Ybt dergi 2

Page 1

ULUSLARARASI

Uluslararası Yalnızca Barışa Tarafız Kültür ve Sanat Derneği Resmi Yayınıdır

Nisan - Temmuz 2016 Sayı:001


İmtiyaz Sahibi Uluslararası Yalnızca Barışa Tarafız Kültür ve Sanat Derneği Adına Vedat Çalık Yazı İşleri Müdürü Sultan Kaya Kepir Yayın Kurulu Sultan Kepir Ediz Kepir Yıldız Özfırat

Dergi Hakem Kurulu Prof. Dr. Hakan PEHLİVAN Prof. Dr. Sedat CERECİ Doç. Dr. Mustafa HAYKIR Doç. Dr. Zeynep Uğurlu Öğr. Gör. Yıldız Özfırat

Yönetim Yeri Yalı Mah. Şehit Hayrullah Ekşioğlu Çıkmazı Ekşioğlu Sitesi B2 Blok Daire 24 Dragos Maltepe İstanbul www.yalnizcabarisatarafiz.com

Dergi İrtibat +90 216 339 59 29 edizkepir@artnes.net

Yapım - Grafik Tasarım Artnes Görsel Sanatlar www.artnes.net

Dergide yer alan röportaj, makale vb yazılar kişilerin kendilerine ait olup, doğabilecek hukukî sorumluluk kendilerine aittir.


2

Barışa Merhaba

s

Teşekkür

s

3-5

Ulusal ve Evrensel Boyutlarıyla Barış Kavramı

s

6-8

Üç Hassanın Hikayesi

s

9

Sultan Kaya Kepir

Vedat Çalık

Doç. Dr. Burcu Arıcı Tüzün

Dr. Handan KAYHAN

Y.B.T Yönetim Kurulu Üyesi

Y.B.T Genel Başkanı

Öğretim Görevlisi

Doktor

Barış Psikolojisi Açısından Savaş Ne Zaman Biter...

s10-12

Doç. Dr. Ulaş Başar Gezgin

Korkma Anne Yağmur Yağıyor

s14-16

19. Yüzyıl Batı Resim Sanatında Doğu Batı Etkileşimi: Osman Hamdi Ve Fausto Zonaro'nun Karşılaştırılması

s17-27

Ortak Barış İçin Rodos Barış Atölyesi s28-30

Emel Durmaz Ergün

Öğr. Gör. Yıldız Özfırat

Prof. Dr. Hakan Pehlivan

Yazar

Öğretim Görevlisi

Öğretim Görevlisi

Tekstil Sanatlarında s34-38 Barış Sanatçıları

Osmanlı'da Gayrimüslim s40-48 Heykeltraşlar

Prof. Dr. Belgin Akın

Doç. Dr. Rengin Oyman

Derya Uzun Aydın

Prof. Dr. Emre Zeytinoğlu

Öğretim Görevlisi

Öğretim Görevlisi

Öğretim Görevlisi

Öğretim Görevlisi

Öğretim Görevlisi

Barış İçin Eşitlik, Sosyal Adalet

s32-33

Üniversiteler, Akademisyenlik, Barış Ve Verimlilik

s51-53

Prof. Dr. Yelda Özsunar Dayanır Öğretim Görevlisi

Bizden Haberler

s59

Uluslararası Yalnızca Barışa Tarafız Kültür ve Sanat Derneği

Çevresel Barışın Sürdürülebilirliğinde Dijital Moda

s74-79

Çocuk Merhamet Demekti…

s54

Sevil A. Aydın Yazar

Musmutlu

s60-67

Öykü: Havva Akman Çizer: Seda Ateş

Şimdi Yaşamak Mı Zor, Yoksa Ölmek Mi?

s80-81

Benim Barışım

s55

Çokuluslu Yalnızca Barışa Tarafız Sempozyumu Emre Zeytinoğlu’nun Konuşması:

Bilim Ve Barış Barış İçin Bilim

s49-50

s56-58

Aşiyan Kutlu

Prof. Dr. Yavuz Unat

NLP Uzmanı

Öğretim Üyesi

Resim

s68-69

Ötekiler Ve Empati s70-72

Melodi Baç

Doç. Dr. Mustafa Haykır

Yazar

Öğretim Görevlisi

Binlerce Yılın “bir” Olmuş Şehri

s82-83

Surdaki Bir Çocuğun Gözünden Mehmetçik s84-85

Doç. Dr. Y. Safiye Sarı

Cansu Taşar

Prof. Dr. Sedat Cereci

Öğrenci

Şehmus Tohumeken

Öğretim Görevlisi

Öğretim Görevlisi

Öğrenci

Umudun Işığı Karanlığa Fener

s86

Dilek Pehlivan Şarkıcı

Barış ve Çocuk

s90-93

Yrd.Doç. Dr. Zeynep Uğurlu Öğretim Görevlisi

В РГППУ прошла Международная творческая акция «Искусство и Мир»

s87

Студенты и преподаватели РГППУ приняли участие в Международной творческой акции «Искусство и Мир»

s88

Автор текста: Буткевич Нина Викторовна, зав. кафедрой АрД

Barış ve Psikoloji s94-95 Ebru Öztürk

Uzman Psikolog

Kucağımda Ki Kediler

s89

Doç. Dr. Pelin Avşar Karabaş Öğretim Görevlisi

Barış “an”larıyla s96-97 Barışın “birileri” Öğr. Gör. Tuğba Demir Öğretim Görevlisi


Sultan Kaya Kepir

BARIŞA MERHABA

Y.B.T Yönetim Kurulu Üyesi

Yalnızca Barışa Tarafız Dergimizin ilk sayısıyla, sizlere bu oluşumda emeği geçen herkes adına " merhaba " demekten büyük mutluluk ve onur duyuyorum. Savaşı, şiddeti, eşitsizliği ve ölümleri reddeden, adil, demokratik, hoşgörülü, işbirlikçi bir anlayışla barışı - barış dilini sanatla varsıllaştıran ve ülkemizin, uygarlığımızın ve hatta dünyamızın barışına ancak ve ancak dünyada evrensel dil kabul edilen sanatla katkı sağlayabiliriz. Bu görevi seve seve gönüllülükle üstlenen bir ekip olarak "İnsanları mutlu edecek tek vasıta, onları birbirlerine yaklaştırarak, onlara birbirlerini sevdirerek, karşılıklı maddi ve manevi ihtiyaçlarını karşılamaya yarayan hareket ve enerjidir. Dünyanın barışı içinde insanlığın gerçek mutluluğu, ancak bu yüksek ideal yolcularının çoğalması ve başarılı olmasıyla mümkün olacaktır. “

Sultan Kaya Kepir / Barışa Merhaba

Cumhuriyetimizin kurucusu ulu önderimiz Atatürk' ün izinde, dünya barışının gerekliliğine inanarak, ideal olarak belirlediği bu gaye doğrultusunda bizlere düşen en temel görev; sesimizi çığ gibi büyüterek, sonraki nesillere emin adımlarla bu bayrağı taşımak olmalı kuşkusuz.

Dünya barışı için ürettiklerimizle katkı da bulunmak ve katkı sağlamak isteyenlere de basamak olmak için bu dergiyi sizlere armağan ediyoruz. İlk sayımızın heyecanı ve mutluluğuyla BARIŞA MERHABA!!! 2


Genel Başkan'dan....

Vedat Çalık

Y.B.T Genel Başkanı

Uluslararası Yalnızca Barışa Tarafız Kültür ve Sanat Derneği Genel Başkanı Sn: Vedat ÇALIK'ın , '' 2. Uluslararası Yalnızca Barışa Tarafız Doğa, Sanat ve Barış Sempozyumu ''nda yaptığı konuşma.... Değerli Sanatçı Dostlarım, Değerli Misafirlerimiz, Basınımızın çok kıymetli temsilcileri; Bu yıl ikincisini düzenlediğimiz; '' 2. Uluslararası Yalnızca Barışa Tarafız Doğa, Sanat ve Barış Sempozyumu '' sebebiyle Narköy Eğitim Oteli sergi salonun da sizlerle bir arada olmanın mutluluğunu yaşıyoruz... Bugün aynı zaman da söz konusu sempozyum kapsamının bir parçası olan 41 Ülkede eşzamanlı olarak gerçekleştirdiğimiz ; '' YALNIZCA BARIŞA TARAFIZ KARMA SERGİLERİ'' nin yurt dışı sergi açılış galalarını internet üzerinden yaptığımız canlı bağlantılar ile izleme heyecan ve gururunu hep birlikte tattık.. Bu vesileyle Dünya Barışını Anadolu Topraklarından Başlatma Hareketimizin yurtdışı proje temsilciliğini üstlenen aşağıda isim ve barış hareketimize katıldıkları ülkelerini belirttiğimiz;

* Svetlana Parisheva Ural * Victoria Bervenko Taganrog * Hesham Taha Mısır * Huda Muhammet S. Arabistan * Hassan Haddat IRAK * Kwon Doo Hyoun Güney Kore * Umer Faroog Pakistan * Banghezella Boufellah Cezayir * Cesar Paulo Brezilya * Khaled Terikli Aboalhol Lübnan * Nouretdine El Merini Fas * Patimat Guseynova Dağıstan * Václav Bedná Çek Cumhuriyeti * Fereshteh Shahani İran * Rafaela Shporer İsrail * Avni Behlüli Sırbistan * Etkem Baymak Kosova * Lela Geleishvili Gürcistan

Vedat Çalık / Genel Başkan'dan....

* Dulce Adriá İspanya * Pascal Nicola Kanada * Kevin Blanch Amerika * Miguel Piñero Venezuela * Hendrik Voerkel Almanya * Ljubica Ratz Avusturalya * Valentina Woolrych İngiltere * Elena Kuznetsova Kiknadze Rusya * Dorota Roszkowska Hollanda * Daniela Di Pasguela İtalya * Parviz Asadov Azerbaycan * Rufina Sharipova Kazakistan * Júlia Dávid Macaristan * Ivana Nasteski Makedonya * Nagan Pchucet Tayland * Zoran Gojkovic Bosna Hersek * Shubhadarshini Singh Hindistan * Hazem Alzomar Filistin * Tatyana popovicenko Ukrana

3


sanatçı dostlarımıza huzurlarınızda bir kere daha teşekkür etmek istiyorum. Yurt dışı temsilcisi proje sanatçılarımızın kendi ülkelerinden on binlerce kilometre uzaklıkta gerçekleştirdiğimiz sürdürülebilir dünya barışını Anadolu topraklarından başlatma hareketimize sundukları katkıyı önemsiyoruz. Temsilcilerimizin hareketimize verdikleri destek '' Dünya Barışını Anadolu Topraklarından Başlatma İdealimizin '' mayası olduğunu düşünüyor ve hoca Nasrettin yüreği saflığın da , Anadolu dan tüm dünyaya çaldığımız barış mayası "YA TUTARSA" diyerek tüm dünya sanatçıları ile birlikte umutlarımızı mayalıyoruz. 41 Ülkede eşzamanlı olarak düzenlediğimiz Yalnızca Barışa Tarafız sergilerinin Türkiye etabına gerçekleştirmek ve dünya barışına katkı sunmak için gecesini gündüzüne katan siz değerli Sempozyum katılımcılarımız olan;

BAĞIMSIZ BİLİM KURULU Prof. Dr. Hüsnü DOKAK Hacettepe Üniversitesi Prof. Dr. Kerstin MEY PVC and Dean Westminster School of Media, Arts and Design University of Westminster Prof. Dr. Mehmet YILMAZ Gazi Üniversitesi

Işık SUNGURLAR Işık Üniversitesi ( Y.Lisans ) Şükran YANGIN ÜST Misafir Sanatçı DOĞA, SANAT ve BARIŞ SEMPOZYUM KONUŞMACILARI

Prof. Dr. Sedat CERECİ Mustafa Kemal Üniversitesi

Prof. Dr. Ahmet Şinasi İŞLER Dünya Barışı

KATILIMCI SANATÇILAR

Prof. Dr. Ayşe ÇALIK ROSS Nikomedia ve Barış

Prof. Dr. Ahmet Şinasi İŞLER Uludağ Üniversitesi Prof. Dr. Aydın ERKMEN Doğuş Üniversitesi

Prof. Dr. Gülten İMAMOĞLU İstanbul Üniversitesi Prof. Dr. Hakan PEHLİVAN K. Erciyes Üniversitesi Prof. Dr. Merih Tekin BENDER Ege Üniversitesi Prof. Dr. Mustafa BULAT Atatürk Üniversitesi Prof. Dr. Nazan ERKMEN Doğuş Üniversitesi Prof. Dr. Nurseren TOR Mersin Üniversitesi Doç. Dr. Burcu Arıcı TÜZÜN Başkent Üniversitesi Doç. Dr. Pelin Avşar KARABAŞ Dumlupınar Üniversitesi Doç. Dr. Rengin OYMAN Süleyman Demirel Üniversitesi Yrd. Doç. Dr Mustafa HAYKIR Trakya Üniversitesi

Vedat Çalık / Genel Başkan'dan....

Ögr. Gör. Yıldız ÖZFIRAT Mersin Üniversitesi

Prof. Dr. Onal ABİSHEVA Kazak National Pedagogical University

Prof. Dr. Belgin AKIN Selçuk Üniversitesi

Prof. Dr. B. Gültekin ÇETİNER Açık Kaynak Enerji Evleri Prof. Dr. Çelik ERENGEZGİN Enerji Mimarlığı Prof. Dr. Hakan PEHLİVAN Rodos Barış Atölyesi Prof. Dr. Nurseren TOR Barışla Sanat Doç. Dr. Pelin Avşar KARABAŞ Land Art Doç. Dr. Rengin OYMAN Tekstil Sanatlarında Barış Yrd. Doç. Dr. A.Nahde YILMAZ 1980 Sonrası Türkiye de Sanat ve Siyaset Yrd. Doç. Dr. Emre ZEYTİNOĞLU Barış ve Sanat Yrd. Doç Dr. Y.Safiye SARI Çevresel Barışın Sürdürülebilirliğinde Digital Moda Yrd. Doç. Dr. Zülfikar SAYIN Görsel Göstergelerde Anlam ve Anlamlandırma Öğr. Gör. Aydın ÖZAY Mimarlık Tarihi & Çağdaş Mimari

Yrd. Doç. Dr. Şansal ERDİNÇ Gazi Üniversitesi

Uzm. Psikolog Ebru ÖZTÜRK Barış ve Pskoloji

Yrd. Doç. Dr.Y. Safiye SARI Atatürk Üniversitesi

NLP Uzmanı Nardane KUŞCU Barışın Lojistliği

Yrd. Doç. Dr. Zülfikar SAYIN Hacettepe Üniversitesi Öğr. Gör. Arzu ÇEVİK Mersin Üniversitesi

4

Öğr. Gör. Aydın ÖZAY İzmir Üniversitesi

Gazeteci Yazar Elif KASK Barışa Taraf Olmak İş Kadını Arzu DANYER Atölye Terapi


siz değerli akademisyen sanatçılarımıza da ayrı ayrı teşekkürü bir borç olarak görüyoruz. Bugün buradaki varlığınız barış için umutlarımızın tazelendiğinin bir göstergesi olarak iz bırakmıştır.

anlaşmasının yaklaşık 1700 yıl önce bu topraklar üzerinde gerçekleştiği görülmektedir. Bu tarihi olaydan yola çıkarak kentimizi 1700 sene sonra yeniden barış ve hoşgörünün başkenti yapabilmemiz için barış müzesi kaçınılmaz olmuştur.

Değerli konuklarımız; YAŞADIĞIMIZ TOPRAKLARA KALICI BARIŞ ESERİ BIRAKACAĞIZ Bugün burada bir arada bulunma sebeplerimizden bir tanesi söz konusu sergimizin manifestosu ile alakalıdır. Sergimizin manifesto duyurusun da belirtildiği gibi sürdürülebilir barışın tesis edilmesi yolundaki en büyük engellerden biri olan iktisadi emparyalizme karşı farkındalık yaratmak ve savaş çıkartan küresel güçlere dünya halklarının barış içerisinde yaşama isteğinin çağrısını farkettirmektir. YALNIZCA BARIŞA TARAFIZ DOĞA SANAT ve BARIŞ MÜZESİ KURMAK ÖNCELİĞİMİZDİR Hiç şüphesiz söz konusu sanat eserleri ve müzelerde savaşın kötülüğü ve istenmeyen etkileri konusu, fazlası ile işlenmiştir, fakat barışın meziyetleri ve savaşı engelleme zaruretinden daha az söz edilmiştir. Şimdiye kadar savaşın detayları, yüklü insani zayiat ve mali masrafları, ve savaş ardından yaşanan sorunlar hakkında bir çok bilgi verilmiş, bu arada bazı eserlerde de saldırıya karşı savunma ve cesaretin azametine değinilmiştir. Tüm bunlardan, halkı, savaşın gerçekleri hakkında bilgilendirmekle, aslında barışı öğrettikleri hedefi yatmakta. Fakat barış müzesinin kurulması, dünyada neredeyse yeni bir düşünce sayılır. 1902 yılında "uluslararası savaş ve barış müzesi" İsviçre'nin Lusern (Lucerne) kentinde halka açıldı, ardından 20.y.y.'ın ikinci yarısında da bazı ülkelerde barış müzeleri kuruldu. Söz konusu müzelerin kurulmasının hedefi ile ilgili olarak, barış müzesinin, muhatabı halka eğitim ve araştırma programlar sunmaktır. Söz konusu müzelerde kurulan sergiler ve yapılan eğitim etkinlikleri ile barış kültürünün yayılmasına çalışılır. A s l ı n d a s ö z ko n u s u b a r ı ş m ü ze l e r i n g ü ç l ü noktalarından biri çeşitli sergi, fuar, eğitim atölyeleri ve anma törenleri ile halkla direkt bağlantı kurarak o n l a r ı n s ö z ko n u s u et k i n l i k l e re ka t ı l m a s ı n ı sağlamaktır. Tabi bu arada sanat yolu ile halkın birbirini tanımaları için bağlantı köprüleri kurulmaya çalışılmıştır.

Barış müzesi savaş ve şiddetten doğan acı sonuçlar ve halklar arasında barış ve dostluk kültürünün yayılmasını hedefleyen bir mekan olduğu kadar, Anadolu kültürünün savaştan kaçınma , barışın ve dostluğun yayılmasına yardımcı olma gibi engin düşünce ve inançların yeniden filizlenmesinde büyük etkisi olacaktır. Barış konulu geçici ve daimi fuarların düzenlenmesi, Yalnızca Barışa Tarafız Doğa , Sanat ve Barış müzesinin temel programlarından biri olacaktır. Burada barış konulu yerli ve yabancı sanatçıların eserleri sergilenirken, barış kültürün istismara açık siyasi anlamda değil, kültürel ve sanat boyutlarında y a y ı l m a s ı n a s a ğ l a n a c a k t ı r. B u g ü n b u ra d a düzenlediğimiz sempozyum ile barış konularına sanatsal bakışla farkındalık yaratmış olduk. Bu güzel birlikteliğimiz sonucunda Türkiye'nin ilk barış müzesini kentimiz de kurmak ve Barış müzelerini Anadolu da yaygınlaştırmak için siz değerli sanatçılarımızın desteklerini bekler tüm katılımcılarımıza ayrı ayrı teşekkür ederim...

Vedat ÇALIK Uluslararası Yalnızca Barışa Tarafız Kültür ve Sanat Derneği Genel Başkanı

Vedat Çalık / Genel Başkan'dan....

ÇOK ULUSLU YALNIZCA BARIŞA TARAF SA N AT Ç I L A R I N ES E R BA Ğ I Ş I Y L A K E N T İ M İ Z D E D E BA R I Ş M Ü Z ES İ KURACAĞIZ Ke n te b a r ı ş m ü ze s i ka z a n d ı r m a d ü ş ü n ce s i derneğimizin kuruluşundaki öncelikli projelerinden biridir. 5000 yıllık tarihi geçmişi olan kentimiz de( İzmit - Nikomedia ) geriye doğru zaman yolculuğu yapacak olursak; Yeryüzünün ilk barış ve hoşgörü

5


Doç. Dr. Burcu Arıcı Tüzün

ULUSAL ve EVRENSEL BOYUTLARIYLA BARIŞ KAVRAMI

Öğretim Üyesi

İnsan varoluşu ile birlikte, kendisini savaş içinde bulmuştur. İlk kez doğaya sonra çevresine karşı verdiği bu savaş, özde yaşamını, özlemini duyduğu en ideal biçimde sürdürmeye yönelikti. Giderek boyut kazanarak, bireyin doğal ve yaşamsal hak ve özgürlüklerinin yanısıra bu değerlere saygılı olunmasını arzulayan niteliği ile belki toplum açısından verilen savaşların en mutluluk verici olanı idi. Çünki bireyin ve toplumun geleceğinin sağlıklı, huzurlu ve güvence altında olmasına süreklilik kazandırma ana temasını oluşturuyordu. Acaba, özlemi duyulan, en ideal ölçülerde bir yaşam yaratma savaşı, başarısızlığa mahkûm mu idi? Veya “ideal” ne idi? Ne değildi? “İdeal” belki bir ütopya, ulaşılması güç bir kavram olarak algılanabilir. Ama, tüm güçlüklere karşın, hiç olmazsa “ideal” olanın en yakınlarına ulaşabilmek de olanaksız mıdır? Aslında, kişinin böyle bir savaşı başlatması doğası gereğidir. Bilinmeyeni araştırma ve öğrenme içgüdüsü…Bu doğal olarak onu, araştırmaya, bulmaya, değerlendirmeye, öğrenmeye ve giderek “ideal”e ulaşmaya itecektir. Bu süreç içinde kişi kendini eğitirken aynı zamanda çevresini de eğitmekte ve bilinçlendirmektedir.

Burcu Arıcı Tüzün / Ulusal ve Evrensel Boyutlarıyla Barış Kavramı

Çevrede ve dünyada özlenen “barış”ı bir ütopya olmaktan çıkarıp, gerçekleştirmek düşüncesi, kişiyi aynı yukarıdakine paralel bir süreci zorunlu kılan çalışmaya iterken, ona, aynı zamanda mutlu bir savaşı da başlatmış olmaktadır. İnsanları mutluluğa ulaştırabilmenin, onları doğal ve yaşamsal hak ve özgürlüklerine sahip kılarak, insan olmanın onuruna yaraşır bir biçimde, uzun görünen ama gerçekte kısa olan yaşamlarını birlik ve beraberlik, huzur ve güven içinde geçirmelerinin ancak ve ancak “barış” ortamında olanaklı olduğuna inandırma ve buna sahip çıkma savaşıdır bu. Ve niteliği ile savaşların en mutlu olanıdır : Barış için Savaş… “Savaş”ı da “barış”ı da başlatıp bitiren “insan”dır noktasından hareketle : “Savaş insanların fikirlerinde başlamaktadır. Bu nedenle “barış”ın savunması da insanların fikirlerinde inşa edilmelidir” yaklaşımıyla “barış”ın gerçekleşmesinde eğitimin kaçınılmazlığına yasasında yer veren UNESCO (Birleşmiş Milletler Eğitim-Bilim-Kültür Kurumu)’dan çok önceleri Atatürk 1937 yılında dünya barışının sağlanmasının temel öğelerini ve bunda “eğitim”in rolünü şöyle vurgulamaktaydı : “…eğer devamlı barış isteniyorsa insanların, insan kütlelerinin durumlarını iyileştirecek uluslararası önlemler alınmalıdır. İnsanlığın bütününün refahı, açlık ve baskının yerine geçmelidir. Dünya

6

vatandaşları haset, açgözlülük ve kinden uzaklaşacak biçimde eğitilmelidirler…”1

İnsan varlığına sevgisi, O’nun yaşamsal hak ve özgürlüklerine olan saygısı, O’nda “dünya vatandaşlığı” kavramının doğması sonucunu beraberinde getirmiştir. Zaten O, tüm yaşamını, kendini adadığı bu idealin gerçekleşmesi yolunda verdiği savaşımla geçirmemiş midir? Mustafa Kemal, savaş denen felâket değil, felâketler zincirinin içinde yetişmiştir. Savaşların tüm yıkıcılığını, sefaletini, insanları nasıl insanlıklarından uzaklaştırdığını görmüş, yaşamıştır. Sonuçta umutla bağlanılmış beklentilerin, geleceklerin yerine yıkıntılar ve yıkıntıların altında kaybolup giden umutsuz, mutsuz, karamsar tablolara şahit olmuştur. İçinde yaşadığı ortam ve geçirdiği deneyimler, O’nu sadece ülkesinde değil dünyada “barış”ı gerçekleştirmeyi ilke edinen uzun bir savaşın içine itecektir. Bu da savaşların yıkıcılığından, toplumunu ve toplumları uzak tutmayı amaçlayan ve “barış”ın özlemini duyan insanın doğal tepkisidir. I. Dünya Savaşı’nın bitimini takiben Mustafa Kemal, bu kez ülkesini haksız işgallerden, ulusunu tutsak edilmişlikten kurtarmak için başlattığı Ulusal Bağımsızlık Savaşı’nın stratejisti ve yöneticisidir. O’nda yeni bir devlet kurma ve bu devletin niteliklerinin ne olacağı fikri gençlik yıllarına uzanır. İmparatorluğun felâketli yıllarında, 1907’de “en iyi çözümün, dağılmakta olan imparatorluktan önce bir Türk Devleti çıkarmak” olduğunu arkadaşlarına söylemektedir.


Ve 1908’de Bulgar Türkoloğu Manolofa, “hayal kabul edilebilecek şeylerin hepsini bir gün başaracağını söyleyerek” kurmayı plânladığı yeni Türk Devleti’nin niteliklerinin ne olacağını şöyle sıralamaktadır : “Sultanlık kaldırılmalıdır. Devletin yapısı mütecanis bir temele dayanmalıdır. Din ve devlet birbirinden ayrılmalıdır. Doğu medeniyetinden ayrılıp Batı medeniyetine yönelmek zorundayız. Erkekle kadın arasındaki farkı kaldırmalıyız. Böylece yeni bir toplum düzeni kurmalıyız. Batı uygarlığına girmemizi zorlaştıran yazıyı kaldırmalıyız- Latin alfabesini kabul etmeliyiz. Kıyafetimize kadar her noktada Batı ‘ya yönelmeliyiz. Emin olunuz ki bir gün bütün bu hedeflere ulaşacağız. “ O’nda daha gençlik yıllarında ideale dönüşmüş olan çağdaş ve uygar devlet kurma yolundaki düşüncelerini gerçekleştirebilmesi, başlangıçta “ulusal sınırlar içinde özgür ve bağımsız yaşamak” koşulunun sağlanmasını zorunlu kılmaktadır. Bu amaçla başlattığı Ulusal Bağımsızlık Savaşı’nın en sıcak yıllarında, 1921 ‘de izleyeceği dış politikanın temel çizgisini, “Baylar, dış politikamızda dost bir devletin hukukuna saldırı yoktur. Ancak, hakkımızı, hayatımızı, memleketimizi, namusumuzu müdafaa ediyoruz, edeceğiz… Türkler bütün medenî milletlerin dostudur… “ şeklinde belirtmektedir. İtilâf devletlerin oyunlarıyla Anadolu’ya çıkan ve işgale cüret eden Yunan ordularını, 9 Eylül 1922 tarihinde, ilk ayak bastıkları yere doğru püskürtürken, İsmet Paşa’ya söylediği sözler, O’nun, izleyeceği dış politikanın temel esprisini ve “barış” kavramına olan özlemini yansıtmaktadır :

Fakat bu iş burada bitecek, ben, yakında Yunan lideri Venızelos’u memleketimize davet ederek TürkYunan dostluğunun temellerini atacağım. Çünkü, Ege’nin ve bütün dünyanın selâmeti için Türk ve Yunan milletlerinin dostça ve yan yana yaşamaları gerekir… Açtığı savaşla batının yayılmacı emellerine set çeken Atatürk, bunun bir gün tüm dünyadan yok olacağının inancı içinde, “Sömürgecilik yeryüzünden yok olacak ve yerlerine uluslar arasında hiçbir renk, din ve ırk ayrılığı gözetmeyen yeni bir uyum ve işbirliği çağı egemen olacaktır”1 derken, tüm insanları sevgi, dostluk ve kardeşlik ortamında bir araya getirecek olan evrensel boyutlara ulaşmış bir “barış” kavramının özlemini çekmektedir. Böylesine kaynaşmış bir dünyada insanlar, kendi sorunları olsun olmasın tüm sorunlara sahip çıkacaklar ve tüm insanlığı tehdit edici boyutlara ulaşmadan çözümleyeceklerdir. Sadece kendi ülkesi için değil, diğer ülkelerin de

Ulusal Bağımsızlık Savaşı’nın bitimini takiben bu düşünceleri doğrultusunda, birkaç sene öncesine kadar ülkesini işgal ederek bağımsızlığına kastetmiş olanlar da dahil olmak üzere uzak yakın bütün ülkelerle dostluk ilişkilerini başlatmıştır. Lozan Barış Konferansı’nda çözümlenememiş sorunlar, izlediği dış politikanın temel esprisine uygun olarak, dünya siyasî konjonktüründeki gelişmeler yakından takip edilip değerlendirilerek, uluslararası plâtformlarda girişilen diplomatik taarruzlarla barışçıl yollardan çözüme ulaştırılmıştır. Yunanistan’la ekalliyetler sorunu, İngiltere ile Musul sorunu, boğazların yeni statüye kavuşturulması, diplomatik girişimleri O’nun sağlığında başlatılmış ama, çözümü ölümü sonrasına uzamış olan, Fransızlarla Hatay sorunu örneklerden sadece birkaçını oluşturmaktadır. Dış politikasında hiçbir devletin hukukuna saldırı ve yayılmacılığın yer almadığını vurgulayan Atatürk, bu nitelikte olduğunu tarihsel örnekleriyle gördüğü İslamcılık ve Turancılık siyasetlerini reddetmektedir : “İslamcılık ve Turancılık siyasasının başarı kazandığına ve dünyayı uygulama alanı yapabildiğine tarihte rastlanmamaktadır. Soy ayrımı gözetmeksizin, bütün insanlığı kapsayan tek bir dünya devleti kurma hırslarının sonuçları tarihte yazılıdır…insanlara her türlü özel duygularını ve bağlantılarını unutturup onları kardeşlik ve tam eşitlik içinde birleştirerek insancı bir devlet meydana getirme kuramının da kendine özgü koşulları vardır. Dünyanın bugünkü genel koşulları ve yüzyılların kafalarda ve karakterlerde yerleştirdiği gerçekler karşısında düşçü olmak kadar büyük yanılgı olamaz, tarihin dediği budur, bilimin, aklın, mantığın dediği böyledir” diyerek tüm dikkatini ülke içinde gerçekleştirilmesi gereken amaçlar üzerinde toplamaktadır : “… Ulusal sınırlarımız içinde her şeyden önce kendi gücümüze dayanarak varlığımızı koruyup ulusun ve yurdun gerçek mutluluğuna ve bayındırlığına çalışmak ve gelişigüzel ulaşılamayacak istekler peşinde ulusu uğraştırmamak ve zarara sokmamak uygarlık dünyasının uygarca ve insanca davranışı ve karşılıklı dostluğunu beklemektedir… “ Çevre ve dünya ülkeleriyle kurulacak iyi komşuluk ve dostluk ilişkilerinin belirlediği barışçı politika, ülkede toplumun yaşam düzeyini yükseltici, geleceğini güvence altına alıcı, huzurlu ve mutlu bir toplum yaratma yolunda sosyal, ekonomik ve kültürel kalkınma girişimlerinin de dinamiğini oluşturacaktır. İşte bu noktada O, iç politikayı dış politikadan soyutlamamakta, tam tersine, birbiriyle devamlı etkileşimde olduklarını, birincinin ikinciye dayandığı ayrıca onunla uyumlu olması gerektiğini vurgulamıştır.

7

Doçent. Dr. Burcu Arıcı Tüzün / Ulusal ve Evrensel Boyutlarıyla Barış Kavramı

“Ta uzaklarda kılıç artığı perişan Yunan askerlerinin, silâhlarını alıp canlarım kurtarmak için Ege kıyılarına doğru koşuştuklarını görüyorum. İsmet şunu bil ki : Yunan ordusunu perişan etmek suretiyle onlarla hesaplaşmış olduk.

ekonomik kalkınmalarını gerçekleştirebilmeleri için “barış” kaçınılmazdır. Çünkü, köklü ıslahat ve gelişmeler içinde bulunan bir memleketin hem kendisinde, hem çevresinde barış ve huzuru arzu etmesinden daha kolay açıklanabilecek bir durum olamayacağına kendisini inandırmıştır.


Atatürk’ün iç politikada toplumsal barışın sağlanmasında temel gördüğü kavram “özgürlük” tür. Çünkü, ancak özgürlükçü bir ortamda, kişi üretebilecek, ülkenin düşün yaşamına, ekonomik yaşamına katkıda bulunabilecektir. O’nda “özgürlük” kavramının ortaya çıkışı Harp Okulu’nu bitirip kıtaya çıktığı günlere uzanır. Baskıcı yönetime karşı olan tepkilerde yerini alırken ulaşmaya çalıştığı kavram “özgürlük” tür. 1906’da Vatan ve Hürriyet Cemiyeti’nin Selanik şubesini kurarken söylediği şu sözler anlamlıdır: …”Özgürlük olmayan ülkede ölüm, yıkılış vardır. Her ilerlemenin kurtuluşun anası özgürlüktür…” Aklı ve bilimi temel alan çağdaş uygarlıklara ulaşabilmenin ilk ve kaçınılmaz koşulu budur.

yapmak veya yapmamak hak ve özgürlüğüne sahiptir. Ancak, âyinlerin, kamu düzenine ve ahlâk kurallarına karşı olamayacağı gibi siyasî gösteri şekline dönüştürülemeyeceği de vurgulanmıştır. Eleştiri, toplanma ve basın özgürlükleri gibi demokratik sistemin temelini oluşturan özgürlüklerin tarifi titizlikle yapılmış ve sınırları belirlenmiştir.18 Bu özgürlüklerden herhangi birinin sınırlanması, baskı altına alınması veya daha kötü bir ihtimalle ortadan kaldırılması toplumsal rahatsızlıkları davet ederek iç barışı tehdit edebilecektir. İşte tüm bu özgürlüklerin ifadesini bulduğu Halkçılık İlkesi yeni Türk Devleti’nin niteliklerini oluşturan diğer beş ilkenin tamamlayıcısı, sosyal dayanışma ve toplumsal bansın vazgeçilmez bir koşulu olarak Anayasa’daki yerini almıştır.

Osmanlı Devleti’nin parçalanması ve ulusun tutsak edilmesi karşısında “özgürlük” kavramına bu kez “bağımsızlık” kavramı eşlik etmeye başlayacaktır. Aslında bu iki kavram O’nda etkileşim halindedir, birbirinin tamamlayıcısıdır. Ulusal Bağımsızlık Savaşı’nın bitmesini takiben her bakımdan özgür bir toplum yaratılması konusunda çalışmalar başlayacaktır. Burada temel hedef: Çağdaş olmanın gereği, kişinin vazgeçilmez doğal ve yaşamsal, hak ve özgürlüklerini tarif edip saptamaktır.

Burcu Arıcı Tüzün / Ulusal ve Evrensel Boyutlarıyla Barış Kavramı

Ancak bu da, demokratik sistemin bilimsellik sınırları içinde özgür irade ve akılcı düşünüşün sentezinin ürünü olan yasaların, devlet, toplum ve kişi ilişkilerinin, karşılıklı hak ve görevlerinin uyumlu bir biçimde saptanması ve titizlikle uygulanması ile olanaklıdır. Bu uyumu bilinçli bir şekilde kuran ve koruyan toplumlarda huzur, mutluluk ve ilerlemenin olduğunun inancı içinde ulusal egemenliğin “özgürlüğün de, eşitliğin de, adaletin de dayanak noktası olduğunu”vurgulamaktadır. Yurtta barışı gerçekleştirmeye çalışırken ulusal egemenlik kavramından, başka deyişle kişiyi özgürleştirmekten yola çıkmaktadır. Çünkü, egemenliğin ulusta olduğu demokratik rejimlerde, kişi özgürce düşünecek, araştıracak, değerlendirecek sonunda gerçeğe ulaşacak ve eğitecektir.

2- A. F. Cebesoy, Sınıf Arkadaşım Atatürk, İstanbul, 1967.s.108

O halde, ortaya bir soru çıkmaktadır : Özgürlük nedir?…

Yayınevi, İstanbul, 1984.S. 5

Atatürk, “başkalarınınkine tecavüz etmeden kişinin her türlü tasarrufta bulunmasıdır” şeklinde tarif ettiği özgürlüğü ikiye ayırmaktadır : i) Kişinin nesnel çıkarlarıyla ilgili özgürlükler. Örneğin : Kişisel, meskenin saldırıdan korunması, mal-mülk edinme, ticaret, çalışma, zanaat v.b.,2) Kişinin düşün yaşamındaki haklan. Örneğin : İnanç, toplanma, basın, cemiyet kurma, eğitim. Burada özellikle üzerinde duracağımız inanç özgürlüğü, herkesin istediğini düşünmek, istediğine inanmak, kendisine mahsus siyasî bir fikre sahip olmak, mensup bulunduğu bir dinin icaplarını

8

KAYNAKÇA 1- Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C.III., 3B., Ankara, 1981.s.99

3- Ord. Prof. Dr. Sadi Irmak, Atatürk-Bir Çağın Açılışı, İnkılâp

4- Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri. C.I.,3B. Ankara, 1981.s. 184. 5- A.g.e.,s.236. 6- Sadi Irmak, Atatürk’ün Dünyadaki Yankıları. Harp Akademisi Atatürk Özel Bülteni, Ankara, 1981. 7- Mehmet Gönlübol-Cem Sar, Atatürk ve Türkiye’nin Dış Politikası. Meb. Yay. İstanbul, 1973. 8- Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri. C.I., 3B.Ankara, 1981.S.356. 9- Gazi Mustafa Kemal, Nutuk (Söylev).C.II (1920-1927). Ankara, 1984.S.586.


ÜÇ HASSANIN HİKAYESİ

Dr. Handan KAYHAN Doktor

Günümüzden 1000 yıl önce yaşamış üç dâhinin hikayesidir bu. Şimdiki zamanda olsa kim bilir neler yapabilecek üç arkadaşın… Yıl 1090, Selçuklular zamanı. İran Selçuklular yönetiminde. Başta Büyük Selçuklu hükümdarı Melikşah ve ünlü veziri Nizamülmülk var. Nizamülmülk (1018-1092) Alparslan’a da vezirlik etmiş, dünyanın gelmiş geçmiş en büyük devlet adamlarından biri. Şimdiki üniversitelerinin temelini atan Nizamiye Medreselerinin kurucusu. Öğrencilere ilk burs ve yurt imkanlarını sağlayan da o. Bir devletin nasıl yönetileceğini anlatan

Emel Durmaz Ergün / Neredesin?

Siyasetname’nin yazarı. Maalesef 2 sene sonra bir süikaste kurban gidiyor… Ömer Hayyam’da (10481131) bu medreselerde eğitim görmüş, islam dünyasının yetiştirdiği en büyük bilim insanlarından biri… Günümüzde sadece bir şair olarak bilinmesine karşın aslında bir filozof, matematikçi, astronom, yazar ve şair… Ve Hasan Sabbah ( 1050-1124). En az Ömer Hayyam kadar iyi bir eğitim almış bir diğer dahi. Müthiş etkileyici ve oldukça otoriter bir lider. O da astronomi ve aritmetik ile ilgilenmiş fakat en dikkat çekici ve en akılda kalan tarafı Haşhaşi tarikatinin (İsmaili mezhebine bağlı olarak) kurucusu olması. Sıradan bir tarikat değil bu. Dünyada ilk planlı terör eylemleri bu tarikat tarafından gerçekleştirilmiş. Müridlerini öylesine etkiliyor ki Hasan Sabbah, onun için ölüyorlar, öldürüyorlar. Bir iddiaya göre gençlere yeryüzünde cenneti vaad ediyor. Onlara haşhaş içirip Alamut kalesine getiriyor. Uyandıklarında öyle bir ortamla karşılaşıyorlar ki kendilerini cennette sanıyorlar. Etraflarında çok güzel kızlar pervane oluyor. Nefis yemekler, içecekler, rahat ortamlar… Yeniden haşhaş verilerek uyutulduklarında Hasan Sabbah kendilerini kanıtlamaları durumunda onlara yeniden cenneti verebileğini vaad ediyor ve böylece istediği süikasti yaptırtabiliyor. Karşıt iddia ise bunun bir iftira olduğunu aslında Hasan Sabbah’ın adaletsizliklere karşı çıkan ve adaleti yaymaya çalışan bir idealist olduğunu dile getiriyor. Amacı İsmaili mezhebini yaymaya çalışmaktı. Aslında, hiçbir uyuşturucu, lidere bu kadar gönülden bağlılığı sağlayamaz gibi geliyor insana… Hasan Sabbah ve Ömer Hayyam çok iyi arkadaşlar. Tuhaf gibi gözüküyor, bir tarafta akılcı bir felsefeci, bir hümanist, barışa taraftar, savaşa karşı bir şair, hatta büyük ihtimal bir materyalist; diğer tarafta “assasin” (sır bekçisi) denilen taraftarlarının sadakatlerini sınayan bir İsmaili-Müslüman. Assasinler inandıkları

şey için her şeyi yapabilirler. Hasan Sabbah onca insana o inandıklarını nasıl bu denli güçlü benimsetmiş. İkisinin de özel insanlar oldukları kesin. Belki de onları birleştiren arayışları, sorgulamaları ve matematikleri idi… Nizamülmülk Selçuklu veziri olduğu sıralar, onlara devlet içinde cazip makamlar teklif ediyor. Ancak Hasan Sabbah’da Ömer Hayyam’da kabul etmiyor. Sonra Hasan Sabbah Selçuklu Hükümdarlığına karşı çaba harcıyor. Neden? Bilgilerimiz eksik, maalesef. Bilinenler daha çok iddia mahiyetinde. Hasan Sabbah’ın Haşhaşi tarikatini kurduğu Alamut kalesi Sultan Melikşah tarafından 4 ay boyunca kuşatılır fakat hiçbir sonuç alınamaz. Alamut kalesi kartal yuvası olarak da bilinen alt tarafında 500 metre yüksekliğinde volkanik kayaç barındıran bir kaledir. Sadece dar bir patika ile kaleye çıkılabilmektedir. Hasan Sabbah tek damla kan dökmeden bu kaleyi Alevi Mehdi adlı bir hükümdardan almayı başarır (1090). Sonrasında kaleden 34 yıl boyunca çıkmadığı söylenir. Keskin zekasıyla dikkat çeken bir lider, Hasan Sabbah; Becerisi ve reformculuğu ile dikkat çeken bir diğer ehil lider, Nizamülmülk ve Hasan Sabbahın hayatını kurtarmış bir hümanist, bir deha daha. Yolları yaklaşık 1000 yıl önce kesişmiş. Belli ki birbirlerinden etkilenmiş üç arkadaş. Belli ki düşmanlıklarının bile kıymetini bilmiş ve saygı duymuşlar birbirlerine. Artık hayal gücümüz Hasan Sabbah’ın derin etkileyici bakışlarını, Nizamülmülk’ün Hulusi Kenter’imsi babacanlığını ve Ömer Hayyam’ın inceliğini, güzelliğini, insanlığını yerine yerleştirecektir. Düşünmeden edemiyorum, zamanımızda yaşasaydılar neler yapabilirlerdi diye…

9


Doç. Dr. Ulaş Başar Gezgin

BARIŞ PSİKOLOJİSİ AÇISINDAN SAVAŞ NE ZAMAN BİTER...

Doç. Dr. Ulaş Başar Gezgin/ Barış Psikolojisi Açısından Savaş Ne Zaman Biter...

Öğretim Görevlisi

Barış psikolojisinin temel düşüncesi, toplumsal sorunlara yönelik (askeri ‘çözüm’ler de dahil olmak üzere) şiddet’li ‘çözüm’lerin engellenmesi ve şiddetsiz çözümlerin özendirilmesi olmakla birlikte, ele alınan izlekler ülkeden ülkeye değişiyor (burada çözümler tırnak içinde; çünkü askeri ‘çözüm’lerin gerçekte bir çözüm olmadıklarını yakın tarih birçok örnekle gösteriyor). Amerika ve Avrupa’da Soğuk Savaş döneminde savaş yanlısı politikalara bir tepki olarak ortaya çıkan barış psikolojisi, daha sonra bu ikilinin emperyalist müdahaleleri ekseninde ve göçmenlerle ilgili konularda yeniden hayat buluyor. Avustralya’da Amerika’da olması beklenen ama olmayan bir izlek daha var: Yerlilerle sonradan gelen sömürgecilerin uzlaştırılması. Hindistan gibi eski sömürge ülkelerde bir diğer izlek, sömürgeciliğin körüklediği ve hatta iki-üç ayrı devlet kurulmasına yol açan (Hindistan, Pakistan ve Bangladeş) dinsel çatışmalar. Latin Amerika’da yerli mücadeleleri ve kurtuluş hareketleriyle içiçe geçen barış psikolojisinin en zayıf olduğu ve en çok potansiyelinin olduğu düşünülen coğrafya olarak Afrika öne çıkıyor, Güney Afrika’daki çalışmaları saymazsak (Christie, 2012).

Sosyal Psikolojiyle Politik Psikolojinin Kesişiminde Barış Psikolojisi Barış psikolojisi, bir araştırma alanı olarak siyasi karar alma süreçlerini başta bilişsel açıdan ve psikodinamik açıdan olmak üzere çeşitli açılardan inceleyen politik psikoloji ile, çatışmayı grup içi ve gruplar arası dinamikler altında inceleyen sosyal psikolojinin kesişiminde yer alıyor (sosyal psikolojiye göre daha az bilinen politik psikoloji alanı için bkz. Gezgin, 2013a ve 2013b). Sosyal psikolojiden ayrıldığı temel noktalardan biri, makro düzeylere (diğer bir deyişle tekil ve tikel o l a ra k g r u p l a r ı a ş a n to p l u m s a l d ü zey l e re) odaklanması (Christie, 2006). Barış değişik kesimlerden öznelerin işbirliğini gerektirdiği için, barış psikolojisi disiplinlerarası olmak durumunda ve değişik alanlardan araştırmacılarla da değişik kesimlerden öznelerle de sürekli olarak ilişkide olmak zorunda. Bu da, barış için, psikoloji temel eğitimine ek olarak çeşitli bilgi (örneğin, sözkonusu çatışmanın tarihsel arka planı ve toplumsal bağlamı) ve becerileri (örneğin, uzlaştırma ve disiplinlerarası çalışma) gerektiriyor.

10

Barış psikolojisi, son dönemlerde yalnızca fiziksel çatışma sorununa değil, her zaman fiziksel şiddet içermese de her defasında sistematik bir boyutu olan devlet-vatandaş ilişkisi ve ataerkil toplum yapısı gibi konulara da odaklanıyor. Böylece, değişik çatışma türleri ve biçimleri de hesaba katılmış oluyor (Christie, 2006). Bir açıdan, bu kadar geniş bir yelpazenin içerilmesi olumlu bir gelişme; öte yandan, birçok konunun bir arada ele alınması, odaklanma sorununu da doğurabiliyor. Bir diğer nokta da, çatışmanın toplumsal yaşamın temeli ve insan psikolojisinin motoru olduğu gerçeği. Çatışmanın, ortadan kaldırılması gereken bir olgu değil; barışçıl biçimlere so ku l m a s ı g e re ke n d o ğ a l b i r d u r u m o l a ra k kavramsallaştırılması gerekiyor (Anderson & Christie, 2001). İnsan doğasında şiddet değil, çatışma var; her çatışma, şiddetli olmak zorunda değil. Kişinin kendi içinde, kişiler arasında, kişiyle grup arasında, gruplar arasında vb. farklılıkların olduğu her yerde çatışma çok doğal. Herkesin herkes gibi olması olanaksız. Bu açıdan bakarsak, çatışmaların çoğunun şiddetsiz olduğu gerçeği karşımıza çıkıyor. Dolayısıyla amaç, fiziksel şiddet biçimlerinin sönümlenip çatışmaların daha barışçıl bir niteliğe büründürülmesi. Örneğin, (psikodinamik bir açıdan bakarsak) savaşmak yerine maç yapmak ya da bilim, sanat ve kültür dallarında yarışmak.


Ana-akım Psikolojiyle Hesaplaşma

Öksürük-Hastalık Diyalektiği Tıbbi model içerisinden bakarsak (ki her zaman böyle bakmamız gerekmiyor), savaşın bir sorun değil sorunun semptomu olarak kavramsallaştırılması, yukarıda anılan sistematik bakışın bir diğer artısı o l a ra k d e ğ e r l e n d i r i l e b i l i r. Ö t e ya n d a n , b u semptomizasyonda ekonomideki Goodhart Etkisi’ne dikkat etmek gerekiyor. Bu etki, ekonomideki kimi göstergeleri iyileştirmenin her zaman ekonominin yapısal sorunlarını çözemediğini; onun yerine sürmekte olan yapısal sorunları tespit edilemez ve görünmez kıldığını söylüyor (bkz. Sloman, Wride, & Garratt, 2012). Hastalığı iyileştirmek yerine öksürük ilacıyla öksürüğü geçirdiğimizde, sorun çözülmüş olmuyor; onun yerine öksürük, sorunun bir semptomu ya da göstergesi olmaktan çıkıyor. Hastalık sürüyor; fakat artık öksürük olmadığından hastalığın farkına varamıyoruz, geçti sanıyoruz ve ancak ölümcül duruma geldiğinde anlayabiliyoruz hastalığın hâlâ

Mondros, Sevr, Lozan Araştırmalardan çıkan yaygın ve şaşırtıcı olmayan bir sonuç, barışın iki taraf için de ikna edici olmasının gerekliliği. İlk akla gelen örnek şu: Mondros Mütarekesi ve Sev r A n l a ş m a s ı , ba r ı ş l a so n u ç l a n m a l a r ı beklenirken, böyle bir sonuç doğurmadılar; tam tersine, savaşı yeniden alevlendirdiler. Onun yerine, Lozan Barış Anlaşması barışı getirdi. Üçüncünün ilk ikisiyle arasındaki fark, iki tarafın da ortak bir nokta bulabilmek adına kimi taleplerden vaz geçmesiydi. Lozan, iki tarafın da tüm taleplerinin karşılandığı bir anlaşma olmadı ve olamazdı da; çünkü uzlaşmaz talepler bulunuyordu. İki tarafın kamuoyunda da bu taleplerden vazgeçilmesini ‘vatana ihanet’ olarak değerlendiren çokça isim vardı, hâlâ da var. Yarın bir ateşkes ve barış sağlansa aynısının olacağını öngörebiliriz. Bu örneğin bir diğer dersi de şudur: ‘Barış süreci’ denen, ancak aslında daha çok bir ‘ateşkes süreci’ gibi işleyen önceki süreç, belki de ilk süreç olacak. Bundan sonra başka başka süreçler söz konusu olacak; iktidarda kim olursa olsun. Çünkü şiddetin sonu yok... İlerleyen yıllarda, taraflar, savaşarak bir çözüm elde edemeyeceklerini gördüklerinde yine masaya oturacaklar. O zaman, uzlaşma, af ve özür gibi kavramların öne çıktığı bir döneme gireceğiz (ilgili tartışmalar için bkz. Swart ve

11

Doç. Dr. Ulaş Başar Gezgin/Barış Psikolojisi Açısından Savaş Ne Zaman Biter...

Barış psikolojisinin ana-akım psikolojiyle hesaplaşmasını gerektiren birçok uygulama bulunuyor: Psikoloji, 1. Paylaşım Savaşı’ndan başlayarak ve özellikle 2. Paylaşım Savaşı’ndan gelen bir ivmeyle ABD’de savaş endüstrisinin hizmetine verildi; Amerikan ordusu, geniş çaplı ve yüksek bütçeli olan psikoloji araştırmalarının baş-finansörü oldu. Askerlerin daha dayanıklı duruma getirilmesinden savaş esirlerinin psikolojik yollarla çözülmesine (bkz. APA, 2015), travma sonrası stres bozukluğu tedavisinden silah ergonomisine kadar birçok uğrak noktasında psikolojiyle ordu yakın ilişki içinde oldu (Anderson & Christie, 2001). ‘Psikolojik savaş’ uygulamaları da bu uğrak noktalarının önde gelenlerinden biri, ancak diğer uygulamaları kapsayıcı bir nitelikte değil. Benzer uygulamalardaki devletakademi ilişkisinin Türkiye özelinde tartışmaya açılması gerekiyor. Psikoloji bilgisinin bir diğer (kötüye) kullanımı ise, siyasetçilerin vatandaşları ikna süreçlerinde, ölümlerle grup kimliği tutkalını daha da yapışkanlaştırma ve savaşın diğer tarafını bilişsel çarpıtma, çerçeveleme ve kalıpyargılama vb. yollarla tümüyle kötü gösterme gibi örneklerde görülüyor.

sürdüğünü. Diğer bir deyişle, çatışmazlık ya da ateşkes, sorunun çözüldüğü anlamına gelmiyor; ana dilinde eğitim hakkı ihlali gibi yapısal etmenler yerine ( b k z . G e z g i n , 2 0 1 5 a) s i l a h l a r ı n s u s m a s ı n a odaklanılması ve bunun ötesinde barışı inşa etmek için hiçbirşey yapılmaması ya da beklentilerin çok altında adım atılması, barışı güvence altına almış olmuyor; onun yerine, silahların susup susmamasını sorunun isabetli bir göstergesi olmaktan çıkarmış oluyor (Tamil Kaplanları’nın 2009’daki yenilgisinden sonra Sri Lanka’da Tamillerin durumu, buna örnek olarak verilebilir. Bkz. Gezgin, 2010). Böylece, ateşkesler barışlara evrilemiyor ve müzakere süreçleri her an masadan uzaklaşılabilecek biçimde kırılganlaşıyor. Kalıcı bir barış için, “birbirine benzeten bir barışa değil, birarada yaşama olasılığına vurgu yapan bir barış” (Gezgin, 2015b) anlayışına ihtiyacımız var. Kirli savaş gibi kirli bir barışa değil, hakkaniyetli bir barışa ihtiyacımız var; adil bir barış...


