Kıvrım kıvrım S ile.. Soluğunla soluklanmayı marifet sayıyorum Sevgilim, Seni senden sıyırıp benliğinle temaşa etmeyi ayyuka çıkarıyorum.. Satırlara sığdıramıyorum senin için kağıda çizilenleri ya ; Seni gözlerinden sıyırıp manasız koymaktan korkuyorum.. Sessiz gecelerin karalarına saklambacı öğretiyorum ya; Seni gündüzden sıyırıp karanlığa saklamayı oyun sayıyorum.. Sade bir sada arzusuyla yılları deviriyorum ya; Seni nefesinden sıyırıp sesini kendime saklayayım diyorum.. Sularda resimlerini yapıp suretinin ressamlığına soyunuyorum ya; Seni renklerden sıyırıp paletime ten rengini sürüyorum.. Siretine kaptırdığım gönl-ü bîçaremi gamzende diriltmeyi umuyorum ya; Seni gülüşünden sıyırıp ölümü ruhuma tarif ediyorum.. Sonsuzluktan bir parçayla mücevheri oldun gerdanımın ya; Seni asaletten sıyırıp dizlerimin dibini gösteriyorum.. Sayende araladığım ıssız gönlünün kapısını buldurdun ya; Seni senden sıyırıp işte bu âlem ancak ve ancak “aşk” tır diyorum. Bir tek “aşk” tır diyebiliyorum… Aşkından merhumum,kabrim malum,Cismimse senden gayrıdır meçhul.. Zuhal Nur CAN
-SAKARYA
ÜNiVERSiTESi-
Düşünsel
D I R I L I S
Her aydınlığı yangın sanıp söndürmeye koşan zavallı insanlarım; karanlığa o kadar alışmışsınız ki, yıldızlar bile rahatsız ediyor sizi! Kürenin kanunu hareket, insanın kanunu hürriyet. Düşünce hürriyeti... Her konuyu tartmak, tartışmak, denemek, doğrulamak demek... Düşüncenin kuduz köpek gibi kovalandığı bu ülkede, düşünce adamı nasıl çıkar?
Cemil MERĐÇ
E n Y ü c e M u h a b b e t i l e… e…
Đnternette ve gazetelerin her köşesinde, dört köşe durulmuş birçok profesyonel yazar varken, ele kalem alarak bir şeyler çiziktirmek kısmen cehaleti de barındıran bir cesaret olarak görülebilir... Lâkin diğer yandan, yazmayı, en azından bu uğurda çabalamayı- gerekli kılan bir realite var. O da, her daim bir yerlerde ya da bir konuda bir
şeylerin muhakkak eksik kalması! Ancak bu histir ki; bir karınca mesabesinde olan biz sıradan insanların beyin dinamolarını harekete geçirebilir. Đnsanlar olarak hepimizin oynadığı en zevkli oyun bu olsa gerek... Çok büyük şey yaptığımızı sandığımız zaman bile, aslında milyarlarca gedikten birini yarım yamalak tıkamış oluyoruz. En büyük buluşları yapmış, en önemli fikirlere mührünü basmış nice aydın, entelijans ve filozoftan geriye, yine de eksik bir şeyler mutlaka kalmış tarih serencamında. Ayrıca; Ülkenin ideal sahibi gençleri, birbirine göz göze bakması gerekirken, namlu namluya baktı(rıldı) 80’li yıllarda… Sonra ise tam tersi… Birçok kişi idealsiz, seri numaralı, tek tip, stereotip kişilikte… Endişe etmeyin, düşünen insandan zarar gelmez. Atatürk’ün dediği gibi “siz aklı –düşünceyi- serbest bırakın o yolunu bulacaktır.” Gereken tecrübe alındı ve artık sağcı-solcu her türlü görüşten kişiler dostça ve saygıyla kol kolalar. Bu dergi de böyle bir sonucu gaye ediniyor… Siz “büyük büyük amcalar”; eğer gençlerin selin taşıdığı ‘tahta’ parçası gibi olmasını isterseniz, bu ülkenin terakkisi için doğacak çocuklara müdahale ederseniz, sağlıklı doğacakken onlara erkenden müdahale ederseniz; onları cenin haline çevirirsiniz… D. Cündioğlu’nun deyimiyle “bastıkları fotokopi dergilerle dünyayı kurtaracaklarını sanan ser-serilerin” itekleyicisi de ‘yararlı olmak’ düşüncesi olsa gerek!. Diğer yandan, kimi zaman âşık, kimi zaman aşkın büyük-çocukların; başını yastığa gömdüğünde aklı okyanusa kulaç atan gençlerin, gönlündeki hisleri her gün çapalayan ve itinayla yetiştiren yetişkinlerin hayallerini taşıdıkları bir bohça aynı zamanda... Bu bağlamda yapılacak çok iş, söylenecek çok söz var. Ayrıca çok söz söylemek, genelde boş söz söylemeyi çağrıştırsa da şüphesiz öyle olmaması gerekir. Bu heyecan ve hislerle dergimizdeki hecelerin, kelimelerden oluşan bir ‘sohbet sofrası’ na dönüşmesini düşlüyoruz... Katkı ve değerlendirmelerinizi, e-mail adresimize bekleriz.
m i n y e h l i@gmail.com
ĐRTĐBAT ĐÇĐN: Hilal OCAKÇI ve Abdullah YALNIZ Yavaş yavaş giriş yapacak olursak... (Buyurunuz ziyafete…)
-2-
MAKALE DUYGUSAL MIYIM, ZEKĐ MĐYĐM?
Yirminci yüzyılın başlarına kadar zekânın sadece entelektüel yanı yani, bilişsel zekâ (IQ) bilinmekteydi. Duyguların, içini doldurması zor, bedende somut bir yeri olmayan sadece dilde anlam bulan bu kavramla ilgisinin olabileceği düşünülmemekteydi. Bütün başarılar bilişsel zekâya (IQ) mal ediliyor, ortaya çıkan paradokslara ise cevap bulunamıyordu. IQ’ su yüksek, teorik bilgisi oldukça üst düzeyde olan birinin sosyal yaşamda başarısız olması, iletişim sorunları yaşaması ve yönetici vasfını taşıyamaması gibi durumlar açıklanamıyordu. Duyguların ( gerilim, çaresizlik, öfke, güvensizlik, yalnızlık, mutlu, heyecanlı, neşeli), insanın kendini ve çevresini anlamada önemli yeri vardır. Anlama ve anlamlandırma bir zekâ işidir. Duygusal denetimimizi sağladığımız zaman da, bilişsel zekânın aksine, başarı elde edebilmekteyiz. Bu bağlamda ilk kez Salovey ve Mayer (1990) duygusal zekâ kavramından bahsetmiştir. Goleman da(1996) konuyla ilgili “Duygusal Zekâ” adlı kitabını alanyazına sunmuş ve böylece iki tür zekâ olduğunu anlatmıştır. “Goleman’a göre duygusal zekâ, ‘ kendimizin ve başkalarının duygularını tanımayı ve değerlendirmeyi öğrenmeyi, duygulara ilişkin bilgileri ve duyguların enerjisini günlük yaşama ve işe etkin bir biçimde yansıtarak, onlara uygun tepkiler vermeyi’ sağlar.” (Titrek, 2007) Duygusal zeka Gardner’in çoklu zeka kuramıyla da örtüşmektedir. Çoklu zekâdaki sosyal ve içsel zekânın gerektirdikleri de duygusal zekâdan farksızdır. Kişinin kendisini ve çevresindekileri anlayabilme ve anlamlandırabilme, iletişim kurabilme, doğru kelimeleri seçip uygun zamanda kullanabilme… Vb. davranış örüntüleri duygusal zekânın gerektirdiği davranış örüntüleridir. Teknik bilgisi( IQ) ne kadar fazla olursa olsun duygusal zekâsı noksan bireylerin hayatta başarısız olma ihtimalleri yüksektir. Kişinin duyguları tanıması ve ona göre olaylara kaftan biçmesi onun lehine işleyen bir durumdur. Duygusal zekâsı yüksek yöneticiler, astlarıyla ilgilenir, onları anlamaya çalışır ve onlarla işbirliği ve de etkileşim içinde olurlar. Böylece sosyal yeterliği yüksek olan üstün(yöneticinin) tutumu sayesinde daha kaliteli işler dolayısıyla daha kabarık gelirler ortaya çıkar. Aristo, ‘ herkes öfkelenebilir. Bu kolaydır. Ne var ki; doğru insana, doğru derecede, doğru zamanda, doğru maksatla ve doğru biçimde öfkelenmek, işte bu zordur.’ Diyerek duygusal zekânın, yani farkında olduğun duygunun denetimini(özdenetim) ele geçirmenin ve onu doğru ortaya koymanın önemini anlatmıştır. Duygusal zekâyı birçok açıdan irdelemek ve daha çok konuyla EQ’nun ilişkisini araştırmak mümkündür. Duygusal Zekâ(EQ) Doğuda mı Doğdu?
