YM Dergi 14. Sayı

Page 1

EKİM-KASIM-ARALIK 2015

ym dergi üç aylık edebiyat dergisi

SAYI 14 ÜCRETSİZ 9 823001

ISSN 2148-8231

772148

andrey tarkovski ve şiirsel sinema



İçeri

ISSN NO 2148-8231

İMTİYAZ SAHİBİ Avni Çakar

GENEL YAYIN YÖNETMENİ Devran Bostancıoğlu

EDİTÖRLER Caner Almaz, Fatih Külahçı, Ahmet Keskinkılıç

YAYIN KURULU Avni Çakar, Miraç Ağca, Fatih Külahçı, Caner Almaz, Ahmet Keskinkılıç, Nurullah Eren

DİZGİ VE TASARIM Devran Bostancıoğlu

KAPAK ÇİZİM Ethem Onur Bilgiç

KATKIDA BULUNANLAR Hasan Hüseyin Nas, Burak Tüylek, Özlem Baykuş, Leyla Dilara Işık

E-POSTA ADRESİ yalnizlarmektebi@gmail.com

WEB ADRESLERİ www.ymdergi.com www.yalnizlarmektebi.com facebook.com/YalnizlarMektebi twitter.com/YMDergi

YM Dergi’de yayımlanan tüm yazılar yazarların ve yayımlanan tüm reklamlar, reklam sahipleri firmaların sorumluluğuna aittir.

4

Raflardan Seçilenler

6

Babasız - CANER ALMAZ

8

Mafsal İstavrozu Bulunur - AHMET KESKİNKILIÇ

9

Herkese Yetecek Kadar Taşım Yok - A. MÜCAHİT BÜLBÜL

10

İbrahim - FATİH KÜLAHÇI

12

Bir Yaz Gecesi Rüyası - ATA EGEMEN ÇAKIL

14

Bu Mert - MERT MUTLUBAY

15

Körler Tekkesi - I. bab - MİRAÇ AĞCA

16

Akıl Yarılması - EZGİ POLAT

38

Avare - MERT YILMAZ GÜLER

40

Ailemizin Aquapark’ı - DEVRAN BOSTANCIOĞLU

42

Hiç Kimseyi İlgilendiren Bir Tartışma - COŞKU KILIÇ

44

Güneşin Gölgesi - GÖKTEN ÇAĞRI AKTAN

46

Ulu Orta Sevme Beni - NAZIM SEMİH DÖKÜLER

Dosyaya Dair 20

Şiirsiz Yaşam (Tarkovski, Edebiyat ve Sinema) - MEHMET ARAT

22

Söyleşi: ANDREY TARKOVSKI

26

Tarkovski ve Ödipus - UĞUR KUTAY

28

Şiirsel Sinema: Tarkovski ve Angelopoulos - ERİNÇ BÜYÜKAŞIK

30

“Modernleşen Ayşecik” Sineması - CEM EVRİM ASLAN

32

Sinemanın Keşfi: Krzysztof Kieslowski - KAAN KOÇ

36

Kurgusal Zaman, Kurgusal Mekan ve İki... - YASEMİN YILMAZ


raflardan seçilenler

Yakın Bakış, Daniel Arasse Metis Yayınları

C

ezayir asıllı Fransız sanat tarihçisi Daniel Arasse tarafından kaleme alınan ve ilk basımı 2000 yılında yapılmış olan Yakın Bakış: Resim Okumaları resimle arası pek iyi olmayanların zaten kadrajına bile girmeyecektir. Fakat özellikle resimle arası iyi olmayanların okuması gereken bir kitap. Resimle aranızı düzeltmek istiyorsanız kaçırmayın. Kalın ve ürkütücü sanat kitaplarının(!) aksine sadece 144 sayfa olan eserde Arasse, okuyan ve görmeye çalışan göz için farklı kapıları farklı muzırlıklarla açıyor. Umberto Eco kadar olmasa da Daniel Arasse de bir sanat muzırı. Okuduğu resimleri okura aktarış biçimi olarak her seferinde farklı bir yol tercih eden yazar, kimi zaman bir mektupla kimi zaman ise öyküvari bir anlatımla resmi okurken; deneme, söyleşi gibi farklı enstrümanları da kullanmayı ihmal etmiyor. Kuru bir sanat kitabı değil bu sebeple. Sanat tarihçilerinin tuttukları klasik yolu yordamı da önüne katarak kendi perspektifinden aslında görünenin görünmeyen pek çok şey anlamına geldiğini ısrarla savunuyor kitap; bakışınızı değiştirmeye çağırıyor sizi ve şunu anlamanızı sağlıyor: Baktığınız şeyde hiçbir şey görmüyorsunuz. Daha doğrusu, gördüğünüz şeyde, baktığınız şeyi görmüyorsunuz, bakarken görmeyi umduğunuz şeyi, görünürün alanına giren görünmezi görmüyorsunuz. (s.39)

Kitabı okuyacaklar için ufak bir önerim var: Kitapta bahsi geçen resimleri telefon yahut bilgisayarınıza yüksek çözünürlüklü olarak indirin. Kitapta resimler görsel olarak yer alıyor fakat böyle yapmanız konu edinilen detayları daha iyi görmenizi sağlayacaktır. Ayrıca kitapta yazarın göndermede bulunduğu fakat kitapta görseli bulunmayan resimler de mevcut. Onları da indirmenizi öneririm. Tabii, hepsini gidip yerinde görürüm ben, diyenler bu öneriyi dikkate almayabilir. FATİH KÜLAHÇI 4

K

aldığımız Yer, Behçet Çelik’in yedinci öykü kitabı. Öyküleri incelediğimiz zaman şunu açıkça görüyoruz: Bu öyküler, hayatın içinden çıkmış, bu toprakların hiç bitmemiş acılarından beslenen, sıra dışı ayrıntılara ve incelikli bir gözlem yeteneğine sahip. Sıradan öyküler arasından sıyrılabilmek, okuyanın yüreğine dokunabilmek için sanırım bazı kesitleri yakalayabilmek şart. Behçet Çelik tam olarak bunu yapıyor. Anlatılan hayatların sosyolojik ve politik durumunu da metnin arka planına ince ince işliyor. Büyük resme bakacak olursak, insanın karmakarışık dünyasını, diğer insanlarla kurduğu iletişimi, bu toplumun kültürüyle homojen olarak karıştırıp bize servis ediyor. Anlatmaya çalıştığı sorunu, acıyı, bağırarak, dramatize ederek ya da parmakla açıkça göstererek değil de, kişilerin ilişkileri ve durumlarını ele alarak usul usul gösteriyor. Bu kimi zaman bir diyalogda, kimi zaman bir küçük harekette karşımıza çıkıyor. Zaten doğrusu da bu değil mi?

On dört öyküden oluşan Kaldığımız Yer, sade bir dille, yapay duygulardan arınarak, toplumun içinde gezinip duran huzursuzluğun fotoğraflarını çekiyor. Üstünü örttüğümüz, kaçtığımız ya da kenara köşeye ittiğimiz acıları, hesaplaşmaları, toplumun içindeki sıkışmışlığı, çaresizliği yüzümüze soğuk bir su gibi serpiyor.

“Çatısız Binaya Damdan Girdik” öyküsünde, doğdukları yerleri terk etmiş, terk etmek zorunda bırakılmış karakterlerin yolları, terk edilmiş bir mekânda kesişiyor. Hem Suriyeli çocukların sefil hayatını görüyoruz hem de kentleşme üzerinden topraklarımızdaki sınıfsal farklılaşmayı, “Fark Var mı Ötesiyle Berisi Arasında?” öyküsünde “Savaş mavaş değil dostum, apaçık yeryüzünden silmeye azmetmişler. Dertleri de din falan değil, hâkimiyet, güç kazanmak… Güç işte Allah’ın belası güç!” diye isyan ediyor karakterimiz. Biliyor ki sınırın ötesinde şimdilerde yaşananlar, yüzyıl önce bu topraklarda yaşananlardan farksız... EZGİ POLAT

Kaldığımız Yer, Behçet Çelik Can Yayınları


İ

Yılanlarla Dans, H. C. Moya Jaguar Kitap

“M

oya’yı okuyanlar, onu şehir meydanında asmak için bastırılması zor bir arzu duyarlar. Aslında, bir yazar için bundan daha büyük bir onur hayal edemiyorum.” demiş büyük yazar Roberto Bolano. Aynı zamanda kitabın arkasındaki tanıtım yazısında da geçiyor bu söz. Bolano’ya katılmamak elde değil, zira rahatsız eden, etmek isteyen bir yazar için bundan daha iyi övgü olamaz. Honduras doğumlu Salvador kısa öykü yazarı, gazeteci ve romancı olan Moya’nın Yılanlarla Dans kitabı gerçeküstü bir romandır. İç savaştan yeni çıkmış bir ülkede, sosyoloji mezunu ama işsiz bir genç adamın sarı renkli Chevrolet’sinde Beti, Loli, Valentina, Carmela adında dört tane yılanı vardır. Yılanlarla ilişkisi gerçekten tuhaf olan bu adamın, şehrin altını üstüne getirmesi ve tüm bu dehşet dolu sahneler kitabı okurken kafanızda canlanıyor.

Yalın ve sade anlatımıyla, süslü cümlelerden uzak duran Moya, gerçeküstü bir roman yazarken aslında polisiye denilebilecek bir tarzla da polisiyeye doyuruyor okuyucuyu. Yılanlarla Dans eleştirisinde Ali Bulunmaz, Sabit Fikir’de şunları yazmış ve aslında özetlemiş: “Moya’nın çizdiği tablo gerçekten tuhaf; bir şehrin altının üstüne gelmesine neden olan Chevroletli adam, yılanlar, metresler, eşler, mektuplar, havada uçuşan bilgiler ve patlamaya hazır silahlar; bir film seti gibi ama değil. Yaşam gibi ama alakası yok. Olsa olsa aklın insana oynadığı bir oyun. Moya ve kahramanları bütün gerçeküstü haliyle karşımızda.” Bir de söylemeden edemeyeceğim: Kitabın kapağını çok beğendim, bu minimalist yaklaşımlarından dolayı Jaguar’ı tebrik ederim!

lk kitabı Ayna Çarpması ile genç kuşak öykücüleri arasında isminden sıklıkla söz ettiren Murat Özyaşar, uzunca bir bekleyişin ardından ikinci kitabı Sarı Kahkaha ile çıkıyor karşımıza. Ayna Çarpması ile Haldun Taner ve Yunus Nadi öykü ödülleri başta olmak üzere birçok ödül de kazanan yazar, Sarı Kahkaha ile sokağın, ellerin, kışın, kusurlu olanların, gidemeyenlerin öykülerini anlatıyor bizlere. Yazar, politize olmanın neredeyse zorunluluk olduğu bir coğrafyadan, bunu edebiyattan uzak tutmakla edebiyatı trajedinin yaşandığı coğrafyadan doğurmak arasında muntazam bir denge kurarak sesleniyor okurlarına.

Yıllardır süregelen ve en tüketilir form olan gidenlerin hikâyeleri ile dolup taşan bir sanat algısına karşılık, gidemeyenlerin bilhassa kalanların öykülerinin anlatıldığı kitap toplam on öyküden oluşuyor. Olduğu yeri olduğu gibi anlatmayı başaran nadir yazarlardan biri Özyaşar. Çoğu Diyarbakır’da geçen öykülerdeki şiirsel anlatım ve hemen hemen her yazarın ulaşmak istediği doruk olan sadelik büyülüyor okurlarını. Bunu yaparken de şiirselliğin hikâyeyi boğmasına izin vermiyor. Hikâyede, “Önemli olan ne anlattığın değil, nasıl anlattığındır.” retoriğine iman etmiş biri olarak hem hikâyeleri hem anlatımını fazlasıyla beğendim. Kitapta size ışık olacak bir cümle görmek her zaman kitapla bağ kurmayı kolaylaştıran bir unsurdur. Hikâyelerin etkisinden tutun da anlatımın büyüsüne kadar birçok konuda bundan fazlası var Sarı Kahkaha’da.

AHMET BEDLEK

Sarı Kahkaha, Murat Özyaşar Doğan Kitap

DEVRAN BOSTANCIOĞLU

5


Babasız Caner Almaz Babalar, kızlarını aslında çok sever. Sever ama bazen bunu hissettiremez. Kız çocukları da babalarını bir başka sever. Yani aralarında başka bir bağ olur, adını koymak kolay değildir. Kadınlar, sevdikleri erkeklerde biraz da babalarını ararlar bu yüzden. Bazen de aramak istemez. Çünkü babaları çoğu zaman olmamış olur hayatında.

Hava kasvetli, gökyüzünün cimri cimri saldığı yağmur damlaları, sert esen rüzgarın koynunda yer çekiminden bir haber salınıyorlar. Gri şehre hükmediyor. Hani şöyle dolu dolu bir yağmur yağsa, şehir sıkıntısını atacak ama yağmıyor. Havanın da canı sıkkın, tüm şehir gibi. Kadın ve adamın seyrettiği yoldaki trafiğin de canı sıkkın, akmıyor. Yolu tepeden gören bir noktada, akmayan hayata bakıyorlar. Arabalarının içinde insanlar, haftasonlarını kıymetlendirmek amacıyla bir yerlere gitmek istiyorlar ama nafile. Aynı düşünceyle yollara dökülen binlerce insan, hafta içinin stresinden kaçmaya çalışan aynı insanlara, tatsız bir sürpriz hazırlamış oluyor böylelikle. Tam bir paradoks. Belki de Stockholm Sendromu’nun bir başka hali. Celladına aşıklığın başka bir türü. Kadın trafiğe bakıp tam olarak bunu düşünüyor. Celladına aşık olma durumu, yanındaki adamı bir şekilde sevişiyle anlamlanıyor kafasında. Yanındaki adam babası. Yarım saattir oturuyorlar ama henüz konuşmuş değiller. Bazen susmaya ihtiyacımız vardır. Susmak çoğu kez, konuşulanlardan daha fazlasını anlatır. Anlamanın çok fazla türü vardır, susmak ise bu çeşitlerin aslında en çok sesli çeşididir. Bunu bir düşünün. Anlamlandıramıyorsanız, yaşamadığınız bazı şeyler var demektir. Kadın, çantasından sigara paketini çıkartıyor. Çakmağını bulamayınca sigarasını babası yakıyor. İşte, aralarındaki ilk diyalog. Birçok anlam yüklenebilecek bir sahne. Babası şöyle diyor olabilir mesela: “Tasvip etmediğim bir şeyler de yapıyor olsan, ne zaman başın sıkışsa yanındayım!” Fakat kadında bu durum şöyle bir algı oluşturmuş da olabilir: “Ne zaman babalık görevini doğru düzgün gerçekleştirebildin ki zaten... Sen başımızda dursaydın, ben sigaraya başlamazdım belki de!” Bu bir tahminden ibaret sevgili okuyucu. Bir sigara yakma eylemi, sadece bir sigara yakma eylemi de olabilir. Burasını da size bırakıyorum. Görüntüye ses yerleştirme sizde.

Kadın tahminen otuz beş yaşında. Simsiyah saçları başına taktığı başörtüsünden taşmış, rüzgar onları savuruyor. Oturdukları yerde huzursuz bir duruşu var. Belli ki çok şey anlatmak istiyor. İçinde tutuyor, içinde tuttukları yüzüne dökülmüş, bu genç yaşında birçok yaşlılık emaresi var vücudunda. Mesela elleri titriyor. Kim bilebilir, belki de sinir hastası. Beklemediğim bir şey oluyor, birden konuşmaya başlıyor kadın; “Haberi ne zaman aldın?” diyor. Baba, biraz düşünüyor, emin olmak istiyor galiba. Kırlaşmış saçları gençliğinde nasılsa hala öyleler. Hiç dökülmemişler, alında açılma dahi yok. Oturduğu yerde ellerini kucağında birleştirmiş, çok mahçup bir oturuşu var. Mahçupça cevap veriyor; “Dayın aradı beni. Öyle haberim oldu.” Dayı kelimesini duyunca, sinirini dışarı vurma gereksinimi hissediyor kadın. Kelimeler ağzından dökülüveriyor adeta; “Zaten sen bir, dayım iki. Anneme hayatı boyunca çektiren iki adam! Annem hayatında en çok kimi sevdiyse, canını en çok da onlar yakmış, hep böyle anlatırdı.” Sigarasından derin bir nefes alıp devam ediyor; “Elinde büyüdüğü için dayımı çok sevmiş. Büyütmüş, yetiştirmiş, dedemler ölünce de kendi imkanlarıyla okutmuş. Ama dayım ne yaptı, arkasında bir dünya borç, yüz üstü bıraktı gitti bizi!” Sigarayı ayağının altında eziyor. Cümlesini bıraktığı yerden yakalıyor, konuşmaya devam ediyor; “Bir de işte seni sevmiş! Aşkından gözü hiçbir şeyi görmüyormuş. Türlü imkansızlıklar içerisinde evlenmişsiniz, her şeye olur demiş. Kiradayken doğru düzgün bir eşyanız bile olmamış. Sefaletse sefalet, yoksulluksa yoksulluk, sevdiğim adam yanımda ya, hepsine katlanırım, deyip çekmiş. Ama sevdiği adam ne yapmış, kucağında çocuğuyla onu bırakmış başka bir kadına kaçmış!” Paketinden bir sigara daha çıkardı, çakmağı yeniden aramaya başladı. Babası yeniden sigarasını yaktı.

Adam ne dese, nasıl kendini anlatsa bilemiyor. Yeniden susmayı tercih ediyor bu yüzden. Karşısındaki akamayan trafiğe bakarak düşünüyor. Boşa geçmiş bir hayatın hesaplaşmasını kendi kızına karşı vereceğini hiç tahmin etmemişti çünkü. Son gördüğünde ufacık olan kızı, koskocaman bir kadın olarak hesap soruyor ondan. Haklı, ne dese haklı. Baba olamadım, diye düşünüyor. Kendimden başkasını düşünmedim, diye düşünüyor. Bir sigara da o yakıyor. Aysel’in doğduğu gün aklına geliyor sonra. Anlatmak istiyor, dili döndüğünce konuşuyor; “Doğduğun günü hatırlıyorum kızım.” Ne kadar yabancı bir kelime diye düşünüyor “kızım.” “Anneni sabaha karşı hastaneye götürdüğümde cebimde pek param yoktu. Yol parasını verdikten sonra da cebimde neredeyse hiç para 6


kalmadı. Anneni doğuma aldıklarında hastane parasını bulmak için telaşla dışarı çıktım. Evliliğimizden kalan son altınları bozdurup doğumun için para bulabilmiştim. Sonrasında ne yapacağımızı, nasıl geçineceğimizi kara kara düşünerek döndüm hastaneye.” Kızına bakıyor, dinliyor mu acaba, diye düşünürken, kızı da başını ona çeviriyor. Gözleri ilk defa buluşuyor seneler sonra. Devam ediyor sonra; “Sonrasında günler geçiyor, paralar suyunu çekiyor, ben çare bulamıyorum. Borç istemediğim arkadaşım kalmamış, iş bulamıyorum. Sıkıntıdan içmeye vurmuşum kendimi... İşte orada tutuluyorum o kadına. Durumumu anlatıyorum, yardım ediyor, para veriyor bana acıyıp. Ama ‘Yine gel!’ diyor bana. Sık sık gidiyorum o öyle dedikçe. Sonrası işte, böyle...” Nasıl anlatılır ki öz kızına annesini nasıl aldattığı, diye düşünüyor. Uzatmamaya karar veriyor. Yoksa anlatılacak uzun seneler var. Kadının da anlatacağı uzun uzun seneleri var. Ama yine susuyorlar. Önlerine bakıyorlar. Hayata bakıyorlar. Yağmur başlıyor. İnce ince yağmaktan vazgeçip çok kısa süren bir sağanağa dönüşüyor. Sonra yine elekten elenen un kıvamında yağmaya başlıyor. Oturdukları yerin kıyısından gençten bir çocuk geçiyor. Sırtında çanta, kapüşonlu bir mont giymiş, kapüşonu açık. Elindeki sigarayı özlemişçesine heveslice içiyor. Onlara doğru bakıyor. Rahatsız etmeyeyim, diye düşünüp başını hemen çeviriyor. Çünkü geçtiği sokak sessiz ve saygı duyulması gereken bir yer.

Kadın konuşmak istiyor. Çektiklerini, babasızlığın acısını anlatmak istiyor ama annesine söz verdiğini hatırlıyor. Hasta yatağında kendisine söz verdirdiğini anımsıyor. O yüzden susuyor. Babası da konuşmuyor. Susarak sonsuza dek sürecek bir kavgaya tutuşuyorlar. Aysel, babasını asla affetmeyecek. Çünkü o, babasız büyüdü. *** Babalar, erkek çocuklarını daha çok severler. Onlar için uğraşır, didinir, büyütür ve onların başarılarıyla övünmek isterler. Erkek çocuklarının çoğu da babalarını sever, onların dediklerini yapar, istedikleri gibi bir evlat olmaya gayret gösterirler. Ama bazıları, kendisini gerçekleştirmek için diretir. Babası olmak istemez, kendisi olmak ister. Bu durumda, çocuk babasız kalmaz ama, baba oğlundan yoksun kalır. Otobüste ayakta duruyor. Halbuki boş koltuk var. Oturmuyor. Çünkü kafasının içinde babasıyla kavga etmekte. Ne olurdu, diyor, babam birazcık beni anlasa. Üniversitede istediği bölümü seçme özgürlüğünün olmaması, onu yaralıyor. Kendisi sanat tarihi okumak isterken babası mühendislik okumasını istiyor. Her konuşmalarında babası ona geleceğini düşünmesini vurguluyor, ileride ne olacağına şimdiden karar vermezse gelecekte ne türlü sıkıntılar yaşayabileceğini anlatıp anlatıp duruyor. Babalık iç güdüsüyle, evladına gelecekte güzel bir yaşama kavuşturmak istiyor. Çocuğunun ise idealleri var, kendi istediği bölümde, kendi istediği mesleğe kavuşacağı bir alana yönelmek istiyor. Mühendis olmak onun için bir seçenek değil. Sanata yatkın olduğunu düşünüyor ve babasının kendisini bu konuda desteklemesini umarken, bu şekilde bir yaklaşımla karşılaması onu çileden çıkartıyor. Okul seçme tarihleri yaklaşırken iyiden iyiye strese biniyor yaşantısı. Gizli gizli sigaraya başlıyor. Evden çıkıyor, akşamları geç geliyor. Babasıyla olan tüm konuşmaları tartışmaya ulaşıyor. Evde huzurunun kalmadığını düşünüyor.

Otobüsün ani freniyle, uyanıyor düşüncelerinden. Bu esnada boş koltukları fark edip oturmak için yürümeye başlıyor. Oturup camdan dışarıyı seyretmeye başlıyor. Araçlarının içinde sıkılıp beklemekte olan insanlara acıyor. Günlerini, saatlerini iyi geçirmek için saatlerce işkence çekmelerine anlam veremiyor. Haftasonu bari evlerinde otursalar, diye düşünüp çantasından kitabını çıkartıp okumaya başlıyor. Kadıköy’de arkadaşları bekliyor onu, gidip biraz içini dökme düşüncesinde. Arkadaşlarına babasınını anlayışsızlığını anlatacak. Mümkünse İstanbul dışında bir üniversiteye gitmek istediğinden bahsedecek. Arkadaşlarına sigara ısmarlayacak. Daha sonra kızlardan konuşmaya başlayıp zamanın nasıl geçtiğini anlamayacak. Eve dönmeye üşenecek ama bir yandan da ipler iyice gerilmesin, diye düşünüp evine geri dönecek.

Trafik o kadar berbat ki, yerinden kalkıp düğmeye basıyor. İlk durakta inme hissiyatı içerisinde. Kafasının içinde babasıyla kavga etmekten yorulmuş, sokaklarda yürüyerek kafasını dağıtma düşüncesinde. Otobüs duruyor, hızlanan yağmurun altında yürümeye başlıyor.

Kapüşonlu bir montu var ama kafasına çekmiyor kapüşonu, zaten biraz sonra da yağmur yavaşlıyor. Çantasından sigarasını çıkartıp acemice sigarasını yakmaya çalışıyor. Birkaç deneme sonucunda yakabiliyor. Günlerdir içmemenin özlemiyle sigarasından derin nefesler alıyor. Kafasını sağ tarafa çeviriyor, bir kadın ve bir erkek görüyor. Yanyana oturmuş, akmayan trafiğe bakıyorlar. Hemen başını çeviriyor, hızlıca yürümeye başlıyor. Çünkü bir mezarlığın önünden geçtiğini fark ediyor. Mezarlıklardan korkuyor. Bakmadan olabildiğince seri uzaklaşıyor oradan. 7


Mafsal İstavrozu Bulunur Ahmet Keskinkılıç Kelime bitti bir enkazın arkasından anlamsızca bakarak ağlamaktan imtina ediyoruz şimdi Allah seni inandırsın beni boşverebilir çünkü kelime bitti.

Önce bir besmelenin ilk hecesinde gibi çocukluğum öldü üzgünüm demenin abesle iştigal olduğu yerde saat beş buçuk falan akşam ezanını müteakip Allah bitti.

İki kola söylemiştik orada biri zero keşke yalnız bunun için intihar etseydim seni çünkü çırpınırken bir dip dalgasından kurtulmak için nefes bitti.

Önce iç organlarımdan bazıları yetmemeye başladı PSV Eindhoven yatırdı sonra oysa bir gol daha olsa o maçta o parayla sana Kürt Alevisi bir superhero action figure göz bebeklerimiz beşiğinde öldü sonra ninni bitti.

Dalından koparılmış bir süs biberi gibi romantik değilim kendimle çözüm sürecindeydim müzakere bitti. Bir köpeğe su vermiştik orada Kurtuluş Parkı bitti.

Sırf bazı kesimleri uzaklaştırmak için şiire gömdüğüm imgeler var şiir bitti.

Mesela ben çok değiştim normalde şiir bitti dizesiyle şiiri bitirir havalı bir çıkış yapardım ancak mana bitti.

8

Eskisi bitti gibi bitti hissetmiyorum bitti.


