019 FASHIONMUSICARTDESIGN
şubat 2012 ÜCRETSİZDİR
MıCHAEL STIPE (86) (24) JENNIFER (34) ASTRO (105) HAUTE (118) ANDREW ANDREW HAIGH HAIGH (24) JENNIFER EGAN EGAN (34) ASTRO MODA MODA (105) HAUTE SPORTSWEAR SPORTSWEAR (118) (126) AIR (130) DIVINATIONS (161) PEARLFISHER (168) LANA LANA DEL DEL REY REY (126) AIR (130) DIVINATIONS (161) PEARLFISHER (168)
www.chanel.com
EDITO NEWS beNİM İÇİN XOXO MICHAEL STIPE ASTRO-MODA BEST OF HAUTE SPORTSWEAR MUSIC GAMES KICK THE BALL DIVINATIONS desıgn agenda party pıcks
006 008 071 086 105 114 118 126 148 150 161 168 184 188
cover guest michael stipe photographer mike rosenthal ceket ve tişört maison martin margiela
İmtiyaz Sahibi CO Prodüksiyon Yayıncılık adına Cihan Şerbetcioğlu cihan@xoxothemag.net Genel Yayın Yönetmeni Olga Toraman olga@xoxothemag.net Yönetici Editör Sarp Dakni sarp@xoxothemag.net Yazı İşleri Müdürü Gözde Eyibilir gozde@xoxothemag.net Sorumlu Müdür Ruşen İnceoğlu Editörler Defne Ayas, Gazali Görüryılmaz, Sedef Kırdök, Dinçer Şirin İdari İşler Vadi Gengüç Grafik Tasarım Yavuz Aydın, Güneş Engin Fotoğraf Editörü Sezer Arıcı, Emir Sarısaç Katkıda Bulunanlar Zeynep Alpaslan, Mert Altınay, Uğur Babürhan, İrem Başer, Oben Budak, Onur Büber, Gökhan Çalışkan, Emre Doğan, Gizem Dölçel, Murat Ekşi, Dilara Fındıkoğlu, Başak Dizer Fransez, Gökçe Gökçeer, Vehbi Görgülü, Taygun Kurtuluş, İris Işık, Ayşecan İpek, Bahar Kongel, Seden Mestan, Seda Niğbolu, Beren Özel, Mike Rosenthal, Arda Savcı, Türkü Şahin, Ziya Şanlı, Tuba Şatana, Yiğit Turhan, Ali Tümay, Arda Tümer, Vernon+Smith, Erman Ata Uncu, Onur Yazıcı, Begüm Yetiş Reklam iris@xoxothemag.net İletişim 123@xoxothemag.net / +90 212 2590669 Baskı ve Renk Ayrımı Mas Matbaacılık San. ve Tic. A.Ş. Hamidiye Mahallesi Soğuksu Caddesi No:3 34408 Kağıthane. İstanbul, Türkiye XOXO The Mag’de yayınlanan yazı ve fotoğraflar kaynak belirtilmeden kullanılamaz.
SÜLEYMAN SEBA CAD. ACISU SK. NO 7/1 MaÇka İstanbul T:+902122590669
Aren’t we all hornets and bees? Çok zaman olmadı, daha geçen gün bİr websİtesİnde, ne garİp değİldİr kİ, bİr vİdeo İzledİm. Konu basİt, bİr grup Japon yaban arısı (yanlış hatırlamıyorsam sadece 30 tane), şu bİzİm tatlı mı tatlı bal arılarına saldırıyor. Kovanı korumaya çalışan bİnlerce (yİne yanlış hatırlamıyorsam 30.000 adet) bal arısına saldırıyor ve hepsİnİ üç saat İçİnde tepetaklak edİp, kovanın İçİndekİ, nİhaİ hedeflerİ olan, larvaları yİyorlar. Kulağa ve göze zalİmce gelİyor, üstelİk bu durum tabİatımız gereğİ de bİzİ sinir edİyor. Halİyle Japon yaban arılarına gıcık olup bal arıları İçİn acıyla karışık bİr duygu yeşerİyor İçİmİzde. Ama, dİğer yandan, Japon yaban arıları o kadar cool görünüyorlar kİ, sankİ üstlerİne tasarımcı İşİ bİr kıyafet geçİrmİşlercesİne desenlerİ, ve yüzyıllardır durmadan yapılmış sporla şekİllendİrİlmİş, fİt bedenlerİ… Metaforlamanın sınırlarını zorlarsam, bİzİm İstanbul maceramıza benzer bİr durum var ortada… Bağı sİz kurun, hayal gücünüze her zaman benİmkİnden daha fazla güvenİyorum. Man on the moon, Michael Stipe Neyse, bİz bu sayıya dönelİm İstersenİz, kapak konuğumuz, artık 3. nesİl hayranlarını da edİnmİş R.E.M.’İn sözcüsü, vokalİstİ, Michael Stipe. Bİzce yaptığı her İşİ İyİ yapan, her daİm İyİ görünebİlen, sankİ hİç yaşlanmayan… New York’ta, çok İyİ bİr ekİp kurarak gerçekleştİrdİğİmİz özel çekİm ve Berlİn odaklı bİr röportaj sİzlerİ beklİyor. Ne yapın ne edİn bu kapak konumuzu İncelerken, fonda Drive olsun, ya da sevdİğİnİz başka bİr R.E.M. parçası… Sonuçtan memnun kalma olasılığınıza olasılık ekleyecek. What’s in it for you? Her sene dönümünde olduğu gİbİ bİz de ayrılıklar ve yenİ başlangıçlar yaşadığımız bİr dönemdeyİz. Eskİ ofİsİmİzİ arkada bırakıp, yeni alanımıza yerleşmeye çalışırken, dİğer yandan da 10 sayıdır Forecast bölümüyle, XOXO’nun sanatçı ağırlayan sayfalarının, bİr anlamda, küratörlüğünü üstlenmİş Futureaudience’a (aka Adnan Yıldız) teşekkürlerİmİzle veda edİp, sevgİlİ Defne Ayas’a ve fİkİrlerİyle coşturacağına İnandığımız ‘Divinations’ sayfalarına merhaba dedİk. Ayrıca, dergİmİz İlk kurulduğu günden bu yana, hem yazılarıyla hem de kendİ çektİğİ fotoğraflarla yanımızda olan sevgİlİ Samra Zeller’İn ParisParis bölümüne de au revoir ve yİne onunla yakında yapmayı planladığımız bölüme de coucou dİyoruz. Bunlar dışında, XOXO, bİldİğİnİz XOXO. Yİne bolca röportaj ve yazı yanında İştahınızı İyİce kabartacak fotoğraf ve dosyayla karşınızdayız. P.S. I LOVE OUR NEW OFFICE
OLGA TORAMAN
news theatre
Spiderman şarkı söylerken
Ağından Düşerse... yazı uğur babürhan
Küçüklüğümden beri çizgi roman okurken aldığım zevk tartışılmaz. Bu konuda hafif bir koleksiyoner olma yolunda ilerlemem de buna ayrı bir heyecan katıyor. Bu yaşımda dahi çizgi film izlemeyi sevme tuhaflığımı, ancak yakın dostlarımın çocuklarıyla zaman geçirme süsü vererek örtbas edebiliyorum. Hal böyle olunca, provalarını bile zevkle izlediğim ve gala gecesini büyük bir hevesle beklediğim Spiderman Turn Off The Dark’ı izlememek gibi bir durum söz konusu dahi olamazdı. Rekor bütçeyle hazırlanan bir Julie Taymor müzikalinden bahsediyoruz. Bu kadının eline 65 milyon doları verirlerse neler yapabileceğini tahmin ederken hissettiğim merak ve kıskançlık gibi karışık duygular içerisinde, oyun gününü beklerken birden ertelenmesi, iskender kebabın geç servis edildiğindeki lezzetini artırma duygusuyla eş değer sayılabilirdi. Ya da sayılamazdı. Julie Taymor denince akla ilk gelen, Tony ödülünü alan ilk kadın müzikal yönetmeni olmasıdır (çok sevgili ortağım ve ülkemizin ilk, dünyanın ikinci kadın müzikal bestecisi Serpil Günseli’nin sesi bunu yazarken kulağıma geldi. Bu arada, insanın işine bakılır; bu ilk ‘kadın’ lafı da ne demekse?). “Julie Taymor’u ben nereden hatırlıyorum?” diye düşünenleriniz varsa ‘google’lamayın. Lion King müzikalinin yönetmeni ve maket kuklalarını emek emek, ilmek ilmek elinde yapan emektar kişidir. Kukla dediysek de gerçek zürafa boyutunda, içinde insanların kumanda ettiği bir orman dolusu maket hayvandan bahsediyoruz; kuş değil. Çizgi film karakteri olarak oraya buraya uçup ağ fırlatmakta bir mesele yok. Film endüstrisinde gelişen özel efektlerle de artık bir oyuncuya bunu yaptırmak konu değil. “Bunu bir tiyatro sahnesinde ve binanın içinde nasıl yaparım?” derseniz işte bu önemli bir mesele. Süper kahramanımız Spiderman’i, sahnede ve tiyatro binasının içinde uçuracağım, diyen süper zeka yönetmen de hemen bu konuyla ilgili süper bir ekip kiralamış: Cirque
de Soleil. Onlara, gelin uçurun bu çocuğu demiş ve provalar başlamış. Sahnede gördüğünüz oyuncu sayısının performans sırasında neredeyse iki katı kadar bir teknik ekip çalışıyor müzikalde. Balkondan bilet alıp ilk sırada oturuyorsanız, Spiderman pat diye gelip önünüze konabiliyor. Peter Parker’ı Reeve Carney, Mary Jane Watson’ı Rebecca Faulkenberry, Green Goblin’i ise Patrick Page’in oynadığı müzikalde, tiyatro sahnesinde animasyon film görselliğini yakalama başarısını ikinci kez elde etmiş Julie Taymor. En büyük destekçileri ise hiç kuşkusuz dekor tasarımcısı George Tyspin. Sanat eseri niteliğindeki projeksiyon tasarımlarını yapan Kyle Cooper ve ışık tasarımcısı da Donald Holder. Müzikalin şarkılarını oyun sırasında keyifle dinliyorsunuz ama öyle üst üste patlayan şarkılar duymadığımız aşikar. Müzikal besteleme tekniklerini kendi müzikleriyle buluşturup harmanlama konusunda da olmaları gerektiği kadar başarılı olmuşlar. Takdire şayan kısmı ise prodüksiyon. Maddi olarak büyük bir zorluğa girdiği dönemde yatırımcı olarak ‘Bono&Edge’in Julie Taymor’a ortaklık teklif etmek gibi önemli bir dostluk örneği sergilemeleri. Röportajlarında dedikleri gibi “bahsi geçen isimler Bono, Edge ve Julie ise 55 milyon dolar sadece detaydır”. Kaldı ki oyunun açılış gecesine kadar bu miktarın çok daha fazlasına çıktığı dedikoduları da Broadway kulislerinde dolaşmadı değil. Gala gecesi oyun sırasında Spiderman rolündeki oyuncunun ağından düşmesi gerçeğini, oyunu izlerken unutabilirim diyorsanız bu görsel şölen kaçırılmayacak bir fırsat. Başkasının sahip olduğu üç en güzel şeyden biri olan, en iyi arkadaşınızın çocuğunu yanınıza alıp, Spiderman Turn Off The Dark müzikalini izlemek üzere 42. Cadde’deki Foxwoods Theatre’ın yolunu tutup zevkle izleyiniz. Girişteki hediyelik eşya dükkanından alışveriş yapmaksa en az oyun kadar eğlenceli; hatta belki daha çok.
XOXO The Mag
news brand
Chanel égoÏste
Egoist Olma Sanatı yazı oben budak
Küçüklüğüme dair hatırladığım en keyifli anılardan biri de çanak anten bağlandığı gün hasta numarası yaparak evde kalmamdı. Doğrusu o gün sergilediğim performansa en iyi drama oyuncusu dalında Oscar vermek isterdim. Tamam bahsettiğim tarih o kadar da eski değil belki ama Türkiye’de müzik kanallarının olmadığı dönemlerden bahsediyorum (ekmeğin karneyle alındığı dönemlerden çok sonra, lütfen yanlış anlaşılmasın.) Evde kalma amacım ise uydu aracılığıyla müzik kanallarına bağlanmak. Super Channel diye bir kanala takmışım, sabah akşam klip izliyorum. Madonna’nın Express Yourself klibinin müstehcenlik nedeniyle sadece ilk iki dakikasını yayınlayan TRT’ye inat, Super Channel’da her şey kesintisiz gösteriliyor. Hatta George Michael’ın o senelerde çıkan Freedom klibinde küvette çıplak yatan Cindy Crawford’u da görme imkanı vardı tabii. Bütün bu renk cümbüşü içinde hatıradığım nadir şeylerden biri de Chanel’in parfümü Égoïste’in çarpıcı reklamı. Belki siz de hatırlarsınız, büyük bir apartmanın her penceresinden ayrı bir güzel hatun çıkıp ‘Égoïste’ diye bağırıp panjurları kızgın bir şekilde kapatırlar, en sonunda da ortada egoist yakışıklımızı görürüz ve reklam biter. O yaşta egoistin anlamını bilmediğim gibi Chanel’in logosunun da annemin çantasından sarkan ‘şey’ olmaktan öte bir özelliği yoktu benim için. Ama pek başarılı bu reklam, olan biteni aklıma kazımaya yetmiş. Gel zaman git zaman hayat toz pembe günlerini yitirdi, ben de annemin koruması altından çıkarak gerçek dünyaya uçmaya başladım ve bu ‘egoist’ olma hali, fazlasıyla lazım oldu. Tabii ki ergenlikte birçoklarınız gibi Josef Kirschner’in yazdığı ‘Egoist Olma Sanatı’nı da okuyup yoluma öyle devam ettim. Parfümüm hiçbir zaman Égoïste olmadı belki
ama Chanel’in eskimek bilmeyen tatları gibi Égoïste’in de sonradan daha çok değer kazandığı gerçeğini idrak ettim. 1990 yılında koklayan kadınların, erkeğini sanki az önce duş almış da gelmiş gibi hayal etmesini de sağladı sanırım, çünkü döneme göre bir hayli fresh bir kokuydu aslında. Chanel’in koku uzmanı Jaques Polge’un yazları evini güzel kokutmak için hazırladığı ve ıslak potporilerden yola çıkarak keşfettiği bu parfüm, klasik bir temadan esinlenerek yapılmış gibi görünebilir tabii. Maun ağacı ve mandalinayla tatlandırılmış Brezilya gül ağaçları, kişnişle desteklenmiş. Bir süre sonra burnunuza gelen tarçın ise parfümün hoş sürprizi. Alttan altta gelen vanilya, tütün ve amber ise kokunun ağırlığını ortaya koyuyor. Belki de döneminin çok ilerisinde olması nedeniyle ‘90’ların başında çok tutulmayan Égoïste’in ardından 2-3 sene içinde yeni katılımlarla Plantinum oluşturuldu. Kekik, biberiye, kişniş, lavanta kokularının, adaçayı gibi dramatik odunsu notalar tarafından desteklenmesi, üzerine de tatlı erik ve şekerli kayısının eklenmesi neredeyse yeme hissi uyandırıyor. Son olarak göze çarpan vetiver notası da parfümün barok zenginliğini artırmakta ve günümüzde yeniden popülerleşmesi için zamana meydan okumakta. Hem zaten öyle ya da böyle geçmişe dönüş meselesi modanın her alanına etki gösteriyorsa, eski parfümlere dönüşü kaçınılmaz bir son olarak görebiliriz belki de. ‘60’ların saç şekillerine, ‘70’lerin rahatlığına, ‘80’lerin müziklerine dönülebiliyorsa pekala ‘90’ların parfümlerine de geri dönüş yaşamak fena olmazdı. Doğrusu bu akıma Chanel’le ve tabii ki Égoïste’le başlamak çok anlamlı olmaz mı?
XOXO The Mag
news fashıon
BLADE RUNNER
Postmodern Bir Son yazı başak dizer fransez
Pris, Zhora, Rachael ve Roy desem, size bir şey ifade eder mi? Bu arkadaşların hepsi birer insan kopyası ve Rick Deckard ise onları emekliye ayırmakla görevli bir polis memuru. Cevabınız hala hayırsa, ‘Blade Runner’ı izlememişsiniz demektir. Yoksa Ridley Scott’ın bu kült bilim kurgu filmini hemen anımsamıştınız. Lakin ben unutamıyorum. Filmin tipik noir (kara film) atmosferini, depresifliğini, ‘80’lerin ilk yıllarına göre muhteşem sayılabilecek efektlerini ve şu an bile fütüristik geçerliliğini koruyan kıyafetlerini aklıma getiriyorum. 1982 yılında yapılmış bu film, postmodernist akımın etkisinde olmasıyla önemlidir. Peki bunu nereden biliyorum? Londra Victoria&Albert müzesinin geçen yıl sonu, ‘Postmodernizm’ sergisinde paylaştığı tek film buydu. Scott’ın bizzat kurguladığı 2019 şehir sistemi ve yarattığı şehir vizyonu gerçekten inanılmaz. Filmi izleyenler ne demek istediğimi daha iyi anlayacaklar. Zira postmodernizm her zaman görsellikle beslenir. Postmodernizm akımı aslında tam olarak açıklanamıyor. Adı üzerinde, modernizm ‘ötesi’, ‘sonrası’ anlamında ama modernizmin bir eleştirisi olarak doğmuş. Bu noktada ne yazık ki sosyal ve politik etkilerinden bahsedemeyecek kadar az bilgi sahibiyim. Sadece sergiyi gezdikten sonra bu akımdan ‘moda’nın nasıl etkilendiğine dair bazı ipuçları bulabildim. Birazdan sayacağım isimler sayesinde bunu hemen anlayacaksınız. Çünkü sanatı kendi için yapan ve değer biçilme, beğenilme, onaylanma ve mantık arama gibi olgulardan sıyrılan bağımsız sanatçıların akımı bu. Topluma ders verme, eğitme sorumluluğu misyonundan uzaklaşmış, toplumu ‘ister istemez’ şok eden, sorgulatan bir yaklaşımı benimser onlar. Somut ve soyut bir arada, eklektiktir. ‘80’li yıllarda bu genel akımı sahiplenmiş ve hala uygulayabilen Vivienne Westwood, Yamamoto ve Rei Kawakubo gibi
tasarımcılar ya da Peter Saville, Philip Starck, Danny Lane, Mimar Aldo Rossi, Richard Prince, David Byrne, Grace Jones, David Lynch ve Andy Warhol gibi sanatçılar... ‘Blade Runner’ı postmodernist yapan öğeler neydi peki? Total Recall ve Minority Report kitaplarının efsanevi yazarı Philip K. Dick’in ‘Android’ler Elektrikli Koyun Düşler mi?’ adlı romanını temel alan filmin senaryosuna, Scott’ın etkisi şu: Vahşi seks, eklektik detaylar, karanlık karakterler ve onların iyi ve kötü arasında gidip gelen zıtlığı, cesur ve fütüristik kostüm detayları, gelecek korkusu, hastalık, yoksulluk, yalnızlık, çökmüş adalet ve politika sitemi, apolitizm ve umursamazlık. Filmde bunların hepsi var. Vizyon ve fikir, görsellik ve tema olarak hepsi mevcut. Filmin iki kadın karakteri Zhara ve Rachael’ın, tıpkı ‘Film Noir’ dünyasının zıt karakterleri gibi, farklı mizaçları, duruş ve kostüm seçimleri var. Eklektik bir tarz sahibi tatlı Rachael’ın ‘40’lardan etkilenmiş kesim ve kumaşlarının, fütüristik detaylarla karıştırılmış stili gerçekten muhteşem. Asi Zhora’nın kostümü ise pvc’den imal edilmiş şeffat bir trençkot ve askıları olmadan üzerinde durabilen deri bir body. Michael Kaplan imzalı bu dahice kostümler V&A müzesinde sergilenmişti. Peki biz şimdi bir postmodern çağda mı yaşıyoruz? Hayır pek değil, belki sadece ‘modern’. Ama kişiler kendi çaplarında bunu pekala yaşayabiliyor. Aramızda postmodern kişilikler ve sanatçılar var. Hatta ideal insan tipi bence kendi postmodernizmini yaşayandır. ‘Sanatçı dediğin postmodern olur’ bile diyebiliriz. Yapımcılar tarafından Hollywood ruhuna uygun olmadığı için filmin sonu değiştirilmişti. İşte sırf bu yüzden Ridley Scott’ın sonradan oturup yaptığı ‘Yönetmenin Kurgusu’ versiyonunu en kısa zamanda bulup izlemeyi planlıyorum. İşte o zaman ‘postmodern’ bir son nasıl olurmuş göreceğim. Ah, bir de büyüyünce Michael Kaplan olmak istiyorum.
XOXO The Mag
news beauty
Paris Mon Amour!
Sevgililer Günü Randevusu yazı ayşecan ipek
14 Şubat Sevgililer Günü. O güne pek meraklı Bridget Jones’un dilini iki satırlığına ödünç alacak olursam: Sevgili Günlük. Kilo: 55. Sevgili: 0. (Sevgilim olsaydı bu gece sürebileceğim) kırmızı rujların toplamı: 25. Amma velakin ben, Bridget Jones değilim. Bu tip kasıntı günlerde tam aksi yöne sapan biriyim. ‘Valentaynım olmasın Valentinom oldukça’ der, hiçbir orgazmın yanaklarıma veremeyeceği kızarıklıktaki NARS Lovejoy allığımı sürer, kirpiklerimi şöyle bir kırpıştırır, ilk atladığım uçakla Paris’e giderim. Orada tüm günümü güzel adreslerde, güzelliğin büyüsüne kapılarak geçiririm. Yanımda havalara bakacak, önce biraz söylenecek, sonra bir kafede mola vermek isteyecek yıllanmış bir sevgilinin nazını çekmek yerine, Frédéric Malle’in 37 Rue De Grenelle’deki kapısını çalar, sırasıyla Carnal Flower, Noir Epicés ve Portrait Of A Lady’i dener, sokaktan geçen yakışıklı bir Fransıza fikrini sorarım. Biraz flört ettikten sonra pusulam Colette’i gösterir. Rodin Olio Lusso, artık kült ürün muamelesi görüyor. İçeriğindeki 11 farklı yağ, antioksidan, mineral ve vitaminler açısından zengin. Ambalaj, minimalist ve çok şık. Alıyorum. Le Labo’ya ait bölümde de oyalanırım biraz. The Detergent Santal 33, alabileceğim en lüks, en saçma ve bu yüzden de en güzel şey! Le Labo’nun en sevdiğim esansını taşıyan bir çamaşır deterjanı. İsmini SUPER koyacak kadar iddialı bir markayı da es geçemem: 3-Minute Facial With Ginger, üç dakikada cildimi yenilemeyi vadeden bir maske. Tam kasaya doğru giderken klasik Carmex Lip Balm’u da atarım sepete. Marais’de azıcık gezinip L’Artisan Parfumeur’ü de ziyaret ettikten hemen sonra heyecanla saatime bakarım. Oh mon dieu!!! Cildi en güzel (ve belki de bu yüzden) en ukala Fransız kadınının bile randevu almak için taklalar attığı cilt bakım uzmanı Joëlle Ciocco ile olan randevumu neredeyse ıskalamak üzereyim. Yüksek topuklar anında terk edilir ve çantanın içinden iki adet hızır Repetto yetişir imdada. Koş Forest Koş!!! Ta nerelerden kalkıp geldim diye anlayış gösterir Joëlle; iki kıvırcık saçlı kadın seans sonrası azıcık sohbet de ederiz. Ben ona İstanbul’dan gül suyu ve acı badem yağı göndermeye
söz veririm. Sonraki durağım Sephora. Bizde neden satışa sunulmadığını bir türlü anlayamadığım Clarisonic’ten bir adet edinirim. Tüm alışverişim boyunca alıp alacağım tek elektronik alet. Uslu Airlines’ın uzay aracı taklidi yapan cihazına bile dayandım, almadım Colette’ten. Café De Flore’da bir espresso. Hop! Yola devam. Aesop’un mimarisiyle kalbimi çelen/delen/geçen mağazası Saint-Honoré’de. Dört bir yanımı çeviren, duman rengi ahşabın ismi Victorian Ash. İşte bunu duyduğu zaman birazcık da olsa etkilenecek bir sevgili olmalı yanımda! Tam 3500 minik parça, elle kesilmiş, işaretlenmiş ve yerleştirilmiş. Karmakarışık düzeni bu detaylı işçiliğe borçluyuz. Camellia Nut Facial Hydrating Cream, Parsley Seed Facial Cleanser, Wild Lime Hair Polish’in kokusu da, dokusu da, ambalajı da şahane. Hayal bu ya, François Nars’tan da bir randevu almayı başarmışım. Bana makyaj yapmayacak. Onunla bir barda buluşup Martini’lerimizi yudumlarken makyajdan, ilham perilerinden ve bir sonraki koleksiyonundan bahsedeceğiz. Gece otelime saat kaçta dönerim bilmiyorum; bu sohbet fazlasıyla uzun sürer. Keşke dönüş biletimi biraz daha geç bir saate alsaydım! Havaalanına giden taksiyi dramatik bir hareketle durdurup kocaman bir eczanenin önünde inerim. Bana Eucerin Aquaphor lazım. Ayrıca Embryolisse Lait-Créme Concentré ve Créme Hydratante a’ L’Orange. En pahalı kremler raflarında diziliyken tüm cool kadınlar bunları kullanıyor. Saçlarım güzel, çabuk ve sağlıklı uzasın diye modellerin birbirine backstage’de fısıldadığı Viviscal bitkisel takviyeden almam lazım bir de. Fransızca’dan başka dil konuşmayan taksi şoförü, yüzünde kızgın bir ifadeyle saati gösterir o sırada. Uçağımı kaçırmama ramak var. O da ne?! Serge Lutens’ın rüyalarıma giren ‘ultra-şık’ butiğine uğramadım! Halbuki Feminité Du Bois’yı ilk kokladığım günden beri bunu hayal ediyorum. Taksici tek bildiği İngilizce kelimeyi haykırır: “Impossible!!!”. Bense bu dramatik anı ikiye katlarım. Catherine Deneuve ve Sophia Loren arasında kararsızlık yaşayan bir ifadeyle cevap veririm: “Impossible n’est pas Français.”
XOXO The Mag
news book
The complete mAus
Büyük Acının Hikayesi yazı gökçe gökçeer
The Complete Maus-A Survivor’s Tale Art Spiegelman / Pantheon 296 sayfa
“Şüphesiz Yahudiler bir ırktır ama kesinlikle insan değillerdir.” Bu utanç verici cümle bana ait değil! Tahmin edersiniz, belki de gayet iyi bilirsiniz ki, tarihin en korkunç diktatörlerinden Adolf Hitler’e ait. Size kısaca bahsedeceğim Maus bu alıntıyla başlıyor. Ruhumuz daralsa da, zihnimizde kapattığımız ışıklar bu cümleyle birlikte yeniden yanıyor. Maus ve yaratıcısı Art Spiegelman Türkiye’de pek tanınmıyor ne yazık ki. Çizgi roman kültürümüzün gelişmemişliği, İkinci Dünya Savaşı trajedisini anlatan edebi kaynaklarda çocukluktan kalma Anne Frank’in Hatıra Defteri’nden öteye gidilememesi, bu tanınmamışlığın sebepleri olarak sayılabilir. Maus, Gözlem Kitap tarafından 2004 yılında Hayatta Kalanın Öyküsü adıyla yayımlanmıştı ama şu anda baskısı yok. Yayınevinden birileriyle görüştüysem de, net bir cevap alamadım. Yani kitabın yeniden basılıp basılmayacağı bir muamma. Maus, bir dönem büyük saldırılara maruz kalmış. Kitabın kahramanlarının hayvanlardan oluşması tepki görmüş. Spiegelman, Yahudileri fare, Almanları kedi, Polonyalıları domuz, Amerikalıları köpek olarak çizmiş; Polonyalılar ile Yahudiler buna biraz alınmış. Almanların kedi olarak çizilmesi ve fare olan Yahudileri kovalaması, hayvanlar âlemindeki doğal süreci resmettiği gerekçesiyle eleştirilmiş. Buna rağmen Maus’u okuyan çoğu kişinin, alegorik bir anlatımla yazılmış olağanüstü bir çalışmayla karşı karşıya olduklarını anlamaları ve Maus’u başucu kitabı yaptıklarını bilmek insanı mutlu ediyor. Art Spiegelman 1948 Stockholm doğumlu, şu an New York’ta yaşıyor.
Polonya gettolarından zar zor kurtulan Yahudi bir babanın, Vladek Spiegelman’ın oğlu. Onun Maus’ta yazdıkları dışında yazma şekli de başlı başına olay! Babasının 1939-1945 arasında yaşadığı hayatı kulaklarını dört açıp dikkatle dinlemiş, notlar almış ve sonunda Maus ortaya çıkmış. Kitap da zaten, Spiegelman’ın babasıyla bu konuda yaptığı ilk sohbetle başlıyor ve aynı şekilde devam ediyor. Babası ona anlatıyor, o bize çiziyor. İdealinin bunları bir gün kitaplaştırmak olduğunu, yine babasıyla sohbetlerini okurken öğreniyoruz. Aslında Spiegelman, babasının hayatını anlatırken, kendi hayatını da anlatıyor bize. Maus iki tarihsel süreci kapsıyor. Birincisi 1930’lu yıllardan savaş bitimine uzanan babanın anlattığı geçmiş, diğeri ise Spiegelman’ın anlatıcı olduğu ve Maus’u çizmeye başladığı dönem. Elimdeki kitap The Complete Maus-A Survivor’s Tale. Bu özel basım, 25. yıl vesilesiyle iki kitabın birleşmesinden oluşuyor, ki bu onu daha da kıymetli kılıyor. Yani A Survivor’s Tale: My Father Bleeds History ve A Survivor’s Tale: And Here My Troubles Began hikayeleri bir arada. Maus, bugüne kadar tüm dünyada yirmiden fazla dile çevrilmiş. Türkçe çevirisi yapıldığı halde bu heyecanın kursağımızda kalması üzücü. Tüm dünyanın ayakta alkışladığı, bu kadar hassas bir konunun böyle naif ve başarılı bir dille anlatılabildiği bir başyapıtı orijinal dili kadar Türkçe olarak da kitaplığımızda görmek istiyoruz. Çok önemli bir bilgiyi ise sona sakladım: Maus, Pulitzer Ödülü kazanan ilk ve tek çizgi roman. 1992’de kazandığı bu ödülle dünya çapında ünlenen kitap için Wall Street Journal’da bakınız ne denmiş: “Soykırım hakkında şimdiye kadar yapılmış en etkileyici ve başarılı anlatım.” Sözün bittiği yerde susuyor, sayfaları yeniden karıştırmak istiyorum.
XOXO The Mag
news ART
JESSICA HARRISON
Güzel Zombileri Kırmalı yazı zeynep alpaslan
Porselen; güzelliği, zenginliği, inceliği, nadideliği çağrıştırır. Kırılgan, yani korumaya muhtaç olması değerini artırır. Eskiliği, yani ‘günümüze kadar gelebilmiş’ olması ona bir kahramanlık, dayanıklılık ve geleneksellik atfeder. Değerli bir porselenin minik bir parçasının dahi kırılması, bu durumu bir tür ‘yaşanmışlık’ olarak yorumlayan romantikler için olmasa bile, çoğunluk için korkunç bir şeydir. El emeği değil fabrika ürünü ‘züccaciyeci porselenleri’ ise zevk sahibi, eğitimli gözler tarafından rüküş, kaba ve zevksiz olarak görülür. Bunlar kırıldıklarında tamire değil, çöpe giderler; arkalarından kimse ağlamaz. Bir dönem evlerin vitrinlerini süslemiş bu tip biblolar, yavaş yavaş ortadan yok olmaya başladı. Kırılınca yenisi alınmıyor artık; ‘kitsch’le dalga geçmeye meyilli ‘modernler’ ise ‘action figure’leri ve tasarım oyuncakları tercih ediyor. Oysa bazıları gerçekten de el emeğiymiş gibi görünen bu ucuz fabrika biblolarının, el üstünde tutulmaya başlandığı bir döneme giriyoruz. Günümüzde bu objeler, genç sanatçılar tarafından ‘bozguna uğratılacak kadar güzel’ bulunuyor. İngiliz sanatçı Jessica Harrison’ın 2010 tarihli Breaking (Kırmak) serisi hortlakları, kötü ruhları, hatta zombileri andıran porselen kadın figürlerinden oluşuyor. Harrison, duruşlarından ve yüz ifadelerinden etkilendiği ‘kusurlu’ bibloları alıp, onları grotesk heykellere dönüştürmüş. Seriye ismini veren ‘kırmak’ fiili, malzemenin edilgen kırılganlığından ziyade, sanatçının eylemine işaret ediyor: Stendhal’ın “Kötü zevk suça teşvik eder” sözünü doğrulamak istercesine, yanlışlıkla değil, bile isteye yapılan, planlı, sabırlı ve özenli bir bozgun söz konusu burada. Elindeki malzemeyi paramparça etmemek için, sanatçının bu ‘kırma’ işlemini çok dikkatli bir biçimde uygulaması gerekiyor. Yani ani bir öfke patlaması ya da süslü püslü bir şiddet gösterisi değil, ‘acaba içinde ne var?’ diyen
çocuksu bir merak belki ondaki. Bir tür ameliyat: Porseleni kırsak içinden yine porselen mi çıkar? Biricik olmasa da güzel ve zarif görünebilen bir porselen, içinde neleri gizler? Peki ya, bir leydi? Harrison’ın ‘Viktoryen’ kadın figürleri, gerçek bir leydi gibi, asla istiflerini bozmuyor, terbiyelerinden ödün vermiyorlar. Onlar yarık karınlarından çıkan kanlı bağırsaklarını ellerinde birer dantel eldivenmişçesine, zarifçe tutuyor. Tek elleriyle eteklerini tutup baygın bakışlarla reverans yaparken, diğeriyle kafataslarında beyinlerini taşıyorlar. Yelpazelenirken kibarca geriye attıkları başları, belki de bu hareketin şiddetiyle kırılıp yarılıvermiş boğazlarından akan kana rağmen, kibirli duruşlarından hiçbir şey kaybetmiyor. Bu figürler kadınları haraketsiz kılmayı amaçlayan, nefes almalarını güçleştiren ve etraflarına çizdikleri tarlatan çapındaki sınırla kadınların ‘mesafeli’ durmalarını zorunlu kılan Viktorya Dönemi modasına uygun giysiler giyiyorlar. Beyinsiz, donuk, kırılgan, dekoratif kadınlar onlar; tıpkı kendilerinden beklendiği gibi. Ancak Viktorya Dönemi kadınları ‘içlerinde ne olup bittiğini’ kimselere çıtlatamazken, Breaking serisindeki biblolar, sanatçının müdahalesiyle, içlerinde ne var ne yok ortaya dökmüş, hatta kimilerine komik gelebilecek bir biçimde teşhir etmiş durumdalar; bağırsaklar dahil. Harrison’ın bibloları, ‘taş bebek’le ‘action figure’ arasında bir yerde duruyor. Birer sanat eseri olarak görülen el emeği pahalı porselenlerin zarar görmüş taklitleri, ‘ince zevk’in karşısında yer alan popüler kültür ürünü zombi tasarımlarıyla birleştiriliyor ve ortaya ‘melez’ bir obje, değerli bir sanat eseri çıkıyor: çoktan kırılmış ama hala kırılgan, fabrika çıkışlı ama biricik, dönüştürülmüş ama olduğu gibi muhafaza edilmeyi talep eden güzel zombiler...
XOXO The Mag
news DESIGN
EVA ZEISEL
Sofraya Modernite Katan Kadın yazı arda savcı
2012’ye girmemize saatler kala büyük bir tasarım efsanesinin aramızdan ayrıldığını öğrendik. Hem de tamı tamına 105 yaşında. Bu asırlık çınar, seramik tasarımını modernist anlayışla tanıştıran Macar asıllı tasarımcı Eva Zeisel. Kendisi tasarım dünyasının belki de en ilham verici hikayelerinden birinin kahramanı. Düşünsenize, doğum yılı 1906 olan birinden bahsediyoruz. Bizzat tanık olduğu şeyleri bir hayal edin. Kendinizi Eva’nın yerine koyun ve bakın nasıl bir hayatın altına imzanızı atmışsınız... Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun bir vatandaşı olarak Budapeşte’de dünyaya geldiniz. Küçük yaşta resme yönelip, üniversite tercihinizi bu yönde yaptınız. Bir gün teyzenizin evinde geleneksel seramik işleri görüp aşık oldunuz, eğitiminizi yarıda kesip, bir seramik ustasının yanına çırak olarak girdiniz. 1925’te Paris’e gidip Art Deco’ya adını veren o meşhur sergiyi ziyaret ettiniz, burada modernist tasarımın öncü isim ve akımlarıyla tanıştınız. Kısa sürede atölyeden çıkıp ürün tasarımcısı olarak Almanya’da çalışmaya başladınız. 1930’da Berlin’e taşınıp Weimar dönemine tüm dekadansıyla tanıklık ettiniz. Sovyet Rusya’nın yenilikçi sanat ve tasarım çizgisinden etkilendiniz, Leningrad’a gidip ülkenin en önemli porselen fabrikasında yeteneğinizi konuşturdunuz. Bir Sovyet klasiğinin baş aktörü olup Stalin’e suikast planlamaktan haksız yere tutuklandınız, 16 ayınızı küçücük bir hücrede geçirdiniz ama bunu bile bir fırsat belleyip, karanlığın renk algısındaki etkileri üzerine kafa yorup yaratıcılığınızı beslediniz! Dünya turunuz bitti mi sanıyorsunuz? Daha yolun yarısına bile gelmediniz. 1937’de hiçbir açıklama sunulmadan hapisten çıkarıldınız,
kendinizi Avusturya’da buldunuz. Nazilerin postal sesleri Viyana sokaklarında yankılanırken bavulunuzu toplayıp soluğu Londra’da aldınız. Burada Berlin’deki ilk göz ağrınız Hans Zeisel’le karşılaşıp evlendiniz. Sonra da ver elini Yeni Dünya. New York’a adım attığınız gün iş ilanlarını incelemeye başlayıp kısa süre sonra Brooklyn’de eğitmenlik yapmaya başladınız. Bir porselen firmasının MoMA’dan kendileri için modernist tarzda sofra takımı hazırlayabilecek bir tasarımcı önermesini istediği o an miladınız oldu. Çünkü MoMA’nın aklına gelen ilk isim sizdiniz ve 1946’da sonradan bir tasarım ikonuna dönüşen ünlü sofra takımınızı tasarladınız. Aynı yıl MoMA’da sadece sizin çalışmalarınıza odaklanan bir sergi açıldı. Bunu başaran ilk kadın oldunuz. Aradan bir ömür geçti, 105 yaşındayken Leucos için hazırlayacağınız lambalarla haberlere konu oldunuz... Evet, MoMA’nın verdiği eli sıkıca tutan Zeisel’in ‘çıkış parçası’ o dönem için devrim niteliğindeki soyut formlarıyla kendinden çok söz ettiren ‘Museum’ sofra takımı. Onu sonra niceleri takip etti. Birbirine dolanmak üzere olan hayaletimsi soyut formlardan ya da boyunlarını havaya uzatmış iki zarif kuştan oluşan tuzluk ve biberlikler, Mondrian desenli vazolar, çaydanlıklar, bardaklar... Tasarıma azıcık ilgi duyan herkesin aşina olduğu parçalar. Hala etkilenmediyseniz Jeremy Bales’in Eva’nın 102. yaş günü onuruna çekmiş olduğu belgeselin parçalarını Vimeo sayfasından izleyin. Videoda Eva’nın bu yaşında oturduğu yerden havaya çizdiği siluetleri, vefakar asistanı Olivia Barry aracılığıyla nasıl gerçeğe dönüştürdüğünü göreceksiniz. Şimdi, bir kez daha hayal edin; son nefesine kadar çalışmış, yaratmış ve kazanmış bir insanın ölümünden sonra bile yeni bir ürünle bizleri selamlayacak olması kadar ilham verici bir şey daha olabilir mi?
XOXO The Mag
23
news people
ANDREW HAIGH
Aşk Politik Bir Mesele mi? röportaj erman ata uncu fotoğraf jonathan hyde
İlk filmi ‘Greek Pete’ Londra’nın rent-boy âlemine gerçekle kurgunun sınırlarını bulandırarak bakıyordu. Britanyalı yönetmen Andrew Haigh, ikinci filmi ‘Weekend’de de ilişki meselesini benzeri bir gerçekçi tonda perdeye getiriyor. Bir gay barda tanışan Russell ve Glen’in ‘one–night-stand’ olarak başlayıp yavaş yavaş aşka doğru evrilen ilişkisi, bildik romantik hikayelerdeki kalıplara yüz vermeden, neredeyse müdahalesiz, sakin bir uslupta perdeye geliyor. Haigh ile yurtdışı festivallerde büyük ilgi gören ve !f İstanbul’un bu sene bize de müjdelediği yeni filmi ‘Weekend’i konuştuk.
birer stereotipe dönüşmemelerini arzu ediyorum. Çünkü standart gay temsillerinden çok daha komplike iki insan bunlar.
Weekend’de karakterlerin tepkileri ve diyaloglar çok doğal bir şekilde gelişiyor. Bunu sağlayabilmek nasıl mümkün oldu? Filmin kahramanları Russell ve Glen yaşayan karakterlerden mi esinlenildi? Gerçek karakterlerden esinlenilmedi, hayır. Benim için filmin mümkün olduğunca doğal bir his vermesi çok önemliydi. Yapıtığımız her şeyi de buna göre ayarladık. Senaryoyu yazarken de, oyuncu performanslarında da, ilişkinin nasıl geliştiğini düzenlerken de bir şekilde gerçekçi bir his vermek istedik. Gerçek karakterler üzerine şekillendirilmediler. Ama deneyimlere, gerçek duygulara dayalıydılar.
Görüntü olarak da gay filmlerinde görmeye alışık olduğumuz üzere, kaslı, standart ölçülere sahip insanlar değil, senin filmindekiler... Kesinlikle. İki tane normal insan. İkisi de normal işlerde çalışıyor. Russell bir havuzda cankurtaranlık yapıyor. Modern filmlerde gay bir karakter varsa genelde New York’ta Soho gibi bir yerde barda çalışır, mükemmel bir vücudu olur vs. Gerçekte ise gay insanlar her yerde yaşıyorlar, farklı şeyler yapıyorlar, farklı görüntülere sahipler ve bunun sinemada yansıtılıyor olması lazım.
Neden bu gerçekçi tonu yakalayabilmek bir öncelikti? İlişkiler üzerine gerçekçi olmayan filmler seyretmekten çok sıkıldım. Kişisel olarak da sinemada hayatın gerçekçi yorumlarını görmek istiyorum, fantastik tasvirlerini değil. O yüzden benim için çok önemliydi. Sanırım bir izleyici olarak böyle filmleri seviyorum.
