Yazar ve Eserleri Hakında Harun Yahya müstear ismini kullanan yazar Adnan Oktar, 1956 yılında Ankara'da doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini Ankara'da tamamladı. Daha sonra İstanbul Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi'nde ve İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümü'nde öğrenim gördü. 1980'li yıllardan bu yana, imani, bilimsel ve siyasi konularda pek çok eser hazırladı. Bunların yanı sıra, yazarın evrimcilerin sahtekarlıklarını, iddialarının geçersizliğini ve Darwinizm'in kanlı ideolojilerle olan karanlık bağlantılarını ortaya koyan çok önemli eserleri bulunmaktadır. Harun Yahya'nın eserleri yaklaşık 40.000 resmin yer aldığı toplam 55.000 sayfalık bir külliyattır ve bu külliyat 72 farklı dile çevrilmiştir. Yazarın müstear ismi, inkarcı düşünceye karşı mücadele eden iki peygamberin hatıralarına hürmeten, isimlerini yad etmek için Harun ve Yahya isimlerinden oluşturulmuştur. Yazar tarafından kitapların kapağında Resulullah (sav)'in mührünün kullanılmış olmasının sembolik anlamı ise, kitapların içeriği ile ilgilidir. Bu mühür, Kuran-ı Kerim'in Allah'ın son kitabı ve son sözü, Peygamberimiz (sav)'in de hatem-ül enbiya olmasını remzetmektedir. Yazar da, yayınladığı tüm çalışmalarında, Kuran'ı ve Resulullah (sav)’in sünnetini kendine rehber edinmiştir. Bu suretle, inkarcı düşünce sistemlerinin tüm temel iddialarını tek tek çürütmeyi ve dine karşı yöneltilen itirazları tam olarak susturacak "son söz"ü söylemeyi hedeflemektedir. Çok büyük bir hikmet ve kemal sahibi olan Resulullah (sav)'in mührü, bu son sözü söyleme niyetinin bir duası olarak kullanılmıştır. Yazarın tüm çalışmalarındaki ortak hedef, Kuran'ın tebliğini dünyaya ulaştırmak, böylelikle insanları Allah'ın varlığı, birliği ve ahiret gibi temel imani konular üzerinde düşünmeye sevk etmek ve inkarcı sistemlerin çürük temellerini ve sapkın uygulamalarını gözler önüne sermektir. Nitekim Harun Yahya'nın eserleri Hindistan'dan Amerika'ya, İngiltere'den Endonezya'ya, Polonya'dan Bosna Hersek'e, İspanya'dan Brezilya'ya, Malezya'dan İtalya'ya, Fransa'dan Bulgaristan'a ve Rusya'ya kadar dünyanın daha pek çok ülkesinde beğeniyle okunmaktadır. İngilizce, Fransızca, Almanca, İtalyanca, İspanyolca, Portekizce, Urduca,
Arapça, Arnavutça, Rusça, Boşnakça, Uygurca, Endonezyaca, Malayca, Bengoli, Sırpça, Bulgarca, Çince, Kishwahili (Tanzanya'da kullanılıyor), Hausa (Afrika'da yaygın olarak kullanılıyor), Dhivehi (Maldivlerde kullanılıyor), Danimarkaca ve İsveçce gibi pek çok dile çevrilen eserler, yurt dışında geniş bir okuyucu kitlesi tarafından takip edilmektedir. Dünyanın dört bir yanında olağanüstü takdir toplayan bu eserler pek çok insanın iman etmesine, pek çoğunun da imanında derinleşmesine vesile olmaktadır. Kitapları okuyan, inceleyen her kişi, bu eserlerdeki hikmetli, özlü, kolay anlaşılır ve samimi üslubun, akılcı ve ilmi yaklaşımın farkına varmaktadır. Bu eserler süratli etki etme, kesin netice verme, itiraz edilemezlik, çürütülemezlik özellikleri taşımaktadır. Bu eserleri okuyan ve üzerinde ciddi biçimde düşünen insanların, artık materyalist felsefeyi, ateizmi ve diğer sapkın görüş ve felsefelerin hiçbirini samimi olarak savunabilmeleri mümkün değildir. Bundan sonra savunsalar da ancak duygusal bir inatla savunacaklardır, çünkü fikri dayanakları çürütülmüştür. Çağımızdaki tüm inkarcı akımlar, Harun Yahya Külliyatı karşısında fikren mağlup olmuşlardır. Kuşkusuz bu özellikler, Kuran'ın hikmet ve anlatım çarpıcılığından kaynaklanmaktadır. Yazarın kendisi bu eserlerden dolayı bir övünme içinde değildir, yalnızca Allah'ın hidayetine vesile olmaya niyet etmiştir. Ayrıca bu eserlerin basımında ve yayınlanmasında herhangi bir maddi kazanç hedeflenmemektedir. Bu gerçekler göz önünde bulundurulduğunda, insanların görmediklerini görmelerini sağlayan, hidayetlerine vesile olan bu eserlerin okunmasını teşvik etmenin de, çok önemli bir hizmet olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu değerli eserleri tanıtmak yerine, insanların zihinlerini bulandıran, fikri karmaşa meydana getiren, kuşku ve tereddütleri dağıtmada, imanı kurtarmada güçlü ve keskin bir etkisi olmadığı genel tecrübe ile sabit olan kitapları yaymak ise, emek ve zaman kaybına neden olacaktır. İmanı kurtarma amacından ziyade, yazarının edebi gücünü vurgulamaya yönelik eserlerde bu etkinin elde edilemeyeceği açıktır. Bu konuda kuşkusu olanlar varsa, Harun Yahya'nın eserlerinin tek amacının dinsizliği çürütmek ve Kuran ahlakını yaymak olduğunu, bu hizmetteki etki, başarı ve samimiyetin açıkça görüldüğünü okuyucuların genel kanaatinden anlayabilirler. Bilinmelidir ki, dünya üzerindeki zulüm ve karmaşaların, Müslümanların çektikleri eziyetlerin temel sebebi dinsizliğin fikri hakimiyetidir. Bunlardan kurtulmanın yolu ise, dinsizliğin fikren mağlup edilmesi, iman hakikatlerinin ortaya konması ve Kuran ahlakının, insanların kavrayıp yaşayabilecekleri şekilde anlatılmasıdır. Dünyanın günden güne daha fazla içine çekilmek istendiği zulüm, fesat ve kargaşa ortamı dikkate alındığında bu hizmetin elden geldiğince hızlı ve etkili bir biçimde yapılması gerektiği açıktır. Aksi halde çok geç kalınabilir. Bu önemli hizmette öncü rolü üstlenmiş olan Harun Yahya Külliyatı, Allah'ın izniyle, 21. yüzyılda dünya insanlarını Kuran'da tarif edilen huzur ve barışa, doğruluk ve adalete, güzellik ve mutluluğa taşımaya bir vesile olacaktır.
Bu kitapta kullanılan ayetler, Ali Bulaç'ın hazırladığı "Kur'an-ı Kerim ve Türkçe Anlamı" isimli mealden alınmıştır.