Herkese Yetecek Kadar Taşım Yok Ahmet Mücahit Bülbül sanırım ben artık dünyaya yakışmıyorum

bir virgülüm bile yok örneğin durup soluklanmaya uzun uzun anlatabileceğim uykularım

ya da öpülmeyi çağıracak kadar gür bir sesim

bugün bitki örtülerinizi düşündüm uzun uzun havlayıp duran ölüm isteğini koynumdaki ve ölen çocuk isimlerini birer birer anladım ki

bir tek ben değilim bu dünyaya yakışmayan (lütfen, inkâr edip suyu bulandırmayın) hepinizi tanıyorum

biliyorum mesela hanginizin kaç kuş vurduğunu

ya da kaçınızın bunca şeye rağmen öfkelenmediğini hayret ediyorum

çünkü ben daha bu sabah

sırf Uzak Doğu’da bir yerlerde bir kadın gelinliğiyle ağladı diye çıkıp iri yarı bir ölüm beğendim kendime Revandiz’den ben daha bu sabah azar işittim kalbimden sırf bu yüzden

vicdanını hırstan koru diyor bir adam

çünkü nasıl ki korursa yavrusunu bir fil ya da ispinoz

o şekil kalbimizi de sarıp onu pahalı bir renge boyayacak olan annelerimizin yüzyıllardır emzirdiği vicdandır herkese yetecek kadar taşım yok

varsa yoksa kanımı durduracak kadar kehribar

ama ölüm (âh ki ölüm! babamın en sevdiği türkü) o öyle bir taş ki

kendinden bir daha doğar durmadan hepimize yetmek için ve ağırdır kokusu da kütlesi gibi ama biraz daha zaman

birkaç gün belki birkaç yıl daha çünkü siz de biliyorsunuz

öyle kolay kapanmaz yaşamak için açtığımız parantez

9


İbrahim Fatih Külahçı Kasıkları yirmi dört saat açık olan kütüphane; tez yazan, evden kovulan, sevgilisiyle sevişmek isteyen öğrencileri, kâğıt toplayan evsizleri, -elbette her vardiyada uyuklamayı başarabilen güvenlik görevlilerini- ve kedileri en sıcak dokunuşlarıyla karşılardı. İzzet-ü ikramda kusur etmez, girişindeki otomatlara yerine göre, bir-iki lira atan herkes çay, kahve içebilir yahut ülkerçikolatalıgofret yiyebilirdi. Hatta vanilyalı kapuçino bile vardı. Fakat o her daim çay içer, bulursa da ucuzundan bir köpeköldüren. Dersi çoktan bitmiş olmasına rağmen okulda oyalanmış cebindeki iki paket Camel’dan biri bitmişti. Vezneciler’deki karakolun önünden hızlıca geçip merdivenlere yöneldi. Hava düne göre daha soğuktu. Kabanına iyice sarıldı. Kütüphanenin önüne vardığında çay almak için otomata yöneldi ama almadı. Üzerinde Sarıyer Belediyesi yazan banka oturup bir sigara yaktı. Sarıyer’den denize bakıyormuş gibi gözlerini kısıp cam kapıda, yırtılan bir afişten geriye kalan bir parça kâğıda ve bant parçalarına odaklanmıştı. Bant parçalarıyla arasına hangi kasıktan çıktığı belli olmayan, bundan bir ay önce ilk defa görüp âşık olmaya utandığı kızın yüzü giriverdi. Onun için yazdığı şiiri, en yakın arkadaşına temize çektirmiş ve iki hafta önce kızın eline tutuşturduğu gibi gerisin geri kaçıvermişti tek kelime etmeden. Tanrı’nın her yerde olduğunu bildiğinden kızın gözlerine bakıp içinden bu hazırlıksız yakalandığı karşılaşmaya sövgüler düzüyordu. Tanrı her şeyi işitirdi. İkisi arasındaki onlarca adımlık mesafe, kızın ayakları altında eziliyordu. Gözlerini çekip aldı, sigarasında sakladığı binlerce huzursuz nefes gibi. İstediği bu değildi. Öyle güzeldi ki; tanışmak dahi istemiyordu. Çok eskiden Arap şairlerin en sevdikleri şiirlerini Kâbe’ye astıkları gibi onun uzun simsiyah saçlarına asmak istiyordu şiirlerini. Onun her bakışında ebabiller, Ebrehe’yi unutup “Hisatsu!” diye haykırarak Kâbe’ye kamikaze dalışına geçiyordu. Araplar da dinden çıkardı. Kalkıp gitmeliydi. Gitmedi. Kız, bankın bir köşesine iliştikten sonra karşılıksız kalan selamını ortalıktan süpürebilmek için sordu: /a/

Daha o zamanlar şehirde yalın ayak koşulamayacağını bilmiyordum. Çocukluğumun bahçesi, içleri taş doldurulmuş bok çukurlarıyla çevriliydi. Bütün gün avare avare, tek bir otun bile bitmeye tenezzül etmediği taşlı arazide dolaşmak her şeyi unutmak ve hatırlamakla eşdeğerdi. İşten kaçardım. Kendi kendimin ırgatı olurdum. Babam kızardı. Galiba sekiz çocuğun en küçüğü ve tek erkeği olduğumdan kendimde işten kaçacak güç buluyordum. Mevsimlerin en sert bakışlarına keçi derisiyle yamanmış bir baraka altında maruz kalan bir çocuk kolay kolay ağlamıyor ve korkmuyordu. Aramızda iki yaş olduğunu düşündüğüm ablam benimle işten kaçmak istediğinde örüğünden tutar hızlıca ileri iterdim. Kızlar zayıftı. Oysa ben tek başıma babama bile karşı gelebiliyordum. Elbette bedeli olan dayağa katlanmak şartıyla. Hayat basitti. Bense küçük. /d/

Babam, mazot fıçısı yüklü eşeklerimizden birinin sınırda mayına basıp ölmediği zamanlar mutlu olurdu. Belki de bu yüzden eşeklerimizin hiç adı olmazdı. Eşek eşekti. Mazot kaçakçılığının, askerlere ne kadar avanta verirse versin, hep kârlı bir iş olduğunu söylerdi. İşte böyle mutlu olduğu bir akşam önüme mavi bir kart koydu. Bir babamda bir bende vardı. Kimliğimmiş. Üzerinde ne yazdığını okuyamıyordum. Zaten benim kim olduğumla ilgilenecek biri de yoktu. Kürt çocukları konuşmaya çalıştığım Kürtçe ile alay ederdi. Arapça sövüp kaçardım. Arkamdan taş atarlardı anlamadıkları küfürler için. Askerler geçerdi, Türkçe bir şeyler sorarlardı. Anlamazdım. Arapça sövüp kaçardım. Askerler taş atmazdı... Onlardan başka Türk görmediğimden bütün Türkleri üniformalı asker zannettiğim zamanlardı fakat çok uzun sürmedi.

/ı/

Bir kimliğe sahip olmanın okula gitmeyi gerektirdiğini bilseydim çükümü eşeklere yedirirdim. Ablalarım beni oldukça kıskanıyorlardı ki çoğu benimle konuşmuyordu bile. Annem zaten fazla konuşmazdı ama benim için sevindiğini görebiliyordum. Okula gideceğimi öğrendiğimde kıskançlıklarının yerini kızgınlık almıştı. Hâlbuki

10


ben avare avare dolaşmayı geçmiş ırgatlığa bile razı olacak haldeydim. Okul uzaktı. Uzaklara yürümekle uzak bir okula yürümek arasında çok fark vardı. Babam kafama vura vura tembihlemişti. Öğretmen, ismin ne, diye sorunca, İbrahim, diyecektim. Defalarca tekrarladı. Okulda uslu durup kavga etmeyecektim, okuldan kaçmayacaktım... Kaçarsam askerler beni hapse atıp bir daha çıkarmayacakmış. Babamın bu tehdidinden fazlasıyla korkmuştum. /n/

Sabah, annemin elime tutuşturduğu ve içinde kurşun kalem, silgi ve bir defterin bulunduğu siyah poşeti fırlatıp atasım vardı fakat babam yanımda tıpkı bir Türk gibi duruyordu. Yol boyunca akşam söylediklerini tekrarlıyordu. Sıkıldığımdan onu dinliyormuş gibi yapıyordum. Uzaktan okulu işaret etti. Askerlerin omzundaki kırmızı bayraktan okulun önünde de vardı. Açık olan dış kapıdan içeri girdim. İçeride üç kapı daha vardı. Kulak kabartıp sesin hangisinden geldiğini tahmin etmeye çalıştım ve birinde karar kılıp içeri girdim. Kapı zor ve gürültülü bir şekilde açıldı. Bütün yüzler bana çevrilmişti. Çeşitli yaşlarda bir oda dolusu çocuğu görünce olduğum yerde donakaldım. Üstelik kızlar da vardı. Eşekler saman yemeye devam etmeliydi. Kızların içinden biri bana baktıkça tuhaf bir şey hissediyordum. Simsiyah, uzun bir örüğü vardı. Gözleri... Onlara bakamıyordum uzun süre. Diğerlerinin gözlerine baktığımda bir şey olmuyordu. Dibime kadar gelen öğretmeni fark etmemiştim bile.

Bir an ki; sonsuz bir boşluk hissi...

/n/

“İbrahim.”

“Neden geç kaldın?”

“Ne-den geç kal-dın?”

“İbrahim.”

İlk defa o gün ağlamıştım. Canım yandığı için değil. O kızın önünde canım yandığı için. Birkaç kişi derdimi öğretmene anlatmaya çalıştıysa da öğretmen pek oralı olmadı. Sonradan öğrendim kalabalık aşiret çocuklarını dövmeye korktuğu için hıncını ırgat çocuklarından aldığını. Sessizce gösterdiği yere oturdum.

/e/

?

Sınıfın haylazları ve dayak yememe garantisine sahip olanlar için bir eğlenceydim. Kaçıp gitmek istiyordum. Askerler beni yakalardı. Yakalayamazsa da... Köşemde sessizce oturmaya karar verdim. Hiçbir şey anlamıyor olsam da dinledim. Kız, teneffüste yanıma gelip öğretmenin aslında iyi biri olduğunu söylemeye çalıştı. Sınıfta çat pat Arapça bilen tek çocuktu. Konuşamadım. Yere baktım. Biraz zaman sonra saçı diğer bütün erkek çocuklarından uzun olan sivri burunlu çocuk beni işaret ederek öğretmene hararetli hararetli bir şeyler anlatıyordu. Öğretmen kulağımdan tuttuğu gibi dışarı çıkarmıştı beni. Bütün sınıf da bizim peşimizden geliyordu. Dört çocuk ve o sivri burunlu, bir heykelin yanından bana bakıp gülüyorlardı. Gözlerine bakamadığım o kız, öğretmenin kulağımı tutmayan diğer eline yapışmış bir şeyler söylüyordu. Yüzüme baktı. Ölesiye utandım o an. Helanın kapısına vardığımızda öğretmen kulağımı bıraktı ve kıza benimle ilgili birkaç cümle kurdu. Kız yere bakarak tercüme etti. Ağzına kadar taş doldurulmuş hela çukurunun içindeki taşları tek tek çıkardım. Türkçeyi o gün öğrendim.

“Konuşmayı pek sevmiyorsun sanırım.”

11


Bir Yaz Gecesi Rüyası Ata Egemen Çakıl “gözlerin birer kılavuz yıldız sanki, sözlerin unutulmaz birer ezgi. öyle ki ekinler yeşerdiğinde bahar çiçeklerinde goncalar belirdiğinde, tarlakuşunu değil seni gözler çobanlar, senin sesini özler.” W. Shakespeare Seninle ilgili hayallerim şu yöndeydi tatlım;

Sana bahar çiçekleri ile donatılmış, lacivert bir entari alırdım giymen için. Evde giymen için, birlikte oturup televizyon izlerken mesela üstünde o olurdu. Kollarımın altına alırdım seni, başını göğsüme bastırırdım. Entariden sıyrılmış omuzuna ürkekçe bir öpücük kondururdum.

Aynı entari üstünde bir bahar pazarı pikniğe götürürdüm seni. Envai çeşit, renk renk kelebeklerin içinde, yere bir kilim serip yan yana oturmayı isterdim. Salata hazırlarken sana yardım etmeyi, sen soğanları doğrarken akan gözyaşlarından öpmeyi isterdim ve mutlaka bir küçük rakı almış olurdum yanımıza. Neşeli sohbetler eder, kahkahalarımızla evlenmiş, bir sürü çocukları olan diğer ailelerin kıskanmasını sağlardık. Sonra kır çiçeklerinin arasında, patika yoldan yürüyerek, el ele dağları dolaşırdık. Ben sana papatyalar toplardım, sen taç yapıp saçlarına takardın. Akşamüstü olduğunda bir keder çökerdi üzerimize. Kilime tekrar oturur, ben kucağına yatar başımı okşamanı beklerdim. Serin bir rüzgâr eserdi, sana bakarken içim ürperirdi. Korkardım, bir çiçek kadar narin ve kırılgan oluşuna dayanamazdım.

Sonra bir yaz günü yine yollara çıkar, seni köyümüze götürürdüm. Köylerdeki yaz düğünlerine giderdik, sevdiğimizden, düğün sahibini tanıdığımızdan da değil üstelik yazın akşam serinliğinde dışarı çıkmak için bir bahane olurdu işte. Sonra sizin köye giderdik. Ben babanla köy meydanındaki kahveye inerdim, sen anaannen yufka açarken yanında çömelip onu izlerdin. Sonra babanla ben, bakkaldan aldığımız envai çeşit erzak elimizde eve geri dönerdik. Kavak ağaçlarının arasında tahta bir masa bulup yemek hazırlanmasını beklerdik. Elektrik de olmazdı mesela. Gaz lambası yakardık masanın ortasına. Baban da kasaptan aldığı kıymayla köfte yaparken, ben mangalın başında olur mangalı yellerdim bulduğum bir faraş ile. Sen masada oturmuş, dokunmaya kıyamadığım ellerinle yine salata hazırlıyor olurdun, bir an başını kaldırır bana bakar, tatlı bir tebessümle gülerdin. Gülen gözlerine yerleşip, bir daha oradan çıkmamak isterdim. Sonra babanla ben karşılıklı rakı içer, sen de annenle köyde yapılan şaraplardan içerdin. Gecesinde bir yer yatağı hazırlamış olurdu annen ikimize. Ahşap kokan bir oda olurdu kesin, pencereyi aralardım biraz, içeri biraz yaz gecesi rüyası girsin diye. Sarılıp yatardık, sadece yatardık uyumak için. Çok tatlı bir yorgunluk olurdu üstümüzde, birbirimize sarılmış hâlde uyumanın tadını çıkarır, birbirimizi bitirmeye korkarcasına koklardık. Ben her nasılsa bir yolunu bulurdum para kazanmanın. Sen de bir şeyler yapardın, biz birbirimize yetiyor olurduk, bu da bizim için her şey demek olurdu. Ben sabahları biraz daha erken çıkardım ama akşamları biraz daha erken gelir, duşumu almış olup seni beklerdim. En azından salona bir yemek masası hazırlardım. Mutfakta da geçen gün yaptığın yemeklerden koymuş olurdum ocağa. Eve geldiğinin heyecanıyla kapıya koşar, kapıdan çantanı alır, ayakkabılarını çıkarıp içeri girmeni beklerdim. Sırtındaki ceketini çıkarmana yardım eder, vestiyere asardım. “Sen banyoya git, elini yüzü yıka gel, sofra hazır,” derdim. Sen salondaki yemek masasını görürdün, banyodan çıkmış kolların sıvalı haldeyken yanıma gelir kucağıma oturur, kollarını boynuma dolardın. Biz birbirimizi çok severdik. Sonra ileride bir sahil kasabasına taşınırdık kesinlikle. Belki bir-iki de çocuğumuz olurdu ama yine de

12


biz sadece bir aile olurduk. Başka kimse umurumuzda olmadan, mutlu olmanın kolay yolunu bulmuş, gözü başka heyecanlar aramayan insanlar olurduk.

Yazları çocukları da alıp, annemlerin yazlığına giderdik, Kuşadası’na. Ben öğlene kadar uyuduğum için kızardın bana, çocukların kahvaltısıyla uğraşırdın. Çocuklar bir şeyler yerken masada, sen salıncağa kurulur eline bir Sait Faik kitabı alırdın mutlaka. “Lüzumsuz Adam” kitabı olurdu bu. İçinde ben olurdum. Sonra sana bir öykü de ben yazmış olurdum. Heyecanla yanına gelip “bak hayatım sana ne yazdım,” derdim. Sait Faik’i bırakırdın, salıncağın biraz daha kenarına kayardın. Uzanıp, başımı dizlerine koyardım yine. Ayaklarım salıncağa sığmaz dışarı taşardı, bir yandan da boştaki ayağımla yere uzanıp salıncağı sallamaya çalışırdım. “Hadi sen oku!” derdin. “Sen oku, sen güzel okuyorsun.”

Sonra ben sana bu hikâyeyi okuyor olurdum. Çok beğenmesen de, beni sevdiğin için beğenirdin zaten. Öğlen uykusuna yatarım ben aynı salıncakta, siz de bir asma gölgesinin altında annemle kahve içip, fal bakardınız birbirinize. Ellerinde dondurma, oradan oraya koşturan çocuklarımıza bakardın ara sıra. Başında bir yazma, altında da bir çiçekli şalvar olurdu. Güzel görüneyim derdin hiç yoktu. Tek derdin bana güzel olmak, çocuklarına da annelik yapmaktan öte bir şey değildi. Öğleden sonra çocukları alır denize giderdik. Ben çocuklarla denizde oynar, sen şezlonga uzanmış, güneş gözlüklerini saçlarına takmış kitabına bakardın. Her ne olursa olsun, birbirimize hep aynı anda bakardık uzaklardan. Sanki tahmin ederdik birbirimize bakacağımızı, hiç şaşmazdı. Gözlerinin içine yerleşmek isterdim o anlarda, yerleşip orada yaşamak, orada yaşlanmak ve orada ölümsüzleşmek. Bazen kitaptan başını kaldırır “çocuklar hadi çıkın artık, başınıza güneş geçecek,” diye bağırırdın. Çocuklardan daha çok çocukluk etmeme kızardın, anlardım ve denizden çıkar büfeye giderdim. Çocuklara dondurma, bize birer bira alırdım. Sen çocuklara dondurma aldığım için kızardın, günde bir kereden fazla yemesinler isterdin, ben çocuklarım kadar çocuktum anlamazdım. Yanındaki şezlonga uzanır, açacak ile biranı açar sana uzatırdım. Ellerini tutmak isterdim çoğu zaman, özellikle de kalabalıklar içinde olurdu bu. Görsün isterdim insanlar, ne kadar şanslı olduğumuzu, birbirimizi ne kadar sevdiğimizi görsünler isterdim.

Yine bir yaz gecesi rüyası gibi biterdi akşamlar. Yazlık akşamları tadında, sarı bir ampulün altındaki masada komşular, sen, ben, biz, çocuklar bir de sarı ampulün başına üşüşen sivrisinekler. Elindeki sineklik ile sineklere ani saldırılar gerçekleştirerek, sivrisineklerin korkulu rüyası olan babam. Çayları tazelemeye giden annem, sonra mutfağa arkasından yardım için giden sen. Çocuklar da uyuduğunda, yine başbaşa kalırdık o salıncakta. Serin yaz gecesini iliklerimize kadar hissederek, birbirimize sarılır, yıldızlara bakardık. Sen yıldız kaysın isterdin dilek tutmak için, başın yorulurdu vazgeçerdin. Ben senin yerine bakardım hep gözümü ayırmadan, yıldız kaysın ben göreyim bütün dilek hakları senin olsun isterdim. Bütün bir ömür böyle sürmezdi elbette, birbirimizi sevmek bir yana, ben biraz dengesiz bir adam olurdum. Yaşlandıkça huysuzlaşır ve daha da çocuklaşırdım. Sen sanki benim de annem olduğunu hissetmeye başlardın, her gece başına ağrılar girerdi. Eski günleri hatırlayarak günleri geçiştirmeye çalışırdın. Ben işe yaramaz bir adam olurdum belki sonra, çocuklar üniversiteye başlardı. Başbaşa kalırdık, her gün kavg agürültü gırla giderdi. Sen belki kaçar babaevine dönerdin, sonar aklım başıma gelir, bir yaz gecesi yanına gelirdim köyüne. Seni almak için yanıma, en azından gelmesen de o yaz gecesi rüyalarını seninle geçirmek adına. Böyle olurdu, sonunda gelirdin tekrar yanıma. Sen yine soğan doğrardın mutfak masasında, ben karşına oturur bulmaca çözerdim. Başımı kaldırırdım bir an sana bakardım, sen bana bakardın yaşlı gözlerinle, gülerdin, gözyaşlarından öpmek isterdim. Sonra bana bir türkü söylerdin.

sallana sallana tu jiwe de hati aşkın ateşi lawo dile min keti söz vermiştin lawoçimanehati yabancın değilemdotmama te me ne dur im ne nez im cirana te me

13


Bu Mert Mert Mutlubay iç cebimden doğru iç cebimden düzelmez bir hayvanın mutlak yerleri dağdaki otun yarası dağın çekip gitmesi yıkılması ve yanılması ve saçının arasından bana uydurulması geleceğinin ve gelmeyecek yerinin düzenin; iktidar olan kelebeğin ilk fermanındaki kısalık zamanın uzanması sana doğru; göz bu! bakıyorsun görüyorum, elliyorum teninde ilk dokunulan kara parçasını uzayan bir hayvan bu adalesinde annesinin rahmi duruyor biliyorsun istiyorum, biliyorsun gülü dalından sırf senin ayakların için koparttım! hatırla beygirin tek sevmedi taş ayağının altında kırkı uzanmış bacaklarının bana değdiği soğuk yer belki de uzanmış ayakların bir yerlere değiyor bilmiyorum, burada yığılmış emek ordusu yığılmışın üzerine yığılmış desteği bozuk dünya ben ilk defa böyle bir cümleyi sana kuruyorum biliyorsun seni seviyorum yüzünden akan melek bu şimdi nerede yıkanır hangi çarşı yer değiştirmemiş olsun zamanından uzak bu neyin neye sapladığı gül bebeğim bahset ipin ipe düğüm olduğu melek kanatların var; L.A. uzakta bir yerde seninle kelebek fermanını okuyalım dünyayı uydurup tekrar başlayan bir filmin hangi kalp salonunda oynadığını tekrardan ağlayayım deneyelim bir rahim uzansın aramıza girmesin kırk titresin kasıklarında Atlas denen oğlanın dünya taşıyalım ben seni ayaklarından tutayım ilkin sen bana uydur en çıkmaz sokaklarını; dokunayım dokunduğum yer ekmeğin koktuğu ilk yer olsun BU SEFER HERKÜL DENEN ORGAN ZEUSUN AĞZINDA DURSUN! inelim tahtın kırık yerinin yarası değmesin bize hatırla sana bir kelebekle seviştiğimi anlatmıştım bana çok uzak gelen bir kelebekti o sayılar saymıştım, yere uzandım uzandığım yer senin ata benzeyen yerin oldu yalandım, bir kelebek hiç durmadan yaptı bunu yalandım bir kelebekle durmadan

14


Körler Tekkesi Miraç Ağca

I. bap

Nice gam yüklü şairlerin bad-ı sabâ diye terennüm ettiği, ılık ve okşayıcı rüzgâr yanaklarını yalayıp ince boynuna dolandığında gözlerini araladı. Tam dört gündür yoldaydı ve biliyordu ki yolun yarısını henüz kat etmişti. İstikamet belli ama yol meçhûl… İçinden öyle geçiyordu ki doğru yoldaydı, çünkü en iyi yol bilinmeyen yoldu ona göre. Bu sebeple revan olmuştu da vurmuştu kendini kervan geçmez dağların izleklerine. Kaybolmak Körler Tekkesi’ne ulaşmanın yegâne yoluydu. Ama önce Kör Derviş’i bulmak icap ediyor. Ama nasıl? Yürünecek ve kaybolunacak. O, bulurdu… Yani kaybolan, kaybolmuşu. Böyle düşünüyordu dört gündür. Bulunacak ve Körler Tekkesi’nde kendini arayacaktı.

Kurumuş ekmeğini, kayaları yararak arşa baş vermiş, sızım sızım sızlar gibi aheste akan bir kaynakta ıslatıp yemeye koyuldu. Sırtını verdiği kayanın ardındaki çalılıktan yükselen hışırtılar dikkatini çekmiş olacak aniden arkasını döndü. Buraya gelmeden, bu yolun ne çetrefilli, ne tehlikeli bir yol olduğunu işitmişti. Ürktü ki, ürküntüsü bedenini bir anda sardı. Titreyen gözlerine, kolları, bacakları hatta kafası dahi katıldı. Ne olaydı ki bu hışırtının sebebi, yoksa Rum’da cin, Fars’ta dev denen ters ayaklı ecinniler miydi, yoksa bir kurt mu? Kuş… Sadece minik bir serçe. Günlerdir daldan dala kirişinden ayrılmış başıbozuk oklar gibi atlayıp durmaktan bîtap düşmüş olacak, rızkını çalıların diplerinde arar olmuştu.

Ekmeğini bölüştü elbette serçeyle. Serçenin o ürkek kelâmına mana üzerine mana kazandıran bakışları yerini sevecen cıvıltılara bıraktı. Niyeyse uçtu gitti serçe. Minik kanatlarından yayılan ot kokusu etrafa birazdan gerçekleşecek olan rivâyeti haber verdi. Yağmur… Rivâyet odur ki; bir serçe yağmurun geleceğini hemen tahmin edebilir. Bir kısım mecnunlar, yağmurun geleceğinin Allah tarafından kulaklarına fısıldandığını bile söyler. Yağmur başladı ya, saklanacak bir yer aradı. Bulamadı. Bulamadığı gibi şiddetlendi yağmur. Heybesini, tekkeye girmek için vereceği bulgur ıslanıp da şişmesin diye koynuna sakladı. Az ileride, abullabut kayaların arasında bir çift fısıltılı gözü andıran, içinde kim bilir hangi hayvanatın bebelerini emzirdiği, ağzında hangi örümceğin ağ örüp rızk beklediği meçhul bir in fark etti. Yağmurun yağması, bu çorak arazide sığınacak bir kuytu bulması… Evliya mağrurluğunu hissetti, hakikatin ve noktanın merhametini.

Başını usulca mağaradan içeri soktuğu anda yağmur dindi. Hemen sonra arkasından gelen davudî sesle yüreği göğüs kafesinin içinde çığlıklar içinde kaldı sanki. Ürke ürke kafasını geriye doğru çevirdi. Gelmişti… Kör Derviş, gölgesine gölge katarcasına ona doğru yaklaştı ve elini uzattı.

“Sen misin?”

“Gidiyoruz.”

“Evet…”

Kör Derviş’in ardından revan oldu o da yola, o bitmeyen çileye doğru.

(Devamı 15. sayıda)

15


Akıl Yarılması Ezgi Polat Kocamın eski bir arkadaşı, gece misafirimiz olacak. Açıkçası ilk başta tereddüt ettim. Kocam uzun bir zaman önce, Ankara’yı ziyaret ettiğinden beri görmemiş onu. Yalnızca arada birkaç kısa telefon görüşmesi. Onunla ilgili bir sürü şey duymuştum ama hiç yüz yüze gelmemiştik. Adamın gelişi beni endişelendirdi açıkçası. Kim bir şizofrenle aynı evde kalmak ister ki. Onlara dair bilgim filmlerde gördüklerim ve kitaplarda okuduklarımla sınırlı. Bu bilgiler de bana çok iç açıcı gelmiyor. Çünkü gördüğüm kadarıyla her an ellerine bir balta alıp size saldırabilirler. İçinde bir şizofren olan gerilimsiz bir film izlememiştim şimdiye dek. Lütfen, dedi. Benim hatırım için bir güncük sabret. Neticede, Peki, dedim kocama, gelsin, ama yalnızca bir gün.

Üniversitede geçirdiği sinir krizlerinden sonra okulu bırakıp yüklü bir reçeteyle gerisingeri Ankara’ya dönmüş, ancak sevdiği kızın onu terk ettiğini, hatta başka bir adamla nişanlandığını öğrenince bu sefer de bir sürü hap yutarak intihar etmeye kalkmış. Ölememiş. Midesini yıkayıp evine gönderdikten sonra da durumu gitgide kötüleşmeye başlamış. Sonraları kocamın anlattığına göre; komşularının mit ajanı olduğunu, onu takip ettiklerini, evine dinleme cihazı yerleştirdiklerini sanıyor, halüsinasyonlar görüp olmayan sesler duyuyormuş o sıra. Uyanıkken gördüğü kâbuslar, sanrılar hızla çoğalıp birbirine girince tekrar hastaneye kaldırılmış ve bir süre orada kalmış. Taburcu olduğu gün elindeki reçetede altı tane ilaç ismi varmış. Her gün altı uyuşturucu, sakinleştirici ilaç. Düşünebiliyor musunuz? Korkmakta haksız sayılmam herhalde. Altı ilaç kullanacak kadar deliren birinin sorumluluğunu almak beni ürkütüyordu. Yaşadığı şeyleri düşününce, ona ve kendisinden yirmi yaş büyük kocası yıllar önce bir şey söylemeden Kazakistan’a gittiğinden, şizofren adamla tek başına başa çıkmaya çalışan zavallı anneciğine acıyordum. Bir çocuğunuz olduğunu düşünün, bir gün sizi arayıp şöyle diyor: Anne, az evvel mutfağa gelip çekmeceyi açtın ve bana ekmek bıçağını verdin. Sonra şöyle dedin: Oğlum, al bunu, korun onlardan, gelirlerse bunu kullan. Oysaki siz sabahın köründe evden çıkıp pazara gitmişsiniz ya da bir arkadaşınızı ziyarete. Ne olduğu çok önemli değil. Sonuç olarak evde değilsiniz. Korkunç bir şey bu. Kapımızı kilitlerim yatarken, dedim kocama. Klozetin sifonunu tamir etmeye çalışıyor. Ebeveyn banyosundaki klozetten bahsediyorum. Ortak banyodaki tuvaleti kullanmayacağım. Elindeki penseyi banyo dolabının üzerine bırakıp bana döndü.

