KENT KONAK
SPOR / ÖZEL 2017
İZMİR FUTBOLU ÇAYIRDA DOĞDU 19. yüzyılın sonlarında bölgede yoğunlaşan Levantenler, bugün bir dünya sporu olan futbolun İzmir’de yerleşip gelişmesinde önemli bir rol oynadı.
TAÇSIZ KRAL METİN OKTAY Şiirlere, marşlara, en nüktedan fıkra yazarlarının kalemine ve beyazperdeye konu olmuş belki de tek futbolcu.
DEV KALECİ ALİ ARTUNER Bulgaristan kökenli öğretmenimiz Plevneli, Ali’nin kalecilik hünerine şaşırdı. İlginç şivesiyle “Te be şimdiye ka neredeydin?” dedi. İşte bir dev kaleci böyle doğdu. Ünü; bırakın Türkiye’yi, Avrupa’ya yayıldı.
ZAMAN TÜNELİNDE İZMİR TAKIMLARI 1955’li yıllarda Altay, Karşıyaka, Göztepe, İzmirspor, Altınordu, Ülküspor, Kültürspor, Egespor, Demirspor ve İzmir Yün Mensucat takımları Mahalli Lig’de mücadele veriyorlardı.
Metin Oktay, Konak ilçesinin Damlacık semtinden çıkıp gönüllere yerleşen muhteşem insan.
Kadim şehrimizin köklerinde dostluk, dayanışma, saygı ve kolektif yaşam saklıysa bunda sporun yadsınamaz etkisi var. Sporla daha güzel bir şehir ilkesiyle hareket ediyoruz. Bu ilkemizin temelinde ise önceki kuşaklardan devraldığımız mirasın varlığı yer almaktadır. O miras ki; spor kulüplerimiz arasındaki dostluk, dayanışma ve paylaşma halini de içeriyor… Şehrimize yönelik aidiyet hissinin filizlendiği, geliştiği yerlerin başında sayıyoruz semt sahalarını, spor alanlarını… Bu nedenle spor sahalarımızın başlangıç yıllarına ayna tutalım istedik. Böylelikle hem bir şehrin spor tarihini yazanlara saygımızı sunmanın hem de şimdiki kuşaklar ile gelecek nesillere, “Öteye usta, hep daha öteye” ilkesinin karşılığını, farklı bir açıdan anlatmanın peşine düştük. Biriken zenginliklerimizin gelecek günlere ışık tutması adına, sayfaları amatör ruha açılan dergimizde, futbol sahalarının arazözle sulandığı yıllardan söz ediyoruz. Futbolun semt sahalarında oynandığı; olanakların kısıtlı, heyecanın büyük olduğu yıllar…
Şehrimiz kültürünün ekonomisi, sosyal hayatı, sanatsal aktiviteleri ve sporuyla bir bütün olduğuna dair izlerin peşindeyiz. Bir dönem düzenlenen Fuar Şehirleri Kupası’na ülkemiz adına, İzmir takımları katılıyordu. Uluslararası İzmir Enternasyonel Fuarı’nın zenginliğini bir parça da bu olgudan aldığıdır vurguladığımız. Ülkemizde futbolun oynandığı ilk şehir İzmir ise buna etken liman şehri olmamızdır diyor, uluslararası ilişkilerimizin gücüne atıf yapıyoruz. Oyunun içinde olanın kazandığına yönelik inanca sahip bir kültürün temsilcileriyiz. Ve İzmir’deki spor kulüplerinin en başından bu yana oyunun içerisinde yer almalarının haklı gururunu yaşıyoruz. Dergimiz sayfalarındaki her bir fotoğraf azim öyküsüdür ve albümlüktür. Albüm üzerinde, dostluk ve dayanışmayla oluşan şehir kültürü yazıyor. Bu fotoğraflarımızın çoğalması için şimdi bizlere düşen görev, sporu daha geniş kitlelere ulaştırmak, aidiyet geleneğini sürdürmek ve kültürümüze katkıda bulunmaktır. Sema PEKDAŞ / Konak Belediye Başkanı
Altınordu 1951
Göztepe 1956-1957
Altay 1953-1954
İzmirspor 1952
3
6
10
14 Hazırlıksız yakalandılar
Zaman tünelinde İzmir takımları
20 İtibar paradan önemli
Sami Özok
46
42
48 İzmirspor
K l başladı b l d Kopmalar
Profesyonel insanlar
66
60 İzmir futbolu çayırda doğdu
62
Taçsız Kral’ın sayfalardaki izini sürmek
İzmir’de spor Bir güzel adam Erkan Velioğlu
100
Futbolun Süvarisi
102
104 Hayatları H l kulüp k lü oldu ld
114 110
112
Buldozer Fevzi 4
Oynayacak rakip bulamıyorlardı
Altay l
26
34
Değişimin ilk adımları
54
40 Alsancak Stadı
Halk Sahası
56 İzmir kulüpleri
58 Maçlar M l ve kramponlar k l
Süper Lig ve takımlar
90 Ali Artuner ve İzmir’e haksızlık
82
74
86 ‘Madrid Panteri’ Kaleci Varol
İzmirspor’dan Göztepe’ye bir efsane kaleci
Altınordu
106 Ömre bedel Göztepe
Bombacı Halil
108
118 Amigo A i Sarı Yaşar
122
Yüzme Y ve v yelken
128
Boks, eskrim ve bisiklet sporları 5
Zaman tünelinde İZMİR TAKIMLARI Sait Altınordu
Vahap Özaltay
Fuat Göztepe
Tayyar ÖZDEMİR 4.5 milyon nüfuslu bir kentin alt kümelerden üstlere bir türlü takım çıkaramaması ilginç değil mi sizce de? Hele hele futbolun ülkemizde ilk kez bu kentte oynandığını düşünürseniz… Tüm ülkeye futbol İzmir’den yayılacak, sonra da bu şehir futbolda birden gerileyecek, hatta Süper Lig’de temsil bile edilemeyecek. Futbolu, sadece televizyonlardan, gazetelerden takip etmek zorunda kalacak bu şehrin insanları. Lig sıralamasına bakarken yüreği sızlayacak, futbolu doğuran ve ülke çapına yayan bu kent bu konuda yaya kalacak. Oysa, 1958 -1959 sezonunda start alan Mahalli Lig’leri geride bırakan İzmir, Milli Lig’de 6 takımla temsil edilmiyor muydu? Bir yıl sonra da bu rakam beşe çıkmamış mıydı? Dahası İzmir’den, İstanbul’dan, An-
6
kara’dan ve Adana’dan katılımlar olup Milli Lig’i oluşturmamışlar mıydı? Şurası bir ger-
1963 İzmir Mahalli Lig Şampiyonu Ülküspor.
çek ki, 1966’larda İzmir takımları birer birer kan kaybedip Milli Lig sahnesinden İstanbul ve Ankaralılardan daha çabuk ve çeşitli dönemlerde ayrılırken, onların yerini Eskişehir, Bursa ve Trabzon gibi kentler kaptı. Sonraki dönemlerde yani 1980’lerin ardından diğerleri yavaş yavaş katıldı futbol kervanına… Onlar bu yarışın içine girerken İzmir takımları ise aksine birer birer Süper Lig’den ayrılıyordu. 1957 yıllarındaki Mahalli Lig havası bir alt kümede yaşanırken İzmir bu olumsuz tablo içinde giderek ezildi. Şimdi yıl 2017 oldu ve İzmir, Süper Lig’i uzaktan izliyor. Geçtiğimiz sezon
Altay 1953-1954
Süper Lig kapısına kadar dayanan Altay’ın bu çabası da sonuç vermeyince İzmir yeniden yeni bir dönem için kolları sıvadı.
Amaç bilgilendirmek Şimdi İzmir futbolunun nereden nereye gel-
diğinin nedenlerini irdeleyelim, geçmişte yapılan hataları bir kez daha anımsayalım, takımların yaşadığı güzellikleri burada birlikte yaşayalım… Her olayda olduğu gibi futbolda da geçmişte yaşananlardan ders alınırsa ilerleme olabilecektir. Bu yazıda İzmir takımlarını; zaman tünelinde geçirdik-
leri değişimleri ve düştükleri zor durumların nedenlerini, özellikle genç futbol meraklılarına aktarmak istiyorum. Genç yöneticilere bir şeyler verebilmek ve İzmirlilere önemli kaynak oluşturabilmek amacıyla yazdığım bu yazı, araştırma ve gözlemlerime dayanmaktadır.
Altınordu 1951
7
İzmir Karması 1950
Hangi takımlar vardı?
İzmirspor 1950
Yün Mensucat 1951-1952
8
Yurtdışında ortaya çıkan ve gelişen futbol, zamanla ülkemizin de dikkatini çekti ve gençlerin tutkusu haline geldi. İzmir’de önce mahalle aralarında takımlar oluşturuldu, ardından kulüpler kuruldu. Bu takımların rakipleri olmalıydı ki, futbol oyununun heyecanını izleyenler de yaşayabilsin... Nitekim mahalle maçlarıyla başlayan, adına gayrı federe de diyebileceğimiz usulle futbol federasyonunun kurulması, böylece bu oyunun bir çatı altında buluşturulması, futbolu her alanda disipline ederken bir yandan da şekillendirdi. Birçok kentte olduğu gibi İzmir de kendi bünyesinde bir lig kurdu. Her ilin mahalli ligi o kentin adını taşıyordu. İzmir Mahalli Ligi ya da Ankara Mahalli Ligi gibi... Her kentin liginde 12 ya da 14 takımdan oluşan mahalli ligler başlar ve 22 hafta içinde biterdi. Çok sonraki yıllarda özellikle İzmir, İstanbul ve Ankara üçgeninde karma maçlar önem kazanmıştı. İzmir takımlarının seçkin oyuncularından bir takım yaratılır, İstanbul ya da Ankara karmalarıyla maçlar yapılırdı. Puan usulü ile oynanan maçların sonunda da Türkiye şampiyonu belli olurdu. Mahalli ligler uzun yıllar kendi içinde oynandı. Ne var ki, 1957 yıllarında Mahalli Lig’lerin yerine yeni bir lig kurmanın çalışmaları başlatılmıştı. Profesyonellik ise kağıt üzerinde 1955’li yıllarda hayata geçmişti. İzmir’de o yıllarda Altay, Karşıyaka, Göztepe, İzmirspor, Altınordu, Ülküspor, Kültürspor, Egespor, Demirspor, İzmir Yün Mensucat
Karşıyaka 1959 takımları Mahalli Lig’de mücadele veriyorlardı. Futbolcu alışverişleri de (transfer) pek yaşanmazdı bu takımların arasında. Zira oyuncuların büyük bölümünde renk aşkı vardı ve o renklere uzun yıllar hizmet ederler, karşılık beklemeden oynarlardı. Bazen de yaşı ilerleyen oyuncular Demirspor ve İzmir Yün Mensucat gibi takımlarda oynamayı tercih ederlerdi. Devletin ya da özel sektörün desteklediği bu iki takımın oyuncuları ilerleyen yıllarda işsiz kalmak gibi bir korku yaşamazlardı. Hemen her oyuncu formasına aşıktı ve amatör bir düşünce içinde sahaya çıkardı. O yıllarda birçok oyuncu formasını, tozluğunu ve çorabını evinde yıkardı. Bu durum sadece İzmir’deki oyuncular için değil, tüm ülkedeki oyuncular için geçerliydi. İzmirli Vahap Özaltay, Fuat Göztepe ve Sait Altınordu gibi ünlü oyuncular, takımlarına olan aşklarını giydikleri formanın rengiyle birleştirmiş ve kulüplerin adlarını kendi soyadları olarak almışlardı. İstanbul’da da aynı şekilde Mahalli Lig maçları oynanıyordu. Fenerbahçe, Beşiktaş, Galatasaray, İstanbulspor, Kasımpaşa, Beykoz, Vefa, Adalet, Emniyetspor, Beyoğluspor, Yeşildirek, Karagümrük, Taksim daha sonraki yıllarda da Feriköy gibi takımlar ligde yer alıyordu. Ne var ki, Mahalli Lig’lerin yerine ‘Milli Lig’ adının benimsenmesi ve bu değişimin çabuklaşması bazı kulüplerin hazırlık yapmalarına fırsat vermemişti. İzmir takımları da buna alışmakta epeyce zorluk çekmişlerdi. 1958-1959 Milli Lig’in, aynı zamanda sezonun başlangıç tarihiydi.
Göztepe 1956-1957
İzmir Demirspor
9
Hazırlıksız yakalandılar M
ahalli Lig’den Lig’d ’ en Milli Lig’e ’d ’ geçiş ’e aşamasında, profesyonelliğe giden yeni yolda oyuncular gibi yöneticiler de sistemi tam olarak algılayamıyorlardı. Onlar hala amatördü ve profesyonelliğin ne anlama geldiğinin bilincinde değillerdi. Türkiye Futbol Federasyonu’nun önüne her kentten, her takımdan sorunlar bir anda yağmur gibi geliyor, isteklerin ardı arkası kesilmiyordu. Takımların yöneticileri de, seyircileri de kulübün sorunlarını, sıkıntılarını hiç bilmezdi. Kent dışından gelen yeni yüzler görmeye başlayınca futbolun kent ekonomisinin gelişimine ne kadar katkısı ol-
10
Ankara 19 Mayıs Stadı
Alsancak Stadı’nda bir karşılaşma: Nevzat Güzelırmak, sakatlanan kaleci Ali Artuner.
Alsancak Stadı’ndaki karşılaşmada Nevzat Güzelırmak’ın golü ağlarla buluşuyor.
Alsancak Stadı
11
İnönü Stadı
duğunu anlamışlardı. Aynı zamanda da sorunların arttığını…
Deplasman Sadece İzmirliler için değildi bu değişim; İstanbul ve Ankara takımları için de durum aynıydı... Milli Lig’in başlamasından sonra bu üç kentin takımları ‘deplasman’ kelimesinin anlamını daha iyi kavramaya başladılar. İzmir takımları Alsancak Stadı’nda, İstanbul takımları şimdiki İnönü Stadı’nda, Ankara takımları da 19 Mayıs Stadı’nda mücadele veriyorlardı. Senin evindeki maç, benim evimdeki maç diye bir ayrım Milli Lig’e kadar yoktu. Takımların yolculuk ya da otel gibi giderleri olmadığından yöneticiler rahattı ve maç gelirlerini inceden inceye hesaplamazlardı. Milli Lig’deki durum tamamen farklıydı. Deplasman uygulaması oyuncular açısından hoştu ama yöneticiler için hiç de öyle değildi. İzmir takımlarının İstanbul’a, Ankara’ya ya da Adana’ya deplasman maçına gidip gelmeleri o yıllarda da büyük paralar gerektiriyordu. Altay, İzmirspor, Göztepe ve Altınordu'nun en önemli sorunu paraydı. Bunun yanında altyapı eksikliği de ciddi bir sorundu. Aynı durum Ankara takımlarında da vardı, fakat Hacettepe, Ankaragücü, Ankara Demirspor ve PTT takımları, Gençlerbirliği kadar rahatsız değillerdi.
12
Bu dört takıma devlet ve bazı özel şirketler destek oluyordu. Genellikle kulüpler o yıllarda ekonomik faaliyet içerisinde bulunup ayakta durmaya çalışıyorlardı. İstanbul’da özellikle Fenerbahçe, Beşiktaş ve Galatasaray kulüplerinin Türkiye’nin her yerindeki gönüllülerinden almış oldukları bağışlar da bugünkü gibi az değildi. Kısacası Milli Lig dönemlerinde bu üç büyük kulübün durumları diğer takımlara göre oldukça iyi sayılırdı. Yüksek miktarda maç gelirleri vardı ve bağışları da fazlaydı. Federasyon ve devlet bu üç kulübe farklı davranıyordu. Zorlandıkları zamanlarda zengin yöneticiler bulmakta yetenekliydiler. Deplasman maçları ülke futbolunun dört köşeye yayılmasına ve sevilmesine hizmet etmişti ama bu işin parasal yönü de çok önemliydi. Seyirciden gelecek hasılat, yöneticinin cebinden vereceği bağış ve transfer talimatnamesi; kulüplerin bu ağır faturaların altından kalkmasına destek olan unsurlardı. Bu üç unsur o dönemlerde bir süre işe yaradı ama ilerleyen dönemde tamamen iflas etti. Bir takımı deplasmana götürmenin dışında transfer ücretleriyle oyuncuların aylıkları, yöneticileri ve doğal olarak da kulüpleri ciddi sıkıntılara sokuyordu. Zira cepten para vermenin sonu yoktu ve yöneticilerin çoğu yavaş yavaş futboldan istemeye istemeye uzaklaşmak zorunda kalmışlardı.
Gürsel Aksel
Futbol üçgeni Milli Lig’in Mahalli Lig’e kıyasla getirisi fazlaydı. Milli Lig futbolculara bir taraftan futbol görgüsü kazandırırken bir taraftan da kendilerini geliştirme şansı veriyordu. Yöneticiler de ellerindeki oyuncularla rakip takımlarda oynayan oyuncular arasındaki farkı görme şansı bulmuşlardı. Oyuncu sayısı, 20 ya da 22 takımlı lig tablosunda bir anda 350’ye ulaşabiliyordu. Bu kadar oyuncuyu kendi bünyesinde barındıracak takım sayısı da 22’nin üzerinde değildi. Bu iş tam anlamıyla bir profesyonellik istiyordu; transfer paraları verilecek, aylıklar ödenecek, maç primleri hesaplanacak, ayrıca kamp, deplasman paraları bulunacak ve ödenecekti. Kısacası yöneticilerin işi hiç de kolay değildi. Bütün bu sıkıntıların yanında bir de futbolcuyu elde tutabilme sorunu baş göstermişti. Yöneticiyi rahatlatan tek bir şey vardı, o da profesyonel oyuncu talimatnamesiydi…
Talimatname ‘Profesyonel Oyuncular Talimatnamesi’ oyuncu transferiyle ilgili maddeler içe-
riyordu. İki yılını dolduran oyuncu elini kolunu sallayıp başka bir takıma gidemezdi, öncelik hakkı ilk sözleşmeyi yaptığı kulüpteydi. Kulüp isterse, sözleşmesi biten bir oyuncuya sormadan sözleşmesini iki yıl daha uzatabilirdi. Alacağı ücretin miktarını da, ilk sözleşmesinde yazılan rakam kadar bile göstermez, iki yıllık maaş tutarını ödeyip, iki yıl daha takımda oynatabilirdi. Bu durumda yıldız bir oyuncunun transferine kendisi değil ancak kulübü karar verirdi. Yöneticiler oyuncuları hem kaybetmemiş hem de az para ödeyerek takımlarının geleceğini garantilemiş olurlardı. Bu talimatname her yönetici için silahtı. O yıllara bakıldığında Milli Lig’de mücadele veren hemen hemen tüm takımların oyuncu kadrolarında yıldız oyuncu sayısı az değildi. Böylesine bir durum rekabeti de üst seviyeye çekiyor, maçların heyecanı bitmiyordu. Örneğin Göztepe’de; Gürel, Hakkı, Atilla, Önder ve Bahri, Altınordu’da; Muhterem, Melih, Yılmaz, Sedat; Demirspor’da Gürcan, Hakkı, Ahmet, Nail, Altay’da; Doğan, Erol, İzmirspor’da; Kamuran, Özcan, Burhan, Tarık ve birçok yıldız oyuncu bulunuyordu. Bu oyuncular yerlerini zaman
içerisinde başka yıldızlara bıraktılar. 1960’lı yıllardan sonra statlarda takımların çehresinin değiştiğine tanık olunuyordu. Ezberlenen isimler ve takımlar artık bu yeni statü içinde görülmemeye başlanmıştı. Renk aşkı ve takım sevgisi artık doğrudan parayla ölçülmeye başladığından seyirciler de bu değişimi anlamakta epeyce zorlandılar. ‘Profesyonel Oyuncular Talimatnamesi’ndeki değişimler oyuncuların lehine olmaya başlayınca önce kulüpler, ardından da yöneticiler zor duruma düştüler ve amatörlük heyecanı iyiden iyiye kaybolmaya başladı. 1960’lı yılların sonlarına doğru bu silahı (talimatname) yöneticinin eline veren o avantajlı durum değişince, yöneticiler ikinci bir çıkmazın içinde kaldılar. Bu da o yöneticilerin kulüplerinden ayrılma düşüncelerini adeta körükledi ve profesyonelliğin gereğini yerine getiremeyen bu sevdalılar, istemeden de olsa kulüplerinden kopmak zorunda kaldılar. Deplasman, prim ve kamp giderlerini karşılamakta zorlanan yöneticiler kulüplerinden sessizce, yavaş yavaş ayrılmaya başladılar. Günümüzde artık ekonomik kriz içinde olmayan kulüp yok gibi...
Soldan sağa: Melih, Kalaycı Yılmaz, Gode Cengiz, Sedat.
13
tuklarını daha paralı insanlara bırakıp köşelerine çekildiler ama bunu yapmak da o kadar kolay olmuyordu. Başarıyı o insanlarla yakalamış yöneticileri kim bırakırdı ki? Yöneticilerin bir kısmı zekice davranıp ya ilerleyen yaşlarını ya da işlerini bahane edip ayrıldı, bir kısmı da küskünlük yaratıp kulüplerinden koptu.
İTİBAR PARADAN
ÖNEMLİ
Zaman, akıl ve para İzmir kulüplerinin başında çok önemli yöneticiler vardı. Bu insanlar birbirlerine maçlarda rakip olurlardı ama diğer konularda birlikte hareket ederlerdi. Özellikle İzmir dışındaki takımlarla oynarlarken
Esin Özgener
Candoğan Sakaoğlu
Y
ıllar geçtikçe ve genç takımların önemi daha da belirginleşince, 1960’lı yıllarda Futbol Federasyonu ‘Genç Takımlar Şampiyonası’nı yasal olarak başlattı. Profesyonellikte para oldukça önemliydi. Oyuncu alacaksın parayla, deplasman parayla, maçı kazanırsın para… Yani attığın her adımda para gerekiyordu. Oysa kulüplerin bu takımları yaşatabilmesi için harcadıkları para kadar gelirlerinin de olması gerekirdi. Gelir gider arasındaki fark açılmaya başladıkça sıkıntılar da artıyordu. Değişen koşullar, yavaş yavaş elde edilen oyuncu hakları, zamanla her kulübün yöneticisini sıkıntıya sokmaya başlamıştı. En sonunda yöneticiler çıkar yol olarak kol-
14
Hayri Yorgancıoğlu
Mazhar Zorlu ve Rıdvan Burteçin.
birbirleri için mücadele verirlerdi. Zira kentin nüfusunun fazla olmaması sayesinde her yönetici birbirini yakından tanıyabiliyor ve birlikte fazla vakit geçirebiliyorlardı. Mazhar Zorlu başta olmak üzere, Haşmet Uslu, Sabahattin Tanık, Zeki Çırpıcı, Ahmet Sevil, Fevzi Kaya ve diğerleri İzmir futbolu açısından çok önemli kişiliklerdi. Altaylı, Göztepeli ve Altınordulu bu yöneticilerin Yengeç Restoran ve Bergama Restoran’daki bitmez tükenmez masa sohbetlerini bilmeyen var mıydı ki? Sadece İzmir değil, ülke çapında yaşanacak bir organizasyonun temsilcileri de buralarda bir araya gelerek futbolla ilgili kararlar alırlardı. Milli maçların
Zeki Çırpıcı İzmir’de oynanması ve 1971 Akdeniz Oyunları’nın bu kentte yapılması en çarpıcı örneklerden sadece ikisiydi. Altay ile Al-
tınordu kulüpleri kuruluşlarından bu yana daima birbirini kollayan iki kulüptü. 1914 yılında İzmir’de kurulan Altay, 1925’te
Hayri Yorgancıoğlu ve Ahmet Piriştina.
15
Selçuk Yaşar, Mazhar Zorlu ve Erdoğan Tözge. Göztepe’nin doğmasına neden olurken, 1927’de de Altınordu’yu bünyesinden çıkarmıştı. Altay o dönem, yöneticilerinin de etkisi ile Altınordu’ya daha yakındı. Birbirinden ayrılmalarına rağmen dostlukları hiç bozulmadı. 1962 yılında şimdiki Atatürk Spor Salonu’nun yerinde Altınordu Sahası vardı. Altınordu Kulübü Yönetim Kurulu, Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü ile ortak koşullar yaratırken, bazı maddelerin içine Altay’ı da katmıştı. Yani Altay’ı unutmayarak dostluğun nasıl olacağını ispatlamıştı.
Altay Kulübü Başkanı Kemal Zorlu
Sakaoğlu ve Şaşal
İzmir ve kulüpleri önemli yöneticiler yetiştirmişti: Hayri Yorgancıoğlu, Mazhar Zorlu, Sabahattin Süvari, Hüseyin Barbaros, Rıdvan Burteçin, Zeki Çırpıcı, Cavit Ölçer, İsmail Şişmanoğlu, İbrahim Gürbüz, İlyas Sipahi, Selçuk Yaşar, Muhittin Ekiz, Fevzi Kaya, Ahmet Sevil, Sadi Oktav, A. Ulvi Kiremitçiler, Pertev Molay, Bedi Tuaç, Haydar Aryal, Mehmet Veryeri, Tahir Türetken, Ayhan Erkaya, Nurhan Erkaya, Candoğan Sakaoğlu, Almus Vreskala, Süleyman Çalışkan akla gelen isimlerden sadece bir bölümü. Bu insanların başarısında şu kriterler baz alınmıştı:
Candoğan Sakaoğlu, Fevzi Şaşal ve Almus Vreskala futbolun önemli üç ismidir. Bu insanları tanıyanlar ne kadar futbol sevdalısı olduklarını bir kez daha anımsayacaklardır. Candoğan Sakaoğlu parasını ve zamanını hiç sakınmadan kulübe harcamış ve basketbol takımını Türkiye şampiyonu yapmıştı. Buna rağmen Altınordu’nun genel kurulunda kendisine sorulan şu soru onu oldukça üzmüştü: “Bir milyon nerede?” Büyük paralar harcayarak sadece İzmir’in değil Türkiye’nin de dikkatini çeken, iki ayrı dalda takım yaratan, o dönemin şartlarında iki de yabancı oyuncu alarak Altınordu’ya büyük ivme kazandıran Sakaoğlu için kopuş işte bu soruyla başlamıştı…
1. Zaman 2. Akıl 3. Para
16
Kulüpçülük bugünkü gibi değildi. Yöneticiler, federasyonla ilişkilerinden tutun da oyuncu transferlerine ve altyapı maçlarına kadar her şeyden sorumluydular. Çoğu kaptanlık ya da yönetim kurulu üyeliğinden sonra başkanlık koltuğuna oturmuştu. Bazıları hiç başkan olmadan, deneyimli başkanların altında görev alıp yetişti. Çoğu, kulüplere harcadığı paranın karşılığını alamadı ama içlerinde kulüplerinden faydalanıp işini düzeltenler de yok değildi.
Karşıyaka Kulübü Başkanı Tahir Türetken
Abdurrahman Özöner Rıdvan Burteçin
Ayhan Erkaya
Mazhar Zorlu
Tayyar Özdemir Nurhan Erkaya
İzmirli antrenörler.
17
Mazhar Zorlu
Rıdvan Burteçin 18
Selçuk Yaşar
Ceyhan, Nevzat, Gürsel, B. Mehmet, Fevzi, Çağlayan, Halil
1970’li yılların sonuna doğru adı Göztepe ile birlikte anılan, sempatik, şişman, göbekli Fevzi Şaşal’a ne olmuştu? O da sarı- kırmızılı kulüpte yönetici olarak dikkat çekmişti. Göztepe’ye para da verdi, zaman da verdi, akıl da. Çok büyük maddi sıkıntı çekti bu sevda yüzünden ama takımını yine de iyi bir duruma getirdi. Bir gün kapısı çalındı. Alacaklılar icraya vermişti kendisini. O da paralarını Göztepe’ye vermişti, alacaklılara ne diyebilirdi ki? Tüm malvarlığını satıp, borçlarını ödedi ve karısıyla bir köşeye çekildi. Fevzi Şaşal’ın adı, kendine has özelliği ve aldığı kararlarla aynı yönetim kurulunda çalıştığı başkanı Özdemir Arnas’ın önünde anılıyordu. Mutlak diğer yöneticiler gibi yanlışları ve hataları vardı
ama Fevzi Şaşal da Göztepe uğruna işini kaybeden yöneticilerden biriydi. Sonunda damadının evinde otururken, bu evrenden sessizce ama borçsuz olarak ayrıldı. Almus Vreskala, Candoğan Sakaoğlu ile Fevzi Şaşal dönemlerinden biraz daha eski yöneticiydi. Altay kulübünde başkanlık yaptığı dönemlerde renkli ve heyecanlı yapısıyla elindeki futbolcu kadrosunu kaybetmeden, Altay geleneklerini kenara atmadan önemli görevler yaptı. Altay kulübünün haberlerini veren bir de dergi çıkarttı. Ünlü sanatçı Cavidan Dora ile evlendi, bir süre sonra ne yazık ki futbol uğruna parasını kaybeden kişiler kervanına o da katıldı. Üçünün de ruhları şad olsun. İzmir için üç önemli isimdiler. Candoğan Sakaoğlu, Fevzi Şaşal ve Al-
mus Vreskala… Daha başka örnekler yok mu? Tabii ki var… Bu nasıl bir sevda ki, insanı alıp bu evrenden götürebilecek niteliklere sahip. Erol Özyeşilpınar Altay da genel kaptanlık yapıyordu, başkan da Rıdvan Burteçin’di… Sezon başında Altay, Bursa Uludağ’da kampa gitmişti. Başkan Burteçin, “Erol al şu parayı, takımı sen götür” demişti. Özyeşilpınar, takımın başındaydı. 15 günlük kamp sonunda kaldıkları otelin hesabı ile Başkan Burteçin’in Erol Özyeşilpınar’a verdiği para birbirini tutmamıştı. Yani hesap çok daha fazlaydı. Altay ve kafilesi Uludağ da prestij kaybetmemeliydi. Nitekim Erol Özyeşilpınar, yeşil renkli Mercedesini Bursa’da satıp takımı İzmir’e getirmişti. İşte onlarınki böyle bir sevdaydı…
19
SAMİ ÖZOK İzmirspor’un menajeri Sami Özok, futbolcularla...
Atilla Gürsoy Ali Artuner
20
Ayfer Elmastaşoğlu
Ö
zok, koyu renkli takım elbiseleri ve ağzındaki purosu ile dikkat çekerdi. İzmir'de kulübüyle başı derde giren her futbolcu ona başvururdu. Kulüpler bile sorunlarını çözebilmek için ona akıl danışırdı. İzmir’de Sami Özok, Ankara'da Avni Bulduk, İstanbul'da Ali Mortaş üç büyük kentin üç önemli isimleriydi ve bu üç isim futbolcularla kulüplerin akıl hocalarıydı. Avni Bulduk, Güneşspor takımının başkanlığını yapıyordu. Ali Mortaş İstanbulsporluydu. Ve sarı-siyahlı bu üç futbol menajeri ya da futbol doktoru bugünkünden farklı olarak oyuncu alıp oyuncu satmazlardı, dolayısıyla para kazanmazlardı. Beğendikleri yetenekli oyuncuları kulüplerine getirir, kazanılması için çaba harcarlardı. Örneğin Sami Özok, Metin Oktay'ın İzmirspor'dan Galatasaray'a, Güven Önüt'ün de Beşiktaş'a transferini sağlamış, böylelikle kulübe para kazandırmıştı. Kısacası onlar doğrudan fahri danışmanlık görevini üstlenmişlerdi, adları da kulüpleriyle birlikte anılırdı. Bu kişiler profesyonel futbol gündeme gelince, Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü'ne bağlı olan Futbol Federasyonu’nun çıkardığı talimatnamelerden birer tane alıp ceplerine koymuşlardı. Şunu iyi biliyorlardı ki, yöneticilerin çoğunun, zamanı gelince bu talimatnamelere ihtiyacı olacaktı. Sami Özok, Avni Bulduk ve Ali Mortaş bunun farkına varan ileriyi gören futbol menajerleriydi ve bu özelliklerini de ceplerine koydukları o küçük kitapçıktan kazanmışlardı. İyi ki de kazanmışlardı. Dönemin yöneticileri bu konulara önem vermemeleri nedeniyle büyük hataların kurbanı olmuşlardı. İzmir kulüplerinin birçoğu Sami Özok'un bilgeliği sayesinde ayakta kaldı. Zaman içerisinde değişen koşullar ve kulüplerdeki arz-talep değişimi kulüp müdürlerini ortaya çıkardı. İzmirspor takımının en iyi oyuncularından biriydi Tarık Gençay. Genelde defans oynayan bir oyuncuydu ama takımı yenik duruma geçince forvete gider ve attığı kafa golleriyle arkadaşlarını kurtarırdı. Uzun yıllar İzmirspor'a hizmet veren futbolcu, menisküs nedeniyle futbola veda etmek zorunda kalmış, sonraki yıllarda teknik direktör olarak hem kendi takımında hem de başka takımlarda görev yapmıştı. Takımda yüzü az gülen ancak kalbinin yumuşaklığıyla tanınan Gençay dışında Kamuran Soykıray, Necdet Elmas ve Nurettin gibi önemli oyuncular da bulunuyordu. O dönemlerde yani 1955'li yıllarda Tarık Gençay ismi İzmirspor’la özdeşleşmişti. Burhan, Özcan, Aykut ve Orhan gibi oyuncular İzmirspor'un bünyesinde yetişen unutulmaz oyunculardı. 1966 yıllarında Tarık Gençay,
Adnan Süvari
yine İzmirspor'u çalıştırıyordu. Esprili kişiliğiyle de bilinen bu eski futbolcu her oyuncuyu da beğenmezdi. Döneminin oyuncuları hangi takımda olursa olsun iyi futbolculardı. Bir gün antrenman sırasında yardımcısı
Cengiz Kocatoros (Gode Cengiz)
Refik Vardarlıoğlu'na, "Hocam topu kornere dik de, kornerin nasıl atıldığını şunlara bir göster" demişti. Tarık Gençay'ın asıl amacı antrenmana renk vermek ve Refik Vardarlıoğlu'nun topu kornerden ceza alanı içine kadar gönderemeyeceğini göstermekti. Nitekim Refik Vardarlıoğlu topu korner noktasına dikip, vuruşunu yapınca top ceza alanının dışında kaldı. Tarık Gençay hemen ardından, "Gördünüz çocuklar, korneri hep böyle atın" diyerek esprisini patlatıverdi. Son yıllarında kapısını çalanların sayısı iyice azaldı, yalnız kaldı, bir süre sonra da bu dünyadan göçüp gitti… Refik Vardarlıoğlu da Yugoslavya'dan Türkiye'ye göç eden insanlardan biriydi. Memleketinde terziliği iyice öğrenmişti. İstanbul’un ardından İzmir'e gelip yerleşmiş ve İzmirspor'da antrenör yardımcılığı yapmaya başlamış, daha sonraki yıllarda Karşıyaka, Aydınspor ve Altay'da çeşitli görevlerde bulunmuştu. Kısa boylu, cin gibi bir insandı Vardarlıoğlu. Yaşamının son yıllarında çocukluğundan öğrendiği terziliği Altay'da yaparken vefat etti.
21
Altay iki yıl önce kadrosuna kattığı ünlü kaleci Varol Ürkmez'i bu maçlarda oynatamamıştı. Zira Varol Ürkmez Beşiktaş'la birlikte ABD'deki bir turnuvaya katılmış, kaleye de takımın forvet oyuncusu Önder'i (Sıçan) koymuştu. Önder, Bursa'daki baraj maçlarında turnuvanın en iyi kalecisi seçilmiş, Altay'ın Milli Lig'e dönmesinde büyük rol oynamıştı. Varol Ürkmez'in son maça Bursa'ya gelmesiyle de forvet oynamış, goller atıp Altay'ı çıkmazdan kurtarmıştı. Altay ile Altınordu daha da kötü örnekti. İzmir takımları ileriki yıllarda ligden düşecek ve böylelikle bu örneklerden ders almamanın bedelini ödeyeceklerdi.
Sami Özok’lu İzmirspor.
Baraj maçları Milli Lig, özellikle İzmir takımlarını ve yöneticilerini iyice zorlamaya başlamıştı. Yöneticiler ligden küme düşmenin ne sonuçlar doğuracağını önceleri kavrayamamıştı. Deplasmanlar, kamplar, profesyonelliğin gereği olan paralar ve federasyonla ilişkiler, altyapısı olmayan kulüpleri epeyce zorluyordu. Altınordu ile Altay 1962 sezonu sonunda birlikte Milli Lig'den düştüler. Kadroları yeterli değildi ve yöneticilerin ace-
milikleri bu iki takımı küme düşürmüştü. Takımlarda hem oyuncu sayısı azdı hem de yetenekli oyuncu yoktu. Altay Milli Lig’deki son maçını İstanbul'da Fenerbahçe ile yapmış, 1-1 biten maçta antrenör olarak görev yapan Bayram Dinsel bile sahaya çıkan takımda yer almıştı. İki takım da yeni sezon başlamadan Bursa'daki baraj maçlarında ilk iki sırayı alıp yeniden Milli Lig'e dönmeyi başarmıştı. Altay birinci, Altınordu'da ikinci olmuştu.
Metin Oktay
Tarık Gencay
22
Soldan sağa: Adnan Süvari, Halil Kiraz, Ceyhan Yazar, Seyfi Talay, Ahmet Cücen.
İlk 6’lar ve Karşıyaka 24 takımla sadece bir yıl oynanan Milli Lig’de takımlar beyaz ve kırmızı olarak 12'şerli iki gruba ayrılmıştı. Bu grupların içinde Altay, Karşıyaka ve Göztepe aynı renkteydiler. Altınordu ile İzmirspor ise ayrı
Tayyar Özdemir
gruba düşmüşlerdi. Statü gereği takımlar iki devreli maçlar oynayacaktı; ilk sıradan başlayarak ilk üç takım iki ayrı gruptan alınacak ve 6 takım oluşturulacaktı. İki gruptan geriye kalan 9x2 =18 takım da baraj maçlarını kendi aralarında yapacaktı. Karşıyaka
Argun Akmoral
1964 yılındaki bu maçlarda büyük başarı gösterdi. Kendi grubunda ilk 3'e rahat girdi. Altay ise Karşıyaka'nın İstanbul'da Beyoğluspor ile yapacağı maçın sonucuna göre girecek ya da giremeyecekti. Kaderi bu maçın sonucuna bağlıydı. Göztepe ise ilk
Gode Cengiz
23
Erol Baş
24
Sezen Kadıoğlu
Gürsel Aksel
Erkan Velioğlu Erol Baş
Yılmaz Canlısoy
6'ya girememişti, Altınordu ve İzmirspor gibi baraj maçlarına devam edecekti. Karşıyaka İstanbul deplasmanına gitmişti ama kaldığı otelin lobisi Beyoğlusporlu yöneticilerle doluydu. Tanıdık tanımadık herkes lobideydi. Derler ya, panayır gibi bir kalabalık. Karşıyaka disiplinli bir şekilde otelin sadece bir katına yerleşti. Aslında tüm oyuncular da yöneticiler gibi titiz davranıyordu.Ertesi gün Karşıyaka, rakibi Beyoğluspor’u İnönü Stadı’nda yendi. Bu galibiyet Karşıyaka'ya sadece puan değil, prestij de kazandırmıştı. Ya Altay'a? İşte bu Karşıyaka'nın başarısı Altay'ı da ilk 6 takım arasına sokmuştu. Bir de kendine dost bir kulüp bulmuştu.
O yıllarda Karşıyaka'nın çok iyi bir forveti vardı. Kaleci Erdinç, Ogün, Bulut, Zeki, Erol Baş, Necati, Gode Cengiz, Argun, Vural, Burhan ve Selim gibi önemli oyuncuların olduğu takımdaki birlik ve beraberlik, başarılarının en önemli kaynağını oluşturuyordu. Futbol Federasyonu'nun 24 takımdan oluşan ve iki ayrı grupta oynattığı liglerin şimdiki play-off benzeri bir üst kademeye geçişleri o dönemlerde de büyük ilgiyle karşılanmıştı. Zira ilk altı takım içinde olmak, hasılat zenginliğine ulaşmak demekti. Bu da her yöneticinin arzu ettiği bir durumdu. O yıl Karşıyaka ile Altay, ka-
salarına epeyce para koymayı başarmışlardı. Klasmanda oynayan takımlar ise az seyirciyle oynamak durumunda kalmışlardı. Aslında o yıllarda ilk kez uygulanan sistem futbolcu ve yönetici açısından zorlayıcı bir sistem olarak görünse de, futbolda şike, teşvik primi ya da benzeri olumsuz faktörleri yok ediyordu. Kaliteli takımların kaliteli maçlarına seyirci daha fazla ilgi göstermişti. 6 takım içinden biri şampiyon olacaktı ve tümünün şansı ligin başında eşitti. Bu da ligde seyirciyle yöneticiye büyük heyecan veriyordu. İlk altılar denilen o sistem içinde Karşıyaka da Altay da paranın dışında genç oyuncuları kazanmışlardı. Bu oldukça önemli bir kazançtı...
İzmirspor 1962-1963
25
Altay 1954
Değişimin ilk adımları
G
öztepe o yılı İzmirspor ve Altınordu gibi rahatça tamamladı. Ancak yeni bir kadro kurmanın hesabı içindeydi. Ali Artuner, Nihat Yayöz, Hali Kiraz gibi önemli oyunculara sahip olan takımın başında o sırada Ruhi Karaduman vardı. İngiltere'den döndükten
26
Önder Sapanlı idmandan sonra eşofmanlarını çıkarmış, çalıştığı gazete adına antrenörüyle röportajda.
sonra Karşıyaka'da görev yapan Adnan Süvari bir yıl sonra Göztepe’nin teknik direktörlüğünü üstlendi. 4-2-4 sistemini ve futboldaki gelişmeleri iyi bilen Adnan Süvari, gelecek için ciddi çalışmalar başlatmıştı. Ahmet Cücen ve Ruhi Karaduman gibi teknik adamlar da onu yalnız bırak-
mamışlardı. İzmirspor ve Altınordu'nun aksine Göztepe geleceğe umutla bakıyordu, ligin dumanını attıracak bir takım yaratmanın ilk adımlarını atmayı kafasına koymuştu. Altay’da bazı oyuncular askere gitmişti. Takımın başında antrenör Vahap Özaltay bulunuyordu. Yöneticiler de Özal-
tay'ın başlatmış olduğu yeniliğe katılıyor, genç oyuncuları kazanmak için kararlı davranıyordu. Nitekim Milli Lig’de Karşıyaka ile birlikte ilk 6 takım arasına giren Altay bu dönemi fırsat bilip, Ayfer Elmastaşoğlu başta olmak üzere, Atilla Gürsoy, Necdet Tunca, Zait Çelikaltay, Hikmet Ok, Feridun Öztürk, Mustafa, Erol Yaman, Tuncay gibi oyuncuları profesyonel kadrosuna alıp oynatmaya başlamıştı. Altı takımın yaptığı lig mücadelesinde bu oyuncular bir hayli deneyim kazanmışlardı. Altyapıdan oyuncu almanın daha doğru olacağı düşüncesiyle Altay'ın altyapısı oluşturulmuştu. Göztepe ve Altay diğerlerinden daha çabuk davranıp gençleri kazanmanın yollarını arıyorlardı. Ancak Altay, Göztepe'ye oranla daha şanslıydı.
Çünkü maçlar Milli Lig’de ilk altı takım arasında oynanıyordu. Zira bu ligde sonuncu bile olunsa takım düşmüyordu. Ligin bitiminde en kötü derece altıncı olmaktı. İşte Altay bu şansı yakalayınca genç oyuncularını her takımın önüne korkmadan çıkardı. Göztepe ise ilk altı arasına giremeyince genç oyuncuları hemen sahaya süremedi. Zira klasman grubu maçları oynadığından ligden düşebilirdi. İzmirspor ile Altınordu bunu yapamadılar. Karşıyaka ise Gode Cengiz ve Erol Baş dışında başka bir oyuncu kazanma yoluna gitmedi. Tabii bunun Karşıyaka açısından bilinen özel nedenleri de olabilir. Bir de şunu belirtmekte yarar var; o yıllarda takımların altyapılarında bugünkü kadar yetenekli oyuncu bulunmuyordu.
Muhterem Ar
Melih Garipler
Nehir
Mümin Özkasap
Yılmaz
Muhterem Ar
Sait Altınordu
27
Altınordu 1977
Göztepe 28
Düşmeler başlıyor Milli Lig'in ekonomik açıdan zorlayıcılığı bütün takımları olduğu gibi İzmir takımlarını da oldukça zorluyordu. İstanbul'un üç takımı; Fenerbahçe, Beşiktaş ve Galatasaray bugünkü gibi yine diğer takımların ekonomik yapısından daha güçlüydüler. Zira seyircileri çoktu ve yöneticileri daha aktif olduğu gibi sürekli olarak özveride bulunuyorlardı. Bu arada Milli Lig ismi de ‘Birinci Lig’ olarak değiştirildi. Bu yeni isim altında lig mücadelesinin işleyişinde bir fark yoktu. Altınordu basketbol takımı, Candoğan Sakaoğlu başkanlığında önemli başarılar yakaladı fakat bu da uzun ömürlü olmadı. Sakaoğlu'ndan sonra göreve gelen başkan ve yönetim, giderleri karşılamakta zorlandı.
Fevzi Zemzem
O dönemlerde maçların gelirleri 40’a 60 şeklinde dağıtılıyordu. Bir örnek vermek gerekirse iki takımın maçından galip gelen takım maç hasılatının yüzde 60’ını alırken, yenilen takım yüzde 40'ını kasasına koyabiliyordu. Bu maçın yeri önemli değildi. İçeride ya da dışarıda fark etmiyordu. Fenerbahçe, Beşiktaş ve Galatasaray yine bugünkü gibi şampiyonluğa oynuyorlardı ve o dönemlerde de maç gelirlerinin yüzde 60'ını çoğunlukla alıyorlardı. Zaten kendi sahasındaki maçları da genellikle kaybetmiyorlardı. Yani, yılın sonunda o üç kulüp en fazla gelir elde eden taraf oluyordu. Bir de futbol seyircileri çok fazlaydı. Oynadıkları sahaların büyüklüğü de düşünülürse, durumları diğer takımlara oranla çok çok iyiydi. Ekonomik durumları iyi olmayan İzmir takımları ekonomik anlamda gitgide zor duruma düşüyordu, oyuncuları ellerinde tutmaları da iyice zorlaşmıştı. Bunun sonucunda İzmirspor ile Altınordu, ligden düştüler. İlerleyen yıllarda Altınordu yeniden lige döndü fakat uzunca bir süre iniş çıkışlı bir grafik çizdi. Bu durum kulübü de yöneticilerini de epeyce yordu. Özellikle Altınordu'nun ikinci ligden bir alt lige düşüşü ülke çapında yankı uyandırmıştı. 1979 yılında İzmir Alsancak Stadı'nda Altınordu'nun İskenderunspor'u 8-1 yenmesi futbol kamuoyunu epeyce meşgul etmişti. Sadi Oktav'ın başkanlığındaki yönetim kurulu ve futbol takımı İskenderunspor'u 7 farkla yenmesi gerekiyordu. Aksi sonuçta ise kümeden düşüyordu. Maç, Altınordu'nun 81’lik galibiyetiyle sonuçlansa da Futbol Federasyonu şike iddiasıyla Altınordu ile İskenderunspor'u küme düşürdü. Altınordu, bir yıl sonra Teknik Direktör Mustafa Özkula'nın kısa dönem görevinden sonra Muhterem Ar yöneticiliğinde 2. Lig’e çıkmayı başarmıştı. Fakat o tarihten bu yana Süper Lig’i göremez oldu. Aksine takım bir süre
29
Ali Sedat
Ad Sü
Çağlayan Nevzat
Gürsel
Nihat
Efsane Göztepe. sonra ikinci ligden üçüncü lige ve ardından da amatör kümeye kadar düştü, 2003-2004 sezonu sonunda da yeniden amatör kümeden sıyrılıp üçüncü lige dönmeyi başardı.
Üç takım vardı
Ahmet Cücen
30
1960'lı yılların ilk yarısı biterken, İzmir Birinci Lig’de üç takım kalmıştı. Dönemin yöneticileri durumlarını düzeltmek için epeyce uğraş veriyorlardı. Bursa baraj maçlarından sonra sütten dili yanan Altay daha planlı hareket ediyordu. Önem verdiği oyuncuların yüzde 90'ından yararlanmaya başlamıştı, ayrıca ilk altı takım arasında düşme korkusu olmadan mücadele vermesinin avantajlarını da iyi kullanmıştı.
Gürsel Aksel
Adnan Süvari
Zeki Çırpıcı
başarmışlardı. Karşıyaka'ya gönül verenler öncelikle o dönemin yöneticilerine güven duyuyorlardı. O yıllarda Cengiz Kocatoros (Gode), Erol Baş ve Erdinç Bulut gibi oyuncular da altyapıdan A Takımı’na yükselmişlerdi. Karşıyaka genç ve dinamik bir takım oluşturmuştu. Birkaç yıl Karşıyaka'nın da başı ağrımayacaktı ve nitekim de öyle oldu. Karşıyaka; Erol, B. Erol, Yılmaz ve Nevzat gibi önemli oyuncularını da kaybetmişti.
