Fanzin | Sayı: 2 / Haziran 2016 | Ederi: Trampa |
/yogunyokus
Ölmek zor, yaşayalım o vakit!
1
İÇİNDEKİLER Haziran’da yaşamalı!.........................….3 Editörden Neredesin Cennet.........................…......5 Ozan Kırktilki Bir sürü!.........................…......................6 Edu Nidal Çaresiz değilsiniz .........................…......8 Ezgi Aydın Otobüs.........................…........................9 Cemgillerden Cemil Yalnızlık.........................…......................11 Muhittin Seni buldum.........................…...............12 kamerkâm Artemisa Anıtı.........................…............13 Zoe Kızıla Boyanmalı.........................…........15 Sev û Hinar Varoluş çemberi.........................…........16 dört yapraklı yosma Adios Compañero.........................….....17 Can Gurbetçi Bir bakın çevrenize.........................…...18 Servis Şoförü Selam proletarya..............................…..19 kuzgun Saç kurutma makinesi...........................20 Selman Rençber Umudun sevdalısı Usta’ya....................21 Momo Bir Garip Haziran.........................….......22 Tuya Gümüşsoy Somayla büyüyen çocuklar..................23 Cemgillerden Cemil Komi........................................................25 Selman Rençber Yarım Elma.............................................27 Ekim
Katkıcılar Ahmet Gündoğarken Bayram Uluad Burak Doğaroğlu Cansu Karahan Cansu Ünal Ceren Rabia Karahancı Cihangir Doğ Ezgi Aydın Ezgi Koç Handan Kasalar Hatice Taştekin Haydar Çavuş İlter Aslaner İrem Arıcı Mustafa Karakamış Okan Alay Önder Yıldız Özlem Zahide Dağtekin Yayın Kurulu Bayram Uluad Cansu Ünal Cihangir Doğ Hatice Taştekin Okan Alay Kapak Banksy Tasarım İlter Aslaner Editör - Dizgi Bayram Uluad
2016 Copyleftt Yoğun Yokuş Fanzin ekibi özgür paylaşıma inanır. Dergimizde yayınlanan tüm yazılar, kaynak gösterilmek ve ticari kaygı gütmemek koşuluyla çoğaltılabilir, paylaşılabilir ya da yeniden üretilebilir. 2
Haziran 2016 - Baskı: Konur Baskı Merkezi - Ankara - 2. Baskı
Haziran’da, yaşamalı! Editörden
‘Çıkmaz’ denilen ikinci sayımızla tekrar karşınızdayız. Çoğunuz için ilk sayı olsa da bizim için ikinci sayıdır. Kimler çıkmaz dedi? Bu pek magazinsel soruya “biz” şeklinde bir cevap verirsek meczup saymazsınız bizi umarım. Umutsuz muyduk? Hayır. Tartışma başkaydı. Sizi de dahil edeyim tartışmaya o zaman. Dikkatli okurun gözünden kaçmamış üzere ilk sayımızın kapağında bir yerde ‘MayısHaziran’ diye bir ibare vardı. Bunu görenler ikinci sayımızın Temmuz’da çıkacağını düşünüp haklı şekilde sordular: ‘Bir sonraki sayı Temmuz’da mı çıkıyor?’ Elbette hayır. Tam bir karamizah olayına konu olduk, değişik bir acemilik yaptık. Derginin çıkma periyodunu henüz netleştirememiş olmamızdan ve bir sonraki sayıyı 1 Haziran’da çıkarma planımızdan dolayı şöyle bir ara çözüm geliştirmiştik: Bu sayının çıkış tarihiyle bir sonraki sayının çıkış tarihi yan yana yazılsın. Doğal olarak derginin üst tarafında periyodu belirten ifademiz şöyleydi: 1 Mayıs – 1 Haziran. Ertesinde tasarım sırasında bunun kötü bir görüntü olduğunu ve ‘Mayıs-Haziran’a dönmesini önerdiğinde ise bir arkadaşımız, periyot kaygısını ciddiye almadan atladık ve olsun dedik. Taa ki dergi elimize gelene dek. Dergiyi baskı merkezinden aldığımızda ilk göze çarpan ayrıntı istemeden de olsa derginin periyodunu iki aylık olarak düzenlediğimiz gerçeği oldu. E doğal olarak bu sayının da Haziran ayında değil, Temmuz ayında çıkması gerekiyordu. Biz Haziran’da ısrarcıydık. Çıkmaz dediğimiz dergiyi çıkarttık ikinci sayıya. Yine de bu hatadan payımızı aldık
ve üçüncü sayımızdan itibaren iki aylık periyoda dönmeyi kararlaştırdık. Geçtiğimiz sayıda pek çok kritik eleştiri geldi. Bunlardan en önemlisi sanırım bir bütünlük taşımıyor oluşumuzdu. Yer yer katılmakla birlikte bunun bir fanzin olduğunu anımsatarak yanıtlamak yeterli olmasa da bir ara çözüm olarak karşımıza çıktı. Ve kullandık ara çözümü. Özellikle dergi olma hayaliyle yola koyulmuş bir ekip olarak bu eksiği tamamlamalıyız. Bir diğer nitelikli eleştiri ise eser sahiplerinin kafasının karışık olduğu, bu durumun da eserlerin niteliğine yansıdığı eleştirisiydi. Buraya da kısmi hak veriyoruz. Tam da bu açıktan ötürü, vakit kaybetmeden edebiyat çalışmalarına başladık. İlk işimiz sıradan bir edebiyat atölyesinin alt pratik örneklerinden olan sözlük okuma etkinliğimizi gerçekleştirmek oldu. Katılımcı sıkıntısı yaşamadan son derece eğlenceli, öğretici, kelime dağarcığını geliştirici ve bir o kadar da üretici bir etkinlik gerçekleştirdik. Hatta o etkinlikten çıkan yazılarımızdan seçmece iki tanesini sizlerle paylaşmaya karar verdik. Adios Compañero ve Selam proleterya isimli yazılar atölye çalışmamızın seçme eserleri olarak gözlerinize sunuldu. Gelelim ikinci sayımıza. Bu sayıyı da hareketsizleşmeye, çürümeye, insanın yalnızlığına ve bu durumun yarattığı çıktılara ayırdık. Haziran ayı deyince bu derginin muhtemel okurlarının aklına ilk gelen birkaç şey sanırım Haziran direnişi ve Nazım Hikmet’tir. İnsanımızın, bunalımdan kaçıp yalnızlığına sığınması dönemi, kısa bir arayla kesildikten sonra
3
derinleşerek devam etmekte. Yalnızlık ve çağımız insanı neredeyse eşdeğer tutulmakta öteden beri. Bunun panzehiri de elbet bellidir. Yalnızlığı binlerce yıl önce bir araya gelerek, örgütlü hareket ederek kırmıştı atalarımız. Panzehir bu. Örgütlenmek. Örgütsüz bir toplumun hareket alanları da son derece kısıtlıdır. Hangi amaç ve hedefle, hangi biçimde ve kimlerle sokağa çıktığını bilmeyen bir kitle, yenilgi yüzü gördüğünde öncekinden daha sinik bir hale gelmekle yüz yüzedir. Tam burada yüz yüze münasebet söz konusu:
Gökçeler, Cemaller, Turgutlar, Dinolar, Tahirler, Kemaller, Yaşarlar ve daha niceleri. Hepsi bize bir şeyi işaret ediyor. Yaşamayı!
İstiyorsan ve toplum için de anlamlıysa isteklerin ve yalnız değilsen, neden yalnızsın o halde? Varoluş zımbırtılarıyla kendini oyalayıp panik atak nöbetleri yaşayacağına, çık sokağa, kır yalnızlığını. Burada Haziran vardı.
Size bir tutam kekik getirdik Çukurova damlarından. Yiyesiniz diye değil, nefesinizi açasınız diye. Bu sayıda panzehirin somut karşılığını da sunduk elbet. Sierra Maestra Dağlarından bir esinti. Bir anıt ve hikayesi.
Sen sokağa çıkmadığında ne mi olur? Çocuklarını ısıtamadığı için kendinden utanan kadın intihar eder. Yeraltında kazı yapanlar katledilir üç kuruş tasarruf için. Nazım ‘öksüz’ kalırken, koca bir vatan da yeni Nazımlara hasret kalır. Sen hareketsiz kaldığında, ‘65 yaş üstü bilet’ kullanan yoksul insanlarımız hor görülür, otobüste yer verilmez ve hatta otobüsten atılır adeta tüm rezil olmuşluğuyla. Birileri cukkayı çekerken, birileri açlıktan kedi yer komşu semalarda. Birileri seri katildir, serbest kalır, birileri iki baklavaya yedi yıl hapis… Kır artık yüreğinin zincirlerini diye sana öykü getirdik. Seni sana anlatmaya geldik. Elbet tepeden bakarak değil, çünkü biz de senin kadar kısayız.
Yaşamak anlamlı şey. Güzel şey. Lakin de senin şu umarsızlığın, çürümeye yol veren, çürütenin önüne yatan tavırların yok mu kardeşim… Akrep gibisin. Bu halinle bizi incitmeye devam edeceksin. Çık şu cendereden. Yara yara bulutlara koş. Derin nefes al. Kan gitsin beynine azıcık. Hakaret mi seziyorsun? Suçlusu ben değilim, şu çıkarcı, paragöz, hırsız, katil, insana saygıyı unutmuş, çocuğu gözüne kestirmiş, kelle avcılarının dolaştığı dünyaya bir bak. Hakareti kim ediyor sence? Burada da Nazım vardı.
Nazım’a dönecek olursak, tesadüf müydü yoksa bir kuşağın ürünü müydü? Yaştaşlarına baktığımızda orada ne derin dehlizler görürüz. Ahmed Arifler, Enver
4
Korku son derece insani bir duygudur. Bu duygu, kırılmayı bekler lakin. Tanıyıp, üstüne gitmeli ve korkularıyla yüzleşmeyi bilmeli insan. Yaşamaktan korkmak hala anlamsız gelmiyor mu? Yaşamak, o ünlü dizelerdeki gibidir biraz da… Bir ağaç gibidir. Kimi gün suyunu tek alırsın, ormansız bir hiçsin.
Evet, bu sayı biraz çetin. Biraz sert. Ajitatif bulursanız dünya gerçekliğinden kopmuşsunuz demektir. Sataşıyor muyuz? Elbette evet! Keyifsiz, kifayetsiz okumalar. Bu sayıyı okurken kelimeler boğazınızda düğümlensin e mi! Düğümlensin de o düğümü çözmek için yaşamaya evet deyin! Örgütlenin! Hareketlenin!