Bir filmci olarak bu stereotiplerin sebebi ne? Bilmiyorum, birden çok şey bence. Gay filmciler, yazdıkları karakterler konusunda çok titiz davranıyorlar. İşin ucu gücendirici bir yere gider diye çekiniyorlar. Ama aslında bu, tam tersi kadar tehlikeli bir durum. Çünkü ortaya sadece ilginçlikten uzak değil, bir de hiçbir kusuru olmayan karakterler çıkıyor. Halbuki gay’ler de toplumun diğer kesimlerinden insanlar kadar kusurlu. Gay olmayanlar da referanslarını başka filmlerden alıyor olmalı, gerçek hayattan değil.
Örnek verebilir misin o sevdiğin filmlerden? İlişki meselesi üzerine birçok ilginç film var. Bu filmlerin mutlaka romantik ilişkileri konu almaları da gerekmiyor. Mesela Nuri Bilge Ceylan’ın ‘Uzak’ını çok sevmiştim. Her ne kadar iki akrabanın birbirleriyle problemlerini konu alsa da aralarındaki ilişki yansıtılırken gerçekçi bir resim çiziliyordu. O tip filmler bana ilişkiler üzerine farklı şeyler yapma konusunda ilham verdi.
Bu, gay karakterleri oynayan oyuncuların performanslarına da yansıyor mu? Eğer yönetmen gay’se, genelde temsiller biraz daha iyi. Straight bir yönetmenin filminde straight aktörler tarafından oynanıyorsa tam zıttı oluyor genelde. Benim aktörlerimle çalışma şeklim ise onların nasıl gay karakterler olduğu değil, çatışmalarının tam olarak ne olduğu üzerineydi. Dolayısıyla performanslarını da bunun üzerine şekillendirdiler. Karakterlerin hangi zorluklarla başa çıkmak zorunda oldukları daha belirleyiciydi... Ne kadar ‘maço’ ya da ne kadar ‘camp’ oldukları değil... İlginç olan da o değil zaten.
Filmin iki kahramanı arasındaki temel çatışmalardan biri de bunlardan Russell’ın aşkı politik bir mesele olarak kabul etmemesi, Glen’in ise tam tersi uçta yer alması ve sürekli eşcinselliği, ilişkileri politize eden konuşmalar yapması... Sen hangisine kendini daha yakın görüyorsun? Bence kesinlikle filmdeki temel çatışmalardan biri bu. Buna bağlı olarak Glen’in sürekli kim olduğunu dünyaya göstermek istemesi de etkili. Russell ise sadece cinsellikte değil, her konuda Glen’e göre çok daha çekingen. Bulunduğu dünyaya uyum sağlamak onu mutlu etmeye yetiyor. Glen ise o dünyayla savaşıyor. Ben de galiba ikisinin ortasında bir yerlerdeyim. Bir birey olmak benim için önemli ama bu ilişki kurmak istememeye kadar gitmemeli bence.
‘Gay sinema’ terimiyle ilgili ne düşünüyorsun? Niye varolduğunu anlayabiliyorum. Çok da rahatsız etmiyor beni, insanların filmlerini böyle sınıflandırmasında bir sorun görmüyorum. Ama asıl sorun, son 10 sene içinde o kadar kötü gay filmi gördük ki gay sinema tabiri kötü bir şöhret edinmeye başladı. Bence bu önemli bir mesele. Çünkü iyi filmler bazen gay sinemanın bu kötü şöhretinden etkileniyor. Biraz problem yaratıyor, evet. Ama gay olan iki insanla ilgili bir film sonuçta bu. Gay sinemanın bir parçası olarak değerlendirilmesi kaçınılmaz.
Daha önce Glen ve Russell’ın kendi karakterlerinin farklı yönlerini yansıttığını söylemişsin... Bence öyle. Hepimizin içinde kendimiz olmak ve çevremizle savaşma istekleri arasında süregiden bir mücadele var. Bazen uyum göstermek, herkes gibi davranmak daha kolaydır. O zamanlar Russell gibi olurum. Eğer etrafımdakiler beni kızdırırsa ve uyum gösteremezsem de tam tersine Glen gibi...
‘Weekend’ bir gay hikayesi ama festival gösterimlerinde straight izleyiciler de kendilerinden bir şeyler bulduğunu söylemişler... Bu her zaman benim niyetimdi. Çok da uğraşmam gerekmedi aslında. İnsanlar bir noktada hep birbiriyle benzeşiyorlar çünkü. Straight insanlar da hayattan ne istediklerini bilmiyorlar bazen, onlar da aşık oluyor. Dolayısıyla bu hikayenin başkalarına hitap etmesi de kaçınılmazdı.
‘Weekend’, sadece anaakım sinemada değil gay sineması örneklerinde de görmeye alıştığımız stereotiplerden daha farklı gay karakterler sunuyor. Filmin bu anlamda bir farkı olduğuna katlılıyor musun? Gay’lerle ilgili bir film yaptığınızda asıl zor olan herkesin bu insanlara dair bir fikri olması ve karakterlerinizin bu insanları layığınca temsil edip etmediğini sorgulaması. Benim için bu oldukça sinir bozucu. Çünkü bu iki karakter, kendilerinden öte bir şey değiller. Gay’lerle ilgili her şeyi temsil etmiyorlar, bu zaten imkansız. O yüzden gay’lere dair stereotipler olarak algıladığım şeyleri de, insanların bu konuyla ilgili ne düşüneceğini de görmezden gelmeye çalışıyorum. Sadece bu iki insanı layığıyla yansıtabilmek için yola çıkıyorum. Ve sonrasında da
Film, aşk ilişkilerine gerçekçi bir şekilde bakıyor. Ama finaldeki tren sahnesi neredeyse klasik aşk filmlerine gönderme yapar gibi düşünülmüş sanki... Evet. Bu bir film. Belgesel değil. Romantik dramaların, komedilerin kalıplarıyla oynamak ve sonra da bunların gerçekçi bir versiyonunu yapma fikri çok hoşuma gidiyor. Yani ‘Brief Encounter’ gibi de olabilirdi, ‘Before Sunset’ gibi de... Ben, sadece gerçekçilik boyutları ekledim. Bu hikayeleri alıp gerçeğe çevirdim. 25
‘Weekend’de kullanılan mekanların bir kısmı, Karel Reisz’ın ‘Saturday Night and Sunday Morning’inde kullanılanlarla aynı. Bu filmin nasıl bir etkisi var üzerinde? Kendini Britanya sinemasındaki ‘kitchen-sink’ ekolünün devamı olarak değerlendirebilir misin? O film etkiler beni, evet. Her ne kadar gay’lerle uzaktan yakından ilgisi olmasa da benim filmimle benzer temaları olduğunu düşünüyorum. İki filmde de dünyaya karşı bir öfke var. Her iki filmde de karakterler, içinde bulundukları dünyaya uyum göstermeye çalışıyorlar. Bence sonunda Russell’la Glen’in film boyunca uğraştıkları zorluklar da bunlar: Dünyaya, ana akıma nasıl uyum sağlayabiliriz? O dünyada kendimiz olmaya devam edebilir miyiz? Bence ‘Saturday Night and Sunday Morning’te de Albert Finney’nin karakteri aynı şeyi yapıyor. Ve zamanı için de çok gerçekçi bir filmdi. O kitchen-sink filmleri bir dereceye kadar üzerimde etkili. Örneğin, aynı Mike Leigh gibi olmak istiyorum, amacım bu diyemem ama. Gündelik şeyler, normal hayatta var olan, normal çatışmalar karakterler ilgimi çekiyor. Ünlü ya da muhteşem kişiler değil, sıradan olanlar... Glen, filmde ‘gay sinema kimin umrunda ki?’ gibi bir şey söylüyor. Ama ‘Weekend’in festivallerde gördüğü ilgi tam tersini kanıtlıyor. Bu festivallerin bazılarından büyük ödüllerle döndü ‘Weekend’, belli başlı gazetelerde çok olumlu yorumlar çıktı hakkında. Hatta şimdi !f İstanbul’un da en çok merakla beklenen yapımlarından. Böylesi küçük bütçeli, kendi halinde bir filme bu kadar ilgiyi bekliyor muydun?
Kesinlikle beklemiyordum. Senaryoyu yazarken, filmde olan bitenin kimsenin ilgisini çekeceğini düşünmediğimden, bu kadar insanın da görmek isteyeceği aklıma gelmemişti. Tabii, mümkün olduğunca çok insan görsün istersiniz filminizi ama ben hiç böyle bir ilgi görmesini beklemiyordum. Kesinlikle içimizden herhangi birinin hayal edebileceğinden çok daha büyük bir yere geldi ‘Weekend’. Bu ilgi nasıl oluştu peki? Bilmiyorum, çok garip. The New York Times, Noel zamanı yılın en iyi 10 filmini seçmişti. Biz de o listede yer alıyorduk. Benim için bu inanılmaz bir şey (Gülüyor). Böyle bir şeyi ummazsın. Belki de gay insanlarla ilgili böyle gerçekçi bir film eksikliği vardı, ‘Weekend’ de onu doldurdu. Yine böyle hikayeler anlatan başka gay sinemacılar olduğunu da biliyorum. Ama onlar henüz görücüye çıkmadı. Belki gay hikayelerde böyle bir değişim geliyor ve ben de ilk sırayı almış oldum bu değişimde. Buna, özellikle gay izleyici nezdinde bir ihtiyaç vardı. Bizim de şansımız yaver gitti galiba. Bir sonraki filmin de benzer tonda, benzer temalara sahip bir şey mi olacak? Aklımda birkaç fikir var, hangisine öncelik vereceğimi bilmiyorum. Ama yapacağım her film, aşağı yukarı benzer temalara sahip olacaksa da illaki gay karakteler üzerine olması gerekmiyor. Umarım insanlar bu temaların altında hem gay’leri hem de straight’leri ilgilendiren meseleler olduğunun ayırdına varırlar. Bence sinemada genelde de önemli olan bu. Film ne söylüyor ve bu söylediği herkeste nasıl bir yankı buluyor? Sadece gay veya straight meselesi değil.
XOXO The Mag
news FASHION
ART DECO
Modada Doğu Baharı yazı türkü şahin
Arap Baharı olarak tanımlanan politik olayların Kuzey Afrika ve Ortadoğu’daki ülkelerde çiçek açtırıp açtırmadığı tartışılır, ancak Mısır ve oryantalizm çıkışlı Art Deco’nun bu yıl moda üzerindeki etkisi göz ardı edilemeyecek kadar açık. 20. yüzyıl başlarından 1930’lara kadar devam eden ve moda, tekstil tasarımı, endüstriyel tasarım, mimari gibi birçok alanda hüküm sürmüş olan akımın adını 1925 yılında Paris’te gerçekleşen Exposition Internationale des Arts Décoratifs et Industriels Modernes sergisinden aldığını ve çok sayıda sanat akımının oluşum biçiminin aksine politik ifade ihtiyacına hizmet etmeksizin sadece dekoratif amaçlı bir tasarım anlayışı benimsediğini biliyoruz. Kökenine indiğimizdeyse geometrik formlar ve teknolojinin harmanlandığı Art Deco’nun çıkış noktası olarak Tutankamon’un Mısır’daki mezarının 1922 yılındaki keşfi karşılıyor bizi. Peki bunun Arapların ve dünyanın bugün hangi politik mevsimi yaşadığıyla ilgisi ne? 1920’li yıllara dönelim öyleyse… 20. yüzyıl başlarında Avrupa, Charles Worth ve Jacques Doucet’nin yanında kendini yetiştirmiş stil öncüsü Paul Poiret’nin Doğu etkili tasarımlarıyla çalkalanıyordu. Sergei Diaghilev yönetiminde 1909 yılında Paris’te sergilenen Rus
Balesi’nin Leon Bakst tarafından tasarlanan kostümleri Poiret’nin tasarım anlayışını kuvvetli bir biçimde şekillendirirken, Poiret balede giyilen kostümlerdeki giysi detaylarını dışarıya, gündelik hayata taşıdı. Tasarımlar beklenmedik, teoride alışılması zor görünen, ancak pratiğe döküldüğünde kolayca kabullenilecek parçalardı. Batılı kadın, Poiret’nin sunduğu yeni stilin altında Osmanlı saraylarında giyilen kaftanların ve Japon kimonolarının yattığını umursamayacak, kol evinden bileklere doğru daralarak inen giysiler ve kavuk benzeri aksesuarlarla Osmanlı sultanlarına öykünen Uzak Doğu kadınlarını canlandıracaktı. Harem pantolonları, kürk yakalı paltolar ve moda tasarımına getirdiği yeni biçimsel terim ‘drapaj’, Poiret’nin cüretkar tasarımlarını sıklıkla resmeden Paul Iribe’nin illüstrasyonlarıyla da tasarımcının şanına şan kattı. I. Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında Doğu ve Batı arasındaki farklılıkları tasarımın lehine kullanmak, hem yerel olanı hem de teknolojiyi büyük bir şevkle kucaklayan Art Deco’yu hak ettiği üne kavuştururken, Paris’ten Avrupa’nın birçok başka ülkesine ve Amerika’ya yayılan akım New York’un Manhattan caddelerinde yükseklik yarıştıran gökdelenlerde de boy gösteriyordu. Eşsiz yarımada, Empire State Building, Radio City Music Hall, Chrysler Building,
XOXO The Mag
kadınların değil moda tutkunlarının da tercih ettiği parçalar arasında bu yılki yerini aldı.
Rockefeller Center gibi binalarla üçüncü boyutuna kavuşadursun, oldukça göz alıcı olan bu stilin dönemine göre ultra modern formlarına ve kullanılan yüksek teknoloji ile göz kamaştıran tasarımlarına yakından bakıldığında sıklıkla kullanılan katmanların ve stilize üçgenlerin Mısır Piramitleri’nin modernleştirilmiş biçimleri olduğu ortaya çıkıyordu. Tarihle ilgili sırların gün ışığına çıkmasını sağlayan bir olayın sanayi ve teknolojiyle bütünleştiği Art Deco’nun Doğu ve oryantalizmi gündeme getirmesi, I. Dünya Savaşı ve onu takip eden yirmi yıl boyunca barış içinde bir dünya hayalinin toplumların içine su serpmek üzere gündelik hayata taşınacağının habercisiydi. Bunu da en iyi ortaya koyacak olan, tarih boyunca en tutkulu nefretlere yataklık etmiş, en kanlı savaşların sembolü olmuş Doğu ve Batı’nın buluşturulması fikriydi.
Geçmiş yılların modasının bugünkü seyri ‘20’ler ve ‘30’lara kıyasla farklı olsa da geçmiş dönemlerden diğer bir akım yerine Art Deco’nun bu yıl modayı etkileyeceği su götürmez bir gerçekti. Doğu odaklı siyasi gündemin, modayı belirleyip dünyaya sunan ülkeler tarafından savaşın insan psikolojisi üzerindeki olumsuz etkileriyle başa çıkmanın bir yolu olarak belirlenmesi ve tasarımda bir süredir gözlemlediğimiz oryantalist etkinin ortaya çıkması işten değildi, her benzer dönemde olduğu gibi… Modada, bugünle olan belirsiz bağı sebebiyle uzun bir gelecek hayaline imkan tanıyan geçmişe geri dönme fikri, insan doğasıyla pek de çelişmeyen savaş durumunda ebedi yaraya sürülen geçici merhem olarak kullanılmıştır hep. Art Deco da modayı tanımlarken en işe yarar stil olarak belirlendi bu kış ve yapbozun sosyolojik parçası tamamlandı. ‘20’li ve ‘30’lu yılların oryantalist modasına geri dönüldü, aynı ‘60’larda olduğu gibi… Sunulan modayı kabullenmesi hedeflenen kullanıcının beyni de keza aynı şekilde çalışır: Eskiden var olan, bugün gelecek vadeder. Çünkü moda da tarih gibi tekerrürden ibarettir. Nokta.
Tunus’ta mevcut düzeni uzun bir süreden sonra değiştiren Yasemin Devrimi ve sonrasında seyreden Mısır çıkışlı politik olaylar dünya siyasetini şekillendirmeye devam ederken bu kış en yaratıcı giyim markalarının vitrinlerini geometrik aksesuarlar, siyahın altın rengiyle bütünleştiği elbiseler, kürk yakalı uzun hırka ve paltolar istila etmiş durumda. Baldır hizasına kadar inen kalem eteklerse sadece yaşlı 29
news BRAND
Clarks desert boot
Alternatif Pop
Başarı öykülerinin her zaman masal gibi olanı makbul. Somerset’te 1820’lerde kafa kafaya veren Cyrus ve James Clark kardeşlerin öyküsü de işte tam böyle. Yaklaşık 30 yıl boyunca başarıyla yürüttükleri C&J Clark’ı yaş kemale erince ikinci kuşak başka bir Clark’a yani William’a devrettiler. Zaten o noktadan sonra da markanın durdurulamayan yükselişi başladı. 1890’lara geldiğimiz zaman artık ayakkabı üretiminde iyice uzmanlaşmış olan Clarks ailesinin kuşaktan kuşağa geçen başarısı iyice büyüyor. İkinci Dünya Savaşı’nın büyük bir hararetle devam ettiği ve ortalığı kasıp kavurduğu yıllarda Clarks ailesinden biri de Mısır’da savaştadır. Burada İngiliz askerlerin kullandığı kösele ayakkabıların paramparça olduğunu farkedince, kafasında yavaş yavaş yeni bir ayakkabı tasarımı geliştirmeye başlar. Savaş ortamında bunu hızla kurgulamak çok kolay olmaz elbette. Önce Mısır’da yerel halkın kullandığı ayakkabıların çöl şartlarına nasıl büyük bir başarıyla direndiğini keşfeder. Sonra da bu çöl ayakkabılarını uzun uzun inceleyip ülkesine döndüğünde, büyük büyük babalarının yarattığı bu müthiş marka için kırılma noktası sayılabilecek bir tasarımı hayata geçirir. Yıl 1950. Bahsettiğimiz sene bu yazının baş kahramanı olan ‘Clarks Desert Boot’un doğum yılı. Önceleri ordu için üretime başlıyorlar ama sonra gündelik hayatın içinde de insanların ondan vazgeçemediğini fark ediveriyorlar. ‘60’lara geldiğimizde bu kez Hippie’ler keşfediyor onu. Bu gezgin ruhlu insanların ayaklarında
dünyanın dört bir yanına gitmeye başlayan ‘Clarks Desert Boot’un ünü artık sadece İngiltere ve Avrupa’ya değil, tüm Amerika’ya bile sığmaz oluveriyor. Peki nedir Clarks Originals kataloğunun gözdesi olan bu ayakkabıyı böylesine efsaneleştiren? Amerika Birleşik Devletleri’nde hemen hiç reklam yapmadan sadece ağızdan ağıza yayılarak ününü perçinleyen Desert Boot bugün 60 yaşında. Şöhretinden ve popülaritesinden hiçbir şey kaybetmiş değil. Onun sıradan bir ayakkabı olmaktan çıkıp bir ‘pop’ objesine dönüşmesine sebep olan önemli şeyler var. Steve McQueen bu sebeplerin başında geliyor. Gerek özel hayatı gerekse kariyeri boyunca maceradan asla kaçınmamış, az konuşan ama çok şey söyleyen bu karizmatik sinema ilahının Desert Boot’tan başka ayakkabı kullanmadığı bir dönem bile olmuş. Ama Desert Boot’u bir sanat objesi olarak ölümsüzleştiren kişi elbette Andy Warhol’dan başkası değil. Marilyn Monroe’dan Muhammad Ali’ye, Grace Kelly’den Jackie Kennedy Onassis’e, Mao’dan Ina Ginsburg’a kadar tarihe damgasını vurmuş isimleri kendi renk filtresinden geçiren Warhol’u en az onlar kadar etkileyen ve ilham veren ‘Desert Boot’ bir ‘artwork’ olarak hafızalardaki yerini böylece alıverdi… Masal burada bitiyor. O halde bir klasikle bitirmek lazım. Gökten üç elma düşmüş. Biri bizim, biri sizin biri de Clarks bağımlısı Jamaikalı şarkıcı Vybz Kartel’in başına… Tıpkı onun söylediği gibi ‘Everybody haffi ask weh mi get mi Clarks!’
XOXO The Mag
news technology
İnternet memelerİ
Aksiyon Olmadan Reaksiyon yazı seda niğbolu illüstrasyon güneş engin
Kültürel üretim şekilleri değiştikçe nelerin internet fenomeni olarak tanımlandığı da değişime uğruyor. Müthiş bir süratle türeyen yeni online davranış kalıplarının pek çoğu artık herhangi bir düşünsel eylemle ilintili olmaktansa kolay yoldan ‘bir şey’ olmak derdinde. Planking (yüzüstü uzanma), owling (baykuş gibi tüneme) ya da horsemaning (kafa vücuttan ayrılmış gibi poz verme) gibi fiziksel aksiyonların görüntüleri yeni internet fenomenleri olarak son dönemde sanal ağa yayıldı. Hatta Türkiye de buna kendi katkısını serdarortacing benzeri taklit siteleriyle yaptı. Mevcut durum, Andy Warhol’un popüler kültür varolduğundan beri usandıracak derecede tekrarlansa da asla geçerliliğini yitirmeyecek öngörüsünün bir yansıması daha: 15 dakikalık şöhrete kavuşmak. Bugünün standartlarında süre değişti tabii ki; artık 15 saniyeden bahsedebiliriz ancak. Uzun mailler yazmanın karşıdakinin zamanını çalmak addedildiği, kişilerin maillerin sonunda isimlerini tek harfe indirgeyecek kadar kendi kimliklerini korumaya zaman ayıramadıkları bir kültürde fenomenlerin de zaman isteyen tartışma zeminleri üzerine kurulması beklenemez. Ancak bu noktada bir durmalı. Mesele tabii
ki sadece hız tutkusu değil, kimsenin o kadar az zamanı yok. Kısa yolu tercih etmeye eklemlenen diğer mevzu ister yazılanlar, isterse görsellerle kendini markalaştırmak, olduğu halini işlemenin zahmetine girmektense yüzeysel bir ikinci kimlik yaratmak. O noktada yardıma sloganlar yetişiyor. Bu durum görsel kodlar için de geçerli, yazınsal kodlar için de. Facebook ve Twitter gibi medyalar pek çokları için informasyon işlevini yitirse de sanal eğilimleri izlemek için halen mükemmel araçlar. Buralara her gün girdiğinizde karşılaştığınız içeriğin ne kadarı orijinal, ne kadarı hazırdakinin sunulmasından ibaret? Cevap ortada, hem de açık ara farkla. Sosyal ağlardaki iletişimin bugün neredeyse tamamı hazır içerik üzerinden kuruluyor ve bunun da önemli bir kısmını internet meme (mim okunuyor) dediğimiz kavrama ait. Yani internet aracılığıyla yayılan düşünceler, görüntüler, videolar, cümleler… Bazen Twitter’daki bir hashtag olarak ele geçiriyorlar günün gündemini, bazen photoshoplanmış bir görsel, bazense viral bir video olarak. 9gag, BuzzFeed, Know Your Meme gibi siteler aracılığıyla hızla yayılıyorlar. Meme’lerin şu sıralar en favori versiyonuysa hazır bir görselin üzerine çakılmış sloganımsı cümleler.
XOXO The Mag
büyük kolaylıklardan biri… Bu fenomen yaratma, daha doğrusu ironik şekilde milyonlarla paylaşılan bir ‘insider joke’ yaratma arzusu olmayan bir altkültüre dahil olabilmek için de çaresizce bir çırpınış. Meme metinlerinde gramerin bozulmasının (the yerine teh, has yerine haz gibi) neredeyse kural haline gelmesinde bile kendi argosunu oluşturma isteğinin izleri sürülebilir. Elde gerçek bir içerik bulunmadığından tüm besinini bir kaç saniyelik uyuşturucu etkisi yaratan tuhaflıklardan alan bir kültürün kendine has bir dil oluşturma çabası bu. Iskalanan şu ki altkültürler seri üretim değildir, yaşanan deneyimlerden çıkarlar. Bugünün internet kültürleriyse istisnalar haricinde tamamen seri üretim üzerine kurulu. Müzikte yapılan nostalji tartışmalarından hiçbir farkı yok aslında durumun. Tamamen geçmişin referansları üzerine kurulu bir sample/mashup kültürünün internetteki yansımalarına şahit oluyoruz. Veri fazlalığı içinde yeni bir şey üretmeden varolabilmenin rahatlığı sanal alemi çoktandır ele geçirdi. Kendi yarattığı ‘sanal gerçeklik’ kavramının vardığı yerin en büyük muhaliflerinden internet düşünürü Jaron Lanier’in de tespit ettiği gibi ‘aksiyonsuz bir reaksiyon kültürü’nde yaşıyoruz.
Absürd pozisyonlardaki kedilerin konuşturulduğu Lolcats mesela, meme tarihinin en çok bilineni. Talihsiz durumlar tanımlayan ‘fail’ görselleri, Chuck Norris’in adına açılan sahte twitter hesabı üzerinden ettiği sözler, ünlülerin şarkılarının ünsüzler tarafından söylendiği ‘Me singing’ videoları, Zombie Jesus illüstrasyonları ya da hareketli gifler. Hatta Hitler’in Der Untergang filmindeki tarihi konuşmasının altyazısı değiştirilerek milyonlarca farklı duruma uyarlanması… Her şey ama her şey bir internet meme olabilir. Memegenerator.net’e girdiğinizde hazır görsellerin üstüne istediğinizi yazıp kendi memenizi bile oluşturabilirsiniz. Öyle bir noktadayız ki kavga ederken, sevgimizi ifade ederken, nefret ettiklerimizle alay ederken google’a bir iki anahtar sözcük yazıp hemen duruma uygun bir meme bulabiliyoruz. Memelerin sağladığı tek kolaylık düşünmek zorunda kalmadan kendimizi konuşmalara dahil etmek, gündemde tutmak ya da içerik üretiyormuş gibi görünmek değil. Kullanılan kelimeler, görseller kendi ağzımızdan, zihnimizden çıkmadığı için sorumluluklarını almak zorunda bile kalmamamız. Sorumsuz cümlelerin, davranışların gırla gittiği sosyal medya ortamında insanlığa sağlanabilecek en 33
news PEOPLE
JENNIFER EGAN
Kurgusal Bir Karakter röportaj iris ışık fotoğraf pieter m. van hattem
İleri ve geri gidip duran zaman. Kahramanların asla peşini bırakmayan müzik. Sayfaların arasına karışmış PowerPoint slaytlar. 2011 Pulitzer ödülünü kurgu dalında kapan ‘A Visit from the Goon Squad’ı Pegasus Yayınları çok yakında yayınlayacağını duyurdu. Biz de yazarı Jennifer Egan’a aklımıza takılan her şeyi sorduk.
XOXO The Mag
The Keep Cover design by John Gall Cover art © Mary Evans Picture Library, A Visit From The Goon Squad Cover image © Photodisc/Getty Images Piotr Powietrzynski/Getty Images Fredrik Clement/Getty Images Design by Keenan, Look At Me Cover design by John Gall Cover photo © Nicholas Veasey/Getty Images, The Invisible Circus Cover design by John Gall Cover art © Tai Power Seeff/Getty Images, Emerald City and Other Stories Cover design by John Gall Cover art © Thomas Barwick/Getty Images
biriktirmişsindir mutlaka… İlginç olan ne biliyor musun, aslında unutamadığım anılarımın çoğu Amerika dışında dünyayı tek başıma gezerken yaşadıklarımdan oluşuyor. Yalnız çıktığım deniz yolculukları beni oldukça şekillendirdi. 18 yaşında üniversiteye başlamadan önce Avrupa’yı kendi başıma dolaşırken yazar olmaya karar verdim. 1986 yılında önce Çin ve sonra Sovyet Rusya’ya gittiğim için çok mutluyum. Bence tüm Amerikalıların ülke dışına çıkıp belli bir süre geçirmeleri çok önemli. Bir Amerikalı olarak yaşadığım ülkenin evrenin merkezi olmadığını farketmek, Amerikalı olmayanlara aslında o kadar da enteresan ve çekici gelmediğimizi görmek bence çok önemli. Bazen de tam tersi oluyor tabii…
Şu an neredesin ve ne yapıyorsun? Ofisimdeyim ve birazdan yumuşak ve rahat koltuğuma yerleşerek, yeni kitabıma başlamayı umuyorum. Ama sen bana bakma, bunu aylardır söyleyip duruyorum… Mart ayında Türkiye’de yayınlanması planlanan kitabın isminin ne olacağını henüz bilmiyoruz. ‘A Visit From The Goon Squad’ ile en iyi kurgu kategorisinde Pulitzer Ödülü aldıktan sonra adın tüm dünyada duyuldu. O an itibarı ile hayatında neler değişti? İlk cevabımın genel havası sana bu konuda fikir verebilir. Daha çok konuşur, daha az yazar oldum. Diğer yandan en fantastik olan şey hem Amerika’da hem de tüm dünyada çok fazla okuyucuya ulaşma şansım oldu. Bu kadar çok kişinin kitabımı okuması gerçekten çok heyecan verici.
Yazar olmaya karar verme hikayene paralel olarak yazma tekniğini de merak ediyorum doğrusu. Kitaplarımı sadece el yazısı ile yazabiliyorum. Diğer yandan gazete yazılarım için laptop kullanıyorum. Taslakları önce el yazısı ile deftere geçiriyorum sonra da bilgisayara aktarıp, bu kopyalar üzerinden okuma yapıyorum. El yazım çoğunlukla okunamaz halde olduğu için bunun ne kadar sancılı olduğunu tahmin edebilirsin. Daha sonra kağıt üzerinde yaptığım düzeltmeleri bilgisayarda yineliyorum. Düşüncelerimden tamamen arındığım zamanlar yazmayı seviyorum. Ekranın önünde klavye kullanarak yazmak bence buna engel oluyor. El yazısı ise tam tersine tetikliyor. Yazarken neredeyse meditasyon yapar gibiyim.
Peki bu ödülü kazanamasaydın hayatında neler olurdu diye hiç düşündün mü? Demek istediğim ödüllerin insanları ünlü yaptığına inanıyor musun? Evet, ne yazık ki ödüller insanları popüler yapıyor. ‘Ne yazık ki’ diyorum çünkü esas başarılı kitapların çoğu ödül bile kazanamıyor. Diğer yandan, bu ödülü kazanmamış olsam hayatım nasıl olurdu diye düşündüğüm zamanlar olmuyor değil. Muhtemelen daha az okuyucuya ulaşabilecektim ve karşıma çok daha az fırsat çıkacaktı. Senin de bildiğin gibi ödül kazanmak aslında çoğu zaman şansa bağlı. Kitabımla kesinlikle gurur duyuyorum ama eserinizi değerlendiren jürinin onu beğenip beğenmemesi biraz şansa kalıyor. Ödülü kazandığım ilk anki şaşkınlığımı hala unutamıyorum. Kendimi daha önce hiç bu kadar şanslı hissetmemiştim. Şöyle düşün, bir çekilişte herhangi bir ödül bile kazanamamış biriyim ben!
Bir romanı tamamlaman aşağı yukarı ne kadar sürüyor? Konudan konuya değişiyor mu bu durum? Çok uzun! Üç yıl şimdiye kadar ki en kısa sürem galiba. Açıkçası bu süreyi kısaltacak hiçbir yol bulamadım. Kitap yazmanın dışında başka işler de yapıyor olmam bu durumu doğrudan etkiliyor olmalı. New York Times’da araştırmacı gazeteci olarak uzun yazılar yazmak yaptığım diğer işlerden biri.
Yer değiştirmeye alışkın gibisin. Chicago’da doğup San Francisco’da büyüdün ve şu anda ailen ile birlikte Brooklyn’de yaşıyorsun. Bu yolculukta unutamadığın çok sayıda anı 35
Gençlik döneminde The Who ve Roger Daltrey’e olan düşkünlüğünün ‘A Visit From The Goon Squad’ daki karakterler üzerinde herhangi bir etkisi oldu mu? Evet. Gençliğimde The Who’nun müziğini severdim, ancak Iggy Pop’a tamamen hayrandım. Gençlik dönemlerime ait bu isimlerin müziklerini sevmekten öte onların, beni tanımlayan anılarım ile ilgili olduklarını söyleyebilirim. Bu anıları bir araya getirip farklı insanların hayatlarına entegre etmek istedim. 12. bölümü neden tamamen PowerPoint formatında yazdığını gerçekten çok merak ediyorum. Aslına bakarsan bu romandaki her bölümü yazarken ayrı bir keyif aldım. Bazı noktalarda ve özellikle teknik açıdan, bölümler için yeni bir yapı ve format bulmak daha zor oldu. PowerPoint kullanmaya başlangıçta sebepsiz, öylesine başlamıştım. Ama daha sonra bu formatta yazmaya başlayınca sebebini anladım: PowerPoint, Goon Squad’ın adeta mikrokosmosu gibi. Duraklamalar ile ayrılmış anlardan oluşan bir janr. Biliyor musun, romanın genel işleyişi de tamamen bundan ibaret, zamanın bir ileri bir geri gittiği uzun süren duraklamalar ile ayrılan kısa periyodluk aksiyonlar. Bu anlamda PowerPoint sunumunun olduğu bölüm için %50’lik bir duraksama diyebilirim. Müzik ve zaman ile ilgili bir kitap için mükemmel bir format. Aynı zamanda PowerPoint’in soğuk kurumsal yapısı, düz yazı ile yapamayacağım tatlı ve hassas bir aile öyküsü anlatmamı sağladı. 1995 yılında ilk romanın ‘The Invisible Circus’ Cameron Diaz’ın başrol oynadığı bir filme uyarlanmıştı. Sence Diaz yarattığın karakter için doğru bir isim miydi? Cameron Diaz bence harka bir iş çıkardı ama her yazar için bence romanının filme uyarlanmasını görmek biraz ürkütücü bir durum. Sanki bir rüya görüyorsun ve sonra o rüyanı ünlü aktörlerin başrolde olduğu bir perdede izliyorsun.
Yaşadıklarının senin için ilham kaynağı olduğunu düşünüyorum. Öykülerinde kendi deneyimlerinden esinleniyor musun? Kendi deneyimlerimi ve tanıdığım insanların deneyimlerini öykülerimde çok kullanmıyorum. Aslına bakarsan bu konuda hiç iyi değilim galiba. Sıfırdan yaratmak konusunda ise kendime her zaman daha çok güvenirim. Yazarlık ile hissettiğim duygu bir nevi kaçış hissi. Sanki kendi dünyamı aşıp başka, paralel bir dünyaya geçiyorum ama eğer bu paralel dünya kendi dünyamın başka bir versiyonu ise bu hissiyata kapılamıyorum. Tekrar başladığım noktaya geri dönüyorum. Kendi dünyamdan sadece bazı yerleri ve atmosferleri kullanırım. San Francisco’daki 1970’ler dönemi punk rock sahneleri gibi… Yazarken etkilendiğin olumlu ya da olumsuz dış etkenler neler oluyor? İlginç bir soru. Evde çocuklar ya da eşim ile ilgili bir sorun varsa konsantre olmakta zorluk çekiyorum. Bazen teknoloji bölüyor; telefon, e-mail’ler vs. Eğer bir projeye derinlemesine girmişsem her şeyi bir kenara koyarım ve ne olursa olsun tamamen onunla ilgilenirim. Bir proje içine girmeye çalışıyorsam, her şey kolayca ilgimi dağıtabilir. Son zamanlarda durum bu. Kısaca şöyle diyelim; son zamanlarda çok fazla çamaşır yıkıyorum. Gelecek romanın hakında biraz ipucu vermek ister misin? Şimdilik çok fazla şey söyleyemem. Ama 1940’larda çoğunlukla New York’ta İkinci Dünya Savaşı sırasında gemi inşaa eden ve onarımını yapan kadınlar hakkında olmasını umuyorum. Son keşfin… Küresel ısınmanın New York’taki kışı yok ettiğini keşfettim. Hava ılık, yağmur yağıyor ve çiçeklerimin soğanları açmaya başlıyor. Bense sincapların onları yememesi için sürekli savaş veriyorum.
XOXO The Mag
news SERIES
J.J. ABRAMS
Bir Esrar Perdesinde Kaybolmak yazı erman ata uncu
Artık herkesin J.J. Abrams ile ilgili bir fikri vardır muhtemelen. Yaratıcısı olduğu ve bir aralar haberi olmayana ‘bu dünyanın dışından’ muamelesi yapılan Lost’un tek bir bölümünü seyretmediniz diyelim. Hem Spock’un, Kaptan Kirk’ün gençliğini anlatıp hem de ölümüne ‘Trekkie’lerin bile gönlünü almak gibi imkansız bir işi başardığı son sürüm ‘Star Trek’i seyretmişsinizdir. Bunlar veya ‘Fringe’, ‘Person of Interest’ gibi her yanıyla J.J. Abrams işlerine de bir göz atmadıysanız, senaryosunu yazdığı ‘Görevimiz Tehlike’lerden, en olmadı, geçen senenin en hevesle beklenen gişe devleri arasındaki ‘Super 8’ten illaki haberdarsınızdır. Televizyon ve sinema arasında gidip gelen 21. yüzyıla has auteur’ler arasında en büyüklerden J.J. Abrams artık kitleyi dört bir koldan yakalayabilecek çapta bir kariyerin sahibi. Üstelik, auteur’lüğün gereği olarak imzasından ödün vermeden... Zaman zaman saf aksiyona meylettiği durumlar olsa da bilimkurgunun farklı tonlarında seyrettiği eserlerinde baskın bir J.J. Abrams imzasından bahsedebilmek mümkün ve ondan ne bekleyip ne beklemeyeceğimiz belli artık. ‘Lost’la ayyuka çıkan, sadece hikâyeye merak unsuru katmakla yetinmeyip atmosferi şekillendiren, karakterlere rengini veren bir giz mevcut genelde J.J. Abrams’ın işlerinde. ‘Star Trek’teki
‘paralel evren’ twist’i ya da ‘Lost’taki gibi çok da tatmin etmeyen ‘rüya’ açıklaması fark etmez, Abrams hikâyelerinin çoğunda bu dünyanın ‘kafasıyla’ açıklanamayanlar gelir başköşeye yerleşir. Gizem cevaplanması, nihayete ermesi gereken bir durum değil, her şeyi belirleyen, şekillendiren unsurdur. Belki bu, kendi mitolojisini yaratan dizilerin piri ‘Lost’ta tavan yapan durum, ‘Fringe’ gibi diğer işlerinde o kadar baskın olmayabilir (ve bu yüzden eleştirilebilir de). Ama J.J. Abrams isminin yarattığı beklentide, her şeyi çevreleyen bir esrar perdesinde kaybolma isteği büyük yer tutar. Yaratıcı bir ismin röportajlarında söylediklerinde, varılmak istenen tespitlerin izlerini bulmaya çalışmak ne kadar doğru, tartışılır. Ama Abrams’ın ‘Super 8’ için verdiği bir röportajdaki sözleri tam da onun bu giz perdesi tutkusuna ışık tutuyor gibi. The Guardian gazetesiyle yaptığı söyleşide Abrams, çocukluğundaki sihirbazlık numaralarına tutkusundan, büyükbabasıyla gittiği Universal Stüdyoları turunda da sinemanın nasıl küçük sihirbazlıklardan ibaret olduğunu keşfettiğinden dem vuruyor ve ekliyor: “Zaman ya da mekanı yaratmak da bunun içindeydi; hava durumu, uçan bir uçak, orada bulunmayan bir yaratık, kan revan bir kavga sahnesi, kırılan cam, yangın da... Tüm bu sihirbazlık
XOXO The Mag
Daha önce David Lynch’in ‘Twin Peaks/İkiz Tepeler’inde, başta ABD’yi, sonra da gösterime girdiği her ülkeyi bir sırrın etrafında birleştiren esrarlı atmosfer, en yoğun olarak yine Abrams’ın elinde hayat buldu. Dizinin yayını sırasında sırrına vakıf olabilmek için internet sitelerinin, forumlarının açıldığı ‘Lost’, kelimenin tam anlamıyla bir kült olarak hala hafızalarımızda. Televizyonun imkan sağladığı bölüm bölüm anlatımı, sosyal medyanın da katkısıyla bir mitoloji yaratmak için kullanan Abrams’ın yaratıcılığı da… Belki Abrams, uzun metrajlı filmler için kamera arkasına geçtiğinde ister istemez bu olanaklardan faydalanamıyor, giriş-gelişme-sonuç dahilinde fazla dallanıp budaklanmadan bir gizi çözmek durumunda kalıyor. Ama televizyonda giriştiği deneylerin izlerine filmlerinde de rastlamak olası. ‘Super 8’te de, ‘Star Trek’te de sanki klasik anlatı dahilinde yer alsa da sonuca ulaşana kadar karakterleri, atmosferi, hikaye örgüsünü tetikte tutan esrarlı bir havadan bahsedebilmek mümkün. Belki de küçük yaştan sinemacı Abrams’ın ‘Star Trek’ gibi üzerine titrenen bir miti, bir uzun metrajlı film süresine aktarabilmesinde de televizyonlarda olgunlaştırdığı, bu esrarlı havayı yaratabilmesinin, bir sonuca ulaşsa da alternatifleri de sezdirebilme becerisinin payı vardır.
numaralarının toplanıp bir şey gerçekmiş illüzyonunun yaratılması, insanların da bu illüzyonla duygusal bir ilişki kurmalarının sağlanması benim için çok heyecan vericiydi”. Abrams, bu illüzyona daha 16’sında ‘Nightbeast’ adında düşük bütçeli bir korku/bilimkurgunun müziğini besteleyerek girdi. (Sonraki işlerinin bir kısmında da müzik onun imzasını taşıyor) Üniversitenin ilk yılında Jill Mazursky’yle ortaklaşa yazdığı bir film projesi, Touchstone gibi büyük bir stüdyo tarafından hayata geçirilince Abrams’ın senaryo ve yapımcılık kariyeri de başladı. Ne var ki sektörün içindekilere yayılan şöhretinin daha da genişlemesinin, isminin dört bir tarafta duyulmasının miladı, sürükleyici ajan dizisi ‘Alias’ oldu. Jennifer Garner ve Michael Vartan gibilerinin de ünlenmesine vesile olan ‘Alias’ı bu kadar ilgi çekici kılan ve önceki benzerlerinden ayıran kuşkusuz Abrams’ın daha sonra alametifarikası haline gelecek, çözülemeyen gizler, bir türlü açığa çıkamayan entrikalar ve bilimkurgu dokunuşlarıydı. Her bölümün kendi içinde çözüldüğü televizyon dizisi formatına pembe diziler haricinde bir alternatif sunan ‘Alias’ tarzı, aynı zamanda kendine çok boyutlu, girift ilişkilerden kurulu bir mitoloji yaratan dizilerin, yani yine Abrams’ın başyapıtı ‘Lost’ gibilerinin habercilerindendi. 39
news PEOPLE
VERDA ALATON
Mücevherin Yalın Hali röportaj ayşecan ipek fotoğraf mert altınay
Koleksiyon yok. Alışılmış formlar yok. Bir taşın aynısından bir tane daha yok. Deniz kabukları, fosilleşmiş mercanlar, kristaller var. Tanıdığımızı sandığımız o ‘değerli taşlar’ yok. Onların dalgalı, pütürlü, kusurlu, doğal halleri var. Jeoloji, tasarım ve ince iş var. Yalınlık, sadelik, zamansızlık var. Bu işte müthiş bir tuhaflık var!