Makale
Duygusal zekâ kavramı batıda ortaya çıkmış ve batılı psikologlar tarafından alanyazına kazandırılmıştır. Bunun sebebi ise doğu dünyasının bu kavramı farkında olmadan yaşattıkları, kullandıkları daha çok manevi yeteneklere önem verdikleri için bu kavrama ihtiyaç duymamaları ve batının konulara materyalist yaklaşım tarzının, akıl odaklı yeteneklere kıymet verişlerinin sosyal ve kişisel hayatta doğurduğu sıkıntılardan kaynaklı bir arayış içinde olmalarıydı. Batının psikoloji bilimi adı altında doğuya göre yeni tanıştığı birçok kavram, baktığımız zaman doğunun kültür mozaiklerini oluşturan birer unsur. Misal; empati doğu kültüründe ‘diğergamlık’ olarak, özdenetim ‘nefis terbiyesi’ olarak, duygularına hakim olma ve olgun tepkiler verebilme gibi üstün meziyetler ‘kamil insan’ olarak yüzyıllardan bilinmekte ve yaşatılmaktaydı. Batı dünyasının yüksek seviyelerde olan depresyon, intihar, şiddet, bireyselleşme… Vb. durumlar karşısında takındığı çaresizlik, bir yerlerde eksik bir şeyler olduğunu göstermekteydi. Bu arayış sonunda bireysel ve toplumsal mutluluğun/başarının sırrının IQ tabanlı değil EQ merkezli olduğu anlaşıldı. Bizler yani doğu dünyası ise bu zekâ türünü ilk defa duymuş gibi sahiplendik. Oysa bundan yıllar önce doğu dünyası duygusal zekânın varlığını Yunus EMRE’nin “ Đlim ilim bilmektir/Đlim kendin bilmektir/Sen kendini bilmez isen/Ya nice okumaktır” ve yine “bir ben var benden içeri” dizeleriyle dünyaya haykırmıştı. “Đstanbul’da, Anadolu’da, bütün Ortadoğu’daki ‘dergâhlara’ ilim öğrenmek için gelenlere ‘önce edep’ denilmesi, duygusal hayatımızın akıllıca yönetilmesiydi. Zaten tutkularımızı, düşüncelerimizi ve yaşamı iyi yönetmek, gerçekte bilge olmaktır.”(Tarhan,2008) Duygusal zekâ bu anlamda doğuyu irdeleyip keşfederek batıyı da rahatlatacak bir kavram olmaya devam ediyor. -3-
1717-1818-19 Temmuz 2009 Uludag Üniversitesi Ulusal Pdr Kongresi’nden
En Baba Cümleler (üstelik 60 liraya ddegil) egil)
Duygusal Zekâ ve Kadın-Erkek Kadınlar erkeklere nazaran duygulara daha fazla paha biçen onları daha çok sosyal hayata dâhil edenler, duygusallar olarak bilinirler. Bunun yanında erkekler duygularını pek belli etmeyen, sert mizaçlı ve tepkisizdirler. Bu yaygın bilgi doğrultusunda erkekler ve kadınların duygusal zekâ düzeyleri arasında fark olduğunu anlayabiliyoruz. Kadınların EQ’larının erkeklerinkinden fazla olduğunu söyleyebiliriz. Yapılan birçok çalışma, kadın ve erkeklerin sağ-sol beyni kullanma tarzları, bu iki cinsin fizyolojik açıdan durumları, kadınların doğuştan gelen annelik içgüdüsü bu hipotezi destekler niteliktedir. Bu anlayışın tam tersi inanışlar da yok değildir. Bazı çevrelerce bunun tam tersini savunmak mümkündür. “bugünkü veriler, EQ açısından cinsler arasında bir farklılık olduğunu ortaya koymamıştır. Kişinin EQ’sunun yüksek olması, duygusal olduğu anlamına gelmez. Yani kadınların daha duygusal olması, onların EQ’larının daha yüksek olduğu sonucunu vermez.”(Baldık, 2005)
Ramazan ABACI Oturumundan… *
Hayatın anlamı ağzındaki kaşıkta bulunan yağı dökmeden, etrafına bakabilmektir.
*
Hayat dediğin üç gündür. Dün geçti, yarın meçhuldür. Hayat dediğin bir gündür.
*
PDR, bir medeniyetin kalkınmasında kriko işlevi görür.
*
Üniversite mezununun, mezun olmayana göre sokakta yürüyüşü bile farklı olmalı...
*
Bu ülkede farklı düşündüğü için birbirini öldürme, işsizlerin takıldığı kahvelerde değil, üniversite
kampüslerinde başlamıştır.
Duygusal Zekâ ve Liderlik
*
Psikolojideki gelişim evrelerine karşılık gelen şahsiyet/kişilik gelişim evreleri de vardır.
Lider insanlarla ilgili eskiden beri bilinen değişmezler vardır: lider olunmaz, doğulur; lider her şeyle baş edebilendir, lider değişiklik yaratabilendir… Vb. gibi bütün bu anlayışların doğruluk payı olduğu inkâr edilemez, elbette. Bütün bunların dışında lider insanların IQ seviyelerinin de yüksek olması gerektiği anlayışı hâkimdir. Oysa lider olmak için EQ seviyesinin niteliği de göz ardı edilemez. liderler, empati kurabilen, insan ilişkileri güçlü, ikna yeteneği kuvvetli, kendini tanıyabilen, bütüncül düşünebilen, şimdi ve burada tekniğini kullanabilen, paradigmalar yapabilen, anında karar verebilen, yürekli insanlar olmak durumundalardır. Dolayısıyla liderlik vasfıyla duygusal zekâ seviyesi arasında doğru orantıyı görmek mümkündür. John MAXWELL’in de dediği gibi “ kendini lider zannedenin izleyeni yoksa o kişi yalnız yürüyüşe çıkmıştır.”
*
Mezar başında ya da hastanede gösterilen sevginin, bir anlamı yoktur!
Duygusal Zekâ ve Empati Empati en yalın haliyle, başkalarının bakış açısını görmek, onun gibi duygulanmak ve kendinizi onun yerine koymaktır. “Empati ‘iyi bir insan olmak’ anlamına gelmez. Sadece iyi insan olmak adına düşünce ve duygularımızı karşımızdakine doğru ve açık bir şekilde anlatamıyorsak, bu durum başka insanların duygularını kendi duygularımız gibi benimseyip herkesi hoşnut etmeye çalışmak anlamına gelir - ki bu durum bir kâbusu andırır ve hareket özgürlüğümüzü kısıtlar.”(www.sheturk.com) Karşındakini dinlemek, onu doğru anlayabilmek ve iletişime geçebilmek empati kurmanın temel şartlarındandır. Bu konuyu irdeleyecek olursak en basit haliyle iletişim kurabilme yetisi duygusal zekâ ile ilgilidir. Yine ne kadar empatik olduğunuzu karşıdakine doğru ve açık anlatabilme de duygusal zekânın alt başlıklarındandır ki bu eylem empatiyi başlatır. KAYNAKLAR Tarhan, Nevzat. 2008. Duyguların Dili Timaş Yayınları, ist. Robbins, Anthony. 1995. Đçindeki Devi Uyandır Đnkılap Kitapevi, ist. Baldık, Ömer. 2005. Ansiklopedik Eğitim ve Psikoloji Rehberi Timaş Yayınları, ist. Titrek, Osman. 2007. IQ’dan EQ’ya Duyguları Zekice Yönetmek Pegem Yayıncılık, Ank. http://www.sheturk.com/empati-duygusal-zeka.html/2#start)
Hazırlayan: Rukiye ÖZBEK
-4-
ÖDEV: Önemsediğin insanların listesini yap ve onları kaybetmeden/ölmeden önce, sevgini onlara göster.
Üstün DÖKMEN Oturumundan… *
Danışan, size dünyayla tanışma isteğiyle geliyor. Dış dünyada arkadaşlarla, eşle, insanlarla
tanışmak istiyor. Bu nedenle siz kendinizle tanışamazsanız, danışanı da dünyayla tanıştıramazsınız. *
Avrupalı çok okuyor ama boş okuyor. Derinlikli okumuyor, best-seller okuyor.
*
Okumak için iki eli bir araya gelmeyen milletin, iki yakası da bir araya gelmez!
*
60’ında olgunlaşacağına, okuyup da 30’unda olgunlaş…
*
Sineması, edebiyatı, müziği güçlü olan toplum batmaz. Bakın, fiziği-kimyası demiyorum.
*
Pozitif bilimlerde kesinlik, %100’lük yoktur.
*
“Đstersen olur” mantığı NLP’ de var. Atalete teşvik ediyor. Bunu bilim diye öğretiyorlar.
*
Bilgisayardaki hard-diske yabancıları sokmuyorsan, beynindeki hard-diske yabancıları niye
sokuyorsun? *
Bilinç üstüyle irtibatı olmayan, bilinçaltıyla irtibat kuramaz.
*
Ortadoğu, Yakındoğu vb. Batı’nın adlandırdığı isimle kendimizi isimlendiriyoruz. Egosantrik Batı,
haritada kendini ortaya koymuş, bizi de ona göre tanımlıyor. *
Komşu ve arkadaş ilişkileri yarı geçirgen olmalı. Đrtibat kesik olmamalı ve çat-kapı gelmemeli…
*
Dünyaya tepkisiz kalmak (ozonun delinmesi, gidişat vs…) üstü kapalı bir depresyondur. Bu durum
işe yaramazlık hissinden doğar. *
Danışanın senden akıllı, zengin, güçlü, kültürlü olabilir. Onun karşısında güçlü olabilmen için çok
okuman gerekir. *
Bazısının babası çalışır, bazısının kafası…
*
Cenazelerde kimileri ağladığı belli olmasın diye, kimileri de ağlamadığı belli olmasın diye siyah
gözlük takarlar.
-17-
“ĐNSAN NE ĐLE YAŞAR!”
Fanon okumalþyþz, çünkü...! “Hiç bir araç insana hâkim olmasın. Đnsanın insana kulluğu son bulsun. Yani ne ben başkasının kulu olayım, ne de ben başkasını kulluğa zorlayayım…” Bu sözler, 1961 yılında kan kanserine yenik düşüp çok genç bir yaşta, bu dünyadan ayrılan Frantz Fanon’a aittir.Kaynaklar ondan öncelikle “Antilli psikiyatr” olarak, ayrıca “FLN (Ulusal Kurtuluş Cephesi) saflarında yer almış bir Cezayir bağımsızlığı militanı ve yazar” diye söz eder. Sekiz kardeşin ten deri rengi en siyah olanı
Genişçe bir caddenin en gözde yerinde, çok büyük puntolarla yazıyordu “ Đnsan Ne Đle Yaşar!”. Ve altında koç şirketler gurubun büyükçe bir logosu... O kadar ironik bir slogandı ki bu, sanki insanın sadece parayla yaşayacağını haykırıyordu yüzümüze pervazsızca, altındaki kocaman koç logosuyla. Sorulması gereken soruyu en son soracak olanların sorması mıydı yüzümde acı, alaylı bir gülümsemeye sebep olan; yoksa neyle yaşadığının, niçin yaşadığının farkında olmadan, her gün o yazıyı okuyarak önünden geçen binlerce insanın kayıtsızlığı mı? Bir şirketin sadece kültür faaliyetiydi aslında bu
1925 yılında Fransa’nın sömürgesi Martinik’te orta halli bir ailede dünyaya gelen Fanon, sekiz kardeş arasında deri rengi en siyah olanı idi. Bütün Martinikli çocuklar gibi o da, okulda okuduğu sıralar, atalarının sarı saçlı mavi gözlü olduğuna inandırılarak yetiştirilmişti. Oysa asırlar önce Afrika’dan zincirlere vurularak getirilen kölelerin soyundan geliyordu.
slogan. Đnsanın neyle yaşadığına dair bir sürü edebiyat yapılacaktı
yine.