Hewstone, 2012). Bu dönem, zorlu bir dönem olacak olsa da, bu zorluk, savaşı sürdürmenin bir gerekçesi olarak değerlendirilemez.

Savaş Ne Zaman Biter?

Doç. Dr. Ulaş Başar Gezgin/ Barış Psikolojisi Açısından Savaş Ne Zaman Biter...

Bizim için bugün en yakıcı soru ise şu: Savaş ne zaman biter? Bir tarafın bir tarafı yenmesiyle bitemez; çünkü bu, olanaklı değil. Düzenli ordunun yapabilecekleri kısıtlı. Savaş ancak iki tarafın da savaşarak acılara acı eklemekten başkaca bir sonuç alamadığını fark ettiğinde bitecek. Daha önce bunun anlaşılması 30 yıl sürdü. Umarız bu kez bu süre daha kısa olur; çünkü ölümler bir tek ölümlerden kendilerine siyasi ya da maddi (ya da her ikisi birden) kazancı olanlara yarıyor. Kendi çıkarları için ülkeyi felakete sürüklemelerini kutsallaştırmalarının ve halkları öcüleştirip linççilerin sırtını sıvazlamalarının deşifre edilmesi (ya da ‘perdesizleştirilmesi’) gerekiyor. Kutsallık perdesi kaldırılınca geriye muktedirlerin çıkarları kalıyor. İki tarafta da egemen olan resmi söylem yerine acıları ortaklaştıran bir dille konuşmak gerekiyor (barış dili için bkz. Gezgin, 2015c). Gerçekten çok daha fazla konuşmak gerekiyor. Barışın temel bir insan hakkı olduğundan hareketle, barışı savaşın hangi tarafı söz konusu olursa olsun insan hakları çerçevesinden değerlendirmek gerekiyor (Gezgin, 2015d). Türkiye’de her kesimden ve siyasi görüşten vatandaşlar, ileride sığınmacı olup bugün Suriyelilerin çektiği çileleri çekmek istemiyorlarsa, öncelikli olarak ateşkesi ve sonrasında barışı sağlamak için daha etkili olmak zorundalar. Başka çıkar yol yok çünkü... Gördük, tanık olduk: 4 yıl, 4 milyon yurttaşı sığınmacı yapmak için de, 220 ile 330 bin arası yurttaşın ölümüne neden olmak için de yeterli bir süre... 4 yıl sonra ülkemizi nasıl görmek istiyoruz? Suriye’ye bakıp düşünmeliyiz. Savaşın durdurulması ve yeni ateşkes sürecinde yapısal etmenlere odaklanılması, barışseverlerin toplumsal etki gücüyle orantılı. İşte tam da bu nedenle, barış psikolojisinin Türkiye’de gelişip güçlenmesi son derece önemli. Ne kadar barış o kadar gelecek... Çünkü barışın olmadığı bir coğrafyada gelecek de olamayacak...

12

Kaynakça Anderson, A. A., & Christie, D. J. (2001). Some contributions of psychology to policies promoting cultures of peace. Peace and Conflict: Journal of Peace Psychology, 7, 173-186. APA (2015). Hoffman Report. http://www.apa.org/independentreview/APA-FINAL-Report-7.2.15.pdf (Erişim tarihi: 10 Eylül 2015) Christie, D. J. (2012). Peace psychology: Definitions, scope, and impact. In D. J. Christie (Ed.), Encyclopedia of Peace Psychology, Hoboken, NJ: Wiley-Blackwell. Christie, D. J. (2006). What is peace psychology the psychology of? Journal of Social Issues, 62, 1-18. Gezgin, U.B. (2015a). İnsan Hakları, Demokratik Okul ve Anadilinde Öğretim için Ç o k k ü l t ü r l ü E ğ i t i m . A n ka ra : Ü to pya . http://www.idefix.com/kitap/cokkulturlu-egitim-ulas-basargezgin/tanim.asp?sid=U12JEEVMR5RGXCH2G4LZ Gezgin, U.B. (2015b). Barışçıl Bir Toplum İçin Barış Psikolojisi. Biamag, 3 Ocak 2015. http://bianet.org/biamag/toplum/161238-bariscil-bir-toplum-icinbaris-psikolojisi Gezgin, U.B. (2015c). Peace Journalism: Urgently and Desperately Needed in Post-Election Turkey. The Peace Journalist, Eylül 2015. http://www.park.edu/center-for-peace-journalism/peacejournalist.html Gezgin, U.B. (2015d). Political Psychology of Peace and War: Peace as a Psychological Need. Reflections Turkey, August 2015 issue. http://www.reflectionsturkey.com/?p=1289 Gezgin, U.B. (2013a). Politik Psikoloji Notları: Siyasal Şiddet ve Gruplararası İlişkiler. Bianet, 25 Eylül 2013. http://www.bianet.org/bianet/siyaset/150156-politikpsikoloji-notlari-siyasal-siddet-ve-gruplararasi-iliskiler Gezgin, U.B. (2013b). Ana Hatlarıyla Politik Psikoloji: Otorite, Liderlik ve İdeoloji. Evrensel G a z e t e s i , 1 5 E y l ü l 2 0 1 3 , http://www.evrensel.net/news.php?id=67939 Gezgin, U. B. (2010). Gazetecileri barışçıllaştırmak yerine barışçılları gazetecileştirmek. Barış Çoban (ed.) In Medya, Barış ve Savaş – Savaş Ortamında Barış Medyasını Yaratmak. İstanbul: Kalkedon, pp.255-271. http://www.pandora.com.tr/urun/medya-baris-vesavas-savas-ortaminda-baris-medyasini-yaratmak/204928 Sloman, J., Wride, A., & Garratt, D. (2012). Economics (8th ed.). Essex, UK: Pearson. Swart, H., & Hewstone, M. (2012). Intergroup forgiveness. In D.J. Christie (Ed.), Encyclopedia of Peace Psychology (pp.445-449). Boston, MA: Wiley-Blackwell.



KORKMA ANNE YAĞMUR YAĞIYOR

Emel Durmaz Ergün Yazar

Maddenin hallerine dönüşüyor insan bir anda Eriyorsun önce bir anda, sıvı oluveriyorsun Öyle bir yanıyorsun ki bir anda; tüm hücrelerin büzüşüyor, küçülüp küçülüp neredeyse yok oluyorsun Tam yok olacakken bir bakıyorsun duman olmuşsun, yanan hücrelerin tütmüş Önce kulakların tütüyor, sonra ağzın, burnun. Yüzün yok sanıyorsun, sonra bedenin… Sonrasında ne oluyorsa oluyor… Katılaşıyorsun… Ve hala kendine insan diyorsun!

Emel Durmaz Ergün / Korkma Anne Yağmur Yağıyor

-------------------

-----------

-----------

---------

Gök gürültülerinin uğultusuyla 3 kardeş birbirimize sarılırdık. Küçüğüz ya korkardık. Erkek olan 3, ablam 8, bense 7 yaşında bir kızım. Hepimiz küçük de olsak, sarılınca büyüyüverirdik bir anda. Ama yetmezdi. Göğün uğultusu kulaklarımızda patladıkça bir yandan ellerimizi sıkı sıkı tutar, bir yandan çığlık çığlığa bağırırdık. Sanki haykırışlarımız gök gürültüsünü bastırıverecek gibi. Annem gelirdi yanımıza, bizi sakinleştirmek için kulaklarımıza minik pamuklar tıkardı. Birbirimizin kulaklarından sarkan pamuklara bakıp gülüşürdük. Annem de bize eşlik eder, o utangaç gülümsemesiyle yemenisinin ucunu sallardı bir elini de beline dayayıp. Bir gün öyle bir gök gürledi ki annem yanımıza koştu, bu sefer çığlık çığlığa bağıran oydu. Üçümüzü dertop edip göğsüne bastırdı. Öyle bastırdı öyle bastırdı ki nefessiz kaldım. Ablamla ben hiç ses çıkarmadık, annem çok korkmuştu, onu sakinleştirmek gerekti. Ellerimi yüzüne sürmek, yanaklarını okşamak istedim ama öyle sıkıyordu ki kıpırdayamıyordum. Küçük kardeşim ağlıyordu. Belki gök gürültüsünden, belki annemin çığlıklarından bilmiyorum. O da çok korkmuştu. Hiç böylesini duymamıştım, biri bitmeden biri gürlüyor, gök patlıyordu sanki. Evimiz küçüktür, arka bahçeye açılan kapının az ötesinde tavuklarımız var. Bazılarını keser yeriz, bazılarının civcivleri olur. Bir eksilir bir çoğalırlar, o yüzden sayılarını tam bilemem hiçbir zaman. Tavuklarımız da sanki dövüşür gibi bağrışıyorlardı. Küçük evimizin duvarları her gürlemede sallanıyordu. Gökteki bulutlar çok kızgın olmalıydı. Niye bu kadar kızmışlardı ki biz ne yapmıştık o bulutlara? Anlayamadım, ağlamak istiyordum ama annemin hıçkırıkları durduruyordu beni yine. Göğün kulakları çınlatan sesine karışmış annemin

14

haykırışları, kardeşimin ağlayışına bulanan uğultuların arasında Ahla teyzenin çığlıklarını da duymaya başladım. Ahla teyzemin evi, bizim bahçe duvarına bitişiktir. Lokmayı pek güzel yapar. Ahla teyzeyi de lokmalarını da çok severim. Küçük bir oğlu vardı, hastalanıp ölmüştü. Oğlu öldüğünde bile bu kadar çığlık attığını duymamıştım Ahla teyzenin. Artık ağlamamak için kendimi daha fazla tutamazdım. Ablamla göz göze geldik bir an, gözlerinde o ana kadar hiç tanımadığım bir şey gördüm. Hala onun ne olduğunu bilmiyorum ama sonrasında gördüğüm herkesin gözünde aynısından vardı. Ahla teyzenin çığlıkları iyice yaklaşmıştı, biraz sonrasında yanı başımızdaydı. Başından omuzlarına düşmüş yemenisinin altından dağılmış saçları bembeyaz toz olmuştu. Üstü başı darmadağındı. Kirlenmiş, yırtılmış gömleğinin içinden görünen kolu kanıyordu. Geçen yaz Merve ile oynarken evden uzağa gitmiştik. Çok uzakta olduğumuzu kaybolduğumuzda anladık. Evimizin yoluna dönebilmek için koşarken derin bir çukura düştüm. Ayağım çok acımıştı, o derin çukurdan asla çıkamayacağımı sanmıştım. Bir daha annemi, kardeşlerimi göremeyeceğimi düşünüp çok korkmuştum. Beni orada kimse bulamayacaktı belki de fareler yiyecekti. Küçücük bir umutla babamın cennetten gelip beni kurtarabileceğini düşünsem de annemin, babamın asla geri gelemeyeceğini söylediğini hatırlayıp ağlamıştım. Ben şimdiye kadar bir tek o zaman bu kadar çok korkmuştum. Ahla teyze çığlıkları arasında bir şeyler söylüyordu, ne dediğini anlayamıyordum, kulaklarım annemin göğsüyle kardeşimin yanağı arasında kaybolmuştu. Annem bir anda fırladı yerinden, üçümüzü hızla çekiştirip üst üste yorganlarımızın yığılı olduğu yerle dolap arasında kalan küçücük bir boşluğa tıkıştırır gibi ittirdi bizi. -Sakın kıpırdamayın, bekleyin! Diye bağırdı. Korkumuzun üstüne bir de azar işitmiştik sanki. Neler oluyordu? Anneannemin bana ezberlettiği birkaç duayı okumaya başladım içimden. Öyle derdi anneannem, “korktuğunda Allah’a sığın yavrum, O her şeyi bilendir.” Bilir miydi gerçekten, bilir miydi ne ka d a r ko r k t u ğ u m u , g ö r ü r m ü y d ü s a l l a n a n duvarlarımızı, Ahla teyzenin kanayan kolunu, anamın çığlıklarını duyar mıydı? Dualarımı dinlemek için müsait miydi şu an acaba? Çocukların duasını kabul e d e r d e r a n n e m , a m a ko r ku d a n s ö z l e r i d e karıştırıyorum, sayılır mı? Erkek kardeşim Ayazhan ablama sarılmıştı, bense üstüme düşen yorganın köşesini yüzüme çekip,


birinin sesine benzetsem de öyle çok birbirine karışıyordu ki anlayamıyordum. Yerimden kalkıp camdan dışarı bakmak istedim, herkes devden kaçıyor olmalıydı. Peki annem? Annem bizi burada bırakmış olabilir miydi? Belki de herkes gidecek, dev bizi yiyecekti. Tam kalkmaya çalışacaktım ki annem geldi, yaşasın kurtulduk! Sırtına bez bir çanta bağlamıştı annem, kardeşimi kucakladı, ablamla bana birbirimizi sıkı sıkı tutmamızı, ne olursa olsun bırakmamamızı tembihledi, bir de “korkmayın” dedi, “Allah’a sığının, korkmayın, O yanımızda olacaktır.” İçim rahatladı biraz, annem bilirdi, demek ki Allah müsaitti. Evimizden çıktığımız anda toz ve dumandan bir şey görünmüyordu. Bahçe duvarımızın yıkılmış olduğunu zar zor fark ettim. Çok kalabalıktı, sanki bütün köylü evlerinden çıkmış kaçışıyordu. Birkaç arkadaşımı gördüm, kimi babasının eline, kimi annesinin eteğine tutunmuş koşturuyorlardı. Ahla teyze de yanımızdaydı, kolu kandan görünmez olmuştu, midem bulandı, kusmak istiyordum ama annem elimi sıkı sıkı tutmuş çekiştiriyordu, kusmaya zaman yoktu. Ağzıma gelen acı tadı geri yuttum. Patlamalar durmaksızın devam ediyor, kulaklarımda ziller çalıyordu. Annem arada bir şeyler söylüyordu ama ben hiçbirini duyamıyordum. Gözlerime kaçan şeyler canımı çok acıtıyordu, bastığım yeri görmekte zorlanıyordum ama şikâyet etmeye zaman yoktu. Yapabileceğim tek şey annemi ve kardeşimi bırakmamaktı, ne olursa olsun bırakmamak. Nereye gittiğimizi bilmiyorduk, komşularımızın peşine takılmış sadece koşuyorduk.

15

Emel Durmaz Ergün / Korkma Anne Yağmur Yağıyor

ellerimle kulaklarımı kapatmıştım. Kulaklarım ağrımaya başladı, öyle güçlü patlıyordu ki patlayan gök mü, yer mi anlayamıyordum artık. Bulutlar bu kadar kızgın olamazdı. Evimizin duvarlarıyla birlikte yer de sallanmaya başladı. Hayır bulutlar bu kadar kızgın olamazdı! Kızgın olan başka bir şeydi! Masallar anlatırdı anneannem bana, çok severdim masal dinlemeyi. Bir dev masalı vardı ki hem korkar hem tekrar tekrar anlattırırdım anneanneme; “ korkma kızım, devler sadece masallarda olur” derdi. Galiba yalan söylemişti anneannem, dışarıda yeri göğü inleten, evimizi sallayan o bir dudağı yerde, bir dudağı gökte olan dev olmalıydı. Masaldaki kahraman da ben olabilirdim belki, annemi, kardeşlerimi hatta Ahla teyzeyi bile kurtarırdım. Ama titreyen ellerimle kulaklarımı bile zor kapatabilirken koca devle nasıl savaşırdım? Üstelik kahramanlar altına işemezdi, ben işemiştim. Orada ne kadar zaman bekledik bilmiyorum, dakikalarca mı, saatlerce mi çişimin üstünde oturdum, anlayamadım. Küçük kardeşimin ağlamaktan sesi kaçmıştı, sadece büyük iç çekişleriyle ara ara sarsılan bedeni ablamın üzerine yaslı öylece duruyordu. Ablam kucağında Ayazhan’ın saçlarını okşarken anneme ne kadar çok benziyordu. Söz vermişti bana, eğer annem de cennete giderse bize bakacağına, annelik edeceğine söz vermişti. Odadan çıkan annemin geri döneceğinden emin değildim ve ablamın sözü şu anda beni sakinleştirmeye yetmiyordu. Dışarıdan bir sürü insan bağırışları duyuluyordu, kimi ağlıyor, kimi çığlık atıyordu. Belli ki koşuşturuyorlardı. Arada bir tanıdık


Acıyan gözlerimle arada görebildiklerimle gözlerimi sımsıkı yummak istiyordum. Gözlerim görmesin, kulaklarım duymasın, bacaklarım koşmasın, şuracıkta uyuyayım. Uyanınca da annem “geçti güzel kızım, rüyaydı” desin. Ne olur Allah’ım öyle olsun. Allah’a yalvarıyordum ama avuçlarımı açamazdım ki, bir elim annemde, bir elim ablamın eteğinde, bırakamazdım. Avuçlarımı açmazsam sayılır mıydı ki? Aralık gözlerimin az ötesinde yerde bir adam yatıyordu. Yattığı yerin etrafı kıpkırmızıydı, bacağı mı kopmuştu ne? Uğultuların arasında annemin; “bakmayın” diye bağırdığını duyabildim. Dinlemedim annemi, adamın etrafında birkaç kişi vardı, yardım etmeye çalışıyorlardı. Dinlemedim annemi; “bakma” dedikçe baktım, içindeki parçacıkların gözlerimi yırtarcasına acıtmasına rağmen baktım, her baktığım yerde gördüğüm alevlere, yıkılmış duvarlara, dili dışarıda kan içinde yatan köpeklere rağmen baktım. Midemin içindekileri ağzımın içinde tutmama rağmen baktım. Tozdan dumandan zar zor görünse de baktım. Öyle bir şey geldi ki içime, sanki bir güç gibi; baktım, baktım, baktım. Masallardaki mucizeler gibiydi sanki. Sanki boyum uzadı bir anda, ellerim büyüdü, terliklerim ayaklarıma küçük gelmeye başladı. Baktıkça büyüyor, büyüdükçe daha çok bakıyordum. Belki de masaldaki kahramana dönüşüyordum. Kız kahraman da olur, neden olmasın ki? Tıpkı babam öldüğünden beri bizim kahramanımızın annem olduğu gibi. Her şeyi görmek istedim bir anda, her sesi duymak. Tüm bunların bir rüya olamayacağından emin oldum. Uyumak değil, asıl uyanık kalmak gerektiğini hissettim. Ömrüm boyunca uyumamalıydım, hepsini hatırlayıp asla

uyumayacağıma kendi kendime söz verdim. Asla uyuyanlardan olmayacaktım! Devin dudaklarını görebileceğimi sanarak kafamı kaldırıp bir kez daha gökyüzüne baktım, bir şeyler düşüyordu gökten. Düştüğü yerleri patlatıyor, toprak gökyüzüne doğru fışkırıyor, ardından alevler çıkıyordu. Kimi uzağa kimi yakına düşüyordu. Güçlenmiştim ama her patlamanın ardından kulaklarım tıkansa da kafamın içinden kendi çığlığımı duyuyordum. Galiba ölecektik! Kim bilir belki babamın yanına giderdik o vakit. Ama ölmek iyi bir şey değildi. Yine de sanki korkmuyordum artık. Daha fazla korkacak korkum kalmamıştı. Zaten büyümüştüm de. Gökyüzüne tekrar kaldırdım başımı, düşen şeylere baktım, baktım, baktım. Sonra annemi çekiştirip bir an durdurdum.

-Korkma anne, yağmur yağıyor!.. Şimdi siz diyorsunuz ki, 7 yaşında bir çocuk bunları nasıl yazdı? Yanılıyorsunuz! Siz beni hala çocuk mu sanıyorsunuz? Tıpkı bazılarının kendini insan sandığı gibi! Benim adım Nargül

ya da Mervan

yada… Ben Bayırbucak Türkmeniyim ya da Filistinli ya da…. Bilseniz ne fark edecek ki? Bilmeniz

Emel Durmaz Ergün / Korkma Anne Yağmur Yağıyor

gereken tek şey; ben sizinle aynı dünyadayım, 7 yaşındayım ve artık çocuk olamam. O yağmurda büyüdüm ben. Çocukluğum biraz toza, biraz kana bulanıp, devin bir dudağı yerde, bir dudağı gökte olan ağzının içinde eriyip gitti. Ben büyüdüm ve 7 yaşındayım. Ya Siz? 16


19. YÜZYIL BATI RESİM SANATINDA DOĞU BATI ETKİLEŞİMİ: OSMAN HAMDİ VE FAUSTO ZONARO'NUN KARŞILAŞTIRILMASI

Ögr. Gör. Yıldız Özfırat Öğretim Görevlisi

ÖZET

Oryantalist akımın en önemli sacayaklarından birisi de kuşkusuz resim sanatıdır. Batılı ressamların kimileri Doğu’ya giderek Doğu dünyasını resmetmişler, kimileri ise hiç böyle bir çabaya bile girişmeden D o ğ u ’ya g i d e n sey ya h l a rd a n , ress a m l a rd a n duyduklarından ve okuduklarından yola çıkarak masa başı oryantalizm yapmışlardır. Ancak o dönemlerde yapılan bu tarz çalışmalar bugün incelendiğinde büyük bir oryantalist bilginin oluştuğu görülmektedir. Ve bu bilgi yalnızca Batı tarafından oluşturulmamış, Doğu da kendisini oryantalist bir tarzda ele almıştır. Özellikle Osmanlı Devleti'nin son dönemlerinde Batı’nın pek çok konuda örnek alınıyor olması, devletin resmi siyasi politikalarının Batıcı bir tarzda olması gibi sebeplerle 19. Yüzyıl Osmanlı devletinde Batı eksenli köklü bir değişim sürecinin yaşandığı görülmektedir. Bu sürecin en önemli etkenlerinden birisi Batı’ya öğrencilerin gönderilmesi olmuştur. Böylece Batı’da eğitim görmüş olan bu öğrenciler, siyasetten ekonomiye, sanattan teknik bilimlere kadar pek çok alanda Batı’dan aktarma bir değişim sürecinin baş aktörleri olmuşlardır. Zonaro ve Osman Hamdi ise her ikisi de oryantalist akımın temsilcisi olan ressamlardır. Zonaro Batı’lı bir oryantalist olarak Doğu’ya gelmiş ve Osmanlı’yı resmetmiştir. Osman Hamdi ise, batılılaşma politikaları ekseninde Batı’ya eğitim amaçlı gitmiş ve geri döndüğünde oryantalist nitelikli ancak diğerlerinin aksine Doğu’yu yücelten birtakım eserlere imza atmıştır. Dolayısıyla, Zonaro ve Osman Hamdi’nin karşılaştırılması Batılı ve Doğulu

Anahtar Kelimeler: Oryantalizm, Batılılaşma, Doğu İmgesi, Osman Hamdi, Fausto Zonaro

Öğr. Gör. Yıldız Özfırat /19. Yüzyıl Batı Resim Sanatında Doğu Batı Etkileşimi: Osman Hamdi Ve Fausto Zonaro'nun Karşılaştırılması

Tarihsel toplumsal temelleri çok daha eskilere kadar uzanmasına rağmen, genel olarak 19. Yüzyıldaki büyük değişimlerden beslenen oryantalist akım Batı’nın Doğu ile ilgili tutum, düşünce ve yargılarını i ç e re n b i r b i l g i a l a n ı n ı t e m s i l e t m e k t e d i r. Oryantalizmde temel nokta, Batı’nın Doğu’ya yönelik negatif eleştirel bir tutuma sahip olmasıdır. Bu bağlamda Batı’nın gözünde Doğu her zaman barbar, ilkel, geleneksel ve dişil gibi birtakım özelliklere sahiptir. Batı’nın böylesi önyargılı düşünceleri Doğu’yu sosyo-kültürel ve ekonomik anlamda hep ikincil konuma düşürmüştür. Oysa ki Doğunun tarihsel toplumsal temellerine bakıldığında oldukça köklü ve zengin bir birikime sahip olduğu görülmektedir. Oryantalizmin buradaki temel amacı Batı’nın sahip olduğu değerleri olumlayarak, karşısındaki Doğu’yu ötekileştirmek ve uygarlıklar arasında kültür eksenli bir kimlik tanımlaması yapmaktır.

ressamların gözünde Osmanlı’nın değerlendirilmesinin nasıl olduğunu gösteren bir örnek olmaları bağlamında büyük önem taşımaktadır.

INTERECTION BETWEEN EASTWEST ON THE 19th CENTURY ART OF PAINTING: COMPARISON OF OSMAN HAMDI AND FAUSTO ZONARO SUMMARY Orientalism, which was generally fed by the 19th centuries big changes, consists and represents of West's attitudes, beliefs and values regarding to the East, even though its historical and sociological roots are date back tool dertime. The main point of Orientalism is the West's critical and negative attitude towards the to the East.Inthisregard, East always has barbaric, primitive, traditional, feminine and such as features in the eyes of the West. Such prejudiced ideas of the West about the East in the sociocultural and economic terms has always lowered the East secondary position.Where as historical and social foundations of the East was quite well-established and have a rich history that can be seen.The main purpose of Orientalism of the West is to marginalize and to make identification between the culture of civilizations axis by affirming its values, across the East. Art of painting is one of the most important pillars of the Orientalism without doubt. Some of the Western painters have portrayed some of the Eastern world by going to the east and some made the orientalism by the desk without making such an effort, based on some of the the travelers, what they have read and heard from painters. However, the formation of a great Orientalist knowledge can be seen when this kind of work, done in that period, is examined today.It was also not created solely by the West, the East has addressed itself an orientalist styleEspecially in final period of the Ottoman Empire, West was taken as a role model in many areas, the official policy of the states wasWesternization in The West oriented fundamental transformation process is observed in Ottoman Empire during the 19th century, One of the most important factors of this process was to send students to the West. There by, those students who were educated in the West, have been the main actors in the process of a change, in many areas, such as politics, economics, art, technical sciences that transferred from the West. Zonaro and Osman Hamdi, both are the painters that represents the orientalist movement. Zonaro, as a Western orientalists, have come to the East and portrayed the Ottoman Empire. Osman Hamdi went to the West for educational purposes in regards of westernization process and when he came back, he had number of orientalist essentialed art works unlikely others that glorifies East. Therefore, comparison of Osman Hamdi and Zonaro has a great importance, which can take as an example, regarding the valuation of the Ottoman’s in the Western and Eastern painters eyes. KeyWords: Orientalism, Westernization, East Image, Osman Hamdi, FaustoZonaro

17


1. 19. YÜZYIL AVRUPA RESİM SANATI VE ORYANTALİZM

Öğr. Gör. Yıldız Özfırat /19. Yüzyıl Batı Resim Sanatında Doğu Batı Etkileşimi: Osman Hamdi Ve Fausto Zonaro'nun Karşılaştırılması

GİRİŞ Tarihsel toplumsal temelleri çok daha eskilere kadar uzanmasına rağmen, genel olarak 19. Yüzyıldaki büyük değişimlerden beslenen oryantalist akım Batı’nın Doğu ile ilgili tutum, düşünce ve yargılarını içeren bir bilgi alanını temsil etmektedir. Oryantalizmde temel nokta, Batı’nın Doğu’ya yönelik negatif eleştirel bir tutuma sahip olmasıdır. Bu bağlamda Batı’nın gözünde Doğu her zaman barbar, ilkel, geleneksel ve dişil gibi birtakım özelliklere sahiptir. Batı’nın böylesi önyargılı düşünceleri Doğu’yu sosyo-kültürel ve ekonomik anlamda hep ikincil konuma düşürmüştür. Oysa ki D o ğ u ’n u n ta r i h s e l to p l u m s a l te m e l l e r i n e bakıldığında oldukça köklü ve zengin bir birikime sahip olduğu görülmektedir. Oryantalizmin buradaki temel amacı Batı’nın sahip olduğu değerleri olumlayarak, karşısındaki Doğu’yu ötekileştirmek ve uygarlıklar arasında kültür eksenli bir kimlik tanımlaması yapmaktır. Oryantalist akımın en önemli sacayaklarından birisi de kuşkusuz resim sanatıdır. Batılı ressamların bazıları Doğu’ya giderek Doğu dünyasını resmetmişler, bazıları ise böyle bir emeğe bile gerek duymadan D o ğ u ’ya g i d e n sey ya h l a rd a n , ressa m l a rd a n duyduklarından ve okuduklarından yola çıkarak hayallerindeki Doğu'yu resmetmişlerdir. Ancak o dönemlerde yapılan bu tarz çalışmalar bugün incelendiğinde büyük bir oryantalist bilginin oluştuğu görülmektedir. Ve bu bilgi yalnızca Batı tarafından oluşturulmamış, Doğu da kendisini oryantalist bir tarzda ele almıştır. Özellikle Osmanlı Devletinin son dönemlerinde Batı’nın bir çok konuda örnek alınıyor olması, devletin resmi siyasi politikalarının Batıcı bir tarzda olması gibi sebeplerle 19. Yüzyıl Osmanlı Devletinde Batı eksenli köklü bir değişim sürecinin yaşandığı görülmektedir. Bu sürecin en önemli unsurlarından birisi Batı’ya öğrencilerin gönderilmesi olmuştur. Böylece Batı’da eğitim görmüş olan bu öğrenciler, siyasetten ekonomiye, sanattan teknik bilimlere kadar pek çok alanda Batı’dan aktarma bir değişim sürecinin baş aktörleri olmuşlardır. Zonaro ve Osman Hamdi ise her ikisi de oryantalist akımın temsilcisi olan ressamlardır. Zonaro Batılı bir oryantalist olarak Doğu’ya gelmiş ve Osmanlı’yı resmetmiştir. Osman Hamdi ise, Batılılaşma politikaları ekseninde Batı’ya eğitim amaçlı gitmiş ve geri döndüğünde oryantalist nitelikli ancak diğerlerinin aksine Doğu’yu yücelten birtakım eserlere imza atmıştır. Dolayısıyla, Zonaro ve Osman Hamdi’nin karşılaştırılması Batılı ve D o ğ u l u ressa m l a r ı n g ö z ü n d e O s m a n l ı ’n ı n değerlendirilmesinin nasıl olduğunu gösteren bir örnek olmaları bağlamında büyük önem taşımaktadır.

18

19.yy, Avrupa için sanayi ve demokraside, Batı toplumunun yaşantısında köklü değişikliklere neden olan devrimlerin yüzyılı olarak anılmıştır. Tarımcılık yerini sanayiciliğe bırakmış, buhar ve elektrik gücü birçok alanda kullanılmaya başlanmıştır. Bu gelişmişliğin yarattığı kentleşme birçok yeşil alanın azalmasına neden olmuştur. Köyden kente işçi göçleri başlamıştır. “Giderek güçlenen alt ve orta sınıflar yönetimden ve iş- verenden birtakım yeni taleplerde bulunmuş; bunun sonucunda ortaya çıkan yeni kurumlar ve yaşam tarzları, sanatı da önemli ölçüde etkilemiştir"(İnankur, 1997). Birçok alan gibi gelişmişliğin vücut bulduğu 19.yy sanatında belirli dönem üslupları yerine başka tür bir süreklilik, akımlar ve karşı akımların sürekliliğiyle karşılaşılmaktadır. Hiçbir ulusal, etnik ve kronolojik sınır tanımayan bu akımların birbirleriyle rekabet ettiği çatıştığı, kaynaştığı ya da birleşmesi gibi birtakım süreçlerle karşılaşılmaktadır. Dolayısıyla da modern sanatın açıklanmasında bu akımların bizlere çizmiş olduğu harita önemli bir teorik temel teşkil etmektedir (İnankur,1997). 19. Yüzyılın bu kaotik ortamının sanata yansıması şeklinde ortaya çıkmış olan bu farklı akımlar dönemin sosyo-kültürel yapısını analiz etmede önemli bir araç konumundadırlar. Bu ba ğ l a m d a , b u d ö n e m d e o r taya ç ı k m ı ş o l a n neoklasisizm, romantizm, empresyonizm, realizm ve o r ya nta l i z m g i b i a k ı m l a r b u n o kta d a ö n e m taşımaktadırlar. Neoklasisizm akımında tarihsel olayların ve Yunan m i to l o j i s i n e d a i r ö ğ e l e r i n ö n p l a n a ç ı kt ı ğ ı görülmektedir (Resim-1).

Jacquez Louis David, “Horaslar'ın Yemini”,TÜYB, 330 x 425 cm,1784


Örneğin bu dönemin en önemli toplumsal olayı sayılabilecek Fransız Devriminin ve öncesindeki cumhuriyetçi fikirlerin olduğu kadar Paris ve Helen’in aşklarını anlatan mitolojik öğelerin tuvale yansıdığı görülmektedir (Resim-2).

Resim 2- Jacquez Louis David,”The Loves of Helen, TÜYB, 146 x 181 cm,1788

Paris and

Benzer şekilde romantizm akımında da dönemin tarihsel toplumsal koşullarının resmedildiği görülmektedir (Resim-3).

Eugene Delocroix, “Halkına Yol Gösteren Özgürlük”, TÜYB, 260 cm x 325 cm,1830

Gerek Fransız gerek Alman gerekse de İspanyol romantik akım temsilcilerinin resimlerinde dönem koşullarının duyguyu ve ifadeyi ön plana çıkaran bir üslupla yansıtıldığı görülmektedir. Bu süreçte çalışmanın da temel konusunu oluşturan oryantalizm sanatta yaşanan bu değişim sürecinin bir devamcısı olarak karşımıza çıkmaktadır (Resim-4).

Fransa imparatoru, I. Napolyon Bonaparte' ın Mısır seferi ve I. Dünya Savaşı arasında yaşanan süreçte iki karşıt kültürün karşılaşması sonucunda sanat ortamında bir patlak oluşur ve bu patlak görsel imgelere dökülür: “Bilinmeyene Merak” (Germaner, 2000). Bu bağlamda Batı kendi kültürünün bir karşıtı olarak gördüğü Doğu’ya yönelerek onu kendi kavramlarıyla açıklamaya çalışmıştır. Ancak bu çaba bir uygarlığı olumlu yönleriyle anlamaya ve tanımaya çalışmaktan ziyade onu eleştirel bir perspektifle değerlendirerek biz ve onlar ayrımını yapmıştır. Dolayısıyla da çok büyük bir sosyo-kültürel mirasa sahip olan Doğu, Batı’nın gözünde yeniden keşfedilme nesnesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Bunun sonucunda da temsili bir Doğu imgesi yaratılmaya çalışılmıştır. İşte bu temsil çabaları Batı merkezli oryantalist akımlara işaret etmektedir. Bonapart’ ın 1798’de Mısır Seferi’yle başlayarak devamında gelişen tarihsel süreçte yaşananlar Batı’nın Doğu’ya olan ilgisini artırmıştır. Doğu’ya yönelik bu ilgi, yani Doğunun din, dil , tarih ve kültür gibi alanlarda incelenmesini ifade eden bu yeni anlayış oryantalizm olarak adlandırılmaktadır. Oryantalist nitelikli araştırmalar gerek Batılı gerekse de Doğulu sanatçılar ya da düşün insanları tarafından yapılmıştır; ve belirli eksenlerde incelemeler, eleştiriler ve tartışmalar yapılmıştır. Bu noktada Doğunun kendisi ile ilgili yapmış olduğu çalışmaların niteliği de önemlidir. Bu bağlamda Doğulu bilim insanlarınca da oryantalizm ülke politikalarından, bağımsız hareket edemeyerek savaş ve siyasi kamplaşmalardan dolayı tutarlı bir şekilde anlam değiştirmiştir. Kavramın epistemolojik kökenine bakılacak olursa, oryantal; Doğuya ait olan veya Doğuyu hatırlatan Fransızca kökenli bir sözcüktür. Oryantalist ise Doğu uzmanı kişilere verilen addır (Meydan Larousse, 1979). Halliday'ın çalışmasında (Özdal, 2012'de belirtildiği üzere) “Ortadoğu ve özel olarak Arap dünyasına ilişkin yaklaşımların bazı genel öncülleri dil, din ve t a r i h s e l d e ğ i ş i m l e r i e l e a l ı ş b i ç i m i o l a ra k tanımlanabilir". Oryantalizm hakkında birçok eser ortaya çıkmıştır ve bu eserlerden Filistin asıllı Amerikalı Edebiyat profesörü Edward Said’ in 1978 yılında yayınladığı “Oryantalizm” adlı kitabı çığır açıcı olması nedeniyle

19

Öğr. Gör. Yıldız Özfırat /19. Yüzyıl Batı Resim Sanatında Doğu Batı Etkileşimi: Osman Hamdi Ve Fausto Zonaro'nun Karşılaştırılması

Jean Leon Gerome,”Saray Terasında”, TÜYB, 82x120 cm, 1886


Öğr. Gör. Yıldız Özfırat /19. Yüzyıl Batı Resim Sanatında Doğu Batı Etkileşimi: Osman Hamdi Ve Fausto Zonaro'nun Karşılaştırılması

literatürde önemli bir bilgi alanını temsil etmektedir. Amerikalı tarihçi James Clifford “Oryantalizm Üzerine” adlı makalesinde Said’in oryantalizm tanımlarını şu şekilde aktarır: Halliday'ın çalışmasında (Özdal, 2012'de belirtildiği üzere) ; "Said Oryantalizm’i asla doğrudan tanımlamaz daha ziyade farklı ve her zaman birbiriyle uyumlu olmayan çeşitli bakış açılarından nitelendirir ve işaret eder. Birincisi oryantalizm oryantalistlerin yaptıkları ve yapmakta oldukları şeylerdir. Bir oryantalist Doğuya özgü ya da genel yönleriyle öğreten, hakkında yazan ya da araştıran kimseye denir. Bu grubun içerisine akademisyenler, hükümet uzmanları girer: filologlar, sosyologlar, tarihçiler, antropologlar. İkincisi oryantalizm ‘Doğu’ ile (Çoğu zaman) ‘Batı’ arasında yapılan ontolojik ve epistemolojik bir ayrıma dayalı düşünme tarzıdır. ‘Doğu’nun insanları gelenekleri aklı ve kaderi vs hakkında özcü ifadelerde bulunan özcü yazı oryantalisttir. Son olarak oryantalizm Doğu ile uğraşan ortak bir kurumdur ve bu kabaca 18.yy sonları takiben gelen sömürge çağında Doğu’ya egemen olan Doğu’yu yeniden yapılandıran ve onun üzerinde otoriter olan gücü elinde bulundurur". Konu bu eksende değerlendirildiğinde oryantalist nitelikli çalışmaların Doğu’yu Batı’nın kendi perspektifinden yeniden üretime tabii tutmaktadır. Bu yeniden üretim sürecinin belki de en yoğun yaşandığı alanlardan birinin resim sanatı olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Dolayısıyla, hem Batılı ressamların hem de Doğulu ressamların Doğu’yu resmetme biçimleri bu çalışma kapsamında büyük önem taşımaktadır. Bu bağlamda öncelikle Batı’nın oryantalist nitelikli resimlerine ardından Doğulu ressamların resimlerindeki oryantalist öğelerin analiz edilmesi gerekmektedir.

nedeni "harem" olgusudur. (http: //wowturkey.com /forum/viewtopic.php?p=656446). Bu arada, ilk olarak İtalya’da kullanılmış olan Doğu tarzı kıyafetlerin tüm Avrupa’ya yayıldığı ve hatta Bazı İtalyan ustalarının figürlerin de kullandığı basmakalıp Memluk, Bizans ve Moğollara ait öğelerin Batı’nın tanıştığı ilk oryantalist öğeleri oluşturduğu da bilinmektedir. Resim alanında ise Doğu, Batı resmine ilk olarak Bellini’ nin çalışmaları ile girmiştir. Bellini İstanbul’a gelip Fatih Sultan Mehmet’in portresini yapmıştır. Osmanlı imparatoru Kanuni Sultan Süleyman’ ın 1521’de Belgrat’ı Fethetmesi Avrupalılarda Osmanlı’ya karşı büyük korku gelişmesine neden olmuş ve kendi varlıkları açısından ciddi bir tehdit olarak görülmeye başlanmıştır. Bu tehdit unsuru barbar, zalim, eli kanlı olarak görülmüştür. Bu durum 1571 yılında İnebahtı’ nda Haçlı Seferlerinin Osmanlı’ya karşı galibiyetine kadar devam etmiştir. Bu galibiyet Batı’nın siyasal anlamda Osmanlı Devletine karşı bir üstünlük yarışına girmesini cesaret-lendirmiştir. 17.yüzyıldaki Türk korkusu, Osmanlı İmparatorluğunun topraklarını genişletme isteği, iç huzursuzluk, mali açık gibi nedenlerle sarsılan düzen 1699 Karlofça Antlaşması ile Türk tehdidinden kurtulan Batı dünyası için Doğu ile daha rahat ilişki kurulmasına neden olmuştur. Avrupa’ya gönderilen Türk elçileri ve Osmanlı İmparatorluğuna gelen elçi heyetleri sayesinde ilişkiler daha da gelişmiştir. Bunun yanı sıra 28. Çelebi Mehmet Efendi’nin Paris’e gidişi Osmanlı önyargısını değiştirmiştir. Son derece iyi eğitimli, nazik, zarif, aydın bir insan olarak Osmanlı’yı temsil etmiştir ve Paris' de duvar halıları, gravür ve tablolar yapmıştır. 21 yıl sonra oğlu Said Efendi Paris’e gider ve XV. Lui' nin sevgilisi Madam de Pompadour’u sulltan pozunda Türköri modası ile resmeder (https://www.youtube.com/watch?v=hzzi7m8vmEA).

Oryantalist ressamlar üslup açısından incelendiğinde bu resimlerin en önemli ortak yönü güçlü ve parlak renkler olarak değerlendirilebilir. Bu durumun Doğu ülkelerinde ki ışığa bağlı olduğu iddia edilebilir. Oryantalist resimler 19. yüzyıl başlarında büyük ölçüde hayalidir. Ancak ilerleyen süreçte, Doğu daha yakından tanınmaya çalışılmış ve artık hayalden ziyade daha gerçekçi nitelikli resimler yapılmaya başlanmıştır.(İnankur, 1997) . Oryantalist resimler figürlü kompozisyonlar ve manzaralar olarak iki başlıkta toplanabilir. Av, harem, hamam ve dans, günlük yaşam, portre, İslam dini ile ilgili ibadet sahneleri gibi konuların yer aldığı figürlü kompozisyonlar ve İslam mimarlığı etkisindeki kent görünümleri, anıt ve arkeolojik alanların yer aldığı manzara resimleri oryantalist sanatçıların konularını oluşturmaktadır. Bu resimlerde her ne kadar bir üsluptan söz edilemese de oryantalist ressamların pek çoğu genelde dönemlerin akademik tarzında çalışmaktadır. Dolayısıyla bu resimlerin büyük bölümünde akademi önemini yitirmiş olmasına rağmen 1970’lerden bu yana yeniden ilgi odağı olmuştur. Diğer taraftan oryantalist yaklaşımda kadın ve kadına ilişkin resimler önemli bir yer tuttuğu görülmektedir. Bunun belki de en önemli

20

2013 yılında Sakıp Sabancı Müzesi "Oryantalizm'in 1001 Yüzü" adlı sergi nedeniyle düzenlenen konferansta İnankur' un sözleri hatırlanacak olursa; Avrupa’ya götürülen Doğu antikiteleri Doğu hakkında bilgiler verir. Avrupa’ya açılan İslam eserleri Batılıya Avrupa kültürü dışında başka bir kültürün de olduğunu gösterir. Farklı tarzlar beğeni modası gelişmiştir. Tek bir binada sergiler yapılırken o ülkelere özgü mekanlarda sergiler düzenlenmeye başlanmıştır ve bu evrensel sergilerin ilki 1798 yılında Fransa da milyonlarca insanın katılımı ile gerçekleşmiştir. 1867 yılında Paris evrensel sergisinde Leon Parviye tarafından Osmanlı pavyonda resmedilmiş, çeşme, cami gibi konulu resimler sıklıkla yapılmıştır. (https://www.youtube.com/watch?v=hzzi7m8vmEA). Oryantalizmi politik olarak değerlendirdiğimiz koşulda temel olarak gösterilmek istenen vahşet, savaş ve erotizm gibi unsurlarla karşılaşırız. Batılı gözünde, Doğulu kadının ahlaki yönden zayıf olduğu kabul edilip resimlerde de çıplak göstermelerinin ya da erotik unsur olarak görünmelerinde herhangi bir kaygı


duyulmadığı kolayca tespit edilir. İslam dünyasını Batıya tanıtmak amaçlı günlük yaşamı konu alınmıştır. Arkeoloji ile ilgilenip, Avrupa’da kurulan müzelere yeni eserler kazandırılıştır. Bu durumu da ele geçirilen eserlerin daha iyi koşullarda saklanıp muhafaza edileceği inancıyla gerçekleşmiştir. Batı dünyasında Doğu’yu ve Osmanlı’yı resmeden oryantalist ressamlar oldukça fazladır. Ancak bu çalışma kapsamında incelenecek olan kişi Fausto Zonaro’ dur. Kendisi Osmanlı’yı bizzat gidip görerek resmetmiş olması ve son oryantalist saray ressamı olması bağlamında önem taşımaktadır.

İ ta l ya n ressa m Zo n a ro ( 1 85 4- 1 929 ) , İstanbul'da çok sayıda resim üretmiştir. Türk ressamlarının da Avrupa’da, özellikle Paris’te sanat hayatına katılmalarına destek vermiş ve Türk resminin gelişiminde önemli bir yere sahiptir (http:// wowturkey.com). Zonaro anılan dönemde eşine az rastlanır bazı görüntüleri resminde kullanmıştır. Kadın ve erkeğin bir arada günlük hayattaki yanyanalıklarını ve birbirine olan temaslarını gözler önüne sermiştir. (Germaner,2009). (Resim-5).

Fousto Zonaro, “Kayığa Binen Cariyeler”,TÜYB, 56x83 cm, 1891-1910

Mistik, görülmemiş, resmedilmemiş manzaraları çalışmıştır. Birçok macerayı birlikte yaşadığı kız arkadaşı (sonradan eşi olacak) Elisa Pante ile birlikte kurdukları rüyanın peşinden İstanbul' a gelmiştir. İstanbul genç çift için heyecan verici ve her noktası resim yapılacak harika manzaralarla dolu bir şehir olmuştur. Bu eşsiz şehirde kısa sürede çevre oluşturan çift, İtalyan bir ressam olarak beğeni toplamıştır. Zonaro, Osman Hamdi Bey’in de dostluğunu kazanmıştır. İtalya bakış açısı ile yaşadığı şehri ve hayatı konu alan eserler üretmiş ve özgünlüğe önem vermiştir (Başbuğ, 2009) . İstanbul’u ve günlük yerel hayatı fotoğraflamışlardır. Birlikte her hafta Galata Köprüsü üzerinde gerçekleşen “Ertuğrul Süvari Alayı”nın geçidi, ilgi odakları olur ve Elisa’ nın fotoğrafladığı bu törenin bir resmini yapar ve bu resim

Fousto Zonaro, “Ertuğrul Süvari Alayı'nın Galata Köprüsü'nden Geçişi”, TÜYB, 117x 202

Bu ödülün yanı sıra Zonaro artık saray ressamı olarak ilan edilir. Serveti-i Fünun Dergisi adına gelen bir davete katılmak üzere derginin yazarlarından olan Mehmet Sadık 1898 yılında Zonaro ile tanışır. Sohbet sırasında Zonaro kendi eserlerini şöyle yorumlamıştır: “Eserlerimde alışılmışın üstünde bir özellik yok. Ama bir övünç kaynağım varsa, o da ömrümü çalışarak geçirmemdir. Dolaşıyorum, çalışıyorum ve ömrümün sonuna kadar da çalışacağım, doğayı, bu emsalsiz kenti ve i n s a n l a r ı n ı t u va l l e r i m d e re n k l e n d i re re k , ölümsüzleştireceğim. Dilerim bana gayretli bir sanatçı desinler. Benim için en büyük ödül budur. Zaten Padişah Efendimiz Haziretleri Şehriyaride, beni lütfen takdir buyurdular. Bu evi bana verdiler. Bana çalışma ve yaşam gücünü, cesareti ve saadeti verdiler. Eserlerime kıymet gösterdiler. Yaşamın güvencesi için ne lazım ise, bunları bana ve aileme sağladılar. Ben de kendilerine olan vicdani ve sanat borcumu ödeyebilmek amacıyla çalışıyorum ve çalışıyorum” (Öndeş ve Makzume, 2003) . Rufai dervişleriyle de ilgilenen Zonaro, İtalya’da Armi Meydanı’ndaki ‘Yurt dışında Yaşayan İtalyanlar’ sergisinde 'Ayin Yapan Dervişler' konulu üç tablosunu sergilemiştir. "Olağanüstü bir dokunma gücüne, usta bir anlayışa ve yarattığı eserlerde alışılmışın dışında bir etkinliğe sahip” (Öndeş ve Makzume, 2003). (Resim-7).

Fousto Zonaro, “Ayin Yapan Dervişler”, Sulu Boya, 27x43 cm, 1909

21

Öğr. Gör. Yıldız Özfırat /19. Yüzyıl Batı Resim Sanatında Doğu Batı Etkileşimi: Osman Hamdi Ve Fausto Zonaro'nun Karşılaştırılması

2 . O R YA N TA L İ S T S A N AT Ç I OLARAK ZONARO’NUN ESERLERİNDE DOĞU UYGARLIĞI VE ORYANTALİST ÖĞELER

vesilesiyle II. Abdülmecit’in huzuruna çıkarılıp, Mecidiye Nişan’ı ile ödüllendirilir (Resim-6).


Öğr. Gör. Yıldız Özfırat /19. Yüzyıl Batı Resim Sanatında Doğu Batı Etkileşimi: Osman Hamdi Ve Fausto Zonaro'nun Karşılaştırılması

Zonaro, 18. yüzyıl Osmanlı Türkiye’sinde iki yüzden fazla ünlü eser vererek İstanbul’un tüm güzelliğini dünyaya duyurmuş ve İstanbul hayranlığının oluşmasında büyük katkısı olmuştur. Zonaro' nun Doğunun hizmetine sunduğu eserleri uluslararası sergilerde yer almış ve büyük beğeniler kazanmıştır. "Zonaro sanatını Türklüğün büyüklüğünü anlatmaya adamıştı. Türkler bu büyük ustanın kompozisyonları ve sihirli fırçasıyla ülkelerinin özelliklerini ve kendi erdemlerini dünyaya tanıttılar. Zonaro, Türkler ve bu ülke için, Osmanlı İmparatorluğu’nun dış ülkelerde görev yapan diplomatlarının çoğundan daha yararlı olmuştur. "Fakat ne yazık ki bu yiğit ve yürekli sanatçı, kötü bir hizmetkar gibi aşağılanıyor. İstanbul’dan, Osmanlı topraklarından çıkıp gitmesi isteniyor ve kesin bir tavır ile uzaklaştırılıyor. Ve bu mükemmel insan ressam Zonaro gönderilmezden önce birkaç günlük hazırlık süresi kendisinden esinlenerek, evinden kovuluyor! Oysa, Akaretler’ deki bu ev, bir ressam stüdyosu olarak, Osmanlı İmparatorluğu’nun reklamını yapan sayısız şahesere beşiklik etmişti. (…) Zonaro’nun sanatçı olması mı suçtu? Kılıçla bu ülke, büyük ve görkemli hale gelebiliyor gibi bir kanı varsa, bir ressamın fırçasından tuvale yansıyan görkemin büyüklüğü yanında bu başarı küçük kalır.” (Öndeş ve Makzume, 2003) . Sanatçının hakları İstanbul’daki İtalyan seferi tarafından da korunamadığı gibi İtalya Dışişleri Bakanı Titoni, İstanbul’da kaldığı seneleri ileri sürerek, sanatçıyı kınayan mesajlar iletmiştir. “Padişah II. Abdülhamid’ in sanata ve sanatçıya engin hoşgörüsü sevgi ve saygısının sıcaklığıyla, İstanbul’u ikinci vatanı olarak görmüştü. Türkçe öğrenmiş, başındaki şapkayı çıkartmış, yerine fes giymişti" (Öndeş ve Makzume, 2003). Padişahın tahttan indirilmesi ile de saray ressamlığı görevinden alınmış ve ülkeyi terk etmek zorunda bırakılmıştır. Tüm olumsuzluklara rağmen ülkesine döndüğünde yanında götürdüğü çalışmaları batılılara sergilemiş ve sergi kataloglarında, kendini Sultan’ın Ressamı “Pittoredi S. M. I. II Sultano” olarak tanıtmıştır. Çalışmanın bundan sonraki bölümünde ise Osmanlı Devletin’ de yaşanan batılılaşma politikalarına değinilerek bunun resim sanatında nasıl tezahür ettiği açıklanmaya çalışılacak ve özellikle de Osman Hamdi’nin eserleri bu eksende tartışılacaktır.

