Gri Edebiyat Sayı 4

Page 1

Ahmet Can KORAŞ Ayşe Aleyna KUŞCU Ayşenur AYDIN Emine GÜNER Eminegül TÜRÜDÜ Esma TÜYLÜ Faruk BEŞER Fatih ASLAN Fatmanur ÖZTÜRK Gamze KÜÇÜK Hamza KIZILKAYA Harun DOĞAN Hasan KAMİLOĞLU Hasan Remzi EKER Hatice Aleyna AZANPA Hatice BEKREK Hüsnü GEÇER İbrahim BOUDiZANİ Kevser ELGÜN Kübra AKTAŞ Kübra Nur DUMAN Kübra SUNA Melek BEKREK Metin KARABAŞOĞLU Mustafa ÇAĞLI Osman Nuri TOPBAŞ Ömer Faruk ÇOBAN Özlem GÜNEŞ Reyhan AYBAKAN Samet ÖZTÜRK Selami YALÇIN Sena BAŞKURT Ümmühan GÜNER Yakup ÖKSÜZ Zafer SÖĞÜT



Editörden Âlemlerin Rabb’i yüce Allah’a hamd, kâinatın yaratılış sebebi Hazreti Muhammed Mustafa’ya selam olsun. Gri Edebiyat’ın 4. sayısında “Hiç Bilenlerle Bilmeyenler Bir Olur mu?” diyerek; bilginin, bilmenin ne kadar önemli olduğunu bir nebze de olsa anlatmak istedik. Bu matbu eseri okuyor olman nihaî hedefimize ulaştığımızın kanıtıdır. Yaratılmış her şeyin bir sebebi, dolduracağı bir boşluk, onaracağı bir arıza, merhem olacağı bir yara olduğu inancıyla; herkesin ve her şeyin bu minvaldeki gayesine katkı sunmayı kendimize bir görev addettik ve bu çalışmayı yaptık. Kâinatta yaratılan her zerrenin bir sebebi olduğu gibi bu sayıya da bu başlık sebepsiz koyulmadı. Bu sayıda “Nasıl ki insan nefes almaya, su içmeye, uyumaya üç ay ara veremiyorsa ‘OKU’maya da ara vermemeli.” diyerek; yaz tatilindeki programına katkıda bulunmak istedik. Dünyada ektiği tohumun meyvesini ahirette yiyeceğine inanan gence selam olsun ki; O genç; Ali’dir, Üsame’dir, Zeyd’dir, Mus’ab’dır, Selahaddin’dir, Mehmed’dir… O gencin dâvâsı ümmetin selameti ve kurtuluşudur. O, “Ümmetî ümmetî” diye dua eden Resulullah’a âşıktır. Bu matbu eserin o gencin yolunu aydınlatan, ümitvâr olmasını sağlayan, tereddütsüz ilerlemesine vesile olan el feneri olacağına inancımız tamdır. Allah subhanehu ve teala bu çalışmaya vesile olan ve emeği geçen herkese, az vakitte kavuşturacağını umduğumuz Ramazan’ı idrak edip o mübarek mevsimi ihya edebilmeyi nasip buyursun; insanların korku ve endişeyle boğuştuğu, gözlerden perdenin kaldırıldığı, günah ve sevabın ayan beyan ortaya çıktığı o günde Rahîm ismi şerifiyle muamele eylesin. Selam ve dua ile… Yalana hayır de gerçeğe evet… Mücadele şarttır, kalsan da tek fert Bir de ötesi var buranın elbet Nasıl olsa güleceksin; tamam mı? Abdurrahim Karakoç

• Yayın Danışmanları Yakup ÖKSÜZ Ümit BİLBAY Editör Ubeydullah YALÇIN Tasarım P. Yusmar YUSUF Yazı İşleri Rümeysa BULDAĞ Ayşe Aleyna KUŞCU Fatih ASLAN Reyhan AYBAKAN Kevser ELGÜN

griedebiyat@gmail.com @griedebiyat /ugm.griedebiyat Ammar YAĞCI, Rabia Sultan AYDIN ve Batuhan DERE’ ye desteklerinden dolayı teşekkür ederiz. *Gri Edebiyat Üsküdar Gençlik Merkezi öğrencilerinin bültenidir.


İÇİNDEKİLER

Faruk Beşer: Dünya İlginç Bir Noktaya Doğru Gidiyor

Bir Soru Bir Cevap: Osman Nuri Topbaş

16 30

41

İlim, Âlim ve Ârif’e dair Özlem GÜNEŞ

62 Bir Gönül İnsanı: Hüsnü Geçer Hoca Efendi

Mustafa Çağlı: Allah Yaptıklarımızın ve Yapmadıklarımızın Hesabını Soracaktır Şimdi Yıldız Gözlerin Ömer Faruk ÇOBAN Kendini Bil Hasan Remzi EKER

4 11 15 18

Ayşe Pehlivan: Birisi Fısıltınızı Duymuyorsa Gürültü Etmeyin Güzel Soru İlmin Yarısı Kübra Nur DUMAN

25

Vakt-i Zamanında Kitap Yüklü Kervanlar Samet ÖZTÜRK

26

Tam yüreğimin ortası TANZANYA Zafer SÖĞÜT

32

Unuttuğunu Unuttuğunun Farkında Mısın? Reyhan AYBAKAN

34


Benim İçin Bediüzzaman Metin KARABAŞOĞLU

Harun Doğan: Derdimiz Yabancı Dil Bilen İyi İnsanlar Yetiştirmek Bir Şiir Yazmak İsterdim Ayşe Aleyna KUŞCU Uhud Bizi Sever, Biz de Uhud’u Severiz Fatmanur ÖZTÜRK Duanız Olmasa İbrahim BOUZİDANİ Peygamberimiz’in (s.a.v) Mizah Anlayışı Ayşenur AYDIN Kalemden Medeniyete Ümmühan GÜNER

36

20 35 39 44 46 48

Eğitim Sarmalındaki Medeniyet Hasan KAMİLOĞLU

50

Sizin Nefsiniz de Nefis Mi? Fatih ASLAN

54

Ayaklı Kitap Mı Olurmuş! Hatice Aleyna AZANPA

56

Bahar Mı Gelmiş? Esma TÜYLÜ

58

Yahya Efendi Emine GÜNER

59

Bilgi Çağında Öğrenci Olmak Selami YALÇIN Âh-u Zâr Eminegül TÜRÜDÜ Melek BEKREK Lâl Hatice BEKREK Türk-İslam Medeniyetinin Özü: İlim ve Hikmet Yakup ÖKSÜZ Açık Mektuplar Ayşe Aleyna KUŞÇU Kevser ELGÜN

7 60 61 66 68


Söyleşi

Bir Gönül İnsanı: Hüsnü Geçer Hoca Efendi husnugecer.com

Müslümanlar cennete girdikten sonra çıkacaklar mı ya da orada kalacaklar mı?

‫ِسم ٱللَّ ِه ٱل َّرح َٰمنِ ٱل َّر ِح ِيم‬ ِ ‫ب‬ Şüphesiz, inanıp yararlı işler yapanlara gelince, onlar için içlerinde ebedî kalacakları Firdevs cennetleri bir kahvaltı veya konaktır. Oradan ayrılmak istemezler. De ki: “Rabbimin sözlerini yazmak için denizler mürekkep olsa ve bir o kadar da ilave etsek, denizlere deniz katsak; Rabbimin sözleri tükenmeden önce denizler tükenirdi.” De ki: “Ben de ancak sizin gibi bir insanım. Ne var ki bana, ‘Sizin İlah’ınız ancak bir tek ilâhtır” diye vahyolunuyor. Kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa yararlı bir iş yapsın ve Rabbine ibadette kimseyi ortak koşmasın.” Kehf Suresi 107-110 İnsanlar dünyaya geliyor, ölüp gidiyor. Cennet hayatı dünya hayatı gibi değildir, cennete giren ebediyen içinde kalır. “Şüphesiz iman edenler ve salih amel işleyenler için Firdevs Cenneti konak ya da kahvaltı olur.” Peki, ebedi kalacaklar ama acaba ondan başka bir yere nakil olmak isteyecekler mi? İstanbul’da yaşayan bir insan “Keşke ben Kayseri’ye gitsem.” Kayseri’de olan biri “Keşke ben Erzurum’a gitsem.” Der. Veyahut Türkiye’de yaşayan müminler “Keşke ben Medine’de Efendimize (s.a.v.) komşu olsaydım.” Der. İnsan bazı yerleri gezmek, görmek ister ve böyle temennilerde bulunur. Lakin Cennete giren başka yere gitme te-

4

Gri Edebiyat

mennilerinde bulunmaz. Cennetten çıkmayı, yer değiştirmeyi istemez. Çünkü cennet ve içindekiler Allah’ın insanlara verdiği başka bir nimettir. Oraya giren bir insan yiyip içmekten, arkadaşlık edip ilişki kurmaktan ve hatta yüce Allah’ın cemalini görmekten öyle bir zevke dalar ki oradan ayrılmak aklına bile gelmez. Lakin böyle bir cennete girebilmek için farklı bir iman gerekir. İmanın yanında Efendimiz’in (s.a.v.) getirdiği her şeye uymak gerekir. Haram dediğine haram deyip sakınmak; helâl dediğini helal kabul edip peşinden gitmek; farz dediğini her şeyin önünde tutup yapmak gerekir. Farklı bir iman böyle olur. İmanın şartları altıdır: 1. Yüce Allah’a iman, 2. Meleklere iman, 3. Peygamberlerine iman, 4. Kitaplarına iman, 5. Kaza ve kaderin Allah’tan olduğuna iman, 6. Ahiret gününe iman. İcmali olarak bunlara inanıp Kelime-i Şehadet getiren mümindir. Bu, müminin cennete uçabilmesi için bir kanadı olur. İkinci kanat ise mânâ âleminde uçurur, dünyanın huzurlu hayatına, ahiretin mutluluğuna ve saadetine kavuşturur. Bu kanat ise salih ameldir. Salih amel; Allah’ın rızasına uy-


gun olan, güzel olan her şeydir. Cömertlik, iffetli olmak, yardımseverlik, paylaşmak, sevgiyle yaşamak, şefkatli olmak, zikretmek, ibadet yapmak… İnsanın imanı varsa ve salih ameller de işlerse Firdevs cenneti ona konak olur. Bu, Cenab-ı Allah’ın sözüdür. Tastamam doğrudur, hâktır. Allah’a hamd olsun bugün Müslümanların elinde iman var ama güzel işler çok azaldı. İffet kalmadı, zina çoğaldı; doğruluk kalmadı, eğrilik ve yalan çoğaldı; emanet kalmadı, ihanet çoğaldı; sevgi ve muhabbet kalmadı, düşmanlık çoğaldı. İşte bu bizi geri bırakır. Sanmayın ki imanlı olan salih amel işleyen bir insan sadece Firdevs cennetini hak etmiştir. İmanlı olup salih amel işleyen bir insan ahirette cenneti kazandığı gibi dünya da kendisine cennet olur. Cenabı Allah kendisine huzur ve neşe verir. Evladından, komşusundan, ülkesinden, vatandaşından yani herkesten fayda ve iyilik görür. Şimdi insanlar sabaha kadar yatıyor, namaz kılmıyor, herhangi bir gözün ona bakmasından rahatsız olmuyor, kimseden utanmadan açık saçık giyiniyor... Böyle davranan insanların cennete girmesi de dünyada huzur bulması da zor. Bizi çökerten ahlaksızlıktır, salih amelin az oluşudur. Dünyada huzurlu, mutlu bir hayatın yolu; ahirette cennete girmenin yolu güçlü bir imana sahip olmak ve salih amel işlemektir. Şayet biz iyi iman sahibi olursak, güzel işlerle meşgul olursak yaptığımız ve yapacağımız dualar da kabul olur. Eğer bizde iman zayıflığı olursa ve işlediğimiz ameller kötü olursa bilin ki bize kulak asılmaz. Senin bir işçin olsa ve işçinden tembellik ve ihanet görsen ona önem vermezsin, kulak asmazsın. Bizler de yüce Allah’ın kullarıyız. Ona hakkıyla kulluk yapmamız lazım. İmanlı olup güzel işler yaparsak iyi bir kul oluruz. Bunları yapmadıktan sonra Cenabı Allah’tan yardım alamayız, dünyada da huzur bulamayız. “Şüphesiz inananlara ve salih amel işleyenlere Firdevs cenneti konak veyahut kahvaltı olur.” Firdevs Cenneti nedir? Hadiste geçiyor ki Arş-ı Âlâ’nın altındadır, hiçbir cennet tabakası ondan yüksek değildir, diğer cennetlerin suları hep oradan akar. Aynı zamanda Hazreti Muhammed Mustafa’nın (s.a.v.) makamıdır. Oraya giren Muhammed Mustafa’ya (s.a.v.) komşu olur.

Enes bin Malik (r.a.) diyor ki: “Allah Rasulü’ne 9–10 yıl hizmet ettim. Bir kere bana ‘Öf!’ demedi. Yaptığım bir iş hakkında hiçbir zaman ‘Niçin böyle yaptın?’, yapmadığım iş hakkında ise ‘Şöyle yapsaydın ya!’ ya da ‘Beceremedin, ne kötü yaptın!’ dediğini duymadım. On yıl boyunca bir kere zorlanacağım bir iş vermedi. Bir işi beceremeyip zayi ettiğimde bana kızmadı, beni kınamadı. Hatta ailesinden biri bir konuda beni kınamak istediğinde onları engelleyerek: ‘Onu bırakın! Eğer öyle yapması takdir edilseydi mutlaka yapardı.” Peygamberimiz (s.a.v.) kimsenin ayıbını yüzüne vurmazdı. Hizmette cidden bir bozukluk görseydi davranışıyla, mimikleriyle onu uyarırdı. Asla diliyle kimseyi rahatsız etmezdi. Cenabı Allah bütün babalara, evlatlarına karşı bu ahlakı nasip eylesin; büyüklere de küçüklere karşı bu ahlakı nasip eylesin. Yine Enes bin Malik’ten: “Peygamberimiz bana buyurdu ki: - Benden bir istekte bulun. - Ya Rasulallah! Şimdi mi isteyeyim yoksa düşünmek için vaktim var mı? - Düşünebilirsin. Bir müddet düşündükten sonra Efendimiz’e (s.a.v.) geldi. Efendimiz sordu: - İsteğin nedir? - Ya Rasulallah cennette seninle beraber olmayı istiyorum.” Biliyor ki Rasulullah’ın isteği, duası reddedilmez. Enes bin Malik mal da isteyebilir, evlat da isteyebilir, makam da isteyebilirdi… Ama hiçbir dünyalık istemiyor. Çünkü Efendimizle birlikte olmanın nasıl bir nimet olduğunu biliyor. Ahirette de bu nimetten mahrum olmak istemiyor. “Peygamber Aleyhisselam bu isteğe şöyle cevap veriyor: - O zaman bu amaca ulaşabilmek için çok namaz kılarak bana yardımcı ol.” Şimdi sünneti, nafileyi bir köşeye bırakın insanlar farzı kılmıyor ama yine de “Cennet benim hakkımdır, cennetin en güzel köşesinde ben oturacağım.” diyor. Bu, laf-ı güzaftır.

Hiç Bilenlerle Bilmeyenler Bir Olur Mu?

5


Enes bin Malik’ten: “Peygamberimiz bana buyurdu ki: - Benden bir istekte bulun. - Ya Rasulallah! Şimdi mi isteyeyim yoksa düşünmek için vaktim var mı? - Düşünebilirsin. Bir müddet düşündükten sonra Efendimiz’e (s.a.v.) geldi. Efendimiz sordu: - İsteğin nedir? - Ya Rasulallah cennette seninle beraber olmayı istiyorum.”

Önce iman olacak. Sonra namaz geliyor. Kendin namaz kıldığın gibi hanımın, evlatların, hatta gelinlerin de kılacak. Senin mahiyetinde olan herkesin namazından da sorumlusun. Eğer bir aile sabahleyin kalkıp, abdest alıp, sabah namazını kılsa; el açıp Allah’a dua etse, Cenabı Allah onları mutlu etmez mi? Allah onları mutluluğun zirvesine çıkarır. Bizler de ahirette Peygamber Aleyhisselam ile birlikte olmak istiyorsak sağlam bir imana sahip olup salih amellerden ayrılmayacağız ve beş vakit namazı hayatımızın en önemli işi haline getirmeliyiz. Bakın Cenabı Allah Celle Celalühü ne diyor? “Eğer iman ve salih amel olursa; Firdevs Cenneti konak olur. Dünyada konak geçici bir şeydir. İnsan konaklar, sonra gider. Eskiden her köyün bir konağı vardı. Köy odası derlerdi. Köye gelen misafir orada ağırlanırdı. Peki, Firdevs Cenneti konak olursa nasıl olur? Mesela evinize uzaktan bir misafir gelmiştir. Önce bir su, bir çay veya atıştırması için bir şeyler ikram edersiniz. Ama çok yememesini tembihlersiniz. Çünkü bu atıştırmalıktır. Ona daha yemek

6

Gri Edebiyat

ikram edeceksinizdir. İşte Firdevs Cenneti de hak eden Müslümanlar için bu mahiyettedir. Cenabı Allah Firdevs Cennetinde insanın aklının hayalinin almayacağı nimetler verir. Cennette gözün görmediği, kulağın işitmediği, kalbin hissetmediği nimetler vardır. Aynı zamanda Firdevs Cennetine girdikten sonra içinde ebedi kalırlar. Orası dünyadaki gibi geçici bir konak değildir. Ebediyen genç kalırlar yaşları hep otuz üç olur. Hazreti Muhammed’in (s.a.v.) ahlakında, Hazreti Yusuf Aleyhisselam’ın güzelliğinde olurlar ve oradan ayrılmayı da asla istemezler. Allah sağlam imanı, salih ameli ve ihlası cümlemize nasip eylesin. Firdevs Cennetine girmeyi kazandıracak ameller işlemeyi bize nasip etsin. Dünyada O’nun rızasına ulaştıracak yoldan gitmeyi, cennette cemalini günde iki kez görmeyi bizlere nasip buyursun.

‫صىل الله عىل‬ ‫سيدنا محمد و صحبه وسلم‬ ‫و هو عىل كل شيئ قدير‬


Makale

Bilgi Çağında Öğrenci Olmak Selami YALÇIN @selamiyalcin

Bilginin her zamankinden daha değerli ve güçlü olduğu bilgi çağı denilen bir zamanda yaşamaktayız. Bilgi, çocukluk ve gençlikte ekilen, olgunluk ve yaşlılıkta hasat edilen ekindir. Zihnin berrak, zekânın keskin, hafızanın kuvvetli olduğu ve meşguliyetlerin boğmadığı zamanda bilgiden ne devşirdiysen hasadın o olacaktır. Bu çağda ilim çeşmeleri gürül gürül akarken testisini doldurmayana akıllı denmez. Zira hazanda ekileni yel vurur, boran vurur. Yele tedbir alır da yetiştiririm dersen de, bil ki güneşsiz bitkinin feri, meyvesinin de tadı olmaz. Ahmak da bilgiyi ha sırtında taşımış, ha çantasında, ha kafasında, neye yarar! Sen var ulular meclisine, diz çök ulu pirlerin dizinin dibine ve dal ılık engin sulara! Bırak Amr Zeydi dövsün, Fatma Zeyneb’e ninni söylesin, Savaş Barış’la internette video paylaşsın! Bak hele ulular meclisinde kalem kâğıda, âlim öğrenciye, mürşit dervişe neler aktarmış! Gör, deryada neler saklanmış, enginler neyi gizlemiş, semalar neyi ihata etmiş! Gör, sırlarda gizlenenlere vakıf olanlar ne inciler sergilemiş, ne mercanlar saçmış! Sofralar dolmuş, kadehler bilgi pınarının âb-ı hayatıyla taşmış! İşte taşan damlalardan bir katre! İşte ufukları aydınlatan ışıklardan bir hüzme: İbni Abbas, “okurken zelil ve değersizdim; öğretirken ise onur ve izzet kazandım.” Bir süreliğine öğrenmenin zilletine sabretmeyen, ömür boyu cehâletin zilletine mahkûm olur.1 Ulu pirlerden Hz. Ömer der ki: “İlim öğrenin; ilimle beraber ağırbaşlılığı, sükûneti, yumuşak huylu olmayı öğrenin. Öğretmenlerinize karşı tevazulu olun ki, sizin öğrencileriniz de size karşı mütevazı davransın.”2 1 Maverdî, Edebud-Dünya ve’d-Din, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut 1987, s. 54 2 Gazalî, İhyau Ulumi’d-Dîn, (Çev. Ahmed Serdaroğlu), Bedir Yay,

Kişi zekâ ve yeteneğiyle şeref kazanır.3 Çaba ve gayretiyle de makamlara erişir. ‘Erken kalkan, yol alır. Hızlı koşan, yarışı kazanır. Kervan kalktıktan (tren kaçtıktan) sonra uyansan ne çıkar! Baharda arpa eken, hasat zamanı, buğday biçer mi hiç!’4 Sadî Şirazî der ki: “Ey harman kaldırmayı uman genç, tohum vaktidir, durma, ek!.. Çocuğum, har vurup harman savurursan çok geçmez açıkta kalırsın… Ömrünü boş işler peşinde geçirip de ah-vah edip inleme. Fırsat az geçer ele ve zaman, kılıç kadar keskindir.”5 Öğrenci, öğretmenine karşı, gönlüne ve gözüne girecek şekilde saygı ve muhabbetle davranmalıdır. Öğretmenine karşı mütevazı davranarak öğretmenin öğretmede sabır göstermesine vesile olmalıdır.6 Öğrenci, öğretmeninin güzel davranış ve meziyetlerini örnek almalıdır. Güzel iş ve eylemlerde öğretmenine uymalı ve böylece karakterini geliştirmede başkalarından daha hızlı yol alabilmeli; kötü eylemlerden ve kişilerden uzaklaşmayı başarmalıdır. Öğrenci, öğretmeninin bazı huy ve davranışlarını sevmeyebilir. Öğretmen fizikî olarak yakışıklı veya güzel olmayabilir. Ancak öğrenci anne ve babasını, onun huyuna ve yakışıklılığına veya güzelliğine bakmadan sevdiği gibi öğretmenini de bu özelliklerine bakmadan sevmelidir. Öğretmenin bazı kusurlarını veya eksiklerini görse bile bu gördüğü kusur ve eksiklere rağmen saygıda asla kusur etmemelidir. Öğretmeninin öğrettiği yanlış bile olsa, bu yanlış öğrencinin doğrusundan daha değerli olabilir. Zira öğrenciye o gün yanlış gelen İstanbul 1975, s.1/73; Maverdî, age, s. 58 3 Maverdî, Age, s. 54 4 Sadî Şirazî, Bostan, Çev. Osman Koca, Beyan Yay. İstanbul, s. 249 5 Sadî Şirazî, age, s. 249 6 Maverdî, age, s. 53 Hiç Bilenlerle Bilmeyenler Bir Olur Mu?

7


şey, onun henüz öğrenemediği ve vakıf olamadığı tecrübelerden kaynaklanan bir bilgi olabilir. Bu nedenle aceleci davranarak itiraza kalkışmaktan sakınmalıdır.7 Bir Arap atasözünde; “Âlimler, Kâbe gibidir; uzaktakiler ona koşarlar, yakındakilerin umurunda bile olmaz”8 denilerek eldeki nimet kaybolmadan sımsıkı sarılmak gerektiği ifade edilmektedir. Hz. Aişe; “Âlime saygı gösteren, Rabbine saygı göstermiş demektir” diyerek öğrencinin hocasına saygı göstermesini önermiştir.9 Zira saygıda kusur ederse, derse olan ilgisi ve dikkati zayıflar. Öğrenmesi gerekenlere yoğunlaşamaz. Öğretmeni de öğrencisinin sevgideki ve saygıdaki eksikliğini fark ederse gayri ihtiyari bile olsa kendisine yaklaşımı farklılaşabilir. Bu durumda da yine kaybeden öğrenci olacaktır. İmam Şafiî yetişkin çağında ve âlim iken, Şeyban-i Râî’nin önünde, okula giden çocuklar gibi diz çöker ve yapacağı işleri kendisine sorardı. İmam Şafiî’ye: “Senin gibi bir zat böyle bir bedeviden bilgi alır mı?” diye sorulduğunda; “Bu adam bizim bilmediğimizi biliyor” cevabını verirdi.10 Öğrenci, öğretmene ve ilim ehline karşı kibirlenmemeli, ukalalık yapmamalıdır. Aksine aciz ve bilgisiz bir hastanın doktoruna tam bir teslimiyetle bağlanıp, her sözüne riayet etmesi gibi, öğretmenin emir ve tavsiyelerine uymalıdır.11 Suya hasret kalan kuru toprağın suyu büyük bir istekle emdiği gibi öğrenci de öğretmenin anlattıklarını almaya gayret göstermelidir.12 7 Gazalî, Mîzânu’l-Amel, s. 97 8 Maverdî, age, s. 57 9 Maverdî, age, s. 54 10 Gazalî, İhya, s.1/61 11 Gazalî, Mîzânu’l-Amel, Daru’l-Kitabi’l-Arabi, Lübnan 1983, s. 97 12 Gazalî, Mîzânu’l-Amel, s. 97

8

Gri Edebiyat

Öğrenci, eğer seçme şansı varsa öğretmenlikte maharet sahibi olanlardan ders almalıdır. Yani üstatlardan, ustalardan öğrenmelidir, ama ne yazık ki onların da sayısı azdır. İmkânı varsa onları arayıp bulmalı ve dizinin dibine diz çökmelidir. Eğer seçme imkânı yoksa öğretmenlerini az bilen, çok bilen diye ayırt etmeden dersine giren öğretmenden azami derecede istifade etme gayretine girmelidir. Cehâletin vahşetinden çekip çıkaran, ister çelimsiz olsun isterse pehlivan, ne fark eder! Hikmet müminin yitiğidir. Öğreten ister fasık, facir ve kâfir; ister nazik bir mümin, mahir bir mürşit olsun. Öğretmenin dünya görüşü hikmetin değerini düşürmez. Bilgi ve hikmetin hatırına öğretene saygı gösterilmelidir. Öğrenci hocasının ilmini takdir etmeli ve öğretmede gösterdiği özene ve gösterdiği çabaya teşekkür etmelidir. Bilginlerden biri şöyle demiş; “Doktora ihanet edersen hastalığına, hocayı incitirsen cehâletine sabret!”13 Öğretmenin gösterdiği yakınlığa güvenerek şımarmamalı, naz ve gevezelikle rahatsızlık vermemelidir.14 Hz. Ali öğrencilere şu tavsiyelerde bulunmuştur: “Öğretmenine çok ve zor soru sormayacaksın. Cevap vermek istemediğinde ısrar edip cevap vermeye zorlamayacaksın. Huzurunda kaş, göz işaretleri yapmayacaksın. Eğitim ortamının dışındaki bir mecliste kendisine soru sormayacaksın. Hata yapmasını arzulamayacaksın; hata yapsa bile sabırlı olup hatasından dönmesini bekleyeceksin. Ona “falan senin tam aksini söylüyor!” demeyeceksin. Sırrını açığa vurmayacaksın. Yanında kimseyi çekiştirmeyeceksin. Uzun sohbetlerinden usanmayacaksın. Çünkü o, meyve dolu hurma ağacı gibidir, ağaçtan hurmanın düşmesini beklediğin gibi faydalanacağın bir sözü söyleyeceği zamanı da bekleyeceksin!”15 Öğrenci, öğretmenine karşı “ben de senin gibi anlarım, benim sana ihtiyacım yok” gibi ukala bir edaya bürünmekten kaçınmalıdır.16 Konuyu güvenilir kaynaklara bakarak araştırmalı ve kanaatini ondan sonra oluşturmalıdır. Öğrenci, öğretmeniyle tartışmaya girmekten kaçınmalıdır. 13 Maverdî, age, s. 54 14 Maverdî, age, s. 54 15 Kandehlevî, Muhammed Yusuf, Hayâtü’s-Sahabe, (Çev. Sıtkı Gülle), Divan Yay. İstanbul 1987, 3/474 16 Maverdî, age, s. 55


nimsemelidir. Öğretmenin hatalarından bile ders çıkartmalı, aynı hatalara düşmeme konusunda kendisini geliştirmelidir. Onun tecrübelerine kulak vermelidir.24

İlme dalan kişi, denize dalan yüzücü gibidir. Ne kara görür, ne de denizin genişliğini ve uzunluğunu!17 Öğrenmede aceleci olmamalıdır. Hz. Musa sabırsızlık gösterip Hızır’ı (a.s.) soru yağmuruna tutmasaydı kim bilir daha neler öğrenecekti.18 Eğer öğretmen öğrenciye bir konuda soru sormamayı tavsiye ediyorsa, buna uymalıdır.19 Öğrenci, dikkatle dinlediği hâlde dersi anlamamışsa, konuyu anlamadığını öğretmenine sormaktan çekinmemelidir. Peygamberimiz; “Güzel soru ilmin yarısıdır.”20 buyurarak güzel bir üslupla, yerinde soru sormayı teşvik etmiştir. Öğrenci, hastanın, ilacın acısına tahammül ettiği gibi, öğretmenin tavır ve davranışlarına tahammül göstermelidir. Kendi görüş ve fikirlerini öğretmenine kabul ettirmeye çalışmamalıdır. Öğretmenini sıkacak tavırlardan, davranışlardan sakınmalıdır. Öğretmenine saygı ve hürmet göstermelidir.21 Onu rahatsız edecek, zekâsını tahkir edecek, hakkını hafife alacak, kadrini küçümseyecek eylemlerden uzak durmalıdır. İnsanlara hakikatleri öğreten üstatlar, babaların en hayırlısıdır.22 Şairin “Ona her gün ok atmayı öğretiyordum. Ne zaman ki kolları güç kazandı, oku bana atmaya başladı” dediği gibi hocasına karşı azgınlık ve nankörlük yapmamalıdır.23 Öğrenci dersine tam bir dikkatle yönelmeli, can kulağıyla dinlemelidir. İman esaslarını inkâra ve Allah’a isyana teşvik etmediği sürece öğretmenin öğüdünü kabul etmeli, öğrettiği şeyleri be17 Maverdî, age, s. 26 18 Kehf, 18/65-82 19 Gazalî, Mîzânu’l-Amel, s. 98 20 Maverdî, age, s. 56 21 Burhaneddin ez-Zernûcî, Ta’limü’l-Müteallimi Tarika’t-Taallumi, Yasin Yay, İstanbul 2010, s. 17 22 Maverdî, age, s. 55 23 Maverdî, age, s. 55

Öğrenci her bir derse nasıl çalışılması gerektiğini öğrenmelidir. Hangi konunun nasıl öğrenilebileceğine dair öğretmenlerin önerilerine kulak vermelidir. Derste kendi öğrenme melekesine göre notlar almalıdır. Özet çıkararak, işlem gerektiren dersleri işlem yaparak veya ezberlenmesi gerekiyorsa ezberleyerek çalışmalıdır. Televizyon izler gibi öğretmen dinlenmez veya roman okur gibi ders çalışılmaz. Öğrenci, İbni Mes’ud’un “ilmin afeti unutmaktır”25 veciz ifadesine uyarak dersi sık sık tekrar etmelidir. Günlük, haftalık, aylık, dönemlik ve yıllık tekrar sistemiyle belli aralıklarla mutlaka tekrar etmelidir. Konuyu iyice kavramaya çalışmalı ve daha sonra da bol tekrarla bilgiyi uzun süreli hafızaya aktararak öğrenmeyi kalıcı hâle getirmelidir. Farklı kaynaklardan da yararlanarak kavramayı pekiştirmelidir. Çok tekrar eden bildiğini unutmaz; gözden kaçırdıklarını ve daha önce bilmediklerini de öğrenir. Bu sayede öğrenmenin zevkine varır ve hedefine ulaşır. Öğrenci, ders arkadaşlarıyla konuları karşılıklı müzakere etmeli, beraber tartışmaya çalışmalıdır. Böyle yapan öğrenci, farklı zekâlarla konuyu zenginleştirmeyi, farklı perspektifler kazanmayı başaracaktır. Sonuçta da sadece en doğru bakışın kendi bakışı, en doğru akıl ve muhakemenin kendi aklı ve muhakemesi, en üstün kapasitenin de kendi kapasitesi olmadığını öğrenmiş olacaktır. Öğrenci arkadaşlarını iyi seçmelidir. Onu dersten uzaklaştıran, düşüncelerini bulandıran, yanlış davranışlara sevk eden arkadaştan sakınmalıdır. Kötü arkadaş, verdiği zarardan ötürü zehirli yılandan daha tehlikelidir.26 Öğrenci kendisini ilgilendirmeyen konulardan uzak durmalıdır. Gereksiz şekilde meşgul edecek şeylerden sakınmalıdır. Özellikle sosyal medya, bilgisayar oyunları, internet, cep telefonu, futbol tutkusu, dizi izleme hastalığı, kızların saatlerce 24 Gazalî, İhya, s. 1/129 25 Kandehlevî, age, 3/533 26 Zernûcî, age, s. 16 Hiç Bilenlerle Bilmeyenler Bir Olur Mu?