Yine
sevgiden,
insanlıktan
bahsedilecekti. Yine kurt, kuzunun hakkını savunuyor gözükecekti. Seküler dünyada her şeyin maddeye
Küçük bir dükkânı vardı annesinin; babası ise gümrük müfettişliği yapıyordu.
bağlandığı bir ortamda, bu soruyu soranların kimliği de çok garip değil mi sizce de? Tezat, her şeyde inanılmaz
Đkinci Dünya Savaşı’nda anti-faşist Fransız kuvvetlerine katıldı ve anavatanı Fransa’yı Naziler’e karşı savundu. Bu arada, kimliğini sorgulamaya hiç gerek bile görmüyordu. Çünkü onlara uygarlığı ve medeniyeti bahşeden beyaz adamlardı nasılsa!
bir tezat… Soru yanlış bence? Đnsan ne için yaşar olmalıydı soru! Çünkü insan ne ile yaşar dersek; önemli olan,
Savaştan sonra ise Fransa’ya yerleşti. Bir taraftan yazarlık yaparken diğer yandan da tıp ve psikiyatri eğitimi aldı.
vurgulanan yaşamak oluyor. Oysa önemli olan sebeptir. Đnsanlar hep kendileri için yaşadılar. Kendileri için sevdiler
Fransızları ciddi anlamda etkiledi
kendileri için uzaklaştılar. Kendileri için inandılar, kendileri için vazgeçtiler.
Đlk başlarda, aldığı eğitim ve içinde yetiştiği kültürel ortam nedeniyle kendini bir ‘Fransız’ gibi gördü hep. Fakat daha sonra geçirdiği psikolojik değişim, “Siyah Deri Beyaz Maske”yi yazdırttı ona; yüreğinin tâ derinliklerinden gelen bir çığlıktı bu, tutku dolu bir çığlık! Ve bu çığlık o dönem Fransız entelektüellerini ciddi anlamda etkiledi ve derin izler bıraktı.
Yaşamak; eğer nefes alıp vermekse insan hep yaşadı… Ama yaşamak; yaşamın sınırlarını zorlamak,
Fanon, bu eserinde, “koloniyal boyun eğdirmenin insan ruhuna olan etkisinin bir çözümlemesini” yapmıştır. “Bilimsel nesnellik bana yasak!” diye yazıyordu Fanon. “Çünkü o yabancılaşmış, o nörotik kişi benim kardeşim, bacım, babamdır” şeklinde özetliyordu isyanını…
kendin için değil de biri için, bir şey için yaşamaksa insanların çoğu yaşayamadı bile. Fikirsiz, çilesiz, isteksiz, sadece maddi hayatı baz alan; geleceğe, topluma, insanlığa dair düşünceleri olmayan bir insan güruhu sizce ne ile yaşıyor olabilir ki? Üstad (Necip Fazıl) “Çilesiz suratlara tüküresim geliyor” derken yaşamın, yaşamanın ne ile olacağını
Frantz Fanon kendini hiçbir zaman komünist olarak tanımlamamıştır. Fakat hem arkadaşı ve hem de akıl hocası (ki, yaşamı üstünde büyük bir etkiye sahip) olan Aimé Césaire bir komünist olarak Martinik’ten parlamento delegesi olarak katılır 4. Cumhuriyet’in ilk Ulusal Meclisi’ne.
da anlatıyor bize aslında… Sokrates; akılla doğrulukla yaşamaz ölürken, insan cahillik ve sapıklıkla yaşadı. Hallac-ı Mansur; tasavvufta derinlikle idam edilirken yine insan kabalıkla, sığlıkla yaşadı. Ebu Hanife fikrin ve mizanın doruklarında gezerken
Sadece Cezayirli
hapsedildi, ama insan irfansızlık çukurunda yaşamaya devam etti. Psikiyatri stajını tamamladıktan sonra Fransa’dan ayrılan Fanon, 1953’ten itibaren çalışmalarını Cezayir’de sürdürdü ve çalıştığı hastanelerde birçok yenilikler yaptı, reformlara imza attı, araştırmalar başlattı, makaleler yazdı ama onun esas ilgisi Cezayir’in bağımsızlığına yoğunlaşıyordu. Yaralı savaşçıları hastanelerde gizlice tedavi ediyordu.
Tolstoy’un bir öykü kitabının adıdır aynı zamanda bu söz. Usta yazar insanın inançla, sevgiyle yaşadığını anlatmak istemiş. Batı toplumun yozlaşan yapısı içinde batı toplumu ve ondan gördüğünü alıp daha ilerilere taşıma
Fakat bu arada Cezayir’deki Fransız zulmü ve işkencesi öylesine arttı ve dayanılmaz sınırlara vardı ki, tahammül edemeyip görevinden ayrıldı. Bakana azdığı istifa mektubu neticesinde, kendisinden Cezayir’i iki gün içinde terk etmesi isteniyordu. Artık o “ne bir Martiniklidir, ne de bir Fransız; sadece Cezayirli”dir.
sevdasında bizler neyle yaşıyoruz. “Ben kimim ve bu hal neyin nesi” diyen var mı? Aynaya bakan var mı hiç aramızda? Sathına, yüzeyine değil; derinliğine, içine bakan var mı? Bir madde gibi bir nesne gibi değil, insan gibi, insan olduğunun farkına vararak, ne için yaşadığının farkına vararak yaşayan var mı?
Đbrahim Fanon olarak veda etti Đnsan ne için yaşadığına bakmalı. Ne ile yaşadığını da görecektir. Yemek yemenin lezzeti için koşan, nerden Bu arada rahatsızlanır; kan kanseri olduğu anlaşılır. Tedavi için ABD’ye götürülür. Fakat tedaviye hemen başlanmaz nedense, bir hafta kadar geciktirilir. Hastaneye yatırıldığında ise zaten hayatından umut kesilmiştir. Buna rağmen o, çok önem verdiği eseri “Yeryüzünün Lânetlileri” adlı eseriyle uğraşır hâlâ. Ölmeden önce J.P.Sartre’ın önsöz yazdığı kitabının basılı bir örneğini görme imkânına ulaşır. 6 Aralık 1961'de ‘Đbrahim Fanon’ adıyla bu hayata veda etti. Cenazesi vasiyeti üzerine Cezayir’de dava arkadaşlarının yanına defnedilmiştir.
bilecek ki yiyebileceği halde yememenin müthiş lezzetine varanın yaşadığını. Ne mutlu o yaşayanlara ki; gerçekten yaşadılar. Yürüyen gezen, yiyen ve hayatı ‘geçirmek’ ten başka gayesi olmayan et ve kemik yığınları gibi değil. Fikirle, çileyle, umutla, sevgiyle, yaşayandır gerçekten yaşayan. Sevmek için değil, sevdiği için yaşayandır… Gerçekten yaşayabilmek, ne ile yaşadığımızın farkında olmak dileğiyle…
Konuk Yazıcı
Son duası; “Ey ruhum! Hep soru soran bir ruh olarak kal kaldığın yerde” şeklinde olmuştur!
-16-
-5-
Yusuf YIKMAZ / Marmara Üniversitesi
NEDEN OLMASIN? OLMASIN?
PolitiKa
Çeyrek asırdır yaşanan bir terör sorunu, doğurduğu maddi ve manevi hasarlar. 300 milyar dolar (8 tane GAP, 250 boğaz köprüsü, 42 Bakü -Ceyhan boru hattı, 10 tane doğal gaz santrali, yüzlerce okul, hastane v.s) bunlar maddi sorunlar, gelir geçer ya da tekrar kazanılır. Peki ya 40 bin can ve arkasında bırakılan gözyaşları ve umutlar. Onlar geri getirebilir mi? Tabi ki hayır. Şimdi oturup bunları düşünüp sızlanmak bir işe yara mı? Hayır, zaten oturup sızlanmak için yazmadım bunları. Amaç geçmişin hesabini yapmak… Geçmişin hesabını yapalım ki geçmişe saplanmadan ders alalım ve geleceğimizi daha iyi inşa edebilelim. Unutmamalıyız ki tarih, maziyi geleceğe taşır, olayları tekerrür zincirine bağlar duru. Yukarıda özetlemeye çalıştığım tablo aslında 3–5 satıra sığdırılabilecek önemde ve değerde bir sorun değildir.
AYNALAR KORĐDORUNDA AŞK (Timaş Yayınları) ♦ Kitap; “Binlerce aşk romanı yazılmış, aşkın romanı yazılmamıştı” biçiminde tanıtılıyor nüfus kâğıdında… Psikiyatr Mustafa Ulusoy’un müthiş edebi üslubundan çıkmış, psikolojik sorunları aşk üzerinden işleyen (genel kanaate göre) harika bir kitap. Baskı sayısının kısa sürede 20’ye yaklaşması da, bunu gösteriyor olsa gerek. Kitap: “Đnsanın Temel Acıları” üçlemesinden birincisi... Tanıttığımız kitabın roman olması ve kendini yeterince anlatması nedeniyle alıntı yapmayarak, bu kadarlık malumatla iktifa ettik. Yazarın bu kitabıyla birlikte okunmaya değer 4 kitabı daha bulunuyor.
