünü Andreas’in avucuna bırakır. Andreas, aç olduğu için almaya mecbur kalır. Karnını bir lokantada doyurur. Fakat midesi uzun zamandır açlığa alıştığı için yemeklerin hepsini çıkanr. Yolda bakkalda gördüğü kızla karşılaşır ve onunla uzun zaman sohbet eder. Kıza âşık olmuştur. Yalnız kızın hayal mi gerçek mi olduğundan emin olamaz. Yolda bir kaza geçirir ve ayaklan ezilir. Andreas, açlıktan ne yapacağını bilemez. En sonunda bir kasaba gider ve köpekleri için kemik ister. Kemikleri kemire-rek açlığını gidermeye çalışır. Yollarda onun perişanlığına acıyan bir komutan ona para verir. Böylece açlıktan ölmekten kurtulur. Bir süre karnını bu parayla doyurur. Andreas’in artık açlıktan yazmaya mecali kalmamıştır. Pansiyon sahibi de artık parayı ödemediği için onu çıkarmak istemektedir. Bir akşam, kendini kapıda bulur. Artık dayanacak gücü kalmamıştır. Rıhtıma gider ve İngiltere’ye gitmek üzere bir gemiye tayfa olarak yazılır. Hayallerinden ayrılarak ingiltere’ye doğru yol alır.
SES VE ÖFKE / William FAULKNER Eser Hakkında: Eser, farklı bakış açılarıyla anlatılır ve dört ana bölümden meydana gelir. Ses ve Öfke, bilinç akışı
157
yöntemi ile yazılmıştır. Bilinçakışı Yöntemi: Yazar, kahramanların bilincinden geçen olayları müdahale etmeden anlatır. Birinci bölüm, 7 Nisan 1928′de Benjy’nin bilincinden geçen olayların anlatılmasından ibarettir. İkinci bölüm, 2 Haziran 1910′da Quanten’in intihar etmeden önceki yaşadıklarının onun zihninden anlatılmasıdır. Üçüncü bölüm, 6 Nisan 1928′de Jason’ın bakış açısıyla anlatılan olaylar oluşturur. Dördüncü bölüm, 8 Nisan 1928′de Paskalya günündeki olaylar oluşturur. Ses ve Öfke Özeti: Benjy otuz üçüncü doğum gününde, bakıcısı Luster’le golf oyunu seyretmektedir. Bu arada kız kardeşi Caddy’yi hatırlar. Luster de karnaval ücreti için gerekli olan 25 sentini kaybetmiştir. Onu aramaktadır. Bu yüzden, Benjy’yi yalnız bırakır. Benjy, yeğeni Miss Quanten’i karnaval tellalı ile öpüşürken görür. Luster de parasını bulamamıştır. Eve dönerler. Mutfakta Benjy1 nin doğum günü pastası durmaktadır. Luster, Dilsey gidince Benjy’yi kızdırmaktadır. Fırında Benjy’nin elini yakmasına neden olur. Dilsey, Benjy’nin eline merhem sürer ve eline çok sevdiği Caddy’nin terliğini verir. Benjy ancak Caddy’nin terliğini eline alınca susmaktadır. Luster, yemek anında Jason’dan para ister. Jason vermez. Miss Quanten’le Jason kavga ederler. Herkes yattığında, Luster, Benjy’yi yatak odasına götürür. Onu uyutmaya çalışırken Miss Quanten’in pencereden atlayarak kaçtığını görür. Geçmiş Zaman Sene 1898′dir. Bütün çocuklar henüz küçüktür ve bahçede oyun oynamaktadır. Caddy, bir ağaca çıkarak evdekilerin ne yaptığını görmeye çalışır. Evde büyük bir kalabalık vardır ve herkes somurtmaktadır. Caddy, kalabalığın eğlence için toplandığını düşünür. Oysa büyük annesi ölmüştür. Benjy, kız kardeşi Caddy’yi çok sevmektedir. O yanında iken kendini iyi hissetmektedir. Bazı duyulan çok kuvvetli olan Benjy, Caddy’nin yağmur gibi koktuğunu düşünmektedir. Jason ise onun kâğıt bebeklerini kesmektedir. Caddy on dört yaşına gelince makyaj yapmaya başlar. Erkek arkadaşlarıyla daha yakın ilişkide bulunur. Benjy, tüm masumluğuyla bu durumdan nefret etmektedir. Caddy, safiyetini yitirince Benjy ağlar, sürekli yıkanmak ister. Adeta Caddy’nin kirini temizlemek istemektedir. Bir yıl sonra, Caddy evlenir. Caddy’yi gelinlikle gören Benjy ağlar. Caddy evden kocasıyla ayrılınca çok üzülür. Bir ay sonra, Harward Üniversitesinde okuyan Quanten ölür. Benjy kardeşini çok sevdiği için onun bu ölüm haberini duymasını engellerler. İki yıl sonra da babası ölür. Cenaze günü, annesi ile mezarlığa gider. Jason, babasının mezarına onlarla gelmez. Quanten, 2 Haziran 1910 Şimdiki Zaman Quanten, erkenden kalkar, sürekli saatin tik taklarını dinler. Saatinin camını kırar. Zaman kavramı üzerinde düşünür. Kiliseye gitmemek için yavaş hareket eder. Tıraş olur, temiz kıyafetler giyer ve dışarı çıkar. Yolda saatlerin zamanı doğru göstermediğini düşünür. Bir dükkândan üç demir ütü alır. Cambridge kasabasına gider. Ütüleri köprünün altına saklar. Köprüden bir fırına gider, simit alır. Küçük bir kız görür ve o-na dondurma ikram eder. Çocuk, sürekli onu takip etmeye başlar. Kızın fırsatçı ağabeyi, onu, kızı kirletmekle suçlar. Mahkemeye çıkarılır. Kefaletle serbest bırakılır. Quanten akşam odasına döner. Elbisesinin lekesini çıkarmaya çalışır. Arkadaşı Shreve’ye bir mektup yazar. Sürekli aklının takıldığı ve sırrını çözemediği saatini de ona bırakır. İntihar etmek için odasından çıkar. Geçmiş Zaman Quanten de Benjy’nin hatırladıklarının aynını hatırlar. Quanten’in zihninde kız kardeşi Caddy’nin bir erkekle olan macerası derin bir iz bırakmıştır. Erkek arkadaşı Caddy’yi öpmüştür. Quanten otla kardeşinin yüzünü siler. Benzer bir olay Quanten’in de başından geçmiştir. Caddy, Quanten’e bunu hatırlatarak onu kızdırır. Kavga ederler. Quanten, bundan başka Caddy’nin Dalton tarafından kirletildiği günü hatırlar. Qunanten, Benjy’nin önsezilerini ve koku duyusunun kuvvetini bilmektedir. O gün, Benjy’nin Caddy’den kirli bir koku duyarak inlediğini anımsamaktadır. Quanten, Dalton’u öldürmek ister. Tabancasıyla onu öldüreceği sırada, bayılır. Silah patlayınca, Caddy yanlarına koşar ve Dalton’u kovar. Bütün bu hadiseleri öğrenen Bayan Compson, kızını bir başkasıylaf Herbert’le) evlendirmeye karar verir. Quanten, düğünden önce Herbert’le tanışır; fakat onu hiç sevmez; âdeta kardeşini kıskanır. Quanten, Her-bert’in kötü şöhretini bilmektedir. Kardeşini evlenmemesi için uyarır. Kendisiyle gelmesini ister. Caddy ona kızar. Jason, 6 Nisan 1928 Jason, ailenin reisidir. Fakat o, sadece parayı düşünen, sorumsuz bir kişidir. Caddy’den sürekli para
158
gelmektedir. A-ma Caddy terk edilince para gelmemeye başlar. Bunun üzerine, Caddy’nin yıllar önce kızı Quanten için ayırdığı çeki çalar. Jason, bununla da kalmaz. Annesinin onun için sakladığı bir dükkân hissesini de satar ve otomobil alır. Değişik işlere girer; fakat hep başarısız olur. Quanten’in hoyratlığı onu rahatsız etmektedir. Quanten’i sevgilisiyle yakalamak için uğraşır durur. Quanten’le uğraşmakla yetinmeyen Jason, Luster’i sinirlendirmek için biletleri yakar. Paskalya , 8 Nisan 1928 Dilsey, aileyi ayakta tutan tek kişidir. Kiliseden dönerken ev içindeki kaosu görür ve ailenin sonunun geldiğini düşünür. Onun düşüncesini doğrulayacak bir olay ortaya çıkar. Quanten, annesinden kalan yüklüce bir parayla kaçmıştır. Jason, onu yakalamak için Quanten’in karnavaldaki sevgilisini bulmaya karar verir. Karnavaldaki adamla kavga eder, yaralanır ve aramaktan vazgeçer. Romanın sonunda Luster ile Benjy faytonla gezerlerken Luster atları hızlandırır. Benjy çok korkar. Jason’la karşılaşırlar. Jason, Luster’i tokatlar ve Benjy huzurlu bir şekilde elinde, sapı kırılmış nergis çiçeğine bakar.
OSMANLI'NIN KURULUŞ DEVRİNİ KONU ALAN ROMANLAR OSMANOĞULLARI – Feridun Fazıl TÜLBENTÇİ
Osmanoğulları romanında Feridun Fazıl Tülbentçi 1281–1320 yılları arasındaki zaman dilimini ele alır. Romanda, bu yıllar arasında Kayı aşiretinin yaşayışı, tekfurlarlamücadeleler, savaşlar, aşiretten devlete geçişin bütün safhaları anlatılır. Osman Bey henüz yirmi yaşında bile değildir. Öyle olduğu hâlde Ertuğrul Bey aşiretin idaresini ona bırakmıştır. Ertuğrul Beyin kardeşi Dündar ise bu durumu hazmedememiş, aşiretin düşmanlarıyla birlik olmuştur. Şövalye Laskaris, Papas Arkitas, Konyalı Mesut, Korhan onunla beraber hareket etmektedirler. Vaka 1281 yılının Şubat ayında Kartallı Hanında başlar. Korhan ve arkadaşları, Şövalye Laskaris, Osman Bey aleyhine plânlar yapmaktadırlar. Varhisar Tekfuru Nikefor, İnegöl Tekfuru Nikola ve Bilecik Tekfuru ile işbirliği içindedirler. Romanda Osman Gazi ve arkadaşları ön plândadırlar. Orhan Beye fazla yer verilmemiştir.
