Hüznün Adı Yalnızlık / Yusuf Kenan Üçer & Hazan

Page 1


“Yine yağmur başladı” diye yakındı Çağla.Off ! Yarın da devam ederse okula nasıl yürüyeceğiz ? Mutfağa yürüdü söylenerek. Azade pencereden dışarı baktı. Sokağın alt ucunda, köşeye dikilmiş sokak lambası, yağmurun etkisiyle sanki incecik çizgilere bölünmüş, ölgün bir ışıkla hemen yanıbaşındaki evlerin dış yüzeylerini ve sokağı aydınlatmaya çalışıyordu. Bir adam belirdi uzaktan. Sarhoş gibi hafifçe yalpalıyordu ama onun sarhoş olmadığını çok iyi biliyordu Azade. Ölesiye yorgun...Yorgun ve umutsuz, dedi içinden. Karamsar. Aylardır işsiz olduğunu duymuştu. Ailesi sefaletin en koyusunu yaşarken, adamın dimdik yürümesi beklenemezdi ki. Sol tarafta köşedeki küçük marketin sahibi dükkanını kapatıyordu. İçerde bir kaç lamba açık bırakılmıştı.Ağır kepengi indirirken çıkan ses kulak tırmalayıcıydı. “Bu kepenkler de çok ağırlaştı son zamanlarda” diye düşündü ufak marketin orta yaşlı sahibi. Ee kaç yılın demiri ?


Kaç bin kez açılıp kapandı da bana mısın demedi. Ama artık o da benim gibi yaşlanıyor. Kepenge kocaman asma bir kilit taktı. Dikkatle kontrol etti. Sonra yağmurun içinde, hızlı adımlarla bir sokak ötedeki evine yürüdü. Azade gökyüzüne bakmaya çalıştı. Ama yağmur görüşünü engelliyordu. Sadece yağmur.. Hiç durmadan, birbiri ardına düşen yağmur damlaları. Her bir yağmur damlasının ayrı bir hikayesi var... Binlerce, yüzbinlerce yıllık, diye düşündü. Belki de milyonlarca yıldır yeryüzüyle, gökyüzü arasında gidip geliyorlar. Yağ-buharlaş, yağ buharlaş. Biteviye, neden böyle olduklarını düşünmeden kim bilir nereleri, hangi ülkeleri, denizleri, dağları geziyorlar ? Bir nehirde, bir su birikintisinde, işlek bir caddenin yıpranmış kaldırım kenarlarında birikiyorlar, yeryüzünü santimetrekarelere bölüyorlar. Belki bir kadının, bir çocuğun gözyaşını katıyorlar kendilerine. Belki kavuşan sevgililerin, annelerin, kardeşlerin gözyaşlarını taşıyorlar...


-Ne yiyeceğiz bu akşam Azade ? -Domatesli şehriye çorbası yaptım. Az önce söndürdüm altını. -Aa, bak onu severim işte. Ben yiyeceğim sana da koyayım mı ? -Hayır ! Sağol. Henüz acıkmadım. Çağla’nın mutfaktan seslenişiyle yağmuru düşünmekten vazgeçti. Odaya döndü. Yarına yetiştirmesi gereken kısa bir kompozisyon ödevi vardı, yazılması gereken. Masaya oturdu. Önünde kağıtlar, kalemler...Ne yazacağım ? diye düşündü. Hoca konu seçmekte özgürsünüz demişti. Aklına şu anda hiç bir şey gelmiyordu ama..”YALNIZLIK” ... İyi bildiği bir konuydu. Neden olmasındı ? Yazmaya başladı. Kalemi kağıdın üzerinde hiç duraksamadan ilerliyor, kağıt sonsuz bir açlıkla kelimeleri zapt ediyor, yalnızlık bir nehir gibi kağıdın üzerine akıp gidiyordu. Azade için akan suyu seyretmek kadar kolay ve zevkliydi yazmak...


Saatler sonra kendine geldiğinde masanın üzerinde bir kaç buruşturulmuş kağıt, çöp sepetine atılmayı beklerken, ortadaki kağıtlar da, “Biz hazırız okunmaya” der gibi üst üste sıralanmıştı. “ Sanırım hoca bunu beğenecek” dedi kendi kendine. En iyi bildiği konu, yıllardır yaşadığı ve hissettiği konuydu bu. Bu konuda kitap bile yazabilirim, diye düşündü. Sırtı saatlerdir eğilerek yazmaktan ağrımaya başlamıştı. İskemlede gerindi, arkaya doğru kollarını uzattı. Bir iki parça ütü yapmalıydı ama yorgundu. Sabaha da ütüleyebilirdi. Kalktı, mutfağa gitti. Çorbayı ısıtıp yanına biraz zeytin koyarak yemeye başladı. Çay da olsa iyi olurdu bu havada. Yemeği yarıda bırakıp çaydanlığın altını yaktı. Çağla’nın odasına yürüdü. Çalışıyordu arkadaşı. -Çağla, çay yapıyorum, içer misin ? -Vallahi çok iyi olur. Üşüdüm de hani. -Tamam, çay koydum ocağa, birlikte içeriz. -Az sonra gelirim. -Ben yemek yiyorum zaten. -Vallahi ben de acıktım.


-Bir şeyler atıştır, çok yeme hiç değilse. Mutfağa yemeğine döndü. Sonra bulaşıkları yıkayıp kaldırdı. Çay döktü bardaklara, biraz peynir, biraz zeytin, ekmek. Tepsiye yerleştirdi. Çağla’nın odasına gitti. - Yaşa vallahi. Ben çayı unutmuştum. İki arkadaş çaylarını içmeye başladılar. Her biri kendi düşünce denizine daldı gitti. - Bu gece yine chate girecek misin ? - Neden sordun ? Sen girmek istiyorsan gir. Bende hal kalmadı bu akşam. - Galiba biraz da bıktın ne dersin ? - Evet, bıktım. Doğru dürüst konuşan yok. Ya resim ya telefon ya da görüşme istiyorlar. - Hıı, evet. Can sıkıcı. - Ben odama dönüyorum, sen biraz daha çalış. - Tamam, aaa kirayı unuttuk. Ne yapıyoruz ? - Yarın patrondan para isteyeceğim. Akşam üstü öderiz. - Tamam adam konuşmaya başlamadan ödeyelim de... Odasına döndü. Yatağın örtüsünü açtı. Pijamalarını giydi. Tam yatacakken aklına gece üşüyebileceği geldi. Üstüne kalın bir şey giymeliydi. Yerinden doğruldu. Dolaptan onu en sıcak tutan kazağını alıp giydi. Yatmadan önce


yağmuru biraz daha seyretmek istiyordu. Pencerenin önüne gidip alnını cama dayadı. Yağmur, her zaman olduğu gibi onu içinde olduğu zamandan alıp çocukluğuna götürüyor, o geniş bahçeli iki katlı evin olduğu zamana atıveriyordu. Ahşap, eski ama bakımlı bir ev... İçinde, bir zamanlar zevkle ve sevgiyle özenilerek alındığı belli olan eşyalar. Bahçede bir kuyu, salıncak, ufak çiçek tarhları.. Üst kattan biri sesleniyor. Genç, güzel bir kadın. - Azade, yavrum gel hadi. Hava soğuyor, üşüyeceksin. Sana yiyecek bir şeyler hazırladım, gel ye. Kimdi o kadın ? Annesi olmalıydı. Dikkati çekecek kadar güzel, alımlı bir kadın. Güneş bembeyaz tenine gücünü geçiremezmiş gibi her zaman tatlı bir beyazlıktaki o pürüzsüz cilt, şakaklara doğru yükselen muntazam kavisli kaslar. İri, simsiyah ama sıcacık bakan gözler.. Sonra bahçe kapısından bir erkek beliriyordu. Ortadan uzun bir adam. Yeşil mi, mavi mi olduğu belli olmayan gözleriyle Azade’ye gülerek bakan. Koşuyordu ona, o ise güçlü kollarıyla hiç zorlanmadan kucağına alıveriyordu onu. O güvenilir kucakta, o güven verici, huzur duyuran kokuya küçük başını gömüyor, gözlerini kapatıyor, yukarı kata çıkana kadar da hiç açmıyordu. Annesi kapıyı açıyor, güzel yüzüne uyan ipek gibi yumuşak bir sesle Hoşgeldin canım, diyor. - Hoşbulduk bir tanem


- Sofra hazır. Ellerini yıka da oturalım. Aa kucağında kıpırdayan o küçük şey de ne ? - Bahçede buldum. Yanında kimse yoktu. Ben de bundan böyle bizimle kalsın diye alıp getirdim. Kalabilir değil mi? Bu sözleri duyunca Azade babasının yanında ufalıyor, her günkü oyunlarının tekrarlanmasından duyduğu heyecanla gülümsüyor, gözlerini kapatıp uyuyormuş gibi yapıyordu. Gök gürledi. Azade silkindi birden. Uykusu kaçmıştı. Biraz okusa belki iyi gelir, uyumasına yardımcı olurdu. Yatakta okurken uyuyakalırdı belki de. Ama... Biraz chat yapabilirdi onun yerine. Birileriyle konuşup kafa dağıtabilirdi. Bazen chat de uyumasına yardımcı oluyordu. Masaya oturdu, pc yi açtı. Kanallar bir sürü yapmacık ve özentili nickle doluydu. Onu farkeden bazı arkadaşları gelmeye başladılar. Ama sıkılıyordu. “Statusu” silmeye başladı. Son nicki silmeye hazırlanırken baktı, “Da Vinci ”... Yabancı bir isim. Farklı, daha önce kanallarda hiç görmediği bir isim. Biraz tuhaf biraz çekici... Sayfayı açtı.. - Selam YALNIZLIK. - Selam. - Nasılsın? - Teşekkürler, iyiyim. Siz nasılsınız? Konuşmaya başladılar. Adam otuz beş yaşında, iki çocuk babası dul bir erkekti. Eşinden boşanmış, İstanbul’da


yanında iki kızıyla kendine yeni bir dünya kurmuş, okuyan, yazan, düşünen bir adam. Azade’ye kendisini anlatıyordu. Sanatçı olduğunu, tiyatro oyunculuğu ve yönetmenliği yaptığını, resim yaptığını, sergi açtığını, tiyatro oyunları ve senaryolar yazdığını vs. Azade düşündü. Belki pc. yi kapatması iyi olacaktı. Karşısındaki bir megaloman olabilirdi. Şimdi kendini övmeye başlar. Onu esnetene kadar kendini anlatabilirdi. Bu tür yazışmalar sıkça olurdu. Ama aslında ne farkederdi. Kendisi de oraya biraz vakit geçirmek için girmiyor muydu? İnsanları seviyormuş. Şimdi en büyük hayali bir tekne alarak denize açılmakmış. Azade de seviyordu denizi ve uzakları.. Farkına varmadan kendilerini bir hayalin içinde buldular. Birlikte uzak denizlere gittiler. Coşkulu, neşeli, güzel bir hayaldi bu.. İki yabancı insan, iki yalnız insan... Biri henüz öğrenci diğeri olgun bir erkek, hiç görmeden, hiç duymadan, bir anda yılları, yolları ve sorunları asıp bir hayal oyununda beraber olmuşlar ve bu oyundan zevk almışlardı... Pc. yi kapattıklarında Haldun keyifle doğruldu. Nicedir bu kadar keyifli bir gece geçirmemişti. Zamanın nasıl geçtiğini anlamadan düşlediği yolculuğa çıkmış, uzaklara gidip gel mişti. Hep hayal ettiği gibi. Karşısındaki her kimse bu gece biraz olsun sıkıntılarını dağıtmıştı. Ayağa kalktı. Yatmalıydı artık. Aynada görüntüsüne baktı. Yakışıklı, çekici bir adamdı. Kadınların övgülerine, hayranlıklarına alışık... Ne var ki bunlar onun için hiç bir şey ifade etmiyordu. Onun istediği kadın belki de hiç olamayacak kadar mükemmel bir kadın. Bütün güzel


özellikleri kendisinde toplamış bir kadın.. “ Neredesin” diye düşündü. “ Sevdiğim, seveceğim kadın; neredesin şu anda. Kimlerlesin, ne yapıyor, ne düşünüyorsun? ” Yığınla iş vardı önünde bu sabah. Birçoğu acildi. Hepsini bitirmek saatlerini alacaktı. Yine de bu sabah içinde bir his herşeyin yolunda gideceğini söylüyordu. Çalışmaya başladı. Odası küçük ama aydınlık bir yerdi. Bir taraftan çok geniş bir camla aşağıda, atölyede çalışan işçileri görebiliyordu, diğer yandan caddeyi. Pencerenin önünde geniş bir masa, üstünde kızlarının gülerek birbirilerine sarılmış olarak poz verdiği bir resim, sağ tarafta pc., çizimlerini yaptığı bir masa... Duvarlarda hazırlanmış çizimler, eskizler, taslaklar, krokiler... Kendini tamamen yaptığı işlere vermiş bir halde uğraştı durdu. Başını kaldırdığında baktı ki öğlen olmuş. Dışarı yemek yemeye çıktı. İnsanlar dışarıda soğuktan korunmak için kat kat giyinmişler, acele adımlarla koşuşturup duruyorlardı. Yavaş adımlarla yürüyordu Haldun. Hiç acele etmeden. İşin ço-ğunu tamamlamıştı.“ Geriye bir kaç önemsiz ayrıntı kaldı” diye düşündü. Daha önce de yemek yediği bir restoranta yürüdü. Güzel ve temiz yemekleri vardı buranın. Servis de çabuk ve nazikti. Ayrıntılara çok önem veren bir insan olarak buraya kusur bulduğu pek söylenemezdi. Hafif bir oda müziği atmosferi yumuşatıyordu. Yanından geçtiği masalardaki kadınlar ona bakıyor, adımlarını takip ediyordu. Kadınlar üzerinde yarattığı etkinin farkındaydı ama aldırmıyordu. Oldukça tanınmış oluşunun da bu çekimde rolü vardı tabii. Bir masa seçip oturdu. Anında garson yanında


beliriverdi. Kararlı bir sesle ne istediğini söyledi sonra da oturduğu masanın yanındaki camdan dışarısını izlemeye başladı. Her an yağmur yağacak gibi karanlıktı gökyüzü. Bulutlar şehrin üstünü kaplamış o büyük kenti baştan aşağı suya boğmaya hazırlanır gibiydi. “ Yine yağmur yağacak, yine birçok evi sular basacak, insanlar neden geldiklerini düşünmeden bu şehre lanet okuyacaklar” dedi içinden. Yağmur her zaman yoksulların üzerine yağardı zaten. Onlar ıslanır, hasta olurlar, onlar yağmurdan ölürler. Altı incecik ve patlak ayakkabılarla dolaştıkları için... Islanıp ciğerlerini üşüttükleri için... Bakım masraflarını karşılayamadıkları için, hastalıklarını geçireceğini umdukları aspirinleri, zamanı geçmiş ilaçları içe içe ölürler. Ölürler de farkına bile varmazlar neden öldüklerinin. Onları bu şehir öldürür. Bu yağmur öldürür. Bilmezler. Yolun karşı tarafından iki polis geçiyordu. Haldun kendi de farkında olmadan başını çekti istenç dışı bir hareketle. Oysa artık korkması için bir sebep yoktu. O kadar değişmiş, o ka-dar farklılaşmıştı ki onu artık kimse tanıyamazdı. Kimlik bile değişmişti yıllardır. O genç çocuk büyük şehrin bir yerlerinde yitip gitmiş, genç bir erkek çıkmıştı ortaya. Farklı bir isim, farklı bir kişilik. Artık korkması için hiç bir sebep kalmamıştı. O şimdi bir iş adamı, kendine ayırdığı saatlerde bir ressam, bir yazar, heykeltraş ve daha bir sürü şeydi. Yemek geldiğinde Haldun başını kaldırıp garsonun yüzüne baktı. Temiz


yüzlü genç bir delikanlıydı. Belli ki taşradan gelmiş, kendine bu şehrin cilasını vurmaya çalışan taşralı bir genç adam. Haldun güldü. Alışık olmadığı bu gülümseme garsonu şaşırttı birden. Müşteriler pek gülmezlerdi kendisine. Ama bu adam çok içten bir gülümsemeyle yüzüne bakıyor, teşekkür ediyordu. İçi ısınıverdi birden. Sıcacık oldu. Bu adam onu farkedebilmiş, gülümseyebiliyordu ona. Ne güzel.. Akşam ki kız.. Chatteki. Aklına geliverdi birden Haldun’nun. Tuhaf, sabahtan beri hiç düşünmemişti onu. “ Karnım doydu keyfim yerine geldi de ondan ” diye düşündü. “ Kız, öğrenci olduğunu söylemişti. Ne isim, ne tip. Hakkında hiç bir şey söylememişti kız. Biraz korkuyor herhalde. Veya kendini gizemli kılarak çekici olmaya çalışıyor. Bu akşam gelir mi nete acaba? Onunla konuşmak hoşuma gitti doğrusu. Çoğundan farklı bir sohbeti var. Hem çok okuduğu da belli. Ne anlatsam o konuda söyleyecek bir şeyleri vardı.. ” Döndü, hesabı ödedi ve çıktı. Yanından geçen kadınların çoğu onu gözucuyla süzüyor, yüzlerine çekici bir ifade vererek onun dikkatini çekmeye çalışıyorlardı.. Onun başının içindeyse işi, çocukları ve bir de... Azade hocayı dinliyordu pür dikkat. Edebiyat estetiği üzerine kısa bir konuşma yapılıyordu. Önünde kâğıtlar, elinde kalem. Hızla notlar alıyor, sonra dikkatini yine hocaya veriyordu. Az ileride aşağıda ki sırada Çağla’yı gördü. Sabah derse geç kalmış, sınıfa girince de en yakın bulduğu sıraya oturuvermişti. Birden aklına geldi, bugün


son kira ödeme günüydü. Akşamüstü mutlaka patrondan para istemeliydi. Aksi halde ev sahibi yine eve gelir, dürüst olmayan kiracıların densizliğinden yakınmaya başlar, sonunda Azade sert bir dille konuşmayı kesene kadar konuşur da konuşurdu. Çoğu zaman erken ödedikleri oluyordu kirayı. Ellerindeki paranın harcanmasından korktukları için erken veriyorlar, böylece daha uzun bir süre rahat ediyorlardı. Ama bir gün gecikseler, ev sahibi bunlar hiç düşünmeden kapıda beliriveriyordu. “ Merhaba hanım kızlar ! Kiraya bir bakayım dedim de. ” Para hazır değilse o zaman seyreyle sen Hacı amcayı. Dersin bittiğini belirten zil çaldığında Azade çoktan dersten kopmuş, dalarak patronla nasıl bir konuşma yapacağını kararlaştırmaya başlamıştı. - Ne o, çok dalgınsın yine? - Patronu düşünüyorum da. - Ne varmış patronda? - Unuttun mu, bugün kira parası için avans isteyeceğim ondan. - Hıı, anladım. Ama vermezse üzülme. Bende para var şimdilik, öderiz. - Sağol Çağla. Ama büyük ihtimalle parayı bulacağım. - Tamam, ben eve gidiyorum. Sen ne yapacaksın. İşe gideceğim. Bir kaç saat çalışayım diyorum.


-Sen bilirsin, unutma öğleden sonra da ders var. -Unutmadım, görüşürüz hoşçakal. -Bye. Okuldan çıktı, cefeye yürümeye başladı. Allah’tan cafe yakındı da ev, okul, iş arasında fazla zaman kaybı olmuyordu. “Hava yine asık suratlı” dedi içinden. Koyu, bulutlu, kasvetli bir hava vardı. Rüzgâr eteklerini uçuruyordu.” Böyle giderse bu hava, işimiz zor” diye düşündü. Evde de sobanın tüpü Bitmişti çoktan. Yeni tüp alamıyordu “soğuk, çok soğuk” Diye düşündü “bu kışı bir geçirebilsem, ondan sonra bu kadar Korkmayacağım artık. Bu sene okul biter, yaza yine dışarı gider çalışırım. Master’a Allah kerim.” Cafeye ulaştığında içeri sıcacıktı. Ceketini çıkartıp önlüğünü taktı. İşe başladı. Kalabalık gençler topluluğuna çay, nescafe, cola yetiştirmek gibi çok önemli! İşini yapmaya koyuldu. Gürültü bazen başını ağrıtıyordu. Oradan biri sesleniyor, o masaya giderken diğer masadaki çağırıyor: Ona öyle geliyordu ki, kendisini biraz serbest bıraksa hepsine bağıracak


“ yeter artık susun, ben size istediklerinizi getirene kadar susun ” diyecekti. Bir kaç saat sonra ortalık biraz durulmuş, sakinleşmişti. Doğruca patrona gitti. Sıkılıyordu ama konuşmaymaya mecburdu. - Metin Bey biraz vaktiniz var mı? - Tabii, söyle. - Ben biraz avans isteyecektim de. - Ne kadar? - Meblagi söyledi. - Tamam, işten çıkarken gel al. - Ben şimdi çıkıyorum ama az sonra ders var. - Tamam, sana çek yazayım. Azade çeki alıp teşekkür etti. Şimdi doğruca derse. Akşama Hacı amcayı konuşturmadankirayı verebileceklerdi.. ( Safha bir lahzada Harutistan oldu yineTurfa efsun okudu bu kalemi cadü-fen ) Beyti masallaştırma eylemini çok güzel anlatır... Bunlardan bahseden hocanın sesi Azade’ye ulaşamıyordu. O yine ama çok farklı bir düşünceye dalmıştı. Akşam ki adamı düşünüyordu. Ne garipti. İnsan karşısındakinin kim ve nasıl biri olduğunu bilemeden yazışıyor hatta bir paylaşım içine giriyordu.


“ Kendine çok güvenen biri ” diye düşündü. Kimbilir ne rahat bir hayatı vardır. Öylelerine hayat kolay gelir. Nasıl da hayallerime ortak oldu akşam? Sanki gerçekten yaşadık o yolculuğu, sanki gerçekten o teknedeydik. Ne güzel. Ben de biraz rahatladım o anları yaşarken. Ama hepsi o işte. Bir daha karşılaşmaları şansa bağlıydı ve karşılaşsalar bile her yazışma aynı tatta olmuyordu. Bazen biriyle yazışıyor, güzel, ilginç konulardan söz açılıyor, saatlerce o konuların derinliğinde dolanıp duruyordu insan. Bir diğer karşılaşmadaysa tıkanıp kalıyordu konuşma. Sanki öyle şeyler konuşulmamış gibi... Sonunda kuru bir veda ve başka yazışmacılar... Bu da öyle olacaktı herhalde. “Bakdım dönüb gelenlere, sandım misal-i meve, Ummandan ayrılıb yine ummana döndüler “ Hoca şimdi de Kemal Edip Kürkçüoğlu’ndan bahsediyordu. Ama Azade yine dalmış bu eserin ancak son dört satırında kendine gelmişti. Kendisini toplamalıydı. Başında yeterince sorun vardı zaten. Daha başka şeylere gerek yoktu, silkindi, bilinç bilinçli olarak kendini kitaba ve hocaya yöneltti.. Haldun yorgun döndü eve. Kızlar kapıda karşılayıp ellerindeki poşetleri aldılar. Biraz dinlenmek istiyordu. Gözleri ve elleri yorulmuştu yine. Çizimler Grafik Tasarımlar oldukça titizlik isteyen bir işti. Daha önce bir hata yüzünden tüm ürünler iade edilmişti .Dikkatle yapılmazsa bütün emekler boşa gidiyordu bir anda. Salona gitti, kanapeye uzandı. Gözlerini kapadı. Ama


kızlar fırsat vermiyorlardı dinlenmesine. Biri ayakucuna oturmuş, diğeri omuz hizasında yere. Tatlı tatlı cıvıldaşıyorlardı. Bütün gün babalarının eve gelmesini bekleyen, anne sevgi ve ilgisinden mahrum, bütün sevgiyi babalarında tadan ve bulan iki güzel kız çocuğu. Ama bazen bu yeterli olmuyordu işte. Bir kadına ihtiyacı vardı. Kızlar bir kaç sene daha yanında kalacaklar sonra kendi hayatlarına uçup gideceklerdi. Kendisiyse yine yalnız, yine tek başına. Sevdiği biri olsun istiyordu. Gerçekten sevdiği... Ve sevildiğini bildiği... Onunla gülüp onunla üzülecek biri olmalıydı. O da çalışan biri olmalıydı ama akşamları evde olacak belki de iş dönüşü kapıda buluşabileceği biri. Birlikte yemek hazırlayabileceği, onun soğan doğrayışını izlerken, gözlerinde belirecek yaşı silebileceği biri. Ona “Neden ağlıyorsun canım? ” diyecekti gözyaşlarının soğanın acılığından geldiğini bildiği halde, O da “Gözyaşlarım senin için, sevgimize ağlıyorum ” diye cevap verebilirdi. Gülüşürler, sonra biri gözlerinde kurumamış yaşlar diğeri o yaşlara gülen iki can sarılırlardı birbirilerine. Mutluluğun beraberliklerinden olduğunu düşünerek. Ama yoktu öyle biri. Şimdi o yalnız bir erkekti. Ne bir sevgili ne bir es. Geceleri yalnız yattığı yatakta sarılabileceği, kokusunu içine sindirip, nefes alışlarını işitebileceği biri yoktu. Sabah uyandığında yanında biri olsun istiyordu. Sabahları güne ilk kez açılan gözlerinin önce onu görmesi gerekirdi. Yüzüne yakın bir yüz. Gülümseyen, sevgiyle bakan... Elini uzatıp, uzamış sakallarını okşamalıydı. Yüzünde gezmeliydi parmakları sevecen, müşfik.


- Hadi uykucu, kalk traş ol demeliydi uykulu bir sesle. Ama yoktu işte, yoktu... Kimbilir olacak mıydı bir gün? Belki de hep öyle bir kadını düşleyerek geçecekti ömrü, bulamadan, rastlayamadan, karşılaşmadan.. Kalkmalı, yemek hazır lamalıydı. Kızlar henüz bu işleri yapacak kadar büyük değillerdi. Mutfağa girdi, kızlar da peşinden. Konuşuyorlar o gün okulda neler yaptıklarını anlatıp duruyorlardı. Bir şeyler hazırlayarak koydu ocağa yine salona döndüler. TV. yi açtı, haberleri izlemek istiyordu. Ama aklı kıza takılmıştı bir kez. Kimin nesiydi bu kız? Neden bu kadar düşünüyordu onu? Öyle binlercesi vardı sokaklarda. Chatte ise yüzlerce. Bu kızı diğerlerinden ayıran özelliği neydi ? Her zaman yaptığı gibi bir sohbetti işte. Ama gün boyunca daha önce hiç olmadığı kadar düşünmüştü bu kızı. Şimdi neredeydi acaba? Kiminleydi, ne yapıyordu? - Kendine gel oğlum Haldun, dedi birden. Kendine gel, kaptırıyorsun. Kız daha yirmibir yaşında. Senden çok küçük. Çocuk bakıcılığı mı yapacaksın ? Hem mutlaka sevgilisi vardır kızın, bu yaşlarda olur. Seninle sadece bir kaç saat yazıştı o kadar. Şimdi çoktan unutmuştur bile... Ama garip şey işte. Şu anda O’nun da kendisini düşündüğü gibi bir hisse kapılmıştı. Bir yerlerde o da kendi hayatını yaşıyor ama aklında kendisi... Niye onu bu kadar çok düşünüyordu ki ? Buz gibi olmuş ellerini yemeğin piştiği ocak başına uzattı Azade. Eve gelene kadar hem çok üşümüş hem de ıslanmıştı. Eve girer girmez değiştirdi üstünü.


- İnşallah şifayı kapmam diye düşündü. Şimdi şurada bir soba olsaydı, geçip başına bir güzel ısınsaydım hiç bir şeyim kalmazdı. Bugün ilk sömestrin son günüydü. Yarından itibaren tatil... Ama o yine sabah erken kalkacak, işine gidecekti. Değişen bir şey yoktu. Çağla eve gidecekti bu akşam. İstanbul’a ailesine. Biletini çoktan göndermişlerdi. Bavulunu hazırlamış son bir kez eksik bir şey kalıp kalmadığına bakarken buldu onu. - Herşey hazır mı Çağla? - Evet, gerekli herşeyi aldım. - Kitaplarını aldın mı? - Aldım ya. Kirli bir kaç kazak var, sen onları makineye atarmısın? - Merak etme, yarın benim çamaşırlarla birlikte onları da yıkarımyıkarım. - Tamam, sen geride kalıyorsun diye üzülüyorum. Keşke sen de benimle gelseydin be Azade! - Biliyorsun çalışıyorum. Hem İstanbul’da ne var ki? - Ya bilirsin, İstanbul erkekleri yakışıklı olur. Sana bir tane bulurduk. - Git işineee. Başlarına bela mı alacaklar? - Neden ya? - Ben çekilmem kızım, bilirsin aksi huyluyumdur.


- Keşke herkes senin gibi aksi olsa, canıma minnet ya. - Hadi uzatma da hazırlan. Az sonra taksi gelir. Sanem’e selam söylemeyi unutma. - Tamam, tamam lanet şey. O’nun taksiye binişini, yola çıkışını izledi Azade. Sonra içeri eve döndü. Koca apartmanda çok az kişi kalmıştı. Çoğu tatil için bu akşam veya yarın sabah ailelerinin yanına gidiyorlardı. Yemek pişmişti. Ufacık bir tencerede yarım bardak pirinçle yaptığı pilavı, yanına yoğurt katarak iştahla yedi. Bir ay gibi süreyle tek başına kalacaktı bu evde. - Özgürüm diye düşündü. Gerçi kızların ona bir zararı yoktu ama... Yine de yalnızlık çok güzeldi. Bulaşığı yıkadı. Tezgâhı sildi. Işığı söndürüp odasına geçti. Perdeler açıktı daha. Karşıdaki apartmanın üst katında aynı fakülteden kızlar kalıyordu. Onların da perdeleri açıktı. İçerde oturmuş bir sürü kızlı erkekli kalabalık vardı, konuşuyorlardı heyecanla. Bir süre onları izledi karanlıkta sonra yaptığının farkına vardı, utanarak perdeleri kapatıp odaya döndü. Artık yapacak veya hazırlayacak ders de yoktu. Sıkılmaya başlamıştı bile. Çağla evde olsa sinemaya giderler, biraz vakit geçirirlerdi. Ama yalnız gitmek de istemiyordu. Sanem de bu akşam arkadaşlarında kalacaktı. Saate baktı zaman epey ilerlemiş. Bilinçsizce oda’da dolaşıyor, bir şeyleri düzeltiyor, sonra yeniden düzeltiyordu. Bir öğrenci odasıydı tam anlamıyla burası. Bir yatak, ufak bir dolap, bir masa, ayrı ufak bir masanın üstünde bilgisayar. Ve


her yerde kitaplar. Odayı kitaplar işgal etmiş gibiydi. Yerde, masanın üstünde, sandalyelerde. Duvardaki iki sıra rafta da da kitap doluydu. İşin tuhafı bütün bu kitaplar dağınık durduğu halde o istediği kitabın nerede olduğunu uzun uzun aramadan bulabiliyordu. Başka birisi baksa günlerce bulamayacağı kitaplarını o kolayca bulurdu. Amaçsızca dolanıp durmak onu yordu, gitti pc. nin olduğu masanın önündeki sandalyeye oturdu. Ekran karşısında koyu gri yüzüyle ona bakıyor gibi geldi. Dikkatle baktı o da. Sessiz ve renksiz bir cam parçası. Ama ne öyküler gizliyor kendinde. Açıp kanallara girdiği anda karşısında yüzlerce insan anlatıyor, yakınıyor veya mutluluklarını yaşatmak istiyorlardı karşısındaki chatçiye. Bir sürü öykü, roman çıkardı o hayatlardan. Daha geçenlerde kırk yaşında bir kadın akşamlar boyunca kendi öyküsünü anlatmamış mıydı ona ? Sevdiği erkeğe kavuşmasının mümkün olmadığını ama sevmekten bir an bile vazgeçemeyeceğini yazmıştı geceler boyu. O’nu dinlerken sevgiye inanmıştı Azade. İnsan bu kadar duyuyorsa bir şeyleri, ona ulaşamayacağını, ulaşmaması gerektiğini bilerek hala onu düşünüyorsa, bu sevgiden başka bir şey olamazdı. Saygı duymuştu kadına. Kendinden bir kaç yaş ufak bir erkeği sevmesinin hiç de yanlış olmadığını düşünmüştü. Kendisi böyle bir sevgiyi yaşamak istemezdi ama yine de o kadın... Kendisinin hiç bir zaman ulaşamayacağı bir yerdeydi. Aklına akşam ki adam geldi. Acaba nette miydi bu saatlerde o da. Bir baksa ne çıkardı, biraz konuşur, sıkıntısını dağıtırdı. Bilgisayarı açtı ve chate girdi...


Haldun baktı, akşam ki kızın nicki. Kendisine selam göndermiş, merhaba diyor. Sevindi. Cevapladı. Konuşmaya başladılar. Ama bir şey vardı bu akşam bu kızda. Dün akşamın aksine durgundu. Sanki kırgın ya da üzgün bir tavrı vardı. Daha resmi, biraz soğuk. Haldun chatte tanıdığı insanlarla görüştüğünü, buluştuğunu yazıyor, kızsa inatla böyle bir şeye karşı olduğunu belirtiyordu. Kendisi asla buluşup, görüşmezmiş. Bu prensiplerine aykırıymış. Bu zamanda böyle bir düşünce tarzı, üstelik de bunları söyleyen üniversite son sınıf öğrencisi bir kız. Anlayamıyordu erkek. Ne engel olabilirdi ki. Doğduğu yerlerden uzakta bir kız uzakta bir kız. Kimsenin karışamadığı, kendi ekmeğini daha şimdiden kendi çıkaran. Üstelik her satırı bağımsız bir ruhu anlatıyordu. Bağımsız ve tavizsiz. Yine de ona karşı anlayışlı davranmaya zorladı kendini. Kızdığı halde hoşgörüyle konuştu. Bu tip insanlar artık pek yoktu şimdi. Hele gençler arasında. Belki onun da sıkıntıları vardı. Belki o da bir zamanlar kendisinin saklandığı gibi saklanmak zorundaydı. İlerde bu düşünceler geçer. Daha rahat hareket eder diyordu içinden. - Yani sen şimdiye kadar chatten kimseyle gerçekten görüşmedin mi? - Hayır görüşmedim. Bunun hiç bir anlamı yok ki.


- Nasıl olur ya ? Benim arkadaşlarım var. Onlarla buluşuyoruz, beraber geziyoruz, birbirleriyle de tanıştılar. Bunda kötü hiç bir şey yok ki. - Ben kötü demedim. Sadece ben istemiyorum dedim. - Ama neden? - Öyle işte. Nasıl anlatabilirdi Azade içindekileri ona? İnsanlardan nasıl korktuğunu, herhangi biri, kadın ya da erkek kimseyi hayatında istemediğini nasıl anlatabilirdi? Yaşadıklarını daha doğrusu yaşatıldığı şeyleri anlatamazdı ki. Kendisi burada güvendeydi. Kimseyi görmek, dokunmak, seslenmek zorunda kalmadan sohbet edebiliyordu. Ama ona söylemeliydi bunu. Eğer ileride görüşmek gibi bir niyeti varsa vazgeçmeliydi şimdiden. Konuşma ilerliyor, Haldun bir türlü istediği açıklamayı alamıyordu kızdan. Merak duygusu herşeyin önüne geçmişti. Bazı şeyler soruyor ama üstü örtülü yanıtlardan başka hiç bir şey elde edemiyordu. Konuştular saatlerce. Ara sıra cazip bir hayal aralarına giriyor gibi oluyordu. Ama Haldun o kadar kızı tanıma çabası içindeydi ki yer vermedi hayallere. Birbirileriyle biraz soğuk ayrıldılar o gece. İkisi de bir önceki gecenin tadını aramışlar ama bulamamışlardı. Biraz hayal kırıklığı içinde veda ettiler. Haldun sıkıntılıydı bilgisayarı kapatırken. İçinde sanki çok hoş bir şeyi kaybetmenin tedirginliği vardı. Saçlarını düzeltti. Bu kız giderek ilgisini çekiyordu. Sesini Sesini merak ediyordu, tipini, davranışlarını. Nasıl biriydi,


insanlarla konuşurken nasıl hareket ederdi, elleri, yürüyüşü, düşünceleri... Kendine çok güvenen bir havası vardı ama bunun yanında kaçmaya hep hazır bir av hayvanının ürkekliği hissediliyordu. - Boşver dedi içinden. Bu da diğerleri gibi biri işte. Kendini ağıra satıp ilgi toplamaya çalışıyor. İki gün konuşmasam üçüncü günü kendi gelir. Her zaman ki güveniyle bunları düşünüyordu. O Haldun Cemil’di. Kadınların kendi etrafında dolaşmasına alışık, özgüveni ve çekiciliği olan biri. İstese hemen şimdi bir telefon etmesi yeterli olurdu. Kimi arasa gelirdi koşa koşa. Onun ağzından, - Bana gel, denmesi yetrliydi kadınlar için. Sadece yakışıklılığı değil, konuşması, tavrı, giyimi, havası çekiyordu kadınları. Sanatçılar, mankenler, çeşitli iş kollarında yüksek eğitimli kadınlar hiç biri ama hiç biri onun çekimine kapılmamazlık edemezdi ama bıkmıştı. Artık gel geç ilişkilerden soğumuştu. İstiyordu ki gerçekten kendisini seven yaşamını ona adayabileceği kadar seveceği biri olsun. Tertemiz yürekli, ona baktığında içini ısıtacak sevinç duyuracak biri. Var mıydı acaba böyle bir kadın? Haldun deyince bir de yüreğinden Haldun çıkacak bir kadın. Beyni ve kalbiyle onu sevebilecek bir kadın... - Kısmet, dedi içinden uykuya dalarken. Yüreğinin ta derinlerinde bir yerde bir kımıltı, cılız bir ses ona aradığı kadının belki de chatteki o gizemli kız olduğunu fısıldıyordu... Bir kedi geliyordu üstüne, korkunç


görünüşlü tırnaklarını çıkarmış, dişleri normalden uzun. Üstüne atlıyor ve dokunduğu yeri parçalıyordu. Bütün bedeni pençe yaralarıyla dolu, haykırıyor, kediden sakınmaya uğraşıyor, başaramıyordu. Bir yerden kayboluyordu yaratık, başka bir yerde beliriyordu. Elindeki tabancayı ateşlemeye çalışıyor ama tutukluk yapıyordu silah. Ellerini kullanamaz haldeydi yaralardan. Her taraf kedi... Her yan kediye kesmiş. Tek bir kedi kaplamış her yanı her yöreyi... Haldun kaçmayı aklına getirmeden mücadele ediyordu ama kedi çok güçlüydü.. Kan ter içinde uyandı kâbusundan. Her gece ki kâbusuydu yine. Onu hiç rahat bırakmayan karabasanıydı gördüğü. Her gece aynı saatte aynı korku yaşanıyordu uykusunda. Uykularımı çaldılar diye düşündü. Yıllar önce gencecik bir delikanlıyken çalınmıştı uykusu yasa koruyucuları tarafından. Onu asmaya kararlıydılar. Onyedi yaşında gencecik bir insanı asarak ülkeyi kurtaracaklarını düşünen bir yığın güruh. Bir yıl, tam bir yıl her an asılabileceği korkusuyla yaşattıkları Haldun’a bir yıl sonra beraat verilmişti. O bir yıl onu değiştirdi. Hücresinde, yarı karanlık, ufacık hücresinde neden suçlandığını bile tam anlayamadan, kimin bu iftirayı attığını bilemeden korkuyla ama bir yandan da azimle yaşamını sürdürmüştü. Gardiyanlara kafa tutuyordu on yedi yaşın deliliğiyle. Onlara başını eğmiyordu.


- Buradan çıkacağım, o zaman yüzüme bakamayacaksınız diyordu. Onlar da farkındaydı bu genç çocuğun içindeki ateşin. O yaşta olmasına, durumunun kritik olduğunu bilmesine rağmen boyun eğmedi kimseye. Vücudu uyuştu, hareketsizlikten, gözleri ışığa duyarlı hale geldi. Güneşe bakamaz oldu. Bir ses, insan veya hayvan... Sese hasret kaldı. Yine de boyun eğmedi. İçerde geçen günlerinde hep dışarıyı düşündü. Çıkınca neler yapacağını, nelerle uğraşacağını, bu yaşadıklarını bir gün kitap haline getirerek başkalarıyla paylaşacağını... O Adanalıydı.. Çukurova’nın suyunu içmiş, güneşinde yanmış ve oranın kaderini yaşamış biri. Daha gençti ama Adana’nın bereketli atmosferinde yazarların, sanatçıların yetiştiği o yerde yeni bir sanatçı yetişiyordu farkında olmadan. Tohum patlamış, fide olmuş, filizlikten çıkmak üzereydi artık. Suyu, çektiği acılar, gübresi, çevresinde ki olaylardı. Bir gün yaşadıklarını kaleme alacak, yazdıklarıyla insanları sarsacak, düşünmelerine hem de kendilerini sorgulayarak düşünmelerine sebep olacaktı.. Konuşuyorlardı yine chatte. Haldun kıza sorular soruyor, kız belirsiz cevaplar veriyordu. Belliydi ki kendi hakkında fazla bir şey söylemekten kaçınıyor, sakladığı bir şeyler var. - Yani sen diyorsun ki chat dışında kimseyle görüşmem öyle mi ? - - Evet, görüşmem. - Neden kendini gizliyorsun. Korkacak ne var ? Gelip seni bulacak değilim ki.


Kız gülüyordu. - Biliyorum ama istemiyorum işte. - Saygı duyuyorum bu düşüncene ama bak benim buradan arkadaşlarım var. Onlarla buluşuyoruz. Hepsi saygın, kültürlü insanlar. Çok temiz bir dostluğumuz var. Sonra anlatıyordu kıza dostlarının nasıl insanlar olduğunu. İçlerinde kendisine ayrı bir yakınlık duyanlar olduğunun farkındaydı. Onlara biraz cesaret verse çok farklı şeyler yaşayabilirdi. Ama kendisi de istemiyordu bunu. Dostluk bir kaç günlük ilişkiden daha değerli ve kaybedilemeyecek bir şeydi. Onlarla buluşuyor, partilere, konferanslara, dinletilere gidiyorlar, güzel vakit geçiriyorlardı. Bazen de başka kadınlardan bahsediyordu Haldun. Kız susuyor dinliyordu. Ara sıra yorum yapıyor sonra yine dinlemeye geçiyordu. Haldun kızı gerçekten merak ediyordu artık. Ne anlatırsa anlatsın biliyordu ki anlattıkları kızda saklı kalacak. Tuhaf bir güven duygusuydu içinde varolan. - Sen benim dipsiz kuyum olacaksın, diyordu. - Evet olacağım. Konuşuyorlardı, saatlerce hayaller kuruyorlardı. Beraber dağlara çıkıyorlar, derin ve uzak denizlere yolculuk yapıyorlar, uzak ülkelerin mistik havasını kokluyorlardı. Haldun farkına varmadan kendini kaptırıyor, içinde gerçekten o hayalleri yaşıyormuşcasına heyecan duyuyordu. Anlatıyordu durmadan. Hayatında bir kadın olmasını istediğini yazıyordu. Ama rastgele bir kadın


değil. Her bakımdan mükemmel bir kadın. Kız yine gülüyordu. Haldun’a öyle geliyordu ki artık istediği, aradığı kadın karşısında. Ama yaş farkı vardı arada. Üstelikde kız hiç bir şekilde bir erkekle beraberlik istemediğini açıkca yazıyordu. Haldun düşlediği kadını anlatıyordu, öyle biri olmalıydı ki, o kadın Haldun’la beraber hissetmeliydi. Onunla beraber daha doğrusu tek bir vücut, tek bir beyin olmalıydılar. O kadar birbirilerine kaynaşmış, o kadar karışmış.. Kız yeryüzünde böyle bir insan yoktur diyordu. Bu kadar mükemmel olabilir mi insan ? - Vardır mutlaka. Severse, aşk olursa arada bu dediklerim gerçekleşir. - Ama kim bu kadar kendi benliğinden vazgeçer? - Sevgili Miço’m senin anlamadığın bu benlikten vazgeçme değil. Bu iki benliğin tek beyinde, tek yürekte karışması, tek olması. - İyi ama Kaptan! Yine de burada tekleşme var. Ya o kadın sen olacak, ya da sen o olacaksın. -Hayırr. Biz olacağız. Biz. O zaman tek ve sadece biz. - Anlıyorum Kaptan. Haldun o anda içinden gelen bir güdüye kulak vererek yazıyordu. - Hayat arkadaşım ol be Miço?


Kız gülüyordu yine. Anlamamazlığa veriyor başka bir konuya geçiyordu. Miço ve Kaptan isimleri ilk gece yaptıkları hayali tekne yolculuğundan kalmıştı. Zaten isimlerin önemi yoktu. Önemli olan şurada birlikte geçirdikleri bir kaç saatin tam bir huzur ve dostluk içinde geçmesiydi. - Sevgilin var mı Miço? - Hayır! Yok Kaptan. - Ama neden? Senin yaşındakilerin sevgilileri olur. - Başıma bela istemiyorum. - Neden bela olsunlar. Beraberlik iyi bir şeydir. - Bana göre bela. Kıskançlıklar, sahip çıkmalar, kontrol altına alma isteği... Ben bunlarla uğraşamam. Haldun susuyordu. Ona pek çok şey söylemek istiyor ama kızın bu tutumu karşısında susuyordu. Çok alışmıştı kıza. Akşamları biraz gecikse yüreği pırpırlanıyor, gelmeyeceğini düşünerek üzülüyor o gözükünce de sevinç duyarak hemen selam gönderiyordu. Gündüzleri artık geceyi beklemekle geçiyordu sanki. Geceleri onunla olmak çok güzeldi. Ama içinden de merak ediyordu. Kız da kendi gibi mi düşünüyordu acaba? Tuhaf olan bir şeyler vardı. Çoğu kez msn denen özel chat servisinde bire bir konuşuyorlardı ama bazen kız kanala geçelim diyordu. Orada yüzlerce chatçi vardı. Kızın bu isteği Haldun’u meraklandırıyordu. Kanallarda konuştuğu biri mi vardı? Geçiyordu o da kanala dostlarıyla konuşmaya


başlıyordu. Dostlarını da özlemişti aslında. Sitem ediyorlardı. - Neredesin? Diye. Haklıydılar. Uzun zaman vardı ki onlarla doğru dürüst konuşmaz olmuştu. Varsa yoksa Miço. Dostları gerçekti. Onları görebiliyor, istediği zaman konuşabiliyordu. Onlarla bir yerlere gidiyor, eğlenebiliyordu. Gerçek, etli canlı varlıklar. Değerli varlıklar. Onun hayatının önemli bir kesitiydi dostları. Ama kız öylemiydi? Hayır. O bir hayal, bir sanal varlıktı. Kızmaya başlıyordu Haldun. Kendisi korkulacak biri değildi ki kız kaçmaya, saklanmaya devam etsin! Kıza yazıyordu dostlarıyla konuştuğunu, kız gayet sakin, - Devam et, diyordu. Onun da konuştuğu birileri vardı mutlaka. Kimdi onlar? Herhalde kendi yaşıtlarıydı çoğu. Belki de kız kendisine ben kimseyle görüşmem derken yalan söylüyordu. Belki yaşından dolayı bunu söylemek zorunda kalıyordu. Ondört yaş vardı arada. Neredeyse bir nesil. Kız bunu düşünüyordu belki. Belki de haklıydı. Dostlarıyla konuşuyordu Haldun. Onların haklı sitemlerini dinliyordu. Kızsa orada kanalda o ilgi çeken nickiyle kimbilir kimlerle, nelerden bahsediyordu. - Senin için birazcık şansım olsa tüm şartları zorlardım. Ama hiç şansım yok. - Evet, yok Kaptan. Haldun deli oluyordu kızın sakinliğine. İlk kez bir kadın ona kayıtsız kalıyordu. İlk kez bir kadın onu gördüğü


halde ilgisiz ve sadece dostane yaklaşıyordu. Kıza resimlerini göndermişti. Ve kız sonradan, - Gerçekten yakışıklısın Kaptan demişti o kadar.. Azade dinliyordu Haldun’nun hayatındaki kadınlarını. Önce ayrıldığı eşi. Sonra sevdiği kız, ayrılmak zorunda kaldığı ama hiç unutamadığı kız. Sonra diğerleri. O anlatırken, kayıp giden satırlarda bir ömrün hikâyesini görüyordu. Bazen içi bir tuhaf oluyor, keşke anlatmasa bunları diyordu. Adlandıramadığı bir duygu yüreğini burkuyor, yanmaya benzer bir his oluşuyordu yüreğinde. Sakin sakin ve ara sıra o da yazıyor ama onun yazılarını okurken aynı anda da Kaptan’ın kendisi için ne ifade ettiğini düşünmeye başlıyordu. İşin gerçeği alışmıştı ona. Arıyordu onu. Kanallarda bir sürü arkadaşı vardı yazıştığı. Felsefe, mitoloji, günlük politikalar, ulusal sorunlar, yabancı ülkeler hakkında tartışmalar, şiir dünyası, edebiyat... Yazışırken gerçekten vaktin nasıl geçtiğini anlamazlardı. Bir kısım chatçi de vardı ki güzel güzel konuşurken sapıtırlar, başlarlardı resim veya telefon numarası istemeye, görüşelim demeye. Bunları başından savıyordu hemen. Onlar yine geliyorlar ama o konuşmuyordu artık. Ama Kaptan... Farklıydı. O farklı bir insandı. Kendisine olan ilgisini açıklaması bile seviyeliydi. Azade biliyordu ki kendisi istemedikçe o asla görüşelim demeyecekti. Kendisi gelmeyecekti. Onurlu bir erkekti. Ara sıra nabız yokluyordu o kadar... Bu kadarıda normal diye düşündü.


-Senin kafanda, senin kopyan gibi olmalı benim kadınım, diyordu Kaptan.. Seni klonlayalım. - Olur, şimdilik beş tane kopyalayalım. - Ama ben yine de hepinizi alırdım. Sen bende yer yaptın biliyormusun? - Niye Kaptan? - Artık en güzel yerde, en güzel partide olsam da kaçıp sana geliyorum. - Teşekkür ederim Kaptan, ben de sana alıştım. Bunları yazar yazmaz pişman oldu Azade. Böyle şeyler yazmamalıydı. Onun ümitlenmemesi gerekiyordu. O böyle konuştukça kendisi de kaptırıyordu. Kadınlardan bahsettikçe yüreğinde duyduğu yanma hissi kıskançlık olabilirdi. Alışıyor ve bağlanıyordu. Kendisine yabancı gelen bu korkutucu duygu onu allak bullak ediyor, sarsıyor, kendisini zayıf hissetmesine neden oluyordu. Bunu engellemek için dönüp bambaşka konulara yönelmeliydi. Düşünüyordu Haldun iş yerinde çalışırken. Neden ben kadınlarımdan bahsederken hiç tepki vermiyor? Bir insan bu kadar duyarsız olabilir miydi? Defalarca ona duyduğu ilgiyi belirtmişti. Ama ha duvara konuşmuş ha ona. Hiç bir karşılık yoktu yoktu. Kendisine duyduğu güveni bu kadar fazla, egosuna bu kadar düşkün başka kimseyi tanımamıştı. Kızıyordu ama öte yandan da takdir


ediyordu. Demek ki kimseye baş eğmeyen bir kişiliği vardı. Konu sevgi bile olsa. Ama bir gün sevecekti. Birine verecekti kalbini. Haldun şimdiden kıskanıyordu onun seveceği erkeği. O akşam farklı başladı konuşma. Selamlaşma faslı bittikten sonra Azade, - Bir karar verdim Kaptan, diyordu. - Ne kararı bu? - Seni evlendirmeye karar verdim. - Yaaa kiminle? - Bir arkadaşım. Kısa süreli bir evlilik yapıp ayrıldı. Ama çok temiz ve iyi bir kız. Mutluluğa onun da en az senin kadar hakkı var. Sana uyar. - Eğitimi ne? - Lise mezunu. Özel bir şirkette muhasebeci olarak çalışıyor. - Yaaa. - Evet. Ona senin resmini gönderdim, bayıldı. - Öyle mi? - Evettttt. Ne oluyordu bu kıza bu akşam? Bu evlilik hikayesi de nereden çıktı ?