Göztepe’deki değişim
Ayfer Elmastaşoğlu, Atilla Gürsoy, Zait Çelikaltay, Feridun Öztürk, Hikmet Ok, Necdet Tunca gibi oyuncuları altyapıdan A Takımı’na taşımayı başarmıştı. Bu oyuncular yanında kaleci Erol Yaman da Varol Ürkmez'in yedeği olarak dar kadroyu güçlendirmişti. Altay artık geleceğine daha güvenle bakıyordu. Karşıyaka Birinci Lig'de İzmir'i temsil ederken, Ogün Altıparmak'ın bir Altay maçında ayak bileğinin kırılmasıyla bazı oyuncuların performansları düşmüş ama yine de bir şekilde ligi tehlike görmeden atlatmıştı, Ogün tam 6 ay oynayamamıştı, daha sonra onu o dönem için hatırı sayılır bir miktar olan 60 bin karşılığında Galatasaray almak istemişti. Ogün, Karşıyaka'nın yıldızıydı. Karşıyakalı taraftarlar bir haftalık kampanyayla neredeyse 60 bine yakın bir parayı aralarında toplamışlar ve onu takımlarında tutmayı
Göztepe, ilk altıya katılamamanın üzüntüsünü uzun süre üzerinden atamamıştı. Sarı-kırmızılı kulüp de diğerleri gibi Halil Kiraz arayış içerisindeydi. 1964'lü yıllarda yeni bir temel attı sessizce. Takımda; Sedat başta olmak üzere Gürsel-Güler Aksel, Ayhan, Önder, Bahri Altıntabak, Kirlo Yılmaz gibi Göztepe'nin içinden gelen deneyimli oyuncular vardı. Ancak, İngiltere'den Türkiye'ye döndükten sonra kısa bir süre Karşıyaka'yı da çalıştıran Adnan Süvari, Göztepe'nin başına geçmişti. 4-2-4 sistemi ile yeni bir Göztepe sahalara inecekti. 1966-1967 sezonunda yeni Göztepe genç oyuncularıyla Nevzat mücadeleye artık hazırdı. Diğer Güzelırmak yaşlı oyuncular da kadrodaydı ama gerçek plan gençler üzerine yapılmıştı. Zaten Ayhan ve Yılmaz gibi oyuncular da zaman içinde yok olup gittiler. Kendilerine başka
takımlar buldular. Bu 4-2-4'ü Türkiye biliyor, ancak uygulamakta her takım çok iyi sonuçlar alamıyordu. Ya Göztepe? Feriköy takımından K. Mehmet'i, İzmir Demirspor'dan Ertan'ı, Fenerbahçe'den de daha önce aldığı Hüseyin'i kadrosunda buAli Artuner lunduruyordu. Sedat ve Hüseyin önemli oyunculardı. Bu yeni takıma Hüseyin daha çok katkıda bulunmuştu. Ama sonraki yıllarda gerçek Göztepe yavaş yavaş oluşturulmuştu. Takım tertibi çoğunlukla şöyleydi: Ali, K. Mehmet, B. Mehmet, Hüseyin, Çağlayan, Gürsel, Nevzat, Nihat, Ertan, Fevzi, Halil... 4-2-4 sistemini en iyi uygulayan takım olan Göztepe cezalı oyuncuların ya da sakatlıkların dışında hep bu sistemde oynamıştı. Orta alandaki oyuncular; Gürsel ve Nevzat yedek oyuncu ise Ceyhan'dı. Mürsel ile Nevzat ikilisi de futbolun tekniğini iyi bilen oyunculardı.
Göztepe’nin efsane olan ünlü on biri kolay yaratılmadı Bu takım kendi sahasında ya da deplasmanda rakiplerinin korkulu rüyası olmuştu birden. Üç büyük takıma karşı sergilediği oyunlarla bir avuç seyircisinin sayısını artırmaya başlamıştı. Alsancak Stadı'nın kapalı tribününde parmakla sayılabilecek kadar az bir taraftar önünde yıllarca mücadele veren Göztepe’nin her oyunu güzeldi ve izleyenlere haz veriyordu. Oyuncular arasında
31
Göztepe İstanbul deplasmanında.
tam bir birlik hakimdi. Ertan, Nihat ve Fevzi'nin golleri genellikle Gürsel ve Nevzat ikilisinin paslarıyla geliyordu. Yöneticiler mutluydu ve İzmir'de taraftar sayısı oldukça az olan Göztepe'yi herkes desteklemeye başlamıştı. Bu başarılı takımın başarılı futbol adamı Adnan Süvari de haklı olarak gururlanıyordu. O yıllarda Altınordu'nun ve Altay'ın taraftar sayısı Göztepe'den çok daha fazlaydı. Altay, Göztepe ve Karşıyaka Birinci Lig'in iyi ve güçlü takımlarıydı. Ne
32
var ki Karşıyaka'da yeni bir olay patlamıştı. Bir yıl önce Galatasaray'a verilmeyen Ogün, sakat olmasına rağmen Fenerbahçe'ye transfer olmuştu. O yıl Karşıyaka Temmuz ayında (transfer ayı) yıldız oyuncu alamamıştı. Genç oyunculardan kurulu takımı ile yeni sezona girecekti. Böylece Karşıyaka da Birinci Lig’de kısa ömürlü olan takımların içinde yer almış oluyordu. Göztepe 7 yıl kadar o muhteşem kadrosunu koruyabildi. Avrupa kupalarındaki başarısı yanında
Türkiye Lig’lerindeki oyunu ve aldığı Cumhurbaşkanlığı ve Türkiye kupalarıyla kısa sürede önemli bir takım olmuştu. Birbirleriyle saha içi uyumu mükemmel olan Göztepe takımı hiçbir rakipten korkmuyor, bildiği oyunu her alanda sergiliyordu. O dönemde Göztepe’yi izlemek gerçekten büyük bir zevkti. 1966 yılında Göztepe takımı lig fikstürü gereği İstanbul'da üç büyük takımla üç maçını da art arda yapacaktı. İnönü (eski adı Mithatpaşa) Sta-
dı'nda ilk maç Fenerbahçe ile oynandı. Maçın bitimine az bir zaman kala Fevzi'nin gol çizgisini geçen vuruşunun ardından Ogün'ün penaltısıyla yenilmişlerdi. İkinci hafta Beşiktaş maçını da 1-0 kaybetmişti. Göztepe bu iki maçı da iyi oynamıştı ama İnönü'nün çamuru aslında büyük bir rakipti. Diğer takımlar uzun uzun top vuruşlarıyla oynarken Göztepe'nin planlı oyunu çamura saplanıyordu. Son maç Galatasaray’la yapılacaktı. Göztepe bu üç ta-
kımdan birini mutlaka yener diye bekleyenler aldanmamıştı. Göztepe o gün Galatasaray'ı 3-1 yenmişti. Göztepe'nin o muhteşem takımı, yönetimi ve teknik adamı İzmirliyi her zaman mutlu etmişti... O Göztepe'yi bilenler şimdi gördükleri manzarayı nasıl kabul edebilirler ki? Göztepe için kara gün 21 Nisan 2007 tarihidir. 82 yıllık sarı-kırmızılı takım üçüncü ligden amatör kümeye düşmüştür. Aslında bu tarih İzmir kenti için de önemlidir. Zira bu
kentin prestiji de Göztepe'nin amatör kümeye düşmesiyle sarsılmıştır. Avrupa Kupaları’nın o başarılı takımının yıllar içinde böyle bir duruma düşeceğine kimse inanmazdı. Bir avuç seyirciyle yola çıkan ve ilerleyen dönemlerde tribünleri dolduran efsane takım Göztepe, 21 Nisan 2007'de profesyonel yaşamını son Aliağa Belediyespor maçıyla noktalarken, dikkatleri yine üzerine çekmiş ancak bu kez kederle kader birliği yapmıştı.
33
34
Alsancak Stadı 35
İ
ki İzmir takımı Altay ile Göztepe Birinci Lig takımları içinde oynarken bile sinsi sinsi birbirleriyle sürekli yarış yaptılar. Bu yarış ligde alacakları derece kadar ikisinin birbirleriyle yapacakları maçlarda da belirgin şekilde görülüyordu. Her iki takım da rakip takımlara kafa tutacak kadar güçlüydü. Genelde kendi sahalarında maç kaybetmiyorlar ve hasılatın yüzde 60’ını alıyorlardı ve bu onları ciddi anlamda rahatlatıyordu. Göztepe kendi sahasında, Altay da genellikle Alsancak Stadı'nda maçlara hazırlanırdı. Fakat zamanla tribünler yetersiz gelmeye başlamıştı. Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü, bu stadın kapasitesini 5 binden 13 bine kadar çıkardı. Bu durum daha fazla seyirci daha fazla gelir demekti. Nitekim bu değişim olumlu sonuçlar vermişti. Üç yıl aradan sonra Altınordu yeniden to-
Alsancak Stadı’nda bir karşılaşma. 36
parlanıp Birinci Lig’e çıkmayı başarmıştı. İki kişilik ligde Altınordu ile birlikte İzmir takımlarının sayısı üçe çıkmış oluyordu. Diğerlerinin de bu çıkışla birlikte gözü Birinci Lig'e çevrilmişti. Zira 1966 yılında kurulan İkinci Lig’in stat geliri, Birinci Lig’e yaklaşamıyordu bile. Bu durum kulüpleri ekonomik çıkmaza sokuyordu. Deplasmanları da pek yakın sayılmazdı.
Birinci Lig hayat demekti. Altınordu; Zadel’li, Şiyaski’li, Erkanlı, Cenaplı, Yılmazlı, Muhteremli yeni takımına Beşiktaş’tan da Küçük Yavuz’u alarak ligde boy gösterdi. Küskün taraftarıyla barışan Altınordu, önemli takımları yenip kendine yeni bir yer edinmeyi başardı. Sevilen bir takımdı Altınordu, lige de yeni bir enerji vermişti sanki... Amigo Sarı Yaşar
eskisi gibi yine tribünleri ayağa kaldırıyordu... “Altın... Ordu!” şarkılarıyla, coşkuyu yaşıyordu kırmızı-lacivertliler... O dönemlerde sahaların zemini topraktı. Alsancak Stadı’nın zemini ülke çapında ünlüydü; diğer stat zeminlerinden farklı olarak ne kadar yağmur yağarsa yağsın ızgara sayesinde zeminde su kalmaz, çamur olmazdı. Maç günü stadın zemini düzeltilir, arozözle sulanır, zemin yumuşatılırdı. İlkel bir metoddu ama yine de sert zemin yumuşatıldığından oyuncular psikolojik olarak rahatlarlardı ve bu moralle maça çıkarlardı. Alsancak Stadı’nın zeminini yıllar önce İngiliz ile Fransızların birlikte yaptığı söyleniyordu. Mithatpaşa Stadı’nın zemini çok kötü olmasına rağmen maçların ertesinde bütün gazetelerde olumsuz haber değil, "Yağmur maçı etkilemedi!" şeklinde olumlu haberler çıkardı.
37
Belki şimdi kafanızdan şu soruyu geçiriyorsunuz: "O yıllarda da Beşiktaş, Galatasaray ve Fenerbahçe'nin seyircisi çok muydu?" Öncelikle şunu söylemek lazım; bu takımların yine seyircisi vardı tabii ama şimdikinden farklılardı. Maçlara İstanbul'dan fazla seyirci gelmezdi, İzmir'e gelen bu takımların maçını yine İzmirliler izlerdi. Göztepe, Altınordu ve Altay seyircisi tribünleri doldurur, coşkuyla takımlarını desteklerlerdi. Belki futbol seyircisinin gönlünde üç İstanbul takımından biri vardı ama seyirci önce İzmir takımının yanında olması gerektiğini bilirdi. Örneğin; Göztepe ile Fenerbahçe maçı varsa, İzmirli hangi takımı tutarsa tutsun o maçta Göztepe'nin yanında yerini alırdı. Bu, İzmir adına önemli bir davranış biçimiydi. Seyircinin takımına olan inancı tamdı. Özellikle Altay ile Göztepe’nin bu konudaki üstünlükleri arşivlerde görülecektir. İstanbul takımları gerçek deplasmanı İzmir'de yaşarlardı. Bu
durum Ankara'da o kadar etkili olmazdı ama 1966 yılında lige giren Eskişehir'de farklı olurdu. Orada da herkes Eskişehirspor'u destekler ve takımlarını Amigo Orhan'la coştururlardı. Eskişehirspor'un 1966 yılından 1971 yılına kadar devam eden iyi bir takımı vardı. O yıllarda ünlü Yugoslav Teknik Direktör Abdullah Gegiç takımın başındaydı. Eskişehirspor'un sahalarda gösterdiği başarılar ona ‘Anadolu İlahı’ sıfatını kazandırmıştı. Kalesinde Mümin, defansında İlhan, Necdet, Kamuran, İsmail, Burhan, diğer hatlarında Fethi, Ender, Vahap, B. Burhan ve Ayhan gibi yıldız oyuncuları vardı. O dönemlerde en az Eskişehirspor kadar iyi bir takım da Bursaspor'du. Mesutlu, Erselli, Osmanlı, Kemalli takım liglerin iyilerindendi. Yine de 4-2-4 sisteminde en başarılı takım Göztepe'ydi. Ankaragücü, Gençlerbirliği, İstanbulspor ve Ankara Demirspor da o yılların istikrarlı takımlarındandı. Daha sonraki yıllarda İzmir takımlarının tümü Birinci Lig’den kopunca İzmir'deki futbol seyircisi de gönlünü başka takımlara vermeye başladı. Ünlü Göztepe takımı 1972 yıllarında iyice gözden düşmüştü. Adnan Süvari gibi ünlü futbol doktoru takımıyla birlikte kenara çekilmişti. İngiliz Teknik Direktör Oscar Hold dönemi de kısa sürmüştü. Göztepe adeta dalgaya tutulmuş bir gemi gibi sallanıyordu. Gitti, gidecek derken sarı-kırmızılı takım da lige veda etmek zorunda kalmıştı. Altay'ın 19811982 sezonunda düşmesiyle İzmir bir yıl Birinci Lig maçlarından yoksun kalmıştı. Aynı yılın ertesinde Altay biraz toparlamaya başlar gibi olmuş ancak eskisi kadar güçlü olamamıştı. Ligden düştüğü sezonda kadrosunda Mustafa Denizli, Sabahattin, Zafer, Bilal gibi eski oyuncular vardı. İçlerinden Mustafa Denizli Galasataray'a gidince diğerleri takımda kaldı ve İkinci Lig’de deneyimli bir ekiple mücadele şansı yakaladı. Başlarındaki antrenör Ayfer Elmastaşoğlu ve yönetici Kemal Zorlu'nun büyük mücadelesi sonunda siyah-beyazlılar arzu ettikleri hedefi böylece yakalamış oldular... Peki bütün bunlar olurken seyirci ne haldeydi? Evet, takımlarını tutuyorlardı ve destekliyorlardı ama futbolun kalbi Birinci Lig’de atıyordu. Galatasaray'ın liglerde ve Avrupa Kupaları’nda göstermiş olduğu başarı İzmir’in seyircisini bu takımı tutmaya yöneltti. Eskiden bir İzmirliye, "Hangi takımı tutuyorsun?" diye sorulduğunda mutlaka İzmir takımlarından birini tut-
38
İzmirli antrenörler. tuklarını söylerlerken, artık üç takımdan birinin adını söylemeye başlamışlardı. Altay'ın İzmir Mahalli Lig’deki 14 yıllık, Göztepe'nin 5 kerelik, Altınordu'nun 7 yıllık şampiyonluğunu Birinci Lig’de de tekrarlayacağını düşünmenin yanlışlığına birçok kişi düşmüştü. Bu arada deneyimli yöneticilerin yavaş yavaş futbol kulüplerinden uzaklaşması, altyapıdan çıkan yetenekli oyuncuların para uğruna başka takımlara verilmesi, İzmir kulüplerinin başarısızlığını daha da hızlandırdı. Bunların içinde sadece Göztepe elindeki kadroyu
o yıllarda korumayı başarmıştı. Hatta İstanbul takımlarından oyuncu bile almıştı. Ali İhsan, Sabahattin, Seracettin, Hüseyin, Avrupa'dan Nilsen, Eskişehirspor'dan Ayhan artık Göztepeli’ydi. Göztepe'deki oyunculara talip yok muydu? Tabi ki vardı... Nevzat'ı bütün takımlar istemişti. Gürsel'i, Çağlayan'ı, Fevzi'yi, Ertan'ı, Ali’yi ve Halil'i de istediler ama onlar takımlarını bırakmadılar. Nihat dışında... O da Beşiktaş'a bir inat uğruna gitmişti... Altınordu Cenap'ı, Aydoğan'ı, Mümin'i
kaybetmişti. Karşıyaka Ogün'ü, daha sonraki yıllarda A. Tuna'yı ve Mustafa'yı kadrosunda tutamamıştı. Kısacası ver parayı al oyuncuyu! Yöneticiler oyuncuları verdiler, paraları aldılar ama birkaç yıl sonra takımları maalesef Birinci Lig’de kalamamıştı. Yalnız Altay, 1952'li yıllarda, henüz İstanbul takımları tarafından bile uygulanmayan bir yöntem deniyordu. ‘Amatör takım’ adını verdiği planlı ve programlı altyapı çalışması sayesinde ligde uzun yıllar kaldı. Bugün altyapı çalışması büyük takımların da önem verdiği bir çalışma…
39
Halk Sahası 40
B
ugünkü Atatürk Spor Salonu'nun bulunduğu yerdeki Halk Sahası’nın giriş kapısı caddeye bakardı. Önündeki büyük boşluktan yürürken karşınızda iki kanatlı büyük bir kapı, yanında da insanların girip çıktığı küçük bir kapı bulunurdu. Halk Sahası’nın bir bölümü Gençlik ve Spor İl Müdürlüğü'nün bir bölümü de Altınordu kulübünündü. 1960'lı yıllara gelindiğinde Halk Sahası’nın adı Altınordu Sahası olarak değiştirildi. Ancak sonradan anlıyoruz ki, iki kurum arasındaki anlaşmanın gereğiymiş bu değişim. Altınordu Sahası’nın zemini topraktı ve çevresinde bir metre yüksekliğinde demir parmaklıklarla futbol alanı ayrılmıştı. Futbol meraklıları maçları ya da antrenmanları parmaklıkların
arkasından izlerdi. Yahya Bey adındaki saha bakıcısı o dönemlerde herkesin ürktüğü bir kişiydi. “Yasak kardeşim!” dediği günlerde hiç kimse içeri giremezdi. 1950’li yıllarda Altınordu'nun kontrolü altındaki sahada, Göztepe, İzmirspor ve Karşıyaka dışındaki tüm takımlar (Demirspor, Kültürspor ve Altay) maçlara hazırlanırlardı. Bu arada pazar günleri de amatör küme maçları oynanırdı. Toprak zeminin yumuşatılması için arazöz gelirdi, sahayı sulardı, ondan sonra da maç başlardı. O yıllarda semtin çocukları hem Altınordu sahasında hem de Namık Kemal Lisesi bahçesindeki futbol sahasında top koştururdu. Nitekim o dönemlerde Kahramanlar ve Alsancak semtlerinden çok sayıda oyuncu yetişmiştir.
İzmir takımları açısından Altınordu Sahası’nın önemi büyüktü. Karşıyaka kendi adını taşıdığı semtindeki sahada çalışırken Göztepe de maçlara Göztepe Stadı'nda (1970’li yıllarda Göztepe adı Gürsel Aksel olarak değiştirildi) hazırlanırdı. İzmirspor da kendi semtinde, kendi stadında maç hazırlıkları yapardı. İzmir kentinin nüfusunun yaklaşık 300 bin olduğu o yıllarda bile hemen her takımın çalışma yaptığı sahası vardı fakat şehirlerin artan nüfusla birlikte plansız büyümesi, kulüpler açısından da sorun yarattı. Geçmiş yıllarda İzmir kulüpleri Aydın, Manisa, Uşak, Muğla, Ödemiş, Tire, Söke, Salihli, Akhisar, Nazilli, Ayvalık, Burhaniye gibi şehir ve ilçelerden oyuncu ala-
bilirlerdi. 1966 yılında 3. Lig kurulunca herkes kendi ilçesinden ya da şehrinden çıkacak oyuncusuna sahip çıktı, yani oyuncusunu dışarıya vermemeye başladı. İşte o zaman da İzmir takımlarının oyuncu kaynakları kurumaya yüz tuttu. Bu durumu fark eden kulüpler kendi altyapılarını kurup geliştirmeye başladılar. Böylelikle daha uzun soluklu oldular.
Asım Ligleri Asım adının nereden geldiğini pek bilemiyoruz. Ancak Karşıyaka Bostanlı semtinde
her yıl Asım Ligleri adı altında futbol turnuvaları düzenlenirdi. Bu turnuvalara gayri federe takımların yanında amatör kümelerde oynayan futbolcular da katılırdı. Turnuva dönemlerinde Bostanlı semti adeta futbol fuarına dönüşürdü. Uzunca bir süre devam eden bu turnuvaları İzmir kulüplerinin yöneticileri de yakından izlerdi. Ayrıca tanınmayan oyuncuların bu alanda kendilerini gösterme şansları doğardı. Diğer semtlerde de futbol turnuvaları düzenlenirdi ancak Asım Ligleri kadar dikkati çekmezdi. Bazı kulüpler sezon açılışı yapmadan önce benzer organizasyonlar gerçekleştirirlerdi…
41
iZMiRSPOR
Göztepe 1959-1960
Altınordu 1966-1967 42
İ
zmirspor üst üste hatalar yaparak kadrosunu iyice zayıflatmıştı. Tek avantajı kasasına giren paraydı ama lig mücadelesinde para da tek başına yeterli olmamıştı. Dönemin yöneticileri verdikleri parayı geri almışlardı ama İzmirspor ligde tutunamamıştı. Fenerbahçelilerin övündükleri Alex gözde bir oyuncuydu ama inanın Alex, İzmirsporlu Nedim, Kamuran ya da Göztepeli Gürsel kadar iyi oyuncu değildi. Appiah, Nevzat Güzelırmak'ın yarısı eder miydi acaba? Fevzi'nin, Ayfer'in yerini tutacak oyuncu şu liglerde var mıydı ki? İnsana, “Yıllarca uğraşılsa bu kadar güçlü bir kadro kurulamaz” dedirtiyordu. 1959-1960 sezonunda İzmir'de Fenerbahçe'yi 4-2, Be-
şiktaş'ı 3-1 yenmişlerdi, Galatasaray ellerinden zor kurtulmuştu. Şimşekler adı o dönemde gündeme gelmişti ve takım için "Ne zaman çakar belli olmaz" denilirdi. Kısacası İzmirspor efsane bir takımdı fakat yetersiz kişilerce yönetiliyordu. Ekonomik koşulların gitgide kötüleşmesi ve üstelik altyapıdan da oyuncu gelmeyişi kulüpleri sıkıntıya sokuyordu. Maalesef yöneticiler takımları ellerinde tutamadılar. İzmir bu oyuncuların çoğunu İstanbul takımlarına vermek zorunda kaldı. Göztepe, Altınordu ve Altay hatta Karşıyaka bu kadar çabuk pes etmediler. İzmirspor'un yönetimi kadar üyelerinin de bilinçsiz tutumu ve alınan yanlış kararlar kulübü zor duruma soktu.
Göztepe
Sadi Oktav
Yöneticiler sadece futbol takımlarının peşinde koşmakla hata yaptı. Örneğin Göztepe o yıllarda fuar şehirleri maçlarından iyi gelir elde etmişti. Aynı zamanda lig maçlarında da başarılıydı, maç gelirlerinin yüzde altmışını kasasına koyuyordu. O dönemde sponsorluk yoktu ama gönüllüler önemli maçlar öncesindeki kamp giderlerini yönetim kuruluna ödetmiyorlar, kendi ceplerinden ödeyerek katkıda bulunuyorlardı. Kadrosundaki oyuncular da bir başka takımda oynamak yerine oldukça cüzi paralara Göztepe'de
İzmirspor 1959-1960
43
Adnan Süvari, Nevzat Güzelırmak ve Ali Artuner. oynamayı tercih ediyorlardı. Özellikle Ali Artuner, Nevzat Güzelırmak, Fevzi Zemzem, Nihat Yayöz ve Ertan Öznur farklı takımlardan teklif almalarına rağmen Göztepe'yi bırakmıyorlardı. Takımda huzurlu, sevgi dolu bir ortam vardı. Yöneticiler takımı birlik ve beraberlik içerisinde tutma konusunda oldukça başarılıydılar. Fakat yöneticiler Göztepe'nin yarınlarını hiç ama hiç planlamadılar. Bir arsa ya da bir tesis peşinde hiç koşmadılar. Yeni projeler üretmeyi beceremediler ya da düşünmediler. Göztepe'nin malı olacak bir metrekarelik bir yer bile almadılar. Yani günlük düşündüler, günlük yaşadılar demek daha doğru olur. Bu gerçeği şimdi daha iyi görebiliyoruz. Zira o dönemlerde Göztepe fuar şehirleri kupası maçlarına sık sık gidiyor, kasasını dolduruyordu. Yani para sıkıntısı yok denecek kadar azdı. Büyük Efes Oteli'nde kamp yapıyorlardı. O yıllarda pahalı bir yer olan Büyük Efes Oteli'nde bir takımın kampa girmesi gazeteciler için önemli bir önemli haberdi.
44
Yöneticilerin çoğu Göztepe takımının başarılarıyla üne kavuşmalarına rağmen önemli projeler üretemediler. Sonraki dönemde yönetici profilinin de değişmesiyle kenara çekildiler…
Göztepe, fuar şehirleri maçlarına diğer İzmir takımlarından daha çok katılıyor ve daha da başarılı oluyordu. Fuar şehirleri maçlarına İzmir takımlarından başka takımlar katılamıyordu. Böyle bir hak da İzmir takımlarına verilmişti. Nedeni, uluslararası fuarın İzmir'de olmasıydı. Birinci Lig’de mücadele veren İzmir takımları arasında sezon sonunda hangi takım diğerlerinin üstünde bir yerde ligi tamamlarsa o takım fuar şehirleri maçlarına katılma hakkını elde ediyordu. Bugünkü UEFA kupalarına eşdeğerdi bu kupa.
Altınordu
Cavit Ölçer
Altınordu’nun sahası şimdiki Altınordu Hastanesi'nin olduğu yerdi. Kulübün Başkanı Nazif Çağatay döneminde (1962) genel müdürlükle yapılan anlaşma sayesinde kulübün geleceği garanti altına alınmıştı. Bu sözleşmenin içeriğini ve önemini bugünkü yöneticiler 2005 yılının
yapılsaydı Altınordu kulübü acaba 3. Lig’e kadar iner miydi? Bunun hesabını kimler nasıl verir bilemeyiz.
Sadi Oktav ve diğerleri Altınordu Kulübü'nün simge isimlerinden biri de Sadi Oktav'dı. Kendisi ne tüccar ne de işadamıydı. Devlet memurluğu yapan, belli maaşla geçinen ama Altınordu'nun hemen her döneminde görev yapan yöneticilerinden biriydi Oktav. Başkanlık dışında yönetim kurullarında birçok görevde bulunmuştu. Çalışkan ve kulübü için zaman harcayan bir insandı. Her kulüpte Sadi Oktav ve benzerlerine rastlamak mümkündü. Adnan Kıraklı da Oktav gibi kulübünün her işine koşan, zamanını kulübü için cömertçe harcayan ikinci kişiydi. Kıraklı, Altınordu genç takımının kurulmasında etkin rol almış ve bu takımı kuruncaya kadar epeyce uğraş vermişti. Hatta genç takımından bazı oyuncular A Takım’da görev almışlardı.
Cavit Ölçer
sonlarına doğru ancak anlayabilmişlerdi. Şimdi Altınordu bu anlaşmanın içeriğinin pratiğe dökülmesi için çabalıyor. Belki haklarını alacak ama bu girişim zamanında
Candoğan Sakaoğlu Bülent Esel
İzmirspor, Üçyol semtindeki sahasını dönemin yönetim kurullarının kararı ve divan kurulunun oluru ile parsellerken üyelerin çıtı çıkmamıştı. O sahanın yerine apartmanlar dikilirken aldığı pay, uzun tartışmalara neden olmuştu. Gazete manşetlerine konu olan olayda her türlü şaibenin olduğu yazılıyordu. Doğru muydu bilemeyiz ama yıllar sonra Cavit Ölçer başkanlığındaki yöneticiler en sonunda İnciraltı mevkiinde arsa alıp İzmirspor adına tapusunu çıkarttırmıştı. Bugün İz-
mirspor, o arsanın üzerinde yaşamını sürdürüyor, eski yerinde de kulüp binası duruyor. Merhum Cumhurbaşkanı İsmet İnönü'nün şu sözü kulaklarımızdadır hala: "Her ülke, layık olduğu gibi yönetilir." Teşbihte hata olmaz derler ya, bu sözü "Her kulüp üyelerine göre yönetilir" diye değiştirirsek hata yapmış olur muyuz acaba? Ülkemizdeki kulüplerin büyük bölümü başarısızlık yaşamıştı. Mahalli ligler 1959 yılında bitmişti. Aradan 48 yıl geçmiş. Şimdi İzmir takımlarına bakalım ve bir kez daha düşünelim; İstanbul için de bakalım, Ankara için de. İzmir benzeri Adana'ya da bakalım. Bir takımı bile ligde barındıramayan Güney'in zengin Adana'sına... Demek ki futbolda sadece para başarıya ulaştırmıyor. Şimdi zaman, akıl ve para üçgeninin arasına planlamanın da girmesi gerekiyor. Kısacası; kulüp yöneticilerinin hatalarının yanında yerel yöneticilerin umursamazlığı da İzmir takımlarının bu kadar güçten düşmesine neden olmuştur. Yılların çınarı Göztepe'nin ve Altınordu'nun 3. Lig’de çırpınışı, İzmirspor ile Bucaspor'un 2. Lig B'de oluşu hangi mantıkla açıklanabilir ki… Süper Lig’de Kayseri’nin iki, Ankara’nın üç, İstanbul’un üç takımının olması, buna rağmen İzmir'in bir takımının bile olmayışı yeterince hazin değil midir? Aslında 3,5 milyonluk şu kentin bir değil iki takımı Süper Lig’de barındıracağına inanıyoruz. Her yılın başında umutlarla, acabalarla Süper Lig’i beklemek İzmirliye hiç ama hiç yakışmıyor.
Sadi Oktav Molnar
1965 yılı İzmir Şampiyonu Altınordu.
45
Profesyonel insanlar
Y
önetime; para, akıl ve zaman unsurlarını bir araya getirebilen profesyonel insanlar getirilmelidir. Avrupa’da tüm kulüplerin başkan ve yönetim kurullarının dışında bir de profesyonel görevlileri vardır. Bu kişiler; spor dünyasını, UEFA kriterlerini ve yasaları iyi bilirler, kulüp adına mahkemelik olayları çözerler. Bir nevi spor avukatı da diyebiliriz onlara. İzmir kulüplerinden hangisinin böyle profesyonel avukatı var? Kulüplerin profesyonel görevlilere ihtiyaçları vardır. Şimdi kaç kulüpte basın yayın ve halkla ilişkiler çalışanı vardır? Varsa bile kim hangi maçın tarihini ve skorunu açıklayabilir? Her kulübün arşivi olmalı ve arşivlenen bilgiler günümüzden geleceğe aktarılmalıdır. Fenerbahçe, Beşiktaş, Gençlerbirliği, Gaziantepspor ve Trabzonspor gibi kulüpler yönetim kadrolarında profesyonel kişilerle çalışıyorlar. Borsada bile para kazanmaya başladılar. İZVAK (İzmir Spor Kulüpleri Birliği Vakfı) 1998’de; kulüplerin dayanışması, ekonomik anlamda güçlenmesi, tesislerin altyapı sorunlarının çözülmesi ve spor okullarının açılabilmesine önayak olabilmek amacıyla kurulmuştu. Fakat her kulüp kendi sorunlarının çözümünü yine kendinde aradığı, İZVAK’a başvurmadığı için vakıf pek işlevsel değildi. İzmir kulüpleri bu konuda daha duyarlı olmalı, İZVAK’ı mutlaka sahiplenmeli diye düşünüyorum… 196O'lı yılların hemen başında, Milli Lig’in başlamasından kısa bir süre sonra Altay’la
46
Mazhar Zorlu kurduğu sıcaklığın ardından Mazhar Zorlu başkan olmuştu. Hüseyin Barbaros ve Hayri Yorgancıoğlu, Zekai Bilgin gibi zamanın hızlı yöneticileri Mazhar Zorlu'yu hemen kabullenmişlerdi. Zorlu, zorlu rakipleriyle bir parti seçimi gibi hızlı, tempolu ve heyecanlı bir genel kuruldan sonra başkan olmuştu. Kulübe siyasetin sokulmaması önemliydi. Mazhar Zorlu, kendini çabuk kabul ettirdi ve Altay kulübünde uzun yıllar hizmet verirken sonunda kulübün hamisi oldu. Mazhar Zorlu'nun söyledikleri her zaman ciddiyetle dinlenirdi. Kendisine, "Bu
kadar kısa sürede bu işleri nasıl başardın?" diye sorulduğunda ise şu yanıtı verirdi, “Tembellerin sayesinde. Nasıl mı? Onlar oturdular ben çalıştım da ondan…" Zorlu, 1970’li yılların hemen başında Birinci Kordon’da Bergama Restoran’ı kurdu. Amacı İzmir'deki spor adamlarını bir araya getirip, onların görüşlerinden yararlanmaktı. Göztepeliler, İzmirsporlular, Altınordulular hemen her hafta bu spor restoranında buluşurlar, aylık, yıllık ya da güncel spor olaylarını inceleyip, yorumlarda bulunurlardı. Burası,
Ayfer Elmastaşoğlu
Mazhar Zorlu
yazılı basın için de önemli bir mekandı. İzmir dışından gelen spor adamlarının büyük bölümü burada konuk edilirdi. Mazhar Zorlu 1980’li yıllarda federasyon başkanı oldu. İlk işi de ligden düşen Karşıyaka'yı hemen lige almak oldu. Zorlu, hem kulübü hem de İzmir için önemli bir spor adamıydı. Daha sonraki yıllarda Erdoğan Tözge, Rıdvan Burteçin, Sıtkı Erboy, Esin Özgener gibi yöneticiler İzmir adına önemli işler yaptılar. Tahir Türetken, Bedii Tuaç, Pertev Molay, A. UIvi Kiremitçiler Karşıyaka camiasında unutulmaz spor adamları olarak dikkat çektiler. Ahmet Sevil, Mekin Kutucular, Zeki Çırpıcı, Muhittin Ekiz, Sabahattin Süvari gibi isimler de Göztepe'nin ayakta kalmasında emekleri olan kişilerdi. Sabahattin Tanık, Fevzi Kaya ve diğerleri İzmir sporu için yıllarca hizmet veren cömert insanlardı. Sonraki yıllarda her kulüpten yeni yeni isimler çıktı. Fakat bu yeni nesil yöneticileri kulüpleri için didinip dursalar da tecrübesizliklerinin kurbanı oldular. Birlik ve beraberliği maalesef sağlayamadılar.
Sarı Yaşar 1960'lı yılların başından itibaren hemen her kulübün oyuncularıyla yöneticilerinin dışında taraftarı coşturan, renkli ve sempatik kişilikleriyle binlerce insanı yönlendiren amigolar vardı. Bu kişiler kulüplerin parayla tuttuğu kişiler de değildi. Zamanla amigo kelimesinin yerini tribün temsilcisi aldı. Al-
tınordu'nun ünlü amigosu ‘Sarı Yaşar'dı. İzmirspor'un; ‘Tak Tak Saki’, Altay'ın; ‘Sarı Erol’, Karşıyaka'nın; ‘Gode’... Ancak bu akımı başlatan, Altay’ın amigosu Arap Rasim’di. Yalnız onun tarzı diğerlerinden çok farklıydı. Takımını coşturmak için tribünlerden çağrı beklerdi. Ardından İtalyanca şarkılar söyleyerek seyirciyi ve takımını coştururdu. Renkli bir kişilikti Arap Rasim... Küfür edene kızar, eleştirileri şarkıyla yanıtlardı. 196O'lı yıllarda Göztepe'nin tribünlere çektiği seyirci çok azdı ve bu nedenle de amigosu yoktu. 1966’dan sonra, yani Göztepe sahada kendini göstermeye başlayınca tribünlerdeki seyirci sayısı da arttı. 1970’li yıllarında artık Göztepeli taraftarı coşturacak bir amigoları vardı: Semtin sevilen insanı, Eshot çalışanı Burhan... Aradan 10-15 yıl geçtikten sonra Amigo İsmail, tribünlerin lideri oldu. Gel zaman git zaman oyuncular, dolayısıyla takımlar eski güçlerin kaybedince seyirci de heyecanını kaybetti. Genç yaşlarda takımları için amigoluk yapan bu insanlar yaşlanınca sahalardan uzaklaşıp kendi köşelerine çekildiler. İzmir'deki amigoların başını ‘Sarı Yaşar’ çekerdi. Eski bir futbolcu olduğu için seyirci psikolojisini çok iyi bilen, çevresi geniş, sevilen, sayılan, sempatik biriydi. Sahalardan tribünlere geçmişti. Sandviç Hasan da onun ekibinde yer alan bir başka gönüllüydü. Ama Sarı Yaşar'ın yeri bir başkaydı. Milli takımımızın 1970 ile 1980 yılları arasındaki maçlarının hemen hepsi İzmir Atatürk Sta-
dı’nda oynanıyordu. Sarı Yaşar’ın Milli Takımımıza da katkıları azımsanamayacak ölçüdeydi. Kısacası Sarı Yaşar'ın İzmir futboluna bir yönetici, bir oyuncu kadar hizmeti geçmişti. Şimdi Sarı Yaşar, ‘Beyaz Yaşar’ oldu ve sarı saçlarının yerini beyazlar aldı. Tak Tak Saki; uzun boylu ve iri bir adamdı. Maç öncesi ve sonrası takımının galibiyetinden sonra ‘tak tak’ diyerek o gür sesiyle bağırırdı. El kol hareketleri ise ağzından çıkan ‘tak tak’ sözcükleriyle olan uyumuyla dikkat çekerdi. Lacivert-beyazlı İzmirspor’un sesi olan Tak Tak Saki tabii şimdi aramızda yok.
Sarı Erol Sarı Erol lakabını sarı saçlarından almıştı. Her zaman siyah-beyaz giyinirdi. Alsancak'a sonradan yerleşmiş bir Altay fanatiği olmasının yanı sıra ‘Büyük Altay’ yakıştırmasının da mucidiydi Erol. O yıllarda seyirci, takım ayrımı yapmazdı, genellikle herkes her maça giderdi. Seyircilerin çoğu takım elbise ve kravat takarak maça giderlerdi. Fanatizm kelimesi artık futbolla birlikte anılır oldu. Maçlarda insanlar ölüyor, öldürülüyor. Şarkıların yerini kavgalar ve küfürler aldı şimdi. Artık insanlar maç izlemeye gitmeye korkar hale geldi. Şimdi nerede o Sarı Yaşar, Tak Tak Saki, Sarı Erol ve Arap Rasim. Bu yazı vesilesiyle onları bir kez daha anımsıyoruz…
47
Kaleci Alptuğ
Mustafa Denizli Altay formasıyla.
48
Kopmalar
başladı
Karşıyaka 1971
Ülküspor 1957
49
M
illi Lig'in 1959 yılında start almasından sonra İzmir kulüpleri ekonomik sıkıntıya düşmeye başlamışlardı. Kulüpler takımlarını ligde tutmakta zorlanıyorlardı. 1963'lü yılların başında Bursa'da Altınordu ile birlikte baraj maçları oynayan ama lige ara vermeyen Altay, bu zor günlerden iyi bir ders çıkarmıştı. Karşıyaka ise elindeki oyuncuları kadrosunda tutamamış, aksine kadrosunu cılızlaştırmıştı. Göztepe, yeni bir sistem ve genç bir ekip kurmayı başarmıştı ama 1970'li yılların ilk çeyreğinde sallantıya girmeye başlamıştı. Göztepe’den geriye kalan son iki oyuncuydu Nevzat ile Fevzi... Gürsel; oyunculuğu bırakmış, antrenör olmuş, bir süre sonra benzin istasyonunda meydana gelen talihsiz bir kaza sonucu aramızdan ayrılmıştı. Ali Artuner; sakatlığını yenememiş ve futboldan uzaklaşmış, o da bir süre sonra hayatını kaybetmişti. Çağlayan, K. Mehmet ve B. Mehmet yeşil sahalardan ayrılmışlardı. Adnan Süvari de Göztepe'nin başında değildi artık. Bir kenara çekilmiş, özel sektörde çalışıyordu. Ahmet Cücen, Bülent Eken ve Oscar Hold gibi teknik direktörler sarı-kırmızılı takımda zaman içinde görev yapmışlardı. Takım eski takım değildi. F. Mehmet, eski takımdan kalan Cudi, Özer, İbrahim, İsmail, Okyay, Ali ve Ercan, Güngör gibi isimlerden oluşan kadro da eski kadro gibi değildi. Yöneticilerin yanlışları başta Özer'i takımdan ayırmıştı. Eldeki oyuncuların büyük bölümü gençti ve onların başarısı için zaman ve sabır gerekiyordu. Göztepe seyircisi eskisinden farklı olarak tribünlerde çoğalmış, seslerini yükseltmeye başlamıştı. Onlar eski başarılı takımlarını geri istiyorlardı. Avrupa Kupaları’ndaki o başarılı on biri görmek arzusu içindeydiler. Oysa buna olanak yoktu. O oyuncular ellerindeki bayrağı arkadan gelen gençlere bırakmışlardı. Yani zaman onları da eskitmişti. Sonraki yıllarda Fevzi de Nevzat da yeşil sahalardan ayrıldılar. 1980 yılının başında bir gol averajı ile Göztepe ilk kez İkinci Lig’e düştü. Altay ise daha dirençli çıktı ve bulunduğu yeri iki yıl daha korumayı başardı.
Takımlar ve çileleri 1967’de Altay ile Göztepe'nin Türkiye Kupası Finali’nde Alsancak Stadı’nın toprak zemininde yaptıkları final maçında Göztepe yenilen takımdı. Ama iki takım da muhteşem bir oyun sergilemişti. O yıllarda bu iki takım neredeydi, sonraki yıllarda nerelere geldiler? Altay’ın kadrosunda Mustafa Denizli, Sabahattin, Zafer ve Bilal gibi deneyimli oyuncular olmasına
50
Karşıyaka 1983-1984
Altay 1982-1983
rağmen 1982’de İkinci Lig’e düşmüştü. Şu iki takımın kaderine bakın. Ülke çapında her takımı yenin, ardından kupanın finalini kendi sahanızda oynayın, sonra da ikinci kümeye düşün. Altay bir yıl aradan sonra 1989'a kadar Birinci Lig’de kalmayı başarmıştı. O dönemde takımın başında Kemal Zorlu vardı. Teknik Direktör Ayfer Elmastaşoğlu ve Fevzi Sevinç ile birlikte zorlu yolları aştılar. Altay'ın İkinci Lig’e düştüğü sezonun sonunda Mustafa Denizli Galatasaray'a transfer olmuştu, diğer oyuncular takımlarında kalmışlardı. İzmirspor, Karşıyaka ve Altınordu sadece İkinci Lig ortamında mücadele veriyordu. Bir ara Karşıyaka yeniden canlandı ve Altay'ın yanında Birinci Lig’de yer aldı. Ama bu da üç yıl kadar devam etti. Karşıyaka İkinci Lig’e düştü. Kadrosunda Muharrem, Rıza, Yusuf gibi önemli oyuncular vardı ve bu lig sürecinde ders alınabilecek örneklerle karşılaşmıştı. 1980’li yılların içinde eski Altay Başkanı Mazhar Zorlu, atama usulü ile Federasyon Başkanı olmuştu. Zorlu, Karşıyaka'nın stratejik konumu nedeniyle amatör kümeye gitmesine engel olmuş ve Birinci Lig'e alınması için mücadele etmişti. Zorlu atama ile Federasyon başkanı olmuş, Karşıyaka'yı da atama ile lige almıştı. Ancak Birinci Lig’de uzun süre kalmayı başaramadılar. Altay ile Göztepe'nin kupa finaline kalışı hiç de küçümsenecek bir olay değildi. Ligin para babaları denilen İstanbul'un üç güçlü kulübü yerine iki İzmir takımı arenanın tepesinde duruyordu. Hangisi yenerse yensin kupa İzmir'in olacaktı. Göztepe sahaya şu on biri ile çıkmıştı: Ali, K. Mehmet, B. Mehmet, İzzet, Sabahattin, Nevzat, Nihat, Ertan, Fevzi, Gürsel, Halil… Altay’ın kadrosu da şöyleydi: Varol, Yılmaz, Numan, Enver, Necdet, Ayfer, Aytekin, Mahmut, Feridun, Aydın, İskender. Alsancak Stadı’nda yapılan maçta Göztepe ilk yarıda 2-0 öndeydi. İkinci yarıda her şey değişiverdi. Altay önce Aytekin, ardından da Aydın'ın golleriyle durumu 2-2 yapmıştı. Maçın kazananı kurayla belirlendi. Kazanan Altay’dı… Tribünler kazananı da kaybedeni de alkışlamıştı uzun süre. Altay Başkanı Erdoğan Tözge ve yönetimi bu haklı başarıyı kutladılar. İzmir bu başarıyı tekrar yaşayabilecek mi acaba? Kim bilir yine bu kentin herhangi bir takımı bakarsınız ikinci bir final daha oynar…
Rekabet ve rekor maç İzmir takımlarının arasındaki rekabet her dönemde yaşanmıştı. Mahalli liglerde bu rekabet daha da ilginç yaşanırdı. Za-
51
man zaman tribün kavgaları da yaşanmıyor değildi. 1950'li yılların ortasında Ülküspor ile Karşıyaka'nın ve Altınordu ile Karşıyaka'nın maçlarında çıkan kavgaların tanıklarından biri de bendim. Göztepe; 1980-1981 sezonunda, başkanlığını merhum Erol Özışıkçılar’ın yaptığı Karşıyaka’nın ciddi rakibi durumundaydı.