3. BATILILAŞMA POLİTİKALARI BAĞLAMINDA OSMANLI’DA RESİM SANATI VE DOĞU’NUN KENDİNE BAKIŞI Osmanlı Devleti’nin gerilemeye başladığı dönemden itibaren Batı ile olan karşılıklı etkileşim sürecinde artık Batı eski konumundan sıyrılıp Osmanlı Devletine yön veren bir konuma ulaşmıştır. Bu süreçte özellikle 3.Selim ve 2. Mahmut zamanlarında ciddi bir reform dönemine girilmiştir. Reformlar, Batı’nın ba s k ı s ı n a ka r ş ı koy m a k a m a c ı y l a y u ka r ı d a n

22

gelmektedir. Bu yolda en büyük engeli yeniçeri, ulema ve derebeyleri gibi düzenin temel dayanakları teşkil etmektedir. Yeniçeriliğin ortadan kaldırılması ve reform hareketlerine destek olacak bir silahlı gücün kurulması gerekmektedir. Modern ordu yalnızca dış düşmanlara başarıyla karşı koyabilmek için değil, içerde de reform hareketlerini yürütebilmek için gereklidir. Bu sebeple, modern bir ordu kurmak reforma inanan devlet adamlarınca baş amaç olmuştur. Reform arzusu toplumun her kurumunda yaşanmalıydı. Bu nedenle ticaretten sanayiye; giyim tarzından şeyhülislamlığın devlet memuru konumuna oluşturulmasına kadar büyük çapta reformist çabalar yaşanmıştır. Çünkü reform arzusu güçlü ve içtendi. Çoğu biçimsel planda kalmakla birlikte bu içtenliği gösterme bakımından girişilen reformlar başlık devrimi, kıyafet devrimi, d e v l e t a d a m l a r ı n ı n s a ka l - l a r ı n ı n ke s i l m e s i , sadrazamlığın başvekalete çevrilmesi ve öteki bakanlıkların Avrupai adlar kazanması, padişahın resimlerinin devlet dairelerine asılması, devlet ileri gelenlerinin balolara gitmesi, sarayda çatal-bıçak kullanılması, mahalle kahvelerinin azaltılmaya çalışılması, Avrupa’ya öğrenci gönde-rilmesi vb. olarak sıralanabilir (Avcıoğlu, 2001). Toplumsal değişimini hızlı olduğu bu dönemde reformların gerçekleştirilmesi yolundaki en büyük adım özellikle Avrupa’ya öğrencilerin gönderilmesiyle gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Böylece sanat, siyaset, teknoloji ve ekonomi gibi pek çok alanda Batı’dan aktarma bir reform süreci gerçekleşmeye başlamıştır. Bu değişim ve dönüşümün belirgin bir şekilde görüldüğü alanlardan birisi de resim sanatında gerçekleşmiştir. 19. Yüzyıl Avrupalı ve Osmanlı sanatçıları için Ortadoğu, Kuzey Afrika ve Batı merakının giderildiği bir sürece tanıklık etmiştir. Türk resminde Batılılaşma mevcut yapıdan kopuş ve yeni bir ifadenin varlık gösterdiği diğer kültürlerin geleneklerini sanatın ifade aracı olarak kullandıkları bir dönemi oluşturmuştur. Avrupa'dan Osmanlı başkenti İstanbul’a birçok sanatçı gelmiş aynı şekilde İstanbul’dan Paris’e birçok sanatçı yenilikler ve farklı sebeplerle gidiş yapmıştır. Kendi kültürlerinin dışında yeni bir kültür tanımak Batılı için sömürgeciliğin, Osmanlı için Batılılaşma politikası nedeniyle siyasi kararların sanatçı üzerindeki etkisi sanatla siyaset arasındaki ilişkiye işaret etmektedir.. Bu durumun bir genelleme olduğunu belirtip birçok Avrupalı sanatçının Doğu’ya gelme nedenlerinin ta m a m e n ke n d i d ü ş ü n ce l e r i ve p rofe syo n e l yaklaşımları doğrultusunda olduğunu da belirtmek gerekir. Diğer yandan, 18. Yüzyıldan beri Doğu’yu esin kaynağı olarak gören Batılı sanatçı, doğuda yeterince sahip çıkılamadığı fark edilen eserleri kendi ülkelerine götürme arzusu ile de bu seyahatleri gerçekleştirmişlerdir. Osmanlı sanatçısı ise devletin, izlediği batılılaşma politikası uyarınca eğitim amacıyla Batı’ya gönderilmiştir. Bu yönelim bilimsel bir zorunluluk olarak Osmanlının Batı’nın bilimsel gelişmişliğine duyduğu gereksinimden kaynaklanmaktadır. Paris’e giden Osmanlı sanatçısı


Doğu kentlerinin gizemli yaşamıyla etkilenen oryantalistlerin tersine endüstrileşmenin tam olarak sindirilmediği şehirlerle yüzleşmiş ve ilk kez büyük müzeler, galeriler ve hareketli bir sanat camiası ile tanışmıştır. Doğu’da bulunan Avrupalı sanatçılar akademik eğitimden ve geçerli disiplinden uzaklaşırken Osmanlı sanatçısı ise kendini atölye eğitiminin içinde bulup öğrendiği bu yeni disiplini eksiksiz yerine getirmek çabasındadır. Tanzimat döneminin getirisi ile Batı gücünü siyasetten teknolojiye, bilimden sanata her alanda üstünlüğünü kabul ettirmiş ve sanatçı da bu kurallara uyan olarak görülmüştür (Germaner, 2000).

4. OSMAN HAMDİ’ NİN ESERLERİNDEKİ ORYANTALİST ÖĞELERİN ANALİZİ Osman Hamdi, Türk Resim tarihinde ilk olarak Batılı anlayışta figür resmini kullanmış ve bir çok dalda sanatsal çalışmalar yapmıştır. Ressam, müzeci, akademi kurucusu ve arkeolog olarak Türk sanatına bir çok katkısı olmuştur. Türkiye'de sanat alanında birçok yenilik getiren Osman Hamdi, Sanayi-i Nefise Mektebi’nin ve ilk arkeoloji müzesinin de kurucusudur. Hukuk eğitimi için gittiği Paris’te dönemin tanınmış ressamları Jean-Leon Gérome ve Gustave Boulanger'in atölyelerinde çalışmıştır. Osman Hamdi Bey 1881’de Müze-i Hümâyun’un (İmparatorluk Müzesi, bugün İstanbul Arkeoloji Müzesi) Müdürlüğünü de üstlenmiştir. Arkeolojik kazılarda bulunup birçok tarihi eseri gün yüzüne çıkarmıştır. Asar-i Atika Nizannamesi (Eski Eserler Yasası) hazırlayıp, tarihi eserlerin yurt dışına kaçırılmasına engelleyecek çalışmalar yapmıştır. Ayrıca Türkiye'deki müzeciliğin kurulması ve geliştirilip korunmasına yönelik çalışmaları olmuştur. (Baytar, 2010). Osman Hamdi’nin sanat yolculuğu yakından incelenecek olursa; Paris'te bulunduğu yıllarda popüler olan Empresyonizm (İzlenimcilik) akımından ziyade Oryantalizm akımına ilgi duyduğunu

"İzlenimcilerin eserlerinin "Salon"a sokulmaması olayı 1863'de cereyan etmişti. 1863 yılı Osman Hamdi'nin Paris'e gelişinin de üçüncü yılıydı. Bir yabancı öğrenci olduğu için bu olaylara pek katılamazdı. Kendisi yetişme çağındaydı. Diğer Türk öğrenciler olan Ahmed Ali ve Süleyman Seyid de farklı davranış içinde değildi. Resim geleneği yeni yeni oluşan bir ülkenin çocukları olan Türk öğrenciler, dışarıdaki olaylarla ilgilenme yerine kendilerini öncelikle eğitim gördükleri okulda resmin temel kurallarını öğrenmekle yükümlü görüyorlardı. Bu gençlerin, üzerinde dikkatlerini yoğunlaştırdığı kimseler öncelikle hocalarıydı. Osman Hamdi' nin saygı duyup hayranlık beslediği hocası Gerome 1864'de Paris Güzel Sanatlar Okulu'nun atölye hocalığına atanmıştı. Özel atölyesindeki öğrenciliğinin arkasına Güzel Sanatlar Okulu'ndaki atölyesindeki öğrenciliğini de eklemiş olan Osman Hamdi, hocaları Gerome ve Boulanger' nin izlenimcileri' in karşısındaki safta yer aldığını görüyor, doğal olarak gözlemcilikten başka bir şey yapmıyordu.. Ne var ki, gözlerinin önünde cereyan eden kültürel ve sanatsal tartışmalardan da kendine göre bir takım düşünsel ve politik dersler çıkarmış olmalıydı" (Cezar, 1995). İşte bu noktada Osman Hamdi' nin Oryantalizmi: Batı' nın Doğuyu küçümseyerek ele alış biçiminden çok daha farklıdır.Sanatçının eserleri, oryantalist bir Batılı ressam açısından Batıya ders verir nitelikte olmuştur. Çünkü Doğu Batılı bir oryantalist ressam için sefaletin, geriliğin ve fakirliğin vurgulandığı bir simge niteliğindedir. Eserlerinde, Doğu’ya gitmeden kendi dünyalarında yaratılmış karakter ve sahnelerin buluşturulduğu tamamen hayal ürünü tiplemeler yaratıp Doğu insanını küçük düşüren yaklaşımın aksine eserlerinde kitap okuyan ve Doğu insanını yücelten hatta sosyal alanlarda gösterip ve neredeyse Avrupai olduklarını vurgulayan figürlere yer vermiştir. Doğunun kültür ve sanat zenginliğini tüm netliğiyle yansıtabilmek için fotoğraf sanatından da faydalanmıştır. Osman Hamdi eserlerinde Doğu'nun türbe ve cami örneklerine sıkça rastlanır. Eserlerinde Türk mimarisinin ve süsleme sanatlarının en çarpıcı örneklerini bilinçli bir şekilde kullandığını görmekteyiz. Bu nedenle büyük bir ustalık ve sabırla en ince detaylarına varıncaya dek resimlerinde kullanmış olduğu tüm öğeleri ayrıntılı bir şekilde göstermeye çalışmıştır. "Böylece cami ve türbenin yazıları, çinileri, kalem işi süslemeleri, rahleler ve bunlardaki sedef kakmalar, şamdanlar, mumlar, kandiller, halılar ve bunlardaki süsleme bir renk cümbüşü içinde bütün güzellikleri ile gözler önüne serilir" (Cezar, 1995). (Resim-8).

23

Öğr. Gör. Yıldız Özfırat /19. Yüzyıl Batı Resim Sanatında Doğu Batı Etkileşimi: Osman Hamdi Ve Fausto Zonaro'nun Karşılaştırılması

Bu bağlamda Batı’nın sahip olduğu bilgi diğer alanlarda olduğu gibi resim sanatında da teknikten üsluba kadar pek çok alanda kabul edilmiş ve aktarma bir sanat icrasında bulunulmuştur. Bu eserlerdeki öğeler Osmanlı’nın kendisine olan bakışını da içermekte ve içten oryantalizm denebilecek türden bir anlayışın doğmasına da sebep olmaktadır. Böylece oryantalizm yalnızca Batı’nın üretmiş olduğu bir bilgi alanını oluşturmaktan ziyade Doğu’nun da kendisini benzer öğelerle tanımladığı ve bu bilgi alanına eklemlendiği bir dünya görüşü olarak karşımıza çıkmaktadır. Osmanlı’da pek çok oryantalist ressam olmakla birlikte bu çalışma kapsamında incelenecek olan kişi Osman Hamdi’dir. Kendisi Osmanlı’da ilk Doğu’lu oryantalist sanatçıdır.

görmektedir. Bu durum sanat ve siyaset arasında kurulan bağın ne denli etkileyici olduğunu kanıtlar gibidir. İzlenimciler devlet destekli sanatçılara gösterilen duyarlılığın, kendilerine gösterilmediği hatta sergi salonlarına bile kabul edilmedikleri için kenetlenip,seslerini politik sayılabilecek olaylarla duyurmaya çalışmışlardır (Cezar, 1995).


Öğr. Gör. Yıldız Özfırat /19. Yüzyıl Batı Resim Sanatında Doğu Batı Etkileşimi: Osman Hamdi Ve Fausto Zonaro'nun Karşılaştırılması

“Tanzimat ve Meşrutiyet dönemlerinin Batı' dan gelen erkek kıyafetine yer vermemiştir. Erkek kıyafetlerinin bir bölümüne Suriye ve Irak taraflarının Arap unsurlarını da karıştırmıştır. Kıyafetler, ister kendi zamanının, ister kendi zamanının öncesini Türk kıyafeti, isterse Arap unsurlar karşımı bir kıyafet olsun, kompozisyon içinde dikkati çekecek bir özellikte olmasını gözetmiştir" (Cezar, 1995).

Osman Hamdi, "Bursa'da Yeşil Cami'de”, TÜYB, 81x59 cm, 1890

Müslümanların ibadet sahnelerini detaylarıyla resmetmiş, kullanılan eşya ve kıyafetlerin Batılıların ilgisini cezbede bilecek şekilde işlemeyi başarmıştır. Erkek figürlerinde, pantolon, ceket, şalvar, sarık ve fesin yanında az sayıda da olsa entarili, uzun cübbeli k ı y a f e t l e r i n d e k u l l a n m ı ş t ı r. K u r g u l a d ı ğ ı kompozisyonlarının birçoğunda cübbeli figürlere yer vermiştir. Tablolarındaki entarili, cübbeli ve sarıklı kişi olarak genellikle kendisini resmetmiştir (Resim-9).

Türk ressamları içinde kadını konu alan ilk tabloları yapan Osman Hamdi ailesindeki kadınların ve yakın çevresinin portrelerini de yapmıştır. Kadın’ı sosyal yaşam içinde tüm doğallığıyla resmedip günlük yaşantılarını ve güzelliklerini adeta tüm dünyaya göstermeye çalışmıştır. Mekan olarak kadını evde, günlük işlerini yaparken gösterdiği resimlerde genellikle figürlerin ayaklarının çıplak olması, vücut hatlarını gösteren elbiselerin kullanılması, kadının güzelliğini ortaya çıkarmıştır. "Haremden", "Ressam çalışırken", "Türbe Ziyaretinde", "Vazo Yerleştiren Kız", "İftardan Sonra", "Saçlarını Tarayan Kız", "Okuyan Kız", "Kahve Getiren Kız" isimli tablolarında kadın g ü ze l l i ğ i n i n v u rg u l a n d ı ğ ı b e n ze r d u r u m l a ra rastlanmaktadır (Cezar, 1995). Diğer taraftan Osman Hamdi Bey’in kadın konusunu ele aldığı çalışmaların en dikkat çekeni, “Mihrab” (Resim-10)

Osman Hamdi, “Mihrab”(Yaradılış), TÜYB, 210x108 cm, 1901

Osman Hamdi, "Rüstem Paşa Camii Önünde”, TÜYB, 210x120cm, 1905

24

tablosudur diyebiliriz. Bu tabloda kadın Mihrab önündeki bir rahlede konumlandırılmış, başı ve vücudu dik kendinden emin bir şekilde gösterilmiş ve ayaklarının altında kalan kitaplardan çok daha ulvi bir gerçeğin analık duygusun da olduğunu vurgulamak istercesine hamile olan modelini benzerine rastlanmayan bir durumda resmetmiştir.


Bu çalışması ile Osman Hamdi' nin yaşadığı dönem koşulları göz önüne alındığında birçok sanat tarihçi ta ra f ı n d a n ces u r b i r ress a m o l a ra k a n ı l d ı ğ ı görülmektedir.

5. ZONARO VE OSMAN HAMDİ’NİN ESERLERİNDEKİ ORYANTALİST ÖĞELERİN KARŞILAŞTIRILMASI Osman Hamdi'nin Mihrap adlı tablosundan yola çıkarak, İstanbul'da Yıldız Sarayı Tefrişat Nazırı Münir Paşa vesilesiyle tanışan Fausto Zonaro' nun "Kızım Mafalda" (Resim-11)

duygusunun yüceliğini belirtmek istercesine figürü başı d i k k o n u m l a n d ı r m ı ş t ı r. D i ğ e r r e s i m l e r i n d e görülmektedir ki kadını sosyal alanlarda gösterilmiş, çarşıda, türbe ve mezar ziyaretinde resmedilmiştir. Özellikle düşünsel olarak vurguladığı oryantalist yaklaşımda kadını iç mekanlarda, Kur' an okurken, kitap okurken evde günlük işlerini yaparken de resimlemiştir. Osman Hamdi Bey tıpkı Zonaro gibi eserlerinde aile fertlerini model olarak kullanmıştır. Diğer taraftan 19. yüzyılda İstanbul 'da birçok kültürün bir arada yaşadığını hatırlayacak olursak kullanılan kıyafetlerin her iki ressamında eserlerinde benzerlik gösterdiğini söyleyebiliriz (Resim-12).

adlı eserleri üzerinden her iki sanatçının resimlerinde kullanmış olduğu oryantalist öğeler karşılaştırılacaktır.

Elisa'nın objektifinden Mafalda (Annesinin İstanbul'dan götürdüğü kostümlerle )

Osman Hamdi'nin Mihrap adı ile bilinen ve ilk kez 1901’de Berlin’de sergilenen tablosu 1903 yılında Londra’da "Kraliyet Akademisi'nin yaz sergisinde 135 sıra numarası ile "La genese", Tekvin ya da Yaradılış ismiyle anılmıştır" (Eldem, 2010). Yaradılış gibi daha birçok Osman Hamdi resmi isim değişikliğine uğramıştır. Osman Hamdi'nin kardeşi İsmail Galib Bey’in 4. kuşaktan yeğeni olan ve hala Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümünde öğretim üyesi olarak görev yapan Prof. Dr. Edhem Eldem' in tespitiyle Osman Hamdi'nin ismi kesinlikle bilinen eser sayısının çok az olduğunu söylenmektedir. Genel olarak görülmektedir ki birçok t a b l o n u n i s m i ya s o n ra d a n v e r i l m i ş ya d a değiştirilmiştir. Bu tabloyu daha yakından inceleyecek olursak; oldukça dikkat çekici bir sarı elbise ile figürün önünde oturduğu mihrap "Karaman'daki İbrahim Bey İmareti'nden alınıp Müze-i Hümayun'un İslami eserler bölümünde teşhir edilen çinili mihraptır. Rahle, Türk ve İslam Eserleri Müzesi'nde 107 envanter numaralı olanıdır; şamdan ise aynı müzedeki 111envanter numaralıya benzemektedir" (Eldem, 2010). Figürün hamile olduğu Osman Hamdi' nin torunu Cenan Sarç tarafından aktarılmıştır. Figürdeki kadının yine ressamın torunlarından "Cemal Bark vasıtasıyla, resme modellik edenin nor Ermeni hizmetçinin genç kızı olduğunu öğrenebildik" (Eldem 2010). O dönemde ressamın kızı Leyla'nın hamile olduğu ve 1902 'de kızı Nimeti doğurduğu bilinmektedir. Osman Hamdi analık

Figürlerinde, Müslüman kadın kıyafetlerini yansıtan; ferace ve çarşafların kullanıldığı bedeni tam olarak saran, dar kalıplı ve geniş etekli kıyafetlerin kullanıldığını görmekteyiz. Türk kadınları elbiselerinde de olduğu gibi, döşü açık ,ipek kumaş ve uzun kollu olarak görülen modellere her iki ressamın eserinde de karşılaşılmaktadır.Yine her iki sanatçının da eserlerinde genellikle bol paçalı dökümlü şalvar ve taşlı kemerin de kullanıldığı görülmektedir. Kadın figürlerinde saçlar genellikle uzun olup belik denilen örgü ile şekillendirilip genellikle renkli kurdelelerle süslenmektedir. Diğer taraftan genellikle her iki ressamında tablolarında başörtüsü olarak kullanılan, saçları ve yüzün bir bölümünü kapatan yani sadece göz ve burunun bir kısmını açıkta bırakan yaşmak denilen iki parçadan oluşan ince kumaş ve tül gibi ince ipekli örtüler kullanıp, figürlerin de süslü cepkenler ve kürkler görülmektedir. Erkek kıyafetlerinde ise; "Figürlü kompozisyonlarındaki kıyafetler entarili ve uzun cübbelidir. Bazen entarinin üzerinde cübbe yerine pelerin gibi bir harmaniye bulunur. Başta kalıpsız bir fes vardır. Bunun Üstünde katmerli şekilde satılmış renkli bir sarık yer alır. Baştaki örtü, o zamanın Türk’ünün Anadolu şehirli ve sabasının sarıksız fes dışında kullandığı baş örtüsüdür. Böylece arabamsı bir kıyafet üstüne Türk halk ve din adamının başlığını geçirmiş olmaktadır "(Cezar,1995).

25

Öğr. Gör. Yıldız Özfırat /19. Yüzyıl Batı Resim Sanatında Doğu Batı Etkileşimi: Osman Hamdi Ve Fausto Zonaro'nun Karşılaştırılması

Fousto Zonaro, “Kızım Mafalda”(Odalık), Pastel, 53x73 cm, 1911-29


Mihrap'taki Figürün ayaklarının altında serpilmiş olarak görülen kitaplar hakkında; "Belgin Demirsar ciltlerini incelemekle yetinip birininkinin Topkapı Sarayı'ndaki bir Kuran'ın cildine benzediğine söylemektedir" (Eldem, 2010). Doğu dinlerine ait kutsal kitapların üzerinde bir kadının gösterilmesi doğurganlığın yani anlığın ulvi gerçekliğini kanıtlar nitelikte olduğu düşünülmektedir.

Öğr. Gör. Yıldız Özfırat /19. Yüzyıl Batı Resim Sanatında Doğu Batı Etkileşimi: Osman Hamdi Ve Fausto Zonaro'nun Karşılaştırılması

Bu resme başka bir açıdan bakacak olursak Osman Hamdi'nin hocası Jean-Leon Gerome' nun 1890' da Tanagra adlı heykeline benzerliği oldukça dikkat çekmektedir. Osman Hamdi'nin heykeli yapım aşamasında görüp etkilendiği düşünülmektedir (Resim13).

kullandığı renklerin yakınlığını, iç mekan tasarımları ve modelin bir sultan edasında kadını yücelten ve masum kılan bir tutumla resmedildiğini söyleyebiliriz. Ayrıca figürlü kompozisyonların bir kısmında Zonaro ve Hamdi kendilerini de resmetmişlerdir. Manzara resmi konusunda ise Osman Hamdi'ye oranla Zonaro' nun daha fazla manzara resimlerinin olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Ayrıca Zonaro' nun Osman Hamdi'den den farklı olarak savaş konularına da değindiği saptanmıştır. Mevcut kaynaklara göre İstanbul’daki kapsamlı sergilerde ilk olarak bir araya gelen iki isim “1901 yılında İstanbul’da ticaret yapan Bourdon isimli bir Fransız tüccarın Beyoğlu’ndaki Passage Oriental (Doğu Pasajı)’da bulunan konağında açılan sergide Adolphe Thalasso, sergiye katılan sanatçıları tanıtırken, "Osmanlı ressamı, yabancı milletli, Sanayi-i Nefise O k u l u ö ğ r e t m e n i v e İ s t a n b u l ’d a y e r l e ş m i ş Oryantalistler gibi sınıflandırmalar yapmıştır. Bu sınıflandırmaları şu şekildedir: 1-Osmanlı sanatçıları: Osman Hamdi Bey, Ahmed Ali Paşa, Albay Halil Bey,Adil Bey; 2- Yabancı milletli, Türkiye doğumlu levanten sanatçılar: E. Della Sudda , M. Stefano Farnetti,Matmazel Lina Gabuzzi; 3- İstanbul Sanayi-i Nefise Okulu öğretmenleri: E.Oskan Efendi, Salvator Valeri.. 4- İstanbul’da yerleşmiş ve Oryantalist konularda resim yapan yabancı sanatçılar: Fausto Zonaro ve Leonardo de Mango. Bu sergide eser sayısı 170 idi. Sergiye Osman Hadi Bey bir adet manzara tablosu ile katılırken Fausto Zonaro’nun kaç tablosuyla bu sergide ye aldığından bahsedilmiyorsa da ,en yüksek sayıda eserle katıldığı bilinmektedir” (Öndeş ve Makzume,2003:59).

J e a n L e o n G e r o m e ,” Ta n a g ra ” , R e n k l e n d i r i l m i ş Mermer,154.7x56x57.3, 1890

"Paris'te 2010 yılında Gerome üzerine çok etkileyici bir serginin küratörlerinden Edouard Papet olması ayrıca güven verici bir unsurdur : Yaradılış tuvalinin projeksiyonunu görüp bunun Tanagra' nın aynı olduğunu belirten Papet' nin bu kadar tabi bir tepki göstermiş olması , iki eser arasındaki benzerliğin Yaradılış'a mana arayan bir Türk araştırmacının zorlama olabilecek yorumlarının da ötesinde geçekten dikkat çekici olduğunu göstermeye yeterlidir" (Eldem 2010). Gerome' un farklı dönem de öğrencileri olan her iki ressamda çok sayıda portreler yapmış ve aile fertlerini model olarak kullanmıştır. Her iki sanatçının da tablolarında kullandığı renkler nettir yani renk kirliliğinden uzaktır. Zonaro, kalabalığı ve günlük yaşamı yansıtan eserler üretirken Osman Hadi' nin de günlük yaşam sahnelerini betimlediği görülmektedir. " Kızım Mafalda" adlı eserde Zonaro' nun, Osman Hamdi gibi modeline Doğuya özgü kıyafetler giydirip, Doğuya ait motifleri, mekanı tüm detaylarıyla aktarma isteği,

26

Her iki sanatçı da gerçekçi çalışmalar yapmış olup Doğu imgelerini resimlerinde tüm netlik ve en ince ayrıntılarına kadar yansıtmışlardır. Doğulu sanatçı olarak Batı’lının gözünde Doğu’nun nasıl gördüğünü iyi sentezleyen Osman Hamdi ve Batılı olup Doğunun büyüsüne kapılıp Doğuyu benimseyip, Batıya Doğu’yu tanıtan Zonaro’ nun çalışmalarındaki ortak noktalar renklerin cümbüşü, detaycı ve özenli çalışmalardır. Her iki sanatçıda fotoğraf sanatından faydalanmış ve figüratif eserler vermişlerdir. Bu iki sanatçının en önemli ortak noktası ise, her ikisinin de Oryantalist olmasına rağmen genel kanının aksine Doğuyu negatif eleştirel bir tutumla ele almaktan ziyade olumlu yönleriyle ortaya çıkararak yüceltmeleridir.

4. SONUÇ 19. yüzyılda çok ciddi toplumsal değişim ve d ö n ü ş ü m l e r i n ya ş a n d ı ğ ı g ö r ü l m e k te d i r. B u dönüşümün yaşanmasına sebep olan temel süreçler Batı’nın sıkışmışlık içerisinde bulunduğu Osmanlı’nın ise zirvede olduğu zamanlarda, sıkışmışlıktan kurtulmanın yollarını arama çabasıyla başladı. Coğrafi keşifler, Reform, Rönesans, Fransız Devrimi ve Sanayi İnkılabı gibi toplumsal olaylar dünya dengelerinin değişmesine sebep olmuş ve modernizm denilen ve


KAYNAKÇA Avcıoğlu, D. (2001). Türkiye’nin düzeni, dün-bugün-yarın, Cilt:1, İstanbul: Tekin Yayınevi. Başbuğ, M. (2009). Saray ressamı Zonaro’ nun fırçasından üsküdar, Üsküdar sempozyumu VI içinde(ss.77-93). , İstanbul: Selçuk Üniversitesi. Baytar, M. (2010). Batı’da eğitim görmüş Türk ressamları ve aldıkları eğitimin sanatlarına yansımaları.Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Resim Ana Sanat Dalı Resim Programı. Yüksek Lisans Tezi. Cezar, M., Edgü, F. (1986). Osman Hamdi Bilinmeyen Resimleri. İstanbul: Ada Yayınları. Cezar, M. (1995). Sanatta batıya açılış ve osman hamdi, c.1, ss. 1-399, İstanbul: Erol Kerim Aksoy kültür, Eğitim, Spor ve Sağlık Vakfı Yayınları. Eldem, E. (Ed.). (2010). Osman Hamdi Bey Sözlüğü (1.,1). İstanbul: T.C.Kültür ve Turizm Bakanlığı. Erdem, S. (2012). Osmanlı-Türk romanında ulusal oryantalizm ve oryantalist uluslaşma. İhsan Doğramacı Bilkent Üniversitesi, Ankara. Germaner, S. (2000). XIX. Yüzyıl sanatında iki etkileşim örneği: Oryantalizm ve Türk resminde batılılaşma. Zeynep Yasa Yaman (Ed.) Uluslar arası "Sanatta etkileşim" sempozyumu: 1.içinde (ss.116-122). Ankara: Hacettepe Üniversitesi. Germaner, S.,İnankur, Z. (2002), Oryantalistlerin istanbulu, İstanbul: Türkiye İş Bankası Yayınları. Gürtuna, S. (1999). Osmanlı kadın giysisi. Ankara: T.C. Kültür Bakanlığı Osmanlı Eserleri, Türk Tarih Kurumu Basımevi. İnankur, Z. (1997). 19. Yüzyıl Avrupasında heykel ve resim sanatı, İstanbul: Kabalcı Yayınevi. Kılıçlıoğlu, S., Araz, N., Devrim, H. (Ed.). (1979). Meydan larousse ansiklopedisi (,9). İstanbul: Meydan Yayınları. Öndeş, O., ve Makzume, E. (2003). Osmanlı saray ressamı Fausto Zonaro, İstanbul: YKY. Özdal, I. (2012). Oryantalizm, görsel izler ve günümüz fotoğraf sanatı. Yedi: Sanat, Tasarım ve Bilim Dergisi, (9), 61-73. Said, E. (2010). Şarkiyatçılık, (Çev.B.Ülner). İstanbul: Metis Yayınları.(1978) Tansuğ, S. (1996). Çağdaş Türk sanatı. İstanbul: Remzi Kitabevi. Tansuğ, S. (1995). Resim sanatının tarihi. İstanbul:Remzi Kitabevi. Tez, Z. (2009). Tekstil ve Giyim kuşamın kültürel tarihi. İstanbul: Doruk Yayınları. Zonaro,F. (2008). Abdülhamid'in hükümdarlığında yirmi yıl (Çev.T. Alptekin,& L. Romano). İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. (2008) İnternet Adresleri http://wowturkey.com/forum/viewtopic.php?p656446, (Erişim Tarihi: 29.12.2013)

Osman Hamdi Bey

Fausto Zonaro

https://www.youtube.com/watch?v=hzzi7m8vmEA(ErişimTarihi: 30.12.2013) h t t p : / / w w w. f o r u m g e r c e k . c o m / y a b a n c i - r e s s a m l a r i n biyografileri/fausto-zonaro-1854-1929-osmanli-sarayinin-sonressami-italyan ressam.htm02.03.2015saat:17:18.00 http://www.gunde1resim.com/post/15511421493/ressam-faustozonaro-1854-1929-resim file:///C:/Users/HPP/Desktop/mihrap/Antikalar.com%20%20Antik %20M%FCzayede,%20Antika%20M%FCzayede,%20Muzayede, %20Antika,%20Antik%20Muzayede,%20Anik%20Muzayede.htm l 02.01.2015 saat:14.00 http://www.hthayat.com/yasam/roportajlar/haber/1021379-osmanhamdinin-kadini-yucelttigi-mihrab-nerede 03.03.2015saat:23.00 Resim Kaynakçaları Resim 1- http://whenintime.com/EventDetails.aspx?e=fe3b2d15d1ee-41a7-a0ac-7909071d4ffa&t =/tl/etardif/ Art_ History_ 3a_Renaissance_to_WWII/ Resim 2- http://www.wga.hu/html_m/d/david_j/2/204david.html R e s i m 3 - h t t p : / /w w w. m a r o o n . c o m . t r/g a l e r i / E u g e n e Delacroix/Eugene-Delacroix-Liberty-Leading-the-People-HalkaYol-Gosteren-ozgurluk Resim 4- https://www.istanbulsanatevi.com/product/jean-leongerome-saray-terasinda-7616/ Resim 5- http://www.dergisanat.com/wordpress/osmanli-sarayressami-fausto-zonaro%E2%80%99nun-hatirati-ibrahimbarutcuoglu-201012.html Resim 6 - http://www.cornucopia.net/magazine/articles/cavalcadeof-colour/ Resim 7 -http://twitter.com/sufikitap/status/381023630915678208 Resim 8- http://sevgisanat.blogspot.com.tr/2010/01/bursada-yesilcamiide.html Resim 9- http://sfnrdmr.wordpress.com/tag/osman-hamdi/ Resim 10- http://www.haberahval.com/bilgi-1182692-osman-hamdibey-kimdir-haberi43 Resim 11- http://www.tutunamayanlar.net/resim/manset/22-faustozonaro Resim 12- Öndeş, O., ve Makzume, E. (2003). Osmanlı saray ressamı Fausto Zonaro,s:108 İstanbul: YKY. Resim 13- http://www.hthayat.com/yasam/roportajlar/haber/ 1021379-osman-hamdinin-kadini-yucelttigi-mihrab-nerede

27

Öğr. Gör. Yıldız Özfırat /19. Yüzyıl Batı Resim Sanatında Doğu Batı Etkileşimi: Osman Hamdi Ve Fausto Zonaro'nun Karşılaştırılması

Batı’nın kendine ait değerleri yücelterek kendisi dışında kalan toplumları ise ötelediği yeni bir dünya tasarımı oluşturmasına olanak tanımıştır. Oryantalizm ise bu sürecin ideolojik temellerinden bir tanesini oluşturmaktadır. Ve modernizmin kültürel dayanaklarından birini oluşturmuştur. Resim sanatı ise oryantalizmin kültürel temellerinden belki de en önemlisi olarak karşımıza çıkmıştır. Batının Doğu’yu çoğu zaman küçümseyerek yaptığı bu resimler bugün bile hala olumsuz olan Doğu imgesinin oluşmasına kaynak teşkil etmiştir. Bu çalışma kapsamında incelenen ressamlar biri Doğulu diğeri ise Batılı olan iki oryantalist sanatçıdır: Osman Hamdi ve Fausto Zonaro. Batı’nın oryantalist resimlerinin aksine Zonaro Doğu’yu yücelten çalışmalarıyla ön plana çıkmıştır. Diğer taraftan ise, Doğu’nun batılılaşma politikalarıyla birlikte içten oryantalizmin yaptığı bir dönemde Osman Hamdi de benzer şekilde eserlerinde Doğu’yu olumlu bir şekilde göstermiştir. Böylelikle bu iki sanatçının olumsuz Doğu algısına karşıt bir tepki niteliğinde çalışmalar yaptığı söylenebilir.


Prof. Dr. Hakan Pehlivan

AYNI NOKTADA VE ORTAK: BARIŞ İÇİN SANAT ATÖLYESİ

Öğretim Görevlisi

Öz Bu çalışma, Yunanistan’ın Rodos adasında, Türk ve Yunan sanatçıların 5-10 Temmuz 2010 tarihleri arasında bir araya gelerek ortaklaşa gerçekleştirdikleri atölye çalışması ve ardı sıra gelen serginin oluşum amaç, süreç ve sonuçlarını incelemektedir. Projenin amaçları arasında; Sanat yoluyla barış kültürünü teşvik, düşmanlığın ortadan kaldırılması, sürdürülebilir barış, komşuluk ilişkilerinin güçlendirilmesi, anlayış, hoşgörü ve dayanışmayı geliştirmek sayılabilir. Sanatın bir araç olarak dostluğu ve barışı teşvik etmesinin insanlığın geleceği ve güvenilir komşuluk ilişkilerine yardım etmesi gereğinden yola çıkılmış ve uygulama gerçekleştirilmiştir. Anahtar Kelimeler: sanat, barış. IN COMMON ON THE SPOT: ART WORKSHOP FOR PEACE

Doçent. Dr. Hakan Pehlivan / Aynı Noktada Ve Ortak: Barış İçin Sanat Atölyesi

Abstract The study Greek island of Rhodes, 5 to 10 July 2010 between the Turkish and Greek artists came together and organized jointly by the formation of the exhibition, the purpose of the workshop and the repetitive, process and results of the analyzes. Objectives of the project, promoting a culture of peace through art, the elimination of hostility, sustainable peace, neighborhood, strengthen relationships, promote understanding, tolerance and solidarity, enhance considered. Art as a tool for peace, friendship and neighborly relations, incited and reliable to help the future of humanity and the practise was started out need. Keywords: art, peace

2009 yılındaki Rodos "Medeniyetler Diyaloğu", forumundaki katılımcıların ön rapor taslağı bildirisinde; “1.6. Sivil toplum ve örgütleri, uluslararası çatışmaların çözümünü destekleyen barışçıl çözümler geliştirmek, barış, istikrar ve güvenlik için halkın arzularını vurgulayarak, milletler, dinler ve medeniyetler arasında güven artırıcı katkıda bulunmalıdır.” Kararına varılmıştır. Yine aynı forum da; “7.2. Edebiyat, müzik, mimarlık, güzel sanatlar yanı sıra tiyatro ve sinema gibi diyalog ve sanatçılar medeniyetler arasında mükemmel araçlardır.” denilmiştir. Sanat, zamanlar ve mekanlar ötesinde medeniyetleri kaynaştırıcı özelliktedir. Birbirine karşı iyi hissiyat oluşturma da sanatın kaynaştırıcı olması komşuluk ilişkilerinin güçlendirilmesinde, barışın tesisinde faydalı olacaktır. Toplumlar arasında yüzyıllar süren kin ve öfke birikimleri, deprem gibi felaketlerde yeniden yardımlaşmaya ve dostluğa dönüşebilmektedir. Ancak devamlı bir barış, bu konuda emek sarf edilmesi ile mümkün olabilir. Kültürlerarası diyaloglar sürdürülebilir barış için gereklidir. Yunan halklarıyla yüzyıllar süresince barış içinde yaşamış olmamız, Osmanlı Devletinin uyguladığı çok kültürlü yönetim anlayışının sonucudur. Soğuk Savaş sonrası dönemde Türk-Yunan ilişkilerinde yaşanan krizler, özellikle her iki ülkenin dış politika uygulamalarında önemli değişiklikler yapılmasına yol açmıştır.

GİRİŞ Filozof Friedrich Hegel, "bölgeler ve kültürler özelliği ötesinde diyalog" olarak bir sanat eserini düşünmektedir. Sanat yoluyla kültürleri bağlayan trans-kültürel diyalog, iletişim, ülkemizin komşularıyla devamlı bir barış içinde olması, ancak iyi niyetli bireylerin ve politikacılarının yapacağı işlerdir. Her şeyden önce, Rodos’ta iki gün süren sanat atölyesi ve ardından gelen sergide, yaratıcılık ve sanatsal ortak üretimin yanı sıra, birbirimize karşı sevgi, saygı, cömertlik gösterildi. Kültürel olarak bir arada yaşama bileşenleri ile umut veren bir ortam doğdu. Biz, Türk Yunan sanatçılar olarak, toplumlarımızın bir adım önünde, bir diyalog kurmaya gayret ettik. Sanatsal eylem ve toplumsal eylem arasında bir denge kurmak istenildi.

28

Hakan Pehlivan, Dimitris Vasileau, 110*140 cm T.Ü.Y.B 2010


Açıkça, bazı dış baskılar ve uygulamalar, Yunanistan ve Türkiye'nin birbirlerini nasıl algıladıkları, kendilerini yeniden tanımlamak ve sürece bağlı olarak birbirlerine dair tavır değişiklikleri göstermesine yol açmıştır. Bu durum her iki ülkenin dış politikasında, kimliklerin ve rollerin kasıtlı olarak dönüşümüyle sonuçlanmıştır. Türk-Yunan ilişkilerinde, soğuk savaşın sona ermesinin ardından rol ve kimliklerin yeniden tanımlanmasını gerektiren yeni bir bağlam, dolayısıyla yapı oluşmuştur. İlişkilerimizin yeniden değerlendirilmesi, bugün Yunanistan’la aramızda eskiye oranla daha güvenli bir bölgesel ortam oluşturmuştur. Karşılıklı çıkarların korunması ve güven temeline dayanan işbirliği kültürü, daima çatışma kültürünün tehdidi altındadır. Çatışmadan beslenen kötü niyetli güçler, her fırsatta kin ve düşmanlığı besleyecek çabalara girmektedir. Hatta bu kötü niyetli güçler, barış için mücadele edenleri, çaba harcayanları 'vatan haini, soysuz, şu köken bu köken” gibi yaftalarla etkisiz hale getirmeye çalışmaktadırlar. Ayrıca, bir ülkenin güvenliğinin komşularının güvenliğine de bağlı olduğunu bugün açıkça ortaya çıkmıştır.

Bir Yunan gazetesi, Türkiye'deki depremden sonraki sayısında "Hepimiz Türküz" başlığını atmıştı. Bir Türk gazetesi Yunanca yanıt verdi: ‘Efharisto Poli’ (Teşekkür ederim komşu).Ancak 1996’daki Kardak Krizinde farklı gazetelerin, milliyetçi başlıklar atarak toplulukları savaşa körükleyen girişimleri olduğunu da biliyoruz. Hürriyet gazetesinin o günlerdeki manşetleri şöyleydi: 30/01/1996 “O Bayrak İnecek” Bazılarımız hala çözülmemiş sorunlar nedeniyle bu süreç hakkında şüpheli de olsa, kendi kendine kritik yaparken ‘tarihi düşman’ tanımına uzun bir süre sonra çözümler getirme ve her iki taraf için kabul edilebilir barış olasılıklarını düşünme fırsatı bulabilirler. Kısacası, problem çözme süreci, karşılıklı güven açısından önemli olan bu kritik süreç öncesinde başlayamazdı. 2009’daki Rodos Medeniyetler Diyaloğu Forumunda belirtildiği üzere sanatın bağdaştırıcı rolü, topluluklar arasında güven oluşması sürecinde çok değerlidir.

Dış politikada uluslararası faktörler, içteki oy mücadelesi yukarıdaki nedenlerden dolayı önemli olabilir. Hükümetler kendi dış politika stratejilerini formüle ederken, iç politikada çeşitli çıkar gruplarının taleplerini de dikkate alırlar.

Bu süreçte yeni bir politikanın kamu nezdinde meşrulaştırılması değil, aynı zamanda "düşman" kavramının da yeniden sorgulanması ortaya çıkmış, depremin ardından medyalarda bu ‘düşmanın tanımlanması’ süreci popüler düzeyde gerçekleşmiştir. Türkiye'de depremden sonra Yunan ve Türk medyasının karşılıklı empatik ifade şekli, iki halk arasındaki ortak bağların ortaya çıktığı ilk işaretlerdi.

RODOS BARIŞ ATÖLYESİ “Pratiği ve kurumsallığı olmayan bir barış ve sevgi öne sürmek bir kuruntu ibarettir ve erdem değildir.” demişti Fredrich Hegel. İnsan hakları ve barış kültürü, tamamlayıcı niteliktedir: savaş ve şiddettin egemenliği, insan haklarını sağlamanın imkanı yoktur. Aynı zamanda, insan hakları olmadan, bütün boyutlarıyla, sürdürülebilinir barış kültürü de olmayabilir. Barış ve huzur içinde yaşamak insanoğlunun ihtiyacı ve hakkıdır. İnsanlık arasındaki ilişkileri insanileştirmek için hoşgörü, sevgi, adalet ve haysiyetin karşısında şiddet, bağnazlık, zorlama, zulüm ve işgal hep varolagelmiştir. Tarihi düşmanlık yüzünden barış köprülerini kurmak bazen çok zordur. Sanat ise, sınırları aşmak için en etkili araçtır. Karşılıklı diyalog ve işbirliğini teşvik barış temelleri geliştirmek için gerekmektedir. Huzurlu ve müreffeh nesiller için bir barışçıl işbirliği, bir sinerji ile gerçekleşebilir.

Nur Gökbulut, Nikos Malk 150*150 cm T.Ü.Y.B 2010

Sürdürülebilir kalkınma için insan güvenliği en önemli şarttır. Sanatın transkültürel sembolik önemi, sadece birleştirme gücü değil, aynı zamanda

29

Doçent. Dr. Hakan Pehlivan / Aynı Noktada Ve Ortak: Barış İçin Sanat Atölyesi

Türkiye’deki 1999 depremlerinin ardından kendi toplumlarının gözünde, dış politika uygulamalarını meşrulaştırmak için siyasetçiler, aktif ve yenilikçiydiler. Bu tür girişimlere rağmen 27.000 civarında vatandaşımızın hayatını kaybettiği 1999 depremleri zamanındaki sağlık bakanımız “yabancılara tek hasta bile vermem ve onlardan kan da almam” demişti.


gerginlik ve çatışmaların azaltılması demektir. Böylece, iki komşu ülke için anlaşmazlığın önlenmesi ve sınırlarla ilgili çözümü uluslararası sosyal projelerle olabilir. Barış ortamının beslenmesi için vazgeçilmez temel demokratik ilkeleri, uygulamalar, toplumun bütün kesimlerinin katıldığı şeffaf dış politika ile sağlanabilir. Bu bağlamda sivil toplum örgütlerinin bu türlü süreçlere dahil olması hayatidir. Medeniyetleri yeryüzünde var eden, ancak onların sanat ve bilim eserleridir. Sanatın toplum hayatında olumlu değişikler yapması gerektiği fikri hep aklımdadır. ‘Sanat için sanat’ ve ‘toplum için sanat’ tartışmaları meselenin estetik, ticari boyutlarına takılarak, kısır döngülerden öteye gidememiştir. Yine toplumsal değişimlerin sanatsız olabilmesi mümkün değildir. Sanat toplumsal hareketlerin lokomotifidir.

Doçent. Dr. Hakan Pehlivan / Aynı Noktada Ve Ortak: Barış İçin Sanat Atölyesi

Şahsım ve Yunan sanatçı dostum Damon Papakriakou arasındaki dostluğumuzu kendi toplumlarımıza yaygınlaştırmaya karar vermiştik. Öyle ki; her iki kültürün ortak tarihi olması vesilesiyle plastic sanatlarda, müzikte, edebiyatta, danslarında, yemeklerinde sayısız yakınlıklar olduğunu zaten fark etmiştik. Her iki toplum yüzyıllar boyunca aynı coğrafyada iç içe yaşamış, komşuluk yapmışlardır. Bunların yanında her iki kültür arasında pek çok ortak değerlerin olmasına rağmen, Türk-Yunan halkları arasındaki problemlerin çoğunun, politik nedenlerden olduğu düşünmüştük. Dostluk köprülerinin kurulmasında, sanatın gücüne inanarak barış adına bir şeyler yapmaya karar verdik. Bu enerjiyle yola çıkılarak Türk ve Yunan sanatçılar Temmuz 2010 yazında Rodos’ta bir araya gelerek “AYNI NOKTADA VE ORTAK” isimli atölye çalışmasında bir araya geldiler. Amacımız; seçtiğimiz yaratma yöntemiyle dünyaya toleranslı olmayı göstermekti.

Rodos Barış Atölyesi Projesinin amaçları şöyle sıralanabilir: - Sanat yoluyla barış kültürünü teşvik - Kalitatif değer, tutum ve davranışları bir barış kültürüne dönüştürme, - Barışçıl çözüm, diyalog, uzlaşmayı teşvik etmek - Böyle-bir eğitim yaklaşımı da olmalıdır: - Sürdürülebilir sosyal kalkınmayı teşvik - Demokratik halk katılımını teşvik - Tüm insan haklarına saygının teşvik edilmesi Resim ve heykel sanatları çoğu zaman kolektif olmaktan ziyade bireysel olarak üretilen, süreç boyunca başkasının müdahalesinin hoş karşılanmadığı biçimlendirme süreçleridir. Hatta sanatçılar kendi yaptıklarının üzerinden, yanından bir başkasının boyamasını hoş karşılamazlar. Bizler ise ortak, iç içe, girift üretme yöntemini seçtik. Önce bir sanatçının çizdiği, boyadığı bir çalışmayı başka bir sanatçı ekleyerek, geliştirerek tamamladı. Çalışmaların içeriğiyle ilgili bir öngörümüz olmadı. Çünkü daha önce planlanmamış, spontane gelişecek

30

işlerin temalı olması süreci sıkıntılı hale getirebilirdi. Sanatçıların kendi tarzlarında ürettikleri işler bir diğer sanatçıya teslim edilerek devam ettirildi. Atölye çalışması Damon Papakiriakou’nun idaresindeki ARTPARK sanatçı işliklerinde iki gün sürdü. Bozmak değil yapmak, ayırmak değil bütünleştirmek temaları eserlerin içeriğine yansımıştır. Atölye çalışması umut edildiği gibi sanatçılar arasında şenlik havası içinde geçmiş, çalışmalar gerçekleştirilirken beklentinin ötesi bir düzeyde dostluk bağları kurulmuştur. Atölye sonrası ilk sergi Rodos’daki “Kalithea- Seven Springs” eski adıyla İçmeler’deki sergi salonunda açılmış, büyük ilgi, beğeniyle karşılanmıştır. Rodos’ta yaşayan Türk aileler de açılışta pasta börek servisi yaparak manevi desteklerini vermişlerdir. SONUÇ VE ÖNERİLER Çalışma beş gün sürmüş ve gelecek çalışmalar, dolayısıyla sanat köprüleriyle barışın inşasına umut olmuştur. Proje, beklentilerimizin ötesinde dostluk, hoşgörü ve paylaşım içinde geçmiş, her iki topluma ve dünyaya istenilen mesaj verilmiştir. Sergi, basın ve internet siteleri aracılığıyla kamuoyuna duyurulmuştur. Sanat yoluyla barışın tesisi ve yaygınlaştırılması pratik şekilde gösterilmiştir. Sanatçıların yaratı yöntemine bir yenilik getirilmiş olup, spontan-kolektif üretim tekniğine yeni bir boyut kazandırılmıştır. Atölye çalışmalarının halka açık yerlerin yanı sıra, medya araçları ile yaygınlaştırılması öneminin üzerinde durulmuştur. Sanatçıların hareketlilik ve ortak stüdyo ortamı paylaşımı, bir barış kültürünün tesisi için vazgeçilmez unsurlardır. İkame sanatçı programlarıyla, barışçıl çözüm öncüleri olarak sanatçılar sürdürülebilir barışın teminatıdır.

Anlayış, hoşgörü ve dayanışma, savaş riskini azaltacağı gibi, kültürler arasındaki düşmanlığı, şiddetli çatışmaları ortadan kaldırabilir.

Referanslar http://portal.unesco.org/en/files/41026/11936572091English_ Version.pdf/English+Version.pdf http://www.wpfdc.org/en/news/3-newsflash/203-rhodes-forum2009



Prof. Dr. Belgin Akın

BARIŞ İÇİN EŞİTLİK, SOSYAL ADALET

Öğretim Görevlisi

Prof. Dr. Belgin Akın / Barış İçin Eşitlik, Sosyal Adalet

OECD eşitsizlik raporuna göre en zengin yüzde 10’u oluşturanların gelirden aldıkları pay en yoksul yüzde 10’un tam 9.6 katı. 1980’ler de bu oran 7 kat, 2000’lerde ise 9 kattı. OECD kayıtları tutulmaya başladığından bu yana en yüksek oran. Türkiye’de de eşitsizlikte iyileşme yok. Yoksulluk oranını belirleyen ve 0-1 arasında değer alan gini katsayısına göre yoksulluk sıralamasında Türkiye 34 üye ülke arasında en kötü üçüncü ülke. En zengin yüzde 10 ile en yoksul yüzde 10’un gelir farkında ise Türkiye dördüncü sırada (Grafik 1). En kötü veri ise gençlerde. Türkiye’nin gençleri tüm OECD ülkeleri gençlerinden daha yoksul çıktı. Gençlerin yoksulluk oranı yüzde 28.5. Gençlerde yoksulluk oranı OECD ortalaması ise yüzde 13,3 (OECD 2015). Türkiye'de eşitsizlikler sosyal, ekonomik ve sağlık alanında görünmektedir. 15-49 yaş grubundaki kadınlarda sosyal güvencesi olmayanların oranı kırda %93.5, kentte %54.7, doğuda %83.7 ve batıda %59.8'dir. Kır-kent ve doğu-batı arasındaki farklılıklar doğurganlık özellikleri, bebek ölüm hızı ve bağışıklama vb. oranlarında da görülmektedir (TNSA, 2008). Gelir dağılımında eşitsizlik ölçütlerinden biri olan gini katsayısı ile de kır ve kent (kır: 0,37; kent: 0,39) arasında gelirin eşit bir şekilde dağılmadığı gösterilmektedir (TÜİK, 2012). Tüm dünyada giderek ar tan eşitsizlikler özellikle neoliberalizmin yaygınlaşmasıyla birlikte gittikçe artmış önü alınamaz bir hale gelmiştir.

Sosyal adalet kanunlar karşısında herkesin eşit olması, paylaşımın mümkün olduğu kadar topluma dağıtılması ve sosyal tabakalar arasında aşırı farklılaşmayı önlemeye yönelik müdahaleler olarak tanımlanır. Eşitlik “Sahip oldukları haklar bakımından insanlar arasında hiçbir ayrım gözetilmemesi” olarak tanımlanmaktadır (Whitehead, 1990). Sosyal politikanın amacı, var olan sosyal, siyasal ve ekonomik eşitsizlikleri ortadan kaldırmak ve bölüşümde adaleti sağlamak olmalıdır (Sunal, 2011). Adalet kavramı yalnızca yargı adaletini değil aynı zamanda fırsat eşitliği ve sosyal adaleti içerir. Bu da doğumdan önce başlamak üzere sağlık ve eğitimde eşit fırsatlara sahip olmasını gerektirir. Eşitlik; hakkaniyet ve sosyal adalet değeri üzerine oturtulmalı ve sağlık ve eğitim gibi her tür politika ve hizmet sunumu bu değerlere temellendirilmelidir. Gelir dağılımında adalet toplumun barış içinde

32

yaşamasında bir ön koşuldur. Toplumsal katmanlar arasındaki gelir eşitsizliği toplumsal barışı bozan en önemli faktördür (Kongar 2012)

Rousseau'ya göre insanlar mülkiyetin ortaya çıkması ve toplumdaki eşitsizliklerin artması sonucu birbirleri ile savaş haline girer (Yalvaç 2007). Eşitsizliklerin toplumsal ilişkileri etkilediği ve tarihsel süreçte pek çok çatışmalara neden olduğu bilinmektedir. “Özgürlük, eşitlik, kardeşlik” sloganı ile ortaya çıkan 1789 Fransız devrimi, eşitlik mücadelesinde tarihi bir başlangıç olarak kabul edilmektedir. Toplumsal sınıflar ve bireyler arasındaki gelir uçurumu ve eşitsizliğine her çağda rastlanmasına karşın, gelir adaleti, gelir eşitsizliği ve yoksulluk sorunları sanayileşme ve kapitalist piyasa ile birlikte özel bir önem kazanmıştır (İnandı, 1999). Endüstri Devrimi 1800’lü yılların sonunda sağlık ve birçok sektörü politikleştirerek bir mücadele alanına dönüştürmüştür. Bu dönemde yoksulların sağlığını önemseyen ve sağlıkta devletin


sorumlu olması gerektiğine inanan felsefe de yaygınlaşmıştır (Soyer, 2003). 1940’lı yıllara gelindiğinde ise savaşlar ve kapitalist sistemin etkisi ile yaşanan ekonomik krizler nedeniyle yoksullaşan dünyada insan hakları ve eşitlik arayışı yeniden hız kazanmıştır. Bu dönemde “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi” yayınlanmıştır. Dünyayı etkileyen 1970’li yıllardaki ekonomik krizi aşma çabası olarak serbest piyasa, piyasaların küreselleştirilmesi, tüm kamusal hizmetleri özelleştirme/özerkleştirme ve esnek üretim çözüm olarak benimsenmiştir. Bu ekonomik politikalar pek çok hizmetin bir kamu hizmeti olmaktan çıkarılmasına ve rekabete dayalı bir kar aracı haline getirilmesine neden olmuştur (Yıldırım ve Yıldırım, 2004). Dünya’nın özellikle 1990’ların başından itibaren tam anlamıyla kapitalist sisteme ve piyasa felsefesinin ekonomik politik kurallarına terk edilmiş olması, eşitsizlikleri derinleştiren en önemli faktör olarak kabul edilmektedir (Aksakoğlu, 2003). Tarih boyunca eğitim, hukuk ve sağlık alanlarında ortaya çıkan eşitsizlik gereksiz, önlenebilir ve adil olmayan farklılıklar anlamına gelmektedir (Whitehead, 1990). Toplumsal refahın eşitlikçi zeminde geliştirilmesi çözümün ana noktası olduğundan hükümetlerin nüfusun bir kısmını dışarıda bırakmayacak eşitlikçi politikalar benim-senmesi önemlidir (Pala, 2007). Eşitsizliğin tek bir nedeni olmadığından ve çözümü için toplumsal işbirliği gerektiğinden sosyal adaletin gerçekleşmesi için topluma eşitsizliklerin nedenlerinin anlatılma gerekmektedir.