Geçmişi olan, 25 yıldır ülkemizin iliklerine işlemiş ve geleceğimizi etkileyebilecek bir sorundur. Peki, neden böyle bir
MUSTAFA ULUSOY
sorunla karşı karşıyayız? Sanırım bu soruyu ne ilk defa ben soruyorum ne den en son ben soracağım. Galiba bu tarihi geçmişi olan soru en çok bu son iki ayda soruluyor ve tartışılıyor. Kimi hak diyor, kimi eşitlik, kimi özgürlük ve demokrasi, kimi oyun, kimi yalan diyor, kimi de böyle bir sorun yoktur diyor. (sanırım sorun yok diyenler başka bir âlemde yaşıyor.) kimi Türkçülük naraları atıyor kimi de Kürtçülük. Yani herkes işine geldiği gibi, inandığı gibi ve her zaman yapıldığı şekilde karşısındakini dinlemeden konuşuyor. Şunu da söylemek gerekir tabiî ki; nihayetinde herkes inanmak istediği şeye inanır. Terör çeyrek asır önce tohumunu atmış bu topraklara, yeşermiş, büyümüş dallanıp budaklanmış ve kocaman bir ağaç olmuş. Ve yıllardır bu ağacın dallarına kurulmuş. Bu öyle bize nefes veren ağaçlardan da değil tam tersine Türk’ ü, Kürt’ü, Laz’ı, Çerkez’i… herkesin iliklerine işlemiş bir hastalık sanki. Peki ya bizi yönetenler ne yapmış buna karşı. Ağacı söküp atacağına terörün kurulduğu dalları( eşitsizlik, işsizlik, eğitimsizlik, adaletsizlik) keseceğine bu ağacın köküne habire su vermişler. Sanmışlar ki bu ağacı ne kadar çok sularsak fazla sudan ölür. Fakat bilmemişler ki fazla su da en az susuzluk kadar zarardır. Ama dedim ya bu ağaç öyle sıradan bir ağaç değil. Yöneticilerimiz bunu anlamamış ya da anlamak istememiş. Kimilerinin de işine gelmiş. Cılkı çıkmış bir takım klişelerle, geçerliliği 1000 yıldır kanıtlanmış ‘devlet ezberleriyle’ habire sulamış durmuş. Yani birileri gözlerini kapamış ve vazifesini yapmış. Yoksaymış, kabul etmemiş bazı şeyleri, sanmış ki yok saymakla bazı şeyler yok olup gider. E bu da terörün işine gelmiş. Diktiği, büyüttüğü ağaca gübre olmuş, toprak olmuş, su olmuş... Zaten istediği de bu değil mi?
SĐRENLERĐ TAŞA TUTUN! (Ark Kitap Yayınları) ♦ Birer Çin Ayakkabı’sı gibiydi doktrinler insanın beyni için. Bir kalıp; büyümenin, gelişmenin önündeki tavizsiz engel… ♦ Başkasının diliyle değil, kendi dilimizle konuşalım. Yüzlerce ağızda, binlerce kez çiğnenmiş gevişleri bir ke daha ağzımıza almaktan imtina edelim. ♦ Đçinde büyüdüğün kalıbın tahtaları diyecekler ki, “sen bundan başka bir şey değilsin artık. Ve ondan başka bir şey de olamayacaksın.” ♦ Sosyalistler, toplumun dertlerine çare arıyor olabilirler ama buna halkın kendisini inandıramadıktan sonra ne çıkar? Geriye, sadece entelektüel bir etkinlik, bir zihin sporu kalıyor… ŞĐMDĐKĐ ZAMANIN ĐZĐNDE (Birey Yayınları)
Tabi böyle büyük bir sorunu yöneticilerin üstüne yıkmak bu sorunu küçümsemekten
♦ Avrupalılar bizden 70 milyonluk büyük ülke diye bahsederken, 70 milyon sağılacak inek diye içlerinden geçirmediklerinden emin değilim.
başka bir şey değildir. Mesele bu sorunu ortaya çıkaran her türlü faktörü belirleyip yanlışlıklardan vazgeçmektir. Tabi ki bu işin içinde ülkemiz üzerinde emelleri olan birçok kirli elin de olduğunu söylemek gerekir. Bu bölgenin nimetlerinden yararlanmak isteyen devletler ve o devletlerin gizli servislerinin payını da göz ardı edemeyiz. Fakat bu tür şeyleri en küçüğümüzden en büyüğümüze kadar yıllarca bir papağan gibi söyleyip durduk. Yani her zaman yaptığımız şeyi yapıp ezbere konuşup artık klişeleşen şeylerle hep aynı şeyi konuşuyoruz. Halk olarak maalesef sadece sorunlarımızı halı altına süpürmekten başka bir şey yapmıyoruz. Peki hiç düşünüyor muyuz? bu halı altına süpürülmüş sorunların kronikleşeceğini ve bir kangrene dönüşüp başımıza daha büyük sorunlara yol açacağını…
♦ 1970’lerden sonra ortaya çıkan çocuklar, bilenler bilir, omuz hizasından yukarısına hitap eden şeylere kayıtsız kalıp bir önceki kuşağın aksine, biyolojik yaşamdan ötesine kafası basmaz anlamında ‘Yuppiee’ diye anıldılar. SELAHATTĐN YUSUF ♦ Özel televizyonlarımız, dikkat ediniz, futbol-dizi film-klip üçlüsüne kilitlenmiş durumdalar. Bu güçlü üçlü halka, milletimizi yakalamış, halet-i ruhiyeden halet-i ruhiyeye sürüklüyor. Beyinlerinden bir serum damarıyla televizyona bağlanmış talihsiz sınıflar…
Zaman artık halı altına süpürdüğümüz sorunlarımızı çıkartıp daha da kronikleşmeden ve daha önce konuşulmayan, konuşulup tartışılmaya bile cesaret edilemeyen şeyleri konuşma zamanıdır. Bugün değişen, gelişen ve daha demokratikleşen Türkiye’de böyle bir irade mevcuttur. Her ne kadar bu irade karşısında çözümün değil de sorunun
♦ 1980’lere kadar (Türkiye’de) sağda olsun, solda olsun, herkesin ciddiyetle üzerinde durduğu geniş bir problem vardı. Ne kadar sığ olursa olsun, her ideolojinin, Türkiye’nin tamamına ilişkin diğergam ve fedakârlık dolu emelleri vardı.
bir parçası olmakta direnenler: insanları birbirine kışkırtmaktan, insanlarımızı bir iç savaş tehdidiyle ve komplo teorileriyle korku salmaktan kendilerini alamamaktadırlar. Bu insanlar 60’lı, 70’li yılları ne çabuk unuttular. Ne çabuk o zamanlarda bir oyunun içine girip bugün kendilerini inandırdıkları gibi inandırıp kardeşlerini öldürecek kadar gözlerini kapattıklarını. Gözlerini açtıklarında ise o kardeşleriyle aynı hapishanenin aynı koğuşunda karşı ranzalarda birbirlerine baktıklarını ne çabuk unuttular. Hala o dönemin sorunun tarafını tutan siyasi zihniyetin aynısını bugün tekrarlamaya çalışan bugünün
YAZAR HAKKINDA: Ülkemizin acil ihtiyacı olan taze kandan, düşünen gençten bir damla düşüyor Sayfamıza. “Kafamın içinde iyi bir yazı… Çünkü yer yuvarlağının bu çirkin dönüşüne çomak sokabilecek ender şeylerdendir iyi bir yazı! Ahh, iyi bir yazı!” diyerek özetliyor misyonunu. 20 yaşının başlarında gazetede köşe yazarlığına başlamış, kitaplarındaki özgün ve özgür üslubuyla kendini kabul ettirmiş bir yazar. Tanınmış olmayan fakat kaliteli yazar keşfetmeyi amaçlayanların, gizlenmiş define avcılarının kulağına fısıldıyoruz bu iki kitabın ismini…
siyasetçileri kusura bakmasınlar ki biz bugünün 21. yy. Türkiye gençliği olarak, kardeşlerimizle birbirimize girmeyeceğiz. Ve sorunlarımızı karşılıklı oturup konuşarak daha barışçı, özgürlükçü, demokratik ve güçlü Türkiye’yi oluşturmak için elimizden geleni yapacağız.
-6-
Zekeriya ÖZCAN
-15-
— bir memleket isterim — LA: SONSUZLUK HECESĐ (Timaş Yayınları) ♦ Havva döndü Âdem’e, aklına bir şey gelmişti. Sesi, bengisular gibiydi. Bana, dedi, bir isim ver varlığım olsun. Durdu, aklından yeni bir şey geçti. Bana, dedi, sen isim ver varlığım senin olsun… ♦ Halifesin, dikkat et egemen değilsin. Tanrıdan’sın, Tanrı değilsin. Manzursun, nazar değilsin. Sadece yerini tutansın, Kendisi değilsin. Kutsal nefesten üflendi sana. Kendini kutsal nefes sanma. Ruhumdan, denmiş. Ruhum, denmiş sanma. Bir şeysin, ama kendini her şey zannedip de aldanma… ♦ Ne Havva Âdem’e eşit, ne Âdem Havva’dan üstün. Eşitliğin muteber olmadığı bir zaman endazesinde (diliminde) eşit değil, denklerdi. Benim ya ben, dedi Havva. Baştanbaşa Sen’im…
Memleket isterim Gök mavi, dal yeşil, tarla sarı olsun; Kuşların çiçeklerin diyarı olsun.
♦ Havva güzelliğini fark etmese masum, fark ettiğinde mücrimdi. ♦ Edep her türlü davanın üzerindedir. Ve insan ancak dili kadar edeplidir. Bilmediği kelimeler kadar edepli, bildiği kelimeler kadar edepsizdir. Đnsan olan her hesabı aşar da bir kendi sözcüklerinin ağırlığı altında ezilir. ♦ Göz yummakla dünyayı cennet kılacağını sanma. Yıka gözlerini acı suyla. Sen de o meşhur uçurumlara uğra.
Memleket isterim Ne başta dert ne gönülde hasret olsun; Kardeş kavgasına bir nihayet olsun.