Sen, dedi, çok meraklıydın böyle şeylere. Ne o, korktun mu yoksa? Bir yandan gülüyor. Meraklı olmak ayrı, aynı evde uyumak ayrı. Ya birden çıldırır kendine ya da bize zarar vermeye kalkarsa. Vermez, merak etme, dedi. Abartıyorsun. İlaçlarını içtikten sonra kimseye bir zararı yok. İlaçlarını içtiğini nereden biliyorsun, dedim. Annesi her ilaç saatinde arayıp hatırlatıyor. Umarım doğru ilaçları içiyordur, dedim. Umarım biz uyuduktan sonra mutfağa gidip kendini kesmez.

Ters ters baktı yüzüme. Kayarak uzaklaştım. Baş başa ortaklığımızın bize verdiği rahatlığa dayanarak salondaki koltuğun oraya buraya attığımız, yaslanmaktan yamulttuğumuz minderlerini düzeltip eski yerlerine yerleştirdim. Çayı demledim. Masanın üzerine birkaç çeşit kurabiye çıkardım. Şizofren adam için temiz çarşaflar çıkarıp, misafir odasındaki yatağını hazırladım.

Kocam yanıma geldi, işini bitirdiğini ve onu almaya gideceğini söyledi. Kendime bir çay koyup kitap okumaya başladım. Kocam onun aşk yüzünden delirdiğini söylüyordu. Babası da büyük etkendi. Kimse kimdi artık. Sonuç olarak delirmiş ve ömür boyu birtakım uyuşturucu haplara mahkûm olmuş. İçimden bir ses yarın akşam da bunun talep edileceğini ve benim kabul etmek zorunda kalacağımı söylüyor. Henüz bir sayfa bile okuyamamışken kapı çaldı. Kitabı bir köşeye bırakıp kapıyı açtım. Kocam kapı eşiğinde gülümsüyor. Aralık dudaklarının orta yerinde birikmiş tükürükle ve yüzündeki tuhaf ifadeyle, gözlerini üzerime dikmiş öylece kıpırdamadan duran şizofren adama bakakaldım. Boynundan dolanan bir ip kolormatik camlı gözlüğünün saplarına takılı. Henüz otuzlu yaşların başında olmasına rağmen saçları beyazlamış zavallının, iri yarı, omuzları çökkün, sırtı biraz kambur. Hantal bir görünümü var. İncelmiş ve yer yer ağarmış lacivert bir kot pantolon, eski siyah ayakkabılar, 16


kareli gömlek ve kahverengi keçe bir yelek giymiş. Tanrım. Keçe bir yelek! Bu devirde kim keçe bir yelek giyer ki? Ona doğru bir adım atıp hoş geldin demek için elini sıkacaktım ki karşımdaki adamın hiç tepkisiz duruşundan ürküp geri çekildim. Donuk bakışlarını üzerimde. Bocaladım. Moralim o an altüst oldu. Böyle bir adamla bütün bir gecenin nasıl geçeceği konusunda hiçbir fikrim yok. Kocam, Geç içeri geç, deyince, içeri girip ayakkabılarını çıkardı. Bense çoktan mutfağa gitmiş, çay bardaklarıyla oyalanarak kafamın içine üşüşen düşünceleri dağıtmaya çalışıyorum. Hiç konuşmadan bir sandalyeye oturdu. Çayları koyarken oldukça yavaş hareket ettim. Döndüğüm zaman ne diyeceğime dair bir fikrim yok. Üstelik o girer girmez içeriye çok tuhaf bir koku yayıldı. Her gün yıkansa da geçmeyecek, derisine işlemiş, belki de delilere özgü bir ten kokusu. İlk kez bir insanla kendi isteğim dışında iletişim kuramıyorum. Çayları masanın üzerine bırakıp şeker ister mi, diye sordum. Suratıma baktı, cevap vermiyor. Bir kez daha denedim şansımı. Tam o esnada kocam mutfağa girdi. Çaresizliğimi anlamış olacak, Beş, dedi. Beş tane küp şeker. Bunu düşünmek bile midemin bulanmasına yetti. Kocam, Tanıştınız mı Hasan’la, dedi. Ona anlamlı bir bakış attım. Güldü, rahattı, her zaman rahattır zaten. Sonra şizofren adama, Hoş geldin, dedim. Hoş bulduk, dedi kafa salladı. Bu tepki beni biraz olsun rahatlattı ama alt dudağının ortasında sürekli olarak sallanan tükürük canımı sıkıyor. Bu donukluğu, uyuşukluğu ilaçlardan elbet. Üzerindeki keçe yeleği sandalyesinin arkasına astı, pantolonunun cebinden birkaç kart çıkarıp masanın üzerine koydu. En üstte duran engelli kartını görünce şaşırdım. Şizofrenlerin engelli statüsüne girdiklerini bilmiyordum. Birden kocama döndü, Müzik var mı, diye sordu. Kocam da sehpanın üzerinde duran bilgisayarı açtı, ona çevirdi, İnternetten istediğini açabilirsin, dedi. Zır zır çalan telefonunu açıp mutfaktan çıktı, bizi onunla baş başa bıraktı. Sanırım o an son isteyeceğim şey buydu ve görüşmenin kısa sürmesi için resmen dua ettim. Niçin böyle tedirginim. Sonuçta kendi halinde bir adam. Ama zaten insanı tedirgin eden de bu değil mi? İlk açtığı şarkı hüzünlü bir türküydü sanırım. Hangisi olduğunu hatırlamıyorum. Neşet Ertaş olabilir. Arada şarkıya eşlik ediyor. Sesi, sizi ne zaman vuracağını bilmediğiniz bir tsunami dalgası gibi bir anda yükseliyor, sonra aniden bir mırıltıya dönüşüyor, bu gelgitler kuralsız ölçülerle ve eslerle devam ediyor. Onlarla ilgili duyduğum ilginç bir şeyi hatırladım: Söylenilene göre yalnızca şizofrenler kendini gıdıklayabilirmiş. Ona bütün saflığımla ve suratımdaki aptal gülümsemeyle böyle bir şeyin olup olmadığını sordum. Böyle dangalaklıklar yaparım. Duraksadı. Korkutucu bir duraksamaydı bu. Sanki her an kalkıp boğazımı sıkacak, beni yakalarımdan tutup bir sinek gibi havaya kaldıracak. Ah, aptal kadın, dedim kendi kendime, ona bir sirk palyaçosu gibi davranmanın âlemi var mı? Bilmiyorum, dedi. Sanırım bu duraksamalar o kadar korkulacak bir şey değil. Belki de, dedim içimden, o benden korkuyordur. Tıpkı hayvanlar gibi. Bir süre susup oturduk. Birkaç melankolik şarkı daha açtı. Onlara da eşlik etti. Müziğin sesi gitgide artmıştı. Hoparlörlerin ses düğmesini çevirip duruyordu. Kendini öyle kaptırmıştı ki bir şey söylemekten çekindim. Ama başım fena halde ağrımaya başladı. Kocamın uzun süreli yokluğuna kızmaya başladım. Kalkıp mutfak kapısından koridora başımı uzattım ama ona seslenemedim. Çünkü hâlâ telefonla konuşuyor. Sanırım işle ilgili bir durum. Çaresiz, sandalyeme geri döndüm.

Hadi bir şarkı söyle, dedi bana. Sesi çocuk gibi coşkulu. Nasıl yani, dedim. Bu durmadan değişen ruh hali karşısında ne yapacağımı şaşırıyorum. İstek parça alıyorum. Bir şarkı seç, dedi.

Bilmem ki, dedim. Aksi gibi aklıma bir tane şarkı gelmiyor. Gözlerini üzerime dikmiş, bir şarkı söylememi bekliyor. Sen seç kafana göre. Ne istersen onu çalabilirsin. Hiç aklıma gelmiyor, dedim. Israrcı, taktı bir kere. İstek parça alıyorum, deyip duruyor. Bir köpek tarafından çıkmaz sokağın duvarına kıstırılmış zavallı bir kediyim o an. Köpek oyun oynamak istiyor bense bir arabanın sıcak egzozunun altında yatıp uyumak. Oynamazsam vahşileşecek gibi. Kendime lanet okudum. Müzik bilgim de oldukça iyidir üstelik. Söylemem gereken yalnızca bir isim. Çoğu şarkıyı ezbere bilirim ama yok işte gelmiyor. Böyle zamanlarda hiç gelmez zaten.

Neyse ki biraz daha ısrar ettikten sonra kabullendi ve bir şarkı açtı. Şarkıyı duyunca, keşke ben seçseydim, dedim içimden. Tekerlemeyi andıran bir İsrail halk türküsü. Söyleyenin sesi de türkünün melodisi de oldukça acıklı; buna ek olarak, paralelde sürekli içli içli ağlayan oyuncu kadının varlığı, şarkının hissettirdiği acıyı ikiye katlıyor, insanın içini tümden karartıyor. Bir İsrailli, bir Filistinli, bir de Amerikalı kadının yol hikâyesinin işlendiği bir filmin ilk sahnesi bu. Fıkra gibi. Sesini sonuna kadar açtı. Gözlerini dikmiş klipte ağlayıp duran ünlü oyuncuya bakıyor. Bilgisayarı alıp pencereden fırlatmak geldi içimden. Yaklaşık altı dakika boyunca ağlama sesi eşliğinde acıklı türküyü dinledik. Klipteki altyazılara dikkatle baktım. Yanlış hatırlamıyorsam sözleri aşağı yukarı şöyle bir şeydi: 17


“düzenbaz kedi yattı pusuya zıplayıp yuttu kuzuyu bir lokmada sonra köpek boğdu babamın aldığı kuzuyu yiyen kediyi babam sadece iki paraya almıştı onu bana kuzucuk! ah kuzucuk!”

Şarkı bitince kocam yanımıza geldi. O içeriye girer girmez rahatlayıverdim. Bu kez ona, İstek parça alıyorum, bir şarkı seç, demeye başladı. Kocam ilk başta, Ne bileyim lan ben, aç içte bir şeyler, dedi. Ona da ısrar etti. Kocam bana bakıp gülüyor. En sonunda Mozart’ın Haffner Senfonisini açtı. Fakat şizofren adam bunu pek beğenmemiş olacak, bir süre sonra kapattı. Kocam onu şarkılardan koparmak için hemen araya girdi ve şöyle dedi bana: Hasan da bir şeyler karalıyormuş. Görmek ister misin? Sakinliğe ve yalnızlığa alışkın ruhum kısa bir süre içinde yıpratılmıştı. Hiçbir şey yapmadığım halde yorgun hissediyorum ve yazdıklarını gerçekten görmek istemiyorum. Ama ne diyebilirim ki. Aaa öyle mi? Ne yazıyorsun, dedim. Hemen bilgisayarı önüne çekip mailine girdi ve bir dosya indirdi. Dosyayı açıp bana çevirdi. Şükürler olsun bir sayfalık bir şeydi. Aşkla ilgili bir şeyler. Çok kötü olduğu söylenemez ama fazla coşkulu ve abartılı. Şu amatörce yazılmış, birine hitaben aşk dolu haykırışların, iç döküşlerin olduğu şeylerden. Yani ona benzer bir şey. Okuduktan sonra arkama yaslanıp derin bir nefes aldım. Nasıl, der gibi yüzüme bakıyor. İyi, dedim, güzel yazmışsın, zamanla daha iyi olur. Hoşuna gidecek birkaç öneri verdim. Pür dikkat dinledi beni. Âşık mısın, dedim gülümseyerek. Sorma, dedi. Gözlerini yere dikip bir süre öyle kaldı. Karışmasam ölürüm sanki. Elime geçen her şeyi düzeltmek mecburi görevimmiş gibi. Kim bu kız, dedim. Yüzüme baktı. Durumun mantıksızlığının farkında mı bilmiyorum. Baya eski mevzu, dedi. Konuyu kendisi açtığı için bir anlık cesaretle, Şu evli olan mı, dedim, çocuğu olan. Burnundan soluyarak başını evet anlamında salladı. Deli misin, dedim, evlenmiş gitmiş kız. Ne diye hâlâ onu düşünüyorsun. Başka kız mı yok. Bırak artık.

Politikacıların işlerine gelmeyen bir şey duydukları zaman verdikleri ani, agresif tepkiler gibi ellerini masaya vurdu ve Ben, dedi, vazgeçmek için sevmedim onu. Ölsem de bırakmam peşini. Bu arabesk romantizmleri hiçbir zaman sevmemiş olsam da o an ona acıdım. Evet, gerçekten acıdım. O kız orada belki de üçüncü, dördüncü çocuklarını doğururken, bu şizofren adam orada burada masaları yumruklayacak. Onu ikna etmenin mümkün olmadığını anladım ve hemen konuyu değiştirdim.

Neler yapıyorsun, günlerin nasıl geçiyor? Hiç, dedi. Çalışıyor musun bir yerlerde, dedim Yok, dedi. Zor. Niçin zor olsun, dedim, bir şeyler yapabilirsin bence. Çalışmak değil zor olan. Yapabileceğim bir sürü şey var aslında ama… Başını öne eğdi. Anladım, dedim. Valizinde boş yer var mı?

Güldü.

Suratıma baktı, bir şey söylemedi. Kalkıp kitaplığa gittim. Birkaç kitapla yanlarına geri döndüm. Al, dedim, bunlar senin. Eğer yazmak istiyorsan önce bol bol okumalısın. Kafana takma, yazarların çoğu normal değildir.

18

Tuhaf bir akşamdı. Kapımı kilitlemeden yattım. Sabah uyandığımda ikisi de gitmişti. Ev bomboştu.


dosya andrey tarkovski ve ล iirsel sinema

Gรถrsel: www.pixgood.com

[20 - 36]

19


(Tarkovski’de Edebiyat ve Sinema İlişkisi Üzerine) Mehmet Arat YM Dergi Genel Yayın Yönetmeni Devran Bostancıoğlu’nun, derginin “Tarkovski ve Edebiyat ile Sinema Bağlantısı” temalı sayısı için bir inceleme yazmamı isteyen mesajını görünce doğrusu çok sevindim. Edebiyatın ve sinemanın, çoğu kez zamanın acımasız sınırlayıcılığının tutsağı olup yapmak istediklerime yetişemediğim için çaresiz kalsam da, yaşamımda anlatılması zor önemde bir yeri var. Tarkovski’nin düşüncelerinin ve yaklaşımlarının evrene bakışımda, belki en az Carl Sagan kadar, önemli etkileri olduğunu söyleyebilirim. Sanırım bu yüzden, Tarkovski için özel bir sayı düşünülmüş olması paylaşma duygusunun güzelliğini getirdi. Şiir yaşamdır, akıllarımızın akıl almaz oyunlarıyla kaynayıp evrene akan, başkalarına ulaştıkça farklı biçimlerde yeniden üretilip geri yansıyan bir ışıktır. Sonsuz yalnızlığımızda aynı pırıltıları benzer biçimlerde birlikte görebilmek bu yüzden mutluluk verir. Tarkovski’den edebiyat, sinema ve yaşamla ilgili bazı notlar iletmeden önce sözünü etmek istediğim iki konu var. Birincisi, müzik ve yaşam ilişkisi. Şiiri de, notalar yerine sözcüklerle ve seslerle yaşatarak anlatan ezgiler olarak düşünüp geniş bir müzik kavramının içinde değerlendirebiliriz. Şair Arseniy Tarkovsky’nin oğlu olması ve küçük yaştan başlayarak müzik eğitimi alması, Andrey Tarkovski’nin yaşama, sanata, sinemaya, edebiyata, dünyaya, evrene bakışını çok etkilemiş. Şiir ve müzik yaşamın evrene ulaşan yollarına, basamakları tırmandıkça dikleşen merdivenlerden çıkarak ulaşmaya çalışırlar. Gerçeğin daha bütün, daha dolaysız kavranmasını sağlarlar. Bu durum, şiirin ve müziğin dilleriyle düşünen, sorgulayan, yanıtlar arayan, kendini ve tüm insanlığı anlamak ve anlatmak isteyen sanatçıların yaşamını çok zorlaştırır. Belki bu yüzden çok yoğun yaşar, ama pek de çok yaşayamaz şiir ve müzik insanları. İkincisi, Tarkovski’nin filmleri için başarılı edebiyat örneklerini seçmemesi, bir anlamda iyi sinema için kötü edebiyat gerektiğini söylemesi, sanatsal kusursuzluğa yaklaşmış bir edebiyat yapıtının sinema için, sanıldığının tersine, iyi bir kaynak olamaması. Luis Bunuel de “Gündüz Güzeli” filmi için temel aldığı Joseph Kessel’in romanını başarılı bulmamış. (1)

20

Tarkovski, Bunuel dışında Bergman, Bresson, Kurosawa, Antonioni ve Fellini gibi kendine yakın gördüğü diğer yönetmenlerden de söz ediyor. “Ingmar Bergman’ın Persona’sını birçok kez, ama her zaman farklı bir bakışla seyrettim. Otantik bir sanat eseri olması nedeniyle bu film, seyircisine her seferinde bu filmin dünyasıyla kişisel, yeni bir ilişki kurma, bu filmi her seferinde yeniden yorumlama fırsatını vermektedir.” diyor. (2) Devran Bostancıoğlu bir yazısında Ingmar Bergman’a sorulan bir soruyu ve İsveçli yönetmenin verdiği yanıtı aktarmış: “Gidişat kötü. Dünya nasıl kurtarılacak?” / “Utanç… Dünyayı bir tek utanç kurtarabilir.” Yazısını Bergman’ın Persona filminden bir alıntıyla bitirmiş: “Ama gerçek inatçıdır. Saklandığın yer su geçirmez değildir. Yaşam dışarıdan sızar içeri. Ve tepki vermek zorunda kalırsın…” (3)

Sanırım sözü, mühürlenmiş zamanının peşinde yaptığım yolculuklara (4, 5, 6) kaynaklık eden ve sanatın tüm alanları için de önemli ipuçları verebilecek düşünceleriyle Tarkovski’ye bırakmanın zamanıdır. “Sinemada beni çeken, alışılmamış şiirsel bağlantılar, şiirselliğin mantığıdır. Kanımca bu, bütün diğer sanatlar içinde en gerçekçisi ve en şiirseli olan sinemanın olanaklarına da çok uygun düşmektedir.”

Gerçeğin nerede başlayıp bittiğini görüp anlatmak zordur. Edebiyat ve sinema gerçekle özel bir bağ kurabildikleri için ilişkilidirler. Biri gerçek görüntüler ve zamana, diğeri soyutlanmış sözcükler ve anlamlara dayandığı için farklıdırlar. Tarkovski sinemanın malzemesini, “Bir sanat olarak filmin temel taşı, olgusal biçimleri ve görüntüleri içinde kaydedilmiş zamandır.” diyerek tanımlıyor.

Çizim: Hasan Hüseyin Nas

Şiirsiz Yaşam


“Bir senaryoda, edebiyat ya da düzyazı olma iddiasını taşıyan en ufak bir nokta bile filmin oluşturulma süreci içinde kararlı ve tutarlı bir biçimde ayıklanmalı ve yeniden işlenmelidir. Edebiyat, sinema sanatı içinde eritilmelidir.”

“Bir zamanlar Goethe, zekice bir cevap almanın şartı, zekice bir soru yöneltmekten geçer demişti. Sanatçı ile seyirci arasında gerçek bir iletişim de ancak iki taraf da aynı kavrayış düzeyine sahipse gerçekleşir.” “Edebiyatla boy ölçüşemeyecek kadar genç olan sinema, çağının sorunlarının bilincinde olduğunu kanıtlamıştır, hâlâ da kanıtlamaya devam etmektedir. Sinema sanatının, dünya edebiyatının başyapıtlarının yaratıcılarıyla gerçekten boy ölçüşebilecek kişilikler ortaya çıkartıp çıkartmadığı konusu ise tartışmaya açıktır.” “Sinema sanatı, henüz kendi dilini aramayı sürdürüyor, zaman zaman bu dilin yakınlarında gezinip duruyor, ama o kadar... Özgün bir sinema dili sorunu bugüne kadar henüz çözümlenemedi.” “Hermann Hesse’in şu hüzün dolu sözlerini hatırlayalım: Şair olmak yapılmaya izin verilen, olmaya ise izin verilmeyen şeydir.”

“Şiir benim için bir dünya görüşü, hakikatle ilişkimin özel bir biçimidir. Bu açıdan bakıldığında, şiir, insanlara bütün yaşamı boyunca eşlik eden bir felsefeye dönüşür.”

Tolstoy’un Savaş ve Barış romanını Tarkovski’ye okuması için ilk kez annesi vermiş, Tolstoy’un anlatımındaki bazı inceliklere dikkat çekmek için uzun yıllar ona kitaptan pasajlar okumuş, kitap Tarkovski için bir tür sanat okulu, estetik beğeninin ve sanatsal derinliğin bir ölçütü olmuş.

Tarkovski, “Bir dâhi, bir eserinde mutlak bir kusursuzluğa erişmesiyle değil kendine olan mutlak sadakatiyle, kendi ihtiraslarını ele alışındaki tutarlılıkla yerini sağlamlaştırır.” diyor. Tarkovski yaşama bir şiir gibi bakıyor, şiir diliyle, bilinen bilinmeyen, olan olmayan kuralları, duyguları, özlemleri, coşkuları, umutları düş kırıklıklarıyla, başka bir boyutta, zamanın sözcükler gibi boşlukta uçan görüntüleriyle konuşuyor. Şiirle düşünüyor, görüyor, anlıyor, anlatıyor, soruyor, yaşıyor, yaşatıyor.

Ama Tarkovski’nin gördüğü gelecekle bugün, anlayıp ulaşabildiği güzelliklerle çağında tanık olduğu acılar, dayanılması zor bir karşıtlık yaratıyor, tüketiyor, eritiyor. Düşünceleri zamanın ışıklı renksiz şiirleri olup filmlerine giriyor, içinde dayanılmaz bir ayrılık acısı büyüyor, evrene kattıkları yaratıcısını eksiltiyor. Kendi yaşamı bir şiir olamayan Tarkovski, evrenin şiirlerini zamandan damıttığı siyah ve beyaz arasında dağılmış izlerle yazıyor. Ingmar Bergman, Tarkovski’nin ona göre en büyük yönetmen olduğunu söylemiş. Yaşamı bir yansıma, yaşamı bir düş olarak yakaladıkça sinemanın gerçeğine dönüşen yeni bir dili bulmuş Tarkovski’nin. (7)

İnsan etkinliğinin sürdüğü tüm alanlar birbirine bağlıdır. Edebiyat ve sinema kadar, sanatın diğer alanları, hatta kuantum fiziği, astrobiyoloji, ekonomi, politika, tüm bilim ve uygulama dalları ilişkilidir. Bu ilişkinin temelinde de yaşam vardır. Tüm etkinliklerimiz, yaşamı seçebildiğimiz sürece, onun üzerinde yeşerip büyür, biçimlenir.

Dünyaya egemen olanlar yaşam kadar şiire de uzak ve düşman oldukları için, geçmişi ve geleceğiyle dünyayı, tüm evreni büyük ve yazılmamış bir şiir gibi görebilenler, bu kusursuzlukla gerçek arasındaki uçurumla yaralanıyorlar. Kendileri şiir olup ışıklarını herkese gönderirken, dayanılmaz bir ayrılığın nostaljisiyle eriyorlar. Devran Bostancıoğlu’na yazının başında sözünü ettiğim mutluluğu yaşattığı için teşekkür ediyorum. Küçük seslerle yayılıp milyarlarca yalnızın ışıklı düşünceleriyle parlayacak yıldızların, dünyadaki karanlığı aydınlatmasını, yaşama sıcak renkler katmasını diliyorum.

1. Mehmet Arat, Belle de Jour: Gündüz Güzelinin Gece Düşleri, SanatLog 2. Mehmet Arat, Kitap Arkası: Mühürlenmiş Zaman, kitapdili.blogspot.com 3. Devran Bostancıoğlu, Hassas Noktalar 6, ymdergi.com 4. Mehmet Arat, Recep İvedik ve Nuri Bilge Ceylan Filmlerinde Tarkovski Etkisi, SanatLog 5. Mehmet Arat, Recep Nuri Tarkovski, Milliyet Blog 6. Mehmet Arat, Recep Nuri Tarkovski’nin Seçimleri, Radikal Blog 7. Andrei Tarkovsky, http://andrei-tarkovsky.com/bio.html

21

Görsel: http://www.esgiz.com

Şiirin nerede bitip yaşamın başladığını, sinemanın gerçekten ne zaman soyutlandığını görebilmek de çoğu kez hiç kolay değildir. Tarkovski “Bir senaryo ne kadar filmselse, edebi başarı sağlama umudu o kadar azdır.” diyor. Sinemanın edebiyattan bağımsız olarak kendi şiir dilini geliştirmesinin önemini belirtiyor:


“Şiir gerçekliği değiştirmez. Yaratır.” ANDREY TARKOVSKI Sayın Tarkovski, sizce sinema zor bir dönemden mi geçiyor, sessiz sinemadan sesli sinemaya geçişte olduğu kadar zor bir dönemden? Tabii ki. Sinemanın, sesli filmlerin başlangıcına damgasını vuran dönemden çok daha zor ve eleştirel bir dönemden geçtiğini söyleyebilirim. Nasıl başa çıkacağımızı pek bilemediğim bir dönem bu. Olanlar, yeni teknolojilerin kullanılmasıyla olmadı, ekonomik baskılar ve saikler yüzünden böyle oldu, orası kesin. Mesele şu ki, aslında sinema bugün büyük yapımcıların elinde. Amerikalı yapımcıların. Bu yapımcılar da esasen piyasaya videokaset sürmekle ilgileniyorlar. Halkın, daha zekileşmiş, sonuçta daha fazlasını talep eden geniş bir kesiminin zevklerini tatmin etmeye çalışmak yerine, hiç olmadığı kadar yüksek karlar elde etmek istiyorlar. Burada büyük işlerden bahsediyoruz. Hikâye bu. Sanatsal nitelik adına bile olsa parçalaması ya da yavaşlatması çok zor olan bir mekanizmadan. Ulusal sinema dili gibi bir şey var mı sizce? Yoksa İsveçli bir yönetmenin Kanadalı ya da Rus bir yönetmenle aynı sinema diline, aynı tekniğe sahip olabileceği söylenebilir mi? Sinema bir sanatsa eğer, doğal olarak ulusal bir dili vardır. Sanat ulusal olmaktan kaçamaz. Sözün kısası, Rus sineması Rustur, İtalyan sineması da İtalyandır. 1976’da sahnede Hamlet’i yönettiniz ve muazzam bir başarı kazandınız. Sahnede yönetmenlik yapmakla film yönetmek çok farklı mı birbirinden?