XOXO The Mag
ve bizimle kalacak tek şey anılarımız, hatıralarımız, tecrübelerimiz. Bu parçalar da bana seyahatlerimden güzel anları yaşatıyor tekrar. Benim için değerleri bu açıdan büyük. Afrika, benim en çok huzur ve ilham bulduğum yer. Afrika kültürlerinde yapılan hiçbir eşya süs amaçlı değil; foksiyonel, ancak müthiş bir estetik anlayışı ile yaratılmış. Dolayısı ile koleksiyonumdaki tüm parçalar, başka hayatların, seramonilerin, ritüellerin, festivallerin parçaları olmuş. Bu yaşanmışlığın sıcaklığını hissetmek beni mutlu ediyor.
Şu an neredesin? Sorularını Londra’dan cevaplıyorum. Londra’dan her seferinde yanında taşıdığın küp esmer şekerleri tasarımlarına benzetiyorum. Tohum’un formları ve felsefesi ile çok benzeşiyorlar gerçekten. Dekoratif amaçla satın alınmıyorlar ama şimdi düşününce fark ediyorum ki katkıları oluyor.
Taşları Afrika seyahatlerinde topluyorsun. Nasıl bir deneyim oluyor bu? Rotanı ya da hangi taşların peşinde olduğunu biliyor musun gittiğinde? Yıllar önce NewYork’ta çalıştığım Afrika Sanatları Galerisi’nde edindiğim tecrübeden ve yıllar içerisinde yaptığım araştırmalardan Afrika’nın hangi bölgelerinde tasarımlarımda kullanabileceğim parçaları bulabileceğimi biliyorum. Bazen ise sadece ilham almak ve yeni kültürleri keşfetmek için yola çıkıyorum.
Londra’da nerelere gittin, neler gördün, nelerden etkilendin? Yeni mutfaklar keşfettim. National Gallery’deki Leonardo Da Vinci sergisi de bu seyahate değer ve renk katan aktivitelerden oldu. Da Vinci’nin bir çiziminin ilk abstract art olarak değerlendirildiğini öğrenmek çok ilginçti. Quartz taşının gücünden bahsetmesi ve taş için kullandığı ‘doğal güzelliği’ ifadesine takıldım. Bir de şu cümleye: “İnsanın mahareti birbirinden değişik icatlar yaratabilir, ama onların daha güzel veya kolay olmasını asla sağlayamaz ve doğanın kullanılış amacının dışında tutamaz. Çünkü doğada eksik ya da gereksiz olan hiçbir şey yoktur.”
İlk Tohum’u ne zaman tasarladın? Yaklaşık 15 sene önce. Her zaman taktığım beyaz, eski Afrika deniz kabuğum. Beni yıllardır tanıyanlar bu parça ile bilirler.
Seyahat, hayatını tanımlayan kelimelerden biri. Sen kendini bir seyyah olarak tanımlar mısın? Tanımlamak isterim tabii ama sanırım henüz o kadar gezemedim. Ama seyahat etmeden rahat edemiyorum ve şu ana kadar hayatımda en çok görmek istemiş olduğum yerleri gezmiş olmaktan dolayı çok mutluyum. Bu dönemde istediğim kadar yollarda olamıyorum ancak her şeyin doğru bir ritmi ve zamanı olduğuna inandığım için gördüklerime şükrediyorum, yeni yolları da keyifle bekliyorum.
Atölyede ustanla geçirdiğin süreci biraz anlatır mısın? Ustamla ilk tanıştığımız günden beri birlikte çalışıyoruz. Güzel bir denge kurduk; artık birbirimizi çok iyi tanıyoruz ve tamamlıyoruz, birbirimizden hala çok şey öğreniyoruz. Düşünce tarzımız, titizliğimiz, işimizi tutkuyla yapmamız ve işimize bakış açımız da aynı olunca her şey çok daha kolay ve keyifli ilerliyor.
Evin Afrika’dan taşıdığın objelerle dolu. Kendi dünyanı yaratmak, o ambiansın içinde yaşamak, çalışmak senin için önemli mi? Dünyadan ve Afrika’dan topladığım parçalarla aynı yerde olduğum zaman gerçekten ‘evde hissediyorum’ kendimi. Aslında sahip olduğumuz
Sence benim gibi minik elli, ince yüzük meraklısı bir insan nasıl oluyor da Tohum’la tanıştıktan sonra koskocaman bir Quartz’ı parmağından çıkaramaz hale geliyor? Bence bunun aslında taşın büyüklüğünden çok sana ne hissettirdiği 41
ile alakası var. İlk bakışta taşlar büyük görünse de birkaç dakika sonra, içlerine girince, büyülerini keşfedince, boyutundan uzaklaşmış, verdiği hislere yakınlaşmış oluyor insan. Bunun etkisi var diye düşünüyorum. Özellikle büyük taşlarla çalışırken ergonomilerine, parmakta rahat ve dengeli taşınabilir olmalarına, özen gösteriyoruz. Taşları kendi doğal hallerine ve şekillerine bıraktığın için her parça tek. Bu prensibe sadık kalmak seni tasarım açısından zorluyor mu? Her parçayı sevgi ve merakla yapıyoruz. Sonucu bitmeden kestirmek asla mümkün olmuyor. Taşın karakteri gümüşle birleştiğinde beklenmedik güzellikler çıkıyor ortaya. O yüzden sürekli bir yenilik ve dinamizm var. Her taş bizi ayrı heyecanlandırıyor: Bittiğinde yaşatacağı hissi ve sonunda kiminle buluşacağını beklemek hoşumuza gidiyor. En sevdiğin taş? Eski antik deniz kabukları ve kullanılmış parçalar, özellikle Afrika’dan gelenler. Daha sonra lava, badem, bakır, fosil ve kristal gibi tüm doğal dokular. Yüzükler koleksiyonunda oldukça dominant. En çok yüzük tasarlamayı seviyorum. Senelerdir bu böyle devam ediyor. Konuşurken ellerimizle kendimizi ifade ettiğimiz için aksesuarlarımız da ifademizin büyük bir parçası oluyor. Takının zaten bedenimizin üzerinde değil bedenimizin bir parçası olarak taşındığında yerini bulduğunu düşünüyorum. Genelde taş ve gümüş bir araya geldiğinde, mücevher etnikleşiyor. Halbuki Tohum’da karşıma çıkan her parça yalın ve modern. Bunu neye bağlıyorsun? Yalınlık ve doğal formlar etniklikten uzak tutuyor Tohum’u. Her ne kadar Tohum’un felsefesinde ilham Afrika ve etnik kültürler olsa da, tasarım uygulaması daha güncel ve aykırı diyebiliriz. Dikey, geometrik, asimetrik ve akıcı formlar Tohum’un çizgileri. Zamandan bağımsızlığı, taşların organik formundan kaynaklanıyor. Gümüşün el işçiliği, cilalanma şekli bile bunun bir parçası aslında. Kaosa karşı yalınlık... Kesinlikle. İçinden geçtiğimiz dönemin insanlar üzerinde her açıdan yorucu, kaotik ve stres dolu etkileri olduğunu hepimiz görüyoruz. Tohum bunun tersine rahatlık, sadelik, az olanda güzellik ve değer bulma, maddiyattan ziyade hislerin, doğallığın ve bireyselliğin içinde yer almaya odaklı. Bütün bu düşünceler bir araya gelince sanırım modern bir duruş oluşuyor...
İlham kaynakların? Az tanınmış kültürlerin sanat ve beden süslemelerinin yanısıra mimariden, endüstriyel tasarımdan, mobilya tasarımından ve geometriden ilham alıyorum. Kimlerin tasarımları sana heyecan veriyor? Hüseyin Çağlayan, Ross Lovegrove, Yoshi Yamamoto, Richard Serra, Ron Arad, Zaha Hadid, Ai Weiwei, Anish Kapoor işlerini keyifle takip ettiğim sanatçı/tasarımcılar. Çalışırken müzik dinler misin? Müzik dinlemeden geçirdiğim bir günüm yoktur. En çok Batı Afrika Blues’u dinlemeyi seviyorum. Bir insan ve kadın olarak kendini hangi konulara dikkat kesilirken buluyorsun son zamanlarda? İnsanların kendini ifade şekillerine dikkat etmeye başladım. Sadece dış görünüşleri yani kıyafetleri, aksesuarları değil, bedenlerini taşıma şekilleri, enerjileri, kendileri ile olan ilişkilerini de fark eder, hisseder oldum. Son zamanlarda en çok insanlar dikkatimi çekiyor açıkçası. Bir taş, bir insan için doğru değilse ya da sen öyle olmadığını hissedersen müdahale eder misin? Müdahale ederken nasıl bir süreç izlersin? Öncelikle seçim sürecinin doğal ve acelesiz yaşanması için en uygun ortamı yaratmaya çalışıyorum. Müdahaleden çok destek olmaya ve gerekirse öneride bulunmayı tercih ederim. Sürecin doğasını etkilemek istemem, sadece gerekirse, yıllar içerisinde edindiğim tecrübeye göre o kişiye uygun olabileceğini düşündüğüm alternatifleri sunarım. Bazen taşların ve renklerin arasında kişinin gözünden kaçmış parçalar olabiliyor, onları hatırlatırım. Her zaman son karar kişinin olmalı bence, bugüne kadar gördüğüm de bu şekilde. Kişi mutlaka kendisine en uygun taşı sonunda kendi seçiyor. Benim daha çok yönlendirmem gereken durumlar hediye seçimlerinde oluyor, burada da tecrübe ve kişi ile ilgili ön bilgi alma, taşların bilgisi ile aynı sonucu varıyoruz. Tohum için neler planlıyorsun? İleride Tohum’la ilgili ne gibi çalışmalar yapmayı düşünüyorsun? Dengeli ve uluslararası bir büyüme hedefim. Trendlerden ve zamandan bağımsız bir Türk markası olarak var olmak, amaç. Marka olarak büyümenin ve gelişmenin yanı sıra en büyük dileğim Tohum’un felsefesinin ve taşıdığı değer yargılarının başka insanlara da ilham kaynağı olması. Bireyselliği, materyalizmden uzaklaşmayı, doğallık ve sadelikte değer bulma düşüncesini yaymak benim hayat hedeflerimden biri. Tohum’un buna vesile olmasını diliyorum. İlerisiyle ilgili şimdilik en büyük amacım bu.
XOXO The Mag
news whatever
SONUN BAŞLANGICI
Part 1
yazı ali tünay illüstrasyon güneş engin
Bundan tam 50 sene önce iki kutuplu bir dünyada yaşıyorduk. Yer küre Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyet Rusya arasında ‘soğuk’ bir savaş alanına dönüşmüştü. Bu savaşın bir parçası olan Küba Füze Krizi ile hep beraber atmosferin derinliklerine karışmamıza ramak kalmıştı. Bu arada Türkiye’de dostlar bu iki siyasi kampa göre seçiliyordu. Komünist olmak hakaret gibiydi. Sağcı olmak eğer Demokrat Parti geleneğinden geliyorsanız her zaman için geçer akçeydi. Bütün bunların üzerinden tam 50 yıl geçti. Artık hep beraber ideolojik bir yorgunluk içindeyiz. Gazete okumayı reddediyoruz. Taraf tutmaktan sıkılmış durumdayız. Hayat o kadar agresif ki ideolojik bir kavgaya girmeye gücümüz yok. Farklı sınıfların farklı yaşam tarzları var ancak bu tarzlar kendi içinde bütünleşiyor ve aslında fazla da ayrışmayan akımlar oluyor. Benzer eğitimleri görüyoruz. Aşağı yukarı herkes görsel sanatlar, grafik tasarım, moda tasarımı vs… gibi alanlara eğiliyor. Siyaset bilimi ‘science politique’ diyelim eskilerin deyimi ile -francophonie’nin egemen olduğu dönemler tabii- okumak eskisi gibi popüler değil. İktisat okumak zaten kasıyor. Aile işini devam ettireceksek işletme okuyoruz. Bu benzerliklerden sıyrılmak istiyoruz. Aslında çok istiyoruz. İşte o yüzden kahve sipariş ederken olabildiğince ‘customize’ ediyoruz. Yağsız sütün varlığı bizim için çok önemli. Bir restorana gittiğimiz zaman menünün en garip yemeğini seçiyoruz. Yeni bir viski keşfetmek bizim için bir sevinç. Evet tablo bu, aşağı yukarı. Geçen 50 yıl biz etkisizleştirdi. Siyasal ve sosyal duyarlılıklarımız azaldı. Ancak tam olarak 50 yıl önce olmasa da 1963 yılında benzer bir ruh halini ifade eden metinler de mevcut. Cansever, Yeni İnsan Dergisi’ne yazdığı bir yazıda “Günlük edimlerimiz bizi öylesine yoğuruyor, öylesine kılıktan kılığa sokuyor ki, bir yığın çıkmazın buyruğunda, direnmekle çevreye uymak arasında
şaşkına dönüyoruz…” demiş. Edip Cansever bugün hayatta olsaydı bir farklılık görür müydü? Bence görürdü. Hayatlarımızdan eksilen sadece bireysel anlamda ters giden şeylere karşı mücadele gücümüz değil, bununla beraber, bu gücün belki toplam bir yansıması olan ideolojilerin eksilmesi, azalması, kaybolması. Uzun lafın kısası bu düzen bizi 50 yıl önce de yoruyormuş. Şimdi de yormaya devam ediyor ve sanki ruhlarımızı sürekli törpülüyor. Peki, bundan sonra neye dönüşeceğiz? Her şeyden çok mu uzaklaştık? ‘Occupy Wall Street’ ve ‘Arap Baharı’ biraz umut vermekle beraber hem yerel hem de küresel anlamda bireysel yorgunluğumuzu atmamız için çok uzun bir yol olduğu düşünüyorum. Bu arada şu gerçek de var tabii; kimse böyle bir mücadelenin içine girmek zorunda değil. Ancak yine de sağduyu, ideal düşünce dünyası, zihnimiz ve mantığımız bu kadar içe dönmenin ilerisi için iyi olmayacağını söylüyor. Yapmamız gereken ‘bireyliğimizi kurtarma savaşı’ verirken toplumsal duyarlılığımızı nasıl koruyacağımızı çözmek. Çünkü bu iki konu birbirinden bağımsız değil. Bize bu savaşı vermeye zorlayan sistemi zorlarsak, okuduğumuz kitabın keyfi, geçirdiğimiz yaratıcı süreçlerin verimliliği veya yaptığımız en basit eylemin bile ruhumuza olan katkısı artacaktır. Ancak bu iki süreci beraber yönetemezsek kendi içimize döneceğimiz bir gerçek. Bundan 50 yıl sonra sadece ideolojilerden vazgeçmiş değil, bireysel yorgunluğumuzun nedenlerini de görmekten, analiz etmekten yoksun kalmış olabiliriz. Gerçeğin içinde ama yanılsamasını yaşıyor olabiliriz. Ufak çaplı bir ‘Matrix’imiz olabilir. Ne var, fena mı olur? Tatlı, tatlı takılırız diyorsanız, bu durum sizin hoşunuza gidebilir. Yetmiş yedi yaşında huysuz bir adam olduğumda, benim hoşuma gitmeyeceğinden eminim. Torunuma garip gözlerle bakmak istemiyorum. Torunum olursa tabii…
XOXO The Mag
news FOOD
Bulgurun en güzel halİ
ve bir roka hikayesi… yazı ve fotoğraflar tuba şatana
Mevsimlik kısırlar var benim mutfağımda. Tarifini yazmasam, mevsimlik değil anlık bile olabilir bu durum. Ruh halim en büyük rol oynar o bulgurun içine ekleneceklerle. Bir tutam, bir çimdik oyunu. Sonuç hep muhteşemdir zaten. Kazanan ise hep ben ve diğer yiyecek olanlar.
ekşisi ise daha da severim. Bir damlası ağızda çatapat gibi patlar. Hem de üzerinde kaynadığı odunların tadını bırakarak… Sonra, iyi bir biber salçası severim. Güneşte kurumuş, fazla suyunu atmış, rengi kırmızının siyaha çalan yüzü. Koyu, derin, taneli, buram buram Anadolu hissi veren. Kimyonu tohum halinden hafif kavurup, taş havanımda döverek kullanmayı severim. Havandan ince dumanlar çıktığında ufak bir koku bombası patlamış hissi yaratır etrafta, o keskin kimyon kokusu. Kuru nanenin ise gölgede kurumuşunu, güneşin tadını çalmadığını. Nar ekşisi ile ayrı hikayedir. İyisini bulmak çok zorlaşsa da onun yeri hiç değişmez kısırda. Olmazsa olmaz. O tatlı-ekşi-yumuşak-hırçınkara bir sırdır şişedeki. Pul biberin yağlısını severim, acısı biberin tadının önüne geçmeyenini. Bir de zeytinyağı ile yaparım kısırı. Ne koyacaktım, ayçiçek yağı mı? Benim de işim zor.
Her mutfakta olduğu gibi, aslında il il de değişik tariflerle yapılır kısır. Soğanı, baharatı, kimyonu, nar ekşisi… Kimisi kuru soğanı salça ile kavurup ekler bulgura, kimisi sadece kuru soğan, kimisi ise bol taze soğan. Kimi limonlu, kimi ise sumak ekşili...
Kolaydır aslında çok, ama birçoklarına da zor gelir, meşakkatli. Yap da yiyelim demek kolaydır. Belki gecenin bir köründe istersiniz diye, bu yazdığım benim kışın en çok yaptığım kısır tarifi. Sumak ekşili, kimyonlu, biber salçalı, kafamızı yerine getirecek cinsten.
Ekşi severim ben, ama dozu dili uyuşturmayacak, yedirdikçe yediren, daha daha dedirten ama dilimizi maskelemeyen ekşiyi. Bu sumak
İnce bulguru sıcak su ile ıslatıp, şişmesi için beklerken; maydanoz ve taze soğanları kesebildiğiniz kadar ince kesin, bir kenara ayırın.
Yapmayınca kızılan bir yemek kısır. Özgür bir taraftan, Zack bir taraftan, geçenlerde Bengi diğer taraftan, bir kısır lafıdır dönüyor. Kısır öyle bir olgu ki, herkesin kendine göre bir tarifi var, hepsi farklı, hepsi kişisel tarif zira… Kısır böyle yapılır, tek doğrusu vardır gibi bir cümle ise aynı “Ben yemek ile ilgili her şeyi biliyorum” kadar etki yaratır. Saf megalomanyaklık. Durum böyle olunca seninki benimki diye nitelendirmek en doğrusu.
XOXO The Mag
kullanıyorsanız gerek yok. Eğer çok uzunlar ise, büyük parçalar halinde kesebilirsiniz. Bir portakalın üst ve alt taraftan derince keserek, bir tarafının üzerine oturtarak, portakalın kabuğunu yukarıdan aşağıya doğru bıçak yardımıyla soyacağız şimdi. Ama soyarken beyaz kısımları da kabukla beraber gidecek. Şimdi portakalın segmentlerini çıkartmaya geldi sıra. Zarlarından kurtaracağız dilimleri. Biz dilimleri zarlarının yanından keserek çıkardıkça elimizde portakalın zarlarından oluşan hali kalacak. Uğraşamam diyorsanız soyduktan sonra bıçakla dilimleyin bari. Minik, zarsız dilimler bir yana, elimizde kalan ve devamlı damlayan portakalın o halini sıkın iyice bir kaba, suyunu kullanacağız. O portakalın suyu az geliyorsa biraz daha ekleyin, salata sosunu yapacağız. Portakal suyu ve tuzu karıştırın, biraz hardal ekleyin, iyice karışınca da yavaş yavaş zeytinyağını. Sos hazır, rokalar hazır, portakal dilimleri de.
Bol maydanoz ve bol taze soğan olsun. Taze soğanın yeşil sapları bol bol. O arada biber salçasını normal salça kıvamına getirmek için bir parça su ile yumuşatın. Şişen bulgurları çatal ile havalandırıp, biber salçası ve tuz ile karıştırmak, salçanın her yere homojen dağılmasını sağlamak pek mühim. Sıra sumak ve nar ekşisinde. Aman dikkat, sumak ekşisini damla ile kullanmak lazım, nar ekşisine benzemez, dalar ağzınızı. Onları da ekledikten sonra, kimyon, nane, pul biber ekliyoruz, bu arada devamlı karıştırarak, bulgurun bu malzemeleri çekmesini ve lezzetlenmesini seyredip, hayran kalıyoruz; tadıyoruz devamlı, bitirmemeye çalışarak, eklemeler yapıyoruz damak tadımıza göre. Bulgurun ekşisi, baharatı, tuzu yerine gelince yeşillikleri katıp karıştırmaya devam ediyoruz. Gene tadıp, tamam ise, marul yaprakları ile dolu bir kase, yanına da bu kaseyi alıp mutlu bir insan oluyoruz. Kah çatal çatal ağza atıp, kah marula sarıp döke saça yiyoruz… Acıktım ben şimdi ama!
Roka yapraklarını ve yeterli derecede sosu karıştırın elinizle. Bir kasede, sos ne az ne fazla olmalı; her yaprak soslanmış olmalı ama vıcık vıcık kasede sos kalacak kadar olmamalı; salata soslarken bu en önemli kural. Tadın! Üzerine portakal dilimlerini koyun ve hemen servis edin, hemen yiyin. Roka yaprakları sosa reaksiyon göstermeye başlayınca artık çok geç olabilir...
Bİr roka hİkayesİ Roka suyu fazla sevmez. Toprak sever o. Topraktan onu arındırıp, üzmemek ise hem hız hem dikkat ister. Roka yapraklarını dikkatlice yıkadıktan sonra kurutmalı. Kuruttuğumuz roka yapraklarını kesmeyeceğiz, koparmayacağız. Orta boy veya mini roka 47
news the man behınd
AMERICAN HORROR STORY
Kim Ölü, Kim Diri? yazı refik özcan
Genelde referans olarak IMDb’ye yaslananlar bir anda o görüş çokluğu içinde bir yere varamadıklarını fark edip kaybettikleri zaman için hayıflanırlar. İtiraf ediyorum; ben de kolaycılık yaptığımda -amiyane tabirle- tongaya düşüyorum. Ne var ki bazen, fikir bolluğu da işinize yarıyor. Misal ‘American Horror Story’... Aslında IMDb yorumları ve not ortalaması da ‘American Horror Story’yi açıklamakta yetersiz kalır. Zira, düşük profil bir Amerikan dizisi takipçisi bile dizinin yönetim ve oyuncu kadrosuna bakıp rahat bir nefes alabilir. Connie Britton, Dylan McDermott, Dennis O’Hare ve elbette Jessica Lange ne tür roller kesebildiklerini daha önce çokça, adını muhtemelen hatırlamayacağınız ama ipucu verilince ‘ah’ diyeceğiniz dizilerde ve filmlerde göstermişlerdi. Ama burada asıl çekici olanlar, dizinin yaratıcıları Ryan Murphy (ki dizi izlemeyenler sıkıcı bir şekilde eğlenceli olan ‘Eat Pray Love’daki yönetmenliğinden hatırlayabilirler) ve Brad Falchuk. Biliyorsunuz bu ikili önce ‘Nip/Tuck’ ve sonra ‘Glee’ ile Fox’u daha da izlenir kıldılar. Buraya döneceğiz… Esas itibariyle, klişelerin şahı ‘Amerikan Rüyası’na tersten yaklaşım bizi içine alan… Ne de olsa ‘antihero’ların pirupak ‘hero’lardan daha çok ilgi çektiği bir dönemdeyiz. Ayrıca, pilot bölümünde coşkuyu serumla veren bir diziyle karşı karşıya kaldığınızda da hemen devamı gelsin istiyorsunuz. Pek de alışageldiğiniz türden olmadığı belli, biz Türkiye vatandaşları korkuyu pek sevmeyiz, ama araştırmalar şahidimdir; drama deyince 18 branşta altın madalyamız var. Bir kere sırf bu yüzden bile dizi birçoğumuzu kendine hayran bırakacak. Nitekim evliliği direkten dönmüş bir çiftin
yalan dolan dünyası yanında ergenliğin doruklarında iki sevgilimsi adayına bolca duacı olacağız. Kim ölü, kim diri sürekli tahminlerde bulunup sonunda ‘oh’ çekeceğiz. Geçmişte evde yaşayanların acı dolu ölümlerini görüp yaşattıkları korkuyu anlamak için kendimizi onların yerine koyacağız. Ve tabi ki, ‘True Blood’vari renklerle bezenmiş girişe bakmamak için eşimizle konuşuyormuş gibi yapacağız. Daha neler yapacağınızı siz bilirsiniz. Ryan Murphy demiştik. (Aslında Brad Falchuk da demiştik ama onu es geçelim). Önceki işlerinden dem vuracak olursak Murphy, her zaman lokasyon değişikliğini seven, çok geniş bir ‘öncü karakter’ casting’i kullanan, sarmal kurguyu düz/ ters kurgudan daha iyi beceren, mutsuzluğu arzu duygusuna çevirecek kadar seyirciyi manipüle eden bir yönetmen. Belki birçoğu için sürpriz olsa da tüm bu küçük bilgilendirme dahi ‘American Horror Story’nin farkını gösterir nitelikte. Murphy’nin tüm alışkanlıklarını ve ona has anlam kaymalarını bir kenara koyuyorum, dizi bize ana karakter sandığımız kişilerin aslında sezonluk piyonlar olduğunu çok geç söylüyor olabilir. Ama zaten işin tadı da tam burada… Jessica Lange dışında, belki iki, belki üç karakterin yepyeni bir kurgu içinde ikinci sezona devam edebilecek olmasının heyecanında. Sonuç, ‘American Horror Story’, Altın Küreler’de henüz tam anlamıyla taçlandırılmış olmasa da sezonun ve hatta –abartmakta sakınca yok- modern dizi tarihinin en muhteşem dizilerinden biri olmaya aday, kaçınılmaz son yani anlayacağınız. Geçmiş tecrübelerimiz bizi yanıltmıyorsa yakında Türkiye’de de muhtemelen Fox Life’ta izleyebileceğiz bu diziyi.
XOXO The Mag
news muse
VERONICA LAKE
Aslında Jessica Rabbit yazı gözde eyibilir
Küçükken sinemada izlediğim ‘Who Framed Roger Rabbit’ beni o kadar çok etkilemişti ki eve döndüğümüzde anneme sarı olan saçlarımın kızıl olması için ne yapmam gerektiğini sormuştum. Diğer çocuklar filmi izlediğinde akıllarında en çok ne kaldı bilmiyorum ama beni en çok etkileyen uzun mavi eldivenleri ve derin yırtmaçlı kırmızı seksi elbisesiyle merdivenlerden süzülerek inen kızıl saçlı Jessica Rabbit’ten başkası değildi. Bir süre uzun saçlarımla sağ gözümü kapatarak dolaştığımı hatırlıyorum. Görüşümü engellese bile Jessica kadar havalı hissettiğim için mutluydum. Her çocuk gibi ben de Jessica’yı gerçek sanıyordum. Dizi ve filmlerdeki karakterlerin gerçek olmadığını fark ettiğim yıllardan çok sonra Jessica’nın gerçek bir figürden esinlenildiğini öğrendim. Yıllar önce yaşamış ve bir animasyon karakter olarak saçlarını kızıla boyatıp geri dönmüştü. Jessica Rabbit aslında Veronica Lake’di. İkisi arasındaki tek fark saç renkleri değildi ne yazık ki... Veronica’nın dışarıdan en az Jessica kadar renkli görünen hayatı aslında derinlerde bir yerde kapkaranlıktı. Henüz genç bir kızken
annesi onun şizofreni hastası olduğunu iddia ediyordu. Yıllar sonra FBI tarafından takip edildiğini iddia eden Veronica da rahatsızlığını bu tip paranoyalarıyla bir şeklide kanıtlıyordu. Zaten yıllarca ruhsal sağlığına kavuşmak için birçok hastanede tedavi gördü, fakat hiçbir işe yaramadı. 1.50 metre boyunda olmasına rağmen güzelliğiyle bir şekilde prodüktörlerin dikkatini çekiyordu fakat hiçbir rol arkadaşı onunla aynı projede olmaktan memnun değildi. Hatta Veronica’yla, Sullivan’s Travels ve I Married a Witch filmlerinde birlikte oynayan Joel McCrea “Hayat, onunla iki filmde birden rol almak için çok kısa” diyerek Veronica’nın ne kadar çekilmez bir kadın olduğunu anlatıyordu herkese. İşte bu noktada seksi, güler yüzlü ve sempatik Jessica’dan ayrılan Veronica’nın zaten hiçbir zaman yüzü gülmezdi. Mutsuzluğunu ve hastalıklı ruh halini az da olsa gizleme gereği duyduğundan olsa gerek sağ gözünü her zaman saçlarıyla kapatırdı. Çünkü gizlemek istediği her şey, her zaman gizemli bakan gözlerinden okunuyordu. Veronica, ‘40’lı yılların en seksi pin-up kızlarından biriydi fakat kendisi de kabul ediyordu ki
XOXO The Mag
bunu yalnızca saçlarına borçluydu. Yeteneğiyle ilgili hiçbir zaman büyük bir iddiası yoktu. “Hiçbir zaman Ann Sheridan ya da Betty Grable gibi cheesecake yapmadım. Sadece saçımı kullandım” derken hem diğer pin-up kızlarından farkını hem de büyük bir yeteneğe sahip olmadığını anlatmak istiyordu. Saçları kendi ününün bile önüne geçmişti ve bu durum, o zamanlar moda dergilerinin de dikkatini çekmişti. O yıllarda kadınlar Veronica’nın saç modelinden ilham alıyor, fabrikada çalışan işçi kadınlar bile saçlarını asla toplamıyordu. İş makinalarıyla çalışan kadınlar için bu bir tehditti çünkü uzun saçlarını bu makinalara kaptırıp iş kazasına kurban gidebilirlerdi. Bu duruma dikkat çekmek isteyen Life Magazine, Lake’i kullanarak ‘Wartime Living’ isimli bir çekim yaptığında hükümet de konuya kayıtsız kalmamış ve Veronica’yı uyarmıştı. Üne kavuşmasının en önemli ve belki de tek sebebi olan saç modelini, böylece değiştirmek zorunda kaldı. Mavi gözlerinden dolayı yapımcı Arthur Hornblow Jr.’ın Veronica Lake ismini verene kadar Constance Frances Marie Ockelman olarak yaşayan güzel yıldızın ruh sağlığının bozulması
aslında çok normaldi. Henüz 10 yaşındayken, Philadelphia’da bir petrol şirketinde çalışan babası, patlama sonucu hayatını kaybetmiş ve Veronica annesinin sonradan evlendiği aile dostlarından birine baba demek zorunda kalmıştı. Aslında daha sakin bir hayat yaşamak isteyen Veronica’nın aksine annesi onun ünlü olmasını istiyordu ve bu yüzden 17 yaşındayken kızını drama okuluna yazdırdı. Bir türlü düzene giremeyen hayatı sürekli kimlik kargaşası yaşamasına sebep oluyordu. Ne ünlü olması ne de çok beğenilen bir kadın olması dört kez evlenen Veronica’yı mutlu etmemişti. Onu hayatta en çok mutlu eden şey üç çocuğuydu. Neden bu kadar mutsuz olduğunu yazdığı otobiyografisinde bile net bir şekilde anlatmayan Veronica, yaşadığı yoğun depresyonu alkolle kapatmaya çalışırken böbrek yetmezliği ve hepatit sebebiyle hayatını kaybettiğinde 51 yaşındaydı. Savaş yıllarının en önemli ‘muse’larından biri olan Veronica Lake, yıllar sonra Jesica Rabbit’e ilham olacağını bilseydi belki de bu kadar mutsuz olmazdı. Ve depresyonda olan her kadın gibi saçlarını boyatsaydı...
XOXO The Mag
news brand
CLINIQUE REPAIRWEAR LASER FOCUS
Kırılan Vazo Onarılır!
Herkesin bildiği klişeleşmiş bir laf vardır: ‘Kırılan bir vazo yapıştırıldığında, aynı olmaz’... Belki vazo birleşmiştir fakat eskisi gibi olmayacaktır tabii ki. Yıllardır duyduğumuz bu meşhur cümle aslında kırılan kalbimiz için söylenmiştir. Duygularımız incindiğinde, ruhlarımız hasar gördüğünde kalplerimiz kırılır, doğru. Fakat başka bir kalp kırıklığımız daha vardır. Bunu bize kimse yapmaz, zaman yapar. Yaşlanmak belki de bir kadının en büyük kalp kırıklığıdır. Neyse ki artık vazoyu lazerle yapıştıran ve geride hiçbir iz bırakmayan bir ürün var ki hem cildi yeniliyor hem de yaşlanma korkusu yaşayan kırık kalpleri onarıyor: Clinique Repairwear Laser Focus! Yazın harika bronz ciltlerin sakladığı izler, kışın bir anda gün ışığına çıkar; biz bunlara UV hasarları deriz ki, geçmesi uzun zaman alabilir. Clinique Repairwear Laser Focus, yılların birikimi olan çizgileri, izleri zaman içerisinde yok ediyor. Hatta izler o kadar yok oluyor ki gözlerinize inanamıyorsunuz. Serumu sadece sabah ve akşam olmak üzere günde iki kez kullanmak yeterli oluyor. 12 hafta sonra sonuç, gerçekten de lazerle izlerinizin yok edilmesi kadar şaşırtıcı ve gerçek. Zaten etkisi, lazerle yapılan tedavilerle kıyaslandığında %63 oranında denk sonuç elde ediliyor. Damlalık şeklinde hazırlanmış şişesi de kullanımını oldukça kolaylaştırıyor. Gece yatmadan önce uygulayacağınız serumun Micrococcus Luteus kısmı, cildin UVA ışınlarından kaynaklanan hasarlarını gece boyunca gözle görülür biçimde onarıyor. Tabii ki 1 hafta kullanımdan sonra bu gözle görülür değişimi fark etmeniz mümkün değil. Diğer cilt ürünlerinde olduğu gibi değişimi algılayabilmeniz için biraz sabırlı olmanız gerekiyor. Aslında bu tip ürünlerin en büyük özelliği ihmal etmeden her gün kullanılması. Aksi takdirde herhangi bir sonuç elde etmeyi beklemek yanlış olur. Serumun Photolyase Fermentate bölümü ise, ışığı emerek doğal hücre tedavisini
düzenliyor. Sabah evden çıkmadan uygulayacağınız birkaç damla serum ile, güneşin zamanla hasar verdiği cildinizi rahatlıkla iyileştirebilirsiniz. Hardal bitkisinin özünden elde edilen OGG-1 Fermentate içeriği ise, hücreleri UV’nin oksidatif hasarından ve yaşlanmadan koruyor. Yani aslında tek bir serum gibi görünen Clinique Repairwear Laser Focus, üç ayrı serumu bir şişede topluyor. Bu da size hem zaman kazandırıyor hem de genellikle üşendiğiniz için uygulamadığınız birkaç ürünü aynı anda kullanmanızı sağlıyor. Bu içeriklerin dışında yer alan polipeptid teknolojisiyle de cilt kolajen yapısını koruyor. Yani bu yöntem sayesinde serum cildi sıkılaştırıp, çizgileri ve kırışıkları inanılmaz bir şekilde azaltıyor. Bir de ara sıra duyduğumuz ve bir türlü ne olduğunu anlayamadığımız serbest radikaller konusu var. Bunlara sebep olan etkenler de çevre koşulları, hava kirliliği gibi dışsal etkilerdir. İşte serumun içeriğindeki C ve E vitaminleri, nar suyu özü gibi maddeler, bu serbest radikallerle savaşıyor ve tabii ki kazanıyor. Ciltte oluşabilecek tüm hasarların da böylece önüne geçiliyor. Ürünün başka bir güzel haberi ise her yaş için uygun olması. Kaz ayakları, göz çevresinde oluşan mor halkalar için de harika bir çözüm çünkü ürünün serumlarda nadir rastlanan bir özelliği de göz çevresine uygulanabilmesi. Belki siz geç kaldığınızı, vazoyu çoktan kırdığınızı düşünüyorsunuz. Hiçbir şey için geç kalmadınız. Vazoyu çöpe bile atsanız, yenisine kavuşmanız çok kolay. Şimdiden serumunuzu başucunuza koyun ve 12 hafta sonra neler olduğunu görün. Daha önce yaptığınız gibi bu uygulamayı da ihmal edeceğinizi düşünüyorsanız size bir tavsiyemiz var, kendinize bir ‘cilt günlüğü’ tutun. Her gün cildinize uyguladığınız ürünleri yazın. Böylece bunu bir görev bilinciyle yapacaksınız. Ve cildinizin bozulmasından kaynaklanan kalp kırıklıklarınızın da önüne geçmiş olacaksınız.
XOXO The Mag
news FASHION
24 SAATLİK MÜZE
Vezzoli’nin Taptığı Modern Divalar yazı yiğit turhan
Hani Sezen ağlamak güzeldir derken, senin gözlerinden şıpırdayan şu damlacıklarını kastetmiyordu herhalde. Firuze’ye ağla ağla diye direttiğine de bakma, amacı başkaydı minik serçenin. Yoksa pazarlama devi Sezen, Muiccia’ya yaranmak için senelerdir beynimizi mi yıkıyordu? Neden bahsettiğim ortada, Muiccia Prada yine aklımızı başımızdan almaya hazırlanıyor. Francesco Vezzoli ile 24 Ocak’ta Paris’te sadece 24 saatlik ömre sahip bir müze açıyor. ‘24 Saatlik Müze’ diye anılan projenin facebook üzerindeki projesi dün yayınlandı. Aslında çok basit bir oyundan ibaret: Fotoğrafınızı koyuyorsunuz, siyah-beyaza çevirip rengarenk bir çerçevenin içine yerleştiriyorsunuz. Sonrası, çabalama kısmı. Francesco Vezzoli tarafından tasarlanmış farklı gözyaşı seçeneklerinden birini seçip, renkli gözyaşlarını gözlerinize yapıştırıveriyor, hemen ardından da facebook, Twitter veya Tumblr’da ‘Bak gördün mü, Vezzoli beni de sanat eseri yapıverdi!’ diye gururla paylaşıyorsunuz. Hani çocukluğunuzdan hayal meyal hatırladığınız ‘Ağlama değmez hayat, bu gözyaşlarına…’ şarkısı umrunuzda bile değil, mutsuzluk bu kadar modayken siz niye mutlu olasınız? Sormadan geçemiyorum, Prozac depresyona açtığı savaşını hangi ara Prada’nın İlkbahar/Yaz 2012 imzalı gözyaşlarına kaybetti? Francesco Vezzoli’nin 51. Venedik Bienali’ne beş dakikalık ‘Gore Vidal’ın Caligula Filminin Yeniden Yapımının Trailer’ı’ isimli kısa filmle katıldığını, filmin Tinto Brass’ın pornografik ‘Caligola’ isimli filminden
esinlendiğini ve filmdeki kıyafetlerin Donatella Versace tarafından yaratıldığını belirtirsem, hatta üstüne filmde Milla Jovovich ve Courtney Love gibi isimlerin oynadığının altını çizersem Vezzoli’nin pop kültüre ve modaya ne kadar yakın olduğunu anlarsınız. Kaldı ki kendisi MOCA’ya Lady Gaga ile gitmekle kalmadı, ünlü popstar’ı bir sanat eserine çevirerek siyah-beyaz resmi üzerine rengarenk gözyaşları bezedi. Bu sefer ne yapmaya hazırlanıyor peki? 24 Ocak’ta Paris’te Palais d’Iéna’da açılacak müze üç ana bölümden oluşuyor: tarihi, modern ve unutulmuş. Prada sponsorluğunda aslında var olmayan bir müze açıyor. Vezzoli’nin yarattığı aslında var olmayan bu müzede, geçmişin güzellik anlayışını oluşturan eserleri günümüz divalarına uyguluyor. Sorulduğunda ‘‘Ne kadar beğendiğim, taptığım modern diva varsa hepsini mermer heykellere adapte ederek yeniden yorumladım’’ diye cevap veriyor. Müzenin girişindeki uzun merdivenlerin sonuna dikilmiş aslında var olmayan tanrıça heykeliyse Vezzoli’nin kendi kafasında yarattığı güçlü kadını temsil ediyor. Müzenin öncelikle davetlilerin süzgeçten geçirilerek seçildiği bir yemekle açılması, ardından da çok havalı bir partiye evsahipliği yapması Vezzoli’nin sanatı nasıl pop kültürle kaynaştırdığına en önemli ipucunu teşkil ediyor aslında. Timsah gözyaşlarını bırakın, Vezzoli’lerinizi takın ve ne yapıp ne edip açılışa bir davetiye bulmaya bakın.
XOXO The Mag
news people
JIM SILKE
Pin-up’ların Tanrısı röportaj sarp dakni
Yıllardan beri tüm işlerinin büyük hayranı olduğum, replikaları evimin duvarlarını süsleyen Jim Silke’nin, ‘ya tutarsa’ diyerek gönderdiğim röportaj teklifime ‘elbette’ cevabıyla dönmesi son zamanlarda başıma gelen en keyifli şeylerden biri oldu. Tarihçi, editör, senaryo yazarı, sanat yönetmeni, kostüm tasarımcısı ve yazar kimlikleriyle tanınmasına rağmen, 1991 yılında tam 60 yaşındayken başarılarla dolu kariyerini bir çırpıda bırakarak, çocukluk aşkına yani pin-up kızlarını çizmeye yöneldi. Son 20 yılda kendi alanında dünyanın en önemli sanatçılarından biri olarak çizgi roman dünyasının adeta baş tacı ettiği Silke, tamamlamak üzere olduğu son grafik kitabı ‘Mata Hari Escapes’ üzerinde çalıştığı Kaliforniya’daki stüdyosundan heyecanlı sorularıma cevap verdi. Bilgisayar kullanmayı iyi bilmediği için biraz mahçup oldu ve yüksek çözünülürlükte bir fotoğrafını ne yazık ki gönderemedi. Onun yerine portfolyosundan seçtiğimiz ve artık imzasıyla özdeşleşmiş nefis Bettie Page eskizleri ile idare edeceksiniz.
Kariyerinin merkezinde duran figür şüphesiz Bettie Page. Onunla ilişkini anlatır mısın? Bu tutku nasıl başladı? Sanırım, 1950 ya da 51 yılları olsa gerek. Onun ilk fotoğraflarını işte o zamanlar görmüştüm; Bettie o meşhur bikinileriyle dönemin erkek dergilerinde düzenli olarak boy gösteriyordu. Küçük haber dergilerinde de onunla ilgili sürekli bir şeyler yazılıp çizilirdi. Ayrıca Amerika’nın ilk yetişkin dergilerinden biri olan “Modern Man” onun ilk çıplak fotoğraflarını yayınladığında büyük olay olmuştu. Ben o senelerde hevesli bir sanat öğrencisiydim ve fotoğraflarını kesip bir dosyada biriktirmeye başladım. Aynı zamanda onunla ilgili ilk eskizlerimi çiziyordum. Bettie’nin öyle muhteşem bir vücudu ve öylesine değişik pozları vardı ki onu çizmek konusunda asla bir zorluk yaşamadım. 1982’ye kadar belirli aralıklarla onu çizmeye devam ettim. Daha sonra Starslayer adlı çizgi roman dergisinin arka sayfalarında ‘Rocketeer’ adlı bir seri yayınlanmaya başladı. Bu serinin kahramanının adı Betty idi. Açıkçası tamamen Bettie Page üzerine kurgulanmış bir karakterdi. Bunu ilk farkettiğimde ilk başta kendime oldukça kızmıştım. Çünkü bunca yıl boyunca kendi kendime Bettie’yi çizmiş ve ayrıca ‘Rascals in Paradise’ serisini de bir yandan geliştiriyor olmama rağmen, maceraları basılacak bir karakter yaratamamış olmanın üzüntüsü içindeydim. Tam bu sıralarda dönemin en önemli sanatçılarından Dave Stevens’ı keşfetme ve onunla tanışma şansım oldu; onun işlerini yakından takip ediyordum. O zamanlar Bettie’nin nerede olduğu ve ne yaptığı konusunda çoğu kimsenin pek fikri yoktu. Fakat daha sonra gerek Dave’in mucizevi betimleme yeteneği ve gerekse genç moda tasarımcılarının ona olan ilgisi Bettie’yi bir anda yeniden gündeme taşıdı.
heyecanlandığımı bugün bile hatırlıyorum. Daha sonra onun çizimlerinden oluşturduğum özel bir portfolyoyu imzalayarak bana geri göndermişti.