YAZAR HAKKINDA: Âdem ve Havva’nın aşk ile yaratılışını, yaratılışlarından sonraki aralarında yaratılan aşkı anlatan, ötelere ve varoluşa dair çok hoş bir eser. Konusu açısından, alanında tek... Eşsiz kelimelerden, benzersiz cümleler dokumuş edebiyat üstadı Bekiroğlu.
Memleket isterim
PROF. DR. NAZAN BEKĐROĞLU SÖZÜN VE SÜKÛTUN RENKLERĐ (Đz Yayıncılık) ♦ En kolay sevilenin yanında susulur. Dostun yanında. Konuşmak yabancılığımızı gidermek uğruna katlandığımız meşakkat değil midir? Gönül gönlü bildi mi, sözcüklerin cimri lütfuna muhtaç olunmaktan kurtulunmuştur bir defa.
Ne zengin fakir ne sen ben farkı olsun; Kış günü herkesin evi barkı olsun.
♦ Başkalarıyla birlikte yaşanır, gülünür ama yalnız başına ölünür ve ağlanır.
Memleket isterim
♦ Bir tarafta üç yaşında kendine rastlayanlar olduğu gibi, bir tarafta da yaşadığı sürece kendine hiç rastlamayanlar var. Kendine rastlamadan ölenler, kimin hayatını yaşamış ve kendileri değilseler kim olarak ölmüşlerdir. ♦
Yaşamak, sevmek gibi gönülden olsun; Olursa bir şikâyet ölümden olsun.
Her beşik içindekine sorar; “Nereden?” Ve her kefen sorar; “Nereye?”
♦ ‘Farketmez’ lerin dünyasında fark edilir olmak nice zordur. Özür dilersiniz, aldığınız cevap “fark etmez.” Fikrini sorarsınız, tercih hakkını kullanmasını istersiniz yine o umursamaz tavır: “Farketmez.” ♦ Acı çeken insan orda, karşınızda öylece durur. Ağlamaz. “Ne zor bir bilsen?” demez. Siz onun acılarını bohçanıza doldurup, başka bir yerde ve uygun zamanda başkalarına anlatmayı düşünürken yaşadığı her şeyi sizden esirgemesine kızarsınız.
CAHĐT SITKI TARANCI FATMA K. BARBAROSOĞLU
YAZAR HAKKINDA: Modern dönemlerde kadın ve kadın haklarıyla ilgili çalışmalarıyla tanınan yazar, hikâye alanındaki başarısıyla da adından söz ettirmektedir. Türkiye Yazarlar Birliği (TYB) tarafından 2001 yılında en iyi hikâyeci seçilmiştir. Ayrıca Sosyolog olmasının verdiği avantajla toplumsal soru ve durumları irdeleyen kitaplarından birini burada sizlerle buluşturmayı istedik…
-14-
SANIRIM ŞAĐRĐN DĐLEKLERĐNE KATILMAMAK ĐŞTEN BĐLE DEĞĐL, DEĞĐL, NEDEN OLMASIN KĐ... (Z.Ö)
-7-
AÇILIMI AÇALIM “Ülke değişiyor!" Son zamanlarda yaygın olarak kullanılan bu değerlendirme, herkes için aynı anlama gelmiyor. Türkiye’nin geçirmekte olduğu değişimi doğru kavramak gerektiğini söyleyenler, çoğu kez değişimden demokratikleşmeyi kastediyorlar. Bunun yanında değişime "olumsuz" anlam yükleyenler, demokrasi ve demokratikleşme görüntüsü altında Cumhuriyetimizin tahrip edildiğini düşünüyorlar. Bu 2 zıt yorumda ortak bir anahtar kelime var ki o da “demokrasi”. Ülkemizin değişiminin yönü demokrasiyi gösteriyor; fakat bunun sonucunun cumhuriyet açısından "güçlendirici veya yıkıcı" olduğu şeklinde tartışıla gelen ve birbirinden ayrılan bu düşünceler şimdi Kürt sorunu; topluma sunulan şekliyle “demokratik açılım”da da geçerli… Son zamanlarda hepimizin TV, internet ve gazeteler aracılığıyla hakkında pek çok şey duyduğumuz “açılım” sadece meclisin değil, beraberinde toplumun sorunu.. Bildiğimiz gibi zamanında hep birlikte kazandığımız bu topraklarda, bizi bize kırdırmaya çalışan güçler özellikle son 15- 20 senede çok can aldı, çok can yaktı, binlerce ocak söndü. Ve bu durum ağır bedellere mal oldu. Yıllardır çözüme kavuş(a)mayan bu durum için yeni çözüm arayışlarına gidiliyor. Yeni diyorum; çünkü doğu ile batıyı ayrı kefelerde görmek çözüm getirmedi. Her Kürdü terör örgütü sempatizanı zannederek ya da her Türkü kafatası milliyetçisi zannederek bir yere gelemedik. Şimdi ise denenmemişi denemek için sadece meclisle değil, tüm sivil toplum örgütleriyle, gelmek istemeyenin ayağına giderek paçalar sıvandı. Süreç uzun ve yorucu. Sadece TBMM için değil, tüm toplum için uzun ve yorucu. Dikkat ederseniz paketin asıl adı Kürt açılımı değil, demokratik açılım. Neden? Çünkü bu çalışma sadece devleti yönetenlerin değil ülkemizde yaşayan herkesin görüşüne açık bir çalışma. Bu süreci siyaset çözmez ve bu yüzden eğer gerçekten vatandaş olarak T.C nin menfaatini düşüyorsak kanın durması, çatışmanın sona ermesi ve bu ülkede yaşayan herkesin kardeşçe, haklarına sahip olarak barış içinde yaşaması için ne yapılması gerekiyorsa yapmak gerekir. Ve bu yolda siyasetten olabildiğince uzak olmak lazım. A partisi bunu çözemez. B partisi de. Önemli olan bu süreçte kimin kimle konuştuğu değil, nereye varıldığı ve ne konuşulduğudur. Şimdi denenmemiş bir yol deneniyor ve bu yolda o kadar çok yorum yapılıyor ki. Olumlular, olumsuzlar, kararsızlar… Çok farklı fikirlerin olması güzel bir durum. Dönüp bir arkamıza baktığımızda her reform için bir bedelin ödendiğini görürüz. Mesela Orhan Veli ölçüsüz kafiyesiz şiir yazmaya başlayınca birçok şair buna karşı çıkmış. “Kafiyesiz şiir nerde görülmüş?” denmiş; fakat daha sonra serbest şiiri hemen her şair denemiş. Bu reformun en safiyane örneği tabi. Demek istediğim, burada herkese davetiye var. Bu yolda düşünce türetmek; yani açılımı desteklemek ya da açılıma karşı çıkmak zaten fikir özgürlüğünün sonucudur. Hem bu durum sadece bizde değil. Dünyanın farklı yerlerinde de buna benzer problemler yaşanmış. Mesela 40 yıl önce ABD'de siyahlara karşı örgütler kurulmuş. Bu örgütler öyle şeyler yapmış ki örgüte mensup olmayan Amerikan vatandaşları bile siyahlara karşı oldukça önyargılı olmuş. Üstelik şiddeti ve terörü uygulayanlar olarak bizzat taraftar toplamış. Bu durum ‘fikri terör’ anlamında halen devam etmekte; fakat şimdi fiziksel şiddetin azaldığını görüyoruz. O zamanlar ezilenlerin çocukları bugün müzik, spor gibi alanlarda çok başarılı insanlar oldular. En son başkan da oldular zaten. Çünkü fırsat ürettiler, çaba sarf ettiler. Kendileri gibi düşünen beyazlar ile birlik olup çağdaş düşünceyi baştan kurdular. Biraz merak edip baktığımızda ABD’ de halen fikri ırkçılık olduğunu; fakat konu şiddet veya terör olduğunda herkesin birlik olduğunu öğreniriz. Fikri ırkçılık ve fikri çatışmaları durdurmak dünyanın en zengin ülkelerinde bile mümkün değildir. Baktığımızda dünyadaki savaşların hemen hepsinin temelinde “ırk ve din” vardır. Kimse ırkından vazgeçmek istemez. Ancak şiddeti ve önyargıyı durdurmak akıllı ve bilinçli insanların yapacakları akıllı ve bilinçli hareketler ile mümkündür. Bu asla tek taraflı değildir. Đki kesimde sağlam ve kararlı olmalı. Bu topraklardan kimler gelmiş kimler geçmiş; ama bize kalanlar hep iyi niyet ve hoşgörü olmuş. Altı yüzyıl ayakta kalması ile övündüğümüz Osmanlı imparatorluğunu ayakta tutan neydi? O sınırlarda yaşayanların hepsi Türk müydü sanki?
SIKICISIN BEBEĞĐM! (…) Birden... Birden anlıyorum... Aslında çok uzun zamandır farkında olduğumu fark ediyorum yani... Okul kantininde önümüzde kaşarlı tostlar, sıkıca toplanmış saçlarımız, siyah çoraplarımız ve diz altı eteklerimizle, elimizde Kemal Burkay'ın şiirleri, Orhan Kemal'in kitapları, gözlüklerimizi burnumuzun üstünden ittire ittire bahçeyi seyrederken aklımız almazdı bir türlü... Evet, aklımız almadı bir türlü en kısa etekli, en beyaz soket çoraplı, saçları omuzlarına dökülen, hırkası hep omzundan düşen, defter kitap taşımayan o okulun en hoppa kızının etrafının dolu olmasını... Oysa bizim konuşacak ne çok şeyimiz vardı... Kızın etrafında pervane olur sonra da arkasından konuşurlardı. Bizim de omuzlarımıza dostlukla vurup geçerlerdi... Biz namuslu ve sıkıcı kızlardık. "Arkadaştık" yani... "O" ve arkadaşları ise çaya, sinemaya davet edilen, okul çıkışında yolu gözlenen, kutu kola ikram edilen, basket maçlarında kendisi için sayı atılan, derslerde sürekli not yağmuruna tutulan, gezilecek kızlardı... Dişiliğimizi saklamayı önemli bir kural saydık. Sonra dişiliğe tutunmadan bir yolda yürümenin, yürüyebilmenin bir erdem olduğuna kanaat getirdik. Göğüslerimiz olduğu için değil; sesimiz, yeteneğimiz, aklımız ve hakkımız olduğu için toplamalıydık nimetleri... Okul bittikten sonra başlayan gerçek hayat, kantinde yaşadıklarımızdan farklı değilmiş... Ellerinde kitapları, kafalarında ve kalplerinde bir dolu heyecan, damaklarındaysa öğrenmenin tadı olan bir grup sıkıcı kız hayretle camdan dışarıyı seyrediyoruz hâlâ... Hoppa kızlar her zamanki gibi yine en gözde olanlar... (…) Kafama dank etti... Kıvıran popolar, renkli kumaş parçalan, yüksek tondan çıkan boş ve kısa kelimelerden daha önemli ne var? Đngiltere'de, Amerika'da, Türkiye'de, televizyonda, sokakta?