22

Tiyatro ile sinema iki farklı sanat formu. İki farklı meslek. Örneğin bir tiyatro gösterisi gerçekleştirebilmek için elinizde bir tiyatro olacak, burada kumpanyayı eğitecek ve oyuncularınızı hazırlayacaksınız. Ama öyle görünüyor ki, bu her zaman mümkün olmuyor. Gelgelelim, eylemin gerçekleştiği yer konusundaki farklılığın dışında, tiyatroda yapabildiğiniz şeyi sinemacia yapamazsınız ve bunun tersi de geçerlidir. Ama bence bütün sanat formları, farklı olsalar bile nihayetinde eşdeğerdir. Aynı değerde ve ağırlıktadırlar, gerçeklik üzerinde aynı etkiye sahiptirler. Sinemanın katılıyor musunuz?

tiyatroyu

gölgelediği

görüşüne

Hayır, buna inanmıyorum. İkisi, iki farklı şey, daha önce de söylediğim gibi, birbirinden tümüyle farklı iki form. Beyazperde için film çekerken, televizyon için film çekerken olduğundan farklı yaptığınız şeyler ne?

Film çekerken, beyazperde için mi yoksa televizyon için mi çektiğinizin daima bilincinde olmalısınız. Çünkü seyircilerin algı modu, karanlık, kalabalık bir salona gömülmüş olmalarına ya da evde, ellerinde uzaktan kumanda, dikkat dağıtması muhtemel sonsuz sayıda şeyin ortasında yalnız oturuyor olmalarına dayalı olarak tümüyle değişecektir. Dahası, sinemaya gitmek iradi bir eylemdir. Televizyonda bir film seyretmekse her zaman öyle değildir. Genelde televizyonda gördüğünüz görüntü ya sizi üzer ya da ona tahammül edersiniz, alttan alta hareket eden bir görüntüdür, insanların zevklerini bile değiştirir. Çok fazla film seyretmenin, birçok televizyon seyircisi için söz konusu olabileceği gibi, hayal dünyasına doğru tehlikeli bir kaçış başlattığına katılıyor musunuz siz de?

Televizyonun, seyredenlerin psikolojisi üzerinde kesinlikle güçlü bir etkisi var. Zevkleri de değiştirebileceği kanaatindeyim. Ama seyircileri gerçeklikle bağlantılarını kaybedebilecekleri bir noktaya sürükleyebileceğini ya da o


derece değiştirebileceğini sanmıyorum.

Bir iletişim ortamı olarak televizyon, halkın zevklerini nasıl değiştiriyor? Halk sürekli televizyon seyretmeye başladığından bu yana, sinemaya başka bir havayla gidiyor. Sinemaya artık yalnızca kafasını dağıtmak ya da eğlence için gitmiyor. Görmeye değer bir şey, tümüyle yeni bir şey görmek için gidiyor.

Televizyon sinemadan ne aldı? Ona ne verdi?

Televizyon sinemadan bir şey almış değil. Tam tersine, ben televizyonun sinema üzerindeki etkisinin, sinemanın televizyon üzerindeki etkisinden çok daha büyük olduğunu düşünüyorum, sinemayı daha yüksek nitelik aramaya zorluyor. Ayrıca, televizyon gerçekten de onsuz yapamayacağımız bir bilgilenme aracı. Yayınladığı haberlerin müthiş büyük bir bölümü genelde yüzeysel olsa da, yalnızca insanların kafasını karıştırmaya yarasa da, televizyon vazgeçilmez bir hâl aldı. Bir vakitler sinemanın kitleler adına bir ideolojik eğitim aracı olduğunu söylemişsiniz. Hala inanıyor musunuz buna?

Tabii ki. Düşüncemi değiştirmiş değilim. Bilakis, buna sadece sinemanın değil bütün sanat formlarının geleceğin organik insanını şekillendirmeyi amaç edinmesi gerektiğini eklemek isterim. Sizin sinemanız ‘şiirsel sinema’ tanımlanıyor, bu tanıma katılıyor musunuz?

olarak

Eleştirmenler benim bir şair olduğumu söylüyorlar. Her sanat formu şiir olabilir. Bütün büyük müzisyenler, yazarlar ve ressamlar aynı zamanda büyük birer şairdiler.

Sizce şiir, güzelliğin güzellik adına ifadesi midir? Yoksa gerçeklikle yüzleşmenin ve onu değiştirmenin bir aracı mı?

Şiir gerçekliği değiştirmez. Yaratır.

Sanatın iktidar olmaksızın ya da iktidarın sanat olmaksızın daha kolay var olabileceği görüşüne katılıyor musunuz? Sanat sanatçılardır.

iktidarla

yapılmaz.

Sanatı

yapan

Sizce sinemanın kendine has gücü nereden geliyor? Diğer bütün sanat formlarının aksine, sinema zamanın akışını yakalayıp tutabiliyor, onu durdurabiliyor, neredeyse sonsuza dek ona sahip olabiliyor. Sinemanın, zaman heykeltıraşlığı olduğunu söyleyebilirim.

Fellini sinema için, “Bir ayna, bir pencere, hayal etmeyi sürdürmenin, kendi içine bakmanın bir yolu,” demişti. Sizce sinema nedir? Neyi ifade eder?

Görsel: Offret, 1986

Bu konuda Fellini’ye katılmıyorum. Sinema, hayal etmeyi sürdürmenin bir yolu değildir. Ayrıca, gerçekliği olduğu gibi yansıtmamızı sağlayan ya da onu bozmamızı ve grotesk bir görüntü yansıtmamızı sağlayan bir sanat da değildir. Bence sinema yeni bir evren yaratmanın, gizli harikalarını keşfetsinler diye başkalarına da gösterdiğimiz büyüleyici bir dünya yaratmanın özgün bir yoludur. ‘Bu Tarkovski’nin filmi’ sözü, ne kadar adil olabilir? Böyle bir atıf yapmak söz konusu olduğunda oyunculardan, senaristlerden, kameramanlardan, diğerlerinden de bahsetmemiz gerekiyor mu? Kuşkusuz bir filmde yalnızca yönetmen ya da oyuncular çalışmıyor. Bir film yüzde yüz yönetmenine ait olmaz. Oyuncuların da değildir. Yapımına katılmış herkesindir. Andrey Rublev’in gösterimi Sovyetler Birliği’nde neden o kadar ertelendi?

Bunun sebebini ben de bilmiyorum. Fakat umurumda da değil. Başta filmi Cannes Film Festivali’nde gösterime sokmaya karar verdiklerini, sonra da birden fikirlerini değiştirdiklerini biliyorum. Filme el kondu. Mutlaka bir şey oldu, gerçekten de açıklayamayacağım bir şey. Sizce SSCB’de yönetmenlik yapmakla, Batı’da yönetmenlik yapmak arasında bir fark var mı?

Bu konuda beni korkutanlar oldu. Bana Batı’da çalışmanın çok zor olduğunu anlattılar. Oysa arada büyük bir

23


farklılık görmüyorum. Hatta bence tam tersi. Kuşkusuz burada her gün kendi kendinizle yarışıyormuş gibisiniz, film yapacak olduğunuzda hemen kaç para gerekeceğini düşünüyorsunuz. Şunu söylemeliyim, SSCB’de böyle bir şey olmuyor.

Bu filmde sanatçı yalnızca kitlelerin sözcüsü. Kitlelerin düşüncelerini, kitlelerin sürekli, karmaşık biçimde algıladığı, bir araya getiremediği ya da ifade edemediği fikirleri ifade ediyor. Filmlerinizde kamera genellikle suyun, ateşin, karın, atların üzerinde duruyor. Neden? Acaba bu unsurlar sembolik olarak mı kullanılıyor? Hayır, sembol değiller. İçinde yaşadığımız doğanın tezahürü onlar.

Peki, Andrey Rublev’in sonunda ikonanın üzerinden akan suyun anlamı ne? Bunu açıklarnam zor. Orada su kullandım, çünkü canlı, hayat dolu bir madde, sürekli biçim değiştiren, sürekli hareket eden bir madde. Çok sinematografik bir unsur. Bunun üzerinden, zamanın geçişi fikrini ifade etmeye çalıştım. Zamanın hareketini.

Bazıları Solaris’in İtalyanca dublajı yapılırken ciddi biçimde değiştirildiğini söylüyor. İtalyanca versiyonunda, filmim resmen mahvedilmiş. Montaj değiştirilmiş. Dacia Maraini’nin işi. Pasolini’nin ne kadar payı var, bilemiyorum. Fakat tam bir barbarlık. Başka birçok şeyin yanı sıra, insanlar bu filmde lehçeyle konuşuyorlar. Canavarca. Felaket. Kariyerinizde koyuyorsunuz?

Nostalghia’yı

nereye

Nostalghia benim açımdan çok önemli bir film oldu. Kendimi tam anlamıyla ifade edebildim. Şunu da söylemeliyim ki, sinemanın ruhun algılanamaz hallerini bile temsil edebilecek büyük bir sanat formu olduğu fikrim teyit edildi.

Kısa süre önce, insanın yapabileceği en büyük şeylerin sessizlikte ya da yalnızlıkta doğduğunu söylemiştiniz. Bir film tümüyle başka bir biçimde doğuyor. Sinemada büyük şeyler yapmanın imkansız olduğu anlamına mı geliyor bu? Filmler de sessizlikte ve yalnızlıkta doğar. Film, yönetmenin onu ilk düşündüğü anda şekillenmeye başlar.

Hangi İtalyan yönetmenleri seviyorsunuz?

Antonioni, Fellini, Olmi. Taviani kardeşler ve diğerleri. Hepsi de hayat dolu. Bellocchio...

24

Bu yıl Cannes Film Festivali’nin havasını nasıl buldunuz? Cannes’da bu yıl çok fena şeyler oldu. Ben yalnızca nostaljiyle, melankoliyle ilgili bir film yaptım. Bondarçuk’un, Sovyet jüri üyesinin filmimi kabul etmemesi, kendi payıma yutması zor bir lokma oldu. Onun dışında herkes beğendi. Kendimi ağır bir saldırıya uğramış hissediyorum, Sovyet liderlerinin böyle vatansever bir filmle ilgili olarak böyle bir görüşün baskın çıkmasına göz yummalarına da şaştım.

En çok hangi filminizi seviyorsunuz?

Bütün filmlerimi seviyorum. Bu soruyu nasıl cevaplayacağımı bilmiyorum. Herhalde kendime en yakın bulduğum, Nostalghia. Son filmim. Onda kendimi buluyorum. Hangi duygular en iyi biçimde, sinemayla ifade edilebilir?

Bütün duyguları sinemayla ifade edebilirsiniz. Sinema diğerleri gibi sanatın bir formudur. Akışı ve biçimi yönetmenin niyetine bağlıdır.

Siyah-beyaz film yapmak hala anlamlı mı?

Kuşkusuz anlamlı. Siyah-beyaz filmler gerçekliğin özünü daha iyi temsil edebiliyor, içkin anlamı daha iyi ifade edebiliyor. Renkli filmlerde öyle olmuyor. Renkli sinemanın daha sıradan, daha vulger olduğunu söyleyebilirim. Gelecek için planlarınız neler? Biraz çıtlatır mısınız?

Donatella Baglivo, bir yönetmen olarak çalışmalarımla ilgili özel bir televizyon programının çekimini yeni bitirdi. Tam bir film değil. Daha çok Nostalghia’nın nasıl yapıldığıyla ilgili. İlginç, çok orijinal. Bana gelince; ben de Londra’da Covent Garden’da “Boris Godunov”u sahneye koymak ve Hamlet’i filme çekmek istiyorum. Ama şimdilik, bu işin devam edebilmesi için ülkemin bana izin vermesini bekliyorum. Ayrıca oğlumu ve büyükannesini göndermelerini bekliyorum. Üç yıl boyunca yurtdışında olmam gerekiyor. Kaynak: Şiirsel Sinema, Derleyen: John Gianvito – Agora Kitaplığı Söyleşi: Velia Iacovino, Televizyon Çağında Benim Sinemam, 1983

Çizim: Burak Tüylek

Andrey Rublev figürünü halkın, ne işiten ne konuşan, sağır-dilsiz figürüyle temsil edilenlerin gözlerini açma sorumluluğunu üstlenen sanatçıyı ifade eden bir metafor olarak sunmak ne kadar yerinde olur?



Andrey Tarkovski ve Çizim: Özlem Baykuş

Ödipus Uğur Kutay Andrey Tarkovski’nin kişiliğini ve sanatını biçimlendiren çok temel bazı kavramlar var. Bunlardan en önemlisi, diğerlerinin lokomotifi olarak işlevselleştiğini söyleyebileceğimiz ödipus kompleksidir. Ödipus kompleksi, çocuk cinselliğinin en önemli olgusudur. Bu süreç, ilk olarak anne-baba-çocuk üçlüsünü içermesi ve ikinci olarak da, her bireyde varolduğu düşünülen biseksüalite nedeniyle karmaşık bir yapı içerir. Bireyin bebeklikten gizillik dönemine, yani buluğ çağının sonuna kadar yaşadığı dört ayrı dönem söz konusudur. Psikanalitik formülasyonda bu dönemler,

1- Oral, 2- Anal, 3- Fallik, 4- Ödipal olarak adlandırılır.

‘Pre-ödipal’ olarak adlandırılan ilk üç dönemde sırayla önce ağız, ardından anüs ve son olarak penis temel libidinal haz kaynağı olarak belirir. Ödipal sürecin ilk adımında, anne memesinden süt emen çocuğun, oral dönemiyle bağlantılı olarak annesi ile yaşadığı anaklitik nesne ilişkisi belirleyicidir. Anaklitik ilişkinin temelinde çocukluğa ait bağımlılık olgusu baskındır. Psikanalitik düzeyde nesne kavramı ise, libidinal ya da agresif dürtülerin doyum amacıyla yönelerek bağlantı kurduğu, içgüdüsel doyumlar için ihtiyaç duyduğu kişilere gönderme yapar. 3 ile 5 yaş arası dönemi kapsayan bu çok önemli gelişme döneminde çocuk, babasını, annesi ile arasındaki ilişkide kendisine rakip olarak görür. Bu ödipus karmaşasını doğurur. Çocuğun o ana kadar babasıyla arasında gelişen özdeşimsel ilişki, düşmanca bir nitelik kazanır. Daha ileri düzeyde annenin yanında babanın yerini almak için babadan kurtulma arzusuna, babanın ölümünü istemeye dönüşür. Tabii bu tümüyle bilinçdışı yaşanan ve bireyin adlandıramadığı, beraberinde, toplumsal varoluşuyla bağlı olarak “öğrendiği” ensest korkusu nedeniyle özellikle adlandırmadığı bir süreçtir. Devamında çocuk genital organların duyarlılığıyla tanışır ve onlarla oynamaya başlar. Küçük çocuk bu dönemde penisiyle oynamakta ve genellikle yatağını ıslatmaktadır. Bu edimler sonucunda çocuk,

26

özellikle annenin söz düzeyinde dile getirdiği kastrasyon tehdidiyle karşılaşır -Türkiye’deki söylenişiyle “pipinin koparılması ya da kesilmesi”. Bu tehdit çerçevesinde iğdiş etmeyi gerçekleştirecek olan kişi genellikle baba ya da doktordur. Sözkonusu kastrasyon tehdidi çocuğun ödipus kompleksinden çıkması için en temel adımdır. Burada, genellikle birleştirilerek ele alınmamakla birlikte diyalektik bir mantıksal çerçevede birleştirilerek incelenmeleri gerektiğini düşündüğüm ödipus kompleksi ve “ayna kuramı” ilişkisinin ayna ayağına kısaca değinmeliyiz.

Ayna, Lacancı psikanalitik yaklaşımda çocuğun kendi bedenini ve öznelliğini tanımasıyla bağlantılı olarak ele alınır. Bu kendini tanıma, aynı zamanda diğerleriyle (ebeveynle) farklılıkları anlama süreci olarak da belirginleşir. Ebeveynle farklılığını anlama sürecinde erkek çocuğun yaşadığı en temel süreç, kastrasyon (iğdiş edilme) korkusunu doğuranıdır: Burada çocuk, kız çocuklardaki ve annesindeki penis yokluğunu fark eder. Bu fark ediş, çocukta kaygı yaratır, penis yokluğunu uzvun kesilmiş olmasıyla açıklamaya çalışır, çünkü o ana dek bir çok fiziksel farklılığa rağmen herkesin penisi olduğunu zannetmektedir. Çocuk bu penis yokluğunu değişik düzeylerde kademeli olarak kabullenir: Önce olguyu reddeder, ardından dişide küçük penis olduğuna ve zamanla büyüyeceğine inanır, ve son olarak dişinin cezalandırılmak için iğdiş edildiğini düşünür. Bu, baba ile oğul arasındaki ödipal karmaşa kökenli ilişkiyi bir yandan derinleştirirken diğer yandan çözümleyen bir süreçtir.(1) Çocuk kastrasyon korkusunu kabullenirse, annesine yönelik libidinal yatırımdan vazgeçerek ödipus kompleksinin çözülümünü yaşar; babasının iktidarıyla başa çıkamayacağını anlamış ve akılcı bir kabullenişle teslim olmuştur.


Andrey Tarkovski kişiliğinde pozitif ödipus belirgin olmakla birlikte bazı durumlarda negatif ödipus öne çıkmaktadır. Negatif ödipus, çocuktaki biseksüel doğada yapılanır. Bu durumda erkek çocuk, sanki ödipus’la ödipuselektra (kız çocuklarının yaşadığı kompleks) arasında bir yerdeğiştirme gerçekleşmiş gibi, babasına karşı cinsellik içeren feminen nitelikli bir tutuma yönelir. Bu durumda kaçınılmaz olarak annesine karşı da, babasına karşı beslediklerine benzer kıskançlık ve düşmanlık içeren bir tutuma girer. “Bu şekilde, ödipal karmaşanın çocuğa doyum açısından iki olasılık sunduğunu görürüz; ‘aktif’ ve ‘pasif’ olan. Birinci olasılıkta çocuk, kendisini maskülin bir tarzda babanın yerine koyarak anneyle cinsel ilişkiye girmek; ikincisinde ise, annenin yerini alarak baba tarafından sevilmek ister.”(2) Bu aşamada belirtilmesi gereken diğer bir önemli nokta, sözkonusu dönemde çocuk ile anne arasında yaşanan ilişkinin sadece cinsel libido kökenli olamayacağıdır: “Cinsel ilgi kolaylıkla nesne değiştirebilir. Anne ile çocuğu birleştiren duygusal bağ cinsellik deyiminin anlattığından daha güçlüdür. Bu annenin sevecenliği, yardımı, korumayı simgelediği, gerçekte, yaşamak, bunaltı ve kaygıdan kaçabilmek için gerekli her şey yerine geçtiği sağlam bir duygusal bağdır.”(3) Şimdi Andrey Tarkovski’ye dönebiliriz. 1932 yılında bir oyuncu ile bir şairin oğlu olarak dünyaya gelen küçük Andrey, çocukluğunun ilk büyük travmasını baba Arseny Tarkovski’nin çalışmak için gitmesiyle yaşadı. Baba asla gerçek anlamda geri dönmedi. Çünkü savaş vardı. Andrey, çocukluğunun hem duygusal hem de ödipal yönden en önemli dönemlerini babasını bekleyerek geçirdi. Fakat savaştan sonra bir madalya ve tek bacakla yurduna dönen babanın artık ‘aile’yle bir işi yoktu, küçük Andrey’in hararetle nefret duyduğu ikinci karısıyla

yaşıyordu.(4)

Andrey, tümüyle anaerkil bir evde büyüdü. Büyükannesi, annesi ve kız kardeşinin oluşturduğu evreninde son derece sert, duygusuz, soğuk ve biraz da “erkeğimsi” annesi, Andrey’in yaşamını biçimlendirdi. (5) Anne modeliyle baba modelinin içiçe geçtiği bu çocukluk yaşantısına baktığımızda küçük Andrey’in, hem sağlıklı bir ayna evresi yaşayamadığını ve hem de özdeşleşilecek-nefret edilecek-özdeşleşilecek bir baba modeli ulunmadığı için babadan kaynaklanacak kastrasyon korkusunu değerlendirerek ödipus kompleksini pozitife çevirip kurtulamadığını, tam tersine, bunu negatif ödipusa çevirerek tüm yaşamına ve sanatına aktardığını görürüz. Sonuçta, pek bilinmeyen bir gerçek olarak Andrey Tarkovski’nin biseksüelliği, çocukluğunun etkilerini taşımakta ve ölümüne kadar çözemediği ödipus karmaşasının yansımasıyla birleşerek tüm yapıtlarında anne ve baba karakterlerinin yaşadıkları, ya da karakterlerin anne ve baba figürleriyle karşılıklı yaşadıkları ilişki ve olaylarda oldukça net bir biçimde yansımaktadır.

Filmlerde daha açık biçimde inceleyeceğimiz bu negatif ödipal -fakat modellerin örtüşmesi sonucu çözülmemiş pozitif ödipusu da içinde barındırmaktadır- AndreyArseny ilişkisinin -Andrey, filmlerde de görüleceği gibi, babasından hem nefret eder ve onu suçlar, hem de tam da bu nefretle bütün oluşturan yoğun bir sevgi yaşar- garip doğasına dair Tarkovski, günlüklerinde şunları yazar: “Babamı ne zamandır görmedim. Onu ne kadar uzun görmezsem sonra ziyarete gitmek o kadar zor ve endişe verici oluyor. Benim ailemle ilgili bir kompleksimin olduğu artık çok açık. Onlarla birlikteyken kendimi yetişkin biriymiş gibi hissetmiyorum. Onlar da beni yetişkin olarak görmüyorlar zaten.

İlişkimiz her nasılsa zedelenmiş, karmaşıklaşmış ve konuşulamaz bir durumda. Öyle basit ve düz değil. Onları çok seviyorum fakat onlarla kendimi hiç rahat hissetmedim. Beni sevmelerine karşın onların da benden çekindiklerini düşünüyorum. ...Eğer evet ya da hayır, siyah ya da beyaz diyemeyerek konuşmak durumundaysan bu iş çok zor. Bu kimin suçu? Onların, belki de benim. Bir yerde herkesin. Her şey aynı, Japonya’ya gitmeden babamı görmem lazım. İlişkimizin böyle olması onun için de bir işkence. Bundan adım gibi eminim. Gene de olur ya, aramızdaki buzlar kırılacak olsa, gelecekte ilişkimizin ne tür bir şekil alacağını hayal bile edemiyorum. Ayrıca bu da çok zor. Belki bir mektup yazmalıyım. Fakat mektup hiçbir şeyi çözmeyecek. Daha sonra görüştüğümüzde sanki mektup hiç yazılmamış gibi davranacağız...”(6) Kazan’a film gösterimi ve söyleşi için giden Tarkovski’ye izleyiciler tarafından gönderilen sorulardan ikisiyle bu bölümü kapatalım: “Lütfen bize babanızdan söz edin. Onun şiirleri sizin için ne ifade ediyor? Bir şair olarak onun hakkında ne düşünüyorsunuz? Kendisi sizin en sevdiğiniz şair mi?

Nasıl sizin için Arseny Aleksandroviç Tarkovski büyük bir Rus şairiyse bizim için de siz dâhi bir film yönetmenisiniz ve sizinle aynı zamanda yaşamış olmaktan her zaman gurur duyacağız.”(7)

*Uğur Kutay’ın Andrey’in Bakışı, Tarkovski Sineması’nda Psikanalitik-Semiyolojik Açılımlar (ES Yay., İstanbul, 2004) adlı kitabından alıntılanmıştır.

1) Daha ayrıntılı bir çözümleme için bkz. Elda Abreyeva, Aynadan Ötekine - Çocuk Öznelliğinin Oluşumu Üzerine Bir Çalışma, Bağlam Yay., Istanbul, 2000, s. 69-88 2) Psikanalitik Kurama Giriş, Yayına Haz: Yıldız Akvardar-Erdoğan Çalak-Ulviye Etaner-Cem Hürol-Haluk Sunat-Raşit Tükel-Alp Üçok-Başak Yücel, Bağlam Yay, Istanbul, 2000, s.89 3) Erich Fromm, Psikanalizin Bunalımı, Çev: Bedirhan Üstün- Cengiz Güleç, Dost Kitabevi Yay., Ankara, 1982, s.95 4) Vida T. Johnson-Graham Petrie, The Films of Andrey Tarkovski-A Visual Fugue, Indiana University Press 5) A.g.e., s.19 6) Andrey Tarkovski, Zaman Zaman İçinde, Çev: Seda Kervanoğlu, Afa Yay., Istanbul,1994, s.26-27 7) A.g.e., s.261

27


Şiirsel Sinemanın İzinde İki Usta: Tarkovski ve Angelopoulos Erinç Büyükaşık “Ben insanım, ben orta yerindeyim evrenin, Ardımda sayısız tekhücreliler, önümde sayısız yıldızlar Ben arasında uzandım dosdoğru, İki kıyıyı bağlayan deniz, iki uzayı birleştiren köprü.” - Arseniy Tarkovski

Tarkovski, babası Arseniy Tarkovski’den kaynaklanarak sinemasına şiiri, bilgeliği ve dünyayla kurulan bir muhasebenin düşünsel ve içsel verilerini aktarmış kayda değer bir sinemacı. Şiirlerindeki poetik üslup dünyaya ve insanın içindeki dünyayla yaşadığı açmazlara ilişkin önemli ipuçları sunuyor buna bağlı olarak. İmgenin hakikate dönüştüğü onun sinema dili sanat ve insan ilişkisini görselliğin vazgeçilmezliğinde aktaran okuması zor filmleri beraberinde getirmiştir. Bir iç yolculuk, ruhsal özün keşfi ve belki de metafizik bir yolculuğun izlerinde yürüyen Tarkovski sinemasında sanatın metalaşmasına kesin karşı çıkışları da bulmak mümkündür. İnsanlığın dünyadaki varoluş nedenleri, bireyin derinlerde yitirdiği bir nice sorunun sinemanın büyülü evreninde izleyiciye ulaştırılma isteği, ruhun uyumsuzluğunda çevresel etkenlerin ve çelişkilerin farkındalığı, sanatsal bir yakarış olarak sonsuzluğu kavrama niyeti onun birçok filmde zorlu ve zorunlu bir okumanın ardından keşfedilebilecek, izinden gidilebilecek ve çoğu kez metaforik gerçeklik alanı olarak görülmelidir. Bilimsel ve duygusuz bir gerçeklikten öte duyuların ötesinde sezgilerin izinden giden bir gerçeklik algıdır sözünü ettiğimiz. İnsanın kendi iç gerçekliğine doğru kat ettiği yolda Tanrı’sını keşif olarak irdelenebilir bu açıdan Tarkovski sineması. Picasso gibi kendince boyanan bir dünya ve insanlık hikayeleri yansır onun film karelerinde. Yalnızlık, savaş, bencilleşen insanoğlu, kendi ve çevresel doğasına ve iklimine yabancılaşan, hoyratlaşan, yıkan, öldüren

28

ve sorularını unutan insanlığın tragedyasının sinemasal karşılığında sanatın en acımasız itirafları karşımıza çıkacaktır. Sanatın tanrısal bir araca dönüştüğü, yönetmenin şiirini tüm filmlerinde kolaylıkla keşfedebileceğimiz ve birçok açıdan yoruma açık ve kapalı şiirsel ve büyüsel bir kadrajdan söz edilebilir bu bağlamda. Ivan’ın Çocukluğu’nda İkinci Dünya Savaşı’nın Rusya’sı küçük Ivan’ın gözünden Nazi işgali, Ivan’ın casusluk öyküsüyle savaş gerçekliği üzerinden insanlığın felaketler içindeki açmazlarına ışık tutarken Andrey Rublev’de 15. yüzyıl Tatarların saldırısı altındaki Rusya’nın barbarlık, şiddet atmosferinde Tanrı’yı keşif yolculuğuna çıkan Rublev’in öyküsü bireyin iç yolculuğu adına önemli keşif olanakları sunar izleyiciye. Bir bilimkurgu olan Solaris ise Solaris gezegeninin sırrını çözen Doktor’un ve bilim insanlarının insanlığın suçları üzerine yaşadığı muhasebeyi aktarması açısından değerli bir örnek sayılmalıdır. Annelik duygusu, savaş, insanlığın yaşadığı büyük düş kırıklarının otobiyografik izler ışığında aktığı Ayna da birçok imgesel anlatım unsuru içinde savaş ve çocuklukmasumiyet ikilemine dair benzer bir sinemasal anlatı özelliği taşır. Stalker’daki gri ve isimsiz kasaba, karanlıkların içinden gelen adamın rehberliğinde çıkılan zihin yolculuğu, dolambaçlı yol öyküsü bilinçaltının derinliklerinde yüzleşme öyküsü olarak okunabilir. Yönetmenin önemli filmlerinden Kurban ise bilge bir oyuncu, filozof ve gazeteci olan Alexander’ın oğluyla kurduğu derin diyaloglar eşliğinde seyri nükleer savaş tehlikesi karşısında edilgen, çaresiz bir insanlığın hezeyanlarına, iç savaşına tanıklık eder. Kişisel bir sinemadan yola çıkarak Tarkovski sinemasındaki söz konusu kişisel yolculuğun eşyanın doğasından kaynaklandığını dile getiren yönetmenin tüm filmlerinde “yönetmen sineması”nın cesur, yenilikçi, varoluşun derinliğinde sınır tanımaz keşiflere açık bir anlatı evreni de


karşımıza çıkar buna bağlı olarak. Hayal ve gerçeğin, beden ve ruhun geçişken yol öyküsünde dünyanın, insanlığın tarihsel macerası başrolünde aslında bilgeliğin ve Tanrı’nın iziyle perdeye yansıyacaktır. Tam da hayal perdesinin silik bir gerçekliğe gönderme yaptığı, modern zamanların aforizmaları, felsefi önermeleri, kabusları, savruluşları, düşleriyle karşılığını bulduğu sinematografik yolculuktan söz edebiliriz bu açıdan eğer Takovski sinemasını sağlıklı bir okuma süreci yaşarsak.