Bu romanda kurgu olmadığı söylenebilir. Hadiseler kopuk kopuktur. Macera romanı niteliği ağır basmaktadır. Tarihî vakalar macera kisvesinde sunulmuştur. Romanda karakter tahlilleri bulunmaz. Yazar şahısları işlememiş, onları destan tipleri gibi düz bir şekilde anlatmıştır. Şahıslar, sadece olaylar dolayısıyla görünürler ve mekanik olarak bazı faaliyetleri yaparlar. Bu durum, tabiatıyla biraz da okuyucu kitlesiyle ilgilidir. Feridun Fazıl Tülbentçi'nin romanları, ortaokul ve lise çağlarındaki gençlere hitap etmek, onlara tarih bilgisi, tarih sevgisi ve okuma merakı aşılamak için kaleme alınmıştır. Tarihî bilgiler dipnotlarla verilmektedir. Bu durum roman sanatına aykırıdır. Fakat çocukluktan henüz çıkmakta olan gençler üzerinde olumlu etkiler uyandırdığı söylenebilir. Yeni yetişme çağlarında olan gençler, pek çok bilgiyi bu şekilde hafızalarına nakşedeceklerdir. Eserde edebî olmamakla beraber doğru ve sağlam bir Türkçe kullanılmıştır. Yazar devrin üslûbunu vermeye, şahıslan o devirde yaşıyormuş gibi konuşturmaya dikkat etmiştir. Olayları anlatırken dikkatsizlikler ve ihmaller görülmektedir. Tarihî hadiseler, alelade maceralar gibi yüzeysel bir şekilde ele alınmıştır. Bütün bu kusurlarına rağmen bu hacimli eser, tesir bakımından oldukça önemlidir. Kitabın başında şöyle bir ibare bulunmaktadır: "İnkılap Kitabevi, size Feridun Fazıl Tülbentçi'nin Osmanoğulları adlı büyük tarihî romanım 159
takdim eder. Yüzlerce yerli ve yabancı vesikaya istinat edilerek yazılan bu eserde, Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşunu ve onun muhteşem banisi Osman Gazi'nin hayatını, göğsümüzü İftiharla kabartan muzaffer savaşlarını, aşkını, ıstırabını merak ve heyecanla okuyacaksınız." Yazarın yüzlerce eser karıştırdığı doğrudur. Bu durum, romanına koyduğu dipnotlardan da anlaşılmaktadır. Tülbentçi, çeşitli konularda kendi vardığı görüşleri de bu dipnotlarda belirtmiştir. DEVLET ANA – Kemal TAHİR Kemal Tahir Devlet Ana romanında, Osman Bey zamanını ele alır. Roman dört bölümden oluşur. Bölümler sırasıyla; Kancık Vuruş, Uyandınlan Işık, Dost Çelmesi ve Derin Geçit adlarını taşırlar. Roman, Şövalye Notüs Gladyüs'ün Issızhan'da hancı Mavro'dan, Türkmenler ve çevre hakkında bilgi almasıyla başlar. Sen Jan şövalyelerinden olan Notüs Gladyüs, Napoli kralının gayrimeşru oğludur. Türkmenleri ve Rumları sevmez. Kötü emellerle buralara gelmiştir. Ona göre hiçbiri, bu topraklarda yaşamaya lâyık değildir. Bitinya Ucu adı verilen bu toprakları ele geçirecek ve kendi krallığını kuracaktır. İki topluluğu birbirine düşürmenin yollarını aramaktadır. Şövalyenin, aslen Moğol olan ve Türkopol lakabı ile tanıtılan Uranha adında bir arkadaşı vardır. İkisi, kıyafet değiştirerek mağarada yaşamakta olan Cenevizli Keşiş Benito'nun kılavuzluğunda ertesi sabah erkenden Kayı aşiretine giderler. Ertuğrul Bey’in at bakıcısı Demircan'ı öldürüp atları çalarlar. Demircan'ın nişanlısı Liya'ya tecavüz ederler, onu da öldürürler ve Liya'nın cesedini farklı bir yere götürürler. Olayda Karacahisar damgalı okları kullanırlar. Maksatları iki topluluğun arasını iyice açmaktır. Romandaki olaylar, bu cinayete bağlı olarak gelişir. Ertuğrul Bey ölür. Osman, beyliğe seçilir. Roman Issızhan'da biter. Uranha ile Şövalye Notüs Gladyüs öldürülür. Romanda devrin sosyal yapısı hakkında pek çok bilgi verilmiş ve değerlendirmeler yapılmıştır: Cavlaklar, Âşık Yunus, "kurtulmalık eser" kavramı, ahilik müessesesi, Ertuğrul Gazi'nin topraklarında hüküm süren kuraklık ve kıtlık, uzun süren barış döneminin insanları yoksullaştırması, göçebe yaşayışında akınların bir gelir kaynağı olması... Romandaki olaylar, bir cinayete ve iki aşk motifine bağlı olarak gelişmektedir. Osman Bey’in, Şeyh Edebali'nin kızı Bala Hatun'a âşık olması, Orhan Bey’in Holofira ile tanışması ve âşık olması, romanı sürükleyen unsurlardır. Savaşlar her ne kadar bu evlilikleri gerçekleştirmek ve yukarıda bahsedilen cinayeti çözmek için yapılıyor gibi gösterilse de, romanın aşiretten devlete geçiş sürecini olumlu ve başarılı bir şekilde ortaya koyduğu inkâr edilemez. Romanda yazar, devlet olmanın büyüklüğünü ve ihtişamım işlemiştir. Romanın sağlam bir kurgusu vardır. Bir polisiye roman hüviyetini taşımaktadır. Yazar, çok hacimli bir eser yazmasına rağmen gerilimi canlı tutmayı bilmiştir. Sahne ve tablolar canlı ve sürükleyicidir. 160
Konuşmalar akıcıdır. Konuşmalarda ironik ve mizahî bir tavır hâkimdir. Tipler kuvvetli ve canlıdır. Tarihî hadiselerin yanı sıra doğu-batı farkı da, işlenen ana temlerden biridir. OSMANCIK – TARİK BUĞRA Üzerinde durulacak diğer roman Tarık Buğra'nın Osmancık adlı eseridir. Romanda Osman Bey’in çocukluktan çıkışı, şahsiyetinin gelişmesi işlenmiştir. Ertuğrul Gazi'nin küçük oğlu olan Osman, uçarı, hareketli, cesur ve yiğit bir gençtir. Eğlence dolu bir hayat içinde amaçsız yaşamaktadır. Onun bu hayat tarzı, Şeyh Edebali tarafından tenkit edilir. Osman, Şeyh Edebali'nin kendisinden bir şeyler beklediğini anlar, ama tam olarak ne istediğini çözemez. Şeyh Edebali'nin kızı Malhun Hatun'a âşık olmuştur. Ama Şeyh bir türlü evlenmelerine razı olmaz. Osman'ın içinde bir sıkıntı belirmiştir. Artık eski yaptığı işler onu tatmin etmemektedir. Yazar, Osman'ın geçirdiği bu devreyi, şahsiyetinin oluşmasını ve olgunlaşmasını, yalnız ferdî ve duygusal çerçevede ele almamış, sosyal ve ideal plânda da işlemiştir. Osman'ın geçirdiği bunalım, yalnız duygusal değildir. O, beyliğin anlamını, hayatının gayesini ve manasını düşünmekte ve anlamaya çalışmaktadır. İç muhasebeler yapar. Romanda Osman’ın bey oluşu, beylik ve liderlik vasıflarını kazanışı anlatılır. Romanda psikolojik bakımdan üzerinde durulan bir diğer karakter de Mihail Kosses'tir. Mihail Kosses'i din değiştirmeye kadar götüren süreç tahlil edilmiştir. Roman bu özellikleriyle tarihî olduğu kadar psikolojik bir boyuta da sahiptir. Romancı tarihten aldığı şahsiyetleri, modern karakterler gibi işlemiştir. Roman Osman Gazi'nin ölümüyle biter. Her tarihî romanda olduğu gibi burada da vakalar ve savaşlar vardır. Fakat roman vaka ağırlıklı değildir. Şeyh Edebali'nin konuk odası birtakım gizli duygu ve düşünceleri ilham eden mekân olarak gösterilir. Ertuğrul Bey, Osman Bey bu odada rüya görürler. Böylece yazar, yalnız şeyhe değil, mekâna da mistik bir fonksiyon yükler. Romanda dikkati çeken bir başka husus, badem ağacı motifidir. Badem ağaçlan, geleceğin müjdecisi olarak sembolik bir şekilde kullanılmıştır. Sık sık badem ağaçlarının aldandıklarına, erken çiçek açtıklarına işaret edilir ve bunun bir aldanma değil aksine kaçınılmaz bir hadise, bir müjdeleme olduğu belirtilir. Şehitler, vakitsiz ölümler de badem ağacının erken çiçek açmasına benzetilir. Yazara göre Bayhoca'nın çok genç bir yaşta şehit oluşu aslında vakitsiz bir ölüm değil, bir müjdelemedir, bu bakımdan gerekli bir şeydir. Badem ağacı nasıl baharın gelişini haber veriyorsa Bayhoca gibilerinin şehitliği de, büyük ve onurlu bir devletin kurulmasını müjdelemektedir. Romanda bir başka unsur rüyaların önemidir. Aydos Kalesi Tekfuru Nikeforos'un yeğeni Evdoksiya, Rahman'ı rüyasında görmüştür. Kaleyi Osman Bey ve arkadaşlarına teslim eder. Böylece rüya, gazanın aslî sebebi olmaktadır. Romanda yerleşme meselesi de ele alınmış, fakat ayrıntılı olarak işlenmemiştir.