Neredesin Cennet Ozan Kırktilki
Birçok şekilde ifade edilebilecek olsa da ölümden sonraki yaşamın güzelliğine verilen isimdir Cennet en kaba ifadeyle. Bulunduğu her dönemde, çevrel koşullarla baş edemeyen insanın, mutluluğu ötelediği bir yerdir sona geldikten sonra. Uzun bir dönem doğa olmuşken bu koşullar, ona hükmetmeyi öğrendikten sonra türdeşlerini karşısına alarak, yani türdeşlerine hükmetmeye çalışarak kendisiyle baş etmeye çalışmış ve bunu başaramayınca yine Cennet tasvirini zenginleştirmeye yönelmiştir. Öyle ki bir noktadan sonra gideceği yerin de ötesinde zaten oradan geldiğine de inanmıştır. Peki, herkes Cenneti ölümden sonrası için mi tahayyül eder?* Gözüyle gördüğü ve sınayabildiği bir dünyada Cenneti yaratmak mümkün değil midir?* İlk olarak, evet, cenneti ölümden sonrasında tahayyül etmeyen insanlar da vardır. Ancak bu insanların bir cennet tahayyülü de yoktur. Zaten klasik anlamda tasvir edilen Cennet sıkıcıdır. Bu nedenle de ikinci olarak insan yaşadığı dünyada Cenneti yaratmanın mümkün olmadığını bilir. Bunun yerine yaşadığı dünyayı, insan doğasına uygun olacak şekilde yaşanabilir bir hale getirmek için çalışır ya da bu amaç için çalışılması gerektiğine inanır. Klasik Cennet anlayışından farklı ve daha makul olan bir “Cennet’i” hedefleyen bu inanç, klasik Cennet sevicileri tarafından her zaman anlaşılmaz ve hatta engellenesi olmuştur. Günümüz
toplumunun bireyi öven bakış açısı ile bizi beslediği (kirlettiği) bir ortamda özellikle sosyal medyanın da bize sunduğu az düşün az anlat bakışı ile aforizma sevici olduğumuzdan bu alanda ünlü Bay K.’yı hepimiz tanırız. Cennet’e yolculuğumuz ile ilgili irdelenesi bir aforizması bulunmaktadır. İnsanın iki büyük kusuru vardır der Bay K. Sabırsızlık ve tembellik. Sabırsız olduğu için Cennet’ten kovulduğunu ve tembelliğinden dolayı da giremediğinden bahseder. Ama girme çabalarına bakılacak olursa belki de tek kusuru vardır o da sabırsızlıktır der. Makul Cennet’e inan insanların da en büyük kusurlarıdır bunlar. Zamanın olduğu yerde her şey değişir. Bu değişim hiçbir zaman tekerrür eden olaylarla olmaz. Belki benzerlik gösterir bu olaylar ama bir şekilde zamandan aldığı bilgiyle evrilir. Elbette bu değişimin temel faktörü canlı organizmalardır. Hatta evrimin geldiği noktada bu faktör günümüzde insana indirgenmiştir. Ancak bir önceki cümlede olduğu gibi buradaki temel faktörü canlı insan olarak vurgulamakta fayda var. İnsan hareket ettiğinde canlı olur ve bu değişime etki eder. Evrim bize, tek hücrelilerden, sonrasında özelleşen bu hücrelerden organlara ve oradan gelişmiş bireylere kadar gelerek, bizim de bir araya gelmemizi anlatır aslında bize. Ancak bunun için iki temel kusurumuzun üstesinden gelmek gerekir öncelikle. Aksi takdirde Cennet’in nerede olduğunun çok da önemi yoktur. 5
Bir Sürü Ebu Nidal
”Ateşli, iğrenç bir çiftleşmede birbirine sarılmış, Bir birine geçmiş hayat ve ölüm. Hayat ve ölüm ve hayat ve ö... Trajik bir kucaklaşma. Hayat! Nasıl korkmamalı?” * Uyuşma ayaklarımdan dizlerime doğru yayılıyor, küçük bıçak darbeleri gibi. Hayır! Yalnızca havanın durumu değil beni üşüten. Titriyorum; çünkü evimde değilim. Saat beş buçuk olmuş. Pek kimse kalmadı çevrede. Oğlan okuldan çıkmıştır. Birkaç dakikaya eve varır varmasına, ama evde yemek yok. Bu sabah “Çıkmam lazım. Yemeği yetiştiremedim. Okul çıkışı parka uğra, para vereyim kendine bir şeyler yaptırıp ye de eve öyle geç” demiştim. Ahh! Dinlemez ki. Utanır benden. “Kadın dediğin, hem de lise çağında bir çocuğun annesi olan bir kadın dediğin sokakta çalışır mı?” Tövbe tövbe. Cahil işte. Duyan ne sanacak! Piyango bileti satmanın nesi ayıp olabilir! Hem hayırlı da bir iş. Nicesinin duasını alıyorum. Küfür de yiyorumdur ya, neyse ki yüzüme sövenini görmedim. Diz kapaklarım sızlamaya başladı. Üstelik belimin ortasında çekiçle çalışan biri var gibi: Güm! Güm! Güm! Bunca sene sonra yine kar mı göreceğim acaba! Sanmam. Bu memlekete kar mı yağarmış! İşler bu yüzden berbat. Kimse böylesi soğuğa alışkın değil ki sokağa çıksın. 6
Park, pek tekin görünmüyor artık. Karanlık iyice çöktü, gerçi iyi ki çöktü; gri, iç karartan, berbat bir gündü. Nehri arkama alıp büyük apartmanlara doğru yürüyorum. Kaç aydır bu muhitte çalışıyorum ama parkın genişliği hâlâ şaşırtır beni. Dünyanın en büyüğüymüş galiba. A yok yok, hatırladım, ikincisiymiş. Karşıda kalabalık bir karartı beliriyor. Bu yöne yürüyor olmalılar. Belki son müşterilerimdir, kim bilir. Eskiden silme portakal ağacıydı bu park. Çok güzeldi. Şimdilerde neredeyse hiç ağaç kalmadı. Aslında yine güzel. Çocuklar doluşuyor hiç olmazsa. Meçhul kalabalıkla iyice yakınlaştık. Onlar arkamdaki ırmağa doğru yürüyorlar, ben onların gerisindeki büyük yapılara doğru yürüyorum. Dikkat kesilince bağrışma işitiyorum. Güven verici bir gürültü değil. N’olur n’olmaz! Sola, ülkenin en büyük camisinin bulunduğu yöne dönüyorum. Kelimeleri sarkan, ağır bir konuşma seçiyorum. Diğerleri anlamsız, bağırıp gülüşüyorlar. Hey Allahım! Tam eve gitmeye karar vermişken nereden çıktı şimdi bunlar. “Şşşşşşt yavruuu! Nereye böyle haa? Hahahahahahahaha... Öhö öhööö...” Öyle uzun ve abartılı gülüyor ki tıkanarak öksürüyor. Diğerleri, bana sataşan çığırtkanın öksürüğüne
veriyorlar ilgilerini. Biri hariç... Yaklaşıyor epeyce. Yandan belli etmeden tartıyorum adımlarını. Panik yapmamaya çalışıyorum; fakat kaslarım titriyor. Park güvenliğinden kimse yok. Bir Allah’ın kulu görünmüyor. Ayaklarım birbirine çarpıyor. Koşmaktan korkuyorum nedense. Yürümeyi aceleci bir tempoyla sürdürüyorum. Gölgeme bakıyorum. Gölgemin bana benzemediğini anlamamla kolumdaki pençeyi hissetmem bir oluyor. Bağıracak cesareti buluyorum sonunda. Tiz, kısa bir çığlık kopuyor vücudumdan. Çığlığım, kalabalığa beni hatırlatıyor olacak ki gülüşmeye son verip seğirterek etrafıma üşüşüyorlar.. Kaç kişiler seçemiyorum; fakat bir sürüler. Kollarımı kavrayan elleri ısırmaya çalışıyorum. Dişlerimi sapladığım eti koparmış olmalıyım. Elinden kurtulup nihayet koşmaya başlıyorum. Soluğum kesiliyor, sendeleyip yere seriliyorum.
fakat kan çanağına dönmüş gözleriyle karşılaşıyorum. Bir şeyler havlayıp, çeneme sertçe vuruyor. Dilimin ucunu ısırdım. Çimlerin üzerine yığılıyorum. Son bir can havliyle bağırmaya çalışıyorum. Kulağıma inen yumruk… Korkunç bir gök gürültüsü yankılanıyor beynimde. Sırt üstü çeviriyorlar. İki kolumu iki ayrı kişi kavrıyor. Diğer elleri bedenimde. Bacaklarım gevşiyor. Kasıklarıma elektrik veriyorlar gibi... Üzerimde gördüğüm yüz sürekli değişiyor; seçemiyorum. Sol bacağımdan sıcak bir şeyler dökülüyor sanki. Sağırlaşmış gibiyim. Fakat kesik kesik bir şeyler duyuyorum. Birileri ismimi söylüyor galiba. İsmim? Hatırlayamıyorum. Soluk almakta zorlanıyorum. Titriyorum... Titriyorum... Titriyorum… Zayıf bir yü... Aaahhh!!!