Ivan’ın Çoçukluğu, Andrey Rublev, Solaris, Nostalji, Ayna gibi yönetmenin birçok filmini bu çerçevede hem sinematografik açıdan hem de sinemadaki şiirin keşfi adına ruha yapılan yolculuğun içinde otoriter akla, savaşın akıl dışılığına, insanlığın ruhsal buhranlarında merhamet arayışına dair derinlikli bir yolculuk olarak irdelemek mümkündür. İnsanın kendisiyle ve dünyayla yüzleşmesinin söz konusu filmlerde ironik, şiirsel ve bilgece bir keşifle karşımıza çıktığını söyleyebiliriz. Sanatı yaratıcının aynadaki yansısı olarak gören, taklide dayalı sanatsal eylem olarak sinemanın içindeki bölgeliği de Tanrı’ya giden bir yol olarak irdeleyen Tarkovski’nin bir hayli mistik, metafizik anlatı dili kadar onu bütünleyen şiirsel mantığı da filmlerindeki bir bilgece tutumla ilişkilendirebiliriz. Dramatik çatışmalardan uzak, rüya ve anıların gerçekliğinde ağır çekim ve belki de modası geçmiş görülen yöntemlerle kurulu bir “rüya sineması”dır sözünü ettiğimiz. Sanatı kutsayan ve kutsarken içsel yakarışları ihmal etmeyen sinemacının bir çeşit Hıristiyan tasavvufuna yakı düştüğü söylenebilir bu noktada. Kameranın kaleme ve şiire dönüştüğü bir aşamadır sözünü ettiğimiz.Geçmişten ve yönetmenin kişisel tarihinden izler taşıyan bütün filmleri resim, müzik ve dil üçgeninden beslenirken Sovyet reel sosyalizmin “birey”siz kolletivizmine karşı varoluşçu, hümanist bir sinema dilinin inşası zorunlu olmuştur. Andrey Rublev’deki gibi ölüm, yaşam, inanç,

adalet, ayrımcılık, barbarlık gibi kavramlar dizisinin birbirinin içine geçmeden bir uyum içinde karşımıza çıktığı sinema diliyle Tarkovski gerçek yaşamın içindeki paradigmaları aktarırken adeta “rüya”nın içinden de bakmayı tercih eder. Tanrı’ya bir yaratıcı ve sanatçı gözüyle bakan Tarkovski’nin tüm dogmalardan öte onda bir özgürlük, özgünlük ve farkındalık keşfettiğini de kolaylıkla söyleyebiliriz.

Tarkovski sinemasında yönetmenin yaşam öyküsünden beslenen birçok ayrıntının kuşkusuz 2. Dünya Savaşı’nın getirdiği yıkımların ailenin tanıklığında acılı öyküler şeklinde yaşanmasıyla doğrudan bir bağı bulunmaktadır. Babasının savaştan yaralı dönmesi, ailede yaşanan boşanmanın genç yaştaki Tarkovski için yarattığı travmalar elbette onun filmlerindeki birçok izleği belirleyen noktalar olabilmiştir. Şiirsel Sinemaya Angelopoulos’tan Bakmak

“Benim saplantılarım bir müzik gösterisindeki orkestranın enstrümanları gibi girip çıkarlar filmlerimde; girerler, çıkarlar, bir müddet sessiz kalırlar, ta ki sonra tekrar belirene kadar. Saplantılarımızla hareket etmek konusunda lanetlenmişizdir. Aslında tek bir film yaparız. Tek bir kitap yazarız.” Tarih ve sinemanın estetiği üzerine kafa yormuş Yunanlı yönetmen Theodoros Angelopoulos’u şiirsel sinemanın temel kavramları ve izleği açısından irdelediğimizde Kavafis’in ve Seferis’in izinden yürüdüğünü fark eder izleyici. İmge ve metaforun filmlerin benliğini kuşatan yoğun politik atmosferle izleyiciye filmi ilmek ilmek çözme zorunluluğu yüklediği Angelopoulos sineması mit, tarih ve toplumsal belleğin sentezi olarak Tarkovski sineması kadar şiirin ve bireyin “ben” olma sürecinin izinden yürür. Estetik ve politikanın kesiştiği “Yalnızlık ve Bir Gün”, “Ağlayan Çayır” yönetmenin izinden Yunan tarihinin vicdan, benlik, arayış ve yol öykülerinin

bütün verilerini sunmaktadır izleyiciye. Ulis’in Bakışı’nda (To Vlema Tou Odyssea, 1995) ise Saraybosna’ya doğru yol alan kahramanı parçalara bölünmüş ve elleri kolları bağlı bir Lenin heykeliyle aynı gemide yaşadığı tanıklıkla gördüğümüzde uzun bir plan sekans aracılığıyla gerçekleşen sahne boyunca Tuna kıyılarına her yaştan insanlar koşuşması ve heykelin önünde diz çökerek haç çıkarması tam da sözünü ettiğimiz mitin izinde büyük bir sorgulamanın ve trajik ve ironik bir yol öyküsünün örneği gibidir. Angelopoulos, söz konusu imgelemi yönetmenin birçok filminde de antik Yunan’dan yakın tarihe uzanan bir çizgi içinde bireyin çevresini kuşatan tarihsel ve toplumsal süreçleri sorgulaması için önemli verilerdir. Kolay bir izleyiciliğe izin vermeyen yönetmenin sinema dili açısından yönetmenin son filmi Ağlayan Çayır (Trilogia I: To Livadi Pou Dakryzei, 2004) savaşın ve yıkımların izinde Yunanistan coğrafyasının zamanlararası ve mekanlarası bir yolculuk eşliğinde benzer bir imgesellik ve şiirsellik çerçevesinde aktarır izleyiciye. İthaka yolculuğunun Yunan tarihi, mitik, toplumsal siyasal alt metin ışığından güncellenmiş bir yorumuyla karşılaşır izleyici bu anlamda. Tarihsel bir yolculuğun içinde “ev” olarak gördüğü Yunan coğrafyasının dünden bugüne şiirsel ve mitik panaroması sayabileceğimiz yönetmenin filmleri geniş çekimler ve uzun sekanslarıyla Eleni Karaindrou’nun müzikleriyle beslenerek bireyden tarihsel ve toplumsal belleğe bir yolculuğa çıkarır izleyiciyi. Tarkovski’nin tüm filmlerinde karşımıza çıkan vicdan, uygarlık ve insanlığın sonuna dair kaygıları da yüklenen ıstırapların ve düş kırıklarının sinemasal şiirleridir her biri sanki bu noktada. Sinemaya, şiire, insanlığa bir saygı duruşu olarak görülebilir bu açıdan iki yönetmenin de sinema uğraşı. Şiirin sinemayla yol arkadaşlığını iki yönetmenin izinden keşfetmek izleyici için de keyifli bir yolculuğa işaret etmektedir.

29


“Modernleşen Ayşecik” Sineması Cem Evrim Aslan Finansını Rockefeller’ın sağladığı Chicago Üniversitesi’nin 20. Yüzyıl başındaki sosyoloji ve iletişim çalışmaları, iletişimi büyüyen kentleşme ve nüfus artışı karşısında toplumsal etkileşim ve gelişimi en iyi biçimde sağlayan formülleri üretmek ve bu bağlamda da sonradan Lazarsfeld’in başını çekeceği araştırmalar eliyle de tüketim kültürünü yaratmak üzere programlanmıştı. Modernleşme teorilerinin 1960’lar A.B.D. ve Fransa’sını temel alarak “geleneksel” toplumlara düz bir çizgi çizerek varacakları hedefi bu ülkelerle sabitlemesiyle, hem ekonomik hem de kültürel yapılanmada A.B.D. ve Avrupa dışı ülkelere sunulan reçeteler pek çok ülkede “Modernleşen Ayşecik” filmlerinin var olmasına da neden oldu. Bu anlayışa göre modernleşme düz bir çizgiydi ve yerelleşmeler bir kenara atılarak bahsi geçen “modern olmayan” ülkeler reçeteleri harfiyen uygularlarsa demokratik ve modern Batı’yı yakalayabilirlerdi. Bu yazının konusu elbette modernleşmenin nasıl sağlanacağı ya da gerçekten sağlanıp, sağlanamayacağı değildir. Bu yazıya göre önemli olan, bu filmleri bir kez olsun eleştirel gözle seyretmeyen bizlerin bugün farkında bile olmadan, yıllar önce bize dayatılan “farklı dünyaların insanları” mevzusunu ya da “modernleşmeye çalışan Ayşecik” öyküsünü son derece normalmiş gibi izliyor olmamızın sanatsal açıdan yaratacağı tehlikedir. Bu tarihsel perspektifin ardından Yeşilçam filmleriyle büyüyen çocukların, o izledikleri filmlerde modernleşmenin ancak başı üzerinde devirmeden kitapla yürüyebilmekle ya da geleneksel, “köylü” kıyafetlerini çöpe atıp yepyeni, şehirli tarzda giyinmekle gerçekleşeceğine inandırılmalarını anlamak daha kolay. Neredeyse bütün

30

Türk filmlerinin ortak noktasıdır, kent yaşamına ayak uydurmak “zorunda” olan kadının, kitabı başı üzerinde taşırken ya da topuklu ayakkabıyı ilk kez giyerken yaşadığı büyük zorlukları bize uzun uzun göstermek. Filmlerde bu zorluklar doğal beceriksizlikler olarak gösterilir ama asıl söylenmesi gereken başkadır; köylü, işçi sınıfından olan karakterler sürekli tarlada, bostanda veya fabrikada iki büklüm çalışmaktan dik duramazlar. Bu nedenle kitabı başları üzerinde, dik yürüyerek taşımak onlara zor gelir. Öte yandan sürekli memleketinin çamurlu toprağında veya fabrikaların Thor’un çekici gibi inip kalkan şahmerdanlarının önünde saatlerce ayakta çalışmak zorunda olduğu için maalesef bu işçi ya da köylü karakter, yeni filizlenen millî burjuvazinin kimi fertleri gibi çalışmadan, sadece tüketerek ve elbette armatör babası Ekrem Bey’e sırtını yaslayarak topuklu ayakkabılarla, takım elbiselerle çalışamaz. Marx’ın 1844 El Yazmaları’nda ele aldığı İskoçya’nın ilk atölyelerindeki işçiler gibi saatlerce ayakta ya da iki büklüm çalışmak zorundadır o. Ama filmde bize bunlar anlatılmaz; köylü, işçi daha doğuştan yürümeyi bilmeyen, modernleşme, ilerleme adına süratle ehlileştirilmesi gereken birisidir, o kadar. Amerikan emperyalizmine ve onun özellikle 1980ler başında tüm dünyaya dayatacağı neoliberal politikalara koşulsuz, şartsız teslim olacak bir ülkenin sineması elbette Marx ve Engels’in bilimsel olarak ispatladıkları emek-sermâye çelişkisine paralel bir aşk hikâyesi anlatmaktan kaçınacaktı. Bu yüzdendir ki kavuşamayan iki genç birbirlerine sınıfsal nedenlerden değil de hep bambaşka nedenlerden ötürü vedâ ederler:

Biz farklı dünyaların insanlarıyız...


Nedir ki bu farklı dünyalar? Perdeye yansıyacak kadar derin olan ve bu nedenle de engelleri aşması beklenen bir aşk nasıl olur da sırf farklı dünyalar nedeniyle son bulmak zorunda kalır? Cevap, Yeşilçam’ın “sınıf” kelimesini kullanmaktan her zaman korkmuş olmasındadır. Aslında oda aynı fikirdedir altyapının büyük belirleyici olduğu konusunda ancak bunu dile getiremez, onun yerine farklı dünyalar der ve bu yolla mevcut farklılığı toplumsal, maddî koşullar neticesinde ortaya çıkan olmaktan ayırıp, yaradılıştan gelen farklılığa dönüştürmeyi başarır.

Hâlbuki İkinci Dünya Savaşı sırasında ve hemen sonrasında Avrupa’daki sinema anlayışının değişmesiyle bütün dünyada sinemaya yönelik beklenti ve algılar da değişmişti. Savaştan ötürü harâbeye dönmüş, bu nedenle de sinema sektörü yerle bir olmuş Mussolini ve Hitler enkazında yaşayan İtalya ve Fransa’da kimi genç yönetmenler ve sinema eleştirmenleri, kendi ülkelerinin sinemasında en büyük payı almaya başlamış Hollywood’un mutlak hâkimiyetini kırmak, sinemayı ekonomik çıkarların pençesinden kurtarıp ona hak ettiği sanatsal değeri vermek için hem yazılar yazıyor, hem de Auteur Sineması’nın temellerini atıyorlardı. İtalya’da Rosselini, Fellini, De Sica gibi filmlerinde amatör oyuncularla, stüdyo yerine gerçek mekânlarda çalışarak savaşın yıkımını tüm çıplaklığıyla göstermeye başlayan yönetmenler ortaya çıkarken, hemen ardından Fransa’da Andre Bazin ve çevresindeki kimi sinema eleştirmenleri, Cahiersdu Cinema’da Auteur Kuramı’nın temellerini atıyorlardı. Artık sinema stüdyodan, yüksek mâliyetlerden, ışıltılı hayatlardan ve yıldız oyunculardan sökülüp alınarak, halkın, savaşın belirsizliğini, mağlubiyetini ve umutsuzluğunu tüm şiddetiyle hisseden insanların yanıbaşına indiriliyordu. Nitekim bu akımlar sinemada o kadar etkili oldu ki, gerek Güney Amerika’daki Cinema Novo’yu, gerekse de Türkiye’deki Toplumcu Gerçekçi Sinema anlayışının temellerini atmış, hattâ Hollywood’u, sırtını döndüğü sanat sinemasına yönelmek zorunda bırakmıştı.

Sinemada bunlar olurken, diğer yandan 1960’larda başta A.B.D. ve Fransa olmak üzere neredeyse tüm dünyada bir dizi ayaklanmaya, hareketlere neden olacak öğrenci hareketleri de başlamış oluyordu. Türkiye’de ilk askerî darbe yapılmış, ardından hazırlanan 1961 Anayasası ile de Türkiye’de daha önce olmadığı kadar siyâsî özgürlük ve tartışma ortamı yaratılmış oluyordu. İşte bu çalkantılı dönemde de Türkiye Sineması hem kendi üzerine hem de tüm dünyayı gözeterek sinema üzerine düşünmeye başlıyordu. Yeni anayasanın getirdiği özgürlük ortamı ve solun tüm dünyada yükselişe geçmesiyle edebiyatta ve sinemada toplumcu gerçekçi eserler sık sık görülmeye başlamıştı. Halit Refiğ, Metin Erksan, L. Ö. Akad, Atıf Yılmaz, Memduh Ün, Osman Seden ve Onat Kutlar gibi isimlerin öncülüğünde Türkiye’de sinemanın nasıl olması gerektiği üzerine hareketli bir entelektüel tartışma ortamı yaratılmış, pek çok dergide Millî, Ulusal, Halkçı, Yeni ya da Toplumcu Gerçekçi sinema üzerine fikirler beyân edilmiş, ardından da buna yönelik filmler çekilmiştir. Bu dönemde Türk Sineması uluslararası festivallerden ilk kez ödüllerle dönüyor, Metin Erksan’ın Susuz Yaz’ı ve sonradan Yılmaz Güney, Şerif Gören ortaklığında çekilen Yol ile de bu başarı sağlamlaştırılıyordu. Ancak ekonomik altyapısı bono sistemi üzerine kurulu, yani bir film çekmek için devletten kredi alamayıp da aldığı bonoları bankerlere faiziyle takas ettiren yapımcıların, sadece biletlerden gelecek kazançla borcunu ödeyerek film çekebildiği bu yapı 1980’lere gelindiğinde son nefesini veriyordu. Sinema mâliyetlerinin ancak bu şekilde karşılanabiliyor olması, destekleyici kuruluşların eksikliği, pazara hâkim dev Hollywood sinemasına karşı bir türlü yeterli miktarda konmayan kotalar Yeşilçam’ın mâliyetleri çıkarabilmek için sürekli aynı filmleri çekmesine, hattâ aynı senaryoyu farklı oyuncularla tekrar tekrar çekmesine neden oluyordu. Bu endüstri mantığı her ne kadar 1960’larda Türkiye’yi dünyanın en çok film üreten ilk beş ülkesi arasına sokmuş olsa da bir süre sonra pazarın kaldırabileceğinden çok gerçekleşen üretim sayısı ve hâliyle sürekli var olan benzerlikler, Türk Sineması’nın sanatsal kalitesini ayaklar altına almaya başlıyordu.

Avrupa’da çoktan aşılmış olan bu durum, Türkiye’de ara sıra ortaya çıkan dünya çapındaki film ya da yönetmenler vâsıtasıyla bir parça kırılıyor, festivallerden ödüllerle dönülüyor ancak aynı kalıplar üzerinden varlığını devam ettiren Yeşilçam’ın ekonomik altyapısında kökten bir değişim yaşanamadığı için anlatıda da tümden bir değişim var olamıyordu. Sinema tartışmaları sadece dergiler ve yönetmenler arasında gerçekleşiyor, sinema eğitimi verecek kurumların sayısındaki yetersizlik veya bu alanda çalışacak profesyonellerin istihdâmının gerçekleşmemiş oluşu, imece usûlü ile çalışan Yeşilçam’ın dünya sinemasının çoktan geride bıraktığı -elbette hâlâ büyük bir para getirisi olduğu için varlığı devam edensuya, sabuna dokunmadan yaşanan ve biten aşk filmlerini çekmekten hiç usanmamasına neden olmaya devam ediyordu. Tüm bu yaşananların ardından Türk Sineması’nda özellikle 1990’larla birlikte bağımsız filmlerin ortaya çıkışıyla sinema, Yeşilçam’ın külleri üzerinden yeniden var olmaya çalışıyordu. 2001 Ekonomik Krizi’nin yarattığı etkiyle dibe vuran sektör, birkaç yıl içerisinde tekrar toparlanıyor, gerek teknolojik gelişme sâyesinde film çekme olanaklarının artmasıyla ve gerek Avrupa ile ortak çalışmalar neticesinde bağımsız yönetmenleri destekleyen kuruluşların taşın altına elini koymasıyla anlatım kalıplarında değişiklikler ortaya çıkabiliyordu. Günümüzde pazardaki payı giderek yükselen Türk filmleri, bir yandan yerel seyirciyi yakalayabiliyor ve bir yandan da uluslararası arenada geçmişe oranla çok daha fazla başarı elde edebiliyor. Ancak Yeşilçam’ın sinemamız üzerine bıraktığı kötü, modernleşmeyle kafayı bozmuş kalıplaşmış anlatı dilinin etkisi hâlâ kendisini göstermeye devam ediyor; tür filmlerine odaklı kalıplaşmış hikâyeler, pazarda en büyük payı elinde tutan komedi türünde benzer filmlerin, sanatsal kaygılardan uzak bir biçimde sadece geçmişin bono sistemine mahkûm gibi maksimum kâr odaklı ele alınıyor oluşu ve tüm bunların Türkiye’de her yıl çekilen onlarca dizide hâlâ aynı kalıplarla tekrar tekrar çekiliyor oluşu...

31


Sinemanın Keşfi: Krzysztof Kieslowski Kaan Koç

“Sinema hiçbir şeyi değiştirmez; ama insanların bir çok şeyi anlamalarını sağlar. Dünyayı değiştirecek olan şey filmler değil, o filmleri izleyen insanlardır.” - Krzysztof Kieslowski

Bazı yazarlar kendilerini ele vermek istemez. Onların ağzından tek bir şey duyamazsınız, bir yazıyı ya da şiiri yazarken hissettiklerine dair. Ama bu bana göre değil, hayata karşı hep kartlarım açık oynadım ve bundan mutluluk duydum. O yüzden, şimdi hiç çekinmeden diyebilirim ki; şimdiye kadar yazdığım hiçbir konuda bu kadar heyecanlanmamıştım. Elbette tek bir dize bile çok büyük coşku ve heyecana gebe, ama bunları bir yana bırakın. Büyük hayranlık beslediğiniz ve kendinize örnek aldığınız birinden bahsetmek istediğinizde mutlaka siz de heyecanlanırsınız, eğer kibirlerinizin içinde yüzen bir budala değilseniz tabii. Ben de, Kieslowski’den bahsederken bu heyecanımı peşin peşin söylemek istedim size, bunu saklayacak kadar ukala değilim. Ama bu heyecanın altında ezilecek kadar da aptal sayılmam… Kadraja Düşen Cemre Başlamadan önce, okuyucunun selameti için bu heybetli dehanın, zihni kadar karmaşık adının Kişlovski diye okunabileceğini belirtmek istiyorum. Çünkü ben de, adını doğru okumakta güçlük çektiğim roman ve dünya kahramanlarıyla tanışırken hep sıkıntı yaşamışımdır ve biliyorum ki yalnız değilim.

Tarihsel ve istatiksel verilere pek önem vermediğimden, Kieslowski’nin biyografisindeki bu tür detayları yine çabuk geçmek istiyorum. 27 Haziran 1941’de Varşova’da doğan Kieslowski, babasının tüberküloza yakalanmasından dolayı birçok şehri dolaşmak zorunda kaldı. Babası bir sanatoryumdan diğerine gönderilirken, Kieslowski de Polonya’nın onlarca şehrini gördü ve tam bir göçebe hayatı yaşadı. Küçüklüğünde itfaiyeci olmak isteyen Kieslowski, Lodz Film Okulu’na 2 kere başvurdu fakat kabul edilmedi. Bunun üzerine bir süre resim okuluna devam etti ve 1965 yılında ünlü Lodz Film Okulu’na yaptığı üçüncü başvurusunda kabul edildi ve her şey neredeyse böyle başladı. Kieslowski’nin Lodz’daki sınıf arkadaşları arasında çok önemli isimler vardı; Roman Polanski, Andrzej Wadja, Jerzy Skolimowski ve Krzystof Zanussi… Böylesi bir ortamda sinema konusunda yetişmeye başlayan Kieslowski, Tramwaj adındaki ilk kısa filmini de çekmiş oldu. Ve bu ilk kısa filminden ölümüne dek, 16 belgesel, 10

32

sinema filmi çekti ve kendi yönetmediği 3 de sinema filmi yazdı. Kieslowski ilk belgesellerinde, kent sakinleri, işçileri ve askerleri konu edindi. Daha sonra çektiği Özgeçmiş adlı filminde, otoriteyi eleştirdiğini söylemesine rağmen, meslektaşları tarafından hükümetle işbirliği yapmakla suçlandı ve 1981’de çektiği İstasyon adlı filmi, mahkemede aleyhine kanıt olarak kullanıldıktan sonra, Kieslowski belgesel defterini kapattı. 1996’daki ölümüne kadar çektiği filmlerde izleyicinin kafasını karıştıran şeyler varmış gibi görünür fakat işlediği şey temelde aynıdır; şairane bir felsefe. Hayata ve sinemaya bakışı konusunda şöyle diyordu Kieslowski: “Bir insanın Komünist ya da Dayanışma Yanlısı olmasından, dinsiz ya da dindar olmasından daha önemli şeyler bulunduğunu fark ettim: aşk, ölüm, yalnızlık, nefret, kaygı gibi. Bunlar pek sözünü etmediğimiz ama birlikte yaşadığımız, hayatımıza yön veren şeyler.”

Tıpkı kendisinin de söylediği gibi, filmlerinde kimiz, neden buradayız, kader nedir gibi soruların üzerine gitti. İnsanlar arasındaki iletişimsizlik, kaderin hayatlar üzerindeki yok sayılamaz egemenliği, devlet ve siyaset kavramlarının sıradan insanları nasıl etkilediğini işleyen Kieslowski, 1988 yılında Polonya televizyonu için çektiği on parçalık ve her parçanın yaklaşık bir saat sürdüğü Dekalog adlı serisinde ise Hz. Musa’nın on emirini işlemişti; 1- Senin Tanrın benim, başka Tanrın yoktur. 2- Tanrı’nın adını boş yere ağzına almayacaksın. 3- Sabat gününde tatil yapacak ve o günü kutsal sayacaksın. 4- Anne ve babana saygı göstereceksin. 5- Öldürmeyeceksin. 6- Zina etmeyeceksin. 7- Çalmayacaksın. 8- Yalan yere şahitlik yapmayacaksın. 9- Komşunun malına göz dikmeyecek, kıskanmayacaksın. 10- Put yapmayacaksın.

Dekalog serisinin emirleri işleyişine göre naklettiğim On Emir’in, “öldürmeyeceksin” maddesi daha sonra Öldürmek Üzerine Kısa Bir Film adıyla, “zina etmeyeceksin” maddesi ise Aşk Üzerine Kısa Bir Film olarak sinema filmi haline getirilmiştir. Bir peygamberin yani bir dinin on kutsal emirini işleyen bir sanatçı doğal olarak dindar sanılabilir. Fakat bu yanıltıcı bir durumdur ve buna en iyi cevabı yönetmenin kendisi verir; “Kendimi hiçbir dine ait hissetmiyorum, ama kendi içimde dindar biriyim.” Belli ki, herkesin kendi tanrısını aradığı bu dünyada, Kieslowski de kendi içindeki yaratıcıya ve onun yarattığı yazgıya inanan fakat hiçbir dinin boyunduruğu altında kalmayan biriydi.