9


ayna karşısında vakit geçirmesi gibi oyalayıcı ve zihin ve ruh dünyasını dağıtıcı tuzaklardan kaçınmalıdır. Öğrenci her duyduğu veya reklamını gördüğü kitabı da alıp okumaktan sakınmalıdır. Öğretmenler ilgi duyan öğrenciler için pek çok kitap tavsiye edebilirler. Burada öğrencinin seçici davranması gerekir. Okuyacağı türün en iyisini seçip okuması en mantıklı olanıdır. Hikâye ve roman ile başlayarak okuma zevkini tatmalı ve alışkanlık kazanmalıdır. Kitap okuma alışkanlığı kazandıktan sonra da aşamalı olarak bilimsel içerikli bilgi ve birikim kazandıracak kitaplara yönelmelidir. İlim çok, ömür kısadır.27 İbni Abbas’ın şu tavsiyesi önemlidir: “İlmin bölümleri çoktur. Ama siz her şeyin en güzelini alın.”28 Zira zaman akıcı ve fırsatlar sayılıdır. Akıllı insan sadece kendi aklıyla yetinmeyen, başkalarının aklından, birikim ve tecrübelerinden bedelsiz yararlanandır. Çok bedel ödeyip acı bir şekilde tecrübe etmektense, bedelsiz kazanmak en karlı alış veriştir. Bu nedenle öğrenci öğretmenin kendisine, ‘kötü alışkanlıkları terk etmesi’ hususundaki ikaz ve önerilerini can kulağıyla dinlemeli ve yerine getirmelidir. Yoksa pek çok acı tecrübeden ve gam ve kederden sonra pişmanlıkla yanmanın bir anlamı olmayacaktır. “Ah, vah edip, keşke demek” akıl kârı değildir. Öğrenci, sadece kolay olan dersleri çalışıp zor olanlardan kaçınmamalıdır. Zira her ders temel kavramlarından başlanarak, kolaydan zora doğru çalışılarak öğrenilebilir. Öğrenci bir avcı gibi davranmalıdır. Avcı her avın kaçmaya çalışacağını bildiği için kolay-zor ayırımı yapmadan gayret gösterir. Öğrenci de çalışmadığı ve ipin ucunu kaçırdığı zaman her dersin zor olacağını bilmelidir. Avcı gibi her zoru kolaylaştırmak için çalışmak ve gayret göstermek zorunda olduğunu unutmamalıdır. Maverdî, bilgiyi öğrenmek için şart olan şeyleri şöyle sıralar: “Akıl, zekâ, hafıza, istek, öğrenme hırsı, maddi imkân, boş zaman, zihni veya bedeni engelleyecek bir durumun olmaması ve bilgisini esirgemeyen, sabır ve azimle öğreten bir hocanın olması.”29 Bilgi çağındaki akıllı öğrenci bu şartları fırsata dönüştürmelidir. 27 Zernûcî, age, s. 47 28 Maverdî, age, s. 39 29 Maverdî, age, s. 53

10

Gri Edebiyat

Her öğrencinin öğrenmedeki amacı öncelikle Allah’ın rızasını kazanmak ve cennete götürecek ameli işlemek olmalıdır. Zira Allah’ın hoşnutluğunun olmadığı hiçbir iş ve eylemde rahmet ve bereket olmaz. Bilgi ile sonuçta dünyada da pek çok fayda elde etmekteyiz. Ancak faydaların odak noktasına Allah için öğrenmeyi yerleştirdiğimiz zaman ayaklarımız yere sağlam basacak, sapmalardan uzak kalacağız. O zaman dünyada da, ahrette de yüksek makamlara erişebileceğiz.30 Öğrenci bilgiyi öncelikle kendisine faydalı olması için öğrenmelidir. Öğrendiklerini kendi hayatında uygulamaya gayret göstermelidir. Öğrendiği doğruları yapmaya azim göstermeli, yanlışlardan da özenle kaçınmalıdır. Elindeki fenerin ışığından kendisi de faydalanmalı, başkalarını yararlandırmaya çalışmalarıdır. Gazzalî şöyle diyor: “Öğrendiklerinden istifade eden güneş gibidir; hem kendisi için, hem de başkaları için ışık saçar. Öğrendiklerinden istifade etmeyen kişi ise gaz lambasının fitili (veya mum) gibidir; başkalarını aydınlatır, lakin kendisini yakıp bitirir.”31 Bir ailedeki çocuklar karşılıklı güven, sevgi ve saygı içinde hayatlarını sürdürdüğü gibi, öğrenciler de okulda karşılıklı sevgi ve saygı içinde olmalıdır.32 Okul ve eğitim ortamı huzur ve sükûn ortamı olmalı, her türlü gerginlikten ve rahatsızlıktan uzak tutulmalıdır. Geleceğin yetişkinleri olacak öğrencilerimizi, kendisi bir kandil, bir yıldız, bir güneş, hem aydınlanmış ve hem de bütün insanlığı aydınlatmış olan Hz. Peygamber’in şu güzel sözüyle baş başa bırakıyorum: “Allah’ım, fayda vermeyen ilimden, saygı duymayan gönülden, doymak bilmeyen nefisten ve kabul edilmeyen duadan Sana sığınırım!”33

NOT: Bu yazı Selami YALÇIN’ın İnkılab Yayınları tarafından yayınlanan “Çocuk Eğitiminde Sevgi ve Disiplin” isimli kitabından alınmıştır.

30 Gazalî, Mîzânu’l-Amel, s. 107 31 Gazalî, Mîzânu’l-Amel, s. 108 32 Gazalî, İhya, s. 1/141 33 Tirmizî; Deavât, 68; İbni Mace, Dua, 2; Nesaî, İstiaze, 2, 7, 11


Röportaj

Mustafa Çağlı: Allah Yaptıklarımızın ve Yapmadıklarımızın Hesabını Soracaktır @abuensar

Suriye Savaşı insanlık tarihinin görmediği bir zulme sahne oluyor. Bu sebepledir ki; İslam Coğrafyasının yeniden inşası ve ıslahı için herkes üzerine düşeni yapmalı. Hayat çoğu zaman sorumluluktur. Bundan dolaydır ki sadece Suriye içerisinde eğitim desteği bekleyen Ümmet’in çocuklarını değil, dünyanın birçok bölgesinde eğitim yardımlarını bekleyen Ümmet’in çocuklarını düşünerek geleceği inşa edelim.

Kendinizi tanıtır mısınız? Mustafa Çağlı 1977 Hatay/Reyhanlı doğumluyum. Reyhanlı da bir Anadolu Lisesinde Matematik Öğretmenliği yapmaktayım. Evli, 2 Çocuk babasıyım. Suriye Savaşının başladığı 2011 yılından bu yana IHH Suriye Eğitim Koordinatörlüğü görevini yürütüyorum. Yaptığınız işten biraz bahsedebilir misiniz? 2011 Mart’tan bu yana devam eden bir Suriye savaşına şahitlik etmekteyiz. İlk günden beri IHH İnsani Yardım vakfı ülkemize gelen mültecilerin ihtiyaçlarının karşılanmasına devam ediyor. Bu minvalde sınır ilçesi olan Reyhanlı’da IHH’nın bir gönüllüsü olarak yardım faaliyeti çalışmalarına başladım. Geçen süre içerisinde mülteci çocuklardaki, savaşın travmatik etkilerini en aza indirge-

menin tek yolunun eğitim desteği almaları olduğu kanısına vardığımızdan eğitim sektör çalışmalarına başladık. Her geçen gün artan mülteci sayısı içerisinde çoğunluğunu çocuklar ve kadınlar oluşturmakta idi. Bu çocukların eğitime ve annelerin de rehabilitasyon desteği almaya ihtiyaçları olduğu aşikârdı. Bizler de IHH Eğitim sektör çalışmaları kapsamında konteyner okullar inşa ettik ve lojistik olarak bu okulları desteklemeye başladık. Savaşın 7. yılında Türkiye’de okullaşma çağında bir milyon çocuk bulunmakta ve bunların ancak yarım milyonu okula gidebilmektedir. Diğer çocuklar aile bütçesine destek sağlamak için çalışmakta veya ekonomik sebeplerden dolayı okula gidememekteler. Suriye’deki eğitimin genel durumunda Esad’ın açtığı hasar nasıl? İnsanlık tarihinin görmediği bir savaşı ve yıkımı yaşamaktayız. Esad rejimi tüm vahşetiyle mekân gözetmeksizin; çocuk, kadın gözetmeksizin bombalamaya devam etmekte. Ne yazık ki bombalanan binalar arasında okullar, hastaneler ve camiler bulunmakta. Kimi zaman çocukların ders esnasındayken bombalamaya maruz kalıp, yaşamlarını yitirdiklerine şahit olmaktayız.

Hiç Bilenlerle Bilmeyenler Bir Olur Mu?

11


357 bini eksik imkânlarla eğitim almaya devam ediyor. Ders materyallerinin eksikliği, kırtasiye ve okul araç-gereç ihtiyaçlarına rağmen çocukların rehabilite olmaları için eğitim devam ettirilmeye çalışılmakta. Ekipman hususunda ne gibi eksiklikler var?

Suriye içerisindeki okulların çoğu bombalarla vurulmuş durumda. Hatta okulların bir kısmında aileler barınmak zorunda kalmıştır. Muhaliflerin olduğu bölgelerde metruk okullarda veya çadır okullarında gönüllü öğretmenler aracılığı ile eğitim-öğretim devam ettirilmeye çalışılıyor. Esad rejiminin bu hunharca saldırılarından en fazla zarar gören çocuklar ve okullar oldu. Suriye içerisindeki okulların % 85’i kullanılamaz durumda ve geriye kalanlar da eksik bir şekilde devam etmekte. Türkiye sınırına sıfır noktasında olup yaşam mücadelesi veren 1 milyon mülteci çadır kent ve konteyner kentlerde yaşamaya çalışmaktadır. Bu kamplarda ancak 60 bin çocuk eğitim alabilmekte. Diğerleri ise okuma-yazma bilmeden geleceğe ulaşmaya çalışmaktalar. Esad’ın bölgesinde eğitim devam ediyor mu? Evet. Rejimin elinde olan Bölgelerde göstermelik de olsa eğitim devam ediyor. Malumunuz toplumsal psikolojiyi inşa etmek ve devlet olmanın refleksi ile zorunlu olarak çocuklar okula gönderiliyor ve hiçbir şey yokmuş gibi bir imaj verilmeye çalışılıyor.

Muhaliflerin kontrolünde bulunan alanda eğitim nasıl ilerliyor? Muhaliflerin olduğu bölgede 1,5 milyon çocuk eğitim çağında olmasına rağmen bunların ancak 12

Gri Edebiyat

Özellikle okul araç-gereçleri ciddi bir ihtiyaç. Okullar için öğrenci sıraları, tahta, kırtasiye malzemesi, ısınma problemi için sobalar, okul üniforması, çocukların giyebileceği kıyafetler öncelikli ihtiyaçlardır.

En çok ihtiyaç duyduğunuz şey nedir? Savaşın başladığı süreçten bu yana maalesef eğitime yeterli destek verilememektedir. İnsanlar eğitimi acil yardım ihtiyacı olarak görmedikleri sürece de bu devam edecektir. İnsanlar ve özellikle de savaşın en yıkıcı etkilerini yaşayan çocukların ve gençlerin rehabilite olabilecekleri tek alan eğitimdir. Bu sebepledir ki IHH Suriye çalışmaları kapsamında eğitim alanında farkındalık oluşturmak için raporlar ve belgeseller hazırlamış olsak da yeterli desteği almadığımızı görüyoruz. Oysaki bir ülkenin geleceğini inşa etmede en önemli çalışma eğitim çalışmalarıdır. Eğitime verilen destekle bir oranda beyin göçünün de önüne geçilmiş olacaktır. Şu an Suriye içerisinde öğretmenler yeterli desteği göremediği için başka işlerle uğraşmak veya ülkelerini terk etmek zorunda kalıyorlar. Bu sebepledir ki aylık 200-300 TL’ye çalışmayı kabul eden ve yeter ki çocuklarımız cahil kalmasın diyen öğretmenler Suriye içerisinde destek beklemekte. Eğer ki bizler bu eğitim desteğini vermezsek misyoner kuruluşlar bu desteği verecek ve ümmetin çocuklarının zihinleri başkaları tarafından ipotek


altına alınacak. Özellikle Suriye içerisinde acil sinyal veren eğitime desteklerimizi arttırmazsak, ümmetin çocukları cahil yetişmiş olacak ve çok kolay radikal unsurların veya vasıfsız bir neslin yetişmesine seyirci kalmış olacağız. IHH İnsani Yardım Vakfı eğitim sektör çalışmaları kapsamında öncelikle •

Okullardaki öğretmenlere maaş destek projelerini

Öğrencilere kırtasiye paketi projelerini

Okul onarım projelerini

Psiko-Sosyal destek terapi ve destek projelerini

Okul iç mefruşat destek projelerini

Çocuklar için üniforma ve giysi destek projelerini

Gençler için yüksekokul ve üniversite kurulum destek projelerini

Hayata geçirmek için Partner STK veya Türkiye içerisindeki bağışçılarımızın desteği ile fon bulmaya çalışmaktayız. Türkiye’den bu alanda gelen desteklerin Suriye’deki dağıtımı nasıl yapılıyor? IHH İnsani Yardım Vakfı’nın Türkiye içerisinde yerel İYD dernekleri vasıtasıyla desteklendiğini biliyorsunuzdur. Ayrıca Türkiye içerisindeki birçok derneğin IHH’ya ulaştırdığı yardımların Suriye içerisine dağıtımlarını yapmaktayız. Savaşın başladığı 2011 sürecinden bu yana yardımlar devam etmekle beraber, dönemsel anlamda artış veya azalış görülmektedir. Her şeye rağmen Ülkemiz bu konuda çok duyarlı ve ciddi miktardaki destek-

lerini devam ettirmekte. Türkiye’nin değişik illerinden toplanan yardımlar sınırda bulunan Reyhanlı ve Kilis Koordinasyon Lojistik merkezlerimize gönderilmekte. Gelen yardımlar bu lojistik merkezlerimizde bulunan depolarda tasnif edildikten sonra ekiplerimiz tarafından Suriye içerisine geçirilip dağıtımları yapılmakta ve fotoğraflanmaktadır. Muhaliflerin olduğu bölgelerde inşa ettiğimiz 24 kampa ve diğer kamplara ihtiyaçları dâhilinde yardımlarımız iletilmektedir. Ayrıca Türkiye’de ve Suriye’de üretilen 2 milyon adet ekmek her gün mültecilere ücretsiz olarak dağıtılmaktadır.

Eğitimin devamlılığı nasıl sağlanıyor? Okul seviyeleri arası geçişte aksaklık yaşanıyor mu? Savaşın yoğun olarak yaşandığı bölgelerde maalesef eğitim durmuş durumda. Suriye içerisinde eğitim yapılabilen çadır kent ve kasabalarda öğrenciler sınıflarını devam ettirmektedirler. Suriye içerisindeki diplomalar Suriye Geçici Hükümeti Eğitim Bakanlığı akreditasyonu ile sağlanmaktadır. Muhaliflerin bulunduğu İdlip Üniversitesi’nde hâlihazırda beş bin genç eğitim görmeye çalışıyor. Çok zor imkânlarla yarım kalan eğitimlerini devam ettirmeye çalışan gençler destek bekliyor. Özellikle lise mezunu veya eğitimi savaş nedeniyle yarım kalan gençleri kuşatmak, geleceğin Suriye’sinde söz sahibi olacak gençleri desteklemek için IHH olarak Azez bölgesinde Uluslararası Şam Üniversitesi’ni kurduk. Bu üniversitede yurt imkânı ve burs desteği vermekteyiz. Aksi takdirde gençler vasıfsız birer birey olarak kaybolup gidecekler.

Hiç Bilenlerle Bilmeyenler Bir Olur Mu?

13


Tüm yaşananlara rağmen öğrencilerin eğitimle ilişkileri nasıl? Suriye toplumu eğitime önem veren bir toplumdur. Öğrenciler imkânlar dâhilinde eğitimlerini devam ettirmeye çalışmakta. Suriye içerisinde rejimin bir politikası olarak ilk ve ortaokul eğitimi zorunlu, lise eğitimi ise zorunlu tutulmamakta. Bunun ardında da Baas rejiminin politik ve siyasi niyetleri olduğu aşikâr. Gerek Türkiye içerisinde ve gerekse Suriye içerisinde çocuklar ve gençler okullaşmayı çok seviyor. Sosyal entegrasyon ve hayatlarını yeniden inşa etmek için ciddi gayretleri olduğunu Türkiye içerisinde görmekteyiz. Suriye içerisinde devam eden bombardımanlar, olumsuz yaşam şartları düşünüldüğünde çok daha zor bir süreçten bahsedebiliriz. O nedenle eğitimi öncelikli hale getirmeli ve bu konuda desteklerimizi arttırmalıyız. Okuyucularımıza söylemek istediğiniz bir şey var mı? Suriye Savaşı insanlık tarihinin görmediği bir zulme sahne oluyor. Bu sebepledir ki; İslam Coğrafyası’nın yeniden inşası ve ıslahı için herkes üzerine düşeni yapmalı. Hayat çoğu zaman sorumluluktur. Bundan dolaydır ki sadece Suriye içerisinde eğitim desteği bekleyen Ümmet’in çocuklarını değil, dünyanın birçok bölgesinde eğitim yardımlarını bekleyen Ümmet’in çocuklarını düşünerek geleceği inşa edelim. Hayat hiçbir zaman boşluğu kabul

14

Gri Edebiyat

etmez. Eğer ki, bizler eğitim çalışmaları kapsamında Ümmet’in çocuklarına destek sağlayamazsak, misyoner kuruluşların veya kilisenin kıskacında asimile olan ve ötekileşen çocuklar yetişecektir. Sorunu görmezden gelip gözlerimizi kapayarak sorumluluktan kaçamayız. Bir kurşun kalemle bile olsa eğer ki Afrika’daki veya Suriye’deki bir çocuğun kalbine girebiliyorsanız, işte o zaman yaşamınızın anlamını idrak etmiş olursunuz. IHH Suriye Çalışmaları Eğitim Sektörü olarak “Gri Edebiyat” ekibine göstermiş oldukları hassasiyet ve farkındalık için çok teşekkürler ediyorum. Bir nebze de olsa İslam Coğrafyası’nın eğitim destek ihtiyaçlarını derginiz aracılığıyla okuyucularınıza bildirme fırsatını vermiş oldunuz. Artık okuyucularınız da mesuldür. Çünkü an gelir hesabını vereceğimiz o büyük günde, Allah yaptıklarımızın ve yapmadıklarımızın hesabını soracaktır. Selam ve Dua ile. Link: https://www.youtube.com/watch?v=3LEhULvNFew Linke ulaşmak için karekodu okutunuz:


Şiir

Şimdi Yıldız Gözlerin Ömer Faruk ÇOBAN / faruk.coban.357

Güvercin umutlarla gökkuşağı sevinçle İkbale ferman oldu şimdi yıldız gözlerin. Elem denizlerinde yüzerken sancılarla Derdime derman oldu şimdi yıldız gözlerin. Gizemli ülkelerde misk ü amber arayan Avcıya ceylan oldu şimdi yıldız gözlerin. Bülbül nasıl coşmasın gül-i rana aşkına Gülşene bağban oldu şimdi yıldız gözlerin. Buğday sarısı tenin yurdumun toprağından Mahsüle harman oldu şimdi yıldız gözlerin Aşka inanmam deme ey şivekar sevgili Aşığa bürhan oldu şimdi yıldız gözlerin. Hüznün elbisesini giydi mehtap ve deniz Seyyaha liman oldu şimdi yıldız gözlerin. Her karanlık gecenin elbet gündüzü vardır Hazza aşiyan oldu şimdi yıldız gözlerin. Kırdı kilitlerini yasaklanmış kalbimin Gönlüme sultan oldu şimdi yıldız gözlerin. Ne Leyla’ya Şirin’e ne de Aslı’ya nasip Dillere destan oldu şimdi yıldız gözlerin.

Hiç Bilenlerle Bilmeyenler Bir Olur Mu?

15


Bir Soru Bir Cevap: Osman Nûri Topbaş osmannuritopbas.com

Müslüman için Kur’ân’dan uzak bir hayat, hem dünyevî plânda bir esâret ve zillet sebebi, hem de uhrevî plânda mutlak bir ebediyyet intihârıdır. Efendim, sizce şu zamanın gençlerinin en büyük ihtiyacı nedir? Bu hususta kanaatlerinizi ve tavsiyelerinizi alabilir miyiz?

yat, hem dünyevî plânda bir esâret ve zillet sebebi hem de uhrevî plânda mutlak bir ebediyyet intihârıdır.

Her toplum, -hak veya bâtıl- kendi inanç, fikir, kültür ve gelenekleri içinde hayâtiyetini devam ettirir. Meselâ, yahudiler, hristiyanlar, budistler kendi inanç ve kültürleri içinde, ateistler kendi nefsânî temâyülleri içinde, liberaller, komünistler ve sosyalistler kendi ictimâî ve iktisâdî görüşleri içinde hayatlarını devam ettirirler.

Peki, şöyle bir düşünelim:

Müslüman bir gencin, aslî kimliğini koruyup yaşatabileceği yegâne kültür ise, Kur’ân ve Sünnet kültürüdür. Fakat gerek televizyon, gerek internet ve modalar, Kur’ân ve Sünnet kültüründen mahrum yetişen gençlerimize, Batı’nın, İslâm ahlâkından uzak kültürünü empoze etmektedir. Kendi büyük değerlerini yeterince ve lâyıkıyla tanıyamayan genç dimağlar da, hazin bir aşağılık kompleksi içerisinde, öz değerlerine yabancılaştırılmaktadır. Böylece global kültür ve güç odaklarının kuklası hâline getirilmektedir. İngiltereʼnin eski başkanlarından William Ewart Gladstone’un (v. 1898) Lordlar Kamarasıʼnda pervâsızca sarf ettiği şu sözü, Batı dünyasının İslâmʼa ve müslümanlara bakış açısını anlamak bakımından ibretli bir misaldir: “Kur’ân, müslümanların elinde oldukça, onlara kesin olarak gâlip gelmemiz imkânsızdır. Ya bu Kur’ân’ı müslümanların elinden almalıyız, ya da onları Kur’ân’dan soğutmalıyız.” Dolayısıyla müslüman için Kur’ân’dan uzak bir ha16

Gri Edebiyat

– Hayatın en bereketli devri olan gençlik zamanında, acaba Kur’ân-ı Kerîm’in tefsîrini okuyan kaç genç çıkar toplumumuzda? – Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bütün insanlığa numûne olan hayatını, kronolojisi dışında, hayat ölçüleri ve hikmetleri cihetiyle acaba genç neslin yüzde kaçı biliyor? Zira Peygamber Efendimiz’in yirmi üç senelik nebevî hayatı, Kur’ân kültürünün fiilî tefsîrinden başka bir şey değildir… – İslâm’ı gerçek mânâsıyla yaşamak için gerekli olan inanç ve amel bilgilerinin yer aldığı bir ilmihal kitabını, acaba kaç kişi baştan sona okumuştur gençliğinde? Bu bakımdan günümüz gençliğinin en büyük ihtiyacı, gerek dış düşmanların ve onların içerideki yerli uzantılarının, gerekse de nefis ve şeytanın binbir tuzak ve hile ile hayatımızdan uzaklaştırmaya çalıştıkları Kur’ân ve Sünnet ölçülerine sımsıkı sarılmaktır. Bu sayede dünyevî ve uhrevî saâdetin yolunu doğru bir şekilde idrâk edip yanlış adreslerden ve çıkmaz sokaklardan kurtulmaktır. Az evvel de ifâde ettiğimiz gibi, her toplum kendi kültür dünyası içerisinde hayatını devam ettiriyor. Yegâne hak din olan İslâmʼın mensuplarına yakışan da elbette kendi kültürünü, medeniyetini ve değerlerini kendi kaynaklarından süzerek anlamak ve böylece -Batıʼnın kötü bir kopyası olarak


değil- müslüman şahsiyet ve kimliğinin asâletiyle varlığını sürdürmektir. Bu sebeple gençlerimiz, bilhassa din, dil ve tarih şuuruna sahip olmalıdırlar. Zira bu şuur diri ise, fert de toplum da diri demektir. Bu şuur kaybedildiği zaman, fert de toplum da yok olmaya mahkûm demektir. Çünkü din; dünyaya geliş ve ukbâya gidişimizin mânâ ve hikmeti, yaşayışımızın ve ebedî hayatımızın yegâne huzur ve saâdet reçetesidir. O reçete olmadan insan, iki dünyada da hüsrâna uğrar. Niçin yaratıldığı, nereden gelip nereye gideceği hususunda tatminkâr cevaplar bulamayacağı için, rûhî buhranlardan kurtulamaz. Merhum Mehmed Âkif, insanoğlunun bu değişmez realitesini iki mısrâ ile ne güzel hulâsa eder: Îmandır o cevher ki İlâhî ne büyüktür, Îmansız olan paslı yürek sînede yüktür… Mâlumdur ki her meslek sahibi, zaman içinde mesleğindeki bilgi ve mahâretini tekâmül ettirir, ihtisâsını artırır. Her müslüman, bu hakîkati; din, îman ve kulluk mevzuunda da yaşamalıdır. Bunun için de, en doğru ve gerçek bilgiyi, insanın ve kâinâtın hâlıkı olan Cenâb-ı Hakkʼın beyânından, yani Kur’ân-ı Kerîm’den almalıdır. Yine Mehmed Âkif ne güzel söyler: Doğrudan doğruya Kur’ân’dan alıp ilhâmı, Asrın idrâkine söyletmeliyiz İslâm’ı. Zira Kur’ân-ı Kerîm, ihtivâ ettiği sır ve hikmetler bakımından, nihâyeti olmayan bir okyanus gibidir. Herkes, o okyanustan kalbinin derinliği ölçüsünde istifâde eder. Günümüz gençliği de, Kur’ân-ı Kerîm ile böylesine yüksek bir kalbî kıvam ile ünsiyet kurabilmenin yollarını araştırmalıdır. Bir diğer husus, dildir. Çünkü dil; dînin ortaya koyduğu hakîkatlerin ifâde vâsıtasıdır. İnsanlar, kelimelerle düşünür, lisân ile tefekkür ufuklarını genişletirler. Yani din ancak dil ile anlaşılır ve anlatılır. Bunun içindir ki Allah Teâlâ, kendi katından insanlara kitaplar göndermiştir. Son olarak da yüce kelâmı Kur’ân-ı Kerîmʼi nâzil etmiştir.

Kurʼân-ı Kerîmʼin hikmet dolu beyanlarından lâyıkıyla istifâde edebilmek, ciddî bir lisan kültürü gerektirmektedir. Zira milletimizi Kurʼân-ı Kerîmʼin mânâ iklîminden uzaklaştırmak için yıllarca “sadeleştirme” adı altında tatbik edilen “sahteleştirme” neticesinde, günümüz Türkçeʼsi -maalesef- derin bir İslâmî tefekküre imkân vermeyecek derecede kısırlaştırılmış bulunmaktadır. Bir misal vermek îcâb ederse; 1890’da yayınlanan Redhouse Türkçe-İngilizce Lügat’te 92 bin Türkçe kelime yer alıyordu. 1945’te Türk Dil Kurumu’nun yayınladığı Türkçe Sözlük’te bu sayı 15 bine kadar düşürüldü. Günümüzde ise, bu sayı kim bilir kaça indi! Dolayısıyla genç kardeşlerimizin, bilhassa Kurʼân-ı Kerîm kaynaklı kelimelerimizi “eski” diye yaftalayıp yerine hiçbir mânâ asâleti taşımayan uydurma kelimeler ikāme edilmesindeki asıl niyetin farkına varmaları gerekir. Ayrıca İslâm kültüründen gelen “hayat” dolu kelimelerimize sahip çıkarak bu kirli oyunu bozmaları îcâb eder. Bu yolda genç kardeşlerimizin sahip olmaları gereken üçüncü mühim husus da, tarih şuurudur. Çünkü tarih, bir kronoloji bilgisinden ibâret değildir. Tarih, milletlerin hâfızasıdır. Millî tecrübeler manzûmesidir. Sebeplerin getirdiği neticeleri göstermesinden dolayı, toplumların istikbâlini anlayabilmek için, bakılması gereken bir ibret aynasıdır. Velhâsıl, din, dil ve tarih şuurunun bittiği yerde millet de biter, insan da biter, izʼan da… Çünkü millet, bilhassa mânevî değerlerinden ibarettir. Bu değerlerinden uzaklaşan bir millet, artık bir millet değil, ancak dağılıp yok olmaya mahkûm bir insan sürüsüdür. Cenâb-ı Hak, genç kardeşlerimize, millî ve mânevî değerlerimizin kıymetini idrâk edebilmeyi ve ona lâyıkıyla sahip çıkabilmeyi nasîb eylesin. İki cihan saâdetinin yegâne rehberi olan Kurʼân ve Sünnetʼi lâyıkıyla anlayıp anlatmayı, güzelce yaşayıp yaşatmayı müyesser kılsın… Âmîn!..

Hiç Bilenlerle Bilmeyenler Bir Olur Mu?

17


Deneme

Kendini Bil Kendini bilmek bir başlangıç, nerede olduğunu anlamak, kim olduğunu öğrenmek, ne yapmak gerektiğini düşünmek, sorumluluğunun farkında olmak ve makul bir şekilde yaşamak…

Hasan Remzi EKER @ekerhr

İ

lim ile ilgili bir yazı yazmak düşüncesiyle bulunduğum süre zarfının çok keyifli geçtiğini itiraf ederek söze başlamak isterim. Herhangi bir sözcük ile karşılaşsam ilk yaptığımın kendi içimde sözcüğü sorgulamak olduğu ve sorgulamanın sonuçlarını evirip çevirmek olduğu bilinir. İlim üzerinde de haliyle aynı aşamaları başlatmış oldum. Elde ettiğim naçizane görüşlerimi ise yazmayı ümit ediyorum. İlk anda gelen sonuç Yunus Emre’nin dörtlüğü oldu: İlim ilim bilmektir/İlim kendin bilmektir/ Sen kendin bilmezsen/ Ya nice okumaktır. Yunus Emre ile bu vesile sonucunda karşılaşmak kendi açımdan heyecan verici oldu. (Sorgulama işlemi devam ederken âdetimdir Kubbealtı akademinin sözlüğünden bir de ilim yazarak arama yaptım -paralel arama denebilir içimdekine.- Sözlükte verilen misal ile alıntılayarak yazdığım dörtlük aynıydı.) İlk sonuçtan sonra Yunus Emre ne demiş olabilir diye düşündüm. Her zaman yalın ama basit olmayan manidar kelimelerle tarif ediyor kavramları üstad. Kendini bilmek olarak belirttiği ilim, benim de üzerinde yoğunlaşmak istediğim noktadır yazının müsait bir bölümünde. İkinci olarak gelen sonuç ilim niyetiyle çıkılan seferler. Pek çok defa duyduğumuz, denk geldiğimiz yani aşikâr olduğumuz o güzel cümle: “İlim Çin’de dahi olsa gidiniz.” Ne kadar geniş bir ufuk! Ancak derinlemesine bakınca fark ediliyor Çin. Bu sonuç ise seyahatname okuma isteğimi hem hatırlatmış hem de pekiştirmiş oldu.

18

Gri Edebiyat

Üçüncü olarak ise ilim ve bilim karşılaşması yaşandı zihnimde. Uzun uzadıya anlatarak değil daha öz bir şekilde anlatmak için yazdım: Biz bize olunca kurallar hükümsüz, işler etik dışı / Onla olunca bizler kurallı, işler ahlaklı. Ve birçok sonuç yaşandı daha… “Kendini bilmek” için yoğunlaşmak istediğim nokta diye işte şimdi gelmiş olayım, buyurun: Kendini bilmek; biyolojik özelliklerinin, sosyal özelliklerinin, psikolojik özelliklerinin farkında ol-


mak, bu özellikler ile beraber bulunduğun çevreyi tanımak ve anlamak ve çevreyi cevaplayabilmek. Kendini bilmek, yol alması gerektiğine inanan, yolculuğu için gerekli hazırlıkları yapan, yolculuğunun ortak hedefine varmak üzere olan rotalardan birini seçebilen, rotasına destekleyici çevre geliştiren, rotası üzerinde durması gereken meseleleri bilen, yaşaması gereken hadiseleri yaşayan, rotasına sadık olan, menzile varmadan rotadan çıksa bile isyan etmeyen…

Kelime kalabalığı yapmamış olmayı diler ve yine ilk sonucuma sadık kalmak isterim. İlim, Yunus Emre’nin dörtlüğünden açıklanıyor benim içimde yazarken de anladım. Kendimizi bilelim, bu bizi bir araya getirecektir, çalışmamıza vesile olacaktır ve bunların toplamı ise ne kadar çabuk başlarsak o kadar güzel neticeler alacağımızı açıklayacaktır. Bir bahis, gelen sonuçlar ve gelecek ümidi…

Kendini bilmek bir başlangıç, nerede olduğunu anlamak, kim olduğunu öğrenmek, ne yapmak gerektiğini düşünmek, sorumluluğunun farkında olmak ve makul bir şekilde yaşamak… Kendini bilmeyi anlatan eserlerden bildiklerimi haddim olmamasına rağmen basit bir cesaret içerisinde paylaşmak isterim: Kendini Arayan İnsan - Rollo May, Hz. İnsan - Dücane Cündioğlu, İnsanın Anlam Arayışı - Viktor Frankl, Aynadaki Yalan - Necip Fazıl, Yalnızız - Peyami Safa. (Yazdığım kitaplar hatırlatmış oldu ki katre ile tarifi mümkün olsa deryada yerimiz ne kadar seviniriz anlatılmaz.)

