20 ARALIK 2017
KUDÜS EY KUDÜS ABD Başkanı Donald Trump, Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıdığını açıkladı. Trump’ın, önceki gün Suudi Arabistan Kralı Selman, Ürdün Kralı 2. Abdullah ve Mısır Devlet Başkanı Sisi ile görüşerek bilgi verdiği belirtiliyor. Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıma kararı 1995 yılında Baba Bush döneminde alınmıştı. Ancak ABD başkanları, kararda tanımın altı aylık sürelerle ertelenebileceğine dair ek maddesine dayanarak, 22 yıl boyunca bu kararın hayata geçmesini ertelemişlerdi. Trump ise, seçim kampanyası sırasında bu kararın kağıt üstünde kalmasına son vereceğini ve ABD’nin, “Kudüs’ün İsrail’in başkenti olması kararını hayata geçireceğini” vadetmişti. Trump’ın Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıyacağını açıklamasının arkasında; Seçim kampanyası sırasında, “Rusya ile Trump’ın ilişkilerine dair”, kampanyanın başındaki kişilerden gelen “itiraflar” ve Trump’ın etrafında oluşturulan çemberin epeyce daralmasının etkisi vardır. Elbette buna Trump’ın bugüne kadar hiçbir vaadini yerine getirememesi karşısında yaşadığı baskılanmayı da eklemek gerekir. İsrail Başbakanı Netanyahu’nun, rüşvet skandalıyla ilgili evinin polis tarafından basılmasına varan bir seyre girmiş olması da vardır. Ki Kudüs sorunu, Trump ve Netanyahu için bir nefes alma ve kamuoyundaki imajlarını düzeltme ihtiyacının da bir dayanağı olarak kullanılmak istenmektedir. Öte yandan Ortadoğu’da Suudi Arabistan-Mısır ekseniyle İran-Katar-Yemen ekseni üstünden gelişen girişimlerin; Suriye, Irak gibi sorunları da kapsayarak, “IŞİD sonrası Ortadoğu haritasına dair çekişmeyi öne çıkartması; kuşkusuz ki, Trump ve Netanyahu için bir fırsat olarak da görülmüştür. Trump’ın, ABD’nin Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak kabul ettiğini ilan etmesi, bölge gericiliklerinin Filistin sorununu, bir “İslam-Hristiyan”, “İslam-Yahudi” sorunu çizgisine çekmelerinden beri, her adımda başarısızlığı kanıtlanmış olan politikanın sonucudur. Çünkü Filistin Devrimi’nin laik-demokratik çizgide ilerleyen ve dünyanın her yanındaki her dinden ve milliyetten ilerici demokrat kamuoyundan ciddi destek alan bir mücadele olarak gelişmesi İslam dünyasındaki antidemokratik Orta Çağ düzenlerine karşı önemli tehditti. Bu yüzden de bölge gericilikleri, sorunu, 1973’teki Arap-İsrail savaşının yarattığı tahribattan da yararlanarak “Arap-İsrail”, “İslam Yahudi” çizgisine çekerek, kontrolleri altına aldılar. Böylece bölge gericilikleri de Filistin devriminin yarattığı uyanışı, “içerideki” muhalefetleri bastırmak ve sorunu İslam’la Yahudi-Hristiyan karşıtı çizgiye çekerek, kendileri için bir tehdit olmaktan çıkardılar. Ama bu çizgi, aynı zamanda İsrail ve bölgede İsrail’i ileri karakol olarak kullanmak isteyen ABD için de yeni bir imkana dönüştü. Böylece Filistin Devrimi, hem dünya demokratik kamuoyundan tecrit edildi hem de Hamas eliyle Filistin toprakları, coğrafi ve siyasi olarak bölündü. Bugün Trump’ı böyle bir adım atmaya cesaret ettiren de Filistin halkının kendi kaderini tayin etme hakkının geriye itilerek, İslamYahudi mücadelesine indirgenmiş olmasıdır. Bu yüzden de bugün Kudüs için yüksek perdeden atıp tutanlar, burada kendi sorumluluklarını görmek durumundadırlar. Yoksa ABD’yi ve İsrail’i suçlamak, batı ülkelerindeki Yahudi hayranlığından yakınmak, böylece ABD ve İsrail’e geri adım attırılacağını sanmak elbette boş hayaldir. Çünkü bu çizgide kalındıkça İsrail’in yenilmeyeceği ortadadır ve ABD’nin bölge sorunlarına müdahalesinin önlenmesi olanaklı olmayacaktır. Bölge gericilikleri 80 yıldır olup bitenlerden bir ders çıkarmadıkları gibi laik ve demokratik Filistin çerçevesinde Filistin halkının kendi kaderini tayin hakkını savunma çizgisine de yanaşmamaktadır. Trump’ın kararına Fransa, Almanya...ve AB de karşı çıkmaktadır; Putin de kendi açısından girişimler başlatmıştır. Dolayısıyla bu ülkelerdeki halklarla ortak hareket etmek, Müslüman olmayan halklar içindeki Filistin davasına bugüne kadar sempatiyle bakmış güçleri teşvik etmek de ayrıca önemlidir. Bırakalım başka şeyleri. Sadece akılcı davranmak bile bunun gerektirir. .Çünkü Kudüs sorunu, laik ve demokratik bir Filistin davasının parçası olarak ele alındığı ölçüde çözüme kavuşacak bir sorundur.