Çantam (yani otuz/kırk liram ve biletler) elli metre uzakta, yerde. Birisi çantamı kapıyor hemen. Ardımdan yetişenler omuzlarımdan kavrayıp süs ağaçlarının içine doğru sürüklüyor beni. Boynumu ısırıyor biri. Kalçalarımı okşayan el, sert bir şaplakla kavrıyor birini. Cinsel organını bacağıma sürtüyor bir ötekisi. Avazım çıktığınca bağırıyorum, karşı koymaya çalışıyorum. Vücudumdaki tırnak izleri yanmaya başlıyor. Geriden gelen biri -elini ısırdığım kişi olmalı- boynumdan kavrayıp kaldırıyor beni. Gözlerime değen parlak neon ışıklar suratını görmemi engelliyor. Karanlık yüzü hiçbir şey söylemiyor;
* P. Schoendoerffer, “Krala Veda”
7
Çaresiz Değilsiniz Ezgi Aydın
8
OTOBÜS Pardon bakar mısınız
Uzun boylu, hafif kavruk tenli, düzgün olmaktan hayli uzak -adeta tek gözle yapılmış- traşlı, uzun kıvırcık saçlarıyla öğrenci görünümlü bir özgüven ve fakirlik duruyordu orta kapının yanında. Kıyafetlerinden anlaşılıyordu garson olduğu. En olmadı arka cebinde unutulmuş bir adisyon vardı. Şoför koltuğunun arkasında dikkat çekici derecede pasaklı bir komi parçası, muavinin önünde ise bilmem ne kahvecisinin mutfakçısı. Koltukların kesildiği yerin ilk sırasında uzun saçlı, dalgın gözleriyle kitap okuma taklidi yapan bir genç, yan sırasında kırklarında bir öz filanca yemekçisinin işçisi. En arkalarda ben de buradayım dercesine beliren bir küçük kardeş ve elini tuttuğu kısa bir ecişlikte başka bir servis elemanı. Liste uzar gider. Çünkü burası Kızılay’dan kalkan son otobüs ve içindekiler de hallicesi servis elemanından oluşan daimi yolcuları… İstisnasız tüm yolcuların küfür ve kaygıları eşliğinde duruyordu durduğu yerde araç. İçlerinden biri daha fazla dayanamayıp söylenmeye başladı kendi kendine. O kadar kısık sesliydi ki öykünün yazarı bile seçemedi ne dediğini. Bir söylenme daha geldi. Belli ki hedef otobüs şoförüydü. Ona bakıp otobüsten atılma kaygısıyla olanca kısık sesle söylendiğine göre. Birden hareketlendi ortalık. Tüm otobüsün tanıdığına emin olabileceğiniz kırk yaşlarında bir kadın bindi. Otobüsün tek kadın yolcusu oydu. Birden tüm o yorgunluk kendini değişik
gerilimlere bıraktı. Ortamda köpek olsa susturulamayacak. O derece. Tüm gözler oturanlarla kadın yolcu üzerine odaklandı. Kısa kıvırcık ve bakımsız bir saçla sevimli göbeği peş peşe binmişti. Mavi bez bir çanta, içinde de ıslak bez. Ah elbette sayın okur. Çantanın dışında ıslaklıktan kaynaklı bir desen vardı. Belli ki gündelikçi ya da temizlikçiydi. Koltuklara ara verilen boşlukta, az önceki kitap okuma taklidi yapan gencin başına, dikeldi. Belli ki yer isteme niyetindeydi. Lakin göbekli kadının yer isteme eylemi için uzun saçlının kafasını kaldırması gerekiyordu. Kaldırmadı. Pıt pıt, pıt pıt… Yağmur vurmaya başladı. Deminki söylenme yağmurun ardından bağırışa bıraktı kendini. “Hadisene kardeşim saat on iki oldu.” Ardından birkaç ses eko yaparcasına devam edince klasik şoför cevabı gecikmedi. “Tamam kardeşim kırk saniyeye kalkıyoruz az sabırlı ol ya.” Derken kalktı otobüs. On ikiyi üç geçe. Kadın daha fazla dayanamadı gencin umarsızlığına. “Oğlum” Cevap gelmedi. Rolüyle ilgilenen genç belli ki yeniydi serviste. Susar diye
9
düşünüp aldırmamakla ne kadar büyük bir aptallık yaptığından habersiz olan toy, kafasını kaldırdığında söylenen ve belli ki kendini rezil etme güdümlü girişimle karşılaştı. Bir süre sessiz kalıp teyzesini dinleyen genç, sözün bittiği anda başladı konuşmaya. “Kusura bakma teyze ama tüm gün ayakta çalıştım. 14 saattir ayaktayım ve şimdi de kitap okuyorum. Ödevim var. Ayakta okuyamam. Başkasından yer iste lütfen.” Teyze damdan düşmüşe döndü. Taze garsonun bu hali hiç beklemediği bir tepkiydi. Israr etmeye karar verdi. “İyi de evladım ben de kaç saattir temizlik yapıyorum. Senin yaşında oğlum var benim. Az yer versen ne olur?” “Olmaz teyze yolum uzun. Kusura bakma.” “Yeni nesil ölmüş. Şu kapıdan senle yaşıt bir genç kız binseydi hemen yer verirdin. Belki bir taraflarını görürüm diye. Ölmüş yeni nesil, ölmüş.” “İyi de teyze sana ne bundan? İstediğime yer veririm. Şu an çok yorgunum ve ayrıca ödevim var. Git başkasından iste. Bi ben miyim ya oturan halla halla” Toy, dişli çıktı. Başka bir hedefe yönelmeliydi mecbur. Şaşkınlıkla etrafına bakındı. Şoför arkasında oturan komi parçasını gözüne kestirdi. Buna nazını geçireceğini düşündü. Seslendi önlere doğru var gücüyle. “Evladım azıcık kalk da oturayım.” Bu buyurgan tavrın karşısında dişlerini çıkarmaya hazır hale geldi komi. Anlamsızca mırıldanarak önüne döndü. Ne dediği anlaşılmadığından bir küfür lafı dolanmaya başladı inceden. Gerilim bir anda yükseldi. Göbekli teyzenin arkasından otobüse binmiş “iyi yırttık taksi parasından” dercesine umarsız bir
10
ayyaştan destek geldi teyzeye. “Oğlum kalksana. Bak koca kadın. Bu ne saygısızlık! Terbiyesizlik yapmanın alemi yok.” Bu sırada otobüs Kurtuluş’taki ışıkları az geçiyordu. (Kızılay’dan tahmini bir-iki km öte) Bilmem ne kahvecisinin mutfakçısı da dâhil oldu tartışmaya. “Ya bağyan bu otobüsün hepsi uzun süre çalışanlardan oluşuyor. Sanki bunu bilmiyor gibi ikidir aynı konuda geriyorsun insanları. Oturarak gitmek istiyorsan daha erken çıkacak ve bir üst duraktan bineceksin.” Küçük kardeşin elini tutan eciş de atladı. “Hem bu yaşınla bu saatte otobüste ne işin var senin! Yok mu çocuğun filan! Otobüsler böyle artık. Beğenmiyorsan bu saate kalmayacaksın!” Ortalık iyice saygısızlaşıyor, tansiyon yükseliyordu. Ayyaş ecişe dönerek veriştirdi: “Bu yaştaki kadına böyle söylenir mi? Sen misin buraların ahlak zabıtı?” “Çocuğumun yanında kavga etmek istemiyorum ama seni hiç ilgilendirmez. Daha ayakta durmayı beceremiyorsun. Bir de kalkmış bize terbiye mi öğreteceksin!” Bu söz bardağı taşıran son damla oldu. Bu otobüs Haziran Direnişinden sonra böyle olmaya başlamıştı. Bu profilin kalıcılaşması ise bombaların ardından geldi. Öğrenciler, mahalleliler ve içkiciler bıraktılar otobüsü. Son sözün etkileri kavgayla içerde dolaşmaya başladığı sırada sevimli göbek ve kıvırcık saç otobüsten inmişti. (Kurtuluş’tan bir durak sonra) “Gel lan buraya koduğumun ayyaşı!”
Yalnızlık Muhittin
Eşyalar yerli yerindeydi; damı akmayan, camı kırık olmayan ama kasvetin her tarafına işlediği odasına girdiğinde Ali. Kasveti kendi mi getirmişti yoksa; bir saat sakracı gibi sallanıp giderken ismini hatırlayamadığı şair mi bırakmıştı odaya? Bilemiyordu Ali hiç de düşünmemişti. Mayıs ayında yağan yağmur hep canını sıkardı ama yağan yağmurdan kasvetli odasına hapsoluşunaydı öfkesi. İstemeye istemeye uzandığı pencere kenarındaki yatağından kalktı. Ajansa günün haberlerini mail atmalıydı. İyi bir gazeteciydi ama başarılı olamamasının tahammül edilemez acısını yaşıyordu. Başarının sırrı nerede gizli diye çok düşünmüştü ama sonradan yaşayarak öğrendi. Başarının sırrı toplumu sinek gibi gören medyanın boktan haberler yapmasını istemesindeydi. Ali’nin başarısız bir gazeteci olması makûs talihiydi. İçine düştüğü yalnızlık da… Bir yanda hayalleri gözlerinin içine bakarken; bir yanda da içinde bulunduğu hayatın gerçekleri… Gerçekler hep yok etmişti kendisini. Her yenilginin sonrasında yeni başlangıçlar için yeni şehirlere yeni insanlara koşmak yormuştu artık. Karın en çok yakıştığı şehre gelirken dönüş yok, makus talih değişecek demişti. Gemileri çok yakmıştı Ali ama her defasında kaçak bir gemiye atlayıp geri dönmüştü. Bu defa farklı olacak gemiyi de limanı da yakıyorum demişti geriye dönüş olmasın diye. Ama yine tekrar edeceğini düşünüyordu dönüşlerin. Güvercin
tedirginliğindeydi... Yalnızlar hep mi düşerdi yaşamdan? Tarih böyle mi yazardı, şarkılar bunu mu haykırırdı? Yenildiğini düşünmesine ve kaçmasına sebep yalnızlığıydı, biliyordu ama kıramıyordu yalnızlık çeperini. Mayıs bitmek üzereydi haziran kocaman gülüyordu. Haziran hep gülerdi, acı bal eylemeyi öğretirdi her defasında. Haziran ki umut taşıyıcılarının, umutlarını ve şiirlerini yalnızların önüne bir bayrak gibi açarak gittiği vakittir. Umut taşıyıcıları hayatlarında hiç yalnız kalmadılar bundandır umut taşımaları ve boyun eğmeyen şiirleri biliyordu. Dört duvar arasına hapisken bile bir parça gökyüzünden, tenini ürperten bir anlık bahar rüzgârından ölümsüz şiir yazmaları yalnız olmadıklarını bilmelerindeydi. Ali bir karar vermeliydi, farkındaydı; ya yalnız olarak yine harekete geçip yeni şehirlere, yeni insanlara kucak açacak ve yine yenildiğini hissedip en sonunda ismini hatırlamadığı şair gibi bir saat sarkacı gibi sallanarak odaya biraz da kasvet bırakıp ismi hatırlanmayan biri olarak gidecekti. Ya da yalnızlığından kurtularak umut taşıyıcıları gibi umutlarını bayraklaştıracak, başkalarına umut olacak ve hep hatırlanacaktı. Yağan yağmur dururken güneş yeniden aralıyordu gökyüzünü. Ali odasında çıkıp, güneşe doğru kararlı adımlarla yürümeye başladı.