1982 Anayasası ile birlikte Türkiye sosyal devlet niteliklerinden giderek uzaklaşmış, neo-liberal politikalar hız kazanmıştır (Yay 2014). Toplumsal hayattın en önemli konulardan birisi toplumdaki sosyal adalettir. Ekonomi ağırlıklı liberal kapitalist sistem t o p l u m u n g e l i ş m e s i n i e ko n o m i k b ü y ü m e y e bağladığından, ana hedefi olan pazar payını arttırmaya odaklanmıştır. Bu hedef, liberal sistemi sermayeden yana olmaya ve toplumun çoğunluğunu oluşturan yoksul halk tabakalarının sorunlarını görmezden gelmeye itmektedir (Talas 1976). Aydınlanmanın büyük filozofu Immanuel Kant denemesinde “ içinde

gizlenmiş yeni bir savaş meselesi bulunan hiçbir anlaşma, barış anlaşması sayılamaz” diyordu. Sonuçta “ebedî barış” “hukuk düzeni” demektir. Bütün dünya için de ebedî barış durumu insanlar tarafından kurulacak

İnsanların eşit, özgür ve kardeşçe yaşayacağı bir toplumsal düzen kurma en büyük hayaldir. Her çağda insanlık bunun içine “barış” kavramını yerleştirmiştir. Kavramlar zaman ve mekandan bağımsız olmadığından içinde bulunduğumuz toplumsal ilişkiler bağlamında anlam kazanır ve bunun içinde çözümlenir. Ebedi barış tarihsel akış içerisinde kapitalizmin kendi nesnel “hareket yasalarından” dolayı gerçekleşememiştir. Gizli anlaşmalar, masalarda kurulan pazarlıklar ve ardından gelen savaşlar barışı ortadan kaldırmıştır. Tarihin şimdiye kadar kaydettiği en kanlı savaşlar emperyalist-kapitalist sistemin paylaşım mücadelesi nedeniyle gerçekleşmiştir. Görünürde hiç kimse savaşa taraf değildir. Günümüzde savaşlar demokrasi hareketleri ve barış görüşmelerinin arka planında gerçek-leşmektedir. Bu nedenlerle barış kavramının hangi içeriklerle yeniden üretildiğinin farkında olmak “Yalnızca barışa taraf olmanın” ana unsurunu oluşturmalı. Barış kavramının içi doldurulmalı ve savaşa karşı duruş ve barışa taraf oluş küresel bir olgu olarak ve altta yatan nedenler üzerinden, temele eşitlik ve sosyal adalet konularak ve eşitsizliği ortadan kaldırabilecek bir sistem değişikliği yönüyle ele alınmalıdır.

Kaynakça Aksakoğlu, G. (2003). Sovyetler Birliği özelinde sosyalist ülkelerde sağlık reformu. Toplum ve Hekim, TTB Yayınları, 18 (1), 68–79. İnandı, T. (1999). Sağlık hakkı ve eşitsizlikler. Toplum ve Hekim, 14,5. Kant I, (1960) Ebedi barış üzerine felsefi deneme, Çev. Yavuz Abadan, Seha L Meray, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları No.33, Ajans Türk Matbaası, Ankara, 1960, https://docs.google.com/file/d/0BxRmz7bMCFBSQ1JUYndGdC1TY1E/edit Erişim: 30 Aralık 2015. Kongar E (2012) Toplumsal barış ve adalet, Aydınlanma yazıları, http://www.kongar.org/aydinlanma/2012/1436_Toplumsal _Baris_ve_Adalet.php. Erişim 31 Aralık 2015 OECD (2015) Economic Outlook. http://www.oecd.org/eco/outlook/handout-economic-outlook-november2015.pdf Pala, K (2007). Türkiye sağlık sistemi nereye gidiyor? Toplum ve Hekim Dergisi,22;62-69. Soyer, A. (2003). Halk sağlığının doğuşu ve şekillenişi; kapitalizm sanayi devrimi evresinde doğup büyüyen, ama halkın mutluluğu için kullanılabilecek bir mücadele alanı/aracı, Toplum ve Hekim, TTB yayını, 18(2), 186–195. Sunal, O. (2011). Sosyal politika: sosyal adalet açısından kuramsal bir değerlendirme. Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, 66, 3, 283-305. Ta l a s C ( 1 9 7 6 ) S o s y a l E k o n o m i – Ö n s ö z http://sosyalpolitika.fisek.org.tr/sosyal-ekonomi-onsoz/ Erişim 31 Aralık 2015 TÜİK (2012). Türkiye İstatistik Kurumu. http://www.tuik.gov.tr Erişim 31 Aralık 2015 TNSA (2008). Türkiye Nüfus Sağlık Araştırması. Hacettepe Nüfus Etütleri Enstitüsü, Ankara, http://www.hips.hacettepe.edu.tr/tnsa2008/analiz.shtml Erişim 31 Aralık 2015 Whitehead, M. (1990). The concepts and principles of equity and health. Copenhang, WHO,Regional Office for Europe, (discussion paper EUR/ICP/RPD 414). Yalvaç, F (2007), “Rousseau’nun Savaş ve Barış Kuramı: Adalet Olarak Barış”, Uluslararası İlişkiler, Cilt 4, Sayı 14 (Yaz 2007), s. 121-160 Yay S. (2014) Tarihsel Süreçte Türkiye’de Sosyal Devlet 21. Yüzyılda eğitim ve toplum, 3(9), Kış, 147-161. Yıldırım, HH., Yıldırım, T. (2004). En Değerli Sermayem Ticarileşiyor: Sağlık, Sağlık Reformları ve Sağlıkta Özelleştirme. Hastane Yaşam Dergisi, 3-4: 2329.

33

Prof. Dr. Belgin Akın / Barış İçin Eşitlik, Sosyal Adaletı

Her toplumda özellikle farklı etnik, din ve mezhep kökenlilerin birlikte yaşadığı toplumlarda toplumsal barışın en önemli şartı sosyal adaletin sağlanması olacaktır. Adalet olmaksızın tümüyle aynı özellikteki bireylerin bile bir arada yaşaması mümkün değilken farklı kökenlilerin bir arada barış içinde yaşamaları olanaksız hale gelmektedir (Kongar 2012). Kültürel çoğulculuk ve bu anlamda çoğulcu toplumlara özgü adalet sorunları olduğu bu nedenlerle çoğulcu bir adalet anlayışının geliştirilmesi gereği ve çözümün farklı yaşam tarzları ve dünya görüşlerinin adalet taleplerini eşit biçimde ele alan tarafsız bir adalet anlayışı ile mümkün olacağı açıktır.

hukukî bir düzen ve sosyal adalet ile gerçekleşebilecektir (Kant 1960).


Doç. Dr. Rengin Oyman

TEKSTİL SANATLARINDA BARIŞ SANATÇILARI

Öğretim Üyesi

20. yüzyıl; bilim, ekonomi ve özellikle de sanatta birbirleri ile önemli karşıtlıkların yaşandığı, önemli ekol ve akımların ortaya çıktığı bir yüzyıldır. 20. yüzyıla gelindiğinde; değişen ortam ve koşullara cevap verme niteliğini giderek kaybetmekte olan Natüralist düşünce’nin değişmesi gerekmekte idi. Çünkü büyük monarşilerin elindeki Sömürgeci kapitalizm’in sahip olduğu kitlesel üretim ve tüketim biçiminin; ‘açıklanmasına ihtiyaç duyduğu’ soru ve sorunların bir yandan çeşitlenmesi bir yandan da daha yoğunlaştırılmış hale gelişleri; köktenci değişim ihtiyacını genelinde hissettirmeye başlamasıdır. Bu arada ekonomi, uluslararası sınırlarına dayanmış ve kullanabileceği seçenekleri kalmamıştı. Yani; üretim fazlasının giderek kabarması, yeni paylaşım eylemlerini gerekli kılmaya başlamıştı. Dahası, yansıtılabilen toplum gerçeklikleri’nin giderek önemlerini kaybetmesi ve Revizyonist ya da Reformist biçimler ile yeniden işlerlik kazandırılma olasılığının yok olmaya yüz tutmuşluğudur. Yani; yeni biçim dili’ne ihtiyaç olmadığından, mevcudun iyileştirilmesine yarayışlı ortam ve koşulların kalmamasıdır. Sosyo-kültürelde başlayan arayış, Kübist geleneğin sosyoekonomik dünya’da Marjinalist Devrim ile birlikte yaşanmasına neden olmuştur. Kübist geleneğin Picasso, Gris, Brague ile başladığını ve hemen ardından da Hollanda ve Rus sanatçıları da etkilediği bilinmektedir. Kübizm, gerçeğe daha fazla yaklaşmayı seçip, nesneye kalıcı bir öz vermeyi amaçlamıştı. Nesne, parçalanıp irili ufaklı geometri şekilleri ile resim yüzeyine serpiştiriliyor, böylece resim polifonik müzik ile koordineli hale geliyordu. Mondrian’ın resim de oran ve denge arayışı’nın; dönemin ekonomi anlayışında Marjinalist olarak anılmaya başlayan ekolün, bireyin davranışlarına etki eden faktörleri araştırması ve bireyin tüketim esnasında doyum noktasının ve piyasadaki ürünlere olan kayıtsızlığı ortaya koyması şeklinde bir yansıma yaratmışlığı dikkat çekicidir.

Sanatın özüne dikkatimizi çevirdiğimizde, ana tema’nın ‘insan’ olduğunu görmekteyiz: “Rönesans Dönemi’nde din’dir/ iman’dır. 18. yüzyılda ise; doğa’dır. 19. yüzyılda da, insan’dır. ”Din ve doğa perdesinin arka planında; hep insan vardır. İnsan’ın en başından beri ana-konu olarak seçilmesinden sonra, sorumluluk anlayışının aldığı biçim üzere, değerlendirmesi ve yorumlanmasıdır. Bauhaus’daki 1921-23 yılları arasında verdiği derslerinde Paul Klee “gördüklerini yinelememelerini, yeni biçimler oluşturmalarını” öğütlemekte haklıdır. Çünkü dönemin Fizik Bilim Dünyası’nda Einstein/Neils Bohr ve H.Planck gibi isimler Quanta Dünyası’nı açıklamaya başlamışlardı: Çekirdeğin etrafındaki elektronların hiçbir zaman yinelenmeyen hareketliliğini görmüşlerdi. Doğa-dünya’nın yalnızca dışsallığını içeren Geleneksel Sanatın yerine, aklın (analiz ve bileşim yapma anlamında) ortaya koyduğu ve dolayısı ile de, “doğa’nın boyunduruğundan kurtulan sanat, artık özerkliğe kavuşuyor ve doğa’nın yanında kendine yeten bir varlık niteliğini kazanmaya başlıyor.” Tıpkı, Büyük Sömürge İmparatorlukları’nın yıkılması sonunda kurulan Ulusal Devletler ve Ulusal Ekonomilerin; bir yandan siyasal bağımsızlıklarına kavuşmaları, öte yandan da; eski patronları ile eşit statüde kimlik ve özerk bir yapıya sahip olmalarına benzemektedir, diyebiliriz. Moda alanında, Anarşist ve protest duruşuyla bilinen İngiliz moda stili, 1960’ların Haute Couture ustalarından olan Mary Quant’dan günümüz tasarım ustası Alexander McQuenn’e kadar hemen tüm İngiliz moda tasarımcıları diğer moda tasarımcılarına önderlik etmiş farklı stiller geliştirmişlerdir. Tüm dünya moda fikirleri için Londra’yı takip etmiş, anarşik genç moda tasarımcıları Londra’yı canlı bir moda başkenti yapmışlardır. Britanya’nın kötü çocukları John Galliano ve Alexander McQueen gibi moda tasarımcıları asi, genç tasarımları ile moda evi üstatları haline gelmişlerdir (Jones, 2013:52).

Doç. N. Rengin Oyman / Atekstil Sanatlarında Barış Sanatçıları

‘O-tarihe kadar ilgi duyulmamış alanlara dikkatlerin çevrilmesi ve geleneksel Natüralist düşünceden tamamı ile uzaklaşılması’ şeklinde bir Köktenci Değişim başlamış olmakta idi. Değişik alanlarda başlamış böylesi bir değişimin; odak-noktası olarak Ekonomiyi ve Endüstriyi seçmesini de rastlantı ile açıklayamayız. Kübist’lerden olan bu grup, aynı zamanda da Konstrüktivist olarak anılmakta idi. Yine, dönemin Orta Avrupa’sını sarmış bulunan Marksist Felsefe ve ekonomiye ait söylemlerin de etkisinde kalmışlardır. Yani “insanların eşitlik içinde mutluluğa kavuşturacak olan bir dünyanın özlemi içinde idiler”. Dönemin arayış içindeki Kültürel düşünce sistemi; Natüralist ve gelenekselleşmiş anlayışı ‘doğayı yansıttığı’ için yalnızca görsele hitap etmekten başkaca bir işlevi olmadığından suçlamakta ve yıkılması gerektiğini söylemekte idi. Yıkıcı olmasına devam ede gelen karşıt-görüşteki sanatçı hareketi, çok geçmeden eğitim alanını da etkisi altına aldı. “1919’da Almanya’da Bauhaus, iş eğitimi temeli üzerine kurulan ilk sanat okulu” dur. İdeal hedef olarak; ‘Büyük Yapı’yı gerçekleştirmeyi seçmiştir. ‘Büyük Yapı’ teriminin evrenin sonsuzluğu ile karşılaşan dönemin fizik bilimi’nin dili’ne benzeştiğini de anımsamak yerinde olacaktır. Çok yönlü bir perspektif, bu okulun öğreti-temelini oluşturmak üzere değişik meslek sahiplerince oluşturulması öngörülmekte idi. Böylesi bir eğitim perspektifinden kurulmuş olan eğitim kurumsalının, bizdeki Köy Enstitülerinin düşünsel temelini göstermesi bakımından söylenmeye değerdir.

34

Resim 1. John Galliano


2. TEKSTİL SANATLARINDA BARIŞ SANATÇILARI Milano-Londra-Paris moda merkezleri arasında oluşan etkileşim sonucunda, 1980 yıllarında bir grup moda tasarımcısı modanın anlamını sorgulamaya başlamışlardır. Caroline Broadhead’de bu sorgulama döneminde giysinin anlamının kavramsal yorumlarıyla uğraşmaya başlamış, sadece modanın şekillendirdiği giyim yöntemleriyle değil, giyinme olgusunun yaşama yansıyan fikirsel yönleriyle ilgilenmektedir.

1960lardan itibaren ABD’de bir grup feminist sanatçı, sanat tarihçi ve sanat eleştirmeni, kadının sanatta, sanat tarihinde, sanat kurumlarında ve müzelerde yeterince ve doğru temsil edilmemesine, hatta çoğu zaman tümüyle dışlanmasına karşı bir mücadele başlattılar. Bu mücadelenin bilincinde ve tarafında olan bütün sanatçıların üretimlerini, Feminist Sanat başlığı altında değerlendirmek mümkündür. Feminist Sanat kapsamında izlenen çabalar, tarihin göz ardı ettiği kadın sanatçıların keşfine neden olmuş, yeni yazılan sanat tarihlerinde kadın sanatçıların gündeme gelmesinde rol oynamış ve kurumlarda kadın sanatçıların geçmişe oranla daha fazla temsil olanağı bulmasının yolunu açmıştır. Feminist Sanat birikimi içinde resim, heykel gibi geleneksel türlerin yanı sıra etkin bir karşı duruşun ifadesi olarak performans önemli bir yer tutar. (Gülseren Esenler Pasin, “Kadını Farkındalık ve Özgürleşmesinde Sanatın Önemi”, Dokuz Eylül Üniversitesi, Uluslararası Kadın Konferansı, Kadın Olmak Farkındalık ve Özgürleşme Bildiriler Kitabı, 09-11 Mayıs 2012, İzmir, s.8)

Resim 2 . Marian Schoettle , 1985 , ‘Clothing Enigma’ , yapay ipek ve tafta , Performansın yapıldığı yer Amerika Birleşik Devletleri, (Çınar, E., Teknoliflerin Lif Sanatı Alanındaki Yeri, yayınlanmamış yüksek lisans tezi), s. 65) Giyilebilir sanat olarak tanımlanan bu tarz çalışma yöntemini benimseyen bir diğer sanatçı Marian Schoettle’dir . Paris kökenli Amerikan sanatçı Marian Schoettle giyilebilirlik fikrini temel alarak Caroline’ in çalışmalarıyla bağlantı kurup bir çift gömlek serisiyle bu fikrin devamlılığını sağlamıştır. Gömlekler onun okumasıyla giyinme olgusu içinde yeniden canlanıp; yaşayan bir performans haline dönüşmüştür. Giysinin kişinin görsel hafızasını yakaladığını ve düşünen Marian Schoettle serilerinin iskeletini oluşturan giysileri; renksiz, belirsizliği vurgulanmış, içsel durumların ve duyguların dışarıya doğru uzanan esnemeleri gibi tanımlayarak (şeffaf gömlekte uzayan kollar ) sergilemiştir. Geçici ve popüler olan seri üretime gönderme yapan bir başka sanatçıda Mitsuo Toyazaki’dir. Toyazaki’nin “ Over the Rainbow ” (gökkuşağının üzerinde) adlı eserinde masmavi bir gökyüzü altındaki yemyeşil manzaraya çok renkli spor ayakkabıları yerleştirerek gökkuşağının karşıt anlamlarını sorgulamış ve şaşırtıcı etkisini kullanmıştır.

Resim 2 . Mitsuo Toyazaki-1987-over the rainbow (Çınar, E., Teknoliflerin Lif Sanatı Alanındaki Yeri, yayınlanmamış yüksek lisans tezi), s. 67)

Tüm bu malzemelerin yanında, deri, süet, ipek ve yüksek teknoloji ürünleri gibi kumaşlar üzerinde heykel kabartmalar, üç boyutlu düzenlemeler, bir lif mimarisi biçiminde düzenlenmektedir. Sınır tanımayan malzemelerin ve tekniklerin kullanımı sonucu karışık tekniklerin (mixed media) kullanımıyla üç boyutlu “Heykelsi Tekstiller” üretilmeye başlanmıştır. Malzemelerin ve kavramların gücü ile birleştirilen Heykelsi Tekstiller, günümüzde bazen protest anlamlar içerirken, bazen de topluma mesaj vermek için kullanılabilmektedir. Gerek Giyilebilir Sanat içinde, gerek heykel sanatında, gerekse Lif Sanatı içinde yer bulan bu çalışmalar, bazen galerilerde, bazen doğanın içinde düzenlenerek, izleyiciye adeta sessizce bir düşünme çağrısı yapar. (N. Rengin Oyman, “Üç Boyutlu Heykelsi Tekstiller”, 1.Uluslararası İstanbul Tekstil Sanatı-Tasarımı Sempozyumu, Marmara Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi, Tekstil Bölümü, 17-20 Ekim 2012, İstanbul, s. 217) Resim 3: “Savaşın Maliyeti II”, Adrienne Sloane, 2007, A.B.D Irak savaşını protesto amaçlı, tekstil örme sanatçısı Adrienne Sloane tarafından 2007 yılında yapılan çalışmada, sanatçı 30 bin metre tel ile Irak Savaşında kullanılan bomba ve füzelerden esinlenmiş, kendi sanatını bir silah olarak kullanmıştır. Renkli ipliklerle farklı şapkalar oluşturarak on yıl geçirdiği Watertown kasabasında, tel ve ketenlerle "Ceset Sayısı" ve "İyi ve Şeytanın Yüzleri" olarak örgü heykeller ile Irak savaşı ile ilgili görüşlerini dile getirmiştir. Atölyesinde, Marangoz çivisi ve teller ile "Kadının büyüyen ağrısı," ve keten iplerle 14 kusursuz erkek bedeni, duvara yatay olarak tutturdu. Çalışmaya "Savaşı Maliyeti II" ismini vermiştir. Orijinal "Savaşın Maliyeti" çalışması, Pittsburgh’da Uluslararası Lif Sanatı Gösterisinde, Yönetmen Ödülünü kazanmıştır.

Resim 4-3: “Savaşın Maliyeti”, Adrienne Sloane, keten çözgü 14 adet, makine örgüsü, En: 44” X Boy: 20”

35

Doç. N. Rengin Oyman / Atekstil Sanatlarında Barış Sanatçıları

Mitsuo Toyazaki’nin çalışmalarının önemli bir yanını Japon kültürünün plastik değerleri ve popüler kültürün parlak renkleri oluşturmaktadır. Toyazaki, çalışmalarında kullandığı malzemelerle insan yapımı ve doğal olmayan objeler seçerek geleneksel tekstil sanatlarına ve özellikle de doğayı betimleyen Japon sanatına itiraz eder bir tavır takınır. (Çınar, Evrim, Teknoliflerin lif Sanatı Alanındaki Yeri, (yayınlanmamış yüksek lisans tezi), Sosyal Bilimler Enstitüsü, Tekstil ve Moda Tasarımı ASD, Tekstil ve Moda Tasarımı Programı, s.65-66)

Tekstil sanatçılarının yorumları teknik ve malzeme olarak tarihsel süreçte değişmiş, bu değişimlerin sonucu özgün ve kendine özgü yapıtlar ortaya çıkmıştır. Kullanılan malzemeler doğrultusunda, biçim ve yüzey dokusu unsurlarından oluşan, iki ya da üç boyutlu, farklı yapıtlar ortaya çıkmıştır. Sanatçının yapıtına kaynaklık eden malzeme zaman zaman sisal, yün, keten, kenevir, keçe, pamuk gibi geleneksel malzemeler olmuş, kimi zaman da sınırları zorlayarak kağıt ve ahşap liflerinin ayrıştırılarak kullanılması, metal, tel, naylon, folyo, akıllı ve teknik tekstiller olmuştur.


Irak savaşını protesto amaçlı, tekstil örme sanatçısı Adrienne Sloane tarafından 2007 yılında yapılan çalışmada, sanatçı 30 bin metre tel ile Irak Savaşında kullanılan bomba ve füzelerden esinlenmiş, kendi sanatını bir silah olarak kullanmıştır. Renkli ipliklerle farklı şapkalar oluşturarak on yıl geçirdiği Watertown kasabasında, tel ve ketenlerle "Ceset Sayısı" ve "İyi ve Şeytanın Yüzleri" olarak örgü heykeller ile Irak savaşı ile ilgili görüşlerini dile getirmiştir. Atölyesinde, Marangoz çivisi ve teller ile "Kadının büyüyen ağrısı," ve keten iplerle 14 kusursuz erkek bedeni, duvara yatay olarak tutturdu.

Kavramsal sanat ve performans sanatı kitlelere eserlerinde politik mesajlar veren akımlardandır. Sanatçı Martha Rosler ABD dış politikası ve iç işlerindeki ilgisizlik arasında suç işlediğini öneren "Savaşı Ev getirmek" sloganını kullanmıştı. Ayrıca, sanatçı piyasa ekonomileri ve onun politikalarına karşı bir protesto olarak, cadde veya yeraltı gibi mekânları seçerek çalışmalarını olağan galerilerde sergilemeyi reddetmiştir.

Çalışmaya "Savaşı Maliyeti II" ismini vermiştir. Orijinal "Savaşın Maliyeti" çalışması, Pittsburgh’da Uluslararası Lif Sanatı Gösterisinde, Yönetmen Ödülünü kazanmıştır.

Resim 4: Faith Ringgold, " The Flag is Bleeding (Bayrak kanıyor) ", tuval üzerine akrilik resim ve kenarlarda kumaş parçaları; Boyutlar: 76" x 79.5", The American Collection; 6 Serisinden, A.B.D.

Resim 4: “Savaşın Maliyeti”, Adrienne Sloane, keten çözgü 14 adet, makine örgüsü, En: 44” X Boy: 20” S

Sanat üretiminde egemen piyasa güçlerine daha fazla açık muhalefet göstermek için, Gerilla Sanat Eylem Grubu 1969 yılında Modern Sanat Müzesi tarafından alınan "kan parası" fonunu protesto etti. Eva Cockroft, 1974'te yazdığı makalede, "Soğuk Savaşın Silahı: Soyut Dışavurumculuk" Amerikan soyut sanatında "özgürlük ve saflık" ifadelerini teşvik ederek uluslararası sergiler açmak için CIA tarafından gizlice finanse edildiğini ortaya attı. 1970 yılında "Halk Bayrak gösterisi" sırasında, Faith Ringgold ve “Gerilla Sanat Eylem Grubu” üyeleri federal bayrak yasasına saygısızlık ve mevzuatı ihlal ettiği için mahkûm edildiler. Onlar "eğer bayrak cinayeti kutsallaştırmak için kullanılabiliyorsa, bu cinayeti durdurmak için de geçerli olmalıdır", sözleriyle eylemlerini haklılığını iddia ettiler.

Doç. N. Rengin Oyman / Atekstil Sanatlarında Barış Sanatçıları

Ringgold çalışmalarında sık sık savaş ve ırkçılık arasındaki bağlantıları işaret ederken, Nancy Spero ve Brazilyalı Josely Carvahlo savaş, kadınların uğradığı baskılar ve insan hakları gibi konuları çalışmalarında kullanmışlardır. Savaş aktivist sanat için hem motive edici bir etmendir, hem de gücün genel çalışmaları için bir metafor sağlar, genellikle erkek–kadın ilişkileri, insanların rengi ve dezavantajlı sosyal gruplar üzerinde çalışır. Dünya Ticaret Örgütü, Uluslararası Para Fonu ve küresel sermayenin diğer ajanlarına karşı Çağdaş sanat protestosu sık sık özellikle 1960'larda savaş karşıtı protestolarla kendini göstermiştir. Resim 5: "Kirli Çamaşır", Adrienne Sloane (http://dearkitty1.wordpress.com/2007/09/02/textile-art-protestagainst-the-iraq-war-by adrienne-sloane-from-the-usa/) Atölyesindeki Irak'ta ölen insanları betimleyen "Kirli Çamaşır" isimli çalışmasında, cansız çamaşır ipine asılı halde duran örme tekniğiyle yapılmış 12 tane el ve ayak sergilemektedir.

Judy Chicago feminist sanat yapmanın yeni yollarını savunarak 1970'lerde biçimlendirici bir etkinin başlangıcını ortaya atmıştır: "çalışma işbirliği, kadınların kültürel temsili ve tarihini keşfetmek, resmin kalıplaşmış kurallarını çürütmek, performans ve yerleştirmeler (enstalasyon). Üçüncü Sinema gibi, Chicago gibi feminist, kendi konu fallus görüntü ve öyküleri kendi yollarından şekilde dönüm değiştirdi.

Sloane sanat yoğunluğunu göz önüne alındığında, 20'li yaşlarda savaş karşıtı mitinglerde bir Vietnam savaşı protestocusu sanılabilir, ama durum böyle değildi. Sloane’in geçmişte politik olarak aktif bir sanatçı değildi. Amerika Birleşik Devletleri’nin ulusal politikalarının kişisel yaşamlarında dalgalanmalara neden olduğunu ve gelecek yıllarda bunun devam edeceğini düşünerek bu çalışmaları oluşturmuştur

(http://dearkitty1.wordpress.com/2007/09/02/textile-art-protestagainst-the-iraq-war-by adrienne-sloane-from-the-usa/).

36

Onun anıtsal Akşam yemeği Partisi (1974-1978) çağdaş izleyiciler ile başarılarını kutlamak için, kurgusal bir yemek hazırlayarak, tarihin önemli kadınlarının birçoğunu davet etmektedir. Bir kadın vücudunun görüntülerinden esinlenerek süslenmiş seramik plakalar, sanat tarihinden alınan motiflerle kaplı işlemeli bez atletlere yerleştirildi. Kısmen seramik ve tekstil kullanımı sanatsal ifade aracı olarak kullanımın farklı bir girişimdir.


1974-1979 yılları arasında Judy Chicago, yüzlerce gönüllü tarafından oluşturulan bir anıtsal, multi-medya montaj oluşturdu. On beş şehir, altı ülke bir milyondan fazla izleyicinin katıldığı dünya çapında bir turneye çıktı. Batı Medeniyeti kadınlarının sembolik bir tarihi olan çalışma, Mart 2007'de, kalıcı olarak Brooklyn NY Feminist Sanat Müzesi'nde yerini aldı. Judy Chicago'nun Dinner Party çalışması, geleneksel olarak erkeklere ayrılmış dünyada, Batı tarihinde kahramanlık başarısını yakalayan kadınları yükseltir. Dinner Party her iki tarafında kırk sekiz metre ölçülen üçgen masaya, büyük bir tören ziyafeti gibi hazırlanmıştır. İnce detaylarla dikkatle düzenlen masa, sanatçının sembolik olarak oturttuğu otuz dokuz "onur konuğu"nu ağırlar. Çin porselen tabakları, bol dökümlü masa örtüsü üzerinde düzenlenmiştir. Her tabak vajinal bir merkez çekirdeğin çevresinde, sembolik kelebeklere benzeyen bir görüntü sunmaktadır. Runer'larda 39 kadının ismi ve her birinin öyküsü işleme tekniğiyle hazırlanmıştır. Her runer kolayca önden görülüyordu. Runer'ın arkasında canlı görüntüleri sadece fikir veren ve masada rakamlarla desteklenen 999 kadının yaldızlı işlemeli isimleri, inişli çıkışlı pırıl pırıl porselenler masa zemini boyunca görülebilir. Dinner Party'de, tüm bu olağanüstü kadınlar, 21. yüzyılda, varlığını bu şekilde sürdürecektir.

egemendir. Örgü ve örme gibi el sanatları son zamanlarda Batı popüler kültüründe bir artış yaşamaktadır. Kuzey Amerika'da, büyük ölçekli bir kent ortamında yaşıyorsanız, iplik mağazalarının çokluğu nedeniyle kısmen bir popülerlik kazanmıştır. Yirmi birinci yüzyılın başından bu yana, üçüncü dalga feminist politikanın yaşadığı karmaşaya biraz ışık tutacaktır. Üçüncü dalga dergisi “Bustas” ın kurucularından olan Debbie Stoller, örneklediği Popüler üçüncü dalga söyleminde, iç politika ile eğlenceli bir yol olarak sanata olan inancını kutlamak ve “kendiniz yapın” kültürü yoluyla kadınların topluluk oluşturmasını hedeflemektedir. Örme geleneksel kadın-merkezli bir faaliyettir. Çünkü (Stoller'a göre örme sanatı kendi içinde bir feminist eylemdir)

Stoller, “çağdaş üçüncü dalga hareketi feminist bir uygulama olarak hayal edilmelidir” diye savunmaktadır. Böyle yaparak, farklı kültürel uygulamalar, kolayca feminist olarak tanımlanması mümkün olmayabilir, insanlar tarafından feminist amaçlar için kullanılabilir. Üçüncü dalga feminizm bir uygulama olarak, sıradan kadınlara önemli konularda geniş çaplı bir siyasi protesto için birleştirerek bir ana akım oluşturmuş ve ikinci dalga feministlerde dayak yiyen, şiddete maruz kalan kadınlara bu hareket aracılığıyla yardımcı olmayı amaçlamışlardır. Bir uygulama olarak feminizm fikri üzerine inşa edilen bu akım, ana hatlarında bir süreklilik olarak feminist örgü uygulamaları örnekleri üretir. Feminist örme uygulamalarının imgeleri, taktikleri, kapsamı ve amacı farklı olabilir iken yine de feminist bir ahlaka katkıda bulunur. Bir sosyal yardım kampanyasını göz önünde bulunduran Beryl Tsang ve Stephanie Pearl-Mc Phee üstlendikleri bir bağış toplama etkinliğinden hareket ederek, örme işleri yapan kadınları toplayarak, bir kutlama mitingi düzenler. Mitingler, yürüyüşler ve kamusal görüntüler dahil olmak üzere, kullanılan örgü örnekler ile siyasi protesto biçimleri geliştirilir.

Resim 5: Judy Chicago, “Dinner Party”, 1974-1979,

Resim 8: “Örme Afişlere Barış”, Grant Neufeld, 2007,

Doç. N. Rengin Oyman / Atekstil Sanatlarında Barış Sanatçıları

Resim 6: Lien Truong, Aile Oturuyor 2 (Aile Oturuyor Serisinden), 2005 Pennsylvania Güzel Sanatlar Akademisi, Kadın Sanatı Kolleksiyonu

Resim 9: “Tank Kılıfı”, Marianne Jorgenson, 2007, Resim 7: Nancy Spero, Bahar Bayramı Direği: Hiç Esir Alma, 2007

Nancy Spero'nun 2007 yılındaki Venedik Bienalinde, “Maypole: Take No Prisoners” isimli çalışmasında, işkence mağdurlarının başları sanki bir festival süslemesi gibi iplere asılarak sergilenmektedir. Bu ironik yaklaşımda sanatçı, olağan yaşamın içinde süregelen işkence mağdurlarının görülmediğini ifade etmektedir. Savaş, şiddet ve yolsuzluk ile ilgili olarak protest çalışmalarında, erkek-merkezli, hiyerarşik toplumun baskıları ile ilgili olarak hem dindar bir feminist ve siyasi bir aktivisttir. Spero'nun çalışmalarında, eşitsizlik ve adaletsizliğe karşı duruşlar

Resim 10: “Örgü Rahim”, MK Carroll, 2007,

37


Feminist politik eylem için uygun sanat Lif sanatı mıdır? diye bir soru yöneltilebilir. 'Feminizm' siyasi bir uygulamanın yanı sıra güçlü bir entelektüel harekettir. Anne Gray'in feminizm hakkındaki genişletilmiş tanımı, genellikle marjinalize insan gruplarını içine alan gruplar için kullanılabilir. “Hak eşitliği, insanlık şerefi ve kadınlara karar verme özgürlüğü” tanımıyla ortaya çıkan feminist hareket, seçkin lezbiyen kadınlar, yoksul kadınlar, üçüncü dünya ülkesi kadınları ve siyah kadınlardan oluşan kitleleri içine alır. Örgü ile cinsiyet (kadın) ve kadın el sanatları tarihsel anlamda ele alındığında içiçe olmuştur. Kuzey Amerika ve Avrupa'nın bazı bölgelerinde yirminci yüzyılın ikinci yarısında, İkinci dalga feminizm birçok türü kapsar, bu 1960'larda ortaya çıkan öğrenci hareketleri, savaş karşıtı hareketler ve sivil haklar hareketi, sosyal adalet hareketleri ile birlikte siyasi aktivizm ile ilişkilidir. Feministler üreme hakları, kürtaj ve işyerinde fırsat eşitliği için mücadele ve agresif bir baskı sistemi olarak aileyi sorgulamışlardır. Buna karşılık, üçüncü dalga feminizm hareketi daha çok, doğrudan ırk ve cinsel politika ile ilgili ve postmodern teori ve kapitalist tüketim ve medyayı sorgulamışlardır. 1990'ların başında ABD'de punk dışında ortaya çıkan ve üçüncü dalga feminist siyaset, estetik, müzik ve popüler kültür ile angajman yörünge etkisi Riot Grrrl hareketi, aynı zamanda çağdaş “kendiniz yapın” kültürü iz bırakmış ve etkileri de çağdaş örme kültürü olarak görülebilir. 3.SONUÇ Feminist politik eylem için uygun sanat tekstil ve Lif sanatlarıı mıdır? Tekstil sanatları ile kadın ve kadın el sanatları tarihsel anlamda ele alındığında içiçe olmuştur. Öğrenci hareketleri, savaş karşıtı hareketler, sivil haklar hareketi, sosyal adalet hareketleri ile birlikte siyasi aktivizm protest ve karşı duruş hareketleridir. Protest Feministler üreme hakları, kürtaj ve işyerinde fırsat eşitliği için mücadele ve agresif bir baskı sistemi olarak aileyi sorgulamışlardır. Buna karşılık, üçüncü dalga feminizm hareketi daha çok, doğrudan ırk ve cinsel politika ile ilgili ve postmodern teori ve kapitalist tüketim ve medyayı sorgulamışlardır. 1990'ların başında ABD'de punk dışında ortaya çıkan ve üçüncü dalga feminist siyaset, estetik, müzik ve popüler kültür ile aynı zamanda “kendiniz yapın” kültürü iz bırakmıştır.

Doç. N. Rengin Oyman / Atekstil Sanatlarında Barış Sanatçıları

Sanatsal dışa vurumlarında, çağdaş tekstil ve lif sanatları da bildirde yer alan örneklerde görüldüğü üzere önemli yer bulmaktadır. Türkiye'de sanat dünyası Protest Sanat akımlarından ne kadar payını almıştır? Genel olarak namus cinayetleri, töre olayları ya da kadına yönelik şiddet gibi gündelik basında da sık sık görmeye alışkın olduğumuz konular sanatçılar tarafından ele alındığında, egemen sanat kodları içinde kalarak işlendiğinden feminist bir perspektif sunmaktan uzak olmaktadırlar. Bu tip çalışmalar daha çok güncel politikanın rehabilite etme stratejilerine yaklaşabilmektedir. Türkiye'de protest duruşlar, plastik sanatlarda yer bulmasına karşın tekstil ve lif sanatlarında çok yer bulmamıştır. Değişik dönemlerde dünyada ve türkiye'de baskıcı yönetimsel politika, sanatçının özgürlüğünü ve üretkenliğini de kimi zaman engellemiş kimi zaman da kısıtlamıştır.

KAYNAKÇA http://www.pinterest.com/pin/273241903026/ http://www.thirdspace.ca/journal/article/view/pentney/210 http://www.throughtheflower.org/page.php?p=10&n=2 http://www.textielmuseum.nl/nl/collectie/BK0301a=c

38



Derya Uzun Aydın

OSMANLI'DA GAYRİMÜSLİM HEYKELTRAŞLAR

Öğr. Gör. Derya uzun Aydın / Osmanlı’da Gayrimüslim Heykeltraşlar

Öğretim Görevlisi

Özet:

Giriş

Amaç: Osmanlı Devleti’nde heykel sanatı denildiğinde, akla gelen ilk isim; Osmanlı’nın ilk güzel sanatlar okulu olan Sanayi-i Nefise Mektebi olmaktadır. Resim ya da mimari gibi diğer bölümlerle birlikte, heykel sanatı da eğitim hayatına bu mektep sayesinde geçmiştir. Türk heykelini incelerken görülmüştür ki; Osmanlı’nın son dönemlerinden itibaren “Türk heykel sanatı tarihi” içerisinde gayrimüslimlerin ve özellikle de Ermeni heykeltıraşların yeri ayrıca önemlidir. Nitekim, güzel sanatlar mektebinin ilk heykel hocası da, bir Ermeni olan Yervant Oskan Efendi’dir. Kaynak bulgularında, çoğunluk yalnızca ismine rastladığımız gayrimüslimler, bizleri kendileri hakkında daha açık ve net bilgilere ulaşma arzusuna yönlendirmiş ve bu makaleye konu olmuşlardır.

Osmanlı Devleti, tarih boyunca ayrımcılık yapmadan birçok devlet kademesine ve eğitim kurumuna gayrimüslimlerin de (Rum, Ermeni, Yahudi gibi) gelmesine ve kariyer yapmalarına izin vermiştir. Neticede, aynı toplum içerisinde yaşayan birkaç farklı kesim de olsalar, ortak gelenek ve göreneklerde toplanılmaktadır. (Soysal, 1984, s.3). Osmanlı’da gayrimüslimler içerisinde, özellikle Ermenilerin ayrı bir önemi vardır. Doğu Anadolu halkından olan Ermeniler, Bizans İmparatorluğu’nun Ermenistan’ı ele geçirmesi ardından hürriyetlerini kaybetmişler ve bir süre Bizans hâkimiyetinde yaşamışlardır. Selçuklular Anadolu’ya girince huzura kavuşmuşlar ve dinlerinde ve sanatlarında özgür olarak yaşamışlardır. (Dabağyan, 2012, s.399).

Yöntem: Osmanlı’da gayrimüslim; özellikle de Ermeni heykeltıraşları araştırmak amacıyla yola çıkılan bu makale için, üniversite kitaplıklarından kaynak araştırılmasına gidilmiş, Agos Gazetesi ziyaret edilmiş ve Ermenileri konu edinen kitaplara ulaşılmaya çalışılmıştır. Sonuç: Neticede Türk heykel sanatı tarihi içerisinde yabancı isimlerin çok fazla olduğu görülmüştür. Osmanlı Devleti, ayrımcılık yapmadan Ermeni sanatçılara da her mevkide kapılarını açmıştır. Elde edilen bulgulardaki isimler arasında Yervant Oskan dışında; Misak Nişanyan, Ohannes Acemyan, Ahan Efendi, Dikran Diretyan, Agob Arabyan veya Mari Gerekmezyan vd. gibi isimler yer almaktadır. Bu isimler incelenmeye çalışıldığında, konuyla ilgili oldukça yetersiz olduğumuz görülse de, yaptığımız çalışmanın yapılacak benzer diğer çalışmalara örnek olabileceği kanaatindeyiz.

A n a h t a r Ke l i m e l e r : H e y k e l S a n a t ı , Heykeltıraş, Osmanlı, Gayrimüslim, Ermeni

40

İstanbul’a geçince en çok Kumkapı, Samatya, Galata ve Yenikapı’ya yerleşen ve kendi adlarına açılan kiliselerde dinsel vazifelerini yerine getirme imkanı bulan bu halk, kabul edilen fermanlarla da bir takım imtiyazların sahibi olmuşlardır. 15.yy.da İstanbul’da sekiz yüze yakın Ermeni evlerinin varlığı bilinmektedir. Dönemin koşullarında gayrimüslimler; kuyumculuk yapmışlar, tüccar ve banker olmuşlardır. Ayrıca başta ‘Sanayi-i Nefise Mektebi’ olmak üzere birçok okulda eğitim görmüşler, hatta Avrupa’ya eğitime de gönderilmişlerdir. Güzel sanatların birçok dalında başarılı i ş l e r ç ı ka ra n g ay r i m ü s l i m l e r, h ey ke l sa n a t ı incelendiğinde de Müslüman halka göre bu sanatla ilk etaplarda daha çok ilgilenmişlerdir. Nitekim bugün dahi birçok gayrimüslim mezarı, anıt-heykelleri barındırmaları açısından ayrı bir araştırma konusu oluşturabilmektedir. Fakat, bir çok ülkede olduğu gibi Müslüman olmayan bir kısım halk- ki bunlar arasında yine Ermeniler ön plana çıkmaktadır-ilerleyen zaman diliminde, ülkeden tehcire maruz kalacaklardır. (Ermeniler: Tarih, 1994, s.190-194. ; Özsezgin, 1984, s.13-15.).


O s m a n l ı ’d a G a y r i m ü s l i m Sanatçılar Osmanlı’da gayrimüslim sanatçılar, İstanbul veya Anadolu’nun çeşitli vilayetlerinde doğmuşlardır. İlk ve ortaöğrenimlerini tamamladıktan sonra birçoğu, ya yurt dışında ya da Sanayi-i Nefise Mektebi’nde eğitim görmüştür. Mimarlık ve resim eğitimi alanlar dışında, heykel sanatıyla uğraşanlar daha azdır ve ne yazık ki günümüze çok azının yalnızca ismi baki kalabilmiştir. Sanayi-i Nefise Mektebi 1883 yılında kurulmadan önce, Osmanlı’da ya da Avrupa’da bir takım sergiler düzenlendiği ve bu sergilere Müslüman sanatçılar kadar gayrimüslimlerin özellikle de Ermenilerin de katıldığı gözlenmektedir. İsmi bilinen kimi sanatçılar, oyma, kabartma veya rölyef yaptıkları için de, heykel sanatı içinde değerlendirilmeye çalışılmıştır. Darphane’de ressam, hakkak ve kalıpçı olarak çalışmış Kirkor Ağa Malğasyan (1795-1855); “Nişan-ı İftihar ve yeni madeni para sistemi ile alakalı Tashih-i Ayar madalyalarını” yapmıştır. (R. 1). Sanatçının ayrıca, abanoz üzerine oyma çalışmaları olduğu da bilinmektedir. (Kürkman, 2004, C.II, s.580).

yaşındayken gelen Bali, bir Ermeni heykeltıraşın yanında eğitim görmüştür. Kendisi aynı zamanda ‘Bali Usta’ olarak da tanınmıştır. Sanatçı, bir süre sonra ailesinin isteğiyle Talas’a dönmüş ve farklı işlerde çalışmıştır. Ancak sanat aşkı, onu rahat bırakmaz ve tekrar İstanbul’a dönerek kendi atölyesini açar. Heykel işleri dışında Sultan Aziz tarafından hassa mimari olarak tayin edildiği de bilinen sanatçının, bu bağlamda Dolmabahçe’deki saat kulesini yaptığı bilinmektedir. Bali Usta bunun dışında, çoğu eserine imza dahi atmadığından bugün eserleri hakkında net bilgiye ulaşılamamaktadır. (Pamukciyan, 2003a, s.88-89 ; Dabağyan, 2010, s.418-420.). Osmanlı Devleti uluslar arası sergilere katılmış ve buradan çeşitli ödüllerle dönmüştür. Örneğin 1855 Paris Evrensel Sergisi, Osmanlının ikinci uluslar arası sergisidir. Champs-Elysees ve Trocadero’da kurulan saraylarda Tarım-Endüstri ve Güzel Sanatlar gibi iki ana bölümden oluşan bu sergide; halılardan seccadelere, tüfek-tabancalardan, bakır-bronz eşyalara kadar birçok eser sergilenmiştir. (Yılmaz, 2005, s.718-729.). Uluslar arası jüri bu sergide Türkleri 27 madalya ve 20 mansiyonla ödüllendirmiştir. Mansiyonlar arasında, İstanbul’dan Pascal Artin’e (?) ait olan ve Osmanlı ile İngiliz-Fransız ittifakını simgeleyen bir anıt projesi adına verileni; heykel tarihi açısından oldukça önemlidir. (Nazır, 2009, s.179-196. ; Germaner, 1991, s.33-40.). 1867’deki Paris sergisine katılan isimler de, önemli eserlere imza atmışlardır. Bu sergiye katılan Osmanlı sanatçıları içinde, madalya üzerine oymalar ya da gravür yapan isimler ayrıca dikkat çekmektedir: Anesti “Kaidesi ve kurnası ile bir çeşme”, Garnier “Sultan’ın büstü”, Didob “sedef üzerine gravürler” ve Hanna Habaci “Çivi yazılı kitabe ve yarım kabartma eserler” ile bu bağlamda önemlidir. (Germaner, 1991, s.33-40. ; Pamukciyan, 2003b, s.213, 216,217).

R. 1: Kirkor Ağa Malğasyan (1795-1855), “Nişan-ı İftar, Cami-i Nusret ve Tashih-i Ayar madalyaları, altın ve bakır.” (Kürkman, 2004, C.II, s.580). Ermeni heykeltıraş Ohannes (Hovhannes) Acemyan (1828?-1871), aynı zamanda oyunculukla da uğraşmıştır. 1828 (kimine göre 1840) doğumlu sanatçı, 1871’de hayatını kaybetmiştir. Sanatçının 1855-1861 yılları arasında, Venedik-Murad Rafaelyan Mektebi’nde eğitim gördüğü bilinmektedir. İstanbul’a dönünce kendisi, resim ve heykel sanatıyla ilgilenmiştir. (Pamukciyan, 2003a, s.5). Meşhur heykeltıraş ve mimarlardan Balyan Bali (18351911), 1835’te Kayseri-Talas’da doğmuş, 5 Aralık 1911’de İstanbul’da hayatını kaybetmiştir. Kendisinin Şişli Ermeni mezarlığında yattığı bilinmektedir. İstanbul’a 13

R. 2: Hovhannes Mühendisyan (1810-1891) , “ Sultan Abdülmecid dönemi 20 kuruşluk kağıt para klişesi” (Kürkman, 2004, C.I, s.56).

41

Öğr. Gör. Derya uzun Aydın / Osmanlı’da Gayrimüslim Heykeltraşlar

1862’deki Londra II. Ulusal Sergisi’nde ise, Osmanlı pavyonunda baskı işleri yer almıştır. Bir çeşit kabartma (rölyef) görünümlü bu eserlerden bir kaçı da, İstanbul’dan Hovhannes Mühendisyan’a (1810-1891) aittir. Kendisi Osmanlı ve Ermeni kaligrafilerine ait tuğralar, kağıt para (kabartma olarak levhalar üzerine basılmış) klişelerle ser giye katılmıştır. (R. 2-3). (Kürkman, 2004, C.I, s.55).


Öğr. Gör. Derya uzun Aydın / Osmanlı’da Gayrimüslim Heykeltraşlar

R. 3: Hovhannes Mühendisyan (1810-1891) , “Kağıt para kalıbına yerleştirilen Sultan Abdülmecid tuğrası” (Kürkman, 2004, C.I, s.56). Osmanlı’da 1873-74 yılllarında P. D. Guillemet tarafından ilk akademi denemesi (Academie de dessin et de peinture) yapılmıştır. Guillemet’nin Hamalbaşı Sokak 50 numarada kurduğu bu okula ilk kayıt yaptıran isimler arasında; Sarkis Diranyan ve Civanyan Kardeşler yer almaktadır. Bu ve bunun gibi atölyelerin çoğu, Pera Caddesi üzerinde ya da caddeye açılan sokaklar arasında olup, sergiler açtıkları da bilinmektedir. (Sinanlar Uslu, 2010, s.14-17). Yine açılan sergilerden bir diğeri de, 1881’de Elifba yani Club ABC tarafından açılan sergidir ve bu sergiye birçok gayrimüslim katılmıştır. (Üstünipek, 2007, s.88 ; Sinanlar Uslu, 2010, s.20-21). Bir başka kulüp olan “Tebrotsasiradz Dignants Engerution: Okulsever, Eğitimsever Kadınlar Birliği” de, özellikle kız çocuklarının eğitimine destek olmak ve kadın öğretmen yetiştirmek amacıyla kurulmuş olup, 1881’de bir sergi düzenlemiştir. Buraya katılan sanatçıların çoğu da, Ermeni kökenlidir. Sergi için okunan bir teşekkür yazısına göre; T. Essayan ile E. Osgan’a da teşekkür edildiği anlaşılmaktadır. (Stamboul, 1882 ; Sinanlar Uslu, 2010, s.21-22). 1900 yıllarında Paris’te düzenlenen Uluslar arası sergiye katılan Sopon (Sepon) Bezirdjian (1837-1919) (R. 4), burada Osmanlı ve İran pavyonlarını süslemiştir. İstanbul’da doğan ve burada eğitim gören sanatçı, ünlü İtalyan sanatçılarla çalışmış resim ve heykel üzerine eğitim görmüştür. İstanbul ve İzmir’de önemli yapıları motifleri ile bezeyen Bezirdjian, tiyatroyla da ilgilenmiştir. Heykeltıraş Bezirdjian’ın bazı çalışmaları, Kahire-Marmina Ermeni Mezarlığı’ndadır. (Kürkman, 2004, C.I, s.245-246.)