Peki onunla hiç yüzyüze tanışma fırsatın oldu mu? Ya da çalışmalarınla ilgili bir yorum yaptı mı? Bettie ve Dave az önce bahsettiğim bu süreçte yakın arkadaş oldular. Daha sonra ‘Bettie Page, Queen of Hearts’ adlı kitabım çıktıktan sonra Dave, Bettie’nin beni telefonla arayıp, teşekkür etmesini sağladı. Telefon çaldığında düşük tonlu ve Tennessee aksanı çok güçlü bir ses kendini Bettie Page olarak tanıttı. Önce birinin benimle dalga geçtiğini zannettim. Ama sonra telefondaki kişinin o olduğunu anlayıp ne kadar
Aynı zamanda bir tarihçi, sanat yönetmeni, yayıncı ve senarist olarak tanınıyorsun. Hepsinin buluştuğu ortak nokta pin-up kızları mı? Pin-up, güçlü ve gizemli kadınlara duyulan hayranlığın ve doğuştan gelen bir yeteneğin karşılığıdır. Sen de biliyorsun, insanlar sanat dünyasının efsaneleşmiş çok sayıda ismi hakkında durdurulamayan bir merak hisseder. Kariyerim sayesinde ben de John Ford, Alfred Hitchcock, Shelly Mann, Peggy Lee, Henry Blanke, John Huston, Howard Hawks,
Bettie Page dışında aynı heyecanla çizdiğin isimler kimler? Kesinlikle Claudia Cardinale ve Brigitte Bardot! Açıkça söylemeliyim ki onlar ‘Rascals in Paradise’ için yarattığım Neffer ve Spicy’den başkası değil. Ayrıca Anna Mae Wong, Dolores Del Rio, Gene Tierney ve Hedy Lamarr gibi eski film yıldızlarına her zaman büyük ilgi duydum. Bir de Lisa Marie Scott’u hem fotoğraflayıp hem de çizebildiğim için kendimi çok şanslı hissediyorum. Gerçek fotoğraflardan uyarladığın Pin-up’lar sanki zamansız ve mekansız bir boyutta gibi görünüyor. Onları kafanda nereye konumlandırıyorsun? Mesela Bettie bir uzay savaşçısıyken bir anda çinli bir ajan olarak karşımıza çıkabiliyor... Çocukluğumun hayal dünyasını süsleyen ve en büyük fantazilerimden biri olan ‘Buck Rogers’ gibi fütüristik karakterler, ‘Terry and Pirates’ gibi nehir korsanları ve diğer tüm macera dolu çizgi romanlar, dergiler ve sinema salonlarını yeniden yaratma konusunda büyük bir tutkum olduğunu zaten her zaman biliyordum. Her ne kadar bunu yaratmak ve kabullenmek benim için oldukça uzun bir zaman alsa da, çocukluğumun ve yetişkinliğimin ilk fantezisi olan ‘güzel kadınlar’ı çizmek konusunda da büyük bir tutkum vardı. Bulunduğum yerden başkalarına nasıl göründüğünü kestiremiyorum ama cinsellik benim için her zaman ‘estetik’ bir olguydu. Ancak elbette bunu size kanıtlamam imkansız…
59
Ida Lupino ve Olivia DeHavilland gibi isimlerle tanışma şerefini ve ayrıcalığını yaşadım. En yakın arkadaşlarım arasında Sam Peckinpah, George Stevens, Frank Frazetta ve Dave Stevens gibi isimlerin olduğunu söylemekten gurur duyuyorum. Pin-up olgusu başlangıcından bugüne çok değişti. 50’lerde doğan pin-up kızları aradan geçen bunca seneye rağmen nasıl bu kadar seksi ve dişi kalabiliyor? Pin-up’ların değişimi benim için oldukça dramatik diyebilirim. Gençlik yıllarımda ben dahil tüm yaşıtlarım, pin-up kızları çıplak görebilme hayaliyle yaşıyordu. Sonra bu hayal gerçeğe dönüştü ve çok sayıda dergi ve filmde çıplak kızlar boy göstermeye başladı. Bunun sonuncunda ise, kişilik, çekicilik, zeka, estetik değerler ve güzellik ne yazık ki göz ardı edildi. Herkesin tek derdi göğüslerin büyüklüğü ve iç çamaşırlarının ölçüsü oldu. 20. yüzyılın ikinci yarısından sonra insanlar, çıplaklığa doymaya başladı. Ve bu sayede modern pin-up’lar güzellik ve kişiliklerini yeniden vurgulayarak ortaya çıkma şansına sahip oldular. Vampirella gibi hayali çizgi roman karakterlerinin de ilgi alanına girdiğini biliyorum. Sence Vampirella nasıl bir pin-up? Onu farklı kılan ve ölümsüzleştiren şey nedir? Onu çizme tutkusu aslında iki şeye dayanıyordu. Birincisi, arkadaşlarım Frank Frazetta ve Dave Stevens’ın kendi vampirlerini çizmiş olmaları ve bununla beraber, en favori sanatçılardan biri olan Pepe Gonzales’in onu yaratmış olması. İkincisi ise kendimi çizgi roman dünyasına adım attığım ilk yıllarda, yayıncılar benden Vampirella kapaklarını yapmamı istemişti. Kendimi kanıtlamak ve para kazanmak için bunu yapmak zorundaydım. Böylece onu çizmeye başladım. Bir çok başarılı sanatçının, onu çizmesindeki amaç, Vampirella’nın ölümsüz bir karakter olması ve elbette herkesin ölüm gerçeğine duyduğu karşı koyulamaz arzudur.
Sadece ‘yetişkinler’ için çizmenin ne gibi zorlukları var? Ya da soruyu tam tersine çevirirsek ‘kolaylıkları’? ‘Yetişkinler’ için çalışmanın en büyük zorluğu, yaptığınız işin satışı ve dağıtımını başarıyla yapabilmek. Açıkça söylemeliyim ki insanlar hala bundan korkuyor. Özellikle de ‘çıplaklık’tan. Kabullenmesi zor ama bu bir gerçek. Diğer yandan benim açımdan kolaylığı, yapılması gereken işi doğru şekilde yapıyor olmak. Hayallerim, fetişlerim ve düşüncelerimi kağıda aktarmak yapabileceğim en iyi şey. Sam Peckinpah’ın efsanevi filmi The Wild Bunch’ta kostümleri sen tasarladın ama kredilerde adın yer almadı. Bu durumun ilginç bir öyküsü var mı? Doğru. The Wild Bunch, Major Dundee, The Getaway, Pat Garrett and Billy the Kid filmlerinde kostüm tasarımcısı olarak çalıştım ancak ismim kredilerde yer almadı. Bunun en önemli sebebi, yapımcıların sendika üyesi olmayan birine para ödemek istememesiydi. Aslına bakarsan, kostüm tasarımı konusunda çok sayıda prodüksiyonda yer almama rağmen yeterince tutkulu olmadığımı da söylemeliyim. Mata Hari Escapes ile ilgili çalışmaların nasıl gidiyor? Yakında okuyabilecek miyiz? Şu anda 461. sayfaya geldim. Sona neredeyse yaklaştım sanırım. Oldukça hızlı ilerliyorum. Ama yine de yayınlanmadan önce üzerinden bir süre daha zaman geçeceğini söyleyebilirim. Biraz daha sabır lütfen! Peki Mata Hari, 80’lerde bu imajla belleğimize yerleşen Sylvia Krystel’e benziyor mu? Birazcık ipucu lütfen! Daha önce Sylvia ile tanışma ve bir kaç kez görüşme şansım oldu aslında. Ama buna rağmen benim yarattığım Mata Hari’nin, Sylvia’nın filmdeki görüntüsü ile bir alakası yok. Daha fazla ipucu vermesem iyi olacak!
XOXO The Mag
43
news PEOPLE
AIDA BERGSEN
Küçük Heykellerin Mimarı röportaj iris ışık fotoğraflar emir sarısaç
Ressam bir babanın kızı Ayda Bergsen. Yarattığı heykeller zamanla küçülerek birer takıya dönüşmüş. Aslan başı, yılan, kuru kafa, kanatlar ve dallar... Ezber bozan kombinasyonlar. Çiçek, böcek, kelebek yapmak gelmiyor içinden. Mitolojiye dönüyor, karanlığı işliyor ve ortaya farklı bir doku çıkarıyor. Bu süreci merak ettik, bir parçası olmak, solumak istedik ve sanatçının atölyesinin kapısını çaldık.
XOXO The Mag
Peki bu fuarlarda ya da genel olarak gördüğün takılar arasında “Bunu keşke ben tasarlasaydım!” dediğin bir tasarım var mı hiç? “Keşke bunu daha önce ben ortaya çıkarsaydım’’ dediğim oldu. Çünkü her şeyde olduğu gibi takıda da bir küreselleşme söz konusu. Yaptığım işlerin oldukça benzerlerinin yapılmış ve benden önce başkası tarafından paylaşılmış olmasından dolayı o işi iptal etmeye kadar gidebilen zor kararlar alabiliyorum. Bu anlamda ‘yapmak’ maalesef yeterli olamıyor. Doğru yöntemlerle, doğru zaman ve yerde insanlarla buluşmak ve buluşturmak da gerekli. Küreselleşmenin, iletişim teknolojilerinin ve sosyal medyanın getirisi aslında çeşitlilik değil tek tipleşme bence. Beslendiğimiz kaynaklar ortaklaşıyor. Bunun sonucunda ister istemez çıkan isler birbirine benzemeye başlıyor. Anlayacağın “Ben tasarlasaydım’’ değil ama “Ben daha önce insanlara ulaştırsaydım’’ dediğim oluyor maalesef.
Günün nasıl geçti? Bugün erkenden atölyeye geldim. Seninle yapacağım röportaja kadar bazı tasarımlar üzerine çalıştım ve şimdi sorularını yanıtlamaya hazırım. Neler üzerine çalıştın? Bugün önce mum ile çalışmaya başladım. Tasarımlarıma benim küçük heykelciklerim diyorum, işte bu heykelcikleri son haline getirebilmek için önce mum ile değişik teknikleri kullanıyorum. Yığılma veya yontarak çalışıyorum. Daha sonra o çalışma metal halini alıyor ve dökümhanede gümüş, altın ya da bronza dönüşüyor. Son aşamada ise onun tesfiyesi, cilası ve bitişine geçiyorum. Bu soru ile konuya hızlıca girmiş olduk, arayı açmadan hemen devam edelim. Yaptığın küçük heykelcikler ve takılar ile katıldığın birçok uluslararası fuar deneyimin var. Seni son yıllarda en çok etkileyen hangisi oldu? Daha çok Paris’teki Pret á Porter Fuarları’na katıldım. Son olarak Las Vegas’taki Coture Show’da yer aldım. Paris’tekiler daha çok moda ve aksesuar ağırlıklı fuarlar oluyor. Bunlar sonuçta tüm dünyanın önemli satın almacılarının olduğu fuarlar. Genelde üç gün sürüyor. Ancak Las Vegas’taki daha uzun. Yorucu ama çok keyifli zaman geçiriyorum. Dünyanın her yerinden gelen farklı insanlarla kaynaşma ve fikir alışverişi yapma şansınız oluyor. Örneğin, ilk kez katıldığım Las Vegas’taki fuarda ikinciliğe layık görüldüm. Benim için önemli ve prestijli bir deneyimdi. Buradaki Couture Show’da her kategoride bir yarışma oluyor ve oraya gelen halkın verdiği oylarla derecelendirmeler yapılıyor. Yüz kırk kişiden üç kişinin finale kaldığı bu senenin yarışmasında ben o, üç kişiden ikincisiydim. Birinci ise senelerdir bu fuara katılan bir Alman firmaydı.
Mücevher tasarımcılığı Avrupa’da özellikle İtalya ve İspanya gibi ülkelerde oldukça sağlam köklere sahip. Türkiye ile bu ülkeleri kıyasladığın zaman ne gibi farklar görüyorsun? Anadolu medeniyetlerinin mirası bizde çok ayrıcalıklı bir bellek oluşturuyor. Tüm bu medeniyetlerin tortusunu taşıyoruz ve bence bu çok önemli bir kaynak. İnanılmaz bir kültür birikimimiz var. İş ise onu özgün ve bireysel yaratıcılıkla desteklemekte yatıyor. Eğitimimiz toplum olarak bizi maalesef yaratmak yerine daha önce yaratılanlara nüanslar ekleyip tekrar oluşturmaya teşvik ediyor. Kapalı Çarşı başkalarının koleksiyonlarının benzerlerini üreten çok yetenekli ustalarla dolu. Özgün işlerin kıymetini henüz idrak edemeyişimizden ya da tüm çeşitliliği ve rekabetiyle mücevher tasarım alanı henüz tam olarak oluşamadığı için kolay olan tercih ediliyor. 63
Grenoble Üniversitesi’nde Ekonomi ve İşletme okurken tamamen farklı bir alana yelken açtın. Nasıl oldu da bu alana kaydın? Bence ilk sebebi kesinlikle genetik. Aslında bilinçaltımın ve çocukluğumun birikimi olarak en başta takı ve heykeli seçmeliydim. Babam ressam Fikri Direkoğlu ve 1959 Goldsmiths, daha sonrasında ise Ecole National Supérieure des Beaux Arts Paris mezunu. Çocukluğum hep onun atölyesinde geçti. Onun resimleri, işleri, hayata bakışı beni hep çok etkilemiştir. Fransa’dan sonra İstanbul’da yaşamaya başladım ve soluğu hemen İrfan Korkmazlar’ın heykel atölyesinde aldım. Burada çok güzel zamanlarım geçti. Eğitimime farklı bir noktadan başlasam da sonunda doğru olanı bulduğum için çok ayrıcalıklı hissediyorum. Ama gerçekten benim yapmak istediğim buymuş. Küçük heykelciklerini bu dönem yapmaya başladın demek. Peki sonra bunlar nasıl takıya dönüştü? Diğer bir deyişle heykel ve takıyı nasıl ilişkilendiriyorsun? Üniversite yıllarımda daha çok desen ile ilgili çalışmalarım oldu. Takı ile birebir hiç ilişkim olmadı. Zaten ben takıdan daha çok heykel ile ilgilenmeye başladım. İşte bu yüzden de benim için heykel ve takı çok paralel giden iki unsur oldu her zaman. Teknik olarak, duruş ve kaygı olarak da bu böyle. Form, ışık ve gölge ile çalışıyorum. O yüzden heykel ve takı arasında hiçbir zaman kesin bir çizgi göremedim. Özellikle bronz döküm heykelde en son aşamada son rötuşları mum ile vermek gerekiyor. Ben de mum ile çalışma ihtiyacı duyduğum için ve takı da mumla çalışılabilen bir alan olduğundan aralarında fazla bir ayrım göremiyorum.
İstanbul’daki heykel deneyimin yetmeyip Central St Martin College of Art and Design’da yine heykel eğitimi ile hayatına devam ettin ve bu süre boyunca yıllarca Londra’da kaldın. İlham kaynakların arasında Londra da var mı? Evet, buradakiler daha çok dönemsel atölyelerdi. Ailem Londra’da yaşadığı için zaten dönemsel olarak Londra’ya gidiyordum ve her gidişimde bir atölyeye katılıyordum. Özellikle Central Saint Martin’s’deki dönemsel heykel atölyeleri bana çok şey kattı. Eğitimin hiç bitmemesi gerektiğine inanıyorum. Doğal olarak İstanbul’dan sonra beslendiğim şehirler listesinde Londra’da yer alıyor. Takılarını daha çok hangi malzemeler ile yapmayı tercih ediyorsun? Malzemeler arasında kurduğun bağı nasıl anlatırsın? Malzemeyle kurulan iletişim, işin sonucunun anlam alanını belirleyen en önemli faktör. Yani o işin hangi malzemeyle uyum içinde olduğunu keşfetmek gerekiyor. Malzeme seçimimde geleneksel ve alışılmış birleşimler yerine sıra dışı olanları daha çok tercih ediyorum. En çok kullandıklarım arasında bronz var. Onun heykelsi bir duruşa sahip olduğunu ve okside oldukça renk degiştirerek derinlik kazandığını düşünüyorum. Bronzun dış etkenlere tepki veren güçlü, yaşayan ve canlı bir metal olması beni çok etkiliyor. Aslında takıda çok tercih edilen bir malzeme değil ama dediğim gibi kendime çok yakın bulduğum için bronzu daha fazla tercih ediyorum. Diğer kullandığım malzemeler ise elmas, gümüş-siyah pırlanta, altın-atik cam, yarı değerli taşlar. Değerli-değersiz gibi bir ayrım yapmamaya çalışıyorum. Özellikle bu
XOXO The Mag
omurgasız bir hayvan olduğu için onu çok estetik buluyorum. Her forma kolaylıkla girebiliyor. Aslında tüm bu figürler tehlikeli yaratıklar olduğu gibi aynı zamanda güçlüler de. Bunun yanında benim organik formlu bir koleksiyonum, kanatlar ile ilgili de başka bir kolekisyonum var. Bunlar benim hep olan ve devam eden temalarım.
son yaptığım koleksiyonlarda düz kesim elmasları kullandım. Ezber bozan kombinasyonları çok seviyorum. Örneğin, gümüş ile pırlantayı kullanmak gibi. Özellikle siyah pırlanta çok hoş bir ışıltı katıyor. Aslında tasarımlarımda da gördüğün gibi renkten çok forma odaklanıyorum. Tam da bunu soracaktım. Renkler ile aran nasıl? Tasarım ve üretim sürecinde senin için esas önemli olan galiba kullandığın malzemeler. Çok ‘renkçi’ olmadığımı itiraf etmek zorundayım. Renklerin yarattığı histen çabuk sıkılıyorum. İşlerimde ışık ve gölgeye vurgu yapıp formları öyle yakalıyorum. Işık ve gölge arasında yüzlerce renk var, daha fazla renk eklemeye de ihtiyaç duymuyorum galiba. Işığı gölge ve karanlığı aydınlatıp onu bir renge dönüştürmek için kullanıyorum. Renk olarak ise genellikle turkuaz ve mercanı tercih ediyorum.
Tasarımların çok sayıda farklı ülke ve şehirde satılıyor. Bunlardan biri de Boston. Burada bir süre yaşayıp atölyelere de katıldın. Amerika’da mücevher tasarımcılığı ne durumda? Burada değişik patine metodlarını öğrenmek için katıldığım atölyeler oldu. Oğlum Boston’da okuduğu için sürekli Boston’a gidiyorum ve buradaki araştırmalarım sonucunda bu atölyelere katılmaya başladım. Boston dışında Amerika’da bir de Los Angeles’ta çalıştığım bir galeri var. Burası daha çok sanatsal işlerin heykel, resim gibi çalışmaların olduğu kolektif bir galeri. Burada da tasarımlarım satılıyor ve çok güzel geri dönüşler alıyorum. Örneğin geçen gün Rihanna kanatlı koleksiyonumdan büyük bir yüzük almış.
Renkleri az kullandığın için formlar konuşuyor daha çok. Özellikle aslan başı, yılan ve kuru kafa gibi karanlık ya da tehlikeli figürlere düşkünsün. Bunun arkasında yatan özel bir sebep var mı? Dönem dönem beslendiğim kaynaklar değişiklik gösteriyor. Bunlar arasında mitolojik öğeler olduğu için bu figürleri çok kullanıyorum. Belki yaşamın hiçliği ve ölümün sonrasızlığında daha anlamlı geldiğinden bu figürleri tercih ediyorum. Işık olduğu gibi karanlık da bir seçim. Çiçek, böcek, kelebek yapmak gelmiyor içimden. Mitoslardaki abartılı yaratıklar, teatral ifade daha cazip geliyor. Örneğin yılanın hem mitoloji ve tarihte hem de tıpta şifa gibi bir özelliği var. Bunun dışında yılan
Gelelim üretim sürecine. Tüm tasarımlarını elde üretiyorsun. Zorlukları neler ve sana neler hissettiriyor? Her şeyi ilkel yöntemlerle ve mümkün olduğunca teknolojiyi az kullanarak üretmek benim için son derece bilinçli bir seçim. Hiçbir zaman seri üretim yöntemlerini kendime yakın bulmadım. Bilgisayar programı destekli üretimden uzak kalmaya çalıştım. Bireysel üretimimi içseli dışa vurmak olarak kurguladığımdan, yapan-takan ilişkisini hep daha yakın bir paylaşım ve etkileşim olarak görüyorum. 65
CHANGE YOUR ‘AIR’ FRUITY hazırlayan gözde eyibilir
[DIPTYQUE] Mimosa Parfum d’intérieur Spray
[DIPTIQUE] Figuier Verte Candle
Mimoza çiçeği görüntü olarak muhteşemdir fakat çok fazla kokusunu alabileceğiniz bir çiçek değildir. Bazı bitkiler gibi onun da gizli bir esansı vardır ki Dyptique bu kokuyu alıp saman ve balla birleştirmiş, biraz da meyve özü eklemiş. Ortaya da evinizin havasını anında değiştirecek bir oda spreyi çıkmış. Uzun süreli etkisi de evinizi bahçeye çevirmek için yeterli. Fakat bu bahçe çiçek değil meyve bahçesi olacak.
Klasik şeffaf Dyptique duruşunun aksine yeşil cama girmiş olan Figuier Verte, incir yeme isteğinizi doruğa çıkaracak. İncir ağacının kökü, yaprakları ve her derde deva sütünün birleşmesiyle oluşan inanılmaz yoğun koku, bırakın odanızı tüm evi sarıyor. İncir kokusu mumu ilk yaktığınızda hissedilmese de bir süre sonra bir incir ağacının yanından geçerken alacağınız kokuyu alacaksınız.
[WELTON LONDON] Onyx No.4
[BATH&BODY WORKS SLATKIN&CO.] Fresh Lemon Room Spray
Meyve özlerinden oluşan mumlar genellikle renkli olur fakat Welton Onyx No.4, diğer Welton mumları gibi siyah. İçeriğinde birçok meyve aroması bulunan ve 40 saatlik ömrü garanti olan mumun fitili yüzde yüz kotondan. Bu da herhangi bir is tehlikesini önlemiş oluyor. Mumu yaktığınızda tek bir meyve kokusu almıyorsunuz. Birçok meyveden oluşan aroma, mumu söndürseniz bile ortamda kokusunu bırakıyor.
Oda parfümü konusunda bir eksper ilan edilen Harry Slatkin olmasaydı, bu kadar çok çeşide nasıl ulaşırdık bilmiyorum. İçeriğindeki taze limon, portakal ve bir parça vanilyayla, genelde ‘fresh’ kokuları tercih edenler için süper seçim, Fresh Lemon. Üstelik 400 saat kullanabiliyorsunuz, tabii ne kadar sıktığınıza bağlı.
[JO MALONE] Grapefruit&Rosemary Living Cologne
[CIRE TRUDON] Pondichéry Candle
Jo Malone iki farklı kokuyu birleştirerek ortaya karışık bir şeyler yapmış. Greyfurt ve biberiyenin uyumu inanılmaz. Gerçekten evinizde huzur kokusu arıyorsanız buldunuz, diyebilirim. Ayrıca içeriğindeki narenciye ve adaçayıyla hem yazı hem de kışı aynı anda yaşatıyor.
Mumu ilk yaktığınız anda yoğun bir portakal kokusu alacaksınız. Bu sizi yanıltmasın. Bir süre sonra “bu zencefil kokusu da nereden geliyor?” diyebilirsiniz. Sonradan ortaya çıkan paçuli ve yoğun vetiver ile bir anda kendinizi Hindistan’da zannedebilirsiniz. Gözlerinizi açın, evinizdesiniz...
[JO MALONE] Lime Basil&Mandarin Home Candle
[BYREDO PARFUMS] Pavillon Fragranced Candle
Evinizi Karayipler’e taşıyamayabilirsiniz ama Karayipler’i evinize taşımak çok kolay. Yoğun yeşil limon ve mandalina kokusu nedense mumu yaktıktan sonra deniz kenarında aldığınız kokuya dönüşüyor. Derinlerden gelen biber kokusu da mumu söndürseniz bile birkaç saat kalıyor.
Dağ çileği, portakal ve bambunun inanılmaz birleşimiyle oluşan koku, bir anda tüm evinizi sarıyor. Hatta mum, birkaç saat yansa bile ertesi gün hala aynı kokuyu almanız mümkün. Bu kalıcılığı sağlayan ise dipteki çikolata notası. Çikolata kokusunu tam olarak alamasanız da portakal kokusunun yoğunlaşmasında oldukça etkili...
XOXO The Mag
SPICY [COMME DES GARÇONS] 2 Candle
[DYPTIQUE] Cannelle/Cinnamon Candle
Rei Kawakubo, her zamanki sadeliğini koruyarak güçlü bir parfüm yaratırken, evlerimizi de ihmal etmemiş. 2 Candle, tam bir Comme des Garçons klasiği. Etkili, kalıcı ve seksi. Başka kimin aklına bir mum yaratırken mürekkep kullanmak gelirdi ki? Sedir ağacı, vetiver, taze manolyayla yumuşatılsa da o yoğun baharat kokusu inanılmaz.
Efsane Dyptique mumlarının ilk keşiflerinden olan Cannelle/ Cinnamon, evde yoğun tarçın kokusu isteyenler için harika bir seçim olabilir. Baharatların etkisiyle Doğu’dan bir rüzgar esiyormuş hissine kapılmanız için 5 dakika yakmanız yetiyor.
DYPTIQUE] Pomander Parfum d’intérieur Spray
[MALIN+GOETZ] Cannabis Candle
Klasik bir eviniz varsa ve biraz da Viktoryen bir havaya ihtiyaç duyuyorsanız Pomander tam size göre bir oda spreyi. İçeriğindeki portakal aroması size yanıltmasın, aslında yoğun olarak hissedilen tek koku tarçın. Portakal kokusunu kıran tarçın, ortama meyveli bir kokudan çok baharatlı bir esans yayılmasına sebep oluyor.
Bu mumu bir pot-pourri olarak düşünebilirsiniz. Yakmasanız bile etrafa yoğun bir baharat kokusu veriyor. İçeriğinde bulunan yeşil bitki aromalarını bastıran tarçın kokusu, doğal bir afrodizyak etkisi yaratıyor. Mumu ilk yaktığınızda yeşil bitkilerin kokusunu alsanız da araya giren tarçın, baharat notalarını harekete geçirerek kokunun daha yoğun olmasını sağlıyor.
[BATH&BODY WORKS SLATKIN&CO. ] Spice Room Spray
[JO MALONE] Vanilla&Anise Home Candle
İşte Bath&Body Works ‘müthiş kokular diyarı’ndan başka bir oda spreyi daha. Spice, adından anlaşıldığı gibi tamamen baharatlardan oluşan bir içeriğe sahip. Yoğun olarak aldığınız baharat kokusu ise tarçın. Günlerce kalıcı olmasının sebebi de birçok baharatın aynı notada kullanılması.
Vanilla&Anise mumu yaktığınız zaman evde derinden gelen bir rakı kokusu duyarsanız şaşırmayın. O rakı kokusu değil, alt notalardan gelen anason. Yandıktan bir süre sonra anason vanilyayla birleşiyor ve rakı kokusu yerini baharatlı bir kokuya bırakıyor.
[BATH&BODY WORKS SLATKIN&CO.] Spice Apple Toddy Candle
[ACQUA DI PARMA] Spice Room Spray
Mumu yaktığınız anda fırından elmalı tart kokusu geliyor zannedebilirsiniz. Tarçınla elmanın muhteşem uyumu tüm evinizi sararken bundan etkilenerek tart yapmak yerine, elmalı-tarçınlı bitki çayı içmenizi tavsiye ederim. Daha az kalorili...
İçeriğindeki gül, yasemin ve ylang-ylang özlerine rağmen kalp notasındaki yoğun baharat, ne gül, ne yasemin ne de ylangylang kokusunu hissettiriyor. Arada bir duyulan kakule ve karanfil kokusu da tüm evi sarıyor.
67
HERBAL [CIRE TRUDON] Nazareth Candle
[NEOM] Relax Lavender, Granium&Juniper Home Candle
Portakal ve tarçın, alt notalardaki vanilya ve misk gibi aromalarla birleşince eve yayılan koku tamamen bitkisel. Cire Trudon efsanesinin en çok satılan mumlarından biri olan Nazareth, ilk başta baharat yoğunluğunda algılansa da sonradan, bitkisel içeriği daha çok hissediliyor.
Lavanta kokusunun sakinleştirici özelliğini bilmeyen yoktur. Neom Relax’in içeriğindeki Fransız lavantaları, sardunya ve ardıç bitkisiyle birleştiğinde yayılan koku size, rahat bir uyku getiriyor. Alt notalardaki sandal ağacı da kokunun kalıcılığını sağlıyor.
[BATH&BODY WORKS SLATKIN&CO.] Evergreen Candle
[ACQUA DI PARMA] Ambra Room Spray
Kendinizi ormanda yürüyüşe çıkmışsınız gibi hissedeceğiniz bir mum Evergreen. İçeriğindeki taze yeşil çam balsamı ve nane evinizde ‘fresh’ bir hava yaratıyor. İki fitilli olma özelliği mumun kokusunun çok daha yoğun algılanmasını sağlıyor.
Sedir ağacı, sandal ağacı, vanilya ve menekşenin birleşimin yoğun olarak yer alsa da Ambra’da en çok hissedilen koku kehribar. Gün içinde evinize birkaç sprey sıkmanız yetiyor. Tüm gün kokunun bu kadar kalıcı olmasının sebebi kesinlikle kehribar.
[DYPTIQUE] Patchouli Candle
[BATH&BODY WORKS SLATKIN&CO.] Lilac Blossom Room Spray
Ne tamamen odunsu ne de tamamen bitkisel olan Patchouli, Endonezya tepelerinden gelen ahşap kokusuyla tüm evinizi sarıyor. Aslında bu mumu ofiste yakmak çok daha mantıklı. Çünkü paçuli, dikkat ve konsantrasyon yetisini artıran bir koku.
Bu oda spreyini sıktığınız ilk anda yoğun olarak menekşe kokusu alıyorsunuz. Fakat bir süre sonra derinlerden gelen leylak, müge ve kediotu kendinizi çiçek bahçesinde hissetmenize neden oluyor. Bu birkaç bitkinin birleşiminin aynı zamanda sakinleştirici etkisi de var.
[NEOM] Lavender, Jasmine&Brazilian Rosewood
[JO MALONE] White Jasmine&Mint Home Candle
Brezilya’da yetişen çok özel gül ağaçlarının esanslarıyla, yaseminin birleşiminden oluşan bu oda spreyinde lavanta özü olsa bile yoğun olarak hissedilen koku gül. Yatmadan önce yastığınıza birkaç sprey sıkmanız, rahat ve huzurlu bir şekilde uyumanıza yardımcı olacak.
Nanenin ferahlatıcı kokusunu beyaz yasemin biraz hafifletse de aradaki portakal ve nane notası bir süre sonra yasemin kokusunu yok edebiliyor. İlham kaynağı İngiliz bahçelerinin sabahı olan mumun, 45 saatlik yanma süresi bulunuyor.
XOXO The Mag
WOODY [DYPTIQUE] Vetyver Candle
[CIRE TRUDON] Ernesto Spray
Piyasaya nadiren sürülen bu ürün, hem feminen hem de maskülen vetiver kokusunun mükemmel birleşimi. Temel notası Vetyverio çiçek buketi olan muma eklenen ardıç ve sedir ağacı notaları, daha da yoğun bir esans oluşmasına neden oluyor. Yakmasanız da odunsu etkisini hissedebileceğiniz mumlardan...
1643 yılında kurulan Cire Trudon, yıllarca sadece mum ürettikten sonra oda spreyi yaratmaya başladığında, şişe tasarımına karar vermek uzun zaman almış. Sonuç tam anlamıyla mükemmel olmuş. Diğer oda spreylerinin aksine, bitince şişesini atmaya kıyamıyorsunuz. Ernesto’nun içeriğindeki deri ve tütün sayesinde, birkaç sprey bile günlerce kokunun ortamda kalmasına yetiyor.
[BATH&BODY WORKS SLATKIN&CO] Fireside Room Spray
[AVEDA] Grounding Ritual Candle
Tam bir şömine başı kokusu olan Fireside, içeriğindeki deri, kehribar ve sandal ağacıyla yoğun odunsu bir hava yaratıyor. Diğer odunsu kokularda olduğu gibi kalıcılığıyla da günlerce eviniz bir dağ evi havasına dönüşüyor.
Masaj yaptırırken yanında sizi rahatlatacak bir mum arıyorsanız, buldunuz. Aveda’nın % 100 doğal ritüel mumu, içeriğindeki vanilya, zencefil ve Çin tarçını ile sizi inanılmaz şekilde rahatlatacak. Üstelik bu mum soya parafiniyle yapılıyor yani tamamen organik. İçeriğindeki vanilyaya rağmen bir süre sonra tarçının da etkisiyle yoğun olarak odunsu bir koku alabilirsiniz.
[DYPTIQUE] Feu De Bois Room Spray
[JO MALONE] Amber&Sweet Orange Living Cologne
Odaya sıktığınız andan birkaç dakika sonra şöminede yanan odun kokusunu alıyorsunuz. O kadar yoğun bir kokusu var ki spreyi giysilerinize sıkarsanız, parfüm kullanmanıza bile gerek kalmıyor. Oda spreylerinin en etkilisi diyebilirim. Dyptique’in en çok satan ürünlerinden biri olduğunu da eklemeliyim.
İlk önce amberin bitkisel kokusunu alıp bir süre sonra portakalın da eklenmesiyle ‘fresh’ bir hisse kapılsanız da aslında bu iki birleşim odunsu bir kokuya dönüşüyor. Spreyi sıktıktan bir süre sonra ne kadar farklı bir birleşim olduğunu anlıyorsunuz.
[JO MALONE] Pomegranate Noir Home Candle
[BYREDO] Candy Darling Fragranced Candle
Nar özünden yaratılması sizi yanıltmasın. Meyve içeriğinin olması, ‘fresh’ bir koku alacağınız anlamına gelmiyor. Nara, frambuaz ve paçuli eklenince koku biraz daha yoğunlaşıyor. Dip notasındaki tütsü ise mumun tamamen odunsu bir koku yaymasına neden oluyor. Jo Malone mumların 45 saatlik ömründen artık bahsetmemize gerek yok sanırım.
İsminden de anlaşıldığı gibi şekerli bir mum Candy Darling. Üst notalarında kişniş yaprakları, alt notalarda ise tatlı misk bulunuyor. Kalp notalardaki gül ve paçuli ise mumun odunsu bir koku yaymasını sağlıyor. 60 saat yanma özelliği bulunan Candy Darling, oldukça romantik bir mum, hatırlatalım.
69
benimiçin
benim için
XOXO
Son günlerde çalışmalarını giderek daha sık gördüğümüz, isimleri beklenmedik durum mekan ve zamanlarda sürekli karşımıza çıkan, farklı disiplinlerde çalışmalar üreten, hepsi birbirinden genç ve yetenekli sanatçılardan XOXO’yu düşünerek birer çalışma yapmalarını istedik. Ortaya işte bu sonuç çıktı. Aslında sonuç nedenden önce geldi.
71
benimiçin
Muharrem Çetin 18 Ocak 2012 03:00 Bakırköy / İstanbul. No Name, kolaj/mixed media. belkemigi.com
Benim için XOXO... her şeyi takipte olmanın en alternatif yolu. İşin sırrı... yaptığın işe her detayına kadar konsantre olabilmek. Bugüne kadar en severek yaptığım şey... sergi için hazırlık dönemindeki koşuşturmacalardı. Bir şey yaratmaya başladığımda... sessiz sakin yerler seçip kendi başıma olmaya çalışıyorum. İlham denince... eski kitaplar, anatomik görselleri isim söylersem Kris Kuksi ilk olur diğerleri sonra gelir. Asla vazgeçemeyeceğim şey... bir gün mutlaka işime yarar deyip görselleri toplamaya devam etmek. İşlerimi görmek istediğim yer... sadece kolajların yer aldığı yurt dışındaki büyük sergi olayları. Dünya turumu 80 güne sığdırmak zorunda olsam... çok stres olur, dünyadan soğurum. XOXO The Mag
benimiçin
Eda Gecikmez 10 Ocak 2012 17:00 Kartal / İstanbul. Neresindeyiz Zamanın, kağıt üzerine kolaj, mürekkep, kuruboya. edagecikmez.blogspot.com
Benim için XOXO… her yeni sayısını görmeden içimin rahat etmediği, okumazsam bir şeyler kaçırıyormuşum hissi veren, ücretsiz bir şekilde çantama atmaktan zevk aldığım bir dergi olmasından öte; o güzel imajlarından faydalandığım eşsiz bir nimet.
İşin sırrı… yaşamak, hissetmek, kurcalamak, keşfetmek, sinir olmak, gözü dönmek, hırslanmak, okumak, araştırmak, içmek, sarhoş olmak, sevişmek, uyumak, rüya görmek, ayılmak, unutmamak, bir araya gelmek, dayanışmak, mücadele etmek, eylemek, sevmek… Uzar bu…
Bugüne kadar en severek yaptığım şeyden bahsetmek zor çünkü sıraya sokamayacağım kadar çok şey var. Ama son zamanlarda en severek yaptığım şey, sanatçılar ve aktivistler olarak bir araya gelip eylemler gerçekleştirmek!
Bir şey yaratmaya başladığımda… aşırı yemek yiyip, içip kusmak gibi, o ana kadar tüm doluluk halim, kendisini en çok neyde ifade ediyorsa, o malzemeyle kendini ortaya çıkarır. Ama tabii bu öyle çok tesadüfi olmaz, doluluk halini ben yönlendiririm, elbet dış dünya da buna katkısını yapar, bilinçaltımı harekete geçirir, çok uykusuz kalırım ve sonrasında çıkar eskizler.
İlham denince… filler geliyor aklıma, kafamda tepinen veya çamaşır makinesinin sıkmaya aldığındaki o devinim ve ses...
Asla vazgeçemeyeceğim şey… mücadele etmektir. İşlerimi görmek istediğim yer... diye çocukken düşünürdüm de Akm beni büyülerdi hatırlıyorum, ama şimdi, gördükçe tüm olan biteni, anladıkça gösteriyi, hiç hevesim kalmadı mekanlara ve bienal gibi etkinliklere.
Dünya turumu 80 güne sığdırmak zorunda olsam… hiç kasmaz, bu koşturmadan direk vazgeçip, 80 gün boyunca sadece Güney Amerika’da dolanırdım.
Pandoranın kutusu…izlemeye doyamadığım bir filmdi. Hep cevaplamak istediğim bir soru… diye bir şey yok, genelde soruları sormaktan zevk alırım. XOXO The Mag
benimiçin
Baysan Yüksel 11 Ocak 2012 22:35 Moda/ İstanbul. Element, karışık teknik. bayananderson.com
Benim için XOXO… denklik, hiçlik ve her şey olma hali. İşin sırrı… empati, sempati ve sevmek. Bugüne kadar en severek yaptığım şey… gülmek. Bir şey yaratmaya başladığımda… duramıyorum. İlham denince… çok acayip, nasıl oluyor ben de anlamıyorum. Asla vazgeçemeyeceğim şey… üretmek. İşlerimi görmek istediğim yer… her zaman her yer, fark etmez ama günün birinde MOmA. Dünya turumu 80 güne sığdırmak zorunda olsam… uzaktan dünya küçük gibi, sanırım sığdırırım. Pandoranın kutusu… açılsa. Hep cevaplamak istediğim soru… yok ama sormak istediğim cevaplar var. XOXO The Mag
benimiçin
Bal İçme 23 Aralık 2011 23:00 Prag. LOV, hand-drawing. be.net/lovbd
Benim için XOXO… A’dan’Z ye ama benim için daha çok yeni taptaze müzik. İşin sırrı… zamanlama/detay. Bugüne kadar en severek yaptığım şey… en sevmediklerimi sever hale getirmek. Bir şey yaratmaya başladığımda… her şey orada olup bitmeli. İlham denince… tesadüflere açik yollar, rahat bırakmak. Asla vazgeçemeyeceğim şey… nesne arzum. İşlerimi görmek istediğim yer… XOXO’da da görmüş oldum. Dünya turumu 80 güne sığdırmak zorunda olsam… street art, benden bir şeyler bırakmak, burdaydım dedirten. Pandoranın kutusu… çeşitli çesitli, her şeyden biraz biraz. Hep cevaplamak istediğim soru… ne zor bir soruymuş bu. XOXO The Mag
benimiçin
Ali Miharbi 16 Ocak 2012 22:41 Cihangir/İstanbul. xoxo2jpg, yarı otomatik derleme. alimiharbi.com
Benim için XOXO… “ay canım tiffany yaaa benim için xoxo yüzüğü yapmış, yerim.” (http://goo.gl/LnToI) İşin sırrı… “işin sırrı; kendini nasıl gördüğündedir!” (http://goo.gl/jsNey) Bugüne kadar en severek yaptığım şey… “bugüne kadar en severek yaptığım şey” için hiçbir sonuç bulunamadı. Bir şey yaratmaya başladığımda… Aradığınız - “bir şey yaratmaya başladığımda” - ile ilgili hiçbir arama sonucu mevcut değil. İlham denince… “ilham denince aklıma hep eski komşumuzun İlhami adındaki damadı gelir.” (http://goo.gl/yAnQ1) Asla vazgeçemeyeceğim şey… “asla vazgeçemeyeceğim şey deniz ve okumaktır. Doğayı, çocukları ve hayvanları çok seviyorum. Takım tutar mı, Hayır. Sevdiğim sporlar...” (http://goo.gl/wweo1)
İşlerimi görmek istediğim yer… “işlerimi görmek istediğim yer” için hiçbir sonuç bulunamadı. Dünya turumu 80 güne sığdırmak zorunda olsam… Aradığınız - “Dünya turumu 80 güne sığdırmak zorunda olsam” - ile ilgili hiçbir arama sonucu mevcut değil.