Hayat felsefesine tastamam girmeden önce belirtmek istediğim birkaç şey daha var, Dekalog hakkında. Polonya’da, oyuncuları “Dekalog’ta oynamış” ya da “oynamamış” olarak ikiye ayırabilecek kadar güçlü bir yapım ve etkileyici bir yaratım olan bu seri, Varşova’daki bir sitede geçer. Tüm bölümler aynı mekanda çekilir fakat kişiler ve evler farklıdır. Kieslowski, bu bütünlükle şehir insanının özel hayatına 10 emirin uygulanışını gösterir. Hatta öyle ki, bazı karakterlere serinin farklı bölümlerinde rastlayabiliriz. Bir nevi, dintanımaz olan Kieslowski, Museviliğin katı kurallarını aşıp, bu emirlerin insan özünde nasıl yaşadığını ve şekillendiğini öznel bir gözle anlatmıştır. Diğer yandan, Dekalog serisini birlikte yazdığı Krzysztof Piesiewicz koyu bir katoliktir. Ve ayrı uçlarda duran bu iki insanın birleşmesiyle, dini açıdan işlenen kurallarla insan özüne inilerek bambaşka bir tanrısal boyut yaratılmıştır. Serinin müzikleri ise Kieslowski’nin diğer filmlerinde de birlikte çalıştığı başarılı müzisyen Zbigniew Preisner yapmıştır. Hatta Veronik’in İkili Yaşamı filminden bildiğimiz Van Den Budenmayer adlı besteye ilk olarak Dekalog’ta rastlarız.

Aslında serinin on filmi için de bir şeyler söylemek ve yorumlamak isterdim ama izleyecek olanların keyfini kaçırmak istemediğimden ve kendime mukayet olamam da anlatmaya başlarım korkusuyla, Dekalog’ların kısa analizine Stanley Kubrick’in yorumuyla şimdilik son vermek istiyorum;

“Büyük sinemacıların eserlerinin belli bir yönü üzerinde durma konusunda hep isteksiz olmuşumdur çünkü bunun, eseri kaçınılmaz olarak basitleştirme ve indirgeme ihtimali vardır. Fakat Kieslowski ve yardımcı yazar Piesiewicz’in senaryolarını içeren bu kitapta fikirlerden sadece bahsetmek yerine bunları dramatize etme konusunda çok ender rastlanan bir yetenekleri olduğu gözlemini yapmak yersiz olmaz. Kastettikleri şeyi dramatik bir eylemle anlatarak, seyircinin, anlatılanın ötesinde gerçekleşen şeyleri keşfetmesi gibi bir kazanca da sahip oluyorlar. Bunu öyle hayranlık verici bir yetenekle yapıyorlar ki fikirlerin ortaya çıkışını fark edemiyor ve ancak çok sonraları kalbinize ne kadar derinden nüfuz ettiklerini anlayabiliyorsunuz.”

Dekalog’u bir yana bırakıp, Kieslowski’nin diğer bir eseri olan Renk Üçlemesi: Mavi (1993), Beyaz (1994) ve Kırmızı (1994) filmlerinden söz etmek gerekirse, bu üç film Fransa bayrağı oluşturan renklerdir ve sırasıyla hürriyet, eşitlik ve kardeşlik temalarını inceler. Bu temaların filmlerde işlenişini analiz etmeye çalışırken, daha önce de belirttiğim gibi, filmlerin birkaçını ya da hiçbirini izlememiş olanlara da kötülük etmek istemiyorum. Yalnız bahsetmeden geçemeyeceğim bazı noktalar da var; üç filmde de bazı ortak sahneler vardır ve bunların içinde en etkileyici olanı, bir geri dönüşüm kutusuna elindeki şişeyi atmaya çalışan, kambur bir kadın görüntüsüdür. Bu kadın, Mavi’de şişeyi kutuya atamaz, Beyaz’da zorlanır ama attığını görürüz, Kırmızı’da ise filmin baş kahramanı Valentine yani Irene Jacob kadının yanına gidip, şişeyi kumbara atmasında yardımcı olur. Kırmızı’da başrol oyuncusu olarak Irene Jacob, Mavi’de Juliette Binoche, Beyaz’da ise Julie Delpy karşımıza çıkar. Juliette Binoche’un Fransız Sineması’nda ne denli önemli bir aktris olduğunu hepimiz biliyoruz, Julie Delpy ise son yıllarda yönetmenliğe iyice ısınmış bir diğer başarılı Fransız oyuncu. Fakat sözü geçmişken biraz Irene Jacob’dan bahsetmek istiyorum.

Kieslowski ilk kez, 1991 yapımı olan, La Double Vie de Veronique (Veronik’in İkili Yaşamı) adlı filminde Irene Jacob’la tanışmıştır. Bu filmdeki Veronik rolüyle Cannes Film Festivali’nden Altın Palmiye’yle dönen Irene Jacob, gerek oynadığı karakterin karışık ve dramatik dünyası gerek bu karakteri canlandırışındaki inanılmaz başarısıyla izleyen herkesi etkilemiştir. En azından kendi adıma, Veronik’in İkili

Yaşamı’nı izledikten sonra kendime gelemediğimi ve hem müzikleri –ki yine Preisner’e aittir- hem oyunculukları hem de senaryosuyla bu başyapıtın hayatımda derin bir iz bıraktığını söyleyebilirim. Ve Kieslowski, henüz Renk Üçlemesi’nin çekimlerine başlamamışken, serinin son filmi Kırmızı’da Irene Jacob’u oynatmaya karar vermiştir. Bu role uygun oluşunu şöyle sebeplendirir Kieslowski; “Kırmızı’daki Valentine, Irene’e çok benzer. Çünkü Irene, girdiği hiçbir ortamda kendini belli etmek ve göze batmak istemez. Sessizce bir köşeye oturup, ağırbaşlı ve mahcup tavırlarıyla istemeden de olsa insanların dikkatini çeker. Bu olgunluk ve seksapellik dışı güzellik Irene’de fazlasıyla vardı.” Renk Üçlemesi hakkında; “Mavi, özgürlük. Beyaz, eşitlik. Kırmızı, kardeşlik... Bu üç kavrama, insanların günlük hayatlarında nasıl varolduklarını düşünerek, tamamen yaşamsal ve kişisel pencereden baktık. Bu idealler insan yapısıyla çelişkilidir ve bu kavramlarla tek tek karşılaştığınız zaman, onlarla nasıl yaşayacağınızı bilemezsiniz. İnsanlar gerçekten özgürlüğü, eşitliği ve kardeşliği ister mi?” diyen Kieslowski, tıpkı Dekalog’ta olduğu gibi bu kez de –On Emir’e paralel düşünürsek- yine bir kavramlar bütünlüğünü tek tek ele almış ve dünyanın varoluşundan bu yana süregelen bu üç ana rengin insan hayatındaki işleyişini, ne kadar varolduğunu ve bizim bu kavramlar karşısında hayatlarımızı nasıl şekillendirip, onlarla nerelerde karşılaştığımızı incelemiştir.

33


Filmlere adanan renklerin sebeplerine gelince, Kieslowski’nin bu konu hakkında net ve doyurucu bir açıklamasıyla karşılaşamıyoruz. Fakat, mavi renk insanlar tarafından her zaman gökyüzü ve özgürlük olarak nitelendirilmiştir. Beyaz ise, gökkuşağındaki tüm renklerin birlikteliğiyle ortaya çıkan bir renktir, yani eşitlik… Kırmızının kardeşlik temasına uygun görünmesi de çok anlaşılmaz değil; hepimizin arasında ortak kan bağı var ve insanlığı birbirine bağlayan temel faktör, Dna bile değil, kanımızdır. Dna, elbette tüm özelliklerimizi kapsar ve taşır, fakat kanımızda Dna dışında hem ortak bir renk bağı hem de yaşamsal bir görev yüklüdür. Ve en ufak bir toplulukta bile, insanların yakınlıklarını ölçmek için öne sürülen ilk faktör, kan bağıdır.

Kieslowski’nin bu üçlemesinde, çok duygusal ve yıkıcı sahneler vardır fakat hiçbir filmde duygu sömürüsüne yer yoktur. Belki de, başyapıt sayılmasının temel nedenlerinden biri budur; samimiyet ve doğallık. Karakterlerin başından geçen her şey, bizim yaşadıklarımızdan bir parçadır. Ya da yaşayacak olduklarımızdan… Kader kavramına, “hayatın bizimle ilgili, asla kavrayamayacağımız çok büyük bir planı var” düşüncesiyle derinden bağlı olan Kieslowski, diğer tüm filmleri gibi bu üçlemede de seyirciye bunu hissettirir. Hayata ne kadar yön vermeye çalışırsak çalışalım nafile, elimizde olmayan ufacık bir değişiklik her şeyi alt üst edebilir ve o ana kadar planladığımız her şey yıkılıp gider. Ve Mavi’de işlediği özgürlük kavramıyla ilgili Kieslowski; “Aslında sevgi ve özgürlük birbirine aykırı anlamlar içeriyor. Eğer birisi severse, birinin özgürlüğünü kısıtlar. Bir kadını severseniz, hayatınızı yaşar ve bilmediğiniz yönlerinizi sevdiğiniz kadının gözünden öğrenirsiniz. Özgürlüğü kısıtlayan bir çok örnek var: bir köpek, bir araba, bir televizyon… Filozofi yapmak istemiyorum ancak bu örneklerle, insanlar özgürlük fikrini düşünmeye başlayabilirler. İşte bizim yapmak istediğimiz şeyin hikayesi de bu.” demiştir.

İşlediği bu üç ana temaya inanmak ister Kieslowski, fakat bunların mümkün olmadığını, insan özü’ne ters düştüğünü bilir. Beyaz’da işlenen eşitlik düşüncesi için; “Polonya’da ‘herkes

34

eşitliği herkesten daha çok ister’ diye bir söz vardır. Bu bir atasözü. Fakat bu insanoğlu için çelişkili bir durum. Komünizm’in başarısızlığıdır bu. Ama eşitlik yine de sevimli bir kelimedir ve her hareketimizde onu elde etmek için uğraşmalıyız, onu düşünüp akılda tutmak buna yetmez. Çünkü insanlar, eşitlikten söz ederlerken kendilerini Toplama Kampları’nda buldular.” Filmleri üzerine konuşurken sık sık Komünizm, Lenin, Hitler gibi isimlerden söz eden Kieslowski’nin sanatı üzerinde 2. Dünya Savaşı’nın ve sonrasında gelen buhranlı sürecin ne denli etkili olduğunu anlayabiliriz. Bu yüzden de, kendisinin de vurguladığı gibi, siyasetten soğumuş ve sanatına apolitik diyebileceğimiz bir tavır koymuştur. Fakat bu apolitizasyon asla “etliye sütlüye karışmam” şeklinde değildir. O, dünyanın değişimi ve kurguladığı idealar evrenine ulaşılması için, işe insan faktöründen başlanması gerektiğini düşünüp, tepeden aşağıya değil de aşağıdan tepeye doğru bir iletişim yolunu denemiştir. Bu yüzden, kanımca, Kieslowski kamerayı yalnızca bir görsel-mekanik alet olarak kullanmamış, tıpkı kendinden önceki yüzlerce düşünür gibi onu bir felsefe aracına dönüştürmüştür. Sinemanın edebiyat kadar güçlü bir sanat olmadığını söyleyen Kieslowski, yine de, varolan-gördüğü dünyayı ve görmek istediği-varolacak hayatı kitaplara değil, beyaz perdeye yansıtmıştır. Bunun nedeni açık; felsefeye boğulmuş, görselliği pek de kullanamadığınız bir sanat dalının yerine, daha çok insana ulaşabilecek ve ortak bir görsel dile sahip olan sinema, bazı şeyleri anlatmakta daha kullanışlı ve maharetlidir. Ama bunu günümüzün tüketim toplumu için söylemek bir hayli zor. Sanat filmlerinin yerlerde süründüğü, bir avuç sanat insanının yokluk çektiği; ucuz ve içi boş filmlerin sahibini zengin ettiği bir ortamda, Kieslowski de olsanız, fazla sayıda insana ulaşmanız imkansıza yakın. Çünkü insanlığı tek bir birey olarak düşünürsek, o birey, umudunu çoktan yitirdi ve elinde oynadığı şu yer küreye karşı neredeyse hiçbir umut beslemiyor. Ve hayattan istediği tek şey; kafasındaki dertleri, sıkıntıları ve acıları geçici bir süreliğine de olsa yok etmek, hatta şöyle diyelim; insanlığın istediği tek şey, Afrika’da ya da dünya üzerinde yaşanan herhangi bir trajik olayla ya da açlıkla ilgili bir şeyler duyduğunda kafasını çevirecek başka bir yön bulmak. Hepsi bu… Fakat işte asıl trajedimiz de

burada başlıyor; insanlığın kendisinden uzaklaşma isteğiyle…

Şair Kieslowski

Aslında her şeyden öte, Kieslowski sinemanın şairidir. Çünkü filmlerinde kullandığı imgeler, baştan sona oldukça etkileyicidir. Her sahnede, her diyalog ya da monologda ve tüm sessizliklerde çok önemli detaylar gizlidir. Kieslowski, filmlerinde neredeyse tek bir boş saniye bırakmamıştır. Bulunduğu zaman kesitine göre, örneğin filmin başında ve sonunda bulunan- sahneler arasında kullandığı filtrelerle, müziklerle ve mekanlarla inanılmaz bir bağ kurar ve kendi görsel kafiyesini kullanır. Bu, ilk anda izleyicinin gözüne çarpmayabilir fakat filmlerini ikinci kez, daha dikkatli izleyen herkes, bu kafiyelerin kusursuz bütünlüğüne çarpılabilir. Çekim teknikleri ise, insanda gereken duyguları uyandırır; Mavi’nin hemen başında arabanın hidrolik yağının damla damla sızıntısını soyutlanmış çekimle gösteren Kieslowski, insana uğursuz ve kötü bir şeyler olacağını hissettirir. Bu tür çekim tekniklerini ve ‘uyandırma’ sanatlarından bir çok örnek görebiliriz Kieslowski’nin filmlerinde. Ayrıca, bitişik sahnelerde gelişen ufak detaylar birbirini tamamlar; buna da örnek olarak Dekalog Bir’de, hayatta hesaplanamayacak hiçbir şey olmadığına inanan, ruhun varlığını kabul etmeyen ve metafiziği reddeden, rasyonalist bir babanın oğlunun ölümüne kadar uzanan süreçteki çok ince bir detayı verebiliriz. Her sonucun hesaplanabileceğini ve somut sebeplerden kaynaklandığını düşünen bu matematik profesörü, bir gece oğluyla birlikte, önceki üç günün hava raporlarını alır ve gölün üzerindeki buz kalınlığını hesaplar; buz tutan göl, yaklaşık 275 kiloyu taşıyabilecek kalınlıkta donmuştur ve ertesi gün oğlunun buz üstünde kaymaması için hiçbir sebep yoktur. Fakat, Kieslowski’nin kader ve hayatın planları hakkındaki yaklaşımlarını da düşünürsek, işler hiçbir zaman düşündüğümüz gibi gitmez. Oğlu yeni patenleriyle buz üstünde kayarken, babası evde çalışıyordur ve bir anda mürekkep şişesi patlar, adamın çalışma kağıtları ve önünde açık duran kitabı berbat olur. Bu tamamen öngörülemez ve sebepsiz bir aksiliktir. Ve tam masayı temizlemeye çalışırken telefon çalar; üst katta oturan kadın çocuğunu merak etmiştir ve ‘oğlunuzla paten kaymaya gitmişlerdi, kötü bir şey olmasın?’ diye


sorar. İşte; mürekkep şişesinin durduk yere patlayıp mürekkep sızdırması ve hemen ardından gelen daha büyük bir ikinci felaketin başlangıcı… Kieslowski, bazen de bunun tam tersini yapar. Beklenmedik, güzel bir sürprizden hemen sonra kahramanlardan birinin canı fena halde yanar. Yani hayattaki tüm aksilik ve güzellikler birbirlerine anlaşılmaz bir bağla bağlıdırlar ve kendi aralarında onların da bir kafiyesi vardır. Ve gücümüz bu kafiyeyi çözmeye asla yetmez. Çünkü bir yaratıcı vardır ve biz bunu eninde sonunda kabul ederiz. Görsel imgelerin yanında, müzikler ve sesler de Kieslowski filmlerinde büyük önem taşır. Belli sahnelerde kullanılan aynı sesler, kimi zaman bir karakterin sadece nefes alıp verişini duymamız ya da bir çocuğun boğuk gelen konuşması her zaman, hem kendi içinde hem de filmin tamamıyla bir bütünlük ve bağlılık yaratır. Kieslowski, filmlerinde camların ve aynaların yansımalarına da oldukça başvurur. Cam, insanları hem ayıran hem de birleştiren bir unsurdur. Karakterlerin aynalara düşen yansımaları ise, onların üstündeki ışık ve gölge oyunları görüp, ruh hallerini çözümlememize yardımcı olur. Öyle ki, kimi zaman, örneğin Kırmızı’da sıkça yaptığı gibi; Kieslowski, ana karakter Valenti’nin yüzünün bize dönük olan tarafını gölgede bırakıp, aynadaki kısmını ışığa boğar. Ya da Valenti’ni, aynalardaki yansımaları dahil, bir anda beş farklı açıdan görmemizi sağlar. Bu tür oyunların hiçbiri sebepsiz ve sadece eğlence-kafa karıştırma amaçlı değildir. Dediğim gibi, karakterlerin o andaki iç döngüleri ve ruhsal analizlerine göre, bu tür detayların çok önemi vardır. Zaten Kieslowski’nin sırrı da burada ortaya çıkar; detaylarla insanı boğmadan, saniyelik incelikler ve imgelerle, bir konu bütünlüğünü harmanlayıp, ‘sinema nedir?’ sorusuna tastamam bir cevap verir. Kieslowski, filmlerinde izleyiciyi istediği gibi yönetir ve bu başarılması çok zor gücüyle, insana yani seyirciye büyük bir empati gücü kazandırır. Görsel ve yazılı yaratımlarda çok önemli olan bu kilit kelime, yani empati, birçok farklı yolla sağlanabilir. Bunun temel sağlayıcısı hiç kuşku yok ki; samimiyettir. Eserlerindeki samimiyetten şüphe edemeyeceğimiz bu büyük yazar-yönetmen, karakterleri anlamamız ve hikayeyi onların gözüyle görmemizi istediğinde bazen Juliette Binoche’un yaralı gözünün içine sokar

Görsel: The Double Life of Veronique, 1991

bizi ve her şeyi buğulu görmemizi, böylelikle Binoche’un yaşadığı buhranlı ve dağılmış hayatı anlamamızı sağlar. Sigara İçmeye Giden Adam

“Sinemadan bıktım, artık yapamıyorum. Film çevirmek benim için çok ağır bir stres, sağladığı tatminle ters orantılı, çok pahalı bir zevk… Genç yönetmenlere seminerler vereceğim, senaryolar yazacağım. Yaşayacağım işte!” Renk Üçlemesi’ni bitirdikten sonra bir daha film çekmeyeceğini açıklayan Krzysztof Kieslowski, “Evime gidip sigara içeceğim” der. Kariyerine noktayı koyan son sözü bile, altında birçok şey saklayan ve insanı çağrışımlarla dolduran bir cümledir. Filmlerinde nitelediği kardeşlik, eşitlik ve özgürlük kavramlarıyla tutarlı olarak, özellikle Renk Üçlemesi’nde, Kieslowski birçok farklı milletten insanla çalışmış ve sette-filmlerde 4 farklı ülkenin dili konuşulmuştur; Fransa, Polonya, İngiltere ve Almanya. Ama Kieslowski, “kendinizi Avrupalı hissediyor musunuz?” diye sorulduğunda, belki de sanatın ruhunun açıklar bir cevap verir; “Hayır. Kendimi Polonyalı hissediyorum. Daha doğrusu ben, Polonya’nın kuzeydoğusundaki ufak bir köyde sahip olduğum eve ait hissediyorum kendimi, orada yaşamaktan mutluyum. Ama orada çalışmıyorum, sadece odun topluyorum.” Hiçbir gerçek sanatçının, özünden ve ait olduğu yerden kopmadan evrensel olması nasıl imkansızsa,

Kieslowski de bu gerçeğin temelleriyle yaşadı ve dünyaya büyük bir miras bıraktı. Benim için, sinemanın tanrısı olan bu adam, kimilerimiz için ütopik bir şair, kimilerimiz içinse imgesel bir yönetmendir. Elbette Tarkovski, Fellini, Tarantino, Godard gibi birçok bilindik ve önemli yönetmenler de yaşadı ve yaşıyorlar. Ama hiçbiri, en azından benim nezdimde, Kieslowski’nin başardığını yakalayamadılar. Önyargılı olmak istemiyorum ama şimdiden sonra da, bu tür bir şeyin gerçekleşmesi hayli zor geliyor bana.

Okuyucuya tavsiyem, Kieslowski’nin filmlerindeki tüm sahneleri tek bir sahne gibi düşünüp, izledikten sonraki düşüncelerini ve hislerini unutmamaları. Tıpkı onun da dediği gibi, sinema ya da edebiyat ya da adına ne derseniz deyin, hiçbiri bu dünyayı değiştiremez. Ama onları seyreden ve bilen biz insanlar, bu dünyayı değiştirebiliriz. Fakat özümüz Kieslowski’nin söylediğiyle bire bir aynı;

“İnsanlar hep aynı; yani umutsuz, yaşama uyum sağlayamayan, aşk acıları içinde kıvranan ve aynı şekilde doğan ve ölen yaratıklar…”

35


Kurgusal Zaman, Kurgusal Mekan ve İki Hamlet Uyarlaması Yasemin Yılmaz Yüksek Son yirmi yılı aşkın süre içerisinde romanın sanatsal bir yaratı türü olarak azalan popülaritesiyle birlikte sinemada edebiyattan uyarlamalar önem kazandı. Film çalışmaları ve uyarlamalar üzerine incelemeler yapanlar, uyarlamanın tanımı, süreci, zorlukları ve asıl metne uyumlu kalma(ma) gibi konular üzerine odaklandı. Tam da bu noktada belirtilmesi gereken husus uyarlamaların, yazılı bir metnin birebir çevirisi olmadığıydı. Uyarlama, bir gösterge sisteminden bir diğerine çeviri yapılması, kelimelerin görüntülere dönüştürülmesidir. Bu çeviri sürecinde birtakım eklemeler ve çıkarmalara gereksinim duyulmasıyla asıl metinden sapmaların olması ise kaçınılmazdır. Bir uyarlamanın kendisinden önceki uyarlamalardan etkilenmesi ve bu sebeple yazılı metnin birebir kopyası olmaması uyarlamaların metinlerarası ve üst kurmaca kavramları bağlamında da değerlendirilmesini mümkün kılar. Klasikler kategorisinde sınıflandırılan bir edebi eserin on civarı sinema ya da sahne uyarlamasının olması yapısalcı yöntemlerden Yeni Eleştiri’ye göre orijinal metin vurgusunu sorgulatmaktadır. Shakespeare’in beyazperdede en çok izlenen eseri Hamlet, Olivier, Branagh, Zeffirelli ve Almereyda gibi yönetmenlerce uyarlanmış, uzmanlar klasik eserlere yönelik bu ilgiyi geçmişe yönelik merak ve nostalji özlemiyle açıklamışlardır. Zeffirelli’nin Hamlet uyarlaması (1990) bu nostalji özlemini kullanılan ortaçağ mekanları ve kostümleriyle dindirirken, Almereyda’nın uyarlaması (2000) aynı klasik eseri postmodern bir bakış açısıyla ekrana taşımış ve aynı içeriksel derinliği korumanın mümkün olduğunu göstermiştir. Shakespeare’in ünlü eserinin çeşitli uyarlamaları birbirleri arasındaki metinlerarası ilişkilere de dikkat çekmektedir. Uyarlamalar arasında zamansal ve mekânsal farklılıkların yanında karakterlerin resmedilmesi ve önemli tematik noktaların iletilmesi açısından belirli benzerlikler de öne çıkmaktadır. Örneğin, hem Zeffirelli hem de Almereyda, Ophelia’nın Shakespeare’in eserinde kararlılık ve masumiyetle örtüşen kişiliğini su motifi kullanarak vermeyi tercih etmiştir. Kurgusal zamandaki farklılıklara rağmen her iki uyarlamada da 16. yüzyıl trajedisinin sözcükleri kullanılmıştır. Benzerlikler ve farklılıklar analizi bir tarafa bırakıldığında bir uyarlamanın değerlendirilmesinde esas alınan kriter yazılı sözcüğün derinliğinin yansıtılıp yansıtılamadığıdır.

36

Görsel: Hamlet, Almereyda, 2000

Almereyda’nın Hamlet uyarlaması, 16. yüzyıl eserinin derinliğini zaman ve mekân seçimlerindeki farklılıkları ustaca kullanarak yansıtmaktadır. Mekân olarak kale kullanılmaması, kral ve kraliçenin karakter seçiminde tercih edilmemesi izleyiciye Hamlet’in bambaşka bir okumasını sunmaktadır. Almereyda’nın Hamlet (2000) filmi kale yerine uzun iş kulelerinin ve plazaların dünyasında geçer ve Elsinore ismi Elsinore Oteli olarak karşımıza çıkar. Mekân seçimiyle bağlantılı olarak kral ve prensler yerine CEO’lar, patronlar ve ücretli çalışanlar yer alır. Tüm bu görsel unsurların izleyiciye sunduğu aslında tiyatro sahnesinde sunulandan farklı değildir. Shakespeare’in trajedisinde Hamlet, babasının hayaletiyle karşılaşmasının ardından bir türlü harekete geçemez. Hamlet’in sorunu babasının katli değil kendisinden gerçekleştirmesi beklenen eylemi - intikam - içselleştirememesidir. Hamlet (2000) filminde ise Hamlet içine kapanık, toplumdan uzak, kozmopolit Manhattan’da kendisini bulmaya çalışan bir gençtir. Filmdeki her görsel detay Hamlet’in yalnızlığını ve kendisini toplumun dışında tutmasını Fredric Jameson’ın geç kapitalist dönemin ve tüketici toplumunun getirileri olarak tanımladığı olgulara bir göndermedir. Hamlet’in amcası Claudius ve annesi Gertrude ticari firmaların yetkili kişileridir. Evlilikleri bir basın toplantısı aracılığıyla kamuoyuna duyurulur ve toplantının ardından Limuzin’e binerek şirketten uzaklaşırlar. Hamlet bir otel odasına kendini hapsetmiş, zamanının büyük çoğunluğunu video kaydı yaparak ve düşüncelere dalarak geçirmektedir. Dışarıda olduğu vakitlerini ise caddelerde ve mağazalarda amaçsızca dolaşarak tüketmekte, bu şekilde kendisini insanlardan uzak tutabilmektedir. Shakespeare’in dilindeki şiirsel zenginlik, Almereyda’nın filminde görsel detaylarda yansıtılmaktadır. Bu görsel detayların en öne çıkanı kullanılan çeşitli mekân vurgusudur. Hamlet (2000) filminde plazalar, cam kapılar ve Hamlet’in dağınık odası karakterin fiziksel ve ruhsal dünyası hakkında izleyiciye fikir sunmaktadır.