Hiç Bilenlerle Bilmeyenler Bir Olur Mu?

19


Röportaj

Harun Doğan: Derdimiz Yabancı Dil Bilen İyi İnsanlar Yetiştirmek İnsanlar öğrendikleri kelimeleri en etkin ve en iyi şekilde adeta bir İngiliz gibi kullanmak arzusunda oluyorlar. Bu doğru değil tabii ki. Ayağı topa hiç değmemiş bir insanı sahaya çıkarsanız ve deseniz ki “Kardeşim bana doksandan gol at, bak şuradan vuracaksın, şöyle falso vereceksin, şu top böyle açı yapacak, böyle gidecek.” Herhalde anlamış gibi yapıp penaltıyı ilk etapta ancak taca atar. Konuşan: Fatih Aslan Öncelikle bize kendinizden biraz bahsedebilir misiniz? Merhaba, ben Harun Doğan, Erzurum doğumluyum. Ortaokul, lise ve üniversiteyi İstanbul’da okudum. İngilizce eğitmeniyim. Öğretmen demek istemiyorum eğitmen demeyi tercih ediyorum özellikle. Şu an elimden geldiğince bir şeyler öğretmeye çalışıyorum. Formatım biraz farklı, amacım iyi insan sayısını artırmak. Okullardaki gibi değil de biraz daha farklı bir format seçip, öğrencileri eğlendirerek eğitime tabi tutmaya çalışıyorum. Olayımız ticari değil tamamen vicdani. Bu şekilde eğitime devam etmeye, öğrencilere yabancı dil öğretmeye çalışıyorum. İngilizcenin zor bir dil olduğu öğrenmek isteyenler tarafından yaygın olarak söylenir. Sizce İngilizce öğrenmesi zor bir dil mi? İngilizce’nin zor bir dil olduğunu söylerler ancak İngilizce gerçekten dünyanın en kolay dili. Yazılışıyla okunuşu farklı olduğu için insanlara ilk etapta tuhaf gelse de aslında öyle değil. “Yeryüzünde öğrenebileceğim en kolay dil hangisi?” diye sorarsanız kesinlikle “İngilizce” derim. Antalya’dayken bir Alman pedagoga bizzat sordum. “Almanya bu kadar güçlü olmasına rağmen neden Almanca değil de İngilizce dünya dili oldu?” Kendisinin bana cevabı ise şöyle oldu: “Almanca, İngilizce kadar kolay değil. Bu yüzden İngilizce’nin bu şekilde öne geçmesine müsaade ettik.” Gerçekten öyle. İngilizce öğrenilmesi en kolay dil. Sadece biraz ilgilenmek gerekiyor, hepsi bu. 20

Gri Edebiyat

İngilizceye ek olarak Almanca ve Arapça biliyorsunuz. Genelde bütün diller, özelde ise İngilizce öğrenmeye ne zaman başlamalı? Dil öğrenmek için belirli bir yaş sınırı var mıdır? Öncelikle şunu söyleyeyim: Öğrenmenin yaşı yoktur. Ancak keşke imkân olsa da bu işe doğar doğmaz başlansa. Çünkü çocuklarda üç yaşına kadar ana dil mantığı oluşuyor. Tabii ki bu işin nasıl olacağı oturup konuşulur, tartışılır ama doğar doğmaz dil öğretilmesi daha kolay oluyor. Sonradan öğrendiğimiz zaman yama şeklinde bir biçim alıyor. Ancak doğar doğmaz iyi bir şekilde eğitim yapılırsa çocuklar ana dil mantığında, zorlanmadan ve çok rahat bir şekilde dil öğrenebiliyorlar. Ayrıca dil öğretimi beyni çok geliştiriyor. Bilindiği üzere “Bir dil bilen bir düşünür, iki dil bilen iki düşünür.” O yüzden yabancı dil bilenler diğer insanlardan zihinsel olarak daha gelişmiş olurlar. Öğrenmede belirli bir yaş sınırı yok ancak tercihimiz erken yaşta başlanması. 0-3 yaş döneminde başlanmalı. 3-5 yaş aralığında mümkün mertebe yabancı dil eğitimi yapılmamalı. Çünkü çocuğun öğrendiği dili


geliştirmesi gerekiyor. Daha doğrusu şöyle söyleyeyim çocuğun tam konuşmaya başladığı dönem tekrar bir dil vermeye kalkarsanız, ana dil olarak öğrendiği dile ket vurabilir. Beş yaşından sonra da artık ana dil olarak değil de eğitim olarak devamından yanayız. Zaten sağlam bir eğitim olursa ana dil olarak da kalıyor. Bildiğiniz üzere yabancı dil öğrenimine yönelik çeşitli metotlar öne sürülüyor. Bu metotlar etkili midir? Yoksa sadece para kazanmak için kurulmuş tuzaklar mıdır? Sizin kendi uyguladığınız yöntemlerden biraz bahsedebilir misiniz? Son zamanlarda kapitalist sistemin de etkisiyle çok farklı pazarlama metotları ortaya çıktı. Diyorlar ki “Bir haftaya dil öğretiyoruz.” Hayda! İnsanlar bilgisayar değil ki. “Programı setup yap, hadi Allah kabul etsin” şeklinde olmaz. Bu mümkün değil. Bu tamamen bir kandırmaca. Öyle bir şey olsa insanlar her hafta bir dil öğrenir. Yani bir yılda, 52 haftada 52 tane dil öğrenmiş olur. Bu metodu bulan insanlar neden kendi elemanlarına, kendi vatandaşlarına, kendi polislerine ya da istihbarat elemanlarına bu metotla dil öğretmiyorlar? Bu tamamen saçma ve kandırmaca. İnsanların muhtaç olduğu anda duygularını sömürmeyi hedefleyen bir durum. Kesinlikle bunu tasvip etmiyoruz ve doğru da bulmuyoruz. İnsanlara da diyoruz ki “Bu tarz şeylere inanmayın, duygularınızı sömürtmeyin. Böyle bir şey yok.” Bir defa sen ana dilini öğrenirken 3 yaşına kadar “aga ugu” gibi bir sürü şey söyleyerek o sürece geliyorsun ki insan doğduğu zaman beyin algısı ve çalışma kapasitesi çok çok üst düzeyde. Onun için insanların bu tarz şeylere kanmamalarını özellikle tavsiye ediyorum.

Pistte bir uçak var ama uçağı sürebilecek bir pilot yok, hepimiz perişan oluruz. Ama uçağı kullanmayı bilen birisi olduğu zaman ise herkesin baş tacı olur. Bu sorunuza ek olarak bir şey daha söylemek istiyorum. Dil eğitimi hakikaten çok farklı. Normal bir öğretmenin verebileceği bir eğitim değil. Hani okullardaki öğretmenlere de bir şey diyemiyorum çünkü kalabalık sınıflarda yapabilecekleri fazla

bir şey yok. Biraz zor hakikaten ama yapılamaz mı? Yapılır. İnsan feragat ettiği zaman yapılır ama devlet memuriyeti olduğu zaman durum biraz farklı oluyor. Anca çok idealist bir öğretmen olacak ki bu sıkıntıları göğüsleyip bu işi yapsın. Ben uzun süre tiyatroculuk yaptım. Tiyatro ile eğitimi birleştirip farklı bir format ile insanlara tamamen animasyonla eğitim vermeye çalışıyorum. Hem sıkılmıyorlar hem de o an dünyadan koparıp, İngilizce bir dünyadaymış gibi bütün algısını ve bütün düşüncelerini eğitim masasının üzerine koyarak, onları bu algı içerisinde tutarak eğitim vermeye çalışıyorum. Açıkçası şunu söyleyeyim, “Tiyatrocu olmasaydım tarzım bu kadar etkili olur muydu?” Pek sanmıyorum. Normal bir öğretmen gibi içeri girer, bildiklerimi anlatır çıkardım ama tiyatro olunca durum değişiyor. Vermek istediğin neyse onu teatral bir biçimde; üzerek, güldürerek, eğlendirerek veya düşündürerek verebiliyorsun. Dediğim gibi ben tiyatro yapmamış olsaydım sanırım bu kadar etkili olmazdı. Bir de ortaya şu mesele çıkıyor: Öğretmenlere bir drama kursu verilmeli mi? İlkokuldan beri İngilizce eğitimi verilmesine rağmen öğrenciler İngilizce öğrenme konusunda sıkıntı yaşıyor. Hatta bazı öğrenciler lise ve üniversiteden mezun olduğunda dahî İngilizce öğrenememiş oluyor. Sizce mevcut eğitim sistemimiz yabancı dil eğitimi konusunda nasıl bir rol üstlenmektedir? Sistemdeki temel eksiklikler nelerdir? Evet bu hepimizde var. İnsanlar ilkokula başlıyor İngilizce, lisede İngilizce, üniversitede yine İngilizce eğitimi alıyor. Üniversiteyi bitiriyoruz birisi adın ne diye sorduğunda donup kalıyoruz. Bütün insanlar üniversiteyi bitirip bu sıkıntıyı yaşıyor. İnsanlarda mı bütün sıkıntı? Hayır. Maalesef okullarımız bir dönem sıkıntılı oldu. Bu anlamda Milli Eğitim’i yargılamak da yanlış olur. Tasvip etmek de ayrı bir şey, o da ayrı bir tartışma. Sonuç olarak bu kadar zaman İngilizce dersi verilmesine rağmen bir başarı yoksa burada bir düşünülmesi gerekiyor. Etkili, yetkili kim ise oturup düşünmesi gerekiyor. Benim eğitim verdiğim kursiyerlerden ya da öğrencilerimden başarısız olanı gördüğümde mutlaka oturup, derinlemesine düşünüp, eksiklik-fazlalık neyse onları not edip; en azından bir sonraki eğitimlerde aynı hatayı yapmamak için bu şekilde bir davranışım, bir tutumum oluyor. Aynı olaylar Milli Hiç Bilenlerle Bilmeyenler Bir Olur Mu?

21


Eğitim’de de olmalı. Nasıl olacağını bilemiyorum ama oturup ciddi ciddi bir fikir alışverişi yapmak gerekiyor. Bir sorun varsa bunun çözüm yolu kesinlikle aranmalı. Bu anlamda sistemimizde bir sıkıntı var. O kadar zaman ders görüp öğrenmemek, konuşamamak hatta bildiğini de unutmak hakikaten kötü bir durum. Yıllarca bir şeyin peşinden gidiyorsun ama menzile varamıyorsun. Serap gibi bir şey oluyor. Eksiklikleri var ama ümitliyiz, inşaallah düzelir. Ancak şu da var kendini değiştirirsen, bakmakla yükümlü olduğun çocuğunu ya da çevrendekileri değiştirirsen; sistem de değişir, ortam da değişir, insan da değişir. Şimdi ben kendi çocuğumla da aynı zamanda İngilizce dersi yapıyorum. Bir müddet sonra öğretmenlerini zorlayacak. Bu şekilde çocuk sayısını fazlalaştırırsak mecburen alttan gelen bir baskıyla bu olaylar öğretmenleri daha çok çalışmaya teşvik edecektir. Öğrenciden kaynaklı bir baskı olmazsa öğretmende rehavet ortaya çıkıyor ister istemez. Onun için biraz da bizim değişmemiz gerekiyor. Dil öğrenirken telaffuz ve anlama konusunda yaşanan sorunlara ne gibi çözümler önerirsiniz? Bu bizim tüm öğrencilerimizde oluyor. Öğrendikleri kelimeleri en etkin ve en iyi şekilde adeta bir İngiliz gibi kullanmak arzusunda oluyorlar. Bu doğru değil tabii ki. Ayağı topa hiç değmemiş bir insanı sahaya çıkarsanız ve deseniz ki “Kardeşim

22

Gri Edebiyat

bana doksandan gol at, bak şuradan vuracaksın, şöyle falso vereceksin, şu top böyle açı yapacak, böyle gidecek.” Herhalde anlamış gibi yapıp penaltıyı ilk etapta ancak taca atar. İngilizce tamamen böyle bir şey. Tekrar etmedikçe, o kelimeleri çok kullanmadıkça, hatalarını görmedikçe kesinlikle mükemmel telaffuz söz konusu değil. Çok hata yapacaksın ki o hataların en aza indirgenecek ve güzel bir telaffuz ve diksiyonla konuşabilesin. Aksi takdirde çok zor. Yapamazsın, kim ne derse desin yapamaz. Zaten dilde “Anladın mı?” sorusu saçma bir soru. “I’m going” “gidiyorum” anlamına geliyor dediğimizde tabii ki anlaşılır ama bu böyle mi olmalı? Şimdi “Frikik kullanırken böyle vuracaksın, anladın mı?” Anladım da serbest vuruş kullanmak, gol atmak çok ciddi antrenman gerektiren bir şey. Aynı şekilde dilde de “Anladın mı?” değil, “Şu anladıklarımızı bir kullanalım.” tarzında olmalı. Bir de hiç duymadığınız Türkçe bir kelimeyi söylesem muhtemelen ilk başta “hıh?” dersiniz. Çünkü kullanmadığınız bir kelime. İnsan kullanmadığı kelimeyi kolay kolay anlayamaz. Anlamış gibi olur, anlam çıkarmaya çalışır ama tam manasıyla anlayamaz. Onun için ne kadar çok kullanırsak o kadar çok rahat konuşuruz ve o kadar rahat anlarız. Ağzımızdan kelime çıkması lazım. “İngilizce biliyorum, konuşamıyorum.” Tabii ki konuşamazsın çünkü o kelimeyi hiç ağzından çıkarmadın, hiç kullanmadın. Çok var böyle öğrencimiz ve insan


tabii ki üzülüyor. Bir arkadaşımız vardı “school” kelimesini “s-c-h-o-o-l” olarak ezberlemiş. Dedim ki: “Bu yaptığını Çinliler duymasın. Çünkü bu Çin işkencesinden de beter bir şey.” Girdiği sınavdan da iyi bir not almıştı ama bu şekilde dil öğrenemez ve telaffuzda çok sıkıntı yaşar. İnsan üzülüyor hakikaten bu kadar emek etmiş, çalışmış ama bir yol gösteren olmadığı için “s-c-h-o-o-l” diye ezberlemiş. Bu şekilde ezberleyen birinden telaffuz bekleyemezsin. Onun için eğitmen çok önemli, antrenör çok önemli. Antrenör kötüyse kesinlikle iyi bir oyun beklemeyin. Yabancı dil öğreniminde doğru bilinen yanlışlar var mıdır? Dilde yanlış-doğru yoktur. Dilde ne kadar çok yanlış yaparsan o kadar çok doğrun olur. Yanlış yapmadan dil öğrenmek mümkün değil. Kesinlikle önce yanlış yapacaksın. Hatta ben sınıfta diyorum ki “Arkadaşlar saçmalayın, saçmalayın.” Bu iş saçmalamadan olmuyor. Yanlış yapmaktan kaçınmayın. Benim için en iyi öğrenci, en çok yanlış yapan öğrencidir. Çünkü dil öğrenirken yanlış yapmadığın zaman doğruyu asla öğrenemezsiniz. Hocanın “saçmala” demesi öğrenciye tuhaf geliyor. “Vallahi saçmalayın” diyorum. Diğer türlü olmuyor. Dildeki hataların hepsini yapacaksın ki yerine doğruları gelsin. Onun için dilde yanlış olmadan doğru mümkün değil. Bir de bir tane kelime değil ki. Hani diyelim ki doğru şekilde bin tane kelime ezberledin. Ama bilmediğin 100 tane daha kelime ezberlediğinde mecburen ilk etapta yanlış olacak. Benim dil öğrenmeye çalışanlara yaptığım ikaz şu: Dil asla düşünerek öğrenilmez. Dil nedir? Mesela şu an Türkçe konuşuyorum, ağzımdan kelimeler çıkıyor. Düşünerek konuşma şansım var mı? Tabii ki yok. “Ben içimden konuşuyorum.” olur mu öyle şey? İngilizce de böyle. Diyoruz ki: “Arkadaşlar yazdığınız, çizdiğiniz ne varsa yüksek sesle okumanız gerekiyor.” Dil çalışırken -özellikle okuma parçalarının- yüksek sesli okunması gerekiyor. Ağzımızdan çıkanı kulağımız duymadığı sürece o kelimeler bize ait olamaz. Yıllar boyunca yabancı dil öğretimi için özel kuruluşlar açıldı ve hâlâ da açılmaya devam ediliyor. Bu kuruluşlar hakkında düşünceleriniz nelerdir? Dil eğitimi için kuruluşlar, okullar, özel hocalar olu-

yor. İyi mi, kötü mü demek ne hakkımdır ne de haddimdir. Şöyle ki okul çok iyi olur ama öğretmenlerin dil öğretmek gibi bir derdi olmazsa o zaman tabi ki sıkıntı. Okul kötü olduğu halde öğretmen çok iyiyse olay bitmiştir. Burada olay tamamen antrenör ile ilgili. Mesela bir kurum çok kötü diyorsun, bir bakıyorsun iyi bir hocası var alıp götürüyor. Ya da şu hoca çok iyi diyorsun, bir bakıyorsun adam bir müddet sonra burnundan kıl aldırmıyor, havalara girmiş öğretir gibi yapıyor. Çok var böyle. Onun için “şu iyidir, şu kötüdür” demek biraz yanlış oluyor ama benim için kısas şudur: Bir buçuk yıl dil eğitimi için ideal bir süredir, biz bunu 5 aya sığdırıyoruz. Dil kursuna bir buçuk yıl gitmiş bir insanın takır takır, rahat bir şekilde konuşması lazım yani en azından upper-intermediate seviyesinde konuşuyor olması lazım. Konuşamadıktan sonra “şunu öğrendim, bunu öğrendim” demesinin çok anlamı olmuyor. Kesinlikle 2 sene, 2 sene bile değil 4-5 ay sonra öğrendiğin her şeyi unutursun. Onun için beni ilgilendiren tarafı bu. Okul ya da kuruluşun öğrencileri ne kadar konuşturabildiğine bakarsak kurum iyi mi yoksa kötü mü daha iyi anlarız. Son olarak İngilizce öğrenmek isteyenlere tavsiyeleriniz nelerdir? Bu soru çok önemli, dünya öylesine küçüldü ki mesela buradan otobüsle Erzurum 22 saat ama buradan Washington uçakla 10-15 saat, Almanya 2-3 saat… Dünya çok küçüldü. Şu an elimizdeki telefonların, ayağımızdaki ayakkabıların, kolumuzdaki saatlerin, kullandığımız ilaçların çoğu ithal ürünler. Onun için dünyayla irtibatımız olması gerekiyor. Dil bilmeden, kesinlikle olmaz. Ben öğrencilerime şunu diyorum: “Gerekirse okulunu uzat ama dil öğrenmeden mezun olma.” Dil öğrenmeden mezun olduğun zaman ne yapacaksın? İşletme bölümünde son sınıfta okuyan bir öğrencimizin hoş bir anımız olmuştu, her yerde anlatıyorum. Bir gün üzgün bir şekilde geldi ve dedi ki: - Hocam, ben İngilizce öğrenmek istiyorum. - Hayırdır? - Hocam, babamın bir restoranı var. - E ne güzel. - Güzel değil işte.

Hiç Bilenlerle Bilmeyenler Bir Olur Mu?

23


İşletme bölümünde son sınıfta okuyan bir öğrencimizin hoş bir anımız olmuştu, her yerde anlatıyorum. Bir gün üzgün bir şekilde geldi ve dedi ki: - Hocam, ben İngilizce öğrenmek istiyorum. - Hayırdır? - Hocam, babamın bir restoranı var. - E ne güzel. - Güzel değil işte. - Babamın restoranı var, işe garson alacak gazeteye ilan verdi. Okul bittikten sonra kendime iyi bir iş bulana kadar ben çalışmak istedim ama kabul etmedi. Neden diye sorduğumda babası “Oğlum sen İngilizce bilmiyorsun. Bize İngilizce bilen bir garson lazım. Buraya turistler geliyor iyi hizmet veremiyoruz. Oğlum kusura bakma sen gel, ye, iç, gez ama buraya iş yapacak birisini alayım ki para kazanalım.”

Neden diye sorduğumda babası “Oğlum sen İngilizce bilmiyorsun. Bize İngilizce bilen bir garson lazım. Buraya turistler geliyor iyi hizmet veremiyoruz. Oğlum kusura bakma sen gel, ye, iç, gez ama buraya iş yapacak birisini alayım ki para kazanalım.”

Babası çocuğu İngilizce bilmediği için dükkânında çalıştırmadı.

Babası çocuğu İngilizce bilmediği için dükkânında çalıştırmadı.

Mesela benim telefonum Çin’de üretiliyor, Güney Kore’den geliyor. Ya düşünsenize Güney Kore neresi, Türkiye neresi? Ama bir şekilde ağlar kuruluyor ve Güney Kore’den buraya cep telefonu getiriliyor. Peki, bu irtibat nasıl sağlanacak? Kesinlikle dil şart, dil olmadan hiçbir irtibat olmaz. Adeta lâl ve sağır oluruz. Başka bir öğrencimin yaşadığı bir olayı da paylaşmak istiyorum. Çocuk Hong Kong’dan bir ürün getirecekti. Getireceği ürünü bulmuş, satan şirketi bulmuş, konuşmuşlar, aralarında anlaşmışlar ama İngilizcesi yeterli olmadığı için ürünü İstanbul’a getirtmek yerine Kenya’ya göndermiş. Kenya’dan geri getirene kadar hem çok masraf yaptı hem çok uğraştı hem de çok sıkıntı çekti. Neticede ürünü getirtti ama ürün geldikten sonra işe yaramaz haldeydi ve epey ciddi bir para harcadı. Dil bilseydi o üründen harcadığının belki 10 katı kazancı olacaktı ama dil bilmediği için o ürün de parçalandı gitti, 24

- Babamın restoranı var, işe garson alacak gazeteye ilan verdi. Okul bittikten sonra kendime iyi bir iş bulana kadar ben çalışmak istedim ama kabul etmedi.

Gri Edebiyat

hiçbir işe de yaramadı. Dil bilmek vasıflı olmak gerekiyor. Çünkü piyasada dil bilmeyen o kadar çok insan var ki. Hele İstanbul gibi bir yerde vasfınız yoksa inanın hayat başınıza beladır. Bizim iyi insanların sayısını artırmamız gerekiyor. İyi insan derken eğitimli iyi insan. Yoksa düşünsenize 2030 kişiyiz bir yerde. Pistte bir uçak var ama uçağı sürebilecek bir pilot yok, hepimiz perişan oluruz. Ama uçağı kullanmayı bilen birisi olduğu zaman ise herkesin baş tacı olur. İngilizce öğrenmemiz şart. Bir de İngilizce öğrenmenin bir faydası da insana dilin mantığını öğretiyor. İngilizceyi öğrenen, dil mantığını çözdükten sonra istediği herhangi bir dili çok daha rahat şekilde öğrenebilir. Kıymetli vaktinizi ayırdığınız için teşekkür ederiz. Allah razı olsun. Rica ediyorum, başarılar diliyorum. Hoşça kalın.


Deneme

Güzel Soru İlmin Yarısı Kübra Nur DUMAN

Susturmayalım; ruhumuzun öğrenmek, araştırmak, Rabbini ve kendini tanımak için çırpınan sesini. Kulak verelim o sese ve Yunus Emre gibi ilim öğrendiğimiz dergâha eğri odun bile sokmayalım.

H

enüz anne karnındaki küçücük bir nokta iken büyüdük, geliştik, değiştik. Zamanla düşüncelerimiz, ideallerimiz oluştu.

Kâğıda bir parça mürekkep düştü, roman oldu. Ağızdan bir kelime döküldü, destan oldu. İnsan gelişti. Bir yere tutunmaya, ait olmaya çalıştı. Nice insanlar geldi, geçti ve bu böyle devam etti. İnsan daima öğrenmeye, soru sormaya, merak etmeye devam etti. Çünkü kendini bulmak için, ruhunu özgürlüğe kavuşturmak için buna ihtiyacı vardı. İnsanın aklına bir soru düştü. Dağa taşa baktı, inceledi, düşündü. Yanıt bulmaya çalıştı. Son Peygamber Hz. Muhammed (s.a.v) demiş ki “Güzel soru ilmin yarısıdır.” Ne zaman ki akla bir soru düştü, insan yaratılışını sorgulamaya başladı. Kâinatı incelemeye, ilim öğrenmeye başladı. Dünyaya gönderiliş gayelerimizden biri de yeteneklerimizi keşfetmek ve bunları birkaç nefeslik hayatımıza mâl edebilmektir. Bunun için daima benliğimizi keşfetme yolunda uğraş veriyoruz. Her yaşadığımız deneyim hayatın gizli sırlarını öğretiyor bizlere. Her göz açıp kapayışımızda farklı bir yerden bakıyoruz yeryüzüne. Her okuduğumuz kitap, yeni ve aydınlık bir güne uyandırıyor zihnimizi. Ve biz böylece büyüyoruz. “Ben kimim?” sorusuna cevap arıyoruz. Çünkü insan kendini tanımadan et, kemik yığınından başka bir şey olmuyor. Bu bağlamda ruhumuz sürekli olarak öğrenmeye aç aslında. Susturmayalım; ruhumuzun öğrenmek, araştırmak, Rabbini ve kendini tanımak için çırpınan sesini. Kulak verelim o sese ve Yunus Emre gibi ilim öğrendiğimiz dergâha eğri odun bile sokmayalım. Hayatımızda Yunus Emre’nin durmadan ilim öğrenme aşkını örnek edinelim. “İlim; ilim bilmektir İlim; kendin bilmektir Sen kendin bilmez isen Ya nice okumaktır.” diyelim. Yunus’un, Hacı Bektaş Veli’nin, Mevlana’nın, Şems’in ilmi gibi ilimlenelim. Bir ömrü ilk emri “Oku” olan dinin emrine uyarak geçirelim…

Hiç Bilenlerle Bilmeyenler Bir Olur Mu?

25


Öykü

Vakt-i Zamanında Kitap Yüklü Kervanlar Samet ÖZTÜRK sametozturk@live.com

B

üyük vezir Abdülkasım İsmail’in hem acayip hem de şaşaalı bir kervanı vardı. O kervanın buraya son kez uğramasının üzerinden epey zaman geçmişti. Mevsimler, yıllar geçip gitmiş. Ve bu diyarlar, bir daha öylesine heybetli kervanlarla karşılaşmadı denilse yeridir. Şimdilerde yönetimle, devletle, savaşlarla meşgul olmayı arzu etmeyen ve bunlardan kaçınmakta olan daha farklı bir âlimin ziyareti milletin diline destan oldu.

seyyar bir kütüphane haline getirdiği koca kervanı sayesinde ülkesinin irfan menbaını yanında taşımayı uygun gördüğünü ve bu halinden de memnuniyet duyduğunu anlatırdı. Velhasıl Abdülkasım İsmail, belki otuz küsur sene var ki dar-ı bekaya irtihal eyledi. Hesabı Allah’a kaldı. Kitapları çenemizi fazla yormasın. Şu yeni gelen âlimin hikayesi efsaneye dönüşmeden biraz da ondan bahsetmek münasip olacak...

Abdülkasım İsmail, sefere giderken bu yolu kullanır, develeri ile şehrin orta yerinden geçer, oluşacak kalabalık nedeniyle yine tozun dumana katılacağı henüz ta karşı tepede zuhur ettiklerinden itibaren anlaşılırdı.

Uzun seyahatlere zemin teşkil eden güneşli günler başlayalı pek olmadı. Birkaç binek ve birkaç adamdan müteşekkil küçük bir kafile Isfahan çarşısına girdiğinde, şehrin girişinde bekleyerek yabancıları karşılayan ve onları kendi hanlarında misafir etmek isteyen muhtelif han çalışanlarına herhangi bir sual arzetmeye gerek duymadan güzel bir hana doğru yol aldılar. Muhtemelen buraya evvelden de defaatle gelmişlerdi.

Yüz binden fazla yazma eseri tam dört yüz deve üzerine yüklediği hâlâ daha dilden dile anlatılır. Develeri de Fars abecesine göre hizalıydı. Kendisine hangi kitap lazımsa onun yalnızca adını söyler, adamları zaman kaybetmeden kervan içerisinde kitabın hangi devede olduğunu belirler, yükü indirir ve o kitabı çıkarıp kendisine getirirlerdi. Bineğinin üzerinde dahi kitap okumaya ara vermediği söylenirdi. Gündüzleri binek üzerinde okumak kendisi için sorun olmazmış ama geceleri gökte ay olduğunda okur, ay olmaz ise âlim kimselerle binekleri bir hizaya getirip de onlarla yan yana sürer, seyir esnasında ilimlerinden istifade edermiş. Şehrin esnafı, geçip giden atlı ve develerden onun yine bir sefere çıktığını duyduklarında, buradan geçeceği ümidiyle bayram ederdi. Kimileri bu kervanın onun gözünde en değerli hazine olduğunu söylerdi. Kimileri ise ardında bıraktığı şehirlerin yakılıp yıkılması ihtimallerine binaen 26

Gri Edebiyat

Biz evvela onları alelade birkaç sofi zannetmiş idik. Meğer değillermiş. İçerisinde istirahate çekildikleri hanın sahibi, ilme irfana önem veren dinibütün bir kardeşimiz olmasaydı, belki de büyük âlim İbn-i Sina’nın şehrimize teşrif ettiğinden hiç haberimiz olmayacaktı. Fakat bu birkaç kişilik heyetin handa oluşturduğu hareketliliğe şahitlik ettiğimizde, hanın sahibi olan arkadaşımıza yardımcı olabilmek kabilinden halini hatrını sormak istedik. Normalde emrindeki onca amelesi ile kendi hanında gayet hali yerinde olan arkadaşımızın, ameleleri ile birlikte hassasiyetle koşuşturmakta olduğunu görünce merakımıza mağlup olup sual ettik:


- Bu yoğunluğun sebebi nedir? Üzerimize düşecek bir vazife var mıdır? - Şarkın ve garbın ilimlerine haiz Afşanlı âlim İbn-i Sina hanımıza teşrif ettiler. Telaşımız ondandır. Biz dahi bu haberle müşerref olduk. Han sahibi kardeşimiz, hanının en geniş hanesini İbn-i Sina için hazırlatmakta, ayakta kalmasın diye arkadaşları ile birlikte şimdilik onu yerleştirdiği ortanca haneye şehrimizin acı kahvelerinden yaptırıp kendi elleriyle ikrama gitmekteydi. Kısa bir istirahatin ardından büyük âlimin o akşam hancı kardeşimizin dostlarına ve şehrimizin ulemasına mahrem bir sohbet irat edebileceğini işittiğimizde, ziyadesiyle mesrur olmuştuk. Akşam namazından sonra gerçekleştirilmesi münasip görülen tanışma ve sohbet için şehrin âlimlerini ve ilme saygısı olan bir kısım esnafımızı hanın avlusuna davet etmiştik. Zaruri bahanesi olan birkaç kişi dışında orada bulunmasını elzem gördüğümüz her bir kardeşimiz ve büyüğümüz han sahibini kırmamış ve misafirimizin önemine binaen iştirak etmişlerdi. Afşanlı büyük âlim, evvela refakatindeki yoldaşlarını bizlere tanıttıktan sonra yaptıkları yolculuk hakkında kısa bir malumat aktardı. Bir süre evvel saray mensuplarından pekçok kişiyi tedavi etmiş olan İbn-i Sina, ardı sıra insanda zuhur ettiğinde ağrıdan kıvrandıran kulunç hastalığına yakalanmış olan hükümdar Şemsüddevle’yi tedavi etmek için onun sarayında vazife almış. Hükümdarın şifasına kavuşmasına vesile olunca kendisine sunulan pekçok mükafat ile birlike Şemsüddevle’ye hem dost olmuş hem de onunla bir savaşa iştirak etmek zorunda kalmış. Karmîsîn şehrine düzenlenen bu savaş mağlubiyetle neticelenince evvela Şemsüddevle ile birlikte Hamedan’a dönmüş. Burada kendisine hükümdarın vezirlik vazifesi teklif edildiğinde evvela bu görevi kabul etmek zorunda kalmış. Fakat kısa zamanda askerler içinde baş gösteren huzursuzluk ve isyanlar büyüyüp de İbn Sina’nın hanesi kuşatılınca bu büyük âlim hemen tedbiren evinden uzaklaştırılıp bir zindana atılmış. Boş kalan evindeki bütün malına da el konulmuş.