Göztepe 1966-1967 52
Göztepe'nin başkanı merhum Özdemir Arnas'tı, futbol sözcüsü merhum Fevzi Şaşal'dı. İki takımın rekabeti Göztepe'nin Birinci Lig’e çıkışı ile sonuçlanmıştı. Karşıyaka da seyircisini çoğaltmıştı. Fikstür gereği ligde şampiyonluk iddiasını taşıyan bu iki İzmir takımının maçı da iyice yaklaşmıştı. Karşıyaka Teknik Direktörü Turgay
Meto, "Eğer bu maçı kaybedersek, evimi veririm" şeklinde bir demeç vererek rekabetin ilk kıvılcımını ateşlemişti. Balıkesirspor'u İzmir'de yenen ve Birinci Lig’e çıkan sarı-kırmızılı takım Göztepe Birinci Lig’de oynarken adeta topalladı durdu. Oysa kadrosunda; F. Mehmet, Sadullah, İsmail Sütçü, Ercan, Ali, Doğan, Ş. Mehmet
gibi iyi oyuncular vardı. Birinci Lig’e çıkmak kadar, orada kalmak da önemliydi. Bu iki takım da hüsrana uğramış, ikisi de İkinci Lig’e düşmüştü. Sonunda beklenen gün gelmiş, Karşıyaka-Göztepe maçı için herkes yerini almıştı. İzmirlilerin dışında diğer illerden gelen seyircilerin de akınına uğrayan Atatürk Stadı hınca hınç dolmuş, maçı 67 bin 696 biletli seyirci izlemişti. Gerçek izleyici sayısı 80 bin kadardı. Berabere biten maçın ardından bu iki takım arasındaki rekabet daha bir alevlendi. Göztepeli Karşıyaka'ya, Karşıyakalı da Göztepe’ye giremez oldu. Her semt kendi takımının bayrak ve flamalarıyla donatıldı. Bir takım, diğerinin başarısını istemiyordu. Padişahlık sultası gibi babadan oğula geçen fanatik tutum bugün hala sürdürülmekte… Yenmek de var yenilmek de, centilmenliği elden bırakmamalı…
Milli yıldızlar İzmir, futbolun ilk oynandığı şehir olmasının dışında genç oyuncuların yetiştiği yıldız takımlarıyla da ülkenin yıldızıydı. Aydın, Nazilli, Manisa, Akhisar, Salihli gibi ilçelerde yetişen yıldız adaylarının hayali İzmir'de oynamaktı. Oyuncu İzmir'e gelir, burada bir süre oynar ardından da başka takımlara yelken açardı. İzmir, Ege'nin futbolda ülkeye açılan penceresi, bir mağazanın vitrini gibiydi. İzmir'den İstanbul'a yani, üç büyük takıma birçok oyuncu transfer edilmişti. Altay’dan; Ayhan, Doğan, Gürcan, Faik, Oğuz, M. Mustafa, Mithat, B. Mustafa… Göztepe’den; Önder, Ayhan, Bahri, Ali, Talat, Nihat, Özer… Karşıyaka’dan; Ogün, A. Tuna, Ergun, Yusuf, Mustafa… İzmirspor’dan; Metin, Güven, Nedim, Mustafa, Rahmi, Cenap… Altınordu’dan; Cenap, Aydoğan, Oğuz, Özgenç, Ekrem, Mümin, Adnan-Altan kardeşler... Bu oyuncuların çoğu ay-yıldızlı formayı giymişti. Şimdi sadece genç bir oyuncu 19'una gelinceye kadar 40 kez Genç Milli Takım’da oynayabiliyor. Eskiden öyle değildi. Örneğin Ayfer Elmastaşoğlu çok iyi bir oyuncu olmasına karşın toplam 15 kez milli formayı giyebilmişti. Oysa aynı oyuncu bu dönemde futbol oynamış olsaydı formayı 150 kez giyebilecek düzeydeydi. Nevzat Güzelırmak, Nihat Yayöz, Ali Artuner, Gürsel Aksel için de bu durum geçerli. Şimdi durum farklı. Şimdi İzmir futbolunda duraklama dönemindeyiz. Şimdi yeniden ayağa kalkma zamanı. Şimdi İZVAK'ın önderliğini kabul ederek bu vakfa destek olma zamanı…
53
Maçlar ve kramponlar
H
asan Polatkan başkanlığındaki Futbol Federasyonu, özellikle A Milli Takımı yurt içindeki tüm maçlarını İzmir'de oynardı. Teknik Direktör Coşkun Özarı, Metin Türel, Fethi Demircan, Mustafa Denizli ve Sabri Kiraz maçların tümünün İzmir'de oynanmasını istemişlerdi. "Neden İzmir'de maç oynuyorsunuz üstünlüğüyle Federasyon’a baskılar yaptı. da, başka yerde oynamıyorsunuz?" soruİzmir takımları epeyce güç kaybetmişti, suna; "İzmir seyircisi sadece Milli federasyonda etkin konumda Takım’ı destekler. Oyuncuolan yöneticileri de heların tümünü milli forma men hemen hiç kalaltında ayrım yapmamamıştı. 12 Eylül dan sever ve alkışlar" darbesindeki Feyanıtını verirlerdi. derasyon Başkanı Milli Takımlı İzmir Mazhar Zorgünleri 1980'li yıllu’dan sonra bu ların başına kadar iş epeyce geridevam etti. Fedelemişti. İstanrasyon memnun, bul’da, altyapısı oyuncular mutlu, 1980’li yılların seyirciler heyecanbaşından itibaren lıydı. İstanbul basını hazırlanmaya başbu işten hiç hoşlanmılanan büyük stat proyordu. Zaten bu keyifli jesi için bir kampanya durum on yıl kadar sürebildi. başlatıldı. Gazeteler, spor Coşku rı a n z Ö Basında çıkan çeşitli yorumlar ve kurumları, kulüpler, Milli Olimyazılardan sonra İstanbul yeni stat projesini piyat Komitesi, aklınıza kim gelirse bu ortaya attı. Ankara da başkent olmanın stadı istedi. İki büyük stadın biri de İstan-
54
bul'da yapılmış oldu böylece… Milli takımları ağırlayan bu büyük kent, son dönemlerde cezalı takımların maç yaptığı yer olmaya başladı. Hangi takımın sahası kapatılsa, maçını İzmir'de oynar oldu. Süper Lig’e hasretle bakan İzmir kentinin insanını sadece bu 90'ar dakikalık maçlar oyaladı.
Ahmet Şamar Bugün yaşları altmışın altında olmayan birçok yönetici ve futbolcu Ahmet Şamar'ın kim olduğunu iyi bilir. Şamar, İkiçeşmelik’in ara sokaklarından birinde futbol ayakkabısı yapardı. Yaptığı ayakkabılar ülke çapında ün kazanmıştı. Sürekli çalışır dururdu. Futbol düşkünü olduğu kadar fanatik bir Altay taraftarıydı da. Tüm takımların sezon başındaki ısmarlama ayakkabıları Şamar'ın elinden geçerdi. Sevdiği oyunculara aynı güzellikte ayakkabılar
Hasan Polatkan yapılmamasına rağmen ‘meşin yuvarlak’ olarak anılırlardı. Şimdiki toplar hangi doğa koşullarında oynanırsa oynansın hem kolay kolay parçalanmıyor, su geçirmiyor, renkleri ise oyuncuya zevk verecek şekilde yapılıyor.
İzmir Atatürk Stadı yapardı. İzmir'in Şamar'ı, İstanbul'un da Dinyakos’u vardı. Ermeni asıllı Dinyakos İstanbul takımlarının ayakkabılarını yapardı. Ayakkabıların kramponları bugünkünden çok farklıydı. Kramponlar küçük ve yuvarlak köselelerden kesilip hazırlanırdı. Sonra ikisi üst üste getirilip uzun bir çiviyle ayakkabının tabanına altı ayrı noktaya çakılırdı. İkisi topuk tarafında, dördü de ayak tarağı tarafında olurdu. Maçın yapılacağı zeminin şekline göre de ya ikili ya da üçlü olurdu kramponların boyu. Sert zeminlerde genelde iki tanesi üst üste konurdu. Her maçtan sonra her oyuncu krampon sorunu yaşardı. Kulüplerin malzemecileri haftanın dört gününde yani maçtan iki gün önce ayakkabıları alır, Şamar'a götürür ve kramponları yaptırırdı. Aynı işlemler maç bitiminde de olurdu. Uzun çivilerle tutturulan kramponlar eskimiş ya da kopmuş olabilirdi. Ayakkabılar ve kramponlar kuyruk yağı
ile iyice yağlanır, böylece bakımları tamamlanmış olurdu.
1966 yılıydı. İstanbul-Mithatpaşa Stadı’nda Sarıyer ile bir maçımız vardı. Takım arkadaşım rahmetli Aykut Akkor rakipten gelen şuta kafa koyduğu zaman, kendini hastanede bulmuştu. İşte meşin yuvarlak o toplardı. Şimdiki toplar oyuncuyu korkutacak cinsten değiller. Altay'ın ünlü oyuncularından Nail Elmastaşoğlu, topa sert vuran ender futbolculardan biriydi. Şimdiki topları görünce, "Bu ne yahu, top dedikleri bu mu? Eskiden olsaydı bu topla orta yuvarlaktan devamlı goller atardım" demiş. Haklı Nail Elmastaşoğlu. Şimdiki topların ağırlıkları doğa koşulları ne olursa olsun hiç değişmiyor ve futbolcuyu ürkütmüyor. Eski topların her yağmurda ağırlıkları hemen değişirdi. Formalar, şortlar ve tozluklar yağmurdan ıslanır, oyuncu kendi ağırlığının dışında bu ağırlıklarla da mücadele verirdi. Bir de o tozlukların ayakta durması yani yere inmemesi için ‘tozluk bağları’ kullanılırdı. Eğer yuvarlak bağlarla bağlanırsa ayağı acıtırdı. Bu yüzden geniş bağ kullanmak sağlıklı sayılırdı.
1970'lerden sonra ayakkabı yapma tekniği epeyce ilerledi. Vidalı Dünyada birçok alankramponların yeda yaşanan değişim rini sabit kramfutbolda da yaşanponlar almaya dı. Dinyakos ya da başladı. AyakkaAhmet Şamar'ın bıların dışında ayakkabıları yeriformalar, tozne Adidas ve luklar, çoraplar Puma gibi önemli falan da değişti. ve kullanışlı ayakHatta toplar bile kabılar çıktı. Oyundeğişti. O dönemcular haklı olarak halerde oynanan topfif ve uzun ömürlü ları bir görseydiniz! Parayakkabıları tercih etti. çalı oluşlarının yanında, toBu sektörde yıllarca krallığını Metin Türel pun şişirilmesinden sonra içine ilan etmiş Ahmet Şamar ve Dinyasokulan sibopları da futbolcular için ol- kos yeniliklere ayak uyduramamıştı ama dukça sağlıksızdı. Topların hiçbiri meşinden bu iki isim belleklerimizde yer etti...
55
Süper Lig ve takımlar Z
aman Tünelinde İzmir takımlarının geçirdiği evreler işte böyle… Futbolun temel taşları olan o yetenekli oyuncular toprak zeminlerde ömürlerini tükettiler, bizlere anılarını bıraktılar. Mahalli Lig’in ardından Milli Lig geldi, sonra adı değişti, Birinci Lig oldu. 1959 yılında
56
profesyonel oyuncuların katılımı ile organize edilen ve ülke çapında oynanan ve şimdiki adı ‘Süper Lig’ olan futbol dünyasında İzmir'in yeri nedir? İngiltere futbolun beşiği ama uluslararası arenada şampiyon olamıyor. Bu kent; futbolun ilk kez oynandığı yer olmanın gururunu
bize yaşatan bir kent… Önce; “Boynuz kulağı geçer!” sonra “Her yokuşun bir inişi vardır!” atasözleri İzmir’in düştüğü durumu çok güzel açıklıyor. Yine de bir gün mutlaka Süper Lig’e çıkan bir İzmir takımının olacağına dair inancımı korumak istiyorum. İzmirli, takımına sahip
gibi yıldız adaylar yetiştirilmeli, İzmirli futboluna, futbolcusuna sahip çıkmalıdır. 4,5 milyonluk bir kentin bunu başarmaması mümkün değildir… Cavit Ölçer'in İzmirspor'da başkanlık yaptığı dönemlerin birinde takımı yeni sezona girecekti. İl Müdürlüğü’yle her türlü yazışma yapılmış, maçın tarihi bildirilmişti. O gün geldiğinde İl Müdürlüğü, bakımda olduğu gerekçesiyle maçın Alsancak Stadı’nda oynanmasına izin vermemişti. İzmirspor yeni sezona şimdiki Alsancak Stadı’nın otoparkında girmişti. Şu acıklı duruma bir bakın. Profesyonel bir takımın düştüğü durumu siz yorumlayın.
çıkmalı, hatta ikincisini, üçüncüsünü de çıkarmanın yollarını aramalı ve destek vermeli. İzmir, nüfusun 300 bin olduğu dönemlerde bile beş takıma sahipti. Bugünkü nüfusu 4,5 milyon olan bir kentin bir takımı bile Süper Lig’de yoksa, bunun suçlusu kimdir? Tabii ki suçlu İzmirlidir. Kulüpler daha profesyonelce yönetilmeli, altyapıya önem verilmeli, eskiden olduğu
5 tane saha 1959 yılında başlayan Milli Lig’in yaşı yarım asrı geçiyor. O yıllarda İzmirspor'un kendisine ait sahası vardı. Özel maçlarının yanında antrenmanlarını burada yapardı. Karşıyaka'da ise İI Müdürlüğü'nün sahası bulunuyordu ve Karşıyaka takımı bu sahada antrenman yapardı. Altay, Altınordu, Demirspor ve diğerlerinin çalışma sahaları şimdiki Atatürk Spor Salonu'nun bulun-
duğu yerdeki Halk Sahası (şimdiki adıyla Altınordu Sahası)’nda olurdu. Göztepe ise, semtindeki İl Müdürlüğü'nün sahasında, Gürsel Aksel Sahası’nda çalışmalarını sürdürürdü. Lig maçları da Alsancak Stadı’nda yapılırdı. İzmirspor'un sahası apartmanlarla dolu şimdi. Altınordu Sahası’nın yerinde şimdi spor salonu, yüzme havuzu ve eski hastane binası var. Atatürk Stadı 1971'de yapılmış, ondan da yeterli derecede hangi takım yararlanabiliyor tartışılır. Tesis sorunu futbolun ilerlemesine engel değil midir? Bu durumdan oyuncular kadar yöneticiler de şikayetçi ama bazı kulüplerin (Altay, Karşıyaka, İzmirspor) kendi tesislerinde en azından antrenman yapacak çim alanlarının olması onların çalışmalarını daha sağlıklı sürdürmelerine neden oluyor. Bir tarihte Teknik Direktör Kemal Ömeragiç ile Yugoslavya'nın Novisad kentindeki tesisleri gezmiştik. Sahaları yan yana bir uçtan bir uca görünce gözlerime inanamamıştım. Ömeragiç, "Hocam burası küçük bir yer. Bu kadar saha çok değil mi?" şeklindeki sorumu şöyle cevaplamıştı: "Yugoslavya'da her kent böyle sahalarda doludur. Onun içindir ki bu ülke dünyaya futbolcu satıyor.” Fenerbahçe, Galatasaray ve Beşiktaş geçmişte de üç büyüklerdi, bugün de öyle ve gelecekte de öyle olacak belli ki. Futbol meraklısının ezberinde hep bu üç takımdan biri vardı. Tabii bunun nedenlerinden biri de medyanın onlara olan ilgisiydi. O dönemde gazeteler İstanbul'da basılır ve dağıtılırdı. Radyolar sürekli bu takımların maçlarını anlatır dururdu. Spikerler de genellikle İstanbul'dan çıkardı. Sulhi Garan, Halit Kıvanç, Pertev Tunaseli en ünlüleriydi. Milli maçlar İstanbul'da yapılırdı. Kısacası İstanbul futbolun merkezi konumundaydı. Dolayısıyla para da oradaydı. Milli Takım’ın oyuncuları da, teknik adamlar da hep bu kentten alınırdı. Çeşmenin başını İstanbul tutmuştu yani. İstanbul'un dışında kalan şehirlerin takımlarına medya yer vermez, reklamları da yapılmazdı. 1959 öncesinde mahalli ligler vardı. Milli liglerin başlamasından sonra az da olsa diğer kentin takımları da gündeme gelmeye başladı. Zaman Tüneli'nde İzmir takımlarının serüvenlerini, başarılarını, başarısızlıklarını, bunların nedenlerini ve yapılması gerekenleri aktarmaya çalıştık. Türkiye’de futbolun ilk oynandığı yer olan İzmir, geçmişine sahip çıkmalı ve hak ettiği yere gelmelidir…
57
İzmir kulüpleri Göztepe 1941, 1942, 1943, 1945 ve 1949 yıllarında İzmir Şampiyonu oldu. 1949 yılında Türkiye Futbol Şampiyonası’na katılmaya hak kazandı ve önce Gençlerbirliği’ni, ardından Beşiktaş’ı eleyerek 1949-1950 sezonunda Türkiye Şampiyonluğu’nu kazandı. Göztepe 1968-1969 ve 1969-1970 sezonlarında 2 kez Türkiye Kupası’nı müzesine götürmüştür. Profesyonel liglerin başladığı 1959 yılından itibaren 25 yıl Süper Lig’de, 25 yıl 1. Lig’de mücadele eden ve 3 kez 1. Lig Şampiyonluğu’nu kazanan sarı-kırmızılı takım birçok kupayı da müzesine kazandırdı. Karşıyaka-Göztepe arasındaki maçlar zaman zaman olaylı geçse de İzmir Atatürk Stadyumu’nda 16 Mayıs 1981 tarihinde yapılan maç 2. Lig’de seyirci rekoru ile Guinness Rekorlar Kitabı’na girmeyi başarmıştır. Ancak 2003’te tarihinde ilk defa Süper Lig’den Amatör Lig’e düştü. Futbol takımı, 2007-2008 sezonunda İzmir Süper Amatör Küme B Grubu’nu 2. olarak bitirerek play-offa kaldı. 3. Lig Yükselme 1. Kademe Terfi ilk maçında Kütahya Gaybiefendispor’u 4-0, ikinci maçında Denizli Konakspor’u 4-1 ve son maçında İzmir Ulucak Belediyespor’u 3-0 yenerek 15-17 Mayıs 2008
58
tarihinde yapılacak olan 2. kademe müsabakalarına katılmaya hak kazandı. 2. Kademe e Müsabakasında İstanbul temsilcisi Ayazağaspor’a penalenaltılarla 7-6 yenilerek 3. Lig’e ’ ’e çıkma şansını kaybetti. nde 3. Lig’de Lig’d ’ e ’d 18 Haziran 2008 tarihinde mücadele eden Aliağaspor isim, renk ve logosundan oluşan alametifarikalarını değiştirerek Göztepe’ye uygun hale getirdi. Bu değişiklik sonrası kulüp 2008-2009 sezonunda 3. Lig 2. Grup’ta mücadele etti. 20082009 sezon sonu itibariyle de 3. Lig Yükselme Grubu’nu 1. sırada bitirerek 2. Lig’e şampiyon olarak yükseldi. 2009-2010 sezonunda 2. Lig Yükselme Grubu’na kalan Göztepe, Grubu 8. olarak bitirince 1. Lig’e çıkma şansını kaybetti. 2010-2011 sezonu öncesi Özcan Kızıltan’ı teknik direktör olarak kadrosuna dahil eden Göztepe, 2010-2011 sezonu sonunda 2. Lig Kırmızı Grubu Bandırmaspor’un önünde bitirerek şampiyon sıfatıyla 1. Lig’e yükseldi. 12 Mayıs 2013 tarihinde Tavşanlı Linyitspor ile kendi evinde yaptığı 1. Lig’de kalma mücadelesini, beraberlik sonucunda dahi ligde kalacakken, 10’lık skorla kaybederek yeniden 2. Lig’e düştü. Altınbaş Holding 2007 yılında üstlendiği Göztepe yetkilerini 4 Haziran 2014 tarihi itibariyle İzmirli işadamı ve Göztepe taraftarı olan Mehmet Sepil’e 9 Milyon Euro karşılığında devretmiştir. 13 Ağustos 2014 tarihinde İzmir’in
Urla ilçesinde yapımı tamamlanan Adnan Süvari Tesisleri hizmete aç açılmıştır. 3 Mayıs 2015 tarihi tarihinde 2. Lig Şampiyonu olara olarak PTT 1. Lig’e yükselmiştir miştir.
Ekono Ekonomik çıkmazlar k l Beş İzmir kulübü Altay, Göztepe, Karşıyaka, Altınordu ve İzmirspor’un yanına daha sonra Bucaspor da eklenmişti. İstanbul ve Ankara’da olduğu gibi İzmir’de de kulüp sayısında artış vardı ancak bu kulüpler ekonomik açıdan sıkıntılıydılar. 1959 yılında Milli Lig adıyla başlatılan 16 takımın katıldığı bu yeni oluşumda İzmir takımları oldukça iddialıydılar. Ancak bu yeni ligin giderleri çok fazlaydı. Oyunculara maaş verilecek, transfer düşünülecek, bir de deplasmana gidilecekti. İzmir Mahalli Ligi’nde Altay’ın 14 kez şampiyon olması yanında Altınordu’nun 6, Göztepe ve İzmirspor’un 5’er kez, Karşıyaka’nın ise 4 kez aynı başarıyı göstermesi her takımın taraftarını farklı motivasyonlarla sahalara çekerken yeni ligde bu durum yaşanabilecek miydi. Acabalarla dolu bu yeni ligin çıkmazları nasıl çözülecekti? Her yöneticiyi bir telaş almıştı. Tesisler yetersizdi. Bütün takımların maç yapabildiği tek stat Alsancak Stadı’ydı. Seyirci kapasitesi özellikle İstanbul’daki İnönü Stadı kadar da büyük değildi. İstanbul ve Ankara takımları iddialı maçlarda 30 bine yakın seyirciye futbol sunarken İzmir ancak 18-19 bin civarında seyirciye hitap ediyordu. Bu da parasal yönden çok önemli fark yaratıyordu.
Altay İzmir takımlarının içinde Milli Lig’de 49 yıl mücadele eden Altay bu ligde diğer takımlardan daha uzun kalmayı başardı ancak 1982-1983 sezonu sonunda ilk kez kümeden düşerek ciddi bir hasar almış oldu. Bir yıl sonra merhum Mazhar Zorlu ve oğlu Kemal Zorlu’nun gayretleriyle Altay yeniden Milli Lig’e çıkmayı başardı. 1989-1990 sezonu sonunda Tuğrul Koparan’ın başkanlığındaki Altay ikinci kez ligden düştü. Bu kez de Esin Özgener ile oğlu Mahmut Özgener dümene geçtiler ve Altay’ı yeniden eski haline getirdiler. Bu dönemde Altay; adı Birinci Lig olan bu ligde 9 yıl daha kaldı ancak 1999-2000 sezonunda Nafiz Zorlu’nun başkan olduğu dönemde üçüncü kez kendini bir alt kümede buldu. Ve o tarihten bu yana da sürekli düşüş yaşadı. Yıl 2017... Altay; yıllarca yaşadığı Alsancak’tan ayrılarak Gaziemir’e yerleşti ve halen 3. Lig’de mücadele veriyor.
Karşıyaka Karşıyaka’yı daha çok amatör sporların babası gibi tanımlamak lazım. Futbol yanında basketbol, voleybol, hentbol, atletizm, yüzme, boks, altyapı çalışmaları gibi birçok kulübün yapamadığını başaran kulüp olarak ezberledik. Özellikle basketbol sporunda İzmir’i en iyi şekilde temsil eden yeşilkırmızılıların bitmeyen bu enerjileri gerçekten dikkat çekicidir. Her branşta yönetici bulmak, onları organize edebilmek ve ekonomik açıdan rahatlatmak hiç de kolay olmasa gerek. Karşıyaka’nın 16 yıllık Milli Lig (Süper Lig) dönemi dışında 33 yıllık Birinci Lig yaşamı bulunurken 2. Lig süreci 3 sezondur. 1973-1980 yılları içinde yani 7 sezon 3. Lig’de oynayan Karşıyaka şimdi 2. Lig Kırmızı Grubu’nda mücadele veriyor. Karşıyaka’nın Mahalli Lig’de (İzmir
Ligi) 4 yıl şampiyonluğu bulunurken 1963-1964 sezonunda büyük bir acı yaşadı. Alsancak Stadı’nda oynanan Karşıyaka- Kasımpaşa lig maçında her iki takımın içindeki bazı oyuncuların adları şikeye karıştı ve federasyon maçın şike olduğunu iddia ederken delil bulunamadı ve kümeden düşürülmek istenen takım ikinci ligde kaldı. İşte o dönem de Karşıyaka camiasının en sancılı günleri olarak bilinmektedir. 1980’li yıllarda bir alt kümeye inen Karşıyaka için en büyük mücadeleyi seçim yerine atama ile Federasyon Başkanı olan Mazhar Zorlu vermiştir.
Altınordu PTT Birinci Lig’in takımı Altınordu İzmir kentinin sempatik takımlarından biridir. Geçmişi daima mütevazı yöneticileriyle ayakta kalmayı prensip edinmiş gibidir. İzmir Mahalli Lig’de 6 kez şampiyon olan kırmızı-lacivertli takım; 2012-2013 sezonunda 3. Lig’de 20132014 sezonunda da 2. Lig’de şampiyon oldu. Milli Lig’de 1964-1965 sezonu Altınordu’nun kümeden düşme dönemi olarak tarihe yazıldı. 1977-1978 yılında 2. Lig’e düşen takım bu ligde 23 puan almıştı. İskenderunspor’u 8-1 yenip ligde kalıyordu ancak maçın sonunda Federasyon şike kararı vererek her iki takımı da kümeden düşürdü. Bu durum Altınordu kadar İzmirliyi de oldukça üzmüştü. 13 yıl 2. Lig’de kaldıktan sonra 19911992 sezonunda 33 puan almasına rağmen 3. Lig’e düştü.
1995-1996 sezonunda da 3. Lig’den Amatör Küme’ye indi. Bu düşüş sadece Altınordu’nun değil diğer İzmir kulüplerinin de kaderiydi. Neyse ki 20122013 sezonunda 2. Lig’e çıkmayı başaran Altınordu, son dönemlerde de Mehmet Özkan liderliğinde bir atılımla PTT Ligi’nde ciddi sınavlar vererek kulübün geçmişteki güzel günlerine dönebilmesi için çabalıyor.
İzmirspor 1975’te Başkan Cavit Ölçer ve yönetim kurulunun İnciraltı’nda aldıkları arsaya tesis yapan İzmirspor, bu durumun haklı gururunu yaşıyordu. Spor adamları kulübün bu başarısını kutluyor ve diğer takımlara örnek gösteriyordu. Fakat diğer kulüpler bu durumdan pek hoşnut değildi. Nitekim bir genel kurul toplantısında Cavit Ölçer’e yöneltilen “Bir milyona ne oldu?” sorusu her şeyin de sonu oldu. Toplantıdan sonra Ölçer kendi köşesine çekildi. Oysa her şey yoluna girmişti. 1978’de açılan spor okulu dolup taşıyor, teknik direktörler İzmirspor’da görev almak için can atıyorlardı. Milli Lig’de yıllarca oynayan, ardından 2. Lig’de mücadele veren İzmirspor 2015-2016 sezonunda Bölgesel Lig’den düştü. Şimdi Süper Amatör Küme’de oynuyor. 2010’ dan bu yana amatör kümelerden kendini kurtaramayan kulübün o yıllarda elinde olan tesisleri dışında birkaç amatör sporla uğraş vermesi de çok önemli. Eskiye göre rengini ve heyecanını kaybetmiş durumdaki İzmirspor’un oysa nice yıldızlara babalık yaptığı ortada dururken camiaya bir şeyler katacacak kişilerin ortaya çıkması bile mucize gibi görünüyor. Eski yöneticiler, bir kısım taraftarlar belli yerde oturup kulüplerini gündeme almış olsalar bile bunun yetersiz olduğu bir gerçek.
59
üçüncü ligde oynamaya mahkum ettiği de bir başka gerçek.
İzmir’de
spor
Sporun kısaca geçmişi Modern anlamda sporun ortaya çıkması sanayi devrimi ile başlamıştır. Boş zaman kavramı ile başlayan günlük hayat içinde spor yapma pratikleri kentlerdeki insanların uğraşlarından biri olmuş ve bütün dünyaya yayılmıştır. 1863 yılında İngiltere’de on bir kulübün bir araya gelmesi ile bu süreç fiilen başlamıştır.
Vali Rahmi Bey
Kuşkusuz bu gelişmede İzmir’in bir liman kenti olması, dünyayla ticari ilişkilerinin güçlü olmasının ve etkisini unutmamak gerekir. 1894 yılında kurulan Futbol Club Smyrna İzmir’in örgütlü spor ile ilk tanışmasıdır. Whitall, Giraud, La Fontaine, Charnaud gibi itibarlı ve varlıklı İngiliz kökenli Levanten aile bireyleri bu kulübün kurucularıdır.
Salim ÇETİN
1912 yılında ise ilk Türk Kulübü Karşıyaka Terbiye-i Bedeniye spor dünyasına adım atıyor.
K
onak Belediyesi’nde göreve başladığım 1986 yılı ve sonrası için Belediye Başkanı Süha Baykal’ın İzmir kulüplerini bitmez tükenmez birleştirme çabası vardı. Altay, İzmirspor, Karşıyaka ve Göztepe’nin bir çatı altında bir araya gelmesi ve güçlü bir şehir takımı olarak yoluna devam etmesi temel hedef gibiydi. Günler ve haftalar boyu taraflarla tartışıldı, konuşuldu ve işin içinden çıkılamayınca süreç kendi haline bırakıldı. Ama aynı zamanda tarih bir kez daha tekerrür ediyordu demek mümkün; zira aynı deneyimi 1937 de bir vali yaşamış. 1937 yılında dönemin valisi Fazlı Güleç, kulüpçülük belasını defetmek, hem de İstanbul takımlarına karşı layıkıyla mücadele etmek ve takımları güçlendirmek istemiş, takımlara yeni bir rol biçmişti. Altay, Buca, Altınordu siyah-sarı; Üçokspor, Göztepe-İzmirspor, Egespor kırmızı-beyaz; Doğan Spor, Karşıyaka, Bornova Spor siyah-kırmızı renklerdeki formalarıyla yeniden şekillenmiş ama valinin gidişiyle tekrar her kulüp kendi mecrasına dönüvermiş. Her takımın bir semtte doğduğu ve bu semtin havasını suyunu, orada yaşayanların rengini kokusunu aldığı gerçeğinden yola çıkılırsa kulüplerin sosyolojik olarak birleşip yeni bir kimlikle yollarına koyulmasının sağlıklı olacağını söylemek zor. Hele bunu İzmir’ de sırf ekonomik gerekçelerle yapmak bir kat daha zor. Zira Serkan Seymen’in; “…Şehrin kendisi gibi futbolu da aslında ülke ortalamasına pek benzememektedir ve İzmirlilerin çoğunluğu bunun
60
Osmanlı İmparatorluğu’nun üç önemli kenti Selanik-İstanbul ve İzmir bu rüzgardan etkilenmiş, Selanik şehrinden sonra Osmanlı’nın ilk futbol oynanan kenti İzmir futbol kulübünü oluşturmuştur. Futbolun yanında at yarışları, golf, tenis ve atletizm gibi spor etkinlikleri de aynı tarihte başlamıştır.
Vasıf Çınar farkında olmasa bile üzerine gidilmesi, kaybedilmemesi hatta ülkenin diğer taraflarına ihraç edilmesi gereken de bu anlayıştır” şeklindeki itirazına gelip dayanırsınız. Başka bir deyişle; modern zamanların futbol anlayışı olan ve bizde de pek revaçta olan endüstrileşmenin getirdiklerini baş tacı eden bir anlayışı İzmir’de de uygulamaya koyarsanız kendi değerlerinizin farkına varmamış olursunuz demeye getiriyor yazar. Bilmiyorum biraz arkaik mi ama içinde dostluğu, dayanışmayı, semt aidiyetini ya da şehir kimliğini barındıran bir çizgi, bir anlayış size de daha insani gelmiyor mu? Bütün alanlarda olduğu gibi sporda da bu anlayış doğru değil midir? Üstelik sporu da sadece futbola ve kazanma hırsına indirgeyen, bu yüzden kulüplerde olması gereken voleybol, basketbol, atletizm gibi daha pek çok sportif faaliyetin kapı dışarı edildiği bir dönemde... Peki bunun iyi örnekleri yok mudur? Karşıyaka Spor Kulübü birinci sıraya basketbolu, yelkeni, masatenisini, voleybolu, atletizmi koyarak adeta egemen anlayışa karşı koymuş gibi durmaktadır. Ancak kendini parasal ilişkilere göre konumlandırmış kulüp anlayışının iyi dediğimiz bu yapılara ceza kestiği ve onları ikinci ya da
1914 yılında ise İttihat ve Terakki Cemiyeti üyesi Celal Bayar’ın ve Vali Rahmi Bey’in öncülük ettiği, siyasetin önde gelenlerinden Mustafa Necati, Vasıf Çınar, Şükrü Saraçoğlu gibi politikacı ve bürokratların kuruluşunda yer aldığı Altay Kulübü kuruluyor. Sportif etkinlikler yanında Levantenlerin ve gayrimüslim vatandaşlarımızın kurduğu kulüplere karşı mücadeleyi de amaçlamıştır Altay’ın kurulması… O yüzden bugün bile tavır ve davranışlarıyla farklılığı olan bir kulüptür Altay. Ayrıca bu kadar bürokratik geleneğin içinden gelmesine karşın taraftar desteği ile ayakta kalan ender yapılardan biridir ve semt olarak Altay, Alsancak semtinin takımıdır. 1923-1926 Aralık ayında ise Altınordu, Süleyman Ferit Eczacıbaşı öncülüğündeki bir grup ileri gelen tarafından kuruldu. Altınordu isminin de o yıllardaki fikir akımlarının etkisi ile Türklerin ilk anayurduna atıf yapılarak alındığının da altını çizmek gerekiyor. Son aylarda “İyi Birey, İyi Yurttaş, İyi Sporcu” sloganını kullanan ve şehrin birçok noktasında bu sloganı gördüğümüz Altınordu Kulübü belli ki sporu toplumsal duyarlılıkların bir aracı olarak görmektedir. Bu da ne pahasına olursa olsun yenme felsefesine indirgenmiş futbol ve spor anlayışına karşı doğru bir tavır olsa gerektir. İzmirspor’un kuruluşu ise 28 Kasım 1930’dur. Eşrefpaşa semtinin ileri gelenlerince kurulmuştur. Bu gün kendi tesisleri olan buradan sporcu yetiştiren bir kimliğe sahip kulüplerimizden biridir.
Şükrü Saraçoğlu
Süleyman Ferit Eczacıbaşı
Fazlı Güleç
14 Haziran 1925 Göztepe’nin kuruluşudur. Murat Gültekingil, 2. Karantina-Güzelyalı arasındaki Türk burjuvazisi’nin, tüccar ve aydınların, Göztepe Spor Kulübünün kurulmasında etkin olduğunu belirtir. 1
larda piyasa düzeninin bir parçası olan ve kendini buna göre konumlandıran sporu, özellikle futbolu ekonomik göstergelerin dışında tutamayız. O halde o yıllardaki ekonomik verilere kısaca bakalım:
Aynı yazar, Celal Bayar, Şükrü Saraçoğlu gibi politikacılardan dolayı Altay’ın kurulmasında İttihat ve Terakki’nin, Karşıyaka’nın kurulmasında ise Hürriyet ve İtilaf Partisi’nin etkisinden söz eder.
19. yüzyılın ortalarında İzmir, Ege Bölgesi’ndeki sanayi ve tarımsal ürünleri dış ülkelere ihraç eden Osmanlı’nın İstanbul ve Selanik’ ten sonra gelen üçüncü liman kentidir. Kentin yaratmış olduğu ticari ve sınaî değerleri ihraç etmek için ilk kez demiryolu ve liman inşaatının İzmir’ de yapıldığı düşünülürse Doğu’nun Paris’i nitelemesi haksız sayılmaz... 1923-1929 yılları arasında İzmir’deki yabancı sermaye Türk sermayesinin iki katından fazladır.
Ancak tarihsel geçmişlerinde adı geçen siyasi oluşumların payı olsa da Göztepe’nin de, Karşıyaka Spor Kulübünün de taraftarı ile üst düzey bir bağ kurduğu ve her iki takımın kendi semtlerinde neredeyse her sokakta etkisinin olduğu gerçeğini de görmemezlikten gelemeyiz. 1970’lı yıllara kadar İzmir’in ekonomik gücüyle de orantılı olarak İzmirli spor takımları son derece başarılı olmuştur. 1959’da kurulan Türkiye Birinci Ligi’ne İzmir’den Altay, İzmirspor, Göztepe, Karşıyaka katılmış, sonraki yıl buna Altınordu da eklenmiştir. 1966-1967 sezonunda Türkiye Kupası’nı Altay kazanmış, iki sezon sonra Göztepe, rakibi Galatasaray’ı yenerek kupayı almıştır... 1969-1970 yılları arasında Göztepe hem Türkiye Kupası’nı hem de Atletico Madrid’i eleyerek ‘Avrupa Fuar Şehirleri Kupası’nda çeyrek finalde oynama hakkını elde eden ilk Türk takımıdır. Sonraki yıllarda ekonomik göstergelerdeki başarısızlıkla beraber aşağıya doğru bir gidiş başlayacaktır.
1980 sonrası dönemde İzmir futbolu 1960’lı yıllara dek bilgi birikimi ve ekonomik gücü nedeniyle Türk futbolunda söz sahibi olan İzmir, özellikle 70’li yıllardan sonra bu öncü niteliğini kaybetmiş görünmektedir. Sporun ahlaki ve insani ilkeleri kendi içinde barındırdığı, toplumsal dayanışmayı, sağlıklı olmayı içerdiği bir gerçektir ama aynı zamanda spor, ekonomik kalkınmayla at başı giden bir olgudur da. Ekonomi gelişme yolundaysa spor da buna bağlı olarak gelişiyor, kalkınmanın itici gücü oluveriyor. Modern zaman-
Ancak dünyanın yeniden kuruluyor olması, Kurtuluş Savaşımızın getirdiği kendine özgü dinamikler ve ulus devlet olma refleksleri gibi etkenler İzmir’in ekonomik büyümedeki olumlu çizgisini bir anda baş aşağı çekmeye yetmiştir. Kurtuluştan sonraki 1922 Yangını İzmir kentinin maddi ve manevi zenginliğinin önemli bir kısmının yok olmasına yol açmıştır. Beş gün süren yangın ticari alt yapıyı ve yetişmiş insan gücünü yerle bir etmiştir neredeyse. Yangından hemen sonra bir milyon iki yüz bin Rum nüfusun Yunanistan’a gönderilmesi ve 1946 yılındaki Yahudi göçü de bu kapsam içinde görülebilir. O tarihlerde İzmir’e yerleşen Türk göçmenlerin ise tarım kökenli olması genellikle tütün ziraatiyle uğraşması, gelişmenin önündeki bir başka engel olarak görülebilir. 1929 yılında yaşanan dünya ekonomik buhranı ardından konulan kısıtlamalar ile kentin öncelikleri arasındaki çekişmeler daha sonraki merkezi hükümetle arasındaki muhalif du-
d SSonraki k yıllarda ll d ruşun sanki ilk habercisidir. bu makas iyice açılmıştır. 1926 yılında İzmir’in ihracatı Türkiye ihracatının %43’ ünü karşılar. Bu oranlar 1991’de, %19’ a, 2001’ de %13 ‘ e kadar düşer. Bu rakamlardan da anlaşılacağı gibi İzmir kenti liman olma özelliğini hızla yitirmektedir. Bu ekonomik veriler sporda da kendini gösterir. 1928 yılında yapılan Alsancak Stadı’yla, Akdeniz Oyunları nedeniyle 1970’li yıllarda yapılan Atatürk Stadı dışında sporu geliştirecek önemli tesisin olmadığını da söylemek zorundayız. Son yıllarda yapılan birkaç tesisi saymazsak... 2000’li yıllardan bugüne kadar geçen süre de (2002-2003 sezonlarında Altay ve Göztepe ligde yer almış, sezon sonunda küme düşmüştür) İzmir kulüplerinin fetret dönemidir. Ne yazık ki. Altay yedi, Karşıyaka on dört yıldır 1. Lig’de ya da Süper Lig’de mücadele edememektedir. Oysa Anadolu’ da yeni gelişen şehirlerin takımları, Denizli, Kayseri, Gaziantep, Sivas, Manisa, Akhisar, Adana vs. gibi spor kulüpleri başarıyla yollarına devam etmektedir. İzmir’in 1980 yılında Özal’la gelişen liberal ekonomik anlayışın dışında kalması, akademisyen Deniz Yıldırım’ın deyimiyle finansal genişleme evresinde iktidar bloğundaki temsil olanaklarını ağırlıklı olarak İstanbul burjuvazisi ile uluslararası sermaye kesimlerine kaptırdığı gerçeğinden2 hareketle İzmir ne yazık ki bu kadere daha uzun süre razı olacak gibi görünüyor. Liberal ekonomik düzenin de kendi içinde bunalımlar yaşadığı göz önünde tutulursa ekonomide de sporda da özgün, var olan yapıların dışında başta söylenen İzmir’in kendi dinamikleriyle bezeli modelleri öne çıkarmanın daha sağlıklı olabileceğini söyleyebiliriz.
Kaynakça: 1 - İnadına Göztepe, Der. Serkan Boyacıoğlu, İletişim Yayınları, 2013 İstanbul, “O” Göztepe’ den Kalan, Murat Gültekingil.
Sporting Club
2 - Değişen İzmir’ i Anlamak, Phoenix Yayını, 2010 Ankara, Shf.291 “Bir Liman Kentinin Siyasal Dönüşümünün Ekonomi- Politik Fay Hatkarı”
61
Sultan Abdülhamid’in bir İngiliz oyunu olarak bilinen futbola karşı muhalefetine rağmen;
İzmir futbolu çayırda doğdu Tayfur GÖÇMENOĞLU
F
utbol, 19. yüzyılın sonlarında görülen ve bugün dünyada en yaygın olan bir spor dalı olarak tanınıyor. Ancak Osmanlı'da futbol, İkinci Meşrutiyet'in ilanından sonra; Avrupa'yı gören ve örnek alan Jön Türkler’in ısrarlı girişimiyle ülkeye girebildi. Sultan Abdülhamid rejiminin, bir İngiliz oyunu olarak bilinen futbola karşı muhalefetine rağmen, bir avuç insan, bu ideali başardı. Hemen o yıllarda levantenlerin yoğun olarak yaşadığı İzmir, aydın ve çağdaş yapısıyla futbolu çok çabuk benimseyen ve uygulayan kentlerden biri olacaktır. Buca, Bornova ve Karşıyaka'da yoğun olarak yaşayan İngiliz, Yunan ve Ermeni azınlıklar, kendi aralarında henüz kuralları belirlenmemiş bir futbol oyunu sergiliyor ve futbolun sonraları ana amacını oluşturacak ‘iddialaşmayı’ da yapıyorlardı. İzmir'in bir liman kenti olması, önemli spor dallarının buradan ülkemize yayılmasına yol açmıştı. Futbol, elbette bundan nasibini alacaktı. Bu kentte ticaret yapan İngiliz aileleri, özellikle futbolun, arkasından rugby ve tenis gibi spor dal-
62
Tarih 5 Mart 1936. Altay maçından bir enstantane. larının ülkemize girmesini sağladı. İngilizler, 1880'li yıllarda Buca ve Bornova'da oturuyorlardı. Futbol bu tarihlerde onlarla başladı. İlk futbolu oynayanlar arasında James ve Richard La Fontaine kardeşler ön sırayı alır. Sonra Frank ve Edwin Whittall ve Giraud'lar, İzmir'de ilk futbol oynayan ailelerdi. 1892'nin 24 Ocak günü Buca ve Bornova takımları arasında ilk futbol maçı
tertip edildi. Bu arada atletizm ve yüzme müsabakaları da yapıldı.
İlk kulüp kuruluyor 1894 yılına gelindiğinde Frank Whittall ile Edwin Whittall, Bornova'da ilk futbol kulübünü kurdular. 1897'de ise İzmirli İngiliz ve Rumların kurduğu İzmir Muhteliti (kar-
ması) ile İstanbul'da İngiliz ve Rumların kurduğu İstanbul Muhteliti karşı karşıya geldi. 1898 ve 1899 yıllarında yapılan bu karşılaşmaların hepsini İzmir Muhteliti kazandı. 1904 yılında İstanbul'da yapılan karşılaşmayı İzmir Muhteliti 4-2 kazandı. İzmir'in kadrosu şöyleydi: Harry Peterson, A. Whittall, P. Braud, G. Whittall, George Keon, R. Lafontain, Edmond Giraud, E.Whittall, Albert Whittall, C. Whittall, H. Coll, A. Lafontain, Cem Giraud. 1908 yılı Aralık ayında yabancılardan kurulu İzmir Muhteliti, Galatasaray'ı 3-1 yendi. İzmir, 2. Sultan Abdülhamid'in koyu istibdadının oldukça dışında kaldı. Ancak koyu taassup vardı. Halk, çayırlarda, meydanlarda kısa donlarla top oynayanlara hiç de iyi gözle bakmıyordu. Bu nedenle İzmir'de Türk gençlerinin futbola başlamaları Meşrutiyet'in ilanından sonra mümkün olabildi. İzmir'de Türk gençleri arasında ilk futbol takımı İzmir Sultanisi'nde kuruldu. Okulun jimnastik öğretmeni Melikyan Efendi, öğrencilerine futbolu öğreten kişi oldu. Türk oyunculardan kurulu ilk futbol takımı olan kırmızı-beyaz formalı İzmir Sultanisi takımı, ilk maçını 22 Ekim 1910 günü Pelops Kulübü Sahası’nda oynadı. İlk Türk takımında şu isimler yer aldı: Dr. Fikret (Tahsin), Dr. Kemal (Tahsin), Gabriel, Baha Esad (Tekand), Dr. Giritli Şefik, Süreyya, Hüsamettin, Baytar Şahap, Mühendis Rüstem, Dr. Hüseyin Hulki (Cura), Doktor Salih, Melikyan, Hüsnü Uğural. Bu tarihlerde Buca ve Bornova'da İngilizler'in birer kuvvetli takımı bulunmakta idi.
KSK, Hilal ve Altay derken... Bunun yanı sıra İngiliz ve Rumların teşkil ettiği Pelops, Rumların Panionios ve Apollon gibi takımları ile bir Ermeni takımı ve
Arap Besim Sait Altınordu Gündüz Kılıç
Rum Evangelidis ile İskoç Iskul ve Kızılçullu Amerikan Koleji takımları bulunmaktaydı. Bu takımlardan Amerikan Koleji'nde Talat (Erboy) ve Nejat adlarında iki Türk genci de yer alıyordu. Kemer İstasyon civarındaki Kançeşme (Eski Katolik Mezarlığı'nın yanı şimdiki Konak Belediyesi Temizlik İşleri Müdürlüğü alanı) sahasındaki maçlar, oldukça kalabalık seyirci tarafından ilgi ile izlendi. Bundan esinlenen Karşıyakalı bir grup 1912 yılında kulüp kurma yolunda ilk adımı attı. Karşıyaka'da Omiros tarlasında toplanan Karşıyakalı gençlerden Cemal Ahmet (Umar), Zühtü (Işıl), Osman (Güven), Hüseyin, Refik (Civelek), Salih tarafından kırmızı-yeşil formalı Karşıyaka Terbiye-i Bedeniye Kulübü kuruldu. Bu arada 1913 yılında Celal (Bayar) Bey'in İzmir'e İttihat ve Terakki'nin şubesini açmak
üzere gelmesi, gençlik ve spor konuları üzerine eğilmesi ayrı bir teşvik vesilesi oldu. Bunun sonucu olarak Alsancak (Punta) Şark İdadisi Müdürü Mustafa Necati, Baha Esad (Tekand) ve Vasıf (Çınar) beylerin olumlu çabalarıyla İzmir yeni bir kulübe kavuştu.16 Ocak 1914 günü kurulan kulübe önce ‘Hilal’ adı verildi, daha sonra bu ad ‘Altay’a çevrildi. Böylece İzmir, iki Türk takımına kavuştu: Karşıyaka ve Altay. Altay'ı Türk Ocağı, Karşıyaka'yı da Müdafa-i Milliye Cemiyeti himayesine aldı. Aslında o yıllarda İttihat ve Terakki ile Müdafa-i Milliye grupları, siyasi rekabetlerini futbola yansıtmayı başarmış görünüyorlardı. Birinci Dünya Savaşı'nın çıkmasıyla Altay ve Karşıyaka'nın en gözde futbolcuları askere gitti. Kulüpler, zor takım çıkarır hale geldi. Bu arada iki takımdan da birçok futbolcu savaşta şehit oldu. İzmir'in Yunanlar tarafından işgaliyle de ligler yarım kaldı. Dolayısıyla Karşıyaka, Altay ve sonradan kurulan Midilli ve Trablus kulüpleri, faaliyetlerini tatil etmek zorunda kaldı.
Adnan (Menderes) Bey kalede
Eski Altay takımı.