- Beni ellere nasıl veriyorsun? - Sana bakacak, ilgilenecek birine ihtiyacın var. Sen söylememiş miydin ? - Evet ama... - Daha ne? Bu kız sana çok uygun. - Ben seni kimseye veremezdim ama Miço’mu kimseyle paylaşmazdım. Neden seninle görüşemiyoruz? - Ben istemiyorum da ondan. - Dünyanın en güzel kadını da olsa seni değişmem. - Sağol Kaptan, ama beni saf dışı bırak. - Neden ama? Ben seni hep düşünüyorum. - Düşünmeeee. - Neden tüm hayallerimi onunla gerçekleştirmeyeyim, diyorum. Diyorum. - Bu mümkün değil Kaptan! Hepsi o kadar... Ne bir açıklama ne bir söz..Kırılmıştı Haldun. Buna hakkı olmadığını bildiği halde kırılmıştı ve ağırına gitmişti. Azade onu hiç düşünmeden evlendirmeye kalkıyor, üstelik de en yakın arkadaşlarından birini uygun görüyordu. Demek ki içinde kendisine karşı hiç bir duygu yoktu. Bunca zaman kendisi nice hayaller kurmuştu onunla ilgili. Düşünüyor, bir şeyler planlıyordu, karşısındaki kız taş kalplinin biriydi. Hiç sevme yeteneği yoktu sanki. Sevmek, aşk


kıza yabancı olan, hiç tanımadığı ve hiç tanımayacağı bir şey gibiydi. Şimdi inanıyordu kızın gerçekten bir beraberlik istemediğine. Bu kızın sevgilisi filan da yoktu mutlaka. Olsaydı ya da bir zamanlar yaşamış olsaydı mutlaka onu anlar ve belki biraz da karşılık verirdi. Aklına bir şey geldi birden. Belki de bu kız geçmişte çok üzücü bir aşk macerası yaşamıştı, bu yüzden korkuyordu. Bu kez konuştuklarında soracaktı ona. Eğer öyleyse anlayabilirdi. - Onlar beni ararlar, her gün. Hatırımı sorarlar. - Benim de o ahbapların gibi peşine düşeceğimi mi sanıyorsun Kaptan? - Onların nesi varmış? - Sen söyledin. Beni her gün ararlar, ilgilenirler, beni yatağa atmaya çalışanları da var diye. - Bu gayet normal bir şey değil mi? Ben bekâr bir erkeğim. Yatarken bunları düşünüyordu Haldun. Kız kayıtsız, herşeye lakayt. Hiç bir duygu belirtisi yok. İyi bir dinleyici. Dinliyor, insanın kafasındakileri boşaltmasına yardımcı oluyor. Kimseden bir şey istemiyor. Vermiyor da. Ama onu evlendirmek istemesi... Bu garipti Haldun’a göre. Hiç tanımadığı bir erkeğe yakın arkadaşlarından birini uygun görmüştü. Tuhaf bir kızdı gerçekten. Ama bu akşam ki davranışı çok ağırına gitmişti işte.. Bunca konuşmalarına rağmen kız için hiç bir anlam taşımadığını öğrenmek Haldun’nun gururunu kırmıştı. Bu kez bir


köpekti saldıran. Sadece iki ayağı olan simsiyah bir köpek. Dişleri korkunç, upuzun ve sivri... Haldun’u ısırıyor. Kollarını, omuzlarını, bacaklarını. Haldun bir kapı buluyor, onunla korunmaya çalışıyor ama köpek yan taraftan saldırıyor. Havlamadan... Sadece korkunç bir homurtu, hırıltı. Derinden gelen, Haldun’a korku veren, kaçması gerekirken yerinde donduran bir homurtu. İki ayaklı köpek her yanda. Nereye dönse o. Ne yana baksa o. Yeter artık diyordu yeter. İnsan çıksın karşıma. Yüzü olsun. Düşmanımı tanımak istiyorum... Saat üçtü yine karabasanından ter içinde uyandığında. Kalkıp mutfağa gitti, su içti. Kalbi hala hızla çarpıyordu. Tezgâha dayandı bir an. Evin içindeki sessizliği dinledi. Hiç ses yoktu. Kızları babalarının kâbuslarından habersiz genç kızlığa attıkları adımların hayaliyle mutlu uyuyorlardı. Yalnız sokaktan arada bir geçen arabaların sesi bir de uzaktan gelen polis sireni. Bir zamanlar o sirenler kendi için de çalmıştı. İşlemediği bir suçtan yakalandığında evdeydi. Polisler kapıya dayandığında annesi neye uğradığını şaşırmış, Haldun’u korumak, vermek istemezcesine sarılmış ama polisler dertli ve korkmuş annenin kollarından zorla kopartmışlardı Haldun’u. Anne tükenmişti o zaman. Yavrusu, üstüne titrediği yavrusu copluların eline düşmüştü. Bir daha ne zaman gösterirlerdi. Allah bilir. Annesini üzüntüyle anımsadı gecenin içinde Haldun. Allah rahmet eylesin. Çoktan hayata gözlerini yummuştu. Öldüğünde gözleri görme yetişini çoktan kaybetmişti ağlamaktan. Hasretle titredi içi. Anacığı sağ olsaydı


şimdi. Şu evin içinde olsaydı. Yanına gelir, saçlarını okşar, neden uyuyamıyorsun, kınalı kuzum diye sorardı. Onu alır belki yatmaya belki salona konuşmaya götürür, onu dinlerdi. Haldun belki anacığınada anlatırdı içindekileri. Kâbusunu anlatırdı. Her zaman ki şevkati ve Anadolu kadını bilgeliğiyle annesi dinlerdi onu. Sonra oğlunun başını içindeki o kötü şeyleri silip yoketmek ister gibi ellerinin içine alır ona bakardı sevgiyle. Okur üflerdi. Haldun rahatlar, içi, yüreği boşalmış rahat bir uykuya dalardı belki yeniden. - Sana kırgınım biliyor musun Miço? - Neden Kaptan? - Beni evlendirmek istedin. Bu çok ağırıma gitti. - Ağırına giden benim seni evlendirmek isteyişim mi yoksa seni benim istemeyişim mi? - Gururun kırıldı değil mi? - Evet. - Neden? - Demek ki ben senin için hiç bir şey ifade etmiyorum. Bu gururuma dokundu. Azade kızıyordu. Söylemek istemediği şeyler dökülüyordu ağzından elinde olmadan. Kontrolünü kaybediyordu ve bu kendisine kızmasına neden oluyordu.


- Sen kadınlarını anlatırken benim gururum neredeydi Kaptan? - Sen gelince onlar biter, onlarla konuşmam ki. Hem onlarla normal konuşurum ben, sadece dostça. Onlara mavi boncuk vermem. - Bizim ki dostluktu, aşk değil. Seni evlendirmek istememde bu kadar kızacak ne var? - Sen çağdaşsın ama aynı zamanda köylüsün. - Gurur duyarım bununla. - Köylüsünn - Kırıcı olmaya başlıyorsun, dikkat et. Haldun artık sabrının son sınırına gelmişti. Azade’nin uyarısını farketmedi bile. - Makineyle konuşuyoruz, diyordu. Kendimizle konuşuyoruz. - Olabilir ama ben sana daha başında söylemiştim asla görüş-meyeceğimizi. - Neden? - Kendime göre sebeplerim var benim de. - Kimseyi seni istediğim kadar istememiştim. Sevdiğim var diyordum. Umutlarım vardı. Şimdi hayal kuramam artık. - Hayalin başkaydı unuttun mu?


- Hayalim sendinnn! Azade susuyordu. Karşısında ki erkek tam anlamıyla anlatmıştı ne düşündüğünü. Onu istiyordu. Ona ihtiyacı vardı. Ama ne kadar sürerdi bu ? Aralarındaki yaş farkı, yaşam tarzı tarzı farklılığı, kendi dikbaşlılığı, kimseye boyun eğemez oluşu, geçmişi, bedeninde her zaman taşıyacağı izler... Ona hiç bir şey veremezdi. - Peki, Kaptan bu durumda daha fazla konuşmamıza gerek kalmadı artık. Sen sana istediklerini verecek başka bir arkadaş bul. - Ben seni istiyorum Azade. Susma bir tanem, susmakla bir şey hallolmaz. Azade susuyordu. O anda çok şey söylemek istiyordu ama elleri kımıltısız klavyenin üstünde öylece duruyordu. Yanaklarında sıcaklık hissetti. Baktı ağlıyor. Alışık olmadığı bir şeydi bu. Çok uzun yıllar ağlamamıştı. Nasıl veda edeceğini bilmiyordu. Edemiyordu da. Sustu kaldı, sonra, - Sana ben, hiç ağlamam demiştim. Hatırlıyor musun? Diye yazdı. Onun yazacağı cevabı beklemeden devam etti.. - Demek daha önce hiç bu kadar acı duymamışım. Sonra kapattı bilgisayarı. Gitti yine her zaman yaptığı gibi başını cama dayadı. Dışarısını seyretmeye başladı. Gözlerinin önünde sokağın ve gecenin manzarası pc. de yazan o satırlar geçiyordu.


Kimseyi seni istediğim kadar istemedim... Yerinde duramıyordu Haldun. Kız gitmişti. Seslendi cevap alamadı. Biliyordu o şimdi kanalda birileriyle konuşuyordu belki de... ( İnsanlar hiç sebep yokken gücenirler birbirilerine ve önyargıyla iterler karşılarındakini. Sonra bir bekleyiş başlar birileri için. Neden gücenildiğini anlayamamanın verdiği çaresizlik ve şaşkınlıkla... Hüküm verilmiştir. Çaresiz kabul edilir. Yine de son bir selam almak isterler. Tabii verilirse.. ) Netteydi ikisi de. Aynı nicklerinde. Oysa dün akşam Azade artık nickini değiştireceğini söylemişti. Bu akşamsa chate girerken değiştirmeye kıyamamıştı nickini. O nickle tanımıştı onu. Belki pişman olmuştu dün akşam ki konuşmalarından. Belki bu akşam bir selam verirdi. Gelmesini selamlamasını istiyordu ve biliyordu ki gelecek. Şimdiye kadar chatte konuştuğu hiç kimse bırakıp gidememişti onu. Büyük bir öfkeyle hareket ederler bir gün iki gün selam vermezler ama sonra eskisinden daha ezik ve pişman geri döner ve kendileriyle konuşması için neredeyse yalvarırlardı. Bazılarını kabul ederdi tekrar. Çünkü onun son derece kararlı olduğunu anlamış olarak gelirler ve bir daha düzeylerini bozmazlardı. Ama bu kez Azade de istiyordu konuşmayı. Onun dostluğunu kaybetmek istemiyordu. İlk kez kendisiyle bu kadar, gerektiğinde ciddi, gerektiğinde şakacı ama seviyeli bir şekilde espri yapan biri vardı karşısında. Ötekiler şaka yapmaya cesaret edemezlerdi.


Üstelik bu adam kendisine sinsice kur da yapmıyordu. Açıkca söylüyordu hissettiklerini. Kendisinden çekinmeden. Azade mümkün olabilseydi bu adamla bir ömür boyu böyle konuşabilirdim, diye düşünüyordu. Ama onun beklentileri farklıydı. Bakıyordu kanalda onun nickine. Oradaydı işte. Nickini değiştirmeden gelmişti. Acaba selam vermemi mi bekliyor? Verirsem cevap verir mi? Ya beni terslerse? Ya konuşmak istemezse? Haldun kendisiyle savaşıyordu. Onunla konuşmayı istiyordu bütün kalbiyle. Tuhaf bir şey vardı bu kızda onu çeken. Onun başkalarıyla konuşuyor olduğunu düşünmek kızdırıyordu Haldun’u. Kıskançlık mı bu diye düşündü kendi kendine. Evet kıskançlıktı. Ama hakkı yoktu ki. Kız kendisine defalarca belirtmişti duygusal bir ilişkiye razı olmadığını. Ama ya onun sözleri?. Eğer hiç bir şey hissetmiyorsa neden kendisine, - Sen kendi kadınlarını anlatırken benim gururum neredeydi diye sorması? Kırgınlığını belirtmesi? Neden mirc e geçtiğinde sık sık arkadaşlarını buldun mu diyordu? Haldun sakin bir şekilde düşünmeye başladı. Bazı sözleri hiç de sadece dostça değildi kızın. Ardında bir şeyler vardı. Kıskançlık? İlgi? Merak? Seslenmeye karar verdi kıza. - Selam, Miço. Uzun zaman ses gelmedi. Bekliyordu şimdi. Sonra ışık yandı. Cevap gelmişti. - Merhaba.


- Nasılsın? - İyiyim sağolun. - - Eski dostlar bir selamı esirgiyor mu? - Akşam yeteri kadar konuştuk sanırım. - Kırgın mıyız? - Değiliz ama... - Öyleyse ne? Konuşmaya başladılar. İkisi de birbirini kaybetmek istemiyordu bu belliydi. Saatlerce konuştular. Azade yine aynı tutumdaydı, değişen bir şey yoktu onun duygularında. Konuşmaları onu gösteriyordu. Ama Haldun’a değer verdiği açıktı. Öyle olmasa onunla msn de konuşacağına devamlı kanallarda kalırdı. Dost olarak da olsa arkadaş olarak da kalsa Haldun onun için önemliydi. Bu kesindi artık. Haldun’un içi daha rahattı şimdi. Ayrıldıklarında vakit sabahın üçü olmuştu ama sanki beş dakika konuşmuş gibiydi ikisi de. Hiç ayrılmak istemediler. Azade düşünüyordu saatlerdir. Haldun’un kendisi için ne anlam taşıdığı konusu kafasını meşgul ediyordu istemeden. Cafe yine kalabalıktı bugün. Uğultu halindeki gürültü yine başını ağrıtıyordu. Oysa bugün biraz kafasını dinlemeye çok ihtiyacı vardı. Okul tatil diye şimdi bütün gün çalışıyordu cafede. Akşamları eve geldiğinde ayakları kopacak gibi ağrıyordu.


- Daha şimdiden ayaklar böyle olursa on yıl sonra kötürüm olacağım diye düşünüyordu karamsarlıkla. Ama o aybaşlarında parasını eline aldığında duyduğu o mutluluk var mıydı yok muydu? O herşeye değerdi. Kimseye muhtaç olmadan, kimseye el açmadan yaşamak... Bütün acılara, zorluklara değerdi. İnsan kendisini tam anlamıyla özgür hissediyordu. İstese birini kolayca bulabilirdi. Bu sıkıntılardan kurtulur, varlıklı bir erkeğin himayesinde rahat bir yaşam sürebilirdi. Eğitimi için düşünmez, gelecek kaygsı olmazdı. Ama işte o tek başına yaşayabilmek özgürlüğü yok mu? O kimseye boyun eğmeme arzusu onu bu tür şeylerden uzak tutuyordu. Ama Haldun... Onunla birlikte çıktığı hayali geziler... Şakalaşmaları... O diğerlerinden değişikti. O da kendisi gibiydi biraz. Chatte ki arkadaşlarından bir hanım telefonda Haldun’a,

- Nerelerdesin sen, diyordu. Kaç zaman var kanala gelmiyorsun. Özledim seni. Haldun biliyordu neden özlendiğini. Bu hanım her gece ona telefon edip uzun zaman sohbet ederdi. Veya Haldun onu arar konuşurlardı. Bu kız ortaya çıktığından beri Haldun onları eskisi gibi arayamıyordu. Akşamları onunla konuşmak tek amaç olmuştu. Bütün gün onu düşünüyor akşamın olmasını sabırsızlıkla bekliyordu.


- Biliyor musun Azade bugün hep seni düşündüm. - Neden? - Bilmiyorum. Hiç çıkmadın aklımdan. - Sen de öyle Kaptan. Ben de seni düşündüm. Hopalaaa. Ne söylüyrdu bu kız? - İyi misin sen Azade? - İyiyim tabii. Ne oldu? - Sen hiç böyle şeyler söylemezdin de. - Herşeyin bir ilki vardır değil mi Kaptan? Haldun okuduklarına inanamıyordu. Azade, taş kalpli Azade ona ne düşündüğünü söylüyordu. - Okuduklarıma inanayım mı? - Evet, inan Kaptan. - Azade, kusura bakma tekrar soracağım. İyi misin sen? - Evet. Çok iyiyim. - Bugün bir şey mi oldu? - Ne gibi? - Ne bileyim. Hani seni yoran ve üzen. Sinirlendiren bir şey.. - Hayır, hiç bir şey olmadı. Hem neden bu kadar büyütüyorsun. Alt tarafı ben de seni düşünüyorum dedim.


- Haklısın da, senden bu tür şeyler duymak hiç beklemediğim bir şeydi. - Duydun işte. - Evet, duydum çok şükür. Haldun düşünüyordu. Ona görüşmeyi şimdi önerse ne derdi acaba? Ya reddederse? Biraz daha beklemeliydi. Belki bugün geçici bir duygu zayıflığına düşmüştü Azade. Onun bu durumundan yararlanmak istemiyordu. Beklemeye karar verdi. Bekleyecekti. Onu sıkıştırmayacak kararı kendisine bırakacaktı. - Yorgunum biliyor musun Kaptan? - Çok mu yoruldun bugün? Azade ona anlatamazdı ki aslında yorulanın bedeni değil ruhu olduğunu. Farkındaydı, bir zayıflık içindeydi bu ara. Böyle olurdu ara sıra o. Bu dönemlerde herkesten daha bir uzaklaşır, daha yabanileşirdi. Kimseyi istemezdi yanında yöresinde. Yalnız kalmak ister, ses bile duymak istemezdi günlerce. Haldun şimdi onun içinde olduğu yalnızlğı ve çaresizliği daha iyi anlıyordu. Kızın derdi her neyse yavaş yavaş tüketiyordu onu. İçi yandı. Kendisi iki yavrusu sayesinde hayata sağlam iplerle bağlıydı ama Miço? Ne vardı onu hayata bağlayacak? Okul mu, arkadaşları mı? Dün akşam söylemişti. Tatil olduğu için arkadaşları da yoktu şimdi. Tamamen yalnızdı. O’na sarılmayı, yalnız değilsin ben varım artık demeyi, onu bir çocuk gibi avutabilmek,


yalnızlığını bir kalemde silip işte şimdi tekiz, biriz demeyi ne çok isterdi. Ama böyle dönemlerde atılacak adımlar genellikle hüsranla sonuçlanırdı. Haldun bunu yaşamdan aldığı deneyimlerden çok iyi anımsıyordu. Herşeyi zamana bırakmalı, Azade duygularını kendi kendisine anlamasını beklemeliydi. Kendisi ise emindi artık. Bu görmediği, sesini bile duymadığı dikkafalı, yalnız kızı seviyordu. Bedenini düşünmeden sadece kişiliğiyle bile onu sevdiğini anlamıştı. ( Karanlığın içinde bir çığlık gibi patlar duygular. İnsan şaşar kalır hissettiklerine. Bu kez yürekte çıkan ilk yangın kişiyi korkutur. Yürek yanmaya görsün bir kez. Rahatı uçar gider. Ama bu yangın alevendikçe, insanı olgunlaştıran, kendini bulduran bir yangındır. Artık daha da çok yanmaktan başka bir şey istemez olur insan. ) Saatlerdir önündeki tuvale bakıyordu Haldun. Boyalar, fırçalar.. Yaptığı ise kendini vermek istiyor, resime devam etmek düşüncelerini ona yansıtmak istiyor ama bir türlü dikkatini yoğunlaştıramıyordu işte. Bugün iş yerinde ufak bir tartışma yaşanmıştı işçilerle. Titizliği, işçilerin yaptığı hata, günün karanlık denecek kadar kapalı olması onun sinirlerini bozmuştu biraz. Hele sabah işe giderken yolda yapılan kimlik kontrolü. İlk adım olmuştu bu asabi haline. Ya zamanında farketmeseydi polisleri? Ya onları görmeden ilerleseydi ? Şimdi şu saatlerde hala sorguda olurdu o zaman. İnsanın işlediği suçlardan yargılanması ne demek iyi bilirdi. Bir türlü ispatlayamadığı suçsuzluğu onu kahrediyordu. Yanı sıra yazdığı tiyatro oyunu yüzünden sorgulanması, oyunun


sabote edilmesi, suçlu ilan edilip fikirlerini öldürme istemi.. İnsanın düşünmekten, düşüncelerini paylaşmaktan alıkonmak istenmesi Haldun’a öyle saçma geliyordu ki. Kendini işine vermek istiyordu ama düşünceleri rahat bırakmıyordu onu. Bir insan, bir vatandaş neden düşüncelerini rahatça açıklamasın topluma ? Özgürlükten bahsediliyordu ama düşünmek bile yasak-lanmışsa bir ülkede özgürlük nerede kalırdı? Sahtekarlar, soyguncular, hortumcular halkın emeğini çalanlar utanmazca ortada dolaşırken bir başka kesim insanları bunlara isyan ettikleri için suçlanıyor, müebbet hapse, idama hüküm giyiyordu. Elleri çalışıyordu artık. Ama ne çizdiğini bile düşünmeden. İçgüdüsel bir dürtüyle fırça tuvalin üstünde gidip geliyor, ortaya bir şeyler çıkıyordu yavaş yavaş. Bir ara dışarıdan gelen seslerle irkildi. Düşünmeyi bıraktı. Resime bu kez dikkatli baktı. Bir kadın, genç bir kadın yüzü çizmişti. Siyah saçlı, siyah gözlü, hüzünlü bir ifadeyle karşıya bakıyordu. O’nu çiziyorum diye düşündü. Haftalardır aklında bir sürü resim konusu, oturuyor sonra bir bakıyordu ki tuvalde beliren bir kadın portresi. Onun çevresini süslüyor, yüzüne gözyaşı resmediyor. Boynuna güvercinler, notalar naksediyordu. Bir aya yaklaşıyordu ki Azade ortalarda yoktu. Ne chatte, ne msn de. Ne telefonunu çaldırıyor ne de mail atıyordu. Merak, üzüntü, hasret deli ediyordu onu. Fırsat bulduğu her an e-postasına bakıyor ondan bir haber olmadığını görünce diğerlerini okumaya bile zahmet etmeden silip


gönderiyordu. Ne olmutu bu kıza. En son bir mail göndermiş ama kısacık bir yazıbir yazı. ( Bir süre seninle yazışamayacağım beni merak etme. Nete tekrar girdiğimde sana haber veririm... ) Neydi kendisiyle yazışmasını engelleyen şey? Kendisinin burada meraktan delirdiğini bilmiyor muydu? Neredeydi ne haldeydi? Başına bir şey mi gelmişti, ameliyat gibi bir şey mi gerekmişti? O’nun bir hastane odasında yapayalnız yatıyor olabileceğini düşünmek kahrediyordu Haldun’u. Belki de kimse yoktu yanında. Başka bir şey olamazdı ki. Başka hangi neden onu kendisiyle yazışmaktan alıkoyabilirdi. Azade öyle bir insandı ki ona istemediği bir şeyi yaptırmak olanaksızdı. Tıpkı kendisi gibi. Başına bir şey gelmiş olabilir miydi? Ama nasıl bir şey? Ne tür bir olay onu böyle sessiz kalmaya mecbur ediyordu ? Elinden fırçayı bıraktı gitti pencerenin önünde ayakta durup sokağa baktı. O’nsuz olmuyordu. Alışmıştı akşamlarını onunla paylaşmaya. Onunla konuşup zaman zaman tartışmaya ihtiyacı vardı. Ama o kim-bilir neredeydi şu anda. Okul zamanı şimdi. Tatilde değil. Bir yere gitmiş olamaz. Yakında sınavlar da başlar. Bana acı çektirmek için mi yapıyordu bunları yoksa. Beni daha çok kendine bağlamak için kadınca bir fettanlık peşinde mi acaba? Ama o yapmaz böyle şeyleri. İhtiyaç duymaz. Ama neden sessiz, nerede şimdi? - Üstelik yakında Ankara’ya gitmem gerekecek. Bu durumda, Bu moral bozukluğuyla ne yapacağım orada?


Haftalardan sonra ilk kez ayağa kaldırmışlardı o gün Azade’yi. Geçirdiği trafik kazasından sonra çok uzun zaman hiç kıpırdamadan yatmak zorunda kalmıştı. Sıkılmış, bunalmış ama iyi olmak için yatması gerektğini düşündüğünden doktorların sözünden hiç çıkmamıştı. Kazayı hatırlayınca yüzü acıyla gerildi. O gün cafeden çıkmış eve gidiyordu. Akşam karanlığı çökmüştü, bu yüzden acele ediyordu eve ulaşmak için. Caddede karşı kaldırıma çıkmak için adımını attığında ne olduğunu anlamadan kendini önce havada sonra yerde bulmuştu. Bunları hayal meyal hatırlıyordu. Önce hiç bir şey hissetmemişti. Kendisine çarpan özel arabanın sahibi fırlayıp yanına gelmiş onu yerden kaldırmak isteyen kalabalığa engel olmuş hemen ambulansın gelmesini sağlamıştı. O zaman itinayla düştüğü yerden kaldırılmış, hastaneye götürülmüş ve kısa bir süre sonra da ameliyata alınmıştı. Biri elinde olmak üzere dört kırık vardı bedeninde. Başı dönüyordu şimdi biraz. Kaç zamandır yatıyor olmak dengesini kaybettirmişti ona. Haldun’a Sanem aracılığı ile bir mail attırmıştı kazanın ertesi günü. Herhalde o da merak ediyordu. Elbette merak ederdi insan. Kısa bir mail ve ardından sessizlik. Kimbilir Haldunda ne durumdaydı. Belki de çoktan unutmuştu kendisini. Öyle ya... Aradan neredeyse bir aya yakın zaman geçmişti. O her gece nete giren, dostlarıyla konuşan, sohbet eden bir adamdı. Kendisini bekleyecek değildi ya? Okul da ihmal edilmişti. Ayağa erken kalkamayacağını anladığı zaman sınıfta kalma riskini göze almaktansa dersleri dondurmak daha iyiydi. Kötü bir durumdu bu aslında. Tam bir sene beklemesi


gerekiyordu tekrar derse girmesi için... Görmesi gereken dersler seneye ikinci dönem görülecekti bir daha. Çalışırım bu arada diye düşündü. Daha iyi. Biraz çalışır ve para biriktiririm. Hem bir ara İstanbul’a gider eski arkadaşları da ziyaret ederim kimbilir? Eski arkadaşlar? Kaç tane kalmıştı ki ? Bazıları çoktan evlenmişti, bazılarıysa ne yazık kendilerine hiç uygun olmayan işler yapıyorlardı. Adapazarı’nda bir arkadaşı vardı. Kendisinden iki yıl büyük bir arkadaş. İki senedir, - Biraz bırak herşeyi yanıma gel diyordu. Ben de yalnızım, bir süre oturur hasret gideririz. Ona gidebilirdi mesela. Onbeş gün kadar kalırdı. Sonra diğerleri de vardı. Ama onlara gidemezdi ki. Kimisi evliydi. Ola ki eşlerinden kıskanırlardı. Kimisiyse.. Kendi yatacak doğru dürüst yerleri yoktu ki ona yer versinler. Doktor gelmişti yine. - Gel bakalım küçük hanım, diyordu. Gel de şu alçılara bir bakalım yine. Yeniden filmler çekildi... Sonunda anlaşıldıki kemikler kaynamış. - Bugün çıkarırız seni, diyordu doktor. Bugün özgür kalırsın Karadut. - Ne zaman sökülür alçılar? - Az sonra diyordu doktor. Sabret bakalım.


- Söküldü de. Azade hemen koşup doktora veda etmek istiyordu. Bu orta yaşlı babacan doktor kaç zamandır Azade’nin tek arkadaşı olmuştu. - Doktor bey size veda etmeye geldim. - Niye ki kız, bir daha görüşmeyecek miyiz yani? Bir hafta sonra yine geleceksin. - Geleceğim tabii. Ama şimdi.. - Git hadi, beni çileden çıkarmadan git. Gülüyordu babacan doktor. Beni sensiz bırakma sakın... Seni de hemşire yapalım gel burada kal, diyordu. Eşyaları hazırdı zaten. Sanem de onu almaya gelmişti. Azade biraz topallayarak yürüyordu şimdilik ama yakında o da geçecekti. Eve varmak fazla vakitlerini almadı. Haftalardan sonra evi ilk kez görüyor olmak Azade’yi duygulandırmıştı. Odaları dolaşıyor, odasında ki her eşyaya tek tek dokunuyordu şimdi. Kaza sabahı evden çıkarken yatağını toplayamamıştı. Ama Sanem odayı toplamış, çeki düzen vermişti. Oda kendi zamanında bile olmadığı kadar topluydu. - Çağla nerede Sanem? - Gelecek biraz sonra. Bir şeyler alacaktı okuldan dönerken. - Önce bir çay, çay içmeliyim. Hastanede çaya hasret kaldım doğrusu. - Şimdi yaparım. Sen yat dinlen biraz.


- Aman Allahaşkına yat deme, yata yata patates çuvalı gibi oldum. - İyi kalk, koşu yap o zaman. Güldü Azade. Şu Sanem ne iyiydi kızdı? Kaza geçirdiğini arkadaşlarından öğrendiği zaman tatilin bitmesine daha bir hafta olduğu halde ilk bilet bulabildiği uçağa atlayıp gelmiş, hastanede onun başucundan ayrılmamıştı. Azade’nin her ihtiyacını sanki hissediyormuş gibi önceden anlayıp karşılıyordu. - Sanem? - Ne var canım?

-

- E-maile baktın mı hiç? - Seninkine mi? - Evet! - Yoo bakmadım. Sen bir şey söylemedin ki. - Tamam, ben birazdan bakarım. - Sakın geç kalma e mi? Gülüştüler. Sanem Haldun’u biliyordu ama sadece nette diğerlerinden farksız bir chatçi olarak. Çay geldi konuşup gülüşerek içtiler. Çağla geldi az sonra. Yine bir coşku.


Çağla Azade’ye, - Zayıfladın diyordu. - İyi ya yakında mankenliğe başlarım. - Hı çiroz manken. Üstünden sarkıyor giysilerin. Pantalonun düşmeden eve kadar nasıl geldin. Bravo vallahi. Sanem karışıyordu söze, - Pantalonunu tuttu ben de onu. Kahkalar atılıyordu. Bir süre Azade’ye okulda olanları anlattılar. Kim kiminle flörte başlamış, kim ayrılmış, hoca şu derste bunu söylemiş vs. Azade içinden sabır diyordu, az sonra gider yatarlar. Böyle düşündüğü için de kızıyordu kendisine. O’na bu kadar içten davranan insanların gitmelerini istemek onu utandırıyordu. Ama bir an önce mailine bakıp ondan bir haber olup olmadığını öğrenmek isteği yüreğini kemiriyordu. Sonunda konuşmaktan ve gülmekten yoruldular, herkes odasına çekildi. Azade yavaşça bilgisayarın önüne oturdu. Açtı. Yavaş yavaş nete sonra maile girdi. Heyecanlıydı ama hiç bir ileti yoktu ondan. Hayal kırıklığına uğradı, öfkelendi. Bunca zaman insan hiç merak etmez, hiç aramaz mıydı? Yoktu işte. Ne bir mail, ne de bir not. Chate girdi ardından. Orada da yoktu. Nickini gören tanıdıklar doluştular. Hiç birine yazmadı bir şey, cevaplamadı. Çıktı çarçabuk chattende netten de. Mutlaka o şimdi


çoktan unutmuştu. Neden hatırlasın ki. Onun gibi biri çok uzun zaman beklemezdi kimseyi. Çevresinde ki onca kadın varken uzun süre yalnızlık da hissetmezdi. Avutmak için... Ama neden avutulmaya ihtiyacı olacaktı? Ona zamanını güzel geçirtmek için bir sürü dostları.. Arkadaşları, çevresi vardı. Çok uzaklarda hiç tanımadığı bir kızın ardından yas tutacak değildi ya. Hem o duyarlı ve gururlu bir erkekti tanıdığı kadarıyla. Kendisini aramayan bir kız için fazla düşünmezdi. Çok kısa süre sonra buralardan gitmesi iyi olacaktı. Bu oda O’nunla doluydu sanki. Tekrar bilgisayarı açtı. Onun resimlerine baktı uzun uzun. - Ee dostum, arkadaşım, can yoldaşım, dedi. Unuttun... Oysa ben unutmadım seni. Dilerim şimdi her neredeysen mutlusundur. Kapattı tekrar pc. yi. ( Su gibi geçer zaman, kimileri için. Kimisine de kum saatinden akan kumlar gibi tükenmez bitmez gelir. Bilememek, habersiz kalmak, yokluğun büyümesi... Sığ bir denizde birden bire beliriveren derin bir kuyu gibi ürkütür insanı. Mantık, unut der. Yürekse isyan eder hemen. - Bekle der. O gelecek. Bitti, bıraktı, gitti der, beyin. Yürek karşı durur hemen. Bu bitecek bir şey değildi ki. Odanın içi bir sürü siyah saçlı, siyah gözlü kadın resimleriyle doluydu. Yerlerde, duvarlarda, masanın üstünde. Çeşitli yüz ifadeleri profilden karşıdan. Hepsini


toplamak ve yakmak istiyordu artık... Bekleyecek, umacak bir şey kalmamıştı. Ne bekleyebilirdi zaten. Alt tarafı tanımadığı bir kız. Ne farkedecekti varlığıyla yokluğu? Ama kendi sanatçı ruhunu unutuyordu. Duyarlı bir insandı. Öncesi insanları çok seviyordu. Zaman zaman uçlarda dolaştığının farkındaydı. Ruhu özgür bir kuş gibiydi. Otorite altına girmeyi reddeden, kendi kurallarını kendi belirleyen bir insandı. Şarkıları, şiirleri, hayatın getirdiği herşeyi kendi süzgeçinden geçirerek algılardı. Onun için hiç bir şey basit değildi. Herşeyin bir varoluş nedeni vardır ilkesinden yola çıkarak irdeliyordu olayları. Hoşgörü ve anlayış insanlara davranış ilkesiydi. Bu melekeyi edinebilmek için kendisiyle çok savaşmıştı. İçinde, yüreğinin bir yerlerinde hala eski, devrimci ruh sessizce bekliyordu yine zamanının geleceğini bilerek. O ruhu azat etse biliyordu ki artık sindiremez. Geçmişte örneğini görmüştü. Bir anda düşünür ve eyleme geçerdi. Kararını verdikten sonra onu durdurmak patlayan bir barajın suyunu elle durdurmaya çalışmak kadar imkânsız olurdu. Çok yaşamıştı böyle şeyleri... Durulması bundan vazgeçtiğinden, unuttuğundan değildi. Sadece artık sistemle mücadelenin kavgayla olmayacağını iyi anlamış olmasındandı. İsyanını, kitaplarına, heykellerine, resimlerine yansıtıyordu. Duru bir zekâ, pırıl pırıl bir bilinç. İnsanlık sevgisiyle yeşeren bir orman gibiydi. Yardım etme isteği vardı içinde her zaman. Ama zamanla anlamıştı ki bazen insanlar bunu sömürmeye çalışıyorlar. O zaman daha dikkatli, daha özenli davranmaya başlamıştı. Ama şimdi bütün özellikleri tanımadığı bir kızı merak etmekten başka bir işe yaramaz olmuşlardı...


Neredeydi bu kız? Neden yazmıyor, aramıyordu? Yakında Ankara’ya gitmesi gerekiyordu. Kendisini ihbar eden kişi gerçeği itiraf edeceğini söylüyormuş. Yazılı ifadesini verecekmiş. Ama Haldun kendisine bir şey yapmayacağına dair söz verirse tabii. Bunun için Ankara’ya o alçak adamın olduğu kente gitmesi gerekiyordu. Adam belki bir miktar para da isteyecekti. Haldun buna da razıydı ama tek bir kerelik verecekti bu parayı. Bunu da adama açıkca söyleyecekti. Ya Ankara’dayken kız ararsa? Ama bu kadar zaman geçtikten sonra niye arasın. Kız belki bir sevgili bulmuştu. Belki onu başından atmak istemişti, kimbilir? Yine de seni hiç unutmayacağım kız! Dedi içinden. Sen her zaman bende bir yerlerde olacaksın... Havaalanında Sanem’in ve Çağla’nın son tembihlerini dinliyordu Azade. Başıyla onaylıyordu her sözü. Ama aklı, yolcu-luktaydı. Bir anda karar vermiş ve hemen gidip biletini almıştı. Şimdi uçağın kalkma saatine bir saat kala doğru yapıp yapmadığını düşünmeye başlamıştı. En büyük hatası bileti akşam uçağı için almasıydı. Gece geç vakitte İstanbul’a inecekti. Tek başına taksiye binemez, yola çıkamazdı. Ne etmiştide gece uçağına almıştı bileti? Bu durumda en iyisi sabahı havaalanında karşılamaktı. Alanda cafede oturur, güneş doğunca da bir taksiye atlar, Kanlıca’ya giderdi. Mutlaka büyük bir şaşkınlıkla karşılanacaktı. Şaşıracaklar, biraz da bozulacaklardı. Ama bu kez daha farklıydı durum. Artık babasından kalan mirasın üstüne gidebilir, hesap sorabilirdi.


Üç yıl öncesinin pısırık, ürkek kız çocuğu yoktu karşılarında. Uçakta yanına orta yaşlı bir hanım oturmuş biteviye konuşuyordu. Azade kendi düşüncelerine dalmış, kadını yarım kulakla dinliyor, ara sıra haklısınız diyordu. Birden kulak verdi kadına. Dikkatini çeken bir şeyler söylüyordu çünkü. Beykoz, taksi filan. Kadına sordu. - Siz nerede oturuyorsunuz? - Beykoz’da. - Sizi karşılamaya gelecekler mi? - Ne gezer kızım? Taksiyle gideceğim. Haber veremedim ki. Telefonları cevap vermiyordu. Yola çıkmaya ani karar verdim. Biraz hastayım da. - Geçmiş olsun. Neyiniz var? - Astım yavrum. Beni çok bunaltıyor son günlerde. Doktora görüneyim bir. - Haklısınız. Tekrar geçmiş olsun. - Sen nereye gidiyorsun kızım? - Kanlıca’ya gideceğim. - Neyle? - Ben sabahı bekleyeceğim. Gece vakti taksiye binemem. - A kızım beraber gitsek ya.


- Olur, mu dersiniz? - Olur, mu tabii. Ben de yalnız binmeye korkuyorum zaten. Beraber bineriz. Sen Kanlıca’da inersin. Azade tereddütteydi. Çeşitli şeyler duyuyordu. Yolculuklarda insanların başına gelenler hakkında. Ya bu kadın da o tür insanlardansa? Ya başına bir şey gelirse? Ama sabaha kadar alanda beklemek de zordu. Hem kadın öyle birine benzemiyor. - Olabilir. Gideriz efendim. İçi rahat değildi ama bu riske atılacaktı. Uçak inişe geçiyordu artık. Ufak pencereden İstanbul ışıl ışıl, caddelerinde akan ışık seli, Marmara ve Boğaz’ın üstünde yer yer parlayan gemi ışıkları bütün güzelliğiyle gözler önündeydi. Azade, - Ben geldim İstanbul, ben geldim dedi içinden. Hazır ol. Bütün çirkinliğinle, entrikalarınla ve köhne güzelliğinle karşıma çık bakalım. Artık üç yıl önceki kız çocuğu yok karşında. O da aşağılarda, bu pırıl pırıl yanan ışıkların içinde bir yerlerde olmalıydı. Geliyorum ve senin haberin yok Kaptan, dedi. Bir bilseydin geldiğimi, beni alanda karşılayıp hoşgeldin dermiydin? Bana bakıp hadi tekneye Miço demeni ne kadar isterdim şimdi. Bu karanlığın içinde teknede olsaydık keşke. Bizi kimsenin görmediği, göremeyeceği karanlık denizin ortasında, sadece ikimiz. Bir balıkçı lambasının ışığında ve gökte ay. Nereye gittiğimizi düşünmeden, alıp başımızı, suları yara yara


uzaklara gidebilseydik. Ne senin ardında seni kovalayan geçmişin. Ne de bende bu acı olmadan. Özgür iki ruh çıkabilseydi bu yolculuğa. Uçaktan inip kimlik kontrolünden geçmeleri ve valizlerini almalrı uzun uzun sürmedi. Dışarıda serin bir gece vardı. Bir taksi tuttular ve yola koyuldular. Taksi Anadolu Yakası’na geçtiğinde Azade biraz ürperdi. Şimdi olacakları daha iyi hayal edebiliyordu artık. Büyük olasılıkla muhterem! Halası bütün hasmetiyle yüzüne taktığı gülümser maskenin ardından Azade’ye hoşgeldin diyecekti. Eniştesi ise hiçbir zaman ne dediği anlaşılmayan o acayip lisanıyla birşeyler mırıldanacak ve sonra ortadan kaybolacaktı. O evde geldiğine sevinen bir tek kişi olacaktı belki de. Yeğeni Murat. Kendisinden iki yaş küçük, dünyaya gülen gözlerle bakan, hayatı bir oyun alanı olarak algılayan, zekâca geri olmamakla beraber saflığı üzerinde aşırı derecede taşıyan Murat. Kanlıca’ya yaklaşmışlardı. Azade şoföre yolu tarif etmeye başladı. Şimdi yokuş yukarı çıkıyorlardı. Yokuşun iki yanına sıralanmış evler Azade’yi kaygılı bir bakışla selamlıyor gibiydi. Yıllarca inip çıktığı, herbir karışını hafızasına kazıdığı, sonunda yıllarını geçirdiği ev olan yokuş... Hani Sarman diye düşündü, hani Garip? Hiç biri meydanda yok, belki de öldüler. Bunca yıl beni bekleyecek haleri yoktu ya. Ya sokağın delisi? Deli Kamil? Hiç değilse o yaşıyor olsaydı bari. Kimseye zararı olmayan, kimi görse, bugün saat kaç? Diye soran, yaz kış üstünde aynı elbise ama elleri ve yüzü tertemiz, sokağın delisi Kamil..


Eve gelmişlerdi. Azade yol arkadaşı hanıma veda ederek arabadan indi. Şoföre ödemesi gereken parayı ödedi, olduğu yerde durarak taksinin uzklaşmasını bekledi. Sonra dönüp eve baktı. Ev gecenin karanlığında iki katlı ve geniş varlığıyla Azade’nin bakış açısını dolduruyor, onun tekrar ürpermesine neden oluyordu. Evin iki odasında ışık vardı. Demek ki daha yatmamışlar diye düşündü kapıya yürüdü, zili çaldı. Uzunca bir bekleyişten sonra kapıda Murat gözüktü. - Azadeee! Hoşgeldin. Nereden çıktın böyle? Anneee, Azade gelmiş. Üst kattan telaşlı ayak sesleri geldi. Sonra ayak sesleri merdivene yöneldi ve sofanın loş ışığında halası gözüktü. Her zaman ki gibi, ( hani kalk gidelim desen ) sokağa rahatlıkla çıkabilecek bir giysi vardı üstünde. - Azade bu ne sürpriz? - Haber veremediğim için özür dilerim. Ama çok ani bir karar verdim, sizi de telaşlandırmak istemedim. Rahatsız etmedim umarım. - Ne rahatsızlığı yavrum, burası senin evin. İstemeden birbirine yaklaşan iki beden ve havaya kondurulan öpücüklerden sonra salona geçtiler. Murat durmadan soruyordu. - Dersler nasıl, sen nasılsın, arkadaşların iyi mi, havalar nasıldı, yolculuk nasıl geçti, uçakta sallandınız mı?


Azade bu soru bombardımanından serseme dönmüştü. - Her şey güzeldi, arkadaşlar iyiydi sana çok selamları var, hava da çok güzeldi, uçakta da sallanmadık. - Anlat biraz ya. - Ne anlatayım Murat. - Anlat işte birşeyler. Halası müdahale ediyordu. - Bu kadar yeter Murat yarın bol bol konuşursunuz. Şimdi Azade yorgun, biz de geciktik uyuyalım. Azade’nin valizini odasına çıkart. Azade açsan birşeyler hazırlayayım. - Hayır hala teşekkür ederim uçakta yemiştim. - İyi. Sabaha görüşürüz iyi geceler. Azade odasındaydı şimdi. Çevresine bakındı, halasının titizliği her yerde olduğu gibi burada da kendini gösteriyordu. Bir tek toz zerreciği yok. Herşey yerli yerinde ve muntazam. Yatağının üstündeki örtüye sanki hiç el değmemiş gibiydi. İçinden iki güne kalmaz, ben burayı savaş meydanına çeviririm diye geçirdi. Halam da sinirinden çıldırır. Kitaplıktaki kitaplara baktı. Okunmazsanız, size el değmezse ne öneminiz kalır. Yarından itibaren hepiniz tek tek, tekrar elimden geçeceksiniz.


Azade’nin alışkanlığıydı. Aynı zamanda üç dört kitap birarada okuduğu olurdu. Bazen okuduğu bütün kitapları bir kenara bırakır başka bir kitaba geçerdi. Bu yüzden masasının üstü daima dağınık gözükürdü. Halası da bu görüntüye sinirlenir, bu yüzden Azade ile devamlı tartışırdı. İkisi de güçlü kişiliklere sahiplerdi. Bir tarafın yenilgiyi kabullenmesi söz konusu değildi. Yıllardır aralarında gizli bir çekişme vardı. Rüyasında uçaktaydı. Yanındaki koltukta oturan yüzünü göremediği bir erkek, Azade’ye bir şeyler söylüyor, onu kendisine bakması için ikna etmeye çalşıyordu. Kendisiyse başını camdan tarafa çevirmiş, erkeğe bakmaya korkar gibi hareketsiz ve sessiz bir haldeydi. Erkek Azade’ye birşeyler söylüyor, yavaş, dolgun ve sakin bir sesle konuşuyordu. Azade uyandı. Sabah olmak üzereydi. Kalkıp pencereye gitti. Evlerin ışıkları yavaş yavaş yanmaya başlıyordu. Sonra ezanlar başladı. İstanbul’un bütün camileri aynı anda ezani şehre yayıyor, inananları sabah namazına çağırıyordu. Şimdi bu sesler şehrin en izbe, en karanlık ve korkulan sokaklarına kadar yayılıyor ne zaman dinlese ürperdiği hatta zaman zaman ağladığı bu sabah ezanı şu anda sanki Azade’nin benliğini temizliyor, mistik bir duygu ile şehrin dört bir yerinden gelen ezan seslerini bu defa daha yaralı, daha yorgun ve daha tükenmiş dinliyor ve bu sesleri beynine kazımak için hareket etmekten korkup, kıpırdayamıyordu.


Murat’ın çenesi kahvaltıda gene açılmıştı. Soruların ardı arkası kesilmiyordu. Azade çayını içerken Murat’a sabırla cevap veriyor, bu temiz ve saf genç çocuğun aydınlık yüzüne bakarken kendisi de sanki huzur buluyordu. - Sevgilin var mı Azade? - Murat bu ne biçim soru? Halası Murat’a kızıyor ve susturmak istiyordu. - Bırakın hala. Murat merak ediyor tabii. Sevgilim yok Murat. Okumaya ve yaşamaya çalışırken böyle şeylere vakit kalmıyor. Azade’nin sözlerindeki kınaye halasının dikkatini çekmişti. Ama susmayı tercih etti. Biliyordu ki Azade’nin gelişi boşa değil. Bir yerde olaylar patlak verecek ve o tartışma patlak verdiğinde iki düşman gibi kapışacaklardı... Bu eninde sonunda olması gereken bir şeydi. Halasının Azade’ye hesap verme zorunluluğu vardı. O anın gelmesini istemiyordu hala. O durumda bunca yılın birikimi çıkacaktı ortaya. Kızın bu kez gelişi farklıydı ve hala bunu hissediyordu. Adam karşısında duran Haldun’a korku dolu gözlerle bakıyordu. Çok gençken görmüştü en son olarak O’nu. O zamanlar ufak tefek karayağız bir yeni yetmeydi bu adam. Yıllar öncesinin inatçı, idealist, suçsuz ve hayata sadece dikbaşlılıkla karşı durabileceğini düşünen delikanlıdan çok daha farklı biri vardı karşısında. Şimdi karşısında olgun ve kendine güveni tam bir erkek


duruyordu. Tilkiye benzeyen çenesini kaşıdı ihbarcı. Ne söyleyeceğini bilemiyordu. Roller değişti. Önündeki kâğıda baktı. Kâğıtta Haldun’a attığı iftira bütün gerçekliğiyle yazılmıştı. İmzayı atacaktı mecburen ama korkuyordu şimdi. Ya bana bir şey yaparsa diyordu içinden. O kadar değişmişti ki Haldun. Onu tanımakta zorluk çekmişti ilk gördüğünde. Bu kendisinden emin, mağrur, yüzünde tiksindiğini belli eden bir ifadeyle kendisine bakan adam onu ürkütüyordu. Bakışlarıyla öldürebilirdi bu adam. Keskin, avcı gözleri vardı, delip geçen... Önündeki kâğıda baktı. İmzalaması gereken itirafname masanın üstündeydi. Artık geri dönüş yoktu. Kalem elinde, yine de kaçabilir miyim düşüncesiyle oyalanıyordu. Kaçması mümkün olmadığı halde. Haldun kapıya yakın bir koltukta oturuyordu. Gayet sakin, rahat. Ama belliydi ki kendisinin en ufak hareketinde yırtıcı bir hayvan gibi atılabilirdi üstüne. İmzaladı kâğıdı. Uzatırken sordu. - Beni polise teslim etmeyeceksiniz değil mi? - Etmeli miyiz? - Yapma be Haldun. Çoluk çocuğum var. Onlar ne olacak? - Benim de iki kızım var dostum. Biliyor musun? - Bir hatadır oldu işte. Haldun kâğıdı okuyordu şimdi. Yıllarını kara bir delik gibi yutan olaylar zinciri son buluyordu. Aklında bir tek soru vardı cevaplayamadığı. Sordu.