İsyancılar devletin nizamını sarsabildiklerini anladıklarında hırslarından ne isteyeceklerini şaşırmışlar. Vezir vazifesi ile muvazzaf bu büyük âlimin öldürülmesi için Şemsüddevle’ye baskı kurmak niyetine girmişler ve bu taleplerini ona arz etmişler. Hükümdar bu isteği kabul etmemekle birlikte İbn-i Sina’yı öldürülmek ihtimalinden kurtarmak ve ortalığı biraz olsun yatıştırmak için onu görevinden uzaklaştırmış. Onca badirenin ardından zindandan kısa bir süre önce çıkan büyük âlim, Hamedan’da kırk gün boyunca ortalık yatışıncaya dek, dostu olan mühim bir âlimin evinde gizlenmek niyetiyle bu sefere çıkmış. Şeyh Ebû Sa‘d ed-Dahdûk’un evine varmadan evvel bizim dostumuzun hanında konaklaması hepimiz için bir lütuf, hepimiz için bir nasip olarak yazılınca, yanındaki refiklerinden biri hancı arkadaşımıza evvela Hamedan hükümdarının selamını ilettiğinde ve tedbiren tebdil-i kıyafetin zaruriyetine binaen sofi kılığındaki misafirimizin büyük âlim Ebû’l-Ali İbn-i Sina olduğunu söylediğinde handa gördüğümüz telaşe başlayıvermiş. Başından geçenleri anlatıp kendisini ve arkadaşlarını bizlere tanıtırken tevazuyu elden bırakmamakta ısrarcı olduğu öylesine belliydi ki, kendisi hakkında söz arasında yalnızca birkaç cümle lütfedip derhal güzel bir sohbete başlamaya niyet eylediğini anlamıştık. Fakat o birkaç cümle dahi belki tüm bir Isfahan için mühim ibretler teşkil etmekteydi. Söylediğine göre, on yaşında Hakk kelamını hıfzeylemişti. Hemen ardından kadim Rumların ilimlerinden istifadelenmeye çocuk yaşlarda başlayıp Öklid’in matematiğinden, Calinus’un tıp ilmindeki maharetlerinden, Hint diyarının âlimlerinin ilmî mirasından toparlayabildiğini, bizlere nihayetsiz gibi görünen sinesinde toplamıştı. Mantık ve felsefe Hiç Bilenlerle Bilmeyenler Bir Olur Mu?

27


ilimlerinde ne var ne yoksa hatmeyledikten sonra yirmi iki yaşında tıp ilminin zirvesini aşmaya niyet eylemişti. Fasılalarla yirmi üç senede tıp ilminin en yüce eserini nihayet ikmal etmişti. Tarihçe-i hayatını saatlerce dinlemeye hazır olmamıza rağmen nefsi hakkında bu kadar kısa ve öz malumat aktarmayı arzu etmiş olmalıydı. Bu kısmı uzatmadan ilmî bir meseleye dair sohbete girmeye teşebbüs ettilerse de şehrimizin uleması onun ilmî tecrübesinden çokça istifadelenmeye muhtaç olduklarından, bu kadar farklı ilim disiplinlerini neden bir bünyede hazımsızca cem etmek istediğine dair sual edecek oldular. Büyük âlim şöyle bir hatırasından bahsetti: Genç yaşında okuyup ilim tahsil etmenin misilsiz lezzetini keşfettiğinde, bir yandan kitaplardan muhtelif ilimleri okumaya bir yandan da okuduklarını mümkün olabildiğince tecrübe etmeye başlamış. Erken zamanlardan itibaren kendini verdiği okuma zahmetinde gözüne uyku girecek olsa nefsini zorlar, uykusunu erteleyebildiğince ertelermiş. Böylece uzun zaman gecelerini ilimle hemhâl olarak geçirmiş. O zamanlarda eline geçen muhtelif ilimler arasında Rum diyarlarının kadim ulemasından Aristo’nun metafizikle ilgili kitabını kırk kere okumuşluğu vaki olmuş. Fakat, “İnsanın da nihayeti var.” dedi büyük âlim, “Aklım almadı o eseri. İdrakimi zorladım, idrak edemedim. Ümitsizliğe kapıldım.” Bir süre yeis halinde dönüp dolanmış. Bocalamış. Sonra bir gün Buhara çarşısında bir dellalın mezat ile kitap satmakta olduğunu görmüş. Zihni belki o zaman için bir süre dinlenmeye muhtaç vaziyette olan genç âlim, o an oradan geçip gitmek niyetindeyse de dellal bu genç ilim tâlibini tanıyıp kitabı almasında ısrarcı olmuş. “O kitap” dedi büyük âlim, “Farabi’nin, bir türlü halledemediğim mezafizik mevzularına dair mühim bir kitabı idi. Başta kıymetini tartamadığımdan işe yaramaz olduğunu düşünüp almak istemedim. Fakat dellal, paraya ihtiyacı olduğunu, bu sebeple kitabı ederinden ucuza alabileceğimi söyleyip de bana satmakta ısrar etti. Kitabı aldım ve eve döndüğümde okumaya başladım. O zamana kadar idrakimin almadığı metafizik ilmini kemaliyle kavradım. İdrakimin marazı için şifamı buldum. Bu halden öylesine mesrur ol28

Gri Edebiyat

dum ki derhal Yüce Allah’a şükredip secdelere kapandım, fakirleri de sadakalarla nasiplendirdim...” Bahsi geçen kitabın, büyük âlimin ye’sine şifa olduğunu dinleyip de ibret alan Isfahanlı âlimlerimiz, bir süredir büyük âlimin kâleme aldığı ve tüm bir âlemin emrazına şifalar yağmasına vesile olduğu kitabının şöhretini işittiklerinden, sözü ona getirip mümkünse o kitaptan bir nüshayı kendilerine bırakmasını isteyecek oldular. Büyük âlim, Allahü Teâlâ’nın izniyle gözlerimizle görmüş ve kulaklarımızla işitmiş olmasak inanılmasına ihtimal vermeyeceğimiz bir maharet ihsan eyledi ki, adeta âlimlerimizin okumakla yahut tecrübe ile elde edemeyecekleri bir keramet işe bu hanın avlusunda günler boyunca hasıl oluverdi. Büyük âlim, - Elbette bir nüsha bırakmak isterim. Lakin bu seferimizde bineklerimize kitap yüklememişiz. Yanımızda yazılı bir nüsha mevcut değil. Malımız mülkümüz gasp edilmiş vaziyette. El’an zihnimdeki ilmim dışında sermayem mevcut değildir. Ancak Isfahan âlimlerini bu ilimden nasipsiz bırakmak istemem, dedi. Âlimlerimiz, İbn-i Sina’nın şehrimize boşluk kabul etmez bir zihin yüküyle ama boş elleriyle gelmiş olduğunu anlayınca evvela üzülecek gibi oldular. Fakat büyük âlim, belki ileride nısf-ı cihan gibi bilinebilecek olan bu şehri, âlemlerdeki ilmin yarısını buraya bırakmak istercesine sevindirmeyi arzu etmişti: - Refîklerimle birlikte birkaç gün, belki bir hafta, burada konaklamamız gerekecek. Eli hızlı müstensihleriniz var ise akşam istirahatlerimize iştirak etsinler, “el-Kanun fi’t-Tıb” ismiyle maruf eserimi benden dinlesinler, satırlara döksünler. Isfahan uleması da tıp ilminin bu eserinden mahrum kalmasın. Âlimlerimiz “Derhal!” deyip Isfahan’ın birkaç hızlı müstensihini İbn-i Sina’ya musallat ettiler. İbn-i Sina, şehrimizdeki handa kaldığı akşamlar boyunca o dev eserini satırlara döktü, döktükçe çağladı, çağladıkça dilinden sudur eden her bir satır adeta şehrimizin irfanına şifa olarak yağdı. Ve buradan ayrılacakları günün evvelindeki gece onun o mübarek eseri nihayet sabaha karşı müstensihlerimizin hızlı ama yorgun ellerinde nihayete ermiş


oldu. Böylece Isfahan’da da, tıp ve felsefe ilimlerinin dehası olarak bilinen büyük âlim İbn-i Sina’nın ilimlerinden süzülen bu yeni eserin bir numunesi bulunur oldu. Büyük âlimin şehrimiz Isfahan’daki konaklaması bitip de refakatindekilerle birlikte kendi yoluna koyulmasından birkaç gün sonra şehrimizin âlimleri, hem onun kısmen mahrem tuttuğumuz ziyaretini muhtelif ilim meclislerinde ahaliye açtılar hem de bu ziyarete binaen gerçekleşen ilginç bir hadiseden bahseder oldular. Horasan’dan gelip de yol üzerinde olduğu için Isfahan’dan geçmekte olan ticaret kervanlarından birinde maharetli hattatlar ve kitap tüccarları da bulunmakta imiş. Ve bu tüccarların sattığı güzel hatlı muhtelif yazma eser nüshaları arasında Horasan’da istinsah edilmiş, nesih hatla nakşedilmiş, yaldızlı ciltlerle bezenmiş, beş ciltten müteşekkil bir el-Kanun fi’t-Tıb nüshası da bulunmaktaymış. Âlimlerimiz bizdeki gayr-ı mücelled vaziyetteki el-Kanun fi’t-Tıb nüshası ile tüccarlardaki nüshayı mukayese etmek istemişler. İnanır mısınız, ulemanın yeminle anlattığına göre, yan yana getirilen nüshaların metinleri birbirlerinden ne bir kelime eksik ne de bir kelime fazla çıkmış... Meğer o büyük âlim, eserini yazmaya başladığı yirmi iki yaşından itibaren tamamına erdirdiği yirmi üç senelik süre zarfında, tıbbın zirvesinin zirvesi olarak nam salan el-Kanun’unu sahife sahife, satır satır ezberleyivermiş. İki nüsha arasındaki tek bariz fark, bizdeki nüshanın hat ameliyesinin, Horasan’dan

gelen nüshaya göre beşer gözüne oldukça iğreti görünmesiymiş. Biz bu durumu, daha sonra buradan geçip Horasan’a gitmekte olan kitap tüccarlarına anlattığımızda, söylediğimiz sözlere cevaben gayrı mahcup bir eda ile alenen yalan söylüyormuşuz gibi inanmak istemeyip bizlerle istihza ettiler. Belki mübalağa etmiş olabileceğimize dahi ihtimal vermeyip, bizlere bu hakikatin bariz bir düzmece olduğunu söylediler ve lüzumsuz bir pazarlığa yeltendiler. Şimdi gelen geçen kervanlara ve kervanların şehrimizdeki oluşturduğu hareketliliğe bakınırken belki birkaç gün daha bu husus idrakimizi meşgul edip duracaktır. Zira onca tafsilatımıza binaen Horasan tüccarlarının bize verdikleri cevap, biz gibi dürüst Isfahan tüccarlarının ağırına gitmişti: - Demek ki siz Isfahanlı tüccarlar, çirkin hatlı kitapların fiyatını artırmak için böyle menkıbeler uydurmaktasınız... Nüshayı onlara satmak niyetinde değildik. Bundan sonra Horasan’dan gelen tüccarlara arz edip de değerine mugayir laflar işitmeye razı da değiliz. Neyse ki esnafımız, onların bu sözlerini de işlerimizin ve misafirlerimizin uğraşısı içerisinde eritip geçiştirecektir. Ve bizler yine Abdülkasım İsmail’inki gibi zengin ve büyük kervanların artık buralara uğramaz olduklarından şikayet edip işimize bakacağız.

Hiç Bilenlerle Bilmeyenler Bir Olur Mu?

29


‘e dair

İlim, Âlim ve Ârif’e dair İrfan sahiplerinin bu dünya evindeki yaptıkları amel, ne bir hâl içindir, ne de bir makam. Onlar, Mevlâ’ya teslim olmuşlardır. “Kim, Allah’ım bana verirsen kabul ederim, benden alırsan sevinirim, beni çağırırsan gelirim diyorsa âriflerdendir.”

T

ürk Edebiyatının Anadolu’daki ilk verimlerinden biri olan ve 14. yüzyılda Kırşehir’de şair Gülşehri tarafından kaleme alınan Mantıku’t - tayr (Kuşların Dili) milletimizin tarihini ve talihini kuran eserlerin başında gelir. Gülşehri, İran’ın büyük şairi Feridüddin-i Attar’ın aynı adı taşıyan eserinden tercüme ettiği Mantıku’t - tayr’da bizlere bir yolculuk hikâyesi anlatır. Aslında çok tanıdık bir hikâyedir bu. Bizim hikâyemiz. Allah’a hamd, Hz. Peygambere (s.a.v) övgüyle başlayan eser, kuşların padişahı kabul edilen Simurg’un tasviri ile devam eder. Bülbül, papağan, tavus, hüma, kaz, doğan, keklik, baykuş ve adı zikredilmeyen birçok kuş toplanıp Kaf Dağı’nın ardında yaşadığını düşündükleri Simurg’u yani padişahlarını bulmak için yolculuğa çıkmak isterler. Fakat bu zorlu ve meşakkatli yolculukta bir rehbere ihtiyaçları vardır. Aranılan rehber ise Hüthüt’tür. Hüthüt, Cenâb-ı Hakk’ın habercisi, Süleyman Peygamber’in yoldaşı olmak gibi bazı meziyet ve hususiyetleri olan bir kuştur. Diğer kuşları, kendisiyle geldikleri takdirde Simurg’u bulacağına ikna etmeye çalışır. Her bir kuş, Hüthüt’e ayrı ayrı itirazlarda bulunur. Simurg’a erişemeyecekleri tereddüdü ile yola çıkmak hususunda özürlerini beyan ederler. Hüthüt kuşların tereddüt ve suallerine birer birer cevap verir ve onları ikna etmeye çalışır. Ve en sonunda yolculuk başlar. Sıkıntılarla dolu yedi vadi vardır önlerinde. İstek, aşk, marifet, istiğna, tevhid, hayret ve yokluk vadileri... Her bir vadi bir imtihan mekânıdır aynı zamanda. Biri bir altın saray görür, oraya inip sultan olur. Diğeri, bir ay yüzlüye meftun olur. Kimisi hastalanır, kimisi de,

30

Gri Edebiyat

Özlem GÜNEŞ ozlem.gunes@izu.edu.tr

mala mülke aşırı düşer. Kimi hırsız, kimi kan dökücü olur. Biri, ben ihtiyarım diye oturur; diğeri, daha gencim, sonra yaparım diye işlerini bırakır. Kimi bey, kimi köle, kimi öğrenci, kimi hoca, kimi Şirin kimi Ferhat, kimi âlim, kimi cahil olur. En nihayet, Kaf Dağı’na tam otuz kuş varır. Can atıp hasretle yanıp yakıldıkları Simurg’un yüzünü görmek için, benliklerinden soyunup içeri girerler. Fakat kendilerinden başka kimseyi göremezler. Çünkü si: otuz, murg: kuş… Yâni; Simurg “otuz kuş” demektir. İlme, adalete, gıybete, yalana, fütüvvete, nefse, vefaya, hikmete, hakikate ve daha birçok konuya dair sorulara cevap veren Mantıku’t tayr temsilî bir eserdir. Simurg Hakk’ı, kuşlar ise Hakk’ı bulma yolunda debelenip duran insanoğlunu temsil eder. Bu yolculuğun iki önemli başlığına değinmek gerekir. Bunlardan biri ilmin tanımının yapıldığı diğeri ise irfanî kültürümüzün en önemli unsurlarından ârif tipinin çizildiği bölümlerdir. Hüthüt’ün huzuruna âlim bir kuş gelir. Sahip olduğu ilimlerden bahseder ve konuşmasının sonunda kendisini ancak hüner sahibi bilgili insanların anlayabileceğini belirtir. Kuşu, büyük bir dikkatle dinleyen Hüthüt, ilim ve âlim ile ilgili şu tespitlerde bulunur. • • • •

İlim sahibi padişah olmalıdır; âlim ile cahil; bilen ile bilgisiz nasıl eşit sayılır. Cahil ile konuşmak ve ona söz dinletmek zordur. Âlimin yeri cennetler ve huzurdur; cahilin öteki dünyadaki yeri cehennemdir. İnsan olan hayvandan; şeytan da cahilden üstündür.


• • • • • Minyatür: Nakkaş Özcan Özcan

• • •

Âlim bildiği ile amel ettiği zaman üstündür. Amel ilim ile birlikte olmayınca, böyle bir hamalı develer de kınar. İlim ile amelin birlikte olmadığı insanların gönlünde kâmil iman tam manasıyla yer etmez.

Bu sözlerin ardından Dil Bilgini ile Gemicinin hikâyesini anlatır Hüthüt. Asıl ilmin insanı Tanrı’ya götüren ilim olduğunu, fayda vermeyen, doğruya götürmeyen, bakırı altın yapmayan ilme ilim denemeyeceğini vurgular. Peki, ârif kimdir? Bu da sorulur Hüthüt’e. Ârif manevi tecrübeyle marifet ve hakikat mertebesine ulaşan kişidir. Ârifin bilgisine marifet denir. Marifet, kelam ve felsefede ilimle eş anlamlı olarak bilgi manasında kullanıldığı gibi Marifetullah şeklinde ve Allah hakkındaki bilgi için de kullanılmıştır. Tasavvufta Allah’a dair bilgi başta olmak üzere, bütün varlık ve olayların mahiyeti hakkındaki bilgiye marifet denilmiş ârif ile âlim arasında ayrım yapılmıştır. Bu ayrımın nedeni hem marifet ve ilim arasındaki metot farklılığı hem de ârif ve âlimin vasıflarının başkalığıdır. Âlim bilendir, bilgisine güvenendir. İlmi faaliyetleri ilerledikçe bilgisi de ilerler. Oysa ârif ahlaki ve manevi arınma sayesinde sezgi gücü ve deruni tecrübe ile öğrenen, anlayandır. Ârifin marifeti arttıkça hayreti de artar, hayreti zamanla bilgisini aşar. Sonunda marifetten aciz olduğunu idrak eder ve bu en yüksek marifet sayılır. Şimdi bu düşünceler ışığında Mantıku’t tayr’daki ârif tipini kelimelerle çizmeye başlayalım.

• • • • • • • • • • • • • •

Ârif, hissî olan şeylerle, akla uygun olanı ayırandır. Ârif, Hayvanlar gibi şehvete yönelmez; Allah’ın sıfatları ile sıfatlanmak için akla uyar. Ârif, dünyaya değer verip peşinden gitmez ve şaşı gibi biri iki görmez. Ârif, insanlar arasındadır ama aklı, fikri ve gönlü Hak ile beraberdir. Ârif, halk içinde kendisini ön plana çıkarmaz, tanınmayı, bilinmeyi istemez. Ârif, ne incitir ne de incinir. Ârif, kimsenin gıybetini etmez ve başkalarının da dedikodu ettiği ortamda bulunmaz. Ârif, kendinden yukarıda bulana hürmet eder, aşağıda olana ise hizmet eder. Ârif, boş söz konuşmaz. Ârif, kimsenin ayıbına gülmez, insanların mutsuzluğuyla mutlu olmaz. Ârif, mütevazıdır. Ârif, sözünde yalana yer vermez. Ârif, kimsenin malıyla mülküyle ilgilenmez. Ârif, kimseyle münakaşa etmez. Ârif, kıskançlık nedir bilmez. Ârif, Allah’ın yarattıklarına kibirle yaklaşmaz. Ârif, kendisine yaklaşanlardan yüz çevirmez; yardım ettiği kimseyi de utandırmaz. Ârif, sözüne sadık ve güvenilirdir. Ârif, Allah’tan gelene razı olandır.

İrfan sahiplerinin bu dünya evindeki yaptıkları amel, ne bir hâl içindir, ne de bir makam. Onlar, Mevlâ’ya teslim olmuşlardır. “Kim, Allah’ım bana verirsen kabul ederim, benden alırsan sevinirim, beni çağırırsan gelirim diyorsa âriflerdendir.” der büyüklerimiz. İnsanın kendine özgü değerlerinden alabildiğince soyutlanarak savunmasız bırakıldığı çağımızda, kendi anlamımızı bulmak istiyorsak aşkla yoğrulmuş, irfan sahibi insanlar tarafından kaleme alınmış, kodlarımızı bünyesinde barındıran Mantıku’t tayr gibi şaheserleri günümüz insanı ile buluşturmak zorundayız. Ömür denilen yolculukta bizi âbâd edecek hazineyi bulmak istiyorsak öncelikle özümüze bakmamız gerekir.

Hiç Bilenlerle Bilmeyenler Bir Olur Mu?

31


Gezi

Tam yüreğimin ortası TANZANYA Acaba var mıdır bir Osmanlı mezar taşı, bir suyolu kalıntısı? Ben kuyu görmeye gittim, insanları saatlerce su için yürümekten kurtaran kuyular gördüm. Kalabilseydim de keşke, köy köy arasaydım. Medeniyetin uzantılarını birileri için başlangıç olur mu bu nokta acaba?

İ

çinde yapmacık şehirler kuran batılı insana inat kendi olan insanların kıtasında bir ülke Tanzanya.

Oruç gibi içimde uzun bir yolculuktur Afrika, Afrika’da her şey aslında içinize olup bitmektedir. Zihnimizde bir Afrika var hepimizin Bir de gidilesi bir Afrika Afrika’da bizden izler bulmak;

Zafer SÖĞÜT / zfrsgt

bizim içimizdeki Afrika’da bir şeyler hatırlamakla aynı şey olsa gerek … Tanzanya gidilesi bir ülke Uzun ve yol demek İçine girdikçe derinleşen bir ülke İçinde yapmacık şehirler kuran batılı insana inat kendi olan insanların kıtasında bir ülke Tanzanya. …. Afrika’da ‘kendi olmak’ ne kadar da zor Açlık demek susuzluk demek Yürümek demek Sahi yürümek ne demek? … Bir kıta düşünün saatlerce yürüyen Günlerce ve aylarca Bir ömür boyu yürüyen insanlar Afrikalı Bir ekmek için onlarca kilometre yürümek Ve tekrar toprağının başına dönmek O toprak ne verirse onu satabilmek … Toprak evler gördüm yürüyen insanları hızla giden araçtan takip ederken, önce yürüyenler sonra arkada, fonda toprak evler. Düşünsenize sahip olduğunuz ağaç iskelete sıvanmış toprağa sahipsiniz ertesi günü yemek stoku yapamayacağınız elektriğin olmadığı koltuğun kanepenin iğreti durduğu

32

Gri Edebiyat


Mümkün mü uyku? Araç aralıksız yolda mola yok çünkü yer yok. Şoför için sorun yok doğal şekilde yola uygun kendi için kaçamak yaparken bana uygun hizmet aramak ne kadar sömürüye uygun bir düşünce idi. Hemen sıyrıldım. Onların misafiriydim. Ne ikram ederlerse onunla yetinecektim. İlkin akbaba görmek demekti ikram; şempanze, sırtlan, antilop ve bir zürafa ağırladı beni. …

Böyle bir evde dünyaya gelinse aklınızı kullanarak kendinizi aşma şansınız ne olurdu acaba? Ben bunu başarmış bir Recep tanıyorum, görseniz siz de tebessümünden tanırsınız. Öğretmen olacak seneye. Arkadaşları ona ‘Black Recep’ diyorlar. Malum, bir ton koyu renkli olmak; dişlerinizin daha beyaz olması demek. Receb’e “White Recep” diyemedim kendi dişlerim engel oldu bu lakabı ona vermeye. O da memnun zaten siyah olmaktan. Ülkesini anlatırken içten konuşmasından anladım kendisi ile sorunu olmadığını.

Siz hiç şeker çikolata görmemiş çocuk gördünüz mü? Hele ambalajını açmadan yemeye çalışmasını İnsan hemen öğretmen oluveriyor önce açıp atıyorsunuz ağzınıza sonra onlar Ağzınızdaki tat yüz binlerce kez yenmiş şekerden değil karşınızdaki yüzlerden gelen tebessümün sizdeki etkisi Giderseniz kara kıtaya bol şeker götürün ne olur…

Düşünsenize hiçbir şeysiz bir evden başlayan bir tecrübe ile muallim olarak hayata başlamak… Afrika demek yokluktan çıkan imkân demek. Yolda yaşamak nasıl bir duygu acaba? Yüzlerce insan gördüm yol kenarında kendi için hazırladığı eşelenmiş bir toprak parçası içine yerleşmiş uyumaya çalışan eli açık dilenen Yüzlerce evsiz… Evsiz olmak ne demek?

Hele günbatımı, fotoğraf için inanılası değil.

Düştü aklıma gece ve gündüz yürümek Issız ve yol boyunca yürüyenler

Gülen yüzler görmek buranın en büyük tatlı ikramı olsa gerek her taraf çocuk her taraf tebessüm.

Acaba var mıdır bir Osmanlı mezar taşı, bir suyolu kalıntısı? Ben kuyu görmeye gittim, insanları saatlerce su için yürümekten kurtaran kuyular gördüm. Kalabilseydim de keşke, köy köy arasaydım. Medeniyetin uzantılarını birileri için başlangıç olur mu bu nokta acaba?

7 saatlik uçakla gidilen bir ülkede gece dörtte yolda iş için, aş için insanlar gördüm. Bizim aracımız rahattı ve şoföre “Air kondecion aç” komutu verebiliyorduk. Çünkü sıcaktı, gecesi de bir o kadar soğuk. Tedbirli olduğum için şanslıydım. Sarıldığım hırkam kapadığım gözlerimin içine giren o yürüyen insanlar ayakkabısız…

Hiç Bilenlerle Bilmeyenler Bir Olur Mu?

33


Deneme

Unuttuğunu Unuttuğunun Farkında Mısın? Aradığımızı elde edinceye kadar dualar dilimizden düşmüyor ama istediğimiz verilince de şükretmeyi unutuveriyoruz. Oysa mahrumken nasıl da dua edip yalvarıyoruz. Kazanmak zorunda olduğumuz bir sınavın öncesinde nasıl da yalvarıp yakarıyoruz!

“Biz insana nimet verdiğimizde, şükürden yüz çevirir, başını alır, uzaklaşır. Fakat kendisine sıkıntı dokununca, bir de bakarsın uzun uzun yalvarır durur.” (Fussilet/51)

Sevdiklerimizi kaybettik; üzülüp ağladık, dünya hayatının bir anlam teşkil etmediğinin farkına vardık. Sonra, zaman geçtikçe üzüntümüzü de acımızı da unuttuk.

Âlemlerin Rabbi ne de güzel beyan etmiş insanın hâlini...

Yakınlarımız hasta oldu. Hallerini görüp üzüldük, dualar ettik. Kendi başımıza gelmediği için, yanlarından ayrılınca üzüntümüzü unuttuk.

Rabbimiz her şeyi bir amaç için yarattığı gibi, insana verdiği nimetleri de bir amaç için yaratmıştır. İnsanın sahip olduğu her şey; imân, rızık, yaşadığı her bir saniye, soluduğu her bir nefes, insanın Allah’a şükretmesi ve ona yakınlaşması için bir yoldur. Çünkü Allah insana nimetleri sınırsızca sunan, ona karşılıksız güzellikler bahşedendir. İnsan, eğer şuurlu olarak etrafını gözlemlerse, sahip olduğu tüm güzellikleri Rabbimiz ‘in kendisine sunduğu birer nimet olarak görebilir. Yaşadığımız hayat, doğadaki tüm güzellikler, sahip olduğumuz sağlıklı hayat ve saymakla bitiremeyeceğimiz pek çok şey, Allah’ın bizlere birer nimetidir. Peki, Rabbimiz bizlere onca nimet bahşetmişken, bu nimetlere karşı nankörlük yakışık alır mı? Günümüzde “Bir fincan kahvenin bile kırk yıl hatrı olduğu” söylenirken, bizlere onca nimet veren, sıkıntılarımızı alan, içimizi ferahlatan Rabbimize şükretmek gerekmez mi?.. Sıkıntılı olduğumuzda hep dua ettik, yalvardık, ne kadar aciz olduğumuzun farkına vardık. Fakat sıkıntımız gidince, bunu kendi bilgi ve gücümüzle başardığımızı sandık, sıkıntımızı da acizliğimizi de unutuverdik. Çünkü insan unutkandır.

34

Reyhan AYBAKAN

Gri Edebiyat

Keyfimiz yerinde, işlerimiz yolunda iken Rabbimizin varlığını unutuyoruz. Fakat bir sıkıntı dokununca, kendimizi boşlukta hissettiğimizde Rabbimizi hatırlıyoruz. Aradığımızı elde edinceye kadar dualar dilimizden düşmüyor ama istediğimiz verilince de şükretmeyi unutuveriyoruz. Oysa mahrumken nasıl da dua edip yalvarıyoruz. Kazanmak zorunda olduğumuz bir sınavın öncesinde nasıl da yalvarıp yakarıyoruz! Kısacası acziyetimizi, sıkıntılarımızı, hasretlerimizi, üzüntülerimizi unuttuk. Çıktığımız her basamakta önceki basamağı unuttuk. Sevinçlerimizi yaşamayı da unuttuk. Hâl böyle olunca bulunduğumuz konumdaki sevinçlerimizi yaşayamaz hâle geldik. Bu unutkanlık bizlere şükrü de unutturdu. Hâlbuki kul; yoklukta da varlıkta da her daim Rabbini anmalı, bizlere bahşettiği nimetlerine şükrünü yerine getirmeli. İnsan, elindeki bütün nimetleri bir şükür vesilesi olarak görmeli. Unutmamak lazım ki: “Muhakkak ki kalpler sadece Allah’ı anmakla mutmain olur...”


Şiir

Bir Şiir Yazmak İsterdim Ayşe Aleyna KUŞCU @AleynaaKuscu

Bir şiir yazmak isterdim, Bütün olmazları oldurmuşçasına Bir mısra.. Geceyi çığlıkla bölüp Günü doğmuşluk sevincine boğmak, Yarın mademki bugünden sonra Ben bugünü doyasıya Yaşamak isterdim, İçimde ukte bırakmadan İnsanoğlu sonsuzluğa yol aldıkça Geride bıraktığı sonsuzluğu Bitirdiğinin değil farkında Ben şimdi bir fener! Belki meşale, aydınlık için Ya da bir mum yakmak isterdim, Haksızlığı ansızın Gün yüzüne çıkarırcasına Sonradan pişman olduğum Her şeye, Ama bütün hepsine Erken davranmak isterdim. Ki pişman olmalarım Kalmasın diye sonralara Gülmek isterdim, Bugün aşırılığa kaçmasın niyetiyle Kendimi tuttuklarıma inat Tebessüm sadakasından hallice Hayata bir ‘Kahkaha’!

Bir kalbi diğerinden ayrı Düşünmemek isterdim evvela Şüphesiz yüreklerimiz, Isıtacaktı kasırgaları Farzımuhal çiçekçi olsaydım Sloganlar saçardım dört bir yana ‘Çiçeğin iyisi bizde yetişir, Alanların kalpleri birleşir.’ beytiyle Ey İnsanoğlu! Anlamak anlatmak isterdim Seni defalarca sana Olmadı, olmayacak değil elbet İnce ince işliyorsam fikirlerimi Derinden bir hisle almalıyım nefesimi Sıradaki planı tasarlıyorken Cesur ama tutarlı davranabilmeliyim Oturmuş ağlamak istiyor isem yıllara Son kez yüz ifademi Huzurla şekillendirmeli idim. Sen bana bakma Ne yöne dönsem Düşeceğim dünyadan Ama, Askıda olan bir tek Ben miyim? Tüm bu kuru kalabalığa, Ve tekil ve çoğul Şahıslara rağmen Sınırsız , ıım süresiz sevmek isterdim Asla hayal kurmazcasına..

Satırlara sığmasın isterdim, Ne hüznüm ne kederim Sığmasın ki asırlarca Anlatayım mutluluğu Hiç Bilenlerle Bilmeyenler Bir Olur Mu?

35


Portre

Benim İçin Bediüzzaman Elması şişeye elmasını kırık gibidir.

çevirmek; hakikat camlarla değişmek

Metin KARABAŞOĞLU @mkarabasoglu

Peki, Kur’ân’a yönelik bu fitneye nasıl cevap verilebilir, Müslümanların Kur’ân’la bağını koparmak isteyenlere karşı bu bağ nasıl muhkemleştirilir? Yirmisinde bir genç, o gün bu fitneye karşı Kur’ân’ın ‘sönmez ve söndürülemez bir nur olduğunu göstermek’ gibi bir hedef çizer kendisine.

O

n dokuzuncu yüzyılın sonları. O günlerin dünya hâkimi, ‘üzerinde güneş batmayan’ imparatorluğu İngiltere’nin meclisinde başbakan William Ewart Gladstonu Balkanlarda olup biten olaylardan dolayı Osmanlıyı suçladığı konuşmanın bir yerinde eline Kur’ân alır ve havaya kaldırarak ona ‘lânetli kitap’ deme küstahlığında bulunur ve bu küstahlığı sonraki cümleleriyle şöyle sürdürür: “Bu kitap Müslümanların elinde olduğu sürece, onları medenîleştiremeyiz.” ‘Medenîleştirme’den kasdı gerçekte şudur: boyun eğdirme, teslim alma. İma etmektedir ki Gladstone, Müslümanlar Kur’ân’dan kopmadıkları sürece kendi değerleri adına direnmeye devam edecek, bize teslim olmayacaklar. O halde? O sıralar Bitlis’in en uzak köylerinden birinde doğup büyümüş bir genç, zengin kütüphanesindeki kitaplardan başını kaldırmadığı Van valisinin konağında misafirdir. Kitaplarla birlikte okuduğu Osmanlı gazetelerinden birinde Gladstone’un bu konuşmasından haberdar olur ve henüz yirmisinde bir genç olarak, bunun Kur’ân’a yönelik küresel bir fitne ve suikastin işaret fişeği olduğunu düşünür.