Ancak Şark gazetesi sahibi Halil Zeki Osman, kişisel çabasıyla Altay'ın faaliyetlerini 'İdmanyurdu' adı altında sürdürdü. 1915'de Katipzade İbrahim Ethem Bey'in İzmir İttihat ve Terakki Mektebi'ni bitirdikten sonra Kızılçullu'daki (bugünkü Şirinyer) Amerikan Koleji'nde okuyan oğlu Adnan Bey (Menderes), henüz 15 yaşındayken futbola merak sarmış, kolej bünyesinde kurulan futbol takımına girmeyi başarmıştı. Adnan Bey'le birlikte bir iki Türk genci daha takımda yer aldılar. Adnan Bey, bu-
63
Altay'ın 1930 yılındaki kadrosu. radaki başarısıyla dikkati çekmiş olacak ki, kısa süre içinde Altay takımında kaleci olarak oynamıştı. İttihat ve Terakki yanlılarınca kurulan Altay'da oynarken, bu fırkanın (parti) karşıtları tarafından kurulan Karşıyaka’ya transfer edilmek istenen Adnan Bey bu teklifi kabul etmedi. Adnan Bey, Kızılçullu'da kalıyor olmasına rağmen, Buca ile sıkı temas halinde değildi. Daha çok İzmir'e ve doğup büyüdüğü Aydın'a gidiyordu. Ve Adnan Bey, sadece futbol değil basketbol da oynamış ve bu okulun basketbol takımında yer almıştı. O yıllarda İzmir'de Katolik ağırlıklı Levantenler ‘Sporting Club’ü kurmuşlardı. Kulüp binası Birinci Kordon'da şimdiki Tüccar Kulübü'nün bulunduğu yerde idi. Fransız Guiffray ailesinin kontrolünde olan kulübün 19. yüzyılın sonlarına kadar uzanan kuruluş öyküsü, 20. yüzyılın ilk yıllarında faaliyet alanını genişleterek sürdü. Ancak binicilik, eskrim, tenis, yüzme, kürek, avcılık ve dağcılık gibi dallarda faaliyet gösteren kulüp, futbola uzak kaldı. 1923 yılında Altay Kulübü'nde çıkan bir iç anlaşmazlık yüzünden ayrılan bazı sporcular ve idareciler, İzmir İdmanyurdu ile birleşerek Altınordu Kulübü'nü kurdu. 26 Aralık 1923 tarihinde kurulan bu kulübün kurucuları arasında Şerafettin, Edip (Berkkan), futbolcu Ziya, atlet Hüseyin beyler bulunmaktaydı. 1925 yılında yine Altay Kulübü'nün Aydın'a yaptığı bir seyahatte baş gösteren anlaşmazlık, yeni bir bölünmeye yol açtı. Bu kulüpten ayrılan Muammer, Nüzhet, Nadir, Kenan, Ferit ve Nebil Bey'ler, Göztepe semtinde; buranın adını verdikleri Göztepe Kulübü'nü kurdular. 1930 yılında İzmir'in üç eski kulübü Sakarya, Altınay ve Güzelizmir, birleşerek İzmirspor Kulübü'nü oluşturdu. Bu kulübün kurucuları arasında Haydar (Aryal), Bihter (Meriçler), İzzet (Erişen), Reşat (Togay) ve Abdülkadir (İkinci) yer aldı. Burada
64
Cumhuriyet'ten 1930'lu yıllara nasıl gelindiğine de bir göz atmak gerek: Cumhuriyet'i takip eden zaman dilimi içinde Yunanlarla birlikte İngilizlerin önemli bir bölümü de ülkeyi terkedince; İzmir'in Buca ve Bornova gibi kasabalarında çok az İngiliz aile kalmıştı ve bu ailelerin, eskiden olduğu gibi Bornova çayırında düzenledikleri pikniklerde eğlence amaçlı ‘top oynadıkları’ görülüyordu. Çünkü henüz kuralların netleşmediği bu oyunlara ‘futbol’ demek mümkün değildi. Özellikle Bornova'da oturan İngiliz azınlıklar, Buca'daki yakınlarını ziyarete başladılar. Forbes, Gordon, Rees, Giraud, Purser, Adela, Boltertson, Barff gibi kah Buca'da, kah İzmir'de malikanesi olan ailelerin en sadık ziyaretçileri, koltuklarının altında mutlaka futbol topu olan çocuklarıyla Whittall Ailesi idi. İngiliz Whittall'lerin saha dışına kaçan toplarına vurmak, Bucalı gençler için hem şans hem keyif demekti. Takım, ne zaman Buca'ya gelse, Bucalı gençler peşlerine düşer, onların futbol oynayacakları yerde toplanırdı. Futbol olgusu artık Buca'yı da sarmaya başlamıştı. Ve Cumhuriyet'in daha ilk yıllarına bakıldığında ortaya çıkan tablo, birçok futbol kulübünün kurulduğu şeklindeydi. Hal böyle olunca, bu takımlar kendi aralarında; bir program dahilinde karşılaşmalar yapacak ve kazanmaları karşısında aldıkları puanla, bir sezonu kimin iyi, kimin kötü bitireceği belli olacaktı.
İzmir’de resmi lig maçları İzmir'de resmi lig maçları, Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakları'nın kurulduğu 1923 yılında başladı. Ancak bu ittifaka üye olan takımlar liglere katılabiliyorlardı. Altay, Karşıyakaspor, Altınordu, Anadolu ve Şarksanayispor kulüpleri, bu ittifaka daha o yıl girdikleri için İzmir'de ligde
Vahap Özaltay oynayan ilk takımlar olarak anıldılar. Sonuçta 1930'lu yıllar; İzmir'de futbolun kıpırdadığı, kendi çapında parlak günleri yaşadığı, Sait (Altınordu), Vahap (Özaltay) ve Fuat (Göztepe) gibi yıldızlarını yetiştirdiği, sonraki kuşakların örnek alabilecekleri bir futbol düzeninin de olduğu yıllardır. O yıllarda İzmir ve Aydın çevresinde görülen sel felaketi, dönemin İzmir Valisi Kazım (Dirik) Paşa'yı harekete geçirdi. Paşa spora, özellikle futbola büyük önem veren bir yöneticiydi. Seylapzedeler (sel felaketzedeleri) menfaatine bir turnuva düzenlenmesini istedi. Turnuva, bir taraftan resmi lig maçları oynanırken başladı. ‘Şefkat Kupası’ adıyla başlatılan turnuvaya; 1928 yılında kurulan ve Fenerbahçe'nin iznini alarak sarı-lacivert renkleri kullanan Buca İdman Yurdu da katıldı. Dönemin Buca İdmanyurdu Başkanı Hafız (Uyar) Bey'le Kazım Paşa çok iyi dosttular. 3 hafta sürecek bu turnuvada fikstür belli oldu. Buca İdman Yurdu, turnuvaya katılan Güzelizmirspor ile Yıldızspor karşılaşmasının galibi ile 28 Teşrinsani (Kasım) 1930 günü maç yapacaktı. Hakemliğini Hasan Bey üstlenecekti. Maçtan önce Karşıyaka Sebat İdman Yurdu Takımı, Bucaspor'a bir dostluk maçı teklif etti. Maçın 22 Teşrin 1930 günü Buca Sahası’nda yapılması kararlaştırıldı. Haber, iki gün sonraki Anadolu gazetesinde Baha Konuralp imzasıyla şöyle yayınlandı: "...Aynı günde Buca'da Yeni Buca takımı ile KSK takımı arasında yapılan müsabaka, 2-5 sayı ile KSK lehine tecelli etmiştir. KSK'lılar, Buca'da samimiyetle karşılanarak izaz edilmişler ve kırlarda gezdirilmişlerdir. Akşam
KSK şerefine Buca Kulübü tarafından bir çay ziyafeti verilmiştir. Ziyafet esnasında kulübün saz heyeti güzel Alaturka parçalarla hazırhuna inşirah bahşetmiştir. KSK'lılar, saat 21.00'de Bucalılar’ın "Yaşa!" sedaları arasında yürümüşler ve bu küçük seyahatten mahzuz ve mütehassis kalmışlardır."
Vali Bey'in tebriki Seylapzedeler yararına düzenlenen ve Bucaspor'un; Güzelizmirspor-Yıldızspor karşılaşmasının galibiyle yapacağı maç günü geldiğinde; Bucaspor, bu karşılaşmayı kazanan Güzelizmirspor ile karşı karşıya geldi. 28 Kasım 1930 günü Alsancak Stadı'nda yapılan karşılaşmayı Güzelizmirspor 4-0 kazanarak finale kalmayı başardı. Maçı Kazım Paşa ile Fahrettin (Altay) Paşa birlikte izlediler. Maçtan sonra Vali Kazım Paşa, Hakem Altaylı Hasan Bey'i yanına davet ederek, “oyundaki hüsnü idaresinden dolayı” tebrik etti. İzmir'de ilk futbol transferi KSK'nın bazı maçlarda oynatmak üzere Göztepe'den Muzaffer ve Hakkı'yı almasıyla başladı. Bu dönemde Altınay takımı başarısıyla hemen öne çıkıyordu. Bucaspor, daha çok karşılaşma yaparak kondisyonunu artırmaya karar verdi. Musevilerin kurduğu Makabi Takımı ile sık sık dostluk maçları düzenlendi. Bu maçlar, hem idman yerine geçiyor, hem de Bucaspor'lu oyuncular, yeni kuralları tanımış oluyordu. 19 Kanunuevvel (Aralık) 1930'da liglerin yeniden başlaması kararlaştırıldı. 11 Kanunuevvel 1930'da Resmi Futbol Maçları Futbol Heyeti, maçların fikstürünü tanzim etti. Bu fikstür kulüplere gönderilirken, heyet bu münasebetle şöyle bir bildiri yayınladı: "Resmi futbol maçlarına bir hafta sonra yani 19 Kanunuevvel'de başlanacaktır. Futbol Heyeti, 1931 senesine ait futbol şampiyonluk figüstürünü (fikstürünü) ha-
Fuat Göztepe
Yıl 1930. Hafız Uyar başkanlığındaki Bucaspor takımı. zırlamış, kulüplere tebliğ etmiştir. Birinci (Küme) Köme'den Sakarya ve Altınay kulüplerinin İzmirspor namı altında birleşmesi nazarı dikkate alınmış ve Birinci Köme'de inhilal eden altıncılığa geçen, geçen sene İkinci Köme birincisi olan Karşıyaka Semt Kulübü çıkarılmış, figüstür buna göre tanzim edilmiştir. Futbol Nizamnamesi'nin 70'inci maddesi mucibince Altınordu ve İzmirspor kulüpleri İkinci Köme'de birer takım bulundurmayı teklif etmişler ve Futbol Heyeti, bu teklifi kabul etmiştir. Birinci Köme maçları, Alsancak, İkinci Köme maçları da Belediye (Halk) sahasında oynanacaktır."
Yenilen takıma “aferin” Futbolda 1931-1932 sezonu Altay'ın birinciliği ile kapanınca, takımlar zamanı iyi kullanmak için özel maçlar düzenlemeye başladı. Bir nevi hazırlık maçları yaptılar. Bucaspor, önceki maçlarda öylesine kötü sonuçlar aldı ki, bu hazırlık maçları belki şeytanın bacağını kırabilirdi. Geçen sezonun lig birincisi Altay ile Buca arasındaki dostluk maçını Altay 2-1 kazanmasına, yani Bucaspor mağlup olmasına rağmen, gazetelerde "Bravo Bucaspor!" manşetli haberler çıktı. İşte 23 Eylül 1931 tarihli o haberlerden biri: "...Öğleden sonra pek bir başka şekilde çıkan Altay takımı ile Buca takımı arasında yapılan hususi oyunda Altay, ancak bire karşı iki sayı ile galibiyetini temine muvaffak olabilmiştir. Merkez ve Futbol heyetleri tarafından altışar ay müddetle tecziye edilen Altay'ın en iyi ve müfit muhacim oyuncularından Vahap ve Sezai Bey'lerin bir müddet için oynamamaları, takımda pek tabii olarak
tesirini gösterecektir. Bu itibarla zaafa uğrayan ve uğratılan Altay takımından bu sene için fazla muvaffakiyet beklemek zaittir. Yapılan lig maçlarında ilk oyunlar aksi gibi Altay'a, en kuvvetlilerinden İzmirspor'a düşmüştür. Buca takımında geçen seneye nispetle terakki asarı meşhuttur. Geçen senenin 2-6 neticesi nerede, bu senenin 2-1 neticesi nerede?”
Aferin Buca'ya Konumuzu; yazı üslubuyla 1930'lu yıllara damgasını vuran spor yazarı Baha Konuralp'in bir eleştirisi ile tamamlayalım: "...Sabah saat 09.00'da Göztepe-Buca takımları arasında yapılan müsabakada yaptığımız tahmin üzerine Göztepe takımı galip gelerek Buca'nın gol rekorunu kırmış ve bire karşı 8 gol yapmak suretiyle galip gelmiştir. Bu vaziyet karşısında Buca takımının Birinci Köme'ye girmemesi hakkında yazdığımız yazılarda hakkımız var mı imiş, yok mu imiş diye sormak hakkımızdır; çünkü bu takımın 6'dan aşağı gol yediği yok. Bilakis rekor 6'dan 7'ye, 7'den 8'e çıktı. Bakalım ondan yukarısını atmak hangi takıma nasip olacak?" Baha Konuralp'in İzmir'de ilk spor yazarı olduğu konusundaki tespitler de yanlış değil. Üstelik onun Anadolu gazetesinde yayımladığı bu yazılar, o yıllardaki spor yazarı üslubu hakkında da bize bilgi vermeye yetiyor. O yıllara ait bir not daha düşelim, resmi liglerin başladığı 1930'lu yıllarda hakemlik kurumu henüz oluşmamıştı. Maçlarda başarısı ve centilmenliği ile öne çıkan futbolcular kendi takımları dışındaki takımların maçlarını yönetir, ücret de almazlardı.
65
Taçsız Kral’ın sayfalardaki izini sürmek kırlardan geliyorlar ellerinde sümbülteber elbette kırlardan kırlardan gelecekler başka türlü nasıl güzelleşir bu akşamüstleri söyleyin nasıl dayanılır dükkanlara depolara bu katran kokusu başka türlü nasıl geçer (Turgut Uyar- Kayayı Delen İncir’den)
Mazlum VESEK
M
etin Oktay, bu toprakların efsaneleşmiş ve efsaneleşmeyi gerçekten hak etmiş birkaç portresinden birisi. Şiirlere, marşlara, en nüktedan fıkra yazarlarının kalemine ve beyazperdeye konu olmuş belki de tek futbolcu. Sarı-kırmızı renklerle anılsa da, Metin Oktay, fotoğraf ve film karelerinin siyahbeyaz renklerle basıldığı; yoksulluğun ve varlıklı olmanın post-modern satırlara konu(k) olmadığı zamanların bayrak gibi dalgalanan ismidir. Metin Oktay’ı gelmiş geçmiş bütün gol krallarından farklı kılan nedir? Bana kalırsa, bu sorunun cevabı onun taçsız haliyle krallığını sokaklardan, tribünlerden koparmadan yaşamasında ve emek verdiği futbolun hiçbir zaman ‘ayağa’ düşürecek bir vuruş yapmamasındadır. Bu nedenledir ki, Metin Oktay sadece Galatasaray’ın değil, Türkiye’deki tüm futbolseverlerin ve hatta Galatasaraylıların ezeli rakiplerinin bile saydığı sevdiği bir futbolcudur. Metin Oktay, bu yazıya ve daha birçok yazıya konu olabilecek güçte bir kişiliktir. Bu yazıda, onun kişiliğini ve yaşamını ele almayacağız. Metin Oktay’ın sayfalardaki izini süreceğiz sadece. Nesilden nesile tanınırlığı hiç azalmayan bir efsanenin konu olduğu kitapları, daha doğrusu kaynakçasını ele alacağız. Bu yazıda ayrıca Metin Oktay’ın hayatını konu alan ‘Taçsız Kral’ filmini de tanıtacağız.
66
Ayten Gökçer
Ajda Pekkan
Metin Oktay
67
Elimizdeki malzemeye gelince… Açıkçası durum çok iç açıcı değil. Futbolun memleket sathında bu denli sevilmesini sağlayan en önemli spor adamlarından biri olan Metin Oktay ile ilgili yazılanlar maalesef parmakla sayılacak kadar az. Biz listeyi buraya aktaralım. En azından külliyatı görmek isteyen meraklı okuyucuyu durumdan haberdar etmiş oluruz. Maalesef, bugüne kadar Metin Oktay ile ilgili yazılmış sadece iki kitap var. İlki Metin Oktay’ın jübilesi üzerine hazırlanmış “Metin” adlı kolektif kitap. İkinci kitap ise, bu jübile kitabından tam 41 yıl sonra yazıldı. Spor yazarı Ahmet Çakır, “Taçlı Kral Metin Oktay” adlı kitabı okuyucu ile buluşturdu. Bunun dışında çok özel bir çalışma var ki, o da Metin Oktay’ın kaleminden çıkan “Top ve Ben” adlı kitap…
tin’in arkasından”… İlk sayfada herhalde gol sevincini yaşayan bir Metin Oktay var. Kollarını açmış seyirciye koşuyor. Kitabın ikinci bölümü Necmi Tanyolaç’ın kaleminden. Adı: “Krallar Önde Gider-Metin’in Hayat Hikayesi”. Kitabın tüm yazarlarında olduğu gibi Tanyolaç’ın kaleminde de sevgi var. “İsimsiz Bir Çocuk Damlacık Kulübünde” ara başlığının ardından şu satırları aktarıyor Tanyolaç:
Sadece haber için yazılan ve süslenen bir fotoğraf değil. Türkiye ve Galatasaray ile özdeşleşmiş bir efsanenin başka bir takımda oynayacak olmasının verdiği tarifsiz bir ruh hali var. 1961’de Palermo’da ‘Taçsız bir Kral’ vardır çünkü. Metin’in Palermo’ya gidişi gibi Galatasaray’a bir de dönüşü var. Tanyolaç 1962 yılını şu satırlarla aktarmış: Yaslı gittim, şen geldim aç kaleni ben geldim.
Şimdi bu eserlere bir göz atalım: Metin (jübile kitabı-kolektif) Metin Oktay ile ilgili hazırlanan ilk kitap. 1969’daki jübilesinden hemen sonra hazırlanan kitapta çok önemli kişilerin imzası var. Osman Karaca’nın yönetiminde yapılan çalışmaya İslam Çupi, Halit Kıvanç, Ali Oraloğlu, Haluk San ve Necmi Tanyolaç katılıyor. 1970’te Karaca Ofset Basımevi’nden çıkan kitap, Metin Oktay ile ilgili ilk derli toplu kitap. Kitabın önsözündeki şu satırları aktarmayı önemli görüyorum: “Bazıları büyük doğar. Bu kitap, büyük doğmakla kalmamış, büyük olmasını da bilmiş bir sporcuya küçük bir armağan dileğiyle hazırlanmıştır. Sadece ayağındaki ya da kafasındaki meşin top kalelere girmiş bir yıldız futbolcu değil. Saha içi ve saha dışı davranışlarıyla kalplere de girmiş bir büyük insan olarak METİN OKTAY gelecek kuşaklara örnek kalma mutluluğuna erişecektir. Tahtını gönüllerde kuran, tacını sınırları aşmış sevgiyle süsleyen bir spor kralının şeref dolu hayatını bu kitapta toplamakla, Türk futbol tarihine ışık tutmak amacı da güdülmektedir. Bir METİN OKTAY yetiştirmiş ulusun insanları olmanın gururu içinde çalışarak, fakat bu muhteşem spor anıtını bu mütevazı kitaba sığdıramamanın üzüntüsünü duyarak karşınıza çıkıyoruz.” Kitabın ilk bölümünde Metin Oktay’ın jübilesi ile ilgili önemli spor adamlarının, yazarların görüşleri alıyor. Bölümün adı “Me-
68
“Metin, nüfus kağıdındaki kayıtlar hariç, hala isimsizdi. İlkokulu bitirdiği ve 1948’lerde ayaklarına ve kafasına değen topla yaşamaya başlamış da olsa isimsizdi. Ama vazgeçmeyecekti ondan, hiçbir karşılık beklemeden seviyordu futbolu. 1951’de ilk kez bir takıma girdi. Bu takım üçüncü sınıfında okuduğu ortaokulun futbol takımıydı. (…) Karşıyakalı Hasan Efendi’nin oğlu damla damla büyüyor, damla damla ilerliyordu. Metin Damlacık’ta kendini göstermeye başlamıştı.” Dedik ya, Tanyolaç sevgiyle yazıyor. Ama doğrusu kalemindeki nüktedanlığa da diyecek yok. Örneğin Metin’in 38 gol atarak Avrupa Gol Kralı olduğu seneyi şu satırlarla tarif ediyor: “Vur dedik, öldür demedik!” Kitapta gerçekten sıra dışı fotoğraflar var. Örneğin Özkan Şahin’in objektifinin çektiği Metin Oktay’ın ayakları için şöyle bir not düşülmüş: Artık bu ayaklar topa Galatasaray için değil; Sicilya’da Palermo takımı için vuracaklar.
Söz, Metin’in jübilesine geldiğinde sanki Tanyolaç’ın satırları ağlıyor. Tanyolaç, acaba Metin’in ölümünde ne hissetti, demekten kendimi alamıyorum. Jübile ile ilgili son satırlar şöyle: “Kalabalık caddelere taştı… Mecidiyeköy’den çıkan her yol ‘Metin Abidesine’ çıktı. Yıl 1970’ti. Metin, defterini kapatmıştı. Ama sadık tebaası kraldan vazgeçmemişti.” Kitabın üçüncü bölümünde Metin Oktay ile ilgili yazılar yer alıyor. 1961’den 1970’e kadar Türk basınının önemli spor yazarlarından seçme yazılar ile bir Metin Oktay panoraması sunuluyor. Kahraman Bapçum’dan Halit Kıvanç’a, Adnan Süvari’den Gündüz Kılıç’a varana kadar çok farklı isimlerin yazdığı yazılar, Metin’in futbol yeteneğini ortaya koyan birer güzelleme. Bu yazılar, günümüzde spor yazarı olmak isteyen genç kalemlerin önemli bir rehberi olabilecek nitelikte. Kitabın tam ortasına yerleştirilen karikatürler ise çok ilginç ve tebessüm ettiren türden. Metin’in jübilesi için bayram eden kaleciler ve bir krala tacını bileğinin hakkıyla
69
Ajda Pekkan
Metin Oktay
aldığını söyleyerek meydan okuyan çizgiler ve daha fazlası. Çizgiler Altan Erbulak ve Bedri Koraman’dan… Haluk San’ın hazırladığı bölümde ise Metin’in spor hayatı, maçları ve golleri, ayrıntılı ve kronolojik olarak verilmiş. Araştırmacılar için hazır ve başarılı bir bellek.
mahcubiyetimle destek istedim. Çakır’a minnet borçluyum. Kitabı bana ulaştırdı ve artık arşivimde var.
Kitabın belki de en keyifli bölümü İslam Çupi’nin hazırladığı ‘Altın Goller’ bölümü. Metin’in, hafızalardan silinmeyen gollerini kritik eden ve belgesel akışı içinde fotoğraflar eşliğinde ‘golleri sıralamış’ Çupi. Tabii, şu meşhur ağları yırtan golü gözlerim aradı. E artık, onu da buraya aktarmak olmaz. Meraklı okuyucu bulup okusun.
Kitabı okuyup bitirdiğimde Metin Oktay’ın, yazarlığı mecburi ihmal etmiş güçlü bir kalem olduğunu gördüm. Eğer hafızam beni yanıltmıyorsa Hakan Dilek, Metin Oktay’ın dost sohbetlerinde Can Yücel’den ve Nazım Hikmet’ten şiirler okuduğunu yazmıştı. Şimdilerde kitap okuyan futbolcuya rastlamak zor iken, yazınımızın güçlü isimlerini okuyan bir Metin Oktay vardı bir zamanlar. Kitabın girişi onun ne denli güçlü bir anlatıcı olduğunun ispatıdır:
Top ve ben- Metin OKTAY Gelelim Metin’in kendi kaleminden çıkan kitaba. Doğrusu kitabın ‘künye’ bilgileri konusunda çok sıkıntılıyım. Öncelikle, yıllardır kitabı aradığımı belirtmeliyim. Türkiye’deki 25 büyük kütüphanede ve 50’den fazla sahafta yaptığım araştırmadan sonra hiçbir sonuca varamadım. Yoktu. Yazık ki, Metin Oktay’ın kaleminden çıkan tek kitap yoktu. Galatasaray Müzesi’nden bir türlü destek alamadım. İzmir’den İstanbul’a kulüple bağlantı kurup derdimi anlatmak büyük mesele oldu. Telefonlarda ilgili birime bağlanmak için 15 dakika bekletildiğim oldu. Tekrar aramalarda sonuç yoktu. Nihayet, spor yazarı Ahmet Çakır’a ulaştım ve bütün
70
Kitapta, bir yayınevi adı yok. Basım tarihi yok. Sadece Ergun Gürsoy’un verdiği destek ile ilgili bir not var.
“Top ve ben… Biz ikimiz, çocukla oyuncağı değildik. Hikayemiz öyle başladı ama yıllar geçtikçe ‘oyun’dan müsabakaya, ‘maç’lardan ‘şampiyonalar’a yöneldi. Önce oyundu, sonra ‘iş’ oldu. Birlikte çok güzel şeyler ürettik adı ‘gol’dü. (…) TOP VE BEN, seyirci dediğimiz o muhteşem sevdalılar topluluğuna hiçbir zaman ödenemeyecek manevi borçların da bir anlamda minnetle, sevgiyle teyit edilmesidir.” Oktay, masal tadında ama gerçek olduğunu unutturmadan, bir tamirci çırağı edasıyla
anlatıyor, top ile olan macerasını: “Ben vururum, o gider… O gider, ben giderim… O ilk vuruşla birlikte yolum da değişti, hayatım da… (…) Çaresiz, kader bağlamıştı bizi.” Metin Oktay, asıl anlatıya geçmeden önce hayat ile ilgili felsefesini aktarıyor. Felsefe yapmak için değil şüphesiz. Yürekten kopup gelen sözler; ama bilgelik ve insanlık dolu: “İnsan ömrü dediğiniz nedir ki? Bir ömür boyu kavga… Yaşama kavgası, ekmek kavgası, kısacası var olma kavgası. Bazen düşünürüm, bir ömür boyu kavgaya değer mi, diye… Bazen de kutuplardaki kızak köpekleri arasındaki rekabeti, onların arasındaki büyük kavgaları düşünürüm… O büyük doğa savaşında, o kızak köpeklerinin mücadelesini bilir misiniz? Kutuplardaki kızaklarda kuraldır. En kuvvetli, en dirayetli, en dayanıklı köpek kızağın önüne geçer. Kırbacı ise arkadaki köpekler yer. (…)
Kutup köpeği, kızak esiri Big’e benzeyen insanları düşünüyorum. Düşündükçe beynim yumak yumak oluyor. Sanki hiç çözülemeyecek bir yumak… Hadi köpekler neyse… Peki insanlar niye kavga ederler bu güzelim dünyada?”
Yoksul insanların mutluluğu Tam da yoksul insanların mutluluğunu anlatır Metin. Yokluğa rağmen çocukluk güzeldir. Margarin yağlı ekmeğin üzerine serpilen toz şeker, yemeğin salçasına batırılan ekmek çocuk Metin’i mutlu etmek için yeterlidir. İlkokul yıllarından itibaren Sait Altınordu hayranıdır. Ama güzel bir topu bile yoktur. En çok da buna üzülür. O zamanlar yaşadığı hayatı, yorgun bir küfenin dibindeymişçesine düşünüyor.
caksın, demiştir. Öyle ki, öncesinde Beşiktaş’la yolları kesişir. Beş yıl karşılığında 6 bin lira isteyen Metin’e, Beşiktaş yöneticisi Sadri Usuoğlu adeta kükrer: “Ben o parayı Recep’e vermedim be! Sen kim oluyorsun? Bir Recep Adanır mısın yani?” Gerçi Galatasaray da ilkin bu parayı vermez. Ama Metin’e böyle kötü davranmamışlardır. İzmirspor’a transfer olan Metin’i Galatasaraylılar seyretmeye geldiğinde İzmir’in en önemli gündem maddelerinden biri olur. İzmirliler Metin’in gitmesini istemiyordur. Burada uzun uzadıya bu olayı aktarmayacağım ama Metin’in transferi yine fazla pahalı bulunur. O günün Galatasaray yöneticisi Necdet Çobanlı, bu para mevzuu için 31 yıl sonra bir yazısında, “Affet beni kral” diye yazar.
Çok ilginçtir ama Metin Oktay’ın hayatındaki kırılma noktasının bir otomobilin üzerine sıçrattığı çamurdan sonra olduğunu görüyoruz. Öfkeli ve saygısız otomobilin ardından bakarak, “Sen de kirlet bakalım, n’olacak” der. Bu anısını İslam Çupi, bu anısını kendisine anlatan Metin Oktay’ın karşısına şöyle bir yazı ile çıkacaktı:
Metin Oktay; şöhretin ve krallığın tozlu, zorlu, dolambaçlı yollarına girmeyi şüphesiz İzmir’e borçludur. Öyle ki, onun futbol yaşamının başlangıcı olan 1951 yılında her gece herkesten gizli fuara yamalı bir topla girip çalışır. Metin’i bu tekli antrenmanlarda, bir adam keşfeder. Adeta büyülü bir andır Metin için. Hayranı olduğu, çocukluğunun kahramanı Sait Altınordu 8 numaralı formayı giymişti hep. Metin, 1951 yılında Damlacık Spor’da 8 numaralı formayı giyerek sahalara çıkar. İlk kazandığı parayı Arif Hantal’dan alır. Alaçatı ile yapılan özel maçta iki gol atan Metin’e Arif Hoca, kırmızı bir iki buçukluk verir. Bu, onun kazandığı ilk paradır. Hayat sanki ona, ille de Galatasaraylı ola-
- Karar ver artık ben mi, Galatasaray mı? - Galatasaray, çünkü o daha vefalı… Anlattıklarımızın daha fazlası şüphesiz kitapta var. Metin’in sevgi ve vefa dolu satırlarını okuyun…
Taçlı Kral Metin Oktay Ahmet Çakır Metin Oktay ile ilgili en kapsamlı çalışma şüphesiz Ahmet Çakır’ın “Taçlı Kral Metin Oktay” kitabı. Yazarın kendi yayını olan eser, 2011’de okuyucu ile buluştu. Ahmet Çakır, bu kitabı hazırlamakla ne kadar övünse azdır. Bu alandaki ilk telif kitap olma özelliği taşıyan bu eser, alandaki boşluğu doldurmak için önemli bir adım. Metin Oktay’ın ölümünden bu yana kendisi ile ilgili yazılmış tek kitap. Bu kitap bir başlangıç olmakla birlikte Metin’i anlatmaya yetmez. Metin Oktay’ın daha birçok yönüyle ele alınması gerekir. Kitabı Ahmet Çakır’ın hazırlamış olması çok önemli. Çünkü Çakır, bir Galatasaraylı olmanın yanı sıra gerçekten bir Galatasaray uzmanı. Galatasaray’ın tarihini de daha önce yazmış. Kitapta, Metin’in hayat serüvenini, çok farklı yazı, kaynak ve anıdan derleyerek aktarıyor. Yukarıda sözünü ettiğimiz iki kaynaktan da epeyce yararlanmış; ancak Metin ile ilgili kıyıda köşede kalan önemli yazılara da yer verilmiş. Kitap, Metin’in futbolculuk hayatı, futbol sonrası yaşamının yanında ölümünün ardından nasıl bir iz bıraktığını görmek açısından önemli.
“Halbuki o üstü başı berbat edilen delikanlı 7 yıl sonra Türk futbolunun bir numaralı Metin Oktay’ı olmuştu. O zamanın Metin’i ile İstiklal Caddesi’nin şimdiki Metin’i arasında, insanı mukayese çılgını yapacak bir uçurum vardı. Ama o rıhtımın kabuğuna çekik delikanlısı sözünde durmuş ve bir zaman sonra Türkiye’nin en çok tanınan ilk beş adamı arasına girmeye muvaffak olmuştu…”
Fuarın ay ışığı altında bir topçu
Metin Oktay’ın Galatasaray sevdası denilince de şüphesiz, Galatasaray’ı evliliğe tercih etmesidir. İleride ele alacağımız “Taçsız Kral” filmindeki o meşhur diyalogu kim unutabilir:
Beş yıl karşılığında Galatasaraylı olduğunda transfer ücreti 1949 model mavi renkli bir taksidir. Metin, bu aracın ticari plakalı olmasını ister. Çünkü çalıştırıp ailesini geçindirmek, katkı koymak zorundadır.
Ağları parçalayan bazuka
Kitabın içinde çok özel diyebileceğimiz konuklar var. Ali Kırca, Orhan Ayhan, Selim Soydan, Cemal Süreya, Mehmet Fuat bunlardan bazıları. Anılar bölümünde eşi Servet Oktay, TSYD Başkanlarından Esat Yılmaer ve bir başka önemli Galatasaraylı Fatih Terim’e rastlıyoruz.
Metin’in hayatı, futbolcuya kız verilmeyen yılların bir parçacı hikayesidir. Ama sonunda zafer ve başarı olan bir hikayedir.
Metin Oktay ile ilgili başka kitapların da yazılması umuduyla Ahmet Çakır’ın kitabını mutlaka okuyun diyorum.
Metin’in kendini tarif edişi bir parça da dışarıdandır. Kendisini övmeyi sevmediği ortadadır; ama bir gol var ki, kim olsa övünür. 10 Haziran 1959’da Fenerbahçe ağlarını yırtan gol yüz binlerce Galatasaraylı için efsane olur; ama bir o kadar Fenerbahçeli’yi de ağlatır. Metin Oktay o golü, “Ağları parçalayan bazuka” olarak tarif eder.
Taçsız Kral (film) Atıf Yılmaz (1965) Ertem Eğilmez’in kurduğu ve dönem dönem Nahit Ataman’a ait Arzu Film’in Türkiye sinema tarihinde özel bir yeri vardır. Ertem Eğilmez, sağ cenahın eleştirmekten kaçınıp filmlerini ilgiyle izlediği, sol cenahın (yani
71
kitlesel spor olan futbolu konu edinmesi ve Galatasaray ile Fenerbahçe başta olmak üzere bu kulüplere mensup kişileri oynatması itibariyle bir halk filmiydi. İzleyiciyi bu yönüyle çeken bir filmdi ve keyifliydi. Senarist Safa Önal, filmin çekiminde ne kadar zorlandıklarını anılarında anlatır. Metin’in eşi Servet Oktay, bazı sahneler için çok sert tavır koyar. Neyse ki Atıf Yılmaz’ın uzlaşmacılığı ile film kurtarılır. Film, İzmirli bir kişiliğin, Metin Oktay’ın hayatını konu edinmesi ve önemli bir kısmının İzmir’de çekilmesi itibariyle, İzmir kent kültür tarihi için de ayrı bir değer taşımaktadır. Metin Oktay’ın büyüdüğü sokaklar; Kordonboyu, Asansör filmdeki karakterler gibi canlıdır. Metin Oktay’ın sinema serüveni aslında 1959’daki “Gönül Kimi İsterse” filmine dayanır. O filmde de Metin birkaç sahnede az da olsa görünür. Ancak, Taçsız Kral filmi, gerçek bir futbolcunun rol aldığı ilk Türk filmidir. Metin Oktay, oyunculukta başarılı olmasa da (ki bu çok doğaldır) bu işi yüzüne gözüne bulaştırmamıştır da…
sosyalistlerin) yerden yere vurduğu ama filmlerini izlemekten de kendini alıkoyamadığı bir yönetmendir. Ertem Eğilmez eleştirisi bu yazının konusu değildir. Ama şu gerçeğin altını çizmekte fayda var: Arzu Film ve Ertem Eğilmez, 1965’te “Taçsız Kral”” filmini Atıf Yılmaz’a çektirerek futbol tarihimiz için çok önemli bir belge bıraktı. Ahmet Çakır’ın deyimiyle “tepe tepe kullanılacak” bir materyaldir. 1960’ların sinema ortamı, düşünsel zenginlikk açısından en başarılı yıllardır. Türkiye toplumu, 1970’lerin keskin ve tahammülsüz ortamından uzaktır. Bu ortamda sağdan ve soldan çekilen filmlerin hemen hepsi belli bir olgunlukla karşılanmaktadır. 1965’te sinemacılar arasındaki Yeşilçam-Sinematekk kırılması, ortamın olgunluğunu bitiren önemli bir dönemeçtir. Taçsız Kral filmi, 1965’te Atıf Yılmaz’ın yönetmenliğinde Safa Önal’ın yazdığı senaryo ile çekildi. Sinemacılar, her ne kadar Metin Oktay’ın popülerliğinden yararlanıp seyirciyi salona çekme amacıyla bir film çekmeyi tasarlasa da, bugünden baktığımızda, amacını çokk çok aşan ve iyiye hizmet eden bir eserin ortaya çıktığını söyleyebiliriz. 1960’ların ideolojik tartışmaları nazarında kimi sinema tarihçileri bu filmi toplumsal gerçekçi olarak tanımladı. Filmdeki kitlesel çekimler, gecekondu mahalleleri, bir işçi çocuğunun hayatını konu edinmesi itibariyle toplumcuydu. Fakat bana kalırsa, en
72
Senaryo, Metin Oktay ile yapılan uzun görüşmeler sonrasında hazırlanır. Çok suskun olan Metin’in ağzından söz almak çok zordur. Ama Metin, hayat hikayesini yıllar sonra “Top ve Ben”de kaleme aldığında gerçeğe çok yakın olduğunu tekrar görüyoruz.
Gündüz Kılıç Film, şüphesiz bir kurgudur. Ancak, görüntüler bugün için çok kıymetli bir belgedir.
Sonuç yerine Aslında bu yazıdan çıkarılacak sonucu yazının içinde defalarca vurguladık. Bu yazılanlar ve çekilen tek film Metin’e haksızlıktır. Başta Galatasaray Spor Kulübü, yazarlar, Metin Oktay dostları, ilgili bakanlıklar bu
Metin Oktay futbol abidesini geleceğe taşımak için daha duyarlı olmalı. Yazıya İkinci Yeni Şairi Turgut Uyar’la başladım. Yine bir İkinci Yeni Şairi ile bitirmek istiyorum. Bakın Cemal Süreya, meşhur Metin Oktay yazısında ne diyor: Metin’de bütün bu büyük futbolcuların yanında kendisini daha büyük gösteren
bir şey var. Nedir bu acaba? Teknik mi, beden gücü mü, sezgi mi? Bütün bunlar birleşmiş onda. Ama aynı özellikleri başka futbolcularda kolayca seçiyoruz. Sanırım asıl niteliği topla buluşması. İcatçıdır bu konuda. Sevecendir. Şemsiyesini ne mi yaptı? Fenerbahçe’ye attığı çok ünlü bir gol vardır. ‘Uçan Manda’ olarak anılan golle Özcan’ın beklediği kalenin ağlarını yırttı. Ayıp olmasın diye ve rakip takıma bir cemile olarak şemsiyesiyle
örttü orayı. Şemsiyenin bugün hâlâ orada olduğu söylenir. KAYNAKÇA: Fotoğraflar için Metin Oktay’ın jübile kitabı ‘Metin’den yararlanıldı. Cemal Süreya’nın 99 Yüz Kitabı. Yasemin Arpa’nın Safa Önal ile yaptığı nehir söyleşi kitabı ‘Ne Kadar da Gamlı Bu Akşam Vakti’. Agah Özgüç’ün Türk Filmleri Sözlüğü.
73
İzmirspor'dan Göztepe'ye bir efsane kaleci
SEYFİ TALAY Yaşar ÜRÜK
İ
lkokul ikinci sınıfa başladığım yıldı. Ülkemizdeki futbol sezonu da yeni başlamıştı. Babam tıpkı erkek kardeşi gibi futbola çok düşkündü. Bir dönem İzmir'in efsane amatör kulübü Kale Çamlık'ta yönetim kurulunda görev de almıştı. Bu nedenle benim hayatıma futbol sevgisini sokanlar babam ve amcam olmuştur. Amcamın deyim yerinde ise ‘hasta’ Altaylı olmasına karşın babam Beşiktaşlı idi. Ancak İzmir'de en çok sevdiği futbol kulübü, yetiştiği semtin de etkisi ile İzmirspor'du. İşte, sözünü ettiğim ders yılı başında efsane Talebe Çayırı'ndaki, İzmirspor Sahası ile tanıştım. Günümüzde İnönü adını taşıyan, dönemin Hatay Caddesi kenarında, dört tarafı yüksekçe taş duvarla çevrili, sert toprak zeminli bir futbol sahasıydı. O dönemlerde İzmir şehri henüz bu kadar betonlaşmadığından, şehrin merkezinde böyle çok sayıda futbol sahası vardı. Gene Bahçelievler'de bulunan Leskay, Darağacı'nda Umurbey, Alsancak'ta Altınordu sahaları bunlardan bir kaçıydı. Hatta her mahallede o yörenin çocuklarının top koşturduğu uygun arsalar da görebilirdiniz. Bu arsalarda kıran kırana futbol maçları yapılır, hatta komşu mahallelere deplasmana gidilirdi. Günümüzde Süper Lig'de tek takımı olmayan İzmir gerçek bir futbol cenneti idi. Babam beni Alsancak'ta cumartesi-pazar yapılan Milli Lig maçlarına götürürdü. O dönemlerde İzmir'e deplasmana gelen takımlar iki gün üst üste maç yapar ve iki ayrı İzmir takımı ile oynarlardı. Sözgelimi gelen takım Ankara'nın Hacettepesi ise cumartesi
74
Küçük Aydın
Seyfi Talay
günü Karşıyaka, pazar günü de Göztepe ile oynardı. İzmir'in Milli Lig'de beş takımı vardı: Altay, Göztepe, Altınordu, Karşıyaka ve İzmirspor. İşte o günlerde ben de babamla birlikte İzmirspor'un antrenmanlarını oldukça sık izlemeye başlamıştım.
İzmirspor Sahası’nın yine Hatay Caddesi’nde, ön tarafında birkaç basamaklı minik bir tribünü olan bir binası da vardı. Önceleri o tribün basamaklarında babamla birlikte antrenman ya da amatör maçları izlerken, sonraları kendimi sahanın içinde ve kale
arkasında bulmaya başladım. Özellikle kaleci antrenmanlarında kale arkasına kaçan topları toplayıp, sahadaki futbolculara atmaya bayılırdım. Bazen bu toplama işinde minik sakatlıklar da yaşadığım oluyordu. Bunlardan birini hiç unutmam. İzmirspor'un İbrahim diye bir futbolcusu vardı ve müthiş sert şutlar çekerdi. Bir gün kale arkasında gene heyecanla bir top kaçsa da atlayıp alsam diye beklerken bu İbrahim'in çektiği şut mermi gibi tam bulunduğum noktaya yöneldi. O kadar ani gelen bir toptu ki, yerimden kıpırdayamadım bile. Topun bana çarpması ile birlikte havada adeta takla attığımı anımsıyorum. Yere düşünce, başıma ağabeyler toplandı ve hemen beni kale arkası duvarın yanına götürerek "Hadi çişini yapmalısın" dediler. O dönemlerde karnına ya da kasıklarına böyle top darbesi alan erkek çocuklarına hemen çiş yaptırtmak adeti vardı. İşte Seyfi Ağabey’i o antrenmanlarda tanıdım. Takımın çalışması bitince soyunma odasına gitmez ve mutlaka tek başına kaleci çalışmasını ayrıca sürdürürdü. Maçlarda o kadar dikkatimi çekmemişti ancak antrenmanlarında çok iyi ve artistik görünümlü plonjonlar yaptığını biliyordum. O tür plonjonları bir de Varol Ürkmez yapardı. Ancak Seyfi Talay üç direk arasındaki duruşu ile güven veren bir kaleciydi. Sakin yapısı ve efendi / ağabey tavırlarıyla futbolcu arkadaşları tarafından çok sevilen kaleci Seyfi'nin camianın insanları arasın-
daki lakabı ‘Kaptan’dı. Bu nedenle İzmir futbol tarihi ile ilgili hazırladığım bir çalışmaya da ‘Kaptan’ adını vermiş olmamın benim için ayrıca bir onur olduğunu da belirtmek istiyorum.
semtinde, İnönü Caddesi'nin Karabağlar ilçe sınırı içinde kalan tarafında yer alan ve Gazeteci Hasan Tahsin Caddesi, Ali Rıza Avni Bulvarı, 490. ve 505. sokaklar arasında kalan düzlüğün adıdır.
İzmir'in ünlü kalecilerinden olmasına karşın Seyfi Talay İzmir doğumlu değildir. 1934 yılı Ocak ayında İstanbul'da Kireçburnu semtinde hayata gözlerini açar. Aile aslında Selanik kökenlidir ve Balkan Savaşı'nın yaşattığı sıkıntılardan sonra İstanbul'a göçer. Sekiz çocuğa sahip Muzaffer Tevfik Bey ve Sabiha Hanım’ın altıncı çocukları olan, tam adıyla Ahmet Seyfettin'in futbol topu ile tanışması birçok futbolcu gibi mahalle arasındaki arsalarda başlar. Sağlam fiziği ve yere o ölçüde sağlam basan ayaklarıyla top hakimiyeti çok iyidir ve sıkı şut çıkarabilen iyi bir hücum oyuncusudur. Dokuz yaşına girdiği yıl, babası görev yaptığı Denizcilik İşletmeleri'nin İzmir bölgesine tayin olunca aile de İzmir'e göçer. Futbol sevdası burada daha da alevlenir. Çünkü mahalle arası arsa yerine taşındıkları semtin Talebe Çayırı gibi müthiş bir futbol alanı bulunmaktadır. O alan Yeşilyurt'tan Bozyaka'ya, Eşrefpaşa'dan Hatay'a kadar çevrede yaşayan tüm gençlerin futbol topu ardında koşturdukları yerdir.
XIX. yüzyıl sonlarında Kâtipoğlu Çayırı olarak adlandırılan, Karafatma Dağı yamacındaki bu düzlük uzun yıllar İzmirli gençlerin piknik ve spor alanı olmuştur. Cumhuriyet sonrası şehrin hızla yapılanması sırasında, bir bölümünde sığınak olarak kullanılan çukurların da bulunduğu alanın kime ait olduğu bilinmediğinden, 1932 yılında İzmir Belediyesi tarafından duyurularla sahibi aranır ancak hiçbir başvuru olmayınca çayırın spor sahası olarak düzenlenmesi kararlaştırılır ve semtin takımı olan İzmirspor Stadı'nın yapım işi gündeme gelir.
Bu arada söz gelmişken o günlere yetişemeyen çok kişinin merak ettiği Talebe Çayırı'ndan da kısaca söz etmek isterim. Talebe Çayırı, günümüzdeki yerleşim alanı üzerinden tarif etmeye çalışırsak, Bahçelievler
Bu stadın öyküsü de ilginçtir. 1933 yılı Ekim ayında Cumhuriyet Kupası’nın grup maçları sonucu finale kalan o sezonun İzmir şampiyonu İzmirspor futbol takımı, böylece Ankara’da Fenerbahçe ile final maçı oynamaya hak kazanır. Ankara’da Lozan Palas’ta kalan Fenerbahçe’ye karşın, okul sınıflarında ağırlanan İzmirspor, ilk yarıyı 1-0 önde bitirir. İkinci devre başında hakem Kemal Halim Bey ayağına kramp girdiği bahanesiyle yönetimi Kemal Rifat Bey’e bırakır. O da Fenerbahçe lehine bir penaltı yaratır. Tribündeki seyirci galeyana gelir ve maç yarıda kalır. Aynı akşam Merkezi Umumi Reisi Aziz, İzmir Milletvekili Halit, Ajans
1955 yılında, kaleci Seyfili Ordu Milli Takımımız / Floransa'da Hollanda'yı 3 - 0 yenerek Dünya Şampiyonluğu yolunun açıldığı maçtan önce seremonide.
75
Seyfi Talay
76
27 Şubat 1955. Ankara 19 Mayıs Stadyumu'nda Dünya Ordulararası Futbol Şampiyonası eleme maçı seremonisi. Kaleyi Seyfi'nin koruduğu takımımız Fransa'yı 4 - 2 yenerek İtalya'daki finallere katılma hakkını kazanır. İstanbul Dolmabahçe Stadı'nda, Feriköy - İzmirspor maçından bir an.
28 Ocak 1955 tarihinde Suriye Ordu Karması ile Şam'da oynanan ve 8 - 5 galibiyetimizle biten maçta Seyfi'nin topu yumruklaması. Umum Müdürü Fenerli Muvaffak, İzmirspor Başkanı Adnan ve Fenerbahçe kaptanı Zeki toplanırlar ve maçın 11 Kasım’da İzmir’de, Viyanalı bir hakem yönetiminde oynanması, gelirinin de Talebe Çayırı’nın stadyuma dönüştürülmesi için harcanması kararını alırlar. Bu olayın sonucunda sahanın temeli atılır. Bahçelievler semtinde, zamanın Hatay Caddesi üzerinde, numara 185 adresindeki küçük futbol stadyumu böyle bir gelişme sonucu yapılır. Kara Fatma Dağı düzlüğünde olan bu alan, zamanında kiremit ocakları bulunduğu için ‘Karhane Çayırı’ ya da ‘Göller’,
77
Ertan Öznur
Seyfi Talay
Halil Kiraz
Göztepe’de kamp hatırası. sonraları da ‘Talebe Çayırı’ olarak anılır. Göller adının nereden geldiği hakkında kesin bir bilgi yoktur. Sonunda da İzmirspor futbol takımına ait semt sahası olur. Uzun yıllar hizmet veren toprak zeminli bu sahanın, çevresi tamamen meskûn hale geldiği için genişletilmesi yönünden çevresinin istimlakine imkan bulunmadığı nedeniyle
1969 yılı Haziran ayında yıkım kararı verilir. Ancak yıkımın gerçekleşmesi 1972 yılını bulur ve saha tarihe karışır. İşte Seyfi'nin de İzmir'de ilk kez futbola sevdalandığı alan burasıdır. Onu bir dönem Altıntaş futbol takımının en genç futbolcularından biri olarak görürüz. Bu arada
Seyfi Talay, İkinci Milli Lig Kırmızı Grup maçında İzmirspor forması ile Sakaryaspor kalecisi Necdet'e penaltı golü atarken. 78
ilkokulu bitirmiş ve Mithatpaşa Sanat Enstitüsü'nde eğitimini sürdürmektedir. Derken ağabeyi Selahattin, Nazilli'deki Sümerbank fabrikasının futbol takımına transfer olur. O dönemdeki bu tür şirket takımları, transfer ettikleri futbolcuları aynı zamanda işe de almaktadırlar. Nitekim Selahattin de fabrikada işe girmekle kalmayıp, kardeşi Seyfi'yi de Nazilli'ye yanında götürür. Ancak Seyfi sadece Sümerspor'da oynar, fabrikada çalışmaz. Bu arada da nasıl olduysa sıkı şutlara sahip bir hücum oyuncusu iken birden kendisini kalede oynarken görürüz. Bu santrfor adayı iken kaleci olma değişimi birçok futbolcudan bildiğimiz bir olaydır. Bu futbolculara birkaç örnek vermek gerekirse aklımıza gelen isimler arasında hemen Beşiktaş'ın unutulmaz kalecisi Necmi Mutlu'yu söyleyebiliriz. Futbola Kadırga takımında santrfor olarak başlayan Necmi Mutlu, bir maçta talihsiz biçimde ayağının kırılması sonucu futbol yaşantısını kaleci olarak sürdürmüştür. Sözgelimi Fenerbahçe kalecisi Volkan Demirel de futbola kalede başlamamıştır. Hatta bazı gazete röportajlarında en büyük arzusunun bir maçta santrfor olarak oynamak olduğunu da söyler.