Birinci Baskı: Temmuz 2001 İkinci Baskı: Nisan 2011
ARAŞTIRMA YAYINCILIK Kayışdağı Mah. Değirmen Sok. No: 3 Ataşehir / İSTANBUL Tel: (0 216) 6600059 Baskı: Seçil Ofset 100. Yıl Mahallesi MAS-SİT Matbaacılar Sitesi 4. Cadde No: 77 Bağcılar-İstanbul Tel: (0 212) 629 06 15
www.harunyahya.org - www.harunyahya.net www.harunyahya.TV
Okuyucuya ✺
Bu kitapta ve diğer çalışmalarımızda evrim teorisinin çöküşüne özel bir yer ayrılmasının nedeni, bu teorinin her türlü din aleyhtarı felsefenin temelini oluşturmasıdır. Yaratılışı ve dolayısıyla Allah'ın varlığını inkar eden Darwinizm, 150 yıldır pek çok insanın imanını kaybetmesine ya da kuşkuya düşmesine neden olmuştur. Dolayısıyla bu teorinin bir aldatmaca olduğunu gözler önüne sermek çok önemli bir imani görevdir. Bu önemli hizmetin tüm insanlarımıza ulaştırılabilmesi ise zorunludur. Kimi okuyucularımız belki tek bir kitabımızı okuma imkanı bulabilir. Bu nedenle her kitabımızda bu konuya özet de olsa bir bölüm ayrılması uygun görülmüştür.
✺
Belirtilmesi gereken bir diğer husus, bu kitapların içeriği ile ilgilidir. Yazarın tüm kitaplarında imani konular, Kuran ayetleri doğrultusunda anlatılmakta, insanlar Allah'ın ayetlerini öğrenmeye ve yaşamaya davet edilmektedir. Allah'ın ayetleri ile ilgili tüm konular, okuyanın aklında hiçbir şüphe veya soru işareti bırakmayacak şekilde açıklanmaktadır.
✺
Bu anlatım sırasında kullanılan samimi, sade ve akıcı üslup ise kitapların yediden yetmişe herkes tarafından rahatça anlaşılmasını sağlamaktadır. Bu etkili ve yalın anlatım sayesinde, kitaplar "bir solukta okunan kitaplar" deyimine tam olarak uymaktadır. Dini reddetme konusunda kesin bir tavır sergileyen insanlar dahi, bu kitaplarda anlatılan gerçeklerden etkilenmekte ve anlatılanların doğruluğunu inkar edememektedirler.
✺
Bu kitap ve yazarın diğer eserleri, okuyucular tarafından bizzat okunabileceği gibi, karşılıklı bir sohbet ortamı şeklinde de okunabilir. Bu kitaplardan istifade etmek isteyen bir grup okuyucunun kitapları birarada okumaları, konuyla ilgili kendi tefekkür ve tecrübelerini de birbirlerine aktarmaları açısından yararlı olacaktır.
✺
Bunun yanında, sadece Allah rızası için yazılmış olan bu kitapların tanınmasına ve okunmasına katkıda bulunmak da büyük bir hizmet olacaktır. Çünkü yazarın tüm kitaplarında ispat ve ikna edici yön son derece güçlüdür. Bu sebeple dini anlatmak isteyenler için en etkili yöntem, bu kitapların diğer insanlar tarafından da okunmasının teşvik edilmesidir.
✺
Kitapların arkasına yazarın diğer eserlerinin tanıtımlarının eklenmesinin ise önemli sebepleri vardır. Bu sayede kitabı eline alan kişi, yukarıda söz ettiğimiz özellikleri taşıyan ve okumaktan hoşlandığını umduğumuz bu kitapla aynı vasıflara sahip daha birçok eser olduğunu görecektir. İmani ve siyasi konularda yararlanabileceği zengin bir kaynak birikiminin bulunduğuna şahit olacaktır.
✺
Bu eserlerde, diğer bazı eserlerde görülen, yazarın şahsi kanaatlerine, şüpheli kaynaklara dayalı izahlara, mukaddesata karşı gereken adaba ve saygıya dikkat etmeyen üsluplara, burkuntu veren ümitsiz, şüpheci ve ye'se sürükleyen anlatımlara rastlayamazsınız.
İ Ç İ N D E K İ L E R GİRİŞ
16
Vicdan Sahibi İnsanlara Çağrı...
İSLAM DÜNYASININ DÜŞMANLARI 28 Müslümanların Karşısındaki Anti-İslami Enternasyonal ÇEÇENİSTAN
40
Tüm Dünyanın Gözleri Önünde Yaşanan Zulüm FİLİSTİN
62
Müslümanların İsrail'e ve Musevilere bakış açısı nasıl olmalıdır? KEŞMİR
84
Müslüman Keşmir Halkı Yardım Bekliyor DOĞU TÜRKİSTAN
94
Komünist Çin Yönetiminin Gizlediği Büyük Zulüm BOSNA, KOSOVA ve MAKEDONYA Balkan Halkları Bir Savaştan Diğerine Sürükleniyor CEZAYİR
124
Bitmek Bilmeyen Baskı ve Zulmün Kanlı Bilançosu TUNUS
138
Sadece İman Ettikleri İçin Zulüm Gören Bir Halk ERİTRE – ETİYOPYA
144
Müslümanlar Barış ve Huzur İstiyorlar
106
ÇAD
154
Sömürgeci Fransa’nın Yok Etmeye Çalıştığı Müslüman Ülke SOMALİ
162
İç Çatışmaların Ortasındaki Fakir Ülke CİBUTİ
168
Afrika'nın En Küçük Ülkesinde Yaşanan Zulüm SUDAN
172
Çatışmalardan ve İç Savaşlardan Kurtulamayan Bir Ülke ÖZBEKİSTAN
178
Eski Komünist Kadrolar, Müslümanlara Zulme Devam Ediyor AFGANİSTAN
186
Komünizmin Vahşetinden Bitmek Bilmeyen İç Savaşlara IRAK
196
Ortadoğu Faşizmi: Saddam Hüseyin SURİYE
204
Dünyadan Gizlenen Büyük Zulmün Tarihi MÜSLÜMAN AZINLIKLARA YAPILAN ZULÜM
Dinlerini Yaşamaya Çalışan Müslümanlar SONUÇ
230
Beklenen Bahar: Altınçağ
EK BÖLÜM Evrim Yanılgısı
244
210
ÖNSÖZ
İ
lk baskısı 2001 yılında yapılan bu kitapta yer alan koşulların ve bilgilerin bir kısmı, geçen süre içerisinde bazı değişikliklere uğramıştır. Ancak, dünyanın dört bir yanında eziyete uğrayan, baskı gören, şehit edilen, sakat bırakılan, evlerini terk etmek zorunda kalan Müslümanlar
olduğu gerçeği değişmemiştir. Kitabın bu baskısı yapılırken de, bu gerçek göz önünde bulundurularak bazı bilgiler güncellenmiş, ancak belirli bir döneme has olmayan, bu eseri okuyan herkesin vicdanına hitap eden ve her Müslümanın üzerindeki sorumluluğu hatırlatan bölümler aynen muhafaza edilmiştir. Kitabın ilerleyen sayfalarında detaylarıyla anlatılan İslam dünyasının büyük kısmının içinde bulunduğu durum, kuşkusuz tüm vicdan sahibi insanları rahatsız etmektedir. Ancak insanların büyük kısmı, televizyonda seyrettikleri, gazetelerde okudukları, internet aracılığıyla ulaştıkları bu bilgileri kısa sürede unutmakta, hiçbir suçu olmayan mazlum insanların acımasızca öldürülüşünü, çocukların katledilmesini, evlerin yakılıp yıkılmasını, pek çoğunun mülteci kamplarında yokluk içinde yaşamaya terk edilmelerini unutarak kendi işlerine dalmaktadır. Bir kısım insanlar da zaman zaman bu acılardan duydukları rahatsızlığı dile getirmekte, belki saatlerce bu konu üzerinde konuşmakta, hatta yazılar yazmakta ancak iş bu acıları ortadan kaldıracak bir çözüm oluşturmaya geldiğinde geri çekilmektedirler. Bir kısım insanlar ise çözümü çok yanlış yollarda aramakta, Kuran ahlakına ve Peygamberimiz (sav)'in sünnetine hiç uygun olmadığı halde, şiddetle ve terörle çözüme ulaşacaklarını zannetmektedirler. Oysa Allah Kuran'da ve Peygamber Efendimiz (sav)’in hadislerinde Müslümanlara kurtuluş yolunu açıkça bildirmiştir. Bu yol, tüm Müslüman aleminin kardeş olduklarının bilinciyle birlik olması ve Türk İslam Birliği'nin hemen kurulmasıdır.