36

Gri Edebiyat

Ama bu, bir günlük, bir haftalık bir iş değildir. Uzun ve ciddi bir yol gerektirir. Bunun da farkındadır. Kendisinin ‘Bediüzzaman’ ünvanıyla anılmasını sağlayacak bir hızla medrese tahsilini tamamlayıp İslâmî ilimlerde bir ihtisasa zaten kavuşmuş haldedir. Müslüman coğrafyada, anadili Kürtçe’den başka Arapça, Türkçe ve Farsça’yı o dillerde kitap, hatta şiir yazacak seviyede bilmektedir. Yanısıra, Batı düşüncesine ve bilimine dair okumalarına devam eder. Hem okur, hem düşünür. Bir müddet sonra, düşündüklerini yazmaya da başlar. İlk yazdığı risale matematiğe dairdir; matematik ise, baştan sona, aklın işlettirilmesini gerektirir. Yazdığı ikinci ve üçüncü kitaplar, mantıkla ilgilidir; mantık ise, doğru ve sistemli düşünmenin yöntemini öğretir. Zaten onların ardından bu kez Muhakemat’ı yazar. Kur’ân’ın ‘Akletmezler mi?’ davetine uygun şekilde, aklı doğru ve yerinde kullanmanın, Kur’ân’ı da hakkıyla anlamanın talimi gibidir ilk yazdıkları. Sonra, bu sağlam zemin üzerinden, eserler birbiri ardısıra gelir. Önce ümmetin derdini kendi derdi olarak bilen Hutbe-i Şâmiye ve Münâzarât gibi eserler, sonra İşârâtü’l-İ’caz tefsiri, ardından Mesnevî-i Nuriye. Billur gibi bir Arapça’yla yazılmış bu iki eserin ardından bir dizi küçük risale gelir, sonra da hayatının meyvesi niteliğindeki Risale-i Nur Külliyatı…


Bediüzzaman’ın gençlik günlerinden ömrünün nihayetine bu hayat yolculuğu, hayatını bir büyük hakikat uğruna adamanın ve bu adanmışlığın hakkını verecek şekilde bir donanımla yaşamanın bir örneğidir. Kendisi, “İnsanın kıymeti himmeti nisbetindedir, himmeti ise hedef ittihaz ettiği maksadın derece-i ehemmiyetine bakar” der bir eserinde. Büyük bir yükü omuzlamanın insanın kıymetini de, gayretini de nasıl büyüttüğünü onun hayatında görürüz. “Kimin himmeti milleti ise o tek başına bir millettir.”

Kaşığını kırıldı diye atıveren talebesine ‘Ama o bu kadar sene bana hizmet etmişti’ diye gönül koyan, mecburen ‘ayırıldığı’ Barla’ya yirmi sene sonra geldiğinde dalları üstüne yaptığı ağaç evde geceler boyu tefekkür ve zikirde bulunduğu çınar ağacını yirmi yıllık bir dosta yeniden kavuşmuş gibi sarılıp ağlayan bir vefa nişanesi…

Bu yolculuğa sadece akılla çıkmış da değildir kendisi. Aklı elbette işlettirir; ama kalble beraber. “Ger fikret-i beyzada süveyda-yı kalb olmazsa, halita-i dimağî ilim ve marifet olmaz; kalbsiz akıl olamaz” der bir başka eserinde. Yani, kalbsiz akıl, gözün beyaz kısmı gibidir ona göre. Kalb ise, o beyaz gözdeki siyah nokta; akıl, hakikati kalble beraber görür. O halde, akıl-kalb beraberliği içinde gerçekleşmelidir müminin hakikatle teması ve hakikate daveti. Dahası, bu davete, dünyevî hiçbir hesap da karışmamalı; hakikate hizmetin mükâfatı yalnız ve yalnız Allah’ın rızası olmalı, ücreti de yalnızca bu hizmette bulunmanın sevinci olmalıdır. Bu sebeple Sultan Abdülhamid’in tahsis ettiği maaşı da kabul etmez, Mustafa Kemal’in makam ve maaş teklifini de. Hayatı boyu kimseden maddî yardım kabul etmez, hediye dahi almaz. Sebebini, ‘ihlas’ ilkesiyle; ‘uhrevî bir hizmeti dünyevî bir menfaate âlet etmeme’ hassasiyetiyle açıklar. Böyle bir şey, elması şişeye çevirmek; hakikat elmasını kırık camlarla değişmek gibidir ona göre.

Bediüzzaman Said Nursî (1878-1960) deyince aklıma ilk gelen hususlardır bunlar. Bu özelliklerdir ki, hayatı nice insana ilham vermiş; yazdığı risaleler nice insanın hidayetine vesile olmuştur. Benim için öyledir meselâ. Kur’ân’la, sünnetle, namazla ve İslâmî mirasın bütün değerleriyle tanışmama vesiledir. On beş yaşında Risale-i Nur’u okumaya başladığım gecenin sabahı ilk işim namaza başlamak olmuştur. Kur’ân’ı okumayı öğrendiğim haftalar ise, onu okumaya başladığım günden sonraki iki haftalardır. Benim için Bediüzzaman, Elde Kur’ân gibi bir mu’cize-i bâki varken, Başka burhan aramak aklıma zâid görünür. Elde Kur’ân gibi bir burhan-ı hakikat varken, Münkirleri ilzam için gönlüme sıklet mi gelir? diyebilen insandır herşeyden önce. Henüz risalelerini okumadan önce, henüz on bir yaşında iken bir sünnet davetiyesinde, “Sünnet-i seniyye edeptir. Hiçbir meselesi yoktur ki, altında bir nur, bir edep bulunmasın” sözünü çok beğenip ezberime aldığım; risalelerini okumaya başladıktan sonra, Efendimiz aleyhissalâtu vesselamın ubudiyeti ve risaletiyle hayatını bilmenin, tanımanın, anlamanın ve sevmenin kapılarını bana aralayan insandır. İslâmî mirasla tanışmamın da vesilesidir. Bir Ege ilçesinde, medrese, tekke görmemiş bir gencin İslâmî ilimler, irfan ve ahlâk mirasıyla tanışması, onun yol göstericiliğinde olmuştur. Benim için, imanla, namazla, Kur’ân’la ve Peygamberle tanışmanın vesilesi olmanın ötesinde; Hiç Bilenlerle Bilmeyenler Bir Olur Mu?

37


gönül koyan, mecburen ‘ayırıldığı’ Barla’ya yirmi sene sonra geldiğinde dalları üstüne yaptığı ağaç evde geceler boyu tefekkür ve zikirde bulunduğu çınar ağacını yirmi yıllık bir dosta yeniden kavuşmuş gibi sarılıp ağlayan bir vefa nişanesi… Şefkatin ve vefanın, insanı nasıl incelttiğini de göstermiştir bana. İnsana o kadar hizmet eden bir mahlûka hakaret anlamında ‘eşek’ denilmesinden rahatsız olmasını; talebelerine, çalışkanlığına ve gördüğü o kadar işe atıfla ‘işlek o, işlek’ demesini unutamam meselâ. Hayata saygının bir nişanesi olarak, dağda bayırda yeşil tek bir dalın bile kırılmasına müsaade etmeyip odun olmak üzere sadece kuru dalları toplatmasını… Bir kertenkeleyi öylesine öldüren genç bir talebesine verdiği ‘hayata saygı’ dersini...

‘insan’ı tanımanın da yolunu göstermiş bir isimdir Bediüzzaman. “Yüz kapılı bir saray”dır ona göre insan; bir kapı kapalı diye terkedilmez. Hele ki gençler… Onun, bir mektubunda söylediği üzere, her genci kendisine ‘arkadaş’ bilmesi meselâ. Eskişehir Hapishanesinin penceresinden karşıdaki lisenin bahçesinde oynayan gençlere baktığında, kendi hapsini değil de onların akıbetini düşünüp ağlayışını unutamam. Öyle de bir şefkat kahramanıdır. O şefkat ki, Eğirdir gölü üzerinden Barla sürgününe doğru yol alırken de, kendisine refakat eden jandarma erinin keklik avı peşinde olmasına karşı, kendi akıbetini değil o kekliğin hayatını düşündürecek, “Evladım, onun da yuvasında bekleyenleri var” diyerek jandarmayı bu avcılıktan alıkoyacaktır. Benim için Bediüzzaman, “Vefa imandandır” buyuran Hz. Peygamber’in yürüdüğü yolda, vefadarlığın da bir timsalidir. Sürgün yeri Barla’da tanıştığı, sonra müessif bir kazayla vefat eden dostu, talebesi Muallim Ahmed Galib’in evini sürgünü bitip serbest dolaşır hale geldiği zamanda, aradan yirmi yıl geçmiş de olsa ziyaret eden bir vefa nişanesidir. Kaşığını kırıldı diye atıveren talebesine ‘Ama o bu kadar sene bana hizmet etmişti’ diye 38

Gri Edebiyat

Diğer taraftan, “Ben de bir talebeyim; ders arkadaşınızım” sözünü ona söyleten tevazuunu. “Akla kapı açmak, ihtiyarı elinden almamak” diye özetlediği hakikate davet üslubunu. “Benim sözümü de ben dedim diye kabul etmeyiniz” diyerek, insanları duyduğu her sözü Kur’ân ve sünnet mihengine ve akıl terazisine vurmaya davet edişini; kimseyi ilminin ve faziletinin esiri etmeyişini… Benim için hayatı ve eseriyle, bizi âlemler Rabbini tanımaya ve yalnız O’na kul olmaya; O’nun Kitabını rehber ve peygamberini kılavuz edinmeye; Allah’ın kullarını kendine kul edinmemeye ve kula kulluk etmemeye dair bir yol haritası sunan isimdir Bediüzzaman. Hakikati kendi tekelinde görmemenin, “Güzel yalnız benim gördüğümdür” tekelciliğine düşmeden “Gördüğüm güzeldir” diyebilmenin yolunu gösterendir. Ben güzel görmeyi ve düzgün düşünmeyi ondan öğrendim. Dahası, bunun yalnız ona has bir şey olmadığını da bana o öğretti. Kur’ân’a hizmet eden, Peygambere ümmet olan herkesi sevmeyi... Farklılıklarımızın çatışma sebebi değil, birbirimizi tamamlamak için bir imkân ve zenginlik olduğunu. “Bu zamanın en büyük farz vazifesi, ittihadİslâm’dır” diye bilip, bir vücudun organları gibi o farklılıkları anlamlı ve hayatlı bir bütün içinde değerlendirmenin çabası ve duası içinde olmayı… Ona ve hakikat yolunda bize yol gösteren bütün değerlerimize selam olsun…


Deneme

Uhud Bizi Sever, Biz de Uhud’u Severiz Kutsal emanet odasının temizliği sırasında kalkan tozları kir olarak görmeyip, onları özel bir yerde toplayan, o tozları temizleyen süpürgeleri bugün elimize kalacak şekilde hürmetle saklayan ecdad gibi sevmek... Ömrü boyunca Peygamberimizin ayak izini sorgucunda taç yapıp taşıyan Sultan Ahmed gibi sevmek... Efendimizin (s.a.v) hasretine dayanamayıp içini çeke çeke, inleye inleye ağlayan kütük gibi sevmek... Yanmayı gönülden isteyen ve bu dünyadan yanarak göçen Peygamber âşığı Yaman Dede gibi sevmek...

Fatmanur ÖZTÜRK @yaziyoruokuyorr

S

evmek... Ama nasıl bir sevmek? Efendimizin (s.a.v) ‘’Uhud bizi sever, biz de Uhud’u severiz.’’ buyurduğu dağ gibi sevmek. Uhud sever mi yâhû? Dağ değil mi o? Sever. Muhatap, Efendimiz (s.a.v) ise Uhud, dağ gibi sever. Dağlarca sever... Miraç hadisesi üzerine: ‘’Peygamberiniz bir gecede Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya, oradan da Sidret’ül Münteha’ya gidip gelmiş, buna ne diyeceksin?’’ diye kendisine sordukları vakit, ‘’Eğer bunu O (s.a.v) söylüyorsa doğrudur!’’ diyen Ebu Bekr-i Sıddık gibi sevmek... Üstad Necip Fazıl merhumu rahmetle anmanın vaktidir şimdi. ‘’Gözüm, aklım, fikrim var deme hepsini öldür Sana çöl gibi gelen O göldür diyorsa göldür!’’ Kutsal emanet odasının temizliği sırasında kalkan tozları kir olarak görmeyip, onları özel bir yerde toplayan, o tozları temizleyen süpürgeleri bugün elimize kalacak şekilde hürmetle saklayan ecdad gibi sevmek... Ömrü boyunca Peygamberimizin ayak izini sorgucunda taç yapıp taşıyan Sultan Ahmed gibi sevmek... Efendimizin (s.a.v) hasretine dayanamayıp içini çeke çeke, inleye inleye ağlayan kütük gibi sevmek... Yanmayı gönülden isteyen ve bu dünyadan yanarak göçen Peygamber âşığı Yaman Dede gibi sevmek...

Sultan Ahmed, Sultan Kayıtbay Camii’nde bulunan Peygamberimizin ayak izini alıp, Sultan Ahmet Camii’ne getirir. Ve bir gece rüyasında bütün hükümdarların Efendimizin karşısında edeple oturduğunu, Sultan Kayıtbay’ın kalkıp Efendimizin huzuruna geldiğini ve ‘’Sultan Ahmed Han’dan davacıyım Ya Resulallah. Benim Camii’mden sizin mübarek kadem-i şerifinizi aldı getirdi, izinsiz kendi Camii’ne koydu.’’ dediğini, bunun üzerine Efendimizin ‘’Derhâl o kadem-i şerif yerine konulsun.’’ diye buyurduğunu gördü. Kan ter içinde uyunan Sultan Ahmed, Üsküdar’da bulunan Aziz Mahmud Hüdayi Hz.’lerine koştu. Rüyasını anlattı. Mürşidi bunun üzerine: ‘’Ne diyebilirim? Rüya açık, tabiri açık, emir kesin. Derhâl yerine getirilsin Sultanım.’’ dedi ve Sultan Ahmed o sözü dinledi ama mübaHiç Bilenlerle Bilmeyenler Bir Olur Mu?

39


rek kadem-i şerifin bir resmini çizdi, içine ise şunları yazdı ve ömrü boyunca sorgucunda taşıdı: ‘’N’ola tâcım gibi başımda götürsem dâim Kadem-i pâkini ol hazret-i şâh-ı rusülün Gül-i gülzâr-ı nübüvvet o kadem sahibidir Ahmedâ durma yüzün sür kademine o gülün...’’ Efendimiz, ashaba toplu olarak bir şey söyleyeceği zaman bir kuru hurma kütüğüne sırtını dayayıp o şekilde hitabette bulunurlarmış. Sonra cemaat çoğalıp, arkada kalanlar Efendimizi göremez hâle gelince, bu şikâyet Efendimize arz edilmiş. Bunun üzerine üç basamaklı bugünkü minber diyebileceğimiz bir merdiven yapılmış. Efendimiz hutbeye o merdivenle çıkınca ortalığı bir hıçkırık sesi almış. Hıçkırık sesini herkes duymuş ama kimse nereden geldiğini anlayamamış. Efendimiz merdivenden inip, daha evvel sırtını dayadığı hurma kütüğünün yanına gitmiş, O’na sarılmış, O’nu okşamış ve O’na: ‘’Ağlama. Niye ağlıyorsun?’’ demiş. Kütük: ‘’Şimdiye kadar sırtınızı bana dayıyordunuz. Şimdi oraya gittiniz. Sizden ayrı kaldım. Ona ağlıyorum.’’ diye cevap vermiş. Bunun üzerine Efendimiz: ‘’Bu muhabbetine karşılık, şimdi Rabbime duâ edeyim. Seni tekrar meyve veren ağaç hâline mi getirsin yoksa seni burada muhafaza edelim ama ahirette benimle beraber ol. Hangisini istersin?’’ buyurmuş. Kütük: ‘’Ahirette sizinle olmayı isterim Ya Resulallah.’’ demiş ve Efendimiz minberin altına çukur kazdırıp, kütüğü oraya gömdürmüş... Yaman Dede... Hep yanmaktan bahseder: ‘’Cemâlinle ferahnâk et ki yandım ya Resulallah.’’ der bazen. Bazen ‘’Yanan kalbe devâsın sen...’’ diye seslenir. Bazen ‘’Ağlatma da yak, hâl-i perîşânıma 40

Gri Edebiyat

bakma!’’ der. Serdar Tuncer’den duymuş idim. Son nefesini verirken doktorlar ateşini düşürememiş ve o yüksek ateşten sebep vefat etmiş. O kadar samimi, o kadar gönülden, o kadar kalpten istemiş ki ‘’Yak!’’ demeyi, Cenâb-ı Hak manen yakmış, nasıl yaktığını biz ifade edemeyiz belki... Zahiren de yakmış, yanarak gitmiş... İşte böyle bir Peygamber âşığının Efendimiz (a.s.v)’a niyâzıdır: ‘’Cemâlinle ferahnâk et ki yandım ya Resulallah...’’ Fanilere verilen bu muhabbet muhakkak ki Bâkî olan Rabbimizin rahmetinden bir zerredir... ‘’Biz seni âlemlere rahmet olarak gönderdik.’’ Bu ne demek? Gülün kokusu, bebeklerin yüzündeki tebessüm, masmavi gökyüzü, bülbülün sesi, insanın kalbi, denizdeki dalgaların kayalıklara vurduğu vakit çıkardığı o güzel ses, aklınıza ne geliyorsa yaratılmış manasına, her şey O rahmetten istifade etmekte. O rahmetten istifadesi kadar güzelleşiyor her şey. Var olmaya devam ediyor. Ve hatta ‘’Levlâke levlâk lemma halaktü’l eflâk...’’ Sen olmayaydın âlemleri yaratmazdım. Her şey O’nunla var, O’nun için var, O’nun hatırına var. Ramazan da O’nun hatırına var. Ramazanda oruç tutan mümin de O’nun hatırına var. İftarın sevinci de O var diye var. Bir bardak çay da O var diye var. O var olmasaydı bütün varlar yok oluverecekti. Akif’in şu dizeleri yokluyor kalbimi: ‘’Dünya neye sâhipse, onun vergisidir hep; Medyûn ona cem’iyyeti, medyûn ona ferdi. Medyûndur o ma’sûma bütün bir beşeriyyet... Yâ Rab, bizi mahşerde bu ikrâr ile haşret...” Âmin...


Röportaj

Faruk Beşer: Dünya İlginç Bir Noktaya Doğru Gidiyor İmam hatiplerde öğretmenlik yapan arkadaşlardan aldığımız bilgiye göre namaz kılma oranı %10-15 kadar. Namaz kılma oranı imam hatipte bu kadar olursa diğer okulları siz düşünün. Bu korkunç bir tehlike.

Konuşan: Ahmet Can Koraş, Hamza Kızılkaya Faruk Beşer kimdir? Bize biraz kendinizden bahseder misiniz? Hamza’nın dayısı. Faruk Beşer de sizin gibi bir insan 1952’de doğmuş. Erzurum İslami ilimler Fakültesi’ni bitirmiş aynı fakültede doktora yapmış. Biraz Diyanet’te çalışmış, yurtdışında Malezya’da ve Dubai’de hocalık yapmış, Amerika’da biraz bulunmuş, Sakarya Üniversitesi’ndeki hocalığından sonra Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ne gelmiş ve altı yıldır da burada hocalık yapan bir insan. İlim yolculuğunuz nasıl başladı? İlim yolculuğum babamın bana dağın başında Kuran-ı Kerim’i ve tecvidi öğretmesi ile başladı. O bize sürekli okuma merakını aşıladığı için hep okumak istedim. Hatta ailemizin imkânı olmadığı halde imam hatip okuluna giderken anneme ve babama çok defa yalvardım. Lazım olan 50 lira kayıt parasını zor bulduk, kayıt olduk. Böylece imam hatip okuluna adım atmış oldum. Allah lütfetti. Ailemin hiç ilgilenemediği, harçlık veremediği halde kendi imkânlarımla önce imam hatibi bitirdim sonra da üniversiteye girdim. Doktora, mastır, yurtdışı derken Allah bugüne kadar gelmeyi nasip etti. Aileniz size destek oldu mu? Tabii ki, çok destek oldu. Babam dediğim gibi okumayı çok seven, okumayı çok teşvik eden birisi idi. Annem de buna karşı çıkmıyordu ama dediğim gibi maddi imkânımız yoktu. Bunun için ortaokula kaydolma konusunda epeyce uğraştım. Ondan sonra ne gerekiyorsa kendi dar imkânlarıyla yaptı-

lar, yapabilecekleri her şeyi yaptılar ama o zaman yapabilecekleri şeyler çok azdı. Onlar ellerinden geleni yaptılar geriye kalanı Allah lütfetti, kendim yapmaya çalıştım ve böylece bu ilim yolculuğunu, -eskiler buna rihlet derler- rihleti buraya kadar getirmiş olduk. Zorluklara göğüs germenize en çok etki eden ne oldu? En çok etki eden ilme olan merakım ve çok naçar şartlarda, imkânsızlıklar içinde yetişmiş olmamdı. Muhtemelen bu nedenler beni okumuş ve bu sıkıntılardan kurtulmuş bir insan olma noktasında zorladı. Okuyanlara gıpta ediyordum. O gıpta beni okumaya teşvik etti. İlmin zaten öyle bir özelliği vardır. İlim bir takım alışkanlıklar gibi insanı sürekli bağımlı kılar. Öğrendikçe öğrenme merakınız artar. Ben de öğrenmeye başladıktan sonra ilim Hiç Bilenlerle Bilmeyenler Bir Olur Mu?

41


merakı beni motive etti ve motivasyon şu anda en yüksek noktasına çıktı ama yaşım da ilerledi. Yani şu anda ilmin, bilginin, öğrenmenin ne anlama geldiğini çok daha iyi anladım. İlme karşı, öğrenmeye karşı çok daha iştiyakım oluştu. Fakat şimdi fazla çalışamıyoruz, yoruluyoruz. Demek ki bu işi yaş ilerlemeden yapmak lazım. Hedeflediğiniz yerde misiniz? Hem evet hem de hayır. Evet çünkü okulda okurken bir hayal olarak düşünmek var; bir de gerçekçi olarak düşünmek var. Hayal olarak çok ileri bir noktada olmak istiyordum: Peygamberden sonraki en büyük insanlar olan müçtehitler gibi olmak, İslam adına dünyaya meydan okumak, yanlışları düzeltmek, İslam’a yapılan itirazlara cevap vermek… Bu ideal bir hedefti. İdeal hedef hiçbir zaman gerçekleşmez. Gerçekçi olarak ise gidebileceğimi düşündüğüm noktanın çok ilerisindeyim. Yani şu anda geldiğim noktaya gelebileceğimi baştan düşünmüyordum ama ideal olarak dediğim gibi çok daha ileriyi arzuluyordum. Hayal öyledir; hep en sonunu düşündürür. Hayal olarak hedeflediğim yere gelemedim tabii ki ama gerçek dünyada şu kadar gidebilirim dediğim noktayı çoktan geçtim elhamdülillah. Kendi döneminizle kıyasladığınızda bizim dönemimizde ilme ve bilgiye ulaşmak bakımından hangisi daha zor? Sanıyorum şimdiki daha zor. Çünkü ilim öyle enteresan bir şey ki rahatlıklar içinde olmuyor. İlimde önemli olan kalp ve kafa. Maddi imkânlar çoğaldıkça insanlar maddi imkânları kullanmak istiyor, yemek-içmek istiyor, gezmek istiyor, teknolojik aletleri kullanmak istiyor. Bunlar da zamanı zayi ediyor, insanda bir kayıp meydana getiriyor. Bu

42

Gri Edebiyat

açıdan da şu anda ilmin engelleri çok. Her şeyin bir engeli vardır, ilmin pek çok engeli vardır derler. Şimdiki engeller bizim zamanımızdan daha fazla. Ama başka bir açıdan bakarsak eski zamanlara göre şimdi bilgiye ulaşmak çok kolay. Bizim gençliğimizde okuyacak kitap bulamıyorduk. Bize kitap tavsiye eden insanlar 5-6 kitaptan fazla kitap ismi söyleyemiyordu. Şu anda yüzlerce kitap var ve bu yüzlerce kitap içerisinden hangi kitabı okuyacağımızı seçmek zor. Eskiden bilgiye ulaşılamıyordu, şu anda her taraftan bilgi akıyor. Fakat bunu ayıklamak zor. Bir takım programlar da o kadar ilginç şeyler var ki. Ben cebimde 15.000 kitap taşıyorum. Bilgisayara taktığım zaman onların hepsini tarayabiliyorum fakat bu kadar çok bilgiyi ayıklamak; hangisinin işe yarayacağını, hangisinin yaramayacağını bilmek bilgi aramaktan daha zor. Eskiden bilgi arayıp bulamıyordun, şimdi her taraftan bilgi akıyor ama hangisini alacağını bilmiyorsun. Bu da insanın zihnini yoruyor ve insanı sıkıntıya sokuyor. İnsan bugünün zevk-ü sefasına kapılmamayı bilse; ilme ulaşmak, bilgiye ulaşmak tabii ki çok kolay. Çok kısa zamanda müthiş mesafeler alabilirsin. Lakin bunların engeli de var. Şeytanların mutasyona uğramış halleri var: Modern şeytanlar. Bu modern şeytanlar sizi ilim öğrenmeye bırakmıyor.

Şu anda Asım’ın Nesli olarak anılan imam hatip neslini kültürel ve ahlaki olarak yeterli buluyor musunuz? Hiç bulmuyorum. Biz imam hatibe gittiğimizde ülkede müthiş bir sağ-sol çatışması vardı ve iki taraf da imam hatip öğrencilerini düşman olarak görüyordu. İmam hatipliler de kendilerini sürekli yeniliyordu, heyecan duyuyorduk. Şu anda böyle bir durum yok. Herkes birbirine karışmış vaziyet-


te. Şimdi insanların zamanını israf edeceği, zevk-ü sefaya dalacağı dünya kadar eğlendirici şey var. Yatağa yatıyor, eline telefonu alıyor, bir yandan film seyrediyor. Ayağa kalkıyor başka bir şey seyrediyor, sokağa çıkıyor başka bir şey seyrediyor… Dolayısıyla insanı meşgul edecek çok şey var. Bu sebeple de imam hatip öğrencileri diğerleri kadar olmasa da dünyevileşmiş. Şu andaki gençlik; hedefi dünya olan; zevk-ü sefayı, gönlünce yaşamayı hedefleyen; ahiret gibi bir düşüncesi çok olmayan bir gençlik. İmam hatiplerde öğretmenlik yapan arkadaşlardan aldığımız bilgiye göre namaz kılma oranı %10-15 kadar. Namaz kılma oranı imam hatipte bu kadar olursa diğer okulları siz düşünün. Bu korkunç bir tehlike. Bu ümmeti uyandıracak olan, ayağa kaldıracak olan nesil imam hatip neslidir. Dolayısıyla imam hatip neslinde böyle bir çürüme varsa o zaman diğer öğrencilerin nasıl olduğunu bir düşünün. Bu açıdan imam hatipleri tekrar o eski heyecanına nasıl kavuşturacağımızı düşünmek lazım.

O da bir genç eğer namazını dosdoğru, düşünerek kılabiliyorsa gerisi kolaydır. Gerisi kendiliğinden gelir. Bizim zamanımızda okullar arası müsabakalar olurdu. Bu müsabakalarda çok büyük bir heyecanla ve kazanmak için oynardık. Yenilme durumunda gözlerimizden yaşlar gelirdi. Şimdi öyle bir heyecan yok maalesef.

Genç nesilden beklentiniz, beklentileriniz neler? Bize nasihatte bulunur musunuz? Gençlikten ümmetin geleceğini kurtarmalarını istiyoruz. Dünya ilginç bir noktaya gidiyor, kötü bir noktaya. Ümmet-i Muhammed perişan bir vaziyette. Her taraftan saldırıya maruz kalıyoruz. Türkiye birazcık ayağa kalkmaya çalıştığı için herkes Türkiye’nin üzerine çullandı. Beklentilerimiz bunu fark edip ümmetin geleceğini bir adım daha olsun ileriye doğru götürülmesi için çalışmak, çabalamak. Gençliğin bunu başarabilmesi için de çalışmayı, okumayı öğrenmesi gerekiyor. Eğer çalışmayı, okumayı öğrenmiyorsa imam hatip gençliğinin bu hedefe ulaşması çok zor. Yani diğerleri gibi hayatını yaşamaya alışırsa bunu yapamaz. Bunu yapabilmesi için birinci olarak çok okuması lazım. İkincisi ise benim test ederek, deneyerek gördüğüm bir şey vardır ki: Bir genç eğer namazını dosdoğru, düşünerek kılabiliyorsa gerisi kolaydır. Gerisi kendiliğinden gelir. Bu onu her türlü kötülükten muhafaza eder ve her türlü iyiliğe karşı da teşvik eder. Gençlik çok okumalı. Bir de biz geçiciyiz, bu dünya geçici. Bunun farkına varmalıyız. Beş vakti dosdoğru kılarsak Allah’ı unutmamış, ahireti unutmamış, dünyayı anlamış oluruz. Son olarak gençlere önemli bir tavsiye de: Allah’tan kendilerini koruması için çok dua etmelerini tavsiye ediyorum. Allah razı olsun hocam.

Hiç Bilenlerle Bilmeyenler Bir Olur Mu?

43


Makale

Duanız Olmasa Allah-u Teâla’nın dualarımızı kabul etmemesi O’nun bize bir zulmü değildir. Bu ancak bizim doğru İslâm yolundan uzaklaşmamızın doğal bir neticesidir.

İbrahim BOUZİDANİ Arapça aslından çeviren: Kübra AKTAŞ

‫ِسم ٱللَّ ِه ٱل َّرح َٰمنِ ٱل َّر ِح ِيم‬ ِ ‫ب‬ İnsan, Müslümanların hâlini düşündüğünde büyük bir belaya duçar olduklarını, çokça dua etmelerine rağmen içinde bulundukları hâlin değişmediğini görür. Bundan dolayı insanın aklına şu soru gelebilir: “Bize ne oluyor da Allah’a dua ettiğimiz hâlde dualarımız kabul edilmiyor?” Bu ve benzeri sorgulamalar tefekkür ve tedebbüre ihtiyaç hissettiriyor. İşte bu tefekkür ve tedebbür, bu büyük musibetin arkasında yatan gerçek sebeplerin bilinmesidir ki o da duanın kabul edilmemesidir. Bizden önce de buna benzer soruları, birtakım insanlar zamanlarının âlimlerine sormuşlardı. Rivayet edilir ki; İbrahim bin Ethem, Basra çarşısında dolaşırken insanlar etrafına toplanıp ona “Ey Ebu İshak, Allah sana rahmet etsin! Bize ne oluyor da Allah’a dua ettiğimiz hâlde dualarımız kabul edilmiyor?” dediler. Bunun üzerine İbrahim bin Ethem şöyle dedi: “Kalplerinizi şu on şeyle katılaştırdınız: Allah’ı tanırsınız, ama hakkını edâ etmezsiniz; Resûlullah’ın sevgisini iddia edersiniz, ama O’nun sünnetiyle amel etmezsiniz; Kur’an-ı okursunuz, ama onunla amel etmezsiniz; Allah’ın verdiği rızıklardan yersiniz, ama onun şükrünü edâ etmezsiniz; Şeytan’ın düşmanınız olduğunu söylersiniz, ama ona muhalif hareket etmezsiniz; Cennetin hakk olduğunu söylersiniz, ama onun için amel etmezsiniz; Cehennemin hakk olduğunu söylersiniz, ama ondan uzak durmazsınız; ölümün hak olduğunu söylersiniz, ama onun için hazırlanmazsınız; ölülerinizi gömersiniz, ama onlardan ibret almazsınız. Uykularınızdan uyanır uyanmaz kendi ayıplarınızı unutup insanların ayıpları ile meşgul oldunuz.”

44

Gri Edebiyat

Kardeşim, İbrahim bin Ethem’in söyledikleri şu anki halimize uygun düşmüyor mu? Kardeşim, nefsini bu hastalıklardan arındırdın mı? Yoksa nefsin bu şerlere mi itaat ediyor? Dua ederkenki halimizi bu on hastalıkla beraber görüyoruz. Bahsi geçen hastalıkları düşündüğümüzde bunların mühim bir sıfatta birleştiğini görüyoruz ki bu amelin bulunmaması yani amelsiz ilimdir. Allah Subhanehu ve Teâla, Saff suresinde bizi bu tehlikeli sıfat hususunda ikaz ediyor ve şöyle buyuruyor: “Göklerdekiler de, yerdekiler de Allah’ı tesbîh ve tenzih eder. O mutlak galip, hüküm ve hikmet sahibidir. Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyi niçin söylüyorsunuz?” (Saff 2-3) Allah’ı, isimlerini ve sıfatlarını bildiğimizi iddia ediyoruz fakat Allah’ın hakkını yerine getiriyor muyuz? Allah’ın sır olanı bildiğini ve sakladığının farkındayız da tek başımıza kaldığımızda Allah’tan haşyet duyuyor muyuz? Rasulullah’ı sevdiğimizi iddia ediyoruz da sünnetine tâbi oluyor muyuz? Allah-u Teâla Âl-i İmrân suresinde şöyle buyuruyor: “Ey Rasulüm! De ki: ‘Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Çünkü Allah çok bağışlayan ve merhamet edendir.” (Âl-i İmrân 31)


biliyor ancak ona tam manasıyla hazırlanmıyoruz. Hemen hemen her gün cenaze veya mezarlık gördüğümüz halde gördüklerimizden ders almıyoruz.