Pandoranın kutusu… “Pandora’s Box İzle, Pandoranın Kutusu Full Online Hd Kalitesinde Türkçe Dublaj Bedava İzle.” (http://goo.gl/yZn6R)
Hep cevaplamak istediğim soru…
“hep cevaplamak istediğim soru” için hiçbir sonuç bulunamadı. XOXO The Mag
benimiçin
Yuşa Yalçıntaş 2010 Kadıköy /İstanbul. (Portfolyosundan XOXO için seçti.) İsimsiz, kağıt üzerine kurşun kalem ve marker. yusayalcintas.wordpress.com
Benim için XOXO… küçükken kağıdın üzerinde oynadığımız bir oyun. İşin sırrı… kişiden kişiye değişir, bana göre ‘sürekli üretim’. Bugüne kadar en severek yaptığım şey… el yapımı kağıt yapabilmekti. Bir şey yaratmaya başladığımda… daha olumlu düşünmeye başlıyorum. İlham denince… ilgi duyduğum şeylerle iletişimimi koparmadığım sürece üretme isteğim de artıyor. Asla vazgeçemeyeceğim şey… kurşun kalem. İşlerimi görmek istediğim yer… bilemiyorum, benim için önemli olan, yalnız ya da birlikte çalışmaktan keyif aldığım insanlarla birlikte farklı projeler üretmek. Aklımda özellikle hedeflediğim bir yer yok.
Dünya turumu 80 güne sığdırmak zorunda olsam… çok oyalanacağım için herhalde pek dünya turuna benzemezdi. Pandoranın kutusu… 1929’da çekilen güzeldi. XOXO The Mag
benimiçin
Can Kurucu 12 Ocak 2012 03:22 İstanbul. Untitled, kağıt üzerine mürekkep. cankurucu.com
Benim için XOXO... ilk kez duydum, güzelmiş. İşin sırrı... denemek, yanılmak. Bugüne kadar en severek yaptığım şey... yeni bir ülke, şehir görmek. Bir şey yaratmaya başladığımda... onun zaten kendi kendini oluşturacağını biliyorum. İlham denince... müzik... Asla vazgeçemeyeceğim şey... bazı ufak-tefek gereksiz şeylerden vazgeçemiyorum İşlerimi görmek istediğim yer... sokaklar. Dünya turumu 80 güne sığdırmak zorunda olsam... da şikayet etmezdim. Pandoranın kutusu... siyah... Hep cevaplamak istediğim soru... o nasıl bir şey öyle? XOXO The Mag
cover
man on the moon mıchael stıpe
Bu ay dört farklı jenerasyonu kendine hayran bırakan zamansız ve gizemli bir adamın peşine düştük… Ve onu R.E.M. hayranlarını büyük üzüntüye boğan dağılma kararı sonrasında dinlendiği New York’ta yakaladık. Zamanının büyük bölümünü New York ve Berlin arasında mekik dokuyarak geçiren ve oldukça sevilen video projelerinin yanı sıra bugünlerde üç boyutlu heykelleri üzerinde çalışmaya başlayan, konuşurken de en az şarkı söylüyormuş gibi ağzımız açık dinlediğimiz Michael Stipe, soru bombardımanımızın hakkından rahatlıkla gelirken Mike Rosenthal’a nefis pozlar vermeyi de ihmal etmedi. Ne enerji ama!
photographer mike rosenthal interview dinçer şirin styling vertin+smith @1+1 mgmt grooming losi for martial vivot salon at the wall group XOXO The Mag
tişört co-op / barney’s kaşkol ve pantolon maison martin margiela
cover
Bu röportaja hazırlanırken, oturdum ve sana odaklandım. Dışarıda deli gibi yağmur yağıyordu ve ‘Fables of the Reconstruction’ albümünü dinleyerek sadece seni düşündüm. Nasıl göründüğünü, nasıl biri olduğunu… Yaptığın işin getirdiği tüm sorumluluklar bir yana, bir sanatçı olarak hayatında hala şaşırtıcı olan şeyleri keşfetme çabanı koruduğunu düşünüyorum. Bu bence gerçekten nefis bir şey! Peki sence? Aslına bakarsan yaptığım işin büyük kısmı bana sorumluluk hissi vermiyor. Sana tuhaf gelebilir ama bu sadece yapmak zorunda olduğum ve ortada başka bir seçeneğimin olmadığı bir durum. Uyandığımda, gerçek bir acı hissi veren sığınamama duygusu, dengesizlik ve bitmemişlik gibi düşüncelerin farkına varmamak… Bundan sonra da çoğunlukla lirik ya da kafiyeli fark etmez, bir heykelde meydana gelen özel bir problem veya soyut bir düşünceyi bir heykele, bir fotoğrafa dönüştürürken ortaya çıkacak problemlerin çözüm yollarını bulmuş olarak uyanacağım. Bunlar aslında doğal olarak yapmak zorunda olduğum şeyler. Nefes almak ya da yemek yemek gibi, istem dışı. Şaşırtıcı olan şeyleri keşfetme çabası mevzusuna gelince… Kız kardeşlerime ve bana, yaşadığımız hayatta ‘merak’ duygusunun önemini, bizimle ilgili olsun ya da olmasın farklı jenerasyonlardan gelenler ve onların isteklerinin dünyada olup bitenle ilişkisini kurmayı öğreten bir aileye sahip olduğum için çok şanslı olduğumu düşünüyorum. Sorgulamayı ve dünya hakkında genel merakı sürekli olarak taze tutmayı öğrenmekten bahsediyorum. Bu sanırım sürekli genç kalabilmenin en önemli yollarından sadece biri; aynı zamanda kendini olup bitene karşı kapatmamak, bencil ve egoist olmamak veya tüm cevapları biliyormuş gibi her zaman oldukça ‘katı’ bir duruş sergilemek… Bir insanda cesaret ve tevazunun varlığı bence çok önemli ve bugüne kadar tecrübe ettiğim kadarıyla ikisi birbiriyle gayet güzel örtüşüyor.
Sam Taylor Wood ve James Franco gibi daha önce birlikte çalıştığın isimleri 15. albümünüzde beraber çalışmak üzere tekrar çağırdın. Müzik dünyasında yapılan şarkıları o kadar çabuk tüketir hale geldik ki, hangisi kalıcı hangisi geçici ayırt etmek imkansız bence. Bu yüzden ‘Özel Versiyon’ ve ‘Sınırlı Sayıda Edisyon’ fikri bir albümü satın almak için çok önemli bir neden. Tüm bunları göz önünde bulunduracak olursan, artık günümüzde albüm yapma fikrini nasıl değerlendiriyorsun? Açıkçası benim yaklaşımım sadece 21. yüzyılda bir albüm hazırlama fikrinden ibaretti, bu albümle bugüne kadar yan yana gelmemiş şarkıları bir araya getirmek, tekil bir düşünce alanı yaratmak veya geçmiş zamana köşesinden göz ucuyla bakmak niyetindeydim. Diğer yandan albümün bugünü yansıtmasını ve günün ihtiyaçları ile beraber değişik yollarla dağıtılmasını istedim. Elbette Youtube bunun için ideal bir hareket alanı oldu. Bugünlerde takip ettiğin gruplar kimler? Bunun için önce iPhone’uma bakmalıyım! Genellikle spor yaparken ya da yolculuk sırasında daha rahat ve dikkatle müzik dinleyebiliyorum. Sana komik gelebilir ama bulaşık ve temizlik sırasında ya da başka şeylerle uğraşırken müzik dinleyebilen biri olamadım hiç. Müzik zihnimi o kadar fazla kaplıyor ve melodiler o kadar kafamı karşıtırıyor ki müzik dinlerken başka bir şeye konsantre olamıyorum. Bu ara kimleri dinlediğimi sormuştun, değil mi? Grant Lee Phillips; Grizzly Bear, Kanye West, INXS, Pearl Jam, Hidden Cameras, Perfume Genius; The National, Nina Simone, Peaches, Alva Noto, Atlas Sound, Burial and Die Antwoord, The Drums, Yeah Yeah Yeahs, U2, Tiny Masters of Today, Patti Smith, T.I., Joseph Arthur, Scissor Sisters, PJ Harvey, Courtney Love ve Brian Eno…
XOXO The Mag
blazer prada jean acne jeans gözlük ve saat michael stipe’a ait
tak覺m, r羹zgarl覺k ve ayakkab覺 maison martin margiela
cover
Geçtiğimiz yaz aylarında çıplak fotoğraflarının da yer aldığı bir video çalışmasını kendi blogunda yayınladın ve aynı gün R.E.M.’i uykuya yatırma kararını basın ve kamuoyu ile paylaştın. Bunun arkasındaki hikayeyi anlatsana… (Kahkahalar), aslında bu tam bu şekilde olmadı. Sana anlatayım. Son birkaç sene gece yatmadan önce düzenli olarak kendi fotoğraflarımı çekerek bu projenin temellerini oluşturmuştum. Sonra oturup onlardan bir kısa film yaptım. Bu kısa film yaz boyunca blogumda yayındaydı, ama tamamen büyük bir tesadüf sonucu grubun ayrılık kararını açıklanmasından sadece bir gün önce internette büyük bir hızla yayılmaya başladı. Her ikisinin aynı sırada olması kesinlikle planladığım bir şey değildi, buna emin olabilirsin. Günümüz popüler kültürü üzerinden konuşacak olursak, bilirsin insanlar her zaman heyecanlı bir şeyler görmek ister. Bu tuhaf olduğu kadar aslında bir noktada geleneksel bir dürtü. Özellikle toplumsal cinsiyet açısından baktığında kullanılan çok anlamlı elementler bunlar. Bazen çok basit gibi görünse de müzik kliplerinin çoğu aslında bir ‘video sanatı’nın parçası oldular. Çoğu çıkış noktasındaki elementlerini, sanat tarihi ya da modern estetikten alıyormuş gibi görünüyor. Lafın kısası, tüm bunlara sanat gözüyle bakmak oldukça önemli bir konu oldu. Peki sen görüntünün insan üzerindeki etkisi hakkında ne düşünüyorsun? Buna olabildiğince basit bir cevap vermek isterim. David Bowie ve Elvis Presley, Bob Dylan ve Marilyn Monroe… Bu isimler görüntünün insan üzerindeki gücünü zamanında anlamışlardı. Görüntü sayesinde kendi
fikirlerini karşı tarafa doğru olarak yansıtabildiler. Ve son derece etkili olan işlerini tüm dünyaya bu yolla ulaştırdılar. Bir seferinde Berlin’de biri seni Mobel Olfe’de gördüğünde nasıl da heyecanlandığını anlatmıştı bana. Seni gördüğü an, tüm gençliği gözünün önünden geçmiş ve ‘Losing My Religion’ şarkısı bir anda kafasında çalmaya başlamış. Şöhretli biri olarak fazlasıyla ulaşılabilir göründüğünü düşünüyorum. Berlin her ne kadar rahat ve kolay bir şehir olsa da, burada şöhretinle nasıl başa çıkabiliyorsun? Mabel Olfe’yi gerçekten seviyorum ama aslına bakarsan genel olarak Berlin’i çok seviyorum. Orada bulunmak için çok fazla güç harcamana gerek yok bence. Berlin aynı zamanda, kendi sanatçıları konusunda oldukça hassas ve korumacı bir şehir. İnsanlar bu şehre büyük bir heyecan duyuyor ve ondan ilham alıyor. Bir açıdan New York’a da çok benziyor. Ama şunu söylemeliyim ki, genel olarak sanatı kucaklayan şehrin kendisi değil insanlarıdır. Berlin’de de insanlar senin de söylediğin gibi çok rahatlar ve yeni düşüncelere tamamen açık durumdalar. Peki seni Berlin’e götüren sebep neydi? ‘80’lerin başından beri grup olarak Berlin’de konser vermekten ve orada olmaktan zaten çok keyif alıyorduk. Yapımcımız Jacknife Lee daha önce burada Hansa Stüdyoları’nda çalışmıştı, şehri tanıyordu. Berlin’in bana çok uygun bir yer olduğunu o zamanlar anlamıştım. Sonuç olarak şu sıralarda Berlin’de sürekli daha fazla vakit geçirirken buluyorum kendimi.
XOXO The Mag
gömlek ve pantolon comme des garçons ceket maison martin margiela ayakkabı michael stipe’a ait
ceket comme des garçons gÜmlek maison martin margiela jean acne jeans ayakkabĹ maison martin margiela
Berlin’deki favori spotların… Mulack Strasse’deki kumpirciyi çok seviyorum. Yeni işleri destekleyen galeriler beni çok heyecanlandırıyor. U Bahn ve S Bahn kesinlikle vazgeçilmezlerim arasında, yazları Berlin’deki göller çok hoşuma gidiyor. Açıkçası Berlin’in tadını çıkartmak her zaman müthiş bir şey.
Çok fazla seyahat ediyorsun. Tercih ettiğin özel bir destinasyon var mı, kendini özel hissettiğin bir yer ya da kendini en fazla kendin gibi hissettiğin bir yer? Sanatsal bir bakış açısı olan ve kültür ile donatılmış her yer benim için gayet cazip durumda. Aslına bakarsan formü işte bu kadar basit…
Farklı sebeplerle olsa da birkaç kez İstanbul’a da geldin. Ben o kadar doğru olduğunu düşünmüyorum ama çevremde birçok kişi İstanbul ve Berlin’i birbirlerine oldukça benzetiyor. Sence de öyle mi? Her iki şehirde de uzun süre yaşamadığım için bu konuda bir şey söylemem doğru olmaz. Diğer yandan hem İstanbul hem de Berlin, çok enerjik ve seksi hissettiren yerler. Diğer yandan her ikisinde de New York’ta olduğu gibi yaratıcı bir platform var. Ben her zaman şuna inanırım, bir şehir kendi içinde heyecanlı, ileri görüşlü ve sanatı destekleyici insanlar barındırıyorsa orası zaten güzelliklere imza atmak için doğru yerdir.
Müzik dışında kayda değer bir başka merakından bahsetmek ister misin? Spor ya da matematik bana göre değil. Bunun dışında kendimi yeni şeyleri keşfetme konusunda her zaman serbest bırakırım.
İstanbullu bir sanatçı olan Didem Özbek’in ‘White Sugar Cube Book’ isimli işini satın almıştın. Türkiye’de başka sanatçılardan da almış olduğun eserler var mı? Özbek’in bu çalışmasına New York’ta bir sanat fuarında rastladım ve ona ilk bakışta aşık oldum. Diğer yandan öyle kayda değer, ciddi bir sanat koleksiyonumun olmadığını da söyleyeyim. Tesadüfen gördüğüm ve beni heyecanlandıran çalışmaları topluyorum genelde. Ama 35 yıllık bu merak, çok sayıda sanatçının çalışmalarından oluşan kendimce önemli bir birikime sahip olmamı sağladı. Yaptığım şeyi koleksiyonculuk olarak değil, daha çok yapılan işlerin kıymetini bilen bir mirasçılık olarak görüyorum.
Bugünlerde hangi projeler üstünde çalışıyorsun? Yakında Berlin’de yeni bir gösterinle karşılaşacak mıyız? Samimi olarak söylemem gerekirse tam 31 yıl boyunca aralıksız R.E.M. için çalıştıktan sonra, müzik adına uzun bir ara vermek istedim. Şu an için kendimi yeni bir şeyler yazmak ve bestelemek için hazır hissetmiyorum. Ve sanırım bunca yılın ardından benim için en sağlıklı ve doğru olan da bu… Bugünlerde kağıt, kontrplak ve fotoğraflardan oluşturduğum yeni birkaç heykel üzerinde çalışıyorum. Diğer yandan farklı hikayelerden oluşan kısa filmlerle uğraşıyorum. Mesela, az önce sorduğun çıplak fotoğraflarımdan oluşan çalışma bunun bir örneğiydi… Yakın bir gelecekte çok daha fazla çalışmamı sergilemek istiyorum. Şu ana kadar yaptığım çalışmalardan oluşan manzara daha da ilerlememe olanak sağlıyor. Sanatı ilginç kılan da bu bence. Anı yakalayarak sürekli gelişmek ve yarına doğru bakmak gerek diye düşünüyorum. Bence önümüzdeki 10 yıl, tam da bu bahsettiğim açıdan, yani çok fazla yeni işin ortaya çıkması, takip edilmesi ve değişikliklerin insanlara kabul ettirilmesi üzerinden gayet heyecanlı olacak!
XOXO The Mag
newseason
ASTRO-MODA: KOVA AYINA BAKIŞ
2012 İlkbahar-Yaz… Nereye bakacağımızı şaşırdığımız bir sezon… Merakla beklediğimiz, kendimizi yakın hissettiğimiz tasarımcıların yaptığı nanikten sonra ayağa nasıl kalkacağımızı bilemiyoruz. Kart açıyoruz. Gezegenlere bakıyoruz. Burçlara soruyoruz. Astrolojik haritalardan açı hesaplıyoruz. Burç haritası ile karşılaştırmalı okuduğumuz sezon raporunda sizin için seçtiğimiz koleksiyonlar Kova ayına karışıyor. Ocak 23’te geri çekilmeye başlayan Mars’ın Nisan 13’e kadar yapacağı bu hareketi Kova ayı ile karşılayacaksınız. Büyük kararlar vermezseniz iyi olur. 2012’deki kıyametinizde sakin kalmaya çalışın.
105
Philip Lim Philip Lim bu ay Balık burcundaki Venüs gibi, taptaze aşklarla dolu. Seçtiği sarı bütün baharın yükleneceği yenilik enerjisini taşıyor. Seçtiği limoncelloya pembe, mor gibi renkler yanında gri gibi bazlar eşlik ediyor. Philip Lim’in vazgeçemediği mimari formlardan bedene yüklediği sanatsal duruşlar ise bu koleksiyonda da öne çıkıyor. Silüeti yürüten temel şey hareket. Bu harekete eşlik eden ise elbette kifayetin bedene yüklediği yeni anlamlar. İşte burada heykelden, mimariden bildiğimiz form bilgisi koleksiyonun arka planındaki tüm intellekte sızıyor. Bu, kıyafetin kendisine de tek başına bir anlam kazandırıyor. Geometriden, bildiğimiz kalıpların yeniden ele alınmasından ‘hareketle’ kazanılan formlar koleksiyonda elbiselere, ceketlere, pantolonlara dönüşüyor ama hiçbiri birbirinin önüne geçmiyor. Philip Lim ile baharı açanlar gökler katında Venüs’e yaklaşıyor. O yüzden Philip Lim demek bu sezon biraz güler yüzlü olmanız anlamına geliyor. XOXO The Mag
Proenza Schouler Proenza Schouler ile Ay, Terazi burcuna geçiyor. Bize bir başkasını söyleyen, ötekisiyle beraber hareket eden, sosyalleşme ibresi yüksek Terazi burcu enerjisi, Proenza Schouler’de bir empatik butona dönüşüyor. Etnolojik bir iddia taşımadan ama çokça etno bir araştırmanın ürünüymüş gibi görünen çözümleri bize ulaştıran koleksiyon kabile diye bağırıyor. Oysa tasarımcılar geleceğe bir bakış attıkları formlardan, başka dünyalardan bahsetmek istiyorlar. 2012’nin kara delikleri diyelim, onlar başka evrenlerin bilgisine ulaşmaya çalışırken yıl onlara kara deliklerden başka hikayeler çıkarıyor. Baskılarda klişe bir yaz esintisi gibi duracağını düşünebileceğiniz ama bu etnolojik damarı gayet sağlam sırtlanan Hawai baskıları ve bolca sülfürik sarı ile gözümüz kamaşıyor. Baskılar dışında renkleri siyah, mavi, turuncu gibi seçimlere dayandırılan koleksiyonda yazın önerileri mini şortlardan, çan eteklerden, iç gösteren örgü eteklerin üzerine yakıştırılmış bir hayli derin formlardan oluşuyor. 107
Helmut Lang Helmut Lang bu sezon siyah beyaz dikotomisi üzerinden gidiyor. Bol bol deri (ne diyordu Donatella Versace H&M koleksiyonunu burnundan açıklarken: “Of course it is gonna be leather, of course it is gonna be glamour, and of course… rockenroll”) görüyoruz koleksiyonda. Bu karanlık Helmut Lang’ın kendi minimal görgüsü ile de birleşince ortaya kesimlerindeki crop’lar ile oldukça ‘sofistike’ (moda yazılarında can simidi kelimelerden biridir) bir silüet ortaya çıkıyor. Güneşin Satürn’e yaptığı kare açının karanlık hissi bu. Sınırlarımızı bir daha hatırladığımız, değişime karşı geldiğimiz her anda bizi karanlığa yaklaştıran 2012’nin siyaha bu kadar çalan koleksiyonlarından biri ile karşı karşıyayız. Pantolonlar oldukça loose, rahat hissettiren üstler ve kısa ceketler ile sağlanan formlar asimetrik bir derya deniz. Üstlerde sütyene yüklenen anlam da kendine bu asimetriden pay çıkarıyor. Çetenin Latin erkeğinin sevgilisi görüntüsüyle bu sezonun Helmut Lang kadını tehlikeden korkmuyor. Bolca siyaha tuz biber beyaz, azıcık grinin yanına sezon rengi sarıyı ekliyor. Koleksiyonun kendini başkalaştırdığı an ise baskılarda devreye giren Richard Serra efekti oluyor. XOXO The Mag
Chanel Ma donna mia! Allah ömür versin. Kalabalık bir Chanel koleksiyonu ile daha karşı karşıyayız. Her seferinde daha bir öncekini hazmedememişken bir diğerini önümüze süren Karl Lagerfeld, bu sefer birtakım denizaltı canlılarına scubadiving yapıyor. Zaha Hadid imzalı setting ise uçsuz bucaksız bir beyazlığın, gözü kör edecek bir denizaltı ışığını kuruyor. Uzun uzadıya yazmayacağız, bildiğiniz Chanel silüetleri var. Beyaz ve lamenin bir arada kullanıldığı bir sürü durum dışında, her zamanki şekerli ve kadın-kadın silüetlerin imzası inciler bu sefer bambaşka anlamlarda kullanılıyor. Yer yer sırtlara bir omurga gibi döşeniyor, yer yer yüzlerde başka biçimlerde parlıyor. Chanel’in takımlarında sık karşılaştığımız tüvit dokumalar dışında defileden favorilerimiz arasına ilk giren ise dokumalar üzerine uygulanmış geometik şekiller. Bu, koleksiyonu kavramsal, soyut boyutlara da taşıyor ve meseleyi bir anda sular altında başka fersahlara da açıyor. Bunca zenginliğin ayaklarının yere basmasını sağlayan ise neredeyse düz diyebileceğimiz sandaletler oluyor. Beyazdan doğan her rengin geri döndüğü yer olarak Chanel bu sezon Dolunay ile beraber Yengeç burcuna uğruyor ve kabuğuna çekiliyor. Kısacası, oldukça moody ve esintili bir Chanel koleksiyonu, kadınını bu sefer suyun altından güçlendiriyor. 109
Band of Outsiders Ay, Aslan burcunda. Bir diğer deyişle tüm gösterişiyle bir gücün altı çiziliyor. Band of Oursiders’ın 2012 İlkbahar koleksiyonundaki kadınlara baktığımızda ilk hissettiğimiz bu oluyor. Silüetlerin farklı içeriklerin yorumlanmasıyla sunulduğu koleksiyon bize kimi konservatif öğeleri kullanışı sebebiyle Amish’leri hatırlatıyor. Şapkalar, lacivert etekler, arada derinin bir an tüm bu dinsel öğeleri başka bir yere taşıyışı ve kapalı yakaları ile Band of Outsiders bu sezon başka yerlere geçiş yapıyor. Yer yer üniforma (örneğin, yeşil tulumun bahçıvan referansları) ile de flört eden koleksiyonda flora baskılı trençkot ile başlayan tiril elbise kuşağı zaman ile beraber masalların da gözümüzün önünde büyüdüğü kırsala doğru, hoyrat yetişmiş kızların gölgesinde (kültürel bagajımıza attığımız Proust işaretleri ile) ilerliyoruz. XOXO The Mag
Calvin Klein Collection 2011 Sonbaharı’nda Fransisco Costa bizi yaptığı yüzücü mayosu sırtlı minimal elbiseler ile yere çarpmıştı. Sonra Resort koleksiyonunda bu koleksiyonun b-side’larını gösterdi. Tasarımcının minimalizmden anladığı, belden ince iplik kemerlerle tutturduğu o elbiselerin işçiliğine bir bir dökülüyordu. 2012 İlkbahar koleksiyonuna geldiğimizde ise tasarımcı formun kendisini öne çıkarmak yerine artık silüetin üreteceği anlama bakmaya başlıyor. İşe de mitoslardan gireyim diyerek kadının saflığından, incinirliğinden falan yola çıkıyor. Biliyoruz, nerede minimalizmde bizi kuşattığı form bilgisi, nerede bu kadına yüklenen klişe anlamlar. Kadın üzerine yeni bir diskur konuşulurken tasarımcı oldukça romantik bir yerden kendine somon rengi, beyaz ve siyah düşler kuruyor. Önceki sezonlardan baki kalan ise diz altı pantolonlar. Onun dışındaki her şey yumuşak, şeffaf ve masum. Elbiselerin tenden döküldüğü anların içgiyim kaderi ise bu sezonun Calvin Klein kadınının kendini Merkür’ün bir sonraki Oğlak burcuna geçişine kadar oldukça savunmasız hissedeceğini gösteriyor. 111
David Koma David Koma sezona sarı karıştıranlardan. Koleksiyonu kullandığı baskılı tüller nedeniyle de yer yer body painting’i çağrıştıran, oradan da bizi çöllere taşıyan bazı referanslar gösteriyor. Sarı dışında, pembeyi kararında kullanıp turkuazda gaza basan tasarımcı o andan itibaren oldukça saykadelik hallere geçiyor. Defile için pekala soundtrack olabilecek herhangi bir Rainbow Arabia şarkısı etek uçlarında, kemer üstlerinde bize başka bir gerçekliğin kapısını aralıyor. Geniş pileler, drapelerdeki cömertliği ile koleksiyon içini ciğerine kadar açıyor. Bunu da insana bir tek Satürn ve Merkür gibi gezegenlerin yaptığı açılar yaptırır. David Koma’nın burcuna düşen bu iki gezegen koleksiyondaki uzun pantolonların hareketinden ortalığa dökülüp uzaya karışıyor. Zaten o da varsa yoksa sci-fi, diyor. XOXO The Mag
Balenciaga Sezonun en iyisi. Hele de şimdilerde kampanya fotoğraflarının Chelsea Hotel kızı estetiği ve ‘Berlinciaga’ döküklüğü ile birleştiği şıklığı ile beraber… Sezonun hayal kırıklığı olmayan tek koleksiyonu olarak kimsenin sahte sahte göklere çıkardığı bir parçanın olmadığı koleksiyon ile beraber Nicolas Ghesquière bu sezon umutlu olmamızın tek sebebi. Çünkü güvendiğimiz dağlara kar yağdı. Ghesquière ise gene arşivlere daldı ve bulduklarından, bütün o couture tarihine karışmış görüntülerden bugünün kadınını bir kez daha yorumladı. Herkese bu koleksiyonu ayakta izletmesi, modelleri izleyenlerin iktidarıyla aynı boya getirmesi de oldukça konuşuldu. Ceketlerin kesimi, abartılı omuzlar, mini şortlardan açıldığı uzun ve oldukça geniş ağızlı çan eteklere ve oradan yine şapkalar ile tamamladığı büyük simetriler bize Uzak Doğu’ya doğru da bir açılmayı işaret ediyordu. Doğu’ya inerken Balenciaga’nın burcu sezon içinde Mars’ta seyrediyor. Büyük enerjiler, hiperaktif sıçramalar, dünyevi isteklerimiz ve arzularımıza karşılık hiç tükenmeyen momentum. Balenciaga! Mars Energia! 113
BEST OF Roller Rock Glass
Sue Ellen Ewing karakteri, Dallas dizisinin seneler sonra yeniden hortlamasıyla bir kez daha gündeme geldi. Peki hanımefendinin alametifarikası olan şey neydi? Bildiniz… Viski bardağı! Ancak 21. yüzyılın viski bardakları artık eskisi gibi değil. Karşımıza her geçen gün yeni ve şaşırtıcı bir tasarım çıkıyor. Roller Rock Glass bunlardan biri. Frank Herbert romanlarından fırlama bir karakter, zamansız ve mekansız bir düzlemde viski içiyor olsaydı eminiz bu bardağı kullanıyor olurdu. Uzaktan bakıldığında bir gezegenin üç boyutlu görüntüsünü andıran bu bardak sayesinde karizmanızı beşe katlayıp, evde vereceğiniz bir partide uzun zamandır etkilemek istediğiniz birinin dikkatini de tam olarak üzerinize çekeceksiniz. Ne de olsa konunuz hazır. Gerisi sizin çapkınlık kabiliyetinize kalmış.
Puxxle Wall Art
Çocukluğu beşlisinden beşyüzellibeş parçalısına kadar yüzlerce farklı yap-bozla geçen onca nesil için göz yaşartıcı bir tasarımla karşı karşıyayız. Puxxle Wall Art… Puzzle ve benzeri oyunlara neredeyse bağımlı olan iki kız kardeş tarafından icat edilen Puxxle’ı tek seferlik bir oyun olarak görebilirsiniz. Ama ortaya çıkacak manzaraya sürekli bakıp başarınızla gurur duyacağınız kesin. Duvar sticker’larının günden güne patlama yaşadığı dünyamızda, tonla sıkıcı tasarımın arasından böylesine basit ve yaratıcı işler çıkabiliyor olması mutluluk verici. Ancak durum biraz da tehlikeli. Bir kere yapmaya başladınız mı daha sonra kendinizi durduramayıp evi Nuh’un Gemisi’ne çevirebilirsiniz.
Thermosensitive Pillow
Vay canına! Bunu bile yaptılar artık. Vücut ısısına duyarlı bir yastığımız var. Adı üzerinde ‘Thermosensitive Pillow’. Temas ettiğiniz bölgenin ısısına göre farklı renkler alan bir yastıktan söz ediyoruz. Geceleri tek başınıza uyuyorsanız, uyku öncesi dakikalar sizin için tam bir eğlenceye dönüşebilir. Diğer yandan eğer yatağınızı biriyle paylaşıyorsanız o halde aranızda bir yarış başlayacak demektir. Bakalım hanginiz daha ateşlisiniz? Bu sorunun cevabını verecek olan kişi yeni hakeminiz olan yastığınız. Orta ve küçük olmak üzere iki farklı boyutta üretilen yastık, farklı zevklere hitap edebilmek için farklı renklerde düşünülmüş. Siyah, kırmızı veya bordo seçeneklerinden uygun olanını seçip alıyorsunuz. Ancak pek ucuz olduğu söylenemez. Bu yüzden yastık savaşı yapmadan önce iki kez düşünün…
Furniture From Discarded Vespa
Üzerine titrediğiniz bir Vespa’nız var diyelim. Ama gün gelip artık teklemeye başladığında, tamirciniz diyor ki bunun işi tamam. Bir an önce hurdacıya satın. Eyvah! Göz yaşları içindesiniz. Onu bir metal yığınına dönüşmüş, parçalara ayrılmış düşünemiyorsunuz bile. Tamam biraz sakin olun, toparlanın önce. Vespa’nızdan ayrılmanız gerekmiyor. Hatta onu evinizin başköşesinde saklama şansınız var. Nasıl mı? Lütfen hemen soldaki fotoğrafa bakınız. Akıllı bir tasarımcının basit bir hamlesiyle 1968 model kırmızı cici bir Vespa, işte böylesine güzel bir bilgisayar masasına dönüşüvermiş. Ne yazık ki henüz seri imalata geçilmedi. Hatta ‘custom’ olarak alma şansınız da yok. Ama başarılı bir endüstriyel tasarımcı arkadaşınız varsa onun kapısını güzel bir fikirle çalacaksınız demektir.
Monster Diesel Vektr On-Ear Headphones
Evdeki kulaklık sayısı beşi geçti. Ama gözünüz hala doymadı değil mi? Üzülmeyin yalnız değilsiniz. Her ay çıkan sayısız tasarım arasından koleksiyonunuza yeni bir parça daha eklemek için yanıp tutuştuğunuzu biliyoruz. İşinizi kolaylaştırmak için bu ay Monster ortaklığı ile çıkan bu Diesel kulaklığı seçtik. Adeta Tron filminden fırlamış gibi görünen nefis tasarımıyla insanı kendinden geçiren bu kulaklığın en önemli özelliği çok katmanlı, bir ses sistemine sahip olması. Elektronik dünyasında kablo denince akla ilk gelen markalardan biri olan Monster’ın güvenilirliği ile Diesel’in moda anlayışı biraraya gelirse ortaya çıkan şeyin bu olması kimseyi şaşırtmıyor olmalı. Üstelik aynı kulvardaki rakiplerinden çok daha makul bir fiyata sahip olduğunu da belirtelim.
XOXO The Mag
iPhone Cases by Zero Gravity
Üzerine mis gibi fıstık ezmesi sürülmüş tuzlu bir bisküviye kolay kolay kimse hayır diyemez. O halde lütfen çekinmeyin masadakini alın. Ancak ısırmadan önce arkasını çevirip bir kontrol etmenizde fayda var. Zira bisküvi diye yemeye çalıştığınız şey bir iPhone olabilir. Zero Gravity’nin çılgın tasarım ekibinin imzasını taşıyan bu telefon kılıflarının her biri insanın aklını başından alacak kadar renkli ve ‘gerçekçi’. Jelatini yırtılmış bir çikolatadan, füme bir et’e, vintage bir radyodan lezzetli bir tereyağı kutusuna varıncaya kadar aklınıza ne gelirse uyarlamışlar. Çok sevgili telefonunuzu hiç bir özelliği olmayan o sıradan kılıfından kurtarma zamanı geldi de geçiyor bile. Doğru adrestesiniz, içiniz rahat olsun.
Nike Air Max 90 S/S 2012
Birbiri ardına patlayan İlkbahar/Yaz 2012 koleksiyonları arasında kendimizi kaybettiğimiz günlerin tam ortasındayız. Kolay değil, bu yaz ne giyeceğimize bugünden karar veriyoruz. Nike’ın bu anlamda en büyük sürprizlerinden biri de Nike Air Max 90 oldu. Hem kadınlar hem de erkekler için yeniden üretilen bu klasik elbette günümüzün teknolojisi ve tasarım anlayışıyla güncellenerek sunuluyor. Ama yine de orijinal tasarımdan çok fazla uzaklaşılmadığını da belirtmek gerek. Fosforlu yeşil ve turuncunun göz alıcı cazibesi bundan daha iyi kullanılamazdı. Üzerinden ne kadar zaman geçmiş ya da her ne olursa olsun 90’ları ne kadar sevdiğimizi bir kez daha hatırlamak için ideal bir fırsat.
Gecko Glow In The Dark Stickers
Karanlıkta parlayan her ne olursa olsun kalbimizde ayrı bir yeri var. Sırf bu yüzden bu sayfalara daha önce jean pantalonlar da girmişti. Şimdi bahsedeceğimiz tasarıma aslında aşinayız. Çocukluğumuzda tavana yapıştırdığımız ay, bulut ve yıldız şeklindeki parlayan çıkartmaları nasıl unutabiliriz… Onların içimizdeki anısı hala sıcakken gelin şimdi biraz da tasarım dünyasına dalalım ve Gecko ekibinin yarattığı birbirinden eğlenceli 10 farklı sticker’dan söz edelim. Elektrik çarpmış figürlerden tutun, lambalara, balon şeklinde kalplere ne ararsanız var. Üstelik gündüz kombinasyonu ile gece kombinasyonu bambaşka. İşin sırrı da tam burada. Basit ve bir o kadar komik!
Wrench Knife Storage by Supergrau
70’lerde seri bebek bakıcısı katili Michael Myers çekmecelerden toplardı bıçakları. Ama gün geldi o derli toplu tahta bıçak blokları mertliği bozdu. Üstelik senelerdir hiç değişmeden seri üretimleri son sürat devam ediyor. Nedense sanki başka bir formda üretilemezmiş gibi görünen şeylerden biri bu tahta bıçaklıklar. Sağ tarafa yatık haliyle artık zihnimize kazınan bu tasarıma yeni bir alternatif bir türlü üretilemedi. Ya da belki üretildi ama biz duyamadan başarısız olup ortadan kayboldu… Neyse ki komplo teorilerine kapılmamıza gerek kalmadı. Supergrau ekibinin başbaşa verip ürettiği Wrench Knife Storage bu isteğimizi tamamen karşılamak üzere tasarlanmış. Üstelik sadece 4-5 değil tam 12 bıçak alabiliyor. Tabii altıgen bloklara bir yenisini eklemeniz koşuluyla. Son haftalarda kendinize yapabileceğiniz en büyük iyiliklerden biri.
IWC 2012 Pilot Watch Collection
Tom Cruise ve Val Kilmer’ı kafa kafaya getiren 80’lerin göz bebeği olan Top Gun filmini kim unutabilir. Bu film yeniden çekilecek olsa tüm aktörlerin kollarında muhtemelen bahsedeceğimiz bu saatler olurdu. Bı arada gerçekten 2012 saat koleksiyonları da artık vitrinlerde arz-ı endam ediyor. Eski saatimizi emekliye ayırmamız an meselesi. İsviçreli saat markası IWC’Nin Pilot Watch koleksiyonu ilk göz atmanız gerekenlerden. Toplam beş farklı modelde hazırlanan bu saatlerin en önemli özelliği kült statüsündeki Big Pilot Watch’dan esinlenerek yapılmış olmaları. Özellikle mat siyah versiyonlar dikkat çekici. Ya sizce?
115
Carga ØW3 Weekend/Laptop Bag
Öylesine kullanışlı bir çanta ki isterseniz hafta içi laptop’ınızı ofise sizin için güvenle taşıyor, ya da dilerseniz hafta sonları size çok amaçlı bir çanta olarak hizmet ediyor. Yani anlayacağınız pek akıllı, pek tatlı kendileri. Tek parça kauçuk ve özel tabaklanmış deriden oluşan çantanın özellikle kenar kesimleri, tüm koleksiyonun en ayırt edilebilen özelliği. Renkleri de hem ofiste hem de özel hayatınızda kullanabilmeniz için titizlikle düşünülüp uygulanmış. Sıkıştırılmış bir dış cep bölmesinin yanı sıra, ayarlanabilir deri bir kayış ve çıkarılabilir deri anahtarlığı da var. İşin en iyi tarafı ise bu çantaların sınırlı sayıda yapılmış olması. Üstelik her çantanın kendi seri numarası da var. Bakalım sizin şansınıza hangi rakam çıkacak?
Urart Mozaik
Ressam, yazar, sanat tarihçisi Gürol Sözen’in, ‘Anadolu Topraklarında Mozaik’ kitabı ekseninde binlerce yılın renkli dünyasını; altın, gümüş ve değerli taşlarla bezeli moazikleri yorumlayan Urart, Sözen’in çizdiği obje ve takıları da boyutlandırıyor. Urart’ın 40 yılını simgeleyen 40 özel parçanın yer aldığı özel koleksiyon, iddialı tasarımları pırlanta, safir, yakut gibi değerli taşlarla, turkuaz, turmalin ve lapis gibi yarı değerli taşları altın, gümüş, mermer, bronz ve cam ile birleştirerek güzelliğin bitmeyen bir serüven olduğunu anlatıyor.
Munch ‘The Scream’ Ice Cubes
Belki de kendisini yaratan Munch’ten çok daha ünlü ‘Çığlık’ tablosu. Bugüne kadar çok sayıda kitaba, makaleye konu oldu. Hatta ondan ilham alınarak yapılan kıyafetler bile yapıldı. Endüstriyel tasarım dünyasının ‘Çığlık’a olan ilgisi sürdükçe daha pek çok yeni ürünle karşılaşmaya devam edeceğiz. Buna şaşırmamak gerek. Mesela ‘Çığlık Buz Küpleri’ gibi. Bardağınızın içinde eserin baş kahramanının kafası ağzı sonuna kadar açık sessiz bir çığlık atıyor… Üstelik sadece bir değil, içine kaç tane attıysanız o kadar. Oluşan bu muhteşem manzara, buzların erimeye başlamasıyla kaybolacak ne yazık ki. Ancak hemen bir sonraki kadehinize geçtiğinizde aynı keyfi tekrar ve tekrar ve tekrar yaşama şansınız olacak. Eğer isterseniz sonsuza dek!
Caudalie
Caudalie’nin alametifarikasını artık hepimiz biliyoruz. Tabii ki üzüm. Parfüm uzmanları bu muhteşem malzemeyi düşünerek marka için üç farklı parfüm üretmiş. Bunun için de üzüm bağları arasında dolaşmanın üç farklı zamanı olduğunu keşfederek üç farklı his çıkarılmış ortaya. Fleur de Vigne adlı parfüm, sadece Haziran ayında açan üzüm çiçeklerinin, beyaz gül, alıç ve pembe biber ile birleşmesinden ortaya çıkmış. Zeste de Vigne. Bu koku yaratılırken de portakal ve narenciye ağaçlarının zengin aromaları kullanılmış. Thé des Vignes adı ise akşam karanlığından geliyor. Zencefil likörü, yasemin ve portakal çiçeği karışımıyla tam bir gündüz kokusu.
Calenclock
Tamam kızmayın hemen. Evet biliyoruz. Yıl başladı. Artık bir takvim önermek için biraz geç kaldık. Ama bu tasarımı o kadar sevdik ki sizinle paylaşmadan edemedik. Masanızda yıl boyunca size eşlik edecek bu akıllı arkadaşın en mükemmel özelliği ‘hepsi birarada’ olması. Her sayfasını koparmaktan ayrı birer zevk duyacağınız tırtıklı kesimi en sevdiğimiz yanı oldu. En güzel yanını ise sona sakladık. Hemen her sayfada gününüzü şenlendirecek basit mesajları var. Yeni yıl tatilinden başlayarak her güne özel kabartma harflerle basılmış Calenclock güne gerçekten ‘pozitif’ başlamak için en doğru seçim olabilir. Bir sonraki günün mesajını merak edip önden kopya çekmemeye özen gösterin. Tadını kaçırmamak lazım. Ne de olsa o kadar uğraşmışlar…
XOXO The Mag
Duxiana
Günde 8 saat uyku yeter derler. Bazen yetmez, biliyoruz ama çevrenizde mutlaka yalnızca 5 saat uyuyup tüm günü bomba gibi geçirenler vardır. Bunun sebebi kaliteli uykudur hiç şüphesiz. Mesela Hollywood yıldızları sabah erkenden kalkar, spor yapar, öğleden sonra güzellik bakımlarını yaptırır, akşam davetten davete koşar yine de enerjilerinden hiçbir şey kaybetmezler. Üstelik tüm bunları çok az bir uykuyla yaparlar. Nedeni ise aslında çok basittir: Mucize yatakları Duxiana. Steven Spielberg’in set aralarında oyuncularını dinlendirmek için kullandığı Duxiana’yı deneyimleyen herkes aynı şeyi söylüyor: Bulutlarda ya da suyun üstünde uyumak istiyorsanız, mutlaka bu yatağa sahip olun!
TechnoMarine
Madonna, Lenny Kravitz, Sharon Stone gibi birçok ünlü ismin tercihi olan TechnoMarine, dünyada ilk kez plastik ve pırlantayı birleştirerek rakiplerinden ayrılan sıra dışı bir saat markası. 1997 yılında Franck Dubbarry tarafından yaratılan saatlerin en önemli özelliklerinden biri 200 metre sualtı dayanıklılığı olması. Rengarenk modelleriyle lüksün eğlenceli olamayacağı önyargısından sıyrılan saatler, tasarımlarıyla da dikkat çekiyor. Mesela Tide modeli, suyun gel-git hareketinin evrelerini saat üzerinden okunabilir kılıyor ve böylece ayın hangi evrede olduğunu da öğrenebiliyorsunuz. 2012 için özel olarak tasarlanan Night Vision modelinde ise gün boyu saatiniz simsiyahken gece tercihinize göre saatinizi turuncu, mavi veya yeşil olarak kullanabiliyorsunuz.