42

R. 4: Sopon Bezirdjian (1837-1919), (Kürkman, 2004, C.I, s.245.) Tarihler 1883 yılı Mart ayını gösterdiğinde, Osmanlı’nın ilk güzel sanatlar okulu olan Sanayi-i Nefise Mektebi eğitim hayatına adım atmıştır. Kurulan okulun heykel bölümü başına da, Yervant Oskan (veya Ervant Osgan) Efendi (1855-1914) getirilmiştir. (Dabağyan, 2010, s.201). Oskan Efendi Samatya’da gayrimüslim bir ailenin oğlu olarak dünyaya gelir. Öğretmenlik yapan, şairlik ve tercümanlık gibi birkaç mesleğe de vakıf olan Yervant, ilk eğitimini Beşiktaş-Mahrukyan ve Pera Hayr Ananya okullarında alır. Ardından babasının isteği üzerine Venedikteki Murad Rafaelyan Okulu’na geçer. Yervant bu sıralar kendini resim ve çizimlerine vermiş, bu durum hocalarının da dikkatini çekmiştir. 1872’de Rafaelyan Okulundaki eğitimini tamamlayan sanatçı, ardından Roma’ya geçmiştir. Burada güzel sanatlar alanından heykel bölümünü seçerek, Roma İmparatorluk Güzel Sanatlar Akademisi’ne giren Yervant, E. Becketti ve Cirolama Mazzini’den dersler almıştır. 1877 yılında mezun olduktan sonra Paris’e giderek, birçok sergiye katılmış ve madalyalar kazanmıştır. Sanatçı burada kalmak istese de, ailesinin isteği üzerine 1881’de İ s t a n b u l ’ a g e r i d ö n m ü ş t ü r. O s ı r a İ n g i l i z konsolosluğunun düzenlediği sergiye katılan sanatçı, burada Osman Hamdi Bey ile tanışmış ve uzun süre devam edecek dostluklarının ilk temelleri atılmıştır. Nitekim Osman Hamdi onu Sanayi-i Nefise Mektebi’nde müdür yardımcısı yapmış, idari işleri ve heykel bölümü başkanlığını ona vermiştir. Oskan Efendi ayrıca, Müze-i Hümayun’da heykel restoratörlüğüyle de ilgilenmiştir. Ayrıca Osman Hamdi Bey ve Yervant Oskan beraber arkeolojik kazılara katılırlar. Nitekim beraber yaptıkları Sayda Krallar Nekropolü kazısında “İskender Lahti”ni bulurlar. (1877-78). Müzeye getirilen lahitin restorasyon işini de Oskan Efendi üstlenir. Sanayi-i Nefise Mektebi Heykel bölümünün ilk hocası olan Oskan Efendi, çalışmaları için gerekli olan alçı modelleri kendisi hazırlamakta, alçı kalıplarını kendi dökmektedir. Ne ya z ı k t ı r k i s a n a t ç ı n ı n ç o ğ u e s e r i b u g ü n ya koleksiyonerlerin elindedir ya da alçıdan yapıldıkları için yok olmuşlardır. (Koç, 2003, s.35-49). Bazı bilinen eserleri “Naile Hanım Büstü” (R. 5), “Zeybek ve Tavukçu Kadın” ile “Osman Hamdi Bey Büstü” (R. 6) ile “Dikran Çuhacıyan Büstü”dür. (R. 7). (Naipoğlu, 2008, s.56 ; Köksal, 1983, s.32-35). Dikran


Çuhacıyan büst çalışmasının, Erivan, Yerevan E d e b i ya t v e S a n a t M ü z e s i ’ n d e ko r u n d u ğ u b i l i n m e k t e d i r. Ç u h a c ı y a n ’ ı n İ z m i r E r m e n i M eza r l ı ğ ı ’n d a d a ka b r i y l e b e ra b e r b ü st ü görülebilmektedir. (R. 8). (Dabağyan, 2012, s.85).

R. 7: Yervant Oskan, “Dikran Çuhacıyan Büstü” (Estukyan, 2003, s.84).

R. 5: Yervant Oskan, “Naile Hanım Büstü”.(Uzun, 2012,s.279-291).

İstanbul Ortaköy’de doğan bir diğer Ermeni sanatçı da Dikran Essaian’dır. (1874-1921). (R 9) Sanayi-i Nefise Mektebi’nde eğitim gören ve buradan 1895 yılında mezun olan sanatçı, ilk olarak Getronagan lisesinde resim öğretmenliği yapmıştır. Essaian Sanayi-i Nefise’de ise, Yervant Oskan Efendinin atölyesinde çalışmıştır. Sonrasında Paris’e giderek, Güzel Sanatlar Okulu’nun derslerine de katılan sanatçı, Jean Paul Laurens’dan dersler alır. Sanatçı, 1900 yılında burada evlenmiş ve hayata gözlerini yummuştur. Resim 10’da sanatçının bilinen tek çalışması olan “Suriyeli Derviş” yer almaktadır (Uzun Aydın, 2014, s.162-163 ; Saris, 2003, s.131). R. 6: Yervant Oskan, “Osman Hamdi Büstü”. (Uzun, 2012,s.279-291).

43

Öğr. Gör. Derya uzun Aydın / Osmanlı’da Gayrimüslim Heykeltraşlar

R. 8: “Dikran Çuhacıyan Büstü” İzmir Ermeni Mezarlığı’nda görülmektedir. (Dabağyan, 2012, s.85)


üzerine yazılar yazılmaktadır. Bu bağlamda 1891 sergisine değinilen bir yazıda; Dikran Esseian, G. Brimo ve Hakkı imzalı heykeltıraşlar ve çalışmalarına değinirken, Oskan Efendi’nin bu üç öğrencisiyle gurur duyması gerektiğinden söz edilmektedir. (Stamboul, 1 aralık 1891 ; Sinanlar Uslu, 2010, s.48-49 ). Okul ile ilgili 1906 yılına ait sergi haberi, Sabah Gazetesinde (21 Eylül 1906) yayınlanmıştır. Buradan da yeni heykeltıraş isimleri öğrenilmektedir; Sergi dört kısımdan oluşmuştur; bunun heykel kısmında birinci sınıf talebesinin sergilediği yarım heykellerin bile, dikkate değer olduğundan söz edilir. Bunlar, bir modele bakılarak imal edilmişlerdir. İkinci sınıf öğrencilerinin boydan yaptıkları kabartmalar da oldukça mükemmel bulunmuştur. Son sınıftakilerin çalışmaları da, artık adeta birer heykeltıraş olduklarını kanıtlar biçimdedir. Bunlar içinde özellikle “Misak Nişanyan, Dikran Diretyan ve Ahan Efendi” dikkat çekmektedir. (Ürekli, 1997, s.197, 199).

Öğr. Gör. Derya uzun Aydın / Osmanlı’da Gayrimüslim Heykeltraşlar

R. 9: Dikran Esseian (1874-1921). (Kürkman, 2004, C.I, s.370)

R. 10: Dikran Esseian, “Suriyeli Derviş”, (Kürkman, 2004, C.I, s.370) Sanayi-i Nefise Mektebi açıldıktan sonra, dönemin birçok gazetesine de konu olmuştur. Bu bağlamda, yine düzenlenen sergiler önemlidir. 1889 yılı imtihanı sonucu düzenlenen sergi hakkında Sabah Gazetesi’nde (1 Rebiülevvel 1307-26 Ekim 1889 ve 19 rebiülevvel 1307-13 kasım 1889); bu serginin 26 Ekim cumartesi açıldığı ve 15 gün herkese açık kalacağı aktarılmaktadır. Yapılan bu sergi sonunda ödül töreni yapılmış olup, törende Osman Hamdi ve diğer öğretmenler hazır bulunmuşlardır. Resim ve heykel dalında ödüller dağıtılan sergide, h ey ke l s ı n ı f ı n d a n ö d ü l a l a n l a r l i stes i ; İ h sa n Efendi:1.dereceden, Agob Arabyan 2.dereceden ve Hakkı Efendi de 2.dereceden olarak açıklanmaktadır. (Ürekli, 1997, s.210). Bu dönemlerin önemli gazetelerinden olan Stamboul Gazetesi’nde bu sergiler ve Sanayi-i Nefise Mektebi

44

1907 yılı, 27 Eylül’üne ait sergi de Sabah Gazetesi’nde yer almıştır (Uzun Aydın, 2014) : (…)Sanayi Nefise Mektebi Sergisi …. Her sene olduğu gibi bu senede, Dünkü küşad edilen sergi resim, heykeltıraşlık, mimari ve hakk sınıflarından oluşmaktadır. Bir imtihan heyeti tarafından seçilen eserler; yağlıboya resim, karakalem resim, mimari eserler, heykel kısmı ve hakk gibi yapıtlar olarak ayrılmışlardır. Buna göre heykel kısmına katılan isimlerse şunlardır; Mehmed (yada Muhammed) Sırrı Ali Haydar Artin Vasil Kalinoğlu Hezaros Kunduracıyan Celopopolo Aşud Agob Efendi (Bu isimler 20 parça heykel çalışması ile iştirak etmişlerdir. (s.130). Dönemin önemli gazetecilerinden olan ‘Regis Delbeuf’ki A. Thalasso ile yakın arkadaştır-Thalasso’ya 1907’de yazdığı bir mektupta şunları ifade etmektedir (Sinanlar Uslu, 2010): (…) önceki gün Sanayi-i Nefise’de Osgan Efendi ile görüştüm. Okulun büyük salonunda bir tulumbacı ve bir Müslüman birlikte poz veriyorlardı ressamlara. Sağda vitraylı holdeyse, heykeltıraşlar mermer ve alçı çalışıyorlardı. Okulun ilk yıllarında öğrenci sayısı elli kadardı. Bunlar Osmanlı, Ermeni ve Levantendi. Şimdi 180 öğrenci var (1907 yılında). Bunların 57’si mimarlık, 6’sı gravür, 103’ü resim bölümünde okurken 14 kişi heykel bölümündeydi. Bunlardan 87’si Müslüman, 45’i Rum, 36’sı Ermeni, 6’sı Levanten ve 6’sı da Musevidir. (…) resmin ve heykelin yeni yeni oluşmaya başladığı ve halkın dikkatini çektiği şu sıralarda ne yazık ki yeterince ortam oluşmamaktadır. Bir yandan da Ermeni ve Türk resim ve heykel sanatında birçok yetenek gözlenince, insanın aklına neden salon sergileri yapılmıyor diye bir soru sormak geliyor. Bu insanlara destek neden az? Mimarlar dışında resim ve heykeltraşlar geçinemeyince yurdu terk ediyorlar. Sanat ne yazık ki hala hayat bulamadı…, yazılarıyla da dönemin heykel sanatı hakkında bilgi edinilmektedir. (s.54-55).


Osmanlı Ressamlar Cemiyeti Gazetesi’nde 1911 sergisi ve heykel kısmına dair yazıya göre; serginin heykel kısmında; Ali Haydar Efendi birinci mükafatı kazanmıştır denilirken, iptidai birinci sene talebesinden Hasan Hayrettin, Arif Hikmet, Yervant Kasparyan Efendiler birinci, Hüseyin Kenan, Fehmi, Avadis, Parsih Bogosyan, Aram Efendiler ikinci, Osman Zeki Mahir, Ahmet Nebil Efendiler de üçüncü ödülleri almışlardır. (17 Cemaziyelahir sene 1329-1 Haziran sene 1327-1911). (Zihnioğlu, 2007, s.59). Sergiler sadece Sanayi-i Nefise Mektebi ile sınırlı kalmamaktadır. Ayrıca, Pera’da Salon sergilerinin düzenlendiği bilinmektedir. 1.Pera Salon Sergisi (1901), Mayıs ayında açılmıştır. Bu büyük sergi de, hemen her gün çeşitli sanatçıları konuk etmektedir. Buraya Oskan Efendi’nin dokuz heykel çalışması ile iştirak ettiği kaynaklarda yer almıştır (Sinanlar Uslu, 2010, s.40-41). 1902- 2. Pera Salon Sergisinde de, Oskan Efendi ve Mesrur İzzet’ten söz edilmektedir. (Üstünipek, 2007).

R. 11: Resimde Mari Gerekmezyan (1913-1947) ile arkadaşları yer alırken, sağda sanatçı “Yahya Kemal Büstü”nü çalışırken görülmektedir. (Kürkman, 2004, C.I, s.401).

İstanbul doğumlu Sirvart Şahbaz (1894-1985), Esayan kız lisesi orta bölümünü bitirdikten sonra, ‘İnas Sanayi-i Nefise Mektebi’ ve Sanayi-i Nefise Mektebi’nde resim bölümü okumuştur. (1921-28) Bir süre eğitimine ara veren ve sonra tekrar devam eden sanatçı, bu sefer de heykel bölümünde dört sene eğitim görür. (1932-38). Kendisinin Ortaköy Tartmançats ve Esayan ile Karagözyan mekteplerinde resim dersi verdiği bilinmektedir. 70’li yıllarda emekli olan sanatçının “Atatürk Maskı” yaptığı da bilinenler arasındadır (Dabağyan, 2012, s.412)

R. 12: Mari Gerekmezyan (1913-1947), “Bedri R. Eyüboğlu büstü” (Kürkman, age., s.402)

R. 13: Mari Gerekmezyan (1913-1947), “Bedri Bey’e ait olduğu düşünülen diğer büstler(?)” (Kürkman, age., s.402).

45

Öğr. Gör. Derya uzun Aydın / Osmanlı’da Gayrimüslim Heykeltraşlar

Kayseri-Talas doğumlu Mari Gerekmezyan (1913-1947), ilköğrenimini de burada tamamlar. Ardından İstanbulEsayan Ermeni okuluna devam eder. Kendisi İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümüne devam ederken, diğer taraftan da Güzel Sanatlar Fakültesi’nin heykel bölümü derslerine girmektedir. Yapmış olduğu çalışmalardan “Neşet Ömer ve Şekip Tunç büstleri” kendisine ödül kazandırmıştır. Yine “Yahya Kemal Beyatlı bronz büstü” de birincilik ödülüne layık bulunmuştur. (R 11). Resim öğretmenliği yapan ve Ermenice dersler de veren Mari, Bedri Rahmi Eyüboğlu ile yaşadığı ilişkiyle de adından söz ettirmiştir. Bu bağlamda, Bedri Rahmi onun için: “Karadutum, çatal karam, çingenem” diye başlayan şiiri yazmıştır. (M. Halis, Sabah Gazetesi, 09-12-2012, Erişim:05-05-2014). Mari yakalandığı hastalığı ardından, bir süre Alman hastanesinde tedavi görmüş ve ne yazık ki genç yaşta hayata veda etmiştir. Çalışmalarından bazıları; Sanayi-i Nefise’de görevli “Mehmed Bey büstü”, “Bedri R. Eyüboğlu büstü”(R. 12-13), “Nü” “pehlivan, anne ve çocuk kompozisyonları” dır. (Kürkman, 2004, C.I, s.401. ; Pamukciyan, 2003a, s.223). 1927’deki Galatasaray Sergisi’nde Mari dışında Roza Hanım’ın da ismi geçmektedir. 1930 yılı sergisinde ise, yine Mari dışında yeni bir isim daha dikkatleri çekmektedir. Bu isim, Bari Hanım’dır. (Üstünipek, 2007, s.100, 103).


İstanbul doğumlu Mari Kaloyan Ertoran (1914-?) (R. 14), sanat derslerini Viçen Aslanyan’dan almaya ba ş l a m ı ş t ı r. Sa n a t ç ı , ay r ı ca G ü ze l s a n a t l a r Akademisi’nde önemli hocalarla çalışmıştır; Nijat Sirel, Mahir Tomruk, Nusret Suman, Kenan Yontuç ve Rudolf Be l l i n g b u n l a rd a n b i r ka ç ı d ı r. Ke n d i s i M a r i Gerekmezyan’ın da arkadaşıdır. (R. 15). Gerçekçi ve figüratif çalışmalara imza atan sanatçı, İstanbul Üniversitesi’nin biyoloji ve Nebatat kısımlarında da ressam olarak görev almıştır. En bilinen eserleri ise “Çocuk Başı, bronz” ve alçıdan yaptığı “Milena Tellalyan Büstü’dür. (R. 16). (Kürkman, 2004, C.II,s. 508 ; . Berk-Gezer, 1973, s.201).

R. 16: Mari K. Ertoran, “Milena Tellalyan Büstü”. (Kürkman, 2004, C.II, s.508). Bahsi geçen isimler dışında, haklarında çok az şey bilinen ya da sadece isimlerine ulaşılabilen gayrimüslim veya Ermeni sanatçılardan bazıları da şunlardır;

Öğr. Gör. Derya uzun Aydın / Osmanlı’da Gayrimüslim Heykeltraşlar

R. 14: Mari Kaloyan Ertoran (1914-?), çalışma esnasında (Kürkman, 2004, C.II, s.508).

Heykeltıraş Eva Vosgan İpekyan (?), Yervant Oskan’ın ressam ve heykel sanatıyla ilgilenen kızıdır. Kendisi uzun bir süre Mısır’da yaşamıştır. Oskan’ın diğer kızı olan Mari Kantar piyano ile ilgilenirken, Rebeka Vosgan ise dişçilik yapmıştır. (Pamukciyan, İstanbul 2003b, s.208, 253, 262, 376) . Ermeni heykeltıraş Hagop Arabyan (?), eğitimini Berberyan Mektebi’nde tamamlamıştır. (1883). Hakkında ne yazık ki fazla bilgi bulunamamaktadır. (Pamukciyan, 2003a, s.33) Bursa doğumlu Mardiros Altunyan (1888-?), ilköğrenimi tamamladıktan sonra, Paris-Ecole Bausant okuluna girmiştir ve burada sanatçı, mimarlık, resim ve heykeltıraşlık dallarında okumuştur. Üç alanda da çalışmalar vermiş olan Altunyan resim ve mimari çalışmaları dışında Lübnan’da nişan ve para modelleri hazırlamıştır.(Kürkman, 2004, C.I, s.140)

R 15: Mari Gerekmezyan ve Mari K. Ertoran akademi’deyken (Kürkman, 2004, C.II, s.508).

46

İzmir’de doğan Agop G. Papazyan (Papazian) (18781957), buradaki Ermeni okuluna gitmiştir. Yeteneği fark edildikten sonra, Venedik Rafaelian Okulu’na yollanan Papazyan, aldığı bursla Roma’da Güzel Sanatlar Akademisi’nde de eğitim görür. Buradan Amerika’ya geçen sanatçı, ardından tekrar İzmir’e dönmüştür. Kendisinin daha sonra tekrar Amerika’ya göç etmek zorunda kaldığı bilinir ve burada “Administration ve Transportation” adlı bina heykellerini yapar. (R. 17). (Kürkman, 2004 C.II, s.696).


R. 17: Agop G. Papazyan (Papazian) (1878-1957) ve yapıtları (Kürkman, 2004 C.II, s.696).

İzmir doğumlu Zareh Büyükyan (1890-1917), ilk ö ğ re n i m i d e b u ra d a ta m a m l a m ı ş t ı r. H ey ke l çalışmalarına, sanatçı (H)agop Papazyan’ın yanında başlayan Büyükyan, Venedik, Roma ve Paris’e giderek burada çalışmalarını sürdürmüştür. Genç yaşta hayatını kaybeden sanatçının, çok sayıda sergiye katıldığı bilinmektedir (Kürkman, 2004, C.I, s.255)

R 19 :Harutyun Galentz (1908-1967), “Falcılar rölyefi” (Kürkman, 2004, C.I, s.398).

R 18: Onnig Avedissian (1898-1974), Kahire’deki atölyesinde çalışırken. (Kürkman, 2004, C.I, s.191).

İstanbul doğumlu diğer Ermeni sanatçı Aydzemning Boyacıyan (1902-?), 1923 yılında ailesiyle beraber Kahire’ye göç etmiştir. Burada Güzel Sanatlar Akademisi’nde heykel üzerine eğitim alan sanatçı, önemli çalışmalara imza atar; birinde babasının büstünü yaparken, diğerinde de eski patriklerden olan “Turyan Efendi’nin” rölyefini çalışmıştır.(Kürkman, 2004, C.I, s.254).

47

Öğr. Gör. Derya uzun Aydın / Osmanlı’da Gayrimüslim Heykeltraşlar

Bursa’da doğan Onnig Avedissian (1898-1974) (R. 18), ailesiyle İstanbul’a göç etmiş ve burada okumuştur. 1921’de Viyana Grafik Sanatları Okulu’nda eğitim gören sanatçının hak ve resimler yaptığı bilinmektedir. Roma, Suriye ve Mısır’da bulunarak kişisel sergisini açan Avedissian, heykelle de ilgilenmiştir. Bu bağlamda, Kahire’deki Kalustyan Okulu bahçesine “Garabed Kalustyan’ın büstünü” yapar. Ayrıca tiyatro sanatçısı “Siranuş” adına da büst yapan sanatçının atölyesinin Kahire’de olduğu bilinmektedir. (s.191). Bir süre Kıbrıs’ta öğretmenlik yaptığı bilinen sanatçının, ayrıca “Peintres et Sculpteurs Armeniens” isimli bir de kitabı bulunmaktadır (Kürkman, 2004, C.I, s.192).

Sivas-Gürün ilçesi doğumlu Harutyun Galentz (Harmandaryan) (1908-1967), sanatında ressam ve heykeltıraş Onnik Avedissian’ın desteğini görmüştür. Bir süre sonra Beyrut’a giden Galentz, burada resim dersleri de almıştır. 40’lı yılların başında kişisel sergiler açan sanatçı, 1946’da Ermenistan’a yerleşmiştir. Kendisinin komünist aleyhtarı olduğunu düşünenler bulunmaktadır. Sanatçının Lübnan’daki hayatı anlattığı ve temsil ettiği “Falcılar” isimli bir rölyef çalışması yaptığı bilinmektedir. (R 19). (Kürkman, 2004, C.I, s.396-98).


Sonuç Osmanlı Devleti’nin hoşgörülü ortamında, gayrimüslimler siyasi olayların hakimiyeti başlamadan önce diledikleri gibi yaşama şansına sahip olmuşlardır. Anlatılanlardan da anlaşıldığı üzere, kendilerinin her kesimde çalışma hakkına sahip oldukları görülmüştür. Aynı zamanda, Müslüman halkla beraber sanat ortamında da yer almışlardır. Osmanlı Devleti’nde güzel sanatlar Sanayi-i Nefise Mektebi ile kurumlaşırken, sanat olaylarının açılan sergilerle de pekiştiği gözlenmektedir. Bu doğrultuda, resimle birlikte heykel sanatı da eser örnekleri vermiştir. Osmanlı’nın son çağlarına baktığımızda, özellikle heykel sanatı baz alınırsa; bu sanat dalında gayrimüslimlerin ve kaynaklara göre de özellikle Ermeni sanatçıların sıklıkla isimlerine rastlanmıştır. Kaynak taramalarına bakıldığında, ne yazıktır ki çoğu sanatçının yalnızca isminden haberdar olabilmekteyiz. Hatta bu kaynakların bir kısmı da yine gayrimüslimler tarafından yazılmışlardır. Makalede yer alan isimlerden en önemlisi şüphesiz Yervant Oskan Efendi’dir. Nitekim kendisinin, Türk heykel sanatının eğitim alanındaki ilk hocası olması, ona ayrı bir değer katmaktadır. Gayrimüslimler veya Ermenilerin sanat hayatını konu alan çok fazla yayın olmadığı düşünülürse, bu tarz çalışmaların artması gerekmektedir. Bugün yalnızca isimlerini öğrenebildiğimiz heykel sanatçıların, sonradan çalışmalarına da ulaşılması ve sanat tarihine katkıda bulunulması tek ümidimizdir. Bu doğrultuda, araştırmacıların bu konuda emek sarf etmelerini diliyoruz.

Kaynakça Berk, N., Gezer, H. (1973). 50 Yılın Türk Resim ve Heykeli. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür. Dabağyan, L. P. (2010). Geçmişten Günümüze Millet-i Sadıka-I: Osmanlı Ermenileri (Amiralar-Devlet Adamları-Mimarlar-Hekimlerİlim Adamları). İstanbul. Dabağyan, L. P. (2012). Geçmişten Günümüze Millet-i Sadıka-2: Sanat Dünyamızda Ermeniler. İstanbul: Yedirenk. Ermeniler: Tarih. (1994). Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi içinde (Cilt. 3, s. 190-194). İstanbul: Kültür Bakanlığı ve Tarih Vakfı. Estukyan, P. (2003). İstanbul’da Ermeni Müziği. İstanbul, 45, .84. Germaner, S. (1991). Osmanlı İmparatorluğu’nun Uluslar arası Sergilere Katılımı ve Kültürel Sonuçları. Tarih ve Toplum,16/95, 3340. Halis, M. (2012-09 Aralık). www.sabah.com.tr. (Erişim:05-05-2014). Köksal, A. (1983). Resim ve Heykel Sanatımızda 100 Yıl. Milliyet Sanat, 68, 32-35. Kürkman, G. (2004). Osmanlı İmparatorluğu’nda Ermeni Ressamlar 1600-1923, (C. I-II). İstanbul: Matüsalem Naipoğlu, S.G. (2008). Sanayi-i Nefise Mektebi’nde Sanat Tarihi Yaklaşımı ve Vahit Bey. (Yayınlanmamış doktora tezi). Hacettepe Üniversitesi/ S.B.E., Ankara. Nazır, B. (2009). Dersaadet Ticaret Odası ve Uluslar arası Sergiler. History Studies, 1, 179-196. Özsezgin, K. (1984). Türk Resim, Heykel ve Fotoğrafçılığında Ermeni Kökenli Sanatçılar: Osmanlı’dan Günümüze: Toplumumuzda Ermeni Sanatçılar. Milliyet Sanat, 107, 13-15. Pamukciyan, K. (2003a). Ermeni Kaynaklarından Tarihe Katkılar-IV: Biyografileriyle Ermeniler. İstanbul: Aras. Pamukciyan, K. (2003b). Ermeni Kaynaklardan Tarihe Katkılar-III: Zamanlar, Mekanlar, İnsanlar. İstanbul: Aras.

Öğr. Gör. Derya uzun Aydın / Osmanlı’da Gayrimüslim Heykeltraşlar

Saris, M, (2003). Başlangıcından Bugüne Ermeni Resim Sanatı. İstanbul. Sinanlar Uslu, S. (2010). Pera Ressamları-Pera Sergileri: 1845-1916, (13 Nisan-8 Mayıs). İstanbul: Norgunk. Soysal, M. (1984). Yakınlık: Osmanlı’dan Günümüze: Toplumumuzda Ermeni Sanatçılar, Milliyet Sanat, 107, 3. Uzun, D. (2012). Heykel sanatının Türk Kültürü içindeki yeri ve Yervant Oskan Efendi. Batman Üniversitesi Yaşam Bilimleri, 1, 279291 erişim http://www.yasambilimleridergisi.com/makale/pdf/1356256143.pdf :(03-12-2014). Uzun Aydın, D. (2014). Türk Heykel Sanatı ve İlk Heykeltraşlar. Ankara: Gece. Ürekli, F. (1997). Sanayi-i Nefise Mektebi’nin Kuruluşu ve Türk Eğitim Tarihindeki Yeri. (Yayınlanmamış doktora tezi). İstanbul Üniversitesi/S.B.E., İstanbul. Üstünipek, M. (2007). Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Çağdaş Türk Sanatında Sergiler 1850-1950. İstanbul: Artes. Yılmaz, G. (2005). Osmanlı Devleti’nin Katıldığı Uluslar arası Tarım, Endüstri, Sanat Sergileri ve ‘İane Sergisi’. 60.Yaşında Sinan Genim’e Amağan-Makaleler, 718-729. Zihnioğlu, Y. (2007). Osmanlı Ressamlar Cemiyeti Gazetesi (19111914). İstanbul.

48


ÇOKULUSLU YALNIZCA BARIŞA TARAFIZ SEMPOZYUMU EMRE ZEYTİNOĞLU’NUN KONUŞMASI:

Prof. Dr. Emre Zeytinoğlu Öğretim Görevlisi

Burada size bir olayı aktararak konuşmaya başlayacağım: Söz konusu olay, özellikle Türkiye’nin batı bölgelerinde yaşayanlar için, ilk bakışta basit ve biraz da komik bulunabilir, ama aslında hayli hüzünlüdür.

İşte o genç öğretmen, tam bu noktadan sonra karşılaştığı şeyle ilgili olarak, masadakilere şöyle demişti: “Çocuklara, Çanakkale Savaşı

üzerine bir resim yapmalarını söyledim, hemen hepsi Türk ve PKK bayrakları ile savaşan iki ordu resmi çizdi. Çünkü savaş denilince yalnızca akıllarına bu geliyor.” Çocukların yaklaşımları, masadakiler arasında gülümsemelere neden olmuştu; bu basit olay, ilk bakışta gerçekten de komikti. Öyle ya, Çanakkale Savaşı ile bu resimlerin ne ilgisi olabilirdi? Belki de genç öğretmenden bu olayı dinleyenlerin aklına, çocukların naifliği, onların algılarının ne kadar tuhaf çalıştığı, zihinlerinin ne kadar farklı yerlere doğru kayabildiği vb. gelmiş olmalıydı ve durumun gülümseme yaratan yanı da büyük ölçüde buydu.

Batman’da bir ilkokulda görevli olan ve paneli izlemek için orada bulunan Fatma adlı genç bir resim öğretmeni, peş peşe anlatılan farklı anılara ve onlara yapılan yorumlara, kendi mesleki deneyimlerinden birini de eklemiş ve masada oturanlara, bir gün sınıfta başından geçen bir olayı aktarmıştı. O resim öğretmeninin, öğrencileri ile yaşadığı olayı burada dile getirmeden önce şunu anımsatmakta yarar var: Bu ülkede yaşayan herkes bilir ki Türkiye Cumhuriyeti Milli Eğitim Bakanlığı, her ders yılı başında okullara bir ders programı gönderir ve saptadığı konuların sırasıyla ele alınmasını emreder. Böylece ülkenin her yanındaki ve her düzeyindeki okullar, bir ayrıcalığa tabi tutulmaksızın bu konuları, merkezi bir takvime göre uygularlar; fizik ve kimya derslerinden beden eğitimi ve resim derslerine kadar söz konusu takvim geçerlidir, takvimin dışına ise ancak son derece olağanüstü hallerde çıkılabilir. O halde ister İstanbul’da, Ankara’da, Eskişehir’de, Sivas’ta ya da ister Mardin’de, Van’da, Batman’da, Şırnak’ta olsun, bir resim dersi öğrencisi için Mart ayı demek, “18 Mart Çanakkale Zaferi” ödevi demektir. Nasıl ki Nisan ayında “Ulusal Egemenlik” ödevi, Ekim ayında “Cumhuriyet Bayramı” ödevi ve ardından da “Kızılay Haftası” ödevi yapılır, Mart ayında da o zafere dair bir ödev verilecektir. Bir öğretmen, konuyu öğrencilerine kısaca açıklar ve genellikle şöyle der: “Şimdi hepiniz, bu savaşı nasıl hayal ediyorsanız ve zaferin anlamı hakkında ne düşünüyorsanız, o şekilde resimleyeceksiniz.” Bu genç öğretmenin yaptığı da buydu ve sınıfındaki küçük öğrencilerine, bakanlığın eğitim programı doğrultusunda bir savaş resmi yaptıracaktı.

Resim öğretmenliği zor bir iştir; resim yaptırma süreci (çocuk ya da değil), örneğin coğrafyayı, matematiği, tarihi ya da başka bir konuyu öğretebilme sürecine göre farklı çalışır. Diğer derslerde öğrenilecek olanlar, bir disipline zihinsel bakımdan uyum sağlaya-bilmekten ve onun yöntemlerine sadakat göstermekten geçer; oysa birine resim yaptırabilmek için, onun zihnini başıboş bırakmanız ve deneyim-lerden edinilmiş tüm çağrışımların önünü açmanız gerekir. Dahası, sanatın dışındaki felsefe ya da bilim gibi diğer yaratıcı alanların da gereği budur; bu alanlar “keşfedilmesi gereken şeyler”i, yaratıcıya peşinen dayatmazlar. Başka türlü bir söyleyişle, hiçbir filozof ya da bilim insanı, bir otoritenin önceden dayattığı mutlak bir sonuca ulaşmak amacıyla çalışmaz; burada da bir oranda özgür bırakılmış zihinlere ve çağrışımlara gereksinim vardır. Türkiye Cumhuriyeti Milli Eğitim Bakanlığı programının, özellikle de resim dersleriyle hiç uyuşmadığı bir yer bulunuyorsa, tam da burasıdır: Bir öğretmen tüm olumlu yaklaşımlarına rağmen, m e r k e z i b i r p r o g ra m ı y ü r ü t m e k z o r u n d a bırakıldığında, resim yapan öğrencinin deneyimlerden edindiği duygular, yani onun sevinçleri, üzüntüleri, korkuları, saplantıları vb. yok sayılıyorsa ve onun yalnızca “bir biçimde” düşünmesi ve duygularını “bir biçimde” organize etmesi söyleniyorsa, ortaya çıkan şey, yalnızca komik bir şey olur. Ama burada doğan komik durum, içinde hüznü de taşıyan bir durumdur. Çünkü dayatmanın yalnızca resim dersleriyle sınırlı kalmadığı, o dayatmaların uzantısında, sokaklarda ve evlerde korkunç şeylerin

Prof. Dr. Emre Zeytinoğlu / Çokuluslu Yalnızca Barışa Tarafız Sempozyumu Emre Zeytinoğlu’nun Konuşması:

İki yıl kadar önce Batman’da bir panele katılmıştım. Panel sonrası, panelistler ve dinleyicilerin bir bölümü kalabalık bir grup halinde bir kafeye oturduk ve havadan sudan bir konuşmaya daldık. Ara sıra bu eğlenceli ortam, bölgeye ait anlatılan korkunç şeylerle kesintiye uğrasa da herkes bu ortamın kasvete dönüşmemesi için çaba gösteriyordu. Ne var ki bu bölgenin koşulları, insanı her zaman kasvetin kıyısına getirebiliyor, eğlence ile hüzün arasındaki sınır ortadan kalkabiliyor. Bu durumu da hiç kimse denetleyemiyor ve buna engel olamıyor.

49


ile oluşuyorsa, buna karşın onlardan hâlâ başka türlü resimler yapması bekleniyorsa, asıl hüzünlü olan budur. Şimdi Batman’daki genç öğretmenin verdiği ödevde, “Çanakkale Savaşı” yerine Türk ordusu ile PKK savaşını resimleyen çocuklara hangi notu uygun görmeliyiz? “Eğitimin bir parçası”ndan her zaman payını almış bu çocuklar resim dersinden sınıfta mı kalmalı, yoksa onlardan özür mü dilemeliyiz? Öte yandan, Türkiye Cumhuriyeti Milli Eğitim Bakanlığı’nın merkezi programını layıkıyla yerine getiremeyen o öğretmen için ne düşüneceğiz? Belki bu noktada, kendimize soracağımız bir soru anlamlı olabilir:

Çanakkale uzaktan o bölgeye nasıl görünüyor? Ama bu sorunun ardına gizlenmiş, daha anlamlı bir soru daha vardır: Peki ya, Güneydoğu buradan

Prof. Dr. Emre Zeytinoğlu / Çokuluslu Yalnızca Barışa Tarafız Sempozyumu Emre Zeytinoğlu’nun Konuşması:

size nasıl görünüyor?

Konumuz burada “barış”; evet hepimiz şimdi bu sözcükten söz edip duruyoruz. Başkaları da “barış”tan söz ediyor. Oysa bu sözcüğün içerdiği şey, hepimizce aynı mı? Aslında dilin kurbanı oluyoruz; hepimiz bu sözcüğü kullanarak sanki aynı şeyden söz ediyor gibiyiz.

50

Gerçekte hiç öyle değil, “barış” denilen şey bir sözcükle ifade edilebilecek bir şey değil. O, her yerde ve her kişi için farklı şeyler ifade ediyor. Çünkü savaşlar herkes tarafından aynı biçimde yaşanmıyor ve algılanmıyor; o savaşlara maruz kalanlar ile o savaşı uzaktan seyredenler arasında bir fark varsa, “barış”tan söz edenler arasında da o ölçüde bir fark doğuyor. Konuşmamın sonunda, size sorduğum soruyu

Güneydoğu buradan size nasıl görünüyor? Şimdi de buna bağlı olarak son bir soru sorayım: Peki ya, “barış” size ne anlatıyor? Ne anlatabilir? Oradaki insanların anladığı şey ile sizin anladığınız “barış” aynı mıdır acaba? tekrarlayayım:


ÜNİVERSİTELER, AKADEMİSYENLİK, BARIŞ VE VERİMLİLİK

Prof. Dr. Yelda Özsunar Dayanır

Öğretim Görevlisi

Dinsel bağnazlık bilimin önünde çok büyük bir engel. Ancak dinsel bağnazlıktan kurtulmak da yetmiyor belli ki. İnsan oğlunun aç gözlü, sevgisiz ve narsist egosunun eline düşen bilgi, insanlığı geliştirmiyor, tersine toplumlara ve insanlığa yıkım getiriyor.

denilen öğretim üyeleri söz konusu tutumlarını savunurken, kendilerine hiç sormadan, fikir almadan rektörlerin, dekanların üniversitelere rastgele, öğretim üyesi aldıklarını bu durumun iş barışını bozduğunu ve üniversitelerde zorla güzellik olamayacağını anlatıyor.

“Bilimin alanı ve derinliği sonsuz, aslında ekip çalışması ile daha üretken olabilirler, neden konuşmuyorsun?’ diye öneride bulunca da ‘konuştum ama ben istediğim kişi dışında kimseyle çalışmam sen buraya atama ile geldin, bu alanlar benim alanım, hele birkaç sene sabret bakalım” diye kendisine cevap verildiğini; başka üniversitelerdeki diğer hocaların ve yöneticilerin de kendisine ‘doçent olana kadar sesini çıkarma, sonra icabına bakarsın’ önerilerini anlatıyor.

Ç ö z ü m a r ı yo r u m so r u n a ke n d i m ce … Kitaplara danışıyorum, bilim tarihini sorguluyorum. 15. yüzyılda ‘Bilgi kudrettir’ diyen, bilimin bağnazlıktan kurtulması için savaş vermiş Francis Bacon’a kulak veriyorum önce. Dinsel bağnazlık bilimin önünde çok büyük bir engel. Ancak dinsel bağnazlıktan kurtulmak da yetmiyor belli ki. İnsan oğlunun aç gözlü, sevgisiz ve narsist egosunun eline düşen bilgi, toplumları geliştirmiyor, toplumlara yıkım getiriyor.

Tam bir “şak kurnazlığı” ve öğrenilmiş çaresizlik mesajı diye düşünüyorum. Doçentliğe kadar süren, enerjinin ve üretme arzusunun bilime ilginin en yoğun olduğu bu değerli yıllar boşa harcanıyor. Genç akademisyen içinde öfkelense de isyan etse de ve boyun eğmekle; kısacası tevekkülcü ve teslim olucu bir anlayışla budanıyor daha çiçek açamadan. ‘Her şeye büyük hocalar karar verir, onların elleri öpülmeden, üretmeseler bile bilgilerini yeterince paylaşmasalar bile övgüler düzülür, yüceltilir ve yeni gelişen dallara yer açılmaz mantığı’ zaman zaman üniversitelerimizde huzuru üretkenliği ve barışı bozabiliyor!

Kısacası, üniversitelerimizin önemli bir kısmı sevgisizlik, insana güven ve mantıksızlığın egemen olduğu bir zihniyetle en tepeden tırnağa rahatsız, hedefine ilerlemeyen bir insan gibi debelenip duruyor.

Üretken ve böyle düşünmeyen, aydın fikirli diğer hocaları da diğer meslektaşları tarafından çoğunluğu azınlığı ezmesi mantığı gereği dışlanıyor; eleştiriliyor ve üniversite dışına; para kazanma çukuruna itiliveriyor idealleri yok edilerek… Üniversitelerde uzun süredir yerleşik; büyük, hoca

Prof. Dr. Yelda Özsunar Dayanır / Üniversiteler, Akademisyenlik, Barış Ve Verimlilik

Bir üniversitenin yardımcı doçentlik kadrosuna yeni başlayan genç bir akademisyen ile sohbet ediyoruz. Keyifsiz bir halde “iki haftadır elimdeki makaleye konsantre olamıyorum, bölüm hocaları şu alan benim bu alan benim diye yönelmemi istemiyorlar, sadece angarya işler ile ilgilenmemi istiyorlar. Mutsuzluğumu ve isteklerimi belirtince de bu alandaki her şeyi ben yapıyorum, bu alanda yeni birine ihtiyaç yok deyip benle selamı sabahı kesiyorlar” diye dert yanıyor…

Üniversite yöneticilerine kulak veriyorsunuz ardından. Konuştuğum yöneticiler, rektörler özellikle fosilleşmiş, sürekli eleştiren ancak düzeltip üretmeyen, uzlaşmasız, uyumsuz, hoşgörüsüz ve egoları şişirilmiş kısacası bilgiyi bilse bile kendini bilmeyen akademisyenlerden dert yanıyor. Kocaman bir kaya gibi su yoluna oturan, suyun akışına izin vermeyen, yeni filizlerin fidanların yeşermesine olanak bırakmayan ve sadece çıkar hesapları ile gününü tüketen memur akademisyenlerden söz ediyorlar sık sık…

Bir hekim olarak sadece hasta insanı değil, toplumların düşünce ve gelişme tohumlarını toprak gibi geliştirecek üniversiteleri de iyileştirmeye ihtiyaç var. Peki ama çözüm ne olmalı? Toprak nasıl zenginleştirilmeli? Tohum, nasıl coşarak büyümeli? Çözüm Nedir? Gurur duyacağımız nesiller yetiştiren, gelişen ve geliştiren, bilim yuvası olması gereken üniversiteler için aşağıdaki koşullar sağlanmalıdır: 1-Üniversiteler özerk ve özgür olmalıdır. Politik ka ra r l a r ve s i ya s e t l e g ü d ü m l e n m e m e l i d i r. Üniversiteler siyaset aracı veya yandaşları, yöneticiye oy verenleri ödüllendirme alanı olmamalıdır.

51


i2- Rektörler, şu anki uygulamadan daha uzun süre için, ancak bir seferliğine seçilmelidir. Seçimlerde sadece akademisyenler değil, çalışan ve öğrenciler de belli oranda pay almalıdır. Rektörün görevi üniversite politikasını belirlemek, üniversite kalitesini yükseltmek ve ülke eğitimi ile koordinasyonu sağlamak olmalıdır. 3- Senato seçimleri herkese zamanında duyurulmalı, şeffaf ve bağımsız olmalı, rektörün etkisi altında olmamalıdır. Rektörün yaptıkları bağımsız kararlar alınarak denetlenmelidir. Senato gerektiğinde rektörü yüz kızartıcı suç veya sorumluluğunu yerine getirmediğinde görevinden alabilmelidir. 4- Rektör adaylıkları liyakata göre belirlenmelidir. Üniversiteye başvuranlar şu an olduğu gibi çok düşük çıta ve göstermelik kriterle değil; ulusal veya uluslar arası ölçülerle belirlenmiş yayın ve atıf sayısı; dil bilgisi, bilimsel yeterlilik kriterlerine göre alınmalıdır. Üniversitelerin şu anki uygulamaları herkese eşit fırsat şansı tanımamakta, kapalı kapılar arkasındaki pazarlıklar sonrasında göstermelik yabancı dil sınavları ile öğretim üyesi adayları alınmaktadır. Bu kişiler, atama kurulu gibi kurullarla da, öğretim ve üretkenlik kapasitesi açısından oylanarak üniversi-telere alınmalıdır. Kişinin öz güdülü olması (selfmotivasyon) üretkenlik ve öğrenme çabaları ile iletişim yetenekleri ve hobiler gibi kişisel gelişim özellikleri bile sorgulanmalı, psikolojik testlerden geçirilmelidir.

Prof. Dr. Yelda Özsunar Dayanır / Üniversiteler, Akademisyenlik, Barış Ve Verimlilik

5- Tüm tezlerde ulusal ve uluslar arası yayın şartı, orijinal ve tekrarlanmamış çalışma yapma şartı getirilmelidir. Ülkemizde yazılan tezlerin çoğu batı ülkelerinde yapılmış olan çalışmaların tekrarı; dolayısı ile zaman emek ve para kaybıdır. 6- Üniversiteler var olan evrensel bilgiyi beyinlere dolduran, ezberleten ‘bilgi sayan’, bilgi öğreten kurumlar değildir. Bilim bir yöntem kuramıdır. Üniversiteler başta bu yöntemi öğretmelidir. Bilgi tartışılarak, coşku ve sevgi ile öğretilmeli, laboratuar veya sahada geliştirilerek uygulanmalı ve yeni buluşlar yapılmalıdır. Yenilikler ve buluş yapan veya patent alan akademisyenler baş tacı edilmelidir. 7- Üniversitelerimizin en fazla barışa ihtiyacı vardır. Uzlaşma ve anlaşma kültürü yukarıdan başlayarak aşağı doğru oluşturulup yayılmalıdır. Kişiler arası çatışmalar, “etik üst kurulu” gibi uzlaştırma yeteneği yüksek, saygın akademisyenlerce çözümlenmeye çalışılmalı; öneriler oluşturulmalı ve ortak akılla sorunlar çözülmelidir. Yandaş kültürü, peşin hükümlülükler, özgür üniversitenin önündeki en büyük sorundur. 8- Doktora programları burslu olmalı, doktora tezi ancak uluslar arası geçerliliği olan yayınlardan sonra ve r i l m e l i , yay ı n ya p m aya n ö ğ re n c i n i n b u rs u durdurulmalıdır. Ancak yeterli yayın üretkenliği olan hocalara doktora programı açtırılmalı; doktora programları talepler doğrultusunda belirlenmelidir. Akademik jüri üyeliği yapan kişinin yayın sayısı, aday kişinin kat kat üstünde olmalıdır.

9- Akademik üretkenlik her 3 yılda bir sınanmalı; bu

52

süre içerisinde en az 2 - 3 uluslar arası yayın ve atıf alma şartları getirilmelidir. Üretken olmayan öğretim üyesine çeşitli yaptırımlar uygulanmalı, gerekirse görevine son verilmelidir. 10- Üniversitelerin bütçesi, öğretim üyesi ve öğrenci sayısı, üniversitenin başarısı ölçüsünde belirlenmelidir. Her üniversitenin her fakültesi, öncelikli çalışma alanını belirlemeli ve yayınlar bu alanları geliştirmeye yönelik olmalı; güç birleştirilmelidir. Yaratıcı, özgür, barışçıl, eşitlikçi gelişen ve geliştiren beyinlere toprak oluşturan verimli üniversiteler dileğiyle… Not: Doğadan esinlenerek kaleme aldığım, 21 Aralık 2007 de Cumhuriyet Gazetesi Bilim Teknik Eki’ de yayınlanan diğer bir yazımı da ilgi duyanları için sunuyorum. .

ÜNİVERSİTELERİMİZ NASIL DAHA VERİMLİ OLABİLİR? Bilim evrenin öznel (subjektif) algılanmasının nesnel (objektif) yorumudur. Bu yorumda kanıta dayalı, genel kabul görmüş yöntemler kullanılır. Nesnel mantık sayesinde tüm akıl sahiplerinin üzerinde birleştiği kurallar oturtulur. Basit bir deyişle, aklın yolu bir olur. Günümüzde üniversiteler, bilimin en fazla geliştirildiği ve anlatıldığı bilim tarlalarıdır. Peki ama bilim tarlalarımız yeterince verimli midir? Bu tarlalardan nasıl daha iyi verim alınabilir? Verimli olan ve olmayan, akademisyen nasıl ayrılmalıdır? Üniversiteleri toprak, akademisyeni de yeşerecek, üretecek bir tohuma benzetirsek hangi tohumun, hangi toprakta yetişeceğine nasıl karar verebiliriz? Bilim doğayı gözlemlemekle başlar. Doğanın aslında insan beyninin karmaşıklaştırdığı basit kuralları, örgütlenmiş uygarlıkta pek de değişmez. Her türlü üretim aşamasından yüksek verim almak için doğanın basit kurallarını uygulamak kanımca y e t e r l i d i r. G e l i n b i l i m t a r l a l a r ı m ı z o l a n üniversitelerimizi basit verim örneğine uyarlayalım ve daha verimli olmak için ne yapmak gerekir sorusuna kafa yoralım. 1- Uygun toprak seçimi: Üniversiteler için toprak insandır. Yeterli sayıda insanın olduğu her yer, bilim için, üretmek için kullanılabilir. Özellikle ülkemizdeki gibi nadasa bırakılmış topraklar ekilip biçilmeyi bekler. Ancak üzerinde yıllarca ağır kayaların (padişahlar, ağalar, baskıcı ve tek adamcı politikacılar ) bindiği bu topraklardan, kaya ve ağır taşları ayıklamak gerekir. 2- Toprağın havalandırılması: Tohumun yetişebilmesi için hava, bilimin gelişebilmesi için özgürlük gereklidir. Özgürlük düşündüğünü içsel ve dışsal bir baskı olmadan dile getirebilme; nesnel (objektif) kurallarla doğru olduğu kabul edileni yapabilme iradesidir.


3- Toprağın zenginleştirilmesi (gübreleme): Bazı insanlar bilimsel üretkenliğe daha yatkındır. Bu insanlar bir çocuk gibi doğayı ve evreni merak eden, sorular soran, öğrenmekten zevk alan ve bu zevki çevresindekilerle paylaşarak aşılayan insanlardır. Bu insanların bilimsel üretkenlik için doğal bir eğilimi vardır ve bulundukları üniversiteleri zenginleştirerek bilimsel verimliliğe katkıda bulunurlar. İnsanları organize edip güdüleyen, bilime ve üretkenliğe inanmış, narsist olmayan liderler de toprağın diğer zenginleştiricilerindendir. 4- Uygun tohum seçimi: İhtiyaç duyulan ürünlerin ne olduğuna karar vermek en önemli basamak olmalıdır. Bu, önceliklerin belirlenmesi ile yapılır. Öncelikler arasından toprak-tohum uyumu en yüksek olan ürün seçilmelidir. Örneğin güneşin bol olduğu topraklarda, güneş enerjisine dayalı teknolojilerin geliştirilmesi gibi. Bu seçimde bölgesel doğal kaynaklar planlamada göz önünde bulundurulmalıdır. Özellikle ülkemizde yeni kurulan üniversitelerin her birinin bir misyonu, önceliği olmalı; bu öncelikler ülke ve bölge planlamacıları ile tartışılarak belirlenmelidir. Bu anlamda üniversite ile yerel yönetim işbirliği önem taşır.

Aşık Veysel’ in deyimiyle ‘benim bilge dostum, kara topraktır’.

Prof. Dr. Yelda Özsunar Dayanır / Üniversiteler, Akademisyenlik, Barış Ve Verimlilik

5- İç döllenmeden (inbreeding) kaçınma: Birbirine benzeyen veya aynı aileden iki tohumun birbiriyle döllenmesi kısırlığı getirir, verimi düşürür. Ne yazık ki ülkemizdeki birçok köklü üniversite kendi yetiştirdiği kişiyi kendi kurumunda tutma eğilimi ile bu doğa kuralına ters bir tutum sergiler. Tartışma ve farklı fikirlerin hoşgörülü birleşmesinden doğacak dinamizm böylece kaybedilir. İnsanlar ve bilim uykuya dalar.

etmek, en başta belirttiğim nesnel (objektif) bilim kurallarını uygulamakla mümkündür. Basitçe ‘aynası iştir kişinin lafa bakılmaz’ atasözü ile yüzyıllardır vurgulanan kuralın işitilmesidir aslında. Her tohumun, yani her akademisyenin verimliliği yapılandırılmış objektif kurallarla sorgulanmalı ve yetkilendirme bu puanlamaya göre yapılmalıdır. Bu puanlamada sadece bilimsel yayın sayısının sorgulanması yeterli değildir. Ek olarak a) yayınların etki faktörü, b) uluslar ve uluslar arası bilim faaliyetlerine katkısı, aldığı eğitimler, sertifikalar, patent hakları, c) kalitenin müşteri memnuniyeti olduğundan hareketle yetiştirdiği üniversite öğrencisi ve asistanların öğretim üyesinin verdiği eğitime dair puanlaması, d) bulunduğu üniversite veya şehrin kültürel gelişimine olan katkısı sorgulanmalı ve yapılandırılmış olarak puanlanmalıdır (Not: örnek olarak Harvard Üniversitesinde öğretim üyesi yükseltmelerinde benzer kriterler kullanılmaktadır. Konu bir başka yazı başlığı olacak kadar kapsamlı olduğundan burada ayrıntıya girilmeyecektir). Bu sorgulamalar sonucunda elekten geçen ve geçmeyen tohumların b e l i r l e n i p , u y g u n o l m a ya n l a r ı n o r t a m d a n uzaklaştırılması verimli bir üretim için şarttır.

6- Suya kavuşamama: Topraktan yeterince verim alabilmek için sulama gerekir. Toprak için yağmur ne ise üniversite için adalet odur. Adil olmayan yöneticiler tarafından yönetilen bölümler, fakülte veya üniversitelere öfke ve kin tohumları ekilir, ortalığı ayrık otları sarar. Ne yazik ki ülkemizde özellikle popülist bir mantıkla yapılan rektörlük seçimleri adaletin önündeki en büyük engellerdir. Seçimden sonra farklı adayları destekleyen öğretim üyeleri birbirine düşman olur, ekip birliği yok olur. İktidar sahibi rektörler kendi destekçilerini göklere çıkarır, karşıtlarını kendince cezalandırır. Yağmurlarla sulanamayan toprak için umut olabilecek su pınarları da işe yaramaz. Çünkü baskıcı ve narsist yöneticiler olarak niteleyebileceğimiz büyük ve ağır, yerinden kıpırdatılamayan kayalar su pınarlarını tıkar, toprağın sulanmasını, tohumun filizlenip tomurcuklanmasını engeller. 7- Ayrık otlarının ayıklanması: Ayrık otları toprağın üretim amacına uygun olmayan; yanlış yerde bulunan ürünlerdir. Başka amaçlarla başka ortamlarda kullanıldığında topluma yararlı olabilecekken narsistik ihtiyaçlar, yönetme ve güç isteği gibi bilimin doğasına uygun olmayan yerlerde yetiştiklerinden zararlı olurlar. Tohumları ve toprağı kendi istekleri doğrultusunda manipüle etmeye çalışıp verimliliği düşürürler. Ayrık otları ile bilime uygun tohumları ayırt

53


Sevil A. Aydın

ÇOCUK MERHAMET DEMEKTİ…

Yazar

Doğduğumuz coğrafya yazık ki, kaderimiz… Doğdum ve şaşırdım büyüklüğünün karşısında dünyanın, kayboldum dalgalarında...' Aylan bebeğin ruhuyla başlamak istedim... Orta halli bir ülkenin orta halli insanları her gün ki rutininde işe giden, akşam evine ekmeğini getiren, çocuğunun hangi okula gideceğini düşünen insanlar... Gün geliyor dünyanın gözünü para ve güç hırsı bürümüş barış düşmanı kralları bu orta halli ve tanımadıkları ülke insanlarını savaşın göbeğinde bırakıveriyorlar. Siyasetten bir haber bu insanlar dünyanın büyük güçlerini ellerinde değersiz birer oyuncak misali ülkelerinin dışına sürüveriyorlar. Ateşten kaçayım derken canlarının parçası evlatları ile ölümün kıyılarına vuruyorlar... Aylardır hepimizin vicdanını kanatan, çocuklarımızın yüzüne bakamayacak hale getiren bir fotoğraf, dünya medyasında ve sosyal medyada paylaşıldı.

Bu da sarsmadıysa insanoğlunu daha ne olmalı artık. Yeryüzünde para için satılmayan bir

Sevil A. Aydın / Çocuk Merhamet Demekti...