Harun Yahya (Adnan Oktar)
11
Türk İslam Birliği akan kanı durduracak çözümdür İslam ahlakının özünde birlik vardır. Allah Kuran'da "... Eğer siz bunu yapmazsanız (birbirinize yardım etmez ve dost olmazsanız) yeryüzünde bir fitne ve büyük bir bozgunculuk (fesat) olur." (Enfal Suresi, 73) ayetiyle yeryüzünde boz-
gunculuğun son bulması için iman edenlerin birbirleriyle dost olmaları, ittifak etmeleri, birlik ve beraberlik içinde olmaları gerektiğini bildirmiştir. Tüm Müslümanlar bu emre uymakla sorumludurlar. Türk İslam dünyasının bu birliği istemesi lazımdır. Birlik istemeyen ayrılık istiyor demektir ve ayrılığın Türk İslam dünyasına hiçbir faydası yoktur. Müslümanların gücü, kuvveti ve menfaati birliktedir. Kitabın ilerleyen sayfalarında detaylarıyla görüleceği üzere, Müslüman aleminin bir kısmında acılar sadece dış dünyadan kaynaklanmamakta, farklı etnik kökenler, farklı mezhepler, farklı kültürlerden Müslümanlar arasında da -Kuran ahlakına tamamen aykırı olarak- çatışmalar yaşanmaktadır. Allah'ı bir, dini bir, Kitab'ı bir, Peygamberi bir olan ve Allah'ın emriyle kardeş olmaları gereken Müslümanların birbirleriyle çatışıyor olması hiç şüphesiz üzerinde önemle düşünülmesi gereken bir durumdur. Çünkü Kuran'a göre müminlerin birlik olmaları farzdır. Ayetlerde şöyle buyrulur: Allah'ın ipine hepiniz sımsıkı sarılın. Dağılıp ayrılmayın. Ve Allah'ın sizin üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani siz düşmanlar idiniz. O, kalplerinizin arasını uzlaştırıp-ısındırdı ve siz O'nun nimetiyle kardeşler olarak sabahladınız. Yine siz, tam ateş çukurunun kıyısındayken, oradan sizi kurtardı. Umulur ki hidayete erersiniz diye, Allah, size ayetlerini böyle açıklar. (Al-i İmran Suresi, 103) Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını bulup-düzeltin ve Allah'tan korkup-sakının; umulur ki esirgenirsiniz. (Hucurat Suresi, 10) Allah'a ve Resûlü'ne itaat edin ve çekişip birbirinize düşmeyin, çözülüp yılgınlaşırsınız, gücünüz gider. Sabredin. Şüphesiz Allah, sabredenlerle beraberdir. (Enfal Suresi, 46) İnkar edenler birbirlerinin velileridir. Eğer siz bunu yapmazsanız (birbirinize yardım etmez ve dost olmazsanız) yeryüzünde bir fitne ve büyük bir bozgunculuk (fesat) olur. (Enfal Suresi, 73) Ve haklarına tecavüz edildiği zaman, birlik olup karşı koyanlardır. (Şura Suresi, 39) Şüphesiz Allah, Kendi yolunda, sanki birbirlerine kenetlenmiş bir bina gibi saf bağlayarak cehd edenleri (mücadele edenleri) sever. (Saff Suresi, 4)
İSLAM'IN KIŞI VE BEKLENEN BAHARI
12 Burada Müslümanların birlik olmasıyla ilgili olarak sadece birkaç ayete yer verilmiştir. Bu ayetlerden ve Kuran'ın genelinden açıkça anlaşıldığı gibi; • Müslümanların birlik olmaları, • Kardeşçe bir sevgi ve şefkatle birbirlerine bağlı olmaları, • Çekişip tartışmamaları, • Birbirlerinin velileri ve dostları olmaları, • Birbirlerini her koşulda koruyup kollamaları, • Birbirleriyle istişare halinde olmaları, • Birbirlerine kenetlenmiş bir bina gibi saf halinde inkara karşı ilmen mücadele etmeleri farzdır. Bu durumda tüm bunların aksi bir tutum sergilemek, yani; • Birleştirici değil ayırıcı olmak, • Müslüman kardeşlerine sevgiyle ve şefkatle yaklaşmamak, • Müslüman kardeşlerine karşı affedici, koruyucu ve kollayıcı olmamak, • İnkara karşı verilen ilmi mücadelede Müslümanlarla kenetlenmiş bir bina gibi saf bağlamamak haramdır. Eğer İslam alemi güçlü, istikrarlı, müreffeh bir medeniyet olmak, dünyaya her alanda yön vermek ve ışık tutmak istiyorsa, birlik halinde hareket etmek zorundadır. Bu birliğin yokluğu, Müslüman ülkeler arasındaki ayrılık ve dağınıklık, İslam dünyasından ortak bir ses yükselmemesi, mazlum Müslüman halkları da savunmasız bırakmaktadır. Filistin'de, Keşmir'de, Doğu Türkistan'da, Moro'da ve daha pek çok yerde zavallı kadınlar, çocuklar ve yaşlılar ihtiyaç içinde zulümden kurtarılmayı beklemektedirler. Bu masum insanların sorumluluğu herkesten önce, İslam dünyasının üzerindedir. Müslümanlar, Peygamberimiz (sav)'in "Müslüman, Müslümana zulmetmez ve onu tehlikede bırakmaz" sözünü hatırlarından çıkarmamalıdırlar. Dünya Müslümanlarının, güçlü ve aktif bir Türk İslam Birliği sağlayamamış olmaları, günümüzde yaşanan çeşitli sorunların temelinde yer alan önemli bir eksikliktir. Güçlü bir birlik sağlandığında bugün yaşanan sorunların benzerleriyle ya hiç karşılaşılmayacak ya da karşılaşılan tüm sorunlar tahmin edilenden çok daha kısa süre içinde çözüme kavuşturulacaktır. İslam dünyasında farklı kültürler, gelenekler ve anlayışlar olması son derece doğaldır. Önemli olan, bu farklılıkların inanç birliği altında, çoğulcu bir dayanışma içinde toplanmasının sağlanmasıdır. Görüş, düşünce ve uygulama farklı-
Harun Yahya (Adnan Oktar)