- Bana neden iftira attın? İhbarcı kıvranıyordu. Ellerini oğuşturuyor, çipil gözleriyle kaçamak bakışlar atıyordu Haldun’a. Söylesem mi söylemesem mi tavrı içindeydi. - Söyle, neden? - Ya, nasıl anlatayım. - Anlat be mübarek. Ben sana ne yaptım? - Seni kıskanıyordum. - Niye, kimden? - Ya, sen her zaman öndeydin, kızlar seni gördü mü bana bakmazlardı, her yerde senin sözün geçerdi. Sen önde gelirdin. Yok, Haldun şöyle, Haldun böyle. Varsa yoksa Haldun. Damarıma dokundu be. Haldun şaşırmıştı. Bu kadar basit nedenlerden yılları yokedilmişti, harcanmıştı demek. O kadar komik bir nedendi ki bu! O’ysa neler düşünmüştü. Belki siyasi bir çekememezlik... Çünkü yavaş yavaş inancı ve adanmışlığı öne çıkyor, herkesin fikir ve öngörüşüne inandığı bir lider adayı haline geliyordu. Üstelik... En yasal şekilde. Kimseye zarar vermeden, insnları yüceltmek için uğraşan bir genç erkek... Ciddi, hayata gerçekçi gözlerle bakan bir idealist. Bu adam saçmalıyordu açıkca. O yaşlarda aşk maceraları o kadar dengesizdi ki. Hem zaten kendisinin de öyle çok ciddi ve tutkulu bir ilişkisi yoktu. On yedi yaşında ne düşünebilirdi? Önünde uzun eğitim yılları sonsonra


askerlik vardı. Elinde olmadan güldü Haldun. Ama bu gülüş öylesine acı bir gülüştü ki, ihbarcı korktu. - Şimdi sen beni kıskançlıktan mı ihbar ettin? Öyle mi? - Çocuktuk be Haldun. Düşünemedim işte. Haldun ona acımaya bailamıştı bile. Bu kadar boş bu kadar anlamsız bir duyguya sahip bir insanın yaşamında hatırlamaya değer ne olabilirdi? Hiçlik dolu boş bir hayat... Kendisi ise bu yılları dolu dolu geçirmişti. Okumuş, yazmış, düşünmüş. Sayısız tiyatro oyunu, film senaryoları, araştırma yazıları çıkmıştı elinden. Resim, heykel ve daha birçok şey yaratmış bunları sergilemiş, insanlarla paylaşmıştı. Ve daha birçok anlamlı şey vardı yaşamında. Belki de tutuklu olarak hapiste geçirdiği yıllar ona olaylara daha geniş bir açıdan bakarak değerlendirme yeteneğini kazandırmıştı. Şimdi artık biliyordu ki hiç bir şey göründüğü gibi değil. Bunları yaşamasaydı o da karşısındaki adam gibi ama mutlaka ondan daha iyi, fakat yine sıradan bir yaşam sürecekti. Sadece ekmek parası peşinde hayatını sürdürmeye çalışan bir insan... Oysa şimdi yazdığı oyunlar sahneleniyordu tiyatro sahnelerinde. O oyunların yönetmenliğini yapıyordu. Resim sergileri açıyor, rapido resimleri büyük ilgi topluyordu. Olgun bir insandı. Hayatı iyi ve kötü yanlarıyla tanımış ve benimsemiş, kendisine gerekli olan hasletleri bilinç süzgeçinden geçirmiş, ayıklanmış özdeğerlerle bezeli bir kişilik, iyi bir insan haline gelmişti. Böyle bir insan haline gelişini biraz da karşısındaki ihbarcıya borçluydu. Bu adamın o


çocukça kıskançlığı olmasa bu günkü duruma gelmesi belki de imkânsız olacaktı. İçinden gelen bir duyguyla adama neredeyse sevecenlikle baktı. - Rahat ol artık, dedi. Ben seni affettim. Adam bir an Haldun’a inanmaz gözlerle baktı. Duydukları şaşırtmıştı onu. Ama Haldun’a inanıyordu. Onun yüzündeki huzur dolu ifade, o güven dolu hava ve sesindeki kararlılık. Gerçekten o anda Haldun onu affetmişti. İhbarcı içinde daha önce hiç hissetmediği bir duyguyla, şimdi yaptıklarının doğru olup olmadığını sorgulamaya başlamıştı. Evet! Onu gençliğinin de etkisiyle kıskanmış ve iftira atmıştı. Yaşamının mahvolmasını istemiş ve ilk yıllarda bunu da başarmıştı. Birbiri ardına açılan davalar, mahkemelerde geçen onlarca saat, sonu bir türlü gelmeyen soruşturma ve duruşmalar. Karanlık bir hücrede geçen uzun zaman. Ama karşısında duran adamla bunları yaşamış biri, arasında hiç bir bağ yok gibiydi. Sadece şimdi olgun yaşta bir erkek. Her bakımdan başarıya ulaşmış bir insan. Şakaklarında başlayan kırlaşma ona ayrı bir ifade veriyordu. Kendisi ise... Orada burada dolaşarak hep avantadan para kazanmayı düşlemiş. Zaman zaman bunda başarılı olmuş ama eline hiç bir zaman rahatça geçinebileceği kadar para geçmemişti. Bir sıfırdı şimdi. Hele Haldun’la karşılaşmak... Kendisini onunla kıyaslamak... Çok kötü oldu birden. İlk defa kendini aşağılanmış hissetti. Bu ağırına gitmişti. Oysa Haldun ona aşağılayıcı tek söz etmemişti bile.


- Sana biraz para vermek istiyorum, kabul eder misin? Bir an para hayaliyle kıvrandı adam. Olabilirdi. Neden olmasın? Paraya her zaman ihtiyacı olmuştu. Ama sonra Haldun’a kaydı gözleri. Tuhaf bir şeydi ama. Haldun’la karşılaşmadan önce düşündüğü şeyi kendisi hiç söylemeden Haldun’un teklif etmesi onu şaşırtmadı. Haldun o parayı sus payı olarak vermeyecekti. Sadece ona bu imza için teşekkür amaçlıydı. İşte o zaman ihbarcının yüreğinde bir şeyler koptu sanki. Unuttuğu onurunu hatırladı. Beyni, mantığı bile ilk kez onun aleyhine susmuştu. Bu parayı alamaz, daha fazla alçalamazdı. - İstemiyorum Haldun. - Neden? - Yıllarının diyetini ödeyemem. Ama bende de biraz gurur kalmış demek. Masanın üzerindeki ufak bir kâğıda telefon numarasını yazıp Haldun’a uzattı. - Al bunu, eğer polise bildirmek istersen ben bu numaradayım. Çağır geleyim. Polise anlatayım sana yaptıklarımı. - Bunu yapar mısın? - Sabah isteseydin yapmazdım arkadaş. Ama şimdi artık yaparım. Paranı da istemiyorum. İzin ver gideyim. Dışarda işim var.


- Sağol. Git tabii. İhbarcı başıyla selam verir gibi yapıp kapıya yürüdü. Bir an durdu ve geri döndü. - Haldun biliyor musun? - Haldun bilen bir ifadeyle bakıyordu yüzüne. - Biliyorsun sen, anladın. Hadi eyvallah. Otel odasının penceresinden bakıyordu. İhbarcı sokağa çıkmıştı şimdi. Etrafına şüpheli gözlerle bakarak uzaklaşıyordu. Köşeyi dönmeden önce geriye dönüp otele doğru baktı. Belki de onu görmüştü. Sonra gözden kayboldu. Haldun şimdi biliyordu ki ihbarcı eskisi gibi değil. Nedeni belirsiz ( bunu anlayamamıştı çünkü ) ama o adamda bir şeyler değişmişti. Sanki yaptıklarına pişman, onun geçirdiği zor yılları anlamışda yüreğinde hissetmiş ve o yürekte çok derinlere gizlenmiş bir takım iyi duygular meydana çıkmaya başlamış gibiydi. Kesin olan tek şey adamın odaya girdiği gibi çıkmamış olmasıydı. - Şimdi öğrendin arkadaşım diye düşündü Haldun. Şimdi anladın. Allah yardımcın olsun bundan böyle. Hemen hazırlanmalı ve trene yetişmeliydi. Zaten gelirken fazla bir şey getirmemişti yanında. Sadece bir evrak çantası. Gece kalma ihtimaline karşılık bir pijama ve bir gömlek. Hemen çıkarsa ancak yetişecekti. Hızla odadan fırladı. - Hala konuşalım mı artık?


- Ne konuşacağız? - Biliyorsun. Babamdan bana kalan miras. - Ne olmuş ona? - Hakkımı öğrenmek ve almak istiyorum. - Hakkın ve para var. - Bu kadar değil, siz de biliyorsunuz hala. - Onlarıda mı istiyorsun? - Evet, tabii istiyorum. Hala şimdi kıvranıyordu. Yıllarca Azade’nin hakkı olan parayı yiyip durmuşlardı. Bankadaki paraya dokunamamışlardı tabii ama dükkânlardan gelen paralar hep yenmiş ve hiç bir kenara ayrılmamıştı. Bunu Azade’ye nasıl açıklayacaktı? Ya Ya Azade illede hepsini şimdi isterim derse? Azade sakin, yüzünde en ufak bir ifade yok. Bahçede boğaza bakan yamaç-taki masada oturmuşlardı. Hava sakin, rüzgârsız. - Hala. Biliyorum Murat’ın bakımı için paraya ihtiyacınız vardı. Onun hastalıkları size epey masraf getirdi. Bunları kabul ediyorum. Elbette ortada böyle bir para dururken Murat tedavisiz kalamazdı. Artık düzeldi. Okuyor. Ve sizin de geliriniz var. Bu yıl bitiyor okulum. Master yapmak istiyorum. Ama bu da para gerektiriyor. Artık yoruldum. Kaç yıldır yaz kış demeden çalışıyorum. Sizden bana para yollamanızı hiç istemedim. Ama hem dersler hem de düzensiz çalışma saatleri beni yordu artık.


Elimde imkânım varken hala aynı yorucu tempoyu sürdürmek istemiyorum. Yoruldum ve bıktım anlıyor musun? Hala düşünüyordu. Nasıl söyleyecekti Azade’ye. Ellerinde hiç nakit para olmadığını, gelen bütün parayı harcadıklarını. Ama para o kadar da çok değildi ki canım. Alt tarafı rahat yaşamalarına izin verecek kadar. Gelip gidenler oluyordu. Sonra halanın da itibari vardı ve bunun devamı için her zaman şık olması lazımdı. Bir elbise kaç paraydı. Azade’nin haberi varmıydı acaba? İstanbul gibi bir kentte yaşamak ve alışık oldukları düzeyde yaşamı sürdürmek çok pahalıya patlıyordu. Halanın mantığı böyle işliyordu. Harcadıkları paranın Azade’ye ait olduğu düşüncesi bile onu insafa getirmiyordu. - Kızım, diye başladı söze. Haklısın tabii. Ama bizi de biliyorsun. Aile adımız var. Enişten iflas etmeseydi böyle olmayacaktık. O’nun işleri bozulunca senin gelirinle geçinmeye başladık. Paranı istiyorsun ama bankada olandan başka para yok ortada. Gelen hep harcandı. O para olmazsa ben biterim demektir. Ama bundan sonra sana da ayıracağım tabii. Azade içinden kahkahalar atıyordu. Halasının ona hakkı olan dükkân gelirlerinden bir şey veremeyeceğini o da uzun zamandır biliyordu ve istemiyordu da. Sonuçta o halasıydı. Bir de işin içinde Murat vardı ki. Sadece Murat için bile olsa birçok şeyden vazgeçerdi gönüllü olarak. Onun kanından, kardeş kadar sevdiği. Bu dünyada en çok


ve tek sevdiği sevgili saf Murat. Halasının sıkıntıya düşmesi Murat’ın birçok şeyden mahrum kalması demekti. Oysa o kendi güzelim dünyasında rahat hayat şartlarında mutluydu. Kitapları, bilgisayarı vardı Murat’ın. Çoğu zaman dış dünyayla bilgisayar aracılığıyla buluşuyordu. O da biraz kendisi gibiydi. İnsanlarla arasına mesafeler koymuş kimseye fazla sokulmayan bir genç. Aileden geliyor herhalde, diye düşündü. Babasının ailesi soğuk daha doğrusu hep mesafeli davranan insanlardı. Bu en belirgin olarak Halada dışa vurmuştu. Kendisini çok beğenen, yere göğe sığmayan bir kadın. Gerçi güzelliği ve zerafetiyle biraz da bunu hakeden bir kadındı. Şimdi yaşlanmış olmasına rağmen hala çekici geliyordu etrafa. Para alamayacağını bilerek ama sırf halasını biraz daha sıkıştırmak uğruna, - Benim o paraya ihtiyacım var hala, dedi. Şimdi ne yapacağız? - Bankada paran var ya kızım? Senelerdir dokunulmadan duruyor. - O para gelecekte lazım olacak. Şimdilik onu kullanmak istemiyorum. - Bizde de para yok ki. Gelen gidiyor. Esas darbe şimdiydi. - Bu ev var. Hala birden dikildi.


- Eve ne olmuş? - Hala para harcanıyor diyorsunuz. Demek ki benim için o para söz konusu olamıyor şimdilik. Muratı da düşünerek dükkânlardan gelen kirayı kendinize harcamanızı kabul ediyorum. Ama benim de masraflarım olacak artık. Okul bitiyor. Benim de yaşamımda belli bir düzeye gelmem gerekiyor. Bu yüzden son çare olarak evi satmak veya müteahhite vermek kalıyor. - Nasıl olur, biz ne olacağız? - Orasını siz düşüneceksiniz artık. - Bu yaştan sonra kira kapılarına mı düşeceğim? - Başka çare yok hala. Azade için için gülüyordu. Nasıl da düşmüştü halasının omuzları. Şimdi neredeyse ufalmış, oturduğu koltukta büzülmüş bir halde bir eliyle kalbinin üstünü sıvazlarken bir taraftan da Azade’ye bakıyordu. - Bu ev satılamaz Azade. - Neden hala? - Satılamaz. Hiç mi babanın anısına saygın yok? - Babam benim durumumu bilseydi kendisi satardı. - Bu evde anıların var. - Hangi anılar hala. Hangisini bıraktınız. Bu evde anneme veya babama ait ne var?


- Senin odandaki eşyalar, albümler, biblolar? Resimleri var babanın. - Onları da satacağım. - Bu kadar insafsızlık olur mu? Bu kadar saygısızlık olur mu? - Hala bakın. Benim paraya ihtiyacım var. Elbette ki annemle babama saygım var. Onları unutmuş değilim. Bu nedenle değil mi ki yıllardır sizin bu evde oturmanıza ve bana ait parayı harcamanıza ses çıkarmadım. Bunları babamın anısına olan saygımdan yaptım. Ama artık benim de ihtiyaçlarım var. Okul bittikten sonra artık başkalarıyla oturamam. Kendime ev tutmam gerekecek. Kirası, masrafları. Benim geçimim. Kendimi toplayana kadar açıktan gelecek paraya ihtiyacım var. Anlıyor musunuz? - Ama ev? - Satılacak hala. Ama eniştem müeahhit bulursa ve eve karşılık birkaç daire alabilirsem o zaman bir dairede siz oturursunuz. - Buna izin verecek misiniz? - Evet. O kadar hain değilim. Halanın kafası deli gibi çalışmaya başlamıştı bile. Uzun zamandır bir inşaatçı gelip gidip burayı istiyordu. Onunla anlaşabilirlerse hem kendileri evden uzaklaşmamış olacaklardı hem de yeni bir eve kavuşacaklardı. Bu ev bütün tamirata rağmen eskiydi. Gerçi çok görkemliydi. O


eve ilk defa gelen biri kendini birden birdenbire ağır ve elit bir mekânda bulur, istereffister istemez hareketlerine bir ağırbaşlılık gelirdi. Yıllarla seçkin dostlarla dolup taşmıştı ev. Şimdi bu evin yıkılması... Hala üzgündü. Ne kadar maddiyatçı bir insan da olsa bu evin yıkılmasıyla birlikte bir şeylerin, değerli bir şeylerin hem de bir daha geri gelmemek üzere kaybolacağına inanıyordu. Bir apartman dairesinin ne seçkinliği olabilirdi ki? Biliyordu o yeni dairede hiç bir zaman eski şaşa olmayacaktı. Ufacık bir daire. Dostlar geldiklerinde istedikleri gibi rahat edemeyecekler, belki ufacık bir balkondan boğazı biraz seyretmeye çalışıp sonra gideceklerdi. - Peki, kızım eniştene söylerim. Birilerini bulsun konuşalım. - Böyle bir yere çok çabuk müşteri çıkar hala. Siz lütfen enişteme söyleyin.. O böyle şeyleri iyi bilir. - Tamam, bu akşam söylerim. - Bu arada, ben bugün Adapazarı’na gideceğim hala. Oradan bir arkadaşım uzun zamandır beni çağırıyordu. - Ben tanıyor muyum? - Tanımazsınız. Okulu iki yıl önce bitirmiş bir arkadaşım. Adapazarı’nda lise öğretmeni. - Gidince bize oradaki telefon numarasını bildir. Enişten adamı bulursa gelmen gerekebilir. - Elbette. Merak etmeyin siz. Cep telefonum var size numarasını vereyim.


- Bu durumda konuşacak bir şey kalmıyor değil mi? - Evet, hala, başka bir şey yok. - Oysa halasıyla uzun konuşmalar yapabilirlerdi. Müzikten ve sanattan bahsederek güzel anlar yaşayabilirlerdi. Çok geniş bir bilgiye sahip bir kadındı halası. Ama hiç bir zaman bunları Azade’yle paylaşmamıştı. Bütün dünyası dostlarıyla geçireceği zamana hasredilmişti. Onlar gelince mükellef sofralar kurulur, saatlerce o sofrada edebiyattan, tarihten, felsefeden ve müzikten konuşulurdu. Azade bazen halasını koza içinde bir ipek böceğine benzetirdi. Evi kozasıydı. O evden çok ender olarak ancak dostlarına gitmek için çıkardı. Öyle tatile gitmek, eş dost gezip dedikodu yapmak halasının yaptığı bir iş değildi ve Azade bu yönden o onu çok takdir ederdi. Ayağa kalkıp halasına veda etti. Eve girip bir taksi çağırdı. Valizini akşamdan hazırlamıştı. Haydarpaşa’ya gitmek için daha iki saat vardı önünde. Yine de bir an önce gidip, telefondan ayırttığı biletini alarak işi sağlama bağlamak daha doğru olurdu. Taksi geldiğinde Azade ön bahçede bekliyordu, eve dönüp baktı bir an. Evin geniş ön cephesi ona bakıyor ve veda ediyor gibi geldi. Döndüğümde bu evin bütün her yerini filme almalıyım diye geçirdi içinden sonra dönüp taksiye yürüdü. Haydarpaşa garı her zamanki uğultulu kalabalığında... Gelenler, gidenler. Karşılamaya, uğurlamaya hazırlananlar. Kimi sevgililer vardı bir kenara çekilmiş. Durgun, üzgün. Birbirilerine sarılmışlar, fısıltıyla


konuşuyorlar. Kimisi öylece durgun, suskun. Sanki söylenecek sözler hep harcanmış da şimdi bir şey kalmamış. Ama üstlerinden yayılan hava, sevgiyle karışık hüzün. Azade biletini aldı kalabalığa aldırmadan. Trenin kalkmasına daha bir saat vardı. Büfeden bir tost yaptırdı. Bir kenarda oturup yemeye başladı. Bazı işsiz güçsüz gönül avcıları dolaşıyordu ortalıkta. Gözlerine kestirdikleri yalnız kadınların yanına oturuyorlar, havadan sudan konu açıyorlar, kadın konuşmaya başlarsa yandı demektir. Artık ne yapsa o yapışkanı başından savamaz. Biri dolanıyordu etrafında. Azade ise aldırmaz bakışlarla onu izliyordu. Aslında canı çok sıkılıyordu şu ara. Bu adam yanına gelse onunla önce konuşacak sonra da bir güzel bozacaktı. Ama adam tereddüt ediyor. Etrafta bu yalnız kıza göz kulak olan bir erkek var mı önce onu anlamak istiyordu. Bir süre geçtikten sonra baktı ki gelen giden yok. Azade’nin yanına izin isteyerek oturdu. Azade bekliyordu şimdi. Az sonra adam havadan sudan konu açacak. Bunu duymuştu arkadaşlarından. Adamsa kendinden emin. Yalnız olduğuna artık emin olduğu bu kızı tavlayacak. Sonra bir yere yemeğe ondan sonrası da Allah kerim. İleride bir gölge gördü önce Azade. Baktı, birine benzetmişti. Ama kim? Elinde bir evrak çantası... Yüzü henüz gölgedeydi. Çok tuhaf bir şey. Yürüyüşü gururlu, kendinden emin. Başı dik, gözler ileride ama kimseye bakmıyor. O yürüdükçe kadınlarındınların başı çevriliyor. O’ysa çevreye tamamen ilgisiz. Az sonra


önünden geçiyor Azade’nin. Yüzü ışığa giriyor. O... Haldun. O olmalı. Azade’nin yüreği çarpıyor. O’nu tanıdı. Resimlerinden... Tıpkı resimlerindeki gibi, çarpıcı yüz hatları, kendini anlattığı zamanları anımsıyor Azade. - Yürürken kimsenin yüzüne bakmam, diyordu. - Ama o zaman kimseyi göremezsiniz? - Onlar beni görürler. Evet! O olmalı. O’dan başka kim böyle yürür? Ne garip diye düşündü Azade. İşte! Aylarca nette yazıştığı, farkına varmadan bağlandığı adam önünden geçiyordu şimdi. Kader miydi? Kimbilir? O anda bunları düşünecek halde değildi kız. Bir kaç adım sonra Haldun gar binasına girecek oradan dışarı çıkacak ve kalabalığa karışacaktı. Ayağa nasıl kalktığını anlayamadı Azade. Hipnotize edilmiş gibi yürüdü Haldun’nun peşinden. İki adım gerisinden yürüyordu onun. Ne söyleyeceğini, nasıl sesleneceğini bilemeden. - Kaptan! Dedi kısık bir sesle. Kaptan! Haldun bu hitabı ilk duyduğunda aldırmadı. İkinci seslenişte yerinde çakıldı kaldı. Arkasına dönmeye korkuyor, dönerse başkasına seslenildiğini anlayacak olmanın korkusunu yaşıyordu şimdi. Ses kısıktı ama yumuşak ve duygu doluydu. Çok sakin olmaya çalışarak arkasına döndü. Gözüne ilk çarpan şey simsiyah, iri gözler... Biraz ürkek, biraz korkak. Ama simsiyah... O işte. Azade olmalıydı. İçinden gelen bir ses o olduğunu söylüyordu, hem ona Kaptan diye seslenen başka hiç


kimse yoktu ki. Elini uzattı. Hiç farkına değildi yaptığı şeyin. - Sensin, dedi. Sensin. - Evet Kaptan. - Burada ne işin var? - Adapazarı’na gidiyorum. Haldun kızın gideceğini duyunca yüreği sıkıştı. - Kim var orada? - Arkadaşım. - Bir yere gidemezsin, artık Miço sefer var. Kaptan’ın emri. Güldü Azade. - Biletimi aldım. Tren az sonra kalkıyor. - Tren sensiz gitmek zorunda. Haldun çabuk karar vermek ve çabuk hareket etmek zorunda olduğunu hissediyordu. Eğer şimdi kızı gitmeye bırakırsa bir daha asla böyle bir anın olmayacağını biliyordu. Bırakamazdı. Azade içinden, - Şimdi biraz konuşacağız. Beni kafeteryaya davet edecek. Sonra veda edeceğiz, bir daha görüşmeyeceğiz derken içinin daraldığını hissediyordu. İkisi böyle, karşılıklı, hareketsiz, yanlarından geçenlerin meraklı bakışları altında dururken zaman geçiyor onlarsa


kımıltısız bakıyorlardı birbirilerine. Sonra Haldun ani bir kararla kıza, - Benimle gelir misin, diye sordu. - Gelirim... Bu kadardı işte. Haldun kızın ufak valizini aldı evrak çantasını taşıdığı eline. Diğer eliyle Azade’nin elini tuttu sımsıkı. Yürüdüler. Ne Azade soruyordu nereye gidiyoruz diye ne de Haldun nereye gideceklerini söylüyordu. Öylesine bir andı ki, kendilerinin ve birbirilerinin dışında hiç bir şey kalmamış gibiydi. Çevrelerindeki sesler, konuşmalar, vapur, tren düdükleri, denizden gelen motor sesleri, martılar, herşey. Her yer sadece ikisine kesmişti ortalık. İleride ki park yerinde Haldun’un arabasına yürüdüler. Arabaya girdiklerinde Haldun hemen çalıştırmadı arabayı. İkisi de birbirilerine bakmaktan korkar gibi, ileri denize bakıyorlardı. Sessizlik... İkisinin de istediği sessizlikti. O kadar uzun zaman düşünmüşlerdi ki birbirilerini. Şu anda sadece susmakla bile mutluydular. Yanlarından insanlar geçiyordu. Onların konuşmadan öylece oturduklarını farkedince biraz şaşırıyorlar, kaçamak bakışlarla onları izliyordu. Haldun dönüp Azade’ye bakmaya başlamıştı şimdi. Azade ise ona bakmaya korkuyordu. O anın huzurunu bozmaktan, bakarsa kaybolacağından kendini garın soğuk, kasvetli loşluğunda ve yalnızlığında bulacağından korkuyordu. Nasıl bir mucizeydi bu. Nasıl bir rastlantı? Azade o bankta ot oturup tost yemeye karar vermeseydi trene binecek ve kalkışı kompartımanda


bekleyecekti. Dışarda yemeyi sevmediği halde durup tost almıştı. Erkek de düşünüyordu aynı şeyi. Üstelik daha da farklı bir şekilde. Eğer ihbarcı kâğıdı imzalamaya olur demeseydi o Ankara’ya gitmeyecekti. Ve o zaman Azade bu gara gelecek, trene binip gidecekti. İnançları sarsılıyordu Haldun’un. O böyle şeylere, hele kadere hiç inanmazdı ama işte bir mucize duruyordu karşısında. Azade’nin elini incitmekten korkar gibi yavaşça ve özenle tuttu. Elinin içindeki bu el ona Azade’nin gerçek bir varlık olduğunu en iyi hissetttiren şeydi. Kız titriyordu. Bunu hissettmek zor değildi. Haldun arabayı çalıştırdı. Yola çıktı. Azade sormuyordu nereye gideceklerini ama biliyor gibiydi. Epeyce yol aldıktan sonra Haldun’un evine vardılar. Anahtar kilitte döndü ve evin kapısı Azade’ye açıldı... Kız gördükleri karşısında ikinci bir şoktaydı şu anda. Ev son derece ferah, aydınlık, zevkli ama bir erkeğe ait olduğu hemen belli olan bir tarzda döşenmişti. Duvarda Haldun’a ait olduğu belli olan rapido ve yağlı boya resimler, salona ve antre ye belli bir simetriyle yerleştirilmiş güçlü bir ifade taşıyan heykeller ve büstler... Kitaplar, kitaplar... Haldun hala gördüğüne inanamaz bir haldeydi. Azade burada, onun evindeydi. Bu rüya kadar güzel, nahif varlık birdenbire eve sinen kokusuyla, şaşkınlığı ve sessizliğiyle orada salonun ortasında duruyordu. Onun bu kadar güzel ve alımlı olabileceğini hiç düşünmemişti. Bu bir mucize olmalıydı. Pencereden giren ışık Azade’yi çevreliyor onun ince vücudunu sarıyor sadece başının bir yanı gölgede kalıyordu. Erkek,


- Onun heykelini yapacağım, mutlaka yapmalıyım diye düşündü. Onu sonsuza kadar yaşatacak bir heykel yapacağım... İkisi de konuşamıyordu şu anda. Tuhaftı ama konuşmaya da ihtiyaçları yoktu. Yaşadıkları sessizlik hiç rahatsız etmiyordu onları. Bütün istekleri yerine gelmiş insanların doygunluğu vardı içlerinde ama Haldun... Şu anda konuşmazsa Azade’nin ortadan kaybolacağı korkusuyla ilerledi, karşısında durdu. Ona bakıyor, yüzünün her milimetre karesine beynine yerleştir tirmek ister gibi, ezberlemek ister gibi ve kımıldamaktan korkarak hareketsiz duruyordu. Sonra ikisi de aynı anda birbirilerine sarıldılar. Azade’nin canı acıyordu. Kemiklerinin kırılacak kadar kuvettle sarılınmasından nefesi kesiliyordu ama hiç karşı koymadan o da aynı şiddetle sarılıyordu Haldun’a. Birbirilerinin kokusunu içlerine çekiyorlar, vücutlarının sıcaklığını, içlerinde ta yüreklerinde hissediyorlardı şimdi. Sanki yaşamlarının bütün amacı şu ana ulaşmak içindi. Haldun Azade’nin saçlarını öpüp kokluyor, kollarının arasındaki varlığı bütün ruhuyla sevdiğini hissediyor, onu asla bırakamayacığını düşünerek daha kuvvetle sarılıyordu. Azade ömrünce ilk kez yabancı bir erkeğe sarılıyor olmanın bu kadar güzel ve bu kadar sıcak olabileceğini daha önce hiç düşünmemişti. Şimdi Haldun’un kolları arasına güvenli, mutlu ve her nedense başının içindeki tüm kötü düşüncelerden arınmış bir halde sığınmıştı. Tek istediği bu kolların onu tüm ömrünce sarmasıydı şimdi. Burada, böyle ölene kadar kalabilir ve hiç şikâyet


etmezdi. Bunu biliyordu. Sonra ilk önce Haldun kızı ne kadar kuvvetle sıktığını farkederek gevşetti kollarını. - Özür dilerim, dedi. Canını acıttım galiba. Azade, hala gözlerini açamıyordu. Hiç bir şey söylemedi. Konuşmaktan korkuyordu. Şu anda ne söylense anlamsız olacaktı, ikisi de bunun farkındaydılar. Bütün sözlerin anlamını yitirdiği bir andı... Söylenecek bir söz yoktu da. Sevgi konuşuyordu şimdi... Aşk konuşuyordu... Özlem, ihtiyaç, arayışın, bekleyişin sona erdiği rüya gibi, inanılması çok zor ama çok güzel bir anı yaşıyorlardı. Haldun kızı yavaşça kanapeye çekip oturttu, yanına ilişti. Ona bakıyordu. Kız düşündüğünden daha güzeldi. Bundan başka bir de öyle bir şey vardı ki bu kızda. Hem her an kırılabilecek kadar nahif hem de en zor işlerin üstesinden gelebilirmiş gibi güçlü bir hava. Ne konuşacağını bilemiyordu. Onu seyretmek, yanında ve onun kendi evinde olduğunu bilmek içini ısıtmıştı. Ellerini avuçlarına aldı. Bu pek küçük olmayan ama zarif parmaklar avucunun içinde kayboluyordu. Kendi sanatçı ellerinde... Sanki kendi elleri hep kızın eli için yaratılmış gibiydi. O kadar uygun o kadar kızın elini içine alacak şekilde. Herşeyi, boyu rengi, vücut hatları. Kırılgan ama güçlü. Her an kaçacakmış gibi tetikte ama sıcak. Bu sessizliği şimdi bozmazsa bir daha hiç konuşamayacaklarmış gibi geldi Haldun’a. - Bir şeyler yiyelim mi? - Ben yemiştim.


- Olsun, hafif bir şeyler yersin yine de. - Elinden tuttu, kızı mutfağa götürdü. Kız şaşkınca mutfaktaki düzene ve temizliğe bakıyordu. - Ev işlerinde yardımcın mı var? - Hayır. Sadece haftada bir kez gelen bir temizlikçi var. - Demek çok düzenlisin? Haldun güldü. - Aslında pek değilim. Ama şu ara üstünde çalıştığım bir iş yok. Sen bir de o zaman gör evin halini. Temizlikçim beni gelmemekle tehdit ediyor o zaman. - Buzdolabından kahvaltılık çıkardı. Biraz da soğuk et. Masayı hazırladı. Azade bir şeye dokunmaktan korkuyormuş gibi mutfak kapısında öylece duruyordu. - Yardım eder misin? - Ne yapmamı istiyorsun? - Domatesleri yıkayabilirsin örneğin. - Olur. - Suda eriyip kaybolmazsın değil mi? Güldü Azade. Domatesleri aldı, evyede yıkadı bir güzel, doğradı tabağın içine. Haldun baktı, domatesler tabakta motif halinde sıralanmıştı. Çiçek gibi. Bir kez daha bu kıza duyduğu yakınlığın boşa olmadığını düşündü. Rastgele koymamış, şekillendirmişti bir sanat yaratır


gibi. Masaya oturdular ama aslında ikisi de yer gibi gözüküyor yemiyordu. Bir çatal ondan, bir çatal bundan. Sessizlik uzun sürdü. Sonunda Azade, - Ben gitmeliyim artık, dedi. - Nereye gideceksin? - Bir otel vardır buralarda herhalde? - Allahaşkına, otele neden gidiyorsun? - Burada kalamam ki. - Neden kalamıyasın? - Doğru olmaz. - Azade, doğru olan ne var zaten şu dünyada? Seni bulmam, karşılaşmamız bile bir mucize. Nasıl bırakırım seni? - Ama... - Âmâsı yok canım. Artık seni bırakamam. Sen beni istemiyorsan başka tabii. Ama izin ver sana biraz doyayım. Sensiz olduğum, senden haber alamadığım zamanlarda ne kadar kötüydüm biliyor musun? - Bana hiç mail atmadın? - Nasıl atardım? Sen bana, ben yazana kadar bekle demiştin. O zaman ben seni bekledim. Uzun zaman senden ses çıkmayınca da artık beni istemediğini düşündüm.


- Ben de senden bekledim. Merak etmediğini düşündüm. - Merak etmez olur muyum hiç. Nasıl düşünürsün bunu? - Yani ikimiz de... - Aptalız. Güldü Haldun bunu söylerken. Canım! Bizim karşılaşmamız tesadüf değil. Bizim kaderimizde vardı karşılaşmak. Bak sen ne kadar kaçsan da yine de buluştuk. Bu karşılaşma asla bir tesadüf değildi inan bana. Biz ayrı kalamayacak kadar yakınız birbirimize. Senden haber alamadığım bunca zaman içinde hiç bir şey üretemediğimi biliyor musun? Başını salladı Azade. Kendisi de ondan habersiz kaldığı bunca zaman hayattan hiç olmadığı kadar kopmuştu. Ne dersler giriyordu aklına ne de başka bir şey. Sanki mantığının bir kısmı kaybolmuştu. Duyguları donmuş, düşünceleri başıboş kalmıştı. Ama şimdi burada, bu düzenli ve temiz mutfakta onunla karşı karşıya otururken anlamıştı ki Haldun onun hayata olan tek bağı. O’na duygularını hissettiren tek insan. O’na bakıyordu şimdi gözlerini kaçırmadan. Sevgi dolu gözler üzerinden hiç ayrılmıyordu. Şakaklarında belirmeye başlayan kırlarıyla, muntazam yüz hatlarıyla, kafasının içindeki bütün kültür ve sanat birikimiyle daha zenginleşen kişiliği Azade’ye adanmak üzere hazırdı. Ama ya aradaki yaş farkı? Uzun yıllar vardı aralarında. Bu arayı kapatmak mümün olabilir miydi? Azade’ye olmaz gibi geliyordu. - Sana yatağını hazırlayayım.


- Ben hazırlasaydım? - Zaten oda hazır, sadece havalandıracağım. Hemen kalktı, misafir yatak odasına girdi. Her taraf temizdi zaten. Pencereleri açtı. Biraz havalandırdı. Sonra yeniden kapattı, perdeleri çekti. Azade’nin onun evinde kalacak olması kalbine sevinç dolduruyordu. Salona döndü, bir süre sonra, - Yatağın hazır prenses, dedi. Azade ayağa kalktı. İyi geceler demek istedi. Haldun eliyle onun ağzını kapadı. - Bana iyi geceler deme sakın, dedi. Çünkü benim gecelerim artık hep iyi olacak. - Tamam, sabaha görüşürüz. - Görüşürüz. Sakın erken kalkma, dinlen. - Teşekkürler Kaptan. Bu söze ikisi de güldü aynı anda. - Evet, Miço, görüşürüz. Azade odaya girdi. Yatak genişti. Bu gece yıllardan beri ilk kendisini güvende ve sevgi dolu bir ortamda hissederek uyuyacaktı. Aklına kötü hiç bir şey gelmiyordu. Kapıyı kilitlemek bile gelmedi aklına. Soyundu, pijamalarını giydi. Çok komik desenlerle süslü bir pijamaydı bu. Sanem almıştı, yılbaşında hediye olarak. Yatağa girdi. Dışarıda, uzaktan gelen gecenin


sesleri Azade’ye ulaşamadan derin ve huzurlu bir uykuya daldı, gitti... Salonda Haldun bir türlü uykusu gelmeyerek oradan oraya dolanıyordu. Miço’su buradaydı artık ve kendisi istemedikçe onu göndermemeye de kararlıydı. Düşünüyordu şimdi. Bu durumu kızlarına açıklaması gerekecekti. Adana’da annelerinin yanındaydılar şimdi ama bir süre sonra onun yanına geleceklerdi. Onlar gelmeden bu durumu bildirmeliydi. Kızlarını çok seviyor ve onların incinmelerini istemiyordu ama bu da kendi hayatıydı. Sevdiği kızın hayatından çıkmasına izin veremezdi artık. Ama ya yaş farkı? Az önce Azade’nin düşündükleri şimdi onun aklını kurcalıyordu. Kız kendisinden epey küçüktü. Kendisi biraz süre sonra yaşlanacak oysa kız gençliğinin en parlak dönemini yaşayacaktı. Güzel bir kadın olacağı belliydi. Çekici, zarif. Ya ilerdeki yıllarda özgür kalmak isterse? Ya o zaman ayrılmak isterse? Ya birine âşık olup, bırakıp giderse? Ama neyin garantisi vardı ki? Belki yarın sabah çekip gidecekti kız. Uyumaya korkuyordu Haldun. Kendisi uyurken giderse dayanamazdı. İçi birden bire o kadar yandı ki elinde olmadan kızın uyuduğu odaya girdi. Sessiz, neredeyse ayaklarının ucunda gidip pencerenin önüne, kızın yatağının yanındaki koltuğa oturdu. Onu seyretmeye daldı. Dışarda yanmakta olan sokak lambasının ışığı yüzünün bir tarafını hafifçe aydınlatıyordu. Hafif yan dönmüş, bir elini yastığın altına sokmuş öyle uyuyordu. Haldun kıza bakarken aklına gelen binbir düşünceyle, hayalinde kıza poz verdiriyor,


onun resimlerini, heykelini nasıl yapacağını düşünüyordu. Onu ilk gördüğü anlarda da düşünmüştü bunu ama şimdi tam olarak kararlıydı. Mutlaka yapmalıydı. Bir gün kız giderse, geride ona resimleri kalacaktı. O bunları düşünürken Azade kımıldadı gözlerini araladı, karanlıkta odada birinin kendisini izlediğini hissetmişti. Nedense korku hissetmedi hiç. Biliyordu ki izleyen Kaptan. Uykulu bir sesle, - Sen daha yatmadın mı Kaptan? Dedi. - Hayır, canım yatmadım. - Neden? - Kaçarsın diye. Azade elini uzattı ona, heyecanla tuttu Haldun o eli. Uykuya yeniden dalarken kız, - Nereye gidebilirim Kaptan, dedi. Sen her yer, her yer sen olmuşken nereye gidebilirim? ( Aldığın her nefes O’na aittir, dua, dilek, niyaz O... Yürek O diye atar artık, beyin O çalışır. Su O diye akar. İnsanların yüzünde O. Herşey O’na benzer artık. Her yerde O vardır.) Gün öyle güzel başlamıştı ki bu sabah... Azade uyandığında eli Haldun’un elindeydi hala. Uyuyakalmıştı sonunda Haldun’da. Bir süre elini çekmedi kız. Orada öylece erkeğin yüzüne baktı.


Dışardan sabahın erken saatlerine özgü sesler geliyor, telaşlı ayak sesleri duyuluyordu. Haldun’da kendine geldi yavaş yavaş. İlk işi yatağa bakmak oldu. Evet, Azade gitmemişti. Orada, yatağın içinde yarı oturur durumda onun yüzüne bakıyordu. Yüreği birden bire ısındı erkeğin. Doğruldu. Ona bakarak içinden şükretti. İkisi de içlerinde duydukları sevginin coşkusuyla mutluydular. Sonra Haldun koltuktan kalktı. - Hadi prenses dedi. Var mısın kahvaltıyı dışarda yapalım? - Olur tabii. Ama kıyıda yiyelim olur mu? - Üşümez misin? - Hayır, havaya baksana ne kadar güzel. Az sonra birlikte evden çıktılar. Çevreden Haldun’u tanıyanlar çoktu. Ona selam veriyorlar sonra yanındaki kızın varlığını biraz garipseyerek duraklıyorlardı. Haldun mutlu, kızın elini sıkı sıkı tutmuş yavaş yavaş yürürken insanların yüzlerinde beliren hayret dolu ifadeden hoşlanarak çevreyi anlatıyordu. Kıyı çok yakındı. Gidip oradaki cafelerden birine girdiler. Yeni açılmıştı orası, tenhaydı. Çaylarını içerek bir şeyler yediler. Deniz güzeldi, sakin ve küçük dalgalı. Şaşkınlıkları geçmişti artık. Birbirilerine doyasıya bakıyorlardı, içlerine, hafızalarına yerleştirmek ister gibi. Ayrılamayacaklarını, kopamayacaklarını biliyorlardı. Artık hiç bir güç onları ayıramazdı. - Burası hoşuna gitti mi Azade?


- Evet, çok güzel. - Ben kaç kez burada oturup seni düşündüğümü hatırlamıyorum bile. Hiç ümidim yoktu. Seni tamamen kaybettiğimi sanıyordum. Ya dün sen beni göremeseydin? Bunu düşünmekle bile dehşete kapılıyorum. - Dün olmasaydı başka bir gün mutlaka olacaktı demek. Bizim karşılaşmamız kaderimizde varmış Haldun kızın elini daha sıkı tutuyordu. Yıllarca çektiği üzün-tüler, yalnızlığı, karamsarlığı bitmişti. Artık yanında sadece onun için yaratılmış ve sadece ona kavuşacağı gün için yaşa-mış biri vardı. Kadınım diyebileceği, sanatçı ruhunu açabile-ceği, düşüncelerini, hayallerini paylaşabileceği biri... Sevdiği biri. Uzun bir zaman önce bir gece sormuştu boşluğa. Karanlığın içinde yatmaya hazırlanırken. - Neredesin? Demişti. Sevdiğim, seveceğim kadın neredesin? Kimbilir nerelerde, kimlerlesin, ne yapıyorsun? İşte karşısındaydı o kız. Bir zamanlar soğuk görünüşlü bir bilgisayarda saatlerce yazıştığı, tartıştığı, kim olduğunu bilmeden hayallerini paylaştığı biraz dikkafalı, biraz gizemli kız buydu işte. Kendisi hakkında o kadar az bilgi vermişti ki. Haldun bazen meraktan delirecek gibi oluyor ama kızı ürkütmek korkusuyla fazla soru soramıyordu. Artık onunla saatlerce oturup konuşabilir her konudan söz açabilirdi. Öyle çok şey anlatmak


istiyordu ki ona. Ruhunun bütün gerçeğini bir çırpıda onun önüne dökmek, - Sen beni seviyorsun ama aslında bu görüntünün ardında bilmediğin çok şey var onları duyduğunda ne yaparsın acaba? Demek istiyordu. Geçmişini anlattığında nasıl davranacaktı ? Ona, sevgisine güvenip kalacak mıydı, yoksa bir kaçakla yaşamanın yorucu ve riskli olduğunu düşünerek kaçıp gidecek miydi? Kızın gözlerine baktı dikkatle. Bu siyah gözlerde sevgiden başka bir şey göremedi. Öyle yoğun bir sevgi ki bu herşeyi bağışlar. Herşeyi kabul eder, yeter ki kaçak oluşuna sebep olan şeyin şerefsizlik olmadığını bilsin. - Çıkalım mı Azade? - Evet çıkalım. Kıyıda yürüyorlardı şimdi. Kalabalığın içinde ama sanki yapayalnızdılar. Öylesine büyük bir huzur onları çevrelemişti-ki. Konuşmadan yürüyorlar, birbirilerine sokulan vücutların-dan aldıkları güvenle o anda onları daha önce üzen, düşündüren hiç bir şeyi akıllarına getirmiyorlardı. Eve geldiler sonun-da. Kapıyı Haldun açtı yine. Girdiler. Telefon çalıyordu. Açtı, büyük kızı Dicle’ydi. - Nasılsın babacığım.


- Oo Dicle Hanım ben iyiyim de sizler nasılsınız bakalım? - Seni çok özledik baba. Okulun kapanmasını bekliyoruz. - Ben de sizleri çok özledim bebeğim. Hem seninle ve kardeşinle konuşmam gereken bir şey var, hafta sonu gelsenize? - Okul ? - Kaytarma hemen, hafta sonu için dedim. - Tamamm. Biletleri gönderecek misin? - Tabii göndereceğim. Annenizle gider alırsınız. - Yaşasın yanına geliyoruz, seni görmeye geliyoruz. Dicle babasını görecek olmanın sevinciyle konuşulması gere-ken konuyu sormamıştı bile. Ne de olsa daha çok gençti. Haldun da bu durumdan memnundu. Hiç değilse yüz yüze konuşmak daha iyi sonuç verirdi herhalde. Böyle bir şeyi telefonda anlatmak biraz zor olacaktı zaten. Nil’le de biraz konuştuktan sonra telefonu kapadı. Kızlarının seslerini duy-mak onu daha da neşelendirmişti. Gülen bir yüzle Azade’ye baktı. - Kızlarım geliyor, dedi. Hafta sonuna burada olacaklar. Azade biraz durgun ve yavaş bir sesle, - Gözünaydın. Çocukların uzun zamandır annelerinin yanın-dalar sanırım.


- Evet. Okul zamanı orada, tatillerde benim yanımdalar. Bu hafta sonu gelmelerini ben istedim. - Ya özel bir neden mi var? - Elbette var. Sen! - Ben mi? - Evet tabii. Seni kızlarımla tanıştırmak için can atıyorum. - Bu doğru olur mu sence? - Canım! Seni bir an önce tanımalılar. Seni sevdiğimi ve bırakamayacağımı anlamalılar. - Ya ters tepki gösterirlerse, böyle gökten düşer gibi beni karşılarına çıkartmak ne derece doğru olur? - Ama seni saklamaya niyetim yok ki. Hem onlar da seni sevecek eminim. Ayrıca onlar gerçekten iyi yetiştirilmiş olgun çocuklardır. Benim birini sevmem onlara acı vermeye-cek, bundan emin ol bir tanem. - Sen bilirsin onların üzülmelerini istemiyorum. Senin de arada kalmanı istemem. - Hiç üzülme canım, göreceksin. Herşey iyi olacak. Hem sen bana söyler misin şimdi? Biliyorum ama senden duymak istiyorum. Beni seviyor musun? Azade Haldun’a baktı. Beni seviyor musun? Derken sesi boğuklaşmıştı erkeğin. Sevdiğini bilen ama onun ağzından duymakla daha mutlu olacağını düşünen bu


adama sevgisini nasıl anlatabilirdi. Bir an düşündü. Aralarında hiç sevgi sözü geçmemişti bu ana kadar. İkisi de bu tür şeylerin boş olduğuna inanıyordu. Ama şu anda birşeyler söylenmesi gerekliydi artık. Onlar sıradan bir aşk ilişkisi yaşamıyorlardı. Bu öyle bir şeydi ki sözler yetersiz kalır, bunu anlatmak ise başarısızlıkla sonuçlanırdı. Bu aşk yazıyla, resimle, heykelle ifade edilebilecek bir şeydi. Sözler ise kuma yazılan yazılar gibi yetersiz ve etkisiz kalmaya mahkûm aracılar. - Ben sevginin sözlerle kanıtlanacağına inanmıyorum. Ama sana şöyle anlatabilirim sevgimi. Sana baktığımda, senin yüreğimde ve beynimdeki varlığını tüm sıcaklığıyla hissediyorum. - Canım, sen de benim için geçmişimin karanlığını, acılarını aydınlatan ve gelecekte hep aydınlıkta olmamı sağlayacak olan ışığımsın. Ben de senin gözlerine baktığım zaman aynı sıcaklığı ve huzuru duyuyorum. Şimdi artık biliyorum yalnız-lığım sona erdi. Ve yanımda öyle bir sen var ki bundan sonra ben, şimdiye kadar hiç olmadığım gibi bir insan olacağımı biliyorum. Şimdiden kafamda bir sürü proje var. Ve hepsinde de sen yazılıyorsun, resmediliyorsun, taşa, bronza işleniyorsun. Seni kalbime nasıl işlediysem, ürettiğim eserlere de öyle işleyeceğim. İnsanlar nasıl ki bana baktıklarında seni göreceklerse, eserlerime baktıkları zamanda seni görecekler.


- O zaman birbirimize hiç sormayalım sevip sevmediğimizi. Ortaya çıkarabileceğimiz değerlerde görelim onu. - Evet, haklısın. Biz sözlere ihtiyaç kalmadan da anlatabiliriz sevgimizi. Ama ben kendimi öyle şanslı sayıyorum ki. - Neden? - Nedeni var mı canım, senin gibi sevdam var. Gülümsedi Azade. Nasıl bir maceraya atıldığını bile bilmiyordu. Ama burada, Haldun’un yanında ondan başka hiç bir şeyeşeye ihtiyaç duymuyordu. Yarıda kalan okulu gelecek yıla kadar dondurulmuştu. Arkadaşlarına hiç bir şey açıklamamış, sadece Sanem’e ve Çağla’ya bu dönem geri dönmeyeceğini bazı sorunlar olduğunu söylemişti. Ama sesindeki mutlu ifade ikisinin de dikkatini çekmişti. Sorulara başladıklarında Azade şimdi çok işinin olduğunu sonra daha uzun konuşmak için onları arayacağını söyleyerek telefonu kapatmıştı. Havaalanına uçak piste inmeden beş dakika önce yetişebilmişlerdi. Trafiğin yoğunluğunu da hesaba katıp evden çıktıkları halde yine de son dakikada vardılar. İkisi de o kadar heyecanlıydılar ki. Haldun binanın önünde trafik yüzünden bir an durunca Azade,


- Ben iniyorum, diyerek arabadan fırlamış, içeri gitmişti. Doğruca yolcu karşılama bölümüne gitti. Çok heyecanlıydı. Haldun arabayı park ederken aklına geldi. Azade kızları tanı-mıyordu ki. Yanından geçip gitseler anlayamazdı. Ama zaten bir uçakta yanlarında büyükleri olmadan yolculuk eden kaç kız çocuğu olurdu ki? Kendi kendine ama neşeyle güldü. Dünden beri Azade evin içinde oradan oraya koşturup duruyordu. Temizlikçi o evde ilk kez gördüğü bu kızın talimatlarıyla serseme dönmüştü. O da kendisiyle birlikte uğraşıp didiniyor, her tarafın tertemiz ve güzel olması için çırpınıyordu. Sonunda temizlik bitmişti ama ikisinde de yorgunluktan kıpırdayacak hal kalmamıştı. Evin son hali gerçekten inanılır gibi değildi. Her zaman evde olan ama böyle kullanmayı aklına getirmediği nesnelerle ev tepeden tırnağa değişmişti. Kızların odası başta olmak üzere bütün ev pırıl pırıldı şimdi. Temizlikçi artık gitmeliydi ama Azade ondan kalmasını rica etti. Haldun biraz sonra gelecekti. Onu arabasıyla götürürdü. Bunca yorgunluktan sonra minibüsle gitmek kadıncağızı perişan ederdi. Çay yaptılar. Yorgunluklarını atmayı umarak içiyorlardı şimdi. Kezban Hanım’ın içinde bir merak. Kıza bakıyor farkettirme-den. Dün Haldun Bey kendisine telefon etmiş, eve geldiğinde göreceği genç hanımın talimatlarına göre hareket etmesini rica rica etmişti. Soramamıştı tabii Haldun Bey’e o kız kim ? di-ye. Nasıl


olsa görecekti. Görmüştü de. O sanıyordu ki evde çok süslü, havalı, biraz da kendini beğenmiş bir kadınla karşılaşacak. Ama öyle olmamıştı. Azade kapıyı güler yüzle açmış, onu içeri buyur etmişti. Sonra kahvaltı edip etmediği-ni sormuş, yediğini söyleyince de, - O zaman işe başlamadan önce bir sabah kahvesi içip öyle başlayalım demişti. Gittiği evlerden hiç birinde böyle karşılanmamıştı o güne kadar kadıncağız. Çok gençti bu kız. Soramamıştı tabii Haldun Bey’in nesi olduğunu. Ama kızda evi öyle bir sahiplenme vardı ki. Akra-bası mı,sevdiğimi yoksa evlendi de kendisine söylemedi mi? Tüm gün çalışırken bunu düşünüp durdu Kezban Hanım. Kıza da soramıyordu ki. Bu kızda öyle bir şey vardı ki... Hem çok sıcak ve yakın, hem çok soğuk ve uzak. Gün boyun-ca kendisine kahve, sandviç, çay ikram etmiş. Güzel bir ye-mekle öğle arası vermişti. Özetle Kezban Hanım sıkılmadan, yorulduğunu da anlamadan çalışmış onca işi yapmıştı. Şimdi-de karşısında biraz yorgun ama mutlu görünüşüyle çayını içen kıza bakıyordu. Meraktan içi içini yiyordu. Bu kız Haldun Bey’in nesi oluyordu acaba ? Sorsamıydı ? Sorarsa cevaplayacak mıydı kız ? Ama böyle de meraktan ölecekti yani. - Küçük Hanım, sen Haldun Bey’in memleketlisi misin ? - Değilim, neden sordunuz ? - Bana da öyle geldiydi de sorayım dedim.