161
DÜNKÜ TÜRKİYE – Mustafa Necati SEPETÇİOĞLU Mustafa Necati Sepetçioğlu, Dünkü Türkiye adını verdiği seride Türklerin Anadolu'ya gelip yerleşmelerini ve devlet kurmalarını anlatmaktadır. Kilit romanında Alpaslan,Anahtar romanında Melikşah, Kapı romanında Kılıç Aslan devirleri anlatılır. İlk üç romanında Selçukluları işleyen yazar, dördüncü romanından itibaren Osmanlı dönemini ele alır. Konak Konak adlı romanında 1273'ten Ertuğrul Beyin ölümüne kadar olan hadiseler konu edilir. Roman, Yesevî tarikatının son şeyhi tarafından yetiştirilen ve Türkistan'dan Anadolu'ya göç etmeye karar veren Kumral Dede'nin tanıtılması ve seyahati ile başlar. Kumral Dede yolculuğunda yalnız olmadığını görür. Yolda Rahman adlı bir gençle tanışır. Rahman babasını bulmak için Anadolu'ya doğru yola çıkmıştır. Ayrıca Moğol istilâsından kaçan bir aşiret de Konya'ya gitmektedir. Hepsi Söğüt'e gelirler. Rahman, Osman Beyin silâh arkadaşı olur. Romanın sonunda Ertuğrul Bey ağır hastadır. Osman'a vasiyetini söyler. Bu sırada Mal Hatun'un doğurduğu haberi gelir. Osman Gazi'nin bir oğlu olmuştur. Ertuğrul Bey gönlü rahat bir şekilde ölür. Roman, Ertuğrul Bey’in ölümünden sonra Osman'ın topladığı meşveretle sona erer. Meşverette Osman'ın beyliği konuşulur. Amcası Dündar buna karşı çıkar. Osman, o zamana kadar tekfurlarla işbirliği eden ve Kayı aşiretine düşmanlık eden Dündar'ı vurur ve o gece Karacahisar'ı alacaklarını söyler. Roman böylece sona erer. Romanda vaka değil, tasvir ve tahlil hâkimdir. Vakalar azdır ve roman boyunca yavaş bir şekilde ilerler. Romanın sonunda göçebelikten yerleşikliğe geçiş temi işlenmiştir. Romanın adı olan “Konak" yerleşimin sembolüdür. Herkeste yerleşme, birlik ve bütünlük heyecanı hakimdir. Romanda rüya motifi önemli bir yer tutar. Beyler ve şeyhler rüya görürler. Bu rüyalar onları geleceğe doğru yönlendirir. Romanda kahramanlar çoktur. Vaka, birinci dereceden kahramanlar arasında bölünmüştür. Dündar Bey sinsi ve haindir. Tipleme ve görünüş tasviri de mizaca uygun çizilmektedir. Romanda Anadolu'nun dağınık ve parça parça oluşu, birliğin sağlanması meselesi, bu konuda şeyhlerin ve dervişlerin rolü, kin ve hırs, gazilik ve akıncılığın kutsallığı gibi temler işlenmiştir. Çatı Çatı romanı Karacahisar'ın alınmasından Osman Beyin ölümüne kadar olan hadiseleri içine alır. Osman Bey Karacahisar'a yerleşilmesini söylemiştir. Fakat aşiret, göçebeliğe ve çadırda yaşamaya alışmıştır. Bir türlü evlerde yaşamaya alışamazlar. Aybüken Ebe aşiretin kadınlarını ikna etmeye çalışır. Romanda göçebelikten yerleşikliğe geçişin bütün sıkıntıları anlatılmıştır. Türkmen'in toprağa alışma süreci, bu dönemin getirdiği sıkıntılar, problemler, Türkmen'in dedikodu merakı, Rumlarla münasebeti, Rumları taklit 162
etmesi, Rum'un daha önce yaşadığı açlık gibi meseleler üzerinde uzun uzun durulmuş, derin, isabetli ve düşündürücü tahliller yapılmıştır. Osman Bey yerleşik hayatın getirdiği yeni problemlerle karşılaşır. Bunlardan birisiyeni bir köprü yapılması üzerine ortaya çıkar. Dursun Fakıh köprüden geçişi ücrete bağlar. Osman Bey önce çok kızar. Dursun Fakıh ise görüşlerini şöyle açıklar: Yerleşik hayatın birtakım masrafları vardır. Bunlar beyin kesesinden karşılanamaz. Osman Bey artık aşiret reisi değildir. Yerleşik hayatın getirdiği bir diğer problem pazardaki baç meselesinde ortaya çıkar. Dursun Fakıh buna da bir çare bulur ve başta Osman Bey olmak üzere herkese kabul ettirir. Osman Bey, pazarı dolaşmış, bir problemle daha karşılaşmıştır. Bilecik'ten gelen Rum pazarcılar çok fakirdirler. Osman Bey onlardan pazar bacı alınmamasını uygun görür ve Dursun Fakıh'a bu konuda bir buyruk çıkarmasını söyler. Romanda devrin problemleri, Osman Beyin ağzından da dile getirilmiştir. Osman Bey Şeyh Edebali ile konuşmaktadır. Yeni bir akın için yerleşmeyi beklemekte olduğunu söyler. Türkmen azlıktır. Şehir hayatına alışamamıştır. Civardaki aşiretler de Kayı'yaalışamamışlardır. Osman Bey Akça Koca'nın da Dursun Fakıh'a alışamadığını söyler.Kılıç kaleme henüz alışamamıştır. Eserde Akça Koca kılıcı, Dursun Fakıh da kalemitemsil etmektedir. Şeyh Edebali Osman Bey’den ikinci oğlu Alaaddin'i kendisine vermesini söyler. Onu kalem ehli olarak yetiştirecektir. Akça Koca da Orhan'ı yetiştirmekte, ona cenk talimleri yaptırmaktadır. Uzun süren bir barış dönemine girilmiştir. Ertuğrul Bey’in silâh arkadaşı olan Akça Koca bu durumdan memnun değildir ve akınları özler. Eserde Dursun Fakıh, kalemden başka adaleti de temsil etmektedir. Romanın sonunda Bursa kuşatılmıştır. Mal Hatun, Şeyh Edebali, Kumral Dede ölmüşlerdir. Osman Bey bir erkek torunu olduğunu öğrenir ve ölür. Romanda, birliği ve düzeni bozmak isteyenler de her zaman aktif bir şekilde görülürler. Bunlardan en önemlisi Pir Cabbarın Alisi'dir. Meraga'dan gelmiştir. Bu mesele de Osman Bey’in ağzından dile getirilir. Osman Bey Şeyh Edebali'ye son zamanlarda aşiretlere eskici adı altında birtakım adamların yerleştiklerini, Türkmen’e acayip laflar etmekte olduklarını anlatır ve bunların neyin nesi olduklarını sorar. Sonra bu sorunun cevabı romanın bir başka yerinde Bileyici Baba tarafından verilir. Bileyici Baba, aşireti kandıran adamların İran'dan geldiklerini, kendilerini "Ehl-i Hak"tan tanıttıklarını söyler. Pir Cabbarın Alisi ve onun gibiler Germiyanoğlu'nun topraklarına girmişler, eskici, demirci, debbağ, dülger gibi görünmüşler... Ali ise Karası'ya geçmiş, Aclan Beyin oğlu Demirhan Bey’in yanına kapılanmıştır. Kumral Dede Bileyici Baba vasıtasıyla buna karşı bir tedbir alır. Bileyici Babaya güvenilen adamlarından yirmisini Bursa'ya, Karası'ya ve Germiyan'a göndermesini söyler. Bunlar eskici, debbağ, dülger olarak oralara yerleşeceklerdir. Bir kısmının da çerçi olup haber getirip götürmek üzere ayırmasını ister. Romanda bir başka husus Rahman'ın yaşamakta olduğu sıkıntıdır. Rahman bir buhran geçirmektedir. Osman Bey onu Karacahisar'a subaşı yapar. Rahman bu işten hoşlanmaz. Bu işten 163
ayrılıp Kumral Dede’nin konağına girer. Bu durum, onun savaşa alıştığı, savaşı ve akınları bir hayat tarzı olarak benimsediği, normal, yerleşik bir hayat düzenine alışamadığı şeklinde yorumlanabilir. Rahman, Akça Koca'nın bir başka türlüsüdür. Fakat Akça Koca gibi yalın bir karaktere sahip değildir. Daha karmaşık, derin ve kompleks, biraz mistisizme yatkın bir kişiliği vardır. Romanda "kara barut" meselesine de değinilir. Dalaman, kara barutu bir Çinliden öğrendiğini ve Çinliyi de öldürdüğünü belirtmektedir. Böylece barut meselesi, kötülük yapmak isteyenler vasıtasıyla konu edilir. Romanda rüya motifi de ele alınmaktadır. Atros Tekfurunun kızı Aryetta Rahman'ı rüyasında görür ve kaleyi Türkmenlere teslim eder. Üçler – Yediler - Kırklar Üçler-Yediler-Kırklar romanında olaylar Osman Bey’in ölümüyle başlar. Orhan Bey Cendereli Kara Halil'i Bursa kadılığına tayin etmiştir. Roman, Orhan Beyin oğlu Süleyman Beyin salla Rumeli'ye geçişme kadar devam eder. Yazar bu romanında, diğer romanlarında görülenden farklı bir teknik kullanmıştır. Roman boyunca şahıslar bir sal üzerinde Rumeli'ye doğru yol almaktadırlar. Vakalar, geriye dönüşler ve hatırlananlar şeklinde anlatılır. Vakanın büyük bölümü mahkeme zabıtları hâlinde düzenlenmiştir ve şu adlan taşımaktadır: Gazi Fazıl’ın Anlattıkları, Ece Halil'in Anlattıkları, Hacı İlbeğ'in Anlattıkları, Zöhre'nin Anlattıkları, Sülemiş'in Anlattıkları, Kendigelen Kızın Anlattıkları, Yine Zöhre'nin Anlattıkları, Aşık Ana’nın anlattıkları... Vakanın büyük bir bölümü, bu şahıslar ağzından anlatılmış, arada bir sala dönülmüştür. Bunlardan sonra "Cendereli Kara Halil Düşündü" başlığını taşıyan bir bölüm gelmektedir. Bu, düğümü çözüme götüren bölümdür. Burada kadı, hükmünü vermeden önce Orhan Bey’i dinlemeye ve ona bazı sorular sormaya karar verir. Orhan Beyin dinlenmesiyle mesele çözülür. Bunlarla yetinmeyen yazar araya Birinci Protez, İkinci Protez, Üçüncü Protez, Dördüncü Protez adı ile dört bölüm ilâve etmiştir. Bu bölümlerde de, mahkemede dinlenen şahitlerin eksik bıraktıkları vaka anlatılmakta, meselelere açıklık getirilmektedir. Yazar, olaylar arasındaki sebep-sonuç bağlantılarını bu şekilde tamamlamıştır. Bu romandaki vakalar daha çok Karesi Beyliği’nde geçmektedir. Romanda Karasi Beyi’nin sarayının üfürükçüler ve gözbağcılar tarafından istilâ edildiğinden bahsedilmektedir. Veli Baba, Pir Cabbar’ın Alisi oradadır. Burası fitne fesat yuvası olmuştur. Buna çare olarak Aclan Beyin küçük oğlu Dursun'u Orhan Bey’in yanına aldırmasını sağlarlar. Romanda ana tem, kötülerin yarattığı fitne ile mücadele edilmesidir. Bu arada Osmanlıların Rumeli'ye geçişine yer verilmiştir. Ayrıca Karagöz'le Hacivat tiplemesi de kullanılmıştır.