ĐCLAL AYDIN
Bu zaman diliminde inanıyoruz ki birey olarak elimizden geleni yaparsak en azından herkes bulunduğu yerde bir adım atar ise sanırım toplumun her kesiminde sevgi, güven ve barış hâkim olacaktır. Aynen bu ülkeyi kurarken olduğu gibi yine bir araya gelirsek, anlamsız kavgalara fırsat vermeyerek, dış güçler karşısında birlik beraberlik içerisinde göğsünü geren ve Türkiye Cumhuriyeti’ ni Ata’nın söylemiyle muasır medeniyetler seviyesine ulaştırabiliriz. Açılımı biraz daha açarsak şunu söyleyebiliriz ki kültürel yönden herkese, her şeye saygılı olunmalı; fakat bunun siyasallaştırılmaması gerekir. Yani açılımın, toplumsal siyasal kimlik unsuru haline getirilmesi uygun görülemez. Saygı demişken, bu konuda söz sahibi olan bir devletli büyüğün şu sözlerini aktarmak istiyorum: “Ülkemizdeki tüm insanları vatandaşlık ortak paydasında bir defa, bir arada gördük. Onun için de kucaklaştık. Futbolla ilgilendiğim zaman da ermeni vatandaşlarımız arasından beraber top oynadığım arkadaşlarım oldu. Ne Kürt ne Alevi ne azınlık kardeşlerimin sorunları hiçbir zaman birbirine üstün veya az değildir. Hepsine yaklaşım tarzımız aynıdır” dedi. Netice olarak eğer gerçekten çözüm istiyorsak, yine tarihimizdeki şanlı mevkii kazanmak istiyorsak, muhatabımız millet olarak bizleri birbirimize bağlayan değerlerimiz olmalı. Yoksa çözüm gereken bu büyük meseleyi küçükmüş gibi görürsek yazık olur. Yine gözyaşı, yine huzursuzluk devam eder gider. Bu sebeple bu önemli çalışmada bebek katilleriyle uzlaşacak değiliz! Açılım yaparken, bu ülkenin dinamiklerini, sistemini, dengesini bozacak derecede açılmamamızı dilerim...
-8-
Filiz ALTINOK
-13-
Đnsanları negatif limanlardan pozitif sulara götürmeyi vaat eden bu tarz çalışmalar tam tersi etki yapabilirler. Bireyler Negatif limanlardan yine negatif ve uçsuz bucaksız okyanuslara kayabilirler. Manevi –illâki dînî değil- altyapıdan yoksun bir limandan ayrılan kişilerden, hayatın zorluklarına karşı, dalgakıran olmalarını bekleyemeyiz. Aslında kişisel gelişimin bu denli rağbet görmesi, danışan sayısının çok, danışman sayısının azlığından kaynaklanıyor. Yani insanlar ‘çakma psikoloji’ ya da psikolojinin ‘çin malı’ diyebileceğimiz kişisel gelişim kitaplarıyla, sorunlarına çözüm aramaktalar. Bu alanda yetişecek ev sahipleri, yani psikiyatr/psikolog ve pdr’ciler, yavuz da olsa hırsızı kovacaktır. Doğrusu bu ve benzeri afyonî disiplinler, insandaki narsistik duyguların ve kibir hislerinin dışavurumudur. Şüphesiz ki bu yaklaşımlar insanlığı sefaya değil sefalete uçuracak olan tek kanatlı kuşlardır. Maddeyi mabet edinip manayı ihmal etme davranışı, tarihsel süreç içinde daima bir yanı tökezlemiş ve sonunda da zamanın taşlarına çarpıp parçalanmaya mahkûm olmuştur. Kişisel gelişimi hak ettiği ‘level’ e çektikten sonra insan aklının, sonuçta ruhsal yaralanmalara yol açan seyrini irdelemek yararlı olsa gerek… Akıl; pozitivizm, rasyonalizm, materyalizm, marksizm gibi fikrî ve siyasî akımlar yoluyla, sosyo-psiko-ekonomik plandaki tüm hastalıklara panzehir olma iddiasıyla ortaya atıldı. Ayrıca insanın en temel sorgularını, görmezden gelme yoluyla öğütmeyi başarabileceğini zannetti. “Ben kimim, neyim, neden dünyaya geldim, ölünce nereye gideceğim?” gibi en zor soruların, ‘metafiziği inkâr etmekle’ çözümlenebileceğini umdu. Akıl ve kanaat önderleri, gençleri kitle haline getirmek ve ‘sorun’ çıkarmalarını önlemek için tensel zevklere yönlendirdi. Şu anda dünyayı değiştirecek enerjiye sahip birçok genç, tüm gücünü cinsellik ve eğlenceye boca ediyor. Sadece kendi ruhunu değil, sorumluluğunu taşıdığı atalarının da umutlarını karartıyor. Yüzyılımızın fikir temeline kum taşıyan Đspanyol yazar Ortega Gasset, “Kütlelerin Đsyanı” adlı kitabında gençlerin; amaçsız, gayesiz bir yığın haline gelmemesi, kütle-adam haline evrilmemesi için onlara bir amaç işaret etmeyi salık veriyor. Siyahları, beyazların aşağılık psikolojisinden kurtulmak üzere örgütleyen direnişçi Psikiyatr Frantz Fanon ise “herhangi bir dava uğruna yaşamıyorsak ‘hiç’ iz” diye feryat ediyor.
BU MEVSĐM HEM ÖKSÜZ HEM YETĐM Lacivert akşamlar görmüştüm elbet ama bu sefer bambaşkaydı… Elimi uzatsam, sanki kollarımda güç bulup azıcık kaldırabilsem gökyüzüne, dolunayı avucumda tutsak edecekmişim gibi… Bir çırpınış ve uyanışta olduğumu bu an fark ediyorum.Kulaklarımda, çiseleyen yağmurun ince ve tuhaf sesi, vücudumda tarifsiz bir ağrı, kollarımda çamaşır yıkarken ıslattığım gibi su tanelerinin birikimi var.Kendime, kendimde olduğumu sorgulayacak kadar bilincim açık ve net…Korkuyorum…Ağır ağır “Haydi!” diye sesleniyorum içimin derinliklerine, kaç kilometreyse? Ayaklanmak adına çabalıyorum işte, ne kadar arzu varsa geride bıraktıklarıma “Şaka yaptım!” demek adına… Zindan kapısının yakınındaki marketten cebimdeki son elli kuruşla su alıyorum dudaklarımı ıslatmaya. Arkadaşlarım, Müdür Bey, hemşirem ve beni kim bilir hangi pencereden izleyen Nadidem, sevinç ve şükran borçlu gözlere hasret, bekliyorlarmış beni çok saattir. Ah eden bir gıcırtıyla açılıyor çift kanatlı dev kapı, iki başını da ayrı yöne çevirip. Adım adım ilerlerken iki yanı ağaçlarla kaplı bu ferah yoldan, hemşirem: —Gel vazgeç şu inadından Muhsine teyze, bir doktora görünsen de tedavisini olsan, kurtulsan şu mendebur hastalıktan, diyor ve üzgün üzgün ama gecenin en mutlu anını gözlerinde tutarcasına bakıyor bana. Geri dönebildiğime şükrediyorlar hep bir ağızdan, fısıltılarla…
Geçtiğimiz on yıllar ‘bilimsel narsizmin’ pervasızca kutsandığı dönemler oldu. Đnsanlık mabetlerden yüz çevirince, kısa zaman sonra alışveriş merkezlerini, arabaları ve karşı cinsi mabedi haline getirdi. Onların etrafında devamlı tavaf etmek suretiyle, yanlış bir kutsîyet çekim merkezi oluşturdu... Önce Avrupa, maneviyattan kopmuş gençliğin, toplumun tam orta yerinde büyük bir gürültüyle patladığını acı bir tecrübeyle edinmiş oldu. Son on yılda da duygusal zekâ kavramıyla yayılan panzehir dalgası, Avrupa’ya kültürel sahili olan yerlere de yavaş yavaş ulaşmakta. . Đnsanlık deneme yanılma yoluyla birçok yanlıştan olduğu gibi bu yanlıştan da vazgeçmesi gerektiğini öğrendi. Sobanın yaktığını, elini değdirerek öğrenen bir çocuk gibi… Ama o dönemde ruhsal cenderede sıkışan milyonlarca ruh ezildi, yok oldu...