13 lıkları her toplum içinde karşılaşılan olağan durumlardır. İslam ahlakının gereği, tüm farklılıklara rağmen Müslümanların birbirlerinin kardeşleri oldukları gerçeğini unutmamalarıdır. Irkı, dili, vatanı, mezhebi ne olursa olsun tüm Müslümanlar kardeştirler. Bu nedenle İslam dünyası içindeki farklılıklar birer zenginlik olarak değerlendirilmeli, bunlar, Müslümanların birbirleri ile çekişmesine neden olan, onları ana konulardan uzaklaştırıp, acil ve önemli sorunlara tedbir alınmasını engelleyen çatışma ve ayrılık nedenlerine dönüşmemelidir. Müslümanların birbirleri ile olan ilişkilerinde temel ölçü karşılarındaki kişinin ırkı, etnik kökeni, dili gibi özellikleri, sahip olduğu imkanları, makamı veya mevkisi değil, imanı ve güzel ahlakıdır. Samimi iman eden kişiler arasında sevgi, bir diğerinin Allah'tan korkup sakınmasına, Rabbimiz'e duyduğu içli sevgiye, yaptığı salih amellere, gösterdiği güzel ahlaka göre şekillenir. Eğer bir kişi hayatını Allah yolunda vakfetmiş olduğunu tüm tavır ve davranışları ile ispatlıyor, her anında Allah'ın rızasını ve rahmetini gözeterek güzel davranışlarda bulunuyorsa, müminler o kişiye karşı sevgi ve hürmet duyarlar. Bu kişinin derisinin rengini, ait olduğu milleti, maddi imkanlarını kıstas olarak değerlendirmezler, bunlar sevgilerinde olumlu ya da olumsuz bir etki yapmaz. Aynı kıstaslar, Müslüman toplumlar arasındaki ilişkilerde de geçerli olmalıdır. İki Müslüman toplum arasındaki ilişkinin özü, Kuran'da bildirildiği gibi olmalıdır. Müslümanlar, birlikte hareket etmelerini engelleyen durumlar olduğunda şu sorular üzerinde düşünmelidirler: "Bu konu, İslam ittifakını zedeleyecek kadar önemli mi?" "Üzerinde uzlaşılması mümkün olmayan bir konu mu?" "İnkarcı ideolojilere karşı fikri çalışma içinde olmak yerine, Müslüman bir diğer toplulukla uğraşmak makul mü?" Bu sorulara vicdanına başvurarak cevap veren herkes, sonu gelmeyen çekişmelerden uzak durmanın ve Müslümanlar arasındaki Kuran ahlakına dayalı bu ittifakı korumanın öncelikli olduğunu görecektir. İslam dünyası, ayrılıkları ve farklılıkları bir kenara bırakıp, tüm Müslümanların "kardeş" olduğu gerçeğini hatırlamalı ve bu manevi kardeşliğin getirdiği güzel ahlak ile tüm dünyaya örnek olmalıdır. İman edenlerin birbirleri ile kardeşliği, Yüce Allah'ın bir lütfu ve nimetidir. Samimi Müslümanlar bu nimet için Rabbimiz'e şükretmeli ve Allah'ın "dağılıp-ayrılmayın" emrini unutmamalıdırlar.
İSLAM'IN KIŞI VE BEKLENEN BAHARI
14
Peygamberimiz (sav)'in Gösterdiği Yola Uymak Peygamberimiz (sav), içinde bulunduğumuz ahir zamanı çok detaylı olarak tarif etmiştir. Ahir zamanın en önemli özelliklerinden biri bu dönemde Müslümanların pek çok zorluk, sıkıntı ve acıyla karşılaşacak olmasıdır. Çünkü bu dönem, Peygamberimiz (sav)'in haber verdiği üzere, dinsizliğin yaygınlaşacağı, materyalist ve Darwinist ideolojilerin yoğun propagandasının yapılacağı, insanların büyük kısmının din ahlakından uzaklaşacağı, samimi olarak iman edenlerin sayıca çok az olacağı, Allah'ın açıkça inkar edileceği (Allah'ı tenzih ederiz), Irak, Afganistan gibi İslam ülkelerinin işgal edileceği, Beytül Makdis'de Müslümanların kuşatma altına alınacağı, pek çok İslam ülkesinde zalim idarecilerin halka zulüm edeceği, tüm dünyayı kargaşa ve terörün kaplayacağı, fitnelerden biri sona ererken diğerinin başlayacağı, masum insanların haksız yere öldürüleceği, kadınların ve çocukların dahi katledileceği, insanların korku ve dehşet içinde olacakları, tüm bunlara rağmen Müslümanların dağınık olacağı bir dönemdir. (Bu konuda daha detaylı bilgi için bkz www.ahirzaman.net) Ancak Peygamberimiz (sav), Müslümanları karşılaşacakları bu zorlukları çok detaylı anlatarak uyarırken, bu sıkıntılardan nasıl kurtulabileceklerinin çözümünü de göstermiştir. Ahir zamanda musibetlerin en şiddetlendiği dönemde Yüce Allah Hz. Mehdi (as)'ı göndererek İslam alemini ve tüm insanları her türlü zorluk ve sıkıntıdan kurtaracaktır. Hz. Mehdi (as), Peygamberimiz (sav)'in soyundan, hadislerde ve İslam alimlerinin açıklamalarında haber verildiği üzere Hicri 1400'de yani bu yüzyılda ortaya çıkacak, insanlığı içine düştüğü karanlıklardan aydınlığa ulaştıracak olan mübarek bir zattır. Resulullah (sav), Hz. Mehdi (as)'ın fiziksel özelliklerini, nasıl bir mücadele yürüteceğini, nereden çıkacağını, neler yapacağını çok detaylı olarak anlatmıştır. Hatta tüm bu konularda hayret uyandıracak kadar çok detay haber vermiştir. Buna göre, Hz. Mehdi (as), İstanbul'da görev yapacak, Darwinizm ve materyalizme karşı ilmi mücadele yürütecek, insanları din ahlakından uzaklaştıran bu fitneleri tam anlamıyla etkisiz hale getirecek, dağınık olan İslam alemini birleştirerek Türk İslam birliğini tesis edecek, her türlü haksızlığa ve adaletsizliğe son verecek, insanların maddi ve manevi yönden müthiş zenginleşmesine ve gelişmesine vesile olacak, Hz. İsa (as)'la birlikte İslam ahlakını tüm yeryüzüne hakim kılacaktır. Allah'ın Hadi (hidayet veren) sıfatının yeryüzünde tam anlamıyla tecelli ettiği, insanların Allah'ın emrettiği güzel ahlakı mükemmel şekilde yaşadığı, her yeri bolluk ve
Harun Yahya (Adnan Oktar)