11
seni buldum kamerkâm ve ben seni buldum asırlık bir limon ağacının yeşermiş dalında sokakta duyduğum hüzünlü bir tınıda akanın yalnız yaş olmadığını anladığım o salıda seni buldum buruşmuş bir kağıttaki umut adlı şiirin içinde sokak çalgıcılarının parıldayan gözlerinde meydanların kırılmış duvarlarında seni buldum o duvarlarda ne yazıyordu? geceleri daha iyi görürdüm okuyamadım bazı geceler görmeye çalışırken seni, kör oluyorum ve bir sokak şarkısı daha sustu ben gözlerimi açtım binlerce insan bana çarptı olduğum yerde kaldım yeni bir şarkı çalmaya başladı ve ben seni buldum
12
Küba’ya Seyahat II
Artemisa Anıtı Zoe Bir önceki yazımda size Küba’ya gidişimizden ve oradaki ilk günümüzden bahsetmiştim. Şimdi ise sizi kamptaki 5. günümüze götürmek istiyorum. Geçirdiğimiz dört gün sonunda artık kampa, Avrupalı dostlarımıza, yoldaşlarımıza alışmış, Küba’yı anlamak için önemli olan bazı yerleri ziyaret etmiştik. Küba kendini anlatmak için sadece turistik gezi düzenlemekle kalmıyor, aynı zamanda dünyaya kapatılmış olan bu ülke, bize hakkında ilk elden bilgi vermek için seminerler düzenliyor ve çeşitli deneyimlerini bizimle paylaşıyordu. Örneğin kent tarımı projesini yerinde görme ve tarımla uğraşanlarla sohbet etme fırsatı tanıyordu. Bugün, Artemisa kahramanları ve şehitleri adına yapılan anıta ziyaret planlanmıştı. Otobüslere doluşup yola koyulduğumuzda anıt ziyaretini nasıl anlamlandıracağımı düşünüyordum. Çünkü Küba’ya geldiğimden beri dünyayı algılayışımla ilgili değiştirmem gereken pek çok şeyin olduğunu fark etmiştim. Bu nedenle, ölülere olan saygılarını, yani ölüme bakış açılarını anlamlandırabilmek için bu kelimenin bana ne ifade ettiğini düşündüm. Ölüm; yaşamaz olmak, hayatın sona ermesi olarak tanımlanırdı bizim sözlüğümüzde. Fakat insan belleğinde tanımı kadar az yer kaplamıyordu. Tarih kitaplarından öğrendiğim kadarıyla ilk insanlar ölen kişilerden korkuyor,
neden artık onların kendileri gibi hareket edemediğini sorguluyorlardı. Sonrasında dinin ortaya çıkışıyla birlikte, ölü, farklı şekillerde ama en çok da diğer dünya fikriyle gömülüyordu. Örneğin öte dünyada kullanması için eşyalarıyla, zenginliğini diğer tarafta kullanmak için altınlarıyla ve tanrısının karşısına iyi şekilde çıksın diye en güzel kıyafetleriyle gömülüyordu. Bu inanışlar neredeyse dünyanın her yerinde amma az amma çok görülüyordu. Biz de bu toplumsal bellekten etkilenmiş ve bu inanışları farklı şekillerde sergilemiştik. Sadece gömü töreni yetmez öleni anmak için bizde, örneğin 3 günden 10 yıla kadar süren farklı zaman aralıklarıyla yaslar ilan edilir. Tabi ölünün yakınına teselli için yanında olmak, yasına, acısına ortak olmak gerekir bizde. Ölenle ölünmez, dünya hali, dünya kimseye kalmaz gibi avutucu sözler bulmuşuzdur kayıpların acısını hafifletmek için. Ölülerimize üzülerek ve ardında bıraktıklarına acıyarak onlara kendimizce en uygun saygıyı gösteririz. Ama mezarlıklarımız terkedilmiş görüntüsü verir, genellikle de şehrin dışındaki bir alanı seçeriz mezarlık için, yanından geçerken kimi zaman içimiz ürperir. Ölümün insanda uyandırdığı iç sıkıntısı çaresizlik hali hiç geçmez hatta ölünün yıl dönümlerinde bile aynı burukluğu ve üzüntüyü yaşarız. Ölüm bizim için acıdan başka bir şey değildir. Bunları düşünürken Anıta varmıştık. 13
Otobüsten inince rehber 26 Temmuz olayını anlatmaya başladı. 26 Temmuz 1953 de Moncada Kışlasına Fidel Castro önderliğinde 135 devrimci baskın düzenler. Bu kışlanın ele geçirilmesi Küba devrimi için önemli bir adım olacaktır. Bütün varlıklarını ortaya koyarak 165 tüfek 22 tabanca alırlar. Baskın gecesi beklenmeyen bir düdük sesiyle çatışma erken başlar. Büyük bir kıyım olacağı için Fidel Castro çekilme emri verir, ilk yenilgilerini alırlar, fakat Kübalı devrimciler kurtuluş mücadelelerine devam ederler. Bundan 6 yıl sonra Küba sosyalist devrimi inşa etmeye başlar. Bu anıt bu devrimciler anısına yapılmıştır. Rehber bunları anlatırken bir yandan da anıtı gezmeye başladık. Anıt bir küp ve açık alandan oluşuyor. Dolaşmaya açık alandan başlıyoruz. Dışarıda yetmiş tane küçük anıt taş bulunuyor. Büyük bir kısmının üzerinde isimleri ve ölüm tarihleri bulunuyor. Geride kalanların üzerinde henüz hiçbir şey yazmıyor. Kübalı rehberimiz devrimden sonra ölen devrimciler için bu alanı hazırladıklarını, onları sosyalizmin aydınlık dünyasına gömdüklerini söylüyor. Açık alandan küp binanın altına giriyoruz. Girişte bizi kırmızı bir zemin ve siyaha boyanmış
14
bir tavan karşılıyor. Duvarlar baskın gününü anlatan kabartmalarla bezeli. İçerde sağlı sollu otuza yakın anıt taş bulunuyor. Hemen nedenini anlatmaya başlıyor rehber. Küba halkının üzerine kara bulutlar gibi çöken ve nefes aldırmayan karanlık dönemi ve diktatör Batista’nın baskı ve zulmünü anlatmak için tavanı siyaha boyadıklarını ve bu zulme dur demek için hayatlarını ortaya koyan devrimcileri simgelemesi için yerleri kırmızıya boyadıklarını söylüyor. İçerdeki anıt taşlara gelince onları buraya yerin altına gömdük çünkü onlar devrimden önce karanlık dönemde hayatlarını kaybettiler diyor. Şenliklerimizi de, üzüntülerimizi de buraya bir araya gelerek kutluyoruz, anıyoruz. Onların aramızda olduğunu ve bizim için, aydınlık özgür bir dünya için mücadele verdiklerini aklımızdan hiç çıkarmadan, hep daha iyisini yapacağımızı söylüyor onlara da söz veriyoruz diyor. Gezimiz sona erdiğinde, dönüş yolunda benim ölüme bakışımın ne kadar farklı olduğunu düşünüyorum ve Küba bugün de dünyayı algılayışımı değiştiriyor. Sosyalizme olan inancım ve umudumla tüm mücadelede kaybettiklerimizi sevgiyle anıyorum.
YAŞAMALI YAŞATMALI KIZILA BOYANMALI Sev û Hinar Daha çok zamanımız var hem de çok Aynı zamanda bir saniyemiz bile yok Hayatımızın her anını yaşamalıydık Sanki hiç bitmeyecekmiş gibi çok Sanki her an son anımızmış gibi dolu Özgürlüğü de tatmalıydık Esaretin pençesini devirmeyi de Ölüm kadar sessiz de olmalıydık Sermayenin kafasını ütülemeyi de Aşık olmalıydık insana, insanlığa, herkese Devrime, devrimciye, mücadeleye Safları sıkılaştırın! Yoldaşla, işçiyle, sınıfla yürümeye Başkaldırmalıydık, boyun eğmemeliydik Ya bunu yapamadan ölseydik İsyan etmeli, sınıfımızı bilmeli Kıpkızıla boyanmalıydık İşte sırf bu yüzden ölmeli!! Kül rengi topraklarda yürümeliydik de Gökyüzüne uzanıp yıldızlara seslenmeyi de Solumuzda atan kızıllığı da duymalıydık Yanı başımızdaki emeğe kulak vermeyi de Kıskanıyorlar bizi deliler gericiler Çünkü onlar nefessizler Kıskanıyorlar bizi uhreviler katiller Çünkü onlar yaşamayı ve yaşatmayı bilmezler Bir daha asla 19 yaşında olmayacağız Bir daha asla bu günü yaşamayacağımız gibi Bir daha asla düne ait olmayacağız Ziyanı yok, biziz yarının sahibi !
15
Varoluş çemberi dört yapraklı yosma
treni kaçırdın, dedi yaşlı teyze... yetişebilsem diye geçirirken içimden yaşlı teyzeye göz ucuyla bakıyorum: evet evet, toplum baskısı ete kemiğe bürünse bu teyze gibi olurdu. gerçi bu teyze ufak tefek? düşünceler ışık hızıyla geçiyor beynimden, bir tanesini yakalayıveriyorum: bu teyze olsa olsa mahalle baskısı olurdu bu cüssesiyle.
absürt dünyadan bana kalan aidiyet yoksunluğu, anlamsızlık? şimdi ben, absürt dünyanın ardından varoluşsal dünyada yeni bir ben peşindeyim. daha anlamlı, müstesna bir aidiyet duygusu? bir bebeğin yürüme çabası... ben tay tay duruşunda dengemi sağlamaya çalışıyorum. varolmam gerek, yine çok sorgular çok gözlemler oldum.
treni yakalamak için bavuluna neft yağını sürüp uçuşa geçen delikanlının sevinç çığlığıyla kendime geliyorum. yaşlı teyzeyi, benzetmelerimin baş kahramanlığı görevinden alıp delikanlıyı seyre dalıyorum. son anda da olsa yetişiyor trene. koşmanın hızlandırdığı kalbi ritim tutuyor sevinçle, varoluş mücadelesinin zaferini kutluyor yekvücut. tatlı bir tebessüm hükümranlığını ilan ediyor delikanlının ıslak kırmızı dudaklarında...
sigarayla uğurladığım tren bir yumru gibi oturuyor boğazıma... anlamsızlaşıyorum. oradan oraya koşuyorum çaresizce. en sonunda yoruluyorum, istasyonun beton zeminine bırakıveriyorum kendimi.
bir sigara yakıyorum. duman ciğerlerimde bir turunu atıp havaya kavuşurken tren uzaklaşıyor. ufuk çizgisini acımasızsa silip geçiyor ve gözden kayboluyor. ben yine... yeniden yetişemedim. oysa uzun zamandır ertelediğim açık bileti bugün kullanmaya niyetlenmiştim. son pastırma yazında karar verdim üzerimdeki ataleti satıp yerine bir adet çeki düzen almaya... absürt dünyanın amaçsız bakanlar kuruluna istifamı sundum, bu kararımı olgunlukla karşıladı ve istifam bir iki gün içinde kabul edildi. 16
parke taşlarının arasından betonlara inat, yerçekimine inat öbek öbek yoncalar gözüme çarpıyor. tren garı tarafından işgal edilmiş, betonlaşmış toprakta varoluş mücadelesi... yalnız değilim! kara bulut gibi üzerime çöken anlamsızlık bir anda kayboluyor, ferahlıyorum. bir anons geçiyor: absürdistanvaroluşya hattına bugün siz değerli yolcularımız için ek sefer konulmuştur. bilgilerinize! anonsu pür dikkat dinlerken bulunduğum yerden uzaklaşmışım epey. hemen gişeye yöneliyorum, tekrar göremem korkusuyla yoncalara bakmayı ihmal etmiyorum. güneşin altında ne kadar da güzeller! dört yapraklı, gülüyorum? var olmam gerek diyorum kendi kendime, yeni bir ben...