164
Bu Atlı Geçide Gider Mustafa Necati Sepetçioğlu'nun Dünkü Türkiye serisinin üçüncü grubu Yıldırım dairesidir. Sepetçioğlu bu seriyi, Yıldırım- Timur- Şeyh Bedreddin adıyla sunmaktadır. Burada Yıldırım Bâyezid, Timur ve Şeyh Bedreddin etrafındaki hadiseler anlatılmıştır. Yazar Şeyh Bedreddin'in ve Yıldırım'ın çocukluğundan başlar. Bu üçlünün ilk kitabı Bu Atlı Geçide Gider adını taşır. Murat Hüdavendigâr padişahtır. Romanın kahramanlarından Kara Mustafa, Bursa'da Somuncu Baba ile konuşmaktadır. Yanında beş çocuk vardır. Buyruk gereği bu çocuklan yerlerine teslim edecektir. Bu çocukların adlan Bedrettin, Doğan, Mustafa, Kemal ve Samet'tir. Bedrettin, Edirne'ye ailesine gönderilmek üzere oraya gidecek olan kervancıbaşına teslim edilecektir. Doğan bir şehit çocuğudur. Bir müddet Kumral Dede Konağında kalacaktır. Kemal, Mustafa ve Samet dil öğrenmek ve yetiştirilmek üzere Türkmen ailelerin yanlarına yerleştirilecektir. Kara Mustafa, devşirme olan bu çocuklara bazı takma isimler vermiştir. Onları Börklüce Mustafa, Torlak Kemal diye çağırmaktadır. Samet'e de Ecevit demektedir. O sırada bir patlama sesi duyarlar. Biraz sonra bir atlının son hızla patlamanın olduğu yere, yani geçide doğru gittiğini görürler. Bu, Şehzade Bâyezid Beğ’dir. O da bu çocuklarla aynı yaşlardadır. Somuncu Baba, Demirci Boran Ustanın top döktüğünü, onu denemiş olabileceğini söyler. Somuncu Baba "çocuk denecek yaşta" olan Bayezid'in atını öyle doludizgin, geçide doğru sürmesini hoş karşılamamıştır. Çocuklar yerlerine teslim edilirler. Yalnız Samet kaçmıştır. Onu bulamazlar. Roman, Kosova Meydan Muharebesi’nde Murat Beyin şehit olduğu güne kadar devam eder. Yıldırım Bâyezid padişah olmuştur. Yıldırım, Doğan Bey’e Niğbolu Beyliği’ni verir. Romanın sonunda Yıldırım'ın dördüncü oğlunun doğduğu haberi gelir. Padişah onun adını Mehmet koyar. Romanda Bedrettin'in yetişmesi, Timur'a; Mısır'a ve Sakız'a gitmesi, Börklüce Mustafa ile Torlak Kemal'in savaştan kaçmaları, birbirlerine rastlamaları, Timur'a gitmeleri, sonra Bedrettin'le karşılaşarak ve Sakızlı bir keşişin davetine uyarak Sakız'a gitmeleri heyecanlı bir şekilde anlatılmıştır. Bu sırada onların düşünceleri, Osmanlı veTürkmen'e olan nefretleri de ayrıntılı bir şekilde tahlil edilmiştir. Ayrıca Timur'un kişiliği, özellikleri, İhtirası ve huzursuzluğu, kişiliğinde görülen değişmeler, okuma ve öğrenme merakı anlatılmıştır. Geçitteki Ülke Serinin ikinci kitabı Geçitteki Ülke adını taşır. Yıldırım Bâyezid Bursa'da padişahtır. Saray ve çevresi, zevk ve eğlenceye dalmıştır. İnsanlar fazla zenginlik peşinde koşar olmuşlardır. Somuncu Baba, Bursa'nın değiştiğini, artık eski Bursa olmadığını düşünmektedir. Gidişattan memnun değildir. Bursa'dan ayrılır. Konya'ya gelir. Orada Bedrettin'le ve Samet'le karşılaşır. Bir tarafta Yıldırım Bâyezid vardır. Diğer tarafta Timur istilâlar ve akınlar yaparak yayılmaktadır. Somuncu Baba düşünür ve üzülür. Anadolu Beyleri kıyafet değiştirerek Yıldırım Bayezid'den kaçmış ve Timur'a 165
sığınmışlardır. Samet de değişmiştir. Bütün bildiklerini Somuncu Babaya anlatır ve Osmanlı’nın casusu olmak istediğini söyler. Somuncu Baba çaresizdir. Bu arada Yıldırım, Bizans'ı kuşatır. Roman, Niğbolu kuşatmasında Haçlı Ordusunun püskürtülmesi üzerine Yıldırım ve Doğan Beyin konuşmalarıyla sona erer. Romanda çok ilgi çekici ruh tahlilleri yapılmıştır. Karakterlerin düşünceleri, geçirdikleri iç değişimler, yorumlar belki biraz polisiye ve kurgulu, fazla tesadüflere dayalı olarak, fakat sürükleyici, düğümlü ve gerilimli, çok yönlü ve kompleks bir şekilde verilmektedir. Yazar gerilim dozunu hiç düşürmez. Seyyit Bereke'nin, Timur'un, Ecevit'in düşünceleri, kişilikleri, kişiliklerindeki değişmeler, içlerinde kopan fırtınalar çok canlı tahlil edilmiştir. Bütün şahsiyetler, tarihî birer tablo veya resim gibi tek veya iki boyutlu değil, çok boyutlu, derinlikli, tahlilî bir şekilde işlenmektedir. Bu arada Yıldırım Bayezid'in içinde kopan ruh fırtınaları da verilmektedir. Yıldırım Bâyezid içindeki yangını susturamaz. İçinde kardeşi Yakup'la Demirci Boran Usta’nın ölümlerinin acısını taşımaktadır. Ya şarap, ya savaş onun derdini bir parça unutturmaktadır. Darağacı Dizinin son kitabı Darağacı romanıdır. Roman Yıldırım Bayezid'in Boğazda bir hisar yaptırmasıyla başlar. Şeyh Bedrettin Sakız'dan ayrılır. Torlak Kemal, Börklüce Mustafa ve keşişin, kendisinden habersiz bir şeyler çevirdiklerini düşünmektedir. Diğer taraftan yavaş yavaş Yıldırım Bayezid'le Timur'un aralan açılmakta, birbirleriyle savaşmaya doğru tahrik edilmektedirler. Timur Sivas'a girer ve yağma eder. Nihayet iki ordu Ankara Çubuk Ovası’nda karşılaşırlar. Anadolu birliklerinin dağılmaları ve Timur tarafına geçmeleri üzerine Yıldırım savaşı kaybeder ve Timur'a esir düşer. Diğer taraftan bir problem daha ortaya çıkar. Her yerde ben kendi hâlinde bir Bedrettinem, diyen adamlar türemiştir. Bunlar aynı giyimde, aynı tavır ve görünüşte her yerde görünmektedirler. Anadolu'da beylik kavgası başlamıştır. Anadolu parça parçadır ve kıyasıya bir kardeş kavgası hüküm sürmektedir. Ümidi kalmayan Bâyezid intihar eder. Şeyh Bedrettin, Musa Çelebi'nin kazaskeri olur. Devletin her kademesine Bedrettinli denilen adamlar tayin edilir. Mehmet Çelebi'nin Edirne'ye gelişi ve Musa Çelebi'nin yenilmesi üzerine Torlak Kemal'le Börklüce Mustafa Anadolu'ya kaçarlar. Orada halkı kışkırtmaya devam ederler. Torlak Kemal Manisa'da, Börklüce Mustafa Karaburun'da isyan çıkarırlar. Öldürülürler. Onların adamlarından olan Çeykel de Zağra'da öldürülür. Şeyh Bedrettîn yakalanır, yargılanır ve idam edilir. Romanda beylikler döneminin bütün karışıklığı, kargaşası ve perişanlığı başarılı ve İsabetli tahlil ve yorumlarla verilmektedir. Anadolu'nun havası ayrıntılı olarak aktarılmıştır. 166
Bu romanda yazar, halk masal ve hikâyelerinde görülen ve kullanılan vakalardan ve tiplerden de faydalanmıştır. Minnet Beyin tanınmamak için kendini ve Sefil Ali'yi siyah renge boyaması, Sefil Ali'nin kılık değiştirerek saraya girmesi gibi... Sultan Yıldırım Bâyezid Feridun Fazıl Tülbentçi, Sultan Yıldırım Bâyezid romanında Bâyezid zamanını ele alır. Vaka, Bayezid'in Germiyanoğlu Süleyman Şahın kızı Devlet Hatun'la evlenmesiyle başlar. Yıldırım ile Timur'un mektuplaşmaları, 1402'de yapılan Ankara Meydan Muharebesi, Yıldırım'ın Timur'a yenilişi, esir düşüşü ve intiharı anlatılır. Romanda Bizans'a da yer verilmiştir. Olay kahramanları sık sık Bizans'a gider gelirler. Bizans'la olan münasebetler ayrıntılı olarak anlatılır. Tarihî bilgiler çoğu defa dipnotlu olarak verilmiştir. Bu eser, Osmanoğulları romanından daha fazla roman karakteri taşımaktadır. Vakalar oradaki gibi çok ve dağınık değil, daha sade, Yıldırım Bâyezid merkezli olarak işlenmiştir. DELİ KURT – Hüseyin Nihal ATSIZ
Atsız, Deli Kurt romanında beylikler dönemini ele almıştır. Roman 1403 yılının sonlarında başlar. Yıldırım Bâyezid ölmüştür. Şehzadeler savaşı, bütün hızı ve acımasızlığıyla sürmektedir. Yıldınm Bayezid'in oğlu İsa Bey’in sipahisi Çakır Ağa, Beyin karısı Bala Hatunu sütannesi Satı Kadın'ın evine getirir. Bala Hatun bir oğlan doğurur. Adı Murat konur. Köylüler Murat'a Deli Kurt adını verirler. Aradan zaman geçer. Murat büyür, evlenir, çocuklan olur. O da Çakır Ağa gibi sipahilik mesleğini seçmiştir. Bir gün Çakır Ağa ile Bizans'a gider gelirler. Murat bu arada Satı Kadın'ın köyünde gördüğü Gökçen Kız'a âşık olur. Gökçen Kız Saman’dır. Yada taşı İle yağmur yağdırmakta, bazı hastalıkları otlarla tedavi etmektedir. Deli Kurt savaşa gider. Macarlara esir düşer. Üç yıl esarette kalır. Memleketine döndükten sonra tekrar savaşa gider. Bu savaşta Evren ve Çakır Ağa şehit olurlar. Çakır'ın eşyalarını karıştırırken bazı mektuplar bulur ve kendisiyle ilgili hakikati öğrenir. Bu arada karısı bir oğlan doğurur. Murat ona İsa adını koyar. Varna Savaşı’na katılır. Döndükten sonra Gökçen Kız'la evlenecektir. Savaş kazanılır. Padişah II. Murat, ona geçici olarak Eskişehir Sancakbeyligine bakmasını söyler. Deli Kurt büyük bir heyecanla evine döner. Bir sel baskını olmuş, bütün ailesi, Gökçen Kız, Satı Kadın boğulmuşlardır. Deli Kurt atına biner, gayesiz, amaçsız, belirsiz bir yöne doğru gider. Roman bir trajedi ile sona ermektedir. Bu haliyle roman Yunan trajedilerini andırmaktadır. Burada romancı, Osmanlı tahtına rakip olma ihtimali bulunan şehzade soyunun yaşamaması gerektiğini düşünmüş olmalıdır. Bu romanda da Bizans vardır. Gökçen Kız ve annesi Esen Börü diğer romanlardaki kadın tiplerine benzerler. Samanlık ağır basar. Romanda kaval vasıtasıyla Gökçen Kız'la Deli Kurt haberleşirler. Romanda esrarlı bir hava vardır. Bu, öbür romanlarda bulunmaz. Çakır Ağa’nın annesinin hayali yüzünü göstermez. Yazar bu durumu, insanoğlunun her şeyi bilmesi gerekmez diye ifade eder. Gökçen Kız tiplemesi de bu esrarlı havanın başka bir yönüdür.