15 bereketin kapladığı, mutluluk, neşe ve sevincin hakim olduğu, Asrı Saadet döneminin bir benzerinin tüm dünya çapında yaşanacağı bir döneme vesile olacaktır. (Daha detaylı bilgi için bkz www.hazretimehdi.com) Dolayısıyla bugün İslam aleminin genelinde yaşanan acılar, dünyanın dört bir yanındaki kargaşa ve fitne bu mübarek zatın gelişinin bir habercisi niteliğindedir. Peygamberimiz (sav)'in Hz. Mehdi (as)'ın ortaya çıkış alametleri olarak haber verdiği yüzlerce olayın her biri, Hicri 1400 yılı itibariyle arka arkaya gerçekleşmiştir. Tam Peygamber Efendimiz (sav)'in haber verdiği şekilde Fırat'ın suyu kesilmiş; İran-Irak Savaşı yaşanmış; Kabe'de kanlı baskın olmuş; Ramazan Ayı'nda 15 gün arayla Ay ve Güneş tutulmaları olmuş; Afganistan işgal edilmiş; Irak işgal edilmiş; Bağdat alevlerle kuşatılmış; Halley Kuyruklu Yıldızı çıkmış; Irak'ın Kuveyt'i işgali sırasında petrol kuyularının ateşe verilmesiyle Doğu'dan bir ateş görülmüş; 11 Eylül'de Amerika'daki ikiz kulelerin saldırıya uğramasıyla tozlu, dumanlı, karanlık bir fitne zuhur etmiş; Şam ve Mısır melikleri öldürülmüş; Azerbaycan işgal edilmiş; iki kuyruklu, diğer yıldızların ters yönünde hareket eden Lulin kuyruklu yıldızı görülmüş ve daha bu şekilde yüzlerce alamet tahakkuk etmiştir. Tüm bu yaşananlar Hz. Mehdi (as)'ın çağında olduğumuzun delillerindendir. Peygamberimiz (sav) tarafından müjdelenen bu kutlu çağın içinde olup, Hz. Mehdi (as)'ı aramamak, O'nun öncüsü olarak İslam aleminin birliği, beraberliği, kurtuluşu için gayret göstermemek Peygamberimiz (sav)'e tabi olmuş samimi bir Müslüman için kabul edilir bir durum değildir. Tüm İslam alemi Hz. Mehdi (as) çağında olmanın şevki ve heyecanıyla birlik olmalı, Hz. Mehdi (as)'ı arayıp bulmalı, O'nun vesilesiyle dünyanın huzura, barışa ve esenliğe kavuşmasını sağlamalıdır. Unutmamak gerekir ki, Hz. Mehdi (as)'ın zuhuru ve İslam ahlakının yeryüzüne hakim olması Allah'ın takdir ettiği kaderdir. İnsanlar Hz. Mehdi (as)'a destek olsalar da olmasalar da Allah onu başarılı kılacak, inkar edenlerin tüm fitnelerini onun vesilesiyle ortadan kaldıracak ve İslam ahlakını hakim edecektir. Dolayısıyla, Hz. Mehdi (as)'ın yardımcılarından olmak için niyet eden, bunun için çaba gösteren, Türk İslam aleminin birlik olmasını isteyen, dünyanın dört bir yanında eziyet gören Müslümanları kurtarmak için fikren mücadele eden herkes aslında kendi nefsi için mücadele etmektedir. Rabbimiz'in Ankebut Suresi'nde buyurduğu gibi, "Kim cehd ederse (çaba gösterirse), yalnızca kendi nefsi için cehd etmiş olur. Şüphesiz Allah, alemlerden müstağnidir." (Ankebut Suresi, 6)
İSLAM'IN Kışı ve Beklenen Baharı
GİRİŞ Vicdan Sahibi İnsanlara Çağrı...
İ
nsan sıkça rastladığı olaylara karşı hemen bir alışkanlık kazanır. Hatta zaman içinde bu alışkanlık öyle bir hal alır ki, ilk gördüğünde kendisin-
de şiddetli bir şaşkınlık ya da tepki oluşturan olaylar, bir süre sonra rutin konulara dönüşür. Dünya üzerinde süren savaşlar ve çatışmalar da böyle olaylardandır. Bir ülkede bir işgalin, katliamın veya soykırımın başlaması dünyanın dört bir yanında ilk önce şiddetli bir tepki oluşturur. Örneğin Bosna'da ilk çatışmaların başladığı günleri düşünelim, ya da Çeçenistan'ı, Filistin'i... Yakın zamanda babasının kucağında İsrail askerlerinin kurşunlarına hedef olan Filistinli çocuğun görüntüsü, kundaklarında katledilen Çeçen bebekler, Bosna'da büyük bir soykırıma maruz kalan kadınlar, yaşlılar, gençler... İnsanlar, bu görüntüleri gördükleri ilk günlerde içlerinde duydukları tepkiyi, birşeyler yapma isteğini sık sık dile getirmişlerdir. Ancak
Harun Yahya (Adnan Oktar)
17 ardı arkası kesilmeyen haberler zaman içinde dikkatlerini çekmez olur. Her gün yeni kişiler ölür, kadınlar tecavüze uğrar, çocuklar kurşunlara hedef olur, mayınlara basıp kolunu ya da bacağını kaybeder... Ancak insanların ilk günlerde verdikleri tepkiler yerini garip bir duyarsızlığa bırakır. Hatta gazeteleri aldıklarında, savaş haberlerinden çok hemen yan sütunda yer alan magazin içerikli bir haber ilgilerini çeker. Çünkü Filistin'de, Afganistan'da, Irak’ta, Keşmir'de ya da Doğu Türkistan'da her gün birkaç kişinin ölmesi, neredeyse "sıradan bir haber" haline gelmiştir. Dahası bu vahşetleri sanki makul birer siyasi gelişme gibi gösteren bir propaganda da bir taraftan yürürlüktedir. Bu nedenle birçok insan, Çeçenistan'da yaşanmış olan büyük katliamı Rusya'nın bir iç sorunu, Filistin'de yaşananları İsrail ile Filistin arasında bir toprak mücadelesi, Keşmir halkına yönelik Hint zulmünü ise bölgenin stratejik konumundan kaynaklanan bir problem olarak değerlendirmektedir. Diğer pek çok nedenin yanında, tarihi ve ekonomik nedenlerin de çatışmaların meydana gelmesinde etkili olduğu doğrudur. Ancak yakın geçmişte Çeçen halkının bazı Ruslardan gördüğü baskının, Ortadoğu'da yaşanan çatışmaların, Afrika'daki Müslüman halkların maruz kaldığı şiddetin, Balkanlar'daki Müslümanların tüm dünyanın gözleri önünde gördükleri şiddetli baskının ve uygulanan etnik temizliğin tek nedeni ekonomi ya da iç sorunlar değildir. Bu insanların Müslüman olmaları -kitabın ilerleyen bölümlerinde de örnekleriyle inceleyeceğimiz gibi- bu çatışmaların ana nedenlerinden birini oluşturmaktadır. Bu insanlar Allah'a iman ettikleri, hayatlarını inançlarının gerektirdiği şekilde geçirmek istedikleri ve çocuklarını da inançlı kimseler olarak yetiştirmeyi amaçladıkları için çeşitli baskılara maruz kalmaktadırlar. Güçlü bir İslam devleti ya da İslam ülkelerinin oluşturduğu güçlü bir birlik ise pek çok Batılı ülkede büyük bir rahatsızlık uyandırmakta, pek çoğunun da çıkarlarını tehdit etmektedir. Oysa Kuran ahlakına tam uyan bir ülke ya da birlik sadece Müslümanların değil, dini ve inancı ne olursa olsun tüm insanların koruyucusudur. Böyle bir birliğin varlığı hiç kimse için bir tehdit unsuru değildir, tam tersine tüm dünya ülkeleri ve halkları için güvenlik ve barışın teminatıdır. Konunun bir başka yönü ise, bazı insanların bu ülkelerde yaşananlar hakkında hiç bilgi sahibi olmamaları, hatta birçok ülkenin adını dahi bilmemeleridir. Sudan'da, Cezayir'de, Endonezya'da, Patani'de, Burma'da, Cibuti'de, Tu-