Adios Companero * Can Gurbetçi
Akşamdan kalma bir güne uyandım yine. Şiddetli baş ağrısı olurdu böyle günlerde, kalktım, banyoya geçtim. Aynanın karşısına geçip birbirine girmiş dalgalı, kır saçlarımı düzeltmeye çalışırken kıpkırmızı olmuş elmacık kemiklerim gözüme çarptı. Elimle dokundum onlara. Dokundukça hafif bir sızı hissediyordum. Doktorun kıçımdaki tenyayı öldürmek için verdiği ilacın yan etkisi olmalı bu diye düşündüm. Bu tarz yan etkileri olabileceğinden bahsetmişti. Kendime gelmek için yüzümü bolca soğuk su ile yıkadıktan sonra odaya döndüm. Sokağa bakan pencerenin perdesini açtığımda kasabanın çoktan uyanmış olduğunu fark ettim. Saat öğleni geçiyor olmalıydı. Eşraftan birkaç kişi kahvenin önündeki ıhlamur ağacının altına oturmuş laflaşıyorlardı. Hemen karşılarında, sokağın çamura çalan tozlu tarafında Juanito’nun sevimli oğlu Alejandro işmarla köpeğini salta durdurmaya çalışıyordu. Ne kadar çok istemişti o Pyreneesi. Derslerinde başarılı, kıvrak zekâsı olan bu çocuk, yazları ailesinin rızası olmadan kendi parasını kazanırdı. Köpeği alacak kadar parası olsa da Juanito’nun izni olmadan o köpek alınamazdı. Bir aydır köpeği yanından hiç ayırmıyor sürekli ona bir şeyler öğretmeye çalışıyordu. Köpek de sahibini sevmiş olmalı ki bıkmadan usanmadan onun işaretlerini takip ediyor, bu işaretlere göre sahibinin ondan istediklerini yerine getirmeye çalışıyordu. Bir çoban köpeğinin arka ayakları üzerinde bir oraya bir buraya gittiğini düşünmek elbet zordu ama Alejandro’ydu bu. Diğer tarafta matadorlar ellerinde sangrialarıyla pek keyifli
sohbet ediyorlardı. Hemen hepsi dünkü güreşlerde rakiplerini mağlup etmeyi başarmıştı. Dostum Marquez dışında. Bizim için saatler on bir buçuğu çalıyordu artık, yaşıtımız tüm matadorlar bunun farkına varmış ve emekli olmuş ancak ev geçindirme derdi ayıramamıştı Marquez’i arenadan. Babam gibi Franco’ya direnenler arasında olan babasına çok benzeyen Marquez de mücadeleden asla vazgeçmezdi. Kasabadaki her erkek gibi, onurlu bir yaşam sürmek gayesi her hareketinde belirleyici bir unsurdu. Eğer çalışması gerekiyorsa, en iyi yaptığı şeyi, matadorluğu yapmalıydı. Birçokları gibi sonradan pikador ya da banderillero olamazdı o. Zaten güreş düzenleyenler de onun matador olarak devam etmesini istiyorlardı. Son darbeyi, boğanın kalbine kadar batırabilen usta matadorlardan, çok az kalmıştı zira. Seyirciyi her zaman coşturmayı bilen, kendine has hareketleri olan dostum, girdiği tehlikeli hallerden kıvrak hareketleri ve tecrübesiyle her zaman kurtulmayı başarmıştı, düne kadar. Dün ne olmuştu da peki, onu son yolculuğuna uğurlayacağım bir güne uyanmıştım. Doğrusu bunun çok da bir önemi yoktu. Matadorlar kadehlerini kaldırıp “Adios Companero” diye bağırdılar ve bir dikişte hep birlikte yuvarladılar içkilerini. Sonra sol tarafa kiliseye doğru yöneldiler kahkahalar eşliğinde. Tören vaktinin geldiğini anladım, hazırlanmak için dolaba yöneldim. Meslektaşlarının böylesi bir durumda böylesine şuursuzca eğleniyor olmaları her ne kadar çelişkili görünse de, bu kasabada melale yer yoktu. İnsanın doğumundan ölümüne
17
geçirdiği onurlu hayat anısına, onu gülerek uğurlamak bizi diğerlerinden ayıran en büyük özelliğimizdi.
* Edebiyat atölyesi alt çalışma pratikleri Sözlük okuma etkinliği, seçme eserlerden.
Bir bakın çevrenize Servis şoförü Bir bakın çevrenize Önünüzdeki leşlerden Arkanızdaki kalleşleri görmediğinize Bazılarının size kulluk ederken Bazılarınınsa puştluk ettiğine Bir bakın çevrenize Sırtı yere gelmeyenlerin nasıl fink attığına İki yüzlü esnafların fazladan beş lira için Hayatlarından nasıl ödün verdiğine Bir bakın çevrenize Filmlerdeki delikanlılardan tut da Eli kalem tutan eli kanlılara Dedim ya Bir bakın çevrenize Siz geçmişinizi anarken Onların yarınlarınızda gözü olduğuna Ötekileştirilmişlerin az ötede oynadıklarına İçerde meşruların haykırışlarına Dışarda gayrımeşruların kayırışlarına Durun ve etraflıca bir bakın Yalana dolana değil de Kalbi tastamam olana
18
Selam proleterya * kuzgun
Sabah saatin altısıydı. Bütün şehir sanki bir makine gibi aynı saatte aynı duygularla kalkardı. O’da diğer işçiler gibi sabah altıda kalkıp, lavaboda yüzünü yıkayıp ve tıraşını olup işe acele bir şekilde hazırlanmaya başladı. Soğuk bir Aralık gecesinin sabahında yakacak olmayan bir evde sabah yüzünü yıkamak ve keçe gibi sakalını tıraş etmek adeta işkence idi. Hele bir de sabunsuz buz gibi bir su ile tıraş olmak… İnsan 97000 yıl önce yaşamayı, bir avuç mennen ile tıraş olmayı hayal edebilir böylesi bir durumda. Saat altı çeyrekti. Altı buçukta otobüse yetişmesi gerekiyordu. Zaten evde yiyecek bir lokma ekmeği bile yoktu. Bu yüzden vücudunu harmani gibi kaplayan yırtık paltosunu sırtına çekip yola koyuldu. İşi evine çok uzaktı. İstese toplu taşımaya binebilirdi, ancak yevmiyesi az olduğu için yürümeyi tercih etti. “Zaten…” diyip, car car konuşan otobüs yolcularını, hırbo otobüs muavinlerini bahane ederek yürümeye başladı. Çok zor bir tercihti işe yürüyerek gitmek. Üstelik hava bu kadar soğuk ve acımasızken… Acaba şartlar mı sarakaya alıyordu onu yoksa kendisi mi? Romanslarda anlatılan hikâyeleri düşünüp soğuğa ve balçığa katlanarak çalıştığı fabrikaya vardı. Saat sekiz otuz beşte tezgahına vardığında götünden kıl aldırmayan vardiya amiri tezgahının başında dikiliyordu. Bakışlarından hesap sorduğu anlaşılıyordu. Beş dakika geç kalmanın hesabını akşam yarım saat olarak geri
alacağını biliyordu. Böyledir amirler. En ufak açığınızı fırsata çevirir, adeta insanı göbeğinden işetirlerdi. “Neredeydin?” diye sordu amir. “Ne sanıyordun?” dedi ilgisizce ve işine başladı. Söylediklerine aldırılmaması vardiya amirini çileden çıkardı. Fabrika yönetimi işçi çıkarma kararı almıştı ve vardiya amiri bunu fırsat bilip acımadan işten atıldığını söyledi. Apışıp kaldı. Vardiya amiri muhasebeciye gidip hesabını kapatmasını söylemişti. Beş dakika için kolayca işten attılar. Artık ona da proletarya yolu görünmüştü.