Müdür Bey, oldukça sakin bir beyefendi, koluma girip odamın kapısına kadar bıraktıktan sonra: —Yayın eviyle bir kez daha görüşeceğim, şu kitap meselesi için Muhsine Hanım!, diyerek emanetini yerine yurduna yerleştirmenin huzuruyla, göz kırparak yanımdan ayrılıyor. Odamın kapısını aralıyorum.”Şu gıcırtıya da bir yağ süren olmadı canım!” diye söylene söylene “Hoş geldin Arkadaş!” dermişçesine beni capcanlı, taze ve soluk soluğa karşılayan küstüm çiçeğimi özlediğimi fark ediyorum. Usul usul yanına gidip rahatsız etmeden kulağına eğilip, yapraklarının arasından ona: —Đyi geceler Arkadaşlık, diyor, eskimiş yatağıma, zorla da olsa derin ve korkusuz bir uyku arayışıyla, bu sessiz ve karanlık odamda yavaş yavaş uzanıyorum. Bazen yatağım bile yay gıcırtılarıyla uykuma destek oluyor, kulaklarıma çocukluğumun ninnileri gibi güzel ve huzurla akıyor. —Günaydın! Haydi, kalk Muhsine teyze. Bak perdeni açıyorum, gözüme güneş geliyor diye kızma çünkü bugün güneş her zamankinden çok daha parlak, sen de aydınlan istiyorum. Gözlerimi günlük güneşlik, aydınlık ve ferah bir sabaha açarken, gönlümdeki köhnemiş umut tohumlarına her seferinde ab-ı hayat serpen bu güzel insanı göreceğim için ne kadar sevineceğimi geçiriyorum yarım aklımdan. -Muhsine teyzeciğim, arkadaşların kahvaltıya çoktan indiler, seni bekliyorlar. Acele etmelisin yoksa yine sana haşlanmış yumurta ayırmayı unutacak bu yaşlılar, diyor güzel hemşirem. Tebessüm ettiriyor kırışık yüzüme.
Đnsanlık vahye ve vahyî olana yüz çevirdiğinden beri, doğruları da barındırsa da mihenk taşı yanlış bir zemine kondurulmuş birçok sistem/fikir ve disiplin ortaya koydu. Yaptığı hatalı uygulamaları gördükçe sık sık ‘refresh’ yapmaya hatta ‘reset’ atmaya çalıştı. Bu durum bir körün, manevrası çok bir lâbirentin içinde, başını etrafa çarparak ilerlemeye çalışması gibiydi. Üstelik bu seyir, her an ağır yaralanmalara hatta ani ölümlere gebeydi. Ve bir de körün koluna girmeye hazır bir mihmandar –vahiy- mevcut iken onu kabul etmemesi kadar akıl dışı bir davranıştı.
Kadim yatağım beni yeni ve bilinmez sırlarla dolu güne uğurlama törenindeyken, gözlerini yeni yeni açan Arkadaşlık, sabah muhabbetimiz için beni beklediğini söylüyor. Buz mavisi duvarlara kendimi bıraka bıraka sevimli lavaboma vardığımda, yüzüme duvarlar kadar buz gibi ve keskin suyu çarpıyorum ve aynada çalkalanan, gözlerimdeki ruhu izliyorum. Korkuyorum…
Bu olgunun bir noktada patlak vereceği kesin olmasına rağmen, yine de iki binli yıllara kadar sürünerek bile olsa gelmeyi başardı. Ama artık insanlık yolculuğuna devam edemiyordu. Unisex giyim ve fikir akımlarıyla kadın-erkek ayrımı kaldırılmakta, cinsel sapkınlıklar/hastalıklar özgürlük kategorisine alınmakta ve makyajlanarak vitrinlere konulup özendirilmekte, ensest ilişkiler neredeyse normalleşmekte, kadını savunduğunu söyleyip cinsel ve görsel objeye dönüştüren ‘feminist erkek’ler türemekte ve bunun gibi birçok nedene bağlı olarak insan ruhu yaralanmaktaydı. Varoluş acılarına da çözüm getiremeyen insanlar, ateşe koşan kelebekler gibi çatır çatır yanmaktaydılar. ‘Ruhsal yanıklar’ zaman geçtikçe ‘toplumsal cüzzama’ dönüşüp salgın halini aldı. Tüm bunların nihayeti tabii ki intiharların çığ gibi artması olacaktı, oldu da... Đntiharlar edenler, ‘kitle’ lere göre şanlı insanlardır. Çünkü Protest de olsa ortaya bir tepki koymuşlardır.
Bu denli ayrıntıya –aslında çok yüzeyseldi birçok şey– girmemin nedeni vahiyden kopan insanın acziyetini gösterme çabamdı. Ve başka bir çabam daha var... Bir muştuyu fısıldamak... O da; insanlığın katran geceler yaşamasına, kibir-gurur kara deliğine düşeyazar olmasına rağmen artık düzlüğe çıkmak üzere olduğudur... Âdem, zorlu ve mefluç bir dönemden boşanarak, aklın ve gönlün kol kola oluşturduğu sinerjiyle bir izdivaca doğru yol almaktadır. “Đnsanın, dürtülerini serbest bırakarak özgür olamayacağı, dürtülerinden serbest olarak özgür kalacağı” temele alınarak sil baştan bir inşa hareketi başlatıldı son on yılda... Gardner’in Emotional Quation (Duygusal Zekâ) kavramının doğuşuyla birlikte gözlerimize, tan yerinin ağardığı o andaki gibi, göz kamaştıran ama günün gelişini müjdeleyen ışık huzmeleri yansımaktadır. Đnsanlık, kendi benliğini, egosunu kıbleden indirecek ve tekrar manevi olana –vahye- yönelecektir. Karanlık dehlizlerden çıkışa doğru yol alıyor ve ümitlerimizin toprağı yararak filizlenmesine hamil bir lahzayı soluyoruz şu sıralar... Çünkü artık insanın maddeye ve yalnızca dünyaya değil, maveraya da meftun olduğu anlaşılmaya başlandı. “Ne mutlu insanlığa!...” Daha sonra ‘insan merkezli’ olmak kaydıyla, helezonik bir yapıda bol bol kelâm ederiz inşallah... Gönlün huzurlu, ruhun sağlam ve yolun aydın olsun! En içten, saygılı selamlarımla…
Abdullah YALNIZ
-12-
Havluya sürtünen yüzüm ve ellerim, gençliğimde dostumla oynadığım körebe oyununu zihnime hatırlatıyor. Bu gün kitabıma ekleyeceğim sahneleri bulduğuma hem seviniyor hem üzülüyorum. Arkadaşlık, yanına gittiğimde güneş ışığıyla renkleniyor. Bense bu güne uyandığımda, yaşamımın hediyesi güneş ışığıyla, yüzümün kırışan çizgilerini belirginleştirdiği için tatlı tatlı atışıyorum. Pencere önündeki sallanan sandalyede bir ileri bir geri, dün gece daha öncekilerden daha ağır atlattığım tüm olayları bir bir anlatıyorum, dolunayı bile atlamadan. Arkadaşlık şaşkın ve suskun izliyor beni yeşil gözleriyle. Biraz terlese yaprakları, benim yüzümden dertleniyor diye üzülüyorum ya neyse, yine de anlatıyorum… Her defasında yiyemeden geldiğim yumurtadan iki tane yeyip bir de demli çayın damağımdaki acımsı tuhaf tadıyla kahvaltıdan kalkıyor, uzun koridorlardan geçerken buranın on iki yıldır farkına varmaktan kaçındığım HUZUREVĐ olduğunu itiraf ediyorum kendime, her adımda işittiğim bu seslerin peşi sıra: —Saygılar Muhsine Hanım! —Buyurun, odama misafir olmaz mısınız? —Öğle yemeğinde benimle bahçede dolaşır mısın Muhsineciğim? —Muhsine, kitabını ne zaman okuyacağız şekerim?