Seyfi Talay, elleri kadar ayaklarına da hakim bir kalecidir. Oynadığı maçlarda genellikle penaltı atışlarını o yapar ve de kolay kolay kaçırmaz. Profesyonel futbol yaşamında kayıtlara geçmiş ve tümü İzmirspor formasıyla atılmış tam on penaltı golü bulunmaktadır. O dönemler, bu tür fantezilerin futbolda pek rastlanmadığı ya da görülmediği dönemlerdir. Günümüzde olsaydı kaleci Seyfi'nin oyuna katkısı bildiğimiz örneklerin en iyilerinden biri olabilirdi. Sözgelimi Galatasaray kalecisi Simoviç, Manchester United kalecileri Peter Schmeichel ve Fabian Barthez, Tottenham kalecisi Pat Jennings bu tür kalecilere örnek isimlerdir. Seyfi Talay Nazilli'de fazla kalmaz. Aklı İzmir'de ve İzmirspor'dadır. Kulübün başında olan Selim Akiş'e konu açılınca transferi kabul eder ve Seyfi Talay 1952 yılında çok sevdiği İzmirspor'a kavuşur. O dönemlerde günümüzde Süper Lig adıyla düzenlenen Milli Lig henüz kurulmamıştır. Futbol maçları bölgesel amatör lig düzeyinde yapılmaktadır. Bölge birincileri ise Türkiye birinciliği için karşılaşmaktadırlar. Takım şampiyon olma başarısını, Seyfili kadro ile 1954-1955 ve 1955-1956 sezonlarında gösterir. Bu arada genç kaleci başka başarılara da imza atar. Önce İzmir genç karma ve ardından Genç Milli Takım'a seçilir. Askerlik görevi
Seyfi Talay
gelip de silah altına alındığında Havagücü Takımı’nın kalecisi olur. 1953 yılında Brüksel'de yapılan Dünya Genç Takımlar Futbol Şampiyonası'nda üçüncülüğü kazanan takımımızın kalesini de o korur ve 1954 yılında A Milli Takımı’na davet edilir. Ankara'da askerlik yaparken Ordu Milli Takımı'na seçilir. O takım Dünya Şampiyonu olur. Daha önce Fransa Ordu Takımı’nı eleyerek İtalya'da düzenlenen dörtlü finale kalan Türk Ordu Milli Takımı’nın şampiyon olması için İtalya'yı mutlaka yenmesi gerekmektedir. 27 Mart 1955 tarihinde Roma'nın ünlü Olimpiyat Stadı'nda oynanan maçta, İtalya 2-1 öne geçmesine karşın Ordu takımımız 3-2 öne geçmeyi başarır. İtalyanlar kendi seyircileri önünde maçı almak için özellikle son on beş dakika müthiş baskılı oynarlarsa da kalede devleşen Seyfi, inanılmaz kurtarışlar yaparak şampiyonluğun kazanılmasında büyük pay sahibi olur. Aynı takım Tahran'da bu kez İslam Ülkeleri Orduları Futbol Şampiyonu olur. Ordu Takımı Dünya Şampiyonu olduktan sonra 1955 yılında İzmir'de Demokrat İzmir gazetesi okurlarının oylarıyla "Yılın Futbolcusu" seçilir. Bu ödülün ardından Seyfi'ye iki İstanbul
takımı birden talip olur. Spor kamuoyu Vefa kulübüne transfer olmasını beklerken o, Beşiktaş'a transfer olmaya karar verir ve birkaç hazırlık maçına çıkar. Nedense doğduğu şehir de olan İstanbul'da fazla kalamayacağını anlayıp çok sevdiği İzmir'e ve İzmirspor'a döner. Bu arada sürekli bir işi de vardır ve İzmir Borsa'sında kontrolörlük yapmaktadır. Seyfi Talay hem futbol hem de saha dışındaki hayatında çok özel ve farklı bir insandır. Müthiş iyiliksever ve cebindeki para ile sofrasındaki lokmasını bölüşen birisidir. Çok efendi ve naziktir. Bu nedenle de çok sevilir. Futbol çevreleri onu “Kaptan" diye çağırırlar. Gerçekten saha dışında da herkesin gönlünün kaptanıdır. Sahada da çok nazik olmasına karşın futbol hayatında en çok üzüldüğü anısı iki kez hakem tarafından oyundan atılmasıdır. Üstelik bu iki atılma da Karşıyaka ile yapılan maçlarda gerçekleşmiştir. Seyfi Talay on iki yıl İzmirspor'da kalecilik yaptıktan sonra yaşanan bir anlaşmazlık sonucu kulüpten ayrılıp 1964-1965 sezonu başında Göztepe'ye transfer olur. Göztepe o dönemde ileride Avrupa fatihi olacak efsane takımı yaratmaktadır. Bu transferde Göztepe'nin unutulmaz kaptanı ve Seyfi Talay'ın çok yakın dostu olan Koca Kaptan
Metin Oktay
79
Gürsel Aksel'in de payı büyüktür. O yıllarda Göztepe sahaya çıkarken en öndeki Kaptan Gürsel'in elini tutarak sahaya çıkan minik maskot kız da Seyfi Talay'ın kızı ve benim can arkadaşım Süreyya Talay'dan başkası değildir. Göztepe'ye geldiğinde ikinci kaleci Ali Artuner henüz çok genç ve deneyimsizdir. Bu nedenle ilk iki sezon maçının önemli bölümünde Göztepe kalesini Seyfi korur. 1964-1965 sezonunda Göztepe’nin 1. Lig, Türkiye Kupası, Spor Toto Kupası ve Fuar Şehirleri Kupası'nda oynadığı 36 karşılaşmanın 21'inde kalede Seyfi vardır. Göztepe o sezon ligi üç büyüklerin ardından dördüncü bitirir. Bir sonraki sezonda Göztepe'nin 35 karşılaşmasının 18'inde kalede yine Seyfi vardır ve takım, ligi beşinci tamamlar. Ancak 1966-1967 sezonunda Göztepe kalesinde işler değişir. Yirmi iki yaşına gelen genç kaleci Ali Artuner müthiş bir çıkış yaparak teslim aldığı kaleyi bir daha kolay kolay bırakmaz. Göztepe'nin yine lig dördüncülüğüne ulaştığı sezonda Seyfi Talay, ancak bir maçta kaleyi koruyacaktır. Göztepe'nin bir kez daha dördüncü olduğu sezonda bu kez kaleye sadece iki maçta geçebilir. Bu arada İzmirspor 1966-1967 sezonu sonunda Milli Lig'ten düşmüş ve 2. Lig’de büyük mücadele vererek güçlükle Milli
Emektar İzmirspor Stadı’nın kulübe gelir getirmek üzere ranta kurban oluşunun fotoğrafı. (Mart 1972) Lig'e dönebilmiştir. Ama kadronun güçlendirilmesine ihtiyaç vardır ve eski göz ağrılarını yeniden kulübe davet ederler. Böylece tecrübeli Seyfi Talay 1968-1969 sezonundan itibaren yeniden İzmirspor kalesine geçer. Ne yazık ki, Seyfi'nin on iki maçta kaleye geçtiği o sezon, İzmirspor'un da ligde son sezonu olur. O günden sonra da bir daha Süper Lig'e çıkamadığı
gibi 1971-1972 sezonu sonunda 3. Lig'e düşmekten kurtulamaz. Seyfi Talay da, o sezonun sonunda futbol sahalarından ayrılır. İzmirspor'daki bu dört sezonluk ikinci döneminde kaleye geçtiği maç sayısı toplamı elli üçtür. Futbolu bıraktıktan sonra da Ticaret Borsası'nda eski işinde çalışmaya devam eder.
İzmirspor'un 1952 yılı Ağustos ayında, Alsancak Stadı'nda sezon açılışı ilk maç kadrosu. Bu fotoğraf Seyfi'nin İzmirspor'daki ilk fotoğrafıdır.
80
İlerleyen yıllarda onu bazı takımlarda kaleci antrenörü olarak görürüz. Bu takımlar İzmirspor, Karşıyaka ve Kuşadası Gençlik'tir. Bu arada bazı basın organlarına verdiği röportajlarda futbolcu olmasaydı güreşçi olmak istediğini, kuru fasulyeyi, Batı Müziği’ni,
sinemayı ve roman okumayı sevdiğini belirtirken; futbolculardan da Metin, Can, Lefter, Brumel, Boston, Didi, İolanda, Balaş ve Pele'yi beğendiğini de saklamaz. İzmir futbolunun unutulmaz sporcusu, İzmirspor ve Göztepe takımlarının başarılı
kalecisi Seyfi Talay'ı 1985 yılı 28 Aralık günü, bir kalp rahatsızlığından dolayı yitirdik. O, 1950 ve 1960'ların rüya gibi geçen efsane kaleciler döneminin yıldızlarından biriydi. Günümüzde öyle bir kaleci kuşağı artık kolay kolay yetişmiyor.
10 Nisan 1955, Ankara 19 Mayıs Stadyumu. Karagücü maçı seremonisinde Seyfili kadrosu ile Havagücü Futbol Takımı.
Metin Oktay Seyfi Talay
İzmir genç karması Aydın Sahası’nda. Seyfi Talay en sağda kaşkollu, üst sırada soldan dördüncü genç futbolcu ise o yıllarda İzmir'de fırtınalar estirmeye başlayan genç Metin Oktay.
81
Ve Türk futbol tarihinin renkli sayfalarından, herkesin İzmirli sandığı
“Madrid Panteri”
Kaleci Varol İzmir’de, Altay’da 10 yıl oynayan Varol’un bu yılları da unutulmaz yıllarıdır. O nedenle çoğu kişi bugün bile Varol’un İzmirli olduğunu düşünür. Lütfü Dağtaş
T
ürk futbol tarihini incelediğimizde yengilerle gelen sevinçler, yenilgilerle biten hüzünler dışında pek çok renkli sayfalar da karşımıza çıkar. Hiç şüphesiz bu renkli sayfalarda “Madrid Panteri” ya da “Kedi Kaleci” olarak adlandırılan Varol Ürkmez; inanılmaz kurtarışları, inanılmaz biçimde yediği golleri, 52 kez nişanlanıp 10’u imam nikahı olmak üzere 16 kez evlenmesi, 2 kez cezaevine girmesiyle apayrı bir yer tutar.
82
İlk teşhisi ebesi koyar! 17 Temmuz 1937 tarihinde Adapazarı Arifiye’de, Devlet Demir Yolları’nda yol çavuşu olarak çalışan Hüseyin Ürkmez ile Nesibe Ürkmez’in üçüncü oğulları olarak dünyaya gelir. Varol’a, çok renkli yaşayacağı yönünde ilk teşhisi ebesi koyar. Doğum esnasında aile bireylerine, “Bu doğum için fark isterim. Çünkü bu velet daha şimdiden anasının karnının içinde ele avuca sığmıyor, büyüyünce kim bilir ne olacak?” dediği Varol Ürkmez, yaşamı boyunca ebesini yalancı çıkarmayacak; aşkları, skandalları, “kurtarılamazken”
kurtardığı aynı zamanda, “kurtarılabilecekken yediği!” golleri ile Türk futbol tarihine adını renkli sayfalar halinde yazdıracaktır. Futbola; ilkokula giderken mahalle aralarında bez topla başlayan, 1953 yılında ilk Beşiktaş formasını giyen, henüz 17 yaşındayken 1954 yılında Genç Ulusal Takım kadrosuna çağrılan, 27 kez Ulusal Takımın file bekçiliğini yapan; Beşiktaş’ın dışında, Galatasaray, Altay, Gençlerbirliği, Manisaspor ile Tekel formalarını giyen Varol Ürkmez, futbol sahaları dışında beyazperdede de boy gösterir ve tam 6 filmde başrol oynar. Sinemaya adım atmasıyla birlikte renkli yaşamı daha da renklenen Varol’un o yılların ünlü aktristleri Fatma Girik ve Suzan Avcı ile yaşadığı aşkları ise dillere destan olacaktır. İzmir’de, Altay’da 10 yıl oynayan Varol’un bu yılları da unutulmaz yıllarıdır. O nedenle çoğu kişi bugün bile Varol’un İzmirli olduğunu düşünür.
Yaşam felsefesi ‘Bir Kalecinin Yaşam Öyküsü’ adlı anı kitabını kaleme alan Vecdi Uygun’un, karşılıklı söyleşi sırasında, “Dünya nimetleri sence nelerdir?” sorusunu şöyle yanıtlar Varol Ürkmez: - Önce futbol, sonra para, kadın, içki ve dilediğince yaşamak!
Penaltıları nasıl kurtarıyordu? Kaleci Varol’un futbol sahalarında önde gelen pek çok özelliği vardır. Bunlardan birisi; kurtarış yaparken kalesinin arkasına sıralanmış foto muhabirleri güzel poz yakalayabilsinler diye şık plonjonlar yapmasıdır. Şayet yakalayamayan olursa Varol aynı biçimde bir plonjon yapmaktan asla kaçınmayacaktır. Bir diğeri ise penaltı kurtarma formülüdür. Peki, bunu nasıl yapardı, kendisinden öğrenelim: - Önce penaltıyı atacak olanı, sonra hakemi, daha sonra da seyirciyi kızdırırdım. Moralleri bozulunca da atılan topları armut gibi toplardım. Bir maçta penaltı oldu. Atacak futbolcuya yaklaşıp maçı onlara sattığımızı söyledim ve topu sol tarafa at, ben sağa yatarım, dedim. Öyle yaptı ve tabii topu tuttum ama hakem tekrar ettirdi. Yine atacak olanı aynı taktikle kandırıp golü yemedim, maçı biz kazandık ama maçtan sonra kıyamet koptu!
Beşiktaş forması ile. Bir antrenman sonrası.
Futbolculuğu Futbola bez topla ilkokulda mahalle arasında başlayan Varol, ilk olarak Atilla adını taşıyan bir gazeteci ağabeyi aracılığıyla Bağlarbaşı Spor Kulübü’ne götürülür. Ancak kulüpte söz sahibi Arap Şadi, “Çoluk çocukla mı uğraşacağız!” deyince topa küser Varol ve öğrencisi olduğu Fıstıkağacı Ortaoku-
83
Varol Ürkmez
Ulusal Takım forması ile. 84
lu’nda kendini derslerine vererek iftiharla sınıf geçer. Ama sonra küslük geçer. Bu kez Beşiktaş yöneticisi Sadri Usluoğlu’nun karşısında bulur kendini. Deneme sonunda şöyle söyleyecektir Sadri Usluoğlu karşısındaki gence: - Bana bak tombul çocuk! Sen kendini futbola ve kulübe verirsen, ben de sana her ay kendi cebimden temiz bir 150 lira veririm, tamam mı? Bayramlarda da gıcır gıcır takım elbise... İlk Beşiktaş genç takımının kalesine geçer Varol. Yıl 1953’tür. 1954’te Genç Ulusal Takım kadrosuna çağrılır. 1955’te, ilk yarısı 3-3 biten BJK-FB maçının ikinci yarısında kaleye geçer ve devleşir. Maç 4-4 sonuçlanacaktır. Futbol sahalarında tam 22 yıl top koşturan Varol, inanılmaz kurtarışlar yaptığı ünlü Gento, Real, Di Stefano, Puskaş, Kopa’nın forma giydikleri İspanya’daki Real Madrid maçı sonrası ‘Madrid Panteri’ unvanını alacak, dönüşte Beşiktaş’tan koparak İzmir’e, Altay’a gelecek, 10 yıl sonra İstanbul’a geri dönerek, bu kez Galatasaraylı olacaktır. Bunun ardından Varol’u sırasıyla Gençlerbirliği, Manisaspor, son olarak da TEKEL takımlarında görmekteyiz. Renkli futbol yaşantısı dışında renkli sosyal yaşantısı da olan Varol, adı araba kaçakçılığına karışınca 2 kez cezaevine girmek durumunda kalır. Ulusal Takım kalecisiyken Çeklerden yediği 6 golü çadır tiyatrosuyla çıktığı Nazilli turnesinde anlatınca aforoz edilir. Renkli futbolcu Varol bugün İstanbul’da, son eşi Aylin Hanım ile gayet mutlu biçimde yaşamını sürdürüyor ve “bana son derece iyi bakıyor” diyor.
Eşi Aylin Hanım ile.
Filmlerde de rol aldı.
Galatasaray forması ile.
85
Ali Artuner
ve İzmir’e
haksızlık Gürkan ERTAÇ
Y
ıl 1960. Namık Kemal Lisesi'ndeyiz. Öyle bir futbol takımımız var ki sanki yetenek yarışmasına çıkmışlar. Türk futbolunun efsaneleri hep bizim mektebin kadrosunda. Göztepeli kaleci Ali Artuner, Nevzat Güzelırmak (İngiliz), Altaylı Galatasaraylı Ayhan Elmastaşoğlu (Yavru) ve Göztepeli Ertan Öznur bir çırpıda sayıverdiklerim. Türkiye şampiyonu bomba gibi bir takımımız var. O devirlerde okulların geniş bahçeleri şimdiki gibi otoparklarla örtülü değildi. Futbol takımımızın idmanları, hazırlık maçları okulun bahçesinde yapılır, biz de futbol ustalarını, okulun sembol öğrencilerinden Şaban Acarbay'la izlemeye bayılırdık. Ali Artuner nasıl kaleci oldu biliyor musunuz? Okulun kalecisi Erdem, bir ailevi sıkıntı dolayısıyla Beden Eğitimi Öğretmeni Mustafa Plevneli'den izin istedi. Ali de futbol aşığıydı. Kale arkasında kaçan topları kovalıyor, geri atıyordu. Hoca seslendi: "Oğlum kaleye geçer misin?" Delikanlı için böyle bir teklif, rüyalarının gerçekleşmesiydi bir yerde. Hemen soyundu, elbiseleri dut ağacına asıp geçti kaleye. Geçiş o geçiş... Yerden yere atlıyor, kurtarılması zor şutları çeliyordu.
86
Te be daha önce neredeydin? Bulgaristan kökenli öğretmenimiz Plevneli, Ali'nin kalecilik hünerine şaşırdı. İlginç şivesiyle, "Te be şimdiye ka nerdeydin?" dedi. İşte bir dev kaleci böyle doğdu. Ünü, bırakın Türkiye'yi, Avrupa'ya yayıldı. Niye anlattım bu olayı biliyor musunuz? Geçenlerde ulusal bir gazetemizde futbol otoriteleri (yaşları böyle bir değerlendirmeye ne kadar uygundur bilemem) son 50 yılın lig karmasını yapmışlar. Ve karmada Turgay Şeren'i en tepede gösterirken, Ali Artuner'i taaa dibe yerleştirmişler. Yazıktır, günahtır. Turgay Şeren'e saygımız var. Berlin'deki 2-1 'lik galibiyetteki kahramanlığını unutamayız. Bırakın sonuncu sırada değerlendirilmeyi Ali, Türkiye'nin gelmiş geçmiş en büyük kalecisidir.
Ali Artuner Ali için futbol bir yaşam felsefesiydi, çocukluğundan beri başarıya ulaşmaya ant içmişti. Önce futbolseverlerin 2,5'luk dediği maçlarda top toplayıcılığına başladı. Babası Fehmi Bey, oğlunun top toplayıcılığı yaptığını duyunca ailenin küçük düşeceği, alay konusu olacağı endişesiyle küplere bindi. Ertesi hafta maç günü Ali'yi maça gitmesin diye kemerlerle ve iplerle somyaya bağladı, kapıyı da üzerine kilitledi, gitmesini engelledi. Ama futbol ateşiyle yanan genç Ali'yi durdurmak olanaksızdı. Çaresiz kardeşi Adil’den yar-
dım istedi. İki kardeş, babaya çaktırmamak için plan yaptı. Ali'nin okul çantasını arka bahçedeki kümese saklarlardı, Ali okul yerine idmana gider, akşamüzeri de Adil durakta bekleyip sanki okuldan dönüyormuş gibi kümesteki çantayı Ali'ye verir, birlikte eve girerlerdi. Sonunda Abdullah ve Adil kardeşlerin ve ailenin baskısıyla Ali'ye futbol oynama izni çıktı. Sonra Fehmi Bey, "Top oynatmam" dediği oğlunun futboldaki başarılarıyla gurur duydu. Takımın Rusya zaferinden sonra Fehmi Artuner, o devrin Belediye Başkanı Osman Kibar'la havaalanına gidip apronda Moskova Panteri oğlunu bağrına basmıştı.
Yeniliklerin mimarı Niye Ali en büyüktür, anlatayım... Turgay Şeren, o devirlerde Galatasaray'ın Avru-
pa'da adı geçmediği için sadece lig ve milli maçlarda başarı göstermiştir. Özelliği, yan toplara hakimiyetidir. Oysa Ali Artuner yan toplarda ve birebir hücumlarda inanılmaz kurtarışlarla pek çok maç kazandırmıştır. Hem de üç cephede: Lig’de, Başbakanlık ve Cumhurbaşkanlığı Kupaları’nda, Avrupa Fuar Şehirleri Kupası (şimdiki UEFA Kupası) ve Milli Takım’da Turgay Şeren Moskova'da Lenin Stadında 51. kez milli olabilmek için Milli Takımımızın kalesini 6 dakika korumuş, devrettiği eldivenlerle Ali Artuner muhteşem bir maç çıkartarak Lenin Stadı’nda 100 bin seyirci önünde Milli Takımımızı omuzlarında taşımıştır. 2-0'lık Sovyetler Birliği zaferimizde golleri iki İzmirlinin; Ayhan Elmastaşoğlu ve Fevzi Zemzem'in atması ve ayrıca teknik direktörlüğünü İzmirli dahi hoca Adnan Süvari'nin yapması da İzmirli olmanın gururunu yaşatmıştır.
87
Ali Artuner
Göztepe Genç Takımı 1961.
Ali Artuner
1969 Ali Artuner oyuncu olarak kadroda. 88
Bu nasıl karma?
Ali Artuner Özcan Arkoç Ali Artuner'in Türk kaleciliğine getirdiği en büyük özelliklerden biri de, elle degajı başlatmasıdır. Tüm kaleciler ayakla degaj yaparak genelde topu "kime giderse gitsin" anlayışıyla atarken, Ali Artuner, geniş elleriyle santraya kadar fırlatarak akınların
doğrudan başlamasını sağlamıştır. Göztepe; Avrupa'da yarı final oynamış Türkiye'nin tek takımı unvanını kazandıysa, aslan paylarından biri Ali'nindir. Ruhun şad olsun kardeşim, biz senin büyüklüğünü her zaman savunacak, seni hiç unutmayacağız.
İstanbul, Türkiye'nin medya başkentidir tamam da, azıcık da tarafsız olmayı becerebilseler. Kendi aralarında jüri yapmışlar, 50 yıllık karmaya, "kırmayalım" anlayışıyla iki sol bek almışlar. Fenerbahçeli Basri Dirimlili ve Galatasaraylı Ergün Penbe. Sağ bek boş. Alsanız ya, Trabzonsporlu Turgay'ı... Göztepeli Mehmet Işıkal (Papi) da orası için. Ayhan Elmastaşoğlu, Güzelırmak, Fevzi Zemzem, Mustafa Denizli nasıl unutulur? Zaten bizler İzmir olarak ezilmeye alıştık. İstanbul’a transfer olursak vitrine çıkıyoruz, gidemezsek nafile. Bu sadece futbolda değil, diğer branşlarda da öyle. Örneğin basketbol. Pınar Karşıyaka’da oynayan, Furkan Aldemir ile Birkan Batuk Milli Takım’a çağrılmadılar. Galatasaray Anadolu Efes'e transfer olunca ay-yıldızlı formaya kavuştular. Pes doğrusu. Ama olsun; İzmir yine gençleriyle İstanbul'a her zaman kafa tutacaktır. Çünkü spordaki altın madenini kimse bitiremeyecektir.
B. Mehmet
Gürsel
Hüseyin
Ertan
Ali Artuner
89
Bir Altınordu efsanesi Okan YÜKSEL
G
üneş İzmir'in orta yerine iniyor. Kekiklerin kokusunda, çılgın bir yağmur özleminde kuşların şarkısını dinliyor, delikanlılık günlerimin Dönertaş'ına dönüyorum. Gençliğimin ateş böceği, dağda yakılmış ateşi, Altınordu'yu düşünüyorum. Hasretliklerin ve İzmir'in futbol tarihi yazıldığında, yüreklere ateş gibi saplanacak Altınordu sevgisini yaşıyorum. Basmane, Dönertaş, Mezarlıkbaşı, Tilkilik ve Agora sokaklarında Şeytanlar'ı arıyorum. Yeliz Coşkuner'in 'Böyle Sevmeler Sarı Düşlerde Var' adlı destanı Eczacıbaşıların, Tarıkların, Kibarların, Afyonluların, Ertanların, Sakaoğluların, Öztürklerin, Sevgellerin Altınordusu için yazılmıştır sanki: “Birkaç demet yıldız, bir tutam ay ışığı, bir düzine gül / Birkaç damla sevgi serpiştiriyorum yaşamınıza / Geleceğimiz, rengarenk düşlerimiz ulaşılabilir olsun diye / Unutmamanın ve hatırlamanın bir sırası vardır. En son unutulan çabuk hatırlanır. Ben gözlerimin ekranından izlediğim Altınorduluların hiçbirini unutmadım. Ölümsüz şarkılar söyleten Altınordulular'ı... En iyi günlerinde de sevdim, en kötü günlerinde de. Onlar bir avuçtular. Hüzünlü günlerden sonra gün geldi Altınordu destanını tekrar yazdılar. Altınordu’nun bayrağını doruklara çıkardılar, İzmir'in yüreğine yazdılar.
Süleyman Ferit Eczacıbaşı Yıl 1923. Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulduğu günlerde savaş dolayısıyla durmuş olan spor faaliyetleri de canlanmaya başlamıştı. İzmir'de çeşitli spor kulüpleri kurulmasına rağmen, İzmir'in köklü ailelerinin bulunduğu Basmane, Tilkilik ve Namazgah semtlerinde herhangi bir spor kulübü kurulmamıştı. Semt gençlerinden Mustafa (Balöz), Hüseyin (Yurdakul) ve Mehmet Hancıoğlu'nun (Hoca Mehmet) teşebbüsleri ile durum, semt sakinlerinden Doktor Hacı Hasanzade Ethem Bey vasıtası ile Ragıp Paşa Kıraathanesi’nde toplanan semtin diğer büyüklerine intikal ettirildi. Böylece Tilkilik semtinde bir spor kulübü kurulması
90
Süleyman Ferit Eczacıbaşı gündeme getirildi. Kulübe ALTINORDU ismi, Süleyman Ferit Bey (Eczacıbaşı) tarafından konuldu. Böylece Süleyman Ferit Bey hem kulübün isim babası, hem de kurucu başkanı oluyordu.
Altınordu ile özdeşleşen isim Sait Altınordu 1926 yılında kuşandığı Altınordu formasını 1953 yılında, 43 yaşında iken sırtından çıkaran Sait Altınordu; değil İzmir'de, dünyada bile az görülen bir destanın yaratıcısı oldu. Kabul gören bir gerçektir ki yirmi yedi yıl bir insanın yaşamında çok uzun bir süredir. Bir insanın yirmi yedi yıl değil aynı yerde oturması, aynı işte çalışması, spor yapması, hele hele aynı formayla futbol oynaması
görülmüş şey değildir. İşte bunu başaran, kulübüne bir yaşam armağan eden, bununla da yetinmeyip kendisine soyadı olarak kulübünün adını alan Sait Altınordu'dur. İlklerin kenti İzmir'de yine bir ilk gerçekleştirilmiş ve değil Türkiye’de, dünyada bile örneği görülmeyecek şekilde kulübünün adını benimsemek, 1930'lu yıllarının İzmir'inde üç kulübün üç büyük sporcusunun birlikte yaptıkları davranış olmuştu. O yıllarda her biri ayrı kulüpte oynayan üç büyük futbolcu vardı. Bir araya gelip de İzmir karmasının üç ileri adamı oldular mı, onların durdurulması mümkün olmazdı. Altınordulu Sait, Altaylı Vahap, Göztepeli Fuat'tı bu futbolcular. Herkesin bir soyadı alması için çıkarılan yasa uyarınca bu üç futbolcu kulüplerinin adını kendilerine soyadı olarak seçmişlerdi. Sadece Vahap, Kurtuluş Savaşımızın ünlü komutanlarından ve İzmir'in kurtuluşunda rol oynayan Fahrettin Paşa'ya Altay soyadı Mustafa Kemal Atatürk tarafından verildiği için kulübünün adının başına bir -öz eki takmak zorunda kalmıştı. Yirmi yedi yıl İzmir futbolunun simgesi olduğu halde Sait Altınordu İzmirli değildi. 1910 yılında İstanbul'da doğan Sait Altınordu, semti olan Kızıltoprak çevresindeki çayırlarda, istasyon çayırında, Altınordu sahası olarak bilinen Kalamış'taki düzlükte, Papazın Çayırı’nda meşin yuvarlak peşinde koşmuş ve Kuşdili Çayırı’nın ünlüleri arasında görülmeye başlanmıştır. Futbol yaşamı on altı yaşına kadar sadece çayırlarda geçen ve hiçbir kulübe girmeyen Sait Altınordu'nun yazacağı destan 1926 yılında ailesinin İzmir'e gelmesi ile başlayacaktır. Babası Binbaşı Tevfik öldükten sonra Sait Altınordu ve ailesi İzmir'e göç ederler. Sait Altınordu, Karantina Bozkurt takımında top oynamaya başlar. Bir gün top oynarken kendisini Şekerci Hakkı Alkım görür ve Sait'i Altınordu Kulübüne götürür. Kulüp Sait’i beğenir ve efsane başlar… 16 yaşında giydiği Altınordu formasını yirmi yedi
Sait Altınordu
yıl boyunca sırtından çıkarmayan ve hep zirvelerde kalmasını beceren Sait Altınordu'ya, İstanbul kulüpleri sürekli olarak İstanbul'a gelmesini ve kendi kulüplerinde oynamasını önermişler fakat o, kulübünden ayrılmayı hiç düşünmemiş, dönemin en yüksek transfer ücretlerini elinin tersiyle itmiştir. Fenerbahçe, Beşiktaş ve Galatasaray'ın transfer teklifleri dışında en büyük öneri ise Galatasaray'dan ayrılan ve başlarında Yusuf Ziya Öniş'in bulunduğu yöneticilerin kurduğu Güneş Kulübü’nden gelmiş, kendisine gizli profesyonellik biçiminde çok paralar sunulmak istenmiştir. İzmir'deki kulübünün kısıtlı olanaklarına rağmen Güneşli olmayı kabul etmeyen Sait, aynı yıl kendisine kulübünün adını soyadı
2. Lig Şampiyonu Altınordu, şampiyonluk kupasıyla.
Altınordu 1940’lı yıllar. İhsan Alyanak
numarasıdır. 0, çocukluğumun kahramanıydı. Büyüdüğüm zaman hep onun gibi olmak isterdim.”
Bir baba hindi
Efsane Altınordulular. olarak almış ve tüm Türkiye'ye Altınordulu Sait olarak girdiği futbol dünyasında ölene kadar Altınordulu Sait olarak kalacağını göstermiştir. 1932 yılında İstanbul'da Macar Milli Takımı'na karşı sağ açık, 1936 yılında yine İstanbul'da Yugoslavya'ya karşı sağ iç, 1936 yılında Berlin Olimpiyatları'nda Norveç Milli Takımı'na karşı sağ iç, 1937 yılında da Belgrad'da Yugoslavya'ya karşı sağ iç oynamıştır. Ayrıca 37 kez yabancı takımlara karşı ülke içinde ve dışında özel ve temsili karşılaşmalarda görev almıştır. İzmir karmasının değişmez oyuncusu Sait Altınordu'nun 1937 yılına kadar ulusal formayı sadece dört kez kuşanabilmesi talihsiz bir dönemi yaşamasından kaynaklanmıştır. Spor yaşamındaki en olgun ve başarılı döneminde İkinci Dünya Savaşı yaşandı. 1937’den 1948’e kadar, tam on bir yıl boyunca hiçbir yabancı kulüp ile karşılaşma yapılmamış olması Türkiye’deki tüm futbolcular kadar Sait Altınordu için de büyük bir şanssızlıktır. 1948 yılında tekrar ulusal maçlara başlanmasına karşın, artık futbol oynamak için ileri bir yaşa (38) gelmesi, onu sahalardan uzaklaştırmıştır.
Unutulmaz Altay maçı Destanı yazılması gereken futbolculardan Sait Altınordu'nun yaşamında en unutulmaz günlerden biri 5 Nisan 1936 ‘dır. Sait Altınordu, Alsancak Stadı'na birkaç yüz metre ilerideki denizyolları idaresinde çalışmaktadır. Altay ile yapılacak maç için, Altay sempatizanı olan müdüründen izin alamayan Sait Altınordu, Basri, Vahap ve Hakkı'nın
attığı gollerle takımının 3-0 yenik duruma düştüğünün haberini alınca işyerinden izin almadan bir taksi ile ikinci yarı başlarken zar zor Alsancak Stadı'na yetişmiştir. Ayakkabılarını ve formasını bile otomobilde giymeye çalışan Sait Altınordu'nun takıma katılması ile canlanan Altınordu golleri birbiri ardına sıralamaya başlamıştır. Sait Altınordu'nun ceza sahasında düşürülmesi ile kazanılan penaltıyı Adü gole çevirmiş, biraz sonra kazanılan korner atışını kullanan Sait Altınordu topu doğrudan kaleye göndermiştir. Ardından yine Sait Altınordu'nun pası ile Adil'in kafa golü gelince durum 3-3 olmuştur. Maçın bitmesine kısa bir süre kala Altınordu'nun kazandığı penaltı atışına Altaylılar itiraz etmiş ve kaleci kalesini terk etmiştir: Sait Altınordu'nun boş kaleye attığı dördüncü Altınordu golünden sonra ise Altaylılar topluca sahayı terk etmişlerdir.
Metin Oktay'ın idolü Taçsız Kral Metin Oktay, kendi yaşam öyküsünü anlattığı‘Top ve Ben’adlı kitabında Sait Altınordu’nun sadece bir efsane olmadığından, bilakis efsaneleri yaratan bir insan olduğundan söz eder. “Yünleri, paçavraları kuzu derisiyle dikip, futbol topu yapardık. Sert olurdu o toplar, iyi de zıplardı. Mahalle aralarında kimimiz Vahap Özaltay olurdu, kimimiz Sait Altınordu, kimimiz de Fuat Göztepe. Ama ben hep Sait Altınordu olurdum... Damlacık'ta 8 numaralı formayı giydim. Neden 8 numara? Çünkü 8 numara Sait Altınordu'nun giydiği formanın
1951 yılının 30 Aralık günü Altınordu, Altay ile lig maçına çıkacaktır. O gün evine götürmek üzere aldığı hindi ile Alsancak Stadı'na gelen bir taraftar, Sait Altınordu kaptanlığında sahaya çıkan ‘Şeytanlar’ı görünce ayrı bir duyguya kapılır ve sahaya girer. Sait Altınordu'ya koşan taraftar, "Yenelim Altay'ı bu gece yılbaşı için armağanım hindi olsun'' der. Sahaya Selahattin, Fehmi, Ekrem, Beytullah, Halim, İsmail, Necati, Sait, Rıdvan, Memduh, Zeki düzeni ile çıkan Altınordu, Bayram Dinsel'in golüne Memduh Gezer'in 2 golü ile cevap verir ve sahadan 2-1 galip ayrılır. İşte o sırada Alsancak Stadı'nı inleten bir ses duyulur: "Bir baba hindi, eyvallah..." Hindiyi armağan eden taraftarın sesine tribünleri dolduran binlerce Altınordu taraftarı da katılmaya başlar: "Bir baba hindi, eyvallah..." Eski futbolculardan ve milli atletlerden, Altınordu'nun milli amigosu Sarı Yaşar (Tunçses) da süreç içinde bu sloganı zenginleştirerek taraftarlarla birlikte Alsancak Stadı'nı inletmeye başlarlar. "Bir baba hindi, eyvallah / Olaydı şimdi, eyvallah / Yallah, yallah, yallah..." Ulusal basının İstanbul takımlarına mal etmeye çalıştıkları öykünün aslı da böyledir işte.
Aydın SEVGEL Ümit Yaşar Işıkhan'ın dizeleriyle bir başka yaşanır yüreklerde Aydın Sevgel: "Şiirini yazmalıyım senin / Yağmur sıcağı kuşların bütün kanatlarında.'' Yürekleri yorulanlar, yüreklerine hüzün yağmurları yağanlar, yüreklerinin akça kuşları uçtuğunda bir Aykut Poturoğlu'nu yaşarlar bir de Aydın Sevgel'i yüreklerinde. Aydın Sevgel’in Mustafa Kemal sevdası, ona olan fiziksel benzerliğinden değil; düşünsel güzellik, çağdaşlık, uygarlık, ulus ve vatan sevgisinin bir top çiçek gibi yüreğinde yer etmesindendir. Ailesinin tüm bireyleri Altaylı, Göztepeli olarak bilinirken, İzmir Özel Ege Lisesi'nin iftiharlık öğrencisinin göğsünü Altınordu rozeti süslerdi, yaşam boyu çıkarmamak üzere. 1940'lı yılların ortalarında İzmir
91
gazetesinde başlayan spor yazarlığını Yeni Asır, Demokrat İzmir, Ege Ekspres, Tribün, Gazete Ege gibi gazete ve dergilerde sürdürürken kazandığı onlarca ödülü hiçbir zaman gündeme getirmez. Çünkü o; özgürlük, o; insan, o; emek demektir. O; güzellik, doğruluk, sevgi, erdem, onur demektir. O; yorgun yürek demektir... İzmir Gazeteciler Cemiyeti'nin onur üyesiydi. TSYD'nin ve İzmirli spor yazarlarının duayeni, her başı sıkışanın başvurduğu namuslu öğretmeniydi. O; insan sevdalısı, o; aşka aşık kişiydi. "Kaybolan bir düşün suskunluğunda şimdi / Yüreğim sende rehin kalsın" diyenler, onu her gördüklerinde “Bekle beni ey sevgili Aydın Sevgel, aşk yağmuru getireceğim sana" der ve saygıyla ellerini öperlerdi. Işıklar içinde yatan sevgili Aydın Sevgel, "Adın Can Olsun…"
Candoğan SAKAOĞLU Yıl 1965 22 ve 23 Mayıs günleri... Altınordu, İstanbul'da İstanbulspor ve Beşiktaş ile oynayacaktır. Ligde kalma mücadelesi verilecektir. Artık son umut 5 Haziran tarihinde İzmir'de yapılacak Altay- Beykoz maçına kalmıştır. Beykoz İzmir'deki maçı 2-0 kazanıyor ve Altınordu 2. Lig uçurumuna yuvarlanıyordu. Altınordu'nun beşiği ve köklü İzmirlilerin bulunduğu Basmane, Altınpark, Tilkilik ve Namazgah semtleri matem havasına bürünüyordu. Türk sporuna sayısız değer kazandıran şanlı Altınordu, şairin "Haziran'da ölmek zor" demesine karşın artık 2. Lig’de oynayacaktı. 15 ve 18 Haziran, Altınordu'nun iki kongresini de gerçekleştiremediği günlerdir. Kongre divan heyeti 3. toplantının 25 Haziran'da yapılacağını ilan etmiştir. Büyük finans sorunları içindeki Altınordu'da yönetim oluşturulamıyordu. İşte bu sırada bütün Altınorduluların tanıdığı sarışın, mavi gözlü, güzel yüzlü bir gencin divan heyetine doğru yürüdüğü görüldü. Divandan söz alarak konuşmaya başladı, "Arkadaşlar, biliyorsunuz geçen sene kongrede bana yapılan bir muameleden dolayı bir daha kulüpte vazife almamaya karar vermiştim. Ama bugün görüyorum ki, kulübümüz 2. Lig’e düşmüş ve yaşaması çok zor duruma gelmiştir. Kabul ederseniz ben servetim pahasına da olsa bütün mali rizikosuyla Altınordu Kulübü'nün başkanlığını kabul ediyorum." Altınordulular, sevinç gözyaşlarıyla kurtuluş savaşını yapacak liderlerinin boynuna sarılıyorlardı. Bu lider Candoğan Sakaoğlu'ydu. 1965-1966 sezonu Candoğan Sakaoğlu'nun sözünü gerçekleştirmesine tanık olacaktı; Altınordu şampiyondu. Aynı yıl Basketbol Ligi'nde de Altınordu’yu şampiyon yapan, Cumhurbaşkanlığı Kupası'nı da kazandıran Candoğan Sakaoğlu, tüm İzmirlilerin gönlünde taht kuracak, Altınordulular için‘Ölümsüz Başkan’ olacaktı.
yerel ve ulusal hakemlik yaptı. En son 1971 Uluslararası Akdeniz Olimpiyatları'nda müsabakalar yönetti. İsmet İnönü siyaset ekolünün en son temsilcilerinden olan İhsan Alyanak, siyaset yaşamının tamamını CHP bünyesinde geçirdi. Sekiz yıl İzmir Belediye Başkanlığı yaptı, on yılda bir verilen 'Dr. Behçet Uz Üstün Başarı Ödülü'nü 1996 yılında Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in elinden almıştı. Ayrıca ‘20’nci Yüzyıldan İz Bırakmış Üstün Hizmet Ödülü’ sahibidir.
Baliç Kardeşler Abdullah BALİÇ Abdullah Baliç, kardeşleri Hamit, Beytullah ve Adem ile hem futbol oynayıp hem de yöneticilik yapıp Altınordu'ya bir hayat armağan edenlerden oldu... 196O'lı yıllarda Alsancak Stadı'nda Fenerbahçe ile yapılan maçın ilk yarısında Beytullah ile Hamit görev yaparken, ikinci yarıda diğer kardeşi Adem ile oyuna giren Abdullah Baliç sadece Altınordu ve İzmir futbol tarihinde değil, belki de dünya futbol tarihinde yan yana oynayan dört kardeş futbolcudan biri olma özelliğini ve unvanını da kazananlardan oldu. Abdullah Baliç'in futbolculuk yaşamı kısa olmasına karşın yönetici olarak verdiği hizmetleri yarım asra yakın sürdürdü.
İhsan ALYANAK 1924 yılında İzmir'de doğdu. İzmir İktisadi Ticari İlimler Akademisi'nden çok iyi dereceyle mezun oldu. Birinci sınıf mali müşavir ve yöneticidir. Vatani görevini Doğu'da süvari teğmeni olarak tamamladı. Sporun her dalında büyük ve sayısız başarılar almıştır. Halkevleri ve Altınordu formasını ıslattı, genel kaptanlık görevini üstlendi. İzmir'in muhtelif takımlarında İzmir'i ve Türkiye'yi defalarca sporcu olarak temsil etti. Güreş ve boks dallarında
92
Aydın Sevgel
Candoğan Sakaoğlu
Beytullah BALİÇ 'Marifet ölümü destanlaştırmak değil, hayatı güzelleştirmektir' sözü tam da Altınordu'da destanlaşan Beytullah Baliç içindi. Futbol yaşamı ilkokulu bitirdikten sonra kaleci olarak başladı. Futbol yaşamına kaleci olarak başlayan Beytullah Baliç'in en büyük özelliği de dünya futbol tarihinde kimsenin başaramadığını gerçekleştirmiş olmasıydı. Beytullah Baliç ağabeyleri Abdullah, Hamit ve kardeşi Adem ile Altınordu'da dört kardeş birden oynama özelliğini yaşarken futbolun 1 numaralı formasından 11 numaralı formasına kadar hepsini kuşanarak bütün mevkilerde oynayan futbolcu unvanını da kazandı.
Sevgili Beyto mutlu olmak varken! Ormana bakarsanız, ağaç görünmez, topluma bakarsanız insan. Çağın azgın devinimlerinde yaşamın akışı bize hep tek tek ölüm haberi duyduğumuzda yanıtını vermektedir. Son duyduğumuz bir ölüm haberi de Beyto Ağabey'den. Hani “Marifet ölümü destanlaştırmak değil, hayatı güzelleştirmekmiş” sözü var ya; gel de Altınor-
du'da destanlaşan Beyto Ağabey'i destanlaştırma şimdi... Belki de yeryüzü yeryüzü olalı, hiçbir futbolcunun başaramadığını başaran, aynı takımda hem de 1 numarasından 11 numarasına kadar her bir formayı kuşanan demir forma gibi sırtında tam 15 yıl Altınordu’da futbol oynayan, insan destanı düşünmez mi bir Beyto Ağabey için. Sahaların en ünlü Baliçi Beytullah Ağabey, duygularımız öldürüldüğü zaman, düşüncelerimiz öldürüldüğü zaman, yaşamamız öldürüldüğü zaman gerçekten ölmüyor muyuz? Bütün bunlardan sonra yeniden doğmak, yeniden büyümek, yeniden yaşamayı öğrenmek gerekmiyor mu? Mutlu olmak varken, mutsuzluk gerçekte yavaş yavaş ölmek değil mi? Bizi bu gidenler öldürür...
Siyatski
Candan Sakaoğlu
Nehir
Gürsel Baliç 1959 yılında İzmir'de doğdu. Altınordu'nun efsane futbolcularından ve teknik direktörlerinden Bey-
Beytullah Baliç
tullah Baliç'in en küçük oğlu. Futbola Altay'da başladı, İzmirspor, Ankaragücü, Göztepe, Denizlispor, Konyaspor, Ayvalıkgücü, Alanyaspor ve Altınordu'da devam etti. 1987 sezonunda Konyaspor'un 1. Lig’e çıkışında büyük payı olan Gürsel Baliç sezon bitiminde 'Yılın Futbolcusu' ünvanına layık görüldü. 1987 yılında Karagümrük maçında son dakikalarda uçarcasına attığı kafa golü ile İzmirspor'u 2. Lig’e taşıdı. Yeni Asır gazetesinin fotoğraf şefi Mehmet Ali Okumuş'un çektiği bu gol yılın spor fotoğrafı seçildi. 1998 yılında teknik direktörlüğünü yaptığı Mudurnuspor o yıl hiç gol yemeden ve namağlup olarak 3. Lig’e yükselirken Gürsel Baliç dünya futbol tarihine de adını yazdırmış oldu. O ‘Şeytanlar’ı yarattı, ‘Şeytanlar’ onu... İstanbulspor'un İstanbulspor, Karagümrük'ün Karagümrük olduğu dönemlerdi... Sarı-siyahlı formayı üç sezon kırmızı-siyahlı formayı 2 sezon kuşanan Erkan Eren, İzmir'e Altınordu'ya gelmişti... Altınordu'nun da Altınordu olduğu zamanlarda hani... Lig maçları değil antrenmanları bile binlerce taraftarı buluştururdu. 9 yıl boyunca formasını kuşanacağı Altınordu'nun ilk çalışmasında uzun kırmızı şortları kuşandığında Sait Altınordu'ya Erkan, "İşte şimdi olduk kırmızı şortlu şeytanlar" demişti. Bu söz giderek yaygınlaşmış, yaygınlaşırken
de kısalmış, ‘Altınordu’ ve Altınordulular, ‘Şeytanlar’ diye anılır olmuştu... Antrenmanlarda olsun, maçlara çıkarken olsun dilinde pelesenkti “Koçum benim, haydi koçum”sözü Erkan'ın. Altınordululuğu öylesine bir güzel benimsemiş, Altınordulular ise
onu daha çok benimsemişti. Sait Altınordu, yasal işlemleri sürdürerek Erkan'ın Eren olan soyadının Altınordu olması yolunda girişimlerde de bulunmuştu. Olmadı... Bürokratik girişimler uzamış uzamıştı. O sıralarda Rize’de bulunan Eren sülalesinin tümü birden Velioğlu soyadını kütüklerine geçirmişti. Sait Altınordu'dan sonra Altınordu soyadını almak böylece kısmet olmadı Erkan Velioğlu'na...