Supreme X Vans ‘Campbell’s Soup’
Campbell’s Soup markasını ölümsüzleştiren Andy Warhol’un anısına giyeceğiniz bir ayakkabı önerimiz var. The Supreme ve Vans işbirliği ile ortaya çıkan bu son derece basit ve keyifli ayakkabı şimdiden 2012’ye damgasını vuracakmış gibi görünüyor. Neresinden bakarsanız bakın pop-art hala geniş kitleleri etkisi altında tutuyor. Yani ondan kaçabilmek ya da vazgeçebilmek imkansız. Zaten kimsenin böyle bir niyeti de yok gibi. Sizin varsa da bırakın biraz kendinizi, rahat olun. Campbell’s Soup’u geçirin ayağınıza. Bakın hayat ondan sonra ne güzel hatta ne lezzetli oluyor. Ayakkabının görüntüsü dışında, son derece konforlu, rahat ve ferahlatıcı olduğunu da söylemek gerek. Neler oluyor hayatta…
T.E.N. ‘Tecnologia e Natura’
Tüm ürünleri özel teknolojik faktörlerin bir araya gelmesiyle oluşan İtalyan kozmetik markası T.E.N. (Tecnologia e Natura), çiçek ve meyve konsantreleri, esansiyel yağ, bitki özleri ve deniz yosunlarından oluşuyor. Harvey Nichols’da satışa sunulan markanın temel cilt, yaşlanma karşıtı, sıkılaştırma, kırışıklık doldurucu, göz çevresi gibi bakım serileri bulunuyor. Aynı zamanda vücut bakım ürünleri, özel bakım yağları ve SPA ürünleri de mevcut. Genellikle güzellik salonları, SPA merkezleri, estetik cerrahi merkezleri tarafından kullanılan ürünler, evde kendi estetik merkezini yaratmak isteyen kadınlar için ideal.
Samsung Audio Dock
Geçen ay dock’lar için hazırladığımız özel bir dosya ile karşınıza çıkmıştık. O dosyaya giremedi belki ama bu ay Best Of sayfalarımızda yerini alan ürünlerden biri de Samsung Audio Dock. Dock dünyasında tasarımın ses performansının neredeyse bir ‘tık’ önüne geçtiği günümüzde, lüks ve havalı bir dock sahibi olmak isteyenler için biçilmiş kaftan. Cihazımız, AirPlay, Bluetooth ve AIIShare teknolojileri sayesinde iPod, iPhone, iPad ve Samsung Galaxy 5 ile kablosuz bağlantı kurabiliyor. Size 100 watt ses çıkışı, vakumlu tüm amplifikatör ve 2.1 kanal hoparlör kurulumu ile birlikte geliyor.
117
HAUTE SPORTSWEAR photographer sezer arıcı fashion editor dilara fındıkoğlu
elbise h&m tişört h&m bluz BCBG MaxAzria tayt editöre ait çorap editöre ait photographer branislav jankic interview olga toraman styling nicola formichetti make-up maki ryoke ayakkabı topshop XOXO The Mag
İçİ dışı bİr realization olga toraman photographer emre ünal fashion editor mahizer aytaş fashion editor assistants umut yıldırım hair mehmet make-up ufuk celep photographer assistants erdi doğan,
gömlek diane von furstenberg/brandroom etol prada pantolon h&m çorap editöre ait ayakkabı casadei/v2k saç bandı nike bilkelikler topshop
XOXO The Mag
bikini üstü diane von furstenberg/brandroom etek zara hırka zara çorap editöre ait ayakkabı nike kolye vakko yüzük biella futbol topu adidas
113
mont nike sütyen h&m elbise bcbg max azria çorap editöre ait ayakkabı adidas bone editöre ait deniz gözlüğü adidas
XOXO The Mag
tişört editöre ait mont haider ackermann/v2k saç bandı nike küpe uterque
111 57
sütyen h&m bluz h&m tişört nike elbise topshop kazak fred perry/bilstore etek bcbg max azria kolye topshop bileklikler biella
music, yazı seda niğbolu fotoğraflar umgi
LANA DEL REY
Kurban Rolünün Cazibesi İlk albümü Born To Die Ocak ayında çıktı ama bir süredir herkes Lana Del Rey’i konuşuyor. Hem pop hem de indie aleminin aynı anda bu kadar sevgisini ve nefretini kazanan biri uzun zamandır karşımıza çıkmamıştı.
XOXO The Mag
çare olarak görülen tek şey, sahip olamadığımız zamanların büyüsü ne de olsa. Lana Del Rey’i fenomen haline getiren çıkış parçası ‘Video Games’in nostaljiye duyulan zamane takıntısını sonuna dek sömüren videosu da tüm diğer videoları özenle sararıp soldurulmuş görsellerden müteşekkil. Home videolar, dönem filmleri, arşivlerden görüntüler, Hollywood görkemi ve hepsinin önünde boy gösteren Amerikan kırsalının kayıp kızı. Yine kendi promosyon kokan tabiriyle ‘mahallesinde kaybolmuş bir Lolita’.
En son ne zaman bir pop figüründen bahsederken öncelikli konumuz müzik oldu? Muhtemelen ‘90’larda. Bugünlerde, üzerine oynadığı fetişlerle çok yüceltilip çelişkileriyle yerin dibine batırılan bir star daha var karşımızda; Lana Del Rey. Ve o da bu konuda bir istisna değil. Bütün bir müzik basını ve internet onun orijinalliği tartışmalarına kilitlenmişken sunulan argümanlarda müzik en son sırayı alıyor. Mesele sadece müzik olsaydı tartışmaya Lizzy Grant döneminden başlamıştık. Amerikalı müzisyenin sadece daha özenli prodüksiyon ve parçalarla değil, daha baygın bakışlar, daha baygın bir vokal ve estetik ameliyatla dönüştürülmüş bir yüzle yeniden doğumundan önceki döneminden… Grant, Lana Del Rey olmadan henüz bir sene kadar önce, yani 2010’da çıkardığı Kill Kill albümüyle daha büyük kitlelere oynamak istemişti, ama parçaların şu an etrafı sarmış bulunan onlarca ortalama nostaljik-pop parçasından bir eksiği bulunmamasına ve milyoner babasının desteğine rağmen, işler bir şekilde yürümeyince piyasadan geri çekilmişti. Tüm yeniliklere rağmen o parçalardan aslında millerce uzakta olmayan yeni haliyle döndüğünde, henüz albümü bile olmamasına rağmen bir internet fenomeniydi artık. Kendisinin de itiraf ettiği üzere, Lana Turner ve Ford Del Rey’den türeyen ismini bile menajerler ve avukatlardan oluşan bir ordunun bulduğu bir fenomen.
Yola çıkış noktasında, Britney Spears’i örnek aldığı isimler arasında gösterse de, Lana Del Rey kalabalıklar içerisinde kaybolmak yerine eskitilmiş ve lo-fi olan her şeye zaafı olan indie kitlesinin gönlünü alacak parçalarla yarattı asıl zeminini. Ama onun kullandığı nostalji, Duffy, Adele ya da Amy Winehouse gibilerin müzik odaklı nostaljisinden daha farklı şekilde, çokça ‘50’li yılların pin-up estetiğini ve lolita ile femme fatale arasında gidip gelen cinselliğini ödünç aldı. Henüz 25 yaşındaki bu kadın, kabarık ve dalgalı saçlarından vintage kıyafetlerine, yaşanmışlık yüklü vokalinden sararmış görsellerine, nostaljiyi herkes için satın alınabilir, erişilebilir kılan bir arzu nesnesine dönüştü. Tam da bu yüzden çok sevilip çok da nefret ediliyor, çünkü karşımızda pop kanunlarına uygun şekilde yaratılmış bir ‘indie-star’ var. Ne yaşadığı hayata, ne sahip olduğu cinsiyete dair en ufak bir muhalif söylem barındırmayan, kararların başkaları tarafından alındığı (Lana Del Ray aslında solo kariyer yerine grup kurmak istiyormuş örneğin), sadece botoksla değil her türlü görsel eklentiyle şişirilmiş bir proje daha doğrusu. Bu yaratılma durumu pop divaları için çok sıradan görünüyor ama -her ne kadar onun da kuralları değişse de- doğası gereği alternatif olması
Pop kurallarıyla yaratılmış indie-star Kendini ‘gangsta Nancy Sinatra’ olarak tanımlayan Del Rey’in kariyerinin ateşleyicisi olarak seçilense, başından bu yana nostaljiydi. Pop müziğin ve indie’nin gelecek korkusu ve kolaycılığından mütevellit tıkanıklığına ortak 127
Lana Del Rey çırılçıplak durduğunda bile arkasında bir Amerikan Bayrağı dalgalanıyor. Amerikan Bayrağı neredeyse tüm videolarında viral bir reklam gibi orada. En günahkar pozlarını sergilerken bile boynundaki haçı çıkarmıyor; röportajlarında Lake Placid dönemi sonrasında taşındığı New York’ta hayatta kalma savaşı sırasında Tanrı’nın kendini defalarca kurtardığını anlatıyor. ‘Off to the Races’in videosunda eli silahlı kadınları gösterse de, ilham kaynağı olarak gördüğü David Lynch’in sıkıcı Amerikan taşralarındaki karanlık kadınlarından etkilense de onun sanatını üzerine kurduğu dünya daha çok askerlerin duvarlarını süsleyen pin-up kadınlarına yakın duruyor.
gereken bir dünyada kendi ismine, kendi kararlarına sahip olamayan bir kadın haliyle yadırganıyor. Ama bu projeye dair gözden kaçan kilit nokta da bu zaten. Lana Del Rey’i arzu nesnesi haline getiren aslında oynadığı bu kurban rolü. Taşra hayatından gelip büyük şehirde masumiyeti bozulan lolitanın, kurtlara kendini kuzu olarak sunmasında saklı cinsel cazibe. Kaybolan Amerİkan değerlerİ Röportajlarında müzikal kararlarına karışılmasından, yüksek mercilerinden aldığı yatma tekliflerinden bahsetmesinden yüce amaçlar uğruna geçirdiği estetik dönüşüme kadar Lana Del Rey’e dair her şey birilerinin onun bedeni ya da ruhu üzerindeki tahakkümü hakkında sanki. Sadece müzik endüstrisindeki erkeklerin kurbanı değil, ‘Video Games’de anlattığı gibi her şeyini sunmasına rağmen onunla ilgilenmeyen erkeklerin de kurbanı o. ‘Blue Jeans’de anlattığı üzere James Dean gibi serseri erkekler bunlar ve Lana Del Rey onları her şeye rağmen hayatının sonuna kadar seveceğine söz veriyor. Son videosu ‘Born to Die’da erkeğinin ellerinde kanlar içindeki cesedini görüyoruz. Biz daha Ocak sonunda çıkacak ilk albümünü beklerken, o kendini ve güzelliğini bizim için çoktan feda etti bile. Giderek androjenleşmeye başlayan, cinsiyet rollerinin değiştiği pop aleminde nihayet tahakküm edilebilecek, hem aşkına hem de bedenine sahip olunabilecek bir kadından cazip ne olabilir ki? Hüznünü dile getirirken bile sizin için çıplaklığını sergileyen bir kadından… Lana Del Ray, popun neşeli kadınları kadar seksi ve bir folk şarkıcısı kadar melankolik. Kopardığı tüm gürültünün ardında yatan da bundan başka bir şey değil.
Yaratıcısı tarafından bakıldığında tüm bunlarda bir sorun yok. Ne hikayeler yazmak ne de başkalarının hikayelerini canlandıran bir taşıyıcı olmak yanlış. Lana Del Rey yarattığı sahne personasıyla hayalini kurduğu hikayeyi yaşıyor, kendi kendisinin bir fetiş nesnesi olarak tadını çıkarıyor olabilir. O noktada gerçek mi değil mi tartışmaları işlevini yitiriyor. Lana Del Rey’i bizim için ilginç yapansa müziği ya da kendisinden ziyade müzik endüstrisinin ve dinleyicinin ona karşı tavrı ve yarattığı kutuplaşmanın görünür kıldıkları. Pop müzikle indie arasındaki sınırların ne kadar bulandığının müthiş bir örneği Lana Del Rey. Eskilerin muhalif kitlesinin, gerçeklikten kaçarak yitip giden değerlerinin, geçmiş zamanlarda aranmasının mükemmel bir örneği o. Hikaye anlatan kişilerin samimiyetine ve onların gerçekten yaşamış olduğuna inanmak isteyen kitlenin tek bir internet videosuyla erişebildiği görsel sembollere teslim olmasının sembolü. İlerlemeye ve risk almaya karşı konformizmin kalesi gibi Lana Del Rey. Ona dair en samimi ve gerçek olan şey belki de bakışlarından akan iç sıkıntısı ve mutsuzluk. Her kuşak bunalımını cool bir maske altında pazarlanır kılmaya çalıştı. Bugünün tercihiyse geçmişe duyulan melankolik özlem.
Lana Del Rey modern zamanların yorgunluğunu, güvenli bir bölge arayışını çok iyi kullanıyor. Bugünün popu; muhalif olmak yerine, yeniden din, aile gibi geleneksek değerleri, geleneksel cinsiyet rollerini yüceltiyor. 129
music, röportaj arda tümer fotoğraflar wendy bevan
AIR
3,2,1... Ay’a Yolcu Kalmasın Dünya’nın doğal kaynaklarını hunharca tüketip, yaşam alanlarımızı artırmaya çalışıyoruz fakat bunun sonuçlarını hiç düşünmüyoruz değil mi? Peki bir gün tabiat ana bize sırt çevirdiğinde nereye kaçacağız? En iyisi, hazır Air Ay’a bir yolculuk düzenlemişken onlara takılıp işi sağlama almak. Bu yolculuğa katılmak için nelere ihtiyacımız olduğunu ise ilk ağızdan kendilerine sorduk.
XOXO The Mag
müdahaleye kesinlikle izin vermiyor. Tutarlı ve birbirine sıkı sıkıya bağlı şarkılardan oluşan bambaşka bir çalışma Le Voyage Dans La Lune.
İlk albümünüz Moon Safari’den, bu ay yayımlanan son albümünüz Le Voyage Dans La Lune’e kadar tam 14 yıl geçti. Sizce, geriye dönüp baktığınızda müzikal perspektifinizde neler değişti? Bu zor bir soru. Açıkçası hiç düşünmedik bunu ama genel olarak bakarsak; müzikal perspektifimiz zaten yaptığımız müzikle doğru orantılı bir şekilde değişti tabii ki. Bazen çok duygusal olduk, bazen ise bundan sıkılıp biraz daha ritmik şarkılar yazdık. Davula ağırlık verdiğimiz de oldu senfonik pasajlar yazdığımız da. Sonuç olarak değişimimizin son noktası ise karşınızda; Le Voyage Dans La Lune.
Son albümünüzde Au Revoir Simone ve Beach House’un billur sesi Victoria Legrand’la birlikte çalıştınız. Daha önce de Charlotte Gainsbourg’la da ortaklığınız olmuştu. Kadın sesini kendinize daha mı yakın buluyorsunuz? Bize göre farklı sanatçılarla birlikte çalışmaya herkesin ihtiyacı var. Müzik de insan vücudu gibi aslında. Belli dönemlerde akan kanı tazesiyle değiştirip, kendinizi yenilemeniz gerekiyor. Biz de bu nedenle yaptıkları işlere saygı duyduğumuz, müziğimize uygun olduğunu düşündüğümüz isimlerle her zaman ortak işler yapma taraftarıyız. Özellikle son albümde neden kadın sesi kullandığımızın cevabı ise çok basit; çünkü ay kadındır.
Bunca yıldır ikinizi bir arada tutan kimyanın formülü nedir? Arkadaşlık mı yoksa farklı müzikal bir bağ mı var aranızda? Aslında her şey iki arkadaş olarak stüdyoya kapanarak müzik yapma isteğiyle başladı. Ama sen de tahmin edersin ki; bunca süre bir arada olup, üretime devam etmek için dostluktan başka şeylere de ihtiyacınız var. Bizi bir arada tutan müzik oldu. Her yeni albüm sonrası neler ortaya çıkardığımızı, çıkarabildiğimizi gördükçe yaratıcılığımızı bu isimle devam ettirmenin doğru olduğunu hissettik. Bu his ortadan kaybolduğunda Air de bitecektir. Umarız kısa vadede böyle bir şey olmaz.
Charlotte Gainsbourg da Air gibi Fransa’dan tüm dünyaya açılan, sanatın farklı dallarında görebildiğimiz en sıra dışı figürlerden biri. Etrafta bir de dedikodu dolaşıyor; Charlotte’u 5:55 albümünü yapması için siz ikna etmişsiniz. Doğru mu bu? Genelde bu tip dedikodular yalan olur ama bu sefer doğru. Charlotte’la albüm hakkında konuşuyorduk. Aklında güzel fikirler vardı fakat bunları doğru bir şekilde hayata geçirebileceğinden emin değildi. Daha doğrusu kendini istediği gibi ifade edemeyeceğinden korkuyordu. Evet, onu bu albümü yapması konusunda biz cesaretlendirdik ve prodüksiyon aşamasında da Charlotte’un yanında olduk.
Le Voyage Dans La Lune’ü önceki albümlerinizin bir uzantısı olarak düşünebilir miyiz? Hikaye anlatış biçimi ve melodik olarak benzer temalara sahip olduğunu hissediyor musunuz? Le Voyage Dans La Lune’la eski albümlerimiz arasında bir bağ kurmak zor. Bildiğiniz gibi konsept bir albüm bu ve şarkıların çoğu da Le Voyage Dans La Lune adlı filmden aldığımız ilham sonucu ortaya çıktı. Filmin soundtrack’inden farklı olsa da temel olarak benzer temalar ve benzer hisler üzerine ortaya çıktı bu albüm. Le Voyage Dans La Lune kendi içinde o kadar rijit bir bütün oluşturdu ki, dışarıdan herhangi bir
Konuk sanatçılara albümlerinizde yer vermeye devam edeceksiniz herhâlde ilerde de. Peki Air’in yanına koyabileceğiniz en çılgın isim kim olurdu? Kesinlikle ama şu an için aklımızda belirli bir isim veya elimizde bununla ilgili bir iş planı yok. İnanın yapmak istediklerimiz ve zevklerimiz her gün 131
music
değişiyor. Günün birinde çılgınlık yapacak olursak eğer, The Magician’la muhtemel bir ortaklık eğlenceli olabilir. Sizi film müzikleri yapmaya iten nedir? Şarkılarınızı belli bir senaryoyla bütünleştirme isteği mi yatıyor bunun altında? Soundtrack yazmak aslında bir Fransız geleneği. Biz başkalarının hikayelerini kendi bakış açımızdan yeniden yorumlamayı seviyoruz herhalde. Kendini başkasının yerine koyup, hiç yaşamadığın tecrübeleri sese dökme fikri zaten başlı başına heyecan verici. Nicolas sen mimarlık okudun ve Jean-Benoit sen de matematik eğitimi aldın ama ikiniz de şu an akademik kariyerinizle ilgili işler yapmıyorsunuz. Sizin gibi, müzikal kariyerini keşfetme aşamasında olan ama bunu gerek sosyal nedenlerden gerekse de çeşitli kişisel engellerden dolayı başaramayan gençler için ilham alabilecekleri bir iki şey söylemek ister misiniz? Kendimizi bildik bileli müzik yapmak istiyorduk. 18 yaşında bir iki kayıt yaptık ve kimse beğenmedi bunları. O zaman çok üzülmüştük ama denemeye devam ettik. İşte bu noktada yapmak gereken; inancını yitirmeden başarabileceğine inandığın şey uğruna savaşmaya devam etmek. Yoksa bir gün sabah, sahip olmak istediğin değil de cesaretin olmadığı için vazgeçtiğin ve yaşamak zorunda kaldığın hayata uyanıp çok pişman olabilirsin. Kendinize inanın ve çalışmaya devam edin gibi genel sıkıcı bir önerimiz olabilir. Le Voyage Dans La Lune sinema tarihindeki ilk bilim kurgu filmlerinden biri. Bu film bir taraftan ilkel, diğer taraftan ise zamanına göre oldukça fütüristik. Sizin müziğiniz de sıcak ve organik ama aynı zamanda dinleyene bir uzay yolculuğuna çıkıyormuş hissi veriyor. Bilim kurgu filmleriyle müziğiniz arasında nasıl bir bağ kuruyorsunuz?
Uzay kavramı ve genel olarak bilim kurgu edebiyatı, bunun içine sinema, roman vs. hepsini katıyoruz, bizim çocukluk dönemimizin en belirgin pop kültürlerinden biriydi. Ne iPad, ne de gelişmiş bilgisayar oyunları vardı bizim dönemimizde. 10’lu yaşlarını bir uzay gemisine atlayıp tüm galaksiyi dolaşmayı düşleyen bir çocuk olarak geçirip, hayal dünyasını da bu ütopik geleceğe endeksleyen o kuşağın insanları olarak söyleyebiliriz ki; müziğimizde hissedilen uzay yolculuğu hissi hiç de beklenmedik bir şey değil. Bu arada Le Voyage Dans La Lune’nün orijinali sessiz bir filmdi ve bunun üzerine bir sound yarattınız. Bu sizi zorlayan bir durum mu oldu yoksa yaratıcı olmak için daha geniş bir alan mı sağladı? Bakıldığında beyaz boş bir sayfaya yazı yazmak daha kolay gibi görünse de, o dönemi hayal ederek, artık kült mertebesine yükselmiş bir görselliğin üzerine sesler yazmak bizi oldukça zorladı. Öncelikli olarak, üzerimizde büyük bir baskı vardı. Hem beklentileri karşılamak hem de kişisel tatminimiz için altına girdiğimiz iş oldukça büyüktü. Filmin müziklerini yapmak bizi zorlasa da ortaya çıkan sonuçtan oldukça memnunuz. Kendi albümünüzle Le Voyage Dans La Lune’nün yönetmeni George Melies’in özel efektlerini bağdaştırabiliyor musunuz? George Melies’in çalışmalarının büyük hayranıyız. Birçoğu ev yapımı olan bu görsel efektlerle yarattığımız ses dünyası bizce mükemmel bir düzlemde kesişti. Artık atmosfer dışını da deneyimlediniz. Bundan sonra ne olacak? Güvenli bir şekilde tekrar Dünya’ya dönebilecek misiniz? Belki bir hayal dünyası, belki de günün birinde gerçekten, fiziksel olarak gidebileceğimiz yer orası. İnan fikir olarak bile orada bulunmak, oradan ilham almak bizim için eşsiz bir deneyim oldu. Sanıyoruz şimdi dediğin gibi tekrar ayağımızın yere basma vakti geldi.
XOXO The Mag
music, yazı seden mestan fotoğraflar jason frank rothenberg, umgi
CHARLOTTE&LULU GAINSBOURG Büyük Mirası Taşımak
Biri babasının izinden giden, diğeri ise babasıyla olan güzel hatıralarıyla başa çıkamadığı için geçmişinden uzaklaşmaya çalışan iki kardeş… Dramatik bir giriş oldu değil mi? Niyetimiz sizi hüzünlere boğmak ya da ‘baba figürü’ üzerine ahkâm kesmek değil. Charlotte Gainsbourg’un son albümü Stage Whisper ve Lulu Gainsbourg’un ilk albümü From Gainsbourg To Lulu geçtiğimiz aylarda yayınlandı ve Gainsbourg kardeşler müzik gündeminin şu sıralarda en çok konuşulan isimleri oluverdiler. Birazdan okumaya başlayacağınız, kendilerinden bahsettiğimiz bu yazıda sıkça anılan bir diğer ismin hangisi olduğunu belirtmeye gerek yok herhalde.
XOXO The Mag
sahneye, yüzlerce seyircinin önüne çıkarıyor. Korkak ve ağlamaklı bir şekilde yanında duruyorum. Kendimi o görüntülerde görsem de, o ana dair hiçbir şey hatırlamıyorum şu anda. Babamla ilgili anıların çoğu öyle… Yazdığı parçaları tekrar tekrar dinliyorum, O’na ait görüntüleri izliyorum sürekli. Bu şekilde hem O’nu, hem de kendimde O’na benzeyen noktaları keşfetmeye çalışıyorum”. Kardeşi Lulu’nun aksine, zihnine üşüşen hatıralar yüzünden babasının sesini duymaya bile tahammül edemeyen Charlotte’un, babası olmadan da müzik yapabileceği fikrini kabullenebilmesi için Serge Gainsbourg’un ölümünün üzerinden on yıldan fazla bir sürenin geçmesi gerekmiş. “O olmadan da şarkı söyleyebilmem için ondan kurtulmam gerekiyordu. Bu, kendimle de mücadele etmem demekti. Çok zor oldu hakikaten; her şeyi yeniden öğrendim ve onunla olduğu gibi olmasa da kendi başıma müziğe devam edebileceğimi gördüm”. Bir ‘yetişkin’ olarak kaydettiği ilk, ama diskografisinde yer alan ikinci albümü 5.55, Charlotte Gainsbourg’un yanında babası olmasa da Jarvis Cocker, Neil Hannon, Nigel Godrich gibi müzisyenler eşliğinde kaydettiği ve yıllar içinde yarattığı imajına uygun düşen ağırbaşlı, sakin bir albüm… Haliyle, mırıl mırıl şarkılar söyleyen donuk yüzlü kadını, geçtiğimiz aylarda yayınladığı ‘Terrible Angels’ parçasının videosunda yırtıcı dans figürleri yaparken gördüğümüzde bir anlığına kendimizden geçmiş olmamız mazur görülmeli. Biz, kendisini böyle bilmemiştik! Neyse Charlotte Gainsbourg, Beck’le 2009 tarihli IRM albümünde başlayan müzikal ortaklığını, geçtiğimiz Aralık’ta yayınlanan Stage Whisper albümünde de sürdürüyor. Müziğinde kolaya kaçmaktansa Beck’le birlikte farklı türler peşinde ilerlemeyi seçen sanatçı, farklı vokal teknikleri denemekten de kaçınmıyor. İlk
Efsane bir babanın çocuğu olarak dünyaya gelmiş olmak lanetli bir durum mu yoksa bir lütuf mu, sıradan vatandaşlar olarak bunu asla bilemeyeceğiz. Charlotte Gainsbourg, geçtiğimiz yüzyılın en büyük müzisyenlerinden ve Fransızca yazılmış en güzel şarkıların sahibi olan babasıyla kıyaslanmamak için Fransızca yerine İngilizce şarkı söylemeyi tercih etse de her fırsatta kendisine Serge Gainsbourg’la ilgili sorular sorulmasından kurtulabilmiş değil. Kardeşi Lulu Gainsbourg ise ilk albümünde babasının müzik tarihine geçmiş şarkılarını seslendiriyor. Kısacası, ‘lütuf mu lanet mi’ çelişkisinde, Gainsbourg kardeşleri konu edinerek bir yere varamayacağımız ortada. ‘Baba mesleği’ müzisyenliği sürdüren Sean Lennon ve Julian Lennon kardeşlerin hikâyesinde ‘şımartılmış şanslı kardeş’in hangisi olduğuna karar vermek zor olmasa da konu Gainsbourg kardeşlere geldiğinde durum yine muğlaklaşıyor. Jane Birkin ile Serge Gainsbourg çiftinin boy boy çekilmiş fotoğraflarıyla gazetelerden eksik olmadığı bir dönemde doğan Charlotte Gainsbourg, daha annesi kendisine hamileyken bile yoğun ilgiyle takip edilmeye başlanmıştı. 13 yaşında Serge Gainbourg’la kaydettiği ve ilk albümü Charlotte for Ever’da da yer alan ‘Lemon Incest’ parçasının videosu için babasıyla birlikte yarı çıplak yatağa girince, Jane Birkin’i bir nevi ekarte edip, Serge Gainsbourg’un beraber skandallar yarattığı yeni kadını oluverdi. Serge Gainsbourg’un nev-i şahsına münhasır şarkıcı Bambou ile birlikteliğinin meyvesi Lulu ise babasını kaybettiğinde henüz 5 yaşındaydı. Çocuk psikolojisi, baba figürü ve çocukluğun ilk yılları üzerine söylenmiş, bilimselliği olan birtakım cümleleri burada tekrarlamak gerçekten de çok havalı olurdu ama Lulu’nun ağzından çıkanlar daha insancıl ve hakiki: “Babamın bir konserinde çekilmiş bazı görüntüler buldum, beni 135
albümünü kaydederken utangaçlıktan bir perdenin arkasında şarkı söyleyen kadın kabuğundan çıkıp konser vermeye başlaması ve Stage Whisper albümüne canlı kayıtlarını dâhil etmesi de Beck’in cesaretlendirmeleri sayesinde gerçekleşmiş. Bunları kendisine olan hayranlığımızdan dolayı abartarak anlattığımız düşünülmesin bu arada. 5.55, IRM ve Stage Whisper albümlerinin birkaç saniyesini dinlemek bile Charlotte Gainsbourg’un müzikal değişimini, hatta dönüşümünü fark etmek için yeterli olacaktır. Stage Whisper hala yeni sayıldığından ve bu yılın en merak edilen albümlerinden olduğu için Charlotte Gainsbourg’un müzik kariyerinden bahsedip durduk yazı boyunca. Oysa bu yazıyı okuyanlar arasında Charlotte Gainsbourg’u şarkıcı değil de aktris olarak tanıyanlar çoğunlukta olabilir. Charlotte Gainsbourg, Lars von Trier’in yönettiği Antichrist filmindeki performansıyla 2010’daki Cannes Film Festivali’nde ‘En İyi Kadın Oyuncu’ ödülüne layık görülmüştü. Lars von Trier’in bu sene vizyona giren filmi Melancholia’da da izlediğimiz sanatçıyı yine Cannes’da gördük ama bu sefer ödül alırken değil de bir basın toplantısı esnasında yanında oturan Lars von Trier’in Naziler’e dair yaptığı sansasyonel açıklamalara kızarıp bozarırken hatırlayacağız kendisini. Oldukça yoğun çalışma temposu sonucunda devamlı karşımıza hakkında uzun uzun konuşulacak bir malzemeyle çıkan Charlotte Gainsbourg bu sene çok farklı bir mevzuyla da bizleri buldu. Charlotte’un annesi Jane Birkin, kocası Yvan Attal veya
kız kardeşi Lou Doillon ile verdiği pozlara alışmıştık. Ama bugüne kadar ‘dünkü çocuk’ Lulu Gainsbourg’un yanında rastlamadık ona. “Lucien’ın bebekliğini hatırlıyorum. Lucien birkaç yıl evvel Paris’ten Los Angeles’a taşındığı için birbirimizi uzun aralıklardan sonra görebiliyoruz. Büyüyüp de böyle bir albüm kaydettiğini görmek beni gerçekten gururlandırdı.” Fransız erkek müzisyenlerin pop müzik tarihi boyunca, genizden gelen, baştan çıkarmaya yeminli vokallerle seslendirdiği şarkılar nice romantik hayallere sebep olmuştur, kim bilir. Kendinden öncekilerin flörtöz vokal tekniğinden şaşmayan Lucien Gainsbourg, From Gainsbourg To Lulu adlı ilk albümünde babasının efsaneleşmiş şarkılarını seslendiriyor. Serge Gainsbourg’un varlığı albümün merkezine yerleşmiş olsa da Lulu babasının bir taklidi olmadan, onun varlığı üzerinden kendini yeniden yaratmayı başarmış bu albümde. Kendisini ve albümü takdire şayan kılan da bu zaten… Yani anlayacağınız, babasının sıradan bir kopyası değil de, kendi özgünlüğünü ortaya koyan bir müzisyen var karşımızda. Serge Gainsbourg deyince, elinden sigarası düşmeyen, skandallarıyla efsaneleşmiş, tüm zamanların en iyi şarkı sözü yazarı o huysuz adam aklımıza gelir. İşin kötüsü O’nun hayatından geçmiş insanlardan bahsederken de aklımıza yine ‘O’ geliyor. Oturup saymadık ama Charlotte ve Lulu’dan bahsetmeye niyetlendiğimiz şu yazıda en çok O’nun adını andık diye bir korku var içimizde.
XOXO The Mag
music, röportaj gazali görüryılmaz fotoğraflar thomas knight, rachel smith
RUBY GOE
Başkası Olma, Kendin Ol! Müzikteki çok seslilik bir lütuf mu yoksa zamanı geldiğinde tıkanacak bir sürecin hazırlayıcısı mı emin olmak güç. Kimi sadelik taraftarı, kimi deneysellik. Ruby Goe ise taraf tutmayı sevmiyor. Ne baş kaldırıyor, ne de düzenin çarklarına ayak uyduruyor. O sadece bildiğini okuyor.
XOXO The Mag
Öncelikle son durumları alalım senden, neler yapıyorsun şu günlerde? Son zamanlarda biraz heyecanlı ve telaşlı olduğumu itiraf ederek başlayabilirim. Bildiğiniz gibi ilk single’ım ‘Get On It’ yayımlandı. Daha yolun başındayım ama hızlı ilerlemeye de kararlıyım. Şu an için, yeni şarkılar yazıyor ve sürekli kayıt işleriyle uğraşıyorum. Günlerimin ve hatta belki de aylarımın çoğu bununla geçiyor. Gerçi şikayetçi olduğum da söylenemez. Her şey yolunda.
sanırım hep birlikte göreceğiz. İlk single’ını yayımladın ve oldukça da güzel geri dönüşler alıyorsun. Albüm için heyecanın daha da artmıştır diye düşünüyoruz, ne dersin? Dediğin gibi ‘Get On It’ geçtiğimiz günlerde dijital olarak, iTunes üzerinden yayımlandı. Bunun yanında bir iki de demo kaydım var online olarak dinleyebileceğiniz. Albüm ise neredeyse hazır. Yalnızca çalıştığım plak şirketiyle çıkış tarihini kararlaştırmaya çalışıyorum. İnan çok sabırsızlanıyorum. Demolardan bu yana müziğim oldukça gelişti ve yeni Ruby Goe artık bir üst sınıfta geçti diyebilirim.
İlerleyen zamanlarda kişisel hayatın dahil senin hakkında birçok bilgiye sahip olacağız kuşkusuz ama şimdilik, henüz seni tanımayanlar için bize biraz kendinden bahseder misin? Müzik tarzı olarak pek karşılamasa da; kendini solist/besteci olarak gören Londralı bir müzisyenim. Pop müziğin daha alternatif tarafında durmak istiyorum, Nina Simone’dan ve Cheryl Lynn’den oldukça etkileniyorum.
Artık prodüksiyon ve müzik teknolojilerinin oldukça geliştiği bir dönemdeyiz. İyi bir prodüktör, ayağı kaymış, yerde sürünen bir albümü alıp üst basamaklara kolaylıkla çıkarabiliyor. Bu gerçeği göz önüne alarak şunu sormak istiyoruz; hangi prodüktörlerle çalışıyorsun ve bu isimler aklındakileri fiziksel olarak ortaya çıkarmana yadımcı oluyor mu? Prodüksiyon kabiliyetinin müziği nerelere taşıyabileceği konusunda sana tamamen katılıyorum. Bu nedenle ben de şarkı yazım aşamasına geçmeden önce birlikte çalışacağım isimler konusunda oldukça seçici davrandım. Şu an Ian Barter, PNUT, Matty Benbroke ve Andy Chatterly ekibimin parçaları. Hepsi de inanılmaz yetenekli prodüktörler. Aklımda
Ruby Goe için pop müziğin geleceği diyebilir miyiz? Bu konuda üzerinde bir baskı hissediyor musun? Sen söyleyince kulağa gerçekten güzel geliyormuş. Lütfen bunu herkese yayar mısınız? Şaka bir yana, bu konuda üzerimde bir baskı hissetmiyorum. Şu an için şarkı yazma, söyleme ve müziğimin dışarıya açılması benim için daha önemli. Bu alanda uzun ve başarılı bir kariyer hedefliyorum, bunun sonu ise nereye gidecek ben de emin olamıyorum, 139
bağ var. Burada her gün müzikle uğraşıp, bunu dışarıya yayabilmek benim için bir nimet.
bir iki de konuk sanatçı var ama şu an gizli kalmasını istiyorum. Müziğini temel olarak RnB, pop, synth pop ve indie olarak sınıflandırırsak, bu alanda karşında birçok ciddi rakip olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır herhâlde. Artık müzik alanında hemen her şey denendi. Bu noktada hangi özelliklerin seni akranlarından bir adım öne taşıyacak? Ulaşacağım başarının seviyesini şu an için kestirmek güç. Bu tarz mücadeleleri ve karşılaştırmaları bir kenara bırakıp, yaptığım işe ve kendime odaklanmayı tercih ediyorum. Farklılaşma konusunda ise şunu söyleyebilirim; çok ayrı bir ses tonum var ve şarkılarımdaki tüm elementleri kendim yazıyorum. Genel olarak, yaşadığım deneyimleri şarkılara döküyorum. Her insanın DNA’sı kendine hastır, yani her bir birey farklıdır. Ruby Goe ise oldukça kişisel bir proje, yani ben. Kendim olmanın getireceği bir ayrım olacaktır diye düşünüyorum. Black Eyed Peas’le hikayenizden biraz bahseder misin? Aslında bir arkadaşlık ilişkimiz yok. Grubun DJ’lerinden DJ Poet ve DJ Ammo ile birlikte çalıştık. Daha önce Kelis’le de çalışmış, çok yetenekli prodüktörler. Benim için güzel bir deneyim oldu onları tanımak. Bu birlikteliğin bazı yan etkinlikleri de oldu tabii. Mesela Black Eyed Peas ile turlarken, 20.000 kişilik bir kalabalık karşısında performans sergiledim, hatta Tom Cruise bile oradaymış. O konser inanılmaz bir deneyim oldu benim için gerçekten. O kadar insanın karşısına çıkmak, tüm gözlerin üzerinizde olması tarif edilebilecek bir his değil. Tekrar yaşamak isterim böyle bir tecrübe. Black Eyed Peas’e bana bu fırsatı verdikleri için minettarım. Ruby Goe ve Londra şehir kültürü arasında nasıl bir bağ kuruyorsun? Bildiğin gibi Londra şehir kültürünün büyük bir kısmını alternatif sanat dalları oluşturuyor. Ben de pop müziği, şu anki mevcut algının dışına çıkararak, ana akımdan uzaklaştırmaya çalışıyorum. Bu noktada Ruby Goe ile yaşadığım şehrin kültürü arasında sıkı bir
Müziğindeki Londralı elementler neler mesela? Aslında müziğim bir bütün olarak Londralı. Bunun tek nedeni ise; ortaya çıkardığım sound’un, bu şehirde doğup büyüyen biri olarak yıllarca izlediğim canlı performanslardan, dinlediğim müziklerden, altında sırılsıklam olduğum Londra yağmurlarından, kısacası şehrin beni ben yapan tüm etkilerinden aldığım ilhamlar sonucunda ortaya çıkması. Peki nedir bu ilham kaynakları? Etkileşimler ve ilham aldığım şeyler hemen her gün değişse de temel olarak; Nina Simone, Prince ve yakın arkadaşım Luke’u sayabilirim. Çok fazla ve farklı tarzlarda müzikler dinliyorum, sürekli yeni insanlarla tanışıyorum ve onlarla paylaşım içinde oluyorum. Bunlar da yaratıcılığımı arttırıyor. Etrafında sana bir şeyler katacak ve ilham alabileceğin insanlar bulundurmak çok önemli. Müzik dışında mücevher ve takı tasarımı da yapıyorsun. Ve hatta Rouge adlı bir de koleksiyonun var. Mücevher senin için bir tutku mu yoksa farklı moda objeleri de tasarlıyor musun? Moda hayatımdaki, müzikten sonra tabii ki, en büyük önceliklerimden biri. Daha önce saymayı unuttum belki ama yeri gelmişken burada söyleyeyim; Vivienne Westwood, Nicholas Kirkwood, KTZ ve Ashis benim için büyük ilham kaynakları. Mücevher dışında başka bir tasarımım yok henüz ama ileride neden olmasın. Şu an için çocukluk aşkım mücevher ve aksesuar tasarımlarına devam etmek istiyorum. Arkadaşlarınla Cafe 1001’de oturup bir şeyler içmek mi, yoksa Fabric’de sabahlara kadar dans etmek mi? Dans! Dans! Dans!