167
AĞUSTOS BAŞAĞI – Sevinç ÇOKUM Sevinç Çokum, Ağustos Başağı adlı romanında Millî Mücadele yıllarım anlatmıştır.Burada Osmanlı Devletinin kuruluş dönemine ait bazı unsurları bir motif olarak kullanmıştır. Vaka İstiklâl Harbi’nin Söğüt Cephesi’nde geçmektedir. Yazar bu mekânı özellikle seçmiştir. Bu mekân vasıtasıyla, Millî Mücadele ile Osmanlı Devleti’nin kuruluşu arasında bağ kuran yazar, bunu romanının ilk sayfasında kahramanının ağzından şöyle dile getirir: "Osmanlı Devleti’nin beşiğidir Söğüt. Doğduğu, kök saldığı yerdir. Bilir misin, Millî Mücadele’de ilk düzenli ordu birlikleri burda kurulmuş. Yani devlet burda ikinci defa dal budak salmış. Bereketli, kutlu bir yerdir anlayacağın." Romanda, Millî Mücadelenin Söğüt cephesi anlatılırken sık sık Osman Gazi dönemihatırlatılır. Bunlar, yeni kurulan Türk devletinin sembolü olurlar. Orhan Gazi Camii, Edebali'nin beyaz evi, türbesi, Ertuğrul Gazi Türbesi gibi mekâna ait unsurlar, Osman ve Orhan Beyler gibi tarihî şahsiyetler, Ertuğrul Gazi'yi anma törenleri gibi sembolik unsurlardır. Böylece tarihî şahsiyetler yalnız kendi devirlerinde geleceğe hükmedecek büyük bir devletin temellerini atmakla kalmazlar, altı yüz yıl sonraya da taşman, yön veren birer sembol, birer manevî kurtarıcı hâlini alırlar. Söğüt insanı, gücünü kuvvetini Ertuğrul, Osman ve Orhan Beylerden alır. Söğüt'ün Rum bacıları İstiklâl Savaşı’nın mermi taşıyan, kağnı süren kadınları olarak yeniden dirilirler. Burada tarihî şahsiyetlerin aktif bir rol oynadıklarına da dikkat çekmek lâzımdır. Onlar uzun yıllar önce ölen insanlar olmaktan çıkmış, yaşayan, hatta savaşan şahsiyetler gibi yol ve yön gösterici olmuşlardır. Millî Mücadele âdeta onların kemiklerini sızlatmamak için yapılır ve kazanılır. Onlar, yattıkları yerden dünyayı yönetirler. Söğütlülere güç kaynağı olurlar, güç verirler. Yazar, Söğüt Kuva-yı Milliyesi’nin kurulmasını, Söğütlülerin azmini ve metanetini, direnişini hep bu heyecanla anlatır ve işler. Olay kahramanlarından birinin adının Osman olması, ona "Kara Osman" denmesi, yazarın bağlantıyı daha sıkı bir şekilde hatırlatmakistemesinin bir sonucudur. Roman boyunca Osman Gazi'nin zamanında olduğu gibi Söğüt'ten Bursa'ya ve Bilecik'e gidilir. Romanda bir diğer motif "Söğüdün erenleri" türküsüdür. Bu türkü de tarihî bakımdan o kadar eski olmamakla beraber, muhteva bakımından kuruluş döneminin Kumral Dede, Şeyh Edebali gibi dervişlerini hatırlatacak niteliktedir. Ayrıca kahramanların çömlekçilik, demircilik yapmaları eski millî ve geleneksel Türk sanatlarına ve mesleklerine bağlanır. Ayşe Ana Söğüt bacılarından biridir. O, bacılar bölüğünün başında erkeklerle birlikte düşmana karşı savaşır. Kadınlarla konuşurken Osmanlı'nın ilk günlerini hatırlatır. Ayşe Ana kadınları toplar ve onlarla şöyle konuşur: "... Şimdi düğünde bayramda değiliz. Acılı gündeyiz. Kendi ocağını tüttürmüşsün, bunun kimseye faydası yok! Memleketin ocağı tütmeli, bacılar... Bunun için de aşınızı bezinizi esirgemeyin 168
ordudan. Yoksa iki elim yakanızdadır! Şu tüfeği boşuna vermediler bana. Yakarım billahi! Eğer kulağıma 'Söğüdün kadınları ocak başlarında pinekliyorlarmış' diye bir söz gelirse, vay halinize..." "Osmanlının ilk günleri gibi bacılar. İşte yeniden filizlendik! Hem de aynı mekânda. Söğüt'te..." Bu sözlerde kararlılık ve cesaret hâkimdir. Asırlar öncesinden gelen bu hâkim tavır, sanki Osman Bey zamanındaki Aybüken Ebenin, Bacıbey’in konuşmasıdır. Yazar, bu tarihten gelme izlenimini, hem sözlerinin muhtevasıyla, hem de üslubuyla vermektedir. Romanda, üzerinde durulacak bir başka nokta, rüya motifidir. Efendi Hafız rüyasında Ertuğrul türbesindeki mumların söndüğünü ve türbenin karanlığa gömüldüğünü görmüştür. Söğüt'ün işgalini haber veren bu rüya, hem rüya motifinin kullanılmasıyla, hem de muhtevasıyla Osmanlı'nın kuruluş devrinin İlk yıllarına bağlanır.
Başkahramanları Eser İntibah Vatan Yahut Silistre Cezmi Araba SeVDASI Sergüzeşt Mai ve Siyah Aşk-ı Memnu Eylül Şık Mürebbiye Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç Şıpsevdi Kaşağı Yaban Kiralık Konak Sodom ve Gomore Ateşten Gömlek Sinekli Bakkal Vurun Kahpeye Tatarcık Çalıkuşu Yeşil Gece Yaprak Dökümü Gönül Hanım
Yazarı Namık KEMAL Namık KEMAL Namık KEMAL R. Mahmut Ekrem Samipaşazade SEZAİ Halit Ziya Uşaklıgil Halit Ziya Uşaklıgil Mehmet RAUF Hüseyin Rahmi Gürpınar Hüseyin Rahmi Gürpınar Hüseyin Rahmi Gürpınar
Başkahramanları Ali Bey İslam Bey, Zekiye Adil GİRAY Bihruz Bey Dilber Ahmet Cemil Adnan Bey, Bihter, Firdevs Hanım Suat Hanım, Süreyya Bey, Necip Şöhret Bey, Madam Potiş Dehri Efendi, Anjel, Şemi İrfan Galip
Hüseyin Rahmi Gürpınar Meftun Bey, Kasım Efendi, Edibe Ömer Seyfettin Ömer, Hasan Yakup Kadri Karaosmanoğlu Ahmet Celal, Emine Yakup Kadri Karaosmanoğlu Seniha, Naim Efendi Yakup Kadri Karaosmanoğlu Sami Bey, Leyla Halide Edip Adıvar Ayşe, Peyami, Binbaşı İhsan Halide Edip Adıvar Kız Tevfik, Emine, Rabia Halide Edip Adıvar Aliye, Uzun Hüseyin, Tosun Bey Halide Edip Adıvar Lale (Tatarcık), Recep Reşat Nuri Güntekin Feride Reşat Nuri Güntekin Şahin Bey Reşat Nuri Güntekin Ali Rıza Bey, Fikret, Necla, Leyla Ahmet Hikmet Müftüoğlu Gönül Hanım, Üsteğmen Mehmet 169
Huzur Kuyucaklı Yusuf Yılanların Öcü Bereketli Topraklar Üstünde Yorgun Savaşçı Esir Şehrin İnsanları
Ahmet Hamdi Tanpınar Sabahattin Ali Fakir Baykurt Orhan Kemal
İnce Memed Fatih – Harbiye Dokuzuncu Hariciye Koğuşu İbrahim Efendi Konağı
Yaşar Kemal Peyami Safa Peyami Safa
Tutunamayanlar Anayurt Oteli Sessiz Ev Fahim Bey ve Biz Ayaşlı ve Kiracıları Aganta Burina Burinata
Oğuz Atay Yusuf Atılgan Orhan Pamuk Abdulhak Şinasi Hisar Memduh Şevket Esendal Halikarnas Balıkçısı
Kemal Tahir Kemal Tahir
Samiha Ayverdi
Küçük Ağa Tarık Buğra Bir Düğün Gecesi Adalet Ağaoğlu Keşanlı Ali Destanı Haldun Taner Yine Bir Gülnihal Turan Oflazoğlu Sarı Naciye Recep Bilginer Sefiller Victor Hugo Notre Dame’in Kamburu Victor Hugo Üç Silahşörler Alexandre Dumas Monte Kristo Kontu Alexandre Dumas Goriod Baba Balzac Kırmızı ve Siyah Stendhal Madam Bovary
Gustave Flaubert
Germinal Meyhane Venedik Taciri Robenson Crusoe Oliver Twist
Emile Zola Emile Zola Shakespeare Daniel Defoe Charles Dickens
Genç Werter’in Acıları Faust Don Kişot Fareler ve İnsanlar Vahşetin Çağrısı
Goethe Goethe Cervantes John Steinbeck Jack London