İSLAM'IN KIŞI VE BEKLENEN BAHARI
18 nus'ta, Bangladeş’te yaşayan Müslümanların karşı karşıya bulundukları zorlukların, baskıların, her gün bir yenisi gerçekleşen şiddet eylemlerinin, açlığın ve sefaletin farkında dahi olmayan bir insanın durumu çok daha düşündürücüdür. Çünkü bu kişinin, varlıklarından haberdar olmadığı iman sahibi kişilere yardım elini uzatması elbette mümkün olmayacaktır. Bir kesim ise yapılan zulüm ve haksızlıkların farkındadır. Ancak bu kişilere yardım edebileceğini, zulmün engellenmesi için çaba sarf edebileceğini aklına dahi getirmez. Üstelik hiçbir şey yapamayacağı konusunda kendisini o kadar inandırmıştır ki, ne okuduğu haberler ne de gördüğü görüntüler vicdanında en ufak bir etki oluşturmaz. Oysa iman eden bir insan, her duyduğundan ve her gördüğünden sorumludur. Allah Kuran'da Müslümanlara şöyle seslenmektedir: Size ne oluyor ki, Allah yolunda ve: "Rabbimiz, bizi halkı zalim olan bu ülkeden çıkar, bize Katından bir veli (koruyucu sahib) gönder, bize Katından bir yardım eden yolla" diyen erkekler, kadınlar ve çocuklardan zayıf bırakılmışlar adına mücadele etmiyorsunuz? (Nisa Suresi, 75)
Allah'ın ayetteki emrini tutan iman ve vicdan sahibi kişilerin olan bitenlere gözlerini kapamaları, onları görmezlikten gelmeleri mümkün değildir. Bir Müslümanın dünya üzerinde böylesine şiddetli bir zulüm devam ederken, rahat yatağında kayıtsızca uyuması, boş işlerle oyalanması, yalnızca kendi eğlencesini ve çıkarlarını düşünmesi imkansızdır. Çünkü iman eden bir kişi haksız savaşların, katliamların, zulmün, açlığın, ahlaki dejenerasyonun, kısaca dünya üzerindeki tüm sorunların temel çözüm yolunun Kuran ahlakının insanlar arasında yaygınlaşması olduğunu bilmektedir. Bu bilgi ona çok büyük bir sorumluluk yüklemiştir; dünyaya İslam dinini ve dinin getirdiği güzellikleri anlatmak, Kuran ahlakını yaymak ve dinsizliğe karşı fikri bir mücadele yürütmek... Bu şerefli sorumluluğa sahip çıkan kişiler, dünya üzerinde zulüm gören tüm insanları Kuran'ın rehberliğinde aydınlığa çıkaracaklardır: … Size Allah'tan bir nur ve apaçık bir Kitap geldi. Allah, rızasına uyanları bununla kurtuluş yollarına ulaştırır ve onları Kendi izniyle karanlıklardan nura çıkarır. Onları dosdoğru yola yöneltip-iletir. (Maide Suresi, 15-16)
Bu kitap yazılırken amaçlanan da, dünyanın dört bir yanındaki mazlum Müslümanların durumlarını tüm açıklığıyla ortaya koymak ve vicdanlı insanları bu gerçeği düşünüp çözüm yolları aramaya davet etmektir. İçinde bulunduğumuz devir, gaflete kapılmaya, sessiz kalmaya, umursuz davranmaya, dünya hayatının kısa yararının peşine düşmeye, nefsani tartışma ve çekişmelerle vakit
Harun Yahya (Adnan Oktar)
19 öldürmeye uygun bir devir değildir. Milyonlarca Müslüman bu kadar büyük bir zulüm altındayken İslam için bir çaba içerisinde olmamak, çok büyük bir vicdansızlık olur. Ve kuşkusuz insanı ahirette büyük bir vebal altında bırakır.
MÜSLÜMANIN MÜCADELESİ İLİMLE, FİKİRLE OLUR MUHABİR: Evet, biraz hocam terör hakkında konuşsanız, şu an Afganistan’da intihar saldırıları oluyor. İslam’da böyle bir şey var mı? İnsanların intihar edip de ben cihat ediyorum demeleri gibi bir şey var mı? ADNAN OKTAR: İntihar etmesine ne gerek, bir kere intihar zaten haramdır. Bir insanı suçsuz ve haksız yere öldürmek, cehennemden hiç çıkmayacak şekilde cezaya mucip olan bir şeydir. Kendini öldüren insan bir insan öldürmüş oluyor ve büyük bir harama girmiş oluyor ve mazaAllah tövbe etmeden de gittiği için, ömür boyu cehennemde kalması tehlikesi vardır. Onun için Müslüman kendini öldüreceğine kendini eğitir, çok kaliteli hale getirir, bilgisini arttırır, sevgisini, şefkatini, merhametini, gücünü arttırır, gider insanlara tebliğ yapar. Gidip orada insanları bombalamaya ne gerek, git aralarına konuş, tebliğ et, İslam’ı anlat. Peygamber Efendimiz (sav) ilk zuhur yıllarında biliyorsunuz, ken-
dini belli etmediği bir dönem vardı, yoğun olarak tebliğ yapıyorlardı, gizli gizli,
İSLAM'IN KIŞI VE BEKLENEN BAHARI
20 sonra açık açık tebliğe başladılar, hakaret gördüler, baskı gördüler, dövüldüler, sövüldüler, tecrit edildiler, ambargo uygulandı hatta o ülkeyi bırakıp hicret edip başka yere gittiler. Bu kadar zorluklar içerisinde tebliğ yaptılar, Müslümanlar da bu şekilde yapacak, tebliğ yapacaklar, anlatacaklar, asmayla, kesmeyle bombalamayla bu yolda faydalı olamazlar, bu yanlış, Kuran’a da uygun değil, akıllı mantıklı hiç değil yani Kuran aklıyla, Kuran mantığı ile hiç uygun değil, çok yanlış.
Medrese açıyorlarsa çok güzel, maşaAllah. Dini imanı anlatsınlar, bilimden bahsetsinler, Darwinizm’in aleyhinde faaliyet yapsınlar, felsefeleri çürütsünler, Marksizm’e, Leninizm’e, faşizme, komünizme karşı ciddi bir ilmi faaliyet içinde olsunlar. Kültürlerini arttırsınlar, çok şık temiz giyinsinler, güzel ahlakı etrafa yaysınlar. İslam böyle yayılır. Gidip garibanların, ilgisiz alakasız adamların gidip ağzını burnunu kırmak, onları delik deşik etmek, bombalamak, bunlar İslam’da yok. Bunlar Peygamber Efendimiz (sav)’in hiçbir şekilde tasvip etmediği, Kuran’da olmayan, sonradan çıkarılmış, çirkin uygulamalar. Ve çirkin yanlış uygulamalar ve harama giriyorlar.