Aylan Bebek kaldıysa da kalmamalıydı zaten. Özgürlüğe kaçan insanları sömüren, ölüm tacirlerinin kazanmaları için Aylan Bebeğin yaşamı satıldı. Buna göz yuman bizler değiliz. Henüz anne olmadım ama bu duyguyu derinden hisseden biri olarak, barış içinde, mutlu, özgür bir yaşam sürmek isteyen bir birey olarak o fotoğrafa bakamıyorum, bakamayacağım. O fotoğrafa bakıp yeniden bebeklerin yüzüne bakamam. Kimi zaman tek bir fotoğraf tüm sözcüklerden, cümlelerden daha etkilidir. Kabul, amma ve lakin bu, başka türlü bir şey. İnsan olup da o fotoğrafa içi yanmadan bakamaz kimse.

Bağırası geliyor insanın ne paraymış ne g ü ç m ü ş b e e e e. . . ! Ç o c u k l a r ı k ı y ı l a ra vurdurtacak kadar hırs mı bürüdü gözlerinizi diye... İnsanlığın diplere vurduğu, yurtlarından kaçan insanların sözde gelişmiş ülke vatandaşları tarafından tekmelendiği bir dünya...

Bu korkunç savaşın tacirlerinin, bu ticarete göz yumanların kurbanı Aylan Bebek...

54

Aylardır bu insanlar Ege’nin sularına gömülmeden sağ salim Avrupa’ya ulaşmışlarsa eğer yaşadılar ama önce Makedonya’da ve biraz ilerde Macaristan’da batıya geçişleri durdurulmaya çalışıldı. Polonya’da damgalandılar bile. Uluslararası Göç Örgütü’nün rakamlarına göre; sadece bu yıl Akdeniz’de ölen mülteci sayısı 3 bini aştı. Bağımsız kaynaklar bu rakamın bir kaç misli olduğunu belirtiyorlar. Dikkat ederseniz, taş kalplilere gözyaşı döktüren Aylan’ın sahile vurmuş cesedinin fotoğrafı, Avrupa’nın sınırlarını sığınmacılara sıkı sıkıya kapatmış ülkelerinde bir iç sorgulamaya yol açtı. Yalnızca mülteci sorununun sorgulanmasına... Fotoğraftan sonra birkaç ülke sınırlı sayıda mülteciyi kabul edeceğini duyurdu. O kadar... Halbuki, Aylan’ın ailesi gibi ölümü göze alarak kendilerini kabul edecek ülke arayan yüz binlerce aile var. Suriye’deki savaş yüzünden ölenlerin sayısı yüz binlerle ifade ediyor; ülke nüfusunun yarıya yakını yerlerinden oldu, onların yarısı başka ülkelerin merhametine sığınmak zorunda kaldı. Merak ediyorum da mültecilere böcek muamelesi yapan sözde bu gelişmiş insanlar söz konusu kendi çocukları olsaydı ve o çocuklar kıyılara vursaydı dünyayı yakmazlar mıydı?Elimde değil kızıyorum iki yüzlülüğe, kızıyorum kendine başka dünyanın bir başka bölgesindeki insanlara başka davranan ve düşünenlere... Aylan’ın sahile vuran cesedi vicdanlarını uyandırır sanırdım; sadece uyanmış görüntüsüyle yetinecekleri anlaşılıyor. Batı 21. Yüzyılın yeni Saray Bosna’sını yaşıyor. Ancak bu kez farklı, bu kez ateş kendilerini de kuşattı…

Bu dünyanın dostluğa, şifacılara ihtiyacı varken,,, çocuklar ölmesin dedikçe barışı inadına lekeliyorsunuz. Aylan bebek bugünün dünyasının acımasızlığına ölümüyle tanıklık etmiş oldu.

Bu iki yüzlülerin yerine ben söyleyeyim çocuğum ne olur affet dünyayı o küçük ellerinden, kollarından öperim seni... Ne olur affet...


BENİM BARIŞIM

Aşiyan Kutlu NLP Uzmanı

Dalındaki çiçektir, Havada süzülen kuştur, Denizdeki balıktır, Ormanlardaki ağaçlardır, Coşkuyla akan nehirlerdir, Sokaktaki kedidir, Havada bize mesajlar veren bulutlardır, Gökkuşağıdır, 24 saat yaşadığı sanılan kelebeklerdir, Bal yapan arılardır, Sokak hayvanlarına su ve yemek vermektir, Uçsuz bucaksız masmavi denizlerdir,

NLP Uzmanı Aşiyan Kutlu / Benim Barışım

Dağlardır, Sebze meyve dolu tarlalardır, Merada otlanan inekler, koyunlardır, Taze sağılmış süttür, Köy’dür, Sakin yaşamaktır, Yemek yemektir, Tat almaktır, Nefes almaktır, Özgür yaşayabilen insanlardır, Çocuk gülüşüdür, Annemin dokunuşudur, Babamın varlığıdır, Kardeşlerimdir, Bayramda büyüklerimin elini öpmektir, Hediye almaktır, Azimdir, Kararlılıktır, Sevdiğim işi yapmaktır, Ekonomik özgürlüğümdür, Özgüvenimdir, Sevgimdir, Hoşgörüdür, Huzurumdur, Mutluluğumdur, Ağlamaktır, Özgürlüktür, Pırıltılı gözlerdir, Affedebilmektir, Hüzünlerimdir, Sevinçlerimdir, Yaşamaktır, Şükretmektir, Aşk’tır. Tanrı’nın bana şah damarımdan daha yakın olduğunu daima hissetmektir.

55


Prof. Dr. Yavuz Unat

BİLİM VE BARIŞ - BARIŞ İÇİN BİLİM

Öğretim Görevlisi

“Hiç Kuşkum yok ki, bilim ve barış; cehalet ve savaşı yok edecektir. Ulusların yıkmak, yok etmek için değil, yaşamı yüceltmek için birleşeceğine, geleceğimizi bu yolda, uğraş verenlere borçlu olacağımıza inanıyorum.” Louis Pasteur Bilim ve barış; bir arada olabilir mi? Ya da bilimi barış için, barışa yönelik olarak kullanabilir miyiz? Bu çalışma bilimin nesnelliğini

Prof. Dr. Yavuz Unat / Bilim Ve Barış - Barış İçin Bilim

de gözeterek, bilimin barış için olması gerektiği üzerine bir deneme niteliğindedir. Bu denemede, “bilim nedir ve neden barış için olmalıdır?” soruları ekseninde barış temele alınarak, hümanist bir bakış açısıyla soruna odaklanma hedeflenmektedir. Temel tezimiz, bilimin hümanist bir bilgi türü olduğu, hiç değilse bu amaca yönelmesi gerektiği, hümanist anlayışta insanın doğanın bir parçası olarak görülmesi dolayısıyla, bilimin sadece insan amaçlı barışçıl bir yapıda değil, aynı zamanda insanın doğanın bir parçası olması hasebiyle doğa odaklı barışçıl bir yapıda olması gerektiğidir. Bilim adını verdiğimiz bilgi türü, doğadaki olayların arkasında yatan olguları neden-sonuç bağıntısı bağlamında tartışarak, gözlem-deney etkinliğine bağlı bir yöntemle olgular arasındaki bağıntıları genel geçer olarak formüle etmeye çalışır. Elde ettiği bulgularla, insan yaşamını kolaylaştırmayı ve doğayı kontrol altına almayı hedefler. Buna göre bilim nesnel bir etkinlik olarak ortaya çıkar ve elde ettiği veriler tüm insanlık için ortak, yani genel geçer dediğimiz önermelerdir. Öyleyse ontolojik açıdan bilim, dış dünyanın gerçekliğinin bizden bağımsız olarak var olduğunu ve epistemolojik açıdan da dış d ü nyaya i l i ş k i n b i l g i n i n n es n e l o l a ra k e l d e edilebileceğini kabul eder. Peki, etik açıdan bilimi nereye yerleştireceğiz? Nesnel olması açısından bilimin bir etik değeri yoktur. Buna karşın bilimin bir insan etkinliği olması açısından, bilimin etik sorunlarını nereye yerleştirmeliyiz? Bilim nesnel, ancak bilimsel birikimi ortaya koyan insan ise öznel olduğuna göre, bilimin insan etkinliği olması bağlamında, etik dışı bilim uygulamalarını insana bağlamak gibi bir durum ortaya çıkmaktadır. Öyleyse bilimin kötü ve yanlış olarak kullanılması bilimin değil, insanın, bilim insanlarının bir problemi olmaktadır. Bu durumda dış dünyada ortaya

56

çıkan olgunun ve ona ilişkin bilginin kendi başına etik bir değeri yoktur, problem onun nasıl kullanıldığındadır; yani sorumluluk insandadır, bizdedir. Klasik Pozitivist yorumda bilim, diğer bilgi türleri içerisinde insanı ilerleten yegâne bilgi türü olarak tanımlanmıştır. Ne var ki, bilimin tarihine baktığımızda, bilim insanı ilerlettiği kadar geriletmiştir de. Bilimin uygulama alanı olan teknoloji tarihini göz önüne alırsak, tarih boyunca teknik bilgi türünde savaş tekniği en çok fon ayrılan alan olmuştur. Günümüzde de savaş teknolojisi en fazla dikkat çeken alandır. Oysa 20. yüzyılda iki dünya savaşı bilim odaklı olmuştur. Hatta sadece teknik açıdan değil, kuramsal açıdan da bilim bazen insanlığı yok edecek derecede gelişmiştir. İkinci dünya savaşında atom çalışmalarının atom bombasına dönüştürülmesi buna en iyi örnektir. 21. yüzyılda da bu tehlike bitmemiş, katlanarak devam etmektedir. Sadece kuramsal fizik çalışmaları değil, kimya çalışmaları ve biyoloji çalışmaları da tehlikeli düzeye ulaşmıştır. Bu bağlamda bilimi hümanist açıdan yeniden şekillendirmek, hatta belki de yeniden tanımlamak zorundayız.


Bilim felsefesinde genellikle bilime yaklaşımlar bahsinde bilimi bir ürün ya da bir etkinlik olarak kabul edenler olarak bir ayrım yapılır. Bilimi bir ürün olarak görenlere göre, bilim ve bilimsel kuramlar bilim insanının yaratıcı çalışmasının sonucu ortaya çıkan bir tür üründür. Pozitivizmin bir uzantısı olan Mantıkçı Pozitivistlerin kabul ettiği bu görüş, bilimi genel geçer kuram ve yasalardan oluşan nesnel bir alan olarak değerlendirir. Bilimin gelişimi de doğru bilgilerin artmasıyla yani birikmesiyle gerçekleşir. Öyleyse bilimi anlamak için bu bilgiler yığını incelenmelidir. Başka bir ifade ile bilimi anlamak için bilime bakmak gerekir (içsel yaklaşım); yani bilimin yapısını, dilini ve yöntemini incelemeyiz. 1920 li yıllarda Viyana’da belirli aralıklarla toplanan bir grup bilim insanı ve filozofun geliştirdiği bu yaklaşım biçiminin (Viyana Çevresi) en önemli temsilcileri, Hans Reichenbach (1891-1953), Rudolph Carnap (1891-1970) ve Carl Gustav Hempel'dir (19051997).

Bilimi bir etkinlik olarak görenlere göre ise, bilim temelde bir insan etkinliğidir. Bilimi bilim insanları ve bilim toplulukları icra eder. Öyleyse bilimin gelişimi, dönemin değerlerinden, inançlarından bağımsız olamaz. Yani bir anlamda bilim tarihsel ve kültürel bir süreçtir. Bu bağlamda bilimi anlamak istiyorsak çevresel etkilere bakmamız gerekir; bilim adamlarının psikolojik şartlarını, bilim topluluklarının sosyolojik yapılarını anlamadan bilimi anlayamayız (dışsal yaklaşım).

Hümanizm 14. yüzyılın ikinci yarısında İ ta l ya 'd a o r taya ç ı ka n ve R ö n es a n s düşüncesini şekillendiren bir akımdır. Hümanistler, Klasik dönemde ortaya çıkan ancak Ortaçağ'da unutulan "insan", "özgür ruh" gibi kavramları yeniden gündeme g e t i rd i l e r. H ü m a n i st l e r i n e n ö n e m l i kavramları, özgürlük ve natüralizmdir. İnsan doğada ve toplumda özgürdür. Bu özgürlük ise insanda akıl ve bilgelikte ortaya çıkar. İnsan kendi yaşamını kendi kurabilir, başka bir kuruma ihtiyaç duymaz. Öyleyse özgürlüğün doğada ve toplumda gerçekleşmesi gerekir. Ortaçağ simgeleri olan kurumlar, kilise, imparatorluk ve feodalizm, bunları sadece onaylamak zorundadır. İnsan özgürlüğü aynı zamanda doğada da ortay çıkar; bu durumda insan doğanın bir parçasıdır ve ondan soyutlanamaz. Özgür insan ruhu doğada ortaya çıkar. Bu bağlamda, insan tüm doğaya karşı sorumludur. Bilimsel bilgi nesnel bir biçimde ortaya çıkmakla birlikte, bilimsel bilgiyi yorumlayan ve kullanan ise insandır. Bizler dış dünyada var olana ilişkin bilgiyi elde etmeye çalışır ve yaşamımızı buna göre kurgularız. Elde ettiğimiz bilimsel verilerle doğayı ve kendimizi anlamaya çalışırız. Zira bizler merak eden varlıklarız. Bilimsel veriler sadece merakımızı gidermez, gereksinimlerimizi de karşılar. Bu verileri günlük hayatta kullanır ve yaşamımızı kolaylaştırırız. Ne var ki, insanoğlunun kullandığı birçok teknoloji, doğaya ve kendisine karşı zararlı olabilmektedir. Buna ilişkin sayısız örnekler verebiliriz: enerji için nükleer kullanımı; ulaşım için petrole bağlı ürünlerin yaygın olması gibi. Kullandığımız teknolojinin büyük bir kısmı doğayı neredeyse katletmektedir. Küresel ısınma adını verdiğimiz problemin büyük bir kısmı insanoğlunun teknolojiyi yanlış kullanımına bağlı olduğunu hepimiz biliyoruz. Daha da önemlisi, teknoloji konusunda en büyük yatırımları savaşa harcıyoruz. Özgürlük ve bağımsızlık adına yapılan savaşlar hariç, günümüzde birçok savaş başkalarını kontrol altına almaya, üretim araçlarını elde etmeye, enerji kaynaklarını tüketmeye yöneliktir. Özellikle Ortadoğu’daki problemler büyük bir endişeye neden olmaktadır. Neredeyse bir savaşın eşiğine geliyoruz ve belki de kendi kendimizi yok edebilecek gelişmeleri kaygıyla izliyoruz. Oysa özgürlük ve yaşam hakkı tüm insanlık ve daha da önemlisi tüm doğa için olmalıdır. Doğanın bir parçası olmak bakımından da ödevlerimizi sorgulamalıyız.

57

Prof. Dr. Yavuz Unat / Bilim Ve Barış - Barış İçin Bilim

Etkinlik olarak bilim yaklaşımını savunanların en tanınmış temsilcileri Thomas Kuhn (1922-1997) ve Stephen Toulmin'dir (1922-2009). Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı (The Structure of Scientific Revolutions, 1962) adlı eserinde, bilim adamları topluluğunun sosyolojik özelliklerinin, bilimi anlamada önemli rol oynadığını vurgular ve bilime ideolojik, ahlaki, inançsal, geleneksel özellikleri de katar. Stephen Toulmin ise Bilim Felsefesine Giriş (An Introduction to the Philosophy of Science, 1953) adlı eserinde, bilimi tarihsel ve toplumsal bir etkinlik olarak tanımlar. Bunun yanında Toulmin, bilimi evrimci bir bakış açısıyla ele alır. Bilimde de tıpkı doğada olduğu gibi, yeni koşulların ortaya çıkardığı problemlere diğer kuramlardan daha iyi çözüm getirebilen kuramlar güncelliğini korur, çözüm getiremeyenler ise yok olur. Genel olarak ele alındığında, ister ürün ister etkinlik olarak ele alalım, bilim insanın merak etme ve öğrenme isteği sonucunda ortaya çıkmış ve şekillenmiş bir bilgi türüdür. Bilim ile insanoğlu doğayı anlayabilmiş ve kontrol altına alabilmiştir. Bu bağlamda bilim doğayı anlamamızda en önemli araçlarımızdan biridir. Buna karşın bilimin insan etkinliği olduğunu da göz ardı e t m e m e k g e re k i r. B i l i m t a r i h i b i z e b i l i m i n önermelerinin mutlak doğru olmadığını, tarihsel olarak değişim gösterdiğini kanıtlamaktadır. Doğa tıpkı JeanPaul Sartre'ın terimi gibi "kendinde varlık”tır (being-in itself). Biz buna yönelir ve tanımaya çalışırız. Tanımlamalarımızın hiç birisi onu tam anlamıyla

anlatamaz. Ancak biz bu tanımlarla dış dünyayı anlarız. Öyleyse Fenomenolojik bir belirlemeyle biz sadece fenomenleri (görüngü) bilebiliriz. Ne var ki, problem bu alanın içerisinde bizim de yer almamızdır. O halde insan için yeniden bu alanı belirlemek gerekiyor. Bu bağlamda bilimin hümanist bir yoruma gereksinimi vardır.


Tarih boyunca bilime birçok eleştiri yöneltilmiştir. Bu eleştiriler içerisinde en önemlileri, bilimin kesinliği kabul etmesi dolayısıyla belirlenimci bir bakış açısına sahip olması ve etik açıdan bilimin insanın mutluğunu arttırıp arttırmadığı meselesidir. Bilimin önermelerinin kesinliği meselesi bu makalenin konusu değildir. Konumuz daha çok insanın mutluğuna odaklanmaktadır. Ancak mutluluk da göreceli bir kavramdır. Ne var ki, tarih boyunca bilimsel çalışmalar ve u yg u l a m a l a r ı n i n s a n ı n m u t l u l u ğ u n u arttırdığını söyleyebiliriz. Modern dünyada, ileri uygarlıklarda, eğitim ve öğretimde, iletişim ve ulaşım gibi konularda ve özellikle sağlıkta bilimin yararı tartışılmazdır. Ancak, hala birçok hastalığa çare bulamayışımız bilimin değil bizim başarısızlığımızdır. Bu bağlamda bilimi bir yol gösterici olarak görmeliyiz.

insan sağlığı ve mutluluğu olmalıdır. Bilimde genel olarak etik ilkeler ise, genel ahlaki standartlara aykırı olmamak ve gelecek kuşaklara ve topluma örnek olmaktır. Bilim insanları, bilgi ve sonuçları saptırmamalı, objektif ve tarafsız olmalıdır. Tehlikeli ve kontrole tabi maddelerin kullanımına, insan ve hayvanların kullanımına dikkat edilmeli, Araştırma ortamlarının sağlık ve güvenliğine uygun davranmalıdır. Gerçek anlamda bilimsel zihniyete sahip bir bilim insanı, bütün insanların varoluşlarının ihtişamına ve güzelliğine katkıda bulunur; bilimin ve teknolojinin insanın yararına kullanılması gerektiğini öne sürer. Bilimsel zihniyette olmayanlar ise onu kendi çıkarları için kullanırlar.

Prof. Dr. Yavuz Unat / Bilim Ve Barış - Barış İçin Bilim

Bilimin insanı mutsuz ettiğini iddia edenler daha çok savaşları örnek göstermektedir. Bilim alanında yapılan çalışmalarla, hayal bile edilemeyecek bombalar yapılabilmektedir. Oysa bunun sorumlusu bilim değil insandır. Nükleer çalışmalar barışçıl amaçlarla kullanılabileceği gibi kötü amaçlarla da kullanılabilir. Yine günümüzde sağlıkla ilgili pek çok çalışma genetik bilimine bağlı olarak gelişmektedir. Genetik çalışmalar da kötüye kullanılabileceği gibi yararlı bir şekilde de kullanılabilir. Günümüzde bir başka problem ise, bilimin endüstriyel bir hal almasıdır. Bu endüstri içinde akademisyenler de yer almaktadır ve neredeyse varoluşları bu endüstriye bağlıdır. Bu bağlamda günümüzde üniversiteler sanayi ve ticaret gruplarının yönlendirilmesi altındadır ve sanayi ve ticaret dünyasına hizmet sunan birer sektör haline gelme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Bir anlamda kapitalizme ve küreselleşmeye hizmet etme problemi yaşamaktadırlar. Üniversitelerin bu kısırdöngüden kurtulmaları, asıl görevleri olan insanın mutluğunu hedefleyen, dış dünyayı açıklamaya yönelik çalışmalara yönelmeleri gerekmektedir. Doğa bilimlerinin insanoğluna sağladığı olanaklar gelişigüzel olarak uygulanırsa toplumda beklenmedik durumlar, karışıklıklar, sosyal ve ekonomik problemler oluşabilir. Ancak bilimin zararlarını düşünerek faydalarını unutmak doğru olmaz.

Genel olarak bilimin hedefi, doğayı anlama ve doğru tanımlamak, açıklayıcı kuramlar ve varsayımlar üretmek, güvenilir öngörülerde bulunmak, hataları ayıklamak ve sonraki kuşaklara bilimi öğretmektir. Bunda ise temel amaç, doğayı kontrol altına alarak

58

Kaynaklar A. Kadir Çüçen, Felsefeye Giriş, Sentez, İstanbul 2012. Ahmet Cevizci, Felsefe, Sentez, İstanbul 2007. Aydın Sayılı, Hayatta En Hakiki Mürşit İlimdir, Ord. Prof. Dr. Aydın Sayılı Külliyatı – 2, Editör: Remzi Demir, Derleyen: İnan Kalaycıoğulları, Atatürk Kültür Merkezi, Ankara 2010. Doğan Özlem, “Bilimi Nedir, Ne Değildir: Bilime Tarihten Bakmak”, Kaygı, Uludağ Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi yayını, sayı: 2, Bursa 2001, s. 7-18. George Sarton, Bilim Tarihinde Yöntem, Derleyen: Remzi Demir, Çevirenler: Remzi Demir, Melek Dosay, Yavuz Unat, Güldeniz Can, Doruk, Ankara 1997. Nesrin Kale, “Hümanizm”, Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi, Cilt: 25, Sayı: 2, 1992, s. 763-770.


BİZDEN HABERLER

Prof. Dr. Yelda Özsunar Dayanır

Türkiye'nin ilk barış müzesi kuruluyor! Uluslararası Yalnızca Barışa Tarafız Kültür ve Sanat D e r n e ğ i G e n e l Ba ş ka n ı Ve d a t Ç a l ı k , te m e l amaçlarından birinin, tüm insanların barışı anlayabilmeleri için “Yalnızca Barışa Tarafız” temalı doğa, sanat ve barış müzeleri kurmak olduğunu belirtti. Barış Gönüllüleri İzmit’ten Yola Çıkıyor Merkezi Kocaeli’nde bulunan Yalnızca Barışa Tarafız Derneği tarafından bu yıl 2.’si düzenlenen ve 41 ülkeyle eş zamanlı olarak gerçekleşen Yalnızca Barışa Tarafız Sempozyumu, Kandıra ilçesinde bulunan Sürdürülebilir Eğitim ve Yaşam Merkezi Narköy’de yazılan sonuç bildirisiyle tamamlandı. Sonuç bildirisinde, aralarında Antakya’nın da bulunduğu değişik yerlerde barış müzeleri açılması kararı alındığı bildirildi. Sempozyumun içeriğine uygun olarak doğa barışını vurgulamak adına tümüyle organik ürünlerin yetiştirildiği bir çiftlik alanı olan Narköy’de toplanan yaklaşık 50 sanatçı, yapıtlarını sergiledi.

Dünyada ilk barış fermanının imzalandığı yer olan Nicomedia (İzmit)’ten başlatılan barış hareketinin bir maya olduğunu söyleyen Yalnızca Barışa Tarafız Derneği Başkanı Vedat Çalık, temel amaçlarından birinin, tüm insanların barışı anlayabilmeleri için “Yalnızca Barışa Tarafız” temalı doğa, sanat ve barış müzeleri kurmak olduğunu belirtti. “Bugün burada bir arada bulunma sebeplerimizden bir tanesi, söz konusu sergimizin manifestosu ile alakalıdır. Sergimizin manifesto duyurusunda belirtildiği gibi, sürdürülebilir barışın tesis edilmesi yolundaki en büyük engellerden biri olan iktisadi emperyalizme karşı farkındalık yaratmak ve savaş çıkartan küresel güçlere, dünya halklarının barış içerisinde yaşama isteğinin çağrısını fark ettirmektir” diyerek etkinliğin amacını açıklayan Vedat Çalık, sözlerini “Barış müzesi, savaş ve şiddetten doğan acı sonuçlar ve halklar arasında barış ve dostluk kültürünün yayılmasını hedefleyen bir mekan olduğu kadar, Anadolu kültürünün savaştan kaçınma, barışın ve dostluğun yayılmasına yardımcı olma gibi engin düşünce ve inançların yeniden filizlenmesinde büyük etkisi olacaktır. Barış konulu geçici ve daimi fuarların düzenlenmesi, Yalnızca Barışa Tarafız temalı doğa, sanat ve barış müzesinin temel programlarından biri olacaktır. Burada, barış konulu yerli ve yabancı sanatçıların eserleri sergilenirken, barış kültürünün siyasi anlamda istismara açık değil, kültürel ve sanat boyutlarında yayılması sağlanacaktır. Bugün, burada düzenlediğimiz sempozyum ile barış konularına, sanatsal bir bakışla farkındalık yaratmış olduk. Bu güzel birlikteliğimiz sonucunda Türkiye'nin ilk barış müzesini kentimizde kurmak ve barış müzelerini Anadolu’da yaygınlaştırmak için siz değerli s a n a t ç ı l a r ı m ı z ı n d e s t e k l e r i n i b e k l e r, t ü m katılımcılarımıza ayrı ayrı teşekkür ederim” diyerek tamamladı.

Bizden Haberler

Dulce Adriá İspanya’dan, Pascal Nicola Kanada’dan, Kevin Blanch Amerika Birleşik Devletleri’nden, Miguel Piñero Venezuela’dan, Hendrik Voerkel Almanya’dan, Ljubica Ratz Av u s t u ra l y a ’d a n , Va l e n t i n a Wo o l r y c h İngiltere’den, Elena Kuznetsova Kiknadze Rusya’dan, Dorota Roszkowska Hollanda’dan, Daniela Di Pasguela İtalya’dan, Parviz Asadov A z e r b a yca n’d a n , R u f i n a S h a r i p ova Kazakistan’dan, Júlia Dávid Macaristan’dan, Ivana Nasteski Makedonya’dan, Nagan Pchucet Tayland’dan, Zoran Gojkovic Bosna Hersek’ten, Shubhadarshini Singh Hindistan’dan, Hazem Alzomar Filistin’den, Tatyana Popovicenko Ukrana’dan, Svetlana Parisheva Ural, Victoria Bervenko Taganrog, Hesham Taha Mısır’dan, Huda Muhammet S. Arabistan’dan, Hassan Haddat Irak’tan, Kwon Doo Hyoun Güney Ko r e ’d e n , U m e r Fa r o o g Pa k i s t a n ’d a n , Banghezella Boufellah Cezayir’den, Cesar Paulo B re z i l ya ’d a n , K h a l e d Te r i k l i A b o a l h o l Lübnan’dan, Nouretdine El Merini Fas’tan, Patimat Guseynova Dağıstan’dan, Václav Bedná Çek Cumhuriyeti’nden, Fereshteh

Shahani İran’dan, Rafaela Shporer İsrail’den, Avni Behlüli Sırbistan’dan,Ethem Baymak Kosova’dan, Lela Geleishvili Gürcistan’dan canlı bağlantılarla sempozyuma bağlanarak barışa olan bağlılıklarını vurguladılar.

Yalnızca Barışa Tarafız Kültür ve Sanat Derneği

59


Yazan: Havva Akman Resimleyen: Seda Ateş

SÜPRiZ Onu kucağına alıp Bazı kediler çok az miyavlar,

kaldırıncaya kadar da

bazı kediler çok ve uzun miyavlar.

miyavlar. Ve sonra yüksek

Ve kediler hırıltılı ve mırıltılı

sesle mırıldar.

sesler çıkarır.

Musmutlu Bayan Pamuğu gördüğü ilk günlerini Musmutlu’nun da bir

hatırlamaya çalışır.

kedisi var. Onun adı

Musmutlu okulun ilk

Bayan Pamuk. Bayan

günü eve gelince:

Pamuk Musmutlu’yu görünce hep peşine takılır.

60

61


“Şimdi gözlerini açabilirsin,” dedi anne. Musmutlu garajda komşu “Sana bir sürprizim var.

kediyi ve onun dört yavrusunu

Ama komşuda,” dedi anne.

gördü. Hep beraber komşu

Anneyle birlikte komşu

teyzenin eski bir bebek

teyzenin evine gittiler.

arabasında yatıyorlardı.

Musmutlu bir çırpıda komşu

Komşu kedi Musmutlu’yu

teyzenin kapısındaydı.

görünce hırlamaya başladı.

Anne komşu teyzenin garaj kapısının önünde

Sürpriz komşu teyzenin

beklemesini istedi.

komşu kedisi değildi.

Garaj kapısının önüne varınca

Onun yavrularından bir

anne ve komşu teyze

tanesiydi. “Artık senin de

yanına geldiler. Annesi

bir kedin var,” dedi anne.

gözlerini kapatmasını istedi.

Musmutlu çok

Musmutlu garaj kapısının

mutlu olmuştu.

açıldığını duydu.

62

63


Bu arada, 6 haftadır komşu kedi yavru kedileriyle çok iyi ilgilendi. Musmutlu da komşu kedinin yavrularına iyi bakıyordu. Kasaba gidip: “Kasap amca kedimiz için atık etiniz var mı?” diye soruyordu. Markete gidip

Bugün Bayan Pamuğu Musmutlu okula götürdü. Çünkü… Bugün hayvanlar günü. Okulun ilk ders saatinde, isteyen öğrenci anne veya babasıyla evcil hayvanını okula getirebiliyordu.

kedi mamaları seçiyordu.

Musmutlu okula geldiğinde, Aradan 8 hafta geçti.

okul meydanı bir arı kovanı

“Yavru kedinin annesinden

gibiydi. “Şuna bak!” dedi

ayrılma dönemi olduğu

Musmutlu çığlık atarak.

zamandır,” dedi anne.

“Sahra midillinin üzerinde

Musmutlu içinden en

gelmiş,” dedi anneye.

beyaz olanı seçti ve adına

“Rıfkı da tavuk getirmiş,”

Bayan Pamuk koydu.

dedi anne.“Elifsu da yavru köpeğini getirmiş,” dedi Musmutlu sevinçle. “Ve Toprak da muhabbet kuşunu getirmiş.” .

64

65


Rıfkı ve annesi çalıların

Sınıf arkadaşlarının getirdikleri

içine usulca yürüdüler.

hayvanları severken Bilge

Tavuk onları görünce kaçıyor.

öğretmen geldi ve sınıfını bir

Uzun süre kafeste kalan tavuk

araya topladı. Çocuklar sırayla

bu halinden pek memnun

hayvanı hakkında bir şeyler

görünüyor ve özgürlüğün

söyledi. Ve hayvanlardan

tadını çıkarmaya çalışıyor.

korkan çocuklar ilk defa bir

Bilge öğretmen de çalıların

tavşan, tavuk ya da kedi

arasına girdi. “Birlikte bir daire

okşadılar.

yapalım ve onu çevreleyelim,” dedi Bilge öğretmen. Nihayet tavuğu yakalamayı başardılar. Tavuğu tekrar kafese konunca, şöyle dedi:

İlk ders saati dolunca

“Tok,” bir daha okula

Müdür Bey anons yaparak

gelmeyeceğim.

bütün hayvanların eve gitme zamanı geldiğini bildirdi. Yavaşça tavuk kafesini kaldıran Rıfkı, annesine doğru yürürken Musmutlu kafesin kapısının sallandığını gördü. “Rıfkı, tavuğuna dikkat!” diye bağırmanın hemen ardından Rıfkı kafesine baktı. Eyvah! Artık çok geç kalmıştı. Tavuk kafesten kaçmıştı bile. Ürken tavuk koşarak çalıların arasına girdi. Şimdi ne olacak?

Okul sonrası Musmutlu eve geldiğinde anne Bayan Pamuğun çokça uyuduğundan bahsetti. Musmutlu’yu görünce çokça ve uzunca miyavlamaya başladı. Musmutlu onu kucağına alır almaz kıvrılıp hırıltılı ve mırıltılı seseler çıkardı. “Ben de seni özledim Bayan Pamuk,” dedi Musmutlu. “Yarın yine güzel bir günümüz olacak seninle. Şimdi uyu ve büyü.”

66

67


Melodi Baç

RESİM

Yazar

Melodi Baç / Resim

Bu Esma iç çekerek masasının başından kalktı. Olmuyordu işte. Hocası bu ödevi vereli bir hafta olmuştu ve yarın derste teslimi vardı. Bir şeyler yapmak zorundaydı ama aklına hiçbir şey gelmiyordu. Bir haftadır resmen kafa patlatıyordu. Yaratıcılığını geliştirmek için ne filmler izlemiş, ne kitaplar okumuştu şu bir haftada ama nedense hiçbiri işe yaramıyordu. Son ödevinde de böyle olmuştu. En son gün sırf yapmış olmak için yapmıştı teslim edeceği resmi. Ödevden C- alması beklediği bir şey olmuştu. Ama bu sefer düşük not alamazdı. Dersten kalmak istemiyordu. Hele son senesi olduğu düşünüldüğünde buna katlanamazdı.

Çaresizce odasında dört döndü. Duvarda asılı olan Wassily Kandisky'nin resmine baktı. Resmin adı La Grande Piazza a Kiev'di ve en sevdiği resimdi. Bazen saatlerce ona bakardı ve birden aklına çok yaratıcı bir fikir gelirdi. Böyle zamanlarda hemen tuvalinin ya da masasının başına oturur fırçasını ya da kalemini çekerdi. Sonunda ortaya hep güzel bir şey çıkardı. Ama ne yazık ki yaklaşık bir aydır bu bile onun yaratıcı tarafını uyandırmakta başarısız oluyordu. İçindeki yaratıcılık sanki kış uykusuna yatmıştı. Yatağına umutsuzlukla çöktüğünde bir iç daha çekti. İçi gerçekten sıkılmıştı. Sarı, Kırmızı ve Mavi... Üç ana renk. Ve kendi seçtiği bir ara renk. Hocası bu renkleri kullanarak bir kompozisyon oluşturmasını ve bu sırada özgürlük temasını işlemesini istemişti. Acaba arkadaşları durumla nasıl başa çıkıyordu? Yataktan kalkıp masasının başına tekrar oturdu. Kafasını elleri arasına alıp boş sayfaya bakmaya başladı. Boşluk... Evet, şu an tek yaratabildiği şey buydu. Birkaç ay sonra mezun olacaktı. Peki sonra ne yapacaktı? Bir işe girdiğinde ve yaratıcı olması

68

beklendiğinde de böyle mi olacaktı? Aniden başını kaldırdı. İçine bir anda bir korku saplanmıştı. Ya bir daha yaratamazsa? Başını çevirip yine hemen yatağının yanında asılı duran resme baktı. Birçok ressamın veya sanatçının böyle sıkıntılar çekmiş olacağını düşündü ve içinden yaratıcılığının bitmemiş olması için dua etti. Aradan saatler geçmişti ve tek değişen şey Esma'nın duruşu olmuştu. Şimdi koltuğuna sırtını yaslamış önündeki boş sayfaya uzaktan bakıyordu. Hayır, olmuyordu. Resmi olarak tıkanmıştı. Sadece bunu kabul etmek istemiyordu. Telefonundaki saate baktı. Saat sabahın üçüydü. Yarın sabah dersi dokuzdaydı. Ellerini sinirle kıvırcık saçlarına geçirdi. Okula gitmek için yedide kalkması gerekiyordu. Dört saat, diye geçirdi içinden ama neye yarardı. İlham onu bir ay önce terk etmişti ve dört saat içinde geleceğe de benzemiyordu. Aklından izlediği filmleri ve son okuduğu kitapları geçirdi. Belki onların hikayelerinden bir ilham alabilirdi. İzlediği filmlerden biri Spirit adında Kelly Asbury ve Lorna Cook'un yönettiği atlar ve özgürlük hakkında bir animasyon filmiydi. Özgürlüğü bir at üstünden inanılmaz bir dille anlatıyordu film. Atları konuşturmadan özgürlük için verdikleri mücadelenin hikayesini izlemek Esma'ya ilginç gelmişti. Normal bir zamanında olsa o film hakkında çok başarılı bir kompozisyon oluşturabilirdi. Ama şimdi aklına sarı, kırmızı ve mavi bir attan başka hiçbir imge gelmiyordu. Öyle bir ödevi hocasına verse hocasının onu kapının önüne koyacağından emindi. Saate tekrar baktı. Kesinlikle umut yoktu. Yarım saat daha geçmişti ve hala aklına hiçbir şey gelmiyordu. Biraz sonra pes etti. Çoğu zaman kötü bir resim yapmaktansa hiç çizmemeyi tercih ederdi. Ertesi sabah derse eli boş gittiğinde elbette oldukça keyifsizdi. İnsanların aklına gelen fikirleri gördükçe ağzı açık kalmıştı. Neden kendisinin aklına gelmiyordu böyle güzel şeyler? En azından bir aydır güzel bir resim yapmamıştı. Hatta zorunda tutulduğu ödevler dışında hiç resim yapmamıştı. Bunu aşmanın bir yolunu mutlaka bulmalıydı. Dersin sonu geldiğinde Esma çok keyifsizdi. Derse kendini hiç verememişti. Üstelik dersin sonunda hocası herkesin ödevleri masaya bırakmalarını söylediğinde yerin dibine girmek ve oradan çıkmak istemedi. Herkes masaya teslimini yaparken Esma eşyalarını topluyordu. Yavaş toplandığı için genelde sınıftan en son hep o çıkardı. Bugün de farklı


Esma hafifçe yutkundu. “Evet hocam. Açıkçası yaratıcı bir fikir bulamadığım için yapmadım." Hocası her zamanki gülümsemesiyle karşılık verdi. "Bir haftan vardı. Bundan önceki iki resmin de yalapşaptı. Böyle giderse seni bırakmak zorunda kalabilirim ve hiçbir öğrencimin dersimden kalmasını istemem." Esma kendini daha da kötü hissetti. Günü daha ne kadar güzelleşebilirdi ki... "Evet farkındayım ama son zamanlarda yaratıcı fikirler aklıma gelmiyor. Bir sürü ilham verebilecek şey yapıyorum. Kitap okuyorum, film izliyorum, müze geziyorum, gezi yapıyorum ama aklıma bir tane bile fikir gelmiyor. Normalde böyle değildim ama bana ne olduğunu bilmiyorum." Hocası hafif bir iç çekti ve Esma'ya az önce asistanının oturduğu koltuğa oturması için gösterdi. Esma tereddüt ederek oturdu. "Bazen sanatçıların böyle dönemleri olabilir. Herkes her an yaratamaz. Özellikle baskı altında bir insanın yaratması oldukça zordur. Son sınıf olduğun ve üstünde birçok sorumluluk olduğu için zor günler geçiriyor olabilirsin." Esma aniden araya girdi. "Evet ama tüm son sınıflar bunu yaşıyor. " Hocası Esma'ya samimi bir şekilde gülümsedi. "Tanrı en büyük sanatkardır. Gördüğün her şey ve bizler onun eserleriyiz. Hiçbirimiz birbirimize benzemiyoruz. Her olayı farklı algılıyor, farklı düşünüyoruz. Sanatın en güzel yanı da özgün ve tek olması değil midir zaten. Bu yüzden kimseyle kendini kıyaslama. Onlar bu dönemi böyle geçirirken, sen bu şekilde geçiriyor olabilirsin. Kendine fazla yüklenme. " Esma minnetle başını salladı. Ne kadar da haklı bir noktaydı bu. Hocası biraz durduktan sonra devam etti. "Sana yarına kadar süre vereceğim. Bu şansı iyi değerlendir." "Hocam çok teşekkür ederim ama yarına kadar bir şeylerin değişeceğini sanmıyorum." dedi Esma mırın kırın ederek.

Yolda giderken etrafındaki her şeye dikkat ediyordu. Caddedeki arabaların uğultuları, karga sesleri, insan konuşmaları, akbil makinesinin sesi, vapur borusu, kornalar, bağıran satıcılar, balık peşinde çığlık atan martılar, mırıldayan kediler... Her şey sanki gözüne daha canlı geliyordu. Hepsi öyle ya da böyle, çirkin ya da güzel birer sanat eseriydi. Buna kendisi de dahildi. Hemen eve gitmek istiyordu. İçinden bir ses bunu yapabileceğini söylüyordu. Son bir aydır olmayan bir sesti bu. Ah onu tekrar duymak ne kadar da güzel hissettiriyordu. Eve geldiğinde içeri girer girmez odasına yöneldi. Aklında hala hiçbir şey olmamasına rağmen acele ediyordu. Odasına girdiği gibi çantasını yatağının üstüne attı, kapısını kilitledi, masasına temiz bir kağıt açtı, kalemlerini hazırladı ve koltuğa oturdu. İstemsiz bir şekilde bakışlarını Kandisky'nin resmine çevirince kendine kızdı. Başını tekrar boş sayfaya çevirip gözlerini kapadı. Derin bir nefes aldı. Tek yapması gereken içine bakmaktı. Ne ararsa orada bulabilirdi. Gördüğü ve işittiği her şeyi düşündü. Sanki aklında bir filmi oynatıyordu. Filmin renkleri üç ana renkti. Gözlerini açıp eline kalemlerden birini aldı. Derin bir nefes daha aldıktan sonra çizmeye başladı. O da tam olarak ne yaptığını bilmese de durmadı. Kalemi kendi özgürlüğüne teslim etti. Orada kaç saat oturduğunu bilmiyordu. Tek bildiği masadan kalktığında önünde dopdolu, rengarenk bir sayfa olduğu ve elinin güzel bir masaja ihtiyacı olduğuydu. Esma resmi bitirdikten sonra gururla resme baktı. Uzaktan bakıldığında bir karmaşayı andırabilirdi. Renkler birbirini kovalıyor gibi görünüyordu. Şekiller birbirine giriyor ve birbirleri içinde kayboluyorlardı. Yine de her noktanın bir anlamı vardı. Her çizginin, her noktanın hizmet ettiği tek bir şey vardı; özgürlük. Resmin kendisi özgürdü, tıpkı sanatın kendisinin olduğu gibi. Esma kendisini gülümserken yakaladı. Bugün rahat uyuyabileceğini hissediyordu. Belki de uzun zamandır ilk defa...

"Yarına kadar süren var. Değerlendirip değerlendirmemek sana kalmış." Bunu dedikten sonra kapıdan çıkıp gitti. Topuklu ayakkabılarının sesi hala kulaklarında çınlarken Esma yerinde çivilenmiş gibi duruyordu. Gerçek anlamda ağzı açık kalmıştı. Bir müddet öylece durduktan sonra hızla ayağa kalktı. Hızlı kalkıştan başı dönse de aldırmadan çantasını kaptığı gibi kendini okulun dışına attı.

" Te ş e k k ü r l e r." E s m a h a f i f ç e b a ş ı y l a onayladıktan sonra iyi günler dileyip odayı terk etti. Dersinin olduğu sınıfa yürürken hocasının ne not vereceğini bilmiyordu ama yine de kendini mutlu hissediyordu. Bu saatten sonra ne not alacağı onun için çok da önemli değildi. Aslında hissettiği şey tam olarak mutluluk da değildi. Kendini tam anlamıyla özgür hissediyordu.

69

Melodi Baç / Resim

"Sürekli kendini kontrol etmeye çalışmayı bırak. Sen de bir sanat eserisin ve sanatı kontrol edemezsin. Onun üstünde baskı kuramazsın, ona emredemez, yönetemezsin. O özgürdür. Ruhunun bir parçasıdır. Bu yüzden etrafında ilham arayacağına biraz da kendi içinde ara. Belki aradığın şeyi orada bulabilirsin." Hocası bunu dedikten sonra ayağa kalkıp masasının üstüne yığılmış resimleri toparlayıp rulo haline getirdi. Esma'ya baktı.

Ertesi gün okula, dersine girmeden önce hocasının ofisine uğrayıp resmi teslim etmek için erken gitti. Kapıyı çaldığında birkaç saniye sonra 'gel' komutuyla kapıyı açtı. Hocası büyükçe masasının başında oturmuş bilgisayarında maillerine bakıyordu. "Günaydın hocam. Size resmimi getirdim." dedi Esma resmi uzatırken. Hocası gözlüklerini hafifçe indirip resmi aldı. Bir süre resmin üstünde göz gezdirdi. Ardından resmi hafifçe indirip Esma'ya baktı. Hiçbir şey demeden resmi masasının üstüne bıraktı. Sonra her zamanki ve ne anlama geldiği hiçbir zaman belli olmayan gülümsemesini yüzüne yerleştirdi.


Doç. Dr. Mustafa Haykır

ÖTEKİLER VE EMPATİ

Öğretim Görevlisi

“Ötekiler!”, tel örgülerin öte yakasında, demir parmaklıkların ardında; onlar vahşi, onlar saldırgan, onlar terörist, onlar barbar, onlar düşman, onlar tehlikeli, onlar yabancı, onlar ürkütücü, onlar yıkıcı; onlar dinsiz, onlar terörist; Madem kötüler, düşmanlar ve vahşiler, o zaman onlara karşı her türlü saldırganlığımız ve şiddetimiz meşrudur, haklıdır! Ve ötekilere karşı kıyasıya hunharca saldırı karşısında yığınların sessiz bekleyişleri, seyredişleri ve sevinişleri!… “Dünyanın mahvolması, kötülük yapan insanlar yüzünden değil, hiçbir şey yapmadan onları seyredenler yüzünden olacak ” Einstein . “Onlar” diye başlayan her yargımızın, ötekine yüklediğimiz her sıfatın, aslında kendimize ait olan özellikleri, ötekilere yansıttığımızın farkına nasıl varırız? Ötekileştirmenin her türlü haksız saldırganlığımızı ortaya çıkardığını ve onu meşru kıldığını nasıl anlarız? Öteki ırk, öteki dil, öteki din, öteki ideoloji, öteki mezhep, öteki renk, öteki cinsiyet, öteki tür, öteki şehir, öteki ülke, öteki kültür….

Doç. Dr. Mustafa Haykır / Ötekiler ve Empati

Ötekileştirmeye yönelik bu eğilim nereden geliyor? Morris, “Nedir bir insanı, kardeşimiz gibi sevip

koruduğumuz “biz”den biri değil de, zehirli bir böcek gibi ezilmesi gereken biri, “onlar”dan biri yapan?” diye sorar. Morris’in de belirttiği gibi, kökleri derinde yatan bir iç-grup tepkisiyle ve birikmiş saldırganlık duygularımızla bir hedef aradığımızda, en ufak farklı bir özelliği olanları hemen bir şamar oğlanı veya günah keçisi olarak seçeriz . Kötü olanın, vahşi olanın asıl biz olduğumuzun farkına varmadan, sürünün peşine düşmüş, empati duygularımızdan sıyrılmış, devamlı saldıranın biz olduğumuzu nasıl farkına varırız? Aslında tanıdığımızda bir kardeşimiz gibi seveceğimiz insanları tanımadan, dayatılan önyargılarla onları düşman ilan ettiğimizi nasıl anlayacağız?

70

Biz, onlar için öteki miyiz? Tel örgülerin hangi tarafındayız ve bulunduğumuz tarafta olmamızı sağlayan nedir? Bulunduğumuz tarafta olmanın ayrıcalığı nedir ve bunu nasıl hak ettik? Her an, tel örgülerin öbür yakasında olma ihtimalimiz var mı? İçinde bulunduğumuz çağ, dünyayı, evreni, insanı, doğayı ve bütün canlıları daha nesnel görme imkânı sağlarken, halen nasıl en ilkel şekilde d ü ş ü n ü y o r, i ç g ü d ü l e r i m i z l e s i y a s i hareketlerimizi belirliyoruz? Aslında önyargılı saldırganın kötü olduğu bir konumda, saldırılanın kötü sanıldığı bir paradokstur ötekileştirmek. Ötekileştirilenlerin masumiyeti ve mağduriyetine yönelik her türlü açıklama, “ama onlar…” diye itirazla karşılık bulur: “Ama onlar vahşi, ama onlar düşman, ama onlar saldırgan, ama onlar kötü, ama onlar pis ama onlar terörist…”. Tamamı ezberlenmiş, dayatılmış klişeler; Çoğu akla, mantığa aykırı, hiç bir dayanağı olmayan klişeler; hiçbiri kişisel deneyimden, yaşantıdan, bilgiden kaynaklanmayan temelsiz önyargılar. Sürekli saldırıya uğrayan ötekilerin içgüdüsel özsavunması, sosyologların ifadesiyle, kendini doğrulayan kehanete dönüşen bir kısır döngü başlatır ve “bakın işte haklıyız, “ ‘onlar saldırgan’ demiştik” mazereti öne sürülür. Oysa tarihte hiçbir zaman şiddet, ezilenlerden veya ötekileştirilenlerden kaynaklanmamıştır. Kendileri şiddetin sonucu iken, nasıl şiddetin başlangıcı olabilirler ki? Terörü başlatanlar; şiddet mağdurları değil, iktidarları sayesinde “hayatın reddedilmişlerini” yaratan tedhişçilerdir. Despotizmi başlatan, zulmedilenler değildir, zalimlerdir. Nefreti başlatan, horlananlar d e ğ i l , h o r l a y a n l a r d ı r. Ö t e k i l e ş t i r i l e n l e r, ötekileştirenlerin şiddetine tepki gösterecek olsalar, kötü niyetli, terörist, barbar, kalleş, vahşiler, yerliler, yıkıcılar diye adlandırılırlar . Biz her şeyin en doğrusuna sahibiz ama onlar bütün bunlardan yoksun: Bu, önyargılının kuruntusudur. Asıl doğru cevabı ise Morris verir: “Hepimiz hangi

u l u sta n o l u rsa k o l a l ı m , ay n ı k ö kte n gelmekteyiz. Ve aynı genetik özellikleri taşıyoruz. Sonradan edindiğimiz giysiler altında çıplak birer maymunuz hepimiz.


Bizler/Onlar oyunu oynamaya başlamadan ve süperkabile yaşamının dayanılmaz baskıları altında bu oyunlar dizginlenemez duruma gelip, yüzeysel farkların dışında tıpatıp benzerlerimiz olan insanların kanlarını dökmeden önce, bu noktayı hatırlatmalıyız kendi kendimize” . Lenin, başka ulusları ezen (ötekileştiren) bir ulusun özgür olamayacağını iddia eder. Rus halkının özgürlüğü önünde büyük engeller yaratan bu tür baskıcı hareketlerin uzun tarihi boyunca, üst sınıfların önyargılarla beslediği baskı politikaların sistematik propagandalarına karşı mücadele etmesi gerektiğini savunmaktadır . O halde gerçekten özgür olmak istiyorsak, önce ötekileştirilenlerin özgürleşmesini sağlamalıyız. Onlar özgür olmadan biz özgür olamayız.

B i z y a d a o n l a r, h e p i m i z b i r i z v e ötekileştirdiklerimize karşı ne kadar empati besliyorsak, o kadar insanız, o kadar yüce olabiliriz.

Bir Metafor Olarak “Şempanzeler” Bazen sanatçı, çevresinde yaşanan olaylar ve gerçekler karşısında, kendisini, “sözün bittiği yerde” hissedebilir ama yine de durumu anlatmak ihtiyacı duyar. Ancak bazı meseleleri anlatmanın zorluğu karşısında en iyi yolun metaforlar olduğunu belirler. Sanatta, neden metafora başvurmak gerekli görülmektedir. Serig, kavramları açıklamanın yanıltıcı, soyut ve zor olabileceğini belirtir. Bu anlamda metaforlar, sanatçının kavramsal düşünce sisteminin anlaşılması için onu açımlayan göstergeler sunar . İşte, Türkiye’de, özellikle Cizre’de ve güneydoğunun bir çok il ve ilçesinde, son dönemlerde yaşanan olaylar ve bu olaylar karşısında insanların tutumunu anlatmak için “şempanzeleri” bir metafor olarak kullandım.

İnsana inanılmaz benzerliğine rağmen, onları birçok insani özellikten yoksun saymak, bencilce ve önyargılı bir tutumdur. Empatiden yoksun olan bu tutum, yeterince tanınmayan ve kendilerine karşı önyargılı olunan azınlıklara, ezilenlere ve ötekileştirilen her kesime karşı sürdürülmektedir. Şempanzeler” bu anlamda ötekileri, yeterince tanınmadıkları halde önyargılarla ötekileştirilenleri, azınlıkları, ezilenleri temsil etmektedir. Yüzyıllarca köle olarak kullanılan Afrikalılar, insani özelliklerden yoksun sayılıyordu. Ötekileştirilen

sadece kendileridir, öteki insanlar şeylerdir” . Azınlıkları ve ötekileştirdiklerimizin, bizim gibi kendi kimliklerini özgürce yaşama, dillerini konuşma ve özgürce yaşama haklarının olmadığını, bunu talep ettiklerinde veya bunun için mücadele ettiklerinde terörist olmakla suçluyor ve bu nedenle onlara karşı her türlü şiddeti kendimizde hak olarak görüyoruz. Bunun için en masumuna varana kadar şiddetin her türlüsünü uygulayarak terörizmin en alasını uyguluyoruz. Hatta bizimle aynı din, mezhep ve ırka sahip olsa bile, ideolojik, düşünce, inanç ve cinsiyet açısından farklı olana karşı da aynı saldırganlığa başvuruyoruz.