Kız gözlerinin içine bakmıştı kadının. Sorgulamadan, sadece bakmıştı. Ama Kezban Hanım bir tuhaf olmuştu. Gözbebeği-nin siyahı gözükmüyordu gözlerinin siyahlığından. Bir tuhaf, kuyu gibi. Derin, ne anlattığı anlaşılamayan gözleri vardı kızın. Haldun Bey vurulduysa, bu gözlere vurulmuştur diye düşündü. Kız ona, - Bekleyin lütfen. Haldun Bey birazdan gelip sizi götürür, demişti. Onun tanıdığı Haldun Bey eve çok yorgun gelir, doğruca gidip koltuğuna uzanır, dinlenirdi eve gelince. Hiç sanmıyordu kendisini o kadar uzak bir yere götüreceğini ama merak da etmişti doğrusu. Götürmezse kendisi giderdi zaten, çay içer-ken biraz dinlenmişti. - Haldun Bey yorgun gelecek. Götürmezse gecikeceğim. - O götürmezse ben götürüm sizi, ama biliyorum götürür. Kendinden çok emindi kız. Neyse bakalım işin sonu nereye varacaktı ? Az sonra geldi Haldun Bey. Ama yorgun değildi şimdi. Azade’nin önerisine olumlu cevap verdi. - Tabii götürürüz. Hadi sen de hazırlan. Dönüşte de yemeği dışarda yeriz canım. Çıkıp, götürmüşlerdi Kezban Hanım’ı evine, dönüşte de ger-çekten dışarda güzel bir yemek yiyip öyle dönmüşlerdi eve.


Haldun bekleme salonuna girip Azade’yi aradı. Kalabalığın içinde onu görmek için bakınırken kız gördü onu, el salladı. Erkekte kızı her gördüğünde olduğu gibi yine yüreğinde bir sevinçle ilerledi ona. - Sen kızları tanıyor musun Miço ? - Sorma ! Ben de arabadan inip buraya geldikten sonra aklıma geldi bu. Gülümsediler birbirilerine. Sonunda kızlar gözüktü. Azade kızları gördüğü anda kalbi heyecanla çarpmaya başladı. Ço-cuklar biraz yorgun ve endişeli görünüyorlardı. Azade’nin yüreği sızladı. Onlarla anlaşmaya hazırdı ve çok istiyordu bunu. Sadece Haldun için değil, çocuklar ve kendisi için de geçerliydi bu. - Babacığımmm. - Canlarım, hoşgeldiniz. - Hoşbulduk babacığım. Sarmaş dolaş olmuşlardı şimdi. Azade biraz geride kalmış onları izliyordu. Mutluluk veren bir görünümdü bu. Sonra Haldun başını kaldırıp Azade’ye baktı. Bakışlarıyla onu yanlarına çağırdı. Biraz çekinerek ilerledi Azade. Kızlar da ona merakla bakıyorlardı. Babalarının yanlarına çağırdığı bir kadın gülerek yaklaşıyorlardı. Haldun omuzlarından sardı kızlarını.Azade, işte kızlarım. Dicle ve Nil. Çocuklar bu hanım Aza-de ablanız. Bizimle kalıyor.


Saygılı ama meraklarını gizleyemeden yaklaşıp elini sıktılar Azade’nin. Terbiyesizlik etmeden, görgü kurallarına uygun hareket etmişlerdi. Ama o kadar işte. Sadece babalarıyla ko-nuşarak arabaya geldiler. Azade hiç konuşmuyordu. Biraz hayal kırıklığına uğramıştı. O sanmıştı ki ilk görüşte ısınacak-lardı birbirilerine. Gülüp konuşacaklar. Anlaşacaklar. Demek fazla hayal kurmuştu. Kendi kendine gülümsedi Azade. Ne bekliyordu ? Kızlar onu görür görmez boynuna mı atılacaklar-dı ? Babalarının yanında hiç ummadıkları bir şekilde ve yer-de bir kadın görmüştü çocuklar. Daha önce böyle bir şey hiç olmamıştı. Babalarının hanım arkadaşları olduğunu bilirlerdi. Onlar buradayken eve telefonlar gelirdi. Babaları onlarla isimlerini söyleyerek konuşurdu. Kendisi de arardı bazen. Ama hiç biriyle tanıştırmamıştı kızları. Şimdiyse havaalanına yanında Azade olduğu halde gelmiş üstelik onlara Azade bizimle kalıyor demişti. Arabada arka koltuğa oturmak istemişti Azade ama Haldun ön kapıyı açarak yanına oturmasını söyledi. Kızlar önce sus-kundular. Çevreyi seyrederek ara sıra babalarına bir şeyler soruyorlardı. Arka koltuktan babalarının Azade’ye bakışını, onunla konuşmasını, gülümsemesini izleyerek susuyorlardı. Eve yaklaşırken Dicle babasına sordu. - Baba balık alalım, kıvırcık salata alalım. - Helvayı unuttun galiba.


- Unutmadımm. Bakalım onu hatırlayacak mısın diye söyle-medim. - Hiç unutur muyum ? Ama Azade ablanız hepsini alıp hazır-ladı. Bana sizlerin neleri sevdiğinizi sordu. Dicle sinirlenir gibi oldu. Babalarının yanına her gelişlerinde balığı, salataları yoldan alıp eve öyle giderlerdi. Bu eve gidi-şin en güzel ayrıntılarındandı ve şimdi bu kız yüzünden bu zevk ellerinden alınmıştı. Haldun ilk karşılaşmanın umduğu gibi olmadığını düşünüyordu. Ama evde geçirecekleri zaman içinde Azade’yi daha iyi tanıyıp mutlaka seveceklerdi, buna inanıyorduinanıyordu. Eve geldiler sonunda, Azade hemen mutfağa koştu. Yemeği hazırlamaya koyuldu, salatayı hazırladı balık kızarırken. Tahin, sarımsak ve limon suyuyla yapılan bir sos hazırladı. Kızarmış balığın yanına çok iyi giderdi bu. Haldun yanına geldi Azade’nin. - Yardım eder misin Miço ? - Sen içeri git canım. Kızlarla ol. Hepsi hazır neredeyse. - Azade ! - Ne oldu Kaptan ? - Sana teşekkür etmek istiyorum. - Neden ? - Burada olduğun için, beni bırakmadığın için. - Hadi gittt. Beni yine duygusallaştırma bakayım.


- Sen cansın yaa. - Tabii öyleyim. Hele olmayayım. Haldun’u sırtından iterek salona gönderdi Azade. Yemek yendi sessizce. Kızların ikisi de Azade’ye yemek için teşek-kür ettiler. Tabaklarını mutfağa bırakıp salona döndüler. Şim-di babalarının iki yanına oturmuşlardı. Orada Azade’nin var-lığını unutmuş gibiydiler. Azade üstlerine gitmedi. Yavaş yavaş tedirginleşen Haldun’u da bakışlarıyla ikaz etti. Şim-di mutfakta oyalanıyor, bulaşıkları yıkayıp dolaba kaldırarak kendine başka iş arıyordu. Mutfak tezgahı pırıl pırıl olduğu halde tekrar tekrar siliyordu farkında olmadan. - Burada, bu evde ne işim var diye soruyordu kendisine. Haldun’un evinde, onun çocukları da buradayken. Ama nere-ye gidebilirdi ? Hem Haldun asla bırakmazdı ki kendisini. Dün akşam bunu tartışmışlardı. Azade Haldun’un kızlara durumu yalnızken anlatmasını istiyordu. Haldun’sa Azade’nin mutlaka orada olmasının daha iyi olacağını düşünüyordu. - Sen burada olmalısın demişti. Kızlar bu oluşuma alışmak zorundalar. - Ama onlar için bu çok zor bir şey. - Neden zor olsun ? Ben ömür boyu yalnız yaşayacak değilim ya. Bunu onlar da biliyorlar. Hem insan ömründe kaç kez sever ve sevilir Azade ? Günün birinde onlar da sevecek ve gidecekl gidecekler. Ben şimdi onların anlamaması uğruna senden nasıl vazgeçerim ?


- Ya beni sevmezlerse ? - Sevecekler canım, inan sevecekler. Yalnız biraz sabır. - Korkuyorum Haldun. Çok hızlı gelişiyor herşey. Birbirimizi gördüğümüz gün beni alıp eve getirdin. Aradan bir hafta geçmeden çocukları çağırıyorsun. Bu onlar için olduğu kadar benim için de kolay değil. Haldun dikkatle bakmıştı Azade’nin yüzüne. Ellerinin arasına aldığı bu yüze her bakışında yüreği titriyordu. Onun gideceğini düşünmek bile deliye çeviriyordu Haldun’u. Onu kaybede-mezdi. - Canım ! Sensiz yapamam artık anlamıyor musun ? - Ben de öyle Haldun. Ama çocukların mutsuz olmalarını da istemiyorum. - Olmayacaklar. Onlar da anlayacak bizi. Üzülme lütfen. - Peki ! İnşallah senin dediğin gibi olur. Alnından öpüyordu kızın, saçlarını öpüp kokluyor, onun ko-kusunu içine çekiyordu. Biliyordu ki Azade de kendisi olma-dan yapamazdı artık. Kopamazlardı birbirilerinden. Azade giderim diyordu ama biliyordu ki gidecek yer yok. Bu adama bağlıydı, onu öyle seviyordu ki ona bakarken canı yanıyordu sanki. Salondan kızların sesleri geliyordu.Kahkahalar atıyordu, babalarına cıvıl cıvıl bir şeyler söylüyorlardı. Seviniyordu Azade. En azından babalarına cephe almamışlardı. Hoş; ken-disine de en ufak bir kötü davranış gösterilmemişti kızlar tarafından.


- Bu geceyi hele bir atlatalım, diye düşündü. Yarın herşey daha farklı olabilir. Kapıdan hepsine iyi geceler dileyerek odasına gitti. Kaç za-mandır üzerinde çalıştığı yazılarının başına geçti yine. Haldun geldiğinin ikinci günü bir tomar kağıt getirmiş, - Sen yazmayı seversin, bilirim. İstediğin kadar yaz ve istedi-ğin gibi yaz, demişti. Gerçekten severdi yazmayı. Çocukluktan gençliğe adım attı-ğı zamandan beri yazardı bir şeyler. Şiirler, öyküler, kısa yazı denemelr yazı denemeleri, makale türü şeyler. Yazarken kendini unut-tuğu olurdu bazen. Sanem dalga geçerdi. - Nasıl ki bir alkolik derdini içtikçe unutuyor, sen de yazarken unutuyorsun, derdi. Şimdi yine yazıyordu bir şeyler. Bazen Haldun evde olduğun-da da kaptıryordu kendini. Öyle ki Haldun en sonunda gelip onu oturduğu yerden kaldırıyor, şaka ile karışık söyleniyordu. - Daha ne kadar yazacaksın ? Galiba sen benden yazarak kaçıyorsun, diyordu. Şimdi yine masada, önünde yazılmayı bekleyen kağıtlar, pencereden gözüken gece ve ilerde Marmara’da seyreden gemilerin göz kırpan ışıkları. Yine çalakalem yazmaya başla-dı. Kağıtlar çoğalıp sayfalar kabardıkça aklına daha çok şey geliyor, kendisini ve çevresini unutarak yazıp duruyordu şimdi.


- Ne yazıyorsun ? Birden irkildi Azade. Küçük olan kız, Nil kapıdaydı. - Bir şeyler yazıyorum işte. Karalıyorum daha doğrusu. Gel, otur Nil. - Babam Azade ablan yazıyorsa seslenme dedi. - Ama ben tam da dinlenmeye karar vermiştim. - Babam bu saatten sonra çay içmemize izin vermez ki. - O zaman süt içer misin ? Yanında da güzel bir dilim kek. - Ben sütü sevmem ki. Sütü küçük çocuklar içer. - Aa olmaz ama. Süt her yaşta ki insanlar için gerekli. Ben de içiyorum. - Sen büyüksün ama. - Olsun. Hepimizin süte ihtiyacı var. - Benimkine kakao koyarsak içerim. - Süt içmekten kurtulamayacağını anlayan Nil hiç değilse tadını değiştirmek istiyordu. - Tabii kakaolu yaparız seninkini. Baban da süt sevmiyor. Ona da kakaolu yapalım mı ? Sen içirirsin belki. - İçiririm tabii. Babam benim götürdüğüm herşeyi içer. - O halde tamam. Hadi iş başına.


Azade şu anda çok mutluydu. Küçük kızla arasında sade, sıcak sıcak bir bağ kuruluyordu. Bundan emindi. Ah bir de Dicle böyle yaklaşsa. O zaman Haldun çok mutlu olacaktı. Tepsiyi iki arkadaş gibi konuşarak hazırladılar. Salona gittiler. Dicle süt içmek istemediğini söyleyerek biraz nazlandı ama baba-sının ve kardeşinin de aynı şeyi içtiklerini görünce bardağı aldı. Sohbet koyulaştı. Yeni konular açıldı. Kızlar okullarından bahsediyorlardı. Azade sorular soruyor kızlar cevaplıyordu. Haldun oturduğu koltukta arkasına yaslanmış, huzurlu bir halde izliyordu ailesini. Ailesi ? Evet ailesi. Kızları ve Azade onun ailesiydi. Ara sıra Azade’yle bakışları karşılaşıyordu. Huzurlu ve mutluydu bakışları. Tamamlanmış bir bütünün her biri diğerine bağlı parçası olmak çok güzeldi. Hem birbi-rine bağlı ama aynı zamanda bağımsız. Kendisini şu anda öyle mutlu ve öyle doygun hissediyordu ki Haldun. Yavruları yanındaydı. Büyük bir sorun yaşanmamıştı. Şu anda da hiç sorun yoktu. Daha ne olsun ? Geç saatlerde yatmaya karar verdiler. Kızların uykusu gelmişti ama yatmamakta direniyordu. En sonunda bu inadın nedenini anladı Haldun. Dicle onların beraber yattıklarını düşünüyor ve bunu mümkün olduğunca geciktirmeye çalışıyordu. İçinden güldü erkek. Kızı büluğ çağından çıkmış cici bir genç kız olma yolunda ilerliyordu. Ama işte kadınca bir kıskançlıkla babasını başka bir kadınla paylaşma olgusuna karşı koymaya çalışıyordu.


- Baba ? - Efendim canım ? - Bu gece eskiden olduğu gibi biz uyuyana kadar bizim oda-mızda kalır mısın ? - Tabii. Neden olmasın. Ben de özledim sizi uyutmayı. Hayret! Babası itiraz etmemişti.Dicle farkettirmeden Azade’ye baktı. Onda da hiç tepki yok. Babaları ne zaman onların oda-sına gelip, kızlar yatarken sohbete başlasa oturduğu koltukta uyuya kalırdı sonunda. O zaman kızlar babalarını uyandırır yatağına gitmesini söylerlerdi. Ama bu gece Dicle bunu yap-mayacaktı. Gerekirse babasını sabaha kadar konuşturacak bu kadını bu kadının yanına gitmesini engelleyecekti. Azade sonunda iyi geceler diyerek odasına gitti. Kızlar da kalktılar. Haldun az sonra yanlarına geleceğini söyledi onlara. Salonda dolan-maya başladı Haldun şimdi. Bu gece kızlara Azade’yi sevdi-ğini ve artık hep onunla yaşamak istediğini söyleyecekti. Anlayacaklarını umuyordu. Daha fazla uzatmanın gereği yoktu zaten. - Herhalde geceliklerini giymişlerdir diye düşündü, gitti kız-ların oda kapısını tıklattı. - Gel baba, biz giyindik. - Ooo bu ne güzellik hanımlar ? Kızlar kıkırdadı. Babaları onları her zaman güzel bir şeyler söyleyerek güldürürdü.


- Ee küçük hanımlar dedi. Söyleyin bakalım. Azade ablanız hakkında ne düşünüyorsunuz ? - Onunla evlenecek misin baba ? Haldun çok dikkatli, cevap vermesi gerektiğini biliyordu şimdi. Kızları incitmeden ama gerçekleri de gizlemeden ko-nuşmalıydı. - Henüz bunu konuşmadık Azade’yle. Ama evet ! Sanırım evleneceğiz. - Ne zaman baba ? - Bilmiyorum canım. Daha çok erken. - Onu seviyor musun baba ? Haldun yüzüne baktı Dicle’nin. - Sevmesem onun burada ve sizin yanınızda ne işi vardı Dic-le. Tabii ki seviyorum. - O seni seviyor mu ? - Evet seviyor bir tanem. - Nereden biliyorsun, sana söyledi mi ? - Dicle böyle şeyler çoğu kez söylemeden anlaşılır bebeğim. - Ya baba. O senden çok küçük. - Ne olmuş küçükse. - Yok yani bir şey olacağından değil.


- Bunları konuşmak için çok erken kızlar. İlerde konuşuruz. Şimdilik size yeterli olan bilgi bu. Bundan böyle ben Azade ablanızlasksablanızla beraber oturacağım. Bunu bilmeniz lazım. Kızlar susuyordu. Haldun bir şeyler söylemesi gerektiğini düşündü. - Kızlar onu seviyorum. O da beni seviyor. Siz de ilerde se-vip aşık olacaksınız. Bu çok güzel bir şey ve ben bunu koru-maya kararlıyım. Tamam mı canlarım ? Siz her zaman benim yavrularımsınız. Bu ev her zaman sizin eviniz, gelip gidecek-siniz. Üniversiteyi, okulunuz buradaysa burada okuyacaksınız. Ne zaman isterseniz gelip ne kadar isterseniz kalacaksınız. Tamam mı ? Azade ablanızın varlığı bunu değiştirmeyecek. - Ama ya o bizi istemezse baba ? - Azade sizi istiyor. Benim olan herşeyi ister o. Benim mutlu olmam için çalışır. Bundan hiç kuşkunuz olmasın. - Tamam baba. Sen bizi sev, biz senin dediğini yaparız. Haldun kızlarının yüzüne baktı. Onları o kadar çok seviyordu ki. Bütün ömrünün en temiz en güzel varlığı onlardı şimdi-ye kadar. Şimdiyse Azade de eklenmişti bu gruba. - Şimdi iyi geceler kızlar. İkisini de öptü, kapıya yaklaşırken sordu kızlar. - Azade ablanın yanına gidiyorsun değil mi ?


- Evet. Onun yanına gidiyorum. Ona da iyi geceler dileyece-ğim. İyi uykular. Hadi bakalım yatıp uyuyun. Yarın gezme var. Kızların cıvıltılı uğurlamalarıyla çıktı odadan. Azade’nin kapısının altından ışık sızıyordu. Daha uyumamıştı demek. Kapıyı tıklattı. - Azade, gelebilir miyim ? - Uyumadım Haldun, gel canım. Nasıl geçti konuşmanız ? - Anlaşmaya varıldı bir tanem. Seni kabullendiler. - Sevindim. Azade dalgındı. Pencereden dışarı bakıyor, ne düşündüğü anlaşılmayan yüz ifadesiyle Haldun’a döndü. Ne zaman bak-sa yüreğinin hızla çarpmasına neden olan bu yakışıklı ve anlamlı yüz iki adım ötesinde ve soru sorar gibi bakıyordu kendisine. - Sorun mu var Azade ? - Hayır ! Ne olabilir ki ? - - Hiç tabii. Ne olabilir ? - Uyudular mı ? - Uyumuşlardır canım. Sen nasılsın ? Bu akşam seninle pek konuşamadık. - Evet gerçekten öyle. Ama önemli değil, bugün olağanüstü bir gündü.


- Evet öyleydi. Ama seni çok özledim. - Ben de öyle Haldun. Haldun kızın yüzüne bakıyordu. Dalgındı Azade. Yorgun da gözüküyordu. - Azade bir şeye canın sıkkın senin. - Yook. Bir şeyim yok. Neden böyle düşündün canım ? - Ben seni çok iyi tanıyorum artık. Düşündüğün bir şey var. Bana söylemeyecek misin ? - Yarın çocuklarla gidilecek gezmeye ben gelmeyeceğim Haldun. - Neden bir tanem ? -Sen çocuklarla git. Beni bırak. Hem yorgunum hem de kız-larla geçireceğin bu kısa zamanı onlarla doyasıya paylaş. Gelirsem biliyorum kızlar tedirgin olacak. - Canım, alışmak zorundalar. Sen benim yaşamımın büyük bir parçası ve gerçeğisin. - Evet, biliyorum. Sana söz bundan sonra ki gelişlerinde ya-nınızdan ayrılmayacağım. Ama yarın için beni bağışla. Haldun düşünüyordu. Belki Azade haklıydı. Kızlarla dışarı o olmadan çıkması daha iyi olabilirdi. Mutlaka soruları ola-caktı Azade hakkında. Cevaplaması gerekecekti. Ne kadar iyi yetişmiş olurlarsa olsunlar


sonuçta iki küçük kız çocuğu babalarını paylaşacakları kişiyi tanımak isterlerdi. - Tamam canım, peki. Ama yarın seni çok özleyeceğim. - Aynen Kaptan. - Yarın akşam kızları uğurladıktan sonra seni bir yere götürece-ğim, hazır ol. Tamam mı ? Bakalım hoşuna gidecek mi ? - Nereye Haldun ? - Yoo sormak yok. Sürpriz olacak. - Tamam sormayalım bakalım. - Biz yokken sen ne yapacaksın bir tanem ? - Bir şeyler bulurum elbette. Ya da uyurum. - Uykucu seni. Güldü kız Haldun’a. Onunla bu kadarcık konuşma bile içini, rahatlatmıştı. - Hadi bakalım odana Haldun. - Kovuyor musun beni ? - Evettt. Yarın yorucu bir gün bekliyor hepimizi. Uyumak gerek. - Ben sana gösteririm beni odandan kovmayı ama neyse. Hadi bir tanem iyi geceler.


- İyi geceler Kaptan. Kaç dakikadır uyanıktı. Güneşin duvarda yaptığı ışık oyun-larına bakarak oyalanıyordu. Kızlar ve Haldun çıkalı epey olmuştu. Haldun çıkmadan önce oda kapısını aralamış, Aza-de’nin uyuduğunu sanarak sessizce çıkıp gitmişti.Şimdi kim-se yokt evde. Gerinerek kalktı yataktan. Bugün o da dışarı çıkmak, biraz yürüyüş yapmak istiyordu. Kıyıda yürüyüş yaparak biraz düşünmeye çalışacaktı. Sonra eve dönecek akşam yemeğini hazırlayacak ve biraz da yazılarına bakacaktı. Gerçi Haldun akşama onu dışarı götüreceğini söylemişti ama kızlar havaalanına gitmeden önce yemek yemeliydiler. Kah-valtısını ayaküstü aceleyle yaptı. Ne yemek yapacağına karar vererek malzemeyi hazırladı. Dönüşte herşey hazırsa kendisi-ne kolaylık olurdu. Sonra bir kahve yaptı ve salona geçti. Dışarda ki kahveler ev kahvesi gibi olmuyordu. Bir de sormu-yorlar mıydı insana Türk kahvesi mi ? Diye. İşte o zaman hepten sinirleniyordu. Yüzlerce yıllık kahve şimdi Türk kah-vesi mi diye ayrımlanır olmuştu. Salonda Haldun’un en sevdiği koltuğa oturdu. Burası Haldun’un köşesiydi. Burada oturduğunda insan caddeyi göremiyordu ama ilerde güneşin altında pırıl pırıl parlayan deniz gözler önüne seriliyordu. Azade, halasını düşündü. Buraya geldiğinin üçüncü günü telefon etmiş ve Adapazarı’na gitmekten vazgeçtiğini, İstan-bul’da bir arkadaşının evinde kalmakta olduğunu söylemişti. Hala sormamıştı bile, hangi arkadaşındasın?


diye. Azade de fazla konuşmadan veda etmişti halasına. Arkadaşını da ara-mıştı. Hem de ilk günden. - Gelemiyorum, bir iş çıktı, diyerek onu da halletmişti. Halası şimdi herhalde içi rahat, dükkanlardan gelen geliri Azade’ye kaptırmamış olmanın keyfiyle bir müteahhitle ya-pılacak anlaşma. Salonda dolanıyordu şimdi. Haldun’un sevdiği köşe, çalışma masası, kitaplığı. Duvarda kendi yaptığı resimleri. Oturup denizi seyrettiği bölüm. Geniş camlar Marmara ve İstanbul’un bu bölgesini muhteşem bir panorama halinde gözler önüne seriyordu. Kitapları sanki canlı birer varlık gibi okşuyordu elleriyle. Onlar Haldun’a ait birer nesneydi. Bu kitapları okuyor, düşünüyor ve belleğini bir köşesine yerleştiriyordu. Konuşurken seçtiği kelimeler, fikirleri sadece zekaya değil bilgi ve kültür birikimine de dayanıyordu. Haldun’u Haldun yapan olgu biraz da kitaplarıydı. Gözüne ilişen albümlerden birini çekti aldı. Masaya koyarak sayfaları çevirmeye başladı. Onun ilk gençlik resimleri vardı bu albümde. Çocukluktan yeni çıktığı belli olan Haldun, o zamanlarda da ciddi bakışlı, delikanlılığa adım atarken haya-tın zor ve kötü yanlarını yavaş yavaş öğrenmeye başlayan bir küçük erkek görüntüsünde... Azade resimde ki küçük Haldun’un yüzünü okşuyordu şimdi. O hüzünlü ve ciddi gözler sanki doğrudan kendi yüreğine bakıyor gibiydiler. Sonra bir başka albüm ve diğerleri. Yıllarla birlikte büyüyen


Haldun’un bir fotoğraf karesine hapsedilmiş anıları. Haldun okulda, Haldun askerde, tiyatroda oynarken,oyunu yönetirken, film çalışmaları sırasında, resim yaparken. Dostlarıyla yemek-te, sohbette... Resim sergisinden bahseden yazılar, gazete kupürleri. Dost-larından gelen tebrik mektupları, telgraflar, kartlar... BANKA SOYGUNU VE CİNAYETTEN TUTUKLU GENÇ KALMAKTA OLDUĞU HAPİSHANEDEN KAÇTI. POLİSİN VE JANDARMANIN YOĞUN ARAMALARINA RAĞMEN BULUNAMIYOR. Azade bu haberi okuyup geçti. Altta ufak bir resim vardı. OldukçaOldukça silik görünümlü bir resimdi bu. Bir diğer resme geçti. Ama bir his onu tekrar o gazete kupürüne yönlendirdi. Daha dikkatli baktı bu kez.. Ama gerçekten oydu. Yıllar ön-cesinin Haldun’un onaltıonyedi yaşlarında çekilmiş bir re-sim. Haldun’dan bahsediyordu. O’nun soygun ve cinayetten arandığı yazıyordu orada. İsim başkaydı ama resim Haldun’a aitti hiç şüphe yok. Ama nasıl olurdu bu ? Haldun ona bu konuda hiç bir şey söylememişti. Yalnız nette yazışırlarken bir akşam, - Ben ikinci bir hayat yaşıyorum demişti. Aslında bu ben değilim. Sana çok şey anlatabilirim. Ama Azade sözünü kesmiş anlatacağı her neyse öğrenmek istemediğini söylemişti. Bunun dışında anlattığı her şey doğ-ru çıkmıştı. Garip bir şeydi ama Azade de Haldun’un sadece anlattığı gibi biri olmaktan


çok daha fazla şey olduğu kanısın-daydı her zaman. Haldun’da ki bu ciddiyet, ani karar verme ve hemen uygulamaya koyma özelliği, olaylara objektif ba-kabilme yeteneği kolay kazanılabilecek özellikler değildi. Üstelik burada geçirdiği zaman içinde hemen hemen her ge-ce aynı saatte Haldun’un odasının ışığı yanıyordu. Haldun odada durmadan yürüyor, sonra tekrar yatıyordu. Büyük ola-sılıkla kabus gördüğüne emindi Azade.. Sevdiği erkek gece-leri kimbilir gündüzden nasıl bastırdığı duygularına gece uykuda teslim oluyor, belki de yaşamının o bölümü rüyaların-da beliriyordu her gece. Onun odasına gitmek, ellerini tutmak, - Dolaşma artık, gel yanıma otur. Bak ben buradayım, sen tekrar uyuyana kadar yanında kalacağım, demek istiyordu. Ama cesaret edemiyordu bir türlü. Ya Haldun onun bu davra-nışını yanlış algılarsa ? Ya odasına gelmek için bahane aradı-ğını düşünürse ? Gidemiyordu işte. Sevdiği erkek ise kendisini gecenin bir vaktinde korkuyla uyandıran şey her neyse onunla boğuşmak zorunda kalıyordu. Belki de onu tedirgin eden, zaman zaman dalgınlaşmasına sebep olan şey, bu olabilirdi.. Albümleri hızla karıştırdı. Başka gazete haberleri de vardı. Yakalandığı, sonra yeniden mahkemeye giderken kaçtığı, bir yıl sonra beraat ettiğini yazan gazete haberleri. Onyedi yaşındayken yaşındayken idam talebiyle yargılanmıştı. Ama bir yıl sonra delil yetersizliğinden beraat ettirilmişti. Sonrası


alışılagelmiş şeyler. Ara sıra göz hapsine alınmalar, takibat ve tahkikatlar, tutuklayıp serbest bırakılmalar. Daha sonra kendi yazıp, yönettiği ve oynadığı tiyatro oyununu sahnelerken, tiyatronun çeşitli bahanelerle basılması, asılsız bomba ihbarlarıyla sabote edilmesi. Haldun’un kendi notları. Yaşadıklarını sade bir dille yazmıştı. Hepsini şimdi okuyabil-mesi imkansızdı Azade’nin. Sayfaları süratle çeviriyor, bazı yerlerini çabucak okuyordu. Gencecik bir insan. Bir filiz. Yaşıtları kız peşinde koşarken o hayatın en acı ve çirkin yönlerinden birini yaşamıştı. Yaşadıklarından sonra hala bu ka-dar güçlü ve dirençli oluşuna hayret ediyordu Azade şimdi. Çektikleri onu sanki daha güçlü kılmış ve savaşçı ruhunu ortaya çıkarmıştı. Çok az insan tanımıştı onun gibi. İnsanları seviyordu, hoşgörüyle bakıyordu herkese. Gülebiliyordu ha-la ve şaka yapabiliyordu. Başkalarının sorunlarıyla kendi sorunlarıymış gibi ilgileniyor ve çözümler üretebiliyordu. Yaşlı, genç bir sürü dostu vardı, kadınlı, erkekli. İstese yirmi-dört saati dolu geçerdi. Böyle bir insanın çok aptalca bir suç-lamayla yok edilmeye çalışılması Azade’ye inanılmaz geliyor-du. Ama gerçek ortadaydı işte. Gözyaşları içinde albümleri yerine koydu. Onları hiç görmemiş olmayı ne kadar çok is-terdi şu anda. Sevdiği erkeğin yaşadıkları onu sarsmıştı. Şimdi onu daha da çok seviyor, onu sevmiş olmasının Allah’ın bir lütfu olduğunu daha iyi kavrıyordu.Dikkatle baktı kitaplığa. Evet her şey yerli yerindeydi. Bunları gördüğünü söylemeye-cekti Haldun’a. Hiç söylemeyecek, ölene kadar bir sır olarak


içinde taşıyacaktı. Ama bundan böyle O’na daha yaklaşacak, sevgisini daha çok gösterecekti. Herşeye razıydı. O’nun bir an bile üzülmesini istemiyordu. Hep gülsün, hep sevinsin, mutlu olsun Haldun. Geriye kalan her şey boş. Bundan böyle yaşamını O’na adayacaktı. Ağlaması geçmiyordu bir türlü. Sanki yılların yükü yeniden omuzlarına gelip çöreklenmişti. Hıçkırıklarla sarsılıyor, kendini bir türlü frenleyemiyordu. O sırada telefon çaldı. Sesini kontrol etmeye çalışarak aldı ahizeyi ahizeyi. O’ydu. Hatırını soruyordu. - Nasılsın bir tanem ? - İyiyim Haldun. Sizler ne yapıyorsunuz ? - Anadolu kavağında balık restorandayız. Denize karşı yemek yiyiyoruz. - Oo ne güzel, afiyet olsun Kaptan. - Senin neyin var bakayım Azade ? - Hiç bir şeyim yok neden sordun ? - Sesin ağlamış gibi sanki. - Hayır canım. Ben de bir şeyler atıştırıyordum. - Doğru mu söylüyorsun bana ? - Evet canım. - Azade biz eve dönüyoruz yemekten sonra. - Lütfen Haldun, dönmeyin. İnan bana benim hiç bir şeyim yok.


- Tamam bir tanem o zaman akşamüstü görüşürüz. - Peki Haldun... -.... - Haldun ? - Efendim canım ? - Seni çok seviyorum. - Azade nen var ? - Hiç bir şeyim yok. Sadece seni sevdiğimi söylemek geldi içimden. - Ben de seniiiiiii. Hoşçakal bebeğim. - Hoşçakal Kaptan. Banyoya gitti Azade. Elini yüzünü iyice yıkadı. Kendine geldi biraz. Gidip balkon kapısını açtı. İçeri dolan serin rüz-gar aklını toparlamasına yardım etti. Sakinleşti. Şimdi daha sakin ve makul düşünebilirdi. İlk iş; bu okuduklarımdan Haldun’un haberi olmamalı. O kendisi ne zaman isterse o zaman söyler. İkincisi; bundan böyle bütün amacı onu mutlu etmek olacaktı. Kendi idealleri ikinci plandaydı şimdi. Sevdiği erkeğin bunca şey çektikten sonra gerçekten huzurlu, mutlu bir hayata ihtiyacı vardı.Kendisi de ona bu hayatı sağlayacaktı. Ne bahasına olursa olsun. Odasına gitti. Kağıtların başına oturdu. Her sıkılıp üzüldüğü zamanda olduğu gibi şimdi yine bütün ruh halini kağıtlara dökecekti. Dalıp gitmişti kaç saattir yazılarına. Yazıyor, kara-lıyor yine yazıyordu.


Kapının açıldığını duymadı bile. Öylesi-ne kendinden geçmiş, transa geçmiş haldeydi. Arkasından bir el omuzunu tutunca irkildi. Haldun gelmiş, elini omuzuna atmıştı. - Ne haberler bakalım ünlü yazarımız ? - Aaa ne zaman geldiniz ? Farketmedim. Saate baktı, daha erkendi. - Neden erken geldiniz böyle ? - Kızlar biraz da seninle olmak istediler. Haldun’un yüzüne soran gözlerle baktı. - Kızlar mı istedi erken gelmeyi ? - Evet canım, kızlar istedi. - Sence bu normal mi Haldun ? - Vallahi benim kızlar sözkonusu olunca pek normal olmuyor ama ne diyeyim ? Gülüştüler. Kızlar mutfaktaydı. Sofranın kurulmasına yardımcı oluyorlar, Azade’ye seslenerek daha ne yapmaları gerektiği-ni soruyorlardı. Dicle şakalar yapıyor, babasına seslenirken Azade’yi bu şakalara ortak etmek ister gibi davranıyordu. Azade’nin yüreğinde bir sevinç, bir huzur. Sanki bu dört ki-şilik bir aileydi ve kendisi de bu ailenin vazgeçilmez bir üyesiydi. - Yemek çok güzel olmuş Azade abla, eline sağlık.


- Afiyet olsun canım. - Yalnız, çocuklar benim anlamadığım bir şey var şimdi. - Nedir baba ? - Bu yediğimiz yemeğin malzemesini anlamadım da. Tadı çok güzel ama vallahi anlamadım malzemeyi ya. - Aşkolsun Haldun. - Aaaa baba ya. - Şaka söylüyorum canım. Vallahi çok güzel olmuş diyorum size. Şaka yaptım. Azade Haldun’un yüzüne bakıyordu ara sıra. Bu yüz şimdi ona daha sevimli daha da güzel geliyor, gen geniş ve aydınlık alnının arkasındaki üzüntüleri saklamayı bu kadar ustaca nasıl başardığını merak ediyordu. Hangi ina-nılmaz güç Haldun’a bu sabrı vermişti. O’nun yeinde başkası olsa kendini içkiye verir ya da ne bileyim bu günkü Haldun gibi olmazdı. Hayat hakkında bildiği ve inandığı bir çok şeyin ne kadar anlamsız ve boş olduğunu kavrıyordu yeni yeni. Karşısındaki adam bir kahramandı ona göre şimdi. Başına gelenlere eğil-memiş, yenilmemişti. Yaşamını sürdürmüş hem de en iyi şekilde sürdürmüştü. Başarılı bir insan olmuştu şimdi. Kaç kişi bunu başarabilirdi ? Azade onunla karşılaşmasının ve onunla beraber olma imkanının rastgele olmadığına inanıyor-du. Allah onu karşısına yepyeni bir şeyler öğrenebilmesi için, sevgiyi ve aşkı çok başka yanlarıyla tanıyabilmesi için


çıkartmıştı mutlaka. Haldun onun yalnız sevdiği erkek değil rehberi, ustası olacaktı bundan böyle. Kendi yaşadıklarını da anlatacaktı bir gün Haldun’a. İkisi birlikte çok güzel şey-ler çıkarabilirlerdi ortaya. Bir tarafta sonsuz deneyim ve bil-gi diğer tarafta hayata yeni olmanın verdiği tecrübesizlik. Bunlar birleşince kimbilir neler yaratılırdı. İkisinde de yaz-ma isteği ve becerisi, birleşecek, yaratcakları şeyler onların sevgisinin ürünü olacaktı. Yepyeni bir duygu fırtınası yaşıyor-du Azade şimdi. Sevdiği erkeğin kişiliğinde çok farklı olgu-lar farketmişti. O’na bakarken içi içine sığmıyordu. Sarılmak, şakaklarındaki kırları okşamak, öpmek, artık tamamen seni-nim, senden başka hiç bir şey yok, kalmadı demek istiyordu ona. Bir sürü tembih ve veda sözcüğü, yakından ve uzaktan verilen ve alınan öpücükler, el sallamalar arasında kızları yolcu etti-ler. Dördü de üzgündü.Son saatlerde Azade’ye duyulan sem-pati ayrılırken yerini gerçek bir sevgiye dönüştürmüştü. En kısa zamanda tekrar buluşmak üzere verilen sözler, tutulmak için gün bekliyordu.Azade çok üzülmüştü kızlardan ayrılırken. Akşamüstü beklediğinden çabuk geldiklerinde zoraki olmadığı belli olan bir çabayla gerçek bir içtenlikle davranmışlardı Azade’ye. Şimdi onların havalanan uçağını izlerken kızın yüyüreği burkuluyordu. Haldun omuzlarına sarılmıştı. Kulağı-na güzel fısıldıyor onu avutmaya çalışıyorlardı. Yakında yine geleceklerdi nasılsa. O zaman daha uzun beraber olma fırsatı bulacaklardı. Şimdi bu kadar üzülmesine gerek yoktu ki.


So-nunda Haldun isyan etti. Uçak gözden kaybolduğu halde Azade hala gökyüzüne bakıyor ve ağlıyordu. - Hadi ama, dedi Haldun. Seni gören de onlar sürgüne gidiyor sanacak. - Sen üzülmüyor musun sanki ? - Tabii üzülüyorum canım. Ama yakında yine geleceklerini düşünüp avunuyorum. Hem sen nasıl üvey annesin ya. Şimdi zil çalıp oynaman gerekirdi. - Onları çok sevdim Haldun. - Farkındayım bir tanem. Bunun için de sana ayrıca teşekkür ederim. Hadi gidelim şimdi. Sana söylemiştim bu akşam bir yere gideceğiz. - Nereye gidiyoruz Haldun ? - Sus bakalım önce şuradan çıkalım da. Dışarı çıktılar. Hava çok güzeldi. Arabada sessizdi ikisi de. Epeyce gittikten sonra Haldun arabayı kaldırıma yanaştırdı. Gelen bir görevli anahtarları aldı ve arabayı park yerine gö-türdü. Haldun Azade’yi koluna girerek bir kapıya götürdü. Oradaki görevli Haldun’u saygıyla selamladı, içeri girdiler. Azade çevresine hayretle bakıyordu. Sadece resimlerinden tanıdığı bir çok yazar, gazeteci, sanatçı ve iş adamı buradaydı. Oturdukları masanın komşusu dürüstlüğüyle tanınmış genç bir politikacı, az ilerde fikirleri ve yazılarından dolayı sık sık gözaltına alınan bir yazar, daha ötede yaptığı bestelerle ünlenmiş bir yorumcu. Ne tarafa baksa fikir adamları,


değerli beyinler ve yaratıcılar. Bu insanlarla aynı atmosferi paylaşıyor olmak onu mutlu etmişti. Şaşkınlıkla çevreye bakıyordu. Böyle bir ortamda ilk kez bulunuyor olmanın tedirginliği içindeydi. Haldun ise gayet rahat ve sakin. Bu insanlarla se-lamlaşıyor, Azade’yi onlarla tanıştırıyor. Kızın yüzünde ta-nıştığı kişinin kariyerinden dolayı müthiş bir sevinç var.Anlıyordu Azade’yi. Onu boş kafalı bir insan olmadığını anlama-nın nın verdiği memnuniyetle izliyor. Tanıştırdığı kişilerle konu-şurken onlardan aşağı kalmıyor, fikirlerine doğru saptama-larla cevao veriyordu. Artık sakinleşmişti Azade. Düşünüyor-du. Şimdi arkadaşları onun bulunduğu ortamı bilseler iç geçi-rirlerdi. Çoğu hakkında uzun saatler boyunca konuşurlardı. Yazdıkları kitaplar, makaleler, yarattıkları müzikler... Ya şu köşede oturana ne demeli. Gencecik yaşında yaptığı resimlerle ün kazanmış biri. Sanki ününün farkında değilmiş gibi. Resimleri ve heykelleriyle insanları düşünmeye sevkeden sıradan görünüşlü genç adam. Haldun’un resimleri de düşündürüyordu insanı. Tam resmin içeriğini anladım derken bir bakıyordu insan, anladığı şey ona resimde bambaşka bir boyut gösteriyor. Bambaşka anlam-lara yönlendiriyor. Heykelleri ise çok farklı bir perspektiften baktırıyordu hayata. - Eee bebeğim. Burasını beğendin mi ? - Haldun, çok teşekkür ederim. Buradaki insanlar benim kahramanlarım. - Hoop, dur bakalım. Ne oluyoruz ?


- Canım, anladın ya anlamamazlığa geliyorsun. Bu insanlar medyatik ünlü değiller. Kafaları ve ürettikleriyle ünlü insanlar. O kadar hoşuma gitti ki burada olmak. İnan bana bu insanların kişiliklerini, özel hallerini merak ederdim hep. Burada bir çoğunu bir arada görmek çok sevindirdi beni. Bunlar beyinler. Ülkeyi ayakta tutan insanlar. - Ya politikacılar ? - Herkesin ayrı bir görevi var elbette. Politikacılar da belirli bir işlev yürütüyorlar. Ama düşünsene bu insanlar olmasa hayatımız ne kadar basit kalırdı ? Bunlar bize hayatı açıyorlar. Açıklıyorlar. Haldun, sen de öylesin. Ama son zamanlarda biraz boş verdin sanırım. Artık tekrar çalışmaya dönmenin vakti gelmedi mi canım ? - Hıımm.Anlaşılan evin içinde, peşinde dolaşmam seni rahat-sız ediyor. - Asla canım ilgisi yok. Ama o tiyatro oyununu bir an önce tamamlamalısın. Beklediklerini sen söyledin daha iki gün önceoönce. - Haklısın bir tanem. Artık çalışmalıyım. Ama seni gördükçe çalışmam zor oluyor ya. - Öyleyse ben gideyim. - Aa o nasıl söz öyle. Ben sensiz olabilir miyim. Benim üret-kenliğimi sen teşvik ediyorsun bak ! - Aslında son günlerde epey de yoruldun sen. Biraz dinlene-bilsen ne iyi olurdu.


- Evet, gerçekten öyle. Haldun düşünüyordu. Birkaç günlüğüne Saklıköy’e gitseler... Orada biraz dinlenebilirdi işte. Saklıköy.Daima huzur bulduğu, yaratıcılığının zirveye vardığı yer. Ama Azade gelir miydi bakalım. Burası neyse. Ama oraya gelmek ister miydi ? - Azade sana bir şey söyleyeceğim ama nasıl karşılarsın bil-miyorum. Azade o anda ünlü bir yorumcuya bakıyordu. Kadın ne kadar mütevazi ne kadar güleryüzlüydü. Sahnede devleşen bu kü-çük kadın, burada dostlarıyla birlikte gayet sade ve sıradan gözüküyordu şimdi. Ama Azade biliyordu onun ne denli müthiş biri olduğunu. - Azade ! Sana söylüyorum duymuyor musun ? - Neyi Kaptan ? - Benim Akdeniz kıyısında bir köyde sığınağım var. Oraya gidelim mi bir kaç günlüğüne ? - Ama işin ? - Azade ben patronum, işçi değilim ki. Yarın sabah ortağıma haber veririm, öğleye doğru yola çıkarız.Hazırlanabilir misin? - Hazırlayacak ne var ki. Bir kaç giysi o kadar. Aa ama yanı-mıza bol kağıt ve kalem almalıyız. Onları unutmayalım.


- Tamam sen bavulu hazırlayana kadar ben fabrikaya gider gelirim. Sonra çıkarız. Öğle yemeğini yolda yeriz o zaman. - Akşama varır mıyız ? - Yoo. Akşama olmaz. Bir yerde geceliyeceğiz artık. - Tamam, hazır ederim herşeyi. Biliyor musun Kaptan ? Bel-ki orada bir tekne gezisi de yaparız. Ne dersin ? - Neden olmasın Miço. Yaparız elbet. - Denize açılmayı o kadar seviyorum ki. Hep bir teknem ol-masını hayal ediyorum. İlerde belki alma imkanım olur. O zaman yazları hiç karaya çıkmadan açık denizlerde dolaşaca-ğım. Haldun Azade’ye bakarak gülümsedi. Tanıştıkları gece biraz sohbet ettikten sonra hayali bir tekneyle, hayali bir açık deniz gezisine çıkmışlardı. Azade’ye henüz söylemediği bir şey vardı. Demek ki söylememekle iyi yapmıştı. Ufak bir teknesi vardı Haldun’un Saklıköy’de. Gittiklerinde ona sürpriz yapa-cak bir kere daha sevindirecekti kızı. Demek denize açılmak istiyor ha. İstediği gibi açılabilirdi. Yeter ki kendisiyle beraber olsun. Bu kızı her gün bir başka tarafıyla seviyordu işte. Gün geçtik-çe bilinmedik bir tarafı oratays çıkıyor ve Haldun’u hayrete düşürüyordu. Sanki Pandoranın kutusu


gibiydi kız. İnsanın sıkılmasına, bıkmasına fırsat tanımayan bir kişiliği vardı. Ama biliyordu Haldun. Bu kızda ayrıca bir şey vardı ki o tarafını kendi istemedikçe Haldun asla bilemeyecek. Onun benliğine, beyninin içine girebilmek mümkün olsaydı keşke. O zaman Azade’yi bazen çevresinden tamamen kopartacak kadar dalgınlaştıran, kendi içine gömülmesine sebep olan şeyi öğrenebilir ve ona yardımcı olabilirdi. Ama izin vermiyor-du kız.Öyle anlarında sanki yanında kimse yokmuş gibi dav-ranıyor, Haldun onun yüzünde beliren acıyı, gölgeleri silmek için bir şey yapamayacağını anlıyordu. Tıpkı benim gibi di-ye düşünüyordu Haldun. Belki o da benim gibi bir şeyler yaşadı. Bunlar her neyse bana bir gün anlatacak, anlatmalı. Artık yalnız değil. Ben de yalnız değilim. Birbirimizi bulduk. Acılarımızı, üzüntülerimizi paylaşacağız. Ben ona herşeyimi anlatacağım. O zaman belki o da açılır. Ama bunu Saklıköy’de yapacağım. Orada o tertemiz ve mavi göğün altında, yalnız ikimizin olacağı o yerde anlatacağım herşeyi. - Bir şarkı da biz isteyelim ne dersin ? - İsteyelim tabii. - Neyi isteyelim canım ? - Gesi bağlarını. - Gesi bağlarını isteyelim mi ? Aynı anda ikisi de aynı türküyü istediklerini söylemişlerdi. Haldun istek parçalarını sahnedeki


sanatçıya,garsonla ulaştırdı. Sanatçı kağıda baktı önce,sonra da Haldun’a. Başıyla onayladı isteği. Sonra da başladı söylemeye. İkisi de o anda birbirile-ne baktılar sevgiyle. Yürekleri o kadar birleşmişti ki istedikle-ri şarkı bile aynıydı. - Canım biliyor musun ? Ben Saklıköy’de çok üretken oluyo-rum. Orada kendimi tamamen sanata verebiliyorum. Öyle bir ruh haline giriyorum ki asıl Haldun orada yaşayan ve dü-şünen bir adam işte. Ve oraya götürmek istediğim ilk ve tek kadın sensin. Seni orada düşünmek bile çok güzel bir hayal. Şarkının bitmesini bekledikten sonra konuşmuştu Haldun. - O zaman biz oradan hiç dönmeyelim. Gülüştüler. - Kalkalım mı Miço ? - Evet Kaptan. Saatler geçmiş, farkına varmadık. - Yarın işimiz çok ve yolumuz çok uzun. Ancak hazırlanırız. Sen valize basit bir şeyler koy. Orada sosyal yaşam pek yok. Kendi kendimize olacağız. - Emret Kaptan, hepsi sen gelene kadar hazır olacak. Arabada ikisi de yine suskundu. Ama Haldun’a öyle geliyordu ki onlar susarken de bir şeyleri paylaşıyorlar. Kıza baktı bir ara. Gözleri yarı kapalı trafiği izliyor. - Az sonra uyuyakalacaksın uykucu. Toparlan biraz. - Sen öyle san. Seni takip ediyorum.


- Hıım. Benim neyimi takip ediyorsun ? - Sürüşünü. Ne de olsa yarın uzun yola çıkacağız. Ne olur ne olmaz. Eve gidince vasiyetnamemi yazayım mı yazmaya-yım mı ona karar vermeye çalışıyorum. - Yaa demek öyle. Ama bütün yol boyunca sadece benim şoförlük yapacağımı sanıyorsun aldanıyorsun küçük hanım. Arabayı nöbetleşe süreceğiz. - Şehirlerarası yolda mı Haldun ? - Evet. Neden olmasın ? - Ama ben daha önce şehirler arası yolda hiç araba sürmedim kiourki. - Herşeyin bir ilki vardır değil mi ? - Olsun bakalım. Ama bana kalırsa sen de yaz bir vasiyetna-me. Ne olur ne olmaz. - Bakarız artık. Ne bana sevmek yakışır, Ne sana acımak... Ne sana yalan yakışır, Ne bana yalanı yaşamak... Son anda gördü trafik polislerini. Çevirme vardı. Haldun çok çabuk çevreye baktı, sapabileceği bir yol yoktu. Birden bire gözünün önüne bir sahne geldi. Onu tanıyacaklar ve tu-tuklayacaklar. Azade öylece yol


ortasında kalakalacak. Ama belki onu da tutuklarlardı. Ne de olsa bir kaçağın yanındaydı o da. Kaçmayı düşündü. Ama trafik çok sıkışıktı. Bu mümkün olamazdı. Çaresiz arabayı gösterilen yere yanaştırdı. - İyi akşamlar beyefendi ! - İyi akşamlar memur bey ! - Kimliğinizi ve ehliyetinizi görebilir miyim ? - Tabi, bir dakika lütfen. Yanından gelen çığlıkla kendisi ve polis aynı anda irkildiler. Azade acıyla kıvranıyordu koltukta. İnliyordu. Haldun neye uğradığını şaşırdı. - Azade nen var canım ? O anda polisi de kontrolü de unutmuştu. Zorlukla cevap veri-yordu kız. - Çok sancıyor. Ne olur çabuk olalım. Çok ağrıyorrrrrr. - Küçük hanımın nesi var beyefendi ? Haldun o zaman Azade’nin yapmak istediği şeyi anladı. - Hastaneye götürüyordum. Sanırım apandist krizi. - Geçin öyleyse. Hastaneye kadar yol açmamı ister misiniz? - Hayır ! Teşekkür ederim. Hastane yakın zaten. Azade hala kıvranıyordu.