Görüyoruz ki Müslümanların çoğu Kur’ân-ı Kerîm’i ezberliyor ki bu güzel bir şey. Ancak Kur’ân-ı Kerîm’le amel ediyor muyuz? Buna misal verecek olursak; Allah-u Teâla İsrâ suresinde bize ana babaya itaati emrediyor ve şöyle buyuruyor: “Rabbin, kendisinden başkasına kulluk etmemenizi ve anaya babaya ihsanı, iyiliği ve güzel davranmayı emretti.” (İsrâ 23) Peki biz Allah’ın bize emrettiği gibi ana babamıza hürmet ediyor muyuz? Buna ek olarak Allah’ın bize ihsan ettiği nimetlerin çokluğuna ve fazlına rağmen üzülerek söylüyorum ki çoğumuz Allah’a bunlar için şükretmeyi unutuyoruz. Allah-u Teâla Sebe Suresi’nde şöyle buyuruyor: “Kullarımdan layıkıyla şükreden azdır.” (Sebe 13) Sonra biz Şeytanın düşmanımız olduğunu iddia ediyor ve onun adımlarına uyuyoruz. Allah-u Teâla Şeytanın şerrinden bizi uyararak Bakara Suresi’nde şöyle buyuruyor: “O size ancak kötülüğü, hayâsızlığı ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi, iddia etmenizi emreder.” (Bakara 169) Ancak biz kötülük ve rezillikleri işleyip duruyor ve haramlara dalıyoruz. Sonra da Cennet’in, Cehennem’in ve ölümün hakk olduğunu iddia ediyoruz ama farz ve nafilelerle cenneti hedeflemiyoruz. İsyan ve günahlardan sakınmakla da cehennemden uzak duramıyoruz. Ölümün hakk olduğunu

İnsanların ayıplarıyla ilgilenmemiz ve kendi ayıplarımızı unutmamız yahut bunu bilmezden gelmemiz de tehlikeli hastalıklardan birisidir. Bundan dolayı da Allah ve Rasulullah ‫ ﷺ‬bu iş hususunda bizi uyarmasına rağmen insanları çekiştirmeye, hata ve kusurlarını araştırmaya başladık. “Ey diliyle iman edip kalbiyle iman etmeyenler! Müslümanların gıybetini yapmayın, kusurlarını araştırmayın. Her kim kardeşinin kusurlarını araştırırsa, Allah da onun kusurlarını araştırır. Allah kimin kusurlarını araştırırsa, onu evinin içinde bile rezil eder.” Kardeşim, öyleyse Allah-u Teâla’nın dualarımızı kabul etmemesi O’nun (Subhanehu ve Teâla) bize bir zulmü değildir. Bu ancak bizim doğru İslâm yolundan uzaklaşmamızın doğal bir neticesidir. Hakikaten Allah-u Teâla, bir şartla dualarımızı kabul edeceğini ve bize yardım edeceğini vaad etti. Nitekim Allah-u Teâla Muhammed Suresi’nde şöyle buyuruyor: “Ey iman edenler! Eğer siz Allah’a, O’nun dininin yayılmasına ve hayata geçmesine yardım ederseniz, O da size yardım eder ve ayaklarınızı sabit, sağlam tutar; güç ve sebat verir.” (Muhammed 7) Bu demek oluyor ki, Ey imân edenler! Öncelikle Allah ve Rasulü’ne itaat etmeniz şartıyla size yardım edeceğiz ve dualarınıza icâbet edeceğiz. Öyleyse kardeşim unutma ki Allah’tan uzaklaşmamız, Allah’ın dualarımızı kabul etmemesinin ve hezimete uğramamızın bir sebebidir. Yardımı hak edebilmek ve dualarımızın kabul olması için yapmamız gereken ilk iş Allah-u Teâla’ya dönmektir.

Hiç Bilenlerle Bilmeyenler Bir Olur Mu?

45


Peygamberimiz’in (s.a.v) Mizah Anlayışı Bir gün çarşıya nefis bir bal geldiğini gördü. Hz. Peygamber’e getirip hediye etti. Ancak balın parasını vermemişti. Satıcıyı Hz. Peygamber’e getirdi ve O’ndan parasını almasını istedi. Hz. Peygamber de ona “Hani hediye etmiştin?” deyince Nuayman “Ya Rasûlullah! Bu güzel balı senin yemeni çok istedim, param olmadığı için böyle yaptım.” dedi.

İ

46

Ayşenur AYDIN

slam dini, medeniyetinin temelleri Medine’de atıldıktan sonra Efendimiz ’in (s.a.v) üstün ve güzel ahlakı sayesinde gelişti. O’nun (s.a.v) mübarek hayatı ve tebessüm dolu çehresi İslam filizinin şekillenmesine ve insanların hayatlarının merkezine İslam’ı koymalarına vesile oldu. İslam gibi yüce bir dini temsil eden bir elçinin de zaten böyle bir ahlaktan uzak ve aykırı bir yaşantı sürmesi düşünülemezdi. Efendimiz (s.a.v) hayatının her alanında belli ölçülere riayet ederdi. Attığı her adımdan, yediği her lokmaya varıncaya kadar her şeyi belli bir düzen içerisindeydi. Hiçbir şeyde aşırıya kaçmaz ve ashabına daima itidal üzere olmayı tavsiye ederdi. Toplumsal ilişkilerinde ise bu ölçülere ayrı bir önem gösterir, insanların kalbini kırmamak ve gönüllerini incitmemek için elinden geleni yapardı. Sahabe ile arasındaki muhabbeti canlı tutmak, onların dikkatlerini kendi üzerine çekmek ve onlarla arasındaki sevgiyi perçinlemek için güzel sözler söyler ve onlarla şakalaşarak gönüllerini alırdı. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de O’nun bu vasfı için: “Allah’ın rahmetiyle sen onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba ve katı kalpli olsaydın, şüphesiz etrafından dağılır giderlerdi.” (Âl-i İmran,3/159) buyurulmaktadır.

lerine uymuştur. Ebû Hureyre’den rivayet edilen bir hadis-i şerife göre ashaptan bazıları Rasûlullah’a “Ya Rasûlullah, sen de bizimle şaka yapıyorsun.” dediklerinde, Hz. Peygamber “Şaka yaparım ama sadece doğruyu söylerim.” buyurmuştur. Burada söz konusu olan, yapılan şakaların mutlaka doğru unsurlar taşıması ve kırıcı olmamasıdır.

Efendimiz her şeyde olduğu gibi “sahabeyle şakalaşma” hususunda da belli başlı ölçülere riayet etmiştir. Şaka yaptığı zaman bile onlara daima doğruyu söylemiş, şakayla dahi olsa gereksiz münakaşaya girmemiştir. İnsanları korkutmamış, onlarla alay ederek şakalaşmamıştır. Sahabe de O’na (s.a.v) aynı şekilde karşılık vermiş ve tavsiye-

Rasûlullah (s.a.v) ile yarış ettik. Ben onu geçtim. Ben şişmanlayıncaya kadar sesini çıkarmadı. Bu arada ben de bu hadiseyi unutmuştum. Yine Rasûlullah ile birlikte bir yolculuğa çıktığımızda, yanındakilere ‘Siz önden gidin.’ buyurdu. Onlar ilerleyince de, bana ‘Haydi gel yarış edelim.’ dedi. Bu seferki yarışta o beni

Gri Edebiyat

Asr-ı saadette şakalarıyla meşhur olan Nuayman, Ebu Hureyre, Abdullah b. Huzafe, Zeyd b. Sabit, Bureydetü’l Eslemi gibi birçok sahabe vardı. Hatta sert mizacıyla bilinen Hz. Ömer’in bile şakalarına rastlanır. Bunları, büyük ölçüde Efendimiz ‘in (s.a.v) müsamahasıyla, bu yoldaki örnekliğiyle izah edebiliriz. Esasen fıtrattan gelen şakacılığa Efendimiz müdahale etmemiş, sadece bazı sınırları beyan etmiştir. Efendimiz’in (s.a.v) yaptığı bazı şakalar şunlardır: •

Hz. Aişe’den gelen bir rivayette O şöyle demektedir. “Bir defasında, Rasûlullah ile beraber bir yolculuğa çıkmıştım. O zaman zayıftım. Şişman değildim. Rasûlullah yanındakilere ‘Siz önden gidin.’ buyurdu. Onlar epeyce arayı açınca, bana ‘Haydi gel, seninle yarışalım.’ dedi.


geçti ve ‘Ödeştik.’ diyerek gülmeye başladı.”(Müsned-i Ahmed b. Hanbel) •

ï Enes b. Mâlik’ten rivayet edilir ki: Bir adam Rasûlullah’a geldi, onu devesine bindirmek istedi. Rasûlullah da “Biz de seni bir deve yavrusuna bindirelim.” deyince, adam “Ya Rasûlullah, ben yavru deveye nasıl bineyim?” dedi. Rasûlullah da “Bütün develer bir ana devenin yavrusu değil midir?” buyurdu. (Ebû Davud, Edeb,92; Tirmizî, Birr, 57)

Sahabenin Efendimiz’e (s.a.v) yaptığı bazı şakalar ise şunlardır: •

Hz. Peygamber, torunları Hasan ve Hüseyin’i iki omzuna oturtmuş bir halde idi. Hz. Ömer bu durumu görünce Hasan ve Hüseyin’e hitaben “Altınızdaki at ne kadar kıymetlidir?” diye şaka yaptı. Hz. Peygamber de Hz. Ömer’e “Onlar da iyi binicilerdir.” diye mukabelede bulundu.

En şakacı sahabilerden olan ve Hz. Peygamber’i çok seven Nuayman, Medine’ye iyi bir şey geldi mi hemen alır ve onu Rasûlullah’a hediye ederdi. Yine bir gün çarşıya nefis bir

bal geldiğini gördü. Hz. Peygamber’e getirip hediye etti. Ancak balın parasını vermemişti. Satıcıyı Hz. Peygamber’e getirdi ve O’ndan parasını almasını istedi. Hz. Peygamber de ona “Hani hediye etmiştin?” deyince Nuayman “Ya Rasûlullah! Bu güzel balı senin yemeni çok istedim, param olmadığı için böyle yaptım.” dedi. Hz. Peygamber de gülerek adamın parasını ödedi. (Müsned-i Ahmed b. Hanbel) Hadisler ışığında konuyu değerlendirdiğimizde anladığımız; Müslüman’ın bir mizah anlayışı olmasının gerekliliğidir. Müslüman somurtkan ve soğuk olmamalıdır. Şaka ve espri yaparken yalan söylememeye özen göstermelidir. Şakada aşırıya kaçmamalı ve şaka ile ciddiyet arasında orta bir yolda olmalıdır. Dini tebliğ ederken yumuşak tabiatını korumalı, insanların İslam’dan ve kendisinden soğumasına sebebiyet vermemelidir. Böyle yapılması durumunda Allah’ın (c.c) izniyle Müminler arasındaki ülfet bağı gelişecek ve İslam daima zirvede kalmaya devam edecektir.

Hiç Bilenlerle Bilmeyenler Bir Olur Mu?

47


Sanat

Kalemden Medeniyete Ümmühan GÜNER ummuhan_guner_@windowslive.com

“Güzel şeyler güzel kaplara konur.” anlayışında olan Müslümanlar, Yüce Kur’ân’ı en güzel şekilde yazabilmeyi kendilerine ulvî bir gaye edinmişler ve Kur’ân’ın yazılacağı yazının bediî hususiyetler kazanarak mükemmel hale gelmesi için titizlikle, gayretle ve aşkla çalışmayı kendilerine bir borç bilmişlerdir. İslâm’ın farklı coğrafyalarda yaşayan uluslarca kabul edilmesi ile beraber Arap yazısı İslâm ümmetinin ortak yazısı olmuş ve artık diğer milletler de bu yazıyı güzel hat ile yazmaya çalışmışlardır.

“Hüsn-i Hat” kelime olarak “Güzel Yazı” manasına gelmektedir. Terim olarak ise, Arap harfleriyle (Kur’ân harfleriyle) estetik kurallara bağlı kalarak ölçülü ve güzel yazı yazma sanatıdır. Sanatkârına ise “Hattat” denilmektedir. Arap yazısı, aslı Fenike alfabesine dayanan Nabati yazısından doğmuş ve gelişmiştir. İslâm öncesi Arap yazısı başlangıçta noktasız, harekesiz, iptidai bir yazıdır. İslâm’ın doğuşu ile birlikte Kur’ân’ın yazılması, okunması, muhafazası ve yayılması konusunda ortaya çıkan zaruret, yazının önemini artırmıştır. Hicri I. ve II. yüzyıllarda yazı imlâ yönünden gelişirken estetik yönü ile de gelişmiş sanat yazısı seviyesine ulaşmıştır. Hz. Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) kâtibine “Hokkaya lika koy, kalemi eğri kes, Besmele’nin bâ’sını dik yaz, sin harfinin dişlerini, mim’in gözünü açık, İsm-i Celâl’i güzel yazmaya gayret et, Rahman’da kalemin mürekkebini yenile, nun’un çanağını uzat, Rahîmi’de güzel yaz.” buyurmak suretiyle estetik kaideleri ilk olarak beyan ederek yazının güzel sanatlar seviyesine yükselmesinde Müslümanlara yol göstermiştir. 48

Gri Edebiyat

Emevi ve Abbasîler devrinde ekonomide yaşanan yükselişin medeni hayata da yansıması ilim ve sanat hayatında önemli gelişmelere kapı açmış, şehirlerde görülen imâr çalışmalarının yanı sıra Mushaf yazımı, telif tercüme faaliyetleri de artmıştır. Abbasiler zamanı Hat sanatında önemli gelişmelerin yaşandığı bir dönemdir. Abbasi veziri olan İbn Mukle (ö.328/940) isimli sanatkâr mevzun hatlar arasında karakter ve özellikleri birbirine yakın olan harf şekillerini sınıflandırarak belli ölçülere bağlamıştır. Bu esasa göre noktayı harflerin boyu, elifi dik harflerin boyu, daireyi ise çanak şeklindeki harflerin genişliği için standart bir ölçü olarak belirlemiştir. Böylelikle mensûb hatların (aklâm-ı sittenin) teşekkülünde büyük bir reform yapmıştır. İbn Mukle’den bir yüzyıl sonra gelen ve ikinci büyük hat üstadı olan İbn’ül Bevvab (ö.413/1022) bu altı çeşit yazıyı (sülüs, nesih, muhakkak, reyhani, tevkiî ve rikaa’) geliştirerek üslûbunu güzelleştirmiştir. Bu ekol Amasyalı bir Türk olduğu kabul edilen Yakut el-Mustasımî (ö.698/1298) elinde kesin ölçü ve kuralları belirginleşerek güzelleşmiştir.


te’de kendi adıyla anılan Osmanlı ekolünün temelini atmıştır. Onu takiben gelen Ahmed Karahisâri ve Hafız Osman Efendi ise Hüsn-i Hat’ta bir çığır açmıştır. “Güzel şeyler güzel kaplara konur.” anlayışında olan Müslümanlar, Yüce Kur’ân’ı en güzel şekilde yazabilmeyi kendilerine ulvî bir gaye edinmişler ve Kur’ân’ın yazılacağı yazının bediî hususiyetler kazanarak mükemmel hale gelmesi için titizlikle, gayretle ve aşkla çalışmayı kendilerine bir borç bilmişlerdir. İslâm’ın farklı coğrafyalarda yaşayan uluslarca kabul edilmesi ile beraber Arap yazısı İslâm ümmetinin ortak yazısı olmuş ve artık diğer milletler de bu yazıyı güzel hat ile yazmaya çalışmışlardır.

Yakut’un her bir yazı çeşidine göre kalemin meylini yeniden belirlemesi yazıda yaptığı en büyük değişikliktir. Yakut ekolünde bilhassa Muhakkak ve Reyhanî yazılar klasik form ve estetiğine ulaşmıştır. İslâm dünyasında hattatlarca benimsenip ideal örnek olarak alınmıştır. Bir ilim ve kültür merkezi olan Bağdat, Abbasi Devleti’nin yıkılışı ve Yakut’un ölümünden sonra bir sanat merkezi olma cazibesini yitirmiş, bu hüviyetini Kâhire’ye, daha sonra ise İstanbul’a teslim etmiştir. Osmanlı dinî ve millî hislerle yaşamın her safhasına yaydığı sanat ve estetik zevkini yazı sanatına da yansıtmış, bu sanata ve sanatkârlarına ise ayrı bir önem vermiştir. II. Bayezid, hocası ünlü Hattat Şeyh Hamdullah’a (1429-1520) saray hazinesindeki Yakut’un seçkin yazılarını vererek bunları tetkik etmesini ve Osmanlılara has bir yazı üslubu geliştirmesini istemiştir. Şeyh Hamdullah, Yakut’un bilhassa sülüs ve nesih yazı çeşitlerindeki en güzel harf ve kelimelerini seçerek Aklâm-ı sit-

Osmanlı Hat Sanatında harflerin ölçülü ve ahenkli olması kalem muvazenesi harf ve kelimelerin satırda dizilişi, duruşu güzel yazı hususiyetlerinin unsurlarını oluşturur. Bu unsurları Celî yazıda başarı ile uygulayan II. Mahmud’un Hat hocası Mustafa Rakım Efendi (1758-1826) padişah tuğralarında da önemli bir reform yapmıştır. Osmanlı’nın Hat Sanatında yaptığı devrim niteliğinde yenilikler “Kur’an Mekke’de nâzil oldu, Mısır’da okundu, İstanbul’da yazıldı.” sözü ile de Osmanlının elinde bir sanat vasfı kazanması hususunu adeta perçinlemiştir. Hâsılı İslâm’ın doğuşu ile dini bir kimliğe bürünen Arap hattı yüzyıllar süren bu tarihi seyri içerisinde köklü gelişim ve değişimler geçirerek sanat seviyesine yükselmiş ve en mükemmel hale gelmiştir. Hüsn-i Hat ister bir Mushaf kitâbeti, hadis mecmuası, enam-ı şerif, cüzde olsun; ister mescid, camî, sebil veya bir hanın duvarlarını süslesin yahut serin servilerin gölgesi altında yatan ecdadımızın mezar taşlarını bir sanat eserine dönüştürmüş olsun, nereye dönersek dönüp bakalım bizlerin derûnuna işlemeye, derin izler bırakmaya mânâ yüklü hüviyetiyle mazimizden âtiye doğru bizlere yol göstermeye, ışık tutmaya devam edecektir.

Hiç Bilenlerle Bilmeyenler Bir Olur Mu?

49


Deneme

Eğitim Sarmalındaki Medeniyet Hasan KAMİLOĞLU hasankamiloglu8@gmail.com

Dev medeniyetinize giden yolu, küçük taşlarınızı döşeyerek oluşturabilirsiniz. Örneğin 13-14 yaşından itibaren alanında iyi bir eğitim almış olan öğrenciniz, yirmili yaşlara geldiğinde üniversiteye başlamadan önce ciddi bir kazanım elde etmiş olacağı için en iyi edebiyatçıları, fizikçileri, matematikçileri genç yaşta yetiştirmeye başlamış olacaksınız. Üniversite ise tercih edilen alanın arzuladığımız pişme, ihtisaslaşma alanı olacaktır.

D

eğerli okurlarım, bizim sadece son zamanına şahit olduğumuz fakat aslında neredeyse millet olarak iki yüzyılımıza yayılan bir cümle var. “Zor günler geçiriyoruz, bir girdaptan geçiyoruz.” O zor günler bir türlü bitmedi, girdabı durduramadık. Peki; nereye gidiyoruz, ne yapmalıyız, türlü yollar denememize rağmen çözemediğimiz bu sorunu nasıl halledeceğiz? Hedefimizi tamamen bağımsız, ilhamını İslâm’dan ve tarihe şan vermiş mazisinden alan, geleceğe ışık olacak, sapasağlam, özgür ve adı uzay çağı olan iletişim ve etkileşimin çok güçlü olduğu çağımızda Dünya milletlerine de örnek olacak özgün bir medeniyet kurmak olarak belirlediğimiz şu demde, ne yapmalıyız da bu hedefe ulaşmalıyız. Bunu nasıl

50

Gri Edebiyat

gerçekleştirecek ve bu büyük hedefe giden yolun taşlarını nasıl döşeyeceğiz? Var olma ve acı içinde kıvranan dünyaya yepyeni bir medeniyet hediye etmeye çalışıyoruz. Fakat yakın bir zamanda 15 Temmuz gibi bir olay yaşadık. Sadece bu olay bazında değerlendirerek yürümeyeceğim elbet. Bunu tolere etmeye ve bir daha yaşanmaması için türlü tedbirler almaya çalışıyoruz fakat bununla birlikte ülkemizin geleceği ve en iyisi olarak gösterilen bir kısım üniversitelerden mezun olanlara baktığımızda hayal ettiğimiz geleceği dizayn edebilmek için adımları çok da atabilmiş değiliz. İşin inanç, milli duygular ve yaşam alanına aktarım boyutu bir tarafa, bilimsel ve ilmi anlamda da idealist birkaç vatanperver kimlik sahibini diğer bir tarafa


koyduğumuzda, kadrajda kalan sloganlar, afişler, söylemler yani genel anlamda manzara içimizi çok da açmıyor ve bir umut kırılması yaşıyoruz. Bu durumun geçmişte ülkenin vaziyetini bilmeyen, gözünü dünyaya elinde Iphone’la açmış bir nesle doğru uzadığı da dikkat çekiyor. Peki, Ne Yapmalı? Klasik bir sözümüz vardır ya “Her şeyin başı eğitim” diye. Eğitim! Bunu sadece klasik olarak sözde kalmaktan çıkartıp realitede görmemiz gerekiyor. Ve iki yüzyıllık ihanetler, çöküş, kalkınamayış ve küçülme buhranını yok etmek için eğitimi yenilemeliyiz. Nitelikli ve kaliteli bir şekilde formüle etmeliyiz. Peki, bu yenilenme ve nitelikli formülü nasıl sağlayacağız? Bizim kaliteyi artırmaktan anladığımız şey de çok önemli. Bakın bu ülke daha kısa bir zaman önce kaliteli eğitim verdikleri iddia edilen bir şebekenin ihanetine uğradı. Müspet eğitim aldığı söylenen bu kişiler zihinlerini gizli bir paranoyak kardinale emanet ederek, bağrından çıktıkları bu vatanın öz insanının canına kastettiler ve öz yurdumuzu zalim emperyalistlerin emellerine alet ederek parçalamaya çalıştılar. Öyleyse ilkokul, ortaokul, lise, üniversite okumak; yüksek lisans ya da doktora yapmak veya profesör titrini takmak da yetmiyor. Ülkemizin en iyi üniversiteleri olarak gösterilen üniversitelerden mezun olan bir kısım öğrenciler mezun olurken bağrından çıktıkları millete ve bu ülkenin değerlerine hakaretler eden dövizler taşıyarak diploma alıyor. Diğer yandan okullarda, üniversitelerde çocuklarımızı yani ülkemizin geleceğini emanet ettiğimiz yakalarına koca koca titrler taktığımız bir kısım öğretim görevlilerinin yine bu ülkenin verdiği makamı, mevkiyi, rütbeyi omuzlarına takmış olan bir kısım hainlere şahit oluyoruz. Eğitimimizin Nesi Eksik, Nesi Fazla? İşe eğitimden başlamalıyız. Fakat şöyle de bir gerçek var ki ikide bir değişen sistem ve süreklilik sağlamayan müfredattan dolayı herkes müşteki. Ancak eğer biz sağlam bir gelecek kuracaksak bu sistemi kalıcı, geleceği görecek bir şekilde düzenlemeli ve tam anlamıyla millileştirmeliyiz. Gerçi son dönemde Milli Eğitim Bakanlığımız buna çeşitli alternatifler aramakta ancak hem en iyisini yapmalı hem de bu sistemle öncelikle çocukları-

mızın okullarına severek gitmesini temin edecek alan çalışmaları yapmalıyız. Çünkü mevcut durumda işe yaramayan bir bilgi yığılması da cabası. Bu gereksiz durum sonucunda ise büyük bir boşluk var. Çocuklarımız hâlâ test paradigmasında boğulmakta. Ve eğitim süresi uzun olmasından dolayı ders ve test çok fakat sonuç olmadığı için dert de çok. Sonuçta kalifiye öğrenci ve kaliteli insan kıtlığı yaşanıyor. Aslında buna en büyük etken 28 Şubat süreci ve devamında ise bu darbenin eğitime vurduğu sekte. Bunların etkisi bir türlü tolere edilememiş ve onca uğraşa rağmen telafisi yapılamamıştır. Ara problem diyorum çünkü bu içi boş durum 1945’lerde sömürge zihniyetinin mimarı İngiliz danışmanlar ile sistemleştirilmiştir. Nasıl Bir Eğitim Sistemi? Bir kere düz bir mantıkla baktığımızda bile sistem herkesi aynı kulvarda yarıştırarak robot yapıya sahip bireyler yetiştirmeye devam ediyor. Osmanlı mekteplerindeki örneklerde olduğu gibi “Burada hiçbir balık uçmaya, hiçbir kuş yüzmeye zorlanamaz.” düsturu ile herkese lazım olan temel eğitimden sonra belirlenecek gerekli sosyal dersler destekli branş ve kabiliyet eğitimine geçilmelidir. Bunu gerçekleştirdiğimiz takdirde çocuklar hem sevdikleri eğitimi alacaklar hem de birçok öğrenci için sorun olan okulu sevmeme, dersi sevmeme gibi problemler minimize edilmekten de öte, tamamen ortadan kalkacak. Herkesi aynı kulvarda yarıştırmak varlığın fıtratına aykırıdır. Dev medeniyetinize giden yolu, küçük taşlarınızı döşeyerek oluşturabilirsiniz. Örneğin 13-14 yaşından itibaren alanında iyi bir eğitim almış olan öğrenciniz, yirmili yaşlara geldiğinde üniversiteye başlamadan önce ciddi bir kazanım elde etmiş

Hiç Bilenlerle Bilmeyenler Bir Olur Mu?

51


olacağı için en iyi edebiyatçıları, fizikçileri, matematikçileri genç yaşta yetiştirmeye başlamış olacaksınız. Üniversite ise tercih edilen alanın arzuladığımız pişme, ihtisaslaşma alanı olacaktır. Tıpkı eğitimde kendini kabullendirmiş ülkelerde olduğu gibi çok sayıda genç bilim insanları çıkarmanız mümkün olacaktır ve aslında dâhileri ortaya çıkaranın da sistem olduğunun farkına varacaksınız. Oysa mevcut sistemde neredeyse askerlik çağına gelmiş bir öğrenci bırakın dâhi olmayı alanında otorite olmayı, hâlâ ileride seçeceği mesleği ve ne olacağını bile bilmemekte. Onun için en büyük hayalin neredeyse sadece üniversite sınavını kazanmak gibi kısır bir hayal olduğunun farkındasınızdır. “Eğer örnek bir medeniyete dönüşeceksek her alanda güçlü olmalısınız.” Sadece matematikte ilerlemek de yetmez. Sanatta, edebiyatta, şehircilikte, silahta, sporda bir bütün halinde güçlü ve başarılı olacaksınız ki bir medeniyete dönüşebilesiniz ve ülkeniz imrenilesi ve sisteminiz daimi olup nesilden nesile, milletten millete aktarılsın. Daha ilkokuldan itibaren çocukların ilgisine göre futbol, basketbol, güreş, dövüş sporları gibi yarıştığınız her alanda ülkemizi öne taşıyan daimi başarının olduğu bir sürece girebilmeliyiz. Alan eğitimini temelden itibaren alan çocuklarımız ortaokulu, liseyi ya da bu seviyenin üstünü gördüğünde seçtiği alanda çok iyi oldukları gibi bu başarıyı da bireysellikten çıkartıp geniş kitlelere yayarak gücünüzü kabullendirme ve medeniyet yolunda ilerlemelisiniz. Oysa şu ana kadar uluslararası alanda yapılan yarışmalara baktığımızda başarılı olan sporcularımızın her birinin içimizi acıtan hikâyeleri mevcuttur. Çünkü biz herkesin aynı kulvarda yarıştırıldığı sistemde önümüze konulan sınavlara ve öğrenmekle sorumlu tutulduklarımıza baktığı-

52

Gri Edebiyat

mızda eğitim süreci dediğimiz o bitmek tükenmek bilmeyen zaman diliminde çocuklarımızın derslerinden kalmaması için yeri geliyor herhangi bir sportif faaliyetle ilgilenmemesi için çırpınıyoruz. Belki de bu süreçte nice başarılı sporcuları yok ettiğimizin farkına bile varmıyoruz. Oysa bu ülkenin şaire de ihtiyacı var, matematikçiye de, futbolcuya da, mimara da, mühendise de, basketbolcuya da, koşucuya da, besteciye de, müzisyene de, ustaya da, işçiye de... Biz ise hepsini yapalım derken hiçbirini yapamıyoruz. Peki, Eğitimimiz Milli Mi? Değilse; Nasıl Millileştiririz? Yukarıda bahsettiklerim işin maddi boyutu. Millileşmek ise daha çok eğitimin değerler yönü ile ilgilidir. Öncelikle yukarıda da temas ettiğim İngiliz sömürge eğitim sisteminden yakamızı kurtarıp, kendi kültürümüzü ve tarihimizi büyük hedeflerimizle hercümerç edip, bilimle harmanlayıp çocuklarımızı kendi değerlerimizle besleyerek geleceğe emin adımlarla yürümelerini sağlamalıyız. Yine bu anlamda yapılacak çalışmalardan bir diğeri de Dede Korkut, Alparslan, Osman Gazi, Yavuz Sultan Selim ve daha nice örnek devlet adamlarımızı; bilimde açtıkları çığırlarla gençliğimize ışık olacak Farabi, İbn-i Sina, Harezmî, Ali Kuşçu ve nice tarihi şahsiyetlerimizi günümüz Aziz Sancar, Oktay Sinanoğlu’na kadar var olan bilginleri; Arif Nihat Asya, Yahya Kemal, Ahmet Hamdi Tanpınar gibi edebiyatçılarımızı; bilgeleri, şairleri, edebiyatçıları, tıpçıları, fizikçileri, bilim insanlarımızı; Cemil Meriç gibi öz değerlerimizden beslenerek geleceğimize ışık tutan gerçek aydınlarımızı öğrencilerimizin zihin dünyalarına kazımalıyız. Hele edebiyat. Edebiyat bir milletin medeniyet olmasındaki en önemli unsurdur. Tarihe en büyük şairleri, edebiyatçıları sunmuş bir milletin torunları batı müziğinden mi beslenmeliydi? Edebiyatçı denilince birkaç Fransız, İtalyan ya da Alman’ın mı adı bilinmeliydi? Oysa tarihi aşkla, şiirle hercümerç olmuş bir milletin edebiyatı ve şiiri şimdiye dünyanın bütün edebiyat literatürlerini işgal etmeliydi. Zengin Bir Dil, Gerçek Tarih Ve Ahlak Eğitimi Zengin bir lisan, kısır düşünceyi de ortadan kaldırıp zengin bir hayal dünyasını; zengin hayal dünyası da gelişmeyi, büyümeyi vb. erdemleri ortaya


çıkartacağı gibi geleceğimizin de geçmişle olan bağlarını kuvvetlendirecektir. Onun için okul ders kitaplarımızdaki kelimeleri zenginleştirmeli, tarihten beri bizim olan binlerce kelimeyi kullanmalıyız. Zira bir yandan iyice bilgisayar diline kayan bir yandan da Türkçemizin arasına yama edilen, alternatifi dilimizde bulunan Latince ve Güneş-Dil Teorisi döneminin ürünü olan uydurukçaya sarılan neslimizin, ataları ile bağı kopmadan bu yenileşmeyi yapmalıyız. Bu çalışma hem geleceğimizin geçmişle olan bağını sağlamlaştıracak hem de gençliğin lisanını zenginleştireceği gibi zihin dünyalarını dinç tutacak ve zenginleştirecektir. Din derslerimizi sadece bir ders algısı ile değil vücut kimyamıza, ruh dünyamıza hitap edecek şekilde işlemeliyiz. Ayrıca ahlak eğitimi ve değerlerimizi sevdirmek için anaokulundan üniversiteye varıncaya kadar müfredatlar oluşturmalı, toplumun tamamına vatan, bayrak gibi ortak değerleri sevdirmeli bu ülkenin her ferdini bu ülkenin geleceği olarak yetiştirmeliyiz. Bireysel ahlaki kalkınmayı yakalayamazsak salt bilgi ve ekonomik gelişme bizi Avrupalılar kadar vandallaştıramasa bile, ruhsuz bir gelişim algısına sürüklenmekten öteye taşıyamaz. Zira atasından kalan bir eserin üzerine grafiti yapan bir nesil matematiği yutsa ne olur. Sokaklara tüküren bir genç uzaya uydu fırlatsa kaç yazar. Onun için eğitim sistemimizi bilgi ve ahlak düsturu üzerine kurgulamalıyız. Yeni medeniyet yolunda tarihimizi gelecek nesillerimizin tamamına sevdirecek gerçek bir müfredat hazırlamalı ve gerçekçi bir anlayışla dünyaya yön verebilecek tarihçiler yetiştirmeliyiz. Ayrıca yakın dönem Türkiye tarihini de gelecek nesillere hem ibret hem de ışık tutacak şekilde ders kitaplarımıza aktarmalıyız. Bunun yanında Avrupalıların kurmuş oldukları naylon mutluluk sistemlerini hangi

kan ve sömürge düzeni üzerine kurduklarını da hem bizim gelecek nesillerimizin hem de dünya toplumlarının öğrenme hakkını da unutmayalım. Siz ülkece, milletçe diğer milletlerin, memleketlerin içerisinde kültürünüz ve tarihinizle var olabilir ve onları geniş bir kitlede etkilerseniz medeniyetinizi yayılmacı ve kalıcı kılabilirsiniz. Yakın Kültürlere Ulaşmak Tarihi akrabalık bağlarımız olan ve kardeş cumhuriyet dediğimiz fakat aslında Rusya hegemonyasının bir türlü yakalarını bırakmadığı ve ülkemiz ile yakınlaşmamaları için alfabeleri soy isimleri defalarca değiştirilen, diğer yandan da çocuklarını Amerikalı kardinale kaptıran Türkî Cumhuriyetlerle birlikte; Kosova, Bosna Hersek, Arnavutluk, Makedonya ve Batı Trakya gibi soydaşlarımızın olduğu ve Türkçe’nin konuşulduğu ülke ve bölgelerle eğitimde örneklik, ortak kelimeler, ortak lisan, ortak tarih gibi oluşumlar meydana getirmeliyiz. Böylece bu devletleri birçok anlamda yanımızda yürümeye teşvik eden çalışmalar yapmış, bağlarımızı kuvvetlendirmiş, hatta bunu daha da derinleştirerek asırlarca hükümranlığımızda huzurla yaşamış güneyimizdeki milletlerle ortak değerlerimiz ve kültürümüzle birlikte sağlam eğitim sistemimizin gücünü de kullanarak dünya üzerinde egemen devlet modeline adım adım yürümüş olacağız.