*Edebiyat atölyesi alt çalışma pratikleri Sözlük okuma etkinliği, seçme eserlerinden
19
Saç Kurutma Makinesi Selman Rençber
Gözlerini yavaştan açmaya çalışıyordu, akşamdan kalmalığın verdiği bir berbat his tüm duygulara baskın geliyor, yerinden kalkamıyordu. Yüz üstü yatıp, tek gözüyle odaya baktı. İnsanın canını sıkan bir dağınıklık vardı. Bu kadar az eşyaya sahipken ortalık nasıl bu kadar dağınık olabilirdi. Eşyalara göz gezdirdi. İlk önce Allah’a emanet ayakta duran dandik sehpa gözüne çarptı, hafiften eğilmiş kanepe, kelime oyunu gibi duran, tombul tüpün üzerindeki tüplü televizyon ve ona bağlı cd oynatıcı, bir kaç cd, yerde bir iki mizah dergisi, biri devrilmiş dört tane boş bira şişesi, sandalyenin üstünde pantolonu ile gömleği. Dışarı çıkıp biraz nefes alayım diye düşündü. Doğrulmaya çalışırken gözüne bütün odadaki erkek eşyaların varlığına ters duran saç kurutma makinesi takıldı, bir ara beraber yaşadığı sevgililerinden birinden kalmıştı, ne hangi sevgilisinden kaldığını anımsadı, ne de o sevgililerinden birinin adını. Gözleri saç kurutma makinesine takılı kaldı ve gözleri dolmaya başladı, kalbinde bir ağrı hissetti, göğsünde canını yakan bir şey vardı. Biraz kendine gelince bu acıya neden olan şeyi buldu. Üç dört gün önce gazetede gördüğü bir üçüncü sayfa haberi yüzünden böyle olmuştu. 26 yaşındaki bir kadının intiharını anlatıyordu haber. Sekiz aydır kirasını ödeyemediği evde biri altı diğeri on yaşında en küçüğü ise yedi aylık üşüyen üç çocuğunu ısıtmak için cebinde kalan son altı lira ile odun almaya gitmişti kadın. Oduncu bu paraya odun vermeyeceğini söylemiş sonra insafa gelip kadına odunları vermişti. Gelirken yağan yağmurda hem kadın hem odunları ıslanmıştı. Eve gelip odunları
20
tutuşturmaya çalışmıştı genç kadın ıslanan odunlar yanmıyor, odunlar yanmadıkça kadın daha da bunalıyordu. Bu yaşta bu kadar parasızlık bu çaresizlik boğazına düğümleniyordu. Soğuktan ağlayan çocuklara dayanamadı en sonunda öteki odadaki saç kurutma makinesini alıp oğlunun eline verdi, “bununla önce kardeşleri sonra kendini sırayla ısıt” dedi. Sonra yan odaya geçti, tavandaki salıncak demirine geçirdiği ipin ucuna bıraktı kendini. Oğlu aynı odaya geçtiğinde gördü annesinin ipin ucunda sallanan bedenini, anne diye ağlayarak komşulara haber vermişti annesinin öldüğünü. Gözlerindeki yaş donmuştu, göğsündeki acı daha da beter hale gelmişti. Bu kadın için ya da bu kadını bu hale getiren onu bu kadar muhtaç bu kadar çaresiz hale getiren devrana karşı ne yapmıştı şimdiye kadar. Hiç bir şeye bulaşmadan kendinden uzaktaki bunun gibi birçok insan habersiz çoğunlukla kör ve sağır, amaçsız bir şekilde yaşamıştı. Kendine kızıyor, içindeki bu acının bir noktada sorumlusu olarak kendini görüyordu. Bu insanların daha iyi daha insan gibi yaşamaları için çalışan arkadaşlarını hatırladı, farkına varmadan onlardan nasıl kaçtığını da. Aklına mıh gibi çakılıp kalan o dizeyi tekrarladı; “Düşmesin bizimle yola
evinde ağlayanların gözyaşlarını boynunda ağır bir zincir gibi taşıyanlar, Bıraksın peşimizi kendi yüreğinin kabuğunda yaşayanlar”* * Güneşi İçenlerin Türküsü, Nazım Hikmet Ran
Umudun sevdalısı Usta’ya Momo
Çok küçük yaşlarda tanışmıştım Nazım ustayla. ‘Çok küçük’ten kastım 1415 işte. Şimdiden bakınca çok küçük geliyor tabii o yaşlar. Zannımca aşkı en iyi anlatanlardandır. Bir de Arkadaş vardır, unutmamak lazım elbet.Nazımla Arkadaşın ortak bir cümlesi de; ikisi de çoğunluklar içinde bir tekilliğin hüznünü taşır. İkisinin de devrime sevdası vardır. Güzel isimlerimiz var aslında, saydıkça sayabileceğimi hissettim. Onlara girmeyeceğim bu yazıda. Bu yazı Nazım olsun. Nazım Hikmet Ran. Hayatın “tren yolculuğu” gibi. Nazım’ın sözcüklerinin kulaktaki tınısı, demir rayların çıkardığı sesler gibi sanki. Anlatılan hikayenin gerçekliği, vagon penceresinden baktığında hızla geçerken gördüğün hayatın ta kendisi. Sözcükleri birbirine bağlayan virgüllerin yer değişimi, kelamını da değiştirir. Ve daha başka işler yüreğe, hücrelere. Tıpkı rayların makas değişimindeki izlediği yöneliş gibidir. Makas yön değiştirir, ray başka yol tutar. Nazımdır bu. Bir cümlesinde, ülkesi yâri olur, diğer cümlesinde yâri ülkesi. Anlattığı yârini görürüz, yanaklarından sevda taşarken yüreğindeki hasretini, ellerinin yalnızlığını, yaşadıklarına umutla direnişini. Usta’ya sevda besleyen kadınlar bilir en iyi şafak saymayı. Onun sözcükleri, sevdanın şafağıdır. Öylesine güzel anlatır ki… Ve dökülür kaleminden; “ önemli olan zamana bırakmak değil, zamanla bırakmamaktır.”
21
Nazım’la büyürsün; sevda, zamanın örgüsü olur. Ve bir gün, öğrendiklerinle şafak sayarsın. Nazım’ın kadınlarıdır; cefakâr analar, soframızdaki kadın, elleri toprakta olan, uğruna hapisler yatılan kadınlar... Menzuresi kadın kokar Nazım’ın. Ve hüzündür, özlemdir, hasrettir. Elbette umuttur. Hem âşık hem maşuktur usta. Hasrettir, nazlıdır ve kilometrelerce derindir vurgunu. Tıpkı vatanına vurgunluğu gibi. Yüreğinde coğrafyası, güneşli bir anadır. Niyet etmiş, “özgürlüğü’’ topraklarda bereketli kılmaya. Karnındaki hürriyet sancısı, dilinde direniş türküsü olmuş ustanın. Bu sevdanın diyeti ise; cezaevleri, açlık grevleri, kör duvarlar, hastalıklar… Sonrası, trenlerle tanışmış usta. Uzun yolculuklara sürmüş. Her yolculuk bir serüvenmiş aslında. Ve serüvenler buluşturmuş Dino ile Ustayı. Bir atlas geçilmiş. Mutluluğun resmi değil ama mutluluğun şiiri yazılmış. Diyâr, hasretmiş ama ertelememiş umutlarını. Çünkü bilirmiş usta, ertelenmiş umutlardır perişan eden insanı. Nazım, güzel bir ömür Haziranda. Ben de bu sayıda Nazım usta demek istedim. Bizim şafağımız, bu günlerde en güzel şiir olan barışadır. Nazım ustanın dokunuşlarıyla bitireyim yazımı; ‘’Çocuğun gördüğü düştür barış.
Ananın gördüğü düştür barış. Ağaçlar altında söylenen sevda sözleridir barış.’’
BİR GARİP HAZİRAN Tuya Gümüşsoy
“...güvercinler hep beraber
güneşi taşıyıp kırmızı ayaklarında uçabilirler durduramaz onları demir ve duvar güvercinlerin yumuşak kanatları var…” Diyen bir adam vardı. Veda etmeden önce söylemişti bunları bir garip haziran da. 60 büyük haziran atlatmıştı adam hayatında. 61. Haziran da mücadele dolu yılların son nefesi verilecekti. Onun son nefesi devrim kavgasıyla iç içe milyonlarca nefese hayat verecekti, veriyordu. Onlarca mahsul bırakmıştı bu adam. Şiirleri, yazıları al ışıklar saçıyordu. Nazım derlerdi ona. Sürgünlerde geçmişti yılları, zindanlarda… Korkuyorlardı ondan. Korkarlardı elbet! Gerçekleri milyonlara anlatan herkesten korkuyorlardı. Sermayedar korkardı, düzen yaltakçısı, burjuva korkardı, yobaz korkardı, korkarlardı. Sevmezlerdi onu, sevmesinlerdi de. Bir avuç fırsatçı sevmesindi elbet. Ve evet! Bence de fazlasıyla doluydu bardakları. Ondan haz etmeyenlerin bardağı hep doluydu. Hiç boşluk yoktu. Hatta o kadar doluydu ki ara sıra irin taşardı bardaktan. Çatlardı, kapkara olmuştu doluluktan. Ve bu yüzden işçi sınıfını kavgaya davet ediyordu büyük şair. İleri atılıyordu. Bir şeyler yapmadan karanlıkların aydınlatılamayacağını biliyordu, öğretiyordu. “... ben diyorum ki ona kül olayım Kerem
gibi yana yana Ben yanmasam, sen yanmasan, biz yanmasak nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa “
Bizim ışığımız yakacaktı, kül edecekti karanlıkları. Kızıl bir aydınlık bulaşacaktı her yana. Kıpkızıl çizgilerle bürünmüş sıcak, koyu bir aydınlık. Gelecek güzel günler uğruna ışık olmuş bir devrimciydi. Bu yüzden parmaklıklara koşup “hürriyetin süt beyaz aydınlığı “ diye bağıracaktı. Bu haykırış milyonların kulağında yankılanacaktı, yankılanıyordu da. Bu yankı onun dilsiz eserlerini ırklardan, milliyetçilikten korumuştu. Çünkü onun hitapları çoktan adresine ulaşmıştı. Nâzım’ın evrensel bir dili vardı, ortaktı, herkese aitti. Bireyin değil toplumundu. Bu toplumsal dil onlarca aydını da etkiledi. Bu şekilde zenginleşmeyi sürdürdü. Çünkü zenginliğin mülkiyet ile ölçülemeyeceğinin farkındaydı. Altın varaklı tahtlarda, cüppeler, kavuklar ve hayali bir saltanatta gerçekçilik aranmazdı. Onun da öncülüğünü yaptığını bu yolda arayanlar çoğalacaktı. Bir garip haziran günü Sabahattinler, Behiceler, Azizler, Nazımlar... binleri bulacaktı. Ayak seslerimiz inletecekti her yanı. Saraylar yıkacaktı bu ses. Çekiç ve Orak gösterecekti mükemmel uyumunu. Haziranlar ölümden korkmazdı. Çünkü geriye kalanlar gidenlerin işini tamamlayacaktı. Tıpkı Che tarafından alıntılanmış Nâzım incisi gibi: “ Yalnız yarım kalmış bir şarkının acısını toprağa götüreceğiz. “ Ve bir garip haziran günü o kadar hızlı yapacağız ki devrimi, ne yaptığımızı anlamak için zaman duracak!