- Geçmiş olsun beyefendi, acil şifalar dilerim. - Teşekkür ederim, iyi akşamlar. Polis yola çıkmasına yardım etti ve caddeye çıktılar. Azade halahala koltukta yatar durumdaydı. Haldun kıza baktı ve sadece, - Teşekkür ederim, diyebildi. Eve hiç konuşmadan geldiler. Azade hemen iyi geceler dile-yip odasına gitmek istedi ama Haldun durdurdu onu. - Dur canım. Konuşmalıyız. - Ne var ki konuşacak. Aa sana çok teşekkür etmeliyim beni bu gece oraya götürdüğün için. Çok hoşuma gitti inan. Dur ben bir kakao yapayım, uyumadan önce iyi gelir. - Bir tanem ! Dur lütfen. Azade geçiştiremeyeceğini anlayıca omuzları çöktü, yüzü karardı, belli belirsiz bir gölge yerleşti sanki yüzüne. - Evet Haldun ? - Yolda yaptığın şey, bilinçliydi değil mi ? - Evet. - Bunu beni korumak için yaptın ! Sustu, cevap vermedi Azade. - Canım sana bazı şeyleri anlatmalıyım bu gece. Belki de herşeyi. Seni daha fazla bunlardan habersiz bırakamam.


Azade atıldı, eliyle Haldun’un ağzını kapadı. - Hayır anlatma, ben herşeyi biliyorum. - Nasıl öğrendin ? - Öğrendim işte. Bunlar önemli değil benim için. Sen benim sevdiğim insansın. Herşeyinle, her yönüyle seviyorum seni. - Ama en ufak noktasına kadar bilmelisin canım. - Haldun ne değişecek ? Ben seni seviyorum. Sen de beni seviyorsun. Bunlar değişir mi ? - Değişmez elbet. Ama bazı şeyler var ki bunları mutlaka bilmen gerekir. Ben cinayetten yargılandım Azade. Soygundan yargılandım. - Öldürdün mü ? - Elbette hayır ! - Çaldın mı ? - Azade, elbette hayır ! - O zaman gerisi boş. Seni öyle iyi tanıyorum ki ben. İçindeki sen’i öyle iyi biliyorum ki.Ben o sen’i çok seviyorum Haldun. Ah ! Sana nasıl anlatayım, nasıl ispatlayayım bilmiyorum. AmaAma seni, kendimi göz kırpmadan feda edecek kadar çok seviyorum. - Bunu bu gece ispatladın canım. Biliyor musun canım işte hep böyle bir anı düşlerdim. Bana dünyaları verdin sen. Bu geceyse çok farklı bir şey... Bir kadının bir erkeği


ne kadar ölçüsüz sevebileceğini ispatladın. Bir insanın... Bir insanın başka bir insanı bu kadar sevebilmesi, benimsemesi... Seni hergün biraz daha çok seviyorum. Aynı şeyleri ben de yapar-dım senin için, buna emin ol. Kelime bulamıyorum anlatabil-mek için. Oysa ben çok rahat konuşabilen ve düşüncelerini kelimeler yansıtabilen bir insanım. Şimdiyse anlatamıyorum. - Sus canım sus. Bizim kelimelere ihtiyacımız yok.Anlatmaya, ikna etmeye ihtiyacımız yok. - Yok mu gerçekten ? - Evet yok Haldun. - O kadar gençsin ki.Şimdi sana çok basit gözüken şeyler bir kaç sene sonra taşınması ağır bir yük olur diye korkuyo-rum. - Ben taşıyacağım, çok değerli ve hafif bir yük gibi hem de. Seni sevmekten asla vazgeçmeyeceğim. Ne olursa olsun hep seninle kalacağım. - Başka birini sevsen de mi ? - Çok gençsin bir tanem. İlerde karşına yaşıtın biri çıkar. Belki seversin ? - İnsan vücudunda kaç kalp taşır Haldun ? - Bir tane tabi. - O zaman demek ki bir sevgi gerçektir. Senin sevgin...


Sıkıca sarıldı kıza erkek. Onu şiddetle istiyordu. Ona sahip olmak, onu her yönüyle tanımak istiyordu. Ama biliyordu ki bu Azade de istemeden olacak bir şey değil. Bu istekte cinsel dürtülerden çok onu tam anlamıyla tanımak isteği ga-lip geliyordu. Ve kızın kendisine ait olduğu düşüncesi yerle-şiyordu kafasına. O kendisine aitti. Aynı evde ama ayrı yatak-larda yatıyor olmalarına rağmen ona öyle geliyordu ki tama-men birleşmiş durumdalar. İsteği şiddetlenmişti. Sonucundan korkarak kızı istemeden bıraktı. O’nu kırmak, incitmek istemiyordu. Hem kızda bir şey vardı bu düşüncesini pekiştiren. Kız ten temasından ürküyordu. Bu eve ilk geldiği gün anlamış-tı Haldun bunu. Ona her sarılışında kızın kaskatı kesildiğini farkediyordu. Elinin her değişinde kız kasılıyor, onu itmiyor ama öylece hareketsiz kalıyordu. Giderek daha sakin kaldığını farketmek ümit veriyordu. Zamanla ona daha çok alışacak ve bir gün o katılığı gidecek ve belki de kendisi sarılacaktı Haldun’a. Ne olursa olsun, kızın bu evde ki varlığı bile yeter-di. Herşey zamanla hallolurdu. Sabır zaten Haldun’un çok iyi bildiği bir şeydi. - Yatalım mı artık ? - Yatalım bir tanem. - İyi geceler Haldun. - İyi geceler sevdiceğim. ........... - Azade’m.


- Efendim? - Tekrar teşekkür ederim. Bütün kalbimle hem de. Ama bu gece iyi düşün. Beraberliğimizde bu gece ki gibi şeyler hep olacak. - İyi ya ! Ben de o zaman yollarda hep hasta olacağım. - Allah korusun. - Hadi Kaptan. Git yat. Yarın sefer var. - Seni çok seviyorum bir tanem. - Aynen Kaptan. ( Yollar vardır kavuşturur, yollar vardır ayırır. Ama iki kişi-nin gidebileceği yollar aynı yere, sevgiye ulaşır. ) Saatlerdir yoldaydılar. Şehirlere uğramadan geçip gidiyorlardı kaç saattir. Hızlı sürmüyordu arabayı Haldun. İstiyordu ki kız yolun her ayrıntısını görsün. Amaç, gidilecek yer olmakla birlikte, gidilen yolu izlemek ve değerlendirmek de önemliydi ona göre. Yolda gördükleri yerler hakkında bilgi veriyor, kı-za geçtikleri yerlerin tarihte aldıkları önemi de anlatıyordu. Kızsa sessizdi. Anlatılanları dikkatle dinlediği belliydi ama hiç konuşmuyordu sanki. Yorgun olmalı diye düşündü Haldun. Bedensel bir yorgunluk değildi bu. Yaşadıkları ve bildikleri yormuştu yormuştu kızı. İçi sızladı bir an. Karşılaşmasalardı, kız belki de şu anda kendi yaşıtlarıyla eğleniyor olacaktı. Öğrencilik günlerini düşündü. O zamanlar da sorumsuz değildi. Bazı şeyler vardı ki kendisini yaşıtlarından ayırıyordu. Olayları gerçekçi bir


şekilde tahlil ediyor, haksızlıkların farkına varı-yordu. İsyan ediyor ama isyan eyleme değil fikre dönüşüyor, yazılar yazıyor ve üretiyordu durmadan. Yine de hiç değilse yaşıtları çoğunluktaydı çevresinde. Bu kızsa kendisinden ondört yaş büyük bir erkekle başlıyordu hayata. Yanlış mı yapıyoruz acaba ? Diye düşündü Haldun. Doğru bir şey miy-di yirmi bir yaşındaki bir kızla beraber olmayı istemesi. Kı-zın yanındayken, onunla konuşurken, tartışırken bu fark göze gözükmüyordu ama böyle kendi içine gömüldüğü anlarda çokça düşünüyordu bunu. Bazen kıza da bahsediyor ama o zaman da kız Haldun’u şiddetle iterek susturuyordu. Herşeyi zamana bırakmalı diye geçirdi içinden. Zaten kız sonbaharda okuluna dönecekti. Herşey o zaman belli olacaktı işte. Ayrı kalacaklarını düşününce birden bire nasıl dayanabileceğini kendine sormaya başladı. Azade olmadan yaşamak... Onun varlığından, sesinden yoksun kalmak... Evde gölgesini bile ararken koskoca aylar boyunca ondan ayrı yaşamak... Nasıl başaracaktı bunu ? Gittiğinde onsuz kalmayı sindirebilecek miydi içine ? Evin her odasına onun varlığı sinmişti. Nereye gitse onun elinin değdiği belli olan nesneler. Ya Azade ? O dayanabilecek miydi, kendisi olmadan yaşama-ya ? - Seni seviyorum diyordu sık sık. Seni seviyorum Kaptan. Ama gidecekti işte. Belki de uzaktayken karşısına yaşıtın biri çıkacak, onunla beraber olacak, kendi anıları yavaş yavaş uzaklaşacaktı kızın belleğinden.


Bunları düşünürken kıza bakıyordu. Baktığının farkına varan kız başını çevirdi. Haldun’un gözlerinin içine baktı. - Ne düşündüğünü biliyorum Haldun ? - Ne düşünüyormuşum bakalım ? - Sonbaharda okula gitmem gerektiğini düşünüyorsun. Ürperdi o sıcak havada erkek. Bu kaçıncı oluyordu. Kız san- sanki ki aklından geçenleri okur gibiydi. Bir tuhaflık daha işte. - Evet canım gerçekten onu düşünüyordum. Ama nasıl anla-dın ? - Çünkü ben de aynı şeyi düşünüyordum Kaptan. - Bu düşünce beni çok rahatsız ediyor, bilmelisin Miço. - Ne yapabiliriz Haldun ? Bir dönem kaldı önümde. Bitirmez-sem çok yazık olur. - Burada, İstanbul’da bitir. - Nasıl olacak ? - Yatay geçiş yaparsın. Burada bitirirsin. Bu fikir aklına o anda şimşek hızıyla gelmişti. Evet, neden olmasın. İstanbul’da giderdi okula. Böylelikle ayrı kalmamış olurlardı. Çok güzeldi bu düşünce. Miço’su hep yanında olurdu. - Olabilir mi dersin ? - Neden olmasın canım ?


- Ama İstanbul’da iş bulmam gerekecek. - Ne işi Allahaşkına ? - Çalışmam gerek benim. - Neye ihtiyacın var ? Ben hepsini karşılamaya hazırım. - Bu olmaz Haldun. Buna razı olamam. - Allahallahhhhh. Neden razı olmuyormuşsun ? Bizim birbiri-mizden ayrımız mı kaldı canım ? - Ben yapamam. - Tamam, ille çalışmak istiyorsan ben sana çeviri işi bulurum. Tamam mı ? Konuyu kapatalım mı artık ? - O zaman olabilir işte. Ama nereden bulacaksın çeviri işini? - Ben bulacağım. Çevrem geniş. Mutlaka bulurum ama senin artık okulun bitene kadar dışarda çalışmanı istemiyorum. - Master yapacağım Haldun hatta doktora da. Bunlar masraf isteyecek. - Allaha şükür bunları karşılayacak güce sahibim. Ve senin böyle ilerlemen beni yalnızca sevindirir. Sen oku bebeğim, ben yanındayım. Ne kadar istersen oku. Azade içinden gülümsüyordu. Haldun onu beş parasız bir öğrenci olarak biliyordu. Oysa imkanı genişti Azade’nin.


En En azından bundan sonra genişleyecekti. Okulu neredeyse hep çalışarak okumuştu. Şimdiyse bankadaki parası oldukça iyi bir rakama ulaşmış onu senelerce idare edecek duruma getirmişti. Haldun bunu öğrendiğinde nasıl düşünecekti aca-ba ? Sevgiyle anımsadı. Chatte konuşurlarken bir gece Haldun maddi yardım teklif etmişti. Reddetmişti tabi. Haldun’dan o dönemde bir şey kabul etmesi imkansızdı. Ama için için sevinmişti bu teklife. Demek ki erkek yardımseverdi de aynı zamanda. Hiç tanımadığı ve belki de hiç tanıyamayacağı bir öğrenciye yardım etmek istemesi çok güzel bir şeydi. - Biliyor musun Kaptan ? Dikkatini yola vermiş olan Haldun sordu, - Neyi ? - Seni çok sevdiğimi. - Onu biliyorum sevdiceğim çok iyi biliyorum. - Sevgi sözü etmeyeceğiz dedik ama... Durmadan söylemek istiyorum bunu. Omuzları dikleşiyordu Haldun’un oturduğu yerde. İçine daha önce hissetmediği kadar büyük bir huzur doluyordu. Sanki bir nehiri engelleyen kapaklar açılmışcasına sevgi taşıyordu içinden, aşk taşıyordu. Macerası belliydi artık. Bu kız... Yanında sessizce oturarak etrafı seyreden bu kız yaratmıştı bu huzuru. Asıl sen, bana yaptıklarını yarattığın mucizeyi biliyor musun diye düşündü. Sen bana yaptıklarını, beni


yenilediğini, hayata döndürdüğünü biliyor musun kız ? Yeniden umut ekmeyi öğrettin bana, sevmekle coşku verdin. Güvenmekle huzur... Kız döndü tekrar baktı Haldun’a. - Anladım Kaptan, dedi. Farkındayım. Haldun bu kez kızın onun içinden geçenleri bilmesine şaşır-madı... Uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra akşamı Alanya’-da geçirmeye karar verdiler. Yorgunluktan yemek yiyecek halleri olmadığı halde kalacakları otelde birer banyo alıp dı-şarı çıkmışlar, bir yerde oturup yemek yemeye çalışmışlardı. Erkenden dönmüşlerdi otele. Odaya girdikleri zaman kız sa-dece iyi geceler deyip kendini yatağa atmıştı ama Haldun uyuyamamıştı bir süre. İlk kez kızla aynı odada yatıyorlardı. Haldun Haldun düşünüyordu. Gece kabusu geldiğinde kız korkacaktı. Uyumadan geceyi geçirse, ertesi gün önündeki yola dayana-mayacaktı. Ne yapabilirim diye düşünürken aklına geldi. Balkonda sezlongta uyuyabilirdi. O zaman kız Haldun’un yaşadığı kabusu anlamazdı bile. Ama istiyordu ki kızı uyur-ken izleyebilsin. Kızın karşısındaki yatağa uzandı. Biraz seyredecek sonra balkona çıkacaktı. Ama yorgunluk galip geldi ve Haldun orada kızı seyrederken daldı gitti uykuya... Köpekler vardı her yanında saldıran. Palaskalı, coplu iki ayaklı köpekler. Saldırıyorlardı Haldun’a. Haldun çaresiz onlarla savaşıyor, karşı koymaya çalışıyordu. Ama çoktular, sayılamayacak kadar çok. Eline sopa gibi bir şey alıyor, sa-vuruyordu köpeklere. Sopanın değdiği köpek önce bir duman tabakasına


dönüşüyor sonra o dumanın içinden iki köpek halinde çıkıyordu. Kaçacak bir yer yoktu. - Allahsızlar diye bağırıyordu Haldun, alçaklar, teker teker gelsenize... Başını serin bir el okşuyordu şimdi. Birisi alnını okşuyordu, omuzlarına dokunuyordu. Saçları, alnı tere batmıştı. O el al-nında dolaştıkça sakinleşiyor, duruluyordu. Fısıltı halinde bir ses vardı kulaklarında. - Canım, diyordu, canım. Uyan. Bak neredesin. Geçti artık, bitti. Herşey düzeldi şimdi. Bak ben yanındayım. Terini siliyordu o eller. Yanaklarından, alnından öpüyordu. Sarılıyordu biri ama kim ? Onun yanında kimse yoktu ki. Bir kendisi bir de köpekler vardı. Ama köpekler gitmişti. Şimdi sadece serin bir hava vardı yüzünü, bedenini okşayan ve bir de saçlarını okşayan eller. Gözlerini açtı. Azade ağlaya-rak kendisine sarılmış bir durumda onu avutmaya çalışıyordu. Bir anda kendine geldi tam olarak. Neler yaşatmıştı Azade’ye? - Özür dilerim aşkım, dedi. Bitti, uyandım artık. Azade duymuyordu sanki onu. Durmadan avutucu sözler söylüyor, ona bir çocuğa sarılır gibi sarılmış, sanki içine düştüğü kuyudan çıkarmak ister gibi kuvvetle kendine çeki-yordu. - Canım uyandım artık bak.


Azade ona bakınca yüreği sızladı yine. O kadar yakındı ki bu sevgili yüz. Elinde olmadan onu kendine çekti ve öpmeye başladı. Sevgiyle, şefkatle öpüyordu. Hiç tatmadığı bir şey olan öpüşmek eylemi kendiliğinden oluşuyordu. İçine sonsuz bir zevk ve huzur veren bir şeydi bu. Erkeğin dudakları sanki susamış da bir şey içiyormuşcasına onu içiyordu. Güzel bir şeydi öpüşmek ama Azade kasılmaya başlamıştı. Elinde ol-madan bütün vücudu kaskatı kesilmişti. Kendini çekmeye çalıştı. Haldun önce farkına varmadı bunun ama sonra o da bıraktı kızı. İkisi de aralarında oluşan bu yeni durumdan şaş-kın. Kız erkeğe bakmaya utanıyor, erkekse kıza değişik bir şekilde bakıyordu şimdi. - Seni istiyorum Azade, dedi erkek. Hem de şimdi. Kız ona bakabildi sonunda. - İstemek buysa ben de istiyorum, dedi. Ama yapamam. - Neden canım ? - Yapamam ne olur ısrar etme - Ama bir gün bu olacak, bunu biliyorsun değil mi ? - Evet, ama bana zaman tanı ne olur. Şu anda bunu kaldıra-mam. - İstediğin buysa peki canım korkma. Seni istemediğin bir şeye zorlayacak değilim. Ben sabredebilirim. Üstelik o mutluluğu yaşayacağım zaman senin de benimle aynı zevki paylaşmanı istiyorum. Korkma. Çok güzel olacak. İkimizde o zaman daha fazla bütünleşmiş olacağız.


- İnanıyorum Haldun. Ama zamana ihtiyacım var. - Tamam bir tanem. Seni incitmedim değil mi ? - Seni ben öptüm önce. Nasıl incitebilirsin ? - Seni öyle çok seviyorum ki. - Uyu hadi canım. Ben buradayım. - İkimiz de uyuyalım. Yarın işimiz çok. - Ne işi ? - Eee ev uzun zamandır kapalı kaldı. En son iki yıl önce git-miştim. Kimbilir ne haldedir ? Temizlemeden geceyi geçire-meyiz orada. - Yaa demek tozlu ve pis ? -- Herhalde öyledir. Örümcekler sarkmıştır her yanından.İlaç-lamalıyız da. - İlaç alalım eve gitmeden. - Ben bugün fabrikadan dönerken herşeyi aldım, üzülme. - Ama bu durumda bu gece evde yatamayız. - Ne yapalım ? Biz de bahçede yatarız. Ama şimdi uyuyalım artık e mi canım ? - Tamam Kaptan. İkisi de uyuyamayacaklarını düşünerek gözlerini kapadılar. Ama bu kez aynı yatakta ve birbirilerine sarılmış halde. Uyu-maları uzun sürmedi... Sabah güneşi


üstlerine doğmadan yo-la çıktılar. Artık manzara değişmişti. Her taraf yemyeşildi. Sık sık ormanlardan geçiyorlardı. Dağlar vadileri izliyordu. Nehirler, dereler, tarlaların arasından veya kenarlarından ge-çen kanallar ikisi için de durup seyredecekleri yeni bir man-zara oluşturuyordu. Hele Azade büsbütün yabancısı olduğu bu yerler hakkında Haldun’a sorular sorup duruyor, gördüğü her yabancı şey için arabayı durdurtup inip bakmak istiyordu. Ama Haldun ona, Daha ilerde çok daha farklı ve ilginç yerler olduğunu, şimdi dururlarsa ilerde duramayacaklarını söyleyerek vakit kaybet-memek için yola devam ediyordu. Toroslar bütün heybetiyle karşılarında gözüküyordu artık. Azade ara sıra başını camdan çıkartarak o güzel sabah havasını içine çekiyor canlandığını, bütün sabah mahmurluğunun yok olduğunu söylüyordu.Hava soğuk denecek kadar serindi. Haldun yanında oturan kıza baktığında onun kollarıyla kendisini sarmasından üşüdüğünü ve ürperdiğini anladı. Serinlik kendisini de üşütmüştü. Arabayı durdurup bagajdan kendi hırkasını aldı ve onu kızın omuzlarına sardı. Sıcacık kasmir hırka Azade’yi birden ısıt-mıştı. - Camları kapatıyorum canım. Dağ havası soğuk sonra ikimiz de hasta olacağız. - Haldun. - Efendim canım. - Ben acıktım.


Gülmeye

Gülmeye başladı Haldun. Bazen Azade’yi yanında çok olgun bir kadın gibi görüyor bazen de işte şimdi olduğu gibi bir kız çocuğu olarak. Acıkması susaması, yolda gördüğü herhan-gi ilgi çekici bir şeyi daha iyi incelemek için Haldun’dan durmasını istemesi. İnsanın hayatını renklendiren olgulardı bunlar. Bazen en olmadık yerde Azade’nin bir davranışı ara-larındaki durgun havayı bir anda değiştiriyor Haldun’un kalbine umut ve neşe dolmasına sebep oluyordu. - Peki küçük hanım. Sana kahvaltı bulalım şimdi. Yarım saat kadar sabredebilir misin ? - Zor ama neyse sabretmeye çalışırım. - Bu sabah sana yörük yemekleri yedireceğim. Ama oraya daha biraz var. - Haldun. Yol kenarında var ya Yörük sofrası filan diyor. - Sen onlara bakma. Biraz ilerde benim çok eski bir ahbap var.Onun Yörük sofrası çok meşhur ve gerçekten çok güzeldir. Hele bekle biraz daha. - Tamam. Çam ormanlarıyla bezeli dağları asıyorlardı. Sonra iniş baş-ladı. Haldun kıvrımlarda dikkatle sürdürdüğü arabayı bir su kenarında durdurdu. Bir dere oldukça hızlı akıyordu. Karşı tarafa taşlarla geçilen bir yer vardı.


- Gel canım. - Ne yapacağız Haldun ? - Dereye ayaklarımızı sokacağız. Gülüyordu erkek. - Sabah sabah soğuk su ya. - Gel dedim bir tanem, taşlara basarak geçeceğiz karşıya.Sa-na yörük yemeği dedim ya işte az ilerde. O zaman ilerdeki çardakları farketti Azade. Dere burada bir kola daha ayrılmıştı. Ama derenin iki tarafını birbirine bağla-yan köprü gibi çardaklar yapılmıştı.. Çardağın altında rahat minderlere oturarak hem bir şeyler yemek, hem de aşağıdan akan suyu ve manzarayı keyifle seyretmek mümkün oluyordu. Akan suyun çağıltısını dinlemek de ayrı bir zevkti. Azade’nin şaşkınlığını izlemek Haldun’a çok keyifli geldi. - Ee küçük hanım burayı beğendiniz mi ? - Çok, çok güzel Haldun. Harika. Çok sevimli. Bayıldım. İlerde elli yaşlarında karayağız, uzun boylu, kaya duruşlu bir adam geliyordu. - Ooo Haldun beyefendi oğlum. Hoşgeldin yaa. - Hoş bulduk Cabbar emmi nasılsın ?


- Eyiyim oğulcan eyiyim çok şükür. Hoşlar getirmişsin, sefa-lar getirmişsiniz. Hanım kızım sen de hoş gelmişsin. Sarılmıştı iki erkek birbirine. Dostlukla. Adam ilerde hamur açan canlı görünüşlü bir kadına sesleniyordu şimdi. - Sahende goş gel bi bak kim geldi ? Kadın başını kaldırıp Haldun’u görünce bir sevinç çığlığı attı. - Vayyy benim Haldun oğlum gelmiş. Hoş gelmişsin ayoğlum. Hoşlar getirmişsin. Gel buyur otur yanıma bağam. Haldun’u çekip ilerde derenin üstünde duran diğerlerinden daha büyükçe çardağa götürdüler. Belliydi ki burası onların geceleri de kaldığı yerdi. Bir kenarda yatak, yorgan katlı duruyordu. Diğer tarafta minderler. Haldun sıkı sıkı tutmuş-tu Azade’nin elinden. Azade sessiz. Etrafını inceliyor. Gördü-ğü her obje ilgisini çekiyordu. Bunlar daha önce belgeseller-de gördüğü şeylerdi. Ama o kadar sade ve o kadar güzeldi ki. Doğallık hakimdi herşeye. Sadece yaşamı sürdürmeye yetecek şeyler vardı burada. Fazladan hiç bir şey yer almıyor-du bu yaşamın içinde. İşte şurada iki kişiye yetecek yatak ve yorgan şurada gelen dostların oturması için yer minderleri ve ikram edilecek şeylerin konulması için genişçe bir hamur tahtası. Hepsi o kadar... Kendileriyse şehirlerde kasabalarda evleri tıka basa eşya dolduruyorlardı. Eşyalar insanlara hük-meder hale


geliyordu artık. Daha lüks mobilyalar, gereksiz bir yığın birikinti. Şimdi Azade görüyordu kibu tür şeyler olmadan, insan daha doğal bir hayat sürdürebiliyordu ve bu yine mutlu bir hayat oluyordu. Yüzlerinde sağlık fışkırıyordu bu insanların. Karayağız güzel yüzlü insanlardı. Neşeliydiler. - Eee Haldun beyoğlum. Anlat bağalım. Seherde neler var ne yoh ? -

- Ne olsun Cabbar dayı. Geçinip gidiyoruz işte. Her bir şey yolunda. Çalışıp duruyoruz. - Şimdi yolculuk nereye ? - Saklıköy’e. - Ora meşhur oldu biliyon mu ? - Anlamadım nasıl meşhur oldu ? - Senin resimlerin vardı ya ? Oraları boyamışsın. Belediye binasındaki resimleri görenler oraya gidiyolar. - Benim eve mi ? - Yoh ya o gadar değil. Göye gidiyolar. Evi bilmiyolar ki.


- Eh o zaman iyi. Bir de orada baskına uğramak istemem. Kafamızı dinlemeye gidiyoruz. - Sorması ayıp olmasın amma bu hanımgız kim ? Haldun Azade’ye bakarak gülümsedi. Azade utangaç bir şe-kilde dereye bakıyordu. Elini kızın elinin üstüne koydu erkek. Gururla, sevgiyle. - Bu hanım kız, benim sevdiceğimdir Cabbar ağa, dedi. Be-nim kadınımdır. - Yaaa çok sevindim ben Haldun beyoğlum. Nicedir Sahende ablanla begliyoduk bunu. Gaç yazdır gelip gidersin bize hep yalnızsın. Hanım gız nereli ? - İstanbullu Cabbar ağa. - Hıı. Gayrı İstanbul’da hanım gız galmadı dedilerdi ya var-mış ellellem. Çok terbiyeli bi gıza benziyor. - Öyledir ya ağam. - Yörühleri bilir misin hanım gızım ? - Pek bilmem. - Bilmezsin ya. Şimdi sefil olduk gayrı. Zamanında Osmanlıyı guran bizim dedelerimizdi. Şandık şereftik topluca. Gayrı kalmadı bunlar. Gençlerimiz yörühlüğü horluyo. Şeher hayatı istiyolar gayrı. Eee haklılar da ama neylersin. Böyle alışmışız biz. - Yaylaya çıkanlar var mı daha Cabbar dayı ?


- Var ya. Yayla olmasa biz burda ne satacaz ? Peynirimizdi, sütümüzdü, ayranımızdı,yogurdumuzdu dergen yaylaya mec-buruz nerden bahsan. Şimdi size ne getirelim de yiyip begenesiniz Haldun beyoğlum ? Ne istersiniz ? - Yüzük çorban var mı emmi ? - Olmaz mı hiç ? - O zaman çorbayla başlayalım önce ama az olsun. Sonra ardından varsa dürüm yiyelim senin o güzel peynirlerinle ha yanında da ayran tabi. - Hemen geliyo. - Gız Sahende ! Ordan bi halke ayran getir hele. Susuzlukları geçsin gıymatlı misafirlerimizin. Kalktı Cabbar ağa. Uzun boyuyla başı nerdeyse çardağın te-pesine değecek gibiydi. Çardaktan çıkıp yemeği hazırlamaya koyulmuş karısının yanına gitti. - Suna boylum ne zamana hazır olur bakem bunlar - Şimdi gelir ağam. - Tamam. Mahcup etme beni şeherli beye, gelinimize hem de. - Hiç olur mu ağam. Haldun beyoğlum bizden gayrı. Misa-fir mi olurmuş ? Şimdi geliyor.


Bakır bir siniye koydu iki çinko tabağın içindeki çorbayı. Yanına sıcak yufka ekmeği. Kaptı götürdü Haldun’un önüne. - Buyur ye bakalım oğlum, gelin gızım. Begeneceg misiniz? Azade gelinkız hitabını duyunca pembeleşti utancından.Ama çok da hoşuna gitmişti. İstanbul’da Haldun’un kendisini ta-nıştırdığı dostları da nazik davranmışlardı kendisine ama ba-zen kadınlar kızı yalnız kıstırdıklarında, nikah olmadı galiba, hiç duymadık da diyerek onu üzüyorlardı. Kırılıyordu o za-man Azade. Modern görünüşlü insanların böyle basitçe dav-ranması tuhafına gidiyordu. Ama bu karı koca... Tüm cahilliklerine rağmen onu kırmadan hem de onurlayarak gönlünü almışlardı birden. Nikahı sormak akıllarına bile gelmemişti. Sevgi önemliydi has Yörüklerde. Onların çoğu Hacı Bektaş Veli’nin dergahındandı. İnsan sev-gisi, can sevgisi, kişiliğe saygı önemliydi. Gerçek yörükler kadınla erkeği birbirine tamamlayan iki can sayarlardı. Yörük ozan dedin miydi Karacaoğlan gelirdi akla ilk önce. Onun türküleri gelirdi. Bir de merhametli, sevgi dolu yürekler ge-

lirdi. Dağlardaki Tahtacı yörükler de öyleydi. Onlar da güler yüzlü, misafirperver. Ama dağ hayatı yaşadıklarından mıdır nedir daha sert, daha dimdik...


Gelen yemekleri iştahla yiyiyorlardı ikisi de. Aşağıda karısı-nın yanına oturmuş saz çalan Cabbar ağa yemek yerlerken onları yalnız bırakmak inceliğini göstermişti. İndim guyu dibine havar gardaşım, Bagdım suyun rengine canım gardaşım. Analar gız beslemiş havar gardaşım, Vermiyor sevdiğine canım gardaşım. Haldun kıza baktı. Yemek yemeyi bırakmış dinliyordu Azade. Başını biraz yana eğmiş, elinde lokması öylece kalakalmıştı. Cabbar ağa birini bitirip ötekine başlıyordu. Ögsüzüme gülmeyin zoruma gider, Derdim çog, dermanım yog gardaşım. Guzum ögsüz galdı özüm yitigde, Garşıma geçip de gülmen gardaşım. Toroslar ağlıyor benim halima Yitiglig zor bu gidiyor zoruma Ögsüzümü su başında basıb da Yangınıma siz gülmeyin gardaşım. Azade’nin gözleri dolmuştu. Adam öyle yanık öyle içten söylüyordu ki. Lokma elinden düştü. Ellerini kapadı yüzüne. Ağlıyordu. - Nen var canım. Ne oldu. Neden ağlıyorsun ?


Konuşamıyordu Azade. Şimdi hıçkırıklarla sarsılıyordu. Sa-dece başını gömdü Haldun’un göğsüne. Siner gibi, sığınır gibi. Aklına gelen şeyler, nicedir unuttuğu, unutmaya çalıştığı şeyler bu türkülerin hüznünde, isyanında dışa vurmuştu. Hal-dun soru sormayı kesti. Küçük bir çocuğu avutur gibi ona sarıldı, sırtını sıvazlayarak, saçlarını, alnını öperek onun hıçkırıklarının geçmesini bekledi. Biraz sonra açıldı biraz kız. Başını kaldırdı. Haldun’un yüzüne baktı. O gözlerde acıma yoktu. Bu hoşuna gitti. Zayıflık göstermişti. Eğer Haldun ona acıyarak baksaydı çok fena olacaktı. Ama erkek ona bir şey bekler gibi, merak eder gibi bakıyordu o kadar. - Geçti Haldun. Özür dilerim. Seni de üzdüm. - Geçti mi gerçekten ? Haldun’un sorusu aslında çok daha başka bir şeyi örtüyordu. Neden ağladığını merak ediyordu. Ne vardı bu kızın kafasında, yüreğinde ? Birini mi sevmişti acaba. Ayrılmak ya da bırak-mak zorunda kaldığı bir erkek? Olabilir miydi bu? Ama yoo. Öyle bir şey olsaydı mutlaka söylerdi Azade ona. Bu kadar dürüst bu kadar ciddi bir kız mutlaka ona açıklamak isterdi böyle bir şeyi. Olabilirdi elbette kendisinden önce sevebildiği başka bir erkek. Bunu düşündüğü anda yüreği kıskançlıkla buruldu. Kimdi o ? Azade’nin kalbini çalan. Onun belki de şimdi ağlamasına sebep olan kişi, neredeydi. Ne yapmıştı bu kıza da onun yüreğindeki yaşama sevincini, gençliğinin neşesini çalmıştı ? Öyle ya neşe. Azade


hakkında düşündüğün-de diline bir çok tanımlama geliyordu Haldun’un. Çekici, duygusal, gerçekçi, romantik. Ama neşe yoktu. Sadece gü-lümseme. O kadar. - Neyi düşündün canım ? Bu kadar ağlamana sebep neydi? - Bilmiyorum Haldun. Galiba çok hüzünlü olmasıydı. Bu türküler insanın içini acıtıyor. - Bunlar barak, bozlak türü türküler. Türkü söyleme demezler burada. Türkü çığırma derler. Ama ne güzel okuyor değil mi ? - Bak ! İşte bunlar halk. Bizim halkımız. Şurada ne sade bir hayat sürüyorlar ve ne kadar sakin, mutlu görünüyorlar. - Az önce ben de onu düşünmüştüm Haldun. Keşke herkes bu kadar az şeyle bu kadar mutlu olabilse. - Biz mutluyuz ama değil mi ? - Evet, seninle her yerde her zaman mutluyum ben. - Ben de öyle bir tanem, ben de öyle. Cabbar emmi gelmişti şimdi. Bu şehirli kızın neden ağladığını merak etmişti ama sormayacaktı. Erkekle kızın birbirilerine bakışlarından sarılmalarından anlamıştı ki, onların aralarında kötü bir şey yok. Ferahlamıştı. Haldun’u çok severdi. Yıllar önce Haldun yazları buraya ilk gelmeye başladığı yıllarda tanışmışlardı. O Saklıköy’e giderken buraya uğramadan geçip


geçip gitmez, ille uğrayıp bir dürüm yiyecek bir ayran içe-cekti. Sanki burası onun Saklıköy uğuru olmuştu. Bir uğrayışında Suna boylu Cemosu hastaydı, sancıdan kıv-ranıyordu. Cabbar emmi de onun başında çaresizlik içinde kalakalmıştı. Haber göndermişlerdi arabayı bekliyorlardı. Ama haber ne zaman ulaşır, araba ne zaman gelir bilmiyor-lardı ki. Haldun durumu görünce Cemo’yu kapıp arabasına koymuş, bir buçuk saat ötedeki şehir hastanesine yetiştirmişti. O gün oraya uğramasaydı belki de ölecekti Cemo. Hastanede önce ilgilenmemişler, bir sedyeye yatırıp kenara çekmişlerdi. Cemo kıvranıyordu, ölüyorum diye feryat ediyordu. Haldun biraz beklemiş gelen giden olmadığını görünce doğruca baş-hekimin odasına çıkıp konuşmuştu. Ardından hastabakıcılar telaşla koşuşturup Cemo’sunu doktorun odasına almışlar. Hemen yapılan muayene sonunda apandist olduğuna ve aci-len ameliyat olmasına karar verilmişti. Kadını ameliyat edil-mişti hemen. Son anda kurtulmuştu Cemo. Doktorlar diyorlar ki. Ameliyata aldığımızda apandist patlamış. Gecikilseymiş ölecekmiş. O zaman Haldun’un ellerine sarılmış öpmek iste-mişti. Haldun Cabbar emmiye sarılmıştı o zaman. Avutmuştu. İşte o günden beri Haldun onlara bir yabancı değil gerçek bir evlat olmuştu. İstanbul’a yolu düştüğünde mutlaka Haldun’u arardı. O da hemen onu gelip terminalden alır evine götürürdü. Bazen evde misafirleri olurdu Haldun’un. Hiç sakınmazdı ama. Onlara Cabbar emmisini tanıştırır, sohbete katardı. Öyle zamanlarda saz çalar, bozlak türküleri söylerler, yarenlik ederlerdi.


Haldun’un bu misafirperverliği, içtenliği Cabbar ağayı öyle memnun ederdi ki. Artık İstanbul’a gide-ceğinde ben Haldun beyoğluma gidiyorum diye bahsederdi. Hiç yakınmazdı Haldun. Sanki babası gelmiş gibi hoşlukla karşılardı onu. Otele bırakmaz, İstanbul’da ne işi varsa bera-ber gezer hallederlerdi. Böyle insanlık kimde görülmüştü ki. Adamoğluydu Haldun bey. İnsandı. Konuştular uzun uzun. Eskilerden bahsettiler. Güldüler. Daha türkü çığırdılar. Ama Cabbar emmi artık hüzünlü türkü söylemedi. Neşeli, umut dolu, aşkın mutluluğa vardığı türkülerle geçti zaman. Bir Cabbar emmi söylüyordu, bir Haldun. Sesi çok güzeldi onun da. Üstelik türküleri yerel rengiyle söylüyordu. Turistler geliyordu oraya. Yerli, yabancı turistler. İkisini hayranlıkla dinliyorlardı. Haldun sırtını çardağın kenarına vermiş, yanında, göğsünde Azade’sine sarılmış da yüreğinden kopan bir istekle bu Yörük erkeğine türkülerde eşlik ediyordu şimdi. İçi rahat, her bir şeyin yolunda olduğunu fısıldayan yüreğiyle mutluydu... - Hadi canım. Uyan artık, geldik. Azade zorlukla gözlerini açtı. İki saattir bozuk dağ yollarında sarsılmaktan içi dışına çıkmıştı ve yarı baygın bir halde uyu-yakalmıştı sonunda. Bir evi önünde durmuştu Haldun. Tek katlı, eski görünüşlü bir köy evi. Duvarların bazı yerlerinde sıvalar dökülmüş, sarmaşıklarla çevrelenmiş bir ev. Evin tam ortasında iki kanatlı çok geniş bir kapı ve ev cephesi boyunca dar ama uzun ve tahta kepenkli bir çok pencere vardı. Kepenkler


çivit mavisi. Ev ise beyaz. Gerçi bir süredir rengi biraz kreme dönmüştü ama ço sevimli bir görünüşü vardı. Evin sağ tarafında on metre kadar uzağında bir kuyu. Boynunu büküp kaderlerine razı bir halde birilerinin gelip kendilerinin hayata döndürülmesini bekleyen çiçekler. Sardunyalar, hanımelleri. Az ilerde iki eski ve sağlam gövdeli zeytin ağacı aralarına bağlı çürümeye yüz tutmuş bir hamağı ayakta tutmaya çalışıyorlardı. Evin arka tarafı yirmi metre kadar ilerde el değmemiş görünüşlü bir ormana bakıyordu. Civarda başka ev yoktu hiç. Haldun eşyaları indirmeye başlamıştı bile. Gidip kapının as-ma kilidini açtı. Gıcırtıyla açılan kapıdan girip, pencerelerin tahta kepenklerini açmaya koyuldu. Azade’ye sesleniyordu şimdi. - Uykucu gelsene içeri. Azade yavaşça eve girdi. Evin içinde hiç bölme yoktu. Bütün ev sadece dört duvardan ibaretti. Sadece arka tarafta bir kapı banyo ve tuvalete açılıyordu. Burası hem stüdyo, hem yatak odası ve salon aynı zamanda mutfak görevi gören koskoca bir ye bir yerdi. Stüdyo olarak kullanılan tarafta, yarım kalmış ve-ya bitmiş de son rötuşlarını bekleyen resimler, mermer blok-ları, aletler ve kocaman üstü boya lekeleriyle dolu bir masa vardı. Kapının tam karşısına gelen duvarda koskoca bir köy ocağı ve ocağın iki yanında karşılıklı duran derin ve rahat kanapeler duruyordu. Tuvalete ve banyoya açılan kapının biraz ilerisinde de yüksek bir tezgahla evin diğer tarafından


ayrılmaya çalışılmış bir mutfak ve pencerelerin olduğu kısım-da da elle çakıldığı belli olan tahta bir yatak ve üstünde silte hemen göze çarpıyordu. Kitaplarsa evin her yerine dağılmıştı. Kendisini kanapelerden birine atar gibi bıraktı Azade. Ölesiye yorgun hissediyordu kendisini. Temiz hava çarpmıştı besbelli. - Kulaklarım uğulduyor, diye mırıldandı. - Ne dedin canım ? Haldun o sırada eşyaları yerleştirmeye çalışıyordu. - Kulaklarım uğulduyor dedim. - Nasıl yani ? - Ne bileyim. Dalga sesi gibi, gidip gelen bir uğultu var kulaklarımda. Haldun yiyecekleri masaya bıraktı. Kızın yanına geldi. - Yani, deniz dalgası gibi mi ? - Evet, gülme Haldun, lütfen gülme. Gülüyordu gerçekten. - Özür dilerim bir tanem ama demek görmedin. Gelir misin benimle biraz, kalk hadi. - Çok kötüyüm diyorum sana. Rahat bırak beni. - Gel hadiii. Bak ne göstereceğim sana.


Azade’yi uzanırcasına oturduğu kanapeden zorla çekip kaldırdı. Dışarı kapının önüne çıkardı. Ev, bir kumsalın otuz metre kadar gerisinde ve biraz yüksekçe bir yerdeydi. Karşısında gördüğü manzara rüya gibi geldi Azade’ye. Kumsal, pırıl pırıl parlayan deniz. Başlarını rüzgardan korumak istermişcesine eğmiş gibi duran zeytin ve keçiboynuzu ağaçları süslüyordu etrafı. Kulaklarında uğultu sandığı ses aslında denizin sesiydi. Denizden esmeye başlayan rüzgar Azade’nin bedenini sardıkça başındaki başındaki ağırlık gidiyor, ruhu hafiflemeye başlıyordu. - Haldun çok güzel, bu harika. Sen bana evin denize yakın olduğunu söylememiştin. Başını çevirerek erkeğe baktı. Kendisine bakan gözlerde huzur ve sevinç vardı. Yüzüne bakıyor-du kızın. O yüzde beliren şaşkınlığı, sevinci, hayranlığı takip ediyordu. Azade’nin burada, kendisiyle beraber oluşundan duyduğu mutluluk belliydi yüzünden. - Gördün mü güzelim, kulaklarındaki uğultu nedenmiş ? - Nereden bilebilirdim bunu ? - Haklısın. Ama anlattığım kadar varmış değil mi ? - Evet, çok güzel. Ama denizden bahsetmemiştin. - Sürpriz olsun istemiştim. Denize olan sevgini anlattığın zaman söyleyebilirdim ama böyle daha hoş geldi bana.


- Evet hem de çok güzel bir sürpriz oldu bu. - Şimdi iyi misin Miço ? - Evet, hem de çok iyiyim Kaptan. - O zaman hadi bakalım iş başına. Temizlenmek için bizi bekleyen koca bir ev var burada. - Doğru, hadi başlayalım. Ev neşe içinde, gülüp şakalaşarak süpürüldü. Kuyudan defa-larca çekilen kova kova suyla baştan aşağı yıkandı. Haldun’un tüm itirazları kulak arkası edilerek, evdeki bir çok eşya kapı dışına çıkarılarak dövüldü, temizlenip silkelendi havalandı-rıldı. Akşama doğru her şey yerli yerine oturmuştu. Köy ocağında, toprak bir güveçte mis gibi kokan türlü pişiyor, evin içi bu kokuyla uzun zamandan sonra hayata dönmüş gibi, sıcak ve içten bir huzurla soluk alıyordu. İki can günün büyük bir bölümünü çalışarak geçirmişler sonunda da elde ettikleri sonuç yorgunluklarına değmişti. Şimdi kapının önündeki, arkalıklı, tahta sırada yanyana oturuyorlar ve burada beraber olmaktan duydukları huzuru ta yüreklerinde yaşıyor-lardı. Haldun başını Azade’nin kucağına koyarak uzandı sıraya. - Çok kirlendik kız, diyordu. Banyo yapmalıyız ama bende kuyudan su çekip banyoya götürecek hal kalmadı. Ne yapacağız ?


Erkeğin karışmış saçlarını daha da fazla karıştırıyordu kız. - Biz de kuyunun başına gider, başımızdan aşağı suları boca ederiz. - Ama az sonra akşam olacak. Üşürüz, zaten sen nanemollasın. - Yaa nanemollayım demek ha. - Evet, sen çok nazlısın. Gülüyordu Haldun bunu söylerken ve kızın saçlarına uzanı-yordu şakadan çekmek için. Ama bir anda yerinden fırladı Azade. Bir kova su hazır duruyordu zaten. Kovayı kaptığı gibi henüz uzandığı yerden kalkmamış olan Haldun’un üstü-ne boşalttı. Yüzüne çarpan suyla canlanan Haldun Azade’yi kovalıyordu şimdi. - Seni yakalayıp kuyuya sarkıtacağım, diyordu. Gel buraya diyorum sana. Ama Azade çoktan kaçmıştı denize. Üstündekileri çıkartma-dan suya atlamış ve açıklara doğru yüzmeye başlamıştı. Haldun sesleniyordu ona. - Kıyıya dön, hava kararıyor, diye ama kız duymuyordu bile. Sonra Haldun da atladı suya. Hızlı kulaçlarla yüzmeye baş-ladı. Azade artık yüzmeyi bırakmış, suda sırtüstü yatıyordu. Haldun yanına geldiğinde gülerek ona baktı.


- Eee ıslanmak nasılmış beyefendi ? - Güzelmiş küçük hanım. Ama kıyıya dönmek vakti gelme-di mi hala, ne dersiniz ? - Dönelim efendim. Yanyana, sakince yüzerek kıyıya döndüler. Hava kararmaya yüz tutmuştu. Kuyunun başında birer kova su döktüler birbiri-lerinin üstüne sonra eve girdiler. Azade üstüne yapışmış ve bedenini tamamen belli eden giysilerinden kurtulmak için bavuldan kuru giysi alarak banyoya koştu hemen. Az sonra ikisi de ferahlamış bir halde yemeğe oturmuşlardı. Azade yaptığı yemeği iştahla yiyen erkeği keyifle izliyordu. Kendisi biraz yedikten sonra arkasına yaslanmış ve bir sigara yakmıştı. Haldun kızıyordu sigarayı bu kadar çok içmesine. - Kendini tüketiyorsun, sigaranın gençlere zararı çok, diyordu. KızsaKızsa gayet sakin karşılıyordu onun bu sözlerini. İtiraz da etmiyordu ama kabul etmediği de açıktı. Çünkü içtiği sigara adedinde hiç bir azalma olmuyordu. Haldun’u üzen şey aslın-da Azade gibi kişilik sahibi genç bir insanın böyle kötü bir alışkınlığa tutsak olmasıydı. Kendisi de içerdi ara sıra ama ihtiyaç haline dönüşmemişti bu. Şimdi yine sigara içmeye başlamıştı kız işte. - Canım, neden içiyorsun şu mereti ? - Seviyorum Kaptan.


- Anladık, seviyorsun. Ama çok gençsin daha. Sana öyle çok zararı var ki. - Ne zararı ya ? - Cildine, saçlarına. İştahını da kesiyor işte. Kaç zamandır beraberiz. Hiç doğru dürüst yemek yediğini görmedim. Sonra kadınlarda kısırlaştırıcı etkisi olduğu da söyleniyor bilim adamlarınca. - Yaa ? - Evet, yazık değil mi sana ? - Oysa ben en az dört çocuk istiyordum. Görüyor musun olanları şimdi. - Dalga geçme Azade, ben çok ciddiyim. - İyi ama Kaptan. Çocuk istediğimi kim söyledi sana ? - Bir gün isteyeceksin. - İstemiyorum, istemeyeceğim de. - Neden ama ? Kadınların çoğu çocuk ister. - Ben istemeyen azınlıktanım. - Sebebini söyler misin ? - Acı çekmeye ve çektirmeye aday varlıklar doğurarak, dünya nüfusuna olumsuz katkıda bulunmak istemiyorum, diyelim. Erkek kızın yüzüne bakakaldı bu sözleri duyunca. Hangi dü-şünce veya hangi deneyim bu kızı daha bu kadar genç


bir yaşta bu tür düşüncelere ve karamsarlığa itiyordu. Bunu bil-mek isterdi işte. Kız hakkında hemen hemen hiç bir şey bil-mediği geldi aklına birden. Sadece okuduğunu ve part time çalıştığını biliyordu. Ne ailesi ne de çevresi hakkında hiç bir şey söylememişti kendisine. Ne zaman ailesi ile ilgili bir şey sorsa sorsa ustalıkla konuyu başka tarafa yönlendiriyordu kız. Kaç gündür beraberlerdi. Ara sıra birileri kızı telefonla arıyor ama kız onlara isimleri veya nitelikleriyle hitap etmiyordu. Üstelik her kim arıyorsa onu, Azade gayet ciddi ve sizli bizli konuşuyordu. Telefon eden annesi, babası veya yakın akrabası yoksa bir yabancı mı belli değildi hiç. Sohbetleri sırasında da anlattıkları genel konulardı hep. Şimdiye kadar bunlardan yola çıkarak kız hakkında bir fikir edinebilmişti ama şimdi anlıyordu ki daha fazlasını bilmeli. Başka nasıl yardım edebi-lirdi kıza ? Kendi tecrübelerini aktarmalıydı. Kültürünü, biri-kimini, hayat görüşünü. Onun kişiliğini geliştirmesine yardım-cı olmak, fikirlerinin olgunlaştığını, topluma bir şeyler verebi-lecek duruma geldiğini görmek istiyordu. Eğer kızın bir aile-si varsa onları tanımak istiyordu. Onun yetiştiği çevreyi, onu etkileyen insanları tanımak iyi olurdu. Kız kendisine chatte başka arkadaşları olduğunu da söylemişti bir ço kez. Kendisiyle yazışırken bazen onlarla da yazışıyordu. Kimbilir nelerden bahsederlerdi yazışırken. Belki onlardan biri veya bir kaçı da bu kıza duygusal bir şeyler hissetmişlerdi. Ama emindi ki kız karşılık vermiyordu. Kendisiyle yazışırken onca güzel


söze bir kez bile aynıyla karşılık vermemişti.Kim-senin kendisini sevmesini istemiyor gibi bir hali vardı. Son zamanlarda bir gevşeme ve yumuşama sezmişti kızda yazışır-ken ama o zaman da araya işte o uzun ayrılık girmişti. Kızı kıskanmak gibi bir düşüncesi yoktu zaten. O inanırdı ki sevi-len ve seven bir insan kıskanılacak bir şeyi kasten yapmaz, yapmamalı. Kendisi bu kızı sevdiğini anladıktan sonra onu kıskanmak aklına bile gelmemişti. Çok beğendiği bir söz vardı Haldun’un. Çok uzun zaman önce bir yerde okumuştu. ( Birisini seversen serbest bırak. Gitsin. Geri dönerse senindir. Dönmezse zaten hiç bir zaman senin olmamış demektir. ) Bu düşünceyle hareket etmişti kadınlarıyla olan ilişkilerinde. Ama kız kıskanıyordu, belliydi. Yol boyunca uğradıkları mola yerlerinde kadınların Haldun’a bakışlarını içi içini yiye-rek izlemişti kız. Hiç sesini çıkarmamıştı ama belliydi yüzün-den canının sıkıldığı. Durgunlaşmış, içine kapanmıştı uzun saatler saatler boyunca. Haldun kızın bu halini değiştirmek için çok uğraşmış ama bir türlü neşelendirememişti. Ona kızamıyordu, anlıyordu onu. Ama kızın bilmediği bir şey vardı. Kendisi asla başka bir kadına dönüp bakmazdı biriyle beraberken. Zaten bütün ömrü boyunca gerçekten yalnız bir kadını iste-mişti kızdan önce ve onunla da beraber olmuştu. Rüya’yı hala unutamamıştı. Aradan uzun zaman geçmesine rağmen onu hala seviyordu. Onun gülüşünü


özlüyordu, sesi-ni, kokusunu, bedenini, bakışlarını. Mimiklerini, koluna sarı-lıp yüzüne bakmasını özlüyordu. Öylesine sevmişti ki kendi-sini, Rüya onun yüzüne bakarken aslında yüreğine bakıyor gibi gelirdi. Tüm dünyaya karşı koyacak gücü bulurdu kendi-sinde. Ailesinin bütün baskısına rağmen Rüya onunla beraber olmuştu. Karı koca gibi yaşıyorlar ve evlenecekleri günü bekliyorlardı. Aslında aralarına giren şey duygularının soğu-ması değil o mutluluğu kıskanan birileriydi. Ailesi durumu öğrendiği zaman Rüya’ya çok baskı yapmıştı. Öyle bir bas-kıydı ki bu, Rüya sonunda pes etmiş ve ailesinin yanına dön-müştü. Onu uzun zaman beklemişti Haldun. Bir gün dönecek diyordu kendi kendisine. Dönecek ve bıraktığımız yerden devam edeceğiz. Buna öyle inanmıştı ki uzun zaman evde onun yerleştirdiği düzeni devam ettirmiş ve geldiği zaman herşeyi bıraktığı gibi bulmalı diye düşünmüştü. Ama gelme-mişti Rüya. Bir süre sonra evlendiğini duymuştu ve ona tele-fon açmıştı uzun tereddütlerden sonra. Telefonda kendisiyle konuşan genç kadın sanki sevdiği kız değilmiş gibi gelmişti ona. Üzgün bir sesle konuşmuştu. Diretemediğini, dayanama-dığını söylemişti. Haldun’un kendisini affetmesini istiyordu artık ve unutmasını. Kendisi unutmayacaktı hiç. Ama Haldun unutmalıydı. Haldun bu sözleri duyunca buruk bir gülüşle, - Sen kendini yorma demişti. Ben çok şey yaşadım ve katlan-dım, buna da katlanırım. Aradan uzun zaman geçmişti. Ama Haldun’un yüreğinde bir yer vardı ki hala Rüya’ya aitti. Elinde değildi onu


unut-mak. Ama gerçekçi bir insandı. Bunu da yaşamın bir gereği olarak kabul etti ve uzun zamandır karamsarlıkla sürdürdüğü hayat hayatına ( en azından yavruları için ) devam etti. Şimdiyse bu kız vardı kalbinde. Onu da seviyordu. Rüya gibi değildi bu kız. Ona benzemiyordu, aksine çok farklı bir kişilikteydi. Munis değildi, çok dikbaşlıydı. Hiç bir zaman kendini açmı-yordu karşısındakine. Hep gizli, hatta karanlık bir yanı vardı işte. Haldun kararını vermişti artık. En kısa zamanda bu kı-zın iç dünyasına girecek ve onu değiştirecekti. Sevgisiyle yapacaktı bunu. Onun neşeli, her zaman güleryüzlü ve huzurlu olmasını istiyordu. Onun yaşındaki kızlar flört ediyorlar, ge-zip eğleniyorlardı. Buysa hep çalışma derdinde. Sevdiği erkekle beraber olmak bile ondaki, ciddiyeti ve hayata karamsar bakışını değiştirmemişti. Onu mutlu etmek istiyordu Haldun. Kahkahayla gülmesini, yaşamın komik ve güzel yanlarını keşfetmesini istiyordu. Şimdiye kadar onun kahkaha attığını hiç duymamıştı. Nereden nereye geldim düşüncelerimde dedi içinden. Azade’den yola çıktım, Rüya’yı düşündüm ve yine Azade’deyim. Bundan böyle bir görevi daha vardı artık, severek yapacağı. Kızı güldürmek, onun yaşının gereği gibi yaşamasını sağlamak. Bir gün kendisinden kopar giderse, geldiği gibi karamsar değil, hayata umutla bakan bir insan olarak gitmesini istiyordu. Ne bahasına olursa olsun bunu başaracaktı. Başarmak zorundaydı. - Senin heykelini yapıp şu ilerde, denizin içindeki kayanın üstüne dikmek istiyorum.