XOXO The Mag
LPs
music
Milyoo Archeology Opit Archeology’nin, Falty DL’in You Stand Uncertain’ı ile 2562’nin Fever’ının yanına gelmesiyle birlikte, yılın house’dan yola çıkan en eklektik ve deneysel üçlemesi tamamlanmış oldu. ‘Dasein’ ve ‘Colours/Games’ gibi EP’leriyle çıtayı oldukça çok yükselten Kentuckyli Milyoo, ilk albümü Archeology’le beklentileri karşılamaktan bile fazlasını veriyor. Modern Love tayfası ve Kassem Mosse gibilerin izinde, derin ve deneysel bir house ile başlayan albüm, ‘Dasein’da sertleşen techno beat’lerin, ‘Field Work’de yaylı ve vokal sample’larının, ‘Swoon’da IDM’in, ‘Pulley’ ve ‘Down Like You’da dubstep severleri mutlu edebilecek aksak ritimlerin içinden geçiyor. Archeology’nin heyecanı, gezdiği yerlerden ziyade yolculuğunun kendisinde saklı. Albüm 43 dakikalık süresine, isminin çağrıştırdığı derinlik ve araştırmacılığın hakkını sonuna kadar veren onlarca detay sığdırıyor. Hem de hiçbir saniyesinde melodi ve sakinlikten taviz vermeden… Yazının girişinde andığımız Falty DL ve 2562 gibi, sözü geçen türleri domine eden İngiliz müzik sahnesinin dışından gelmesinin getirdiği mesafe ve bağımsızlık da bu şahsi bileşime hizmet etmiş belli ki. Albüm bütün bir elektronik müzik dinleyicisi için, ama en çok da house’un bize çoğunlukla sunulduğundan daha ilginç yerlere gidebileceğini görmek isteyenler için harika bir deneyim. Elimizde böylesine güzel bir seçenek varken kullanmamak olmaz değil mi? seda niğbolu
Screen Vinyl Image Strange Behavior Custom Made Music Kim ve Jack Ried’in 2009’dan itibaren her sene bir albüm geleneğinin son ürünü Strange Behavior karşımızda. İkilinin sound’ları erken ‘80’ler post-punk/new-wave ivmesi içindeki drum machine-synth ikilisinin ve goth tadındaki yankılı vokallerin, -genellikle- gürültülü gitarlar ile çevrelenmesinden oluşuyor. Post punk’ın organik vuruşlardan ve sabit ritimlerinden uzaklaşması ve synth ile seyrelmesinin çekiciliğini goth karanlığıyla birleştiriyor, oradan da shoegaze’in distorsiyonu ile heterojen noktalara götürüyor Secreen Vinyl Image. Elektro post-punk/goth ile shoegaze’in değişen oranlarda bir kırması diyerek tanımımızı kısaltsak sanırım daha net olmuş oluruz. Grup bu haliyle, bağımsızlık mertebesini artırmış bir gaze’li She Wants Revenge hali sergiliyor ve eski-yeni birçok grubun müziğinden kendini kurtaramamış, özgünlüğünü net olarak ortaya koyamamış görünüyor. Yine de tuhaf şekilde kadim dostlar post-punk, goth ve shoegaze’in kesiştiği, eridiği ortak yerlerde kendini dinletmesini biliyor. Şampiyonluk için güreşemiyor fakat kendini es de geçirtmiyor. “Otuz sene öncenin albümü olsa baş tacı edilecek Strange Behavior, sene 2012 olunca o otuz senenin üstüne koymalıydı” dedirtiyor. Yine de ‘80’lerin elektronik vuruşlu post-punk/goth’unu özel bulanlara, tadını bir miktar shoegaze tozuyla farklılaştırarak deneyimlemek isteyenlere ise iyi gelecek bir albüm diyerek sözleri bitirmek de mümkün. murat ekşi
Shearwater Animal Joy Sub Pop Gözlem yeteneği gelişmiş kişilerin kabullendiği bir gerçek; sanılanın aksine, dünyanın kadın doğası tarafından yönetildiğidir. Bakınız The Magnetic Fields, bakınız Parenthetical Girls. Kadın doğasının bu denli karmaşa, çelişki ve zorluk içinde bulunmasının nedenlerinden birisi çoğu zaman karşısında hayvansı güdülerin ele geçirdiği bünyeleri bulmasıdır. Zıtlıkların uyumu ve yan yana yürüyebilmeleri ise kusursuz bir denge unsurudur. Bakınız The Magnetic Fields, bakınız Parenthetical Girls ve bakınız Shearwater. Sup Pop etiketiyle birinci, toplamda sekizinci albümlerine Animal Joy adını veren Shearwater, bu albümü 14 Şubat’ta piyasaya sürmeye karar vermiş. Denge unsurundan bahsetmiştik, öyle değil mi? 2010 yılının iyi albümlerinden The Golden Archipelo’la kendi imkanlarıyla piyasaya sürdükleri Shearwater is Enron’un takipçisi yeni albümleri, alıştığımız parçaların özenle bir araya getirilerek sunulan şarkılar topluluğu olmaktan ziyade, girift olduğu kadar şaşırtıcı derecede samimi, mesajı doğrudan veren kişisel detayların her tarafa serpiştirildiği bir albüm. Jonathan Meiburg’un vokalleri, efsanevi grup Swans’in davulcu/ perküsyonistlerinden olan Thor Harris ve basçı Kimberly Burke’un yeni plak şirketiyle Shearwater’ı yeniden yorumlamaları. Kadın doğası ile hayvansı güdülerin huzur içinde yaşadıkları bir dağ evinde çalan şarkılar. beren özel
XOXO The Mag
Tom The Lion The Adventures Of Tom The Lion Rough Trade Geçtiğimiz yaz İngiltere’de çıkan arbedeler esnasında tüm arşivlerinin yanıp tutuşarak yok olduğu Rough Trade’in kısa denilebilecek bir sürede toparlanarak böylesine başarılı bir albüm yayımlayacak duruma gelmesi takdire şayan. Tom The Lion ile Rough Trade ilişkisini görünce aslan yattığı yerden belli olur misali insan bir başka gözle bakıyor albüme… Anlayacağınız doğu Londralı Aslan Tom yaptığı işe olumlu geri dönüşleri çabucak almaya başladı. Hak ettiği de bir gerçek tabii. Aslan Tom’un ilk albümünde bir hafiflik, sadelik hakim. Tüm bunlar genç Tom’un romantik sözleriyle birleşince ortaya enfes bir iş çıkmış. Son birkaç yıldır annesinin piyanosuyla şarkılar yazma ve kaydetme şansı bulan Tom, bunların albümündeki ilk altı şarkı olduğunu söylüyor. Henüz 24 yaşında olan Tom’un sesindeki naiflik gerçekten herkese nasip olan bir şey değil. Rahatlıkla, üzerinde hiç oynama yapılmamış diyebileceğim kadar saf vokallerle gerçekten doğal bir sound yakalanmış. Albüme hakim olan bir başka özellik de başından sonuna kadar tüm gün dinleyebileceğiniz nitelikte olması. Doğal bir albüm demiş olsam da insanı yakalayan, dikkat çekici bir şarkı söyleyiş tarzı dışında, albüm içinde akılda kalıcı korolara sahip olan ve hatta bir dönem Tokyo Police Club ve Arcade Fire albümlerinde de bolca yer alan alkışlar, Aslan Tom albümünde az da olsa yer alıyor. Kısacası, genç Aslan Tom özellikle sesiyle büyük gelecek vadederken ‘Maceralar’ına da harika bir başlangıç yapıyor. onur yazıcı
Guided By Voices Let’s Go Eat The Factory Fire/Guided by Voices Inc. Kaydettiği albümlerin sayısı 10’u geçen bir grubun dağılacağını öğrenmek pek sarsmıyor galiba insanı. Çok sevdiğiniz, yıllardır albümlerini dinleyerek gönendiğiniz bir grup söz konusu olsa bile… Hayatın gerektirdiği bir durum gibi kabulleniveriyorsunuz durumu fazla efkârlanmadan. Lakin bazen, bu dağılan gruplardan bazıları tekrar bir araya geleceklerini açıklayabilirler. Hatta tekrar bir araya gelip bir de albüm kaydedeceklerini söyleyebilirler. Dağılma haberleri şahsım tarafından büyük bir kayıtsızlıkla karşılansa da –burada sadece R.E.M. diyorum- bu bir araya gelmeler, sonrasında pek bir gelişme olmasa dahi küçük dünyamda büyük heyecanlar yaratabiliyor işte. 2004 tarihli Half Smiles of The Decomposed albümünü yayımlamalarının hemen ardından birlikte müzik yapmayı bırakan Guided By Voices’ın eski kadrosunu toplayıp yeni bir albüm yayınlayacağını öğrendiğimde de durum farklı olmadı. Lo-Fi kayıtların öncülerinden Guided By Voices, bu sözünü ettiğimiz Let’s Go Eat The Factory adlı on altıncı ve son albümlerinde, kendilerinden alışık olduğumuz seslerle yine karşımızdalar. Büyük buluşmaların muhtemel hayal kırıklıklarını da göze almak gerek ama Let’s Go Eat The Factory daha önce Guided By Voices dinlememiş birini grubun azılı bir hayranına çevirebilir, grubun azılı bir hayranını da zevkten dört köşe edebilir. Terbiyesizlik gibi olmasın ama, günümüzün taze gruplarında Guided By Voices’dan çok şey var… seden mestan
The Weeknd Echoes Digital Release Büyük laflar etmek cesaret falan istemez. Gelişi güzel konuşup, Everest’in tepesine taş atmaya kalkarsanız ya mesnetsiz iddialarınız karşılıksız kalır şaklaban olursunuz, ya da şans eseri attığınız taş rüzgarın da yardımıyla süzülerek zirveye oturur, siz de büyük zaferinizin keyfini sürersiniz. Sonucu ne olursa olsun şunu söylemek istiyorum; 2010’un sonlarına doğru sessiz sedasız çeşitli sosyal paylaşım sitelerine yüklediği şarkılarıyla kapı aralığından kafasını uzatan The Weeknd, bir sene gibi kısa bir sürede müzik yayımı ve kendin yap felsefesinin kitabını yeniden yazdı. Hem de ne yazmak. Mart 2011’de House of Balloons’la girmedik liste, tırmanmadık zirve bırakmayan The Weeknd (a.k.a Abel Tesfaye), Ağustos’ta ikinci çıkarmasını Thursday ile yaptı ve 2011’in son günlerinde, üçüncü mixtape’ini öylece bırakıp kaçtı. İyi de yaptı çünkü birkaç saat içinde kişisel web sitesi Media Mark açılışına döndü. Altta kalanın canı çıkmadı neyse ki. Amansız bir şekilde albümünü paylaşmayı amaç edinen Abel Tesfaye, Echoes of Silence’ı hulkshare’e yükleyerek buradan dağıtıma devam etti. Son albümü House of Balloons’un gölgesinde kalmış gibi görünse de, Echoes of Silence’ın taşıdığı his ve sahip olduğu müzikal çeşitlilik hiç de azımsanacak gibi değil. Çıkarın basları karşınıza sağlam bir soul albümü çıksın, atın vokalleri kusursuz bir dubstep sizin olsun. Oyun hamuru gibi, ne istiyorsanız onu yapın ama sakin bu albümü es geçmeyin. gazali görüryılmaz
143
LPs
music
Dungeon Elite New World Disorder RazorCut Records Dungeon Elite İtalyan Nintendocore grubu. Çoğunluk için tuhaf bir cümle oldu farkındayım. Grubun erkek (scream) ve kadın vokalli olmak üzere çift sesli bir sunumu var. Bu tarz gruplar bana hep hardcore/metalcore’un gelecekten gelmiş hali gibi hissettiriyor. New World Disorder da öyle bir albüm. Hatta o kadar ki, klasik punk’ın evrilerek geldiği hal olarak takdim edilse bu iki nokta arasındaki evrimden bir doktora konusu bile çıkabilir. Bildik enstrümanlarla icra edildiğinden farklı noktalara giden türün iyi örneklerinden birini yaratmış Dungeon Elite: Sert, sıkı screamo vokal kurgusuna sahip, vurup geçeceği yerlerde işini iyi yapan, elektronik olarak endüstriyel tada varan yerlere ulaşan sıkı şarkılar albümde mevcut. Hardcore ya da metalcore’a uzak olsa dahi elektronik müziğin işin içine girince yarattığı dünyalara ilgisi olan herkesin tecrübe etmesinde fayda olan bir albüm New World Disorder. Sert müzikler söz konusu olduğunda da 2012’in en iyi işlerinden biri olacağına şüphe yok. Bunu da sert işlere ilgisi olan ama müzikte muhafazakar olmayanlar için not etmek lazım. murat ekşi
Charlotte Gainsbourg Stage Whisper Elektra Records Kariyer basamaklarının çetrefilli ve tuzaklarla dolu yollarında emin adımlarla ilerleyen Charlotte Gainsbourg, sinemada dikiş tutturamayıp müzik dünyasında kendine bir yer edinmeye çalışan oyunculara inat, her iki alanda da düşman çatlatırcasına parlayan, hırslı ve bunu üretime endekslemiş bir kadın. Birbiri ardına yayımladığı başarılı albümler de bunun en büyük kanıtı olsa gerek. Yeni albüm Stage Whisper ise selefi ‘IRM’e kıyasla daha karanlık, karanlık olduğu kadar da daha dans edilebilir albüm olmuş. ‘Paradisco’ ile Depeche Mode’un ‘Violator’ dönemine selam eden, ‘Anna’ ile babasından devraldığı cool Gainsbourg tavrından ödün vermeyen, ‘Got to Let Go’ ile ise indie ayağından elini eteğini çekmediğini gösteren Charlotte, parayı bastırıp prodüktörlere sırtını dayamadığını, ve kendine has bir tarzı olduğunu dinleyiciye bir kez daha ispatlamış bu albümle. Üstelik albümün ikinci bölümünde yer alan eski parçaların canlı kayıtlarına bakılırsa Charlotte’ın sahne performansı da kendi vokal sınırları içerisinde bir hayli içten ve etkileyici. Hayran olmamak elde değil. vehbi görgülü
We Invented Paris We Invented Paris Spectacular Spectacular İsviçreli şarkı yazarı Flavian Grabber, 2010’un ortalarında kendi başına yaptığı iki albümden sonra, We Invented Paris’in temellerini atıyor. Yaratıcılığını, mütemadiyen seyahat ederek besleyen müthiş bir gezgin Grabber. Avrupa’da arkadaşları ile hemen hemen görmediği yer kalmamış. Dolayısıyla müzikal anlamda da etkilenilmiş skala oldukça geniş. Dört kişiden oluşan topluluk, beraber 70’e yakın konser verdikten sonra, ilk albüm klişesini de es geçmeyerek albüme grubun ismini koymuş. Aşırı parlak bir indie-pop albümü olmasa da, sanatı ticari kaygılardan uzak tutmaya çalışmalarını takdir etmek gerek. ‘Iceberg’i dinlerken yediğimiz İskandinav soğuğu, ‘The Busker’ ile bir Akdeniz meltemine dönüşüyor. Bu albüm, İrlanda sahillerinden, kartpostallardaki İsviçre Alplerine, Almanya’nın melankolik endüstriyel kasabalarından, bolca peynir ve grappa tüketilen bir İtalyan köyüne kadar her yerden ilham almış. Ve tabii ki Paris’ten. Elektronik elementler ile piyanonun, Wurlitzer’in, dolambaçlı gitar riffleri ile örülü ılık sesine kulak vermek kimseye bir şey kaybettirmez sanırım. arda tümer
The Roots Undun Def Jam Ana akım hip-hop videolarında itinayla kalça sallayan kadınlar lale devrini sürdüredursun, The Roots üyeleri Undun ile ‘87’den bu yana sürdürdükleri sessiz devrim denemelerine kaldıkları yerden devam etmekteler. Yeni albümün The Roots’dan beklenmeyecek kadar vasat bir deneme olduğunu söyleyebilirim. Sufjan Stevens parçası ‘Redford’dan esinlenerek yaratılan kurgu karakter Redford’un trajik hikayesinin anlatıldığı Undun’da, ‘Tip The Scale’ ve ‘Make My’ gibi parçalar ümit vadetse de albümün genelinde bir konsepte yakışacak bütünlüğü hissetmek neredeyse imkansız. Daha çok grubun son albümü How I Got Over’da rastladığımız türden, bilindik bir formülü takip eden, çabuk sevilen, kolay tüketilen şarkılar içeren bu albüm, aynı zamanda alışık olmadığımız raddede kısa The Roots şarkıları da içermekte. Sürece bir dakikayı aşmayan son üç enstrümantal şarkı albümü sonlandırırken, insan ister istemez “bu herifler bizimle kafa mı buluyor” diye düşünmeden edemiyor. The Roots’a yakışmayan, albümün adının hakkını verir cinsten; hakikaten undone. vehbi görgülü
XOXO The Mag
EPs Perseus Russian Girlfriends French Express Perseus, Yunan Mitolojisi’nin önemli kahramanlarından sadece biri. Şimdi ise French Express’in göz bebeklerinden. Amerikalı Perseus, şu ana kadar sadece üç resmi remix çalışmasına imza atmasına rağmen soundcloud’ta 1500, facebook’ta ise 3000’e yakın takipçi sayısını elde etmiş durumda. Grum’ın ‘Through The Night’ şarkısına yaptığı remix’le ismini duyuran Perseus, ardından Jeremy Glenn’in ‘New Life’ını yeniden yorumlayarak, 112 bpm hızında ılık bir esinti yarattı. Bu remix’ler dışında en büyük patlamayı ise, genç kızların platonik aşkı Mark Ronson’ın ‘Record Collection’ şarkısına yaptığı remix’le gerçekleştirdi. Ayrıca bu remix’in Kitsuné etiketiyle yayımlanması da, mitolojik kahramanımızın ekmeğindeki kaymağın üzerine bir kaşık bal sürdü. Perseus’un ilk EP’si ‘Russian Girlfriends’, aynı zamanda French Express’in de yayımladığı 10. materyal oldu. ‘Cool Runnings’, ‘Running Back To You’ ve ‘Russian Girlfriends’ şarkılarından oluşan EP’nin, kendi içindeki ritimlerinin teklemesinden dolayı en çok öne çıkan şarkısı ‘Running Back To You’ kuşkusuz. . onur büber
Parenthetical Girls Parenthetical Girls Save Christmas Digital Hristiyan dünyası mensuplarından tutunanların, tutunmaya çalışanların ve tutunamayanların en sevdiği tatil olan Noel, bu seneyi nasıl geçirdim, bir sonraki seneden neler bekliyorum muhasebesinin yapılması için ideal bir zaman olduğu kadar, başta aile olmak üzere, dostluk ve sevgi gibi temel değerleri de su yüzüne çıkarır. Kadınlar etrafında dönen bir dünyayı benimseyen Portlandlı Parenthetical Girls, 21 Aralık 2011’de posta kutumuza gönderdikleri iki e-postayla (2002 çıkışlı ‘Swastika Girls’ EP’si dahil olmak üzere) beşinci Noel EP’lerini piyasaya sürdüklerinin haberini verdi. 2011’in kötü bir sene olduğu aşikar. Bu saatten sonra neyin kurtarılabileceği şüphe uyandırsa da, iç dünyamızın kış soğuğu gibi üstümüzü örtmesine izin vermeden çıngırak seslerine kulak vermek elimizde. Ne de olsa, dibe çöktükten sonra çıkışa geçmek, kaçıp gidenin arkasından ağlamak yerine eve döndüğü anı heyecan ve mutlulukla karşılamak hikayenin doğal gidişatı. Parenthetical Girls, 2012’yi kurtarabilir mi? Göreceğiz. beren özel
Zomby Nothing 4AD Müzik endüstrisine karşı kimliğini gizlemek adına taktığı Vendetta maskesinin ne kadar yeni bir fikir olduğu tartışılabilir. ama Zomby’nin çok yetenekli bir prodüktör olmanın da ötesinde kendi sesine, kendi stiline sahip bir müzik insanı olduğu tartışılmaz. Ticari kaygılar nedeniyle ısrarla dubstep olarak bir yerlere tıkıştırılmaya çalışılması ve dubstep severleri mutlu edecek pek çok niteliğe sahip olması, 4AD’den çıkan ‘Dedication’ın, Burial’a layık bir melankoliden bilgisayar oyunu müziklerine, electronica’dan akustik parçalara kadar çok farklı yerlerde gezinen bir albüm olduğu gerçeğini değiştirmiyor tabii ki. ‘Nothing’ de Dedication’ı sevenlerin emrine amade bir şekilde müzikalitesi yüksek, dans müziği kültüründen gelip de tuhaf şekilde dinginliğini koruyan yedi yeni parçadan oluşuyor. ‘Nothing’i bazı dinleyiciler için Dedication’dan bile daha cazip kılacak özelliklerin en başında ise; Zomby’nin ilk albümü Where Were U In 92?’yu adadığı rave kültürüyle, erken dönem dub ve jungle’a olan sevgisinin hissedildiği parçaların ağırlıkta olması. beren özel
Totally Enormous Extinct Dinosaurs Household Goods Remixes Greco-Roman Yetenekli Totally Enormous Extinct Dinosaurs ile tanışma vakti geldi. TEED, henüz bir albüm yayımlamamış olmasına rağmen, 2011’deki EP ve remix’leriyle uzun bir kariyer vadettiğini kanıtladı. Grup, isim tercihlerindeki sevimli benzetme dışında; sahnedeki ilginç şapkaları, performanslarında en az iki kez kıyafet değiştirmeleri, bazen de müzikal ve enstrümantal yeteneğin önüne geçen görsellikteki sahne şovları sayesinde akılda kalıcı isimlerden biri olmayı başardı. Geçtiğimiz günlerde son single’ı ‘Dream On’u ücretsiz olarak hayranlarına sunan TEED’in ‘Household Goods Remixes’ EP’sinde, bu mini albüme ismini veren, Justin Martin vokalleriyle destekli ‘Household Goods’ adlı parça ve remix’leri bulunuyor. Bunun yanında ‘Yeke Yeke’den beri böylesini duymadığımız bir Afrika ilahisini andıran vokallere sahip ‘Waulking Song’ adlı parçanın Lone remix’i de mevcut. Çok doyurucu olmayan bu EP, TEED ile tanışmak adına iyi bir başlangıç olabilir. Bu arada EP’de yer almayan Totally Enormous Extinct Dinosaurs hit’lerinden ‘Garden’ ve ‘Dream On’ da şiddetle tavsiye edilir. onur yazıcı
145
music
News
SHINDU KAŞ YAPARKEN GÖZ ÇIKARMAK
Müzik dünyasında iki şeye çok seviniyoruz. Birincisi artık Adele’in şarkılarına yeni remix’ler yapılmaması, ikincisi ise müziğin Amerika ve İngiltere tekelinden yavaş kurtulmaya başlaması. Bu iki ülkeye de katkılarından dolayı şükranlarımızı sunuyor ve yerlerine uğurluyoruz. Şimdi koltuklarınıza iyice yaslanın ve bu sese kulak verin… Alkışlarınızla, sahne sırası Belçika’da! Şanslıyız ki bu ufacık ülkenin müzik sahnesini Eurovision temsil etmiyor çünkü öyle olsaydı Christopher ve Maxime bu işe çok içerler, ne DJ’liğe başlarlar ne de yıllar sonra kadrolarına Chibi’yi de ekleyerek Shindu’yu yaratırlardı. 2011’in birkaç hit parçasını sayacaksak bunlardan biri kesinlikle Siouxsie&The Banshees’in efsane şarkılarından biri olan Happy House’un, Belçika’nın çiçeği burnunda gurur kaynağı Shindu’nun elinden çıkan yeni versiyonu olmalı. ‘80’ler ruhunu, artık damağımızda buruk bir tat bırakan, orijinallikten uzak örneklerinin aksine, yepyeni bir boyutta ortaya koyan Shindu, Fransız Kitsune’u da arkasına alarak çok iddialı bir şekilde girdi hayatımıza. Aslında
çok sıradan bir kuruluş hikayesi var Shindu’nun. Zaten onları bu kadar iyi yapan da üzerlerine fazla yük almadan, gösterişten uzak, sadece müzik odaklı hareket ediyor olmaları. Yıllarca kulüplerde DJ’lik ve radyo programları yapan, endüstrinin büyük isimleriyle birlikte çalışmış Christopher ve Maxime, Chibi’ye vokalleri teslim ederek yaptıkları işi bir adım ileriye götürmek isterken, kaş yaparken göz çıkarıverdi. Tabii olumlu anlamda. Shindu, bu yıl yeni parçalarını merakla beklediğimiz bir iki isimden biri.
L’EQUIPE DU SON DÜNYANIN EN
İYİ MÜZİĞİNİ YAPACAĞIM Dİyebİlmek
Şimdi size, kısa ama tutku dolu bir hikaye anlatacağız. Hill Valley California’da, ne çirkin ne yakışıklı, müzik aşığı kendi halinde bir genç yaşarmış. L’Equipe du Son, bir gün okulun jimnastik salonunda bazı kızları senkronize bir şekilde dans ederken izlemiş. O anda aklına okulun liseler arası dans yarışmasına müziğiyle katılma fikri gelivermiş. Seçmelere girmiş ama sonuç hüsran; ne yazık ki reddedilmiş. İşte o anda daha önce kimsenin duymadığı kadar iyi bir müzik yapacağına ve dünyaya bir ders vereceğine dair yemin etmiş. Peki yan sonra? Bilgisayarını ve synthesizer’ını yanına alarak inzivaya çekilen L’Equipe du Son, nihayet müfredatını hazırladı ve ilk dersi ‘Lesson 1’ı yayımladı. Romantik ve kadınların dilinden anlayan bir insan olmak istiyorsanız önce Fransızca öğrenmeniz gerekir. İlk dersimiz Fransızca‘ya giriş. Korkmayın oldukça temelden başlıyoruz; Je T’aime: Seni seviyorum demek.
L’Equipe du Son aşkı lisede bulamadı belki ama yılmadı da. 2011’de yayımladığı ilk single’ı ‘Love Will Find A Way’le başladığı arayışını geçtiğimiz günlerde tamamladığı yeni EP’si ‘Lesson 1’la sürdürdü. Dört cümle ve iki enstrümanla dünyanın en iyi müziği olmasa da dikkat çekici derecede orijinal bir sound yarattı.
XOXO The Mag
128 BEATS PER MINUTE MÜZİK ve KÜLTÜR ARASINDAKİ HER ŞEY
Diplo sahne ismiyle tanıdığımız Wesley Pentz’den hepiniz iyi kötü haberdarsınız artık. Peki Pentz’in Diplo isminin dışında yaptığı diğer işleri biliyor musunuz? Pentz, müzisyen olmanın yanında piyasanın saygın prodüktörlerinden biri aynı zamanda. M.I.A’nın efsane şarkısı ‘Paper Planes’ ve Kanye West’in ‘Flashing Light’ parçalarının arkasındaki isim Diplo. Bunun yanında, sahibi olduğu bir plak şirketi var ve hatta Philadelphia’daki bir okulda da öğretmenlik yapıyor. Bu çok yönlü müzisyenin yeni ilgi alanıysa seslerle değil kağıtlarla ilgili. Pentz, yıllarca Jamaika’dan Tel Aviv’e
kadar dünyanın birçok yerini dolaştı ve bu süre zarfında da hiç boş durmadı. Sonuç olarak, gezileri sırasında edindiği tecrübeleri ve ilham kaynaklarını bir kitapta topladı. 128 Beats Per Minutes; Diplo’s Visual Guide to Music, Culture, and Everything in Between adlı kitap, Shane McCauley’in fotoğraflarıyla Diplo’nun yedi yıllık anekdotlarını keskin bir görsellikle birleştirmiş ve ortaya benzerlerinden farklı bir seyahat rehberi çıkmış. Bir müzisyenin gözünden Dünya nasıl görünüyor merak ediyorsanız, Nisan ayını beklemeniz gerekiyor. Şimdiden sipariş vermek serbest.
DON’T THINK kendİnİ sadece akıntıya bırak
Biliyoruz hayatınız boyunca bir sürü canlı konser ve müzisyenler hakkında belgesel izlediniz. Ama bu sefer durum biraz daha farklı. İçerik açısından değil, teknik açıdan. Adam Smith’in yönettiği The Chemical Brothers filmi Don’t Think, akranlarına kıyasla sıra dışı bir deneyim vadediyor. Nasıl mı? 18 yılını The Chemical Brothers’a ayırmış, sahne görsellerinden konser görüntülerine kadar sayısız işe imza atmış Adam Smith, bu tutkusunu, sevgisini ve hayalini izleyenlerin beynine kazıyacak bir filmle hayata geçirdi. The Chemical Brothers’ın Japonya’daki Fujirock Festivali’nde verdiği unutulmaz konseri kaydeden Adam Smith, bu performansı içeriden bir gözle yansıtmayı tercih etti. Sahne içine ve seyircilerin arasına
yerleştirdiği özel kameralarla, onların verdikleri reaksiyonlara ve yaşadıkları duygusal yolculuğa misafir oldu. Dolby 7:1 ses sisteminin de ilk defa kullanıldığı Don’t Think, 20 farklı coğrafyada, 500 salonda meraklılarıyla buluştu. Peki biz bu görsel şöleni deneyimleyebilecek şanslı kalabalıktan biri olabilecek miyiz? Görünen o ki evet. Ay içinde algılarınız açık olsun, her an her yerde karşınıza çıkabilir Don’t Think. O zaman yapacağınız tek şey; hiç düşünmeden kendinizi akıntıya bırakmak olsun. 147
games, hazırlayan emre doğan
Daha da Karanlık The Darkness aslında 15 senelik geçmişi olan bir çizgi roman. Hikayeye göre Darkness, himayesindeki insana öteki dünyadan karanlık ve günahkar yetenekler bağışlayan kadim bir doğal güç. Bu insanüstü yetenekler arasında hız, dayanaklılık, kuvvet, kıvraklık, gece görüşü, pirokinesi, hidrokinesi, ölümsüzlük, teleportasyon, şekil değiştirme, telepati, uçmak ve iyileştirmek gibi ucu bucağı olmayan şeyler var. Tek problem, bu güçlerin ışıkta çalışamaması! İlk oyun 2007’de çıktı; zayıf yapay zekası ve kötü grafiklerine rağmen genelde iyi yorumlar ve puanlar aldı. O zamandan beri yaklaşık bir milyon kopya sattığı söyleniyor ki, bu sayı gayet iyi. Yüksek şiddet ve ‘dine saygısızlık barındıran’ öğeler içerdiği için Singapur’da bir süre yasaklandığı bile olmuş. Serinin son oyunu önceki oyundan 2 sene sonra vuku buluyor. Jackie Estacado, Darkness’ı şu an kontrol eden kahramanımız, güçlerini Franchetti mafyasının ‘Don’u olmak kullanmıştı. Olağandışı mafya savaşları
bir yandan, bu gücün peşine düşüp Jackie’yi kaçıran Victor Valente bir yandan, gün yüzü göremiyoruz. Oyunda Jackie’yi kontrol ederken türlü imkanlar var. Mesela Quad-Wielding olayı; elimizde ateşli silahlar varken, omuzlarımızın üzerinden kadraja giren şeytani yaratıklar düşmanlarımızı silkeliyor, parçalıyor, bacaklarından ikiye ayırıyor, iç organlarını parçalıyor, çenelerini kafataslarından ayırıyor ve birtakım kötü(!) şeyler daha yapıyorlar. Ya da Swarm gücü ile düşmanlarımıza arı sürüsüne benzeyen yeşil ve parlak bazı şeylerin saldırmasını sağlayabiliyoruz. Karadelikler yaratıp tüm düşmanları başka bir boyuta yollayıp oralarda sonsuza dek süren işkencelere maruz kalmalarına neden olabiliyoruz. Belki de en zevklisi, Jackie’den bağımsız hareket edebilen, ortalığı karıştırıp cesetlerin üzerine çiş yapan canavarcıklar çağırabiliyoruz.
The Darkness II [PS3, Xbox 360, PC]
Ustaların Dayanışması Kingdoms of Amalur, üç önemli ismin buluştuğu büyük bir prodüksiyon. Ünlü fantazi-bilim kurgu yazarı R. A. Salvatore, -ki kendisi 22 bestseller ve toplamda 15 milyon kopya satmış bir efsanedir- oyunun evrenini yaratmış. Spiderman ile ün kazanan ve Spawn’ın yaratıcısı ünlü çizgiroman sanatçısı Todd McFarlane, oyunun sanat çalışmalarını ve karakter tasarımlarını bizzat üstlenmiş. Bu ikiliye bir de Elders Scrolls serisinin Morrowind ve Oblivion oyunlarının tasarımını üstlenen büyük tasarımcı Ken Rolston da eklenince, insan ortaya akıllara zarar bir oyun çıkmasını beklemekten kendini alamıyor. Kingdoms of Amalur, esasen kuru kuru RPG oynamaktan keyif almayanlar için ideal. Akıcı ve aksiyon seviyesi yüksek bir savaş/yakın dövüş deneyimi vadediyor. Oyunu geliştiren şirketin sahibi, Kingdoms of Amalur’un stili hakkında oldukça çarpıcı bir açıklamada bulunmuş ve oyun tarzının God of War ile Oblivion arasında bir yerlerde
olacağını dile getirmiş. İddialar ne kadar gerçekçi bilinmez ama eğer söylendiği gibiyse Skyrim’e dişli bir rakip geliyor olabilir. Oyun evreni beş farklı bölgeden oluşuyor olacak. Detay ve yan görev zenginliğinin yeterince doyurucu olacağı ve ortalama bir oyuncunun gezerek ve görevleri yapmaya çalışarak en az 200 saat harcayacağı konuşulanlar arasında. Kingdoms of Amalur esasen Copernicus kod adlı dev bir MMORPG evreni olmak üzere tasarlanmış. Sonra bazı pazarlama stratejileri doğrultusunda ilk etapta tek oyunculu bir ürün olarak çıkartmanın daha makul olacağına karar verilmiş. Yine de oyunun başarısı doğrultusunda, birkaç sene içinde Copernicus’la ilgili gelişmeleri duyacak olabiliriz. Yazının yazıldığı tarih itibariyle, yine oyunun hikayesi hakkında pek az detay var. Oyunu deneyebilme fırsatı bulan şanslı azınlık, oynanabilirliğin yüksek ve dövüşlerin keyifli olduğu konusunda hemfikir.
Kingdoms of Amalur: Reckoning [PS3, XBox 360, PC]
Yaşlı Kurt Hala Zinde Serinin ilk oyunu 2001 Temmuzu’nda çıktığında büyük olay olmuştu. 1999’da ilk Matrix ile birlikte filizlenen ‘yavaş çekim’ olayı zaten herkesin dilindeydi, ama bunu bilgisayar oyununa taşımak ise ilk kez Max Payne’in yaratıcısı Finlandiyalı geliştiricilerin aklına geldi. Şiddet düşkünlüğü, aksiyon bağımlılığı ya da kanda bulunması beklenen yüksek testosterondan bağımsız olarak herkes müptezel olmuştu. O kadar ki, ilk oyunun üstüne fazla bir şey konmadan ikincisi iki sene sonra yayınlandı ve o da çok sattı. Öte yandan, hikayenin aralarını dolduran kısımları çizgiroman formunda görüyor olmak, Max’ın antikahraman yönleri ve ikinci oyunun Film Noir tadında olması, seriyi daha entel kılıyordu. 8 sene sonra, Rockstar (bkz. GTA) Max Payne’in geliştiriciliğine ve dağıtımcılığına soyundu. Yaşlanan ve kilo alan Max, São Paulo’da özel güvenlik olarak takılmaktayken olaylar gelişir ve hayattan yorulmuş, kaybedecek bir şeyi kalmamış sinik ve bitap kahramanımız kendini karmaşık
bir olay örgüsü içinde buluverir. Yazının yazıldığı tarih itibariyle oyunun hikayesi hakkında detay bulmak biraz güç. Temennim, Rockstar’ın oyunu satsın diye gerzek bir blockbuster hikayesiyle kitlememesi. Az önce bahsettiğim karanlığın yok olup, yerine Bruce Willis’li bir aksiyon filmi gelmesi çok tatsız olabilir. Ama teknik açıdan baktığımda oyun tam anlamıyla yıkılıyor. Karakter animasyonları, yürürken yön değiştirmeler, sıçramalar, taklalar ve benzeri hareketler inanılmaz akıcı ve doğal. Force Unleashed’den hatırlayacağınız Euphoria animasyon motoru kullanılmış, bu sayede çatışmalar çok gerçekçi ve etkilere oluşan tepkiler fiziksel olarak çok doğru. Son tahlilde, Max Payne gerçekten müthiş görünüyor, ona şüphe yok. 2012’nin en çok konuşulan ve pazar başarısı getiren oyunu olması, sadece sıkı bir hikayeye bakıyor.
Max Payne 3 [PS3, Xbox 360, PC]
Bildiğiniz Sendikalardan Değil Syndicate aslında neredeyse 20 senelik bir oyun. İlk Amiga’da görmüştüm ve o yaşımda nasıl da büyülenmiştim. Birden fazla karakteri yönettiğiniz izometrik bir aksiyon/strateji oyunuydu. Cyperpunk ambiyanslı bir yakın gelecekte, insanlara çeşitli mikroçipler takarak güçleri artırılıyor ve karanlık amaçlar için kullanılıyorlardı. Teknoloji casusluğu, suikastler, veri ve prototip hırsızlığı ve daha neler neler. O dönem benim için en çok şaşkınlık uyandıran konu ise, düşmanı ikna etmeye yarayan ‘persuadertron’ cihazı olmuştu. Haritası, upgrade’leri ve geniş skaladaki silahları ile dönemi için çok havalı ve komplike bir oyundu. 1995 yılında Crusader serisinin patlamasıyla Syndicate üreticileri de oyunu allayıp pullayıp yeniden satışa sürmüştü. Oyun ve film üreticilerinin, asli görevleri olan yaratıcılıktan üşenip eski başlıkları yenileyip bize yeniden kakaladıkları makus bir dönemden geçiyoruz. Kendisine yem olarak Syndicate’i seçen sinsi yapımcı bu kez Electronic Arts. Orijinal Syndicate [Xbox 360, PS3, PC]
hikayeyi alıp, o zamanın algısıyla tahayyül edilen ve kurgulanan gelecek imajını biraz düzeltip törpülemişler. 2069 yılında dünya artık politikacılar tarafından değil, yeryüzünü parsellere ayırıp paylaşan mega-kurumsal şirketlerce yönetilmekte. Garip bir şekilde ‘Sendika’ adı verilen bu oluşumlar, ürettikleri bio-çipler sayesinde yandaş toplamakta ve rakiplerini çökertmek, onların teknolojilerini çalmak için acımasız bir savaş içindeler. Bioçiplerin yetenekleri oldukça geniş; zamanı yavaşlatma, diğer bio-çipli insanların yerini saptayabilme, üstün saldırı yeteneği diye uzayan bir liste var. Ayrıca, rakibin bioçip’inin kontrolünü ele geçirerek intihar ettirmek, kendi arkadaşına saldırtmak gibi hinlikler de mümkün. Bunların dışında oyun, sürükleyici olabilecek bir Co-Op modu barındıran vasat bir First Person Shooter.
57
Divinations “Vakti gelecekti...” konuk sanatçı chen wei, b. 1980 hazırlayan defne ayas (shanghai/new york/rotterdam) leo xu projects ile
Bugünlerde giderek daha fazla kişi akılsallık veya sezgisellik demeden gizler dünyası ile tanışıp, yaşamlarına rehberlik edecek, içine girdikçe ufuk genişletecek derin ve kadim bir teknik, bir önbili sistemi arayışı içinde... Bilinçaltı açmazlarından başlamak üzere, döngüsünde kaldığımız, neden başımıza gelip yaşadığımızı öğrenmek istediğimiz durumlara evrensel bir cevap arama dürtüsünden olsa gerek bu...Doğa olayları ve yönler gibi temel verilerle An’ı yorumlamak (I Ching), bir soru sorup Hafez’in kitabını açmak ve karşımıza cıkan satırlara kulak vermek, kart açmak; zar, kemik, bakla ya da taş atmak gibi metodların günümüzde hatrı sayılır, ciddiye alınır kavramsal bir dile dönüşmesi pek kolay değil. Ancak divination bir fal mekanizması değil. Sistematik, hem de birbirinden kopuk ya da tesadüfi oğeleri bir araya getirip bir tür izlenim-gözlem-durum tatbiki, fikir çıkarma sanatı. Beş duyumuzun algı sınırlarının üzerinde bulunan ve ince vibrasyonlardan oluşan, fizik kanunların dışındaki kanunlara tabi olan belki de Tanrısal bir boyuta kanal açma durumu. En büyük özelliği, içinde bulunduğumuz karar An’ının veya olayın, tam o ‘An’da, senkronize zamanda enerjisinin ne durumda olduğunu inceleyerek, sebep-sonuç ilişkisini irdeleme hali. Belki sadece geleceğe yönelik bir projeksiyon, onu şekillendirmeden… Olayların ‘An’daki karşılaştırmalarını yaparak, bize önbili vermek üzere… Binlerce yıldır kullanılan semboller, gördüğümüz işaretler, tesadüfler, tuhaf olaylar ya da omenler, gaipte başka bir kaynak olduğunu söylüyor. Aslı Çavuşoğlu’nun Performa’daki calışması Eski Yunan’ın Delfi şehrinde bulunan, Apollon’a adanan tapınağındaki kehanetlere atıflıydı. Coldplay’in bile kullandığı “Oblique Strategies (subtitled over one hundred worthwhile dilemmas)“ (1975) isimli iskambil kartları Brian Eno ve Peter Schmidt imzalı… John Cage’ten Huang Yong Ping’e ya da Aleatoric müzisyenlere bir sürü sanatçı yaratım süreçleri icin kendilerine rehberlik sistemleri geliştirmiş. XOXO The Mag için hazırlanan bu bölüm ise herkesin kullanabileceği ve içerdiği görüntülerde şiirsel, felsefi, ruhsal ve edebi değerleri bir araya getirmek isteyen bir deneme. Alçakgönüllü ve gösterişten uzak… Dünya’ya, özellikle de İstanbul’un Doğu’sundan gelecek bilgi trafiğine açık… Bu bölümün açılışını Pekin’de calışan Chen Wei (1980) ile yapıyoruz. O da Dao simyacıları gibi duydukları, gördükleri sinyallere görsellik kazandıran, Çin’deki güncel sanat patlamalarına umarsız, yetenekli ve gelecekli bir kanal…
161
Don’t Forgot To Fasten the Collar Buttons, 2011, 60x45 cm
A Foggy Afternoon, 2011, 150x200 cm
Mister in the Corner, 2010, 60x45 cm
A chair and four 100-watt bulb, 2010, 100x100 cm
Send Forth Many Cullets, 2010, 60x45 cm
He Ran Against a Lamp Post in the Dark, 2010, 60x45 cm
I’m Always Chasing Rainbows, 2011, 100x120 cm
design, röportaj sedef kırdök fotoğraflar pearlfisher izniyle
BİR SANAT OLARAK PAKETLEME Mevzuyu ‘popülarite’ detayı üzerinden adeta bir sanat
olarak ele alan Pearlfisher ekibine, yarattıkları bu heyecanlı ‘marketing package’ süreci hakkında merak ettiğimiz her şeyi sorduk; onlar da aynı heyecanla yanıtladı...
PEARLFISHER INFO:
pearlfisher.com
XOXO The Mag
Galiba ilk sormam gereken soru şu, bu nefis tasarımlara ekipte kim, nasıl karar veriyor? Kreatif direktörümüz Natalie Chung. Tüm ekibin tasarım anlamında yönlendirilmesinden o sorumlu. Müşterilerimiz için doğru stratejinin kurgulanıp kurgulanmadığını denetler. Natalie aslında tekstil tasarımı mezunu. Renklere olan tutkusu, müthiş konsantrasyonu ve tasarıma olan holistik ilgisi haliyle onu kısa sürede Pearlfisher’ın gözbebeği haline getirdi. Ama diğer yandan işin başında kimler var ondan da söz etmeliyiz; Jonathan Ford, Karen Welman ve Mike Branson. Pearlfisher, Jonathan ve Karen’ın tasarım altyapısı üzerine kuruldu. Aslında daha önce ünlü tasarım ajansı Michael Peters Partners’ta yine oldukça başarılı kariyerleri vardı. Mike’ın uzmanlık alanıysa, müşteri ilişkileri ve marka stratejisi. Londra’dan sonra New York’ta ikinci ofisimizi açtık. Bahsettiğin tasarımların oluşumunda, uzmanlar, yazarlar ve tasarımcılardan oluşan tüm ekibimizin önemli rolü var.
Bu röportaja hazırlanırken yıllardır adeta bayılarak keyifle içtiğim Fortnum&Mason çaylarının paketlerini de sizin yaptığınızı öğrendim. Bu nefis paketler nasıl ortaya çıktı? Aslına bakarsan tek istediğimiz şey Fortnum&Mason’ı bir marka olarak ‘güncel’ hale getirmekti. Bu paketleri oluştururken, senin gibi tutkulu tüketicileri daha da heyecanlandıracak kendi tarzı olan, şeffaf bir görsellik yakalamaya çalıştık. Gerçekten keyifli bir süreçti. Artık paketlemenin bir ürün için gerçekten çok önemli olduğunu biliyoruz. Üstelik son yıllarda oldukça popüler bir tasarım dalı olmaya başladı. Bu yükselişi önceden hissedebildiniz mi? Senin de bildiğin gibi markalar artık akla hayale gelmeyecek şekillerde var olmaya çalışıyor. Marka pazarlaması stratejileri çok değişti. Viral, gerilla, WOM ve mobil gibi çok önemli yöntemler var. Ama diğer yandan ‘paket’ bir markaya uzun soluklu bir sadakat sağlamaya devam ediyor. Üstelik paket tasarımı da çok heyecanlı ve keyifli bir iş. Bir markanın gerçek gücü, müşteri kitlesine doğrudan dokunabileceği ve iletişim kurabileceği anahtarı elinde tutmasına bağlıdır. Basit ama bir o kadar güçlü bir kimlik, markanın yaratılışında ortaya konulan ‘karakter’ ile bütünleşip uyum sağlayabilirse, günümüz değişken pazarlama dünyasında kendine rahatlıkla yer bulabilir. Buna verebileceğimiz en iyi örnek şüphesiz Absolut. Absolut’un şişesi, yeni pazarlama ihtiyaçlarına göre sürekli modifiye ediliyor ve alınan sonuçlar bizce mükemmel. Markanın tabanı başlangıçta ne kadar sağlam olursa, tüketicinin tutkusunu üzerinde o kadar iyi taşıyor.