Zeffirelli’nin Hamlet uyarlamasında da görsel detaylar önemli bir işlev yürütmektedir. Shakespeare’in trajedisi konuşmak eyleminin merkeze alarak açılır ve trajedi Hamlet’in yaptıklarından çok yapamadıklarıyla ve dolayısıyla söyledikleriyle örülür. İlk sahnede öldürülen kralın hayaleti Hamlet’e “Konuş” isteğini iletir ki bu istek Zeffirelli’nin uyarlamasında görme eylemine yapılan vurgu olarak kendisini gösterir. Sahne değişimleri ve kimi sahnelerin uzunluğu gerek karakterlerin gerek izleyicinin gözlemleme, tahlil etme gibi eylemler içerisinde olduklarını gösterir. Yönetmen Hollywood izleyicisini konunun tarihsel arka planıyla ilgili bilgilendirmek için yas cümlelerinden çok uzun konuşmalara yer vererek izleyicinin olayları karakterlerin ağzından duymalarını sağlar. Zeffirelli’nin Hamlet uyarlamasında farklı ve kimi zaman da eksik olarak nitelendirilebilecek olan unsur oyunda olmayan fakat Hollywood filmlerinde sıklıkla başvurulan romantik öğelerin filme yerleştirilmiş olmasıdır. Filmin DVD arka kapağındaki kısa tanıtıcı yazıda kralın kraliçe tarafından öldürüldüğü bir gerçeklik olarak verilmiş ve bu şekilde cinayet bir aşk ve ihtiras olayına dönüştürülmüştür. Benzer şekilde filmin sonunda Hamlet’in geri dönmesi Ophelia ile evlenme isteğine bağlanmıştır. Zeffirelli’nin Hollywood uyarlaması filminde öne çıkan Hamlet’in eyleme geçememe ve insanlardan kendisini uzaklaştırma hali değil var olan bir olay örgüsünün izleyiciyi tatmin edecek bir sona kavuşmasıdır. Kostümler ve sahne düzeni bir Shakespeare oyununa uygun olsa da Zeffirelli’nin film uyarlaması oyunun politik ve tarihi dokusunu taşımaktan uzak, romantizme yaklaşmış bir ürün olarak izleyiciye sunulmaktadır. Oyunun aksine filmde ne Hamlet’e babasının hayaleti tarafından bir görev verilmiş ne de Hamlet tahtın korunması gibi politik bir görev almıştır. Filmde Hamlet’te gözlemlenen intikam duygusu babasına duyduğu sevgiden gelmektedir. Oyunda olduğu gibi çürüyen bir şeyler olduğu vurgulanmaktadır ancak bu çürüme devletin içinde değil evlilik kurumundadır. Hamlet annesini devleti zor durumda bıraktığı için evliliğini lekelediği için suçlamaktadır. Tüm bu yönleriyle Shakespeare oyunundaki politik yön filmde yeterince önemsenmemiştir. Zeffirelli uyarlamasının aksine Almereyda’nın 2000 yılında izleyicilerle buluşturduğu Hamlet, metropolitan bir mekanda ve günümüz dünyasında kurgulanmış, tüm farklılıklarıyla Shakespeare trajedisinin derinliğini yansıtmayı başarmış bir filmdir. Sinematik teknikler 16. yüzyıl oyununun tansiyonunu ve şiirsel dilini aktarmada oldukça başarılıdır. Yönetmenin diyalogları ve monologları değiştirmeden filme almasının ardında yatan geçmişe duyulan bir nostalji değil, Shakespeare oyununun zamana sığmayan evrenselliğini yansıtma çabasıdır. Oyunda Hamlet’te bütünleşen bireyin kendisine yabancılaşması, toplumdan uzaklaşması, yaşamla bir bağ kuramaması gibi sorunlar insan varoluşunun temel sorunlarıdır. Almereyda’nın bir 16.yüzyıl trajedisi ile günümüz sorunlarına ışık tutması geçmişi bugünün ışığında yeniden okumamızı olanaklı kılmıştır. Shakespeare’in romantizmle yoğrulmuş şiirsel dili bugünün postmodern ve çoğu zaman anlaşılmaz dünyasında çabucak kırılmaya, işitilmemeye

Görsel: Hamlet, Zeffirelli, 1991

mahkûm hale gelmiştir. Hamlet’in pasif duruşu, yaşadıklarını anlamlandıramaması karşısında hissettiği delilik ve monologlarında yükselen çığlığı bugün de işitilmekte ancak çoklu seslerin ve kargaşanın dünyasında anlaşılamamaktadır. Almereyda’nın postmodern filminde Shakespeare trajedisinin sözcükleri bütünlük oluşturan tek büyük hikâyedir. Hamlet’in film boyunca kullandığı kelimeler anlaşılmazlık dünyasında bireysel ifade gücünü elinde tutmak isteyen bireyin çabasını yansıtmaktadır. Şirket ve plaza camlarıyla öne çıkan görsellik bireyler arası güç ve iktidar savaşının para ve statü temelinde gerçekleştiğini, filmde yok sayılmayan Shakespeare dilinin ise sarsıcı bir etkisinin olduğu kolaylıkla söylenebilir.

Filmdeki birçok görsel ve aynı zamanda sembolik detay, yazınsal dilin sinema diline evrilmesi sürecinde nasıl yeni bir dil yaratıldığını ve uyarlamaların bir işaret sisteminden diğerine çeviri olmadığını göstermektedir. Örneğin, Ophelia’nın delirme sahnesinin içeriye doğru kıvrılan merdivenli bir müzede canlandırılması karakterin zihninde dönüp duran ve bireyi bir düşünce sarmalına hapseden saplantıların yansımasıdır. Benzer şekilde Hamlet’in uçakta elinde uzun süre tutarak baktığı çıplak kadın kartı kendisine yabancılaşmış bireyin varlığını kolaylıkla yadsıyabildiği cinsel dürtülerine bir göndermedir. Claudius’un oyunda karanlık bir alana geçerek suçuyla yüzleşme sahnesi filmde Limuzin içerisinde kendi kendine konuşma sahnesi olarak verilirken Hamlet’in amcasını vuramaması, oyundakinin aksine, monologla devam etmemiştir. Almereyda sessizliği, Hamlet’in pasif varoluşunu anlatmada yeni bir dil olarak kullanmıştır. Hamlet’in film boyunca elinde görülen kamera film içinde bir başka film yaratmış ve bu görsel detay filmin geneline hâkim olan görselliği daha da ön plana çıkarmıştır. Almereyda’nın Hamlet uyarlaması Zeffirelli uyarlaması gibi Shakespeare oyunundaki karakter bunalımını ve zihinsel mücadeleyi başarılı bir şekilde izleyiciye yansıtmaktadır. Almereyda’nın postmodern okumasını bir adım ileriye taşıyan ise anlatım dilini görselleştirerek sözcükleri görünür kılmasıdır.

37


Avare Mert Yılmaz Güler “işte geldik gidiyoruz kahrolasın kahrolasın istanbul şehri” Kadıköy’de rıhtımdan izliyorum İstanbul’u; sağ kolum Haydarpaşa… İstanbul, çırılçıplak bir kadın gibi serilmiş önüme, boğazına kadar çekmiş denizi, ama kımıl kımıl böyle, ne madrabazlıklar yapsam, ne şirretlikler etsem de şu adamın aklını başından alsam, diye düşünüyor sanki. Bir sigara yakıyorum. Dumanını içime çekiyorum, burnumdan veriyorum. Birkaç nefes daha… Derken “Gül vereyim abime.” diyor bir Çingene kadını altın dişleriyle gülümseyerek. Memeleri göbeğine sarkmış, esmer, başörtüsünü arkadan bağlamış koca götlü bir Çingene kadını.

“Yalnızım.” diyorum.

“Kime vereceğim, kimsem yok ki!”

“Olsun be abi, al bi’ gül, verirsin birine.” diyor. “O zaman, bi’ ekmek parası ver abim…” diyerek gülü sepete geri koyuyor. “Param da yok.” diye yanıtlıyorum.

“Elli kuruş da mı yok be abi?” diyor hor görü ve sinsi bir sırıtışla. Tiksiniyorum bu yağlı hayvandan! Gerdanından sarkmış kıllara iğrentiyle bakıyorum ve; “Yok para mara! Hem yalnızım hem parasızım ulan, hadi git başımdan!” diyorum. Yalnız ve fakir adam klişesinin en orijinal haliymişim gibi geliyor bana…

“Allah cezanı versin, belalara gelesin, yalnız geberesin!” diye beddualar ederek ayrılıyor yanımdan su aygırı kılıklı karı. Denizi seyretmeye devam ediyorum sigaramı tellendirerek. Vapurlar iki yaka arasında mekik dokuyor. Martılar ciyak ciyak uçuşuyor. O sırada çiçekçi kadın rıhtımın kenarından denize uzatıyor şalvarlı bacaklarını, şalvarı ıslanıyor, derken cumburlop denize bırakıyor kendisini ve yüzerek Adalar yönüne doğru gözden kayboluyor. Güzelim manzara hipopotam çiçekçiye karşı duyduğum siniri gideriyor böylece. Sinir harbinden yeni çıkmış bir gaziyim şimdi ve Marmara Denizi’yle hasbihal ediyoruz. Sözsüz, sessiz sohbetimiz öyle tatlı gelmiş ki, vaktin nasıl aktığını anlamamışız. Hiç hatırlamıyorum, neden sonra vapura binmişim, Avrupa yakasına geçip, Eminönü’nde inmiş, tramvayla Aksaray’a gelmişim. Aksaray’a, o kenef semte ki, arka sokakları fuhuşhanedir kardeşlerim. Kadıköy ne kadar alımlı bir kevaşeyse, Aksaray o kadar acuzedir.

Aksaray meydanında, metro istasyon girişinin gerisinde, süs havuzunun civarında bir kalabalık görüyorum. Üç şişeyi bir futbol topuyla devirmeye çalışan gencin etrafına toplanan ahali, gencin şişeleri devirip deviremeyeceğini, akabinde şişelerin ve topun sahibine verdiği bir lira karşılığında on lira alıp alamayacağını merakla izliyor. Meydanda caka satan bıçkın delikanlılar dâhil hepsi heyecan içinde… Topa vuruyor genç, ortadaki şişe ve soldaki şişe devriliyor, ancak sağdaki kıpırtısız. “Siktir amına koyayım!” diyor delikanlılardan birkaçı. “Hay az kalsın devrilecekti!” diyerek el çırpıyor çiroz bir kadın. “Ayağının içiyle vursan olurdu.” diyor döşünün kılları gömleğinin yakasından fışkıran güneş yanığı bir adam… O sırada bir el dokunuyor koluma. Bakıyorum elin bileğinden ve elin kolundan ötesine: Eşyalı bir et yığını. Buruşuk. Esmer. Dişleri çürük. İnce dudakları. Siyah seyrek s a ç l a r ı…

38


“Neredensin?” diye soruyor. “Bayrampaşa’danım.” diyorum. “Bayrampaşa hah, tanıdıklarım var oradan. Şevket’i bilir misin, hani iki çocuğu olan?” diyor. “Hangi Şevket, soyadı ne?” diye gülümsüyorum bu ihtiyar kadına; nereden baksanız elli yıldan fazla süredir zamanın hırpaladığı çelimsiz bir beden. Düşünüyor soyadını, hatırlayamıyor. “Parkın oradaki Şevket işte… Hep gelir buraya.” “Yok, tanımıyorum.” diyerek tebessüm ediyorum tekrar. İhtiyar kadınlardaki o masum hal içimde uyuyan şefkat hayvanını uyandırıverir her seferinde. Yaşlandıkça çocuklaşır ve masumlaşırlar çünkü. Neden böyle soru sorduğu hakkında hiçbir fikrim olmadan izlemeye devam ediyorum şişe devirme oyununu. Bazen çocuklar da böyle ehemmiyetsiz sorular sorarlar.

“Bir liraya on lira! Bir liraya on lira!” diye bağıran çakalın eline bir lira tutuşturan orta yaşlı herif topun başına geçiyor ve şişelerin açılarını gözleriyle hesaplayarak, nereye vurması gerektiğini kestirmeye çalışıyor. “Nerelisin?” diye soruyor bu sefer eciş bücüş ihtiyar kadın. “Göçmenim, Arnavut göçmeniyiz biz.” diyerek üç şişenin aynı anda devrildiğini görmediğim bu basit sokak oyunundan para kazanan düzenbazı ve onun bir lira kaybedecek olan yeni kurbanını inceliyorum. “Arnavutsunuz demek, Albanian. Memleketten gelmeden önce babam demişti bana, kızım Türkiye’de Albanianlar var, güvenilir insanlar, diye…” “Albania… Evet öyle de deniliyor.” sonra soruyorum ayıp olmasın diye, “Siz nerelisiniz?” “Azerbaycan.” “Anladım.” diyerek başımı sallıyorum. O sırada ihtiyar kadın sol elindeki çarpık parmaklarıyla tişörtüme dokunarak soruyor bir tüccar edasıyla: “Seks yapalım mı?”

Vücudum teberle ikiye ayrılmış gibi hissediyorum, bacaklarım yok oluyorlar sanki, midem ve diğer iç organlarım dökülüyor yere. Vücudumun üst bölümü ise hayali bir kancayla gökyüzüne asılmış. Kafatasımın içindeki beynim dağlanmış, gözlerim uyuşuyor. İster istemez acıyarak bakıyorum bu kadına, sonra bluzunun içindeki fantezi çamaşırı askısının omzundan göründüğünü fark ediyorum. Karşımdaki asırlık kadın, ihtiyar bir seks işçisi…

“Sağ ol.” diyerek başımı sağ omzuma eğiyorum.

“Yok, teşekkür ederim!”

“Ucuz ama…” diyor.

“Hah Recep’i tanıyor musun?” diye sorarken uzaklaşıyorum yaşlı kadının yanından ve metro istasyonuna ilerliyorum. Bazı zamanlar –ki Türkiye’deyseniz, çok zaman- erkekliğinizden utanırsınız. Evet, açık söyleyeyim, erkekliği bir gurur vesilesi değil, aksine bir utanç olarak taşırım ruhumda. Bunca zulmün temelinde bu erk vardır çünkü. Bilir ve görürüm. Üstelik zaman zaman farkında olmadan veya gayet farkında olarak kullanırım bu erki, öyle işlemiştir ki toplum erkekliği zihnime, her ne kadar karşı çıkmaya çalışsam da bir yanlardan sıyrılıp dikilir önümde erkekliğim, en sert haliyle!

“YETERSİZ BAKİYE” Hassiktir!

Turnikelerden geri dönüyorum, metrodan çıkıyorum mecburen ve gerisin geri yürüyorum meydana doğru; fakat biraz uzaktan. Devingen bir kalabalık istiflenmiş meydana; insanların sayıları çoğalmış, kör solucanlar gibi kıvranıyorlar içten içe... Azerbaycanlı buruşuk kadın, göbekli, kel, bıyıkları ağarmış bir adama pazarlıyor kendini. Beni görmüyor. Hızlıca meydanı geçiyorum. Arapça tabelaları kızıl neon ışıklarıyla parıldayan lokantaların orada duruyorum, apansız bir uçurtma beliriyor apartmanların üzerinde, lokanta bacalarından çıkan kebap dumanlarıyla islenmiş sanki. Lakin uzakta, çok uzakta bir uçurtma rüzgâra karşı yükseliyor her şeye rağmen; kim bilir hangi çocuğun elinden? İcabında bir sigara yakıyorum, dumanını Allah’a üflüyor, bu canım şehri ona havale ediyorum. 39


Ailemizin Aquapark’ı Devran Bostancıoğlu Son olarak kaydıraklardan kayacağımız simitleri de arabadan indirdikten sonra abime dönüp, “Ne iyi oldu değil mi abi? Daha büyük bir yere taşınmak falan. Hem ailemiz de büyüyor sürekli,” dedim ama karşılığında, “Evet” cevabı almak yerine abimin şaşkın bakışlarına maruz kaldım. Babamsa biraz ileride, söylediklerimi duymuş olacak ki, o da başını yaşlılara özgü “tövbe estağfirullah” manasında salladı.

Her şey aquapark ile başladı. Evet, ailecek aquaparkı çok seviyoruz. Şehrin uzağında daha büyük bir arsa satın aldık. Evi çabucak yaptırdık. Para varsa inşaat kısa sürer, demişti babam. Para vardı. İki katlı dubleks, kocaman bir ev yaptırdık. Ben, eşim ve çocuğum. Abim, eşi ve iki çocukları. Babam ve annem. Bir de atsan atılmaz, satsan satılmaz küçük kardeşimiz. Geniş bir aile olmuştuk ve çok mutluyduk. Ama bir şeyler eksik diyorduk, bir şeyler eksik… Abimle konuştum ilk olarak: Evin hemen üst tarafına neden minik bir aquapark yaptırmıyoruz ki? Abim bu fikrimi çok beğendi. Babamla konuştuk.

“Baba, bizim bir fikrimiz var.” “Dinliyorum.” “Aquapark istiyoruz!” “Bir hafta sonu gideriz.” “Hayır, evin üst tarafına yaptıralım.” “Manyak mısınız?” “Hayır baba. Ailecek bir aquaparkımız olsun istiyoruz. Kötü mü bu? Böylelikle dış dünyayla iletişimimiz kesilecek hatta yok olacak.” “Aferin oğlum, bu açıdan bakmamıştım. Tamam, yapalım.” “Olllleeey be!”

Üç kaydırak yaptırmıştık. Biri zigzag çiziyordu ve en tehlikelisi oydu. Biri küçük, çocuklarımız için. Diğeri ise standart boyutlarda ve standart derecede korkutucuydu. Tıpkı alışveriş mağazalarındaki gibi standarttı. Her şey iyi hoştu, bitirme aşamasına gelmiştik fakat test ederken, yeteri kadar iyi kaymadığını fark ettik. Kayması için sıvı bir malzeme varmış, onu gidip aldım. Döndüğümde, mini aquaparkımızın üst tarafından ailemi gözlemledim bir süre. Elimdeki malzemeleri bir kenara koydum.

Annem. Kadın annem. O kadar zengin olduk, hâlâ köylülüğünden vazgeçmemiş, eteğini giymiş ve kaydıraktan akan suyla çamaşırları yıkıyor. Hemen ön tarafında, diğer kaydırağın sonunda ise benim eşim var. O şortluydu ama o da kaydıraktan gelen suyla bulaşıkları yıkıyor, hemen yanındaki inşaat hâlinde bulunan duvarın üstüne koyuyordu. Üçüncü kaydırağın sonunda ise yengem ve kızı duruyor. Onlar gelen suyu şişelere dolduruyor ve -sanki akşam bu suları içecekmişiz gibi- bir damlası boşa gitmesin diye pürdikkat kaydırağa bakıyorlardı. Babam. En sevdiği kelime, eşantiyon. Hatta o kadar sever ki, dükkânlardan aldığı eşantiyon şapkayı, kalemi, defteri ve takvimi kullanırdı. İşte şimdi de başında Öztürkler Ticaret yazan bir şapka var ve malzeme taşıyor. Eşantiyon kelimesini babamdan sonra ilk kez kullanan eşimle böyle tanışmıştık. İnşaat malzemeleri satan bir dükkândaydık ikimiz de. Ben, sıranın bana gelmesini beklerken; o, narin sesiyle dükkân sahibine sordu: “Eee o kadar şey aldık, eşantiyon yok mu?” Onda babamı gördüm. Evlendik. Çocuğumuz oldu. İsmi Gece. Ailem yukarıdan çok güzel görünüyordu. Biraz daha yukarıdan daha güzel görünecekleri fikrini düşünüyordum. Hemen evimizin yanında bulunan -villamızın yani- kocaman ağacın tepesine tırmandım. Benim biricik geniş aileme tekrar baktım. 40


Eveeeet! Daha güzel görünüyorlardı. Sevinç çığlıkları atıyordum.

“Heeeeey! Benim biricik geniş ailem. Ne iyi oldu da aquapark yaptık, değil mi?”

Annem, babam, abim, eşim, yengem ve çocuklarımız hepsi dönüp yukarıya, bana baktı. Hepsinin yüzünde, “Ne zaman delirdi bu böyle?” ifadesi vardı. Aquapark olayı bir tek bana mı fazla sevindirici bir olay görünüyordu? Çocuklarımız bile benim kadar sevinmemiş, bana gülmekle yetinmişlerdi. Eşim, “İn aşağı, bir de seninle uğraşmayalım,” diye bağırdı. Başka neyle uğraşıyorduk da, bir de benimle uğraşılacaktı ki? Etrafınıza bakın, bu kadar zengin bir aile var mı başka?

Annemin, “Yemek hazııııır! Herkes sofraya!” diye bağırmasıyla aşağı inmem bir oldu.

“Annecim yemekler çok güzel görünüyor da… Neden burada yiyoruz? Evde büyük masamızda yesek…”

Abim ve babam çok sert baktı. Eşim koluma girdi, omzumu öptü. Bana acıyordu. Yengem, tövbe estağfirullah çekip duruyordu.

“Anne?” Cevap yoktu.

“Anne, babama ne oldu?” “Yok kızım bir şey, yok, bir şey olmadı. Şaka yapıyor. Korkma.”

Aquapark yoktu! Kaydıraklar gitmişti.

Konuşan annemdi. Abim arabaya binmiş, bana bağırıyordu.

Biraz düşündüm. “Anlaaadıııım. Tabii ya. Aquaparkımızın yanında bu eski manav kasalarını yemek masası yaparak nostalji yapmak istediniz. E bu harika fikir!”

Kızım dâhil, hiçbiri zenginliğe hemen alışamadı belli ki. Bir ben adapte olmuştum bu duruma. Küçük kardeşimiz yemeğini bitirmiş, Adidas topuyla oynuyordu. Biz yemek yemeye devam ediyorduk bir yandan. Tam çorbayı ağzıma götürüyordum ki, kafama sert bir cisim geldi. Küçük kardeşimin topu olmalıydı bu. Kaşık yere düşmüştü. Kaşığın yere düşmesiyle çıkan ses beni bir anda huzursuzluğa kaplamıştı.

“Sevgilim, aquaparka ne oldu? Anne? Baba? Abi? Yenge? Aquaparka ne yaptınız?” “Kendine geliyor sonunda sanırım. Şükür yarabbim.” “Hadi ulan gelsene, geç kalacağız, yine bir sürü fırça yiyeceğiz.” “Kimden?” “Kimden olacak ulan, Halil Bey’den.”

Başımdaki Öztürkler Ticaret yazılı eşantiyon şapka, ayakkabımı bağlarken yere düştü. Elbisem yırtık pırtık oldu bir anda. Araba son model bir Mercedes idi, şimdi kırmızı bir Anadol. Bunların hepsini anlarım da, aquaparka ne olmuştu? Aklımı kaçıracaktım. Abim arabayı çalıştırdı, yol aldık tozlu yollarda. Sormadan edemedim. “Abi, aquaparka ne oldu?” “Yahu Halil Bey vazgeçti yaptırmaktan. Onun zengin züppe çocukları bu kadar üzülmedi be oğlum. Amma taktın kafayı şu aqua parka. Kayabileceğini mi sanıyordun? Yanında çalışan hizmetçi aileye aquaparkın a’sını göstermezler. Babamız aquapark bile diyemiyor. Apoya park diyor. O da bizim mahalledeki yaşlı Abdullah Amca’ya park yapıldığını sanıyor. ” Yol çok kötüydü. Torpidonun kapağının ayağıma düşmesiyle kendime geldim. Üstüme -ancak bir amelenin üstüne çökebilecek- bir yorgunluk çökmüştü.

41


Hiç Kimseyi İlgilendiren Bir Tartışma Coşku Kılıç “Bir insan neden hayvan yemez, anlamıyorum” dedi. Bunu demekle de kalmadı ve “O hayvan severlerin şehirde yaşamasını da anlamıyorum, git o zaman kardeşim köy de yaşa, kendin ek kendin yetiştir” diyerek devam etti.

Önümüzdeki sehpada bayramdan kalma hayvanlar köfteleşmiş halde bunu söyleyen ve onu dinleyen ağızlara giderken, herkes bir yandan benim ağzıma bakıyordu. Masada hayvan yemeyen tek kişi ve elbette konuyu açan da bendim. Türcülüğün aptallığından söz ederek cevaplayamazdım onu, zira o zaman “Gezi”den önce “sisteme karşı direniş”, “mücadele” içerikli sözler sarf ettiğimde olduğu gibi marjinallikle ya da radikallikle yaftalandığım hatta aşırıya kaçıp “Bu yalnızca üç yüz küsür yıllık bir sistem. Dört buçuk milyar yıllık gezegenin içinde, günümüz görünümüyle iki yüz bin yıldır var olan insanın kendi elleriyle yarattığı ve işlettiği üç yüz yıllık bir sistemi nasıl mutlak, değişmez ve yıkılmaz gerçek olarak kabul edebilirim ki? Elbette bu sistem yıkılacak. Elbette bir zaman da bir biçimiyle bir devrim olacak. Bu insanı ve insanlık tarihini nasıl dönüştürecek bilmiyorum ama hayat ve doğaya dair bildiğim tek mutlak doğru ikisinin de diyalektik olduğu ve onun yasalarıyla işlediği. Ve diyalektiğin de tek sabiti değişim ve dönüşüm zorunluluğu. Sabiti değişim ve dönüşüm olan ironik bir dünya burası ve bu dünyanın tarihinin bütün sistemleri feodalizm, aristokrasi vs. nasıl hepsi dönüşe dönüşe can verip kendilerini metamorfik bir biçimde kapitalizmin bir yerinde yeniden var ettiyse, kapitalizm de can verecek. Belki dönüşüp yeni bir kılıkta can bulacak belki de yüksek sigorta primleriyle daha başka bir sistemin içinde emekliliğinin keyfini çatacak. Kaldı ki son yıllarda dünyanın muktedirleri de farkındalar ki zaten, can çekişmekte olan bir sistemle belki de son yıllarını yaşamakta olan bir dünya var. Bunun tek büyük müsebbibi de kapitalizmin kendisi. Yani böyle gerçeklerin olduğu bir dünyada “Devrim”i beklemek “Godot”yu beklemek gibi değil. Nasıl Godot gelmese bile aslında hepimizin içindeyse, hatta nasıl bir yandan da hepimiz Godot sayılabilirsek, aslında Devrim’de hepimizin içinde. Hepimiz onu oluşturuyoruz. Hepimiz yeni bir Big Bang için hem biriktiriyor hem birikiyoruz. Ve inan bana bir gün hep birlikte patlayacağız…” dediğimde çok uzun ve ütopik konuşan bir hayalperest olarak suçlandığım gibi bir konumda bulabilirdim kendimi. “Gezi” deneyiminden sonra hepimizin şirazesi kaymış, vizyonları alt üst olmuştu. Beni, daha doğrusu fikirlerimi “Gezi”den birkaç hafta önce aşırı ve militanca bulan arkadaşlarım “Gezi” esnasında bana “Devrim mi oluyor?”, “Yıllardır doğuda olan kim bilir nelerden habersiz bırakılmışız yahu” gibi şeyler söyleyerek keşfedilmiş kıtalara kendi kişisel keşif turlarını düzenliyorlardı. Bu arkadaş, yani “insan neden hayvan yemez” diye soran arkadaş “Gezi” dahil her türlü toplumsal muhalefeti de önemsiz buluyordu. Sosyal medya hesaplarına bakınca değil, beyninin kullanıcı profillerine giriş yaptığımızda ortaya çıkıyordu bu gerçek. Profilleri diyorum çünkü çoklu kişilik bozukluğu yoktu belki ama, evet düşünceleri bir kaç faklı profili resmediyordu. Hayatı sorgulayan, dini, gündelik hayat içindeki çarpıklıkları deşen tarafları da vardı ama büyük resimdeki yapbozun parçalarını birleştirmekte zorlanıyordu. Hatta zorlanmıyordu bence, o bağlantıları kurmak istemiyordu. Ama o istemese bile ben onu bu mevzuya maruz bırakmaya kararlıydım. “Bununla hiç ilgisi yok” dedim. “ Seninki hem anlamsız bir dayatma, hem de hayvan yemeyen, hayvanları bir tüketim malzemesi olarak görmeyen bilinçlerin kurtuluşu köye kasabaya kaçıp, yetiştirici olmak değil. Bunu yapan herkes kendisi ve hayatı için büyük bir iyilik yapmış olur elbette ama sorunu çözmüş değil sorundan kaçmış da olur. Ha, kaçmak hepimizin en temel haklarından biridir ama köyde bile olsa endüstriye direnmek ve bu direnme şekli sana ne kadar pasif gözükse de inan hem teorik olarak hem de uzun vadede pratik olarak işe yarar. Elbette ben hayvan tüketmediğim için cep telefonu ya da tablet bilgisayar üretir gibi ve hatta onlardan daha özensiz biçimde hayvan üreten endüstri, ne zayıflayacak ne de üretim biçimlerini ehlileştirecek. Benim hissiyatım, tıpkı çoğu dinin söylediği gibi, ‘yanı başındaki haksızlığa, zulme karşı çıkmayıp göz yumuyorsan, en büyük günahkar sensin’ mantığı aslında” diyerek ikinci tiradımı attım karşısında. Hak verdiği için değil ama ben karşısında heyecanla bunları anlattığım için dinlemişti beni. Konuşurken bir yandan da evdeki kedileri düşünüyordum. Beş gün önce evin önünde anneleri tarafından terk edilmiş halde -daha doğrusu hayvan bir eve doğum yaparken ev sahipleri tarafından kan revan içinde kovalanmış- henüz beş altı günlük kediler bulmuş ve biberonla besleyip yaşatmaya çalışıyorduk. Bu konuşmayı da, daha dün biri ölmüşken ve onu bir dut ağacının dibine gömmüşken yapıyordum. Bu arkadaş paylaşımı ve hatta insanın ilkele dönüşünü savunuyor, arzuluyor olmasına rağmen ayrıca evde kedi, köpek gibi hayvanların beslenmesine de karşı çıkıyordu. Çünkü onlar başka bir enerjiydi ve insan enerjisiyle uyum

42


sağlamaya programlanmamıştı. Haklı olduğu nokta kedilerin (kedigillerin) ve özellikle köpeklerin (kurtların) tarih içinde insana güvenmelerinin kendileri için ne kadar ahmakça bir seçim olduğu gerçeğiydi ama o an bakılması gereken pencere bu değildi ve ben başka pencerelerden sarkmayı istiyordum.