Milli masör Cahit Yıldız
Masör Cahit Yıldız
Tam on kez dünyayı dolaştı. İzmir takımları Altay, Altınordu ve Karşıyaka ile birlikte ulusal takımlarda da tam 30 yıl masörlük yapan Cahit Yıldız, 4 kıtada 35 ülke gördü. Başta güreş olmak üzere, futbol, voleybol, basketbol ve atletizm karşılaşmalarında ulusal takımlarda masörlük yaptı. 28 kez Dünya Şampiyonası, 29 kez Avrupa Şampiyonası, 6 kez Balkan Şampiyonası, 6 kez Akdeniz Oyunları ile 24 kez temsili karşılaşmada görev alan Yıldız; 1960’ta Roma, 1964’te Tokyo, 1968’de Meksika ve 1972’de Münih Olimpiyatları'nda görev aldı. Gezdiği 97 kentin Türkiye’ye gidiş geliş mesafelerinin toplamı ile tam 10 kez dünyayı dolaşmış olan Cahit Yıldız, İzmir’in Ödemiş, Tire ve Bayındır gibi ilçelerini ise ancak rastlantılar sonucu görebildi.
93
Şeytanlar, Türk gençlerinin sırtında sürekli yükseliyor
Bir dev uyandı: Altınordu Gürkan ERTAÇ
D
önertaş, diğer adıyla Tilkilik, bir zamanlar İzmir'in seçkin kişilerinin oturduğu önemli semtler arasındaydı. Bundan bir asır kadar öncesinde kentin eşrafı Agora, Dönertaş, İkiçeşmelik ve Eşrefpaşa'da yaşardı. Bir de Konak'tan, Kokaryalı'ya uzanan sahil şeridinde ve Karşıyaka'da. Rahmetli babam anlatırdı; Yunanlar İzmir'i yakıp gittikten sonra ilgililer insanları Alsancak'a çağırır, "Gelin buraları temizleyin oturun" dermiş, kimse yukarılardan aşağılara inmezmiş. İşte 91 yıllık şanlı maziye sahip ulu çınar Altınordu, Dö-
94
nertaş'ta Ragıp Paşa Kıraathanesi'nin önündeki ulu çınarın altında gerçekleşmiş. Kulübün temeli, 26 Aralık 1923'te semt gençlerinden Mustafa Balöz, Hüseyin Yurdakul, Mehmet Hancıoğlu (Hoca Mehmet) ve Dr. Hasanzade Ethem Bey tarafından, şimdiki Eczacıbaşı Holding'in kurucusu Süleyman Ferit Eczacıbaşı Bey önderliğinde atıldı. Dr. Cevdet Fuat Bey, Vali Muavini Murat Bey, Ahmet Şerafettin Bey, Kemal Kamil Aktaş Bey (Kemeraltı'nda şimdiki Aktaş Eczane ve Itriyatın kurucusu), Edip Berkant Bey, Eczacı Sermet Bey, Numanzade Ali Rıza Bey, Muallim Mehmet Rıza Bey, Katip Selami Bey, Cerrah Necipzade Ali Bey ve Eczacı Rıza Bey de kurucu üyeler olarak tarihe adını yazdırmıştı.
Adını Eczacıbaşı koydu Kuruluş aşamasında kulübün ismi için, Zafer, Hilal, Kurtuluş, Göktürk, Sakatürk gibi çeşitli isimler ortaya atılmış, ancak kurucu başkan Dr. Süleyman Ferit Eczacıbaşı'nın, tarihteki büyük Türk İmparatorluğu’nun ismini önermişti: Altınordu... Bu isim herkes tarafından onay gördü. Artık, KSK ve Altay'dan sonra İzmir'in, renklerini kırmızı-lacivert olarak belirleyen bir kulübü daha vardı. İlk resmi maçını 1 Ocak 1924'te Altay'la oynayıp rakibini 2-1 yenen Altınordu, ilk başarı abidesi olarak İzmir Kupası'nı müzesine koymuştu. Bu başarının arkası da geldi. İzmir Ligi'nde 6 kez şampiyonluk yaşayan Altınordu, 1959'da yükseldiği 1. Lig'de en iyi derecesini Zadel’li, Şiyatski’li kadrosuyla 1961-1962'de yaşıyor ve sezonu 8. bitiriyordu.
Duraklama dönemleri 1964-1965 sezonunda 2. Lig’e düşen Altınordu, ertesi yıl yeniden çıkar ama takımı futbolda şampiyonluğa götüren, Basketbol Türkiye Deplasmanlı Ligi'nin ilk şampiyonu yapan Candoğan Sakaoğlu'nun ayrılma-
sından sonra gerileme devri başlar. Altınordu uzun bir süre 2. Lig'de tutunmasına rağmen, önce 3. Lig'e, daha sonra da amatör kümeye kadar düşer. Altınordu sevdalıları, kırmızı-lacivert vefalıları mücadeleden hiç vazgeçmez. Dr. Salih Mertan ve İlyas Gönen gibi idealist Altınorduluların öncülüğünde takım Şener Öztürk'ün başkanlığı döneminde önce 3. Lig'e döner, sonra Bülent Erdik yönetiminde Trabzon'daki tarihi maçta 2. Lig'e çıkmayı başarır. Ama maddi kaynaklar kısıtlıdır. Gerileme dönemi tribün
görüş ayrılığı, Özkan'ı 5 yıl emek verdiği kulüpten koparmış, ancak idealleri doğrultusunda hiçbir engeli tanımayan Özkan, hayallerini gerçekleştireceği başka bir kulüp arayışına girmişti. Adres doğruydu, aranan kan bulunmuştu.
Anlaşma olacak mı? erozyonu yaratmıştır. Altınordu'nun şaşaalı günlerini yaşayan taraftarlar yaşlanmıştır. Neredeyse tribüne gelen 40 ve üzeri yaştaki Altınordu aşıkları yoklama yapılacak derecede azalmıştır. İzmir'in şeytanları, 3. Lig girdabında, ağır borç yükü altında çırpınırken, kulüp bir çıkmaza girmişti.
Aranan kan bulundu Bu olumsuz tabloyu ancak bir mucize, bir sihirli el değiştirebilirdi. Altınordu'nun geleceğini kurtarmak, ulu çınarın yeniden yeşermesini sağlamak için çabalayanların gözü, Bucaspor Futbol Akademisi'ni kuran ve futbol sevgisini, ekonomik güçle birleştirip, kendisini Türk çocuklarından yıldızlar yaratmaya adayan Seyit Mehmet Özkan'a döndü. Bucaspor yönetimiyle yaşadığı
Yapılacak tek şey, Seyit Mehmet Özkan'ı "hayallerini Altınordu'da gerçekleştirebilirsin" düşüncesine ikna etmekti. Altınordu'nun yeniden doğması anlamına gelen bu adım için, camia her türlü şarta rıza göstermeliydi. Çünkü Özkan'ın Bucaspor'da başardıklarıyla, yapmak istedikleri, Altınordu'yu bırakın içinde bulunduğu girdaptan kurtarmak, Türkiye standartlarının üzerinde bir kulüp haline getirebilirdi. Bunun için harekete geçildi. Altınordu sevdalıları, bir yandan camianın nabzını tutuyor, diğer yandan Seyit Mehmet Özkan'ın kapısını çalıyordu. Sonunda anlaşma sağlandı, Altınordu'nun kurtuluşu için gereken sihirli el lacivert-beyazlı renklere dokundu. Ama nasıl?
Yabancılara karşı, Türklere aşık Seyit Mehmet Özkan'ın hayali: Altınordu'yu
Seyit Mehmet Özkan
95
Süper Lig’e çıkarmak ama yabancılarla değil tamamı Altınordu özkaynağından yetişmiş, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı gençlerden kurulu bir takımla bunu gerçekleştirmek. Toplumumuza örnek bir futbol kulübü ve takımıyla yola devam etmek. Göğsünde Altınordu arması taşıyarak spor yapan çocuklarımızın sayısını artırmak ve içlerinden önce ahlaklı, sonra hızlı ve doğal yetenekli olanların gerçek profesyoneller olmalarına katkı sağlamak.
Dünya çapında bir şirketi var Seyit Mehmet Özkan spor alemindeki başarısını iş alemindeki müthiş hamleleriyle sürdürüyor. Yönetim Kurulu Başkanlığını yaptığı Özkan Demir Çelik, 100.000 m² alanda, 500.000 ton yıl kapasitesi ile İzmir -Aliağa Demir Çelik bölgesinde, ince, orta ve kalın kesit olmak üzere haddehane ünitelerinden oluşan tesisleriyle faaliyet gösteriyor, dünyanın dört bir yanına ihracat yapıyor.
Kocakarı Plajı’nda yaratılan milat İZVAK (İzmir Güçbirliği Spor Vakfı) toplantısı... Altınordu'ya uzun yıllar hizmet vermiş olan eski yönetici Rafet Akkaya'nın kızı Sema Akkaya ile Halim ve Sinan Bezircilioğlu kardeşler, o sırada Bucaspor yönetimiyle arası bozuk olan altyapının mimarı Seyit Mehmet Özkan'ın Altınordu'ya kazandırılmasının ne kadar büyük bir aşama olacağını konuşuyorlar ve medyada çıkan "Özkan, Isparta Emrespor'u satın alıyor" haberlerini fırsatın kaçırılması olarak nitelendiriyor, hayıflanıyorlar, "Böyle bir seçkin kişi bizim kulübe başkan olsa" özlemini yaşıyorlar. Sinan Bezircilioğlu, "Vallahi gidelim, bir şansımızı zorlayalım, sayın Özkan'la görüşüp Altınordu’yu almasını teklif edelim" diyor. Dr. Salih Mertan'ı da arıyor ve ertesi gün Seyit Mehmet Özkan'ı Çeşme'de ziyaret edip son bir yoklama yapmayı kararlaştırıyorlar. Hastanede ameliyatı olduğu için Mertan gelemiyor, Bezircilioğlular Çeşme'ye gidiyorlar.
Emrespor out Altınordu in Çeşme'de tatil yapan Seyit Mehmet Özkan'la, Kocakarı Plajı’nda buluşan Sinan Bezircilioğlu, "Ağabey. Ne işiniz var Isparta'da? Siz İzmir'de kazanan, İzmirli olarak tanınan ve seçkin kişiler arasında bulunan bir insansınız. Biz emrinizdeyiz, size her türlü yardımı yaparız. 90 yıllık ulu çınar Altınordu'nun başına geçmek size daha çok yakışır" diyor. Bucaspor'la sorun yaşayan Seyit Mehmet Özkan, ancak Anonim Şirket olmaları halinde kırmızı-lacivertli takımın
96
Candoğan Sakaoğlu omuzlarda.
Soldan: Erkan Velioğlu, Sedat Oygüç ve Cengiz Kocatoros. başına geçmeyi düşünebileceğini söyledi, Bezircilioğlu, "Bunu da sağlarız. Siz yeter ki kabul edin. Hizmetleriniz, emekleriniz, yaratılarınız İzmir'de, kırmızı-lacivertli camiada kalsın. Sizi ömrümüz boyunca baş tacı yaparız" diye ekliyor. Özkan, Emresporlu yöneticilerle prensip anlaşmasına vardığını, dönmesinin zor olacağını belirtirken, Bezircilioğlu ısrar ediyor, “N'olur bu durumu bir kez daha değerlendirin. İzmir ve Türk futboluna götüreceğiniz hizmet, Altınordu üzerinden daha kolay olacaktır” diyor ve Seyit Mehmet Özkan'dan ertesi gün saat 8.00'de Adnan Menderes Havaalanı’nda buluşmak üzere randevu alıyor. Altınor-
duluların önünde sadece iki saat vardır ve Seyit Mehmet Özkan'ı 10.00 uçağıyla İzmir'e gelerek sözleşme imzalayacak olan Isparta Emresporlu yöneticilerden önce ikna edebilmek için s’adece iki saatleri vardır. Ertesi günkü randevu için o zamanki kulüp başkanı Mustafa Bilen ve Dr. Salih Mertan'la gece yarılarına kadar, "Altınordu nasıl kurtulur?"un planlarını yaparlar.
Özkan, "Tamam geliyorum" diyor Seyit Mehmet Özkan'la, Menderes Havaalanı’ndaki oteldeki kritik buluşmayı
Altınordu şimdiki dernek başkanı Dr. Salih Mertan şöyle anlatıyor: "Seyit Mehmet Özkan beni görünce, "Oooo, Altınordu'nun Cemil Şeboy'u da buradaymış" diyerek sıcak bir giriş yaptı. Toplantıda o zaman kulübün başkanlığını yapan Mustafa Bilen de hazır bulundu. Kulübün borçları masaya yatırıldı. Özkan, "Ben peşin 500 bin lira veririm, 500 de önümüzdeki yıl veririm, vergi ve sigorta borçlarını da karşılarım, başkasına karışmam" dedi. Biz aracı olduk, Bilen'in kalan parasını 33 yıl süreyle Dünyagöz'e kiraya verilen Atatürk Spor Tesisleri’ndeki binamızın 3 yıllık kira bedelini Bilen'e ödeterek borçları temizledik.
Emrespor'lu yöneticilere hem prim hem ret Altınordulu yöneticiler, havaalanındaki otelde her türlü sorunu çözüp Seyit Mehmet Özkan'la anlaştıktan sonra aynı otele saat 12.00 sularında Isparta Emresporlu yöneticiler gelirler. Seyit Mehmet Özkan, çantasından 50 bin lira çıkartarak Amatör Küme’de şampiyon olup 3. Lig’e çıkan takımının yöneticilerine şampiyonluk primi olarak verir, ardından da, "Kusura bakmayın, ben İzmir'de kalıyorum, Altınordu ile anlaştım" der. Konuk yöneticiler bozulurlar ama yapılacak bir şey yoktur, Seyit Mehmet Özkan artık Altınorduludur. Teşekkür ederek ayrılırlar.
Mertan: "Altınordu için bir milat" Altınordu Dernek Başkanı Dr. Salih Mertan, Seyit Mehmet Özkan'ın Altınordu'ya kazandırılmasının gerçek bir milat olduğunu söyledi. O sezon 2. Lig’den 3. Lig’e düştüklerini, 2.5 trilyona yakın bir borç biriktiğini, ayrıca vergi ve sigorta borçlarıyla önümüzdeki sezonu nasıl çıkaracaklarını bilemediklerini anlatan Mertan, Seyit Mehmet Özkan ismini uzun süredir dillendirdiklerini, ancak Bucaspor'u kırmamak için ona teklifte geciktiklerini söyledi. Mertan, "Seyit Mehmet Özkan'ın şahsında son derece beyefendi, son derece çalışkan ve üretici, hayatını gençlere, gençliğe, spora adayan kişiyle tanışmak mutluluğunu yaşadık. Altınordu bayrağını her zaman gönderde tutacaktır. Üstelik öylesine hırstan ve beklentiden uzak bir kişi ki, biz istemediğimiz halde, beni A.Ş Yönetim Kuruluna almak olgunluğunu gösterdi. Dernek ve A.Ş arasında bizler de köprü görevi yapıyoruz. Ne mutlu ki Altınordulular da, Seyit Mehmet Özkan önderliğinde iki yıl üst üste şampiyonluk yaşamanın zevkini çıkarıyorlar.
Gençler Altınordulu oluyor Altınordu Dernek Yönetim Kurulu Başkanı Dr. Salih Mertan, bir zamanlar Fenerbahçe ile yapacağı maça Alsancak'ta 16 bin seyirci toplayan Altınordu'nun geleceğe umutla
baktığını, gençlerin ilgisi sayesinde seyirci sayısının sürekli arttığına da değindi, "Bugün Altınordu'nun maçlarına 4 bin seyirci geliyorsa PTT Birinci Lig’de bu sayı ikiye katlanacaktır. Buna inanıyorum" diye konuştu. Mertan, Özkan'la kesinlikle bir doku uyuşmazlığı yaşamadıklarını, sanki 40 yıllık bir başkan gibi davrandığını da belirterek, Seyit Mehmet Özkan'ın yaratıcılığı ve girişimciliği sayesinde Altınordu bayrağının uluslararası organizasyonlarda dalgalanmasının kıvancını yaşadıklarını ekledi. İşte böyle... Altınordu 2017'de koyduğu hedefi 4 yıl önce yakaladı. İzmirimizin Süper Lig hasretini onlardan başka şu anda dindirecek yok gibi. Haydi Şeytanlar...
Seyit Mehmet Özkan kimdir? Seyit Mehmet Özkan, 1955 yılında, İzmir'de, o yılların en hareketli semti olan Eşrefpaşa'nın, en hareketli mahallesi Çimentepe'de doğdu. Dedesi Kırşehirli, babaannesi Şumnu Tatarı. Anne dedesi Kırcaalili, anneannesi Gümülcineli. Genetik 1/4 Anadolu, 3/4 Balkanlar. Özkan karışımdan memnun, "Biz Avrupalıyız" diyor. Babası, tornacı demirci rahmetli Kenan Usta. Eğitimi; İlköğretim Eşrefpaşa Zafer İlkokulu, ortaöğretim Güzelyalı Türk Koleji, üniversite; Ankara ODTÜ İşletme. Top eğitimi ise ‘alaylı’, Damlacık'ta oynadı. O devirde izleyenler çok yetenekli olduğunu söylerler.
97
Hikmet-İsmet
Orhunbilge Altınordu demek yaşam demektir Bir sevdanın renkleridir
kırmızı-lacivert
onlar için Atilla KÖPRÜLÜOĞLU
A
nadolu deyişidir ya rüyasını anlatana öyle derler: ‘’Hayırdır, hayır olsun…’’ Şu düşle uyandım: “Dönertaş 948 çıkmazının hemen karşısında tarihi taş binadaki Altınordu Külübü’nden, hanlarınki gibi demir kapısını açan İsmet Kaptan (Orhunbilge) çıkıyor. Biz de mahallenin gençleri ile Pazaryeri Camii’nin taş merdivenlerinde oturuyoruz. Yanımıza geliyor. Fakat üzerinde kırmızı-beyaz renkli Ülküspor armalı eşofman üstü var. ‘Kaptan niye Altınordu değil de Ülküspor giymişsin?’ diye soruyorum. Yanıtı kendisine çok yakışan gülümsemesiyle veriyor: “Ülkü; mahallemin takımı!” Altınordu’yu soruyoruz. Kalbini işaret ediyor, “O; gönlümün takımı” diyor, sonra da uzaklaşıyor… Böylesi bir rüya işte... Şeytanların her maçında yanıma gelen beyefendi oğlu Hakan Orhunbilge’yi arıyorum. Düşten bahsetmiyorum. Sadece yıllarca kulübe her girişte duvarda asılı bir örneğini gördüğüm ayyıldız kuşanmışlı bir fotoğrafını istiyorum, sağ olsun gönderiyor. İsmet Orhunbilge; ağabeyi Hikmet ile simge isimleriydi Altınordu’nun… Karantina formasıyla yarışıyordu pistlerde. 1962’de 15 yaşında Yunanistan’da 1.77’lik derece ile yüksek atlamada şampiyon olup milli marşımızı çaldırttığında, Averof Stadı’nı dolduranların ayağa kalktığını yazar dönemin gazeteleri... Sait Altınordu / Başkan Candoğan Sakaoğlu ikilisince Altınordu’ya getirilir, futbolcu yapılır. Usta gazeteci Gürkan Ertaç, atletizmin neredeyse tüm dallarında yarışan ‘Uçan Adam’ Orhunbilge’nin, devam etseydi Balkanlar çapında bir yıldız olacağını anlatır. 12 yıl kırmızı-lacivertli olur, milli takımlarda oynar. Bugünlerde futbola kapalı Alsancak’ın her devre arasında itfaiye hortumuyla sulanan kömür tozlu zemininde çok izledim Altınordu sevdalısı babam ile santrhaf İsmet’i…
98
Sedat Soygüç - Cengiz Kocatoros - Mikael - Yavuz Kirmanlıoğlu - İsmet Orhunbilge - Nehir Çetintaş Mümin Özkasap - Dragaju Syatski - Cenap Genç - Vinko Zadel - Muzaffer Çetin - Altınordu/1966-1967. Kimlerle? Kaleciler: Kedi Mümin, Mustafa Güngören, Hikmet, Kürt Muzaffer, Sedat, Kambur Melih,
Erkan Velioğlu, Zadel, Şiyatski, Todor, Cenap, Behçet,Gode Cengiz, Sümer, Alaçatılı Mehmet, Balov, Müthiş Solak Volkan, Kasap Nehir, Masör
Hikmet Orhunbilge ve Metin Oktay.
İsmet Orhunbilge ve Sait Altınordu.
Altınordu’dur. Hiçbir şeye değişmez kırmızı-laciverti! Kardeşi İsmet ile yıllarca ter akıtmıştır kuşandığı formasına. Ligden düşme üzüntüsünü de, şampiyonluk kupası kaldırma onurunu da yaşamıştır. Sait Altınordu, Beytullah Baliç, Erkan Velioğlu gibi. Kaptanlık pazu bandını takmış sembol futbolcularındandır. Cumhuriyet ile yaşıt ‘72’lik delikanlı’ Hikmet Orhunbilge’dir dillendirdiğimiz... Usumdadır 60’lı yıllarda tarihi kulüp binasına her gelişinde bizlere, kendisine özgü topukla maçlarda rakibin üzerinden topu nasıl aşırttığını gösteren Hikmet Abi... Futbol topuyla adeta dans eden ‘Altınlı Hikmet’... Mahallenin çocuklarının, tribünlerin, Aksaçlılar’ın sevgilisi... Her an gülümseyen bir güzel adam... Sorduğunuzda kırmızı-laciverti, ilk şu sözcükler dökülür ağzından: “Beni Hikmet Orhunbilge yapan; Altınordumdur!” Dostluklara müthiş önem verir. İnsan biriktirmeyi taçlandıran sevgiyi sevendir o...
Hikmet Orhunbilge
İsmet Orhunbilge
Arnavut Bayram. Kaybettiğimiz meslektaşımız Süleyman Alasya’nın iki buçukluk top toplayıcılığı yaptığını da anımsarım o günlerde. Levent Bimen Usta’mızın objektifiyle yıllarca takip ettiği kentin asırlık Tepecik ekibi Ülküsporlu yıllar... O takımı şampiyon yapan antrenör-futbolcukaptan. 3 Lig’e çıkarışı… Yine Altınordu… Bu kez yöneticilik... Bakın futbolumuzun ‘Taçsız Kralı’ Metin Oktay, 27 Aralık 1981’de Milliyet’te ne yazmış İsmet Kaptan için: ‘’Galatasaray’da oynadığım yıllarda İsmet’i transfer etmek için Gündüz Kılıç’la İzmir’e geldik. Konuşmalarımızda o gün için 500 bin lira ücret önermiştik. Ama o gerçek bir Altınorduluydu ve Altınordusundan, İzmir’den ayrılamayacağını terbiyeli bir şekilde iletti.’’
Futbolun bilgesi Bülent Buda da küçüğü İsmet Orhunbilge’nin; savunma oynamasına karşın her maçtan sonra rakipleri ile kol kola sahayı terk ettiğini, centilmenliğine hayranlık duyduğunu aktarır sohbetlerimizde...
26 Aralık 1981 Orhunbilge ailesi ve Altınordu camiası için kara gündür… Muğla’da trafik kazasında kaybettik nezaket abidesi, şövalye ruhlu, sarışın, mavi gözlüyü... “Her ölüm erken ölümdür / Biliyorum Tanrım / Ama ayrıca aldığın şu hayat / Fena değildir / Üstü kalsın’’ der Ozan Cemal Süreya... Ama bu veda çok erkendi çok... ‘Düşteki Şövalye’ daha 35 yaşındaydı… 72'lik delikanlı ‘Altınlı Hikmet’… Her şeyi, bütün dünyası, sevgisi, sevdası;
“İyi dostlar yıldızlar gibidir. Her zaman göremezsiniz ama orada olduklarını bilirsiniz" der hep sevdiklerine! Şimdi oğlu Barış Orhunbilge; Cumhuriyet ile yaşıt kulübü daha yukarı taşımayı rotalamış ‘Don Kişot’ Altınordu markası, yediemini Seyit Mehmet Özkan'ın yol arkadaşı olarak, Şeytan yönetiminde medya sorumlusu Ali Ergöçmez ve Özgür Özgürengin ile yeni projeler üretiyor durmadan... Hizmet sırası onda! Hikmet Abi de -deplasmanda dahi- her maça gelerek tribünde yalnız bırakmıyor aşkını. “Sevda candan uzun / Can günden kısadır!’’ diyerek... Okan Yüksel Usta’mdan alıntıladığım Mohikan tümcesini armağan ediyorum Hikmet Kaptan’a: “Ömrünüz; güneşe giden yol kadar uzun, ışıkları kadar parlak olsun !”
99
Erkan Velioğlu
oynayan futbolcudur...
Bir güzel adam:
Erkan Velioğlu Atilla KÖPRÜLÜOĞLU
Laf aramızda, Can Baba (Yücel) gibi ağzına küfür de yakışırdı... 16 Mayıs 1981’de, İngiliz ‘Guardian’ gazetesine göre, dünyada en kalabalık seyircinin (Atatürk Stadı - 80 bin kişi) izlediği Karşıyaka maçında, bir hafta sonra şampiyon olacak Göztepe’nin başındaydı. gibi - Altınordu formasını kuşanmaktan son derece keyif alan sıkı gönüldaşdı... Çok renkli bir yaşama sahipti... Rizeliydi... Espri makinesiydi... “Başbakan olsun (!) diye’ 9 yaşında İstanbul’a gönderilmiş ama futbolcu olmuştur” kendi ifadesi ile...
İ
Yeraltı dünyasının bir zamanlar önemli isimlerinden Dündar Kılıç, dayısıdır.
Parasını, sevgisini, sofrasını dostları ile paylaşmayı en iyi bilen, topçunun, taraftarın, komşusunun -ezcümle- ‘herkesin sevgilisi’ olabilmiş ‘Can Oğlu Can Bir Ağabey’di...
Yine o günlerin ‘Yılmaz Güney-Nebahat Çehre aşkına birinci derece tanıklık edenlerdendir... ‘Bal Mahmut’ Mahmut Baler’den daha tatlıdır söyleşileri...
Yiğit, mert, sevdalı, vefalı...idi.
Futbol yaşamı 16 yıl, oynamadığı maç sayısı, 4’tür...
İlginçtir; İzmir’in, Anadolu’nun futbolcuları, İstanbul’a transfer düşlerken,
Karşılıklı oynadığı ‘Futbolun Bilgesi’ Bülent Buda, “İstanbul’dan gelip, İzmirli olabilendir’’ der...
zmir’e, Ege’ye, 40 yıl futbolcu ve çalıştırıcı olarak hizmet etmiş bir ‘futbol misyoneriydi...’
100
24 yıl da antrenörlük yapmıştır...
Karagümrük’ten Altınordu’yu seçmiştir.
İstanbul Erkek Liseli...
74 yaşında yaşamını yitirdiği güne kadar, hala - üzerinde fotoğrafta gördüğünüz
Şimdiki futbolculara bir bakın... 3 maç oynar, 6 maç yoklar!
Liglerimizde Lefter’den sonra en çok maç
Milli formayı da kuşanmış “Bir Güzel Adamdır” Taçsız Kral Metin Oktay ifadesi ile... Beyaz gömlek hastası ‘Kentin Yakışıklısı’ydı… Şiir gibi top oynamış, şiir okuyarak arkadaşlarını soyunma odasında motive etmiş, antrenörlüğünde de futbolcularını... Göztepe’nin unutulmaz kaptanlarından ‘Cengaver’ lakaplı İsmail Sütçü’den: “Öyle şiirler okurdu ki. Çok ağlayarak sahaya çıktığımız, sonra da kazandığımız oldu.”
O; Erkan Hoca… Erkan Abi… Erkan Baba… “Biz başka severdik. O sebepten (Altınordu’dan) başka sevemedik’’ derdi Nazım’ı anımsatarak…
ALTINORDU ONBİRİ: Ayaktakiler (Sağdan sola): Mümin - İsmet - Neyir - Erkan - Sedat - Siyatski. (Oturanlar): Zadel - Melih - Cenap - Muzaffer - Hüseyin. 1965 yılında Altınordu bu kadrosu ile Alsancak Stadı’nda Fenerbahçe’yi 1-0 yenmişti.
Bülent Buda
Erkan Velioğlu Atilla Köprülüoğlu Halil Kiraz
Hep ‘duygu yüklü, iyilik meleği, cesur yürek’ Erkan Velioğlu’ydu, dillendirmeye çabaladığımız... Bülent Buda, Göztepe’nin Atletico Madrid zaferinin‘Bombacı’sı Halil Kiraz, Altınordu markası yediemini S. Mehmet Özkan, Al-
taylı ‘Zagor’ Zafer Bilgetay, Göztepeli İsmail Sütçü, Altınordulu takımdaşı Hikmet Orhunbilge ile Özdere’deki evinde çok güzel futbol söyleşileri yaparız.
sevgili eşi Emel Hanım için söylediği şu tümceye:
Doymayız, doyamayız muhabbetine…
Seni hep seveceğiz Erkan Abi...
Hayranızdır yıllar önce yitirdiği çok sevdiği
Işıklar içinde uyu…
“Adamlık; her gün aynı kadına aşık olmaktır!’’
101
“Oyuncularımızla önemli işler başardık. Birlikte Göztepe'yi yukarılara taşıdık, ardından Milli Takım’da da görev aldık. Hepsi güzel ve unutulmayacak anılardır. Ama ben bunları yaparken İzmir'i ön planda tuttum.”
Futbolun Süvarisi
Okan YÜKSEL
F
utbol, çağımız insanının en büyük tutkusu. Futbol, bir meşin yuvarlak değil sadece; heyecanı, sevinci, üzüntüyü, düşü, gülüşü de içeren ayrı bir dünya. Adnan Süvari, futbol dünyamıza çağdaş anlayışı ile destanlar yazdıran, artık yüreklerde yaşayan bir kişi. YETO’da (Yüksek Ekonomi ve Ticaret Okulu) öğrenim gördüğü dönemlerde Göztepe
102
ve Yün Mensucat kulüplerinin futbol mühendisi, voleybol ve basketbol üstadı olan Adnan Süvari, Karşıyaka, Göztepe ve Milli Takım’da teknik direktörlük yaparken çağdaş anlayışı ile futbolumuzda tarihe geçen, destan yazdıran insan… 1952 Helsinki Olimpiyatları için Basketbol Milli Takımı’na seçilen, futbol oynadığı Yün Mensucat Kulübü izin vermediği için olimpiyatlara katılamayan, belki de bu yüzden futbolumuz için büyük kazanç olan Adnan Süvari, 1959’da tekstil mühendisliği öğre-
nimi gördüğü İngiltere’den aynı zamanda diplomalı antrenör olarak döner. Karşıyaka’yı çalıştıran Adnan Süvari, teknik direktörlükteki büyük başarılarına Göztepe ve Milli Takım’da imza atar. 10 yıl süreyle teknik direktörlük yaptığı, iki kez Türkiye Kupası ve bir kez de Cumhurbaşkanlığı Kupası kazandırdığı Göztepe’yi, ‘Avrupa Fuar Şehirleri Kupası’nda yarı finale yükselten Adnan Süvari, Milli Takım’da da tarihe geçen başarılarda büyük pay sahibidir. Çağdaş futbol anlayışının mühendisi Adnan Süvari, spor tarihimize de ‘Futbolun Süvarisi’ olarak geçer… Süvari’nin Milli Takım’da görevde bulunduğu yıllarda Türkiye, RCD Kupası’nı kazanmış, Sovyetler Birliği’ni Moskova’da 2-0 yenmiş, ama en önemlisi modern futbol anlayışını kabul etmiş ve uygulamaya başlamıştır. Futbol Federasyonu’nda çeşitli kademelerde görev alan Adnan Süvari, 1991 Haziranında Antalya’da görev aldığı bir seminerde kalp krizine yenilerek yaşama veda etmiştir.
Adnan Süvari Şeref Fehmi
Hüseyin
Şükrü
Ahmet Cücen
Ceyhan Seyfi Halil Adnan Süvari
Hava Harp Okulu o dönemler Güzelyalı’dadır. Mavi göklerin delikanlıları da bir hayli Göztepelidir. Gaziemir’den Cumaovası’ndan pervaneli uçaklarda ilk eğitim uçuşlarını yapan Harbiyeliler, daha sonra Çiğli’de T37 ve T38 jetleriyle üst düzey uçuşlara geçerler. İşte o gün… İşte Nevzat’ın rahatsızlığını yenip ilk antrenmanına çıktığı gün… İşte İzmir’in Türkiye’nin gazetecilerinin, foto muhabirlerinin, Güzelyalıların, Göztepelilerin, Altınorduluların, İzmirsporluların, Altaylıların, Karşıyakalıların, forma rengi gözetmeksizin İngiliz Nevzat’ı se-
Nevzat Güzelırmak ile bir anı
Adnan Süvari tam bir kültür ve sanat adamıydı. İzmir’de 3-2 yendikleri İspanya’nın Atletico Madrid ile İspanya’da oynadıkları karşılaşmayı 2-0 kaybettikten sonra İspanyol gazetecilerin karşısına çıkar. İspanyol gazeteciler Adnan Süvari’ye, “Dil bilmiyorsun bizim sorularımıza nasıl yanıt vereceksin?” diye alaylı ifadeler yöneltince o, “Dante’den size ne okuyayım, dilersiniz Lear’i okuyabilirim, ama ‘Genç Werther’in Anılarını’ da anlatabilirim, Goethe’nin hangi kitabından söz edeyim” diyerek, İtalyanca, İngilizce, Almanca ve İspanyolca konuşarak nasıl bir kültür birikimine hakim olduğunu ortaya koymuş ve İspanyol gazetecileri şaşkına çevirmişti. venlerin toplandığı o gün birden T38 jetleri gözükür göklerde… Eğitim uçuşlarını Çiğli’de yapması gereken ‘Gökyüzü Harbiyelileri’ Göztepe’nin ulusal takımın, hasılı futbol alanlarının bu güzel insanı için Güzelyalı semalarında uçma izni almışlardır komutanlarından. Gökyüzü birden sarıya, kırmızıya, sarı kırmızıya boyanır. Gökyüzü kahramanları, Nevzat Güzelırmak’a hoş geldin uçuşları yapmaktadır. Gökyüzü gökyüzü olalı futbol alanlarında böyle sevgi gösterisi görmemiştir.
103
Hayatları kulüp oldu Gürkan ERTAÇ
A
ltay, Altınordu ve Göztepe'nin, ünleri yurtdışına taşan futbol yıldızlarıydı onlar. Siz hiç Fenerbahçe, Galatasaray, Beşiktaş gibi üç büyüklerde ya da bir başka kulüpte böyle bir sevgi, böylesine bir kulüp aşkı gördünüz mü? Var mı onlarda soyadını kulüplerinden alan bir futbol ve de kulüp sevdalısı?
Fuat Göztepe
Vahap Beyrut'tan İzmir'e Vahap Özaltay, 1907 yılında Lübnan'ın Beyrut kentinde doğdu, 3 yaşındayken aile Türkiye'ye göçtü, Aydın'a yerleşti, oradan da aşığı oldukları kente, İzmir'e taşındılar. Yunanlar İzmir'i işgal edince Vahap ve ailesi Karadeniz'e Kastamonu'ya akrabalarının yanına gittiler, 1922'de İzmir'e, evlerine döndüler. Vahap hem futbol oynuyordu hem de iyi bir atletti. Seri ve çok dayanıklıydı, atletizmde Türk Milli Takım'da Balkan Şampiyonası'nda 4 x 400 bayrakta yarıştı, ikincilik aldı. 1931 yılında soyadı kanunu çıkınca Vahap, sevdalandığı Altay'ın ismini soyadına çevirerek Özaltay soyadını aldı. Altay'da gösterdiği başarıyla yıldızlaşan ve takımını A Milli Dünya Şampiyonu yapan Vahap Özaltay'ın ölümü de şanına yaraşır bir şekilde oldu. 10 Haziran 1965 tarihinde kulübü Altay'ın tartışmalı bir kongresini izlerken heyecanlanıp kalp krizi geçirdi ve ailece İzmir'e taşındılar. 1936 Berlin Olimpiyatları'nda A Milli takımımızın formasını giydi, o devirde Almanların Führer'i diktatör Adolf Hitler önünde Berlin Olimpiyat Stadı'nda futbol takım formasını giyen Özaltay'ın ünü ‘Siyah İnci’ olarak yurtdışına taştı, Fransa Birinci Ligi’nin meşhur kulüplerinden Racing'e transferiyle, "İzmir'den yurtdışına giden ilk futbolcu unvanını aldı. Vahap Özaltay uzun yıllar Altay formasını terlettikten sonra futbola veda etti. Vahap antrenörlükte de futbol bilgisini ve yeteneğini gösterdi. Vahap Özaltay kalpten gitmişti ama Altaylıların ve İzmirlilerin kalplerine yerleşti, Altay yaşadıkça Özaltay da saygıyla yad edilecek.
Hitler'in izlediği adam: Sait Altınordu Sait Altınordu 1910 yılında İstanbul'da doğdu, çocuk denilecek yaşta kaptanlık
104
Sait Altınordu
Vahap Özaltay
yapan ve 1926-1953 yılları arasında 27 yıl gibi rekor sayılacak sürede forma giyip attığı gollerle Türkiye çapında şöhrete kavuşan bu futbol devi, özellikle kornerden falso vererek doğrudan doğruya attığı gollerle belleklere kazınmıştı. 1937 yılında attığı 13 golle Türkiye Milli Küme gol kralı oldu. İşin ilginç yönü Sait Altınordu'nun futbola defans oyuncusu olarak başlamasıydı. Onun bir hazırlık maçında ileri çıkarak attığı golleri gören bir antrenörün tavsiyesiyle hücum hattında oynamaya başladı ve yıldızlaştı. Sait Altınordu 1978 yılında, 68 yaşındayken hayata gözlerini yumdu.
Sait Altınordu
Fuat Göztepe Altay'a kızdı, Göz-Göz oldu Ahmet Fuat Göztepe, sarı-kırmızılı takımın yetiştirdiği ilk büyük futbolcudur, Futbola Altay'da başladı ama siyah-beyazlı takımda yer almayı hak etttiği halde yerine Dominico isimli bir Rum'un oynatılmasına kızarak sarı kırmızı renkleri seçti, ölene kadar da Göztepe sevgisiyle yaşadı. Beş kez A Milli Takımımızın formasını giydi. Sayıyı küçümsemeyelim, o devirlerde olağanüstü golleriyle Fuat Göztepe'nin, Yunan Enosis takımıyla yaptığı ve 4-3 kazandığı maçta 4 gole birden imza atması kolay kolay unutulabilecek bir başarı değildir. Son derece mütevazı bir insan olan Fuat Göztepe, bilgi ve görgüsünü gençlere aktarmayı da severdi. Göztepe'nin efsane takımında oynayan Halil Kiraz, Fuat ağa-
beyinin onu Göztepe Stadı'na götürerek vuruş tekniği gösterdiğini tatlı bir anı olarak anlatır. Tam 15 yıl Göztepe formasını terleten Fuat Göztepe 1991 yılında hayata gözlerini yumdu.
ise Güzelyalı Parkı'na büstleri yerleştirildi. Futbol alemi ve bizler, bu ‘Üç Silahşör’ü hiç unutmayacağız…
Büstleriyle ölümsüzleştiler İzmir Belediyesi, oynadıkları futbolla Türkiye ve Avrupa çapında başarılar gösteren ve soyadlarını kulüplerinden alan Vahap Özaltay, Sait Altınordu ve Fuat Göztepe'yi birer büstle ölümsüzleştirdi. Özaltay ile Altınordu'nun Alsancak'a, Göztepe'nin
Sait Altınordu omuzlarda.
Vahap Özaltay
Ordu Milli Takım kampında antrenör Vahap Özaltay ve yanında Lemi Yerli.
105
Ömre bedel semt: Göztepe
Gürkan ERTAÇ
1
963 ile 1970 arasındaki yedi yıllık süreç, üç büyükler dahil, tüm takımların gıptayla baktığı zaferlerle dolu. O devirlerde Türkiye'de iki takım vardı: Göztepe ve Eskişehirspor. Trabzonspor
106
daha kurulmamıştı bile. Göztepe'nin efsane 11'i gençlerin ezberindeydi. Kime sorsanız, "Ali, Küçük Mehmet, Çağlayan, Hüseyin, Büyük Mehmet, Nevzat, Nihat, Ertan, Fevzi, Gürsel ve Halil'i şappadanak sayıveriyordu. Ayrıca devre devre büyük hizmetlerde bulunan; Ali İhsan Okçuoğlu, Danimarkalı Nielsen, Cenap, Ceyhan ve
kaleci Güngör'ü nasıl unutabiliriz? Efsane Göztepe'nin tarihi, sayısız zaferlerle dolu. Ancak 1967-1968 sezonundaki Atletico Madrid maçına ayrı bir parantez koymak gerek. Alsancak Stadı’nın içine portatif tribünler konarak stadın kapasitesi 20 binin üzerine çıkarılmıştı. Basın tribününde, İspanyol gazetecilerle kucak kucağa, sırt
dan söz ederken Türkiye'ye bilimsel antrenörlüğü taşıyan ve çok iyi yabancı dil bilmesi nedeniyle yaptığı çevirilerle her türlü yeniliği sarı-kırmızılı takım ve A Milli Takımımıza yansıtan Adnan Süvari'yi, "Göztepe'yi efsane haline getiren mimar" olarak şükranla anmalıyız. Zirveden dibe vuran ama amatör kümeden adım adım yükselen Göztepe'nin ‘Bank Asya Birinci Ligi’ne çıkışını alkışlıyoruz.
Sanatçıların sembol semti Göztepe’nin başarısı Türkiye'yi aşıp Avrupa'da yankılar uyandırdı. Göztepe; müzik, sinema ve tiyatromuzun ünlülerinin de yetiştiği semttir. ‘Minik Serçe’ Sezen Aksu'nun, sanatçı olmadan önce Göztepe'de iki arkadaşıyla birlikte kuaförlük yaptığını biliyor muydunuz? Tiyatro ve sinema sanatçısı Yıldırım Önal, ‘Kaynanalar’ dizisiyle herkesin yakından tanıdığı Tekin Akmansoy bu semtin gözdeleridir. Yazar-sanatçı Pakize Suda da Göztepe'nin yetiştirdiği değerler arasındadır. Biz ailecek uzun yıllar Karataş'ta oturduk. Göztepe ile ilgili anılarımıza, Göztepe'nin efsane futbolcularından sülaleden Göztepeli Halil Kiraz ve Gözümoğlu Sinemalarının sahibi Cemal Gözümoğlu katkı yaptı. Önce Halil Kiraz'ın sülalesinden söz edelim. Bundan 67 yıl önce, 1944 yılında Göztepe'de kasaplığa
Gürkan Ertaç Halil Kiraz Nevzat Güzelırmak
sırta, bir koltukta üç kişi oturarak maçı izlediğimizi dün gibi hatırlarım. Tabii o zamanlarda saha koşulları bugünküyle kıyaslanamayacak derecede geriydi. Göztepe-Cardiff City (Galler) maçı için İzmir'e gelen İngiliz gazeteciler, Alsancak Stadı’nın santrada yuvarlaklaşan toprak zeminini gösteren fotoğrafını büyük basarak, "Aya ilk inen gazeteciler biziz" manşetiyle vermişlerdi. Efsane Göztepe'nin başarıların-
başlayan Kazım Kiraz ve eşi Nazmiye Hanım'ın, beş erkek, iki kız evladı olmuş. İhsan, Hüseyin, Yılmaz, Halil, Mehmet, Nimet, Nedret. Ebediyete göçen sülaleyi şimdi sadece Halil Kiraz temsil ediyor. Göztepe bir zamanlar gazino kültürüyle tanınmış önemli bir semtti. Mez ve İskele Gazinoları İzmir'in seçkin aileleriyle dolup dolup taşardı. Mez Gazinosu'nu Nazmi Bey,
İskele'yi ise Hüsnü-Ali kardeşler çalıştırırdı. Mez Gazinosu'ndan söz açılmışken Halil Kiraz, efsane takım arkadaşlarıyla ilgili bir anısını naklediyor: "Bir gün Gürsel ağabey (Aksel), Nevzat Güzelırmak, ben ve Özer Yurteri, Mez Gazinosu’na yemeğe gittik. Rahmetli babamdan iki kilo kıyma aldık, soğan ve domatesle karıştırarak baharatlarla ortaya aşağı yukarı on kişiyi doyuracak bir köfte harcı çıktı. Tepsiye yaydık, fırına verdik. O sıralarda en gencimiz, çömezimiz Özer ya, Kocakaptan seslendi, ‘Kalk Özer, git kola al, bunun yanına!’ Özer gitti, o sıralarda her apartmanın karşısında böyle bakkal yok, gidiş geliş hayli zaman alıyor. Özer gelene kadar, biz fırından çıkan köfteyi üç kişi bitirdik, onu unuttuk. Özer elinde kola şişeleriyle gelince, bir şey bırakmadığımız için mahcup olduk ama o kadar da boğazlıydık o zamanlar. Gürsel Ağabey gazinodaki garsonu çağırdı, ‘Özer'e bir çipura ızgara yapın, benden’ dedi. Özer; fırında köfteden balığa transfer oldu.” İzmir'in en büyük tüccarları, işadamları o zaman Göztepe'de yaşarmış. Hakkı Şevket Filibeli (Göztepe’de başkanlık yaptı), Hasan İkbal, Reşat Selamioğlu (Göztepe'de başkanlık yaptı), oğulları eski ünlü yelkenciler Ziya, İbrahim, Fehmi Simsaroğlu ve ailesi, Kemeraltı'ndaki ünlü Ekmekçibaşı Lokantası'nın sahibi Ahmet Altınbilek, oğulları Mehmet, Muammer, Muzaffer Altınbilek, bir lokantacılık sembolü Kemeraltı'ndaki Şükran Lokantası'nın sahibi Edip Bey, Göztepe'nin efsane yöneticilerinden Zeki Çırpıcı, kardeşi İbrahim Çırpıcı, Muhittin Ekiz, Alsancak'ın gözdesi Reyhan Pastanesi'nin sahipleri Ali Albay, Sökeli Sevim Abla, Yusuf Erboy, Sabahattin Süvari (Göztepe'de başkanlık yaptı), Adnan Süvari (Efsane Göztepe'nin ünlü hocası), Hakkı Baykal, oğulları Baha ve Süha Baykal (Konak Belediye Başkanlığı yaptı), Dr. Mehmet Afşaroğlu semtin ünlüleri. Sadece onlar mı; 50 yıl önce Şortan Pastanesini hizmete sokan Haşim Şortan, bir devre imza atan Gözümoğlu Sinemasıyla Niyazi-Cemal Gözümoğlu, Vali Konağı yakınından Remzi Güngör, eski Göztepeli futbolcu Alaattin (Alağa), 12 yıl muhtarlık yapan Berber Mehmet Erhun, Manifaturacı Arap Ali (Göztepe'li futbolcu), Bakkal Süleyman Amca, Manav Emin Çetiz, Bakkal Mahmut, Meyhaneci Rıza, Fırıncı Nazmi, Dondurmacı İrfan Ağa, Kasap Hasan Efendi iz bırakanlar arasında.
107
Atilla KÖPRÜLÜOĞLU
H
alil Kiraz’ın adını Türkiye’ye duyuran maçtır 3-0’lık Atletico Madrid maçı…
O bir tepeden tırnağa Göztepeli…
Türk Futbolunun Zafer Armadası
Bu skorla; ilk kez bir Türk takımı İspanyol devini geçmiştir.
Göztepe’dir o armada! 49 yıllık zaferi; Kapalı’nın ortasında izleyen talihliydim ben de. Sıkı sıkı koluna yapıştığım Altınordu gönüldaşı babam Cevat ve rahmetli Halil Şarman amcamla… O günlerde kent ‘’Göz Göz Göztepe’’ydi.. Sadece İzmir mi? Ege’nin dört bir yanından kopup gelenlerin yüreği Göztepe için çarpıyordu. ‘’Ali, Halil, Çağlayan, Hüseyin, B. Mehmet, Nevzat, Ertan, Ali İhsan, Fevzi, Gürsel ve Ceyhan’’dan oluşmuştu Göztepe on biri. Anımsadığım kadarıyla; beyaz renkli göğsünde ay-yıldız formalıydı Göz Göz. Atletico; kalın kırmızı-beyaz çubuklu kuşanmıştı. Maçın başlarındaki Fevzi Zemzem düşürüldü, penaltı oldu. Hep Gürsel Kaptan atardı. Ne olduysa Halil geçti beyaz noktanın başına. Futbol yaşamının ilk penaltısıydı… Alsancak Stadı tıklım tıklım. Bir o kadar da dışarıda… Ülkenin futbol sevdalıları da radyo başında. Geldi Halil Kiraz, öyle bir vurdu ki top kaleci San Roman’ın başının üstünden geçip filelerle buluştu. Kendisi de anılarında meşin yuvarlağın ağları parçaladığını anlatır hep... Önce kimse anlayamadı. Tribünlerde sessizlik. Hakem santraya koşunca Alsancak adeta yıkıldı. Bir kafa golü de Koca Kaptan Gürsel’den geldi, 2-0 oldu. Mekanın gönüllerdir Gürsel Abi… İspanya’da ilk maçta da skor buydu. Uzatmaya gidecekti maç. Son dakikalar… “Papi” lakaplı K. Mehmet sakatlanmıştı, kadroda yoktu. Bombacı Halil onun yerinde oynuyordu; sağ bekti... Maç bitti bitiyordu. Uzatma olacak gibi. Sağda, açık tribünün oradan bir top kaptı Bombacı.