- Saçmalama Kaptan. - Saçmalamıyorum, şimdiye kadar hiç bir projem için bu kadar ciddi ve istekli olmamıştım. Heykelini yapmak için büyük bir istek var içimde. Kaç gündür gece, gündüz onu düşünüyorum. Gel bak ! Sana ne göstereceğim. - Ne ? - Gel, şimdi anlayacaksın. Onu çekip stüdyo tarafındaki masaya yaklaştırdı. Büyük bir dosyadan bir çok kağıt çıkararak masaya yaydı. Bu kağıtlarda Azade çeşitli pozlarda çizilmişti. Hayretle bakıyordu kız. Hele bir kaç tanesinde deniz kızı şeklinde çizilmişti ki onlar hemen göze çarpıyordu. Kara kalemle çizimişti eskizler. Her bir resimde Azade’nin yüz ifadesi farklıydı. Düşünüyordu, gülümsüyordu, bir bekleyiş ifadesi vardı birinde. Bir diğerinde özlem. Arayış, hayal kırıklığı, giden birinin veya bir şeyin ardından sesleniş. Bir sürü yüz ifadesi... Yalnız hiç birinde neşeli değildi Azade. Bunun hemen farkına vardı ama Hal-dun’a söylemedi. Demek ki o kendisini böyle görüyordu. Hele bir tanesi vardı ki. Bir eliyle yarı uzanır durumda oturduğu kayada bir eli taşların üstünde destek olurken diğer eli-ni birini tutmak ya da çağırmak ister gibi uzatmıştı. Bu diğer-lerinden hemen ayrılan bir duruştu. - Ne zaman çizdin bunları sen ? - Kaç gündür fırsat buldukça çiziyorum. - Bunları görmemiştim.


- Yanıma hiç gelmiyorsun ki. - Seni çalışırken rahatsız etmek istememiştim. - Senden rahatsız olmam mümkün mü ? - Ne bileyim Haldun. İşine o kadar kendini vererek çalışıyor-sun ki. - Senden asla rahatsız olmam, üstelik son zamanlarda bana olan ilginin azaldığını düşünmeye başlamıştım. - Ne ilgisi var, ben de senin rahat çalışman için yalnız bırakı-yordum. - Ama sen yanımda olmayınca ben doğru dürüst çalışamıyo-rum ki. - Söz Kaptan, bundan sonra hep yanında olacağım. - Söz mü ? - Söz dedim ya. - Tamam o zaman. Benim yanımdan sakın ayrılma. Seni bi-raz göremesem kaybolduğunu düşünmeye başlıyorum. - Nereye gidebilirim ki Kaptan ? Arkamız orman önümüz deniz. Ne yol var doğru dürüst ne de yön belli. - İyi ya tam istediğim şey işte. Burada tamamen bana aitsin. Sana bir şey itiraf edeyim de yanlış düşüncelerden kurtul bundan böyle. - Ne itirafı ?


- Ben sana tutuklandım artık. Gönüllü bir tutukluluk bu hem- de. Benim için ender bulunan değerli orkideler gibisin sen. Bunu sakın unutma. Sen varsan herşey tamam. Sen yoksan herşey eksik. Neyim varsa alıp götürsünler benden sadece sen ol yanımda. Bunu bil... Şimdi bu kadar duygusallıktan sonra uzun bir yürüyüşe var mısın ? - Tabi varım. Kaç gündür buradayız. Çevreyi görmedim he-nüz. - Hadi o zaman yanımıza biraz su ve sandviç alıp yola koyu-lalım. - O kadar uzağa mı gideceğiz Kaptan ? - Ancak akşama döneriz bir tanem. Sana bugün bütün yöreyi gezdirmek niyetindeyim. Aaa az kalsın unutuyordum. Yarın ben bir kaç saatliğine kasabaya ineceğim. Burada yalnız ka-labilecek misin ? - Hem de nasıl kalırım. Ohh keyif keka demek yarın. Kendim-le başbaşa kalacağım. - Aşkolsun sana, benden bu kadar bıktın mı ? - Meşkolsun. Bıkmadım. Şaka yapıyorum. Biliyorum sen bana gitmek istemeyeceğimi bildiğin için sormadın seninle gelebilir miyim diye. Haldun kızın şimdilik böyle düşünmesine ses çıkarmıyordu. Aslında kendisiyle gelmesini hiç istemiyordu. Aksi halde sürprizin tadı kaçardı.


- Çok kısa bir sürede dönceğim canım. Boşuna bu sıcakta yorulmanı istemiyorum zaten. İstediğin ne varsa yaz bana. Bir liste çıkar. Onları da alayım köye inmişken. - Olur bu akşam yazarım Kaptan. - Evin ihtiyaçları da epey fazlalaştı sanırım. Akşama dolapları da bir gözden geçirelim. Eksiklerimizi yazalım. Sonra senin, Kaptan beni açlıktan öldürüyor, demeni istemem. - Kaptan en iyisi ben de seninle geleyim. Sen şimdi ne taze ne bayat anlamazsın. Haldun bunun iyi bir fikir olup olmadığını düşünüyordu. Azade kendisiyle gelirse almak istediklerini onun yanında alması kızın şüphesini çekecekti. Ama kızı erzak alışverişine bırakabilir kendisi de yarım saat içinde yapmak istediklerini yapardıuyapardı. - Haklısın bir tanem. En iyisi sen de gel. Ama hadi yürüyüşe geç kalıyoruz. Azade hızla hazırladı sandviçleri. Küçük piknik buzluğuna koydu. Haldun bu buzluğa sırtında taşıyabileceği şekilde as-kı yaptırmıştı. Şimdi de askıları kollarından geçirdi, yola çıktılar. Kıyı boyunca gideceklerdi bugün. Kumsalı takip ederek yürümeye başladılar. Yer yer kayalarla bölünüyordu kumsal. Bazen çevresinden dolanmak bazen de üstünden geçmek zorunda kalıyorlardı kayaların.


Dinleniyorlar sonra yine yürüyorlardı. Haldun buraları çok iyi biliyordu. Şu nerede derinleşiyor, neresi kayalık, neresi çakıllık veya kumluk hepsini biliyordu. Sonra çakıllık bir kıyıya geldiler. İşte o zaman curcuna başladı. Azade gördüğü renkli taşları topluyor, Kaptan da kızın her duruşunda oturup bekliyordu. Bunları ne yapacağına dair en ufak bir fikri yoktu kızın. Ama renkleri cezbetmişti onu. Gerçi biliyordu, bu taş-lar sudan çıktıktan sonra böyle parlamayacaklardı ama olsun. Yine de o taşlara bakarken denizi hayal edecek, gözlerinin önünde canlandıracaktı. Yürüdüler, durup ilerleyerek. Azade böylesi güzel bir ortamda daha önce bulunmamıştı. Herşey ona çekici, gizemli ve muhteşem geliyordu. Kıyı boyunca yürüyüşlerinde herşey çok güzeldi. Ama sonra tırmanış başla-dı. Kız neredeyse koşar adım çıkıyordu yokuşu. Önce zeytin ve keçiboynuzu ağaçlarının arasında tırmandılar. Sonra çam ormanı başladı. Yerler düşen çam iğnelerinden oldukça kaygan bir zemin oluşturuyordu. Azade hızlı ilerliyordu. Ama yokuş uzadıkça Haldun’un geride kaldığını farketti sonra. Ona sesleniyordu. - Tembel, hadi çabuk ol. - Geliyorum, diyordu Haldun. Ama son kırkbeş dakikadır adım atmakta zorlanıyordu. Sonunda Azade farketti erkeğin zorlandığını. Haldun’un yüzünde acı çektiğini belirten bir ifade vardı şimdi. Koşar adım yanına gitti onun. Endişelen-mişti. Aslında kendisi de yorulmuştu ama Haldun’a belli etmek istemiyordu.


- Neyin var Kaptan ? - Yoruldum deniz kızı. - İstersen dinlenip geri dönelim. - Doğrusu iyi olur. - Kramp girmiş olmasın bacağına ? - Hayır canım başka bir şey. - Nen var söylesene ya. - Bacağımda eski bir yara var. O ağrıyor. - Ne yarası ? - Kurşun ! - Ne zaman, nerede oldu ? - Çok uzun zaman önce, ama yeri hala ağrıyor. Yüzüne baktı Haldun’un kız. Bacağını ovuştururken çektiği acı o kadar belli oluyordu ki o kurşun yarasının nasıl olduğunu sormaktan vazgeçti şimdilik. İçi yandı erkeğin çektiği acıyı düşünerek. Sonra yavaşça elini Haldun’un bacağına koydu. Yara yerini ağrıtmadan çevresini ovmaya başladı. İstiyordu ki ovarken o ağrı kendisine geçsin. İstiyordu ki onun çektiği bütün acılar kendi hafızasına yerleşsin. Bütün kötü anıları. O zaman Haldun’u çok daha iyi anlayabilir ve sevebilirdi. Sevgisini gösterebilirdi.


- Dinlendim, dedi Haldun. Hadi tırmanalım. - Yoo tırmanmak yok, iniş var şimdi. Yavaş yavaş ineceğiz. Bu günlük bu kadar yürüyüş yeter. - Eh ! Sen bilirsin Miço. Zaten canıma minnet. İnmeye başladılar. Ama çıkışlarından çok daha yavaş ve dik-katli. Azade uzun ve sağlam bir dal bulmuştu. Bunu Haldun’a verdi. Sopanın yardımıyla daha rahat yürüyordu şimdi erkek. Sonunda kıyıya ulaştılar.Azade orada bir şeyler yemeyi öner-di. Bir zeytin ağacının gölgesinde oturup sandviçlerini yedi-ler. İkisi de düşünceliydiler. Haldun’un içinden geçenler, bu zayıflığını kızın nasıl değerlendireceğiydi. Uzun bir yolu ile yürümeyecek durumdaki bir erkek genç bir kızda nasıl bir etki yaratırdı. Kendisini şu anda zayıf ve çaresiz hissediyor, Azade’nin hiç bir ifade taşımayan yüzüne bakarak ne düşün-düğünü anlamaya çalışıyordu. Azade ise öğrendiği bu yeni olguyu yalnızca Haldun açısın-dan üzücü görüyordu. Onun gibi güçlü ve olgun bir erkek bu kadar ufak bir şeyi büyütmezdi elbette ama tamamen kötürüm olsa bile kendisi için hiç bir şey değişmezdi. O yakışıklı yüz yanık içinde kalsa, görmese, duymasa, konuşamasa bile Azade için çok değerliydi. Kaybetmeyi asla göze alamaya-cağı kadar değerli... Sırtüstü uzanmıştı Haldun yemekten sonra. Gözleri kapalı, elleri başının altında, gölgede yatıyordu. Azade onun yüzüne bakıyordu şimdi. Geniş ve düzgün alnı


tertemizdi. Saçları rüzgardan biraz karışmış alnının üstünde oynuyorlardı. Kalın ve biçimli kaşları Azade’nin her zaman hoşuna gitmişti. Şakaklarında belirmeye başlayan kırlar onun yüzüne anlam katıyordu. Göz kırışıklıklarını öpmek istedi birden. Eğildi ve yavaşça öptü. Ama doğrulamadı hemen. Çünkü Haldun sarılmıştı ona. - Demek ben uyurken sen beni öpmeye kalkarsın ha. Benim gibi masum bir adamın uyumasından yararlanmak istedin öyle mi ? Gülerek kendini kurtarmaya çalışırken, - Sadece kırışıklıklarını öpmek istedim yaşlı adam ! Dedi. - Başka öpecek yer bulamadın mı ? - Yapma Haldun, utanıyorum. - Hala mı bir tanem ? - Evet hala. Haldun kollarını gevşetti ama tamamen bırakmadı kızı. Yanı-na uzanmasını istedi. Haldun’un kolu kızın başının altınday-dı şimdi. Ağacın dalları arasından gökyüzüne bakıyordı iki-si de. - Öbür gün heykelini yapmaya başlıyoruz Miço. - Kararlısın öyle mi ? - Evet son derece kararlıyım. - Ama unutma, yüzümü göstermeyeceksin.


- Evet, bunu da düşündüm. Saçların rüzgarla savrulup yüzünün büyük bir kısmını örtecek. - Güzel. O zaman ben de sana yardım edeceğim. - Hele bir etme ! Seni dünyanın en çirkin deniz kızı yaparım sonra. Haldun yattığı yerden doğrulup kızın yüzüne eğildi. Alnına düşen bir parça saçı yumuşak hareketlerle düzeltti. Gözlerini kapadı. Parmaklarıyla dokunarak kızın yüzünü inceliyordu şimdi. Azade gözlerini kapatmış, yüzünde dolaşan parmakla-rın temasını hiç kesmemesini isteyerek yatıyordu olduğu yerde. Sonra bir kuş gürültü çıkararak havalandı ağaçtan. İkisi de irkildi. Toparlandılar konuşmadan, sonra kalktılar. Dönüş yolunda eve yaklaştıkları bir yerde denizin yirmi met-re kadar içinde duran büyük bir kayayı gösterdi Haldun. - O kayayı görüyor musun canım ? - Evet, tabi. - İşte senin heykelini oraya dikeceğim. - Bunu daha önce de söylemiştin ama nasıl götüreceksin ora-ya ? - Kısmet, elbette bir yolunu bulacağım. - Neden orası Haldun ?


- Çünkü seni orada otururken düşünmüştüm daha İstanbul’-dayken, bir akşam üstü. O kayanın tepesinde tıpkı bir deniz kızı gibiydin. Duruşun, ufka bakışın, yüzünün ifadesi... - Ben sıradan bir kızım. Ne özelliğim var ki. - Eğer sen sıradan bir kız olsaydın, benim yaşamımda asla yerin olamazdı Miço. Beni hayata döndürdün sen. Yeniden hayat verdin. Çalışmaya daha bir zevkle sarılıyorum şimdi, üretebiliyorum. Ve bu dönemdeki ilk eserim de sen olmalısın. Bu benim ikinci dirilişim olacak. - Sevindim buna Haldun. Dilerim bir daha hiç uyuklama dönemine girmezsin. Yol uzundu ama Haldun projelerinden bahsederken zamanın nasıl geçtiğini anlamadan evlerine dönmüşlerdi. Epey yorulmuşlardı o gün. Fazla gecikmeden yattılar. Kasaba pazarı kalabalıktı. Sıcak hava, ortalığı dolduran trak-törler, kamyonlar ortalığı toza boğuyorlardı geçerken. Civar köylerden gelenler, yazlıkçılar, turistler kalabalığı arttırıyor-lardı. Haldun’la Azade iki saat kadar önce gelmişlerdi kasabaya. Önce bir lokantaya girip kahvaltı etmişler sonra dükkânlardan biraz alışveriş yaptıktan sonra Haldun kızı pazarın başına getirip bırakmıştı. Yarım saat sonra dönüp kızı bulacaktı pazarda. Ama aradan bir saat geçmiş olmasına rağmen ortalıkta yoktu. Azade’nin eli kolu dolu, dolanmaktan yorulmuş,eve gerekli herşeyi almış, pazar girişinde bir kaldırıma oturmuş, Haldun’u bekliyordu. Çok yorgun hissediyordu kendisini. Oysa akşam çok iyi uyumuştu.


Fazla yorulmamıştı da sabah. Evde hiç bir şey yapmamıştı. Zaten her sabah kendisi daha uyanmadan Haldun kalkıyor evi baştan aşağı su dökerek yı-kıyordu. Kendisine kalan iş yemek,bulaşık gibi şeylerdi ki çoğu kez Haldun onlara da yardım ediyordu. Şimdi kaldırımda oturmuş beklerken kalbi hala hızla çarpıyordu. Belki başına güneş geçmişti. Daha önce de ara sıra böyle oluyordu ama... - En kısa zamanda bir doktora gitmeliyim diye düşündü. Haldun onu böyle görse yine yine nanemolla diyerek dalga geçecekti. Sonunda yolun ucundan Haldun’un arabası gözüktü. Gelip yanında durdu. Ayağa kalkıp torbaları bagaja koyması için Haldun’a yardım etmek istedi ama tekrar çöktü kaldırıma. Haldun hızla indi arabadan ve yanına geldi. - Canım, özür dilerim. Geciktim, seni beklettim. Ama işim bitmedi işte. - Önemli değil ki. Ben de yeni geldim zaten. Onu üzmek istemiyordu. Eşyaları bagaja ve arka koltuğa yerleştirdi Haldun. Sonra kızın arabaya girmesine yardım etti, yola çıktılar. Kasabadan uzaklaşıp köye inecek olan rampanın başına geldiklerinde Azade erkeğe biraz durmasını söyledi. Haldun arabayı yol kenarına çekerek durdurdu ve kıza döndü. - Ne oldu bir tanem ?


Azade ona hiç cevap vermeden arabadan inip yol kenarındaki çalıların ardına koştu. Midesi öyle bulanıyordu ki ne varsa çıkardı. Gözlerinden yaşlar boşanıyordu çıkarırken. Haldun onun önce doğal bir ihtiyaç için arabayı durdurmasını istediğini düşünerek oturduğu yerde kalmıştı ama kızın çıkardığı sesi sesi duyunca koşarak yanına gitti. Azade iki büklüm bir eliyle midesini, diğer eliyle düşen saçlarını tutmaya çalışarak devam ediyordu yaptığı şeye. Rengi sapsarı olmuştu. Haldun’u görünce eliyle uzaklaşmasını işaret etti ama Haldun buna aldırmadı bile. Kızın yanına giderek saçlarını topladı, sarıldı kıza. Azade artık direnemedi. Zaten biraz toparlanmıştı çıkarınca. Haldun’un yardımıyla arabaya yürüdü. Erkek termostan döktüğü buz gibi suyla kızın yüzünü yıkadı. Ensesini, kolla-rını ıslattı. İçi acıyarak yapıyordu bunları. Kızın dudakları mosmor olmuştu. - Şimdi rahatladın mı ? Diye sordu kıza. Başıyla onaylayarak rahatladığını belirtti Azade. Ama hala bitkindi. Haldun koltuğu yatar duruma getirdi. Azade’nin uzanmasına yardım etti. Sonra direksiyona geçti ve arabayı geriye, kasaba yoluna döndürdü. - Haldun, nereye gidiyoruz ? - Doktora bir tanem. - Ama geçti. Herhalde güneş çarpmasıydı.


- Öyle bile olsa bunu bize doktor söylesin tatlım. Halin pek iç açıcı değil şu anda. En azından seni canlandıracak bir ilaç verir. Az sonra doktorun evinin önündeydiler. İçerisi kalabalıktı. Pazara gelen köylüler doktora da gelerek bir taşla iki kuş vurmuş oluyorlardı tabi. - Bak çok kalabalık burası. Beklerken daha kötü olacağım. Hadi Haldun eve gidelim biz. - Bir dakika şurada oturur musun sen bakayım. Kızı oturttu. Ve kendisi kapıyı tıklatarak doktorun odasına girdi. Çok kısa bir süre sonra Haldun bir hemşireyle birlikte dışarı çıktı. Hemşire Azade’ye yardım ederek doktorun odasına soktu kızı. Sıkıca muayene etti doktor. Kalbini dinledi, gözlerine, ellerine baktı. Sorular sordu. Azade’nin aşırı sıcak-tan bunaldığını söyledi sonunda. Gidip dinlenmesini, bu günlerde güneşe fazla çıkmamasını tavsiye etti. Pek bir şeyi yoktu ama dinlenmekte fayda vardı. Dönüşte hiç bir yerde oyalanmadan eve geldiler. Haldun durgundu. Defalarca neyiolduğunu sordu kız. Ama o, - Hiç bir şey yok diyordu. Senin kadar beni de yordu bu Pa-zar işi galiba. Eve geldiklerinde Haldun yatıp dinlenmesini için ısrar edince Azade kanapeye uzandı. Haldun biraz daha canlanmıştı şim-di. Kızın çevresinde dört dönüyor, onu rahat ettirmek, dinlen-mesini sağlamak için binbir türlü şey yapıyordu. Sonunda Azade isyan etti.


- Yeter ama, ne bu ya ? Seni gören de ben ölüyorum sanacak. - Ya da lohusa sanacak. Haldun gülerek söylemişti bunu. Ama Azade kızdı. - Ne ilgisi var bunun ? Alt tarafı biraz çarpıntı tuttu. Şimdi geçti bile. Sen mızmızlanmasan kalkıp denize gideceğim ben. - Denize gündüzleri girmek yok artık. Akşamüstleri gireceğiz. - Neden ama ? - Eee heykel çalışmaları başlıyor, gündüz çalışacağız, akşam-üstleri keyif yapacağız. - Bu sıcakta gündüz çalışılır mı ya ? - Ama ışık gerekli bize. Elektriğimiz yok ki. Jeneratör alayım diyorum sen istemiyorsun. - Onun gürültüsü olur. Başımız ağrır. - Sessiz çalışanları da var. Bugün baktım. Fiyatı da ehven. Gel inat etme. Şu jeneratörü alalım. - Gece çalışman için istiyorsun peki. Ama çalışma bitince jeneratör duracak, anlaştık mı ? - Anlaştık bir tanem. Ben yarın telefon eder, getirtirim. Elektrik malzemelerini de getirsinler. Bir kaç yere ampul yuvası yapsınlar. Gerektiğinde çalıştırırız.


- Tamam ................ - Haldun ! - Efendim bir tanem. - Biz ne zaman döneriz İstanbul’a ? - Ne o, sıkıldın mı buradan ? - Hayır. Tabi sıkılmadım. Ama İstanbul’da yapmam gereken bazı işlerim vardı. - İstersen bir gidip gelelim İstanbul’a. Sen burada yapayalnız sıkıldın sanıyorum. Bir hafta kalır döneriz. - Yoo onun için sormamıştım. Burada çok rahatım ben. - O zaman sabır, deniz kızı. Heykeli bitirelim döneceğiz. - Haldun ? - Söyle canım. - Beni seviyor musun ? - Evet, şüphen mi var ? - Yoo, öylesine sordum işte. Haldun kızın yüzüne bakıyordu şimdi. Dudaklarındaki morluk hafiflemişti ama gözlerinin altı siyahlaşmıştı şimdi de. - İyi misin bir tanem ?


- İyiyim tabi, neden sordun ? - Kendini nasıl hissediyorsun merak ettim. - Çok iyiyim, dinlendim de. Artık kalkabilir miyim ? - Peki canım kalk. Ama kalk dediysem, otur kanapede. Ben şimdi hafif bir şeyler hazırlayacağım. Yemek yiyelim. Sonra da bir güzel kafa çekeriz. - Ben içkiyi sevmiyorum ama. - Sen içme ya. Sakilik yap bana. Yeter. - Emredersiniz beyefendi. Başka derdiniz? - Allahaşükür başka derdim yok. Tek derdim sensin Miço. - Ben dert miyim sana? - Hadi bakalııım. Nasıl anlıyorsun sen lafımı ya. Senin iyiliğin benim derdim. Bir an önce iyileşmen. - Tamam anladım Kaptan. Gece güzeldi. Haldun masayı dışarı kapının yanına kurmuştu. Göğüs et, salata, yoğurt ve meyva. Ama sofrayı öyle güzel düzenlemişti ki. Bunu görünce Azade’nin iştahı açıldı. Konuşarak şakalaşarak yediler yemeklerini. Haldun ısrarla kıza bir kadeh şarap içirdi. Sonra sessizleştiler. Birbirilerine bakıyordu. Erkek düşünüyordu hiç düşünmek istemediği halde. Bu mutluluk ne kadar sürecek, diye. Kıza bakıyordu. Simsiyah, zeytin gözleriyle, gözlerine bakan kıza. Gece


karanlığında bile belli olan siyahlığıyla. Arkasında neler saklı olduğunu belli belli etmeyen, sır dolu siyah gözler. İçinden geçiriyordu Hal-dun, kıza söylüyordu sanki. - Güzelsin. Çok güzelsin denizkızı. Şimdi beni seviyorsun. Ama gün gelecek hayat seni başka kalplerle tanıştıracak. Belki beni unutacak başka birini seveceksin. O zaman ben sensiz ne yapacağım? Keşke sonsuza kadar burada bu köşede benimle kalabilseydin. Kız Haldun’a bakıyordu. Bir tuhaf, içinde ne olduğu belli olmayan, dipsiz kuyu misali gözleriyle. - Ne kadar sürerse Kaptan, dedi sonra. Ne kadar sürerse... Günlerdir heykel yapımıyla uğraşıyorlardı. Haldun elinden geldiği kadar Azade’ye iş gördürmemeye çalışıyor ona en hafif işleri yapmakta bile yardım ediyordu. Sıcakta kalma, üşütme, terledin, git üstünü değiştir. Hiç durmadan onunla uğraşıyordu. Azade bu ilgiden memnun ama ara sıra kendini küçük bir çocuk gibi hissetmesine neden olan bu sözler karşı-sında mızmızlanıyor yine de Haldun ne derse onu yapıyordu. Haldun kil getirtmişti. Onu çamur haline getirmiş şimdi Aza-de’nin heykelini yapmaya çalışıyordu. Heykel yavaş yavaş ana hatlarıyla çıkıyordu meydana. Bu işin daha başlangıç kısmıydı. Hemen hemen her gün Azade’yle dağa çıkıyorlar erkek elinde kısa saplı bir kazma ve kürekle geçtiği yerlerde toprağı kazıyor oradan aldığı toprağı elinde sıkıyor sonra da ciğerlerinin tüm gücüyle


üflüyordu. Azade Haldun’un neden böyle yaptığını merak ediyordu. Soruyordu erkeğe. O gayet sakin, - Seni yatıracağım toprağı arıyorum, diyordu kıza. Bir gün yakın dağ köylerinden birinin civarında dolaşırken Haldun dikkatle az ilerdeki bir kayayı incelemeye başladı. Sonra yanına gitti ve toprağı kazarak eline aldığı toprağa çok dikkatle bakmaya başladı. Civarda ağaçları kesen Tahtacı Yörükler merak içindeydi. Yazları buraya gelen bu deli dolu, çok hareketli heykelci yine ne arıyordu acaba ? Bir ikisi sordu. Sanıyorlardı ki Haldun define veya maden arıyor oysa Haldun’un aradığı kalıp kumuydu. Dağ bayır demeden her gün uzun saatler boyunca dolaşıyorlardı. Sonunda burada bulmuştubulmuştu aradığı toprağı. Çok sevindi Haldun. Doğruca Azade’nin yanına giderek ona sarıldı. - Aradığım kumu buldum canım, işte bu ! diyordu. Artık heykelini ölümsüzleştirebilirim. Ertesi gün Haldun civar köylerden yörükleri çağırdı. Çuvallarla kum toplandı. Hepsi evin önüne taşındı kilometrelerce yoldan. Koskoca bir yığın olmuştu kumlar. Bir kaç gün vardı ki sabahları uyandığında Haldun evde olmuyordu. Azade çıkıp evin çevresini dolaşıyor, kıyıya gidip bakıyordu ama erkek meydanlarda gözükmüyordu. Saat sekize doğru üstü başı boya lekesi içinde dönüyor biraz benzin kokulu giysile-riyle doğruca duşa giriyor sonra da kahvaltıyı soruyordu. Bir kaç kez Azade sordu ama Haldun hiç bilgi vermiyor, sadece,


- Biraz sabret sana bir sürprizim var diyordu. Bir sabah Azade yine uykudan uyandığında Haldun’u göreme-di. Dışarı çıktı. İlerde kumsalın az ilerisinde bir tekne... Bem-beyaz yelkeniyle salınıp duruyordu. Azade önce bu teknenin bir yabancıya ait olduğunu düşündü ama sonra teknede Hal-dun’u farketti. Zincir atıyordu Haldun. Sonra denize atlayıp kıyıya yüzmeye başladı. Azade bir tuhaf tıpkı rüyalarında gördüğü gibi bir tekneyi karşısında görüyor olmanın verdiği şaşkınlıkla bakakalmıştı. Haldun’a doğru ilerledi. - Hey deniz kızı ! Tekneyi beğendin mi ? Azade şaşkın daha ne olduğunu kavrayamamış halde duru-yordu. Yanına geldi erkek. Ona sarıldı, alnından öptü çoğu kez yaptığı gibi. - Haldun bu ne ? - Tekne, hani senin rüyalarında vardı ya. O tekne işte. - Ama nereden çıktı bu ? - Benim bu tekne. Ama kasabada marinada duruyordu. - Bana söylemedin ? - Sürprizi bozulurdu o zaman. - Ne sürprizi ? - Teknenin adını okur musun bir tanem ?


Azade tekneye baktı. Bembeyaz teknenin üstünde çivit mavisi yazısıyla yazısıyla AZADE yazıyordu. - Yani benim adım ? - Evet bebeğim. Senin adın. Çok yakıştı bence. - Canım, sana nasıl teşekkür edebilirim ? - Ettin bile. Beni sevdin. - Sevmemek mümkün değildi ki Haldun. - Hadi şimdi bir geziye çıkalım ne dersin ? Az sonra yanlarına biraz su ve yiyecek alarak denize açılmış-lardı. Deniz hafif çırpıntılıydı bugün. Tekne suları yara yara giderken Haldun kıza uzaktan gördükleri kıyı şeridi hakkında bilgi veriyordu. Azade Haldun’un yanında mutlu ve sevinçli onu dinliyor, bu erkeğin her gün bir başka tarafını hem de başka iyi yanlarını görüyor olmaktan mutluluk duyuyordu. İçi içine sığmıyordu kızın. Öyle birini sevmişti ki hayata karşı her zaman güçlü, olgun ve muhteşem bir erkekti bu. Arkadaşlarını düşündü. Onlar daha üniversitede yaşıtlarıyla evcilik oyunu oynar gibiydiler. Kendisi ise burada bu olgun ve güçlü adamla beraber bir sevgiyi paylaşıyordu. Yaşıtı gençler Azade’ye çok düz geliyordu. Okul cafelerinde, kan-tinlerde, ders aralarında arkadaşlarıyla otururken onların konuşmalarını dinler ve konuların sığlığı için sıkardı. Bütün konular kızlara, erkeklere, spora ve hocalara yönelik oluyordu. Ayrı bir öğrenci kesimi de vardı ki onlar siyasi görüşlerini


tartışırlardı. Apayrı bir gruptu onlar. Azade her iki grupta da rahatsız oluyordu. Ona göre hayat boş konuşmalarla vakit geçirilmeyecek kadar değerliydi. Haldun anlatıyordu durmadan. - Bak canım şu ilerde gördüğün yer var ya, bir zamanlar ora-ları yemyeşil ormanlıktı. Ama yazlık siteler yapıldı şimdi oraya. Ormanları kestiler. Dümdüz ettiler o güzelim kıyıları. Üzülüyordu Azade bunları duydukça. Gazetelerde de okuyor-du böyle şeyleri. İnsanoğlu ne kadar acımasızdı ? O ormanlar-da yaşayan hayvanlar nereye giderlerdi ? Ya yavrusu olanlar? Ormanları, yuvaları yok oldukça nereye çekilir, sığınırlardı? Bütün bunları hiç düşünmüyor muydu insanoğlu ? Hayatlarını dümdüz beton binaların gölgesinde keyif ve caka sataraksürdürürken yuvaları yokolan yerlerinden edilen binlerce hayvan ve ekolojik sistem akıllarına gelmiyor muydu hiç ? Rüzgar şiddetleniyordu biraz. Azade Haldun’a sarılmış, ka-baran dalgalarla tekne sallanırken kendini rüzgara Haldun’un güvenli kollarına vermiş yüzüne çarpan su damlacıklarından sonsuz bir zevk alıyordu. Çok yoruluyordu erkek. Ara sıra belli oluyordu bu ama ken-dini heykel yapımına öyle vermişti ki bazen Azade söylemese aklına ne yemek ne de uyumak geliyordu. Yavaş yavaş ana hatlarıyla çıkıyordu meydana Deniz kızı. Çamurdan bir beden yaratmak o bedene ve yüze ifade verebilmek Azade’yi çok şaşırtıyordu. Haldun’un


saatlerce o çamurla uğraşmasını iz-lemek güzeldi ama yorguluğu bazen aşırıya varıyordu. Gerçekten Azade’ye söylediği gibi heykelin yüzü, saçlarının uçuşmasıyla kısmen örtülüydü. Kayanın üzerine uzanmış bir halde, ama sanki doğrulmaya, ayağa kalkmaya çalışırmış gibi. Yine de çaresizliğini anlamış yalnızca giden sevgilinin ardından kolunu uzatmış, geri dön der gibi bir duruş. Avuç gökyüzüne açılmış. Diğer eliyle kayaya abanmış bir durumda. Yüzde ki keder ifadesi o kadar güçlüydü ki Azade heykele her baktığında kalbi sıkışıyordu sanki. Haldun’un bir çok sanat kolunda olduğu gibi heykel yapımında da çok güçlü bir yeteneği vardı. Azade bu heykelin pek kimsenin göreme-yeceği bu deniz kıyısında kalmasına, sonsuza dek Saklıköy gibi gözden uzak kalmasına kalbi razı olmuyordu. Bu yeteneğin ortaya çıkardığı eseri herkes görmeliydi ve takdir etme-liydi. Haldun bu heykele bütün sanatını dökmüştü. Ona bunu söylediğinde Haldun’un verdiği cevap, - Bir gün bu deniz kızı öyle ünlenecek ki onu görmeye uzak-lardan ta buraya gelecekler, oluyordu. Bahçeye havuz gibi bir şeyler kazıyor hiç bıkmadan o havuzun çevresini ateş tuğlalarıyla örüyor heykeli dökmeye hazır hale getiriyordu. Artık sıra bronz dökümüne gelmişti. Sabahtan beri potanın etrafında yanan ateş dış duvarları bile kızıllaştır-mıştı. Diğer taraftan heykeli dökeceği kum havuzu hazırdı artık. Bunun için yere iki metreye iki metre, kare şeklinde bir jr bir çukur kazılmış bu çukura sarı kum konmuş ve


sıkıştırılmış-tı. Heykel kalıbı buraya dökülecekti. Tekneyle kasabadan getirdiği bronz külçeleri erimiş durumdaydı. Bir sürü işlemden sonra eriyik hale gelmiş olan bronz kalıba döküldü. Şimdi beklemek gerekiyordu artık. Bir an ısınan ocaktan öyle bir sıcak meydana geldi ki ikisi de terden giysileri sırılsıklam bir hale geldiler. Azade’nin üstündeki tişort bedenine yapışmıştı şimdi. Haldun üstündeki tişortu çoktan çıkarıp atmış şortuyla dolanıyordu. Azade bir an duraladı, sıcaktan bayılacak hale gelmişti. Kenara çekilip çardağın altına gölgeye sığındı. Sırılsıklam kesilmişti. Haldun çevresine bakıp Azade’yi göremeyince her zaman olduğu gibi bir an panikledi. Sonra onu yeni yaptığı ve sazlar-la üstünü örttüğü çardağın altında görünce içi sevinç doldu.Her zaman böyle oluyordu ama kendini frenliyordu hep. Ama bugün... Elinde olmadan yaptığı işi bırakıp ona yaklaştı, sa-rıldı. Kız da karşı koymuyordu. Islak, alnına yapışmış siyah saçları geriye doğru sıvazladı. Kızın yüzüne bakmaya çalıştı ama kız başını öne eğmişti. - Bana bak Azade ! Dedi yavaş bir sesle, yüzüme bak lütfen. Kız yavaşça kaldırdı yüzünü. Şimdi o gözlerde hem sevgi hem de istek okunuyordu rahatça. Haldun, - Korkuyor musun ? Diye sordu. - Hayır.


- Seni istiyorum. Çok istiyorum hem de. - Biliyorum. - Uzun zamandır istiyorum seni. Kızda hiç ses yoktu. - Benim ol. Artık benim ol. Kızın yüzünü öpmeye başladı, şakaklarını, gözlerini, burnunun ucunu, dudaklarını, boynunu. Yavaşça, incitmekten korkar gibi. Sonra kızı kucağına aldı içeri eve götürdü. Yavaşça ya-tağın üstüne bıraktı. Kendisi de uzandı kızın yanına. Onun gözlerine bakıyordu. En ufak bir korku ifadesi belirse o göz-lerde, hemen bırakabilirdi kızı yine de. Ama kız gözlerini kapamış, ıslak tişortun altından hızla inip kalktığı belli olangöğsü titriyordu sanki. Haldun’a sarılmış, sığınmış bir halde bekliyordu. Haldun onun tişortunu yavaşça çıkardı. Her hare-keti neredeyse santimetrikti. O kadar yavaş o kadar özenle. Gözlerine inanamıyordu, kıza sahip olmak üzereydi ve kız da istiyordu bunu. Yine de son bir kez sordu kıza. - Sen de istiyor musun ? - Evet. Senin olmak istiyorum. O andan sonra Haldun herşeyi unuttu. Dünyanın en müşfik ve en sevecen erkeği oydu şimdi. Yavaşça okşayarak, severek kıza zevk vermeye çalışıyor kendi duyduğu zevki onun da tatmasını istiyordu. Kulaklarında denizin bitmeyen dalgaları-nın sesi şiddetlenmiş gibiydi.


Ne zaman ne de mekan vardı şimdi. Yalnızca ikisi... Mutluluğu haketmiş iki beden. Birbiri-lerini şimdi çok daha farklı bir yönden tanımaya başlayan iki sevgili. Sonunda aynı anda ikisi de derin bir mutlulukla birbirilerinin oldular. Az sonra soluk soluğa yatarlarken er-kek soruyordu. - Pişman mısın ? - Hayır, seninle hayır. - Şimdi ne yapmalıyız sence ? - Bilmem ? - En kısa zamanda evlenmeliyiz. - Ben seninle evlenmek içn beraber olmadım Haldun. Haldun şaşırarak bakıyordu genç kadına. Evlilik aslında onun da yapmak istemediği bir şeydi. Bir sürü dert getirecekti meydana. Haldun’un gerçek kimliği çıkacaktı ortaya veya Haldun Azade’yle sahte bir kimlikle evlenmek durumunda kalacaktı. Ama yine de herşeyi göze almıştı aslında. Kendisini ona bu kadar teslimiyetle vermiş ve onu sevmiş olan bu kadı-nı ne kadar oyalayabilirdi nikahsız ? Azade’nin cevabının böyle olacağını hiç tahmin etmemişti Haldun. - Neden evlenmek istemiyorsun ? - Benimle hangi kimliğin altında evleneceksin ki ?


- Neden soruyorsun bunu. Ne demek istiyorsun ? - Kaçak olduğunu sen söyledin. Nasıl evleneceğiz ? - Bir yolunu buluruz sanırım. - Bak canım, ben evlenmek istemiyorum. Senin hayatını teh-likeye atmak istemiyorum. Ben böyle de mutluyum. İnan bana önemli değil bu. Beraberiz gerisi boş. - Ama ilerde sorun yaşanabilir. Hem senin nikahsız yaşama hoş gözle bakmadığını biliyorum. - Evlenmeyi bir kenara bırakalım mı ? Bunu sonra konuşuruz. - Tamam canım ama seninle evlenmeye her zaman hazır ol-duğumu bil. - Biliyorum Haldun. Erkek Azade’nin yüzüne baktı. Ne vardı bu güzel başın için-de ? Kendisinden gizlediği, hatta hep gizleneceğine inandığı bir şeyler olduğuna emindi. Israr etmek, ürküp, huzursuzlaş-masını istemiyordu. Azade’yle beraber olduğu anda onun kendisinden önce başka biriyle ilişki yaşadığını anlamıştı. Birini mi sevmişti daha önce ? Kendini hiç sorgulamadan vermişti belki de. Aşkla, sevgiyle. Belki de az önce kendisiyle olduğu gibi coşkuyla. Kimdi o erkek. Şimdi neredeydi ? Bel-ki de hevesini aldıktan sonra kızı bırakıp gitmiş, Azade de onun için şimdi içinde olduğu


karamsarlığa gömülmüş, kendi içine kapanmıştı. O erkek kimbilir bu kıza ne yalanlar uydur-muş onu kendine bağlamıştı. Onu kıskanmıyordu Haldun. İçinde bir şeyler Azade’nin be-denini verdiği kişiyi sevmediğini söylüyordu. Ona sormaya-caktı hiç bir zaman kimdi o diye. Kendisi anlatırsa başka. Bir gün... Yeteri kadar güvendiğinde kendisi açıklardı nasıl olsa. - Sonbaharda okula döneceğim. Biliyorsun değil mi Haldun? - Evet canım. Ama kaydını buraya aldırırsak çok iyi olur. - Bir kaç ayın ne önemi var ? Arada gelirim ben yine. Hem önümüzde uzun bir yaz var daha. - Ayrı kalmak ve senin oralarda okuldan ise, işten okula ko-şuşturarak yorulmanı istemiyorum. - Ben çalışmayı seviyorum ama. - Tamam çalış, karşı değilim. Ama evde de çalışabilirsin.- Nasıl evde ? - Çeviri yaparsın. Ben bulacağım sana, hatta daha fazla kaza-nabilirsin bu şekilde. - Bakarız.


- Baktık bile. İtiraz istemiyorum. Ayrı kalmanın düşüncesi bile beni üzüyor. Tamam mı ? Bu konu kapandı artık. - Ama... - Konu kapandı dedim sana. Lütfen Azade. En mantıklı yol bu. Gereksiz bir ayrılık istemiyorum artık. Azade sustu. Haldun’un bazı halleri vardı ki kendi dikbaşlı-lığı iflas ediyordu o durumda. Kesin ve kararlı bir hal alıyordu erkek. İtiraz kabul etmeyen katı bir hal. Ama işin güzel tarafı o durumlarda öne sürdüğü yol veya çare, gerçekten yapılabi-lecek en uygun şey oluyordu. Bu fikir aslında ona da en mantıklı yol gözüküyordu. Ders-leri iyiydi. Yatay geçiş için hiç bir engel yoktu. Hem neden boşuna Haldun’dan uzak kalsın ? Kalamazdı ki zaten. Biliyor-du. Eğer giderse ya erkek sık sık ona gelecekti ya da kendisi İstanbul’a. Erkeğin işleri, kendisinin de dersleri aksayacaktı. En doğrusu Haldun’un önerisiydi. Böyle olmalıydı. Döndü yanında yatan erkeğe sonsuz bir aşkla sarıldı... Sonunda heykel bu sabah topraktan çıkarılacaktı artık. Haldun biraz ileride çamaşır asan Azade’ye baktı. Üstünde şile bezin-den bir elbise vardı yine. Burada bu sıcakta en uygum kıyafet buydu. İçinden ölçüleri iyi tutturdum diye düşündü. Azade’-nin vücut ölçülerinde bir heykel yapmıştı. Neredeyse milimet-rik bir hesaplamayla ve Azade’nin isteğine uygun.


Kız yüz hatlarının belirgin olmamasını istemişti. Haldun da bu isteğe saygı göstermiş heykelde saçlara rüzgardan uçuşup yüzüne dolanmış bir şekil vermişti. Köylülerin yardımıyla fırından çıkarttılar o gün bronz heykeli. Azade görmek istiyor ama Haldun izin vermiyordu. - Bekle, diyordu. Kalıntıları temizliyeyim ondan sonra görür-sün. Bütün gün bu işle uğraştı ondan sonra. Fırçalıyor, zımpara kağıdıyla düzeltiyor bronza can veriyordu şimdi. Azade’yi bütün ısrarlarına rağmen yanına yaklaştırmadı. Hırsla istekle çalışıyordu. Akşamüstüne doğru işi bitti. Geriye çekilip bak-tı heykele. Akşam güneşi bronzun üzerinde son ışıklarıyla oynuyor, heykele sanki canlıymış gibi bir ifade veriyordu. Sonra sevgilisini çağırdı yanına. - Gel bakalım deniz kızı. Gel ! Bak bakalım. Azade heyecanla yaklaştı Haldun’a ve heykele. Karşısında durup, uzak ufuklara bakar gibi bakan heykel, nereden bakar-sa baksın bakışları karşılaşmıyordu izleyenle. Mona Lisa’nin bakışlarının aksine bu hep başka yöne bakar gibiydi. Haldun’un, heykelin yüzüne yansıttığı keder o kadar ustaca yontulmuştu ki sanki az sonra gözyaşları dökecek bir hali vardı cansız bronzun. Yüzüne düşen saçlar her an hareket edecek, rüzgarla savrulacakmış gibi. Göğsüne kadar inen saçlar yarı yarıya örtüyordu bedeni. Tam istediği gibi bir duruş ve örtünüştü Azade’nin bu. Geriye


doğru farketmeden adım attı. Ürktü. Canlanacakmış da yerini o alacakmış gibi bir his geldi kalbine.Haldun’a yaslandı. Kollarıyla sardı Hal-dun onu, başını erkeğin göğsüne dayadı. Orada öylece, o sessizlikte saatlerce kalabilirdi sanki... İkisi susarak, sessizliği bozmaktan korkarak duruyorlardı. Sanki bu heykel ikisinin çocuğuydu. Birlikte yarattıkları bir eser. - Şimdi ne olacak Haldun ? - Kıyıya bir yol yapıp denize taşıyacağız canım. - Sonra ? - Bir sal yaparız herhalde. Yarın köyden adamlar gelecek. Yarın köyden adamlar gelecek. Sal yardımıyla kayaya taşı-yacağız. - Yani yarın akşam heykel kayanın üstünde olacak öyle mi? - Evet bir tanem. Sonsuza dek. - Peki ben seni nasıl ölümsüzleştireceğim ? - Canım bu heykeli yapan benim. Beni de seninle birlikte anacaklar. - Ama burada bu ücra köşede kim bilecek ki ? - İddiaya var mısın ? Çok kısa süre sonra bu heykel ünlenecek.- Nasıl ? - Bekle ve gör.


Azade mutlaka bir yol bulmalıydı Haldun’a aşkını ifade et-mek için. O nasıl heykele aktardıysa sevgisini kendisi de bir yol bulmalıydı bunun için. Onun elinde Haldun kadar beceri yoktu. Düşünmeliydi. Mutlaka bir şeyler bulurdu. Ertesi gün köyden adamlar geldi. Hızla ve hemen hemen hiç ara vermeden sahile uzanan tahta bir yol yaptılar. Elbirliğiyle, Haldun’un yaptırmış olduğu üç ayaklı caraskal ve iplerle çekerek heykeli yolun üstünden kıyıya indirdiler. Heykel şimdi tam kıyıda duruyordu. Sonra sağlam bir sal yaptılar. Çift kat tahta, arasına da ağızları lehimlenerek kapatılmış boş variller. Sıkıca bağlandı. Sonra yine elbirliğiyle heykel sala yüklendi. Haldun tekneye geçti. Bir iple salı tekneye bağladılar sonra o büyük kayanın üstüne Haldun’un yaptırmış olduğu üç ayaklı caraskal ile çektiler heykeli. Önceden hazır-lanmış kaidenin üzerine oturtuldu heykel. Haldun heykeli son bir kez sildi yeniden. Bronz pırıl pırıl parladı. Sonra aşa-ğı suya atladı Haldun tekneye çıktı. Köylüler de çıktı tekneye. Kasabaya doğru yola çıkıldı. Deniz sakin, hava ılıktı. Köylüle-ri kasabaya bıraktılar. Haldun’un dünden anlaştığı minibüs şoförü onları alıp köylere dağıtacaktı. Geri dönüş yoluna koyuldu Azade ile Haldun. Güneş batmıştı çoktan. Azade küçük mutfakta hafif bir şeyler hazırladı. Son-ra güverteye çıkardı. Ufak masaya hazırladı getirdiklerini. Sonra Haldun’a seslenerek yemeğe çağırdı.