Hayvan Yemek (Jonathan Safran Foer, Siren Yayınları) isimli bir kitaptan bahsettim yine. İlk okuduğum günden bugüne yıllardır dilimden düşürmemiş, tüketim ve sağlık gibi meselelerin açıldığı her ortamda büyük bir otorite olarak ortaya sunmuştum bu kitabı. İnsan türüne ilk grip virüsünün kanatlı hayvanları yemeye başlamasıyla bulaştığını, yani insanın hiç kanatlı yemeseydi belki de hiç grip virüsüyle karşılaşmayacağını, kitabın da büyük bir bölümünü oluşturan her kültür ve coğrafyada farklı hayvanları yeme ve farklı hayvanları yememe gibi alışkanlıkların olduğunu anlattım kitapta anlatılan örneklerle: “Mesela bizim yediğimiz inekler Hinduların kutsal hayvanıyken, bizim sadık dostumuz köpekler hakkında Tayland’da onlarca yemek tarifi var. Hem de döve döve öldürüldüklerinde etlerinin daha lezzetli olduğu bilgisine dayandırılan pişirme yöntemleriyle” dedim.

“Ya haklısın ama insanın doğası bu, bunu değiştirmezsin” dedi, fütursuzca.

“Şimdi insan doğasını, ‘modern toplum’ titrimizle içinde yaşadığımız ve daha modernliğini kavrayamadan, sindiremeden kendimizi bir de bunun post’unun içinde bulduğumuz tarihi ve bu tarihin başrolü insanı konuşmaya başlasak” dedim, “doğamızdan ne kadar uzaklaştığımızı, nasıl yanlış bir yaşamı inşa ettiğimizi sen de anlatırsın. Bunu kavrıyorsan bunu da kavramalısın. Evet, ilkel doğamızda başka canlıları tüketmek var. Hatta hayvan tüketmeye başlamasıyla beyni büyümeye başlayan homo bilmem neyin sayesinde bütün bu yanlış yönetilmiş zeka, evet. Ama dünyanın haline, insanlığın geldiği noktaya ve geride bıraktığımız tarihe baktığında insanı en zeki canlı olarak piramidin tepesine koyabiliyorsan hala, seninle tartışacak bir şeyim kalmaz. Çünkü ben bunlara baktığımda yalnızca kocaman ve bitmek tükenmek bilmeyen bir aptallık görüyorum. Ve sana diyorum ki, eğer sende benim gördüğümü görüyorsan mevzu çok basit. Sonuca varmak zorunda değiliz ama içinde bulunduğumuz endüstriyel dünya bizi kendi kuyruğunu yiyen bir yılana dönüştürüyor yalnızca” dedim.

Bizi dinleyen diğerlerinden homurtular yükselmeye başlamıştı. Uzun ve didaktik konuştuğumun farkındaydım ama durmayı düşünmüyordum çünkü bu meselede ağız birliğiyle ortaya atılan şu “doğamız” düşüncesi bana fazlasıyla ikiyüzlüce geliyordu. İnsanın modernleştiğini ve her alanda son bilmem kaç yüzyıldır yaşayanlardan öncekilere ilkel sıfatını yapıştırıp kendisini, kendi kişisel tarihinde de daha gelişmiş ve üstün gören bu fikir nedense iş beslenme meselesine gelince yüzyıllar öncesinde kalan beğenmediği o kıllı yaratığı kendisine referans olarak seçebiliyordu. Bu konuda Metin Solmaz’ın Hayvanlar! (Birikim Haftalık) başlıklı yazısında kullandığı muhteşem ve oldukça basit örneği kullandım ona karşı: “Doğasıyla başa çıkabildiği, dürtülerini zekasıyla yönetebildiği için cinsel ilişkilerini tecavüz şeklinde ya da şiddet içinde yaşamıyor artık insan” dedim. Bu örneğimi uç ve çürütülebilir bir örnek olarak buldu. Ona göre sonuçta bunu hala yönetemeyenler vardı.

“Evet, tam da bu yüzden bıraktım işte yemeyi. İlkel dürtülerini yönetemeyenlerle aynı tarafta olmamak için. Ayrıca ilkelde olsam, vahşi doğada kalsam tabii ki hayatta kalmak için yerim. Kaldı ki o doğada en ağır avlanma biçimlerinin bile sürdürülebilir ve dönüştürücü olduğundan bahsetmeyeceğim. Ama ne biz o doğadayız, ne de o doğa artık biz modernlerin etrafında. Tabii unutmamak gerek ki yeryüzünde hala uygar insan modeline uyum sağlayamamış binlerce kabile, topluluk var. Onlar için doğa bizimkinin aksine binyıllardır neyse hala o.” demişken ben

“Amma uzattınız be! Hadi bir film söyleyin de izleyelim” dedi sıkılanlardan biri. Next Floor (Denis Villeneuve – 2008) diye atladım hemen. “Ne o?” dedi tartıştığım arkadaş. “Hayvan yiyen insanın özüne dair bir kısa film” dedim. “Tamam lan, aç izleyelim. Öyle işkenceli mişkenceli iğrenç şeyler yok değil mi ama?” dedi. “Yok, bu sofrada yemek yediğimiz halimiz var. İşkencesiz mişkencesiz iğrenç şeyler var yani” dedim. Film açıldı. Tartışma bitti. Daha doğrusu o öyle sandı!

43


Güneşin Gölgesi Gökten Çağrı Aktan Kumsalda oturuyordum. Saatlerdir buradaydım ve bunaltıcı ışınlara maruz kalmıyordum. Bulutlar icazet verse Güneş, Dünya’nın benim bulunduğum yakasını epey yakıp kavuracaktı. Bu gölgeleme denize girenleri mutsuz ediyor olabilirdi belki; lâkin ben hoşnuttum. Bugün sırılsıklam terlemeyecektim. Sepetimden bir yelpaze çıkartıp yüzüme doğru sallamaya başladım. Acaba bulutlar olmasaydı daha fazla satabilir miydim bunlardan? Ortalık o kadar sıcaktı ki buhar kümeleri kazancımın düşüklüğüne yalnızca bahane olabilirdi.

Deniz çok kalabalık değildi. Suyun ısısı düne göre düşük olmalıydı. İnsanlar ekseriyetle kumların üzerine uzanmış, dalga sesinin melodisiyle huzur buluyordu. Kimi şezlongunda müzik dinliyor, kimisi hırçın dalgaların kendini attığı yumuşak kumu adımlıyordu. Ben de oturduğum yerden yelpazelerimi methediyordum insanlara. Bazılarını bu havalarda mutlaka bir yelpaze edinmeleri gerektiği hususunda ikna etmiştim. Satışlarım iyi değildi

ama karnımızı doyurmaya kâfiydi. Kadınlar ürünlerimin desenli olanlarıyla pek ilgiliydiler. Erkekler düz de olsa hiç yanaşmazdı. Sanırım yelpaze sallamanın kadınsı bir eylem olduğu konusunda katî kararlarını vermişlerdi. Arada bir sepetimden farklı modeller çıkartır, kendimi serinletirdim. Bir nevi ürünleri teşhire çıkartırdım. Yöntemimin işe yaradığını söyleyebilirim. Kadınlar başkalarının kullandığı güzel şeyleri seviyorlardı. Bu bakış açıları satışlarımı kolaylaştırıyordu.

Lodos, deniz kokusunu burnuma doldurup eşarbımı savurdu. Panikle başımı geri örttüm. Bu karışıklık esnasında sağ göz erimimden gelen iki genci fark edememiştim. Dikkatimi o yöne verdiğimde gördüm ki oğlanlardan birisi itinayla beni süzüyordu. Diğeri havlularını sermek için en konforlu yeri tayin etmekle meşguldü. Bana bakan kumral olandı; diğeriyse sarışın. Tam da sağ çaprazımdaydılar. Kumral olan arkadaşının gayesini çözüme ulaştırdıktan sonra havlusunun üzerine yüzükoyun serildi. Kafasını kollarının üzerinde kaldırmış etrafa bakma numarasıyla beni süzüyordu. Doğrusu ondan hoşlanmadığımı söyleyemeyeceğim. Yüzü tıraşlıydı ve çehresine yakışır bir bıyığı vardı. Gözleri zeytin gibi küçük ve karaydı. Bakışları arasında uzun zaman aralıkları olmadığına göre o da benden hoşlanmış olmalıydı. Birkaç defa göz göze gelmiştik. Ne yapacağımı şaşırmıştım. O ise zafer edasıyla gülümsemişti. Yakalanmıştım. Gözlerimiz öylesine denk gelmiş tavrı takınmaya çalışmıştım. Umarım muvaffak bir yalancıyımdır, diye düşünüyordum. Ufka doğru bakıp gözlerimi kısıyordum. Böylelikle etrafta ciddiyetle ilgilendiğim başka şeyler olduğu hissi uyandırabilirim düşüncesindeydim. Tabii bulduğum fırsatlarda ona bakmayı ihmal etmiyordum. Ne munis ifadeydi o öyle! Evlenilir miydi bu adamla? Öyle olmalıydı. Neler saçmalıyordum ben! Onu göreli beş dakika olmamıştı. Kalbimin arzusuna mâni olamayıp ara ara dönüp bakıyordum ve gözlerimiz buluştuğunda utanıyordum. Yüzüm beni ele veriyor muydu acaba! En iyisi yelpazelerden birini onunla arama alıp sallamak diye düşündüm. Hem birbirimizden hoşlansak dahi ne olurdu ki! Boş hayallere kapılmamalıydım. Yelpazeyi salladığım elim görüş mesafemizin içine dâhil olduğu için onun geldiğini görememiştim.

Kibar sesi, “Merhaba!” demişti bile.

Gözlerini sepetimde gezdirerek sordu: “Bunları satıyorsunuz sanırım?”

44

“Merhaba!” diye karşılık verdim. Ses tonumun, şaşkınlığımı bu denli ele vereceğini tahmin etmemiştim.


Kendime yabancılara karşı takındığım soğuk ses tonumu siper ettim. “Evet. Almak mı istiyorsunuz? Çok güzel modeller var.”

“Bence senin olduğun yerde başka güzelliklerden söz edilemez,” dedi. Donup kaldım. Ne diyeceğimi bilemiyordum. Hayatımda duyduğum en güzel iltifattı. Tek de olabilirdi. Emin değildim. Vaziyetimi hatırlamam çok uzun sürmedi.

“Defol git başımdan!” diye karşılık verdim.

Kendinden emin ifadesi bir anda dağıldı. Anlaşılan bakışlarımdan aldığı cesaretten dolayı bu tepkiyi beklemiyordu. Arkasını dönüp gitti. Fazla mı sert çıkmıştım yoksa! Ne olursa olsun yapmam gerekeni yapmıştım. Velhasıl bu kalbimin acımadığı anlamına gelmiyordu. Epeyi taş kalpli bir yanıt vermiştim. Üzülmüştüm. Çok üzülmüştüm hem de. Belli etmemeye çalışarak, havlusunun üstündeki yerine dönüşünü seyrettim. Artık bakmıyordu bu tarafa. Benim de onu süzmemin mantığı kalmamıştı bundan böyle. Bakışlarımı deniz tarafına çevirdim. Bir çocukla köpeğinin koşuşturmalarını seyre daldım. Köpeğin dört tane bacağı vardı. Ne güzel oynuyorlardı. Dalga gelip çocuğa çarpıyordu. Yere düşüyordu. Minik dostu yanına koşup yüzünü yalıyordu onun. Burnunun üstüyle kaldırmaya çalışıyordu. Sarılıp, kumların üzerinde yuvarlanıyorlardı. Birlikte mutluydular. Dakikalarca onlara gıpta ettim.

Lodos bir kere daha şiddetle esti. Eteğimi sol bacağımın uyluğu görününceye kadar savurdu. Refleks olarak döndüm ve kumral oğlana doğru baktım. Bacağıma bakıyordu. Ne kadar pürüzsüz olduğunu mu düşünüyordu acaba? Eteğimi hızla örttüm. Kızgın bakışlarımı göz bebeklerine kadar diktim. O da utanarak önüne döndü. Arkadaşıyla kafalarını yaklaştırıp bir şeyler fısıldadılar. Güldüler.

O sırada kız kardeşimin narin sesi kulağımda belirdi. “Abla!”

Kafamı ona doğru çevirdim. Sepetini işaret etti. “Bak,” dedi. Yelpazelerinin hepsini satmıştı. Bu iki günlük satış meblâğına bir günde ulaştığı anlamına geliyordu. Nadiren böyle olurdu. Boş sepet mesainin erken bittiğinin müjdecisiydi. Benim sepetim henüz dolu olduğu halde kıyamamış, beni de almaya gelmişti.

“Hadi abla gidelim,” dedi. Kazandığı paraları çıkarttı cebinden, avucuma saydı.

Gülümsedim. Kazancını benimkinin yanına, sepete koydum.

“Bu bize şimdilik yeter.”

Koltuk değneklerimden birini sağ yanıma sapladı. Değneği tutunca belimden kavrayıp destek verdi bana. Sağlam olan sağ bacağımdan güç alarak doğruldum. Değneğin diğerini de uzattı. Benim sepetimi de aldı ve oradan uzaklaştık.

Dönüp kumral oğlanın yüzündeki hayal kırıklığına göz atmadım.

45


Ulu Orta Sevme Beni Nazım Semih Döküler Acaba Necla’ya bir şey oldu da, bu herifin suni teneffüs mü yapması gerekti? Yoksa kulağına bir şey söylemek istedi de, yanlışlıkla ağzına mı söylüyor? Ben çok mu salağım, yoksa akıl tutulması mı yaşıyorum?

Erdal koşup yetişiyor imdadıma. “Ne işin var oğlum senin burada?” diye soruyor. “Necla’nın doğum günü ya, kalktım geldim bendeç” diyebiliyorum sadece. Öpüyor lan Necla’yı! Basbayağı öpüyor şerefsiz. Necla’da boynuna doluyor kollarını üstelik. Ruhum bedenimden ayrılmış da, Necla’yla bedenimin ayaküstü sevişmelerine tanık oluyormuş gibi hissediyorum o an. Alt katımızda oturan İskender adındaki nemrut herif ölünce çocukları evini satmışlardı. Amorti yeterliydi, temiz bir ailenin alt katımıza taşınması bizim için kâfiydi ama Necla’yı görünce piyangoyu tutturduğumuzu anlamıştım. Vay be, demiştim. Ulan ben de mi âşık olacaktım, diye geçirmiştim içimden. Göz koymuştum Necla’ya. Fazla vakit kaybetmeden tanışmak istediğimden eşyalarını taşımaya yardım etmiştim. Akşamında da annem komşuluk vazifesidir deyip bir tencere yemek götürmüştü kapılarına. En baştan koymuştuk tavrımızı yani, artık isteseler de istemeseler de bizimle araları iyi olacak ve günü geldiğinde Necla benimle evlenecekti.

Gidip ilk Erdal’a söylemiştim âşık olduğumu; her hafta sonu takıldığımız kahvede Fener’in maçını izlerken... 3-2 öndeydik, mağlubiyetten çevirmiştik maçı. İlk yarıda 2 gol birden yiyince aklımdan çıkmıştı Necla. İkinci yarı üst üste gelen ataklarımıza dayanamayan rakip takım, kaderine razı gelmiş, son 16 dakikada 3 gol birden yemişti. 3. golde birbirimize sarılıp zıplarken, “Erdal, ben âşık oldum. İskender’in yerine bir aile taşındı ya, kızları var hani, adı Necla. Âşık oldum lan!” demiştim bağıra bağıra. İlk defa kivi ısmarlamıştım Erdal’a. Çocukluk arkadaşım Erdal. Ben gidince çok değişmiş buralar. Erdal da değişmiş; tam bir karaktersiz olmuş.

Tekrar soruyor Erdal, “Ne işin var oğlum senin burada? Lan oğlum kaçtın mı yoksa?” diyor. Arkasına düşen gözlerimi yakalamaya çalışıyor. Göğsümden itiyor beni. 72 katlı bir apartmanın çatısından düşerken güç bela bir yere tutunur gibi gözlerim; Necla’ya tutunuyorlar. Necla’ya ve öpüştüğü adama. İkisinin dudaklarının tam ortasına tutunuyorlar. Düşüp ölsem diyorum o dudaklardan, sonra düştüğüm yere gömseler beni ve herkes dirildiğinde bir ben çıkmasam yerimden...

Terlemeye başlıyorum; görüntü kayboluyor yavaş yavaş. Televizyonda çocukların ahlakını bozacak sahnelerde hep bir bulut gelip yerleşir ya ekran, hani anlaşılmaz olur her şey, öyle oluyor işte. Öpüşüyorlar mı? Araya bir bulut girer. Sigara mı içiliyor? Araya bir bulut girer. Banyomuzdaki duşa kabinin buzlu camı gibi bir bulut; sırf çocuklar kötüye özenmesin diye girer oraya buraya. Şimdi de giriyor işte. Kirpiklerimdeki ter dökülürse bulut gider diye düşünüyorum. Kapatıp açıyorum gözlerimi, düşündüğüm gibi oluyor. Necla ve herif hâlâ karşımda. Hafif hafif çekiyorlar dudaklarını birbirlerinden. Ben onlara, onlar birbirlerine bakıyorlar. Keşke, diyorum, sevmeyi, sevişmeyi değil de; aldatmayı sansürleselerdi çocukluğumuzda. “Senin Allah belanı versin Erdal!” diyorum. “Adam mısın lan sen? He? Bunu mu kapatmaya çalışıyorsun?” diyorum. “Konuşsana lan!” diyorum, kime diyorum, Erdal, kime diyorum? “Ne diyorsun oğlum sen?” diyor Erdal, “Kendine gel, deli deli olma!” diyor. Kızgınlığım sağ elimde birikip Erdal’ın yüzünde patlıyor. At Pazarı’nın adına yakışır mücadele başlıyor aramızda. “Bırak lan!” diyorum “Bırakın lan beni, sevmek neymiş göstereceğim ben onlara!” diye bağırıyorum. Necla’ya doğru koşmak istiyorum, köpek gibi ağlıyorum. Öyle bir ağlıyorum ki; gece oluyor. Güneş defolup giderken, Ay tahtına yerleşiyor. Hâlâ tutuyorlar beni. Erdal, Yusuf’a da haber vermiş, Hüseyin’e de. Muhammet Abi’den kahvesinin anahtarını almışlar, oturtup içiriyorlar beni bir güzel. “Neden lan Hüseyin?” diyorum, “Ben onu bu kadar severken yakıştı mı şimdi bu?” Avucundaki sarı leblebilerden bir tane daha atıyor ağzına ve duruyor. Önce Yusuf’a, sonra Erdal’a, en sonunda

46


da bana bakıyor. “Oğlum, askerliğini yaktın lan. Askerden kaçmak ne demek biliyor musun sen? Kenan kendine gel artık, bak kardeşim artık senin önüne bakman lazım.” diyor bana. Vay be… Zamanında plastik top oynadığım çocuk, şimdi karşıma geçmiş bana neler diyor. “Aldatıldım oğlum ben, anladın mı? Aldatıldım!” diye bağırıyorum yüzüne. Öyle bir bağırıyorum ki masadaki bardaklar sallanıyor. Onlarda sarhoşlar, en az benim kadar. Onların da içi rakıyla dolu, en fazla benim kadar. Benim yüzümden değil, onların ağızından dibine süzülüyor damlalar. Ağlıyorlar halime. “Bak, Kenan,” diye başlıyor Yusuf. “Aşk böyle bir şey değil kardeşim, hele senin bu yaşadığın hiç değil. Çıkar aklından şu kızı artık, yeter ya bu kadar!” diyor. Aklıma düşüyor bir anda, “Ne zamandan beri?” diye soruyorum masaya bakarak. Birbirlerine bakıyorlar, masadaki bardaklarını alıp ağızlarına götürüyorlar. Bir tek Erdal dayamıyor bardağı ağzına, herkesten sakladığı bir günahını itiraf eder gibi anlatmaya başlıyor. “Sen daha gitmeden beraberlerdi. Bir gün çektim Necla’yı kenara, konuştum. Dedim ‘olmaz böyle Necla, sıkıntı çıkar. Yapma, etme!’ dedim. ‘Tamam abi haklısın, bizim buralara getirmem bir daha.’ dedi. Sözlüymüş oğlum bunlar. Neyse… Sonra sen askere gidince rahat etti kız tabii. Bu akşam senin bağrış çağırışını duyunca da anlamış geldiğini. Onun da doğum gününü mahvettin be oğlum. Bak, kız ne zamandır idare ediyor seni. Anla artık sen de, yeter yazıktır be Kenan.” deyip, bir yudum alıyor rakısından. Ellerim, aklım ve sinirlerim uyuşuyor. Alkolden değil, arkadaşlarımın, daha doğrusu çocukluk arkadaşlarımın bu rahatlığından uyuşuyorum. Birbirimizin haline ağlayıp gülenlerdendik biz. Hüseyin’in annesini beraber gömmüş, hep beraber ağlamıştık yıllar önce. Erdal o çok sevdiği Ayla’dan ayrılmak zorunda kalınca susup oturmuştuk yan yana ve aylarca gülmemişti yüzümüz. Yusuf’un kurduğu iş batınca elimizden geleni yapmış, kan bağı olmayan kardeşler gibi sahip çıkmıştık ona. Biz böyleydik işte, birbirimizin kan taşıydık ve açılan her kesikte yapışırdık bedenlerimize. En azından bir zamanlar böyle yaşamıştık.

“Oğlum kız beni aldatıyor, siz izliyorsunuz, üstüne aldattığını bilip bir de kıza gidip ‘dikkat et!’ mi diyorsunuz? Siz ne biçim…” lafım ağzımda patlıyor Hüseyin’in tokadıyla. Tam ağzımın üstüne vuruyor. Necla’yla öpüşen çocuğun dudakları bile bu kadar kavramamıştı Necla’nın dudaklarını. Hüseyin’in eli öyle bir kavrıyor ki ağzımı dişlerim etime batıyor. Aynı eliyle yakamdan tutup kendine çekiyor, sonra tekrar ağzımın üstüne yapıştırıyor elini, tek kollu bir komutan gibi “Sen bize kahpe mi demeye çalışıyorsun?” diyor, gözleri büyüyor Hüseyin’in. Erdal tutuyor kolundan, titreye titreye bırakıyor beni. “Bak,” diyor Erdal. Ellerimi birleştirip bacaklarımın arasına alıyorum. Ağlıyorum. Zamanında yere düşüp bacağımı kestiğimde, yanlarında utanmadan ağladığım adamlardan şimdi utanarak ağlıyorum. Babaannemin cenazesinde sarılıp hiç umursamadan ağladığım adamların yanında şimdi çekinerek ağlıyorum. “Sen bir kızı seviyorsun diye, o kız da senin sevgine sadık kalacak değil Kenan. Sen de gideceksin bir başkasını seveceksin. Anladın mı beni? Bu kadar basit! Kaç yıldır kızı da bitirdin bizi de. Bir de kendini bitirdin, onu hiç söylemiyorum zaten. Şu haline bak, koca adam oldun, hâlâ saçma sapan hareketler yapıyorsun. Bitti oğlum bu iş. Taşınmalarına yardım ettin, yemek götürdün, komşuluğunu yaptın, bitti; bu kadar. Niye anlamıyorsun oğlum bunu?” Kollarım bacaklarımın arasından çözülüp iki yanıma uzanıyor. Sanki Necla karşımdaymış da beni affet diyormuş gibi, açıyorum kollarımı onu kucaklayacakmışçasına. Gel, der gibi açıyorum kollarımı Necla’ya. “Ama neden?” diyebiliyorum. Aslında ama neden gelmiyorsun Necla, neden bana gelmiyorsun, demek istiyorum. “Hadi üzme kendini.” diyor Yusuf. Hayatımın en klişe lafını kusuyor yüzüme, “Sana kız mı yok oğlum? Üzme kendini hadi. Bu masada bitsin bu iş. Denedin, olmadı. Kız seni zorla sevecek değil ya. Bir kere teklif ettin, hayır dedi. İkinci kere teklif ettin, yine hayır dedi ama üç, dört, beş… Yeter artık Kenan. Kızın da bir sabrı var. Babasını zor ikna ettik zamanında, sen de biliyorsun bunu. Adam çekmişti silahı geliyordu senin berbere. Rahat bırak artık insanları.” diyor. “Oğlum kız seni yıllar önce reddetti lan, sen hâlâ beni aldatıyor diyorsun. Yok oğlum, ortada ilişki yok ki kız seni aldatsın. Kendine gel hadi. Toparla kafanı bak askerliği halledemedin, onun da içine sıçtın. Ne yapacaksın şimdi?” diyor Hüseyin, az evvel ağzımın ortasına vuran o değilmiş gibi babacan konuşuyor. “Oğlum, siz beni anlamıyorsunuz. Ben sevmesinler demiyorum, sevsinler. Tamam sevsinler ama başkalarını sevsinler. Necla beni sevsin mesela, çocuk da gitsin bir başkasını sevsin. Hem öyle ulu orta sevmek ne demek abi? Necla beni sevsin ama ulu orta sevmesin, utanırım ben.” diyorum.

Kadehler kalkıyor, gözler birbirini kovalıyor. Rakılar kursaklardan geçerken bağırıyorum tekrar, “Ulu orta sevmesin beni, utanırım ben!” Necla’nın şerefine patlatıyorum silahımdaki kurşunu. Yavaş yavaş kısılan sesler duyarak, yere damlayan gözyaşlarını görerek ve ardımda şerefli bir sevda bırakarak kapıyorum gözlerimi.

47




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.