Tolun, Ali Bahadır Bey Mümtaz, Nuran Yusuf, Muazzez, Şahinde Kara Bayram, Irazca, Haceli İflahsızın Yusuf, Köse Hasan, Pehlivan Ali Yüzbaşı Cemil, Neriman Kamil Bey, Nemide Hanım, Ayşe, Ahmet Abdi Ağa, Memed Neriman, Şinasi, Macit Hasta Çocuk, Nüzhet İbrahim Efendi, Salih Bey, Yusuf Bey, Şevkiye Hanım, Zaim Bey Turgut Özben Zebercet Metin, Faruk Bey, Nilgün Fahim Bey Ayaşlı İbrahim Efendi Mahmut, Süleyman Kaptan, Zeynel Ağa, Ayşe İstanbullu Hoca, Salih Fıtnat Hanım, Tezel, Ayşe Keşanlı Ali, Zilha İsmail Dede Efendi Sarı Naciye, Elci Jan Valjean, Javert Quasimodo, Esmeralda Arhos, Parthos, D’Artagnon Edmond, Mercedes, Fernand Goriot, Delphine, Anastasie Jülien Sorel, Madame de Renal, Mathilde Emma (Madam Bovary), Charles Bovary, Rodolphe Lantier Gervaise Macquart Shylock, Antonio Robenson Crusoe , Cuma Oliver Twist, Dodger, Fagin, Mr. Brownlow Werter, Latte Faust, Mefisto, Margaret Don Kişot, Sancha Panza Lennie, George Buck 170
Beyaz Diş Yüzbaşının Kızı Ölü Canlar Babalar ve Oğullar Ana Suç ve Ceza Karamozov Kardeşler
Jack London A. Puşkin Gogol Turgenyev Gorki Dostoyevski Dostoyevski
Anna Karanina Savaş ve Barış
Tolstoy Tolstoy
Kurt kırması Pugaçov Çiçikov Bazarov Pelagiya Nilovna Raskolnikov Fedor Pavloviç Karamozov, Dimitri Karamozov Anna Karanina, Vronski Bozukov
Mektup Türünde Yazılmış Romanlar Edebiyatımızda mektup tarzında ilk romanı, "Hüseyin Rahmi Gürpınar denemiş ve karı koca geçimsizliğini ele aldığı Mutallaka'yı yazmıştır. Daha sonra yazdığı Sevda Peşinde'nin ikinci bölümü, Ömer Seyfettin'in Bahar ve Kelebekler, Tarih Ezeli Bir Tekerrürdür, Aşk ve Ayak Parmaklan, Sivrisinek, Lokantanın Esrarı, Memlekete Mektup hikâyeleri; Halide Edip Adıvar'ın Handan romanı, Harap Mabetler'deki imzasız mektuplar hikâyesi; Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun Kadınlık ve Kadınlarımız, Bir Serencam, Milli Savaş Hikâyeleri, Okun Ucundan'daki hikâyeleri; Reşat Nuri Güntekin'in Sönmüş Yaldızlar, Bir Damla Gözyaşı, Bir Hazin Hakikat, Yalan, Bir Hayal Kırıklığı, Kumandanın Şoförü hikâyeleri mektup tarzındadır. Bunlardan başka Halit Ziya, Mehmet Rauf, Ahmet Hikmet Müftüoğlu ve Sait Faik'in bir kısım hikâyeleri de mektup şeklinde yazılmışlardır"(11). Bazı yerlere yapılan seyahatler de bazen mektup türünde yazılmıştır "Cenap Şahabeddin'in Hac Yolunda (1909) ve Avrupa Mektupları (1931), Ahmet Rasim'in Romanya Mektupları (1916), Falih Rıfkı'nın Londra Konferansı Mektupları (1931) ve gazete sütunlarında kalarak kitap haline henüz getirilmeyen Danimarka Mektupları, anılan yerlere yapılan seyahat sonucunda yazılmışlardır"(12). Makale, röportaj ve sohbet türünde yazılan mektuplarda şunlardır: "Ahmed Mithat'ın iktisat, siyaset, kozmografya, matematik ile ilgili bilgiler verdiği Hallu'l-ukd (1892) ile Schopenhauer'in Hikmet-i Cedîdesi (1888), Ahbâr-ı Asara, Tamim-i enzâr (1892) adlı eserleri (makalelerden); Ahmet Rasim'in Şehir Mektupları (1912, fikra ve sohbetlerden); Mahmut Yesarî'nin Yakacık Mektupları (1938, röportajlardan) meydana gelmiştir" (13) Edebiyatımızda az da olsa bulunan manzum mektuplarda, mektupların temel taşı olan tabilik, içtenlik oldukça zorlanır: "Şeyhî'nin Hüsrev ü Şirin'inde, Hüsrev'in Şirin'e ve Fuzûli'nin Leylâ ile Mecnûn'unda, Mecnûn'un Leylâ'ya yazdığı mektubu; Şehzade Beyazıd'ın Kanunî'ye, Kanunînin Beyazıd'a yazdıkları mektuplar; Bağdatlı Ruhî'nin devrinin bütün şairleri ile dostluk münasebeti için yazdığı kırk bir beyitlik kasidesi; Bayburtlu Zihnî'nin sevgilisine yazdığı üçer dörtlüklü iki ayrı mektubu; Ali Paşa'nın Mahmut Paşa'ya, Hafız Ahmed Paşa'nın Bağdat kuşatması sırasında IV.Murad'a, IV.Murad'ın Hafız Ahmed Paşa'ya verdiği cevabî mektupları; Edhem Pertev Paşa'nın Nefise Hanım'a annesi tarafından yazılan manzum mektubu (22 mısra); İsmail Safa'nın kardeşi Vefa'ya (üç) ve memleketi olan Trabzon'a yaptığı ziyaret dolayısıyla yazdığı mektupları, (Mevlid-i Pederi Ziyaret, 1894, yüz seksen dokuz beyit); Ziya Gökalp'in Atatürk'e hitap ettiği İstida (elli dört mısra) ve 171
İkinci İstida (otuz iki mısra) başlıklı mektupları manzum mektuplara örnek gösterilebilir. Aka Gündüz'ün Balkan Savaşı sırasında İki Bayram'ı, Ana Mektupları (Bozgun, 1334), Halit Fahri'nin Bayram Mektubu(Cenk Duyguları, 1933), Kemalettin Kamu'nun İzmir Yollarında Son Mektup'u (N.R Evrimer, Kemaleddin Kamu, 1949), Orhan Seyfî'nin Sevgili'ye Mektup'u (Gönülden Sesler, 1928), Necip Fazıl Kısakürek'in Anneme Mektup'u (Ben ve Ötesi, 1932), Zindandan Mehmed'e Mektup'u (Çile, 1962), Bedri Rahmi'nin Birinci Mektup, İkinci Mektup (ve diğerleri, üçü birden 1953), Orhan Veli'nin Oktay'a Mektuplar'ı (Bütün Şiirleri 1960) edebiyatımızda belli başlı manzum mektuplardır"(14). Türk Edebiyatında, isim yapmış şair, yazar ve sanatkârların yalnız mektuplarının toplandığı müstakil eserler de vardır: Ali Şir Nevaî, Lâmiî Çelebi, Nâbi, Ragıp Paşa, Tokatlı Ebubekir Kânî, Nev-izâde, Azmîzâde, Ganîzâde, Akhisarlı Abdulkerim, Zaifi Pir Mehmet ve benzerlerinin münşeatları ile, Akif Paşa'nın Münşeât-ı Elhac Akif Efendi (1843) ve Muharrerat-ı Hususuye-i Akif Paşa (1883) adlı eserleri; Namık Kemal'in hususî mektupları (C.I, II, III, Haz.F.A.Tansel, 1967, 1969, 1973), Abdühlak Hamid Tarhan'ın Mektuplar'ı (2 C. 1918), Muallim Naci'nin Mektuplarım'ı (1886), Ziya Gökalp'in Limni ve Malta Mektupları (Haz: F.A.Tansel, 1965), Cahit Sıtkı Tarancı'nın Ziya'ya Mektupları (1957), Yaşar Nabi'nin Dost Mektupları (1972), Ahmet Hamdi Tanpınar'ın mektupları (Haz:Zeynep Kerman, 1974), Nazım Hikmet'in Kemal Tahir'e Mapushaneden Mektupları (1968) bunlardan bazılarıdır.
Dünya Edebiyatındaki Mektup Romanları Vadideki Zambak: Honore de Balzac’ın en güzel kitaplarından biridir.Kocasıyla mutlu olamayan Henriette’e kendisinden çok daha genç olan Felix'in imkansız aşkını anlatan kitap. MEB'in 100 Temel Eser'i arasındadır. Eser 17 yy Fransasındaki itcimai hayat hakkında da ipuları içermekte duygusal bir yakınlaşmayı anlatmaktadır. Ustanın, maharetini tümüyle gösterdiği romanı olarak da bilinir. Balzac acı ve ızdırabı en hissedilir şekilde romanına yansıtmıştır. başka bir gözden aşkın ıstıraplı yüzünü romanı severlere çok iyi yansıtmış ve özgün anlatımıyla okuyucuların gözüne girmiştir.Ayrıca kişi ve yer tasvirlerinde büyük ustalıkla okuru olayın kurgusunun içine sürüklemiştir. Romanda 17.yy ailesi tarafından çeşitli itişlere maruz kalan bir gencin zamanla hayatın olan değişimleri ve ilerde ve tanıştığı bir kadına olan bağlılığı anlatılıyor, ayrıca bu büyük bir aşk hikayesidir.Kitabı sadece akrabaları almıştır.