Hiç Bilenlerle Bilmeyenler Bir Olur Mu?

53


Deneme

Sizin Nefsiniz de Nefis Mi? Baharı yaz uğruna tükettik, Aşkı naz uğruna. Ve papatyaları seviyor sevmiyor uğruna. Derken ömrü tükettik bir hiç uğruna… Sezai Karakoç

N

efs savaşlarında sürekli yandığınız bölüm hangisi? Deniz kenarında oturup büyüklüğünü ve sıcaklığını hayal dahi edemediğimiz Güneş’in nasıl deve cüce oyunu oynadığını seyr etmek mi? Yoksa beşerin duyularını ve duygularını kullanarak ürettiği met’aları sadece nefsimizi tatmin edebilmek için tüketmek mi? Aslında bunların ve daha birçoğunun herhangi bir sahneden pek bir farkı olmadığı aşikâr. Zîra nasıl ki okuduğumuz bir kitaptan veya izlediğimiz bir filmden aldığımız zevk sona erdiğinde yolculuğumuza geri dönüyoruz, işte aynen bu şekilde dünya sahnesi de sona eriyor. Ahirete doğru aldığımız bu yolun sonuna geldiğimizde dünya hayatında yaşadığımız sevinçler ve üzüntüler kayboluyor, tarlamıza ektiklerimizi biçerek asıl yaşamımıza başlıyoruz. Umuyorum ki ekin zamanı geldiğinde sadece korkuluk biçmeyelim. Hakikate bakıldığında bize imtihan olmasından başka hiçbir değeri olmayan bu dünyayı yere göğe sığdıramaz, Allahu Teâlâ ne kadar güzel yaratmış diye hayret ederken; Cennet’i ve Cehennem’i hayal bile edemiyoruz. Şu kısacık ömrümüzde sonunu göremeden son bulan tatlar için ebedi olacak güzelliklerden kendimizi mahrum etmek hiçbir açıdan akıl kârı değil. Ne yazık ki bize hiçbir faydası olmayan işler gün geçtikçe vazgeçilmezimiz oluyor, kendimizi bu tarz işlerle uğraşırken daha mutlu hissediyoruz. Zamanı boşa harcamanın bile israf olduğunu unutuyor, her seferinde farklı bir meşguliyet ile kendimizi kandırıyoruz. Boş durmaktan nefret etmek yerine sırf o vakit gelsin diye beklemek bize ait bir âdet değil hâlbuki. Hiç unutamıyorum zamanında bir hocam anlatmıştı:

54

Gri Edebiyat

Fatih ASLAN @fasllan

İstiklâl Şairimiz Mehmet Âkif Ersoy, Berlin gezisinden döndüğünde Avrupa hakkında şunu söylemişti: “İşleri var dinimiz gibi, dinleri var işlerimiz gibi.” Bu cümle duyduğum ilk andan itibaren zihnimde yer etti, gönlüme tesir etti ve gidişatın değişmesi gerektiğini bana her defasında hatırlattı. Tarihimiz azim ve çalışkanlıkla elde edilen zaferlerle dolu olmasına rağmen kendimize gelemiyor, teknolojik ve psikolojik uyuşturucuların gerçeklere uyanmamıza engel olmasına dur diyemiyoruz. Kur’an-ı Kerim’de Rabbimizin “Müminler ancak kardeştirler.” (Hucurât Suresi 10. Ayet) buyruğunda sadece müminlerin birbirine kardeş kılındığına dikkat çekmek isterim. Biz, kardeşlerimizin ve umulur ki İslâm ile şereflenirler maksadıyla gayrimüslimlerin dahi akıbeti için iyilik ve güzellik niyaz ederken, çoğu zaman onlar (gayrimüslimler) İslam’a olan düşmanlıkları sebebiyle bizleri uyutmak ve kendilerini yüceltmek için biz Müslümanlara tuzaklar kuruyorlar. Şeytan -şu anda çalışıyor mu bilinmez, zira şubeleri kötülük için yetiyor- bizi kendimizi muhafaza etmekte en zayıf olduğumuz nefsimizle kandırıyor ve çalışmak yerine türlü eğlencelerle vakit öldürmemizi sağlıyor. Allah Resulü (s.a.v.) bir hadis-i şerifinde “Kıyamette, herkes ömrünü ve gençliğini nerede geçirdiğinden, malını nereden kazanıp nereye harcadığından ve ilmi ile amel edip etmediğinden sorguya çekilecektir.” şeklinde buyurmuştur. Bu hadisten anlıyoruz ki sadece ibadetlerimiz değil, attığımız her adım bize Cennet veya


Cehennem yolu için sual olacak ve Allah’ın izniyle zamanımızı nasıl değerlendirdiğimizi dert etmemiz bu suale cevap olacaktır.

Ne yazık ki bize hiçbir faydası olmayan işler gün geçtikçe vazgeçilmezimiz oluyor, kendimizi bu tarz işlerle uğraşırken daha mutlu hissediyoruz. Zamanı boşa harcamanın bile israf olduğunu unutuyor, her seferinde farklı bir meşguliyet ile kendimizi kandırıyoruz. Boş durmaktan nefret etmek yerine sırf o vakit gelsin diye beklemek bize ait bir âdet değil hâlbuki. Zaman, sadece ibadet için kullanıldığında yerinde kullanılmış değildir. Hazret-i Peygamber’in (s.a.v.) bir hadisi şöyle rivayet edilmiştir: “Ahireti için dünyasını, dünya için de ahiretini terk edende hayır yoktur. Her ikisi de birlikte lazımdır. İnsanı ahirete ulaştıran dünyadır.” Bize her cümlesinde farklı bir ders veren ve dünyayı nasıl yaşamalı, ahirete nasıl hazırlanmalı konusunda yol gösteren Peygamberimiz Aleyhisselâm bu sefer de zamanı dengeli kullanmayı ve hiçbir zaman, hiçbir konuda aşırıya kaçmamayı öğütlemiştir. Dünya işlerinden geri kalacak kadar ibadete âşık olmanın da ahireti unutacak kadar dünyaya bağlı olmanın da yanlış olacağını söylemiştir. Demek ki her konuda olduğu gibi zamanı kullanma konusunda da dikkatli

olmalı, nerede ve nasıl kullanmamız gerektiğine dikkat etmeliyiz. Bilirsiniz, şu anda ilkokul öğrencilerinden hayat üniversitesinden mezun olanlara kadar her yaştan insan sosyal medya aleminde yerini almış bulunuyor. Sürekli şahit olunur ki insanları etkilemek için özel videolar hazırlanır, metinler yazılır, ses kayıtları kullanılır. Ancak biz, böylesi güzel çalışmalar ile anlık heyecanlara kapıldıktan bir müddet sonra her şeyi unuturuz. Sahi, nasıl oluyor da kalbî duygularımızı dahi hemen yitirebilecek duruma geliyoruz? Sizce de her geçen gün duygularımızı, değerlerimizi ve dahası kendimizi unutmuyor muyuz? Başta kendimizi doğru olana yöneltmeli sonrasında başkalarına aktararak geleceği daha güzel bir yere çevirebilmek için bu değerleri yaşayarak anlatmalıyız. Hiç farkında olmadığımız bir anda, hiç farkında olmadığımız bir şekilde, bir insanın hayatını değiştirmesine vesile olabiliriz. Bu sözlerin ve tavsiyelerin her birini kendime söylüyor, zamanın nerede ve nasıl geçtiğine önem vermek isteyenlere ilk adım olmasını temenni ediyorum.

Hiç Bilenlerle Bilmeyenler Bir Olur Mu?

55


Deneme

Ayaklı Kitap Mı Olurmuş! Zaman en kıymetli şey. Şimdiki zamanın kıymetini anlayabilmemiz için geçmişte yaşayıp bizim için hazine değerinde bilgiler bırakan âlimlere kulak vermeliyiz. Onların bize kattığı değerlere ve bilgi hazinesine sahip çıkıp varlıklarını yaşatabilmemiz, gelecek nesillere aktarabilmemiz gerekmekte. Zira İbn-i Sina der ki: “Bilim ve sanat itibar görmediği toplumları terk eder.”

G

ünümüzde insanların çoğu üstüne binen yük ve sorumluluklardan dolayı bırakın ilime, ailesine bile zaman ayıramayacak hale geldi. Bu konuda en şanslı olanlarımız sanırsam çocuklar oluyor. Hem zaman bakımından hem de hayatın getirmiş olduğu görev ve sorumluluklardan uzak olmaları, kaliteli vakit geçirmeleri için onlara imkân sağlıyor. Genç nesiller olarak bunun kıymetini bilemiyor ve kendimizi telefon ve tabletlere hapsediyoruz. Dünya üzerinde yaşamış ve yaşamakta olan ünlü âlimlerin varlıklarından ve yaptıklarından haberdar olsaydık ne, ne kadar farklı olurdu? Peki, kendileri baştan sona derin bir kitap olan bu insanlar neler yapmışlardı?

56

Gri Edebiyat

Hatice Aleyna AZANPA

Bizden epey bir yüz yıl önce yaşamış olan İbn-i Sina!.. Müthiş bir hafıza lideri olması nasıl açıklanır?.. Buna ilmin gücü denir miydi? Bu tür insanlar; “kitaba bakarak cevap vermek, kabak bağlayarak yüzmeye benzer” diyorlardı. Dönemin ünlü âlimi İbn-i Sina, İsfahan şehrine yapmış olduğu ziyarette oranın âlimleri tarafından karşılanmış. Âlimler İbn-i Sina’nın büyük eseri olan “El Kanun Fı’t Tıp’bı” görmek istediklerini söylemişler. Kitabın yanında olmadığını ama ezbere yazdırabileceğini söylemiş İbn-i Sina ve kâtiplere ezberinden kitabı yazdırmış. Sonradan Horasan’dan getirilen asıl kitapla karşılaştırılınca ne bir kelime az ne de bir kelime fazlası olmadığını gördüklerinde büyük bir hayrete düşmüşler.


Güçlü bir hafızanın, gayretin ve doğuştan gelen bir okuma aşkının ortalığa dökmüş olduğu simalara birçok isim verilmiş ve bu dört başı mamur insanlara biz “allame”, “canlı kitap” gibi isimler vermişiz. Bunlardan biri de büyük müfessir Fahreddin-i Razi’dir. Kendisi vaktim boşa gitmesin diyerek, yemek yerken bile kitap okuyan ve yolculuk ederken talebelerine ders veren bir şahsiyettir. Bunları bilmemek mi bizim ayıbımız, yoksa öğrenmemek mi? Bu benim verebileceğim bir hüküm değil ama sizler inanıyorum ki bir şeyler çıkartabilirsiniz. İlim’in sözlükteki kelime anlamına bakıldığı zaman “dünya, tabiat ve cemiyet” olarak karşımıza çıkmakta. Beni asıl şaşırtan şu ki, dünya ile bu kadar alakadar olup da dünyadan haberimizin olmaması. İşin derinine inildiği zaman, ilmin bilimi kuşattığını ve kâinatta olup biten her şeyi tasvir yoluyla anlayabilme çabası olduğu ortaya çıkıyor. Dikkat edin “çabası”dır diyorum. Peki, biz ne kadar çabalıyoruz bu dünya için. Avrupalılar tarafından isimleri değiştirilerek kabul edilip, tanınan ve saygı gören âlimlerimize karşı biraz da borçlu bırakmıyor muydu bu durum bizi. “Bana Hz. Süleyman’ın ilmi yardım etti” diyen Piri Reis’e yıllarca haritasını Kristof Kolomb sayesinde çizdi demek borcumuzu faizlendirmek değil mi?

Eskilerde “âlimin işi bilmek, arifin işi bildiğiyle amel etmektir” diye bir söz vardı. Eski dediğim de bundan, en fazla otuz yıl önce dile getirilmiş bir söz. Demek ki bu bizim tercihimiz oluyor. Eve geldiğimizde kitap okumayı ya da televizyona kilitlenmeyi biz tercih ediyoruz. Ama eğer bizim tercihimiz değilse buna mecbur muyuz ya da mecbur mu bırakılıyoruz? Evlerimizde kaçımızın geniş bir duvarı kaplayan kütüphanesi var? Birer filmi çekilmeyen kitapların, değerli edebi eserlerin, kitaptan sayılmadığı şu günlerde; en son ne zaman sahaflardan birini ziyaret edip kâğıdın o eski kokusunu içimize çektik veya ne zaman bir çocuğu karşımıza alıp ona kitap okuduk? Zaman en kıymetli şey. Şimdiki zamanın kıymetini anlayabilmemiz için geçmişte yaşayıp bizim için hazine değerinde bilgiler bırakan âlimlere kulak vermeliyiz. Onların bize kattığı değerlere ve bilgi hazinesine sahip çıkıp varlıklarını yaşatabilmemiz, gelecek nesillere aktarabilmemiz gerekmekte. Zira İbn-i Sina der ki: “Bilim ve sanat itibar görmediği toplumları terk eder.”

Hiç Bilenlerle Bilmeyenler Bir Olur Mu?

57


Deneme

Bahar Mı Gelmiş? Bahar gelmiş… Artık baharın geldiğini fark edemiyorum. Bir tek çiçek bile yok etrafta. Tam da şu zamanlarda mor sümbüllerimin buram buram kokusu vurmalıydı burnuma. Camımı açtığımda kiraz çiçekleri karşılamalıydı beni.

K

Esma TÜYLÜ @Baharrisalesi

oşuyorlar! Oysa benim bu bina enkazları arasında koşabilmem için bir çift ayakkabıya ihtiyacım var.

Ne çok yiyorlar! Yemek yiyebilmem için önce sığındığım bu yıkık binadan çıkmam, sonra yalın ayak ekmek aramam lazım. Ne çok eğleniyorlar! Eğlenebilmem için arkadaşlarımın hayatta olması lazım. Bahar gelmiş… Artık baharın geldiğini fark edemiyorum. Bir tek çiçek bile yok etrafta. Tam da şu zamanlarda mor sümbüllerimin buram buram kokusu vurmalıydı burnuma. Camımı açtığımda kiraz çiçekleri karşılamalıydı beni. Nerede şiirlerde söz edilen doğa? Yenilenen orman, yeşilin tazeliği, çam kokusu… Kır papatyası, babamın annemin başına nazikçe bıraktığı papatya tacı. Şimdi geride iki mezar ve tank paletinin altında ezilen saflığını, beyazlığını ve toprak kokusunu kaybeden bir papatya. Onun yitip giden; saflığı çocukluğumu, beyazlığı özgürlüğümü, toprak kokusu ise bir daha geri gelmeyeceğine inandırıldığım umudumu alıp gidiyor. Bir tank, bir palet ve altında ezilen çocukluğum, özgürlüğüm, umudum… Hepsi paramparça. Şimdi bu yıkık binadan koşarak çıksam, ekmek aramak yerine bir tutkal bulsam, ayaklarım kan içinde kalsa, geri döndüğümde paramparça olan her şeyi geri yapıştırabilir miyim? Ya da ensemden vurulmadan geri dönebilir miyim? Korkmuyorum! İster yapışmasın parçalananlar, ister vurulayım ensemden. Kaybedeceğim tuzla buz olmuş cam kırığı hayatım ya da sızarsa vücudumdan bir kaç damla kan ve kaldıranı bulunamayan bedenim. Artık toprak bile fark etmez üzerine neyin yığıldığını.

58

Gri Edebiyat


Mekan

Yahya Efendi Emine GÜNER emine_guner_34@hotmail.com Vapurla, Beşiktaş iskelesine geldiğinizde, sağ tarafa, Yıldız Parkına doğru ilerlediğinizde tarihi bir yol sizi karşılar… Yıldız Parkının hemen yanında olan bir yokuşu çıktığınızda ise boğaza nazır bir tepe üzerinde yer alan bir tekke vardır. Bu tekkede İstanbul’un manevi şahsiyetlerinden Yahya Efendi’nin ve yakınlarının kabirleri bulunmaktadır. Her bir ziyaretinizde ayrı bir tat, ayrı bir lezzet bulacağınız bir asude mekândır bu türbe… Yahya Efendi’ye, pek çok kişi tarafından ziyarette bulunularak dualar edilir. Gelin bizlerde İstanbul ‘un bu manevi mimarlarından biri olan Yahya Efendi’yi yakından tanıyalım.

Şeyh Yahya Efendi, 1495 yılında Trabzon’da doğdu. Babasının adı Amasyalı Kadı Ömer Efendi, annesinin ki ise Afide Hatun’dur. Kanuni Sultan Süleyman Han, Yahya Efendi’nin annesinden süt emmesi sebebiyle Yahya Efendi’nin sütkardeşi oldu. Bu sebeple, Kanuni Sultan Süleyman Han, ona ‘’Ağabey’’ diye hitap ediyordu. Şeyh Yahya Efendi, ilköğrenimini Trabzon ‘da zamanın velilerinden Müfti Ali Çelebi ‘den aldıktan sonra İstanbul ‘a gelir. Yavuz Sultan Selim Han ve Kanuni Sultan Süleyman Han devirlerinin büyük âlimi Zenbilli Ali Efendi’nin talebesi olur, onun derslerinden büyük ölçüde istifade eder. 1526 senesinde Canbaziye Medresesi’nde müderris olarak tedris vazifesine başladı. Müderrislikte emekli edildikten sonra inzi-

vaya çekildi. Beşiktaş ‘ta satın aldığı, bugünkü türbe ve mezarlığın bulunduğu araziye bir ev ve mescid, daha sonra evin etrafına medrese, hamam ve çeşme yaptırdı. Tekkesi çok ziyaret edilen bir yer idi. Bilhassa denizcilerin sefere gidip döndüklerinde, mutlaka tekkeye ziyarete gelmeleri adettendi. Şeyh Yahya Efendi 1570 yılında, Kurban Bayramı gecesi vefat etti. Cenaze namazını, bayram namazına müteakib Süleymaniye Camii’nde devrin Şeyhülislamı olan Ebussuud Efendi kıldırmıştır. Kanunî Sultan Süleymân Hân, Yahyâ Efendi’nin pek yüksek bir zât olduğunu, Hızır aleyhisselâm ile görüştüğünü bilir, kendisini de Hızır aleyhisselâm ile görüştürmesini isterdi. Aralarında geçen bir menkıbe şöyle anlatılır: Kanunî, bir gün kayıkla Boğaz’da gezmeye çıkmıştı. Ortaköy hizasına gelince kıyıya yanaşıp, bir adam göndererek Yahya Efendi’yi çağırttı. O da yanında bir ahbabı ile gelip kayığa bindiler. Birlikte giderlerken, Yahya Efendi’nin ahbabı, devamlı olarak Kanuni’nin parmağında bulunan çok kıymetli bir yüzüğe bakıyor ve bu bakış dikkati çekiyordu. Kanunî bu hâli fark edince, parmağındaki o kıymetli yüzüğü çıkarıp; “Buyurun, daha yakından iyice bakıp inceleyebilirsiniz” dedi. O zât yüzüğü aldı. Evirip çevirdikten sonra, denize atıverdi. Yahya Efendi hâriç, kayıkta bulunanlar çok hayret ettiler. Bir müddet gittikten sonra, o zât inmek istediğini bildirince, kayık kıyıya yanaştı. O zât, ineceği sırada denizden bir avuç su alıp Sultan’a uzattı. Avcundaki suda, biraz önce denize attığı yüzük vardı. Yahya Efendi hâriç, kayıkta bulunan herkes, yine çok hayret ettiler. Kanunî, elini uzatıp yüzüğü alınca, o zât birdenbire gözden kayboluverdi. Kanunî, Yahya Efendi’ye dönüp; “Ağabey, neler oluyor?” dedi. O da; “O gördüğünüz Hızır aleyhisselâm idi” dedi. Bunun üzerine Kanunî; “O hâlde bizi niye tanıştırmadınız?” deyince, Yahya Efendi “O kendini tanıttı. Ama siz tanımakta geç kaldınız” buyurdu. Hiç Bilenlerle Bilmeyenler Bir Olur Mu?

59


Âh-u Zâr

Deneme

“İnsanı ateş değil kendi gafleti yakar. Herkeste kusuru görür kendine kör bakar, neye nasıl bakarsan o sana öyle bakar.”

Eminegül TÜRÜDÜ – Melek BEKREK

İnsan yüreğinin kulağı olsa zihniyle geçerdi taarruza ve yüreğinin silahı olsa müebbete hüküm giyecek kadar katlederdi zihni zannımca. Âh insan evladı! Nefsin seni gaddarlaştırmamalıydı. Dünya kardeşim dünya! Alışılmış zorluklardan ibaret, çoğunlukla sözlerde kalmıyor kifayet. Âh be kardeşim! Edep yahû edep. Öyle basit mi hemencik olsun her şey, istiyorsun ki üstüne otursun kıyafet. Otursun tabi öyle edep gösterilmez, lafta kalmasın. Kalmasın üzerine emanet... Yangın yerine dönmüş mevziler, yanan yerlerde yok olmuş mevkiiler… Herkes sanıyor kendini fevkal beşer, sahi avarelik insanda ne gezer? Burnunu uzatmış mı uzatmış Kafdağı’na, kimse yetişemez arşa uzanmış bir başına, aldanıyor şu dünyaya. Üç kuruşluk dünya nimetini sayıyor sefadan, bihaber cefadan... Dünyaya aldanmış insan ne anlar, İlahi sevdadan muteber sayar kendini. Öte tarafta tarumar olacak bilmez bunu dünyada. Gafletler derya olmuş yıkarken beyni, gün gelir o deryada yanarken buluverir kendini.

60

o sana öyle bakar.” Âh azizim, Gözümüzün içine bakıyorlar büyü diye. Dünyaya büyümek için gelmedik mi en nihayetinde. Fakat biz iyi niyeti kaybetmeyelim... Büyüyelim ama içimiz çocuk kalsın. Büyüyelim, gözlerimizin feri yansın... Öyle ki gözlerimiz ilhamımız olsun yolumuzda.

Ve azizim,

Ve büyüyelim içimize sığmayan bahar, bahçe olsun dünyaya...

“İnsanı ateş değil kendi gafleti yakar. Herkeste kusuru görür kendine kör bakar, neye nasıl bakarsan

Unutma ki iyi niyeti toprağa tükürsen fidan verir sana. İyi olmaktan vazgeçme... Vesselâm...

Gri Edebiyat


Şiir

Ben uyurken o şiir yazmış Her şey ben unutmaya çalışırken oldu Uyudum, uyandım Unutmaya çalışırken lâl oldum En çok, hafızasıyla cebelleşirken lâl olur insan Başka neden olsun

Lâl Hatice BEKREK @buyi_ruh

Yaşadım denemez Yaşlandım İç sesimi yaşlı bir serçe seslendiriyor Yorgunum Milyonlarca yıllık yoldan gelmiş gibi yorgunum Oysa bilir miydim yolları yıl hesabıyla saymayı Bilmiyorum İç sesimi bilge bir serçe seslendiriyor Aradım, bulamadım Sonra neyi aradığımı unuttum Fakat serçe düşmeyeyim diye dehrin ortasına Unuttuğum onca şeye rağmen Sözcükleriyle kalbimin kanatlarından tutuyor. Bazen, yavaş ilerliyor zaman Bazen, insan bir ânın kıyısından Kalbinin orta yerine düşüveriyor Kalbimin orta yeri, yani hüznün kalbi. İç sesimi mahzun bir serçe seslendiriyor Serçe; yaşlı, bilge, mahzun Serçe; rüyalarımda hasbihâl ettiğim. Ben uyurken o şiir yazmış Uyudum Unuttum Lâl oldum…

Hiç Bilenlerle Bilmeyenler Bir Olur Mu?

61


Röportaj

Ayşe Pehlivan: Birisi Fısıltınızı Duymuyorsa Gürültü Etmeyin “Şair kimdir?” diye sordular. Benim şairi tarifim şu oluyor: “Çukurda olduğunu fark eden birinin kurtulma gayretindeki terinin kâğıda düşmesidir.”

Konuşanlar: Ayşe Aleyna Kuşcu, Gamze Küçük, Sena Başkurt, Kübra Suna Ayşe Hanım sizi tanıyabilir miyiz? Bir insanı tarif ederken anadan başlamak zorundayız. Ana kıymetlidir, ana konudur ana. Anaya dokunmamak, insanı tarif ederken cana dokunmamaktır. Benim can anam, özel ve güzel bir insandı. Herkesin anası kendine özel ve güzeldir lakin benim can anam tanıyanların şahitliğiyle herkes için özel bir insandı. Dert dinler, inandığını mertçe söyler, sözü saklamaz ve sözün arkasına saklanmazdı. Bana gelince bu dört çocuklu annenin 3. çocuğuyum. Şen bir ailede büyüdüm. Cömertçe sorumluluk veren annem, aynı zamanda muhasebesi sağlam bir kadındı. Bir çocuk aldatamayacağını bildiği ebeveyninin yanına sığınmayı ve sığmayı öğreniveriyor. 1980 yılında İstanbul’a eğitim için geldik. Gurbetti benim için. Zordu ama gerekliydi de. Özlemle tanış olduğum dönem bu dönem. Sonra ard arda geldi özlem. Bir gün ben kendimi özlem kervanının başındakilerden biri olarak buldum. Anne özlemim evrildi ve çocuk özlemine dönüşüverdi… “Mesleğin nedir?” diye sorarsanız “Ben çocukları seviyorum.” diye cevap verebilirim. Bütün olgulara çocuk gözüyle bakıyorum. Çocuk gözüyle, çocuk yanından ama çocuklar için değil, çocuklarla birlikte. İlahiyat mezunuyum, şuan açık öğretim tarih okuyorum. Bir dönem Kur’an kursu öğretmenliği yaptım. Sonra bir milletvekiline danışmanlık yaptım. 62

Gri Edebiyat

Şimdi de Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlık Müşaviri olarak görevime devam ediyorum. Hayatıma anlam katan en önemli işlerimden biri de, Özlenen Çocuk ve Gençlik Derneği. Çocuksuz ailelerin bir araya gelip, evlat özlemiyle kanayan yaralarının tanışlığıyla, sevgi bekleyen yavruların yaralarına merhem olmaya çalışan insanlarla birlikte güzel bir yolculuk bizim ki... Hayatınızın önemli bir kısmı sivil toplum çalışmaları alanında hizmetlerle dolu ve sizin çok güzel bir isme sahip derneğiniz var. Özlenen Çocuk ve Gençlik Derneği. Bize bu dernekten bahsedebilir misiniz, neden çocuklar? Evet, dernekten bahsetmeden beni anlatmak zor zaten. Derneğimizi 1999 yılında kurduk. Acıyla hemhal olmuş, özleme bulanmış yürekler bir araya geldik ve bir dernek kurduk. Yokluk zordur,


eğer eksikliğinin farkındaysanız. Ben çocukken mesleğimi annelik olarak belirlemiştim. Daha önce söylediğim gibi ben özel bir annenin çocuğuydum, ona hayrandım ve onun gibi bir anne olmak istiyordum. Onun bu dünya ile işi bitti, yolcu ettik onu. Ben ancak böyle tarif ediyorum, “Gitti” diyemiyorum, çünkü bazıları gitmiyor, sadece yanınızda olamıyor. Ben uyanmadan annemin yokluğu ve anne olamayışım uyanıyor, ben o duyguları uyutmadan uyuyamıyorum. Anne olamadım ve “annem” diye seslendiğimde yüreğimdeki ateş harlanıyor. Hatta bu konuda şöyle düşünüyorum: “İnsanın iki defa göbek bağı kesiliyor. Bir, doğduğunda bir de annesiz kaldığında.” Annesiz kaldığınızda tekrar yaşamayı öğreniyorsunuz, tekrar soluk almayı. İyi bir şey yaşıyorsun ama tarif edecek annen yok. Ya tadı eksik kalıyor, sevinci yarım ve yine “Hiç kimse insana annesi gibi bakamaz.” diyenlerdenim. Çok başka bir şey bu. Evet dernek deyince anneler konuşuluyor zira anne olamayanların yarasıyla şekil almış bir dernek bu. Ben büyürken büyüyen anne olma sevdam, doğacak çocuğumun ismini koymaya kadar vardı. Onun kitapları, kumbarası ve ismi vardı. Öyle inanmıştım, kız olacaktı ve adı Mihrimah… Farsça “Ay ve Güneş” demek. Onsuz hiç kalmayacaktım. Sonra zaman geldi, evet artık kul makamınca hesaplar tamamdı, derken küçük bir sızı için doktora gittim, öğrendim ki, derdim büyükmüş, kanser teşhisi konuldu. Daha sonra da Mihrimah bu dünyada doğamayacak ve beni bulamayacaktı.

“Azla konuşmuyorsanız çoğu ziyan edersiniz.” Ateş mi, ateş... Boşluk mu, boşluk... Böyle tarif ediyorum. Onu anlatılacak bir şey değil. Bazı şeyler, anlatılmaz… Anne olmaya kodlanmış bir hayatın kodları kayboldu, dünün ağır yüküne ilave yarınsız kalmak günde şaşalamak işte…. “Allah’ın bana borcu var gibi davranmışım.’’ Yanlış! Örneklik teşkil edecekse işte burası örnek. Ben Kur’an’ın bütünüyle muhattab olan bir kuluyum ama atlamışım, “Çocukla ve çocuksuzlukla imtihan ederiz.” ayetini.

Ve dedim ki tamam oldu, ateş harlanıyor, ben anlamaya çalışıyorum. “Oradan nasipleneyim de o nasibi faydaya dönüştüreyim.” diye, çocuksuz ailelerin bir araya gelip bir dernek oluşturmasının faydalı olacağını düşündük. Sonra çocuklu olanlar da bize yardım etmeye başladılar, derken bizim sahamız çok hızlı genişledi. Biz artık Türkiye geneline hizmet etmeye başladık. Çocukları sekiz grupta topladık. Bunlardan bir grubu da ebeveynli öksüz ve yetimler. Anne-babası olduğu halde yok gibiydi, en çok bunlara hizmet ediyoruz. Çalışmalarımız böyle devam ediyor. “Aşkın kendisinin içindedir beklentisi, karşı tarafa anlam yüklemekten başka bir yükünüz olmasın.” Karşılıksız aşk diyorlar ama aşkın karşılığı zaten içindedir. Düşünsenize ihtimallere yatırım yapıyorsunuz. O kişi sizi arayacak diye telefonu yanınızdan ayırmıyorsunuz. İşte bak çok güzel bir şey bu. Ayşe Hanım, bir de sizin şairlik yönünüz var. “Yoksun Mihrimah” şiiri bu yoksunluğu o kadar zarif ifade ediyor ki... Bu şiiri bize okuyabilir misiniz ve Mihrimah yayınlarından çıkan ‘’Gelmeyeceksin Diye’’ adlı kitabınızdan biraz bahsedebilir misiniz? Bana bir gün “Şair kimdir?” diye sordular. Benim şairi tarifim şu oluyor: “Çukurda olduğunu fark eden birinin kurtulma gayretindeki terinin kâğıda düşmesidir.” Bir çukurda olacaksın, bir de çukurda olduğunun farkında olacaksın ve bir de kurtulmak isteyeceksin. O an terliyorsun ya işte o kağıda düşen o terindir şiir.Yanmadan kalemi güçlü olan insanlar olduğunu düşünüyorum bu dünyada, bırakın onlar noktayı virgülü istediği yere koysunlar, hiç önemsemeden okuyor ve anlaşıyoruz biz. Birde fikir kabızları var ki Allah uzak etsin. Onların da kaleminin tutukluğu çok net olarak belli oluyor, zorlayarak yazıyorlar. Benim için yazma hali, yazmadan duramama hali. Tabiri caizse içinizden çıkan istiğfar gibi ağzınızdadır artık, yazmadan olmaz. Bazen kalemle yazarsınız bazen aklınıza yazarsınız bazen yürürken bir şiir akar yüreğinizden, kayıt edersiniz akıl defterinize… Hiç Bilenlerle Bilmeyenler Bir Olur Mu?