Morris’in de belirttiği gibi, insanın kendini ve kabilesini koruma içgüdüsünün farkında olan iktidar sahipleri, kendi çıkarları için, toplumun birikmiş saldırganlık dürtüsünü istedikleri yöne kanalize ederler. Belli bir azınlığı ya da grubu ötekileştirerek, topluma onlar hakkında bazı önyargıları aşılar ve bu toplumu istediği gibi yönlendirirler, ötekilere karşı saldırı ve nefreti mazur ve meşru gösterirler. Bu durumda yığınlar, ya saldırılar karşısında sessiz kalır ve mazur görür, ya da sevinir ve doğrudan saldırılara katılır. Böylece toplumun desteğini ve onayını alan diktatörler, amaçlarına ulaşırlar. İşin kötü yanı ise, Freire’nin de belirttiği gibi direnen bilinçli ezilenlere karşı, bilinçsiz ezilenleri kullanırlar. Freire’ye göre iktidar sahipleri bunu, statüyü korumak için çoğunluğu bölmek ve bölünmüş halde tutmak için yaparlar . Çünkü, bilinçsiz ezilenlerin haksızlığa ve ezilmişliklerinin yarattığı saldırganlık enerjisini, ötekileştirilen ezilenlere karşı bazı değerlerini kullanarak, kendilerine yönelecek saldırganlığın yönünü değiştirirler. Ötekileştirerek toplumu böler ve bölünmüş toplum olarak tutmak, yönetmenin ve kendilerine karşı oluşacak daha büyük bir gücün pasifize edilmesidir. Bilinçsiz ezilenlerin, ö te k i l e ş t i r i l e n d i ğ e r ez i l e n l e re ka r ş ı “bölücülük” suçlaması, aslında ötekileştirdikleri için kendileri ve ötekileri yaratan kendilerini de sömüren liderleridir. Çünkü toplum, ötekileştirilen topluluklarla bölünür.

71

Doç. Dr. Mustafa Haykır / Ötekiler ve Empati

Şempanzeleri yakından inceleyen bir bilim adamının “artık şempanzeleri bir ulus olarak kabul etmemiz gerekiyor” sözünü, çıkış noktası olarak aldım. Bu birçok insana uçuk bir fikir olarak gelebilir ama artık şempanzelerin günlük rutin yaşamlarında taş araçları kullanan bir kültür geliştirdikleri, dolayısıyla, taş devrine girdikleri iddia edilmektedir . Eğer bu fikir i n s a n l a ra u ç u k g e l i yo rs a t a m d a ye te r i n ce tanımadığımız ötekileştirdiklerimize karşı önyargıların eleştirildiği “şempanze metaforu” sorununa örnek teşkil etmiş olurlar.

Afrikalılar’a karşı, bu gün bir şempanze türü gibi davranılmaktaydı. İlerde, şempanzelere karşı bugünkü tutumuzun benzer bir eleştiri kaynağı olmayacağını bilemeyiz. Şempanzeleri, hayvanat bahçesinde tutma, denek olarak kullanma, sömürme hakkını kendimizde görüyoruz. Bu bakış açısı, ötekileştirilenlere karşı da sürdürülmektedir ancak, toplum ya da bireyler bunun farkında değil ve bu tutumu son derece doğal saymaktadırlar. Çünkü “ezenler için insani varlık


Doç. Dr. Mustafa Haykır / Ötekiler ve Empati

“Ama Onlar Alaca Karanlık” Tuval Üzerine Akrilik / 50x50 cm

“Ama Onlar Nihilist” Tuval Üzerine Akrilik / 70x100cm

“Ama Onlar Saldırgan” Tuval Üzerine Akrilik / 90x120 cm

KAYNAKÇA 1. Desmond Morris (1981) İnsanat Bahçesi. Çev:Engin Darıca. Sander Yayınları:İstanbul. 2. Paulo Freire (1991) Ezilenlerin Pedagojisi, Çev:Dilek Hattatoğlu, Erol Özbek. Ayrıntı Yayınları:İstanbul. 3.Erişim ( 05/01/2016) http://www.upworthy.com/scientists-on-3-continents-now-have-evidence-some-chimps-have-entered-the-stone-age 4.Erişim (05/01/2016) http://www.goodreads.com/quotes/935864-the-world-will-not-be-destroyed-by-those-who-do 5.Daniel A. Serig (2008) Vısual Metaphor And The Contemporary Artıst:Ways Of Thınkıng And Makıng, Vdm Verlag Dr. Müller (march 18, 2008) Erişim:(0401.2016) https:// nancedavies.academia.edu/DanSerig 6.Vladimir Ilyich Lenin () The Right of Nations to Self-Determination “Practicality” In The National Question” Erişim (06.01.2016) https://www.marxists.org/archive/lenin/works/1914/self-det/ch04.htm

72



Doç. Dr. Y. Safiye Sarı

ÇEVRESEL BARIŞIN SÜRDÜRÜLEBİLİRLİĞİNDE DİJİTAL MODA

Öğretim Görevlisi

1- GİRİŞ

Doç. Dr. Y. Safiye Sarı / Çevresel Barışın Sürdürülebilirliğinde Dijital Moda

Moda, insanların değişiklik arama ve yeni biçimler ortaya koyma tutkusudur. Daha geniş anlamda tanımlayacak olursak toplumdaki süslenme ve değişiklik ihtiyacından doğan geçici bir yeniliktir. Moda Olgusu adlı kitabında Cem Hakko, Le Petit Robert sözlüğüne göre modayı şöyle tanımlamaktadır: “Belirli bir toplumda uygun görülen ortak zevkler geçici yaşama ve hissetme biçimleridir”. İlhamını bireysel tasarımlardan alan moda, sanatın bütünleştirici etkisi ile günümüz sanat dünyasında sanatsal yorumlara alternatif yeni bakışlar getirmiş ve uluslararası ölçekte bir olgu halini almıştır. Günümüz moda anlayışında tasarım olgusunun önemi artarken, giysi tasarımlarında yaratıcılık, yenilik ve orijinallik gibi kavramlar da ön plana çıkmıştır. Özellikle moda tasarımcıları, değişik tüketici taleplerine cevap verecek moda uygulamaları için, disiplinler arası bir yaklaşım sergileyen ve tüketiciye yeni alternatif eğilimler sunan yeni bir vizyonda değişik trendlerde giysi tasarımlarına ihtiyaç duymuşlardır. Bu anlayış beraberinde, özgünlük, yenilik ve yaratıcılık değerleri yüksek giysi koleksiyonları oluşturma çabalarını artırmış ve sonuç olarak farklı yüzey ve doku tasarımları ile tasarım değeri yüksek yeni giysi uygulamalarına doğru bir dönüşümü başlatmıştır. Tasarımın doğasında sosyal, ekonomik, teknik değişimlere ve politik yönlendirmelere yanıt veren sürekli bir akış vardır. Bu parametrelerdeki değişiklikleri önceden tahmin ederek karşılayan tasarım yeteneği, tasarımın etkileyici yönünü artırdığı gibi, tasarımı kişilerin isteklerine uygun şekle de dönüştürmüştür. Bu akış tasarımı, sürekli olarak hareket eden, tasarım süreçlerini sorgulayan ve yeni tasarım yöntemlerini geliştiren bir anlayışı da beraberinde getirmiştir. Bir sanat ürünün tasarlanıp, üretilmesine kadar geçen süreçteki tüm aşamalar oldukça eskiye dayanmakla birlikte, eserin çoğaltılarak kullanımı endüstri devrimiyle başlayan sürece kadar gitmektedir. Sanat eserlerini nitelik, form ve estetik açılardan değiştiren endüstriyel devrim, insanlık tarihi boyunca yaşanmış en büyük değişikliklerden biri olarak kabul edilmektedir. Endüstriyel devrimin sosyal ve politik etkisi, batı modernliğinin bir ürünü olarak ortaya çıkmış ve endüstrileşme sürecini tamamlamış

74

ülkelerde, modernlik kelimesinin karşılığı olarak kavramsallaşmasına sebep olmuştur. 18. yüzyılın ortalarında gelişen sanayi alanındaki devrim ile birlikte; buhar gücünün, kimya ve tekstil sanayinde kullanımı ile yeni teknolojik gelişmeler, üretime yansıyarak sanatsal tekstilin gelişim sürecini etkilemiş, dokuma alanında artan makineleşme ve sürekli gelişen teknolojik yenilikler ile tekstil sektörü hızla gelişmeye başlamıştır. Endüstriyel Devrimin bir getirisi olarak gelişen teknik buluşlar; ekonomik ortamın koşullarına uygun olarak geleneksel biçim ve kalıpları yıkmaya başlamış makine estetiğinden doğan kalitesiz ve niteliksiz formlar estetik unsurlara sahip el işi desen tasarımlarının biçimsel formlarını yozlaştırmaya başlamıştır. Bu akımın teorisyenleri rasyonalizasyon ve standardizasyon kavramlarından yola çıkarak yeni malzeme ve yapı tekniklerini çoklu üretimlerle birleştirerek toplumun her kesimine ulaşmayı hedeflemişlerdir. Ancak, kapitalizmle başlayan ve çoğaltılarak üretilen objelerin satışıyla genişleyen küresel sermayenin yarattığı üretim fazlası ve satılamayan ürünler, karşılığında “kullan at” görüşüyle beslenen bir tüketim sınıfının da önünü açmıştır. Sanayi devriminin gerçekleşmesi ile birlikte dünya büyük gelişmelere sahne olmuştur. Nüfusun hızla artması ve teknolojik gelişmeler, üretimin artmasına ve kaynakların daha çok kullanılmasına sebep olmuştur. İnsanoğlu ise artan tüketim ve üretim ihtiyacını karşılamak amacıyla sınırsız bir kaynak olarak gördüğü doğayı hoyratça kullanmış ve tahrip etmiştir. Ekonomik, sosyal, teknolojik vb. alanlardaki kalkınma çabaları da çevresel değerlerin çoğu kez ihmal edilmesine neden olmuştur. Özellikle ikinci dünya savaşından sonra başlayan kalkınma çabaları, birçok ülkeyi ekonomik olarak gelişmiş ülke statüsüne sokarken aynı zamanda insanlığı tehdit eder boyutta çevre sorunlarıyla baş başa bırakmıştır. Başlangıçta kalkınma adına mazur görülen çevre sorunları giderek bölgesellikten çıkarak, küresel boyuta ulaşmıştır. 1970’lerden itibaren kalkınma ve doğal çevre arasında denge kurulması için arayışlar hız kazanmıştır. Böylece, insanların ve diğer canlıların yaşamları üzerinde etkili olan tüm faktörleri içinde barındıran ve çevresel barışı dikkate alan, kaynakların optimum kullanımını amaçlayan uzun dönemli “Sürdürülebilirlik” kavramı


gündeme gelmeye başlamıştır. İnsanoğlunun yaşam standardının yükseltilmesi amacıyla yapılan bu sınırsız üretimde kaynakların hızlı ve plansız olarak tüketilmesi, gelecek nesillerin gelişimi için gerekli olan yatırımların yapılmasına da engel olmuştur. İkinci dünya savaşından sonra hızlanan sanayileşme ile birlikte sağlanan üretim artışı, beraberinde hammadde gereksiniminin artışını getirmiştir. Sanayileşmede yaşanan bu gelişim ve dönüşüm sürecinde çevreye bırakılan kirleticiler ve kaynakların aşırı kullanımı, çevrenin daha önce hiç olmadığı kadar tahrip edilmesine yol açmıştır. Bu dönemde dünya üretimi yüzyılın başlarına göre birkaç kat artmış, ancak, doğal kaynakların kendini yenileme kapasitesinin üstünde; yok olmasının, yoksulluğun yaygınlaşmasının, ormanların tahrip edilmesinin, bio çeşitliliğin azalmasının ve iklimlerin değişmeye başlamasının bu sürece eşlik ettiği görülmektedir. Dolayısı ile insan ve doğa arasındaki ilişkide, dengeler giderek doğa aleyhine bozulmaya başlamış ve doğanın kendi kendini yenileme kabiliyeti azalır olmuştur.

anlayışı içinde tasarım olgusunun önemi artarken, giysi tasarımlarında yaratıcılık, yenilik ve orijinallik gibi kavramlar giderek daha fazla ön plana çıkmaya başlamıştır. Özellikle tasarımcıların, değişik tüketici taleplerine cevap verecek moda uygulamaları için disiplinler arası bir yaklaşım sergileyen ve daha özgün, daha yenilikçi ve yaratıcı değerleri yüksek giysi modelleri ile farklı yüzey ve doku tasarımları sunan yeni fikirlere ihtiyaç duymuşlardır. Bu anlamda 20. yüz yıl teknoloji, canlılık ve anlatımcılık yüzyılı olarak tekstil ve moda tasarımlarında teknoloji kullanımının başladığı yüzyıl olarak tarihsel süreç içinde yerine almıştır. Bu yüzyılın başlarında ekspresyonizm (Dışavurumculuk) sanat akımıyla gelişen ve canlanan her türlü fikir ve hissi dışa vuran, sanatı sanat için değil toplum için yapan ve mekanikleşmeye karşı gelen bir grup sanatçı, sezgiden yola çıkarak fiziksel olmayan bir evren hayal etmişler ve bu yeni düşünce tarzı içinde ortaya çıkan yeni düşünce yapılarını resim, heykel, müzik gibi plastik sanatların çeşitli dallarına yansıttıkları gibi, aynı düşünce yapısını tekstil ve moda alanın da ki özgün giysi tasarımlarına da aksettirmişlerdir (Sari: 1998).

Doç. Dr. Y. Safiye Sarı / Çevresel Barışın Sürdürülebilirliğinde Dijital Moda

Endüstri devriminin bir getirisi olarak gelişimini günümüze kadar sürdüren tekstil sektörü, ürünün tasarımından mamul madde olana kadar geçen tasarım ve üretim süreçlerinin hemen hemen her aşamasında teknoloji kullanılmaktadır. Tarihi geçmişi El Baskıcılığına kadar dayanan “Dijital Baskı” yöntemi de tekstil ve moda tasarımı alanında gelişime açık tekstil teknolojilerinden biridir. Tasarımın görselliğe dönüştürülmesinde, tasarımın kendi kimliğinin oluşturulmasında ve en önemlisi de sanat ile teknolojinin güçlendirilmesin de yeni bir anlatım yöntemi olarak ortaya çıkmıştır. Hammadde ve enerjiyi daha az kullanmayı, yeniden kullanım ve geri dönüşümü artırmayı, atıkları mümkün olduğunca oluşmadan önlemeyi ve toplam atık miktarını azaltmayı amaçlayan dijital tekstil baskı yöntemi, üretim esnasında daha az çevresel etki, daha fazla ekolojik değer sağlaması yönleriyle çevresel barışın sürdürülebilirliğinde kullanılan etkin bir yöntemdir.

2-Dijital Moda Geçmişte tasarım, genellikle soyut veya içsel estetik bir fenomen olarak kabul edilir ve tasarım bir eylem biçimi olmaktan çok bir obje olarak algılanırdı. Günümüzde ise tasarım, nesnelerin nasıl algılanacağını ve nasıl yaratılacağını öğrenme sürecinin ürünü olarak görülmektedir. Yeniden anlama, yeniden çalışma ve yeniden yaratma bu sürecin zorlukları olarak görülmektedir. Herbert Simon (1988) tasarımı, “Mevcut bir durumu tercih edilen bir duruma getirme eylemi” olarak tanımlarken Archer (1981) ise tasarımı, “İnsan yapısı nesnelerde ve sistemlerde bir bütünü oluşturan parçaların, kompozisyonun, strüktürün, amacın, değerin ve anlamın kombinasyonunun vücut bulmasıdır” şeklinde tanımlamıştır (Bayazit: 1999). Be n ze r ş e k i l d e Ro b e r ts ( 1 989 ) t ü m ta sa r ı m faaliyetlerinin nihai amacının, yaratıcılık ve özgünlük olduğunu ve bu nedenle yaratıcı tasarımın hem yenilikçi hem de değerli olması gerektiğini belirtmiştir. Günümüzde, küreselleşmeyle birlikte moda

75


Doç. Dr. Y. Safiye Sarı / Çevresel Barışın Sürdürülebilirliğinde Dijital Moda

21. yüzyıl teknolojisi insan yaşamındaki pek çok farklı alanı etkilemekte kalmamış yakalanması zor bir hızla gelişerek büyüyen yeni nesil için dijital teknolojiler bir alışkanlık haline gelmiştir. Sanatın her dalında olduğu gibi Tekstil ve Moda tasarımında da moda tasarımcıları teknolojideki bu yeni gelişmeleri göz ardı etmemiş, dijital baskı ile geliştirilen tasarımsal yeni beceriler yaratıcılık potansiyelinin yüksek olduğu özgün giysi tasarımlarına dönüşerek bu alanda hızla ivme kazanmaya başlamıştır. Dijital teknolojilerde yer alan, tam renk basma özelliği, her ölçüde ayrıntılı tasarım imkânı, tekrar ya da tekrar etmeyen desen öğeleri ve işlenmiş baskılar tasarımcılar için yaratıcı fırsatların da kapılarını açmıştır (Bowles ve Isaac: 2009).

Tekstil yüzeyine yapılan dijital baskı tekniği önemli bir dönüşümün habercisi olmuş dijital teknolojiler yeni desenler yaratma ve uygulama yöntemlerinden, bu yöntemlerin fark edildiği yollara kadar, tekstil yüzey tasarımlarının çehresini değiştirmiştir. Üretim teknolojileri, yenilikçi baskı yöntemlerini tasarımcıların hizmetine sunarken, aynı zamanda tasarımcılara dijital bir çevrede çalışma, deneyimleme, keşfetme ve yaratma konularında uygun ortamlar sağlamıştır. Yirminci yüzyılın ikinci yarısından itibaren sanatla ilgili birçok kavramın tartışılmaya başlandığı günümüzde, kavramsal sanatın yeni kavramlarıyla ve farklı disiplinlerin birbiriyle olan sentezlerinin yeni açılımlarıyla birlikte sınırsız teknolojik gelişmeler yeni tartışma konularının da kapısını aralamıştır. Başta modernizm gölgesinde başlayan ve endüstriyel devrimle birlikte taçlanan teknoloji kullanımı beraberinde çevresel kirliliğinde kapılarını sonuna kadar açmıştır. “Endüstrinin Şahlanışı” olarak görülen endüstri devrimi: Sanatsal formların yaratımında kullanılan teknoloji ile çevresel barışı tehdit ederek üzerinde yaşadığımız çevrenin estetik değerleri üzerinde radikal değişiklikler yaratmıştır.

3-Çevresel Barışın Sürdürülebilirliği Sürdürülebilirlik kavramı, günümüzde çok kullanılan kavramlardan birisidir. Özellikle 1980’lerden itibaren daha geniş alan da kullanılmaya başlanmıştır. Kökeni

76

itibarı ile Latince “Sustinere” kelimesinden gelen “sürdürülebilirlik” (Sustainability) kelimesi, sözlüklerde birçok anlamda kullanılmış olmasına rağmen, esas itibariyle; sürdürmek, sağlamak, devam ettirmek, desteklemek, var olmak anlamlarında kullanılmaktadır (Onions, 1964: 2095). Birçok alanda sıkça kullanılmakta olan sürdürülebilirlik kavramı Gladwin’e göre (1995: 877): toplumun sosyal, kültürel, bilimsel, doğal ve insan kaynaklarının tümünün ihtiyatlı kullanılmasını sağlayan ve buna saygı duyma temelinde sosyal bir bakış oluşturan katılımcı bir süreç olarak tanımlanmaktadır. Sürdürülebilirliğin 19. Yüzyıl başlarında literatürde somut olarak kendini göstermeye başlayan kelime temel olarak, insan geleceğini konu alması ve kullanıldığı alanın kaynaklarının korunmasını içerir. Gün geçtikçe daha geniş alanda kullanılmakta ve yaygınlaşmakta olan sürdürülebilirlik, ekonomik açıdan özellikle refah düzeyinin artması olarak tanımlanmaktadır. Bu açıdan değerlendirildiğinde, sürdürülebilirlik ile ifade edilmek istenenin temelde gelişmeyi nitelendirdiğini ve gelişimin gelecekte devamının sağlanmasının amaçlandığını söylemek mümkündür. 1950’li yıllarda ilk kez kullanıldığında terimin odak noktası küresel yoksulluğu ortadan kaldıracak bir sosyal değişim yaratmakken günümüzde yeniden dönüşüm ve çevre duyarlılığı ile neredeyse eşanlamlı olarak kullanılmaktadır. İhtiyaçların giderilmesi için kullanılan kaynakların tüketilmemesiyle sürdürebilirlik sağlanabilmektedir. Sanayileşme ile birlikte, dünyamızın mevcut sınırlı kaynaklarının kullanımının artması ve tüketilmesi, atıkların çevre kirliliğine sebep olması, bazı canlı nesillerinin tükenmeye başlaması sürdürülebilir kalkınma çalışmalarını zorunlu hale getirmiştir. Sürdürülebilirliğin ekolojik, ekonomik ve sosyal/etik olmak üzere üç boyutu vardır ve sürdürebilirliğin gerçekleşmesi için üç boyutta da sağlanması gerekmektedir: 1- Ekolojik sürdürülebilirlik ile hedeflenen doğanın ve çevrenin gelecek nesiller için korunması, toksik olmayan, fiziksel çevreye zarar vermeyen dönüştürülebilir kaynakların kullanılmasıdır. 2- Ekonomik sürdürülebilirlik ile sağlanmak istenen hammadde, enerji ve insan gücü gibi ekonomik kay n a k l a r ı n i ht i ya ç fa z l a s ı n ı n t ü ket i m i n i n engellenmesidir. 3- Sürdürülebilirliğin sosyal boyutunda ise, insan ekolojisi üzerinde durulmaktadır. İnsan vücudunu kaplayan deriye en yakın olan giysilerin, ter, solunum, sindirim yoluyla hiçbir şekilde insan sağlığına zarar vermemesidir. İnsan derisi ile temas halinde bulunan giysilerin yapısındaki boyarmadde, elyaf, üretim aşamasında arındırılmamış kimyasallar deri ile reaksiyona girerek veya solunum yoluyla insan sağlığına zarar vermektedir (Kurtoğlu ve Şenol: 2004). Bu riski ortadan kaldırmak için üretim süreçlerinin, hammaddenin, kimyasalların seçiminde sosyal sürdürülebilirliği sağlayacak seçimler yapılmalıdır.


Sürdürülebilirlik faaliyetleri sanayi, mimari, çevre, turizm, gibi pek çok alanda gerçekleştirilmektedir. Moda endüstrisi de bu alanlardan biridir. Sürdürülebilir moda ile sağlanmak istenen hızlı moda akımının neden olduğu hızlı tüketim davranışının yavaşlatılması ve ekolojik, sosyal ve ekonomik sürdürülebilirliğin s a ğ l a n m a s ı d ı r. Kay n a k l a r ı n i h t i ya ç ta n fa z l a kullanılmaması, tüketilmemesi ve gelecek nesillere aktarılabilmesi hedeflenmektedir. Bu nedenle sürdürülebilir ürün tasarımcısı, ürünü tasarlarken sürdürülebilirliğin bütün boyutlarını ele almak zorundadır. Sürdürebilir moda bir devrim değil evrimdir çünkü sürdürülebilirliğin en temel itici gücü teknoloji, çevre, jeopolitik ve şeffaflıktır. Sürdürülebilir moda, dayanım ve klasik tasarım yoluyla ürün ömrünü artırmak, suni ve sentetik lif kullanımını tamamen bırakmak ya da çok düşük seviyelere çekmek, geri dönüşümlü ve doğada çözünebilir materyaller kullanmak, yeni tasarım ve üretim süreçleri ortaya koymak (örneğin, 3 boyutlu örme ve dokuma), daha az ama daha akıllı giysiler tasarlamak (örneğin tersli yüzlü veya çok fonksiyonlu), sürdürülebilir tarımı teşvik etmek ve moda endüstrisinin etiklerine hitap etmek (Black, 2008) gibi konularla ilgilenen kompakt bir kavramdır (Gürcüm, Yüksel, 2012: 50)

Sürdürülebilirlik kavramı altında çevresel barışa katkıda bulunan dijital moda, tasarlanmış giysiler üzerinde farklı düzenlemelerle yeniden tasarım yapma, yeniden boyama ve baskı yapma, geri dönüştürme imkânı ile yeniden kullanma ve her şeyden önemlisi tasarımsal süreçler içerisinde atık miktarının azaltılması, su ve hava kirliliğinin önlenmesi, enerjinin etkin kullanımı gibi özellikleriyle hızlı modaya karşı güçlü bir anti tez üretmiştir.

Sanayi devrimiyle başlayıp ve günümüze kadar hızlı bir ilerleme gösteren çevrenin hoyratça kullanımı ve dolayısıyla ortaya çıkan çevre kirliliği, içinde bulunduğumuz yüzyıl içerisinde konuyla ilgili uzman bilim adamları ve çevreye duyarlı insanlar tarafından daha çok dile getirilmeye başlanmış, “ekoloji” ve “çevre kirliliği” gibi kavramların önemine vurgular yapılmıştır. Olumsuzlukları daha da hissedilmeye başlanacak olan çevre kirliliği sorunları, üzerinde yaşadığımız Dünya’nın geleceği için bazı riskleri de beraberinde getirmektedir. Çevre kirliliği, zarar gören ozon tabakası, hızla azalan yeşil alanlar, artan hava ve su kirliliği gibi olumsuzluklar karşısında, özellikle gelişmiş ülkelerde örgütlü duyarlı bir kamuoyu oluşmaya başlamıştır. Hem sanayileşmeyi sürdürmek hem de çevreyi koruyabilmek için yeni önlemler düşünülmeye başlanmıştır. Yapılan araştırmalar ile kirlettikten sonra temizlemenin maliyetinin, kirletmeden önce alınacak önlemlerin maliyetinden daha fazla olduğu, ayrıca bozulan ekolojik dengelerin onarılarak geri kazanımının mümkün olmadığı görülmüştür. Bu durum, günümüzde özellikle ham elyaf elde etme işlemlerinden, bitiş (finishing) işlemlerine kadar, içerisinde birçok kimyasal madde kullanımını barındıran tekstil endüstrisi ile doğrudan ilişkilidir. Tekstil endüstrisinin su, hava ve kimyasal içerikli boyar maddeleri bünyesinde en fazla barındıran endüstri dallarından birisi olduğu bilinmektedir. Çevre kirliliğinin görünür şekilde artmaya başladığı, 1980’li yılların sonlarından günümüze kadar geçen dönemde, tekstil ürünlerindeki atık su hacmi ve bileşimi göz önüne alındığında tekstil endüstrisinin çevresel açıdan en “kirletici” endüstrilerden birisidir. Çevre; insanların ve diğer canlıların yaşamları boyunca ilişkilerini sürdürdükleri ve karşılıklı etkileşim içinde bulundukları fiziki, biyolojik, sosyal, ekonomik ve kültürel ortam olarak tanımlanabilir (Ertekin, 2011). Bu açıdan çevre ve insanın çok çeşitli ve karmaşık faaliyetler içinde bulunduğu söylenebilir. Çevre, kısaca; canlıların yaşamı üzerinde etkili olan faktörler bütünlüğü (Türk, 1998:3) olarak ta tanımlanmaktadır.

77

Doç. Dr. Y. Safiye Sarı / Çevresel Barışın Sürdürülebilirliğinde Dijital Moda

Çevresel barışın sürdürülebilirliğine inanmış dünyaca ünlü birçok moda tasarımcısı “Eko Moda” kavramıyla uyumlu olarak modanın hızlı olan rutinine karşı gelerek heyecan verici moda ürünlerini tasarlamaya başlamışlardır. Tasarladıkları ürünler cesaret, yaratıcılık, detaylı terzilik incelikleri ve süslemeler, çok katlılık, ilginç kumaş birleşimleri ve dijital baskı, ısıl-fotogram baskı gibi yenilikçi baskı teknikleri içermektedir (Earley: 2008 - Gürcüm, Yüksel, 2012: 51)

4- Dijital Modanın Çevresel Barışın Sürdürülebilirliğine Katkısı


Doç. Dr. Y. Safiye Sarı / Çevresel Barışın Sürdürülebilirliğinde Dijital Moda

Bu kısa tanımda canlıların etkileşim içinde bulunduğu tüm canlı ve cansız faktörler çevrenin elemanları olarak kabul edilmektedir. Canlı ve cansız öğelerin bütünü çevreyi oluşturmakta ve birbiriyle sürekli ilişki içerisinde bulunmaktadır. Çevre, sadece yaşamın sürdürüldüğü geniş bir alan değil milyonlarca canlının yaşadığı dev bir ekosistemdir. İnsanoğlu hayatın her evresinde çevreyle doğrudan etkileşim içinde bulunmuş, çevrenin içinde barındırdığı kaynakları kullanmış, onlardan fayda sağlamış ve uzun yıllar çevreyle uyumlu bir hayat sürmüş, ancak onu hiç önemsememiştir. Çevrenin önemli bir anlam ifade etmeye başlaması, günümüzde çevrecilik ve ekoloji d ü ş ü n ces i n i n g e l i ş m es i n i sa ğ l a m ı ş , ö ze l l i k l e 1980’lerden sonra çevre, insan merkezlilikten çıkarak doğa merkezliliğe doğru kaymıştır. Bu da çevrenin ve çevre bilincinin yeni bir yapıya kavuşmasını sağlamıştır.

Çevre ve onun sürdürülebilirliğini etkileyen üç önemli faktör bulunmaktadır. Bunlar; sanayileşme, kentleşme ve hızlı nüfus artışıdır. Nüfusun hızla artışı 18. yüzyılda başlamış ve beraberinde çevre sorunlarını da getirmiştir. Teknolojinin gelişmesiyle birlikte de doğal kaynakların kullanımı artmıştır. Önceleri sınırsız ve bedava kabul edilen doğa, çağdaş toplumlarda artan ü re t i m fa a l i ye t l e r i i l e s ı n ı r l ı b i r se r m ayeye dönüşmüştür. Çevre, özellikle sanayi devriminden sonra gelişen ekonomik temelli saldırı olarak tabir edilen sömürüden büyük oranda etkilenmiştir. Bu dönemden 1960’lara kadar doğal çevreye verilen zarar ciddi anlamda göz ardı edilmiştir (Yaylı, 2012: 159). Gelişmiş ülkelerde oluşan çevre duyarlılığı belirli bir sürecin sonunda ortaya çıkmaktadır. Ülkelerin gelişmişliği ve modernleşmesi firmaların verimliliğini artırmakta, kişisel gelirin yükselmesi insanlarda temel ihtiyaçların karşılanmasının dışında farklı alanlarda duyarlılığın oluşmasını sağlamaktadır. Gelir seviyesi düşük olan insanların çevreye karşı duyarsız olduğunu söylemek yanlış olsa da, insanlar için öncelik yeterli gıda ve barınma imkânlarının sağlanması olduğu için çevre daha az öncelikli olabilir. Eğer bir ülke ekonomik olarak gelişmişse, o ülke insanları çevreye zarar vermeyen malları talep etme eğilimine girerler. Bundan dolayı da çevreyi daha az kirleten sektörler gelirden daha fazla pay alarak çevresel gelişime katkıda bulunurlar. Böylece ulusal seviyede kirliliğe yol açan firmalar ya kapanırlar ya da üretimlerini başka ülkelere

78

taşır hale gelmişlerdir (Alagöz, 2007: 6). Bu gün gelinen noktada kalkınmanın ve çevresel barışın sürdürülebilirliğinin sağlanabilmesi, çevrenin ve çevresel kaynakların sürdürülebilir bir biçimde y ö n e t i l e b i l m es i i ç i n ; h e r d ü zeyd e b i r ta k ı m düzenlemelere ve bu düzenlemeleri uygulayacak bir takım kurum ve sistemlere ihtiyaç duyulmaktadır. Yakın zamana kadar yasal ve kurumsal düzenlemeler, büyük ölçüde ulusal düzeyde yapılırken, kirliliğin sınır tanımaması, bir yörede veya ülkedeki çevre bozulmasının, bütün dünyayı etkileyen boyutlara ulaşması nedeniyle, uluslararası düzeyde yapılmaya başlanmıştır. Bu gün geçmişten farklı olarak çevre konusunda düşünceler ve uygulamalar değişmiştir. Artık; ekonomik ve sosyal gelişmenin çevreden ayrı düşünülemeyeceği, aynı yerkürede yasayanların ortak bir kaderi paylaştığı, geçmişte uygulanan yanlış çevre ve gelişim politikalarının, yerkürenin çevresel kaynaklarını ciddi bir biçimde tehlikeye soktuğu, bugünkü kuşakların kendi ihtiyaçları karşılanırken, gelecek kuşakların kendi ihtiyaçlarını karşılama haklarını tehlikeye sokmayacak ve çevre ile uyumlu "sürdürülebilir" bir çevre ve gelişim politikası izlemesi gerektiği görüşleri büyük ölçüde benimsenmiştir.

Çevresel kirliliğin oldukça geniş bir boyuta taşınmasına sebep olarak gösterilen tekstil sektörü de, geleneksel moda terminolojisi içinde giderek genişlemeye ve yenilenmeye başlamış ve gelinen son noktada bilim ve teknolojiyle yakın bir ilişki içine girilmiştir. Teknoloji ile moda alanı arasındaki işbirliği giderek hızlanırken en çok tartışılan ve sorun olarak görülen konu ise teknolojinin çevresel barışın sürdürülebilirliğine olan yıkıcı etkisi olmuştur. Her türlü sanatsal pratiğin içerisine yerleşen dijital teknolojiler, küresel bir çevre barışı duyarlılığıyla


birlikte moda sanatçılar arasında talep görmeye başlamıştır. Dijital tekstil baskı tekniği, geleneksel yöntemlerle elde edilen baskı yöntemlerine göre çevresel duyarlılığı (Eco-Friendly) yönüyle oldukça avantajlı bir yöntemdir. Dijital tekstil baskı işleminde kullanılan mürekkep ’in isteğe bağlı olarak kullanımı, baskı işlemi sırasın da her tür kumaş türüne uygun olması ve her şeyden önemlisi dijital tekstil baskı tasarım sürecinde su kullanımının olmaması dijital tekstil baskı tasarım işleminin çevresel barışın sürdürülebilirliğine olan katkısının oldukça büyük olduğu gerçeğini ortaya çıkarmıştır.

yönleriyle çevresel barışın sürdürülebilir-liğinde kilit rol oynamaktadır. Dijital tekstil baskı işleminde kullanılan mürekkep’ in isteğe bağlı olarak kullanımı, baskı işlemi sırasın da her tür kumaş türünün kullanımı ve ayrıca dijital tekstil baskı tasarım sürecinde su kullanımının olmaması Dijital Modayı çevresel barışın sürdürülebilirliğinde ayrıca önemli kılmaktadır. • Bu anlamda dijital moda: tasarlanmış giysiler üzerinde farklı düzenlemelerle yeniden tasarım yapma, yeniden boyama ve baskı yapma, geri dönüştürme imkânı ile yeniden kullanma ve her şeyden önemlisi tasarımsal süreçler içerisinde s u ku l l a n ı m ı n ı n o l m a m a s ı a t ı k ö ze l l i k l e r i y l e sürdürülebilirlik kavramı altında çevresel barışa katkıda bulunmuştur.

5 - SONUÇLAR

• İnsanoğlunun sınırsız ihtiyaçlarını karşılama isteği, sınırsız bir kaynak olarak g ö rd ü ğ ü d o ğ a d a n fayd a l a n m a s ı n a , o n u h o r kullanmasına ve bu ilişki sonucunda çevreyi kirletmesine neden olmuştur. Özellikle ikinci dünya savaşından sonra çevre kirliliğinin büyük boyutlara ulaşması, artık ne olursa olsun kullanıp atmak yerine, özünde insana önem veren, mevcut ve gelecek kuşakların menfaatini gözeten, doğal ve kültürel kaynakların çevresel barışın sürdürülebilirliğinde optimum kullanımını öngören yaklaşımları gündeme gelmeye başlamıştır. Bu görüşlerle birlikte insanın doğasında mevcut olan çevresel sorunlar uluslararası boyutlara taşınmıştır. • Dijital tekstil baskı tekniği geleneksel yöntemlerle elde edilen baskı yöntemlerine göre, hız, verimlilik ve çevresel duyarlılık (Eco-Friendly)

KAYNAKÇA Simon, H.A. 1988. Science of Artificial, MIT press. Archer, L.B. 1981. “A wief of Nature of Design Resaerch”. jacques, R., Powell, J.A. (eds), Guilford UK: Design Science : Methods. (Bayazit: 1999). Sarı, S. 1998. “Erte’nin Hayatı ve Giysi Tasarımlarıyla İlgili Örnek Bir Araştırma”. Ankara: Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. Bowles, M,. Isaac, C. 2009. Dijital Tekstil Tasarımı (Birinci Basım) İstanbul: Güncel Yayıncılık. Onions, C.T.(Ed), 1964, The Shorter Oxfort English Dictonary, Oxford:Clarendan press Kurtoglu N, Senol D, 2004. Asian J. Chem., “Synthesis, Spectral, Characterization and Application of Some Thio -Azo dyes”, 20(3), 1986-1998. Ertekin, K. G. 2011, Avrupa Birliği Çevre Politikaları ve Sürdürülebilir Kalkınma Arasındaki İlişkinin Değerlendirilmesi, Türk, A. 1998, Çevre ve İnsan, (Ed: Merih KIVANÇ, Ersin YÜCEL), Sürdürülebilir Kalkınma ve Çevre: Teorik Bir İnceleme T.C. Anadolu Üniversitesi Yayınları No: 1017, Açık Öğretim Fakültesi Yayınları No: 560Yaylı, H., (2012), Alagöz, M. 2007. Sürdürülebilir Kalkınmada Çevre Faktörü: Teorik Bir Bakış, Uluslararası Hakemli Sosyal Bilimler E-Dergisi, ISSN:1694528X, Sayı:11, Ocak, ss:1-12 Baykal, H. ve Baykal, T. 2008. Küreselleşen Dünya’da Çevre Sorunları, Mustafa Kemal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt:5, Sayı:9, ss:1-17 Sencar, P.2007. Türkiye’de Çevre Koruma Ve ekonomik Büyüme İlişkisi, Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Şubat, Edirne

79

Doç. Dr. Y. Safiye Sarı / Çevresel Barışın Sürdürülebilirliğinde Dijital Moda

• İnsanoğlu varoluşundan itibaren çevreyle doğrudan etkileşim içinde bulunmuştur. Refah seviyesini yükseltmek için onu kullanmış ve gelişen teknolojinin de yardımıyla yaşadığı çevreyi sürekli değiştirmiştir. Refah artışı için doğal kaynakların sürekli kullanımı ve çevrenin değiştirilmesi, insanlığın ve diğer canlıların geleceğini tehdit eder boyutta kaynakların tükenmesine, çevresel bozulmalara ve kirlenmelere neden olmuştur. İnsan refahının artırılması devamlı olacaksa çevrenin ve doğal kaynaklarında devamlılığının sağlanması gerekmektedir. Bu bağlamda çevresel barışın sürdürülebilirliği ön plana çıkmaktadır.


Cansu Taşar

ŞİMDİ YAŞAMAK MI ZOR, YOKSA ÖLMEK Mİ?

Öğrenci

Cansu Taşar / Şimdi Yaşamak Mi Zor, Yoksa Ölmek Mi?

Nadim... Henüz 18 yaşında, umudunun arkasına hep o yeşil gözlerini saklamış, hiç ama hiç anlayamamış o gözlerinin ne kadar güzel olduğunu. Nasıl anlasın ki? Daha önce kimse söylememiş çünkü. Farkına varacak kadar güzel görmemiş Dünya’yı, Dünyasını. Nadim’i anlatırken, güzel gözleri şurada dursun, güzel günler görememiş biri için gözlerindeki yeşilin tonunun önemi var mıdır ki demek geliyor içimden. Nadim güzel günler göremedi. Nadim’i aldılar gözlerinin yeşilinden, Nadim’i barışın beyazından, doğanın yeşilinden, denizlerin mavisinden aldılar. Kopkoyu karanlığa fırlattılar. O Dünya’nın kirliliğine karşı hala nasıl öyle yeşil kalabilmişti gözleri? Nasıl öyle inatla parlayabiliyordu ki? Nadim’in hikâyesi, ülkeler arası bir hiçliğe sebep olunması ile ilgili. Bir düşünce acımazlığı için, insanların yaşama hakkının harcanmış olmasıyla alakalı. Nadim Suriyeli, Müslüman bir genç. Hangi ülkeye, hangi aileye, hangi inanca ve hangi ırka sahip olacağımıza karar veremediğimiz bu düzenin sonuçlarıyla erken tanışmış bir genç. İnsanın bu karar veremeyişliğini, bu normaliteyi yadsıyan, bundan çıkar sağlamak isteyen ve insanları bu şekilde kullanan bir sistemde Nadim gibileri, onların istekleri, sadece huzurlu bir yaşam çerçevesinde sınırlanıyor ve bu diğerlerine çok geliyordu. Kendi ülkesindeki savaşa hala anlam veremeyen Nadim annesini ve babasını ülkesinde, kendi evlerinin önünde çıkan bir çatışmada kaybetmişti. İnsanın anne ve babasını bir arada, aynı anda ve gözlerinin önünde kaybetmesi, kişinin bütün hayatını etkisi altına alacak bir olaydır ve artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını garanti eder. Böyle bir acı yelpazesinin estirdiği ardı sıra rüzgârlardan sonra Nadim yalnız kalmıştı, mahallesinden, okuduğu okuldan, eski arkadaşlarından, küçüklüğünde futbol oynadığı sokak aralarından artık yalnızda siyah bir toz bulutu yükselmekteydi. Nadim hayatına dair yapıcı olan her şeyden vazgeçmişti, vazgeçmek zorunda bırakılmıştı. Çizdiği resimlerin renklerinde ve

hissizliğinde kaybolan Nadim, bu uçsuzluğun ve bu yok oluşun gövdesinde yaşıyordu. İnsanoğlu akşamları odasında bulunan sinek yüzünden rahatsız olup uyuyamadığını bile günlerce dert ederken, Nadim büyüdüğü sokağın kimsesizliğinde bir başına, elinde kalemi ve çizim defteriyle baş başa kalmıştı. Eskiye hitap edebileceği bir çevresi, tanıdık gelebilecek bir uğultu, yaşadığını anlayabileceği bir

80

his arıyordu Nadim. Bomba seslerinden ve çığlıklardan, çevresindeki, ülkesindeki insanların ihtiyaçsız kalmasından ve bu anlamsız savaştan kaçmak istiyordu. Nadim’in tek yapabildiği umutlu, güneşli ve vefalı bir Dünya’yı resmedebilmekti. Çiziyordu Nadim, umudu, insanlığı, barışı ve barış dolu insanları, düşüncelerin ve isteklerin savaşa yol açmadığı, aksine bir hayvanın bile derdine üzülebilecek kadar merhametli olan dünyaları çiziyordu. Nadim’in ütopyası resim kâğıtlarıydı. Nadim çiziyordu, ama yaşayamıyordu. Dağılıyordu. Kendine ait bir yer bulamayan Nadim, resimlerinde fark etmişti bu kayboluşunu. Umut dolu yerler çizmekten, kendine ait bir dünyasının olmayışından kurtulmak istiyordu. Nadim’in hissizliği onu artık kendisini bulamadığı bu topraklara düşman etmişti, Elinde defteri ve kalemiyle düşmüştü yollara. Tabi bir de içinden umudu ve insanca yaşama sevgisini eksiltmeyen gözleri vardı. Her şeyden daha umutlu ve daha yeşil olan gözleri. Nadim’in arkadaşları ve arta kalan diğer çevresi de her şeyi göze alıp düşmüştü yollara. Mülteci olmuşlardı. Nadim içinde olan

yeni Dünya umuduyla, çizdiği insanlık dolu re s i m l e r i ya ş a m a k ve ya ş a ta b i l m e k umuduyla yola çıkmıştı. Bin bir türlü zorluk ve mücadeleden sonra Fransa’ya Paris’e ulaşmıştı. Burası çok mu farklıydı ona göre? İnsanların giyinişi, sosyal hayatları, düzenleri, eğlence anlayışları, her şeyi çok farklıydı bu şehrin. Nadim bu şehre geldiğince içini derin bir tebessüm kaplamıştı. Daha önce aşina olmadığı bir duyguydu bu, farklıydı. Nadim bu duyguyu hissetmeyi sevmişti. Aslında bir şeyler hissedebiliyor olmayı sevmişti. İçinde bir an derin bir tutku başlattı Nadim, insanca, insana değer veren davranışların tutkusunu! Paris’e geleli, burada çevresini bulalı tam 7 ay olmuştu. Nadim ve çevresi, genellikle Müslümanların ve Suriye’den gelmiş olan mültecilerin bulunduğu bir mahallede yaşıyorlardı. Nadim mülteci kelimesini sevmiyordu. Bu kelime ona aitsizliği, yok edilişi, çaresizliği hatırlatıyordu. Bu kelimeyi kullanmak ve duymak istemiyordu. Nadim hep ressam olmak istiyordu. Umudu ve barışı hissettiren bir ressam. Nadim çevresi ve diğer Suriyeli arkadaşlarıyla beraber bir sanayide çalışıyordu. İşi pek kolay değildi fakat o bunu eleştirecek gücü ve hakkı kendisinde görmüyordu. O sadece yaşayabilmek ve çizebilmek adına konuşuyordu. Nadim insanların her gün ne


kadar anlamsız ve gereksiz durumlara öfkelendiğini, Dünya’yı yaşanabilecek bir yer haline getirmek yerine, kendi küçük çabaları için hissiz kalıp, üzüldüklerini fark ediyordu. Nadim olgundu, zor yaşanılacak

durumlara tanıklık etmiş, kendi acımasız dünyasının başrolünde deneyim kazanmıştı. Daha doğarken lekelenmişti adı, doğarken kesinleşmişti ne tür sevimsizliklere maruz kalacağı. Ve Nadim kendisine insanların amaçsız yere öfkelendiği, üzüldüğü, büyük çapta bir sorun haline getirdiği olaylardan bir liste çıkarmıştı. Nadim listesine her güne yeni bir madde ekliyordu; Asla düşünülmeyecek, problem edilmeyecek ve yok edilecek maddeler listesi! Kendisini resim çizerken yakalamadığı boş bir an bile yoktu neredeyse. Arkadaşları ve çevresi onun bu resimlerine anlam veremiyor ve yadırgıyorlardı. Nadim umutluydu, bu umudu yüzünden farklıydı ve farklı kalacaktı.

Her akşam farklı bir toplulukta, farklı bir meydanda bulunup, insanların kederlerini, düşüncelerini, hallerini ve duygu durumlarını çiziyordu. Bundan keyif alıyordu. Onun ailesi resimleriydi, resimlerindeki her bir kişiyi ezberlemişti, o kadar tanıdıktı ki o yüzler, keşfedilmeyi bekliyorlardı. Nadim, barışın fırçası, bir gün yine insanları çizmek için gittiği bir konserde, umuda son kez nefes aldı ve veremedi. Paris’te yaşanan patlamada hayatını kaybetti. Geriye sadece; ailesini kaybetmiş ve ülkesinden kopmuş olmanın acısını, yeni bir şehirde yaşadığı kimlik kargaşasını ve mülteci konumunu, anlamlandıramadığı bu düzen içindeki yok oluşu hiç yansıtmadığı resimleri kaldı. Havada ve korkuyla kaplanmış olan resimleri... Nadim o resimleri çığlık, kan, korku, acı olmayan bir yerlerde gerçekleştiremedi. O resimler daha sonra iki çift yeşil gözlerin üstüne örtüldü. Nadim hiç yaşamadığı o Dünya’ya, son uykusunda, sadece resimlerinde bakabildi. O barış ve insaniyet dolu resimler, o gözlerin üzerini örttü. Nadim, “yaşamaya değer” diyen

insanların, yaşanılamayan tarafı oldu. Peki, o an yaşamak mı zor olmalıydı, yoksa ölmek mi?

Cansu Taşar / Şimdi Yaşamak Mi Zor, Yoksa Ölmek Mi?

81


Prof. Dr. Sedat Cereci

BİNLERCE YILIN “BİR” OLMUŞ ŞEHRİ

Öğretim Görevlisi

Mutantan Babil’in İştar kapısından girilir gibi gururla, güvenle, şaşaayla girilir bu şehrin kapılarından. Muhteşem Pers’in sonsuz gücü Onbinlerin Ordusu selam durur gibi selam durur herkes, gülümser, içtenlik saçar. Süryanisi yürür tertemiz yollarından, Ermenisi yürür, Yahudisi yürür, Arap yürür, Türk yürür, Keldani yürür. İnsanlığın festivali gibidir şehir, bayram yeri gibidir, şendir, heyecanlıdır, enerjiktir. Binlerce yıllık mirasından aldığı barış emanetini geleceğe taşımak ve tüm yeryüzüne yaymak için coşkuyla sarılır birbirine. Bir ana babanın çocukları oldukları inancıyla yürekle kucaklar herkes birbirini.

Prof. Dr. Sedat Cereci / Binlerce Yılın “Bir” Olmuş Şehri

Modern Türkiye Cumhuriyeti’nin bir vilayeti olmakla birlikte, Mustafa Kemal’in dahice girişimiyle bağımsız cumhuriyet deneyimi de yaşamış, Asur’dan, Sümer’den, Roma’dan, Bizans’tan, Selçuklu’dan aldığı görkemli mirası modern çağın koşullarına uyarlamış ve binlerce yıl boyunca tüm halkının bir tek bütün olarak yaşadığı bir barış kenti olmuştur Antakya. Paganizmden İbrahimî dinlere, Musevilikten Katolisizm’e, Ortodoksluktan İslam’a kadar değişik inançlara sahip insanları ağırlamış, Süryaniceden İbraniceye, Ermeniceden Arapçaya, Türkçeye kadar çok farklı dilleri dinlemiş varsıl bir yerleşimdir. Kaleden bakınca, tanrının dünyayı süslemek için gönderdiği kocaman bir çiçek aranjmanı gibi görünür Antakya. Roma, Bizans, Selçuklu, Osmanlı, Türkiye Cumhuriyeti muhteşem aranjmanın içinde ayrı ayrı seçilir ancak bir araya geldiklerinde göz kamaştıran bir büyülü güzelliğe dönüşürler. Tüm halkın tarih boyunca kederde ve sevinçte “bir” olduğu, görkemli bir çiçek demetinin parçası olduklarını bilerek birbirlerini koruyup kolladıkları, birbirlerinin hakkını yere düşürmedikleri bir uygarlık ve barış şehridir Antakya. Selamlar farklı dillerde verilip, dualar farklı biçimde edilirken, yüreği aynı çarpan insanların tek vücuda dönüştükleri yerdir.

82


Antakya’yı binlerce yıl içinde “bir” yapan etken, hiç kimsenin bir diğerinin farkına bakmaksızın duyduğu saygıdır. Barışın da temel ilkesi olan saygı, Antakya’da binlerce yıl boyunca birlikte yaşayan Süryani’yi, Yahudi’yi, Ermeni’yi, Rum’u, Arap’ı, Keldani’yi, Nusayri’yi, Türk’ü “bir” yapmıştır. Ancak kaşına, gözüne, diline, inancına bakmaksızın birbirine saygı duyarak, sevmediği kişinin bile hakkını gözeterek barış içinde yaşayan toplumlarda hukuk ile birlikte yaşama eylemi gerçekleşmiş, yürek ferahlığı ve düşünsel dinginliği sağlayan barış yüksek uygarlıkların gelişmesiyle sonuçlanmıştır.

Antakya halkının hepsinin aynı sevinç ve coşkuyla kutladığı Gadir Hum, birlikte hırise pişirilen, dostlarla görüşülen, kol kola halaylar çekilen, ırkların ve dinlerin zail olup gittiği, yalnızca insanlığın can bulduğu barış bayramıdır. Yahudi, Ermeni, Türk, Arap, Süryani, Keldani, Nusayri, Sünni, Katolik, Ortodoks tüm halkın katıldığı ve herkesin aynı atmosferi ve aynı coşkuyu paylaştığı bir bayram ancak barışın şehrinde gerçekleşebilir. Antakya, binlerce yılda biriken uygarlık mirası içinde insancıllıkta “bir” olmuş barış şehridir.

Bir Hristiyan adına cami yapılan tek yerdir Antakya. Dünyada tektir. Yalnızca başka dinden birisi adına kendi tapınağını inşa etmek bile barışın simgesi olsa gerek. Efsanevi bir anıt olduğu için Habib Neccar Camisi, arşa dokunan kemerlerinin altından geçen pagan da olsa, İbrahimî de olsa, dinsiz de olsa büyülenmiş hisseder kendisini. Barışa kanat germiş tonozlar gibi arşa yakın hisseder, güven içinde bulur. Barış, güveni, yüceliği, ferahlığı, tebessümü beraberinde getirir çünkü. Strabon’a göre dünyanın ilk aydınlatılan caddesi olan Herod üzerindeki Habib Neccar Camisi’nden az ötede Katolik Kilisesi, biraz daha ileride Musevi Havrası caddenin manevi ışıklarıdır. Herkesin kendini bulduğu, birbirini tanıdığı, selamlaştığı, yaşamı paylaştığı cadde Antakya’nın da simgelerinden biridir. Aynı cadde üzerindeki Affan Kahvesi, şehrin senatosu gibi herkesi kucaklayıp derin bir muhabbet dünyasına sürükleyen etkiyle çalışır. Bazen İbranice, bazen Süryanice, bazen Ermenice, bazen Arapça, bazen Türkçe yükselen nidalar, binlerce yılın biriktirdiği hazinenin içinde bir olup hazineye yeni bir mücevher katar. Affan Kahvesi’nin haytalısının ağızları tatlandırdığı anlarda Antakya şirinliğin doruğuna ulaşır.

Prof. Dr. Sedat Cereci / Binlerce Yılın “Bir” Olmuş Şehri

Bütün eller birleşip buğday döverler Antakya’da, Ermeninin, Türkün, Arabın, Alevinin, Sünninin, Yahudinin, Süryaninin elleri birleşip barışın yemeğini yaparlar sevgiyle. Hırise (Harisa) pişirirler. Antakya’nın binlerce yıllık barış yemeğidir hırise. Herkes barıştan nasibini alsın diye tüm konu komşuya, eşe dosta, tanıyana tanımayana dağıtılır. Barış saçılır tüm sokaklara, bahçelere, tepelere, dağlara, denize, yere göğe. Bu nedenle bilinmeyen bir zamandan bu yana hep barış içinde yaşar Antakya. Elele vererek barışı inşa etmiş kent tarihi boyunca da hep barışın kahramanlarını ağırlamıştır. Saint Pierre İsa Peygamber’in temsilcisi olarak barışı getirmiş, Habib Neccar Pierre’in öğretilerini pekiştirmiştir. Hatay Devleti Cumhurbaşkanı Tayfur Sökmen ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk Antakya’ya barışla gelmiş ve barışı güçlendirmiş kahramanlardır. Antakya’ya savaşmak için gelen Büyük İskender ve Haçlı orduları bile kentteki barış ruhunu bozamamış, incitememiş; geldikleri gibi gitmişlerdir. Antakya’nın yerel resmi bayramı Gadir Hum’dur.