Haldun tekneyi kıyıya yaklaştırıp demir attı. Sonra masa ba-şına geçtiler. Sessizce yediler yemeklerini.İçleri rahat, huzurlu. Yemekten sonra Haldun kahve yaptı. İçerlerken aslında için için coşku doluydu ikisi de. Haldun ne zamandır üstünde çalıştığı ve çok önem verdiği bu heykeli bitirmiş olmanın sevincini yaşıyordu. Daha önce eserleri sergi salonlarında sergilenmişti. Ama şimdi bu tüm insanlığın gözü önündeydi. Biliyordu Haldun. Yarından itibaren oradan geçen tekneler heykeli görecek, başkalarına anlatacak buraya daha çok insan gelerek heykeli, görmek isteyeceklerdi. Haldun bu eseri ile sanatının doruğuna çıktığını hissediyordu. Çünkü ilk kez bu heykel bittiğinde ona bakarak kusur aramış ama hiç bir yerin-de en ufak bir hata görmemişti. Üstelik heykelin duruşu, yü-zündeki ifade mükemmeldi. Böyle şeylerle hiç ilgilenmeyen köylüler bile heykeli gördüklerinde uzun süre susarak ona bakmışlar sonra da Haldun’a, - Neredeyse dillenecek bu Haldun bey ! Demişlerdi. Ertesi günden itibaren kıyı gerçekten teknelerle dolmaya başlad. Geçerken heykeli gören tekne yolcuları yaklaşıp dik-katle bekliyorlardı. Bir kaç gün içinde heykeltraşın o kıyıdaki evde oturan Haldun olduğu bilinmeye başlamıştı. Bazı tekne-ler kıyıya yanaşıyorlar, eve gelip Haldun’la konuşmak istiyor-lardı. Sipariş vererek kendileri için de heykel yapmasını isti-yorlardı. Azade bu durumdan sıkılmaya başlamıştı. Çünkü gelenler Azade’yi hemen tanıyorlar sonra sormaya başlıyorlardı bir çok şeyi. Azade eve kapanıyordu böyle


durumlarda. Haldun dışarda çardağın altında gelenlerle konuşuyor onlar gidene kadar genç kadın evden çıkmıyordu artık. Bir gece artık yalnız kaldıkları bir anda Azade Haldun’a, - Eve dönelim artık, dedi. - Neden canım. Burada rahat değil miyiz ? - Ben rahatsız oluyorum Haldun. - Ama şimdi gidersek gelenler kaçtı diyecekler. - Desinler. Kaçmak gerekiyor zaten. - Bence bu hata olur. Anlamıyor musun Miço ? Onların ese-rim hakkındaki hayranlığını görmek hoşuma gidiyor. Hem bak kaç tane sipariş aldık. Onları İstanbul’da yapamam ki. - Yani sen bütün o siparişleri bitirene kadar burada mı kalaca-ğız. - Bundan doğal ne olabilir. Fırın, ocak, aletler herşey burada hazır. Ben İstanbul’da kilitlenirim. Orada bu kadar doğal ha-reket etme imkanı yok. Herşey kısıtlı. - Ben İstanbul’a dönmeliyim Haldun. - Saçmalama Miço ya.İşler bitsin beraber döneceğiz tabi eve. Azade hiç sesini çıkarmadı. Kaç gündür düşünüyordu İstan-bul’a dönmeyi. Haldun son zamanlarda kendini tamamen heykel yapımına vermiş, gece gündüz


uğraşıyordu. Ayrıca gelenler vardı şimdi onu görmeye. Yurt dışından, ülke içinden sanatçılar da geliyordu. Ev bir sanatçı evine dönüyordu yavaş yavaş. Azade bu coşku-nun içinde kendini yabancı hissediyor, uzun sanat tartışmaları boyunca evde kalarak oyalanıyordu. Pencerelerden içeri ge-len konuşma sesleriyle yeni yeni şeyler öğreniyor, sabaha kadar devam eden sohbetler onun uykusunu getiriyordu. Şaşırıyordu Haldun’a. Gecenin geç vakitlerine kadar devam eden bu sohbetlerden sonra çok geç yatıyor ama sabah erken-den yine gayet dinç ve istekli heykel yapımına başlıyordu. - Ben dönmeliyim Haldun. Bunu söylerken çok sakindi Azade. - Ne var İstanbul’da ? - Orada bir şey yok. Sadece halletmem gereken bir iki şey var ve doğrusunu istersen dostlarından sıkıldım artık. - Onlar sana ne yapıyorlar ki. - Hiç. Bir şey yaptıkları yok. Ama ben kalabalıktan hoşlanmı-yorum. - Canım bak ! Onların buraya gelmesi bu yöre halkının para kazanması demek. Oteller, lokantalar çalışıyor şimdi. Ayrıca sanatçıların toplandığı yerlerde genel anlayış daima iyiye gider. Üstelik bizim ev de sanatçı evi gibi birşey oldu farkında değil misin ?


- Farkındayım. Ama ben sanatla değil, seninle yaşamak isti-yorum. - Beraber değil miyiz bir tanem ? - Kaç zamandır yalnız başımıza kalamadığımızın farkında-mısın sen ? - Haklısın. Ama bunlar da geçecek. Sevgimin ne olursa olsun azalmadığını sana hissettirmediğimi sanıyordum. - Ama ben artık bunu hissedemiyorum Haldun. Kendimi ya-payalnız hissediyorum. Sen hep dostlarınla berabersin. Gün-düzleri, geceleri. Hep onlar var. Ben eve kapanıp kalıyorum. - Sen de katıl bize. Devamlı söylüyorum ama gelmiyorsunki. Hem Allahaşkına içerde saatler boyunca yalnız kalmaktan sıkılmıyor musun ? - Ben... - Sen ne canım ? - Ben sizin grubunuzda aykırı kalıyorum. Sanattan anlamıyo-rum. Konuşmalarınız bana yabancı. Hiç bir şey anlamadan öylece oturmak bana garip ve sıkıcı geliyor. Haldun genç kadına bakıyordu merakla. Azade yine içine kapanık bir hale gelmişti son günlerde. Ortalık kalabalıklaştığında onun arka taraftan sessizce ormana girdiğini, oradan da ilerde kıyıya inerek saatlerce dolaştığını biliyordu. Buna çok üzülüyordu ama gelenlere git gidemezdi ki şimdi. Anlaması gerekliydi Azade’nin. Sanatçı kişiliği baskın çıkıyordu Haldun’un. Ve bunun


çok uzun sürmeyeceğini düşünüyordu. Zamanla Azade de bu ortama alışacak kaynaşacaktı. Kaynaşması gerekirdi. Zaten yaz sonu İstanbul’a dönerlerdi ama arada bir süreliğine gerçekten gimesi gerekiyordu Haldun’un da İstanbul’a. Çün-kü fabrika da vardı işin içinde. Gerçi ortağı aynı zamanda çok yakın arkadaşıydı ve işleri o olmadığında da gayet iyi idare ediyordu. Ama telefonda kendisinin de bir tatile ihtiyacı olduğunu söylemişti. Ve haklıydı tabi. Hiç değilse onbeş günlüğüne gitmeleri gerekiyordu. - Bana biraz zaman tanı bir tanem. Yakında gideriz. Onbeş gün kalıp döneriz. - Ne zaman gideriz Haldun ? - Yakında canım. - Bana tarih ver. - Şu işleri yoluna koyayım gideriz üzülme. İşler hiç bir zaman yoluna girmeyecekti bunu biliyordu genç kadın. Çünkü gelenlerin, sipariş verenlerin ardı arkası kesil-miyordu hiç. Dediği gibi İstanbul’a dönerlerdi ama kısa süre sonra geri dönmek zorunluluğu vardı Haldun’un. Şimdi hey-kel öğrencileri de katılmışlardı topluluğa. Haldun’u görmek ondan ders almak için geliyorlardı. Kumsal bir sürü çadırla doldurulmuştu öğrenciler tarafından. İstanbul’daki işi ikinci plana düşmüştü zaten. Ara sıra yalnız kalabildiklerinde Hal- dun ortaklıktan ayrılmayı ima


etmişti. Neredeyse dört yıllık sipariş oluşmuştu elinde. Bunları bitirmek için burada kalmak zorundaydı artık. - Uzun sürecek bu işler. - Biliyorum canım. - İstanbul’da bir stüdyo açsan Haldun ? İşlerini orada üretsen. - O kapalı sıkıcı ortamlarda mı. Çok zor bu canım. - Peki, sen bilirsin. O andan itibaren Azade’ye ulaşmak mümkün olmadı Haldun için. Ne söylese, ne yapsa Azade kısa cevaplar veriyor, konu-yu geçiştiriyordu. Tamamen içine kapanmış bir hale gelmişti. Bakışları kararmıştı sanki. Haldun bunun geçici bir şey oldu-ğuna inanıyordu. Bir süre sonra alışacaktı nasılsa. Onu rahat bırakmaya karar verdi. Köyden bir kadın tutmuşlardı. Gelenlere hizmet etmek için. Kadın Azade’ye de ev işlerinde yardım ediyordu. Ortalığı temizlemek, bulaşıkları, çamaşırları yıkamak hasılı herşeyi kadın yapıyordu artık. Haldun genç kadının yorulmasını iste-miyordu. Azade’ye kalan saatlerce boş vakitti. Kıyıda yürüyüş yapıyor, gözden uzak yerlerde yüzüyor, çakıl topluyor, evde-de bir şeyler yazıyordu. Saatlerce uzaktan Haldun’un dostla-rıyla ne kadar mutlu göründüğüne bakıyordu bazen. Ne olmuştu sevgilerine ? O kadar tutkuyla seviyorlardı bir-birilerini. Şimdiyse... Vakti yoktu eskisi gibi aşkını


anlatmaya Haldun’un. Kendisi de fırsat bulamıyordu. Ona öyle geliyordu ki Haldun yavaş yavaş kendisinden uzaklaşıyor. Bakışları yine sıcacıktı. Kendi dostlarıyla konuşurken gözü hep Azade’yi arıyor onu görünce gözlerinde beliren sevgi genç kadını mutlu ediyordu. Dokunuşları, sevişi yine aynıydı. Yatakta beraberken eli genç kadının üzerindeydi hep. Onun gitmesinden korkarmış gibi. Ama... İşte bir şeyler vardı yolunda gitmeyen. Uzatmanın anlamı yok diye düşündü Azade. Çocuk değildi artık. Tadında bırakmalı bunu. Gitmeliyim. Haldun kendi yolunda ilerlemeli, devleşmeli. Ben onu engelliyorum. Aklına izlediği eski Türk filmleri geldi. Onlarda da kadın erkeği böyle bırakır giderdi bazen. Kendi kendine gülümsedi. Ama gözlerinden akan yaşların sıcaklığı gülümsemesini kesti bir-den. Onu seviyordu. Onsuz bir hayatı düşünemiyordu bile. Onu bırakmak demek kendini yoketmekle eşdeğerdi. Ama... Ol-muyordu işte. Olmuyordu böyle. Belki kendisi çok şey isti-yordu hayattan. Haldun’un tamamen kendisine ait olmasını isteyecek kadar bencil değildi aslında. Ama böyle de devam edemezdi. Bitmeliydi ve en doğru şekilde son bulmalıydı. Eşyalarını küçük bir çantaya yerleştiriyordu Haldun’a farket-tirmeden. Onların ortadan kaybolduklarını erkeğin farketme-mesi gerekiyordu. Gelen köylü kadından şehre


inecek otobü-sün saatini öğrendi. Sabah çok erken saatlerde geçiyordu otobüs ana yoldan. Evden ana yola yürüyerek çıkması kırk-beş dakika alırdı.Neredeyse gece çıkmalıydı yola.Korkuyordu. Ama Haldun’a da söyleyemezdi gideceğini. Çantayı farket-tirmeden yol kenarında bir çalının arkasına sakladı. Ertesi sabah gidecekti. O akşam çok neşeliydi Azade. Gülüyor, konuşuyor Haldun’un yanına gelerek ona sarılıyor, öpüyordu. Dostlarıyla beraber şakalaşıyor biraz içiyor, keyifle Haldun’a sevgisini gösteriyordu. Haldun nihayet Azade’nin içinde olduğu karamsarlıktan kur-tulup ortama alıştığını düşündü. Dostları biraz da kıskançlık-la onları izliyorlardı. Bu genç kadının Haldun’a bakışlarında tapınma gibi bir şey vardı. Aralarındaki yıllar erimiş gibiydi. Ve gece daha önce hiç olmadığı kadar coşkuyla kendisini Haldun’a verdi Azade. Bu bir sunuştu. Hayatın bütün gizemini hiçe sayarak sadece o anı mükemmelleştirerek kendisini sun-du erkeğe. Haldun biraz şaşkın ama sonsuz zevkle aldı kendi-sine sunulan aşkı. Aynı şekilde coşkuyla. Buna neyin sebep olduğunu bilmiyordu ama bu gece ilahi bir geceydi. Daha sonra konuşurlarken Haldun uyuyakaldı. Yorgundu zaten. Gündüz oldukça zorlu bir çalışma yapmıştı. Buna birde çevresinde dolanan dostları eklenince epey yorulmuştu. Yarın üç heykelin birden dökümü yapılacaktı. Uykusunda Azade’yle ormanda dolaşıyorlar Azade ona daha önce görme- diği bir çiçeği gösteriyor,


- Bak bunlar bir daha hiç açmayacak diyordu. Azade sessizce kalktı yataktan. Haldun’u uyandırmamaya çalışarak giyindi. Sonra bir kez herşeyden habersiz uyuyan erkeğine. Onu son bir kez öpmek istiyordu ama uykusu çok hafifti Haldun’un. Uyanabilirdi ve o zaman... Sessiz bir öpücük gönderdi ona. Bu onu son görüşü değildi biliyordu. İçinde bir ses çok yakında yine karşılaşacaklarını söylüyordu. Ama şimdilik gidecekti işte. Kapıyı yavaşça ses çıkartmadan açtı ve çıktı. İlerde, kumsalda öğrenciler kocaman bir ateş yakmışlar çevresinde sohbet ediyorlardı.Kendisi gör-meleri imkansızdı ama yine de ses çıkarmamaya çalışarak ormanın içinden geçen yola yürüdü. Çalının arkasından çan-tasını aldı yola koyuldu. Orman sessizdi şimdi. Arada sırada bir gece kuşu ötünce Azade yerinde kalakalıyor sonra sessizlik tekrar hakim olana kadar bekleyip yine yola devam ediyordu. Bu yoldan onunla bir kaç kere geçmişlerdi, buraya gelirken. Kasaba pazarına inerken. Bir kaç kez de yürüyüş yapmışlardı yalnızca. O za-man heykel henüz bitmemiş çevreyi kalabalık sarmamıştı. Haldun’dan başka herşeyi düşünmeye çalışıyor onu unutmak istiyordu,ama düşünceleri gelip Haldun’a dayanıyordu daima. Yoruldu. Yol kenarındaki bir taşa oturarak soluklanmaya ça-lıştı. Çok çabuk yoruluyordu epeydir. Kalbi çılgınca


çarpma-ya başlıyor, tıkanıyordu. Biraz dinlenince aklına Haldun’un uyanınca ne yapacağı geldi. İlk dakikalarda onun yüzmeye gittiğini düşünecekti mutlaka. Çünkü her sabah kimse uyan-madan gidip yüzme alışkanlığı edinmişti. Haldun kalkınca kıyıya iner ona katılırdı. Ama bu sabah onu kıyıda bulama-yınca yürüyüşe çıktığını düşünecek ve bekleyecekti. Sonra aradan zaman geçecekti ve Haldun mutfak tezgahındaki kağıdı farkedecekti. Anlayacaktı o zaman ne var ki o saate kadar kendisi buradan uzaklaşmış olacaktı. Tekrar yürümeye başladı. Denize gitme saatine çok vardı daha. Haldun uyanırsa onun banyoda olduğunu düşünerek yine uykuya dalardı. Emindi bundan. Hava yavaş yavaş aydınlanıyor, orman sakinleri uyanıyordu. Kuş cıvıltıları başlamıştı. Bir keresinde çok yaşlı bir dostu kendisine kuşlar sabah ibadeti yaparlar demişti. O aklına geldi ve gülümsedi. Uzaktan köy ışıkları görülmeye başladı. Uzun zamandır hiç mola vermeden yürümüş ve yorulmuştu. Yola indi ve otobü-sün uğrayacağı yere gidip kaldırıma oturdu. Köylü kadının söylediğine göre araba hiç şaşmadan aynı saatte gelirmiş. Aradan çok geçmedi ki otobüs yolun ucundan gözüktü. Aza-de ayağa kalkıp üstündeki tozları silkeledi. Kendisini tv reklamlarındaki özgür kız gibi düşündü. Tek farkla ki o sevdiği erkeğin yerini biliyor ve onu isteyerek geride bırakıyordu. Önünde duran otobüse bindi. Şoföre, - Günaydın dedi ve gösterilen yere oturdu. Yolcu azdı. Her-halde ilerde kasabalardan binecek olanlar vardı.


Arkasına yaslandı, gözlerini kapadı. Belki zamanla alışacaktı onsuzlu-ğa. Ama nasıl ? Bilmiyordu. Zaman öğretecekti herhalde. Bir çok şeyi öğrettiği gibi. Otobüs yeni doğmaya başlayan güneşi arkasına almış hızla ilerliyordu o tozlu yolda... Haldun uykulu gözlerle doğruldu yattığı yerden. Azade yine yerinde yoktu. Denize gitmişti herhalde. Yüzünü yıkayıp kıyıya indi. Deniz sessiz dalgalarla kıyıyı okşuyordu yine. Ama Azade görünürlerde yoktu. Yü-rüyüşe çıktı demek. Ama vakit epey ilerlemişti şimdi. Çoktan dönmüş olması gerekiyordu. Eve gidip kahvaltıyı hazırlamayı düşündü. Evin önündeki masaya herşeyi hazırlamıştı. Çay ocakta demleniyordu.Masaya Azade’nin en sevdiği kır çiçeklerinden bir demet koymuştu bir reçel kavanozunun içine. Onlara baktı güldü. Elinden her iş gelen bir sanatçı olarak rahatlıkla bir vazo yapabilirdi ama neden düşünmemişti şim-diye kadar ? Bugün bir ara bu işle uğraşmalıydı. Azade gör-meden yapmalıydı ki bir sabah sevdiği çiçekleri güzel bir vazoda görünce şaşırıp sevinsin. Ama gecikmişti sevdiği kadın. Meydanlarda yoktu. Öğrenciler uyanmış kahvaltı ediyorlardı ilerde. Nereye gitmiş olabilirdi acaba ? En iyisi çayı söndürüp aramaya çıkmaktı. Şimdi yine çakıl taşlarına dalmış bulacaktı onu kumsalda emindi. Ocağa yaklaştı çaydanlığı aldı üstünden, tezgahtaki nihalenin üstüne koymak için döndü ve çaydanlık elinde kalakaldı. Orada tezgahın üstünde kendi karalama kağıtlarından kopa-rılmış bir parçanın üstünde resim kalemiyle yazılmış bir not vardı. TEŞEKKÜR EDERİM. HOŞÇAKAL.


Başka hiç bir açıklama yok. O kadar. Haldun deli gibi düşünü-yordu. Nereye gitmiş olabilir ? Tabi otobüse. Nereye gitmek için ? İstanbul’a elbette. Otobüs kaçta geçerdi anayoldan ? En az bir saat önce geçmiş olmalı. Yetişebilir mi ? Mutlaka yetişecek. İstanbul’ kadar uzun bir yol var. Bir yerlerde yeti-şecek. Onu kaybedemez. Kaybetmemeli. Evden nasıl fırladığını hatırlamadı bile sonradan. Arabaya atlamış bozuk orman yolundadeli gibi sürüyordu şimdi. Ara-bayla onbeş dakika anayol ondan sonra da otobüsü yakalama yarışı. Ama mutlaka ulaşacaktı o otobüse. Yollar kalabalıklaşmaya başlamıştı artık. Haldun son hızla sürüyor ara sıra kasabaya giderken gördüğü otobüsü kaçırma-mak için tüm dikkatini veriyordu. Üç saat geçmişti otobüs köyden çıkalı tahminen. Kendisi de birbuçuk saattir yoldaydı ama otobüs oldukça eskiydi. Buna güveniyordu Haldun. Yetişecekti. Olmazsa İstanbul’a, terminale telefon edecek mutlaka ama mutlaka o siyah saçlı, siyah gözlü genç kadını alıkoymalarını isteyecekti. Nasıl yaparlarsa yapsınlar, yeter-ki onu bırakmasınlar. Üç saattir yoldaydı. Artık gözleri yorul-maya başlamıştı. Bazı arabaları o otobüse benzetiyor, önüne geçiyor ama bakıyordu ki o değil. Başka bir şirketin arabası. Sonunda otobüsü buldu. İhtiyaç için bir mola yerinde duru-yordu otobüs, baktı içinde yolcu yok. Yemek salonuna baktı. Azade orada da değildi. Sonra tuvaletlerin tarafına gitti. Ara-lık duran kapıdan Azade’nin yüzünü yıkadığını gördü. Geri


çekildi. Azade dışarı çıktı ve otobüse doğru yürüdü. Haldun’u görmemişti henüz. Haldun ona baktı. Yüzü düşünceliydi. Üzgün olduğu zamanlarda gözlerinin altı kararırdı, yine öy-leydi. Öyle yalnız, öyle içine kapanık bir hali vardı ki Hal-dun’un kalbi sızladı, daha fazla dayanamadı. Seslendi. - Bir tanem ! Azade arkasını döndü, inanamadı önce sonra gerçek olduğunu gördü. Seslenen Haldun’du. - Nasıl bırakırsın beni ? - Sen çok meşguldun artık. - En büyük meşgalem sensin, anlamıyor musun ? - Ama işlerin vardı. - İşlerin canı cehenneme. Sen önemlisin benim için. Deli oluyordum az kalsın. Otobüs kalkış için klakson çalıyordu, yolcuların otobüse gelmesi anons edilmeye başlanmıştı. Haldun şoföre yaklaştı. Bir yolcunun burada kalacağını söyledi. Azade donmuş gibi duruyordu orada. Haldun bagajdan ufak çantasını aldı Aza-de’nin. - Yarın birlikte gideceğiz İstanbul’a, dedi. Arabaya götürdü genç kadını. Yola çıktılar. İkisi de konuşmu-yordu yine. Ama Haldun kararını vermişti. Azade’nin dediği gibi İstanbul’da bir stüdyo kuracak, çalışmalarına oradan devam edecekti. Yeryüzünde hiç bir


şey ‘ kızları hariç ’ Aza-de’den daha önemli değildi. Bunu bir süre gözardı etmişti o kadar. Zaten burada ancak yazları çalışabilirdi. Son zaman-larda oluşan kalabalık onu hoşuna gidiyordu ama bu arada Azade’nin giderek yalnızlığa gömüldüğünü farkedememişti. Şimdi anlıyordu genç kadının kendisini nasıl dışlanmış hissettiğini. Şimdi anlıyordu ki kendisinin bir sürü meşgalesi var-ken genç kadın yalnız ona hasretmişti kendisini. Yalnız Hal-dun vardı onun yaşamında. Eve dönüş sessiz ve süratlı oldu. Çoktan kalabalık dostlar grubu gelmiş ve çardaktaki yerlerini almışlardı. Herkes yiye-ceğini kendi getiriyor bunlar Haldun’un evin dışında yaptırdığı ocakta müşterek pişiriliyor, ortaklaşa yeniyordu. Herkes bir ucundan tutuyordu işlerin. Sofra elbirliğiyle kuruluyor kaldırı-lıyor bulaşıklar yıkanıyordu. Bir komün hayatıydı bu sanki. Ama Haldun olaya Azade’nin gözleriyle bakınca genç kadının gerçekten nasıl sıkılabileceğini anlıyordu şimdi. Dostlarına kararlarını akşam yemekten sonra açıkladı. - Dostlar ! Biz bir süreliğine İstanbul’a dönüyoruz. Bir gürültü koptu hep bir ağızdan. İtirazlar, sorular. Hiç bir açıklama yapmadı Haldun. Gitmesi gerktiğini söyledi. O ka-dar. Gece herkes gidince Azade’ye seslendi. - Canım, gel bakalım uzun süreliğine gideceğiz buradan. Son bir yürüyüş yapalım kıyıda. Kumsala indiler. Kumlar ılıktı. Çıplak ayakla yürüyorlardı. Haldun Azade’ye sarılmış. Azade’nin kolu Haldun’un belinde. Azade bir ara durdu. Heykelin olduğu


yere gelmişlerdi. Ora-da ayın ışıklarının oldukça güçlü olduğu gecede heykel, ka-yanın tepesinde yapayalnız, sonsuza kadar bekleyeceği sevgi-lisini arar durumda bekliyordu. İçi bir tuhaf oldu. Ağlamak geldi içinden. Neden bilmiyordu ama içinde bir ses, bir gün Haldun’u bırakıp gideceğini söylüyordu ona... O zaman Haldun buraya gelecek bu heykele bakacak ve bel-ki de yapmaya karar verdiği güne lanet edecekti. Hatta tanış-tıkları güne de. İsteyerek bırakmayacaktı Haldun’u bunu biliyordu ama kim-bilir hangi sebeple gitmek zorunda kalacaktı. Biliyordu ki Haldun’u unutması mümkün değil artık. Yine biliyordu ki onu bırakması başka bir erkeğe duyduğu aşk yüzünden olma-yacak. Sebep ne olursa olsun erkek de yıkılacaktı emindi bundan. Onun yüzüne baktı. Ay ışığı muntazam hatlı yüzünde yansı-malar yapıyor, şakaklarındaki kırlar gümüş teller gibi parlıyor-du. Bu insan ona dünyanın ve hayatın bilinmedik yanlarını göstermiş, öğretmiş bunları yaparken de hiç bir zorlanma belirtisi göstermemişti. Haldun da heykele bakıyordu şimdi. Ayışığında heykel esatırı bir varlık gibi duruyordu kayanın üstünde. Sanatının doruğuna çıktığını hissediyordu. Bundan böyle ne yaparsa yapsın bu düzeyi korumak zorundaydı ama herşeyden önce koruması gereken şey Azade’ydi. Onu, haya-tın olası kötülüklerinden korumak, incinmemesi için hep yanında olmak istiyordu. Böyle düşünürken aslında onu, en çok kendisinin incitebileceği geldi aklına.


Kendisine olan sevgisini biliyordu genç kadının. Hiç şüphe etmemişti zaten. Kaçmaya kalkması bile onu rahat bırakmak içindi. Daha bir kuvvetle sarıldı Azade’ye. Artık onu hiç yalnız bırakmaya-cak, karamsar düşüncelere kapılmasını önleyecekti. Farkın-da olmadan mırıldandı alçak sesle. - Artık yalnız kalmayacağız sevdiceğim. Hiç ayrılmayacağız. - Uzun bir süre Kaptan. Çok uzun süre... Yağmur yağıyordu yaz olmasına rağmen İstanbul’da. Azade pencereden dışarı bakıyor, yağmurun puslandırdığı Marma-ra’yı seyrediyordu. Haldun dışar çıkmıştı. Fabrikaya gidecek ortağıyla bir toplantı yapacaktı. Sonra birlikte gidip stüdyo olarak kullanulabilecek bir kaç yere bakacaklardı. Bir arkadaşı bu işe uygun olabilecek bir kaç yer tavsiye etmişti. Telefonu çaldı birden. Açtı, Haldun’du. - Nasılsın bebeğim ? - İyiyim Haldun. Sen nasılsın ? - İyiyim ben de. Az sonra geliyorum, hazır ol tamam mı? - Tamam ben hazırım zaten. - Az sonra görüşürüz. - Tamam görüşürüz.


Telefonu kapattı. Ev, döndüklerinden beri çok sessizdi. İkisi-de beraber oldukları mümkün oldukça değerlendirmek isti-yorlardı. Ama Haldun’un hazırlaması gereken taslakları var-dı. Sipariş aldığı heykellerin yapımı için hazırlanıyordu. So-luk almadan çalışıyordu ama Azade’yi hep yanında istiyordu. Ona taşlaklar hakkında sorular soruyor fikrini öğrenmekten zevk alıyordu. Azade bazı konularda gayet yerinde tespitler yapıyor, Haldun’un taraflı baktığı bazı şeylere objektif bak-tığı için oldukça isabetli saptamalarda bulunuyordu. Bundan zevk aldığı da açıktı. Haldun’un sanat görüşünü öğreniyor, sanatın zorluğunu ve insanı sıradanlıktan nasıl çıkarttığını izliyordu. Herkese açık olmalıydı sanat Haldun’a göre. En aşağı tabakadan en üst tabakaya kadar sanat sergilenmeliydi. Onun sanatı halka indirdikçe kültür seviyesinin yükseleceğine olan inancı Hal-dun’a olan saygısını çoğaltıyordu. En tutkulu hayranıydı o-nun. Kendisini de bir şeyler yazmaya itiyor, - Yazmalısın. En iyi yaptığın neyse o konuda çaba harcama-lısın diyerek onu devamlı teşvik ediyordu. Mutluydu Azade. Hiç şikayeti yoktu. Herşey umduğundan daha güzel bir şekilde gidiyordu. Kapı çalındı, ardından kilitte anahtar döndü. Haldun gelmişti. Önce zili çalar sonra anahtarıyla açar girerdi içeriye. - Nerdesin tatlım ?


- Buradayım. Hoşgeldin Kaptan. - Bana Kaptan deme artık ya ? - Tamam Kaptan ay pardon. Haldun ! - Hazır mısın sen ? - Hazırım tabi. Ama yemek yemeyecek misin ? - Dışarda bir şeyler yemeye ne dersin ? Önce gidip stüdyoları gezelim sonra Rumeli kavağına gider, balık yeriz bir güzel, olur mu canım ? - Neden olmasın ? - Hadi o zaman gecikmeyelim. Çıktılar. Gittikleri yerler karanlık bodrum gibi nemli, havasız, dar ve karanlık yerlerdi. Bazıları neredeyse apartman dairesi fiyatına kira istiyordu. Hiç birini beğenmedi Haldun. Sadece bir yeri beğendi sonunda. Burası altı daha evvel dükkan olan üstünde iki yatak odası ve bir salon orta büyüklükte bir yerdi. Şehre biraz uzaktı ama bahçesi, içindeki ağaçları çiçekleri Azade çok sevmişti. Haldun da beğendi burayı. Hafta sonların-da gelip burada kalabilirler Azade’nin yanında olduğunu görerek rahat rahat çalışabilirdi. - Burasını beğendin mi Azade ? - Güzel. Çok güzel. Ama eve uzak.


- Ben üst katı da tutmayı düşünüyorum canım. Oraya bir kaç parça eşya koyar geldiğimizde gerekirse kalırız. Ne dersin? - İyi fikir ama senin işin. Benim okulum ? - Hımm. Sana sürprizimi söylemedim değil mi ? - Ne sürprizi ? - Sana ufak bir araba almayı düşünüyorum. Gerekirse okula onunla gidersin. - İstemiyorum Haldun. Gerek yok. Burası İstanbul, her yerden araba var ulaşım için. - Ama yollarda yorulacaksın. Bunu düşünüyorum. - Ben alışkınım üzülme. Böyle bir şeye gerek duyarsam söy-lerim o zaman alırsın. - Söz mü ? - Söz veriyorum. Evi olduğu gibi tuttu Haldun. O hafta sonunu üst kata eşya bakmak için mağazalarda geçirdiler. Azade evden bir iki eş-ya götürmek istiyordu, Haldun’sa orayı tamamen farklı döşe-mek. Sonunda Haldun’un dediği oldu. Azade saatlerce dolaş-tıktan sonra sade bir salon takımı ve yatak odası beğendi. Pazartesi günü eve getirilecekti eşyalar. Bir kaç şey daha sipariş edip eve döndüler.


Kızlar geliyordu o akşam. Ertesi gün tatildi ve pazartesi gü-nü de. Biraz beraber olmak istiyorlardı babalarıyla. Havaala-nına Haldun yalnız gitti bu kez. Azade onların odalarına bir televizyon almak istiyordu. Nicedir düşünüyordu bunu ama hiç fırsat bulamamıştı. Haldun’la birlikte çıktılar evden. Er-kek arabayla gitti. Azade de beyaz eşya dükkanlarını keşfe. Bir yerde dolabıyla birlikte tam genç kız odasına uygun bir tv beğendi. Özelliklerini sordu sonra eve getirmeleri için ad-resi verdi. Yarım saat içinde getirip kuracaklardı. Çıktı eve gitti, balık almayacaktı bu kez. Haldun’a söylemişti. Gelirken alsınlardı. Bu ayın gibi bir şeydi çocuklarla Haldun arasında. Bu kez bozmak istemedi bunu. Sevinç çığlıkları ve coşkuyla sarıldılar uçaktan inince kızlar babalarına. İlk heyecan geçin-ce ilk soruları Azade oldu. - Baba Azade abla evde mi? - Evde canlarım, bizi bekliyor. - Neden o da gelmedi ? - Bilmem çarşıdan bir şey alacakmış. Bana öyle dedi. - Balık mı ? - Hayır canım başka bir şey. Bana da söylemedi. - Ne alacak acaba ? - Kimbilir ? Azade ablanızın işi belli olmaz ki.


Yollar rahattı. Eve çabuk geldiler. Azade pencerede bekliyor-du onları. Tv ciler az önce gitmişlerdi. Odanın en uygun ye-rine dolap konmuş içine tv yerleştirilmişti. Kızlar görünce sevinirlerdi herhalde gitti, kapıyı açtı, beklemeye başladı. Koşarak çıktı merdivenleri kızlar. Azade içinde mutluluğa benzer bir his, kucaklayarak sardı onları. İkisi de aynı güler yüzle sorular sorup cevap bekliyorlardı Azade’den. Haldun üçünü kucak kucağa içeri iteledi. - Hadi içeri girin de orada konuşun apartman komşularımız rahatsız olacak, diyordu. İçeri girdiler. Haldun balığı ve salatalığı mutfağa götürdü. Kızlar Azade’nin yanında onunla konuşmaya dalmışlardı. Önce salatalığı yıkadı bir güzel süzülmeye bıraktı. Sonra ba-lığı ayıklamaya başladı. Eskiden, Azade yokken bu işler ne kadar ağır gelirdi kendisine. Yalnız kızları geldiğinde zevkle yapardı bunları. Şimdi yine keyifle tezgahın üstünde bir ka-deh içki, balığı ayıklarken eski günleri düşünüyordu. Daha önceden kız arkadaşları vardı bu eve gelen. Ona yemek ya-par, marifetlerini ortaya dökerlerdi gözüne girmek için. Hal-dun bu tür hareketleri gülümseyerek karşılar bir kaç günlük arkadaşlıkların, sevgililerin eşliğinde zamanı geçirirdi. Oysa Azade... Onun kendisinden bir an bile ayrılmasını iste-miyordu. Biliyordu ki bu kadın kendi kader arkadaşı. Ona geçmişini anlatmasına gerek yoktu. Biliyordu genç kadın ve onu böyle kabulleniyordu.


Dört yıl öncesini anımsadı Haldun. Henüz bu işe ortak olma-mıştı. Hayatını tiyatro yaparak kazanmaya çalışıyordu. Bir taraftan resimler, heykeller bir yanda gönlünü verdiği tiyatro. O gün tiyatroda provadan çıkmış eve dönüyordu. Biri seslen-mişti kendisine. - Haldun ? Dönüp bakmıştı eski günlerden bir arkadaşı. Bir zamanlar beraber ülke geleceği için ideal arkadaşlığı yaptığı insanlardan biriydi bu. - N’aber Haldun ? - İyidir sen nasılsın ? - Paşalar gibiyim arkadaşım. - Çok iyi. - Sen ne iş yapıyorsun ? - Tiyatrocuyum. - Gerçekten mi. Manyak mısın lan ? Ne kazanıyorsun bu iş-ten. - Ben para için değil, inandığım dava uğruna sanatım yoluyla halka kültür aşılamak için tiyatro yapıyorum. - Ne kültürü, ne halkı oğlum ? Sen manyaksın. Türünün son örneğisin. Senin gibilere dinazor diyoruz biz. Bırak bu işleri. Yıllarca halk için uğraştık. Onlara gecekondular yaptık. Hep-si tapu aldı zengin oldu. Sınıf değiştirdi. Sen hala açsın, bu işler bitti artık.


- Bitmedi. Bitmeyecek de. - Sen hala tiyatro yaparak açlık çekiyorsun demek. Senin gibi aktif bir adam, silah kullanan, bomba uzmanı, eski gerilla, sen tut sanatla uğraş. Sen benim yanımda olsaydın Adana, Mersin, Antalya’nın kralı Allah’ı oluruz be. Var mıy-dı bizim gibi gözü kara ? - Sen ne iş yapıyorsun şimdi ? -Vallahi ben Mersin’de bir geneleve çöktüm. Haracını yedim. Şimdi iki evim var orada. - Ne evi ? - Genelev lan. Dünyanın parasını getiriyor karılar. Onlar ça-lışıyor ben yiyiyorum. İğrenmişti Haldun. Adamdan sanki pis kokular yükseliyor gibi gelmeye başlamıştı ona. Bir zamanlar idealleri uğruna canını fedaya hazır gözükara mert arkadaşı ne hale gelmişti şimdi. Tiksinmesini gizlemeye çalışarak onun elini sıkıp ay-rılmak istedi. - Kusura bakma arkadaşım gitmem gerek bir randevum var-da. - Ya bana telefon numaranı ver de arıyayım seni. Seninle epey iş yaparız biz ya. - Ben seni ararım. - Numaram var mı sende ? - Var. Ben seni ararım.


- Tamam bekleyeceğim. - Merak etme ararım yakında. Oysa, ne telefon numarasını biliyordu ne de adresini. Öyle bir insanla bir zamanlar arkadaş olduğunu, aynı idealleri paylaştığını düşünmekten utanç duyuyordu Haldun. Onun gibi nice arkadaşları, yaşamın dışlıları arasında yokolup git-mişlerdi. Kimisi ekmek parası uğruna boğaz tokluğuna uğra-şıyorlardı kimisi de işte böyle yasa ve insanlık dışı işlerle geçiniyorlardı. Bu görüşmeden bir sene sonra o adamın İzmir’de bir mafya hesaplaşması sonunda, vurularak öldüğünü okumuştu gazete-lerden. Su testisi su yolunda kırılırdı işte hep. Bu arkadaşı özel bir nedenle diğerlerinden daha da farklı bir şekilde anımsıyordu. Gençlik yıllarında bir arkadaşıyla poliste, nezarethanede kar-şılaşmışlardı. Arkadaşının bir ayağı dizinden kesikti. Ona sormuştu. - Ayağına ne oldu ? Diye. - Vuruldum. Doktora gitmedim. Kendim tedavi olmaya çalış-tım. Kangren olmuş. Kestiler. - Kim vurdu ? Asker mi, polis mi ? - Ne askeri ne polisi ya ? Beni Memo vurdu. - Neden ? - E biz ayrılıkçılardanız ya ondan.


O zaman Haldun işi anlamıştı. Aynı ideali paylaştığı arkadaş-larından bazıları idealleri uğruna yasa dışı işler yapmaya başlamışlardı. Haldun ve bacağı şimdi kesik arkadaşı gibiler buna itiraz etmişlerdi. Bu ötekilerin işine gelmiyordu tabi. Karıştıkları karanlık işlerden elde ettikleri para sadece amaç uğruna harcanmıyordu. Bunlar kendi cepleri içinde yapıyor-lardı böyle şeyleri. Sonunda belli bir rahatlığa ulaşınca, işin içinde artık amaç filan kalmıyor kendi çıkarları uğruna amaçlarını alet ediyorlardı. Haldun’a karşı durmuştu ve kendi gibi düşünenlere karşı cephe alınmıştı. Ayağı kesik arkadaşı şimdi bir dergide çalışıordu ve yine halkı aydınlatma görevini ifa ediyordu. Onuruyla, kimsenin hakkına el uzatmadan vicdanen rahat çalışmak, kazanmak ne güzeldi... Kimseye muhtaç olmadan, kendi emeğiyle, hakkını alarak yaşamak. Ama bu ülkede bir çok kişi hakkını alamadan yaşı-yordu. Ve bir çok kişi de başkalarının sırtından geçiniyordu. Hem de ne geçinmek... Kazandıkları para küçük insanların gözyaşları ile yıkanıyordu. O küçük insanlar bu ülke halkını oluşturuyordu aslında. Temel onlardı. Onların üstünde yükse-liyordu ülke. Ama neden bunu anlamak istemiyordu zengin ve mutlu kit-le ? Neden anlamıyorlardı ki servetleri ve bütün lüksleri o insanlar tarafından sağlanmakta ? Onlar olmasa hangisi geçe-cekti yağlı ve pis makinelerin başına ? Hangisi uğraşacaktı toprakla ? Ve kaç tanesi canavar


makinelerde elini, kolunu veya bacağını kurban edebilecekti ? İşçi sınıfı ve küçük memur sınıfı olmasaydı bu ülkenin geleceği ne olurdu ? Düşünceleri nereden nereye kaymıştı. İçerden kızların sesleri geliyordu. Azade’ye getirdikleri armağanı gösteriyorlardı. Azade paket açılınca küçük bir sevinç çığlığı atmıştı. Çok güzel şarap rengi yakasız bir hırka, yaka ve kol kenarlarında altın sim iplik ile eski türk motifleri işlenmişti. Çok beğen-mişti Azade bunu. Üstüne tutup aynaya bakıyor, hoşlandığını belli ediyordu. Kızlara dönüp dönüp teşekkür ediyordu içten-likle. Sonra onlara, - Odanıza gidip bir bakın bakalım. Ne göreceksiniz ? Deyince kızlar aceleyle koştular odalarına. Sonra sesleri geldi. Dışarı koştular yine. - Odamızda bize ait bir televizyon varrr. - Evet. Beğendiniz mi ? - Çokkk. Teşekkür ederiz. Baba sağol ne iyi ettin. Artık yat-tığımız yerden izleyeceğiz televizyonu. - Ama size uygun programları izleyeceksiniz. - Tamam babacığım. - Ama kızlar bilin ki bu tv fikri Azade ablanızdan çıktı. Ben tv alınacağını bilmiyordum bile. - Olsun. Alındı ya ! İkinize de teşekkürler. Azade kızlarının sevincinin ne kadar yürekten olduğunu gör-


dükçe için için sevinçten kaynıyordu. Mutluydu. Sevdiği er-keğin çocukları onu benimsemişlerdi. Yine güle konuşa soh-bet edildi. Şakalaşıldı. Sonra yatma vakti geldi çocukların. Bu kez Dicle babalarının yanlarına gelip iyi geceler dilemesini istememişti. Odalarına çekilip televizyonu açtılar. Bir kanalda gerilim filmi gösteriliyordu. Yataklarında örtülerine sarınıp izlemeye başladılar. Ara sıra küçük heyecan çığlıkları atıyor-lardı. Haldun kanapede Azade’ye sarılmış konuşuyor, kızlarının bu evde olmasından duyduğu mutluluğu anlatıyordu. - Onlar yokken ben yalnızlıktan duvarları tırmalıyorum, di-yordu. Ne kadar yoğun da olsam, evin içi ne kadar kalabalık-da olsa yalnız kaldığımda kızlarımı özlüyordum. Ama sonra sen geldin. Evimin içi aydınlandı. Ben hiç farkında olmadan havası değişti evin. Şimdi eve geldiğimde biliyorum ki sen varsın. Biliyorum ki beni gerçekten seven, merak eden biri var. Sıradışı bir yürek. Öyle cesursun ki. Senin yerinde başka biri olsaydı geçmişimden korkar kaçar giderdi. - Seni nasıl bırakabilirim canım ? Haldun’un göğsünde bir kedi munisliğiyle yatan Azade erke-ğin gözlerine bakıyordu. O gözlerdeki sıcaklığı daha önce kimsede görmemişti. Bu adam bir evren taşıyordu kişiliğinde. Bir sevgi taşıyordu ki bütün insanlığa yönelik. Herkesi seven bir insan. Ve kendisini de. Barışıktı kendisiyle. Olgunluğu, birikimi bundandı belki de. Girdiği heryerde insanlar ona


bakıyorlardı.Konuşmalar kesiliyor, başlar çevriliyordu hemen. Öyle bir yürüyüşü vardı ki. Önce o farkediliyordu. Güvenli, rahat. Bir kaplan zarifliğiyle yürüyordu. Her zaman şık, her zaman tertemiz, bakımlı. Onu pejmürde görmek imkansızdı. Her zaman kendine güvenen, harekete hazır. Bir kaplanın zarafetiyle birlikte acımasızlığı da olabilirdi haksızlıkların karşısında. Tetikte. İşte öyle, karşısındakine ; Dikkatli ol. Benimle uğraşma, diyen bir tarz. - Sonbahar gelmeden gidip kaydımı alayım buraya naklede-yim diyorum Haldun. - Birlikte gidelim istersen. - Yoo canım. Ben giderim. Hem arkadaşlarla bir kaç gün ge-çiririm hiç değilse. Onlara anlatırım durumu. Veda edeyim. - Yani bekarlık yaşayayım diyorsun öyle mi küçükhanım ? - Eee biraz da öyle. - Dönecek misin bir tanem ? - Nasıl soru bu Haldun ? - Ne bileyim. İçimde bir korku var. Sen orada arkadaşlarını bulacaksın. Ne de olsa öğrencilik hayatı. Daha özgür, daha rahat. - Ben burada özgür değil miyim ?


- Özgürsün elbette ama ne bileyim ? Ben belki seni bazen birşeylerden engelliyorum gibi düşünüyorum. - Yaa nelerden mesela ? - Eskiden, chatte konuşurken, sen bana bu gün dışardaydım derdin. - Evet, derdim ? - Yani arkadaşlarınla, yaşıtlarınla gezmeye çıkardın, eğlenirdin. Şimdi eve kapandın kaldın. İşlerimden vakit bu-lup seni bir yere götüremiyorum da. - Demek ben gezme istiyorum ama sen götüremiyorsun öyle-mi ? - Canım ne demek istediğimi anlıyorsun sen. - Haldun ! Bu ev var ya ? - Evet canım, var ? - Bu ev benim en özgür olduğum yer işte. Ben bu evde cen-neti buldum. Güvenliği buldum. Aşkı, huzuru buldum. Dışar-da hiç bir yer bu kadar sıcak, bu kadar güzel değil. Sen sev-ginle beni öyle çevirdin, öyle yumuşacık sardın ki burada kendimi prensesler gibi hissediyorum. Ben burada mutluyum, hem de çok mutluyum. Bir daha bana öyle korkulardan bah-setme. - Teşekkür ederim bir tanem. Öyle mutlu ettin ki beni. İnan çoğu zaman bunları düşünüp üzülüyordum.


- Artık düşünmek yok. Gidip naklimi yaptıracağım ve döne-ceğim. Giderken uğurlayacaksın. Dönerken de karşılayacaksın o kadar. Ondan sonra hep yanındayım artık. - İnşallah canım, inşallah. Haldun Azade’yi kokluyordu şimdi. Mis gibi, çiçek gibi bir koku vardı genç kadında. - Bebeğim, bu parfümün adı ne ? - Jasmine. - Yani, yasemin. - Evet. Beğenmedin mi ? - Hayırr. Çok güzel. Hep soracağım unutuyorum. Çiçekler gibi kokuyorsun. Çok hoş bir koku. Sana benziyor. Tertemiz ve lekesiz bir çiçek gibi. - Şimdi yasemin zamanıdır orada. Dönerken sana getireyim. - Çok sevinirim Azade. - Orada kadınlar, kızlar bu çiçekleri serinlikte toplayıp ipe dizerler. Sevdiklerine armağan ederler. Gündüz o kadar kok-maz bu çiçek ama geceleri mis gibi sarar her yanı kokusuy-la. Evler, sokaklar yasemin kokar. - Her taraf sen kokar desene. Gidip oraya mı yerleşsek ne. - Gelirken sana yasemin getireceğim. Bir kolye yapacağım.


- Ben de o kolyeyi boynuma takıp hawai dansı yaparım artık. Gülüştüler. Sevgi her yanlarını öyle bir sarmıştı ki kalpleri her şeyde birbirilerini buluyordu. - Yatalım mı artık canım ? - Yatalım. Epey geciktik yine. - Seni gidi yaşlı adam. Yoruldum desene şuna ? - Demek ben yaşlı adamım öyle mi ? Gel buraya bakayım. Sana yaşlılık nasıl olurmuş göstereyim. Azade çoktan fırlamıştı kanapeden. - Hadi gidip kızlara iyi geceler dile Haldun, dedi. - Birlikte gideceğiz bu gece. Hadi bakalım. Kızların sesi geliyordu daha. Film bitmemişti demek. Kapıyı vurdu babaları. - Gel baba ! Daha uyumadık. İçeri beraber girdiler. Kızlar gülüşüp birbirilerine bakmaya başladı. - Ne fikirdiyorsunuz bakayım ? - Babaaaa yanağında iz var. - Ne izi ? - Kurşun izi. Ne izi olacak Azade ablanın ruj izi.


- Hani nerede bakayım ? Aynaya yürüdü Haldun. Kızlar yine kikirdiyorlardı. - Haldun, boşuna bakma. Bende ruj yok ki. Azade de gülüyordu şimdi. - Demek bu küçük mikroplar bana şaka yaptı ha. Sizi gidileeer. - Şaka yaptık tabi. Ama nasıl kandın ? - Bir daha kanarsam iki olsun. Görürsünüz siz. Sevgiyle öptü kızlarını. sonra kapıya yöneldi. Dicle seslendi arkalarından. - Bizi öpmeyecek misin Azade ? Döndü genç kadın. Kendisinden sadece altı yıl ufak olan Dicle yatakta oturmuş yanağını uzatmıştı. Koşar gibi gitti yanına yeni yetme genç kızın, sevgiyle sarılıp öptü. Sonra Nil’in yatağına döndü.. Ona da sevgiyle sarıldı. Boğazına bir şey tıkanmıştı sanki. Yüreği mutluluktan kanatlanıp uça-cakmış gibi olmuştu. Haldun’un yavruları onu seviyordu. Bunu hissedebiliyordu gözlerinden. Kapıya yaslanıp bekle-yen Haldun da duygulanmıştı. Allah en sonunda ona tam anlamıyla mükemmel bir mutluluk vermiş... - Doyasıya yaşa ! Diyordu, şimdi. Yaşa, hisset, sev. Gözleri yaşardı. Kızların farketmemesi için ışığı söndürdü.


- Hadi bu kadar gösteri yeter. Artık uyuyun. - Tamam baba. İyi geceler. Azade sana da iyi geceler. - İyi geceler çocuklar. Kapıyı dışardan kapattı Haldun. Azade’nin gözleri kızarmıştı. - Gene ne var küçükhanım ? - Haldun çok duygulandım. Çok sevindim. - Bende öyle canım. Artık içim çok rahat. Çok huzurlu. Odalarına gittiler. O gece uyurken İstanbul yağmurlu gecele-rinden birini daha yaşıyordu. Ama onlar yağmuru farketmedi-ler bile... - Hazır mısın canım ? - Evet Haldun. Hemen geliyorum. - Uçağa geç kalacaksın, haberin olsun.- Senin de işine gelir ya. - Gelir tabi ama sonra yine gideceksin. Bir an önce git gel. - Tamam canım. Hazırım. Haldun Azade’ye baktı. Ayağında gri mavi bir kot, üstünde beyaz spor yakalı bir gömlek. Spor ayakkabılar. Saçlarını arkada tek örgü yapmıştı. Ama her zaman olduğu gibi özgür ruhlu bir kaç tutam saç örgüden fırlamış yanaklarına düşüyor-du. Makyaj yapmamıştı.


Orada öylece dimdik ama biraz mahzun duruyordu. Haldun’un yüreği sızladı. Onu yalnız göndermekle iyi mi etmişti acaba ? Ya orada hastalanırsa ? Ama aradaşları vardı yalnız kalmayacaktı orada. Hem söz vermişti. En ufak bir şey olursa hemen telefon edecekti ken-disine. Kuş gibi uçar giderdi hemen. - Çıkalım mı Haldun ? - Çıkalım canım. Arabaya valizi yerleştirip yola çıktılar. İkisi de sessizdi şimdi. Hava kararıyordu yavaştan. İstanbul, kalabalığını caddelere dökmüş, akşam işten çıkıp evlerine gitmek için yola koyulan-larla daha da bir kalabalıklaştırmıştı sokaklarını. İstanbul... Yaşlı ve büyük şehir... İçinde yaşayan her bir ferdi-ne değişik duygular tattıran tarihi kent. Kimisi mutlu oluyordu bu şehirde... Kimisi korkunç acılar çekiyordu. Yüzlerce yıl-dır tüm bunlara aldırmadan ama soluk alıp veren bir canlı gibi baskısını, güzelliğini, ihtisamını sergileyen İstanbul... Kimsenin acısına, mutluluğuna aldırmazdı bu şehir. Belki haklıydı da. Bunca kalabalığı, bu kalabalığın getirdiği pisliği kendi istememişti. Duyan gelmişti bu şehre. Gelirken kendi yörelerinin örf ve adetlerini de getirmişler, zorba bir eş gibi nahif İstanbul’a bunları dayatmışlardı. Sonunda İstanbul bunlarla baş etmeyi öğrenmişti. Bu şehir kimseye acımıyordu artık. Geliyorlar kimisi başarıyor kimisi ezilip gidiyordu.