Genç Werther’in Istırapları Werther, son derece duyarlı, her türlü izlenime açık bir insan. Bu insan, içinde bulunduğu toplumun genel kuralları, yaşayış biçimi ve ahlak anlayışıyla sürekli çarpışma içinde. Werther’in yaşadığı ruhsal dram, başından geçen bir karasevdayla açıklanamaz sadece. Lotte’nin ona karşı yakınlık, sempati ve çekim duyması, ki bu biraz da Werther’in kendi abartılmış yorumlarından kaynaklanmakta, bağımlılığının güçlenmesine ve hatta ortaya çıkmasına yol açıyor. Bu da W. nin trajedisini, tıpkı aristokratların yanında çalıştığı zamanın dayanılmazlığında denediği “unutarak kopma” denemesinin başarısızlığa ulaşmasında olduğu gibi, açıklayamaz. Werther çocukluğundan bazı pasajlar aktarıyor. Okul dönemindeki otoriter dayakçı öğretmenden, huzursuzluktan, gözyaşlarından, ruh körlüğünden, yürek korkusundan ve o delikte bunlara katlanmak zorunda olmaktan bahsediyor. Daha sonra saatlerce manzaralı bir yerde oturup, özlemle oralardan uçup gitmek hayalini anlatıyor. Oturduğu yerden bir türlü kalkıp gidemeyecek kadar kendini bu özleme kaptırdığını söylüyor. Hassas, duygusal, zeki ve bilgili bu insanın eksikliğini hissettiği hayati bir şey var. Bu aşırı gelişmiş hassaslığı sayesinde Lotte’de, somut kanıtlara dayanmayan, tamamen bir içe doğma, ya da 6. his yoluyla, bu eksikliği, 172
çok uzun zamandır duyduğu özlemi giderebilecek insanı keşfediyor. Lotte’nin kardeşlerine karşı anaç bir rolde olması da tesadüf değil. Onun Werther’i ilk tanışmasında bir kuzeni gibi görmesinin altında da aslında idealindeki duygusal bağın bilinçaltından konuşması yatıyor: fiziksel isteklere ve yakınlaşmalara yer olmayan bir sevgi, böylece ileride çıkması kaçınılmaz olan mutsuzluklardan korunmuş olmak. Lotte Werther’i kardeşlerinden biri gibi görüyor, o da zaten onların arasında oynaşmaktan geri kalmıyor. Burada önemli bir nokta, daha ilk karşılaşmada Lotte’nin Werther’i kendi akılcılığıyla benimsemiş olması ve gelecek günlerde sık sık görüşme zeminini meşru bir platforma sokmuş olmasıdır. Bilinçaltında Werther’den etkilenmiş olmasından ötürü zekasının ürettiği bir ışıkla dramın başlamasına neden olmuştur. Soğuk davranmış olsaydı, Werther’deki duygusal deprem gelişemeyecek, hatta belki de hiç başlamayacaktı. Ama suçlanacak bir durumda mıdır Lotte? Aslında Werther ruhsal saplantısının farkındadır. Bu tespit kayaların arasında sevgilisine çiçek arayan deliyle karşılaştığı zaman kendisini belli eder. Paralellikler kurar onunla, kendisine acır. Zaten önceden de “en iyi, en mutlu hayatı yaşayabilirdim, aptal olmasaydım.” demiştir. Werther bulunduğu durumu 19. ekim.1772 tarihli mektubunda çok daha açık bir şekilde ortaya döküyor, kişisel “olmazsa olmazını” sarsıcı bir ifadeyle deşifre ediyor: ”Ah, nedir bu ! Göğsümde şiddetle duyduğum bu korkunç ! Durup durup kendi kendime, onu bir kere, yalnız bir kere bağrıma basabilsem; bütün bu dolacak diyorum.” Annesiyle ilgili anlatımından, aralarında önemli bir bağ olmadığı anlaşılıyor. Bunda büyük olasılıkla suç annede değil Werther’in kendisindedir. O annesine bağlanamamıştır, o istek sönük kalmıştır. Böylelikle anasevgisi konusunda edindiği eksikliği de, kurtarıcı olarak rol biçtiği Lotte’de giderecektir. Çok uzaklardan, dağlar ovalar ötesinden Lotte’ye kollarını açar, yardıma muhtaç çocuk gibi. Tamamlanmamışlığını dile döker: ”bu kadar çok şeye sahibim, ama onsuz hepsi bir hiç.” Tek ruh olma arzusunun ateşini “kendimizden yoksunsak, herşeyden yoksunuzdur.” diyerek ortaya döker. Burada genç Werther’in acılarının gerçek kökeni yatar. Werther kurtarılabilir miydi? En azından duygularını ayrıntılı bir şekilde kağıda dökebilecek kadar bilinçlidir. Burada sadece kendine acıma duygusu değildir, ifade ettiği. Duygusal zekası bulunduğu duruma mesafeden bakma fırsatı da veriyor. Lotte’nin nişanlısı Albert’le konuşmalarıyla ilgili yazdığı mektupta yaşadığı ilişkiyle ilgili soğukkanlı bir tespitte bulunur: “Dünyada bu ilişkiden daha gülünç bir şey icat edilmemiştir.” Elbette bu duruşta bir acı ve ironi vardır: “Dişlerimi sıkıyorum ve acınacak halimle alay ediyorum.” Lotte’de bunun farkında: ”Böyle komik olduğunuzda çok korkunç oluyorsunuz.” Ama Werther buna rağmen kendisini bu düştüğü uçurumdan çekip çıkaramaz, bilinçaltından da öyle bir gayret hissetmez zaten, kaderine boyun eğmek hatta kendi kaderini kendi çizmek ister. Aslında ona yardım edebilecek bir kişi vardır, mektup yazdığı arkadaşı Wilhelm. Ama onun da yaptığı tek şey basmakalıp bazı tavsiyelerde bulunmaktır (tatile çıkmak, oradan uzaklaşmak, dine adanmak, vs.) . Bu tavsiyeler tabiiki hiçbir şekilde Werther’in karmaşık, çapraşık ve olağanüstü zengin ruhuna hitap edemez. Wilhelm figüründe burjuva toplumu en acınacak bir şekilde çuvallar. O burjuva toplumuna ki, Werther, dolayısiyle de Goethe, her zaman antipati ve küçümseyerek bakmıştır ve saygı duymamıştır. Böyle bir oluşumdan da hayır beklenemezdi zaten. Romandaki üç ana karakter ve temsil ettikleri roller şöyledir: WERTHER - bohem LOTTE - Yarı burjuva yarı bohem, ama burjuvalığa daha yakın, tıpkı Albert ve Werther’e olan ilişkisindeki oran gibi ALBERT - burjuva (ama iyiniyetli)
173
Kurtuluş Savaşını Konu Alan Romanlarımız 1.
Vurun Kahpeye (Halide Edip Adıvar)
2. Ateşten Gömlek (Halide Edip Adıvar) 3. Yaban(Yakup Kadri Karaosmanoğlu) 4. Dikmen Yıldızı (Aka Gündüz) 5. Üç İstanbul(Mithat Cemal Kuntay) 6. Sahnenin Dışındakiler (Ahmet Hamdi Tanpınar) 7. Kalpaklılar (Samim Kocagöz) 8. Doludizgin (Samim Kocagöz) 9. Yorgun Savaşçı (Kemal Tahir) 10. Küçük Ağa (Tarık Buğra) 11. Despot (Reşet Enis) 12. Esir Şehrin İnsanları (Kemal Tahir) 13. Var Olmak (İlhan Tarus) romanda henüz Kurtuluş Savaşı başlamamışken geçen olaylar anlatılmıştır. 14. Kurtlar Sofrası(Atilla İlhan) (başkahramanı Mahmut Ersoy'dur.)
NEHİR ROMAN : Bir kişinin, bir toplumun hayatındaki gelişmeleri ya da tarihi bir olayı birden fazla cilt halinde anlatan romanlardır. Tarık Buğra’’nın “Küçük Ağa”, “Küçük Ağa Ankara’da” , “Firaun İmanı”; Nihal Adsız’ın “Bozkurtlar “ , “Bozkurtların Ölümü”, “Bozkurtlar Diriliyor” romanları gibi.
Muş A.Ö.L T.Dili ve Edeb. Öğrt Ziya’ya Mektuplar :C.Sıtkı Tarancı Piraye’ye Mektuplar :Nazım Hikmet İclal :Samipaşazade Sezai Handan :H.E.Adıvar Şehir Mektupları :A.Rasim Magosa Mektupları - Hususi Mektuplar :N.Kemal Malta Mektupları - Limmi Mektupları :Z.Gökalp Muhaberat ve Muhaverat :M.Naci Bir Kadın Düşmanı :R.N.Güntekin Şikayetname :Fuzuli ( İlk mektup Örneği ) Mutallaka:H.R.Gürpınar ( Mektup tarzında yazılmış ilk roman ) Kadınlık ve Kadınlarımız :Y.K.Karaosmanoğlu Bir Serancam:Y.K.Karaosmanoğlu Sönmüş Yıldızlar - Bir Damla Gözyaşı :R.N.Güntekin Mektuplar :A.H.Tanpınar Bahar ve Kelebekler:Ö.Seyfettin 174
Okuruma Mektuplar :N.Ataç Milli Edebiyat Meselesi Cenapla Münakaşalarım:A.Canip Yöntem Evrak-ı Eyyam :C.Şahabettin İntikat :M.Naci Mes Prisons Muahazenâmesi :R.M.Ekrem Sait Beyefendi Hazretlerine Cevap :A.M.Efendi İstida :Z.Gökalp Dost Mektupları :Yaşar Nabi Nayır Münşeât-ı Elhac Akif Efendi :Akif Paşa ( Tanzimat dön. İlk mektup ) Kemal Tahir'e Mapushaneden Mektupları N.Hikmet İzmir Yollarında Son Mektubu :Kemalettin Kamu İki Bayram Aka Gündüz Yakacık Mektupları :Mahmut Yesari Romanya Mektupları :Ahmet Rasim Londra Konferansı Mektupları :F.R.Atay Danimarka Mektupları :F.R.Atay Hallu'l-ukd :A.M.Efendi Vadideki Zambak :Balzac Nou velle Heloise :J.J.Rousseau ELEŞTİRİ Şiirimiz :Ali Ekrem Bolayır Tahrib-i Harabat , Takip :N.Kemal Renan Müdafanamesi :N.Kemal Takdir-i Elhan :R.M.Ekrem Demdeme :M.Naci Kavgalarım :H.Cahit Yalçın Destursuz Bağa Girenler :Orhan Şaik Gökyay Hiç , Azab-ı Mukaddes :Neyzen Tevfik Lisan-ı Osmaninin Edebiyatı Hakkında Bazı Mülahazatı Şamildir:N.Kemal (İlk eleştiri örneği) Kargalar:Hüseyin Siret Muhakemat-ı Edebiyye:İsmail Safa Gizli Figanlar :S.Nazif Hayat ve Kitaplar :Ahmet Şuayb Musahabe – yi Edebiyye :Ahmet Şuayb Biraz Psikoloji :C.Şahabettin Müntekid-i Hakiki :C.Şahabettin Şu Tenkit Meselesine Dair :M.Rauf Münakaşatımızda Ne Eksik :T.Fikret Sanata Dair :H.Z.Uşaklıgil Fikir Haraketleri :H.C.Yalçın Edebiyatımızın Numune-i İmtisalleri Mizancı Murat Bey Zemzeme III R.MEkrem Zafername:Z.Paşa 175