83


Şehmus Tohumeken

SURDAKİ BİR ÇOCUĞUN GÖZÜNDEN MEHMETÇİK

Öğretim Öğrenci Görevlisi

Barışa açılan kapının anahtarı:

Şehmus Tohumeken / SURDAKİ BİR ÇOCUĞUN GÖZÜNDEN MEHMETÇİK

Onlar sımsıcak bir günde, parlak güneş ve masmavi göğün altında saatlerce sıkılmadan, yorulmadan oynayan varlıklardır. Yağan kara, sırılsıklam toprağa aldırmadan, baştan sona çamura bulanıp top peşinde koşturan minik ayaklar ve ellerdir. Oyun oynamak, özgürce sağa sola zıplamak, keyiflerince bağırıp çağırarak şarkı söylemek, konuşmak onların vazgeçilmezidir. Kimisi sessiz bir eve neşe getirip canlandırırken, kimisi umutsuzluğa bürünmüş bir babayı ya da anneyi umut denizine çeker. Bir gülü koklar gibi, kimi anne için çiçek olurken, kimisine göz bebeğinden daha değerli olur. Bunlar çocuklarımızdır, yani bir zamanlar olduğumuz. Kimisinin sahip olamadığı ancak bazılarının da sahip olunca değerini bilmediği varlıklar. Her çocuk özeldir ve kendilerine has kişisel özellikleri vardır. Kendi hayal dünyaları olup, bu hayal dünyasında kendilerince yaratıkları, kahramanları, düşmanları, korkuları ve sevgileri vardır.

84

Farklı olmakla birlikte hepsinin ortak özellikleri yok değildir. Odada yalnız yatan bir çocuğun, yatağın altından canavarların çıkmasından korkması ya da karanlık bir mutfaktan bir şey getirmek için mutfağa girememesi, önce eşyalarını paylaşmazken, b ü y ü d ü k ç e pay l a ş m ay ı ö ğ re n m es i , seve ce n görünmek için çeşitli muziplikler yapması, bazen dil çıkartması, gülücükler saçması, iki saniye önce tartıştığı arkadaşı ile hiçbir şey olmamış gibi sohbetler etmesi, kin beslememesi; savaşların en yoğun olduğu Filistin, Irak, Suriye’de yaşayan çocuklardan tutun, b a r ı ş ı n h ü k ü m s ü rd ü ğ ü d ü nya n ı n e n re fa h ülkelerindeki çocuklarda bile aynıdır. Peki, her gün bomba sesi ile yataklarından korku ile uyanan, ya da etraflarında öldürülen arkadaşları gören çocukların korkuları ile annelerinin şefkatli öpücükleri ile temiz yataklarından uyanan çocukların korkuları aynı olabilir mi? Bir kere elini sobaya değdirip yakan çocuk yıllar geçip kocaman adam olmasına rağmen “ya yakmazsa” diye bir daha elini sobaya dokundurur mu?


Elbette ki HAYIR! Çocuklar anlatılandan çok gördükleri, yaşadıkları olaylardan ders çıkartırlar ve ona göre şekillenir kişilikleri ve hayata bakış açıları. Siz ne kadar da birilerinin iyi ya da kötü olduğunu anlatırsanız anlatın onlar gördüklerine yaşadıklarına ve kaybettiklerine göre değerlendirir kişileri ve olayları. Örneğin, Sur’ da çatışmalar başlamadan önce, çoğu çocuk sokaklara çıkıp rahat rahat futbol, saklambaç, ip, yakan top oynar; bakkala gidip cips, ş e ke r, b i s k ü v i v b. ş ey l e r i a l ı p g ö n ü l l e r i n ce eğlenirlerken, bir anda etrafta yüzleri kapalı kim olduğu belirsiz kişiler belirmeye başlayınca korkmaya ve eski rahatlarını kaybetmeye başladılar. Oynanan boş sokaklar barikatlarla kapanmaya, bakkallar ise açılmamaya başladı. Derken anneler artık çocuklarını daha az sokağa göndermeye ve hatta bazen hiç göndermemeye başladı. İyice huzurları kaçmış ve dışarıdakilerin kim olduğuna düşünmeksizin nefret etmeye başladılar. Anneleri, babaları bunlar kötü adamlar ya da iyi adamlar demeleri umurlarında değildi. Çünkü artık oyun oynayamıyorlar ve çiklet alamıyorlardı. Derken anne, babaları ve diğer büyük insanlar da dışarıya çıkamamaya başladı. Ne olduğunu bilmediği korkunç sesler gelmeye başladı. Bomba, silah ve insan çığlıkları gelmeye başlayınca artık iyice korkmaya başladı.Ailesi korkma MEHMETÇİK geldi, teröristleri buralardan temizleyecek, buralar daha güzel olacak ya da “eyvah asker geldi gerillaları

öldürecek hâlbuki bu adamlar çok masum insanlar” dese bile çocuğun bazen tank, bazen bomba ve yıkım seslerinden duyduğu korkuyu, dehşeti azaltmaya yetmeyecektir. Hele ki yakın arkadaşlarından ya da akrabalarından birinin öldüğü haberi gelince ve yavaş yavaş evdeki yemekler azalınca çocuklar bu çatışmalardan daha da çok korkacaktır. Dışarıda kimin ne yaptığına ya da ne için yaptığına, kimler arasında bu çatışmaların olduğuna bakmaksızın dışarıdakilerden korkacak ve kalbine belki nefret tohumu ekilecektir. Sıkılgan tabiatı onu daracık evde hapsedenlerden nefret etse de onu korkutan bombalardan, tanklardan ve silahlardan daha çok nefret edecektir. Bu korkunç sesler çocuğu o kadar derinden etkiler ki korkmaması gerekenle korkması gerekeni ayırt etmek çok zorlaşır çocuk için. Suriye ve Ürdün kamplarındaki çocukların kameradan ya da fotoğraf makinesinden silahmış gibi korkması silahın, bombanın ve tankların çocuğun psikolojisini ne derece derin etkilediğinin en acı verici kanıtıdır. Bu yüzden, Mehmetçikler bizim için çok önemli olsa da çocuklar bunu pek anlayamaz çünkü onlar için masmavi göğün altında barış içinde özgürce koşturmak, oynamak, eğlenmek her şeyden daha önemlidir. Bu durum Sur’da yaşayan çocuklar için de geçerlidir, Ankara’da yaşayan çocuklar için de ve dünyanın her yerinde yaşayan çocuklar için de geçerlidir. Bu yüzden barışa giden yolda çocuklar, biz büyüklerin en büyük rehberleri olmalıdır…

Şehmus Tohumeken / SURDAKİ BİR ÇOCUĞUN GÖZÜNDEN MEHMETÇİK

85


Dilek Pehlivan

UMUDUN IŞIĞI KARANLIĞA FENER

Öğretim Şarkıcı Görevlisi

Bir dünya düşleyelim ya da bırakalım bu günü şu anı hadi hep beraber gözlerimizi kapayalım. Kendimizi yemyeşil kırlarda yuvarlanırken, engin denizlere yelken açarken, güneşin içimizi ısıttığı, tenimizi kavurduğu rüzgarın meltem olup bizi sevgiyle okşadığı yerde olmak istedik hepimiz. Orada hiç kötülük yoktu çünkü cennetten bir gün ayarlamışçasına inadına güzellikler dolu. Çocukların hiç ağlamadığı annelerin gözlerinin güldüğü yer orasıydı. Doğa ve barış o kadar kardeş ki doğa tüm yeşili, mavisi, kırmızısı ile çok güzel bir kadın tabiat ana. O kucaklayan koynunda besleyen doyuran. Barış ki tüm evreni savunan ve koruyan şovalyelik yapan güçlü bir erkek. Üçü bir arada dünyayı ayaklarının üzerin de tutarak onun için savaşanlar doğa, sanat ve barış insanoğlu adına var olan yapı taşları. Yüzyıllar önce insanlar doğadan ilham alarak taşlara duvarlara kazımışlar tabiatı yaşamı. Nasıl bir kutsamak ve doğaya aşık oluş insanoğlun da resmetmiş doğayı adeta ölümsüzleştirir gibi. Bu gün daha modernken sözde ilkel olunan zamanların saygı ve sevgisi şapka çıkartılacak durumda.

Dilek Pehlivan / Umudun Işığı Karanlığa Fener

Şu günler de doğayı resmetmek yerine ona zarar vermek var o zamanlar savaşlar da bugün ki kadar değil. O zamanlar tek savaş biraz ateş biraz yiyecek ve su. Şu an ben kavramı hakim ‘’ Tüm dünya benim olsun tüm dünya da bir tek ben olayım ‘’ ne kadar egoistleşti insanoğlu. Egoistliği saldırganlığı ile kazanmak adına zarar veriliyor her an evrene. Başka kim ona hayat veren nefes olan yere zarar verir? İnsan tabii ki. Ekosisteme son yıllar da ne kadar zarar verildi. Kendi dünyalarımızla barışamıyorken bize yarar sağlayanlara zarar verirken nasıl dünya da barışı sağlayabileceğiz. Hayal gibi kendimizle çelişiyor gibiyiz. içimiz de önce barışı sağlamalı etrafımızda sonra tüm dünya da. Kendimizle özümüzle barış sağlanmalı herkes kendi ışığını yansıtır evrene ve kendi ışığının elçisi önce kendimizi aydınlatmalı umut her zaman vardır. Umudun ışığı sönmez umut edelim umut varsa gerçekleşmeyen rüya yoktur. Hayal etmekte yoktur. Allah olmayacak şeyi kul aklına getirmezdi.

86


В РГППУ прошла Международная творческая акция «Искусство и Мир»

20 декабря 2015 года одновременно проходящие во всех странах-участницах выставки транслировались с помощью программы «Скайп». В выставке, организованной на кафедре Арт-дизайна Российского государственного профессионально-педагогического университета, приняли

участие студенты 3 и 4 курса профилизаций «Арт-дизайн» и «Декоративно-прикладное искусство», зав. кафедрой АрД Буткевич Нина Викторовна и доценты кафедры Максяшин Алек сандр Семенович, Лемонова Инна Борис овна, Тихомирова Ольга Михайл овна. На выставк е были представлены творческие работы, отражающие красоту нашего хрупкого мира и тревогу за его будущее.

В РГППУ прошла Международная творческая акция «Искусство и Мир»

20 декабря 2015 года под эгидой Международного общества культуры и искусства «Мы только за мир» в сорока одной стране мира одновременно прошла двухчасовая творческая акция. Одним из представителей России в этой акции выступил творческий коллектив студентов и преподавателей кафедры арт-дизайна РГППУ. Добровольцы Международного общества культуры и искусства «Мы только за мир», объединяющего людей, готовых мирными способами бороться за процветание нашего общества, видят свою цель в стремлении сделать наш Мир лучше с помощью реализации социально-ответственных проектов. В ходе истории, искусство часто становилось одним из самых сильных оружий против войны. Вот почему нельзя игнорировать его роль в решении глобальных проблем. Для этого в общеустановленный представительствами всех стран день в году проводятся культурные акции (выставки). Основная цель акций — через художественные образы объединяться с отдельными лицами и организациями творчества и искусства на основах принципа «Братство — Мир — Любовь» для того, чтобы совместно сказать «Стоп» распространению культурной бедности и невежества; создать с помощью искусства возможность диалога и понимания между людьми разных стран.

Именно эти вопросы и затрагивались в общем разговоре во время скайп-конференции, объединившей художников России, Западной и Восточной Европы, Азии и Америки. Художники всех стран считают необходимым использовать систему взаимодействия искусства и людей в воспитании думающих и творчески мыслящих личностей и будущих поколений. Автор текста: Буткевич Нина Викторовна, зав. кафедрой АрД

Анонс проекта Искусство и мир Фрагмент выставки Подготовка выставки Творческий проект Мы за Мир Подготовка выставки Участники видео-моста

87


Студенты и преподаватели РГППУ приняли участие в Международной творческой акции «Искусство и Мир»

Umudun Işığı Karanlığa Fener

Öğretim Görevlisi

20 декабря 2015 года под эгидой Международного общества культуры и искусства «Мы только за мир» в сорока одной стране мира одновременно прошла двухчас овая творческ ая акция. Одним из представителей России в этой акции выступил творческий коллектив студентов и преподавателей кафедры арт-дизайна РГППУ. Добровольцы Международного общества культуры и искусства «Мы только за мир», объединяющего людей, готовых мирными способами бороться за процветание нашего общества, видят свою цель в стремлении сделать наш Мир лучше с помощью реализации социально-ответственных проектов. В ходе истории, искусство часто становилось одним из самых сильных оружий против войны. Вот почему нельзя игнорировать его роль в решении глобальных проблем. Для этого в общеустановленный представительствами всех стран день в году проводятся к ульт урные акции (выставки). Основная цель акций – через художественные образы объединяться с отдельными лицами и организациями творчества и искусства на основах принципа «Братство – Мир – Любовь» для того, чтобы совместно сказать «Стоп» распространению культурной бедности и невежества; создать с помощью искусства возможность диалога и понимания между людьми разных стран. 20 декабря 2015 года одновременно проходящие во всех странах-участницах выставки транслировались с помощью программы «Скайп». В выставке, организованной на кафедре Артд и з а й н а Ро с с и й с к о го го с уд а р с т в е н н о го профессионально-педагогического университета, п р и н я л и у ч а с т и е с т уд е н т ы 3 и 4 к ур с а профилизаций «Арт-дизайн» и «Декоративноприкладное искусство», а также доценты кафедры Буткевич Нина Викторовна, Максяшин Александр Семенович, Лемонова Инна Борисовна, Тихомирова Ольга Михайловна. На выставке были представлены творческие работы, отражающие красоту нашего хрупкого мира и тревогу за его будущее. Именно эти вопросы и затрагивались в общем р а з го в о р е в о в р е м я с к а й п - к о н ф е р е н ц и и , объединившей художников России, Западной и Восточной Европы, Азии и Америки. Художники всех стран считают необходимым использовать систему взаимодействия искусства и людей в воспитании думающих и творчески мыслящих личностей и будущих поколений.

88

Internat onal art-stock “Art and peace”(название документа) Students and professors of RSVPU have taken part n nternat onal art-stock “Art and peace”. An art-stock of two hours’ durat on was held n fortyone countr es at the same t me under the aeg s of nternat onal cultural and art commun ty “We are for peace only”. One of Russ an representat ves was the students’ and professors’ of art-des gn cha r art-team. Volunteers of un t ng ready to fight for prosper ty of our soc ety n the peaceful way nternat onal cultural and art commun ty “We are for peace only” find the r purpose n asp rat on for mak ng our world better by mplement ng soc ally respons ble projects. Throughout h story art has often become one of the most powerful weapons aga nst the war. That s why we cannot gnore ts role n solv ng global problems. To th s end, accord ng to the general offices of all countr es day of the year cultural events (exh b t ons) are held. The ma n object ve of the shares s to assoc ate w th nd v duals and organ zat ons through the art st c mages, creat v ty and art based on the pr nc ple "Brotherhood - Peace - Love" to jo ntly say "stop" to spread ng culture of poverty and gnorance; create w th art the opportun ty for d alogue and understand ng between people of d fferent countr es. December 20, 2015 tak ng place s multaneously n all part c pat ng countr es exh b t ons were broadcast us ng "Skype". The exh b t on was organ zed at the Department of Art Des gn Russ an State Vocat onal Pedagog cal Un vers ty, was attended by students of 3rd and 4th grade profil ng "Art Des gn" and "Arts and Crafts", as well as Assoc ate Professors N na V. Boutkev tch, Alexander S. Maksyash n, Inna B. Lemonova, Olga M. T khom rova. The exh b t on presented the creat ve works that reflect the beauty of our frag le world and concern for ts future. These are the quest ons, wh ch were addressed n the general conversat on dur ng a Skype conference, br ng ng together art sts of Russ a, Western and Eastern Europe, As a and Amer ca. Art sts of all countr es feel the need to use a system of nteract on between art and the people n educat on and creat ve th nk ng of nd v duals and future generat ons.


KUCAĞIMDA Kİ KEDİLER

Doç. Dr. Pelin Avşar Karabaş

Öğretim Görevlisi

“Dünya’da sevgiye dair ne varsa ben orada varım, savaşa dair ne varsa ben orada yokum” . Mevlana

Barış kavramı geçmişten günümüze birçok alana konu olduğu gibi, birçok sanat eserinde ifade bulmuş ve ilham kaynağı olmuştur. İnsanlık tarihi; güç adına yapılan savaşlar nedeniyle, maddi ve manevi kayıplarla doludur. İnsanla ve duyguyla bağlantılı her türlü olaya duyarlı olan sanatçılar, yüzyıllardır kendi ifade olanaklarıyla seslerini duyurmak ya da güncel olanı geleceğe aktarmak kaygısıyla var olmak adına olumsuzluklara kayıtsız kalamamışlar, eserleriyle tepkilerini ortaya koymuşlardır. Melih Cevdet ANDAY’a ait olan “Olsun da Gör” şiirinin “Barış çağı altın çağ, son ozanı ben olayım bu ö z l e m i n , b u ö z l e m b i tse … ” d i z e l e r i n d e n ya d a Ya n n i s RİTSOS’un “Barış sımsıkı kenetlenmiş elleridir insanların, sıcacık bir ekmektir o, masası üstünde dünyanın, barış, bir annenin gülümseyişinden başka bir şey değildir” dizelerinden hissettiklerimiz hep benzer duygular; hep barışa, hep huzura özlemdir. “ Ku ca ğ ı m d a Ke d i l e r ” i s i m l i Doç. Dr. Pelin Avşar Karabaş / Kucağımda ki Kediler

resimde iletilmek istenen duygu; kalplerin ve ruhların arzuladığı huzurlu geleceğin gönülden istenişidir. Kadın figürü bu birlikteliği sağlayan biçim olarak resmin temelinde yer alırken, “sımsıkı kenetlenmiş elleridir insanların…” dizesini hatırlatan eller, bu birlikteliği sağlayan ana gösterge olmuştur. Kedi figürlerinin varlığı ve çift oluşu ise Pelin AVŞAR KARABAŞ “Kucağımda Kediler” 100x70 cm. Tuval Üzerine Karışık Teknik. 2015

barışın temeli olan sevginin; koşulsuz, ayrımsız, ayrıcalıksız, tarafsız ve çıkarsız oluşuna göndermelerde bulunmaktadır.

89


Yrd.Doç. Dr. Zeynep Uğurlu

BARIŞ VE ÇOCUK

Öğretim Üyesi

Akademik kaygılardan uzak ve daha çok deneme mahiyetinde olan bu konudaki söyleşimize başlarken öncelikle şu temel dayanağın dikkate alınarak başköşeye oturtulması gerekiyor. Bunu yaptığımızda,barış ve çocuk kavramlarını birlikte ele aldığımızda temel bakış açımızın ne olması gerektiği konusunda da bir anlaşmaya varabiliriz belki. Çünkü her şey bakış açımızda gizli. Olaylara ve olgulara nasıl bakarsak buna göre değerlendirmeler yapıyor ve buna göre anlam biçiyoruz. Odak noktamız önce insan ve özelde çocuk olduğuna göre ön kabulümüz de şöyle olmalı:

“Toplumların gelişimi ve sürekliliğinin sağlanmasında bir toplumun çocuğa verdiği değer, gelişmişliği ile doğru orantılıdır. Bir toplumda çocuklar kötü muamele görmekte, ihmal ve istismar edilmekte ise o toplumun kültürü geri kalmış bir kültür olarak değerlendirilebilir. Buna karşın çocuklara değer veren, onlara sağlıklı büyüme ve gelişme olanakları sağlayan toplumlarda ilerlemekte olan bir kültürden söz etmek yanlış olmaz.”

Yrd. Doç.Dr. Zeynep Uğurlu/ Barış ve Çocuk

Görüldüğü gibi, çocuklara verilen değer gelişmişlikle doğru orantılı olarak açıklanmaktadır. Çocuklara toplum olarak gösterilen özenin ülkenin gelişmişliği kadar barışa katkısı da açıktır.Nitekim 2014 yılı Nobel Barış ödülleri çocuk hakları aktivistleri17 yaşındaki Pakistanlı Malala Yusufzay ve Hindistanlı KailashSatyarthi'ye verilmesi de bu görüşü destekliyor. Malala, ülkesindeki kız çocukların eğitim haklarından yararlanması; Satyarthi ise, çocuk işçiliğinin önlenmesi ile ilgili özverili çalışmalarından ötürü bu ödüle layık görüldü. Dünyadaki çatışmalar ve savaşlardan dolayı Nobel Barış Ödülünün verilmemesi beklenirken barış ödülünün çocuk hakları aktivistlerine verilmesi de eğitim ve çocukların koşullarının düzeltilmesinin barışa hizmet ettiği yönündeki bakış açısının güçlendiğini gösteriyor.

90

Barış, sadece fiziksel pasifizm ya da savaşın olmayışı değildir. Barış, her türlü adaletsizliğin yok edilmesini gerektirir ve temel insan haklarının ihlal edildiği bir toplumda var olamaz. Olumlu barış, toplum, ülke ve genel olarak dünyadaki herkes ve hatta gelecek nesiller için sosyal, ekonomik ve siyasi adaleti içerir (Galtung, 1969; Hicks 1985; Navarro-Castro ve Nario-Galace 2008; Fountain, 1999).Buraya bir de “çocuklar bizim geleceğimizdir” gibi aslında doğru olan ancak bugün klişe haline gelmiş bir söylem eklediğimizde işimiz biraz daha kolaylaşıyor gibi görünse de bu iş o kadar kolay değil! Önce olması gerekenlere bakalım: Çocukların Anayasası olarak değerlendirilen ve Türkiye tarafından da onaylanarak yürürlüğe giren Çocuk Hakları Sözleşmesinde tanınan haklara göre çocuk hakları: yaşama hakkı, gelişme hakkı, korunma hakkı ve katılma hakkı olmak üzere dört grupta toplanmıştır.


Ø

Yaşama hakkı: Çocuğun yaşama ve uygun yaşam standartlarına sahip olma, tıbbi bakım, beslenme ve barınma gibi temel ihtiyaçlarının karşılanmasını içeren haklardır.

Ø

Gelişme hakkı: Çocuğun yeteneklerinin en üst düzeyde gerçekleştirebilmesi için gerekli olan eğitim, oyun, dinlenme, bilgi edinme, din, vicdan ve düşünce özgürlüğü, bilgi alma hakkı gibi hakları içermektedir.

Ø

Korunma hakkı: Çocuğun her türlü ihmal, istismar ve sömürü karşısındaki haklarıdır. Bunlar yargı sistemi açısından incelendiğinde silahlı çatışmada, çalışma yaşamında, fiziksel, duygusal, cinsel istismar, madde bağımlılığı ve sığınmacı çocuklar için özel bakıma ilişkin konularda çocukların korunmasını içeren haklardır.

Ø

Katılma hakkı: Çocuğa ailede ve toplumda etkinlik kazandırmaya yarayan haklardır. Bu haklar, görüşlerini açıklama, kendini ilgilendiren konularda karara katılma, dernek kurma ve toplanma hakları olarak ifade edilebilir. Peki barış bunun neresinde?

Tümünde ve “bir bütün” olarak! Hiç biri birbirinden ayrılamaz. Hiçbiri bir diğerinden daha az önemli değil. Evetbazıları öncelikli gibi görünebilir ancak biri olmadan diğerinin olması hep bir şeyleri çocuklar açısından anlamsızlaştırır, eksik bırakır.

Barışın ve huzurun olmadığı bir ortamda çocuğun gelişme hakkından söz edilemez. Nitekim gelişme hakkı eğitimi, oyunu, dinlenme gibi çocuğun kendini var etmesi, geleceğe hazırlanması gibi devletin ve diğer kuruluşların ekonomik kaynaklarını seferber etmesi gereken etkinliklere dayanır. Oysa barışın olmadığı bir ortamda risk algılaması ülkeleri harcamalarını daha fazla silah almaya yöneltir. Bunun dışında bir başka konu da, barış ve huzurun bozulduğu durumlarda bundan en fazla ve ilk olarak olumsuz etkilenen grupların kadınlar, çocuklar, engelliler, sosyo-ekonomik düzey olarak desteklenmesi gereken alt sosyo ekonomik grupta yer alanlar olduğu gerçeğidir. Savaş zamanlarında bütçe kısıntıları önce bu destekleyici programlardan yapılır. Barış ve g-huzur o r t a m ı n d a i s e ü l ke l e r t o p l u m u n g e n e l i n i n yararlanacağı sosyal projelere daha fazla kaynak ayırarak düzeltici ve fırsat eşitsizliklerini ortadan kaldırıcı çalışmalar yürütür. Dolayısıyla çocukların gelişme hakları içinde yer alan eğitim gibi yeteneklerinin en üst düzeyde geliştirilebilmesini sağlayan gelişme hakkı, en iyi ve nitelikli biçimde barış ve huzur ortamlarında sağlanabilir. Eğitim hakkının bir diğer özelliği ise çocukların bu hakka sahip oldukları zaman diğer haklarından haberdar olabilecekleri gerçeğidir. Eğitilmemiş insanların kendi sahip oldukları hakların bilincinde olmaları ve bunları talep etmeleri, kullanmaları ve korumaları düşünülemez. Çocukların bir diğer hak grubu içinde yer alan korunma hakkı ise burada tartışılan barış konusu ile çok daha doğrudan bağlantılıdır. Korunma hakkı, çocuğun her türlü ihmal, istismar ve sömürü karşısındaki haklarıdır. Bunlar silahlı çatışmada, çalışma yaşamında, fiziksel, duygusal, cinsel istismar, madde bağımlılığı ve sığınmacı çocuklar için özel bakıma ilişkin konularda çocukların korunmasını içeren haklardır. Her ne kadar her türlü ihmal, istismar

91

Yrd. Doç.Dr. Zeynep Uğurlu/ Barış ve Çocuk

Barış ve huzurun olmadığı bir ortamda çocuğun en temel hakkı olan yaşama hakkından söz edilemez. Yaşama hakkı sadece çocuk haklarına ilişkin metinlerde değil, tüm insan haklarına dair sözleşmelerin bildirgelerin hükümlerinde ilk sırada yer alır. Bunun nedeni, yaşama hakkının koruduğu norm alanının genişliğinden kaynaklanmaktadır. Başka bir ifade ile söylemek gerekirse, yaşama hakkının olmadığı durumlarda diğer haklardan bahsedilemez. Nitekim gerek dünyada gerekse Türkiye'de çocukların tümünün henüz yaşama, uygun yaşam standartlarına sahip olma, tıbbi bakım, beslenme ve barınma gibi temel ihtiyaçlarının karşılanması konusunda hala istenilen noktaya ulaşılamadığına ilişkin çok sayıda örnek bulunmaktadır. Buna yakın zamanda verilebilecek en iyi örnek Suriye'den savaş nedeniyle kaçarak diğer ülkelere sığınmaya çalışan çocukların içinde yaşadığı koşullardır. Bodrum sahiline vuran çocuk cesetleri tüm dünyada ve ülkemizde de infiale yol açmış,

Avrupa Birliği ülkeleri bu olayın ardından ülkelerine sığınmacı kabul etmeye başlamışlardır. Kuşkusuz bu örnek, çocukların karşılaştıkları yaşam haklarına ilişkin ihlallerin tek örneği değildir. Dünyada Afrika kıtasında iç savaş yaşayan ülkelerde, Orta doğuda savaşın yaşandığı ülkelerde ve daha pek çok yerde, içeriğinin hep aynı olduğu ve sadece kahramanlarının değiştiği, çocukların can verdiği, kötü yaşam koşulları içinde yaşam savaşı sürdürdüğü, zarar gördüğü çok sayıda somut örnek bulunmaktadır. Biz yetişkinlerin çocuklara barış ve huzur içinde yaşanacak bir dünya kurgulama konusundaki başarısızlığımız devam ettiği sürece bu örneklerin de gelmeye devam edeceği açıktır.


Yrd. Doç.Dr. Zeynep Uğurlu/ Barış ve Çocuk

gibi çocukların yaşamını risk altında bırakan sorunların yaşanması için savaş ortamı gerekmez. Nitekim yapılan araştırmalar ve istatistikler, çeşitli dava örnekleri çocukların ihmal ve istismara her ortam ve koşulda hedef olduğunu göstermektedir. Ancak, barışın ve huzurun olmadığı ortamlarda bu ihmal ve istismara maruz kalma olasılığının daha da yüksek olduğu açıktır. Buna ek olarak çocuklar Cenevre sözleşmesine göre silahlı çatışmalarda ilk korunması ve önlem alınması gereken grup içinde yer alır. Ne savaştan ve savaşın ortaya çıkardığı olumsuzluklardan ve hatta çocuk asker olarak kullanılmasından Çocuk Hakları Sözleşmesi ve ek protokollerle korunması için gerekli önlemlerin alınması taraf devletlerin sorumluluğuna bırakılmıştır. Hal böyleyken, basına yansıyan ya da yansımayan pek çok somut olay hala bu konuda istenilen standartların yakalanamadığının açık göstergesidir. Yetişkinler olarak çocukları yeterince koruyamadığımız ve onlara hak ettikleri ortamları sağlayamadığımız açıktır. Çocuk hakları sözleşmesinde yer alan katılma hakkı ise çocuğa ailede ve toplumda etkinlik kazandırmaya yarayan haklardır. Bu haklar, görüşlerini açıklama, kendini ilgilendiren konularda karara katılma, dernek kurma ve toplanma hakları olarak ifade edilebilir. Katılma hakkı, belki şu an en az üzerinde durulan hak grubudur. Çünkü biz henüz çocuklarımızın yaşam haklarını, sağlıklı ortamlarda büyüme ve gelişme, sağlıklarını koruma, nitelikli eğitim alarak kendilerini geliştirme ve geleceğe hazırlanmaları konusunda minimum standartları sağlamaya odaklandık. Onların kendilerini ifade ederek ne istedikleri ve neler düşündüklerini dikkate almıyoruz. Diğer hakları yaygınlaştırmadığımız için zaten çocukların katılma hakları konusunda kendi duyarlılık düzeyleri de henüz düşük. Katılma hakkının en somut örneklerinden biri boşanma durumunda çocuğun velayetine karar verilirken ebeveynlerden hangisi ile kalmak istediği konusunda görüşüne başvurulmasıdır. Bunun dışında dernek kurma, toplanma gibi haklar ülkenin içinde b u l u n d u ğ u d e m o k ra t i k s ü r e ç l e r l e b i r l i k t e düşünülebilir. Ülkedeki demokratik standartlar

ne kadar yüksek ise bundan çocuklar da diğer yetişkinler kadar etkilenir. Çocuk hakları yetişkin haklarından bağımsız değildir ve insanlara tanınan tüm haklardan çocuklar da yararlanır. Ancak çocukların bunun yanı sıra kendilerine özgü olan bakım, beslenme, büyümelerine özen gösterilmesi gibi hakları bulunmaktadır ki yukarıda bunlara kısa kısa değinilmiştir.

92

Buraya kadar yapılan açıklamalarda görüldüğü gibi çocukların sahip oldukları hakların teslim edilmesinde barışın huzurun ve güven ortamının çocukların çıkarı üzerinde doğrudan pozitif etkisi bulunmaktadır. Aynı konuyu tersine çevirerek düşündüğümüzde çocuklara bu hakların sağlanmasının barış üzerindeki etkisi nedir peki? Ve barış öğrenilebilir mi diye başka bir soru ortaya atabilirmiyiz?

Barış Eğitimi: Barışı öğretebilir miyiz? Kuşkusuz “evet”. Ülkenin yoğun gündeminde pek fazla yer almasa da buna ilişkin yapılan çeşitli çalışmalar, dernekler, vakıflar ve bireysel olarak çalışan birçok uzman da bulunuyor. Hatta eğitim özünde barışa hizmet eden bir eylemdir/olmalı.İnsan hakları eğitimi adı altında yapılan çalışmalarda çocuklara insan haklarının nasıl öğretilmesi gerektiğine ilişkin disiplinler arası yaklaşımlar üzerinde de duruluyor. Uluslararası düzlemde çocuk haklarına ilişkin en etkili kurumlardan biri olan UNICEF barış eğitimini şöyle açıklamış: Barış eğitimi, çocukları gençleri ve yetişkinleri;

Ø Hem aleni ve yapısal şiddeti önlemek, Ø Anlaşmazlıkları barışçıl biçimde çözmek, Ø İçsel, kişiler-arası, gruplar-arası, ulusal ya da uluslar-arası düzeyde barışa yardımcı olan koşulları yaratmak amaçlarıyla ve bunları hayata geçirecek davranış değişikliklerine yol açabilmek için gerekli olan bilgi, beceri, tutum ve değerlerin kazandırılması ve geliştirilmesi sürecidir. Bu süreçte barışı tesis edecek bir kültürün oluşturulması ve aktarımı söz konusudur. Bireylere sadece bu konu hakkında bilgi vermek yetmez. Barışın iyi savaşmanın kötü bir eylem olduğunu bilmek bireyleri barışçıl davranmaya yöneltmek için yeterli olmaz. Nitekim pek çok insan “savaş kötüdür” yargısına katılır ancak bunu kendi davranışlarında bir alışkanlık haline getirdiğini anlamak için sorunlarını nasıl çözdüğüne, diğer insanlarla hatta doğa ile nasıl bir ilişki kurduğuna ve bunu çevresine nasıl yansıttığına bakmak gerekir.


Hoşgörü, diğerlerine saygı, uzlaşma kültürü olmaksızın barış sadece hayal olmaktan öteye gitmez. Barış bir kültürdür; değerlerden, tutumlardan, davranış biçimlerinden ve yaşam tarzlarından oluşur. Birleşmiş Milletler Barış Kültürü Deklarasyonuna (1998) göre özetle bu kültür aşağıdaki temel ilkeleri içermektedir: Ø

Hayata ve tüm insan haklarına saygı,

Ø

Her türlü şiddetin reddedilmesi ve anlaşmazlıkların diyalog ve müzakere yolu ile çözümlenmesi,

Ø

Ayrımcılıkların her türünün reddedilmesi, kadınların ve erkeklerin eşit haklardan ve fırsatlardan yararlanmasının desteklenmesi,

Ø

Mevcut ve gelecek nesillerin ihtiyaçlarının adil biçimde karşılanması sürecine tam katılım,

Ø

Özgürlük, adalet, demokrasi, hoşgörü, dayanışma, işbirliği, çoğulculuk, kültürel çeşitlilik, diyalog ve anlayış ilkelerine bağlılık.

Barış kültürünün içeriğinin zenginliği dikkate alınırsa bunun sadece okul ortamında verilemeyeceği ve toplumun her kesiminde yayılması gerektiği rahatlıkla anlaşılabilir. Barış eğitimi toplumsal bir çabadır. Diğer biçimsel eğitim formlarından farklı olarak sadece belirgin bir yaş grubuna okul ortamında planlı programlı verilen eğitimle (öğretim) sınırlı değildir. Barış eğitiminde tüm düzeylerdeki bireylerin davranışlarını değiştirmek ve etkilemek hedeflenir. Bunun için belli aşamalar söz konusudur: Barışa engel teşkil eden konularda farkındalık yaratmak

Ø

İlgilerini çekmek

Ø

Bilgilendirmek

Ø

Konuları yapıcı, yaratıcı ve barışçıl yollarla ele almak için uygun beceriler geliştirmek

Ø

Yeni davranışların kazandırılması ve sonuçların değerlendirilmesi için motive etmek

Ø

Yeni ve uygun davranışların uygulanmasını ve bir değer olarak içselleştirilmesini sağlamak.

Esasen yetişkinler için de böyledir. İşe yarayan davranışlar tekrarlanır. Sorunları çözen stratejiler tekrar kullanılır. Dolayısıyla toplumsal olarak barışın kazanımları savaşmanın kazanımlarından daha az ve bireye fayda sağlamadığı algısını yıkmadan bunun bireylerde köklü biçimde yerleşmesini sağlamak oldukça güçtür. Bu nedenle barışın toplumsal olarak yaygın bir değer ve kazanımı yüksek olduğuna ilişkin motivasyonlar önemli yer kaplar. Daha açık bir ifade ile belirtmek gerekirse, barışın kazanımlarını arttırmadığımız sürece savaş ve yıkıcı davranışlar üstü kapalı biçimde olumlanmış olur ve bireylerde barışçıl davranışların yerleşmesini engeller. Sonuç Yerine Söylediğimiz her şey literatürde var ve yıllardır pek çok insan tarafından yazılıp çiziliyor. Bilgi birikimi ve farkındalık konusunda sorunumuz yok. Hem bunun farkındayız hem de nasıl çözeceğimiz konusunda yeterince bilgi birikimine sahibiz. Sorun, barış kültürünün bir değer olarak benimsenmesi ve yayılması sorunu olduğu kadar aynı zamanda ekonomik çıkarların insan yaşamına feda edilmesi sorunudur. Asıl farkında olmamız gereken şudur ki, bundan en fazla zarar gören çocuklar, içine doğdukları bu şiddet ortamının hem en fazla zarar gören mağdurları hem de gelecek nesillere aktarıcısı durumundalar. Kaynakça 1-Akyüz, E. (2012) Çocuk Hukuku: Çocukların Hakları ve Korunması. Ankara: Pegem Akademi 2-Öğretmen ve Gençlik Çalışanları İçin Barış Eğitimi Rehberi. http://www.kayadcommunitycenter.com/kayad-life-tr.pdf 3-Birleşmiş Milletler Çocuk Haklarına Dair Sözleşme (20 Kasım 1989) 14.09.1990 tarihinde imzalanarak 27.01.1995 tarihli Resmi Gazetede yayınlanarak yürürlüğe girmiştir. 4-Kepenekçi, Y.K. (2014) Eğitimciler İçin İnsan Hakları ve Vatandaşlık Eğitimi. Ankara: Sisyasal Kitabevi, 2. Baskı. 5-Öğretmen ve Gençlik Çalışanları İçin Barış Eğitimi Rehberi. http://www.kayadcommunitycenter.com/kayad-life-tr.pdf

93

Yrd. Doç.Dr. Zeynep Uğurlu/ Barış ve Çocuk

Ø

Görüldüğü gibi, barış eğitimi uzun erimli bir süreçtir. Çocuklar söz konusu olduğunda, çocuğun barışçıl çözüm yollarını kendi yaşam deneyimlerine uyarlaması isteniyorsa, onun bu tür davranışlarının kabul görmesini sağlamak ve bunun küçük-büyük pek çok somut örnekle ona gösterilmesi gerekir. Çevresindeki yetişkinler çocuğa model olduğunun farkında olmalıdır. Çocuğa “başkalarına zarar vermek kötüdür” söyleminin etkili olması, çevresindeki yetişkinlerin kendi sorunlarına çözümler üretirken bunu ne kadar uyguladıkları çocuk tarafından gözlemlenerek onun küçük dünyasında buna göre anlam bulur.


Ebru Öztürk

BARIŞ VE PSİKOLOJİ

Uzman Psikolog

Son günlerde adını sıklıkla duyduğumuz bir sözcük ‘BARIŞ’, gerek toplumsal olarak gerekse bireysel yaşantımızda ihtiyacını sıklıkla dile getiririz bu kavramın. Peki, bu kavramı hiç düşündük mü? Barış derken neyi kastediyoruz, nedir bu barış, birileri mi getirir onu bizlere, yoksa biz mi alırız yaşamımıza onu, yahut barışın kendisi olmak mıdır aslında aslonan? Sahi nedir bu Barış? Hangi ihtiyaç bizi ona doğru yöneltir, yoksa doğamızda mı vardır? Yahut tam aksine, çatışma yaratan bir durumu sona erdirmek için mi kullanırız barışı? En yalın haliyle sorarsak, belki de çocuksu bir şekilde Barışmak için önce küsmek mi gerekir yani? Peki, hiç çatışmanın olmaması mümkün müdür, ya da sorun çatışmalarımızı yönetme biçimimizde midir? Eğer doğru yönetebilirsek, mutlak

ve sürekli barışı sağlayabilir miyiz? Şimdi tüm bu soru ve sorgulamalarımızdan sonra, tarihsel olarak insan doğasına, savaşın ve barışın insanda, toplumlarda var olma şekillerine bir göz atalım. Tabi öncelikle savaş denilen şeye insandaki hangi psikolojik, politik psikolojik, toplumsal durumların yol açtığını anlamaya çalışalım.

Uzm. Psikolog Ebru Öztürk / Barış ve Psikoloji

Öncelikle tarihsel olarak, insan doğasına yaklaşımlarıyla iki farklı kutbu oluşturan ve gerek felsefi, gerek antropolojik, gerek psikolojik, gerekse siyasal olarak insanın özünün iyi/kötü olmasından yola çıkarak, savaş ve barış durumlarını konu edinen iki önemli filozoftan bahsedelim. Hobbes, ‘insan insanın kurdudur’ derken insanı özü gereği bencil olan, kendi çıkarları söz konusu olduğunda bir diğerinin sınırlarını ihlal eden, sürekli savaşım halindeki bir varlık olarak tanımlarken,

Rousseau aksine insanın özü gereği iyi olduğunu ve toplumsal olarak barış içinde olmaya eğilimli olduğunu savunur.

94

Hobbes, insan doğasının bencilliğine vurgu yapar ve bir çeşit kişiler arası güç mücadelesinin doğurduğu savaşımı, insan doğasının doğal bir sonucu haline getirir.

Rousseau ise, insanların doğuştan eşit olduklarını bu eşitliğin de en temelde doğadaki yemişlere erişebilmek bakımından yani beslenme ihtiyacını karşılamak bakımından söz konusu olduğu vurgular. Ve bu eşitliğin ne zamanki bir insanın bir tarlanın etrafını çitlerle çevirip ‘bu benimdir’ dediğinde bozulduğunu ve özel mülkiyetin insanın doğasında olan toplumsal barışı zedeleyip bir savaşımı oluşturduğunu dile getirir. Bu yüzden toplumsal barışı sağlamak için ‘toplum sözleşmesi’ nin gerekliliğinin önemini vurgular.


Şimdi kısaca felsefi açıdan savaş ve barış, insan doğası, iyi ve kötü kavramlarına değindikten sonra, psikolojik açıdan insan organizmasının ne zaman savaş haline yöneldiğini, barış durumunu organizmanın güvenlik ihtiyacının korunmuş haliyle, sevgi ve huzur duygularının sürekliliği sağlanmasıaçıklamaya çalışalım. Psikolojik olarak insan (organizma) bir tehdit algıladığında, tehlikeli bulduğu bir durumla karşı karşıya geldiğinde 'savaş ya da sıvış' (savaş ya da kaç) tekniğine başvurur. Ya da bu durum uzun bir süreye yayılıyorsa yani bu tehdit durumunun organizmada, insan bünyesinde yarattığı psişik gerilim süreklilik kazandıysa bir çeşit anksiyete (kaygı) bozukluğu yaşanır ve organizma bu durumdan kurtulmak için, tehditten korunmak amacıyla 'kaçma, kaçınma, güvenceye alma' savunma mekanizmalarını kullanarak geçici süreliğine rahatlar. Bu sorunun çözümüne değil, kaygının körüklenmesine neden olur. Bir başka açıklamayla öğrenme psikolojisi kuramlarından birinde geçen 'yapboz' yöntemi kullanılarak da sorundan kurtulmaya çalışılabilir.

Belki bir bakıma 'ya hep ya hiç' tarzı bir savunma yöntemi olarak pekala yorumlanabilirse de, 'yapboz' yöntemi bazen işe yarayabilir. Kısaca özetlemek gerekirse, yapbozun parçalarını tamamlayamayan çocuğun içinde bulunduğu gerilime son vermesinin iki yolu vardır bu yönteme göre. Birincisi yapbozun tamamlamak, ikincisi de işin içinden çıkılmıyorsa yapbozla uğraşmayı bırakmak yani vazgeçmek... Yine 'savaş ya da sıvış' yöntemine geri dönecek olursak, bir üçüncü ihtimalin varlığının da günümüz yaşantısında mümkün olduğu söylenilebilir. Son olarak, savaşınca da sıvışınca da gerilim devam ediyorsa (ki bu iki yöntem de geçici süreli bir rahatlama sağlar.) 3. Ve en etkili yöntem de 'uzlaşmak'tır. Bu bilgileri de verdikten sonra, artık psikolojik olarak,

insanın ötekine-bir diğerine- karşı saldırgan tavırlar içine girmesine neden olan şeyin aslında tehdit algılayan egonun bir savunma mekanizması olduğunu öğrendik. Ancak, savunma mekanizmalarının yerine baş etme mekanizmaları devreye sokarak, sorun çözme becerilerimizle ‘uzlaşma’yı sağlayabileceğimizi de biliyoruz artık.

95

Uzm. Psikolog Ebru Öztürk / Barış ve Psikoloji

Son olarak, hiç çatışmanın, anlaşmazlıkların, fikir ayrılıklarının, farklılıkların olmadığı bir yaşam çok renksiz ve monoton olurdu. Çatışma kavramı, hem bireysel hem toplumsal olarak insana ve insanlığa doğru değerlendirildiğinde ve işlevselleştirildiğinde sonsuz gelişmeler sağlayacak bir kaynaktır. Önemli olan egonun savunma mekanizmalarıyla davranmayarak ve çatışmalardan kutuplaşmalar yaratmayarak, bunun aksine ego çatışmalarını doğru yönetebilecek baş etme mekanizmalarıyla hem bireye hem insanlığa ortak çözümler sunabilmek, uzlaşma dilini literatürümüze ve davranış repartuarımıza ekleyebilmektir.


Öğr. Gör. Tuğba Demir

BARIŞ “AN”LARIYLA BARIŞIN “BİRİLERİ”

Barış önce niyetlerden oluşur. Ne desek ne yapsak niyetimizde olmadıkça kabul olmaz mutlu yaşam dileklerimiz. Niyet dediğimiz, düşsel bir iyi hal- başlangıcıdır öncelikle. Önce kafanda şu işe bi başla, inandığın her ne ise, hayde O’nun aşkına! Çünkü, dünyanın hangi dilinde olursa olsun, bir dilin başka bir dile çevirisi, anlatılabilirliği mümkündür. Dilleri kurgulayıp ortaya çıkaranlar, insanlardır. İyi, kötü; yeşil, mavi; sevgi, barış demenin her dilde bir karşılığı mutlaka vardır. Aynı olanı birbirlerine ifade etmek için insanlar, farklı gibi görünen bir aynılıktan yardım alırlar. Aynı özden beslenilir halbuki, bu dünyanın havasında suyunda herkesin payı var! Var olan vardır zira, insan hayatında, insanın doğasında aynı hareketi gerektirir örneğin nefes almak. Daha farklı alıp verebilen var mı? Yaşayışımızı normalleştirmek gerek! Bulunduğumuz anların çözüme kavuşturulması ile başlayacak barış.

Öğr. Gör. Tuğba Demir / Barış “An”larıyla Barışın “Birileri”

Mesela ulaşım araçlarından öncelikle o durakta inmesi gerekenler inecek, onlar indikten sonra binecek durakta bekleyen diğer yolcu. Bu kadar basit bir denklem bu, anlaşılmayan nedir? İnsanların yaşadığı anları bu kadar zorlaştıran nedir? Anların sorunlarını çözdükçe iyileşecek kalbimiz, barış o zaman yerleşecek hayatımıza, iyi olanı, konforlu olanı görüp yaşadıkça kimse bozamayacak esas insanın huzurunu. Öncelikle insanlar izin vermeyecek aksi bir duruma. Bu dünyada sahip çıkmamız gereken tek şey huzurumuz, öyle sınırlar falan değil. Nasıl kavga ettik kendimizi olduğumuz gibi kabul ettirebilmek için, nasıl da kızdık,“bir başkası” olduk bir diğerinin gözünde, yeri geldi “ ben” ol dedik, aynısının tıpkısı gibi “ben”, “benim gibi konuş, ye,iç, gül”hatta. Bize kalsa, gülmeyi bile bahşettik, “ben” gibi gül yer ki, boşver farklı kahkaha seslerini. Nedir bu herkesi kendimize benzetme

96

isteği? Dünyayı bugün içinde bulunduğu zor duruma sokan nedir? Ne garip savaşlarımız var. Güce aşık ruh hallerimiz, insan icadı “silah” larla diğer insanları öldürenleri alkışlayıp, o güce tapınanlarımız var. Varoğlu var…Olmayan, bunca kargaşanın içinde yitip giden vicdan! Olmayan, yitirilip giden can. Kimdir düşman, kimdir kahraman? Bazı kelimeler işte bu gibi nedenlerle, biri için düşman, biri için kahraman!Mühim olan kelimenin içini doldurduğu anlam. Kötünün en büyük keşfidir, her insanın bir gün öleceği…Bu yüzden, insanların ne şekilde, neden öldüğünün,bu duruma kimin sebep olduğunun kötü için ne önemi var? Sanki bütün sorun hayatta kendimizi nasıl konumlandırdığımıza göre şekillenmiş. Soylu olduğuna inanılan kanlara övgüler dizmeler hep bundan. Oysa ki, acır elimiz kolumuz çarpınca duvarlara, daha hızlı atar kalbimiz heyecanlanınca. Ne çok ortak bedensel tepkimiz var.

Görsellere tapınmak bir tür dünya hastalığı mıdır mesela? Kıyafetlerimizi sembolize etmek, sembollerle kavga etmek ve o sırada selamsız bakışmak birbirimizle “dik dik”… Sonra niye bakıyor bana “dik dik” kavgaları çıkarmak. Büyük betonlar yapmak, o büyüklükten zevk alarak gücümüzü kanıtlamak birilerine… Bir tane göründükleri halde içini açtığında çoğalan narlar, niye bir sevgi masalına dönüşüp hayatımızda yoklar? Neden çoğalmaz insan bir başkasının fikrinde, neden bütün çoğalmalar insanın teniyle? Oysa ki görebiliyordu kimisi hayatın basit ayrıntılarını. Bir adam tuttuğunda kadının bacağını, kadının bacağında adamın parmaklarının bir oyuntusuna dönüşüyordu aşk. Bunu taşlaştırıyordu yetenekleri doğrultusunda kimileri, kimileri yazıyordu, kimisi resmediyordu. Herkes ama herkes elinden geleni yapıyordu burada, anların farkına varan, anları önemseyen insanlar, anılara dönüşüyordu yaptıklarıyla, ne güzelleşiyordu o


yaşıyorlardı. Diğer yandan da saçımızı aynı renge boyamaya çalışan, aynı kıyafetleri giydirmek için uğraşan, aynı kelimelerle insanlara şaşırmayı öğreten, aynı bakışlarla aşık olmayı tariflerken, mutlaka evlilik teklifini erkeklere yaptıran yapay lider komutları vardı. Çünkü galiba benim kafam karmaşık bir dünyaydı. Çünkü aynı komutlar dünyada barışı tembihlemiyordu ve durmadan geçiyordu zaman, bu dünyada sürekli birileri birileri tarafından öldürülüyordu. Sonra başka birileri de bu durumdan zevk alıyordu, “kahrolsun” diyordu. Vallahi diyordu, duyuyordum. O birilerine takıktım ben ayrıca. Kimdi bunlar diye etrafta hep onları arıyordum. Ne kadar “birileri” oluyorduk herhangi bir durum karşısında hemen ve ne kadar da mecburduk birinin diğeri karşısındaki pozisyonuna göre hepimiz “birileri” olmaya. Bu birileri en çok suçlama anları için iyi oluyordu. “Ne biçim bir dünya” oldu muydu hemen o meşhur “birileri” çıkıyordu ortalığa. Salına salına dolaştıklarını görür gibi oluyordum zaman zaman. Hele bizden uzaktakileri kast ederek çoğu zaman “dışarıdaki birileri” bizi bozuyordu. Huzurumuzu bozuyordu bu “birileri”.

Metroya binerken insanları ezerek geçenlerde bu dışardaki “dış güçlerin birileri” miydi acaba, hep soru soruyordum. Ya da bir tarla kavgasındaki esas mevzunun daha fazla mal ve toprak edinme hırsından kaynaklanmasına dahi sebep olabilirler miydi bunlar? En temel ihtiyacın öncelikle nefes almak olduğunu unuturcasına kalabalık metrobüslerde örneğin, cinsel dürtülerini harekete geçirip bir kadını taciz edebilmenin sorumlusu da mı onlar? Hele o pazarda eksik tartılmış ve buna rağmen parası fazla alınmış sahtekarlardır belki “birileri”. Hiç olmadı o zaman kesin sokakta satırla onlar koşturuyor diğerlerini. Taciz edip öldürdükleri de görülmüş olmalı mutlaka, bunları suçsuz bulanlar, dağı bayırı, ağacı, ormanı kesip atan, ah ne biçim “birileri”. Çünkü biz öfkenin dibine vurup sokaklarda dükkan camına kar topu attı diye insan öldürmedik, değil mi? O kabadayılığımıza yakışan postumuzu garantiye aldıran silah sevdamız değil, değil mi? Yok yok kesin değil!

97

Öğr. Gör. Tuğba Demir / Barış “An”larıyla Barışın “Birileri”

Dünyayı güzelleştirme gayretimizi anlarımızı yaşanabilir kılacak çabalara dönüştürmeliyiz hemen. Barış sürecine destek oluşturmak için “barış anları”nı yaşamalı ve yaşatmalıyız. Yalnızca barışa taraf olmak istiyorsak, gerçekten barışın toplumsal yaşamın iyileştirilmesine yönelik basit yaşam pratiklerinden geçtiğini sakın unutmayalım. Karşıdan karşıya geçerken de barış olur. Barışım, barışsın, barış, hiç olmadı “ş”nin noktası ol gel niyetimize karış!!!




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.