Kendisi herşeyin üstünde bir ana kraliçe gibi duygusuz, sağır kalıyordu. Azade şimdi bu şehirden giderken etrafına bakıyor, eski re-simlerde gördüğü İstanbul’la şimdiki İstanbul arasında ben-zerlik arıyordu. İşte şurada eski bitr cami, ötede bir ev. Apartmanların arasına sıkışmış. Eski bir park. Nasıl olduysa göz-den kaçmış bir konak. Sahipleri ya çok zengindi ona kıyamı-yorlardı ya da yakında bu konak da yanardı, yerine apartman dikmek için. Üzülüyordu her geldiğinde. Kendi evleri de ya-kında yıkılacaktı. Halasıyla son telefon konuşmalarında is-tekli bir müteahhit bulunduğunu, Azade giderse hemen anlaşmaya varılacağını söylemişti. Azade dönüşüne bırakmıştı bu konuşmayı. Halasına bir süreliğine okulunun olduğu ken-te gideceğini, dönüşünde bu işleri halledeceğini söyledi. Bü-tün üzüntüsüne rağmen halasının bu yazı da o eski evde ge-çirmesini istiyordu. Boğaza hakim tepedeki o eski köşk bir yaz daha sefasını sürmeliydi. Halası ve Murat sabahları kah-valtılarını bahçede aşağıda akıp giden boğaza bakarak yapma-yı çok severlerdi. Bu son yazı, bu güzellikleri doya doya ya-şayarak geçirsinler. Bahçede ki ağaçların altında. Rengarenk çiçekleri, küçük havuzdaki balıklarını seyrederek... Hava alanına yaklaşmışlardı. Haldun arabayı park yerine koymak için ilerliyordu. Sonra arabadan indiler. İkisi de sus-kundu. Alan binasına girdiler. - Herşeyin yanında değil mi bir tanem ? - Evet herşeyi aldım. Merak etme.


- Peki benim resmimi ? - Aldım tabi. Yola onsuz çıkar mıyım hiç ? - Göster bakalım bana. Haldun’un bunu soruşundaki amaç başkaydı. Azade’nin ken-di resmini para cüzdanında taşıdığını biliyordu. Ona resmi gösterirken bakacaktı cüzdandaki nakit yeterli mi diye. Aza-de’nin az bir parayla gitmesini istemiyordu. Hazırlamıştı bile vereceği parayı. Evde defalarca sormuş ama Azade ye-terli param var deyip durmuştu. Omuz çantasından cüzdanını çıkardı Azade. Resim olan tara-fı gösterdi Haldun’a. Haldun, - Yakından bakayım hangi resmimi almışsın, diyerek cüzdanı aldı genç kadının elinden. Baktığı anda gözleri doldu. Azade onun tek resmini koymamıştı cüzdanına. Kızlarıyla sarmaş dolaş bir pozu vardı. Evin balkonunda çekilmiş. Onu koymuş-tu. Çok duygulandı. Ama şimdi duygu gösterilerinin zamanı değildi. Azade’ye farkettirmeden cüzdanı araladı. Evet para vardı ama ona yeterli gözükmedi. Yine farkettirmeden bir miktar daha para koydu. Bu para genç kadına dönene kadar rahat rahat yeterdi. Sonra cüzdanı Azade’nin eline değil de çantanın içine koydu yavaşça. - Çok sevindim bebeğim. Çok duygulandım. Teşekkür ederim. Alana iner inmez telefon edeceksin değil mi ?


- Edeceğim. Merak etme. Hem Haldun. Dolapta yemek var. Sana köfte harcı hazırlamıştım. Eve gidince kızartıp ye lütfen. Salata da var. - Sen bunları ne zaman yaptın ahçıbaşı ? - Bugün akşamüstü. Sen içerde uğraşırken. - Canım benim. Yolcu sensin, kalana yemek hazırlıyorsun. Ama yiyebileceğimi hiç sanmıyorum. Evin içinde sen yokken iştahım kalmaz. - Aşkolsun Haldun. Sanki çok uzak bir yere gidiyorum. Bir kaç gün sonra döneceğim işte. - Evet bir tanem döneceksin ve artık bir daha hiç ayrılmak yok tamam mı ? - Tamam Kaptan. Hiç ayrılmayacağız. Uçak yolcuları iç salona çağrılıyorlardı. Haldun ayağa kalktı, Azade’ye kuvvetle sarıldı. Tıpkı ilk karşılaştıkları gün, Hay-darpaşa garında sarıldığı gibi. Onu kokladı son bir kez gözle-rinin içine baktı. Azade o gözlerde sonsuz bir sevgi ve şefkat, istek ve aşk görüyordu.Kendisi aynı duygularla sarıldı erkeğe. Alanda bir çok kişi bu olgun yaştaki erkekle, genç kadına bakıyorlar gördükleri manzara hoşlarına gidiyordu. Sevginin böylesi her zaman görülmezdi. Azade uzun zaman göremeyeceği Haldun’a son kez bakıyordu şimdi. İçinde bir burukluk, adlandıramadığı bir yürek yangısı... Daha şimdiden onu özlemiş gibi. Sanki bir daha göremeyecek-miş gibi.


- Yastıklara Yasemin parfümünü sıktın değil mi bir tanem? - Parfümü evde bıraktım Haldun. - Neden ? - Onu koklar beni hatırlarsın. - Seni hatırlamak için parfüm koklamama gerek yok ki. Evin her köşesinde sen varsın zaten. - Haldun ! - Söyle canım. - Seni çok seviyorum ben. - Bilmediğim bir şey değil ama bunu duymaktan her zaman zevk alıyorum biliyorsun değil mi ? - Evet, biliyorum. - Benim seni sevdiğimi de biliyorsun ? - Biliyorum. - O zaman işlerini halledip çabuk dön. Yaşayacak çok şeyimiz var daha. Azade son kez Haldun’u öpüp iç salona girdi... Ardında Hal-dun’u ve İstanbul’u bırakarak... - Azade hoşgeldinnn. Sanem çılgın gibi el sallıyordu Azade’ye, havaalanı binasının geniş terasından. Yanında bir kaç kişi daha


vardı ama ışık arkalarından vurduğu için seçememişti kim olduklarını. Uçaktan inmiş alana girmişti az sonra. Çok sıcak vardı. Ter içinde kalan yolcular bir an önce valizlerin gelmesi için ace-le ediyorlardı. Sonunda Azade’ye geldi sıra, valizini alıp alan binasının dışına çıktı. Sanem’in boynuna atılmasıyla bir an sallandı sonra o da sarıldı arkadaşına. Diğerleri de okuldan arkadaşlardı. Sanem araba bulmak için onlardan rica etmişti ve bir arkadaşları getirmişti onları buraya. - Nasılsın deli kız ? - İyiyim, sen nasılsın ? - Ben de iyiyim sağol. - Yolculuk nasıl geçti ? - Çok rahat. Biraz kestirdim bile. - Hadi ya. Asılan olmadı mı ? Azade gülerek baktı Sanem’e. - Olmadı canım. - Niye yaaa ? - Olmadı da ondan.- İyi. Hadi eve gidelim. Yolda Sanem konuşuyor anlatıyordu. Hocalar Azade’yi sorup durmuşlardı. Arkadaşları da merak etmişti. Ev sahibinin kızı İngiltere’den babasını görmek ve bazı miras işlerini halletmek için tatile gelmiş, bir ay kalıp deli gibi para harcadıktan sonra geri dönmüştü.


Köşedeki ufak market iflas etmiş sonunda. Adam dükkanı yok parasını elden çıkarıp borçlarını ancak ödeyebilmiş.Şim-di elinde sigortadan aldığı paranın dışında, bir de o küçük ev... Başka hiç bir şeyi kalmamış. Ama adam yine her zaman ki gibi tertemiz kıyafetiyle, saygılı, güleryüzlü evinin kapısının önünde oturuyormuş şimdi de. Arkadaşlarından iki kişi daha Azade gibi bu sömestr dondur-muşlardı dersleri. Neden böyle yaptıklarını anlayamamıştı Sanem. Dondurup ailelerinin yanına dönmüşlerdi. - Belki parasızlıktandır Sanem ? - Ne bileyim. Bir dönem kalmıştı ya. Yazık oldu. - Kimbilir ne sorunları vardır. - Kimbilir ? O sırada Azade telefonunu açtı. Az sonra telefon mesaj sin-yali veriyordu. Açtı, baktı Haldun’dan. Gördüğüm en güzel rüya sensin Duyduğum en güzel sevgi senin eserin Kaybolduğum en güzel karanlık senin eserin Kurduğum en güzel hayal sensin... Genç kadın çok duygulandı okuyunca. Haldun ne yapar eder onu böyle sevindirirdi çoğu zaman. Ama cevabı eve gidince yazacaktı. Sanem soruyordu.


- Kimden geldi mesaj ? - Evde anlatırım. - Enişte meselesi mi ? - Biraz öyle. - Hele bir anlatma da göreyim. Zaten birşeyler olduğunu anlamıştım ben. Merak edip duruyorduk. Hepsini anlatacaksın değil mi ? - Tamam canım, anlatırım. Kırk dakika sonra evdeydiler. Odası Azade’ye biraz yabancı geldi önce. Sonra alıştı tekrar. Sanem sofrayı kurmuş çağırı-yordu. - Yolcu hadi sofraya ! Aslınur, Sanem ve diğer arkadaşları dizilmişlerdi masaya. İçlerinden bir erkek öğrenci Sanem’e çok yakın davranıyordu. Onu ara sıra okul cafelerinde görürdü. Sakin, kendinden emin görünen bir gençti. Sanem onun delikanlıya bakışını görmüştü, gülümsedi. - Nasıl, erkek arkadaşımı beğendin mi ? - Ciddi misin ? - Evettt. - Ben de onu tavlayayım diyordum. - Hadi be sende. Şaka yapıyorsun biliyorum.


Sanem’in güzel ve aydınlık yüzü hemen asıldı. Bir anda ken-disini Azade’yle Selim’in arasına giren bir kara kedi gibi görmeye başlamıştı. Azade bu hüznü farketti bakınca. Eğildi Sanem’in kulağına, - Onu senin için tavlayacaktım, dedi. - Seni hınzır, yüreğimi oynattın be. Sarıldı Sanem’e, yanaklarından öptü. - Seni çok seviyorum arkadaşım, dedi. - Biliyoruz herhalde. Ama sende çok değişiklik var. Bunu neye borçluyuz ? - Sonra anlatırım. Telefonu çalıyordu. Açtı, Haldun karşısında, sesi meraklı, üzgün. - Canım neredesin ? Kaç saattir senden telefon bekliyorum. Gider gitmez unuttun beni galiba. Masadan kalkıp odasına gitti. - Buradayım ama arkadaşlar yemek hazırlamış, hiç yalnız kalamadım ki. - Bir mesaj atsaydın, o da yeterdi. Meraktan deliye döndüm burada. - Afedersin. İnan yalnız kalacağım anı bekliyordum. - Tamam kız. Sen buraya dönersin elbet. O zaman anlaşırızseninle.


Güldü genç kadın. Sevgiyle seslendi ona. - Seni çok sevirum koca adam. Çok seviyorum. - Ben de canım. Çok seviyorum ve çok özledim, yarın işlerini halletmeye başla, gecikme sakın. - Tamam merak etme. - Hoşçakal canım. Öpüyorum. - Aynen Kaptan. Telefonu kapattı döndü karşısında Sanem’i buldu. - Kimmiş bu koca adam ? - Anlatacağım Sanem. Kalabalık dağılsın anlatacağım. - Ben şimdi onları sepetlerim. Dediğini de yaptı gerçekten. Az sonra hepsi gitmişti. Sanem, Azade’nin yorgun göründüğünü söyleyerek göndermişti on-ları. Şimdi Azade’nin karşısına geçmiş merakla bekliyordu. - Hadi ama ! Anlat artık. - Çağla nerede Sanem ? - Bir panele gitti. Bir saatten önce dönmez. Anlat sen ya ! - Birini seviyorum. - Onu zaten anladım. Ama kimi ? - Otuzbeş yaşında bir erkeği. İki çocuğu var.


- Çüş. - Sanem düzgün konuş. Yaş farkı hiç önemli değil bizde. O mükemmel bir insan. - Hep öyle derler başında. - Ama bu farklı. Gerçekten farklı. O bir sanatçı. Gerçek bir sanatçı. - Olabilir ama neyse ya! Seviyorsun demek. Nerede tanıştınız? - Chatte. - Ne ? - Chatte tanıştık. Sonra Sanem’e anlattı herşeyi. Haldun’un siyasi geçmişini es geçerek. Bitirdiğinde Sanem’in gözleri Azade’nin yüzüne dalıp gitmişti. - Vay anasını ya.Gerçek bir aşk hikayesi bu. Arkadaşlar duysa çatlarlar. - Kimseye söylemeyeceksin Sanem.Arkadaşımsan susacaksın. - Niye ya. Bu kadar güzel bir şeyi neden saklıyorsun. - Çünkü evlenemiyorum onunla. Ağzından kaçmıştı bu cümle. Son anda farketti ama çok geç-ti. - Neee ? Neden evlenemiyorsun ?


Azade ne diyebilirdi şimdi. Haldun’un durumunu anlatması imkansızdı. Aklına gelen tek şeyi söyledi o da. - Henüz karısından boşanmamış. Mahkemeleri devam ediyor. - Kızım sen bu adamın doğru söylediğine emin misin ? - Evet, eminim. - Yani boşanana kadar yine de onunla olmaya devam edecek-sin. - Evet. - Aynı evi paylaşacaksın. - Evet. - Ya sen deli misin ? - Sevmem delilikse... Evet deliyim. - Allah sonunu hayır etsin. Ne diyeyim ? Düşünceliydi Sanem. Ama Azade’nin gözlerindeki mutluluğu görünce ses çıkartmadı. Varsın ne kadar sürerse sürsün. Hiç değilse o arada mutlu olacak ya ? Bu bile güzel bir şeydi ar-kadaşı için. Haketmişti zaten. Madem ki bu kadar seviyordu, demek ki o adam bu sevgiyi hakediyordu. - Yatalım mı Sanem ? Tabi hadi yat sen. Ben Çağla’yı bekleyeceğim. - Neden ?


- Eee o da merak eder şimdi. Bir de ona anlatma zahmetine girme. Hem ben anlatmazsam çatlarım. - Tamam anlat. Sabah görüşürüz. Odasına gitti. Telefonu açtı mesaj attı. Sensiz ilk gecem bu. Dilerdim ki son olsun. Ama kilometreler var aramızda. Seni seviyorum Kaptan ! Sonra soyundu, pijamalarını çıkardı valizden, giyip yattı... Günler geçmek bilmiyordu sanki. Okul bir sürü bürokratik engel çıkartıyordu karşısına. Hepsini hallediyordu birer birer..Notları yüksek olduğu için kayıt yapmamaları imkansızdı İstanbul’a. Ama yine de bir şeyler çıkıyordu işte. O hocadan şu kağıdı al, git dekanla konuş imzalat. Rektör onay versin. Sonra bir sürü yazışma. Bir sürü gereksiz kağıt sarfiyatı. Ve harcanan zaman...Neden bu kadar uzatıyorlardı bu işleri aca-ba ? Eninde sonunda olacaktı bu iş ama zorlanıyordu işte. Havalar da aksine, sıcak mı sıcak gidiyordu. Kan ter içinde bir savaş veriyordu bürokrasi ile. Mesai saati bitiminde eve döndüğünde kendisini son derece yorgun hissediyordu. Bazen okulda merdivenleri çıkarken tıkanıyordu son günlerde. Bir ara okul revirine gitti. Doktor onu muayene ederken yüzünde çok ciddi bir ifade vardı. - Bu yakınlarda kalbinizle ilgili bir sorun yaşadınız mı ?


Azade düşündü. Saklıköy’de rahatsızlanmıştı. Kalbi çarpıntı yapmış sıkışmıştı. - Evet bir kaç ay önce hafif bir çarpıntı geçirmiştim. - Görünüşe bakılırsa pek hafif değilmiş. - Ne oldu ? - Siz bir an önce tam teşekkülü bir hastaneye gidip muayene olun küçükhanım. Kalbiniz oldukça yorgun buldum. - Bu günlerde çok yoruluyorum doktor bey. - Tamam herhalde ondandır. Ama siz yine de mutlaka gidin. - Çocukken ağır bir hastalık geçirmişmiydiniz ? - Çocukken romatizmal bir hastalık geçirdiğimi söylemişlerdi. - Ondan olmalı. Siz en iyisi bir kardiyoloğa gözükün. Ama lütfen ihmal etmeyin. Bu yaşta bu kadar yorgun bir kalp ol-mamalı küçükhanım. - Peki doktor bey ! İstanbul’a gider gitmez doktora gidiyorum. Artık gerçekten ihmal etmeyecekti. Eve döner dönmez bir doktora hem de iyi bir doktora gözükecekti. Haldun doktorları-da tanırdı. Daha geçenlerde söylemişti. İşlerini halledip dön, seni iyibir kalp uzmanına götüreceğim diye... Eve... Ev... Haldun’un evi... Oraya nasıl da ev diyordu ? Benimsemişti demek. Bu aklına gelince içi sıcacık oldu. Yarın işlemler ta-mamdı. Herhalde ertesi


gün dönerdi artık. Burada yapılacak pek bir şey kalmamıştı. Ama... Cafeye gidip Metin beye de veda etmeliydi. Yıllardır onun verdiği iş sayesinde hiç kimseye muhtaç olmadan hayatını sürdürmüştü. Ona çok şey borç-luydu. Sonra Seniha teyzeye de gitmeliydi. Yaşlı ve sevimli dostuna. Çoğu kış gecelerinde telefon edip çağırırdı onu. - Gel hadi, çay koydum ocağa, içip biraz sohbet edelim, der-di. Eve döndüğünde onu çok özleyecekti, biliyordu. Onun hayat tecrübelerini dinlemek, öğütlerini zihnine yerleştirmek zevkli olmuştu. İnsan; hani nasıl derler, tecrübe yenilen darbelerin bileskesi-dir diye ? İşte öyle her olaydan bir ders çıkarıyordu. Dostlar olmadan hayat tatsız olurdu mutlaka... İşler yoluna girmişti.Okuldan kaydını alıp nalkettirmişti ken-disini. Artık İstanbul’a dönme vakti gelmişti. Gidip biletini aldı. Uçağı öğleye doğru kalkacaktı. Sabah çantasını hazırladı sonra Seniha teyzeye gitti. Sabah kahvesini bahçede yasemin-lerin gölgesinde içitler. İzin alarak biraz yasemin topladı Azade. Oturuken ipe dizdi. Haldun’un bu çiçekleri gördüğün-de nasıl şaşıracağını düşünerek. Kaç gündür, günde en az üç bazen daha da fazla telefonla arıyordu onu. Sesi biraz yorgun gitse sorgulama başlıyordu.


- Yemek yedin mi, iyi uyudun mu ? İşler yoruyor mu seni? Ne zaman dönüyorsun ? Sonra da kapatırken mutlaka, - Seni seviyorum kız ! Diyerek kapatıyordu telefonu. Artık bu özlem bitiyordu. Bugün öğle olmadan kavuşmuş olacaklardı. Herşey hazırdı. Çağla içerde birşeyler yapıyordu. Sanem yanındaydı. Ona bir sürü tembihte bulunuyor gider gitmez araması için yemin ettirmeye kalkıyordu. - Tamam, söz. İner inmez arayacağım. - Bizi merakta bırakma sakın. Sık sık ara. - Tamam dedim Sanem. Sık arayacağım bu kez. Mutluydu. İçi içine sığmıyordu. Artık hiç bir engel kalmamıştı. Bundan sonra Haldun’dan hiç ayrılmayacak, daima onunla kalacaktı. Sevinçle iç geçirdi. - Onu çok seviyorum, diye düşündü. Onsuz nasıl yaşamışım bugüne kadar. İçinde bir sevinçle telefonu açtı. - Haldun. - Canımmm, nasılsın ? - İyiyim, sen ne yapıyorsun ? - Fabrikadan çıkmadan bazı düzenlemeler yapıyorum. Sen geliyorsun ya. Bir kaç gün işe gitmemeyi


düşünüyorum. Bir Ege turu yapar döneriz bir kaç günlüğüne ne dersin ? - Olur. Sen ne dersen o olur. - Sen de istemelisin ? - Ben sen ne istersen onu isterim. - Tamam teşekkürler bebeğim. O halde gidiyoruz. - Hoşçakal. - Hoşçakal yok. İyi yolculuklar ve merhaba var. Gülümseyerek kapattı telefonu Azade. Haldun gibi bir erkeğin sevgisini kazanmış olmak bir mucizeydi. Onun ilgisini, aşkını elde etmek için kadınlar yarış halindelerdi. Ama hiç birine aldırmamış, gönlünü Azade’ye vermişti. Bu genç kadın için gerçek bir onurdu. Bunu kaybetmemek için son nefesine ka-dar çaba gösterecekti. Uçak piste indi. Azade o uçakla dönecekti. Yine bir hay huy içinde arkadaşları onu getirmişler, iç salona geçene kadar yanında kalmışlardı. Hepsiyle teker teker vedalaşmış en sona Çağla kalmıştı. Azade’nin aşkını öğrendiği ilk günden beri ona bir sürü öğüt veriyordu. Sanem ve Çağla Haldun’u merak ediyorlardı. - Gidince bize onun doğru dürüst bir resmini yolla, sendekinde pek bir şey belli olmuyor, diyorlardı. Uçağa binip yerine oturdu. İçi kıpır kıpır sevinçli. Çok değil kısa bir süre sonra Haldun’a kavuşuyordu. Elinde Haldun’un Sanat Nedir adlı kitabı. Yol boyunca kaldığı


yerden onu oku-yacak ve vaktin nasıl geçtiğini anlamayacaktı. Yirmi dakikadır kendisini kötü hissediyordu. Okuduğu kitap-tan bir şey anlamıyordu sanki. Oysa kitap Haldun’un en sev-diği eserlerinden biriydi. Kitabı kapattı, uçağın penceresinden aşağı baktı. Denizi aşıyorlardı. Pırıl pırıl sabah güneşinin altında deniz muhteşem bir manzaraya sahipti. Az sonra İstanbul’a yaklaşacaklar ve uçak inişe geçecekti. Havaalanında Haldun bekliyordu onu. Gördüğü anda koşup boynuna sarı-lacak ve bir daha ondan ayrılmayacaktı. Midesi bulanmaya başlamıştı, başı dönüyordu. Oturduğu koltukta çok rahatsız bir durumda olduğunu farketti. Kolu uyuşuyor gibiydi. Hostesi çağırarak ona durumunu söyledi. Hostes kendisine ferahlatıcı bir içecek getireceğini söyleyerek oradan ayrıldı. Az sonra elinde bir limonata bardağıyla geri döndü. Ama kızın onu içecek hali yoktu. Rengi değişmişti şimdi. Şakakları ve kalbi çılgınca bir tempoyla atıyor, elini ağrıyı yokedebilirmiş gibi göğsüne bastırarak, sakinleşeceği anı bekliyordu. Alnı ter içinde kalmıştı. Ama soğuk bir terdi bu. Arkasına yaslandı. Gözlerini kapattı. Şimdi bir sancı dalgasına yakalanmıştı. Göğsü çok şiddetli bir ağrıyla titriyor gibiydi. Bir mengeneyle sıkıştırılıyormuş gibi acı duyuyordu. - Neler oluyor bana, diye düşündü. Ne bu halim ? Az sonra Haldun’a kavuşacağım. Beni hasta görürse üzülür. Uçak tut-tu herhalde. Başka ne olabilir ki ? Az sonra


geçer. Ama geç-miyordu bir türlü işte. Gittikçe daha kötü oluyordu sanki. O sırada hostes, yanında orta yaşlı bir bey olduğu halde yanına geliyordu. - Küçükhanım neyiniz var söyler misiniz ? Azade adamın yüzüne baktı. Kahverengi, sıcak ve müşfik gözleri vardı doktorun. Aynı Haldun gibi. Konuşmak istedi, ama o kadar yorgundu ki konuşamadı. Doktor bir duman perdesiymiş gibi hareket ediyordu karşısında. Eğiliyor, bükü-lüyor sonra yeniden düzeliyordu. - Küçükhanım lütfen anlatın ne hissediyorsunuz ? - Soluk alamıyorum. O anda farketmişti nefes almakta çok zorlandığını. Ve çok yorgundu, ölesiye yorgun. Kolu da uyuşmuştu sanki. Ve kalbi... Ölmek üzere olduğunu anlıyordu. Okul revirine kaldırıldığı gün revir doktoru ona, - Ciddi bir muayeneden geçmeniz gerekir demişti. Sormuştu,buna ne gerek var demişti. Ama doktor aşırı yorgunluk belki ama kalbiniz oldukça zayıf düşmüş diye cevap vermişti Aza-de’ye. Okulun kısıtlı ortamında gerekli testler yapılamıyordu. Dışar-da tam teşekkülü bir hastaneye gitmesi gerekirdi. Ama işte bir yandan dersler bir yandan iş. Hep ertelemiş, ileri atmıştı. Şimdiyse artık mutlu olmaya en yakın olduğu bir anda kalbi mızıkçılık ediyordu.


- Yapma kalbim, dedi. Yapma bunu. Tam gerçek bir mutluluk yaşamaya hazırlanırken mızıkçılık yapma. Doktor üzerine eğilmişti şimdi. Kendisine birşeyler yapıyordu. İki kişi daha geldi yanına. Onu kucaklayıp arka tarafa götürdü-ler. Bir maske takıldı yüzüne. Doktor göğsüne bastırıyordu durmadan. Gülümsemek istedi gülemedi.Ya da güldü de far-kedemeyecek durumdaydı artık.Hostese bakarak başıyla ya-nına çağırdı. Hostes eğildi yüzüne. - Çiçeklerim, diyebildi. Onları getirir misiniz ? Hostes koşarak onun koltuğundaki yasemin kolyesini getirdi. Eline verdi. Koklamaya çalışıyordu ama hiç bir his yoktu bedeninde sanki. Doktor sesleniyordu kendisine, - Soluk almaya çalış yavrum. Soluk al. Azade’nin hiç bir şey umurunda değildi artık. Doktora bu kez gerçekten gülümsedi. Fısıldadı. - Çiçeklerimi Haldun’a verir misiniz ? Sonra hafif ama çok hafif bir soluk çıktı boğazından. Başı yana düştü derin bir uykuya dalarcasına, gözleri yarı aralık, bakışları uzaklarda, sanki kimsenin görmediği güzel, çok güzel bir yere bakar gibi. Ölmüştü... Alanda bekliyordu kaç zamandır. Uçak gelmeden çok önce gelmişti alana. Cafede bir dostuyla karşılaşmış onunla soh-bet ediyordu şimdi. Garson geldi yanlarına.


Ne istediklerini sordu. Dostu nescafe istedi, Haldun’sa kahve. - Türk kahvesi mi beyefendi ? - Tabi Türk kahvesi. Türkiye’de Türk kahvesi içilmeli. Kızmıştı garsona. Kahve ne zamandan beri Türk veya yabancı diye ayrılmıştı ? Sonra aklına Azade geldi. O da bu konuda oldukça duyarlıydı. Aşkın bir belirtisi de bu olmalı diye dü-şündü. Sevdiğinin söylediklerini bilinçsizce benimsemek ve kullanmak olsa gerek. Nasıl da farkına varmadan benimsiyor insan ? Uçak alana iniyordu. Haldun dostundan ayrılarak dışarı çıktı. Azade’sini uçaktan iner inmez görmek istiyordu. Yolcular inmeye başlamıştı bile. Uçağın arka kapısına bir ambulans yanaştı. Battaniye içinde birini indiriyorlardı. - Herhalde uçaktaki yaşlılardan biri olmalı, diye düşündü. Yolcular seyrelmeye başladılar. Arkadan gelenler daha çok yaşlı yolculardı. Azade görünürlerde yoktu. Son yolcu da alan binasına girince Haldun danışmaya gidip Azade’nin uçağa binip binmediğini sormaya gitti. İçi merakla yanıyordu. Memur, - Bir dakika bekleyin beyefendi, telefon edip sorayım, dedi. Arkasını dönerek bir yerle konuştu ve sonra Haldun’a,


- Beyefendi, biraz bekleyin. Şimdi kalkış yeriyle konuşup bilgi verecekler, dedi. Bekliyordu Haldun. Merakı korkuya hatta paniğe dönmeye başlıyordu. Azade uçağa binmeden on dakika önce telefon etmiş kalkmak üzere olduklarını söylemişti. Demek ki bin-mişti. Ya uçağın arka kapısından indirilen Azade’yse ? Ya hastalan-dıysa ? Vücudunun buz gibi olduğunu hissediyordu şimdi. Yüreği sıkışıyordu. Bir şey olmuştu Azade’ye. Tekrar danışmaya yürüdü. Karşıdan alan görevlisi bir memur-la, bir hostes kendisine doğru geliyorlardı. - Haldun bey, siz misiniz ? - Evet, ne vardı ? - Biraz bizimle gelir misiniz ? Onu alıp bir odaya götürdüler. Orada ciddi yüzlü bir adam vardı. Adam üzgün bir yüzle karşıladı Haldun’u. - Buyrun beyefendi. - Lütfen söyler misiniz ne oluyor ? - Efendim, nasıl söyleyeyim bilemiyorum.- Neden, ne var ? - Azade Çiğdem Demeter’i tanıyor musunuz ? - Evet ! Nişanlım.


- Efendim, çok üzgünüm, Azade hanım uçakta... - Ne oldu ? Lütfen söyleyin. - Uçakta bir kalp krizi geçirmiş ve... - Ne diyorsunuz siz ? Hangi hastanede şimdi ? Beni oyalama-yın. Hastaneyi söyleyin bana. - Beyefendi hastanede değil. - Nerede ? - Çok üzgünüm uçakta kurtaramamışlar. - Neeee ? - Azade hanım sizlere ömür. - Olamaz, nasıl ? - Çok ani olmuş. Herşey kısa sürede olup bitmiş. Müdahale edilememiş. - Ama neden ? - Sanırım kriz geldiğinde kimse farkedemedi. Kendisi de haber veremedi. Koltukta yalnız oturduğu için kimse göreme-di. Hostesi çağırmış en sonunda ama geç kalınmış. - İnanamıyorum. - Çok üzgünüz efendim. - O kadar iyiydi ki. Nasıl olabilir bu anlamıyorum.


- Size içecek bir şey getirtmemi ister misiniz ? - Hayır, sağolun. Haldun oturduğu koltuğa yapışıp kalmak, orada öylece, öle-ne dek kalmak istiyordu şu anda. Duyduklarına inanamıyor, inanmak istemiyor, Azade’yi kaybetmiş olduğunu beyni ve mantığı inkar ediyordu. Üzüntü değildi şu anda duyduğu. Sadece bir donmuşluk. Bir şaşkınlık... O kadar güvenle ken-disinin olduğuna inandığı genç kadının ölüm denen olguyla, kendisinden zorla koparılıp alınmış olmasına isyan bile ede-miyordu şu anda. - Şimdi nerede ? - Morga kaldırıldı beyefendi. Siz biraz dinlenin. - Gerek yok. Siz bana gerekli işlemleri söyler misiniz lütfen? Adam bir kağıda bir şeyler yazarak Haldun’a verdi. Bir yer-lerle telefonda konuştu. Sonra Haldun’a yapılacak işlemleri anlattı. Haldun rüyada gibi dinliyordu. Azade morgtaydı. Gömülmeden önce yakın akrabadan biri-nin onu teşhis etmesi gerekiyordu. Ayağa kalktı. Kızın akrabalarından kimseyi tanımıyordu ki. Hiç bir şey anlatmamıştı bu konuda. Ne akrabaları ne de ar-kadaşları hakkında hiç bir bilgisi yoktu. O Azade’ydi. Sevdiği kadındı. Taptığı, onsuz olmayacağı kadın. Bu yetmişti hep.


Elinde resimleri vardı ama. Nerede oturduğunu bile bilmiyor-du ki. Sonra aklına bir şey geldi. Bir gün konuşurlarken Kan-lıca’dan, halasından, tepedeki evden şöyle bir bahsedip geç-mişti. Hemen oraya gidip soruşturmaya başlamalıydı. Dışarı çıkarken o ana kadar hiç konuşmamış olan hostes ses-lendi. - Beyefendi. Bunlar sizin. Size vermemizi söylemişti o hanım. Elinde bir yasemin kolyesi tutuyordu. Haldun onu aldı. Teşekkür bile etmeden çıktı dışarı. Arabasına yürüdü. Bütün duyguları sanki felç olmuştu. Otomat gibi arabayı çalıştırdı ve yola çıktı. Kanlıca’ya gidiyordu. Boğaz köprüsünü geçerken her zaman hayranlıkla baktığı manzara aklına bile gelmedi bu kez. Kanlıca’da dükkanları dolaştı bir bir. Resmi gösteriyordu. Ama tanıyan hiç kimse çıkmıyordu onu. Sonunda tekel bayii bu resimdeki kıza ben-zeyen bir kızı çok seyrek de olsa buralarda gördüğünü söy-ledi. Hatta bir keresinde ilerdeki yokuştan inerken görmüştü onu. Teşekkür etti Haldun ve adamın gösterdiği yokuşu çık-maya başladı. Onun sözlerini düşünüyordu. Kendisinden bahsettiği çok ender anlardan birinde, - Kendimi bildim bileli hep boğazı seyrederek büyüdüm de-mişti.


Demek evleri denizi gören bir yerdeydi. Şu tepedeki büyük ahşap ev olabilirdi. Denize hakim ve geniş manzaralı bir ev-di. Evin sokak kapısı caddeye bakıyordu ama diğer tarafı denize... Bahçe kapısından içeri girdi. İçinde kimse yaşamazmış, bom-boşmuş gibi görünen evin merdivenlerinden çıkıp kapının eski pirinç tokmağını vurdu. Sessizlik... Sonra bir kez daha vurdu. Elini çekemeden kapı açıldı. Kar-şısında tertemiz ve sevimli yüzlü, gülümseyerek bakan bir genç vardı. - Buyrun, kimi istediniz ? - Kusura bakmayın. Rahatsız ediyorum. Evin büyüğüyle gö-rüşebilir miyim ? - Annem evde. Onu çağırayım. Anneee ! Merdivenlerden biri ağır ağır iniyordu. Çok şık giyimli, orta yaşlı, hala çok güzel bir kadın. - Buyrun, ne istemiştiniz ? - Sizinle yalnız konuşabilir miyim hanımefendi ? Ben Haldun Cemil Saygın.. Adamı süzüyordu şimdi Azade’nin halası. Karşısında tertemiz ve şık giyimli, yakışıklı ama hepsinden çok, müthiş bir çeki-cilik olan bu olgun adam kendisinden ne istiyor olabilirdi ? Çok üzgün duruyordu üstelik.


- Buyrun, salona geçelim. Kadının arkasından yürüdü. Salona girdiler. Çok geniş ve yüksek tavanlı bir yerdi burası. Tavanda ahşap oymalar ve ağır avize, özenle yerleştirilmiş klasik tarzda eşyalar, yerdeki eski ama çok değerli olduğu belli olan hali bu ailenin bir zamanlar çok parlak olan geçmişinin birer sahibiydi sanki. Haldun kadının oturmasını beklemeden bir koltuğa çöktü. Kadın karşısındaki kanapeye çok ağır ve zarif hareketlerle oturdu. - Geliş nedeninizi söyleseniz artık ? - Efendim ? Ah ! Affedersiniz. Sizin Azade Çiğdem Demeter adında bir akrabanız var mı ? - Evet var. Gayet sakindi kadın. Açık mavi gözleri buz gibi bakıyordu şimdi. - Kendisinin nerede olduğu hakkında bilginiz var mı ? Nere-de olduğunu veya nerede okuduğunu biliyor musunuz ? - Tabi biliyorum ama bir şey anlamadım doğrusu. - Lütfen söyleyin. Rica ediyorum. Çok önemli. - Bunlara ne gerek var anlamıyorum. Ama yine de söyledi bildiklerini. - Ah Allahım !


- Beyefendi ne oluyorsunuz ? - Hanımefendi çok üzgünüm. Azade’yi bugün öğle saatlerinde kaybettik. Kadına bakıyordu bunları söylerken. Önce bir şaşkınlık belirdi yüzünde. Sonra kısa ama çok kısa bir an acı... Haldun’u gördüğünden şüpheye düşürecek kadar kısa bir an... Ardından neredeyse açıkça ohh ! dermişcesine bir rahatlama. Şaşırmıştı Haldun. Bu kadının Azade’nin yitip gidişini bu kadar rahat karşılayacağını ummamıştı. Çok garipti. İnsanın yeğenini kaybetmesiyle kavuşacağı rahatlık ne olabilirdi ? - Siz yeğenimi nereden tanıyordunuz ? - Ben Azade’yi seviyordum. Bir süredir beraberdik. - Anlamadım ? - Azade’yle birlikte yaşıyorduk. - Peki nikah ? - Yapacaktık. Ama o şimdilik o istememişti. - Anlıyorum. - Hanımefendi cenazenin gömülmesi için sizin imzanız gerek-li. Kılı kıpırdamamıştı halanın. - Yarın gider imzalarım.


- Şimdi gitmelisiniz. - Bugün gidemem. Ancak yarın olur. - Size şimdi gideceksiniz dedim. Haldun bu sözleri gayet sakin ama tehlikeli bir tarzda söyle-mişti. Hala ürktü biraz. Bu adamda tehlikeli bir şeyler de vardı. Yine de itiraz etmeyi denedi hala. - Siz bana emir veremezsiniz. Kendinize gelin beyefendi. - Size emir vermiyorum. Yapmanız gereken şeyleri söylüyo-rum. Siz bugün imzayı verirseniz ben yarın gömülmesi için gerekli işlemleri hazırlatırım. - Ama şimdi bu saatte ? - Sizi ben götürüp getireceğim. Lütfen hemen hazırlanın. - Biraz bekleyeceksiniz. - Beklerim. Siz hazırlanın. Kadın salondan çıktı. Haldun o zaman koltuğun arkasına başını dayadı. Şimdi Azade’nin bu salonda bu evin içinde dolaştığı zamanları düşünüyordu. Çok sayıdaki pencerenin önlerinde durmuş, kimbilir kaç kez boğazı seyretmişti. Bura-dan boğaz olanca güzelliğiyle görünüyordu. Belki bu koltukta uzun kış geceleri elinde kitabı oturmuş eski şöminede yanan ateşi seyrederek hayaller kurmuştu.


Onun yeni yetme bir genç kız olduğu günleri düşündü. Kim-bilir ne heyecanlarla geleceği düşünmüştü bu manzaraya bakarken. Neler hayal etmişti Yazın açık pencerelerden içeri giren boğaz vapurlarının ve büyük gemilerin selamlama çağrıları, martı sesleri, ağaçlardaki kuşların cıvıltısı, rüzgarın sesini belki de güzel bir masalı dinler gibi dinlemişti... Hala giyinmiş olarak içeri girdi. Saçlarını ensesinde topuz yapmış, gayet bakımlı bir durumdaydı. Hakkını vermek gere-kirdi aslında. Dış görünüşüyle tam bir eski İstanbul hanım-efendisiydi. Ama gözleri... Yüreğine açılan o buz mavisi pencereler... Sevgisizliği yansıtıyordu. İçlerinde insanı hiç bir özellik ta-şımayan ifadesiz gözler. - Gidelim mi hanımefendi ? - Evet. Çıktılar. Adli tıp binasına gidene kadar ki o uzun yolda ikisi de konuşmadı. Soğuk görünüşlü. Binaya girdiklerinde bir görevli çıktı önlerine. Haldun ne istediğini söyledi. Ve sonra bir telefon konuşmasının ardından tarif edilen koridorun so-nundaki morg odasına girdiler. Haldun bu kez oradaki görevliye Azade’nin adını fısıldadı zorlukla. Görevli gayet lakayt bir tavırla bir dolap kapağı açtı ve sedyeyi dışarı çekti.


- Kız da bayağı güzelmiş hani. - Kes sesini ! Haldun tıslıyordu. Adam onun yüzündeki ifadeyi görünce korktu, çekindi. Geriye adım attı. Hala ise gayet soğuk ve ilgisiz öylece bekliyordu. Azade’nin yüzünü örten örtüyü Haldun açmak zorunda kaldı. Genç kadın şimdi rengi çok solmuş bir durumdaydı. Uykuda ama hasta bir uykuda gibi... Az sonra uyanıp, Haldun’a ses-lenecekmiş gibi yatıyordu. Saçlarını bir tarafa toplamışlardı. Elini onun yanağına sürdü. Çok soğuktu. Haldun onu böyle görünce, Azade çok üşüyormuş gibi geldi. Onu kucaklamak, sarılmak, ısıtmak için delice bir istek duy-du. Görevli seslenmeseydi bunu yapacaktı da. - Tanıdınız mı onu ? - Evet, tanıdım. - Hanginiz akraba oluyor ? - Ben. - Şu kağıtları imzalamanız gerek. Hala kağıtları imzaladı. Haldun örtüyü son kez baktığı Azade’nin yüzüne incitmekten korkar gibi kapattı. Onun üstünde yattığı sedyeyi, onunla hiç ilgisi olmayan görevlinin aldırmaz


bir tavırla dolaba itti-ğini ve bir omuz darbesiyle kapağı kapattığını görünce içi bir kez daha sızladı. Sonra odadan dışarı çıktılar. Orada hala bir kaç kağıt daha imzaladı. Bu Haldun’un cenazeyle ilgilene-bilmesi için gerekliydi. Az sonra dışarda koşuşturan, gülen, konuşan insanların ara-sında hayatın içindeydiler. Haldun kadını tekrar geriye evine götürdü. Sordu kadın arabadan inerken. - Onun gömülmesini istediğiniz bir yer var mı ? - Yok ! Bilemiyorum ki ne desem ? - Buradaki mezarlığa defnedilmesini ister misiniz ? - Burada mezar yerleri çok pahalı. Bizim de o kadar paramız yok. - Hanımefendi, anlıyorum. Siz bunları düşünmeyin. Ben her-şeyi hallederim. - Size bırakıyorum o zaman. Bana haber verirsiniz,değil mi? - Tel numaranızı alayım, lütfen. Sonra geri döndü. Yolda bir kaç yere telefon edip arkadaşlarını aradı. Mezar yeri ve cenazenin morgtan alınması işiyle uğra-şacaklardı. Yarın sabah herşey hallolmuş olacaktı. Eve gidemiyordu. Gidecek gücü yoktu. Arabayı delice süre-rek, şehir dışında yol alıyordu şimdi. Ne yaptığının farkına varmadan gidiyordu. Arabalar yanından geçerken korna çalı-yor o da refleksi olarak biraz kenara kayıyordu. Sonra deniz kenarında bir yerde durdu.


Herşey o kadar yarım kalmıştı ki... O kadar ortalıkta ve kim-sesiz... Paramparça... Bütün ve uzun bir ömrü kapsayacak düşünceleri, yaşama geçirilecek tasarılar... Hepsi bir anda gitmişti. Yapılacak onca şey, paylaşılacak o kadar güzellik varken çekip gitmişti Azade. Belki, elinde değildi kalmak. Diretmiş-ti ama sonunda doğa galip gelmiş bu genç ama yorgun kalbi durdurmuştu. Neler düşünmüştü son anlarda ? Serinlikte topladığı yasemin-leri ipe dizerken neler gelmişti aklına ? Yasemin kolye mis gibi kokmaya başlamıştı. Onun elinin son olarak değdiği nesne buydu. Kolyeyi eline aldı, yüzünü çiçeklerin içine gömdü. Mis gibi Azade kokuyordu. Azade... Sevdiği kadın... Onun hayatına anlam getiren, yaşam amacı olan... Bir gülümsemesine yaşamını verecek kadar sevdiği varlık. Onunla başlamıştı yeniden hayat. Ondan al-dığı destek ve ilhamla neler yapmıştı. Aradaki yaş farkını düşünürdü çoğu zaman ve kendisinin ondan önce öleceğine inanırdı. Oysa şimdi... Öyle bir oyuna gelmişti ki. - Mızıkçılık yaptın sevdiceğim, diye fısıldadı. Oyunu bozdun. Onsuz nasıl yaşayacaktı bundan böyle ? Kızlar ne yapacaklar-dı öğrendiklerinde acaba ? Kendisi şimdi uyuşmuş haldeydi. İşler bitene, O’nu yerine yerleştirene kadar böyle kalabilmeyi


diledi Allah’tan. Her zaman Azade’nin söylediği bir şey vardı, - Sen güçlüsün, iraden çok güçlü, bu tarafına hayranım. Nasıl böyle olabiliyorsun ? Şimdi çok güçlü olmalıydı işte. Aza-de’sini gömmek, onu başkalarının ilgisine bırakmamak gere-kiyordu. Onu rahat ettirene kadar kendine acımak yoktu. Mezarlık sessizdi. Haldun arkadaşına telefon etmiş onun tüm işlemleri hallettiğini, Azade’nin öğle namazına yetiştiri-leceğini öğrenmişti. Diğer arkadaşıysa, mezarlıkta yer ayar-lamış gerekli kağıtları hazırlamıştı. Şimdi mezarı kazıyorlardı görevli işçiler. Atılan her kürek toprak Haldun’un yüreğine atılır gibiydi. Her avuç toprak düşmanıydı artık. Onu Azade’den ayıracak olan toprak... Haldun Cemil Saygın... Önündeki her kapıyı açabilen, engel tanımayan Haldun Cemil Saygın... Şimdi ölüm karşısında çaresizdi... Aşağıdan arabaların geldiğini gördü. Cenaze arabası yavaş yavaş ilerliyordu. Mezarlık yolundaysa Azade’nin halası, eniştesi, yeğeni ve bir kaç kişi daha belirtmişti. Tabutu araba-dan indirip, kazılan çukurun yanına getirdiler. Kalabalık top-lanıyordu yavaş yavaş. Hoca bir kenarda ciddi bir yüzle bek-liyordu. Tabut gelince yerinden doğruldu, çukurun yanına gitti. Artık herşey hazırdı. Azade tabuttan çıkarılarak mezara kondu. Duası okundu.


Haldun mezara toprak atılmadan önce yasemin kolyeyi ya-vaşça mezara bıraktı. - Tekrar görüşene kadar kendine iyi bak meleğim... Sonra çukur toprakla dolduruldu. Azade’yi tamamen gözden sakladı... Kalabalık yavaşça çekildi. Halaya bazıları taziyelerini sunuyor kadın mağrur bir heykel gibi, acılı akraba rolünü oynuyordu. Ama Haldun anmıyordu buna. Onun bir an önce eve gidip hesap yapmaya başlayacağını biliyordu. Arkadaşlarından mezar işleriyle uğraşanı bir iki saatte aileyi öğrenmişti. Aza-de’ye babasından kalan ev ve dükkanları, hala istediği gibi kullanıyordu. Ve başka akraba da yoktu. Yani herşey halayakalacaktı. Hoca da sonunda mezarın başından çekildi. Şimdi yalnız bir görevli mezar toprağını düzeltmeye çalışıyordu. Haldun mezara yaklaştı. - Gerisini ben hallederim. Beyim yorulacaksınız. - Yorulmam. - Neyiniz oluyordu mevta ? - Canım oluyordu, canım ! - Başınız sağolsun beyim.


Adam söyleyecek başka bir şey bulamadı, uzaklaştı oradan. Haldun mezarın başına çökmüştü şimdi. Toprak kabaydı da-ha, elleriyle düzeltiyordu. - Sana öyle bir mezar yaptıracağım ki her yerden görmeye gelecekler bir tanem. Cennet bahçesi gibi olacak burası. - Ama ben süslü mezar istemem ki Kaptan ! - Seni başka nasıl anlatabilirim ki canım ? - Anlatılmak istemiyorum, sen unutma istiyorum. Buraya bir gül dik yeter. - Emrin olur sevdiceğim. - Aynen. ............ Haldun korkuyla irkildi. Sanki Azade mezardan çıkıp yanına oturmuş, onunla konuşuyor gibiydi. Baktı ilerde bir mezarın başındaki yaşlı çiften başka kimse yoktu görünürlerde. Beyni ona bir oyun oynamıştı. Ama acı bir oyun. Doğruldu yavaş yavaş, mezarlık dışındaki arabasına yürüdü. Mezarlık az sonra tamamen işsiz kalmış, kendisine birisini hem de çok genç birisini kattığı için daha da sessiz ve acılı sonbaharı karşılamaya hazırlanıyordu... Evdeydi kaç gündür. Ortağı bir kaç gün beklemiş sonra artık işe gelmesini, böylece oyalanabileceğini söylemişti. Ama ikna olmuyordu. Dostları gelip taziyelerini


bildiriyorlardı ama o hep Marmaraya bakan pencerelerin önünde sessiz öylece duruyordu. Kızlarına telefon açıp Azade’nin öldüğünü söylediğinde, karşı taraftan gelen hıçkırık seslerine daha fazla dayanamamış ve tekrar arayacağını söyleyerek kapatmıştı telefonu. Yüreği yanıyordu. Bütün bedeni acıya kesmişti. Ayakta olduğu her an onu anıyordu. Yavaş yavaş ziyaretçiler de azalmıştı. Hal-dun zaten sıkılıyordu onlardan. Hiç kimse gelmesin, sevgili acısıyla yalnız kalsın istiyordu. Çalışma masasında oturuyordu şimdi. Uzun zaman önce ma-sada iki çekmece boşaltmış ve Azade’ye, - Bunlar artık sana ait. Kağıtlarını koyarsın demişti. Şimdi ilk kez açıyordu çekmeceleri. Üsttekini açtı önce. Bir sürü kalem ve kağıt. Bir kavanoz da Saklıköy’den topladığı çakıl taşları. Ve bir kaç bloknot kağıdı. Kağıtlarda kısa kısa notlar; Haldun beni sevdiğini söyledi. Bugün Haldun’la dört saat chatte konuştuk bana dört dakika gibi geldi. Onu seviyorum. Saklıköy’deyiz, mutluyuz. Burası bir cennet. Haldun artık çok ünlendi. Dostları gelince onunla konuşmaya fırsat bulamıyorum bile.


Bugün onunla biraz tartıştık. Buradan gitmeyi ve onu işi ve dostlarıyla başbaşa bırakmanın iyi bir fikir olduğunu düşün-meye başladım artık. En altta bir defter duruyordu. Bordo deri kaplı ve çok kalın bir defter. Bu defter, dersleri yazdığı ama büyük bir ihtimalle karamalardan sonra esas olarak kullandığı defterdi büyük olasılıkla. Okumaya başladı. Dersleri değildi burada yazılı olanlar. Satır satır anlatıyordu herşeyi. Tanışmalarını, duygula-rını, aşklarını herşeyi. Satır satır genç bir yüreğin ve beynin, içinde sakladığı, beslediği ve geliştirdiği duygularını, düşünce-lerden kağıda aktarışını izliyordu şimdi. Sabah ezanı okunurken Haldun defteri okumayı bitirmişti... Koltuğuna daha iyi yerleşti. Bilgisayarı çekti önüne. Ona olan aşkını göstermenin yolunu bulmuştu artık. Yeni ve farklı bir duyguyla yazmaya başladı. (Azade pencereden dışarı baktı. Sokağın alt ucunda, köşeye dikilmiş sokak lambası, yağmurun etkisiyle sanki incecik çizgilere bölünmüş, ölgün bir ışıkla hemen yanıbaşındaki evlerin dış yüzeylerini ve sokağı aydınlatmaya çalışıyordu......)




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.