ANI ( HATIRAT ) Tabsıra : Akif Bey Rumuzul Edeb :S.P.Sezai Ömer’in Çocukluğu :M.Naci Kırk Yıl - Saray ve Ötesi:H.Ziya Menfa :A.M.Efendi Bir Acı Hikaye :H.Z.Uşaklıgil Meşrutiyet Hatıraları :H.C.Yalçın Edebi Hatıralar :H.C.Yalçın Malta Adasında :H.C.Yalçın Siyasal Anılar :H.C.Yalçın Şehir Mektupları :A.Rasim Gecelerim – Falaka :A.Rasim Magosa Mektupları :N.Kemal Portreler – Bizim Yokuş :Y.Ziya Ortaç Defter-i Amal :Z.Paşa Acılı Kuşak:Mehmet Kemal Perde Aralığından – Olur Şey Değil:Nadir Nadi Babamın Arkadaşları:Samet Ağaoğlu Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu :Salah Birsel Atatürk’ü Özleyiş :R.Eşref Ünaydın Yıllar Böyle Geçti :Vedat Nedim Tör Geçmiş Zaman Köşkleri :A.Şinasi Hisar Boğaziçi Yalıları – Boğaziçi Mehtapları A.Ş.Hisar İstanbul ve Pierre Loti :A.Ş.Hisar Edebiyatçılar Geçiyor :H.F.Ozansoy Siyasi ve Edebi Hatıralar :Y.K.Beyatlı Çocukluğum-Gençliğim :Y.K.Beyatlı Hep O Şarkı - Zoraki Diplomat:Y.Kadri Vatan Yolunda - Gençlik ve Edebiyat :Y.Kadri Mavi Sürgün :Halikarnas Balıkçısı Eşkal-i Zaman :A.Rasim Ateş ve Güneş - Zeytindağı :F.R.Atay Çankaya - Babamız Atatürk - Pazar Konuşmaları:F.R.Atay Hangi Batı-Hangi Sol- Hangi Sağ A.İlhan Sevda Dolu Yolculuk :Cahit Külebi Gülerek :Refik Erturan Hapisliğim :Recep Bilginer Türk’ün Ateşle İmtihanı H.E.Adıvar Mor Salkımlı Ev :H.E.Adıvar Muharrir Şair - Edip:A.Rasim Kerkük Anıları :A.H.Tanpınar Şair Dostlarım :Oktay Akbal Minelbab İlelmihrab :R.H.Karay Matbuat Hatıraları :Ali İhsan Tokgöz Nümûne-i Edebiyyat-ı Osmâniyye Ebüzziya Tevfik 176
Anamın Kitabı :Y.Kadri Babürname :Babürşah ( İlk anı ) Şecere-i Türk :Ebulgazi Bahardır Han Sergüzeşt-i Esirî-i Malta Kadı Macuncuzade Mustafa Efendi Sergüzeşt-i Zaifî : Zaifî Cihannümâ , Keşfü'z- Zünûn :Kâtip Çelebi DENEME Sanata Dair :H.Z.Uşaklıgil Beş Şehir - Yaşadığım Gibi:A.H.Tanpınar Anadolu Efsaneleri – Hey Koca Yurt H.Balıkçısı Çiçeklerin Düğünü – Düşün Yazıları:H.Balıkçısı Günlerin Getirdiği – Karalama Defteri – Sözden Söze - Okuruna Mektuplar N.Ataç Günlerin Götürdüğü – Edebiyat Konuşmaları – Düş’ün Payı – Yokuşa Doğru – Edebiyat Üzerine:S.K.Yetkin Geçmişle Gelecek :S.Kudret Aksal Bize Göre – Gurubahane-i Laklakan :A.Haşim ( İlk deneme ) Gerçekçilik Savaşı – Aydınlar Savaşı – Kadınlar Savaşı – Hangi Atatürk :A.İlhan Niçin Aşk :Necati Cumali Düşman Kazanmak Sanatı :T.Buğra Nesillerin Ruhu – Kültür ve Dil – Büyük Türkiye Rüyası :M.Kaplan Taş Çatlasa - Yer :Yaşar Kemal Kendimle Konuşmalar – Kahveler Kitabı – Gece Mavisi :Salah Birsel Doğu-Batı – Konuşarak – Yasak :M.C.Anday Aziz İstanbul – Eğil Dağlar – Edebiyata Dair :Y.K.Beyatlı Sohbetler :Epiktetos Kimi Diyaloglar :Eflatun Kimi Eserler :Çiçero İnsan Bir Düşüncedir Yüreğini Sıcak Tut:R.Bilginer Dur Düşün:Adnan Adıvar Sanat Üzerine Denemeler - Mavi ve Kara:Sabahattin Eyüboğlu Köy Öğretmenine M ektuplar :C.Atuf Kansu Güneşle :Mermi Uygur Kurutulmuş Felsefe Bahçesi :Salah Birsel Daldan Dala :Vedat Günyol Yaşamı Yeniden Kurmak :Oktay Akbal Denemeler :Montaigne İngiliz Bacon’da bu türde önemli eserler vermiştir. Alacakaranlık :B.Necatigil Dilimiz Üzerine : Nurullah Ataç Dilin Canlandırma Gücü :Mehmet Kaplan Doğru ile Yalan :Nurullah Ataç Dostluk :Cicero Düşe Çağrı :Nurullah Ataç Hayat ve Edebiyat :Mehmet Fuat Köprülü İçimizdeki Güzellikler: İpek Ongun 177
Kültür ve Medeniyet :Cemil Meriç Okuma Üstüne :Bacon Sanat Üzerine : Arthur Schopenhauer Sevgi Üzerine Sözler :Nurullah Ataç Şiir : Muallim Naci Şiir Hakkında Bazı Düşünceler :Ahmet Haşim Tüm Sözlerin Bittiği Yerdeyim :Nezihe İnce Yarına İnanmak : Suut Kemal Yetkin MAKALE Edebiyat ve Hukuk H.C.Yalçın Şiir ve İnşa :Z.Paşa Mukaddime :Şinasi ( İlk makale ) Nesr-i Harp – Nesr-i Sulh – Evrak-ı Eyyam :C.Şahabettin Çal Çoban Çal :S.Nazif Dün-Bugün-Yarın :Orhun Seyfi Orhun M.Edebiyat Meselesi ve Cenap’la Münakaşalarım:A.C.Yöntem Edebiyat Üzerine Makaleler:A.H.Tanpınar Niçin Kurtulmamak – Batış Yılları F.R.Atay Çile – Roma :F.R.Atay Atatürk ve Kurtuluş Savaşı C.Atuf Kansu Yeni Lisan :Ömer Seyfettin Mukaddime-i Celal:N.Kemal GEZİ YAZISI Faşist Roma – Kaybolmuş Makedonya – Bizim Akdeniz - Taymis Kıyıları :F.R.Atay Yolcu Defteri – Gezerek Gördüklerim - Deniz Aşırı:F.R.Atay Miratül Memalik :S.Ali Reis ( ilk gezi ) Avrupada Bir Cevelan – Sayyadane Bir Cevelan:A.M.Efendi Seyahet Jurnali :Direktör Ali Bey Avrupada Ne Gördüm:Ahmet İhsan Tokgöz Hac Yolunda – Afak-ı Irak – Avrupa Mektupları – Suriye Mektupları:C.Şahabettin Berlin Hatıraları:M.A.Ersoy Bize Göre – Frankfurt Seyahatnamesi:A.Haşim Romançero – İsviçre Günleri:Selahattin Batu Anadolu Notları :R.N.Güntekin Mavi Yolculuk – Mavi Anadolu :Azra Erhat Düşsem Yollara Yollara:Haldun Taner Hiroşimalar Olmasın :Oktay Akbal Abbas Yolcu – Batı’nın Deli Gömleği :A.İlhan Allı Turnam :Erdal Öz Deli Fişek :B.Rahmi Eyüboğlu Avusturya ve Venedik Günleri :Selahattin Batu Tuna’dan Batı’ya Yurttan Yazılar :İsmail Habip Sevük 178
Hür Mavilikte Gezi :B.Kemal Çağlar FIKRA Cidd-ü Mizah - Muharrir Bu Ya – Şehir Mektupları – Eşkal-i Zaman – Gülüp Ağladıklarım:A.Rasim Kulaktan Kulağa :O.S.Orhon Beşik – Sarı Çizmeli Mehmet Ağa – Ocak:Y.Ziya Ortaç Eski Saat – Akşam – Kurtuluş – Bayrak:F.R.Atay Gençlik Türküsü:T.Buğra Sözün Gelişi :Şevket Rado Dostluk Derken :Oktay Akbal Pazar K onuşmaları :F.R.Atay GÜNLÜK ( Ruzname- Vakayıname ) Seyahat Jurnali :Direktör Ali Bey ( İlk Günlük ) Günce :N.Ataç Günler :Cemal Süreyya Oğuz Atay’ın Günlüğü Günlük :Salah Birsel Geçmişin Kuşları :Oktay Akbal Günlük Terimimi ilk Kez F.R.Atay kullanmıştır. Günlükler :Andre Gide SOHBET (SÖYLEŞİ –MUSAHABE ) Takdir Duygusu :Şevket Rado Sözden Söze :N.Ataç Ahmet Rasim :Ramazan Sohbetleri, Suut Kemal Yetkin : Edebiyat Söyleşileri, Şevket Rado :Eşref Saati, Melih Cevdet Anday :Dilimiz Üzerine Söyleşiler, Nurullah Ataç : Karalama Defteri. Cenap Şahabettin, Refik Halit Karay, Hasan Ali Yücel, Attila İlhan gibi yazarlarımız da bu türde eserler vermişlerdir. MÜLAKAT Rüya :Z.Paşa ( Mülakat şeklindeki ilk ropörtaj ) Diyorlar ki – Mülakat :R.Eşref Ünaydın ROPÖRTAJ Kaya Çukuru :M.C.Anday Peri Bacaları – Bir Bulut Kaynıyor – Çocuklar İnsandır :Y.Kemal Dünya edebiyatında; Jack London, Heming Way, Selohow Sortre, röportaj örneği vermiş sanatçılardır. Türk edebiyatında: Ruşen Eşref Ünaydın, Falih Rıfkı Atay, Abdi İpekçi, Fikret Otyam, 179
Yaşar Kemal, Mete Akyol, Mustafa Ekmekçi, Halit Çapın, Dursun Akşam röportaj örneği vermiştir. BİYOGRAFİ ( Tercüme-i Hal –Tezkire ) Vehbi Cem Aşkun, İstanbul Aşığını Kaybetti :Yahya Kemal Nimet Behsuz : Büyük Şairin Arkasından Bir Dev Şair Göçtü : Cenap Gedikoğlu, Malik Bahşi'nin Feridüddin-i Attar'dan çevirmiş olduğu Tezkiretü'l-Evliya'dır. ( İlk biyografik eser ) Dünya edebiyatında ilk büyük biyografi yazarı Yunanlı Plutarkhos :Hayatlar Mecalisün Nefais :A.Şir Nevai ( ilk tezkire ) Ahmet Haşim ve Şiiri:A.Ş.Hisar Tek Adam ,İkinci Adam , Menderesin Dramı:Ş.Süreyye Aydemir Yahya Kemal :A.H.Tanpınar Tevfik Fikret :M.Kaplan Heşt Bihişt :Sehi Bey ( Anadoludaki ilk tezkire ) Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü :B.Necatigil 19.Asır Türk Edebiyatı A.H.Tanpınar N.Kemal – M.A.Ersoy :M.C.Kuntay Tezkiretüş Şuara :Latifi ( güvenilir ilk tezkire ) Bir Bilim Adamının Romanı :Oğuz Atay ( Biyografik roman ) Ömer Seyfettin :Tahir Alangu ( Biyografik roman ) Selçuklu Şeyhnamesi :Hoca Dehhani Adı Aylin :Ayşe Kulin ( Biyografik roman ) Bir Tatlı Huzur :Ayşe Kulin Füreya :Ayşe Kulin ( Biyografik roman )
OTOBİYOGRAFİ Kırk Yıl :H.Z.Uşaklıgil Böyle Gelmiş Böyle Gitmez :Aziz Nesin Hayatım :Hasan Ali Yücel Babama :Ayşe Kulin
180