Web sitenize ‘Ne yaparız?’ ibaresinin yanı sıra ‘Ne yapmayız?’ı eklemiş olmanız hem çok eğlenceli hem de çok hoş. Nereden aklınıza geldi bu? Açıkçası bizim en çok önemsediğimiz şey, müşterilerimizle pozitif bir işbirliği içinde olmak. Kendimizi onlara ne kadar açık ifade edersek sonuç o kadar iyi oluyor. ‘Ne yapmayız?’ bölümünde bizi yeni tanımaya başlayanlara vermek istediğimiz mesaj ‘ücretsiz’ yapılan işlere inanmadığımız. Açıkçası bu başlangıçta karşı taraf için oldukça karlı görünse de, bunun doğru çözüm olmadığına ve vakit kaybı olduğuna müşterilerimizi samimi ve esprili bir dille ikna etmeye çalışıyoruz. 169
design
Peki müşterileriniz genellikle İngiltere ve Amerika tabanlı firmalar mı yoksa başka ülkelerdeki markalara da hizmet veriyor musunuz? Hayır, aslında tüm dünya ile bağlantı halindeyiz. Ama yine de çoğu söylediğin gibi İngiltere ve Amerika’dan. Çin, Rusya, İskandinav ülkeleri ve hatta Asya’dan müşterilerimiz var. Türkiye’nin de bunların içinde olması bizim için sevindirici. Yeni Rakı markasını yeniden tasarladığımızı biliyor muydun? Evet, bu harika! Türkiye’de çok uzun yıllardır oldukça önemsediğimiz bir markadır. Peki şu sıralarda hangi projeler üzerinde çalışıyorsunuz? Mücadeleci ve ikonlaşmış markalarla çalışmak gerçekten heyecan verici. Onları daha da güçlendirmek ve günümüz pazarlama dünyasında rakipleriyle rekabet edebilmelerini sağlamak için sürekli proje üretiyoruz. Bahsettiğimiz tip markalarla çalışmak hem heyecan verici hem de keyifli. Çünkü onlar değişime ve statü değişikliğine her zaman açıklar. Diğer yandan ikonlaşmış markalar kendilerini zamana karşı da korumaya çalışır. İlk aklımıza gelenleri sayacak olursak... Waitrose, Jamie Oliver, Help Remedies, Nong Fu ve Spring… İş geliştirme sürecinizden de bahsedelim mi biraz? Başlangıçta yaratıcı bir strateji süreci oluşturmak bizim için çok önemli. Şu sorulara yanıt bulmaya çalışırız; Markanın ihtiyacı olan gereklilikler neler? Marka ne için ya da kimler için var? Strateji ekibimiz, markayı bir adım daha ileri götürmek için bu soruların cevaplarını kendilerine göre tanımlayabilmeli. Yani her şeyden önce markayı iyi tanıdığımızdan ya da onun doğrularıyla derin bir bağ
kurduğumuzdan emin olmalıyız. Eğer bunu başarabilirsek efektif bir iş ortaya koyabiliriz. En çok merak ettiğim şeylerden biri de tasarımlarınızı kiminle ve nasıl tartıştığınız... Bu soruya da verebileceğimiz cevap aynı: Natalie Chung! Herhangi bir marka stratejisi için ilk imzayı attığımızda, ekibin oluşturduğu tüm konseptler Natalie’ye sunulur. Onun revizeleri alındıktan sonra son haline gelen bu konseptler yeniden tartışılır ve müşteriye gidecek son halini alır. Tasarlamak istediğiniz bir obje, bir yer ya da bir proje var mı? Strateji direktörümüz Yael Alaton İstanbul’da ve şu sıralarda İstanbul’un marka kimliğini tasarlamak üzerine çalışıyor. İstanbul için hem çağdaş hem de şehrin gerçek ruhunu yansıtan bir çalışma ortaya koymak istiyoruz. İlham verici bir marka denince aklınıza ilk ne geliyor? Chanel’in parfümleri... Özellikle de Chanel No°5. Hem çok çekici hem de ikonik bir marka için mükemmel bir örnek. Peki tasarım? Moda üzerinden cevap verelim buna. Hüseyin Çağlayan moda dünyası için çok doğru ve güçlü bir vizyona sahip. Geleceğin çağdaş modellerini bugünden tasarlıyor ama en önemlisi Türk mirasını İngiliz vizyonuyla rahatlıkla birbirine bağlayabiliyor. Çağlayan’ın işlerinde tüm disiplinleri hissedebiliyoruz; sanat, performans ve hatta felsefe. Onun işleri, tasarımın kültür üzerindeki etkisini mükemmel şekilde gösterebiliyor.
XOXO The Mag
design, röportaj gizem dölçel fotoğraflar emir sarısaç
ZAMANSAL KONTRAST Kontraist, üç farklı vizyonun
aynı potada eritilmesinden oluşuyor. Üç yakın arkadaşın bir araya gelerek oluşturdukları bir marka. Tarihi, modern bir dokuyla birleştirip; farklı tatlarda zamansız mekanlar tasarlıyorlar. Yaptıklarını gördük ve neler yapacaklarını da haliyle merak ettik.
KONTRAIST DESIGNERS: INFO:
GÜLŞAH CANTAŞ, CEM DEMİRTÜRK, PELİN PEKER kontraist.com
XOXO The Mag
Nasıl tanıştınız ve Kontraist nasıl çıktı ortaya? Aslında Cem’le ben yaklaşık 12 yıldır arkadaşız. Gülşah’la da Kontraist’ten önce çalıştığımız şirkette tanışmıştık. Kontraist’in kuruluşuna bizi götüren kendiliğinden gelişen bir süreç oldu da diyebiliriz.
Sanıyoruz ki bu bağ samimiyet olarak tasarımlarımıza da yansıyor. Kaliteden ödün vermeyi hiçbirimiz tercih etmediğimiz için de haliyle ortaya hoş bir konsept çıkıyor. Sevdiğiniz akımlar kendini iç mekanlarınızda belli ediyor. Art Deco, Art Nouveau ve biraz da Streamline Modern... Geçmişe tutku hepimizde var. Sizin kendinize en yakın hissettiğiniz dönem ya da bir akım hangisi? Hedeflerimize sınır koymadığımız gibi belli bir akıma ya da döneme de ait hissetmiyoruz aslında. Dönemsel esinlenmelerin olması kaçınılmaz ama bu daha ziyade ürün ortaya çıktıktan sonra fark edilebilen bir şey; yoksa belli bir akımın tarihsel çizgileriyle kendimizi sınırlandırmıyoruz.
Şimdiden birçok otel, restoran ve residence projeleriniz hatta bir de mobilya koleksiyonunuz var. Genç bir ofis olmanıza rağmen her türlü projenin tadına varmış gibisiniz. Bundan sonraki hedefleriniz ve arzuladığınız işler neler? Şu anda Hilton Oteli’ni yapıyoruz, Avrupa’nın en büyük çelik binası olacak. Ve bu oldukça büyük bir proje, ama hedeflerimiz elbette bununla sınırlı değil, şimdilik belirlediğimiz bir sınır da yok. Ama Avrupa’ya açılmak öncelikli hedeflerimiz arasında. Bu konuda çalışmalarımız ve görüşmelerimiz de sürüyor.
Mobilyalarınız iç mekan tasarımlarınızdan biraz daha farklı bir hissiyatta. Sanki biraz daha güncel. Kontraist, kontrastı seviyor galiba. Bir doku yaratılıp içerisine mobilyalar mücevher gibi yerleştiriliyor sanki... Bu teşhis doğru mu sizce? Tasarımlarımızı yönlendiren aslında biraz da ruh hali… Yani iç mekanını tasarlayacağımız binanın tarihi, yeri, dokusu bize
Tasarladığınız mekanlar oldukça sıcak ve samimi. Fakat hepsinin altında değerli bir konsept yatıyor. Samimiyet ve kalite arasında kurguladığınız bağ çok etkileyici. Biraz bundan bahsedelim mi? İş dışında aramızda var olan bir dostluk bağı söz konusu olan. 173
design
ilham veriyor. Her mekanın ihtiyacı farklı yönde, mühim olan bu ihtiyacı doğru şekile saptayıp onu estetikle ortak bir paydada buluşturabilmek. Ürünlerimiz de bu noktada aslında birer ‘complementaire’. Daha çok bütünü görerek uyumu yakalamaya çalışıyoruz. Lale adlı lambanız İstanbul dan esinlenilerek yapılmış bir tasarım. Tasarımlarınızda bunun gibi başka esin kaynaklarınız var mı? Yoksa sadece bir kereye mi mahsus? Lale, Osmanlı Dönemi’nden İstanbul’a yadigar bir sembol. Bu tarihi sembolü biz biraz modernleştirdik ve böyle bir lamba ortaya çıktı neticede. Tabii ki ilham perilerimiz bazen şehirler, bazen sözcükler, bazen de objeler bile olabiliyor. Ama en sembolik olanı sanırım şimdilik bu Lale lambalar. İki kadın ve bir erkek… Cem için nasıl bir duygu böyle bir
çalışma ortamı merak ediyorum açıkçası. Ve bu dişi nüfus yoğunluğu tasarımlarınıza ne ölçüde yansıyor? Aslında dengeyi çok iyi sağladığımızı düşünüyorum. Demografik olarak kadın çoğunluğun olması benim açımdan büyük bir avantaj. Çünkü, tasarladığımız objelere ya da mekanlara, benim kattığım sadeliğin kadınsı bir çizgiyle buluşması olarak yansıyor. Bu da farkımızı ortaya koyuyor zaten. Mesela, Alaçatı’da yaptığımız otelin her odası farklı bir konseptte. Bir odada Küba esintilerini yaşarken, diğer bir odada Fransız modernizmini yaşayabiliyorsunuz. Atölyede ustalar ile vakit geçiriyor musunuz? Ya da şöyle sorayım: Marangozluk var mı sizde? Biz kadınlar olarak biraz daha arka plandayız ya da itiraf edelim toz dumandan hoşlanmıyoruz pek. Şaka bir yana, içimizde Cem bu işlere daha yatkın. Zaten eskiden beri meraklıydı ve atölyede vakit geçirmeyi çok severdi.
XOXO The Mag
design, yazı irem başer fotoğraflar carina hesper
KABİLE TAKILARI İşlerinde fikirlere eğlenceli
yönünden bakan ve normal olanı garip göstermek gibi bir yol ile kendini ifade etmeye çalışan genç bir tasarımcı Imme van der Haak. Her şey formları transform etmek ile ilgili ona göre, güzellik ve çirkinlik arasındaki güncel fikirleri farklı şekillerde ifade etmeyi sevdiğini ilginç takılarından sezinleyebiliyoruz. JEWELERY DESIGNER: INFO:
IMME van der HAAK immevanderhaak.nl
Imme van der Haak’ın bitirme projesi için, tasarladığı mücevher koleksiyonu, Kabile tarzı takı anlayışının günlük hayatımıza ufaktan bir girişi gibi. Normal olarak algıladığımız gelişi güzel günlük kullanımlarımızın, tersinin arayışını görüyoruz ,deformasyonun verdiği ayrıcalıklı hislerin peşinde dönüşen bir koleksiyon. Altına bulanmış bu pirinç parçalar, takının gitmemesi gereken her yere uzuyor, kulaklarınızı paketleyip, göz yuvalarınızı patlatıp, burnunuza kaçıyor.
Sıra dışı piercing tutkunlarını delik deşik olmadan bu parçaları denemelerini tavsiye edelim. Silüetininizi çarpıtan takılar için tasarımcı, her formun kendi güzelliğini ortaya çıkarmaya çalıştığını, amacının kimseyi sok etmek olmadığını soyluyor. Fonksiyonelliği, beğeniyi ve modayı bir kenara atın, rahatsız ergenlere ve kendiyle oynamayı işbilen herkese duyurulur, plastik vücutlar ve haptik giyisilerden sonra şimdide Imme’nin takıları var. İyi eğlenceler!
XOXO The Mag
design, yazı sedef kırdök fotoğraflar philippe maoluin izniyle
BRUTAL AKSESUARLAR Taşıyıcı çelik
konstrüksiyon ve brüt betondan etkilenerek oluşturulmuş bir mobilya ve aydınlatma serisi olan gridlock 1 ve 2, Philippe Maoluin’in tasarımsal yaklaşımına ve biraz da mimarların hayal dünyasına ulaşabilmemizi sağlayan kestirme bir yol.
GRıDLOCK 2 DESIGNER: INFO:
Philippe Maoulin philippemalouin.com
Üzerinde çok düşünmeye, oturup uzun uzun kafa patlatmaya gerek yok. Oldukça yalın, açık ve kararlı bir tasarım. Kimin yaptığı, nereden esinlendiği ve nasıl kurgulandığını anlamak hiç zor olmadı benim için. Bu tasarımın bir mimar tarafından yapıldığını ilk bakışta anladım. Çünkü bir mimar obje tasarlamaya başladığında, mimari elementlerin baskınlığından, şantiyedeki malzeme ve onların karışımı ile ortaya çıkan dokulardan kurtulamaz. Söz konusu şey beton ise durum, bağımlılık ya da salgın bir hastalık durumuna da dönüşebilir. Philippe bu salgına Londra’da sokakta gezerken yeni beton dökülmüş olan bir binaya el izini bıraktıktan sonra başlamış ve daha sonra ‘brutalizm’ ile tanışmış. Bu akımı şantiyede gördüğü çelik kafes taşıyıcıları ve vazgeçilmez beton dokusunu kullanıp çıkartmak istediği mobilya
koleksiyonunda kullanmış. Ancak yorum son derece başarılı, ilk bakışta endüstriyel bir obje gibi duran tasarımlar incelendiğinde bir sanat eseri kıvamında işlenmiş nadir bulunan parçalar gibi görünüyor. Tek tek pirinç detaylar birleştirilmiş ve bu proje için ağır olmayan, mantıklı bir dozda beton üretilmiş. Malzemeler bir bina inşa ediliyormuş gibi üst üste, alt alta, ardışık bir şekilde kullanılmış. Sonuç bir mimara yakışır minimallikte ve kurguda sağlam görünüşlü, dikkat çekici objeler silsilesi… İlk bakışta sadece beton ve demirden oluşuyormuş ve başka çekici bir yanı yokmuş gibi görünse de, barındırdığı narinlik ve kabalık arasındaki ince çizgiyle umulmadık malzemelerin ve taşı bile çatlatabilecek kıvamdaki sanatsal yorumun karşısında etkilenmemek mümkün değil… 177
design / exhibitions
‘Liberté! égalité! Fraternité!’ CURATOR: LOCATION: INFO:
MATALI CRASSET Wolfsonian Museum/Miami wolfsonian.org
Fransız sanatçılar özgürlük, eşitlik ve kardeşlik kavramlarını bir kez daha ameliyat masasına yatırıyor. Ama bu kez Miami sınırları içinde. Ünlü Wolfsonian Museum şu günlerde ‘Liberté! Egalite! Fraternité!’ adlı sergiye ev sahipliği yapıyor. Küratörlüğünü Matali Crasset’in üstlendiği sergi, tahmin edebileceğiniz gibi, ‘sosyo-politik-ekonomik’ bir üçgen çerçevesinde 1940’lara kadar uzanıyor. Çeşitli mobilyalar, endüstriyel tasarımlar ve hatta el sanatları üzerinde çalışan Crasset onların görüntülerinin altında taşıdığı siyasi düşünce yapısını tamamen Fransa kokan bir atmosfer üzerinden ortaya çıkarmak istemiş. Günümüzde hala üretmeye devam eden, farklı kuşaklardan tasarımcıların işleri
de bu sergide yer alıyor. Matali Crasset, üzerinde çok uzun süre hassasiyetle çalıştığı bu sergiyi oluştururken ekibini de adeta cımbızla seçmiş. Wolfsonian ekibinden Marianne Lamonca, yine Fransız kökenli tasarımcılar Michael Amzalag, M/M ve Alexandra Midal’den oluşan süperkahramanlar, aralarında Roger Tallon, Pierre Paulin, Philippe Starck ve Bouroullec kardeşlerin de bulunduğu göz kamaştıran bir tasarımcılar ordusunun işlerinden gerçekten nefis bir kompozisyon oluşturmuşlar. Tarihi kafanızda nasıl tanımlıyorsunuz bilmiyoruz ama 26 Mart’a kadar devam edecek olan ‘Liberté! Egalite! Fraternité!’nin fikrinizi tamamen değiştireceği kesin.
XOXO The Mag
TERRY RICHARDSON – MOM&DAD LOCATION: INFO:
Half Gallery/New York halfgallery.com
Terry Richardson… Kabına sığamayan, seksten, cinsellikten, çıplaklıktan hiç utanmayan bir dahi. Dünyanın en büyük yıldızlarının bir çekim için kapısında beklediği Terry, diğer yandan arı gibi çalışmaya devam ediyor. Bir süre önce yine XOXO sayfalarında Mom & Dad adlı projesinden söz etmiştik. Sınırlı sayıda yayınlanan bu ilginç kitabın kareleri, New York yeraltı sanat dünyasının önemli galerilerinden biri olan Half’ta yaklaşık bir ay boyunca Terry’e has bir dağınıklık ve çılgınlık içinde sergilendi. En az kendisi kadar hayat dolu görünen annesi Annie ve en az kendisi kadar ünlü olan moda
fotoğrafçısı babası Bob’un yüzlerce fotoğrafı iki katlı galerinin hemen her yerine adeta saçılmış durumda bulunuyordu. İlk katta özel olarak basılan fotoğraflar tamamen yere üstüste saçılmış durumdayken, ikinci katta sergilenen fotoğraflara, baba Bob’un Terry’nin telefonundaki mesaj makinesine bıraktığı sesli mesajlar eşliğinde gezildi. Richardson’ın objektifinden yansıyan ‘Richardson’ ailesinin görüntüleri, sanatçının kendi köklerine bir saygı duruşu niteliğinde kabul edilebilir. Çok eğlenceli ama bir o kada dokunaklı. Sergiyi kaçırdınız ama kitaba göz atmak için hala geç kalmış sayılmazsınız. Yani umarız! 179
design
TOM SACHS – WORKS LOCATION: INFO:
Sperone Westwater/New York speronewestwater.com
Yılın son günlerinde New York sanat alemi yine fazlasıyla hareketliydi. Hangi açılışa, hangi konferansa, hangi sanat aktivitesine katılacağını bilemeden şaşkın bir şekilde oradan oraya koşturan ‘New Yorker’ların perişan(!) haline hem üzüldük hem de itiraf etmeli ki gıpta ettik. Sperone Westwater bu hengame arasında öyle bir sergi için kapılarını açtı ki, hedefi tam 12’den vurduğu söylenebilir. Özellikle vintage objelere düşkünlüğü ile tanınan Tom Sachs, Works adlı solo sergisiyle mekanı ele geçirirken, sanatseverler de bu ilginç ve çarpıcı sergiyi birbirlerinden önce
görebilmek için yoğun bir trafik oluşturdular. Ressam ve heykeltraş Sasch, eline geçirdiği ve hoşuna giden ne varsa yeni bir iş için yapmak için kullanıyor. Eski seramikler, parçalanmış koltuk ve sandalyeler, atılmış kapı ve pencereler remikslendiklerinde onun yeni ‘işleri’ olarak hayata ve sanat alemine göz kırpıyorlar. Serginin belki de en önemli özelliği her bir eserin diğerinden tamamen farklı bir havaya ve karaktere sahip olması. Sanatçı belki de bu yüzden sergiye net bir isim vermek yeribe ‘İşler/Works’ adını seçmiş olmalı.
XOXO The Mag
DECADENT PıGEONS ARTIST&PHOTOGRAPHER: INFO:
JOACHIM VAN DEN HURK&LıSA KLAPPE decadentpigeons.com
E-posta kutuma düşen bir PDF dosyası ile başladı her şey. Viral yolla bilinilirliğini artırmak isteyen çok sayıda genç tasarımcının çalıştığı ‘Organisation in Design’dan yani tasarım PR’ı yapan bir firmadan geliyordu. PDF içerisindeki görseller çok rahatsız ediciydi. Bu yüzden okumayıp kapattığım halde nedense bir gece sonra kabuslarıma kadar girdi. Şehir güvercinlerine olan korkumu bilen bilir. Özellikle tarihi binaları dolaşırken karşıma çıkarlar. Her boş buldukları alanı sahiplenen bu hayvanları oldum olası hiç sevemedim. Ama yine de anlamsız bulduğum ve çözemediğim bu fobimi yenmeme yardımcı olacağı düşüncesiyle bu sergiyle ilgilenmeye karar verdim. Mayıs ayından beri Barselona’da bulunan ‘Decadent Pigeons’un bir sonraki durağı Valencia olacak. Altyapıları birbirinden tamamen farklı olan
iki sanatçının yani Joachim van der Hur ve Lisa Klappe’nin imzasını taşıyor. Joachim, mimari tasarım mezunu ve mimarinin sanatsal yanını benimseyen ender isimlerden biri. Lisa ise yaptığı her işte cüretkar tavrını ortaya koyan bir fotoğrafçı. Güzellik ve iğrençlik arasında ince bağlantılar kurup, bunu son derece estetik kaygılarla ortaya koyabiliyor. İki sanatçı Decadent Pigeons için şunu söylemiş: ‘İnsanların gelişen bireyselliğine rağmen birbirlerine benzemelerini anlayamıyoruz. Kalabalık bir güvercin sürüsü gibiyiz.’ Yani bir yandan da güvercinler ve insanlar arasında var olan Komensalizm’e kendilerince gönderme yapıyorlar. Konu size ilk başta biraz karmaşık hatta belki de düzgün bir felsefeye oturtulamamış gibi görünse de, ortaya koydukları işler göz atmaya hatta paylaşmaya değer. 181
design
GUGGENHEıM’DA HAYALET ARTIST: LOCATION: INFO:
ALMECH/PAWEL ALTHAMER DEUTSCHE GUGGENHEIM deutsche-guggenheim.com
Operadaki Hayalet’i yeniden kurgulamaya ne dersiniz? Olay mekanı bu kez Deutsche Guggenheim. kurban ise Unter der Linden çevresinde dolanıp duran bir sanat sever. Kurbanımız müzeye girdiğinde etrafını bir anda görünmez ama hissedilir bir güç çevreliyor... Sonra... Sonrasını küratör Nat Trotman ve sanatçı Pawel Althamer’e bıraksak daha iyi olacak. Hikaye, New York Guggenheim küratörlerinden biri olan Nat Trotman’ın, Deutsche Guggenheim için çarpıcı bir interaktif sergi yaratmak istemesiyle başlıyor. Bunun için Polonyalı sanatçı Pawel Althamer ile el sıkışan Trotman gerçekten neredeyse bir film akışkanlığında bir sergi kurgulamayı başarmış. Pawel Althamer malzemesi her zaman insan olan bir sanatçı. Evrenin insan etrafında döndüğünü savunuyor ve eline geçen her fırsatta kendi evrenini, uçarı tinsel deneyimlerle zenginleştirilmiş bir peri masalına dönüştürüyor. 2007 yılında Milano şehir merkezinde uçan bir balon üzerinde sergilediği çıplak portresini ve ailesinin üyelerini temsil eden kuklaları hatırlayacak olursanız ne
demek istediğimizi daha iyi anlayacaksınız. Peri masalı peşinde koşup durduğuna bakmayın, masumiyetten pek hoşlanmıyor. Sanatçı, Almech adlı bu son sergisinde, Deutsche Bank ve Guggenheim personelinin, bağışta bulunan kişilerin ve diğer emeği geçen kişilerin şeffaf hayaletleri andıran üç boyutlu figürlerini yapmış ve hatta bir yandan yapmaya devam ediyor. Varşova’daki plastik atölyesini geçici bir süre için bu müzeye aldıran Althamer’in sergisini dolaşırken sadece bacakları olan bir figürün önünden ikinci kez geçtiğinizde tamamlanmış olduğunu görerek şaşkınlık içinde bir interaktif projenin parçası olduğunuzu hissediyorsunuz. Basit demir konstrüksiyonlar üzerine beyaz plastik bantlarla sarılmış boşluklarla dolu heykeller ve işçi tulumları ile dolaşan sanatçıların arasında sessizce ilerliyorsunuz. Garip bir plastik kokusu eşliğinde, yüzlerinde huzurlu bir gülümseme olan bu heykellere baktığınızda, sanatın pasif yansımasını izleyip durmanın artık size keyif vermediğini hayretle farkedeceksiniz.
XOXO The Mag
agenda
KONSER
3
BRATSCH
3
MAKOSSA & MEGABLAST 11 Şubat Cumartesi
4 Şubat Cumartesi
Ghetto
Aya Irini
Aya İrini’de konser ya da performans izlemeyi ne kadar çok sevdiğimiz dikkatinizden kaçmıyordur. Şubat ayında yolumuzun yine bu büyüleyici mekana düşmesi güzel bir tesadüf oldu. Sahne alacak olan ekibin adı Bratsch. Pek uzun bir mazileri var. 70’lerin başında kurulmuşlar. Peki ne yapıyorlar diyecek olursanız, deneysel caz üzerine, Doğu Avrupa kökenli geleneksel çingene müziği ve Django Reinhardt’ın adıyla birlikte anılan Manouche caz yerleştiriyorlar. Anlatması pek kolay değil. Ama dinlemesi oldukça keyifli. Karadeniz kıyılarından Atlantik Okyanusu’na kadar uzanan ekibin müzisyenleri dünyanın dört yanından gelen müzisyenlerin katılımıyla daha da renkleniyor. Son albümleri ‘Urban Bratsch’ üzerinden neredeyse iki sene geçmesine rağmen tazeliğini koruyan şarkılar için neşeyle dünyayı gezip dolaşmaya devam ediyorlar. Kendilerine merhaba demek isteyenlere duyurulur!
PERFORMANS
KONSER
5
İlk hedefleri kendi ülkeleri Avusturya’yı kasıp kavurmaktı. Ama öylesine yakıcı bir müzik yaptılar ki sadece Avusturya değil tüm dünya ateşlendi. Ülkemizde de hatırı sayılır bir hayran kitlesine sahip olan Makossa & Megablast’ın yolu yeniden İstanbul’dan geçiyor. Kendine Makossa ismini veren Marcus Wagner-Lapierre ve Megablast adıyla tanıdığımız Sascha Weisz’den oluşan ekip, dub, reggae ve hip-hop etkileşimli müziklerini zamanla, acid house, tribal ve electro ile iyice geliştirdi. İlk albümleri Creation türün meraklıları tarafından bir baş yapıt olarak kabul ediliyor. Ama yine de son albümleri ‘Soy Como Soy’u da yabana atmamak lazım. Güzelce kafa dağıtmak ve tüm haftanın yorgunluğunu atmak için birebir.
KONSER
4
FANFARLO
10 ADIMDA UNUTMAK
16 Şubat Perşembe
7-8 Şubat
Salon IKSV
ENKA Oditoryumu
Modern tiyatro tarihimizin şüphesiz en karizmatik ve etkileyici isimlerinden biri olan Şahika Tekand çalışmalarına son sürat devam ediyor. Hayatını en az kendi kadar yetenekli yeni oyuncular yaratmaya adamış olan bu zarif hanımefendinin imzasını taşıyan çarpıcı oyun ‘10 Adımda Unutmak (Anti-Prometheus)’ bu ay iki performansla Enka Oditoryumu sahnesinde. Oyun daha önce iki dilde oynanmış ancak Tekand, Studio Oyuncuları için onu yeniden ve sadece Türkçe yazdı. Küçücük dünyalarında yaşam mücadelesi veren, hayatın akışına müdahale etmei unutmuş, duyarsızlaşmış (daha çok duyarsızlaştırılmış) bireylerin ‘umut’ sistemi üzerinden yaşadıklarını izliyoruz. Işık, ses ve dekorun son derece mükemmele yakın bir yalınlıkta kullanıldığı bir ‘çağdaş insan tragedyası’. Oyunun adı ‘unutmak’ ama siz siz olun onu sakın unutmayın…
Kesinlikle eminiz. Baudelaire bugün yaşıyor olsaydı onlarla gurur duyuyor olurdu. Sadece dönemini değil, kendinden sonra gelen tüm kuşakları da yazdıklarıyla hipnotize etmeyi başaran Fransız şairin en sevilen eserlerinden biri olan La Fanfarlo’nun isim babalığını yaptığı grubun temellerinin atılması 2006 yılında gerçekleşmiş. İsveç’ten Londra’ya taşınmaya karar veren Simon Balthazar burada ilk tohumları atmış. Reservoir adlı ilk albümleri özellikle eleştirmenlerin büyük ilgisini çekince bir anda folk, indie-folk ve post-punk türlerinin aranan isimlerinden biri oluverdiler. Yeteneğin getirdiği şansa kim hayır diyebilir? Bu ay yeni albümleri Rooms Filled with Light’ı yayınlıyorlar. Eh haliyle bir dünya turnesi de kaçınılmaz oluyor. Üstelik sadece kendi şarkılarını değil Tom Waits ve Talking Heads gibi sevdikleri isimlerden de söylüyorlar.
XOXO The Mag
KONSER
4
MANDO DIAO 18 Şubat Cumartesi Maçka Küçükçiftlik Park
İsveç’in çıkardığı tek uluslararası müzikal markanın ‘ABBA’ olduğunu sanıyorsanız ne kadar yanıldığınızı size ispatlamak üzereyiz. O halde konuya girelim. Avrupa’da kapalı gişe konserlerine giremeyen hayranlarının kapıda birbirlerini ezdiği karizmatik Mando Diao’nun İstanbul konserini müjdelemekten mutluluk duyuyoruz. Bu bir ilk konser. Dolayısıyla önemi daha da büyük. Grubun en önemli özelliği belki de göz kamaştıran bir ışığa sahip olan enerjileri. Performansları boyunca da bu enerjinin bir gram bile azalmadığını söyleyebiliriz. Indie dünyasına gönül vermiş tüm genç hanımların kalplerinde ayrı birer yeri olan grup üyelerinin şehrimizden fazlasıyla etkilenip yeniden gelmek isteyeceklerine dair kuşkumuz yok.
KONSER
4
SELAH SUE 23 ŞUBAT Perşembe Babylon
KONSER
Daha önce dergimiz sayfalarına da konuk ettiğimiz Selah Sue’nun yolu da bu ay İstanbul’dan geçiyor. Belçika’nın son dönemde çıkardığı en önemli yeteneklerden biri olan Sue, yine kısa bir süre önce Babylon’u inleten Milow’un keşfi. Soul alemlerinde hiç takılmadan kendinden emin ilerleyen Selah Sue’nun en büyük şansı belki de Jamie Lidell’in dikkatini çekmesi ve onunla birlikte aynı sahneyi paylaşma şansını yakalaması oldu. Bundan sonrası peri masalı gibi ilerliyor. Çünkü onu gözüne kestiren bir diğer isim Prince oldu. Prince ile birlikte turne yapma şansını yakalayan sonra da Cee Lo Green ile dev bir hit şarkı seslendirebilen kaç kişi tanıyorsunuz? Radyolarda sıkça duyduğunuz Raggamuffin ve Crazy Vibes gibi hit şarkıları bir de kanlı canlı dinleme fırsatını muhtemelen kaçırmayacaksınızdır. Pek heyecanlı!
5
BORUSAN İSTANBUL FİLARMONİ ORKESTRASI/BRANFORD MARSALIS 23 Şubat Perşembe Lütfi Kırdar U.K.K.M.
Marsalis denince aklımıza hemen Buckshot Lefonque projesinin gelmesi kendisine büyük bir haksızlık aslında. Ama nedense Another Day adlı mucizevi şarkıyı her nerede ne şekilde duyarsak duyalım tüylerimiz mutluluktan diken diken oluveriyor. Caz ve funk alemlerinin en saygı duyulan müzisyenlerinden biri olan Branford Marsalis için Buckshot Lefonque keyifle andığı küçük bir ayrıntı bile olabilir. Bu akşam Lütfi Kırdar’da saksofon başına geçecek olan müzisyenin yanında Borusan Filarmoni de olacak. Sascha Goetzel’in şefliğinde neler çalınacak dersiniz? Schulhoff/Bennet, Willams ve hatta Beethoven’a uzanacağınız nefis bir gece olacak. 185
agenda
SANAT
3
KONSER
SOLO SNOW/ WORKS OF MICHAEL SNOW 25 Şubat’a kadar Akbank Sanat
MAURICE STEGER/ SEBASTIAN WIENLAND
Paris ve İstanbul aynı sanatçı için elele veriyor. Michael Snow’un kendi adını taşıyan solo sergisi prestijli Le Fresnoy (Studio national des arts contemporains) ve Galerie de l’Uqam işbirliğiyle İstanbul’a geliyor. Louise Déry küratörlüğünde ve Ali Akay işbirliğiyle gerçekleşen sergi, ‘süre’ kavramı üzerine odaklanmış. Zamandaki yaşanmışlık, geri döndürülemez bir süreç. Üstelik kendiliğinden geliştiği, tekrar edilemeyeceği, baştan belirlenemeyeceği ve oldukça yaratıcı olduğu da su götürmez. Snow, bu durumda ‘kader’i reddediyor diyebiliriz. Sanatçı, kesiyor, uzatıyor, değiştiriyor, belirsizleştiriyor, bozuyor, çekiştiriyor ve şekilsizleştiriyor. Siz de sessiz sessiz dolaşıyorsunuz. İşin sonunda kendinizi nerede, nasıl ve ne durumda bulacağınız şimdilik belirsiz.
28 Şubat Salı Akbank Sanat
Uluslararası prestijli bir yayın tarafından keşfedilmeye görün. Bundan sonrası ‘Yürü ya kulum!’ şeklinde gelişiyor. Maurice Steger’in hikayesi de biraz buna benziyor. The Independent’in dünyanın en önemli blok flüt virtüözlerinden biri olarak ilan ettiği Steger bu gece yanında klavsende Sebastian Wienland olduğu halde Akbank Sanat’ta sahneye çıkıyor. Maurice’in yakaladığı popülarite, çaldığı enstrümanı da klasik müzik dünyasında kısa sürede ‘hit’ haline getirdi. Barok’tan asla vazgeçemiyorsanız bu akşam Akbank Sanat’ın küçük ama samimi salonunda, kırmızı ama konforlu koltuklardan birinde muhtemelen siz de olacaksınız.
SANAT
3
3
ALİ KABAŞ – ÜÇÜNCÜ GÖZ
SANAT
4
SALVADOR DALI 26 Şubat’a kadar Tophane-i Amire
3 Mart’a kadar PG Art Gallery
Spiritüel yönünüze ne kadar güvenirsiniz? Üçüncü gözünüz iyi görüyor mu? Diğer ikisinin farketmediği şeyleri zihninize yerleştiriyor musunuz? Ali Kabaş sizin için bu soruların cevaplarını arıyor. Daha önce de denenmemiş olanın peşinde koşan ve bunda oldukça başarılı olan Kabaş, üçüncü boyutu sergisinin odak noktasına yerleştirmiş. Yeni medyanın onun yeteneğine sunduğu tüm olanakları akla hayale gelmeyecek şekilde kullanan sanatçının çalışmaları, izleyicisinin sıradan görme algısını tamamen değiştirmek üzerine kurgulanmış. Renkli ya da renksiz, düzlem ya da derinlik, boyut ya da boyutsuzluk arasındaki ince çizgide bir cambaz gibi yürüdüğünüzü farkedecek ve sonunda kendinize oldukça şaşıracaksınız.
Gösterişli ismi bile insanın tüylerini diken diken etmek için yeterli… Dali daha çok uzun yüzyıllar tüm gücü ve heybetiyle tepemizde olacak ve bizi kontrol edecek gibi. İstanbul şu günlerde bir kez daha Dali heyecanı ile sallanıyor. Çünkü sanatçının imzasını taşıyan 121 eser, onlara çok yakışacak bir mekanda Tophane-i Amire’de sergileniyor. Ama en önemlisi ‘İlahi Komedya’, ‘Sürrealizm İzleri’ ve ‘Gala ile Akşam Yemeği’ gibi serilerin de bu sergi kapsamında yer aldığını bilmek iştah kabartıcı. Aslında kadın mı erkek mi olduğu iddiaları nedense hala devam eden disco kraliçesi Amanda Lear’ın bile onun peşine takılarak bir külte dönüşmesi (metresi?) ne demek istediğimizi size daha iyi anlatacaktır. Toparlanıp şehri terketmeden önce ziyaret planına almakta şiddetle fayda var.
XOXO The Mag
SANAT
3
AYRINTI’NIN SEVİNÇLİ KAPAKLARI 29 Şubat’a kadar Fransız Kültür Merkezi
Onlar asla ayrıntıda kaybolmadı. Cesur seçimleriyle kitaplığımızda hep önemli bir yer tuttular. Edebiyat dünyamızın en önemli parçalarından biri olan Ayrıntı Yayınları, 25. yılını kutluyor. Dahası 599 kitabı geride bırakan yayınevi 600. kitabı yayınlamış olmanın da haklı gururu içinde. Fransız Kültür Merkezi duvarlarında da bunun şerefine nefis bir sergi başladı. Sevinç Altan’ın imzasını taşıyan kitap kapaklarından oluşan bu sergi ayın en ilginç etkinliklerinden biri. Çoğumuzun arşivinde çoktan yerini almış Jean Baudrillard’ın Kötülüğün Şeffaflığı, Jean Genet’nin Cenaze Merasimi, Michel Foucault’nun Cinselliğin Tarihi, Georges Perec’in Kayboluş, Michel Tournier’nin Veda Yemeği, Guy Debord’un Gösteri Toplumu ve Jacques Derrida’nın Marx’ın Hayaletleri adlı kitap kapaklarına bir de sanat eseri gözüyle bakmak için.
SANAT
4
TUNCA SUBAŞI – KALINTI 15 Şubat’a kadar Pi Art Works
Subaşı bu son kişisel sergisinde ‘kalıntısal’ bir izlenimi kendince yorumluyor. Sosyal hayatımız içinde kendiliğinden oluşan katmanlar arasındaki çelişkiler ve bu çelişkilerin sonucu olarak ortaya çıkan toplumsal olaylar sanatçının eserlerinin esas temelini oluşturuyor. Üstelik içinde hiçbir şeye gönderme yapmadan. Subaşı’nın amacı, tarihsel bir durumu betimlemek için günümüze kadar gelen belgelerden yeni bir performans ortaya çıkarmak. Peki bunu yaparken neler kullanıyor? Afiş ve poster gibi matbu nesneler ve eskimiş objeler. Ancak bu objelerin de bilinçli olarak eskitildiklerini söylemekte yarar var. Sergiyi gezerken her bir çalışma bir olayı öykülüyor gibi görünse de, aynı zamanda bahsettiği öykünün bir parçasına dönüşüyor.
SANAT
4
FOTOĞRAFTA GÖRÜNENLER ve GÖRÜNMEYENLER 30 Aralık’a kadar Elipsis Galeri
Sahaf’ların tozlu rafları arasında dolaşırken ilgimizi en çok çeken şey eski fotoğraf kutuları olur. Nerede, ne zaman, nasıl, niçin ve kim tarafından çekildiğini bilmediğimiz kareler… Bu fotoğraflarda gülümseyen insanların çoğunun artık nefes almadığını bilmek insanı ürpertse de diğer yandan içindeki merak duygusunu da körüklüyor. Selçuk Erez, bu fotoğrafların sanatsal değerini farkettiği günden beri onlardan dev bir koleksiyon oluşturmuş. Çeşitli yollarla sahaflara ulaşan bu fotoğraflar arasında, hamile bir kadin, annesiyle poz veren bir çocuk, doğum günü partisinden bir kare, sevgilisiyle çektirdiği fotoğrafı sevgilisinden ayrıldıktan sonra kesip sadece kendi kısmını saklamış genç bir kadın, evlilik hatıraları, gelinler, sınıf resimleri ve gezileri bile var. Hepsine ayrı birer hikaye yazmak ise artık size düşüyor. 187
CAMPER&FRIENDS
NIGHTLY COURAGE BY CARLSBERG
CSS LIVE SHOW IS ON
NEW PLACES ADDED...
360 49 21 8 Istanbul ADA MÜZİK AL JAMAL All Sports Ara Cafe ARTLIMITS ARZU KAPROL Assk Cafe BABYLON BABYLON NUBLU Backhaus BADEHANE BAHAR KORÇAN BALKON Bebek Kahvesi BEBEK KORU KAHVESİ BEJ BEYMEN BRASSERIE BLOOM BuIldIng BUKA BUTİK CAFFE NERO CasIta Cezayir CORVUS Cuba Cuppa ÇOK ÇOK DAI PERA Da MarIo DelIcatessen DELIRIUM DerinDIZZIADükkanBurger ECEAKSOYFLAVIOGALATTABRASSERIAGaleristGARAJİSTANBULGATE TATTOO Gezi Pastanesi Gölge Cafe Groove Haaz HabItat HAPPILY EVER AFTER Harvard Cafe HelvetIa HIllsIde CIty Club Etiler HIllsIde CIty Club İstinye HOME ROOM THE House Apart THE House Cafe House Hotel Istanbul CullInary INSTITUTE ISTANBUL MODA AKADEMİSİ JUKEBOX JOURNEY KAF:F KAKTÜS Kantin Kiki Kırıntı KItchenette KÖŞE BRASSERIE Kulp La BrIse Lastik Pabuç LaUndromat Lazy BoutIque LE PAIN QUOTIDIEN Leb-i Derya LEBLON LİLİ PUD Lokal Lucca Lush Hotel LUX Mahalle MangerIe MANO BURGER MASA MATCHBOX Mavra MESTA Meyra MEZZALUNA MIDNIGHT EXPRESS MIdpoInt MİNYON MIss PIzza Momo MONO CAFE BRASSERIE MÜGE ERESİN Münferit NAR PERA NON GALERİ OFF PERA OlIvIa Otto Santral Otto Sofyalı Otto Tunel OUTLET Pandora Kitapevi ParIsTexas Patika Kitabevi PI ARTWORKS PIcante PIola PLIEÉ PoInt Hotel Porte QUE TAL Rafineri REASURANS GALERİ ROBINSON CRUSOE ROOK Salomanje SALT BISTRO SİMAY BÜLBÜL Simurg Kitapevi Smyrna Soda Sosa Sugar SPOIL RESTAURANT Susam SushIco SUSHI EXPRESS Şimdi/Now Tabe Kıyamet Tamirane TAPS TGI FrIday’s Touchdown TRIBECA Ugly ULUS29 Urban Ümit Ünal Vogue W HOTEL WhIte MIll WITT SUITES ISTANBUL YILDIRIM ÖZDEMİR Zanzibar Zazie Zencefil On top, ask for us at cool hair salons and innovative art galleries!