Doğrusu o medreseleri güllük gülistanlık hale getirmek. Modern ve güzel medreseler kurmak, orada insanları eğitmek, aydınlatmak değil mi, sevgiyi, barışı, kardeşliği, sevecenliği, insancıl olmayı, yardımseverliği, kısaca güzel ahlakı anlatmak ve etrafa yaymak. Bombalamayla din yayılmaz, bilakis ters etki yapar. Terör tamamen zarar verir. Ama bu tarzda bir çalışma dini çığ gibi yayar ve her yere İslam ahlakının hakim olmasına sebep olur inşaAllah. (Sayın Adnan Oktar'ın Afganistan Ayna röportajından, 12 Aralık 2008)
Harun Yahya (Adnan Oktar)
21
Müslümanların Mücadelesi Kuran Ahlakına Uygun Olmalıdır Bir Müslüman tüm hayatını Allah'ın Kuran'da emrettiği ahlak üzerine kurmalıdır. Günlük hayatında, ticaret sırasında, bir iş üzerindeyken ya da insanlarla ilişkilerinde nasıl adaletli, hakkaniyetli davranıyorsa, savaşta, savunma sırasında ya da topraklarından sürüldüğü zaman da aynı ahlakı göstermelidir. Yine tevekküllü olmalı, adaleti ayakta tutmalı, Allah'ın emir ve tavsiyelerine titizlikle uymalıdır. Bilindiği gibi İslam kelimesi, Arapçada 'barış' kelimesiyle aynı anlama gelmektedir. Kuran ayetlerinde insanlar, yeryüzünde sevginin, şefkatin ve barışın yaşanabileceği model olarak İslam ahlakına çağrılmaktadır. Allah, insanlar arasında hiçbir ayrım yapmadan adaletle hükmetmeyi, insanların hakkını korumayı, zulme asla rıza göstermemeyi, zalime karşı mazlumdan yana tavır almayı, ihtiyaç içinde olanlara yardım eli uzatmayı emretmektedir. Bu adalet, bir karar vermek gerektiğinde her iki tarafın da hakkını korumayı, olayları çok yönlü değerlendirmeyi, ön yargısız düşünmeyi, tarafsızlığı, hakkaniyeti, dürüstlüğü, sevgiyi, merhameti ve şefkati gerektirmektedir. Kuran'da, "Ey iman edenler, adil şahidler olarak, Allah için, hakkı ayakta tutun. Bir topluluğa olan kininiz, sizi adaletten alıkoymasın. Adalet yapın. O, takvaya daha yakındır. Allah'tan korkup-sakının. Şüphesiz Allah, yapmakta olduklarınızdan haberi olandır" (Maide Suresi, 8) ayetinde de bildirildiği gibi
kin, nefret ve öfke gibi duygular iman eden bir kişinin aldığı kararları, ahlakını ve uygulamalarını etkilememelidir. Müslüman her zaman Kuran ayetlerine göre hareket etmeli, sabırlı, tevekküllü ve itidalli davranmalı ve fevri bir tepki göstermekten şiddetle kaçınmalıdır. Allah'ın "Andolsun, Biz sizi biraz korku, açlık ve bir parça mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle imtihan edeceğiz. Sabır gösterenleri müjdele" (Bakara Suresi, 238) ayetinde de bildirdiği gibi
dünya hayatında bir denemeden geçirildiğini asla aklından çıkarmamalıdır. Allah Kuran ayetlerinde hiçbir suçu olmayan, savunmasız kadınların, yaşlıların ve çocukların öldürülmelerini yasaklamıştır. Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav)'in hayatına baktığımızda da, savaşın ancak zorunlu hallerde ve savunma amaçlı olarak başvurulan bir yöntem olduğunu görebiliriz. Kuran'ın Peygamberimiz (sav)'e vahyi tam 23 yıl sürdü. Bunun ilk 13 yılında Müslümanlar Mekke'deki putperest düzenin içinde azınlık olarak yaşadılar
İSLAM'IN KIŞI VE BEKLENEN BAHARI
22 ve çok büyük baskılarla karşılaştılar. Pek çok Müslümana fiziksel işkenceler yapıldı, bazıları öldürüldü, çoğunun evi ve malları yağmalandı, sürekli hakaret ve tehditlerle karşılaştılar. Buna rağmen Müslümanlar şiddete başvurmadan yaşamaya devam ettiler ve putperestleri hep barışa çağırdılar. Sonunda putperestlerin baskıları dayanılmaz bir noktaya vardığında, Müslümanlar daha özgür ve dostane bir ortamın bulunduğu Yesrib (sonradan Medine) şehrine hicret ederek burada kendi yönetimlerini kurdular. Kendi siyasi yapılarını bu şekilde oluşturduktan sonra bile, Mekke'nin saldırgan putperestlerine karşı savaşa girişmediler. Dahası Peygamberimiz (sav), putperestlerin pek çok talebini kabul eden bir barış anlaşması (Hudeybiye Barışı) yaparak, barış ve güvenlik ortamı sağladı ve putperestlerle barış içinde yaşanacak bir sosyal yapı tesis etti. Anlaşmayı bozan taraf yine putperestler oldu ve bu durumda yeni bir savaş durumu başladı. Ama Müslümanların sayısının hızla artması sonucunda İslam ordusu putperest Arapların karşı koyamayacağı bir güce ulaştı ve Peygamberimiz (sav) bu güçlü orduyla Mekke üzerine yürüyüp şehri fethetti. Bu fetihte hiçbir şekilde kan akmadı, tek bir kişinin burnu bile kanamadı. Peygamberimiz (sav) geçmişte kendisine ve Müslümanlara karşı ağır baskılar ve işkenceler uygulayan müşriklerin hiçbirine dokunmadı ve onları affederek inançları içinde serbest bıraktı. Bu yüksek karaktere hayran olan müşrikler, daha sonra kendi rızalarıyla İslam'ı kabul ettiler. Sadece Mekke fethinde değil, Peygamber Efendimiz (sav) döneminde yapılan tüm savaş ve fetihlerde masum ve
savunmasız
insanların
hakları
titizlikle
korunmuştur.
Mübarek
Peygamberimiz (sav) müminlere bu konuda birçok kez hatırlatmalarda bulunmuş, kendi uygulamalarıyla onlara örnek olmuştur. Nitekim bir hadisinde savaşa çıkan müminlere "Resulullah'ın dini üzerine sefere çıkın. Ancak; ihtiyar, kadın ve çocuklara ilişmeyiniz. Islah ve ihsan ehlinden olunuz. Allah muhlisleri sever"1 şeklinde seslenmiştir. Peygamber Efendimiz (sav) Müslümanların sıcak savaştayken dahi nasıl bir tutum içinde olmaları gerektiğini bir diğer hadisinde şu sözleriyle ifade etmiştir: "Çocukları öldürmeyiniz. Kiliselerinde kendilerini ibadete vermiş kimselere dokunmaktan sakınınız! Kadınları, yaşlanmış pir-i fanileri öldürmeyiniz. Ağaçları yakmayınız ve kesmeyiniz. Evleri de yıkmayınız!"