63


Gelelim şiire; Yoksun Mihrimah Annenin gözyaşları aktı be Kızım Gözyaşına Yalnız annen baktı be Kızım Annen gönlüne seni kattı be Kızım Yol çok mu ırak yoksun Mihrimah? Bu bir sevda canım seviyorum ben seni Kötü bu hastalık, sensiz bıraktı beni Sensizlik derinden yaktı sinem! Akşam oldu yine yoksun Mihrimah. Çiçekler açıyor şenlik var yine Kuşlar seviniyor yaz gelişine Akıl erdiremedim ben birçok işe İlkbahar geldi yoksun Mihrimah. Minik elini tutup dolaşamadım Çok istedim sana kavuşamadım Sen yoksun, benimle buluşamadım Gelenlerin arasında yoksun Mihrimah. Mektuplar geliyor teselli diye Bazıları diyor: ‘bu sevda niye? ’ Sevemem mi seni doğmadın diye? Özlemin var ama yoksun Mihrimah. Ben var ettim seni hayallerimle Anlam kattın yaşama gerçek sevginle Bir de eşlik etsen sen nefesinle Hayalde kaldın bak, yoksun Mihrimah. Mihrimah’ın Annesi… Şiirsiz yaşamak sosu olmayan bir salata gibi gelir bana. O hayatlar, “Azla konuşmuyorsanız çoğu ziyan edersiniz.” diyenlerdenim. “Birisi fısıltınızı duymuyorsa gürültü etmeyin.” diyenlerdenim. Ben “Aşkın kendisinin içindedir beklentisi, karşı tarafa anlam yüklemekten başka bir yükünüz olmasın.” diyenlerdenim. Karşılıksız aşk diyorlar. Aşkın içinde zaten karşılığı. Düşünsenize ihtimallere yatırım yapıyorsunuz. Balzac, Vadideki Zambak’ ta öyle demez mi, “Sen bana beyazı yakıştırdığın günden beri beyazdan başka renk hiç giymedim.” Aşk budur, bu kadardır. Başka bir şeyi yok bunun. Demeye çalıştığım şey şu: “Herkesin şiiri var ve herkes kendi şiirinin şairi. Bazılarının sadece dinleyicisi var ve bazılarının okuyucusu. Bazıları sadece kendisi okur.” 64

Gri Edebiyat

Yaşam dediğin şey budur zaten. Yani şiirsiz bir toplum katıksız ekmektir, tuzsuz çorbadır, çiçeksiz bahardır, buğdaysız başaktır. İşte bunları çoğaltabilirsiniz. Şiir ya şiir... Yani lütfen şiir... Benim de dikkatimi çeken şiirler olmuştu, satır sayılarına kadar belirli fakat henüz nokta dahi sürülmemiş şiirler. Öyledir ama bazen bırakıp gitmek hepimiz için bir tercihtir ve o tercihi kullandığımıza pişman olmayacak noktada gitmeliyiz. Hani böyle büyük büyük laflar edilir. Ben hep küçük konuşuyorum, hep böyle hayatın yakınındayım çünkü. Bir seminerde bir dinleyiciye laflarım büyük gelmiş, dedi ki: “Böyle konuşuyorsun da depremden korkmuyor musun?” Cesaretten konuşmuşuz herhalde. Dedim ki: “Ben neden depremden korkayım, ben bizim binadan korkuyorum. Ben depremden ölmeyeceğim ki bizim binadan öleceğim. Ya bizim müteahhit sahtekarsa? Yoksa deprem sürekli oluyor. Zilzal Suresi’nde geçtiği üzere korkunç olan bir Müminin depreme tedbir almamasıdır. Batılı düşünür demiş, ‘Yer yürürken ayakaltında dolaşma.’ yeri yürütürüm diyor Allah. Nedir ki deprem? Olmak zorunda.” Bir söz var ya “Karakterim kim olduğumla ilgili, tavrım sizin kim olduğunuzla.” Yine de tavrımı o belirlemez, bende öyle olmuyor. Yani gönlümün kapısını herkes tıklatabilir ama kime açacağıma ben karar veririm. Sevdikleriniz kadarsınızdır, seçtikleriniz kadarsınızdır, bu kadar. “Sen kendi senaryonda bana rol verdiysen bu benim sorunum değil!” dediğim insanlar vardır. Senaryo yazmışsın bana da rol vermişsin ama banane, bana sordun mu? İstemezsem oynamam, bu kadar basit. Senin bana rol vermen benim suçum değil.


Sevmek sevenin işidir ve karşılığı da yaşadığın o heyecan, kendini tanıman, olgunlaşman, pişmen. Eğer sen çok çiğsen tabi ki biz de odunu artıracağız. Bir an önce piş yanmaktan kurtul kardeşim, piş yani. Birçok göreviniz var, okudukça şaşırıyoruz ama bunları nasıl idare edebiliyorsunuz, bize nasıl bir tavsiye verebilirsiniz? Tavsiye değil de, nereden beslendiğime bakmak lazım. Ben onu söyleyebilirim. Benim ideallerimi ben ufka koyuyorum, “Azrail gelmeden bitmesinler.” diye. Benim nedenlerim o kadar sağlam ki tereddüte mahal yok. Bir çocuğun bir damla gözyaşı eksik aksın. Ölçülebilir olmadığı için de benim motivasyonumu bozacak bir şey yok. Ben bu dünyada oksijen alıp karbondioksit veriyorsam, bir hava kirliliğine vesile oluyorsam, elbet diğerlerinden farklı yapmam gereken bir şeyler de olmalı değil mi? Yani Rabb’im yaratmış beni kıymetim oradan gelir. Ben ayetlerin muhatabıyım, Allah’tan mektup gelmiş bana. Ben yoncanın yaratılışını nasıl hafif görebilirim ya da bir ağacın çiçek açıyor olmasını, karıncanın yük taşımasını... Gelin birlikte konuşup anlaşalım. Çözebilelim midemizde çalışan fabrikayı. İçinde inanç olan, kalbine Allah’ı sığdırabilmiş birisinin acziyeti nedir? Allah’a savaş açmadığın müddetçe asla aciz değilsin. Yapman gereken şey

Şimdi canlar bakın, başkasının derdine sabretmek kolaydır. Ne teselliler vardır, akıl almaz. Ama onun yerine geçmeden onu anlayabildiğimizde büyümüş olacağız. Ben empati yapmayanlardanım, onun için de sempatik değilim. Ben olduğum yerden bakıp kardeşimin hakkını, duygusunu anlamak zorundayım. İlla onun yerine geçersem hem orada sıkışırız hem burası boş kalır. O orada dursun ben de burada durup onu anlayayım. “Biz kardeşiz” sözünün de ziyan edildiğini düşünüyorum. Kardeş olmadan da hakkını verebildiğimiz gün “biz” oluruz. “Ben yazarçizerim.” diyorum, bazen altını bazen üstünü nasip neresiyse.

Bedelini ödemeye razı olmadığınız şeylerin edebiyatına gerek yok. Sonra, bir bedel için yola çıktığımızda da kestiğimiz çekin miktarı önemli değil, bankadaki para önemli. Bankada 3 trilyonunuz varsa 500 bin liralık çek kesebilirsiniz. Bankada paranız yoksa 5 bin liralık, 500 liralık, 50 liralık çek için bile gelip kapınızı tıklatırlar. Hayatımıza bakarken buna bakacağız. Bir de okumak lazım, okur-yazar olmaktan bahsediyorum. Gözünüzle okumanız lazım, kitabı okumak lazım, Kur’an meali okumak lazım, insanların yüzünü okumak lazım; ağacı, börtü böceği, kuşu, çiçeği okumak lazım. Mideyi 3 öğün beslediğimiz gibi bir de aklı ve kalbi de beslemeye özen göstermek lazım. Elbisenizi kirlilikten koruduğunuz kadar gözlerinizi de korursanız iş kolay olur. Gönlünüzü, midenizi korursanız iş kolay olur diye düşünüyorum. Hangi yönden şaşırttıkları da önemli ama değil mi? Kesinlikle önemseyin. Çünkü öğrendiğiniz şey şudur; ya ondan yapmamanız gereken bir şey öğrenmişsinizdir ya yapmanız gereken bir şey, ikisi de kıymetlidir.

şu: İnanıp, güveneceksin. O zaman güç sendedir, acziyet senden uzak. Nimeti paylaşırken “Acizim bana az ver.” demiyor. “Ben acizim yemesem de olur.” demiyor, “Ben acizim ne bilirim eti.” demiyor. Ama “Ben acizim ne bilirim ibadeti.” diyor, olur mu böyle saçma sapan iş?

Zaman ayırıp geldiğiniz için, zahmet ettiğiniz ve bu zahmeti seçtiğiniz için Allah razı olsun.

Hiç Bilenlerle Bilmeyenler Bir Olur Mu?

65


Deneme

Türk-İslam Medeniyetinin Özü: İlim ve Hikmet Asıl mesele fiili fetihten önce gönüllerin fethini gerçekleştirmektir. Bizim âlimlerimizi, ariflerimiz gönül fethini de ilim, irfan ve hikmet birikimlerini hâl dili ve tebliğleriyle, henüz fethi gerçekleşmemiş olan topraklarda yaşayan insanların gönüllerinde geçekleştirdiler.

Ü

stat Necip Fazıl Kısakürek; “Ağaç, bulduğu havaya göre yemiş verir.” Derinlemesine düşündüğümüzde pratik hayatımızda bu sözün çok önemli bir yere sahip olduğunu idrak ederiz. Buradan hareketle Selçuklu ve Osmanlı’da teşekkül etmiş olan Türk-İslam Medeniyetinin de sağlam köklere sahip bir ağacın vermiş olduğu bereketli meyveye benzetebiliriz. Türk-İslam Medeniyeti; özü itibariyle İslamiyet içinde teşekkül etmiş, bu medeniyetin zihniyet dünyasını ve hayata bakışını, Müslümanlar harmanlamıştır.

66

Gri Edebiyat

Yakup ÖKSÜZ @yakupoksuz

Özellikle Anadolu’yu vatan kabul etmeye başladıktan sonra, bu güzel topraklara ruh veren ariflerin ve hâkimlerin hâl ve gayretleri bizzat İslam’dan kaynaklanmaktadır. Anadolu topraklarında kök salmaya başlayan İslam; âlimlerin, ariflerin, hikmet ve irfan ehli insanların bu ağacın büyüyüp meyveye durması için ortaya koydukları samimi, sahici ve güçlü gayretlerle kısa sürede kabul görmüş ve bu toprakların özünü oluşturan kuvvetli bir ruh haline gelmiştir. İbn Arabi, Gazali, Mevlânâ gibi ilim ve irfan ehli âlimlerin mayaladığı bu irfani güç ilme, edebiyata,


sanata, siyasete, bilim ve üretime yansıyınca muazzam bir medeniyet vizyonu oluştu. Anadolu İrfanı, oluşan bu medeniyet vizyonu ile birçok farklı milleti yüzyıllar boyunca aynı kutsal hedef doğrultusunda bir arada tutmayı başardı. Bu hedef; âlimlerin dinini daha fazla insana ulaştırmak, daha fazla toprağı bu irfan içine katmaktı. Bunu yaparken kullandığı yöntem ‘Anadolu İrfanı’ diye kavramlaştırabileceğimiz Türk-İslam Medeniyetine has bir yöntemdi. Bu yöntem; çok kısa ve net olarak, fiili fetihten önce gönüllerin fethini gerçekleştirmektir. Gönül fethini de ilim, irfan ve hikmet birikimlerini hâl dili ve tebliğleriyle, henüz fethi gerçekleşmemiş olan topraklarda yaşayan insanların gönüllerinde geçekleştirdiler. Asıl fethi kolaylaştıran gönül fetihleri, Anadolu İrfanının kazanılan topraklarda kolay kabullenilmesini ve kalıcı olmasını sağladı. Kılıç ve kalemin böylesine uyum içinde inşa ettiği bu medeniyetin yine ilimle, irfanla ve kalemle olgunlaşması kalıcı hale gelmesini kolaylaştırdı. Düşünceye verilen önem, İslam’ın hoşgörüsü, ilim sahibi insanların aynı zamanda hikmet ve irfan ehli olması milliyetçilik yerine millet olmayı, ümmet olmayı beraberinde getirdi. Osmanlı/Türk dendiğinde dost-düşman herkesin kafasında İslam olgusu şekillendi. Osmanlıyı yöneten idarecilerin bizzat ilimle, hikmet ve irfanla yetişmeleri, ilim adamlarına önem vermeleri ve fetih gayesiyle hareket etmeleri bu topraklara kök salan İslam’ın hızlı ve kalıcı bir şekilde meyve vermesini sağladı.

İbn Arabi, Mevlana, Gazali, Yunus Emre, Ahmet Yesevi gibi ilim, hikmet ve irfan sahibi büyük veliler mayaladıkları Türk-İslam Medeniyetini diri tutan en önemli kaynaklar oldu. Cevheri İslam olan bu medeniyetin oluşturduğu ruh herkesi birbirine bağlayan çok güçlü bir tutkaldır. Türk-İslam Medeniyetini oluşturan kurucu ve asıl unsur Türk milletiyken yapıcı ve bağlayıcı unsur İslam’dır. Bu medeniyetin başarılı olmasındaki en büyük etken bilgi ile hayatı bütünleştirmek, bilgiyi hayata yansıtmaktır. Peygamber Efendimiz’in 23 yıl zarfında bize tebliğ ettiği dinimizin hayata uygulanmış olmasının önemini bilerek hayatın merkezine inanç ve bilgiyi alarak pratiğe en net şekilde yansıtmışlardır. Hem bilmişler, hem yapmışlardır. İlmi, inancı, düşünceyi en iyi şekilde hayata taşımışlardır. Bu bilgiyi, hikmetle ve sabırla halkın seviyesine inerek halkı kendi ulaştıkları seviyelere ulaştırmayı başarmışlardır. Bu başarı sayesinde toplumun her kesimi eğitimli, bilgili ve genel kültüre hâkim halde huzur ve barış içinde yaşayarak maddi-manevi anlamda topluma, insanlığa fayda sağlayacak üretimler içinde olmuşlardır. Bugün bizlere düşen de bu muazzam birikimimizi tekrar ve sahici bir şekilde canlandırarak dünyada yeniden ve her alanda söz sahibi olacak güce ve medeniyete ulaşmaktır. Söylediğimiz her sözü, yaptığımız her işi, attığımız her adımı, bu inançla ve heyecanla yaparsak Allah’ın izni ve lütfuyla bunu başarmış olacağız. İnanmak, hayal etmek ve bu çerçevede gayret etmek bizlerden, başarı Rabbimizdendir. Vesselam…

Başkent İstanbul hem millî, hem dînî hem de ilmî merkez olarak diğer şekillerle devamlı iletişim ve etkileşim halinde oldu.

Hiç Bilenlerle Bilmeyenler Bir Olur Mu?

67


Kitap Tahlili

Açık Mektuplar Ayşe Aleyna KUŞÇU – Kevser ELGÜN

Gri Edebiyat okuyan kardeşlerimiz, edebi açıdan kendimizi geliştirirken doğru bir yol kat edebilmemiz için usta yazarlarımızdan Rasim Özdenören’in “Açık Mektuplar” adlı kitabını sizler için okuduk ve analizini yaptık. Püf noktalara değinerek yazılarımızı “güzel” sözcüğü çerçevesinde toparlama amacındayız. Bir bakalım usta şahsiyetler bizlere hangi nasihatlerde bulunmuşlar.

Yazarken ilk hedefimiz kendi imkânlarımızı kullanmayı prensip edinmek olsun. Böylece başkalarına bağlı kalmadan yazımızı özgün bir şekilde oluştururuz. Yapım aşamasında kendimizi tek bir konuyla sınırlamak, özgür düşüncelerimize gem vuracaktır. Bu hususta düşünce dünyamızı daraltmamaya özen göstermeliyiz ki tamamıyla sınırsız boyutlara ulaşabilsin başarımız. Amacımız bu noktada bir hayli ehemmiyet taşıyor. Bir şeyleri gün yüzüne çıkartıp maddi varoluş hissi vermek midir, yoksa sanat bizzat güzeli yaratmak mıdır? Oluşumunu tamamlamış eserinize tekrar tekrar müsvedde dokunuşlar yapamazsınız. Çünkü sanatta bitmiş bir esere başka bir şey eklenmez. Sanat eseri zaten bir bütündür, yapılan ekleme ve çıkarmalar bütünü bozar, altüst eder. Evvela Yazınızın Ne Olduğuna Karar Verin A) Düzyazı Hedefliyorsanız ilk olarak; Deneme farklı pencereden samimi bir izlenim sürmektir. Bu nedenle daha çok şahsi manalar çıkması doğaldır. Edebiyatımızda da süreç içerisinde birçok isimle anılmıştır. Fransızca ‘Essai’, ingilizce ‘Essay’ olarak adlandırılan deneme, bizim edebiyatımızda başlarda ‘Tecrübeyi Kalemiyye’ ile kullanılmış, ‘Kalem Tecrübesi’ ardından ‘Kalem Denemesi’ ismini almış ve sonunda ‘Deneme’ şekliyle günümüze ulaşmıştır.

68

Gri Edebiyat

“Deneme, uzun vadeli fikri çalışmalardır.” Fikir! Denemenin mayasını tutturan sözcük… Bu manaya erişebilmek için derin düşünme yetimizi geliştireceğiz. Geçmiş, gelecek ve şuan; hepsini kapsayacak şekilde yorumlamalıyız. Çünkü günübirlik siyasi mesele deneme değildir! Yalnız şu


ana hitap ediyorsak durum vahim, şuan geçti ve geçecek de. Zamandan bağımsız bir eser ortaya koyabildiğimizde kalıcılığı yakalamak adına kaygılanmaya lüzum olmayacaktır. İşte, filozof ve mütefekkirler de deneme ile bunu başarmıştır. Ardından bir cümle daha zihnimizde beliriyor. “Usta bir denemeci, iyi bir mütefekkirdir.”

Yavaş yavaş kavrayabildiğimiz kanısındayız, eserin mevcut hale gelirken geçirdiği aşamaları. Şimdi başa saralım;

Bittabi bol bol hikâye okuyacağız.

Her şey kâğıda bir dokunuşla başlıyor ardından harfler, düzeni bozmadan ilerleyen kelime ve kelime öbekleri, birleşiminden doğan cümleler ve güç birliğiyle oluşturulmuş paragraflar, ardı arkası kesilmeyen deneme, hikâye ve romanların varoluşu… Düzen kargaşasına dalıp yazma amacımızı yitirmemeliyiz, doğal akışıyla ilerleyecektir edebiyat. Başarılı olmak, amaca varmaktır. Bu yüzden genel yargılara takılmayarak şahıs şahıs inceleyeceğiz amacımıza giderken ışık tutacak insanları. Misal, Suç ve Ceza eserini yazan, Dostoyevski; “Dostoyevski Rus’tur ama komünist değildir.” Hatta muhafazakâr deyişine de rastlarız onda. Kendi döneminde batı taklitçilerine karşı durmuştur, bu noktada muhakkak okunması gereken bir kişilik olarak karşımıza çıkıyor. Hikâyede olayların akışını düzgün takip edeceğiz, hikâye alışılmış düzeyde olmayacak, alışılmışlığın dışına çıkmaya çalışacağız. Özellikle heyecan, üslup ve canlılığı eserin tamamına yaymayı hedefleyeceğiz. Ancak daima olayların en can alıcı noktalarını yakalamamız ve bunu en iyi ifade edebilecek kelimeleri seçebilmemiz şart.

Pasternak

Ivo Andriç

Peyami Safa Romanları ve bitiriş…

Bitirişleri düzgün yapmalıyız. Hikâye mutlaka sürprizle bitmek zorunda değil. Eğer hikâyede süperiz bir son istiyorsak okuyucuyu sona ve sondaki sürprize sağlam hazırlayacağız.

B) Şiir yazdım sanıyorsanız Mısralarınızı alt alta değil de yan yana dizin, şiirinizin durumunu fark edin. Şiir, edebiyatın apayrı bir boyutudur. Deneme yahut makaledeki gibi fikri rahatça yayamazsınız. Fikri şiire sokmak çok büyük ustalık ister, fikrin sahası şiirden ziyade nesirdir. Bu sebepten şiir yazarken kendinizi fikre şartlamayın. Ayrıca anlatacağınız şeyi şiirin örgüsü içinde öyle eritmelisiniz ki göze batıcı hiçbir unsur kalmasın. Bu hususta size önderlik teşkil eden şahsiyetleri incelemeniz ve onlardan belirli bir ölçüde faydalanmanız yerinde bir eylem olur. Lakin henüz gençsek, usta şairleri takip ederken peyderpey kendi özel şahsiyetimizi oluşturmalı ve özgünlüğü yakalamalıyız. Unutmayalım, TAKLİD ŞAİRİ YOZLAŞTIRIR! Şiir yazmak beraberinde birkaç özellik barındırılmasını ister. Misal, duygulu bir yan ve metafizik bir bünye. Bu nitelikler bize pozitif yönde ayrıcalık katacaktır.

Konuyu ele alış tarzları

Nazım (duygu yüklü) – Nesir ( düşünce dolu) dengesini sağlam kuracağız. Bir şairimiz “Şair olmadığım halde düşündüklerimi şiir kalıplarına dökerek...” derken fikri şiire dozunda yerleştirmemiz gerektiğini güzelce özetlemiştir. Bu püf noktaya bir başka açıdan değinecek olursak , “Şiirin içindeki düşünce, meyvedeki vitamin gibi mevcut, fakat gizli olmalıdır.”

Bunu işleyiş biçimleri bakımından incelememiz gerekir.

Şiiriniz okunurken size ait olduğu günden güne anlaşılmalıdır.

Hangi yönde ufkumuzu genişletmek ve yazı eğilimini göstermek istiyorsak o yönde; Usta olmuş kişileri, Devirleri,

İnsanın bir modele her zaman ihtiyacı vardır. Önerebileceğimiz şahsiyetler; Tolstoy

Dostoyevski

Yani: “Şiirlerinize kendi damganızı vurmalısınız!” Başlangıçta kader konusuna eğilimde bulunan bir ağabeyimiz, derin öz bulma konusunda başarılı Hiç Bilenlerle Bilmeyenler Bir Olur Mu?

69


olmuştu. Fakat öz yeterli değildir, artı olarak güçlü bir biçim de gerekir. Bu yüzden yeni konular ve yeni anlayış biçimleri arayacağız. Bütünlüğünü kurabilmiş bir şiirden bir harf bile çıkarılsa şiir güzelliğinden çok şey kaybeder. Değil harf, kelimeyi çıkardığınızda etkin duruşunda farkındalık meydana gelmiyorsa şiirinizin bitmiş oluşu mevzu bahis olamaz. Şiirde kelime seçimimiz bu nedenle mühim. Seçim yaparken titiz davranmalı ve lüzumsuz kelimelere asla yer verilmemeli. Yer vermek özensizlik belirtisidir. yaman gürültüsü, evrenin yaman ( lüzumsuz tekrir) Örneğin moda olan kelime ve kavramlar şiire yenilik getirmeyecektir. Şiirlerimizdeki imaj eksikliğini en aza indirgeyeceğiz. Şiir, bayağı bir propaganda aracı da değildir. Motif olarak ele alınan düşünce şiir içinde eritilmeli, şiir daha çok ‘sezgilere hitap etmelidir. Değerlerimizin doruk noktasında samimiyet yer alacaktır. Amacımız doğrultusunda yılmadan ilerleyecek, Vehbi Vakkasoğlu gibi istikrarlı olacağız.

70

Gri Edebiyat

Tavsiye Edeceğimiz Şairler •

Muallakatus Seb’a (Yedi Askı) şairleri olarak anılan Arap şairleri,

Fuzuli

Şeyh Galip

Baki

Nedim

Homeros

Dante

Baudelaire

Rimbaud

Yahya Kemal

Ahmet Haşim

Ahmet Hamdi

Cahit Sıtkı

Ahmet Muhip

Necip Fazıl

Sezai Karakoç (modern şiir temini bakımından önemli)


Mehmet Akif Ersoy’u da unutmayalım, onun etkileri ve halk deyişleriyle kendine bir duruş sağlayan ağabeyimizin buluş niteliğindeki beytini paylaşalım sizlerle, “Kahbe zaman, kör zaman Yıkıl zaman, öl zaman” Sanat eserinde semboller, ifade ettikleri düşünce veya duyguyu okuyucuya sadece sezdirirler, kafamızı kurcalayan şey de, belki daha çok taraflı bir yoruma uygun gelmesi, kısaca ‘’ Bu, budur!’’ dememesidir; güzellik de belki bu ‘’Esrar’’ın içindedir. Kullanılan sembolün ardından açıklamasını yapmak gizli olanın büyüsünü silmek demektir. Mısra kuruluşlarına dikkat edeceğiz, şiirimizin saf duruşunu bozacak yapılar kurmayacağız. “Şiir aklından geçenleri dümdüz söylemek değildir; söylemek istediklerimizi imajlarla, vasıtalarla ifade etmeye çalışacağız.” Bu ince dokuyu Sıddık Elbistan’ın şiirinde sezinleyebiliriz.

İmajlarla tablo çizilmesine gelince: Bir eseri kalıcı kılan, onun uzandığı meseleleri evrensel bir açıdan yansıtmasıdır, insanın ebedi sorularını açığa vurmasıdır. Aktüalitenin yeri şiir değildir, evrensel bir mahiyet vermeye çalışacağız. Eserlerde uzun vadeli konular işleyelim ki kalıcılığı yakalayalım. İmajinasyonda zayıflık, teknik bakımdan yetersizlik bizi geri götürecektir. Kafiye yapma hevesinde yetişmeyeceğiz fakat cümlelerimizi nesir havasından kurtaracağız. Hece veznini kullanıyorsak duraklara dikkat edeceğiz yoksa yer yer ahenk kaybolur. Tasavvufi konular, mücerret planda denenmeli. Tasavvufta hiciv ağırlıklı yazmak ustalık ister. Bu sebepten samimi ifadelerle mücerret imaj kurarak eleştiri yönünü içine, dikkatlice takviye edeceğiz.

Bir şair için insanın belli başlı bir meselesinden yola çıkmak lehine söylenecek bir nottur. Ancak şiir tekniğinin üzerinde de önemle durulmalı. Kelimeleri ayıklayarak bulacağız, güçlü bir söyleyişle mısralar üzerinde hâkimiyet kuracağız. Nesir havasından kurtulup şiirin özüne uygun imajlarla mısraları sağlam bir yapıya ulaştıracağız.

Hangi üslub ile yazarsak yazalım ‘’umutsuzluk’’ havası hâkim olmasın harflerimize. Geleceğe dair lüzumsuz kaygılar taşırsak zihnimizde, bu şartlar altında düşünen kafalar bittabi ıstırapla yüklü olur. Özellikle şiirimizin gökyüzünü kara bulutlardan arındıracağız ki dönüş aldığımızda güneşin tadını birlikte çıkarabilelim. Ama umutsuzluk bizden ırak olsun. Yürüdüğümüz yolu aydınlatarak ilerleyeceğiz. Takdire şayan bir yazı karakterimiz olursa yeri geldiğinde bize yapılan yanlışlar için de aydınlattığımız yolda özür bekleyecek birçok kişilik görebileceğizdir.

Şiir kendine mahsus dili olan bir türdür. İç disiplinden geçireceğiz dışa vurmak istediğimiz düşünce ve duygularımızı. Âşık tarzı ve lirizm yüklü ise birikimimiz, duygululuk başıboş bırakılmamalı, duygu taşmalarına da akıl yoluyla bir biçim hazırlayacağız.

Geçmişte kalmışlığın ölçütü yaşla sınırlandırılamaz, genç ve eski nesilden olmanın ölçütü olamayacağı gibi. Bunu, sanatçının bağlı olduğu sanat görüşü tayin eder. Biz amacımız doğrultusunda, eylemlerimizi hakkıyla yapmanın peşinde olacağız.

Misal;

“Gelecek vaad edeceğiz, (böylece) mazide kalmayacağız!”

“Çiçekleri açarken yakalardık.”

“Nefisler titrek, ruhlarda ürperti, Ayırd vakti, yumuşakla serti.” Dile imkân kazandıracağız, yenilik kazandıracağız. Vezinler arası üstünlük yoktur, önemli olan şairin vezni layıkıyla kullanabilmesidir. Aruz, hece ve serbest vezinlerine hâkim olacağız. Hece vezni için Necip Fazıl’ı, aruz vezni için Yahya Kemal’i okuyabiliriz.

Necip Fazıl Kısakürek kitleleri etkileyen çok büyük bir şahsiyettir, bizler için Üstad diye nitelendirilmesinde güçlü bir kalemi olması etkili olmuştur. Fakat daha önce de belirttiğimiz gibi usta kişilerden etkilenmekle, usta kişilerin etkisi altında yetişmek arasındaki ince çizgiyi kaçırmamak gerekir. Bu etki altında yetişen bir ağabeyimize Rasim Özdenören’in yorumu şu şekilde olmuştur:

Hiç Bilenlerle Bilmeyenler Bir Olur Mu?

71


“Zamanla bu etkiden kurtulamaz, daha doğrusu bu etkiyi kendiniz yapamazsanız iyi bir şair olma şansından çok şey yitirebilirsiniz.” Aruz, hece veya mücerret şiir, yazıdaki imajımızda özgür olacağız. Örnek alacağız amma velakin tesiri altında olgunlaşmayacağız. Yazdıklarımız fikir dünyamızı fazlasıyla ortaya koyar. Bunun en güzel örneğini Milli hislerle dolu ve vatan aşkını karakter mimarisinde harç edinmiş bir gençte görebiliriz. Cümlelerindeki vurguyla, özgün biçim ve sağlam üslubuyla bizlere şu etkiyi hissettirdi: “Şuurlu ve ne yaptığını bilen bir nesil yetişiyor!” Şiir mısralar içinde güzel sözler söyleme sanatıdır. Şiirlerimiz arasında ve şiirlerimizdeki mısralar arasında da muhakkak kendini gösteren yer yer güzellikler olmaktadır, yalnız bütünü oluştururken yetersiz kalmayacağız. Bir şey söyleyecek gibi oluyor, beklenmeyen şey ağızdan çıkacak gibi oluyor ama o demde kalıyorsa, daha ciddi yakalayışlara ihtiyaç vardır. Şiiri aceleye getirmeyeceğiz. Baştaki heyecan ve üslubu sonuna kadar sürdürecek ve bunu da yazmaktan çok okuyarak sağlayacağız. Bu noktada Necip Fazıl Kısakürek’in bir şiirini önerebileceğimiz kanaatindeyiz: Geçen Dakikalarım

72

Gri Edebiyat

Birkaç özelliğiyle negatif yönde ayrımcılığa sebep olacak üsluplara değinmeden geçemeyeceğiz. İlk olarak “Kolay kafiye yapma yolu” emek harcayanı çıkmaza götürebilir. yaş taş > Söyleyiş zarureti olmadıkça tekrardan kaçınacağız. baş Sonrasında, dar mantık kalıplarının bir getirisi, bitişi farklılaştırma çabası. Türlü kelime ve mantık oyunlarıyla bitişe yetişip kötü espriyle veyahut nükteyle bitirmeye sabitlemek mevcut yanlış arayışlar arasındadır. Kurnazlık mı? Peki, ama ne için? Ya da şöyle söyleyelim: Şiiriyet unsurundan yoksun olmaya değer mi? Yine, tek ve yegâne önerimiz ‘Okumak’ olacaktır. Geçmişteki şairlerin ve sanatçıların düştüğü hatalara düşmemek için ibret alabileceğimiz ölçüde iyi bir okuyucu olacağız. Hiçbir zaman unutulmamalı ki: “Ne kadar ilerlersen ilerle, Kalan yolunun başındasındır.”


Notlar:

Hiรง Bilenlerle Bilmeyenler Bir Olur Mu?

73


Notlar:

74

Gri Edebiyat





“Ey insanlar! Hani ya babalar, dedeler, atalar? Nerede soy sop? Hani o süslü saraylar ve mermer binalar yükselten Âd ve Semûd kavimleri? Hani ya, dünya varlığından gururlanıp da kavmine, ‘Ben sizin en büyük Rabbiniz değil miyim?’ diyen Firavun’la Nemrud? Onlar, zenginlikçe, kuvvet ve kudretçe sizden çok daha üstün idiler. Ne oldular? Bu yer, onları değirmeninde öğüttü, toz etti, dağıttı. Kemikleri bile çürüyüp dağıldı. Evleri yıkılıp ıssız kaldı. Yerlerini yurtlarını şimdi köpekler şenlendiriyor. Sakın, onlar gibi gaflete düşmeyin, onların yolundan gitmeyin! Her şey fanidir; bâkî olan, ancak Allah’tır. Ki O, birdir, şeriki ve nâziri yoktur! İbâdet edilecek, ancak O’dur. Doğmamış ve doğurmamıştır! Evvel gelip geçenlerde, bize ibret alacak şey çoktur! Ölüm bir ırmaktır. Girecek yerleri çok, ama çıkacak yeri yoktur! Büyük küçük hep göçüp gidiyor! Giden geri gelmiyor! Kat’î bildim ki herkese olan, size ve bana da olacaktır.”

Kuss bin Sâide *Ahmed Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya, c. 1, s. 62.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.