108
Luis Aragones (İspanya teknik direktörlüğünden sonra Fenerbahçe’ye gelen) çıktı karşısına. Eksiltti onu. Yaradana sığınıp vurdu topa. Doksandan kaleye girdi. Yugoslav hakem de düdüğü çaldı, maçı bitirdi. İlk defa bir Türk takımına elenen İspanyollar boğalar gibi hakeme saldırdı. Hakem Josip Strmecki’yi polisler kurtardı. Alsancak bayram yeriydi; ülke tur sevincini yaşıyordu… Maçın sonunu ‘’mikrofon ustası’’ Halit Kıvanç şöyle naklediyordu radyodan: ‘’Türkiye’de futbolun doğduğu şehir olan
İzmir’de, futbolda iddialı bir ülkenin temsicilerini alaşağı ettik. Göztepe’nin Atletico Madrid zaferi, kuşaktan kuşağa efsane gibi anlatılacak artık!” İspanyolların yıkılışını görenler onu bilir onu söyler; “Göztepe ve Milli Takım’ın unutulmaz isimlerinden Halil Kiraz’a, yüzlerce maçta attığı goller unutulsa bile bir tek bu maç ile bombacı unvanı, anasının ak sütü gibi helal edilmiştir!’’ “Bombacı’’ Halil Kiraz… O bir, “tepeden tırnağa’’ Göztepeli... Göztepe semti doğumlu, 17’sinde Göztepe’de meşin yuvarlakla tanışmıştır.
1 Numaradan 11 numaraya kadar bütün mevkilerin formasını giymiştir. Dinyakos’a şöyle anlatır forma kuşandığı bir Fenerbahçe maçını: “Ben on yedi yaşımdayken İstanbul Mithatpaşa’da Fener maçına çıktım. Kalemizi şaşırdım. Karşımda Lefter’ler, Can’lar, Basri’ler var… Hayran olduğum oyuncularla karşı karşıya oynuyorum. O kadar heyecanlıydım ki, bir ara daldım onları seyrediyorum. Gürsel Ağabey, ‘Halil, Halil, oğlum sen maçtasın!’ diye seslendi. Göztepe’den ay-yıldıza seçilmiş, Göztepe’de her mevkide forma kuşanmış, futbolu Göztepe’de bırakmış, sevdası olmuş 1925 Armalı’da -teknik adamlık dahil- her kademede görev almış, gazetelerde futbol yorumcusu olarak da “kıymetlisini” yazmış. Takım arkadaşı Ceyhan Yazar şöyle anlatır “Bombacı”yı; “Toplara mesafe tanımaksızın yaptığı sert ve mükemmel vuruşlar nedeniyle ‘Bombacı’ diyorduk. Taraftar da benimsemişti bu lakabı. 14 yıl aralıksız giydiği formasıyla 82 golü vardır. Neredeyse tamamı; uzaktan attığı gollerdir. O tutulmaz vuruşlarını, Atletico Madrid maçında ölümsüzleştirmiştir bence.”
Bombacı Halil, Nevzat Güzelırmak ve Gürsel Aksel.
Halil Kiraz
Futbola gönül dolusu sevgiyle bağlıdır Bombacı... Dostlarına da... Onlarla galibiyetlerini, gollerini, zaferlerini, acı-tatlı olayları, futbolun tükenmez coşkusunu paylaşır. Sporun/spor yapmanın –her şeyden öncebarışı, kardeşliği; “bir aşk güzelliğiyle” getirdiğine inanır. Meslek ustam Okan Yüksel yıllarca statlarda antrenmanlarda yakından izlediği eskimeyen tanışı Halil Kiraz’ı anlatmasını istediğimde, ‘’Onu; ancak bir Nazım Baba şiiriyle tanımlarım’’ demiştir... Ve sesine de her dem çok yakışan şu dizeleri dillendirmiştir: ‘’Seviyorum seni ekmeği tuza banıp yer gibi/ geceleyin ateşler içinde uyanarak/ ağzımı suya dayayıp musluğa su içer gibi/ ağır posta paketini, neyin nesi belirsiz/ telaşlı, sevinçli, kuşkulu açar gibi/ seviyorum seni, denizi uçakla ilk defa geçer gibi/ seviyorum seni yaşıyoruz çok şükür der gibi.’’ Eklemiştir de; Bombacı için; “Futbol ve Göztepe bu dizeler örneği –bin yıl yaşasa da- aşkımdır benim…” diyeceğidir!
109
Fevzi Zemzem
İzmir’den çıkan ilk gol kralı ‘Buldozer Fevzi’ Buldozer lakabını nereden aldığını da Four Four Two dergisine şöyle anlatır:
Yıl 1962’ydi. Takımı da Göztepe’ydi artık Fevzi Zemzem’in.
‘’Bir Altınordu maçında ben topla kaçmaya çalışırken rakip orta saha oyuncusu belime sarıldı. Koşmaya devam ettim. Onun ayakları yerden kesildi, elleri çözülünce yere düştü. Ben de gidip golü attım. Bir gazete ertesi gün beni buldozere benzetince adım ‘Buldozer Fevzi’ kaldı.”
Bir dönemin Anadolu futbolunun en isyankar ve en cesur ekibi olacak, ihtilal yaratacak, her kulüpten taraftar edinecek ekibinde ‘Göztepeli Fevzi’ oldu.
1960’ların sonuna doğru Adnan Süvari yönetimindeki Göztepe ve Milli Takım’da attığı birbirinden güzel golleriyle başarılara imzasını koyarken, Avrupa çapında topçuluğunu her fırsatta yinelerdi.
Atilla KÖPRÜLÜOĞLU
A
li - K. Mehmet - Çağlayan - Hüseyin - B. Mehmet - Nevzat - Nihat - Ertan - Fevzi - Gürsel ve Halilli kadronun ‘Buldozer’iydi. Güçlü fiziğiyle gerçek bir Buldozer!
15 yaşındaydı İskenderun’da Fenerspor Kulübü’nde meşin yuvarlak ile tanıştığında. Taçsız Kral Metin Oktay, Ordinaryüs Lefter Küçükandonyadis, örnek aldığı yıldızlardı! Mersin İdmanyurdu forması giydikten sonra vatani görevi sonrası bir çift kramponla geldiği, çok ama çok sevdiği kent İzmir’e yerleşti.
Fevzi Zemzem
110
Şık golleri, iki ayağından ve kafasından rakip filelerle buluşuyordu.
Sarı-Kırmızılı kulübü soyadı yapacak kadar çok seven, dönemin ünlü futbolcuları Sait Altınordu ve Vahap Özaltay ile de ismi bir arada anılan Fuat Göztepe, Fevzi Zemzem’i çok yakından izliyordu. Güzelyalı’da tencere yemekleriyle ünlü Efendi Lokantası’nda rastlaştılar. Çok heyecanlandı Fevzi Zemzem! Göztepe, o gün unutamayacağı öğütler verdi Zemzem’e:
sayıda gol atmıştı. Metin Oktay sezon bitiminde jübile yapacaktı.
“Seni çok beğeniyorum. Gol atmak zordur. Kıran kırana geçen maçlarda hele. Çalış, çok çalış! Gün gelecek Türkiye’nin en iyi gol adamı olacaksın. Kral olacaksın!’’
Dolayısıyla futbolumuzda bir dönem bitiyordu. Artık Metin Oktay futbol sevdalılarının gönlündeki sevgi tahtına oturacaktı.
Gol ile bütünleşmişti. Yaşamında en çok sevdiği ve kullandığı sözcüğün ‘gol’ olduğunu aktarır: “Benim gibi günleri gol atmakla geçen ve gol atmak için didinen kimsenin en çok kullandığı söz de ‘gol’ olacaktır!” (Okan Yüksel Efsane Göztepe-Konak Belediyesi Kültür Yayınları-2015)
Fevzi Zemzem çok sevdiği ve saydığı Metin Abisi için Futbol Federasyonu’na bir mektup yazmaya karar verdi. Özetle şu ifade vardı mektubunda: “Eğer bir tek Gol Krallığı Kupası verilecekse bunun Metin Oktay’a verilmesini istiyorum!”
TFF kayıtlarına göre 356 maç oynadı,144 gol attı.
Federasyon öneriyi yerinde bulmadı ve iki golcüye kupa ve unvan verdi!
Ve Buldozer Fevzi, iki kez Gol Kralı oldu. 1967-68 sezonunda 20 gol, 1968-69’da ise 19 gol ile.
Ay-yıldızı 23 kez kuşandı Fevzi Zemzem. İlk milli maçı Portekiz’leydi ve o maçta golü kazandırdığında Halit Kıvanç Usta, “İzmir Fevzi’yle iftihar edebilir” diye yazdı gazetesinde. 6 yıl aralıksız Milli Takım oyuncusuydu. 1966 Moskova Zaferi’ne imza atan Adnan Süvari’nin çalıştırdığı takım ile dönemin yenilmezi Sovyetler Birliği’ne ilk golünü attığında radyoda çok kişiyi sevinçten ağlattığını yazar dönemin gazeteleri.
Fevzi Zemzem
15. dakikada Fenerbahçeli Ogün Altıparmak’ın pasında fileleri bulmuştu Fevzi’nin vuruşunda top. Devasa stat ölüm sessizliğine bürünmüştü. Bir ayrıntıdır; Lenin Stadı’nın ışıklı tabelasına golü atanın Ogün olduğu yazılmış, spiker Halit Kıvanç’ın uzun uğraşı sonunda Fevzi yazılabilmiştir! Yine anekdot: Dünyanın en iyi kalecilerinden Lev Yaşin maç sonunda soyunma odasına gelip -Fevzi Zemzem dahil- tek tek futbolcularımızı kutlamıştır! 1972-1973 sezonunda 11 yıl aralıksız kuşandığı 1925 armalı formayı çıkardı Fevzi Zemzem ve bir yıl da doğduğu kentin takımı İskenderunspor’da oynadıktan sonra futbolculuğa veda etti.
Ali Nevzat
Fevzi
İzmir’den ilk kez bir ‘Gol Kralı’ çıkmıştı! İkinci kez kral oluşunda ilginç bir öykü de vardı. O sezon Galatasaraylı Metin Oktay ile aynı
Teknik adam olacaktı, oldu da! Göztepe Genç Takımı ile başlayan serüven, Orduspor, Samsunspor, Diyarbakırspor, Alanya, Mersin İdmanyurdu, Göztepe ve Nazillispor ile sürdü. Orduspor; Avrupa Kupası’na katıldı, Diyarbakırspor ve Göztepe’yi şampiyon yaptı. Gazetelerde futbol maçlarını yorumladı. ‘Buldozer Fevzi’, Adnan Süvari ve takım arkadaşlarıyla yarattıkları -ilklere damga vuran- Göztepe efsanesinde altın harflerle anılacak! İngiliz Nevzat, Koca Kaptan Gürsel, Ali Artuner, Ertan, Papi, B. Mehmet gibi… * Fotoğraflar için Okan Yüksel ve Dinyakos’a teşekkürler.
111
Şerefli koca bir ülkünün Şerefi, namusu hepsinin İzmir'in parlak yıldızı Duydular şanımızı Yüksel ki sen, kararsın ay Kuvvetine kudretine şen ALTAY ALTAY sevil koş atıl oyna ALTAY sevil koş atıl oyna Semalarda, semalarda parılda İzmir'in parlak yıldızı Duydular şanımızı Yüksel ki sen, kararsın ay Kuvvetine kudretine şen ALTAY Elif Lam Te Elif Ye
Alpay SÖNMEZ
B
u tarihi Altay Marşı’nda geçen ‘İzmirimizin parlak yıldızı’ tam 103 yıldır parlıyor. 1914 yılında temelleri atılmış, milli mücadele döneminde İzmir’de Rum takımlarına karşı yeşil sahalarda İzmir’in simgesi olmuş, sadece İzmir’in değil Türkiye’nin en köklü kulüplerinden biri olan Altay, hak ettiği yere, yıllarca önemli bir aktörü olduğu Süper Lig’e dönme hedefinde. Mustafa Necati Bey, Vasıf Çınar, Nejat Evliyazade ve Talat Erboy gibi spora ve futbola fazlasıyla önem veren gençlere maddi ve manevi destek veren Celal Bayar’ın katkısıyla,
Altay 112
ALTAY ALTAY ALTAY... bugün 100 yılı geçen, onlarca kupa, başarı ve bağrından çıkardığı değerleriyle ismini, ‘Büyük Altay’ tabirini, hak edecek bir tarihe sahip olan Altay 1914 yılında kurulur. Kurucular arasında Şükrü Saraçoğlu Bey, Baha Esat Tekand Bey, Esat Çınar Bey, Hüsnü Uğural Bey, Muharrir Rauf Nezih Bey, Şimendiferci Rıfat İyison Bey, Dr. Kemal Tahsin Soydam Bey, Enver Esat Tekand Bey, Tayyareci Mazlum Bey, Kemal Çakırel Bey, Nuri Sıtkı Erboy Bey, Dr.Fikret Tahsin Soydam Bey, Mazlum Öksüz Bey, Tüccar Süreyya Bey, Çiftçi Necati Bey, Fethi Özalp Bey, Sıh-
hıyeci Kemal İstanbullu Bey ve Halil Zeki Osman Bey de vardır. Milli mücadele döneminde kulüp kurucu ve üyelerinin işgalcilere karşı yürüttükleri çalışmalar, takımın Rum ve işgalci kuvvetlerin takımları ile sahada verdiği mücadele ile ‘Büyük’ sıfatını fazlasıyla hak eden Altay, Cumhuriyet döneminde saha içi sonuçları ile de bu sıfatına layık olduğunu da kanıtlıyor. Birçok ilke imza atan Altayımızın bu ilklerinden bazılarına bakarsak bu ‘Büyük’ sıfatının içinin ne kadar dolu olduğu çok daha net anlaşılır:
Ayfer Elmestaşoğlu
Cevdet Dağdelen Ali Rıza Şenol
Kaptan Yılmaz
TSYD İzmir Şube Başkanı Erdoğan Sungur
-15 kez İzmir şampiyonluğu yaşayan tek İzmir takımıdır. - Kendi bünyesinden iki kulüp daha çıkaran (Altınordu-Göztepe) ilk Türk takımıdır. - Altaylı Hamit Aslan, İzmir’in ilk milli futbolcusudur. - Altaylı Said Odyak, İzmir’in ilk milli atletidir. - Eski adı Fuar Şehirleri kupası olan UEFA Kupası’na katılan ilk Türk Takımı Altay’dır. - Fenerbahçe, Galatasaray ve Beşiktaş’ın ilk üç geleneğini bozan ilk takım Altay’dır. - Türkiye Kupası’nı, bu üç takım dışında kazanan ilk ekip Altay’dır. Türkiye Kupası’nda en fazla final oynayan 5 takımdan biri Altay’dır. Galatasaray’ın 19, Trabzonspor ve Beşiktaş’ın 13, Fenerbahçe’nin 11 kez finale yükseldiği Türkiye Kupası’nda Altay, 7 kez ismini finale yazdırmıştır.
Altay, 1966-1967 ve 1979-1980 sezonlarında Türkiye Kupası’nı iki kez müzesine götürmeyi başarmıştır. Bugüne gelirsek, geçtiğimiz yıllarda düştüğü Süper Lig’e dönme mücadelesi veriyor Altay. Son yıllarda direkten dönerek finallerde kaybettiği Süper Lig’e çıkma şansını bu sene kaçırmak istemiyor. Başkan Niyazi Konuşmaz bu konuda son derece iddialı. Bu kadar köklü bir kulübün yerinin her zaman olduğu gibi Süper Lig olduğunu belirtiyor. “Bank Asya 1. Ligi’nde Altay’ın formasını koysak ilk 6’ya oynar” diyecek kadar da takımına, kulübüne inanıyor. Geçen sene finalde kaybeden takımı bozmadıklarını, üzerine takviyeler yaptıklarını belirten Konuşmaz, ekonomik olarak güçlenmenin yolunun da Süper Lig olduğuna özellikle vurgu yapıyor. Altyapı olarak sağlam bir kulüp olduklarını ifade eden Konuşmaz, “Yetiştirici bir kulübüz. Yıllarca
Türk futboluna yüzlerce futbolcu verdik. Süper Lig’e çıktığımızda bu gençlerimizin değerleri de artacaktır. Bugün endüstriyel futbolun gerekleri olan kalıcı yatırımlar da ancak Süper Lig’e çıkmak ve kalıcı olmaktan geçiyor. Bu yüzden en büyük ve tek hedefimiz Süper Lig” diyor. “Altay’ın maalesef sabit bir geliri yok, tek kazanç imkanımız altyapımız. Şu anki takımımızın yarısı altyapıdan ve her yıl 2-3 futbolcumuzu süper lig ekiplerine veriyoruz. Kulübün yaşam damarı altyapısı. Kimin emeği geçtiyse bu altyapıya buradan hepsine tek tek teşekkür ediyorum” diyen Konuşmaz, “Belki biraz ağır olacak ama Altay’ı dışlama harekatı var İzmir’de. Süper Lig mücadelesinde yalnız bırakılıyoruz, yalnız hissediyoruz. Ama yılmadık, yılmayacağız da, kulüp olarak hedefimize daha bir sıkı sarıldık. Şehrin ileri gelenlerinin, belediyelerin katkısı olmalı Altay’a. Sonuçta bu kulüp bir dernek, kamu hizmeti veriyoruz. Altyapıda, okullarımızda 1500 genç spor yapıyor. Eğer Süper Lig’de bir İzmir takımı istiyorsak, o takımın Süper Lig’de kalıcı olmasını istiyorsak, herkes elini taşın altına sokmalı” diye konuştu. Ligin ikinci yarısının başlamasıyla kritik döneme girdiklerini ifade eden Konuşmaz, tüm İzmirlileri tribünlere beklediklerine vurgu yapıyor. ”İzmir’in artık Süper Lig’de takımı olmalı, bunu başarabilecek en güçlü aday ise Altay. O yüzden İzmir’in tüm bileşenlerini Altay’a destek olmaya çağırıyorum, bu yolda beraber yürüyelim, şehir olarak bütünlük sağlayabilirsek, başarı kaçınılmaz” diyen Konuşmaz, ”Türkiye’nin en köklü kulüplerinin başında gelen Altay’ın yeri burası değil, o yüzden el birliği ile çalışmaktan başka çaremiz yok” diyor.
113
Kınalıada Kız Futbol Takımı
Kadın futbol takımı
oynayacak rakip
bulamıyordu…
Takımı arasında 22 Ağustos 1969 tarihinde İstanbul Mithatpaşa Stadı’nda oynanan karşılaşma 1-1 berabere sonuçlanmıştır. Uluslararası milli takımlar düzeyindeki bu maçın, o tarihlerde kadın futbolunun henüz kabul görmediği Türkiye’de oynanmasının nedeninin, Avrupa karmasında oynayan bir Türk kadın futbolcusu olmasından kaynaklandığı düşünülmektedir. Avrupa takımının golünü de Türk kadın futbolcu Afitap atmıştır.
Erkek takımlarıyla karşılaşmalar yaptı Avrupa’da başlayan ve yaygınlaşan kadın futbolunun yansımaları ve Türkiye’de oynanan İtalya-Avrupa karması kadın futbol maçları, 1969 yılında Kınalıada Spor Kulübü’nün içinde bir kız takımının oluşturulmasını sağlamıştır. Kınalıada Kız Futbol Takımı, spor salonlarında minyatür futbol oynayarak başladıkları faaliyetlerine daha sonraları genç erkek takımlarıyla karşılaşmalar yaparak devam etmişlerdir.
7 Ağustos 1971, Milliyet gazetesi.
Işık TEOMAN
T
ürkiye’de 1954 yılında kadınların futbol oynamaya başladığını tespit ediyoruz. 6 kadın futbolcunun katıldığı karma bir futbol maçı 24 Mayıs 1954 yılında İzmir’de oynanmıştır. Tamamı kadın futbolculardan oluşan, ilk kadınlararası futbol maçı ise, 4 Temmuz 1954 tarihinde Mithatpaşa Stadı’nda İzmir Kadınlar Futbol Takımı ile İstanbul Kadınlar Futbol Takımı arasında oynanmıştır. 10 Temmuz 1955 ta-
114
rihinde yine Mithatpaşa Stadı’nda yapılan Spor Festivali’nin içinde kadın futbol takımları arasında bir maç daha oynanmıştır. 1955 yılından 1969 yılına kadar geçen 15 yıllık süreçte Türkiye’de kadınların futbol oynadığına dair bir bulguya rastlanamamıştır. 1969 yılında Türkiye’de ilk uluslararası kadın futbol maçı oynanmıştır.
Avrupa takımının golü Afitap’tan İtalya kız takımı ile Avrupa Karması Kız
1972 yılında Kınalıada Kız Futbol Takımı (İstanbulspor Kız Futbol Takımı olarak da anılıyor) Dostluk Spor Kız Futbol Takımı adını almıştır. 1973 yılında Dostluk Spor Kız Futbol Kulübü Derneği adı altında resmi olarak tescil edilerek Türkiye’nin ilk Kız Futbol Kulübü Derneği olmuştur. Dostluk Spor Kız Futbol Takımı 1973-1978 yılları arasında Türkiye’de kız futbol takımlarının olmamasından dolayı jübile maçları öncesi, derbi maçları öncesi veya sezon açılışlarında erkek takımları ile karşılaşmalar yapmışlardır. Rakip bir kadın futbol takımı olmaması nedeniyle genellikle gençler ve eski futbolculardan oluşan takımlarla gösteri maçları
28 Mayıs 1929 Akşam gazetesi. Dostluk Spor
yaparak faaliyetlerini sürdürmüşlerdir. Dostluk Spor Kız Futbol Takımı Anadolu’nun her şehrinde maç yaparak kadın futbolunun Türkiye’de tanınmasını, kabul edilmesini ve yayılmasını sağlamıştır. Dostluk Spor, Türkiye’nin ilk kız futbol kulübü olmasının yanı sıra, toplumda örnek davranışlar sergileyerek herkesin ilgi odağı haline gelmeyi başarmışlardır. Basın yoluyla Van’daki depremden sonra kamuoyuna yaptığı, “Kadın futbolcular maç yapıp gelirini Van’a gönderecekler” başlıklı haberi, toplumsal duyarlılık yönünden örnek çalışmalar yaptıklarını da göstermektedir.
Cumhuriyet gazetesi 20 Mart 1994. Kulübü ve Nazendespor Kız Futbol Kulübü olmak üzere 2 kız futbol takımı daha kurulmuştur.
Dostluk Spor’un ilk uluslararası maçı
Gazete ilanı ile kadın futbolcu aranıyor Dostluk Spor takımının gazetelerde “Futbolcu arıyoruz” başlığıyla yaptığı çağrı olumlu sonuçlanarak, kızların ilgisini çekmeye başlamıştır. 1978 yılında, İstanbul’dan sonra İzmir’de de kız futbol takımı kurulmuştur. İzmir Namık Kemal Lisesi öğrencilerinden kurulan kız futbol takımına Filizspor
5 Temmuz 1954 Hürriyet. adı verilmiştir. 30 Ekim 1978 tarihinde İzmir Alsancak Stadında Dostluk Spor ile Filizspor arasında oynanan karşılaşma Dostluk Spor’un 14-0 galibiyetiyle sonuçlanmıştır. Aynı yıl, Ankara’da İncirlispor Kız Futbol
1979 yılında, İstanbul İnönü Stadında, Almanya kadınlar futbol ligi şampiyonu Badne Nahr Takımı ile Dostluk Spor Kız Futbol takımı maç yapmış ve maçı Dostluk Spor 4-0 kaybetmiştir. Bu maç, Dostluk Spor Kız Futbol Takımı’nın oynadığı ilk uluslararası maç olurken, aynı zamanda kulüpler düzeyinde Türkiye’de oynanan ilk uluslararası kadınlar futbol maçı olmuştur.
İlk maç 14-0 sona erdi 17 Ağustos 1980 tarihinde İstanbul Vefa Stadında, Dostluk Spor’la Filizspor bir kez daha karşılaşmışlardır. 1978 yılında iki takım ara-
115
sında oynanan ilk maç 14-0 gibi farklı bir skorla bitmesine karşın, 2 yıllık süreç içinde bu fark ortadan kalkmış ve bu kez maç 2-1 Dostluk Spor lehine sonuçlanmıştır.
Kadınlararası ilk futbol turnuvası 1980’li yıllarda, İstanbul’da, Atılımspor ve Deryaspor kız futbol takımları kurulmuş ve İstanbul’daki kız futbol takım sayısı üçe çıkmıştır. Bunun üzerine, 1984 yılında, İstanbul’da kadınlararası ilk futbol turnuvası düzenlenmiştir. Turnuvaya; Dostluk Spor, Atılımspor ve Deryaspor kız futbol takımları katılmış ve Dostluk Spor şampiyon, Atılımspor ikinci ve Deryaspor da üçüncü olmuştur. Final maçını 5.000 seyirci izlemiştir.
Kadın ligi için girişim 1985 yılında, Türkiye Futbol Federasyonu tarafından Kadınlar Ligi’nin kurulması için girişimlerde bulunulmuştur. O tarihlerde, İstanbul, İzmir, Ankara, Samsun'da ve Kocaeli’de kadın futbol takımları mevcut olmasına karşın, yapılan toplantılar sonucunda kadın futbol takımlarının yeterli sayıda ve kalitede bulunmaması gerekçesiyle kadınlar liginin kurulması ertelenmiştir.
Resmi dönemin başlangıcı Türkiye Kadınlar Futbol Ligi’nin ve Türkiye Kadın Milli Takımı’nın kurulması için uzun yıllar yürütülen çalışmalar, 2 Nisan 1994 tarihinde, Türkiye Kadınlar Futbol Ligi’nin başlaması ve 1995 yılında da Türkiye Kadın Milli Takımı’nın oluşması ile resmi dönemin başlangıcını oluşturmuştur. Türkiye Futbol tarihinin ilk resmi kadınlar maçı Ankara’da Ankara Büyükşehir Belediye takımı ile İstanbul Acarlarspor arasında oynanmıştır. 1994 yılında Futbol Federasyonu tarafından ilk kez uygulanan Kadınlar Futbol Ligi’nde yedi ilden dört ayrı grupta toplam 16 takım mücadele etmiştir. Küme düşmenin olmadığı ligde grup birincileri yarı finale yükselmiştir.
Dinarsu Türkiye’nin ilk resmi şampiyonu Dinarsu Türkiye’nin ilk resmi şampiyonu olmuştur. 1992 yılında firma kulübü olarak kurulan Dinarsu Kız Futbol Kulübü Türkiye’de kadın futboluna ivme kazandırmıştır. Dinarsu Kız Futbol Takımı, Türkiye Kadınlar Futbol Ligi'nde 1993-1994, 1994-1995, 1995-1996, 1996-1997 sezonlarında üst üste dört kez şampiyon olmuştur. Dinarsu Kız Futbol Takımı, ligden çekildiği 19971998 futbol sezonuna kadar Türkiye Kadın Futbol Ligi’nde rakipsiz olmuş ve Türkiye Ligi’nde oynadığı 54 maçta; 50 galibiyet,
116
24 Kasım 1991 Cumhuriyet gazetesi. 2 beraberlik ve 2 yenilgi alarak, 276 gol atıp, yalnızca 11 gol yemiştir. Dinarsu Kız Futbol Takımı, 11 Ekim 1997 tarihinde, Futbol Federasyonu’nun kadın futboluna olan ilgisizliğini neden göstererek ligden çekildiğini açıklamıştır.
İlk kez küme düşme konuldu 1995-1996 futbol sezonunda 28 takımla 2 kategoriden oluşturulan lige ilk kez küme düşme konulmuştur. 1996-1997 futbol sezonunda 1. kategori 12 takım, 2. kategori ise 7 takımdan oluşmuştur. 1997-1998 sezonunda 1. Lig’e 9 takım, 2. Lig’e ise 10
takım katılmıştır. Site Marshall takımı ilk kez şampiyonluğu kazanmıştır. Bursa Delphi Packhard ve İstanbul Dinarsu takımları ligden çekilmişlerdir. 1998 -1999 sezonunda birinci lige 8 takım, ikinci lige ise 6 takım katılmıştır. 2000 yılında maçlarda yaşanan şiddet olayları, şike dedikoduları ve bazı takımların sahaya çıkmaması nedeniyle maçların ertelenmesi Kadınlar Ligi’nin ‘Skandallar Ligi’ olarak anılmasına yol açmıştı.
Kadın ligine ara verildi Kadın futbolu, finansal, idari ve sosyal sorunlar nedeniyle düşüşe geçmiş, kulüpler
arka arkaya kapatılmış ve bu sürecin sonunda da 2003-2004 sezonunda Kadınlar Ligi’ne ara verilerek, Kadın Milli takım faaliyetleri durdurulmuştur. 2005-2006 sezonunda, 8 takımın katıldığı U17 genç kızlar Türkiye Şampiyonası mini bir turnuva şeklinde düzenlenerek kadınlar futbolu genç kızlar düzeyinde tekrar başlatılmıştır. Bu turnuva sonunda Türkiye U19 genç kızlar futbol milli takımı kurulmuştur. Yine 2005-2006 sezonunda, 15 takımın katıldığı ve 3 grup olarak oynanan deplasmanlı U18 genç kızlar ligi kurulmuştur. 20062007 futbol sezonunda, 16 takımın katılımıyla büyükler kategorisi kadınlar futbol ligi tekrar başlatılmıştır. Ayrıca aynı yıl içinde yıldızlar kategorisi turnuvası da düzenlenmiştir. 2014-2015 Futbol sezonunda; Kadınlar 1. 2. ve 3. Ligleri ile U 13, U 15 ve U 17 Ligleri oynatılacaktır.
Milli Takım ilk maçı 8-0 kaybetti Türkiye Kadın Milli takımı Romanya'ya karşı oynadığı ilk maçını 8-0 kaybetmiştir. Türkiye Kadın Milli Takımı 25 Eylül 1997 tarihinde Dünya Kupası Eleme Grubu maçında Gürcistan’ı 1-0 yenerek tarihindeki ilk galibiyetini
elde etmiştir. U 18 takımı 1997 yılında, U19 takımı 2001 yılında, U17 takımı 2006 yılında, U15 takımı ise 2010 yılında kurulmuştur. U 15 Milli Kız takımı, Singapur’da düzenlenen 1. Gençlik Olimpiyat Oyunları’nda 3. olmuştur.
Türkiye 1. Kadın Futbol Ligi resmiyet kazandı 1982 yılında kurulan Dinarsu Kadın Futbol Takımı ile daha üst seviyelere çıkan kadın futbolu, 1993 yılında oluşturulan ve 16 takımın katıldığı Türkiye 1. Kadın Futbol Ligi ile resmiyet kazanarak günümüze kadar varlığını korumuştur. A ve B gruplarında 6’şar takımla futbola devam eden Kadınlar 1. Liginde 12 takım yer alıyor.
Konak Belediyespor Kadın Futbol Takımı, 2006 yılında Konak Belediyesi Gençlik ve Spor Kulübü bünyesinde kurulan Konak Belediyespor Kadın Futbol Takımı 2007-2008 sezonunda 1. Lig'e yükseldi. 2008 yılından beri 1. Lig'de mücadele eden Konak Belediyesi 2012-2013; 2013-2014; 2014-2015 ve 2015-2016 sezonlarında lig şampiyonluğuna
ulaştı. Türkiye’yi dört kez UEFA Kadınlar Şampiyonlar Ligi’nde temsil etti. UEFA Kadınlar Şampiyonlar Ligi 2013-2014 Sezonu'nda, Saraybosna'da düzenlenen ön eleme turunda grubundaki üç rakibini de yenerek grup lideri olarak son 32'ye yükseldi Bu başarısıyla UEFA Kadınlar Şampiyonlar Ligi tarihinde ön eleme turunu geçerek son 32'ye kalan ilk Türk takımı oldu. Başarının mimarlarından İzmir’in ilk kadın belediye başkanı Sema Pekdaş, başarının tüm Türkiye’ye moral olduğunu söyledi. Pekdaş, “Konak’ın, İzmir’in kadınlarının farklı olduğunu, Türkiye’yi her alanda olduğu gibi futbolda da temsil ettiğini gösterdik. İzmir’in kızlarının Avrupa’da olduğunu dünya alem duydu, bu başarılı takımı herkes alkışladı” dedi.
Kaynakça: Lale Orta, Türk futbol oyuncusu, antrenör ve teknik direktör. Türkiye'de futbol üzerine doktora yapan tek kadın. Avrupa'nın ilk FIFA kokartlı kadın hakemi. Anka,1954, Milliyet, 5 Temmuz 1954, Milliyet, 1969-1971-1994-1998, Serap Özaksoy, 1977, Alp Aslan, Yusuf Dursun, 1977, Ünlü, 1977; Söyler, 1979, Köktuna, 1976. Ayrıntılı haber, 1977, Kenan Seven, 1978 Günaydın, Tercüman, 1980, Bulvar, 1986. Milliyet Yaşam,1997, Alkış and Sümerer, 1995, T.F.F.2014, T.F.F. 2012b, 2012c,2012d.
2006’da Konak Belediyesi Gençlik ve Spor Kulübü bünyesinde kurulan Konak Belediyespor Kadın Futbol Takımı, dört kez lig şampiyonluğunu kucakladı.
117
Amigo Sarı Yaşar, “Amigo formasında reklam olur mu?” Lütfü DAĞTAŞ
İ
zmir’in yakın geçmişinde, Cumhuriyet dönemi boyunca iz bırakmış pek çok futbol kulübü var olmuştur: Taçsız Kral Metin Oktay’ın yetiştiği Damlacık, kulüplerinin adını soyadı olarak almış Sait’in takımı Altınordu, Fuat’ın takımı Göztepe, Vahap’ın takımı Altay, Yeşilova, İzmir Demirspor, 53 yaşında futbolu bırakan Şakir Kuruş’un; hem futbolcusu, hem çalıştırıcısı olduğu, üstelik jübilesini yaparken yeni evlendiği eşine gelinliğiyle başlama vuruşu yaptırdığında sahaya dizdiği İzmir Denizgücü, Yeşilova, Üçokspor (Altay-AltınorduBucaspor kulüplerinin 1937’de birleşmesi sonucu oluşmuş, 1939’da kulüpler yeniden eski konumlarına dönmüştür), Doğanspor (Göztepe-İzmirspor kulüplerinin 1937’de birleşmeleri sonucu oluşmuş, kulüpler 1939’da eski konumlarına dönmüştür), Kayagücü, İzmirspor, Altınordu, Bucaspor, Göztepe, Karşıyaka. Yeşil sahalardaki bu denli köklü geçmişin bir de renkli bir siması vardır: Amigo Sarı Yaşar.
118
İzmirli onu 1960’ların ortalarından bu yana hep ‘Amigo Sarı Yaşar’ olarak tanıdı. Türkiye’nin ilk amigosudur. Uzun yıllar sahalarımızda Ulusal Takım, Altınordu ve diğer İzmir takımlarının amigoluğunu yapmıştır. Yıl 1971, yer İzmir Halkapınar Atatürk Stadı.
Türkiye Polonya arasında ulusal futbol maçı oynanıyor. Amigo Sarı Yaşar sahada; tribünleri, “Türkiye, Türkiye!” diye coşturuyor. O sırada top Türkiye’nin lehine kornere çıkıyor. Sarı Yaşar, top toplayıcı çocuktan önce koşup meşin yuvarlağı alıyor, içtenlikle öperek, atışın yapılacağı köşeye koyuyor. Atışı yapacak oyuncu Altaylı Ayfer (Elmastaşoğlu), düzeltmeye hiç gerek görmeden geriliyor, geriliyor; ardından bir koşu, vuruyor. Ortalanan topa yükselen Fenerbahçeli Cemil çakıyor, gooooool! Top Polonya ağlarında! - Bir sıfır kazandığımız o maçta topu öpmüş olmamı uğuruma bağladım ve alınan galibiyette payımın olduğunu düşünerek hep gururlandım! Sarı Yaşar, Yaşar Tunçses, 1964’ten bu yana tüm İzmir takımlarına, bu arada ulusal takımımıza amigoluk yapmış bir ad ama gönülden bağlı olduğu asıl kulübü, Yaşar Tunçses
11 Mart 1956 yılında Lozanspor’da top koşturan Yaşar Tunçses, İzmir Halk Sahası’nda Akınspor ile.
kentin spor tarihinde önemli yer tutan Altınordu. Altınordu ile özdeş olmasını doğup büyüdüğü, kulübün yer aldığı Tilkilikli olmasına bağlıyor: “Altınordu’nun amigosuydum ama kırmızı-lacivertli takımımın dışında; Göztepe, Altay, Karşıyaka ve İzmirspor’un da amigoluğunu yaptım. Galatasaraylı Karıncaezmez Şevki ilk amigo olarak bilinse de o; sahaya çıkar, Galatasaray bayrağını diker, öyle yarım saat kadar kalırdı. Ben ise seyirciyle doğrudan bağlantı içerisindeydim. Sahayı turlar, tribünlere çıkar, seyirciyi takımıyla ilgili olarak tezahürata yönlendirirdim. Aynı şekilde ulusal maçlarda da amigoydum. Unutmuyorum bir gün bir turizm firmasının sahibi Almanya ile oynayacağımız ulusal karşılaşma için beni Almanya’ya götürdü. Maç saati geldi, bana bir forma giydirmeye kalktı. Baktım üzerinde firmasının adı yazıyor, giymeyi hemen reddettim. O güne kadar, Altınordu’nun bile formasını giyip sahaya çıkmış değilim. Reddedince, firma sahibi, ‘Almanya’dan Türkiye’ye kendi başına nasıl döneceğini
119
22 Temmuz 1977 Yeniasır. çıkar; Yunanlara 30 sayı atacağım, lütfen be ağabey!’ demişim. Bu kadarla da kalmamış biraz da ana avrat küfürlü konuşmuşum. Hemen ağzımı elleriyle kapatıp beni odaya taşımışlar. Tabii, bu maçı göremedim.” *
düşün o zaman!’ dedi. Bir keresinde de yine adını vermeyeyim, dünyaca ünlü bir meşrubat firması forma reklamı giymemi istedi, onu da anında reddettim. Olur mu öyle şey, kaç para verirlerse versinler amigo formasında reklam olur mu!”
“Ağabey n’olur beni ilk beşte çıkar!” İzmir’de düzenlenen Akdeniz Oyunları’ndaki şampiyonada sahayı çok iyi motive etmesinden dolayı Basketbol Federasyonu Başkanı Osman Solakoğlu, Amigo Sarı Yaşar’ı Bulgaristan seyahatiyle ödüllendirir. Bulgaristan’a ulaştıklarında orada yaşayan kızlı
120
erkekli Bulgar Türkleri, bizimkilere sevgi gösterisinde bulunurlar. Bulgarlar, takımları bir kokteylde buluşturmuşlardır. Gerisini Amigo Sarı Yaşar anlatıyor: “Masaların üzerini donatmışlardı. Ortamın neşesine kısa sürede uyum sağladık. Derken ünlü erik rakılarından ikram ettiler. Koç Baturalp, ‘Bulgar erik rakısı mastika çok tatlıdır ama adamı fena çarpar Yaşar, fazla içme!’ diye uyarmış olsa da epey içtiğimi hatırlıyorum. Bahçede bizimkilerin yanında yarın karşılaşacağımız ve yenersek üçüncü olacağımız Yunanlar var. O halde Baturalp’in karşısına geçmiş, yumruğumu masaya vura vura ‘Ağabey ne olur yarın beni ilk beşte
Amigo Sarı Yaşar’ı gazeteci olarak da, seyirci olarak da hem Alsancak hem de Halkapınar’daki Atatürk Stadı’nda oynanan futbol maçlarında defalarca izlemişliğim var. Ancak Sarı Yaşar ile ilk kez birlikte olup da söyleştiğimiz tarih 2011 Temmuzunun ilk haftasına denk geldi. Ardından da ara ara görüşür olduk. Amigo olarak tribünleri inanılmaz biçimde hareketlendirdiğinde nasıl efendiyse, fanatikliğin kıyısından bile geçmemişse, bugünkü emekli sivil yaşantısında da dünyalar kibarı bir insan. İnce, müşfik, yardımsever, insan canlısı. Buluşmamızın amacı şuydu: İzmir’in köklü spor kulüplerinden, doğup büyüdüğü Tilkilik Mahallesi’nde kurulmuş Altınordu’ya yedi yaşından beri gönülden bağlı olduğu için; kırmızılacivertli takımın, yaşama gözlerini çoktan kapatmış efsane futbolcularından Sait Altınordu’nun eşi Ayhan Hanım’ı bulmaya birlikte çıkmış olmamız. Telefonda, “Ayhan Abla’nın oturduğu apartmanın yerini biliyorum” demesi sonucu gün ve saat kararlaştırmış, Güzelyalı TANSAŞ’ın önündeki parkta birbirimize merhaba diyerek el sıkışmıştık. Ayhan Abla’nın oturduğu apartmanı bulmuştuk bulmasına ancak aşağıdaki çay ocağının işletmecisinden bundan iki yıl önce Narlıdere’de bir huzurevine yerleştiği bilgisini edinmiştik. Eh, o gün yapacak başkaca bir şey yoktu; Amigo Sarı Yaşar bir, ben iki bardak güzel demlenmiş, mis gibi kokan çaylarımızı içip ayrılmıştık. Ayrıldığımız sıra kendi kendime hemen şu soruyu yöneltmiştim: Amigo Sarı Yaşar da
Hakkı Küçükgörmen Yaşar Tunçses
olarak geçse de hem ben kendilerini hiç izlemedim hem de ilk olma payesi Altınordulu Sarı Yaşar’a (Yaşar Tunçses) aittir.
Matteo Vitali
Evet, kendisinin de vurguladığı gibi sahalarımızın ilk gerçek amigosu Sarı Yaşar’dır. Tribünlerdeki seyirciyi de, takımını da coşturmakta usta olan Sarı Yaşar’ın en büyük özelliği Altınordulu olmasına karşın, Ulusal Takım dışında, dışarıdan gelen takımlara karşı bütün İzmir takımlarını gönülden desteklemesidir.
Hikmet Orhunbilge
Eski futbolcu
bu kentin rengi, tadı değil mi? Elbette hem rengi, hem tadı.
Amigolarımız Çocukluğuma denk gelen ve futbola ilgi duyduğum 1960’lı yıllarda gazetelerin spor sayfalarından Galatasaray tutkunu olarak tanıdığım Karıncaezmez Şevki’yi (D. 1919Ö. 23 Mart 2000) ilk amigo olarak kabul etmek gerekir mi bilmiyorum. Ama spor dünyasında kalem sallamışlar onu amigo olarak kabul etmiyor ve şöyle söylüyorlar: “Bildiğiniz amigolardan değildi, hatta ona amigo bile denemez. O, tribün korkulukları üzerinde sırtı seyirciye dönük olarak durur, taraftarı coşturmak için hiçbir şey yapmazdı. Yalnız takım atağa kalktı mı, tıpkı yan hakem gibi o da atağa katılırdı.” Yine bir başka spor adamı Erdoğan Sungur ise İzmir’den, Karşıyakalı Amigo ‘İdare’yi anım-
sıyor, onunla ilgili olarak, “Karşıyaka takımının her maçında eski Alsancak Stadı’nın duvarları üzerinde maç boyunca oturan ve arada bir yerinden kalkıp Karşıyaka seyircisini takımlarına tezarühat yapmaya sevkeden bir amigo vardı” diye yazıyor. Yine Sungur’un belirttiğine göre ‘İdare’, maçlara hep sarhoş gelirmiş! Erdoğan Sungur’un adını verdiği diğer bir amigo ise ‘Tak Tak Saki’. Tak Tak Saki, İzmirspor’un amigosuymuş. İri yarı gövdesiyle kapalı tribünün önünden bir uçtan bir uca koşarken arada bir havaya sıçrayıp kafa ile gol atar gibi hareketlerde bulunarak “Tak tak” diye bağırmasından dolayı bu adı almış. Tak Tak Saki, zamanla kaybolup gitmiş. Bu adların dışında Altınordu’dan ‘Sandviç Hasan’, Altay’dan ‘Koreli Erol’, Göztepe’den ‘İsmail’ ile ‘Milli Amigo Birol’un adları amigo
Sarı Yaşar’ın amigoluk dönemlerinde en iyi anımsanan taraflarından birisi, tribünlerin lideri olmasına karşın futbolda bugün şiddet unsuru olarak karşımıza çıkan holiganlar düzeyinde fanatik olmadığı gerçeğidir. 1964-1985 yılları arası amigoluk yaparak tribünlerde coşku estiren Sarı Yaşar aslında sahalarla bir futbolcu olarak tanışır. 1950’de Altınordu Genç Takımı’nda futbolcudur. Bunu daha sonra Uşak Şekerspor, Karşıyaka, Egespor kulüpleri izler ve ardından antrenörlük yapar. Altınordu amigosu olması bir rastlantı sonucudur. Yıl 1964, yer İzmir. Altınordu Bursaspor ile oynuyor. Bursalılar yabancı sahada olmalarına karşın takımlarını müthiş bir tezahüratla desteklemektedirler. Yaşar Tunçses dayanamaz ve hemen kapalının üstündeki açık tribüne geçer, taraftarı bir anda coşturur. O anı şöyle aktarıyor Sarı Yaşar: “O dönem birinci ve ikinci lig vardı, süper lig yoktu. 1964’te Altınordu ilk kez ikinci lige düşmüştü. Yani o sene birinci lige çıkmak için mücadele ediyordu. Alsancak Stadı’nda Bursalılar öyle bağırıyordu ki ben de karşıdaki açık tribündeydim. O zaman Türkiye’de amigoluk diye bir şey yok. ‘Ben bu seyirciyi Bursalılara mahkum etmem’ dedim. Kapalının üzerindeki açık tribüne geçtim, yükseğe çıktım ve amigoluğa başladım. Benden sonrası geldi. Bir ara Fenerbahçe’den amigoluk teklifi geldi ama kabul etmedim. ‘Ben İzmirliyim’ dedim.” Amigo Sarı Yaşar’ın anlatırken anılar birbirini kovalamaya başlıyor, taraftarları kendi cebinden maça götürüşünü, yükseklik korkusuna karşın tırmandığı direğe Altınordu bayrağını nasıl diktiğini diğerleri gibi öykü tadında aktarıyor.
Kaynakça: Ümit BAYAZOĞLU, Hayat, Ocak 1950. Amigo Sarı Yaşar
Erdoğan SUNGUR. İzmir Spor Tarihi, İzmir İl Özel İdare Müdürlüğü Yayını, İzmir, 2002.
121
Umur SÖNMEZDAĞ
T
arih boyunca bilinen yüzme sporunda sistemli yarışlar, 19. yüzyılda düzenlenmeye başlanmıştır. İlk açık hava yüzme havuzu İngiltere’nin Liverpool kentinde inşa edilmiş ve ilk uluslararası yüzme yarışları da Londra'da 1837'de yapılmıştır. 1896 yılında gerçekleşen ilk modern olimpiyatta sadece dört ülkeden on dokuz erkek yüzücü serbest stilde 100, 500 ve 1.000 metrelerde yarıştılar. 1912 yılından sonra kadınlararası yarışmalar da başladı. 1900 yılında sırtüstü stili, 1908 yılında ise kurbağalama stili yarışlar olimpiyatlara ilave edildi. Dünyada yüzme sporunun yayılması, planlı organizasyonların yapılması için 1908 yılında Londra'da Uluslararası Amatör Yüzme Federasyonu (FINA-Federation Internationale de Natation Amateur) kuruldu.