22
Soma’yla Büyüyen Çocuklar Cemilgillerden Cemil
Daha küçüktüm. Küçücüktüm. Bir insan en fazla ne kadar küçülebilirse anılarında, işte ben de o kadar küçüktüm. Üzerime bol gelen elbiselerle ağabeyden kalma geziniyordum. Evimizin bir sobası vardı. Herkesinki gibi en mütevazısından. Bir de sürekli akan bir çatısı, en delik deşiğinden. O suların üzerimize damlamaması için elbet yaratıcı olmayan yöntemlerimiz vardı. Mesela her deliğin altına kova koymak gibi. Gülmeyin öyle, yaratıcı olmadığını söylemiştim. Ama oradaki eğlence de farklıydı. Mesela damlaların düşme periyodunu hesaplamaya kalkardım gece boyu. Bundan ötürü her sabah en geç kalkan ve dolayısıyla yatakları toplama görevi ile cezalandırılandım ben. Lakabım bile vardı bu dönemde. Küçük bir köy vardı. O zamanlar 70 yıllık tarihi olan bir Rum eviydi bizimki. Şeyh Bedrettin’in de zamanında ayaklarını bastığı topraklara basıyor, her adımımda Ortaklar isminin nereden geldiğini merak ediyordum. Çocukluğumun yazları hep orada geçerdi. Yazları gece yarısı uyanıp yıldızları seyreder, köpek sesleri eşliğinde kardeşlerimle birlikte fırına giderdim. O zamanlar karlıydı bu iş. Bir simitten kalan tek başına yetmese de bir sakıza, 50-100 arası ile çiçek bile yetiştirirdin saksıda. Yazlar keyifliydi. İncir, böğürtlen, kayısı, meyveler filan. Kışlar ise daha sıkıcı ve ilginç geçerdi. Demin anlattığım soba var ya, işte tüm günüm gecem onunla geçerdi. 23
Taş kömür kullanmıyorduk hiç. Neden olduğunu anlayamamıştım, oysa bir hocamız bize taşkömürün daha yüksek ısı yaydığını filan anlatırdı. Öğrendim sonra neden linyit ya da ceviz kömürü kullandığımızı. Öyle bir sobaya dayanamayabilirdi. Bir odun atardık sobaya, sonra bir tane daha, bir tane daha ve bir tane daha. O kadar büyürdü ki ateşi hep kömür atılmadan evvel şu patateslerin, patlıcanların ve nadiren de olsa kestanelerin sobadan çıkarılışını beklerdim parlayan gözlerle. Parlatan şey odun aleviydi. Kestanenin nadirliği kadar vazgeçilmez başka bir şey daha vardı: kabuk. Evet, portakal ya da mandalina kabuğu olurdu çoğu zaman. İşte o kokuya hayran kalırdım bir de. Ortaklar’da Soma linyit kömürü kullanırdık. Soma kimdi? Neydi? Neden hep yeşil çuvalda siyah yazılıydı? Odunlar bitmeye ve ateş iyice közünü almaya başladığında ise benim için daha sıkıcı anlar başlardı. En korktuğum yere, kömürlüğe giderdim. Yeşil çuvallardan küçük miktarlarda alıp soba için anneme götürürdüm. Hadi onların da hakkını yemeyeyim, en çok kardeşlerim kömür getirirdi. Kim bilir bunun altından ne çıkacak diye düşünürken aniden fırlayıverirdi bir kırkayak. Ya da hantal bir çıyan. Az da olsa bazen akrep filan çıkardı boş çuvalın altından. Sonra çuval sağlamsa kullanmalığa, değilse yakmaya götürürdük içindeki bilumum haşeratla. Bundandır ki çocukluğumda hiç eksik
olmadı Soma ismi. Hep gitmek isterdim Soma’ya bu yüzden. Dikkatinizi çekti mi bilmiyorum ama annem olacak kadıncağız hiçbir bilgisi olmadan ve varlığından dahi haberi değilken, çocuklarını koruyordu karbondioksitten. Adeta soba mühendisliği yapıyor ve gece her zaman en son uyuyup, sobadaki tüm iç delikleri kapatmak için evin yeterince ısınmasını bekliyordu. Muazzam bir özveriydi. Mesela ben hep erkenden getirmeye kalkardım kömürü odaya, her seferinde alıp dışarı koyardı onu. Gerekçe yine aynıydı: zehir. Kadın aslında biliyordu. Kömürün havayla teması başladığı andan itibaren zehir saçmaya başladığını. Bu da karbon monoksitti. Galerilerde kömür hava ile buluşmaya başladığı andan itibaren karbon monoksit ölçümü yapılmak zorundadır. Eğer durum tespit edilemez ve 1500ppm üzerinde bir değerde seyrederse kömürün içten yanmasıyla açığa çıkan karbon monoksitten ötürü kapatılmalıdır o maden. 3000ppm civarında bir nefes karbon monoksit adama tatlı bir ölüm yaşatabilir! Eğer yine önlenemezse elbet dış yangına dönüşür ve bu sefer de karbondioksit salgılamaya başlar. Annemin bildiği gerçeği hatırlatmak isterim, ‘kömürü içeri getirme oğlum, dışarı koy, zehirleniriz!’ Annem acaba mühendislik filan mı okumuş diye araştırdım: ilkokul bile yok. Ee? Bu işte bir terslik yok mu? Nasıl olur da bu kadın kömürün kendi kendine yandığını biliyor da maden mühendisleri bilmiyor? Ben size açıklayım dostlar. Bir tarafta, yavrusuna kıymet biçen ve uğrunda türlü eziyetlere katlanan bir
kadın var. Öte tarafta ise ‘hafta içi nasıl hastalanırsın!’, ‘Hadi beyler son bin ton!’, ‘işini bitiren çıkabilir’ ya da ‘var mı hala dolduramayan öküz?’ naraları eşliğinde üretimi kasmak ve maliyeti düşürmek kaygısıyla işçiyi köle gibi çalıştıranlar var. Bunların kar hırsı gözlerini o kadar bürümüş ki o madencinin de bir geleceği ya da geçmişi olduğunu bile bilmiyorlar. Kim bilir belki kaç tanesinin evi de damlıyordu, kaçının çocuğu da benim gibi damlalarla oyun oynuyordu… Hani dilim demeye de varmıyor ya acaba annemi mi koysaydık Soma’daki madenin başına? Nasıl da göz göre göre annemin akıl edebildiği hava yönlendirme işini yapamadınız? Nasıl olur da aspiratörleri tersten çevirmediniz de duman çıkmadı? Bu kadar geri zekâlı mı sanıyorsunuz insanları? Benim 68 yaşındaki annem bile bilebiliyorken siz nasıl oldu da karbon monoksitli ortama yolladınız işçileri! Bizler Soma Linyit kömürüyle büyüyen bir nesiliz. Annemin karşısına çıkıp anlatabilir miydiniz durumu: “Teyze madenciler kömürün kendi kendine yanmasıyla ölmüşler!” Küçümsüyorsunuz dediğim bu, alacağınız cevap çok net: “bir pencere yok muydu?” Yok anne yok, bunlarda pencere değil, onur, haysiyet, gurur yoktu! Hala da yok. Yoksa pencere niyetine açılan kocaman bacalar çalışmıyordu üç kuruş tasarruf için… Çıkıp kocasız bıraktıkları kadınlara ve babasız bıraktıkları çocuklara saldıracak kadar yüzsüzlerdi onlar anne! Ardından üç yıl geçmesine rağmen taze olan acılar bıraktılar. Üçyüzbirler unutulmayacak! Sen de unutma anne…
24
KOMİ İdris Demirci
Yarın ilk iş günü olacaktı; yaz tatili boyunca çarşıdaki kebapçıda masaları temizleyecek, garsona yardım edecekti. Bu yaptığı işin adının komilik olduğunu ise daha sonra öğrenecekti. Gecesinde zor uyudu, üzerine para alınabilecek bir şey yapacak; yani işe yarayacaktı. Tüm yaz tatili boyunca arkadaşları ile gezmeye, aşağı mahalle ile maç yapmaya, bu maçlardan sonra kavga etmeye, ağaçlardan kiraz aşırmaya ve bunlar gibi bir ton şeye baskın gelen bir histi “işe yaramak”. Sabah kalktı, en sevdiği gömleğini sırtına geçirdi, saçlarını düzeltti, aynadaki aksinden hoşnut olmasa da keyfi yerinde yola düştü. İlk defa gelen çocukların çoğunun ikinci gün gelmediğini bilen garson, Sinan’a da diğer çocuklara yaptığı gibi dip köşe sildirtmekle başladı güne. İlk gün ne kadar iş tutarsa kar diye düşündü Garson Ergün. Otuzlu yaşların ortasında, saçları hafiften seyrekleşmiş, ince uzun bir adamdı. Sarışına çalar gibiydi teni. Sakal niyetine yüzünde çıkan 3-5 kılı çenesinde barındırıyordu. İlkten insana güven vermeyen bir tipi vardı ve nihayetinde kurnazmış gibi görünmeye çalışan fakat iyi bir adamdı. Ergün Sinan’a baktı, diğer çocuklar gibi değil, canla başla kendini paralayarak çalışıyordu. Öğle yemeğine kadar neredeyse nefes almadı, dükkânı bir uçtan bir uca sildi süpürdü. Öğle yemeği vakti yaklaşınca dükkân 25
yavaş yavaş dolmaya başladı. Yoldan geçenler, esnaflar, babasının kahveden arkadaşları dolduruyorlardı dükkânı. Babasının arkadaşları şaka yollu takıldılar. Bu takılmalardan haz etmezdi ama şimdi hoşuna gitmişti. Kendini yabancı hissettiği bu yerde bu sıcaklık iyi gelmişti. Ergün siparişleri aldıktan sonra Sinan’a da masayı silmesini, küllükleri boşaltmasını, salataları, mezeleri, yemekleri getirmesini vs söyledi. İlk seferden sonra Sinan, Ergün’ün bir şey söylemesine gerek kalmadan, aynı ritüeli şipşak yapmıştı. Ergün, ‘bu çocuk olur’ bakışı attı patrona. Öğle yemeğine gelenler yavaş yavaş çekildi. Servis zamanında, yemek kokularından acıkan Sinan, etrafa bakıyordu. Ergün; “Acıkmadın mı lan sen?” dedi. “Yok abi...” “Gel lan acıkmışsındır” diye kestirip attı Ergün. Bir buçuk kıymalı kendine, tek kıymalı da Sinan’a yaptırdı. Yeşil muşambalı lokanta masasına oturdular. O anda gün boyunca hiç oturmadığını fark etti. Bacakları inceden sızlamıştı. Babasının koşarken bir şey hissetmeyen, durduğunda ise çatlayıp ölen atların hikâyesini anlattığı geldi aklına. Ayakta iken bacaklarının ağrısını hissetmemesini hikâyeyle bağdaştırdı. Sinan açlığın da etkisi ile farkına varmadan pide fırınına bakıyordu. Fırına