-9-
Bir ayağı tamir görmüş, tahtakurularının cirit attığı, ahşap bir masanın başındayım. Ne zaman beni taşımaktan vazgeçecek diye endişeli ve tedbirli oturduğum, emektar sandalyemin üzerinde… Uzun zamandır bir kıpırtının bile hatırlamama yettiği tüm hatıralarımı yazdığım sayfalar önümde, mürekkebe ve gözyaşına doymuş, bir yenisi eklenecek mi diye heyecanlı heyecanlı bekliyor. Benimse elime kâğıt kalemi almayalı çok olmuş! Nedense bu mendebur hastalık beni bu diyarlardan götürdü götüreli, kolay hatırlayamaz oldum geçmişimin serapsı izlerini… Bu yüzden olsa gerek, e biraz da yaşımın ilerlediği sebep, Müdür Bey’e yayıneviyle şartları görüşmesi için rica ettim. Yalnızca tek bir insanla, tüm mevsimlerde, tüm zamanlarda ve tüm mekânlarda yaşadığım doyumsuz, özlemini duyduğum, hatırlamaktan zevk aldığım, kalbimi kıpırdatan, gözlerimi ışıldatan ve bedenimi gençleştiren yaşanmışlıkları kaleme aldığım bu kitap eminim bizim gibi, dostluğu yakalayıp, bırakmamaya direnen herkes için sevinç kaynağı olacak. Umudumu hep bu yönde çivileyerek, bu günkü bölümümü –körebe oyunumu- anlatmaya başlasam iyi olacak değil mi Arkadaşlık? 2 NĐSAN 1956 Gediz ırmağı her mevsimden daha çok gürlüyor bu mevsim ve her aykinden daha yüksek bir sesle türkü söylüyor, çağlıyor. Đki katlı küçük ama şirin ahşap evimden çıkıyor, erik ağaçlarının ve üzüm salkımlarının arasından çamurlara bata çıka ilerleyip, yolda bulduğum papatyayı kulağımın arkasına takarak yol alıyorum. Đlerlerken geçen on iki yıl ve dostluğumuz düşüyor aklıma. Evet, kendisinden bir mevsim önce doğduğum dostumun adı Nadideydi ve bizim birimizin eline diken batsa diğerimizin canının acıdığı nadide bir dostluğumuz vardı. Cama attığım küçük taşın sesinden tanırdı Nadidem beni, hemen aralardı cumbalı pencerenin perdesini ve tebessüm ederek, tüm gün gözden kaybolacağımızı bildiren sözde izinle kaçar gelirdi yanıma. Bu gün, ayrı bir esrara sahipti bizim için. Yine de neşemizden hiçbir şey kaybetmiyor, siyah beyaz tavşanları aynı azimle ve hırsla kovalama yarışı yapıyorduk. Her günkü sıramıza göre bu gün körebe oynayacaktık. Nehrin hemen kıyısında bir portakal ağacı vardı kabuğunda adımızın kazılı olduğu ve sanki bizimmişçesine meyvesini yememizin helal olduğu… Nadidem ince belinden çıkardığı mendili elime vermişti. Đçim cız etmişti tuhaf, ebe olduğuma üzülmemiştim herhalde… Oyunun başlaması kısa süre almıştı. Đki kişi körebe oynamak çok da kolay bir iş değildir bilirisiniz. Kuş cıvıltıları, ot hışırtıları, dere çağıltısı Nadidemin çıkardığı ayak seslerini duymamı engellese de elimdeki uzun ve ince sopayı yanlara arkaya ve karşıya uzatıp geri çekiyordum. Bir el silah sesi duyuldu aniden. —Nadide, gözlerim kapalı ama cani avcıların yine o güzelim kuşları avladığını tahmin edebiliyorum, aslında gözlerimin kapalı olduğuna hiç üzülmedim desem doğruyu söylemiş olurum. —Nadide, neden cevap vermiyorsun? —Nadide sana söylüyorum! Gözlerimi açtığımda bu sefer gerçekten cani avcılar diye haykırdıklarımın kurşunu, kalbine isabet etmiş Nadidemin. O anda dostluğun ve dostumun ne denli yeri olduğunu fark ettim ve fark ettiğim son şey Gediz ırmağına karışan kanlı gözyaşımdı. Ellerimin yazmamak için direndiği bu hatıra bitirdi kitabımı. Hatırlamamak için her şeyi unutmayı yeğleyecek kadar katlandığım hastalığım bitirdi benliğimi ve aldı götürdü bu zamandan beni… —Muhsine teyze ilaç saatin geldi. —Muhsine hanım yayıneviyle görüştüm. Bilin bakalım ne zaman basıma götürüyoruz kitabınızı? —Bu aralar çok uyuyorsun teyzeciğim. Hadi ama naz yapmanın sırası değil ki canım? —Hemşire hanım bu çiçeğe ne olmuş böyle? Sabah uğradığımda canlı ve yemyeşildi. Hayata küsmüş sanki. ARKADAŞLIK ölmüş sanki… —Muhsine teyze kalk! Konuk Yazıcı —Muhsine teyze… SEMA ORHAN / Uludağ Üniversitesi
-10-
NEGATĐF LĐMANLARDAN NEGATĐF SULARA Henüz yüzyılımızın başında doğmuş bir bebek olmasına rağmen, Psikolojinin ve insanla ilgili diğer disiplinlerin popülaritesi her geçen gün artıyor. Bunda şüphesiz klasik bir iktisat formülü olan ‘arztalep’ meselesi etkin olmaktadır. Yani artık daha fazla insan ‘ruhî sakatlanma’ yaşıyor, buna paralel olarak da tedavi yöntemlerine ve tabiplere daha çok ihtiyaç duyuluyor. Dünya Sağlık Örgütü (WHO) eğer önlem alınmazsa 2020 yılında depresyonun dünyada en önemli 2. sağlık sorunu olacağını, mikrofon yutmuşçasına haykırıyor. Psikolojik sorunların mayoz bölünmeyle, ‘uyuz’ gibi yayılmayla kat-be kat artmasından dolayı, insanın geleceğine dair olumsuz kehanet senaryoları yazılıyor. Kimileri de bu arada, sorunları sığ değerlendirmelerle çözüme kavuşturduğunu sanıyor. Sanki elimizde bir turnusol kâğıdı varmış ve psikopatolojinin nedenleri hemen ortaya konulacakmış havası oluşturuluyor. Bu bağlamda elbette bu konuda söylenecek her söz eksik kalacak, tamamlanmaya muhtaç olacaktır. Binanın duvarlarındaki çatlaklarla uğraşmak yerine temelinin sağlamlığını kontrol etmek daha akıllıca olacaktır kuşkusuz. Şu anki kurulu bulunan medeniyet binasının en ufak bir rüzgârda yere kapaklanmasının sebebini ve bu binanın duvarlarına her geçen gün yeni gedikler açılmasının nedenini bulmaya çalışırken; medeniyetin kurulduğu fikrin, ‘zemin etüdünü’ yapmamız gerekiyor. Modern Medeniyet teknolojik bir zeminde, bilim harcının akılla yoğrulmasıyla inşa edilmiştir. Bu karışımın içine insanın narsistik arzularından da bir tutamın karıştırılmış olduğu, zaman geçtikçe anlaşılmaktadır. Aslında şu an içinde bulunduğumuz ‘ruhsal çıkmaz sokak’ların ve psikolojik rahatsızlıkların başlıca müsebbibi en genel tespitle; yaklaşık yüz yıldır bilime yanlış bir işlev yüklenmesi ve yanlış yorumlanmasıdır. Teknik alanda büyük başarılar kazanan insanlık, büyüklenmeci bir tavır takınıp ‘ben her şeyi yaparım’ düşüncesine kapılmıştır. Zamanla kendi uydurduğu masala kendini inandırarak, reel gerçeklerden hayaller dünyasına doğru kaymıştır. Bu arada ‘biz’le ilgili mercek tutmamız gereken bir noktayı atlamayalım. Yakın dönemlerde ilim ve bilim, coğrafyamızda çok yanlış algılanıyordu. Ülkemizdeki bazı ışığı kararmış aydın’ların yüzünden pozitif bilimlerin, dine karşı olduğu sanılarak öğrenilmesi gereksiz kabul ediliyordu. Tüm öğretim çabası, mevcut matbu metinleri ezberlemekten ibaret olarak algılanıyordu. Düşünceye ve akla önem verilmiyor, yok sayılıyor, ezber yapabilmek bilgin ve âlim sayılmak için yeterli oluyordu. Üstelik eğitim öğretim bilgileri dünyayı kapsamıyordu. Kader, tevekkül ve sabır kavramları yanlış algılanmıştı ve sanki atalete sevk edici unsurlar olarak görülüyordu. Peygamber Efendimizin “bu gün ölecekmiş gibi ahiret için, hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için çalış” buyruğu göz ardı edilmişti. Günümüzde ise en az bu geleneksel yanlış kadar tehlikeli bir anlayış benimsenmektedir. Son on yılda dumura uğramaya başlayan bu veba, hem de dünya çapında bir salgındır… Bu kez de tam tersi olarak akıl kutsanıyor ve aklın kavrayamayacağı her şey yok sayılıyor. Buna paralel olarak da insanın ‘kendi kendisinin tanrısı olduğu’ biçimindeki düşünceden yola çıkılıyor. Đnsana ‘sen yarı-tanrı olduğundan kendinle ve hayatla ilgili her türlü yönetim hakkına sahipsin” deniliyor. Bu söylemler sonuçta, kişisel gelişim alanında ortaya çıkan ‘ne istersen yapabilirsin, yeter ki çalış ulaşamayacağın hiçbir şey yoktur’ inancına dönüşüyor. Bazı dileklerin kâğıtlara 30–40 kez yazılıp belli vakitlerde tekrarlanmasıyla, o amaçlara ulaşılacağı vaat ediliyor. ‘Modern falcı’ olan birçok kişisel gelişimci, rahiplerin cennetten arsa satması gibi, kişilere mutluluk pazarlıyor. Yalnızca maddi başarı ve şöhret düşleriyle uyanan kişilerin –ki onlar aslında hep uyurlar- bu arzuları için kuryelik yapıyorlar. Toz-duman bir ortama düşmüş kişiye, tozu dumanı yutmamak için orayı gülistana çevirmesini tavsiye etmiyor; bilakis daha çok tozu-dumana katmasını vaaz-ü nasihat ediyor. Đnsanlar da acziyet ve çaresizlik içinde kaldıklarında “istediğini yaparsın, en üstün sensin, yürrü be koçum, kim tutar seni, tozu dumana katmazsan/tozu dumanı yutarsın” kabilinden, yanlış şartlanmalara neden olacak söylemlere gönül bağlıyorlar. Kişisel gelişimciler, hayatı ‘görmüş ama geçirmemiş’ kişiler olarak karşımızda beliriyor. Hâlbuki bir psikolojik tabip, eskilerin ‘bal nine’si ya da ‘aksakallı dede’si konumunda bir şahs-ı manevidir. Bilgi yüklü, bilge, heybesinde hayat tecrübesi taşıyan, zihni donanımı yüksek ve insanlara karşı hoşgörülü olmasa bile –ki olmak zorunda değildirtahammül etmeyi bilen birisidir. Ariftir, kâmildir. Yanmadan köz haline gelinmez...Bunun gibi insanla haşır neşir olmadan, insanı ve insanlığı dert edinmeden, kişiselliği geliştirici olunduğu iddiası mesnetsiz görünmektedir. Hayır, bir de bu sektör külliyen ticarete dökülmüş durumda. Onlarca şifa dağıtıcısı, hemen her köşe başına bir eczane kurmuş ve yüksek dozda afyonla tedavi sunuyor. ‘Google’ den 3 fotoğraf, 5 aforizma bulan, Lap-topunu da koltuk altına sıkıştırdığı gibi soluğu ışıklı salonlarda alıyor. Artık durum öyle bir mecraya akıyor ki, bazı Psikolojik yardımlardan sakınmak gerekiyor!.. Kişisel gerileyişçiler, ruhu rahatsızlanan insana, motor yağı veriyor. “Günümüz geç modern (postmodern) toplumu, kişisel gelişim ideolojisiyle, yüzeyde iyimser olsa bile derinlerde bir ümitsizlik ve bıkkınlık dalgası yaymaktadır” diye uyarıyor Kemal SAYAR. Üstün DÖKMEN kişisel gelişimin, psikoloji bilimi çatısı altında lanse edilmeye çalışıldığına dikkat çekiyor. Başta Üstün DÖKMEN, Nevzat TARHAN, Mustafa ULUSOY, Bülent AKYÜREK gibi psikoloji alanında ‘hak söz’ü olan birçok kişi, bu tehlikeyi işaret ediyor. C. Lash bu ideolojiyi, “inancı olmayanların inancı” şeklinde özetliyor.
-11-