Cumhuriyet’ten önce yüzme İzmir Körfezi suyunun temizliği ve berraklığı, meşhur sıcakların etkisiyle İzmirlileri her zaman denize çekmiştir. İzmir’de yaşayan Levantenler ve yüzme bilmeyenleri ayıplanan Rumlar önceleri İzmir ve çevresindeki denizlerde yelkenli ve sandal kullanıyorlar, denize de giriyorlardı. 19. yüzyıl sonlarına kadar eğlence amacıyla denize girilirken, 1890'lı yılların başlarından itibaren sportif amaçlı deniz etkinlikleri göze çarpmaktadır. Avrupalıların yaz aylarında tertip ettikleri “Les Régates” isimli yat, kayık ve yüzme yarışları, İzmir’de 1891 yılında tertip edilen kayık yarışlarıyla başlamıştır. Avcılar Kulübü'nün (Clup Des Chasseurs) sponsorluğunda yapılan ilk yarışlar, 1904 yılından itibaren İzmir’de bulunan Panionios ve Apollon Spor Kulüpleri tarafından organize edilmiştir. 1906 yılından sonra Karataş’ta kurulan Pelops Kulübü de katkıda bulunmuştur. 16 Temmuz 1892 Pazar günü saat 10.30'da
122
yapılan kayık yarışı Kordon'da düzenlenmiştir. Yerel gazetelerin önemle duyurduğu bu yarışlara halk büyük ilgi gösterdi. Özel vapurlar ve kayıklar Kordon'u doldurdu. Binlerce kişinin Kordon'daki gazinoların balkonlarından takip ettiği üç kategorideki yarışmaları, İzmir Valisi Abdurrahman Paşa ile kentin ileri gelenleri de izlediler. 1894 yılında Hamidiye Sanayi Mektebi yararına yapılan kayık yarışı yine Avcılar Kulübü tarafından düzenlenmiş ve yarışlar bugünkü Mithatpaşa Anadolu Meslek Lisesi olan Sanayi Mektebi civarında gerçekleştirilmiştir. Yarışlar genelde Punta (Alsancak) banyosundan başlayıp yaklaşık olarak bugünkü Cumhuriyet Meydanı’na yakın olan Avcılar Kulübü önünde sona eriyordu. Yarış günlerinde kulüp; çiçekler, mersin dallarıyla süsleniyordu. Tüm yarışmalar öncesinde ‘Hamidiye Marşı’ çalınması geleneği devam etmiştir. İlk düzenli kayık ve yüzme yarışları 1901 yı-
lında Apollon Kulübü tarafından organize edilmiştir. Kayıkların cinsleri ve kullanıcı sayılarına göre hazırlanan programın sekiz yarışının yalnız dördüncüsü yüzmeye ayrılmıştı. 200 metre yarışını Panionios Kulübünden M. Saman kazanırken, Elfa İvanidopulo ikinci olmuştu. 1902 yılında yüzme müsabakalarının yapıldığı beşinci yarışma, 300 metrede altı yarışmacının katılımıyla gerçekleşti. Mişel Saman Efendi 4' 59'' derecesiyle birinci olurken, Mösyö Devan ikinci oldu. 1906 yılı kayık ve yüzme yarışları 1 Temmuz Pazar sabahı İzmir Limanı'nda gerçekleşmiştir. Yarışmalar dokuz müsabakadan oluşuyordu. Bunlardan ikisi yüzme yarışıydı. Üçüncü müsabaka olan 100 metre yüzme yarışmasına 11 sporcu katıldı. Yarışı Mösyö Charnou 1' 45'' ile kazanırken, Lukidi ikinci geldi. Sekizinci yarış olan 400 metre yüzme müsabakasında ise "Maniyati" birinci, "Anagnostopulo" ikinci oldular. 29 Temmuz 1906 günü de Karataş’ta yeni kurulan Pelops Kulübü’nün yarışlarında
100 metre yüzme yarışına sekiz sporcu katıldı. Dimitri 1' 47'' ile birinciliği aldı. 1896 Atina Olimpiyat Oyunları'nda şampiyon olan Macar yüzücü Alfred Hajos'un rekoru ise 1' 22'' idi. Günün son yarışı olan 400 metre yüzme müsabakasına 12 sporcu katıldı. "D. Haralambo" 7' 44'' ile birinci oldu. Bu mesafede 1904 St. Louis Olimpiyat Oyunları'nda ABD'den Daniels, 6' 16'' ile birinci gelmişti. 1907 yılının ilk yarışları Mayıs ayında Punta’da yapıldı. 100 metre yarışını "Londopulo" 1' 35'' derecesiyle birinci tamamlarken, 400 metre yarışını 8' 18'' ile "Pandeli" kazanmıştı. 6 Temmuz 1907 günü tertip edilen yarışlara İzmir Limanı'nda bulunan İtalyan deniz filosunun mürettebatı da katıldı. Donanma bandosunun eşliğinde yapılan 100 metre yarışına 10 yüzücü katıldı ve “Charnau” birinci oldu. 1907 yılının son yarışları Karataş ve Asansör arasında oldu. İlk defa bu yarışlarda yapılan dalma müsabakasında Pelops Kulübü'nden
"Kostandi Yovanidi" en iyi dalışı gerçekleştirirken, "Pandeli Yovano" ikinci olmuştur. Denize aşina olan Rumların deniz sporlarında İzmir'de üstünlükleri tartışma götürmez bir gerçekti. Karadenizli kayıkçıların bazı kürek yarışlarındaki başarısının yanında Türkler maalesef yüzme yarışmalarına seyirci olmaktan başka hiçbir katkıda bulunmamıştır.
Deniz banyoları 1865 yılında İzmir-Kasaba demiryolunun Karşıyaka’dan geçmesi ve 1874 yılından itibaren Karşıyaka-Konak vapur seferlerinin başlamasından sonra gelişmeye başlayan Karşıyaka sahilinde İtalyan, Fransız, İngiliz, Rum, Ermeni ailelere ait evler, villalar inşa edilmiştir. 1888 yılında yaklaşık 5 bin nüfuslu Karşıyaka’da başlıca aileler arasında Aliotti, Belhomme, Charnaud, Löchner, Leventiadi, Karakasi, Bari, Toscani, Werry, Pennetti, Van Der Zee, D’Andria, Bondoz Ağa, Baliazoğlu, Iplixian ve diğerleri vardı. Her birinin özel
deniz banyolarında kadınlı-erkekli denize giriliyordu. 1880 yılından itibaren de Mithatpaşa caddesinin açılmasıyla Karataş’tan Güzelyalı’ya kadarki deniz kıyısına Türk, Levanten, Musevi ailelere ait inşa edilen yalıların da önlerinde özel deniz banyoları yapılmıştır. Bu banyolar 1-1,5 metre genişliğinde iskeleyle kıyıya bağlantılı, yaklaşık 2 metre veya 3 metrelik kare şeklinde ahşap kapalı soyunma odalarıydı. Ev halkına ait olan bu banyolardan iç kısımlarda oturan komşular veya yakınları da istifade ediyordu. Hemen hemen her evin iskelesine bağlı bir de sandalı bulunurdu. Bununla gezinti yapılır, balık avlanırdı. Alsancak, Karataş, Güzelyalı, Bayraklı ve Karşıyaka’da halkın ücret karşılığı kullandığı açık deniz banyoları da vardı. Bu banyolar önceleri denizde ağaç kazıklar üzerine kurulmuştu. Yaklaşık kare şeklindeki yapıların iç kısımlarında, kadınlar için yapıdan daha küçük kare şeklinde boş alan bırakılıyordu. Kadınların soyunma kabinleri bu iç bölümdeydi ve yapının ortasından denize girerlerdi. Bu içteki bölümün dışında da erkeklerin soyunma kabinleri vardı. Yapının dış kısımlarından denize girerlerdi. İç ve dış bölümler arasında denizin dibine kadar kapalı bir
ahşap perde, her iki tarafta bulunanların birbirlerini görmemesi için çakılıyordu. 1937 yılından itibaren körfeze şehrin lağım sularının akması sonucu, banyoların sularının pis ve bilhassa tifo mikroplarıyla dolu olduğu belirlenmiş, genel banyolar kapatılmıştı. Ancak Karataş, Karantina, Göztepe, Bayraklı ve Alsancak sahillerinden ve özel banyolardan 1960’lı yıllara kadar denize girilmiştir.
Alsancak (Punta) Deniz Banyosu (Altay Lokali) İzmir’in ilk düzenli halk deniz banyosu, 1890’larda aynı zamanda Rıhtım Şirketi’nin de sahibi olan Guiffrey tarafından Alsancak’ta açılmıştı. Şimdiki Alsancak Vapur İskelesi’nin limana doğru 300 metre ilerisindeydi. Deniz banyosuna kıyıdan yaklaşık 30 metrelik bir köprü ile geçilmekteydi. 1920’li yılları gören Necile Hitay anılarında, “Punta deniz banyolarına gitmek için birkaç komşu birleşir, yemeklerimizi alır, karaçolara binerek giderdik.
Rumlarla, Musevilerle birlikte denize girerdik. Daha sonraları bütün İzmir hanımları, Karataş’ta Hafız’ın Banyoları’na gitmeye başladılar. Hafız’ın Banyoları ve tüm sahil boyu Salih İşgören’in babasına aitti” diye anlatmaktadır. Havlu dahil giriş ücreti 2,5 gümüş kuruş olan banyonun karşısında restoran ve kafeteryasıyla meşhur “Eden Bahçesi” bulunduğundan buraya Eden Banyoları da denilmekteydi. Denize olan sevgi ve yaklaşım üzerine kurulan Denizcilik Kulübü’nün başkanı Vali Kazım Paşa, 3 Mayıs 1935 tarihinde genel kurulu toplamış ve Birinci Kordon’daki eski Alsancak banyoları binasının Emlâk-ı Milliye’den alınarak kulüpleri tarafından kullanılacağını bildirmişti. Hedef her Türk gencinin çalışmalara katılmasına imkân verilmesiyle gençlerin yüzme, yelken ve kürek sahalarında yetişmelerini sağlamaktı. Artık İzmir’de deniz sporlarına önem veriliyordu. Bunun için de gençlerin yetişmesi için imkânlar arttırılıyordu. Bir köşe yazısında da; “On yıl oluyor ki genç kızlar sayısız hurafeleri yıkmıştır. Günden güne sportmenleşen genç kızların mayolarıyla plajlarda yürüyüşlerine artık kimse aldırmıyor” diye yazmaktadır. Gençler Punta Deniz Banyosu’ndan gündüzleri isti-
fade ederken, 08 Haziran 1938 gününden itibaren de kulübe gelir getirsin diye aynı yerde faaliyete geçen Deniz Sporları Gazinosu’nda her akşam danslı müzik programı yapılıyordu. Altay Gençlik ve Spor Kulübü 1947 yılında deniz banyosunda gerekli tadilatı ve binaları yaparak buraya taşındı. 1980 yılına kadar da faaliyetini buradan sürdürdü. Bundan sonra da burası Palet Restoran olarak hizmet verdi. Burası gündüzleri semtin çocukları, gençleri hatta büyükleri için bir nevi plajdı. Yaklaşık saat 14.00’te başlayan kuvvetli imbat çıkıncaya kadar platformun etrafında yüzülürdü. Tertemiz suda deniz gözlüğü ile 2-5 metrelik derinliğe dalınır ve zıpkınla balık avlanırdı. O yıllarda Alsancaklı gençlerin tabii bir plajı da vardı. Bugünkü limanın devasa gemilerin yanaştığı ve yükleme, boşaltma işlerinin yapıldığı bölümü küçük deniz diye anılıyor ve rahatlıkla denize giriliyordu. Bugün Umur Bey denilen Darağacı’nda da deniz kıyısında kır kahveleri bulunuyordu.
Cumhuriyet’ten sonra yüzme sporu Cumhuriyet dönemiyle birlikte kadınlarımıza verilen yasal haklar ile modern Türk ailesi tesis edilmeye başlayınca 1930’lu yıllarda kadınlı-erkekli denize girme olayı da başlamıştı. Özellikle hafta sonu tatili olan cuma günleri Karşıyaka ve İnciraltı plajları binlerce müşteriyle dolup taşmaktaydı. 1930 yılında uluslararası FINA kuruluşuna üye olduktan sonra da kurallara uygun yüzme yarışları yapılmaya başlandı. 1932-1933 yıllarında Türkiye’de yüzme sporuna önem verilmiştir. İzmir’de ilk yüzme yarışları 1932 yılında başlamıştır. Bir hafta sonra İstanbul’da yapılan Türkiye yüzme yarışlarına katılan İzmirli yüzücüler başarılar kazanmıştır. İstanbul’da gençlere modern yüzmeyi öğretip, sporcu yetiştirmekle görevlendirilen Almanların meşhur çalıştırıcısı Herr Teketoff İzmir’de de çalışmış, sporcu yetiştirmiştir. Bu kişi 2 Temmuz 1933 gününden itibaren her hafta yüzücülerine teşvik yarışları tertip ediyordu. 07 Temmuz 1933 günü Karşıyaka’da Niyazi Bey’in sahip olduğu kadın-erkek banyoları arasında mavnalarla çevrili alanda bayanların
büyük ilgisini çeken su topu müsabakası da ilk defa yapılmıştır. Henüz kulüplerin su topu takımları oluşmadığından karma yüzücülerden lacivert ve beyaz başlıklı takımlar maç yapmıştır. Yarışlara KSK, Altay, Türkspor ve Mayın Grubu yüzücüleri katılmış, 200 metre kurbağalamada Alp (KSK) 3' 19'' ile Türkiye rekoru kırmış, dalma yarışında da Hasan 44 saniyede 50 metre yaparak 1. olmuştu. Bu yarışlarda ilk defa olimpiyat bayrak yarışı yapıldı. O günün kuralları gereği ilk yüzücü 100 metre sırtüstü, ikinci yüzücü 200 metre kurbağalama, üçüncü yüzücü de 100 metre serbest yüzerek 7' 14'' lük bir derece yaptılar. Bundan sonraki hafta sonlarında da karşılıklı konulan iki mavna arası yarışmalar düzenli olarak devam etmiş ve ilgiyle izlenmiştir. Yeni Asır gazetesindeki haberi şöyleydi: “Hafta sonu tatili olan 23 Temmuz 1933 Cuma günü İzmir halkının büyük bir kısmı denize ve sahillere koştu. Havanın çok sıcak olması nedeniyle daha erkenden bütün sahiller Gü-
123
zelyalı’dan Konak’a ve Bayraklı sahilleriyle bilhassa Karşıyaka’nın bir ucundan öbür ucuna kadar deniz kenarları kadınlı, erkekli yüzlerce mayolu insanla dolmuştu. Bütün özel ve genel banyolar hıncahınç dolmuştu. Havanın da biraz bulutlu olması yanıp kararmaktan korkan genç bayanları bile sahile dökmüştü. İzmir’de yok zannedilen deniz hayatı ve özel sandallar, motorlu kotralar, yelkenli kayıklar bütün Karşıyaka sahillerini doldurmuştu. Kırmızılı beyazlı, mavili lacivertli mayolarıyla denize girmekten ziyade sahilde dolaşan ve kürek çeken genç hanımlar büyük bir ekseriyet teşkil ediyordu. Denilebilir ki İzmir’de şimdiye kadar denize bu kadar rağbet olmamıştır. İnciraltı ve Çeşme’ye gidenlerin sayısı da pek çoktu.” Deniz sporlarıyla ilgili her yarışma halk tarafından ilgiyle izleniyordu. Özellikle Vali Kazım Paşa da mümkün olduğunca yarışları takip ediyor, başarılı sporculara madalyalarını takıyordu. Maalesef her dönemde güzelliklerin yanında istenmeyen olaylar da oluyordu. 25 Temmuz 1933 günü Güzelyalı’da Sait ve İsmail Efendilerin kiraladıkları belediye deniz banyoları, ruhsatsız rakı satılması ve fuhuş yapılması nedenleriyle kapatılmış ve haklarında yasal işlem yapılmıştı. Aynı gün yelkenli ile deniz sporu yapan Hava Yzb. Baki Bey’in teknesi, şiddetini artıran rüzgardan devrilmiş ve kendisi de dalgalar arasında kaybolmuştur. Cenazesi Kadifekale Hava Şehitliği’ne defnedilmiştir.
Körfez dışı yüzme yerleri 1 Temmuz 1934 günü “İzmir Matbaa İşçileri Birliği”, kiraladıkları körfez vapuru Çankaya ile günübirlik Çeşmealtı’na bir gezi tertip etmişlerdi. Günboyu yaklaşık 60 üye, aileleriyle birlikte yanlarında götürdükleri yiyecekleri yemişler, bol bol denize girmişler ve gemideki saz heyeti onları eğlendirmişti. Çok beğenilen bu geziyi 3 Ağustos günü tekrarlamışlardı. Çeşmealtı’nın denize girmek için çok uygun olmasının etkisiyle Valilik burada gençlik kampları açmıştı. 16 Ağustos 1938 günü İzmir Valisi Fazlı Güleç, deniz sporlarına verdiği önem dolayısıyla Çandarlı’ya giderek “Çandarlı Deniz Kulübü”nü açmıştı. 1948 yılından itibaren Mithatpaşa Erkek Sanat Okulu’nun meşhur izcileri Çeşmealtı’nda kamp kurmaya başlamışlardı. Burasının kamp için ideal bir yer olmasından dolayı Türkiye’nin değişik illerindeki okullardan gelen beşer izci, 1949 yılında unutamadıkları 12 günlük bir kamp yapmışlardı. 1940’lı yıllardan sonra karayolundan ulaşımın daha kolaylaşması üzerine İzmir’e yakın deniz kıyısında Urla, Karaburun, Kuşadası, Gümüldür, Seferihisar, Dikili ve Çandarlı gibi yerler tercih edilmeye başlanmıştı. Bu yörelerde denize girmek, yüzmek güncel yaşantının içindeydi. 1945 yılının Temmuz ayında geniş bir orga-
124
nizasyon ile Foça-Dikili, Çeşme–Kuşadası, Ayvalık-İzmir, Urla-Karaburun gibi kazalararası yüzme yarışları yapılmış ve kalabalık yöre halkları tarafından heyecanla izlenmiştir. 14 Mayıs 1956 günü Karaburun ve Köylerini Kalkındırma Derneği, yörelerinin gelişmesine katkı sağlamak amacıyla günübirlik KonakMordoğan gezisini 9 Eylül vapuruyla tertip ederek konuklarını ağırlamıştı.
Çeşme-Ilıca Plajı Uzunada, Foça ve Ilıca-Çeşme Levanten ailelerin yelkenlileriyle gittikleri başlıca yerlerdi. Özellikle Ilıca ve plajı çok beğeniliyordu. 1900 yılında Çiftlikköy’de doğan Stamatis Hadjiyannis anılarında Ilıca’yı şöyle anlatmaktadır: “Türkiye’deki en iyi kaplıcalardan biri Çeşme Ilıca’da (Lidjia) bulunuyordu. İzmir’de yaşayan pek çok yabancı için yazın sayfiye yeri olan Ilıca’ya kaplıca banyosu ve nadir plajı için Türkiye’nin her yanından, Yunan adalarından, hatta Mısır gibi uzak yerlerden de geliniyordu. Kral Konstantin prenslerini yazın buraya birkaç günlüğüne tatile gönderiyordu. Ilıca’da o zamanın zengin İngiliz, Fransız ve Rum ailelerine ait lüks villalar da vardı. Bu aileler arasında Pantaleonlar, Whittalller vardı. Ayrıca İzmirli Rees, Giraud aileleri de yatlarıyla gelirlerdi. Lüks otellerin yanı sıra ucuz oteller de vardı. Bunlarda kalabilmek için müşteriler yanlarında yataklarını, yastıklarını ve çarşaflarını getiriyorlardı. O zaman, içinde yatak ol-
madan sadece odayı kiralıyorlar, yemeklerini de odada pişiriyorlardı.” Karayolu olmadığı için 1884 tarihinde kurulan “İzmir Hamidiye Vapur Şirketi” Kilizman, Urla, Foça, Karaburun ve Çeşme Ilıca’ya haftada bir düzenli vapur seferleri yapmaya başladı. Çeşme’ye kadar yolculuk 8-10 saat sürmekteydi. Çeşme denizinin rağbet görmesi üzerine karayolu 1927 yılında İzmir Valisi Kazım (Dirik) Paşa’nın girişimiyle açıldı. İzmir-Çeşme arasındaki 84 km’lik yol, 20 cm kalınlığında taş döşenmesiyle “şose” olarak yapılmıştı. 1929 yılında kamyondan bozma araçlar (kaptıkaçtı), İzmir–Urla-Çeşme arasında yük ve yolcu taşımacılığında kullanılmaya başlanmıştı. Çeşme plajının güzelliği günübirlik gitmek isteyenlerin sayısını artırdığından, 16 Temmuz 1934 gününden itibaren cuma günleri valilik önünden, kişi başı gidiş-geliş ücreti 175 kuruş olan 2 otobüs hareket etmeye başlamıştı. Hafta sonu tatil günü değiştiğinden 16 Mayıs 1935 Pazar sabahı Turing Kulübü, Çeşme plajı ve ılıcalarına bir gezi tertip etmişti. Azmi Bey’in işletmecisi olduğu plaj gazinosunun yanında bulunan kabinlerden istifade edilmiş ve öğle yemeği de orada yenilmiştir. Katılanlar gidiş-geliş yol ücreti dâhil 250 kuruş ödemişlerdi. İzmir’e 1937 fuarı için gelenlerin Çeşme ılıcalarından da faydalanması için otobüs ücreti 75 kuruş olarak tespit edilmişti.
Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın da evinin bulunduğu Çeşme Ilıca’nın esas önemi ve değeri, 1952 yılında Başbakan Adnan Menderes’in ve pek çok Ankaralı bürokratın üye olduğu 400 ev projeli bir kooperatifin kurulmasıyla artmış, “Plaj Evleri” veya “Şantiye Evleri” denilen bu site 1954 yılında bir Alman firması tarafından tamamlanmıştır. Hareketlenen plajda 1958 yılından itibaren de “Çeşme Plaj Güzeli” yarışması gibi çeşitli aktiviteler yapılmaya başlanmıştır.
İnciraltı 1920’li yıllarda İnciraltı’na yolu olmadığı için ancak faytonlar veya teknelerle gidilebiliyordu. Az sayıda kişinin dinlenmek amacıyla gittiği bu yerde birkaç tane kır kahvesi bulunuyordu. 1930’lardan sonra yakınlığı, sakin ortamı ve temiz denizi nedeniyle rağbet gördü ve gelişti. Sıcakların çok artması üzerine valilik, 03 Temmuz 1938 gününden itibaren resmi dairelerin 08.00-14.00 saatleri arasında çalışmasına karar vermişti. Sıcaktan bunalan halkın da serinlemek için başvurdukları yer denizdi. Şehrin yakıcı sıcağından yakınanlar en yakındaki İnciraltı plajına rağbet ediyordu. Yüzmeyi zevk bilenler erkenden gidiyorlardı. Saat 10.00’dan sonra gidenler ise neşelenmek ve serinleyerek iyi vakit geçirmek için gidiyorlardı. İsteyenler sandal kiralayarak denizde gezinti yaparlardı. Sandalcılar yarım saatlik
kira için 50 kuruş ile 100 kuruş arasında değişen ücret alıyorlardı. 16 Temmuz 1939 tarihinde İzmir Özel İdaresi tarafından İnciraltı’nda inşa ettirilen plaj ve gazino faaliyete geçmişti. Ancak İnciraltı’na karayolu ile ulaşmanın bazı güçlükleri olduğundan, İzmir’de bulunan Ulaştırma Bakanı Ali Çetin Kaya’nın buraya vapur işletilmesi tavsiyesi üzerine 24 Temmuz 1939 günü İnciraltı rıhtımı, belediyeye yeni bir iskele yapılması ve İnciraltı’na vapur işletilmesi için devredilmişti. 13 Temmuz 1940 günü de önemli bir kısmı tamamlanan betonarme iskele bitince aktarmalı da olsa Karşıyaka-İnciraltı vapur seferleri başladı. Gidişgeliş 1. mevki ücreti yaklaşık 32 kuruş, 2. mevki ücreti de 27 kuruş olarak tespit edilmiş, Sur ve Efes vapurları tahsis edilmişti. Ancak cumartesi ve pazar günleri yapılan seferler yeterli gelmemiş, karışıklıklar olmuştu. Kalabalık nedeniyle Konak’tan aynı anda 2 vapur kaldırılmıştı. Ayrıca Haziran ayında Güzelyalı’dan, İnciraltı’na kadar ki yol çalışması tamamlandığından belediye otobüsleri, otomobiller, kamyonlar çok sayıda insan taşımışlardı. Yaklaşık bir hafta sonra İzmir’de sıcaklık 40-43°C olunca sıcaklar yüzünden şehirde duramayan pek çok aile Çeşme’ye gitmiş, İnciraltı gazinoları ve kumsalları da büyük bir kalabalık ile dolmuştu. Basit bir kır gazinosunda bir şişe Şaşal suyunun 15 kuruşa satılması büyük olay olmuştu. Güzelyalı’dan İnciraltı’na çalışan otomobiller de İnciraltı’nın
şehir hududu dışında olması nedeniyle taksimetrelerini açmamışlardı. Vali Fuat Tuksal bizzat İnciraltı’nı denetlemiş, gerekli önlemlerin alınmasını sağlamıştı. Zamanla talepler doğrultusunda vapur seferleri karşılıklı olarak 4-6 sefere çıkartılmıştı. Son zamanlarda da bugün Yassıcaada’ya yapılan vapur seferleri gibi Karşıyaka-Alsancak-Konak bağlantılı olarak sabah İnciraltı’na giden vapur, akşamüstü belirli bir saatte dönüş yapmaya başlamıştı. Gazinolara gitmek istemeyenler evlerde yapılan börekler, dolmalar, kuru köfteler, haşlanmış yumurtalar, kekler vb. gibi yiyecekler ile İnciraltı’nda deniz kıyısındaki kır kahvelerine masa ve sandalye kirası vererek veya ücretsiz olan ağaç altlarına yerleşerek, denizin keyfini çıkarırlardı. 1942 yılında gazino ve plajın kiracısı değiştirildi. Uyulması gereken koşulların açık bir şekilde belirtildiği şartnameyle yapılan ihale sonucunda gazino ve plaj, yıllığı 1.205 liradan yeni işletmecisine 3 yıllığına verildi. Valilik ve belediye de kontrolleri düzenli bir şekilde yapınca İnciraltı uzun süre önemini korudu. Artan talepler karşısında İnciraltı’nda 1951 yılında Özel İdare’ye ait plajın yanında denize 300 metre cephesi olan, 50 bin m² arazi üzerine 195.000 lira harcanarak 105 kabinli yeni bir plaj yapıldı. Bazı işletmecilerin gelişigüzel yaptıkları ve aylığını 45 liradan kiraya verdikleri “hasır palas”lar görüntü kirliliği oluşturunca 1952 yılında belediye tarafından yıkıldı. Yerine muntazam küçük yazlık odalar yapıldı. Bu odaların bir kısmında 1954-1958 yıllarında İzmir seçmelerini kazanan yüzücüler, Türkiye Şampiyonasına gitmeden önce kampa giriyorlardı. Özellikle gençler için açılan kamplar, halk tarafından kurulan çadırlar ile İnciraltı bir hayli hareketli günler geçirdi. Buca’da her yıl kurulan Kızılay Gençlik Kampı yöneticileri, çocukları günübirlik denize girsinler diye buraya getiriyorlardı. Her yerde kiralık renk renk mayolar asılıyor, şişmiş otomobil iç lastiği kiraya veriliyor, kaynamış mısır satanlar hiç eksik olmuyordu. 1954 yılında Üçkuyular-İnciraltı yolu asfaltlanmış, ulaşım daha rahat olmuştu. Maalesef jandarmanın yasaklamasına rağmen uzun vapur iskelesinden alçak suya atlamaların bazıları ölümle sonuçlanmıştı. İnciraltı vapur seferleri, İzmir körfezinde kirlilik nedeniyle denize girmenin yasaklandığı 1960’lı yılların ortalarına kadar devam etmiştir.
Körfezde karşılıklı kıyılararası yüzmeler 1930’lu yıllardan itibaren Alsancak’tan Karşıyaka’ya yüzerek gitmek gençler arasında önemseniyordu. 1909 doğumlu Levanten Alfred Simes, 1930-1931 yılında Altay Kulü-
125
bacaklarını usulsüz oynatmaları olduğunu, suda normal nefes alınması, ıslak mayo ile dolaşılmaması ve tok karnına yüzülmemesi gerektiğini belirtmektedir.
bü’nde futbol oynamıştır. Bu dönemde Alsancak-Karşıyaka arasındaki 2,6 km mesafeyi yüzerek geçenlerden biridir. 19 Ağustos 1932 Cuma günü Reşadiye (Güzelyalı)–Karşıyaka iskeleleri arasındaki yaklaşık 7 km’lik mesafede düzenlenen yarış sabah 06.00’da 10 yarışmacıyla başlamış, Sadi Agâh birinci (2 saat 46'), Rasim ikinci (2 saat 52') ve Cevat üçüncü (2 saat 55') olmuştur. 01 Temmuz 1933 günü Konak’tan Karşıyaka’ya 4 km’lik mukavemet yarışı tertip edildi. Ancak yaklaşık 800 metre sonra denizanalarının yoğunluğu yüzünden kulaç atmak zorlaşınca yarışa son verildi. 23 Temmuz 1933 günü Güzelyalı iskelesinden Karşıyaka iskelesine yapılan yarışı Rasim Bey kazanmıştı ( 2 saat 54' 52''). Karşıyaka Halkevi’nin düzenlediği Alsancak-Karşıyaka yüzme yarışı 09 Ağustos 1944 günü yapıldı. Bu yarış daha sonraki yıllarda bir gelenek olmuştur. Bunlardan birinde 3 defa Manş Denizi’ni geçen ve Midilli’den Dikili’ye yüzerek gelen 44 yaşındaki Yunan Zajon Zirganos, iki ülke arasındaki dostluğu pekiştirmek amacıyla 02 Ağustos 1953 günü Karşıyaka iskelesinden, Alsancak iskelesine yapılan yüzme yarışına katılan 50’ye yakın sporcu arasında yer aldı. Erdoğan Ertunç’un birinci olduğu bu yarışta Yunan yüzücü 5’inci olmuştu. Karşılıklı kıyılar arasında yapılan yarışlardan birisi de 30 Ağustos 1953 günü Göztepe ile Karşıyaka arasında yapılmış, katılan 23 yarışmacıdan ancak 15’i bitirirken Hüseyin Karaca birinci olmuştu. Karşılıklı kıyılar arasındaki mesafeyi bitirenler takdir ediliyordu. Alsancak-Karşıyaka parkuru daha sonraki yıllarda Alsancaklı gençler için de heves edilen bir etap olmuştur. 1953 yılında yarışmadan ayrı bir günde Alsancaklı beş arkadaş Cemil Çınar, Yenilmez Başkurt, Birol Ulaş, Cafer Ateşgibi ve Hasan Aydar bir grup halinde Karşıyaka’ya yüzdüler. Her yıl tertip edilmeye başlanan bu mesafe arasındaki yarışmaya 28 Temmuz 1954 günü Aydınlı yüzücüler de katılmıştı. Aynı yıl Rauf Sönmezdağ ve arkadaşları Karşıyaka’ya yüzerek gitmişler, kendisi yüzerek, diğer arkadaşları da vapurla dönmüşlerdi. 05 Temmuz 1956 günü havanın sert ve denizin dalgalı olmasına rağmen Karşıyaka-Alsancak yarışı yapılmış, Aydoğan Aysulu birinci olmuştu. Kore Savaşı’na katılan askerlerimize, arazide yatarken altlarına sermeleri için verilen şişme yataklar Basmane’de kurulan “Kore Pazarı”nda satılıyor, herkes de deniz yatağı niyetine satın alıyordu. Çocuk aklımızla, belki de büyüklerimizden duyduklarımıza bir özenti olarak, 1956 yılında 12 yaşında iken Eray Karabilgin adlı arkadaşımla harçlıklarımızdan aldığımız bir deniz yatağıyla kâh yüzerek kâh ona tu-
126
tunarak Altay Lokalinden Karşıyaka’ya gittik ve geldik. Etrafımızda yunus balıkları atlıyor, deniz kaplumbağaları nefes almak için su yüzüne çıkıyordu. Belki de alışık olduğumuzdan hiç yadırgamamıştık. Zira o dönemde yunus balıkları sürüler halinde kıyıya yakın yüzüyorlar, Alsancak-Karşıyaka arasında vapur ile yarışıyorlardı.
Kabotaj Bayramları 01 Temmuz 1935 tarihinde ilk defa “Kabotaj Bayramı” kutlanmıştır. Bunun için şehirde yoğun organizasyon çalışmaları yapılmıştı. Karşıyaka’da mavnalarla çevrili parkurda yelken, yüzme, sandal yarışları yapılmıştır. Şehir hattı vapuru Çankaya’da yarışlar esnasında bir çeşit tribün olarak kullanılmıştır. Aynı dönemde “İnciraltı Su Sporları Yurdu” da kurulmuş, çeşitli yarışlara ev sahipliği yapmıştır. İzmir’de bu tarihten sonraki yıllarda her yıl 1 Temmuz Kabotaj Bayramı coşku ile kutlanmış, denizin tamamen kirlenmeye başladığı 1960’lı yıllara kadar mutlaka yüzme, kürek, yelken yarışları yapılmıştır. Yüzme yarışları arasında yağlı direkten bayrak alma, ördek yakalama gibi eğlenceli oyunlara da yer veriliyor; geceleri de fener alayları, şehir bandosu eşliğinde vapurla körfez turları yapılıyordu. İzmir Körfezi’nde yıllarca şenlik ortamında yapılan bayram kutlamaları, maalesef denizin kirlenmesiyle sona ermiştir.
Yüzme sporu hakkında bilgiler Türkiye çapında çok değerli bir spor eğitmeni olan Selim Sırrı Tarcan’ın, 14 Temmuz 1941 tarihli Yeni Asır gazetesinde yüzme sporuyla ilgili yazısı bir ders niteliğindeydi. “Nasıl yüzmeli, yüzerken nelere dikkat etmeli? Denize, nehre girmek mümkün olmazsa her gün duş yapmayı, vücudumuzu sudan geçirmeyi alışkanlık haline getirmeliyiz. Yüzme hem faydalı bir jimnastik, hem sağlıklı bir spordur” diye başlayan yazısında vücudun suda hareketiyle elde edilen faydaları bilimsel olarak anlatmaktadır. 14 Haziran 1943 günü de “Deniz mevsimi gelirken, nasıl yüzmeli biliyor musunuz?” başlığı ile yazdığı yazıda acemi yüzücülerin en büyük kusurunun telaşla kol ve
Halkı uyarmak amacıyla 25 Temmuz 1948 günü Dr. Nedim Cankur da gazetede “Güneş ve Deniz Banyosu” başlıklı yazısında tıp bilgisinin ilerlemesiyle güneş banyosunun fayda ve zararlarının daha iyi anlaşıldığını vurgulamaktadır. Güneşlenmede dikkat edilecek hususlar, D vitamininin faydaları, güneş çarpmasından sonra alınacak tedbirler, deri hastalıkları gibi konuları geniş bir şekilde anlatmaktadır. Özellikle de tansiyonu yüksek kişilerin güneşlenmemesi gerektiğini belirtmektedir. 14 Ağustos 1956 günü de Dr. Hüseyin Rıfat Evirgen uzun yazısında sıcaklar yüzünden çoğalan sinir ve ruh hastalıklarının tedavisi için denizde yüzmenin ve sandala binip kürek çekmenin önemini belirtiyor ve 3 ay sıcak mevsimde yapılacak bu uygulama sayesinde yeniden ruh zindeliği elde edileceğini belirtiyordu. Sağlık bilgilerinden başka gazeteler yaz aylarında devamlı olarak dünya yüzme yarışları ve rekorlarını yazarken, kadınlar için de mayo modellerinden örnekler veriyor, değişik Akdeniz plajlarını anlatıyorlardı.
Yüzme yarışlarının gelişimi 1932 yılından itibaren başlayan yüzme yarışları, Karşıyaka Deniz Banyosu’nun yanında deniz içinde bulunan, Karşıyaka Havuzu olarak bilinen 50 metrelik parkurda uzun yıllar yapılmıştır. Her yaz döneminde teşvik yarışları, yaklaşık haftada bir yapılmaktaydı. Halkevi spor kolunun organize ettiği özel yarışlar da bugünkü Karşıyaka Vapur İskelesi’nin yanında denize karşılıklı yerleştirilen mavnalar arasında yapılıyordu. Yaz döneminin sonunda yapılan İzmir birinciliklerinde derece yapan sporcular da Türkiye birinciliğine gönderiliyordu. 15 Temmuz 1945 günü yalnız kadınlar için yapılan yüzme yarışlarında Fikret Aktaş 1' 32'' ile Türkiye rekoru kırmıştı. 1946 yılında fuar nedeniyle Türkiye-Mısır yüzme yarışları 6-8 Eylül günleri yapılmıştır. Bunun içinde 20 bin lira harcanarak deniz içindeki Karşıyaka Yüzme Havuzu yeniden düzenlenmiştir. Ankara, İstanbul, Seyhan, İçel ve İzmirli yüzücülerden oluşan takımımız 21 Mısırlı yüzücü ile mücadele etmiştir. Dolayısıyla bu, İzmir’de yapılan ilk uluslararası yüzme yarışı olmuştur. Mısır takımı 1945 yılı dünya klasmanında birinci sırada yer almıştı. Puanlı yarışmalar sonucunda Mısır 169 puan alırken, biz 107 puan aldık. Yarışmalar sırasında doktor olan bir Mısırlı atlayıcı, havuzun sağlığa uygun olmadığını belirterek suya girmemiştir. 1947 yılında yapılan çeşitli yarışlara her geçen
gün katılanların sayısı ve kalitesi artıyordu. Bölge birinciliklerinde altı İzmir rekoru kırılmıştı. 09 Temmuz 1948 günü ziyaret için İzmir'de bulunan İngiliz uçak gemisi ve muhribinin yüzücüleriyle Karşıyakalı yüzücüler yarıştılar. Yüzme yarışlarının tamamını Karşıyakalı yüzücüler kazanırken, su topunda İngilizler 6-2 galip geldi. 16 Temmuz 1948 günü eski bir yüzücü olan Cezmi Zallak gazetede Yüzme Federasyonu’na ağır bir yazı yazmıştı. Yazıda gençler arasında yaygınlaşmış olan yüzme sporunun baltalandığını belirtmektedir. Haklı olduğu konu ise iki yıl önce yapılan havuz, yüklenicinin beş yıl garanti vermesine karşılık dalgalar nedeniyle yıkılmıştı. Teşvik yarışmalarının yapılamadığını, bunun için de çare olarak Aydın’da 120 bin liraya nizami ölçüde yapılan havuza müsabaka günleri İzmir’den gidilmesi gerektiğini belirtiyordu. Yine de İzmir birincilikleri yapılmış, dereceye girenler İstanbul’daki Türkiye Birinciliği yarışmalarına katılmıştı. İzmirli Yüksel Alpböke 200 metre kurbağalamada birinci olmuş ve Yunanistan ile yapılacak müsabakalar için Milli Takım’a seçilmişti. 1948 yılının İzmir’deki en önemli spor aktivitesi Türkiye Köy Enstitülerinin tümünün katıldığı ve 12 gün süren spor yarışmalarıdır. Bunların su sporları yarışmaları Karşıyaka’da yapılmıştır. Yıkılan havuzun onarılamaması üzerine 01 Temmuz 1949 günü Kabotaj Bayramı nedeniyle askeriyenin çıkartma gemilerinden kıyıya paralel olarak yaklaşık 100 metre uzunluğunda ters L şeklinde geçici bir havuz yapılmış, kıyıda yer alan halk da rahatlıkla yarışları izlemiştir. 31 Temmuz 1949 günü 35 yaşın üstünde evli ve çocuğu olan eski yüzücülerarası yüzme yarışları yapılmıştır. Önceden yapılan açıklamada cankurtaran simidi kullanmanın, kahve, sigara içmenin ve ipe tutunmanın serbest olacağı belirtilmişti. Büyük ilgi gören yarışlar eğlenceli geçmişti. 1934 yılında Türkiye dalma şampiyonu olan Muhittin İşçimenler ancak 3’üncü olabilmişti. Ağustos ayında Bursa’da yapılacak Türkiye birinciliklerine gidecek yüzücüleri seçmek için yapılması gereken yarışlar, havuzsuzluk nedeniyle deniz sakin iken sessiz, sedasız sabah 7.30’da yapılmış, 15 yüzücü seçilmişti. Yüksel Alpböke yine birinci oldu. Varlık içinde yokluk çeken yüzücülerin hevesleri kırılıyordu. 23 Temmuz 1950 tarihinde Karşıyaka Yüzme Takımı Aydın’a davet edildi. Üstün başarı gösteren sporcuların moralleri düzelirken durumun acı yönünü gören basın muhabirleri Aydın’daki modern havuzu kıskandıklarını belirtiyor, darısı her şeye layık olan talihsiz İzmir’imizin başına diye yazıyorlardı.
Aydın Yüzme Havuzu 1951 yılından itibaren İzmir teşvik ve bölge
yarışları o günün olimpik kurallarına uygun 33 metre 33 santim uzunluğundaki Aydın Yüzme Havuzu’nda yapılmaya başlanmıştı. İzmir yüzme ajanı Ali Barçın tarafından yüzücüler Aydın’a cumartesi günü tren ile götürülüyor, akşamüstü tatlı suda çalıştıktan sonra pazar günü yarışıyorlardı. Çalışma koşullarının zor olmasına rağmen her gün bu alanda başarılı sporcu sayısı artıyordu. 1952 Ağustosunda Bursa’ya davet edilen İzmir takımından Hüseyin Karaca ve Atilla Apak üstün başarı gösterdiler. 1953 yılında Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın fahri başkanlığında İzmir Deniz Kulübü kurulduysa da yüzme alanında hiçbir faaliyette bulunulmaması basının tenkit konusu olmuştur. İyi ki Aydın Yüzme Havuzu vardı. Yüzücüler uzun yıllar oraya taşınmaya devam etmiştir. Buna rağmen 1953 yılında ilk defa 10 metre kule atlamaları ve bugünkü anlamda 4x100 yarışı yapılmış ve yarışmalarda 7 İzmir rekoru kırılmıştı. Türkiye Birinciliğinde de 4 birincilik, 4 ikincilik ve 2 üçüncülük alınmıştır. Bu arada işe yaramadığı için Karşıyaka’daki yüzme havuzu 1954 yılında yıkılarak alanı toprakla dolduruldu ve yelkenli tekneler için park yeri yapıldı. 1953-1958 yılları İzmirli yüzücülerin en parlak dönemi olmuştur. Yüzme ajanı Ali Barçın’ın gayretleriyle yüzücüler her hafta Aydın Yüzme Havuzu’na götürülüyor ve yarışıyorlardı. Bu da Türkiye rekorlarını getiriyordu. 1955 yılında Adana'da yapılan Türkiye Birinciliklerinde "ortancalar" kategorisinde İzmir'in başarısı büyük olmuştu. Rauf Sönmezdağ, Semih Haznedaroğlu, Yıldırım Karakaplan, Güngör Mengi, Orhan Mengi, Tamer Akan, Aydoğan Özşavlı, Hasan Bumin, Oktay Özdurak, Mahsen Bentürk, Önder Aybaykent dallarında hep iyi dereceler yaptılar. 1956 yılında İstanbul’da yapılan yarışlarda İzmir takım halinde, 1957
yılında Adana’daki Türkiye Birinciliğinde de İzmirli ortancalar takımı Türkiye rekorları kırarak birinci olmuştur. 1957 yılından itibaren kadınlararası yüzme yarışları da düzenli bir şekilde başlamıştır. 1954 yılından itibaren Hava Harp Okulu Eskişehir’den bugünkü Güzelyalı’daki Hava Eğitim Komutanlığının bulunduğu yere taşınınca yeni binalar ve bir kapalı spor salonu yapılmıştı. Bu arada denizin içine 50 metre uzunluğunda ve üç tarafı çevrili bir parkur yapıldı. İzmir’de iki mavna arasında yapılan kulüplerarası yüzme yarışları zorluklarla gerçekleşiyor, sağlıklı yarış süreleri tespit edilemiyordu. 1957-1959 yıllarında İzmir yarışlarının bir kısmı bu yeni parkurda yapılmış, yarışlara Barbaros, Oruç Reis, Hızır Reis Kupaları gibi adlar verilmişti. Bundan sonraki yıllarda körfezin kirliliği nedeniyle denize girilememiş ve maalesef bir yüzme havuzu da yapılamayınca İzmir’de yüzme bitmiştir. Ancak ilk defa Akdeniz Olimpiyatları nedeniyle bugünkü Atatürk Yüzme Havuzu 1970 yılında inşa edilince, açık ve kapalı olan havuzlardaki çalışmalarla yine Türkiye çapında yüzlerce İzmirli sporcu yetişmiştir.
Kaynakça: Güneş Günver, “Osmanlı'dan Cumhuriyet'e Modern Sporların İzmir'e Girişi (1850-1922)”, İzmir Kent Kitaplığı, 2012. Cem Atabeyoğlu, Türk Yüzme Tarihi, İstanbul, 1993. Yrd. Doç. Dr. Erkan Serçe, İzmir Deniz Banyolarından Plaja, İzmir’de Sanat, 18 Ocak 2015. Yeni Asır (1930-1960), Anadolu(1930-1954), Demokrat İzmir(1946-1960), Hizmet (19301932), Ege Ekspres (1952-1960) gazeteleri. www.levantineheritage.com
127
Boks, eskrim ve bisiklet sporları Orhan BEŞİKÇİ
B
oks müsabakalarının tarihi bir hayli eski. Sümer ve antik Mısır kabartmalarında yumruklarıyla dövüşenleri görmek mümkün. Mezopotamya’da 7000 yıllık taş tabletler üzerinde dövüşenler resmedilmiş. Antik Yunan ve Roma’da boksörler el ve bileklerine bez sarıp dövüşmüşler. O yıllarda şimdiki kurallar yok. Boksun kurallarıyla oynanması; bel altına vurulmaması, yere düşen sporcunun otuz saniye sonra tekrar dövüşe katılması ve diğer kurallar 18. yüzyıldan itibaren konuluyor. İzmir’de boks karşılaşmaları 20. yüzyılın başından itibaren yaygınlaşıyor… Eskrim; kılıçla yapılan spor, tarihçesi de boks kadar eski. Savaş ve düelloda binlerce insanın ölümüne neden olan kılıçlar zaman içerisinde yerini ince ve uzun zarif kılıçlara bırakmış; kılıçlar artık oyuncuları öldürmüyor, yaralamıyor. Agora’da duvar resimlerinde savaş kıyafetleriyle kılıçlı gladyatörleri görmek mümkün… Daha önce adına velespit denilen bisikletin İzmir’de görüldüğü tarih 1885. İlk bisiklet yarışları ise 1900 yılından itibaren yapılmaya başlanmış. 19. yüzyılın ortalarında 20. yüzyılın başlarında İngiliz, Levanten ve Rumların İzmir’de kurduğu kulüplerde modern sporların yapıldığını görüyoruz. Araştırmacı yazar Günver Güneş; ’Osmanlı’dan Cum-
128
Mehmet Vasfi
atletizm ve eskrim sporlarına gönül vermiş olan Basmaneli Mehmet Vasfi’nin fotoğraflarını araştırmacıların incelemesi için Ahmet Piriştina Kent Arşivi’nde kayıt altına aldırmıştım… Cumhuriyet Dönemi’nin ilk yıllarında boks, eskrim ve bisiklet sporuna gönül vermiş ve İzmir spor tarihine hizmet etmiş bütün sporcularımızı saygıyla anıyorum…
Boks karşılaşması
İzmir’de bisiklet kullanma konusunda başarılı olan ilk Türk Kunduracı Ali Efendi olmuştur. 1903 doğumlu, demiryolları çalışanı, müzisyen, döneminin ünlü boksörü,
1923 yılının Ağustos ayında, cumartesi günü akşamı saat 19.00’da Kordon’da Zühre Gazinosu’nda Mehmet Vasfi ve rakibi Nazmi ile kıran kırana yaptığı karşılaşmayı dönemin spor adamı ve yazarı Nurettin Koparal anlatıyor: “Mehmet Vasfi ve Nazmi ringe girdiler, alkışlar arasında eldivenlerini takmış, gongu bekliyorlardı. Kendilerini halka takdim ettim, ikinci intikam maçı yapacaklarını söyledim. Gong çaldı, el sıkışıp dövüşe başladılar. Mehmet sol direk, sağ kroşe ile
huriyet’e Modern Sporların İzmir’e Girişi 1850-1922’ isimli kitabında bu konulara yer verir. Modern spor oyunları 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren görülmeye başlandı. Bunlardan at yarışları 1861, futbol 1877, atletizm yarışları 1892, kayık ve yüzme yarışları da 1890’ların ilk yıllarında İzmir’de gerçekleştirilmiştir. İzmir; kuralları ilk kez Batı’da ortaya çıkan spor oyunlarını Levanten aileler eliyle Osmanlı İmparatorluğu’na taşıyan şehir olmuştur. Futbol, basketbol, tenis, bisiklet, eskrim, yüzme, kürek, atletizm, kriket, jimnastik ve boks, Levanten ailelerin vasıtasıyla şehirde yaygınlaşan spor branşlarıydı.
129
işe başladı, Nazmi çok kapalı oynuyordu, çünkü ilk maçında sağ kroşe ile nakavt olmuştu. Bu nedenle çenesini kaptırmak istemiyordu, her iki boksör de güzel dövüşüyordu. Beşinci raunt, Nazmi sağ
130
kroşe ile nakavt oldu, yediye kadar saydım, kalktı, fakat ayakta sallanıyordu. Bunu fırsat bilen Mehmet üst üste iki sol direk, bir de sağ kroşeyi Nazmi’nin çenesinin ucuna vurunca, Nazmi evvela
dizlerinin üstüne yere düştü, 10’a kadar saydım, kalkmadı. Bu intikam maçında da nakavt olmuştu. Mehmet Vasfi’nin elini kaldırdım. Mehmet’i dakikalarca alkışladılar.”