pideleri süren Süleyman Usta Sinan’a takıldı. “Sabahtan beri it gibi koşturdun, acıktın di mi? Şimdi kedinin ciğere baktığı gibi ocağa dikmişsin gözünü”. Utandı Sinan “Gözüm dalmış, acıktığımdan değil ...” “Gel hadi gel, hazır pideleriniz” dedi Süleyman Usta. Pideleri masaya getirdi, Ergün de iki ayran almıştı. İlk defa lokanta yemeği yiyordu, çok güzelmiş diye düşündü, parası olunca insanın demek ki... Yemeğin ardından Asiye Hanım bulaşığa çağırdı Sinan’ı. İki büyük tencere vardı yan yana, ilkinde sıcak su, ikincisinde soğuk su. “Önce tabağın üstündekileri çöpe dökeceksin, sonra sıcak suya daldıracaksın tabağı, pril döktüğün süngerle iyice yıkacaksın, sonra bu soğuk su olan tencereye sokup durulayacaksın, tüm iş bu kadar” dedi Asiye Hanım. Asiye Hanım 50’li yaşlarda şişmanca bir kadındı, başörtüsü ve elbiseleri ile babaannesini anımsatmıştı Sinan’a. Çalışmayan hayırsız oğlu, avare avare dolaşıyordu çarşıda dolaşıyor, kahvede pinekliyordu. Anne yüreği, ne kadar hayırsız olsa da oğlunun cebinde para olmadan dolaşmasına dayanmıyor, bu işten aldığı yevmiyenin yarısını her sabah işe gitmeden önce oğlunun
askıdaki pantolonuna koyuyordu. Asiye Hanım sigarasını içerken Sinan’a baktı, bulaşık bitmişti. Bu kadar hızlı bitirdiyse yarım yamalak yapmıştır diye düşünüp tam azarlayacakken tertemiz bulaşıkların köşede süzüldüğünü gördü, Sinan’ın başını okşadı. Bulaşık bittiğinde gömleğinin önü ıslanmış, yemek artıkları ile rezil olmuştu. Üzüldü. Akşam gün bittiğinde aldığı parayı görünce ilkten sevindi ama sonra aklına gömlek geldi. Aldığım para deterjana gidecek diye düşündü bedavaya çalışmış gibi hissetti. Önce üstünü kirletmeden iş yapmayı öğrendi bir süre, daha sonra bahşiş almak için lazım gelenleri de. Yorgunlukla baş etmeyi öğrenememişti bir tek, babasının her gün işten geldiğinde niye koltuğa yığılıp kaldığını ancak kırda yılda bir kendilerini dışarı çıkardığı şimdi anlamıştı. Her akşam işten döndüğünde mahalledeki arkadaşları ile oynamaya dermanı kalmıyor kendini yatağa bırakıyordu, oysaki canı nasılda arkadaşları ile oynamayı çekiyordu hele yaz akşamlarında daha bir keyifli olurdu mahalledekilerle oynamak, o yaz gecelerine özgü ince serinlikte insanın evde durası gelmezdi ama Sinan’ın tüm gün ayakta durmaktan tabanları ağrıyor, lokantada koşturmaktan hali kalmıyordu. Neyse ki yaz bitince bu hikâye bitecek, o rahat öğrenciliğine döneceğim diye düşünüp rahatladı ama aklına düşen bir soru canını sıktı; ya bu üç paraya bütün ömrü boyunca bu yorgunluğu sırtında taşıyanlar ne olacaktı...
26
Yarım Elma Ekim
İki aydır beklediği gün gelip çatmıştı Neriman Teyze’nin. Konu komşudan öğrendiği kadarıyla Yarım Elma Derneği’nin yardım günü bugündü. Ayaklarında yokuşu tırmanacak derman olmamasına rağmen, torunu için katlanacaktı. Belki gıda yardımı dışında bayramlık bir çift pabuçla bir elbise bile alabilirdi. Duyduğuna göre giyilmeyen kıyafetler de toplanıp ihtiyaç sahiplerine dağıtılacaktı. Eh işte kendisi ve torunu da en ihtiyaç sahibi değil miydi? Verirlerdi kesin. Sabah namazından sonra yola koyuldu. Pazar arabasını yanına alıp yavaş yavaş yokuşu tırmanmaya başladı. İçinde küçük çocuklarınkine benzer bir bayram sevinciyle yola koyuldu. Seviniyordu… En erken o gidecek, en güzel kıyafetleri o seçecek, en renkli ayakkabıyı o alacaktı. Bir de torununa güzel bir pasta yapacaktı kolidekilerden. Gençliğindeki gibi içinden şarkılar söyleyip, zıpladığını hayal ederek seke seke gittiğini düşünüp gülümsedi. Durağa kadar zorlandı; ama dönüşte her şey daha kolay olacaktı. Hem bu yokuşun inişi olacak, hem de elleri kolları dolu dolu eve gidip torununa sürpriz yapacaktı. Günün ilk otobüsünün ilk yolcusuydu. Kartını çantasında epeyce aradı, sonunda bulup çıkardı ve bastı. 65 yaş üstü diyen kart okuyucusunda kayıtlı kadının sesiyle şoförle yüz yüze geldi. Şoförün suratında hem beleşçi hem erkenci diyen sert bir ifade vardı. Bunu, düşündüklerini sesli olarak mırıldanmasıyla doğruladı.
Zaten hep öyle davranırlardı. Evlerinde otursunlar, ne işleri var dışarıda! diye düşünürlerdi. Neriman Teyze de hep evinde otururdu zaten. Ama bu sefer başkaydı, bugün başkaydı İneceği durağa geldi. Neriman Teyze yeni bir sevinçle indi otobüsten ve sabahın köründe gelen yüzlerce yaşlının arasında buldu kendini. Ama ilk o gidecekti, ilk o seçecekti diye ümit edip sabahı sabah edememişti. Neyse neydi. Girdi sırasına beklemeye başladı. Saatlerce beklettiler. Saatlerce görmezden geldiler. Görmezden gelinmeye alışıktı Neriman Teyze; ama ya hiç görmezlerse? Ya torununa bayramlık elbiseyi alamazsa diye gözünden bir damla yaş süzülürken bağırmaya başladı. Üç saattir bizi burada bekletiyorsunuz, yazıktır be diyerek ağladı. Sonra arkasından başka bağırışlar duyuldu. Sesler yayıldıkça yayıldı ve en son kapıları açmak zorunda kaldı yardım derneği. Önce kıyafet bölümüne aldılar Neriman Teyzeyi. Elbise istiyorum dedi. Torunuma… Aysel’ime… 6 yaşında diye ekledi. Kullanıldığı belli; temiz, ütülü ve renkli bir elbise çıkardılar. Bir de altına bir çift pabuç. Pabuçların kırmızısı ile elbisenin çiçeklerinin tonu aynıydı. Çok beğenecekti Aysel. Hemen pazar arabasına yerleştirdi. Koliyi de aldı ve yola koyuldu. Koliyi açmak için eve 27
gitmeyi bekleyemedi. Sokağın ortasında oturup erzaklarına baktı. Bir torba un, bir şişe yağ, beş paket makarna, bir kilo çay, bir paket fasulye, mercimek, nohut... Pasta için iki yumurta alsam yeter, diye düşündü. Yağ vardı; un, şeker vardı. Süt alacak parayı bulamazsa bile çay ile yapardı pastasını. Çocukluğunda anasının çay ile yaptığı pastaların tadı hâlâ damağında, tarifi aklında idi. Şişmiş, morarmış bacaklarıyla, koşar adımlarla durağa gitti. Otobüs bekledi, otobüs durağa yanaşınca sağ olsundu, pazar arabasını taşımak için biri yardım etti, otobüse bindi. Yine o ses: 65 yaş üstü! Yine şoförün o sert Ne işin var! diyen bakışları. Neriman Teyze, utana sıkıla boş yer bulup oturdu. Sokağın başındaki parkı görünce inmek
için kapıya doğru yöneldi. Şoförün freni ile kendini yerde buldu. Yer bulmuş oturmuşsun zaten, ne işin var ayakta, otursana be teyze! diye suçlu ilan edildi, şoför tarafından. İnecek olmasam kalkmam, beni görmeyen sensin, diyemedi. Olsundu, elbiseyi Aysel’ine götürecekti. Kaldırdılar, üstünü başını çırptılar. Arabasını tutuşturdular eline. Kapılar açıldı. Yavaş yavaş, dikkatlice inerken Pazar arabasını indiremeden şoför kapıyı kapattı, bileği sıkıştı. Bağıramadı bile acısından. Yine görmemişti şoför. Ama bu sefer farklıydı. Otobüsteki herkes görmezden gelip ses etmemiş, tepki göstermemişti. Otobüsün kapısı tekrar kapandı. Bileğini ova ova elindeki arabaya sıkıca sarılarak yoluna devam etti.
Bildirimizdir, Bir yoğun yokuşta insanımız. Yokuşu yoğunlaştıran temel dert sınıfın varlık/yokluk meselesidir. Yazarak karşı koyacak, umut taşıyacak, alternatif üretim yapacağız. Sorularımız var. Tabii cevaplarımız da... Neden sınıf? Çünkü alternatif. Çünkü görünmüyor bir türlü. Çünkü var. Çünkü dertliyiz sınıftan yana. Çünkü Gezi’de de öyleydi. Neden biz? Çünkü alternatif. Çünkü üretkeniz. Çünkü biliriz sınıfımızı. Çünkü cinsiyetçi değiliz. Çünkü kimlikçi değiliz. Çünkü sınıf neferiyiz. Neden fanzin? Çünkü alternatif. Çünkü ticari kaygı gütmüyoruz. Çünkü size ulaşmak için amatörce bir başlangıç. Çünkü sınıfsınız. Çünkü bilmeseniz de, kabul etmeseniz de sınıfsınız. Bunları bir araya getirince yazma isteğiniz uyanıyorsa hemen yazın. Uyanmıyorsa alın okuyun. O da olmuyorsa görmezden gelin ve sakince sağa dönüp uzaklaşın. Çünkü döndükçe dünya, sokaklara vuracak öykülerimiz… YoğunYokuş Fanzin Ekibi
NOT: Bir sonraki atölye çalışmamız hem gerçek hem de mecaz anlamları olan atasözü/ deyimlerin gerçek anlamını anlatma çalışmasıdır. 19 Haziran Pazar saat: 17.30’da Ankara NHKM’de. Adres: Konur 2 Sokak No:51 Kızılay Her türlü öneri, eleştiri ve katkı için iletişim: yogunyokusfanzin@gmail.com
28