RESA
14
Ülke Anastasiadis- DİSİ Hükümetinden kurtulmalıdır PEO Genel Sekreteri Pambis Kiritsis çalışanlara cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Stavros Malas'ı desteklemeleri çağrısında bulundu. PASİEK-PEO 26. Kongresi'nde konuşan Kiritsis ülkenin Anastasiadis DİSİ hükümetinden acil olarak kurtulması gerektiğine vurgu yaptı. Kiritsis ''Ülkenin Kıbrıs sorununu ilkelere dayalı çözümüne inanan ve bu yönde tüm gücüyle mücadele eden bir Cumhurbaşkanı ihtiyacı vardır. Büyümenin herkese adil bir biçimde yansıyacağı, çalışanların haklarını, sosyal eşitsizliğin azaltılmasını, emeklileri ve nüfusun ekonomik açıdan zayıf kesimlerini destekleyecek gerçekten ilerici, halk yanlısı Cumhurbaşkanına ihtiyacı vardır'' dedi. PEO Genel Sekreteri Kiritsis konuşmasında bu Cumhurbaşkanı'nın ne Anastasiadis ne de gelinen yere gelinmesi için Anastasiadis ile birlikte yürüyen ve partisi yoksullaşmayı ve sosyal eşitsizliği derinleştiren yasaların tümünde olumlu oy veren Nikolas Papadopulos olacağına dikkat çekti. Kiritsis bu Cumhurbaşkanı'nın Sol ve ilerici
güçler tarafından desteklenen bağımsız aday Stavros Malas sadece Stavros Malas olabileceğine vurgu yaptı ve devamla da Malas PEO tarafından da destekleniyor, çünkü tezleri ve program çalışanların beklentilerine ve taleplerine yanıt veriyor dedi. Kiritsis Stavros Malas'a oy vererek oyumuzla hem çalışma haklarımızı hem de kendimizin ve çocuklarımızın geleceğini savunacağız dedi. PASİEK Genel Sekreteri Mihalis Arhonditis de sendikanın biriken zenginliklerin nüfusun ekonomik
açıdan zayıf kesimlerinin yararına kullanılmasını talep ettiğini söyledi. Gündelikçi Hükümet çalışanlarının ülkede zenginliğin yaratılmasına çok büyük katkı sağladıklarını ve şimdi bunun için de kriz döneminde kaybettikleri haklarını geri istediklerini belirtti. "Kazanılmış haklarımızı korumada temel dayanağımız örgütümüzdür" dedi. Sendikanın örgütsel yapısının geliştirilmesinde temel taşın üyeler olduğuna vurgu yaptı. Yaşam standartını yükseltmek için bugün hiç zaman olmadığı kadar çok mücadeleye gerek olduğunu ifade etti.
Daha sağlıklı yaşam biçimi nedeniyle yaşam süresi uzadı Daha sağlıklı yaşam biçimi nedeniyle Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği üyesi 35 ülkede yaşam süresi yarım yüzyıl önceye göre ortalama 10 yıl arttı. Örgüt tarafından “2017 yılına sağlıklı bir bakış” adıyla
yayınlanan rapora göre Amerika Birleşik Devletleri, Kanada, Avustralya, Japonya ve Avrupa Birliğine üye ülkelerin çoğunda ortalama yaşam süresi 80,6. Daha sağlıklı yaşam, daha yüksek gelir ve daha iyi eğitim son on yılda ortalama yaşamın artmasına ciddi katkı sağladı.
Japonya ve İsveç en yüksek ortalama yaşama sahip ülkeler. Bu iki ülkede ortalama yaşam süresi 83,9. Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği üyesi Letonya ise ortalama yaşamın en düşük olduğu ülke. Bu ülkede ortalama yaşam 74,6. Meksika’da ise 75. Yaşam süresinde artışa sigara içenlerin oranındaki düşüş, sağlık yatırımlarındaki artış da önemli rol oynadı. Obezitenin başarılı bir biçimde göğüslenmesinde ve Alkollü içki kullanımının azaltılmasında küçük de olsa bir başarı da bu süreçte olumlu faktörler olarak rol oynadılar. Araştırmaya göre eğer sigara ve alkol kullanımı yarı yarıya azaltılırsa ortalama yaşam süresi 13 ay daha artacak. Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği bu arada sağlıkta tedavide istikrarlı artış da ortalama yaşam süresinin artışında ciddi bir işlev gördü. Örgüte göre ancak son krizle birlikte bu alana yatırımlarda düşüş gözlemlenmeye başlandı. 2009 yılından sonra kişi başı sağlık yatırımları %1,4 oranında artı oysa bu artış 2003-2009 döneminde %3,6 oranındaydı.
Toplu Sözleşmeler kurumsal olarak güçlendirilmelidir SİDİKEK-PEO bir açıklama yaparak işkolu düzeyinde toplu sözleşme imzalamanın İş İlişkilerini güçlendirdiğine vurgu yaptı. İş kolu düzeyinde toplu sözleşmeleri ortadan kaldıran ve kişisel sözleşmelere yönelen Avrupa ve dünyadaki eğilimlere karşı Kıbrıs'ta sendikal hareketin bu yönde adımlar attığına vurgu yaptı. Kıbrıs'ta son olarak Belediyelerde örgütlü çalışanlar, sendikal örgütleri aracılığıyla ve var olan güçlü örgütsel yapılarıyla kişisel sözleşmelerden ve esnek çalışmadan uzaklaşarak toplu sözleşmeleri güçlendirici bir eğilim içine girdiler. Sendikalar belediyelerde belediye meclislerinin ve yönetimlerinin toplu sözleşmeleri imzalayıp bunlara uyacaklarından eminler.