Harun Yahya (Adnan Oktar)
23
İntihar İslam'a Aykırıdır İslam hakkında yanlış bilgilere sahip olan çevreler, bu barış dininin intihar saldırılarına izin verdiği yönünde son derece hatalı bir düşünceye sahiptirler. Oysa başka insanları öldürmek gibi insanın kendini öldürmesi de İslam'a aykırıdır. Allah, "Ve kendi nefislerinizi öldürmeyin" (Nisa Suresi, 29) ayetiyle intiharı açıkça haram kılmıştır. Bir insanın, her ne sebepten olursa olsun, kendisini öldürmesi İslam'a göre yasaktır. Peygamberimiz (sav) de bir hadisinde intiharın haram olduğunu belirtmekte ve bu hareketi yapanların ateşle karşılık bulacaklarını bildirmektedir: Kim kendisini dağdan atarak intihar ederse o cehennemlik olur. Orada ebedî olarak kendini dağdan atar. Kim zehir içerek intihar ederse, cehennem ateşinin içinde elinde zehir olduğu halde ebedî olarak ondan içer. Kim de kendisine demir saplayarak intihar ederse, cehennemde ebedî olarak o demiri karnına saplar.
Hadiste de görüldüğü gibi intihar etmek, dolayısıyla intihar saldırısında bulunmak -ve bu saldırıyla birlikte masum insanların hayatına da son vermekİslam ahlakına kesinlikle aykırıdır.
İslam'da Terör Yoktur Günümüzde İslam adına ortaya çıkarak terör uygulayanlar veya bunu destekleyenler -ki bunlar İslam dünyasındaki küçük bir azınlığı temsil etmektedirİslam'dan değil Darwinist, ateist ve materyalist ideolojilerden yola çıkmaktadırlar. İslam'ın özünü hiçbir şekilde anlamamakta, bir barış, huzur ve adalet dini olan İslam'ı, kendi sosyal ve kültürel yapılarından kaynaklanan barbarlığa kendi akıllarınca alet etmeye çalışmaktadırlar. Bu barbarlığın kaynağı ise, Darwinizm ve materyalizmdir, insan sevgisinden nasibini almayan kişilerin akılsızlıklarıdır. Şu bir gerçektir ki, son bir kaç asırdır İslam dünyasının dört bir yanındaki Müslümanlar bazı Batılı güçler veya onların uzantıları tarafından zulme uğratılmıştır. Sömürgeci anlayışa sahip Avrupa devletleri, Batılı bazı odaklar tarafından desteklenen yerel sömürgeciler veya yerel baskıcı rejimler, Müslüman kitlelere büyük acılar yaşatmıştır. Ama bu, Müslümanların Kuran'a göre anlaması, yorumlaması ve tepki vermesi gereken bir durumdur. Kuran'da hiçbir zaman "zulme karşı zulüm" uygulanmasına izin verilmez. Aksine, Allah ayetlerinde Müslümanlara "kötülüğe karşı iyilikle cevap vermelerini" emreder:
İSLAM'IN KIŞI VE BEKLENEN BAHARI
24
İyilikle kötülük eşit olmaz. Sen, en güzel olan bir tarzda (kötülüğü) uzaklaştır; o zaman, (görürsün ki) seninle onun arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir dost(un) oluvermiştir. (Fussilet Suresi, 34)
Müslümanların, kendilerine uygulanan zulme karşı elbette tepki duymaları, bunu uygulayanlara buğz etmeleri meşru bir haktır. Ama bu hiçbir zaman gözü kapalı bir nefrete, adaletsiz bir husumete neden olmamalıdır. Allah, bu konuda Müslümanları "... bir topluluğa olan kininiz, sakın sizi haddi aşmaya sürüklemesin. İyilik ve takva konusunda yardımlaşın, günah ve haddi aşmada yardımlaşmayın ve Allah'tan korkup-sakının" (Maide Suresi, 2) diyerek uyar-
maktadır. Dolayısıyla, "dünyadaki mazlum milletlerin temsilciliği" iddiasıyla ortaya çıkarak diğer milletlerin suçsuz insanlarına karşı terör uygulamanın İslam'la hiçbir ilgisi olamaz. Burada belirtilmesi gereken bir diğer husus, Batı içinde yer alan bazı odakların Müslümanlara karşı yukarıda sözünü ettiğimiz zulüm ve baskılarının, Batı'nın tümünün değil, bu medeniyete 19. yüzyılda hakim olan materyalist, din-dışı felsefe ve ideolojilerin suçu olduğudur. Avrupa sömürgeciliği, Hıristiyan ahlakından doğmamıştır, aksine bu ahlaka karşı çıkan din-dışı akımdan doğmuş ve en büyük vahşetlerini 19. yüzyıldaki Sosyal Darwinist ideolojinin desteğiyle gerçekleştirmiştir. Bugün de Batı
Harun Yahya (Adnan Oktar)
25 dünyasının içinde hala zalim, bozguncu, çatışmacı unsurlar olduğu gibi, özellikle Hıristiyanlıktan kaynak bulan barışçı, iyiliksever ve adalet yanlısı bir kültür de vardır. Aslında dünya üzerindeki temel fikir ayrılığı Batı ve İslam dünyası arasında değil, hem Batı'da hem de İslam dünyasında dindarlar ile din aleyhtarları (materyalistler, ateistler, Darwinistler vs.) arasındadır. Kendilerince İslam adına teröre başvuranların, İslam'la hiçbir ilgisi bulunmadığının diğer bir göstergesi, bu eylemlerin yakın zamana kadar komünist ideoloji ile özdeşleşmiş oluşudur. Bilindiği gibi günümüzdeki Batı karşıtı terör eylemlerinin benzerleri 1960'lı ve 70'li yıllarda da Sovyetler Birliği'nden destek alan komünist örgütler tarafından gerçekleştirilmiştir. Komünist ideolojinin etkisini yitirmesiyle birlikte, söz konusu örgütleri doğuran sosyal yapıların bir kısmı kendilerince İslam adına ortaya çıktıklarını iddia etmektedirler. Eski komünist söylemlerine İslami bazı kavramlar ve semboller katarak oluşturmak istedikleri bu "din kisvesine bürünmüş vahşet", gerçekte İslam'ın özünü oluşturan ahlaki değerlere tamamen aykırıdır. Bu konuda belirtilmesi gereken son bir husus da, İslam'ın herhangi bir millete veya coğrafyaya ait olmadığıdır. İslam, Allah'ın insanlara yol gösterici olarak indirdiği son dindir ve tüm insanlığa hitap etmektedir. Müslümanlar, inandıkları hak dini her kültürden her millete anlatmak, tanıtmak ve onların kalplerini İslam'a ısındırmakla yükümlüdürler. Dolayısıyla, İslam adına ortaya çıkarak terör uygulayan, baskıcı rejimler oluşturan, dünyayı güzelleştirmek yerine çirkinleştiren kişi ve gruplara karşı tek bir çözüm vardır: İslam ahlakının ortaya konması, anlatılması, kitleler tarafından anlaşılması ve yaşanması.
İSLAM'IN KIŞI VE BEKLENEN BAHARI
26
DARWİNİZM TERÖRÜN KAYNAĞI, İSLAM İSE TERÖRÜN ÇÖZÜMÜDÜR ADNAN OKTAR: 11 Eylül saldırısını yapanların hepsi Darwinist, materyalist ateist eğitimden geçmiş, Avrupa’da eğitim görmüş, maddeci görüşe sahip insanlar. Yani kimliğinde Müslüman yazıyor olması önemli değil ki. Filistin’de de komünistler vardı, Suriye’de de komünistler vardı, Irak’ta da komünistler vardı, ama şu an elhamdülillah çok dindar oldu bu ülkeler. Ama Marksist yetişmiş, solcu eğitim almış, Darwinist, materyalist eğitimden geçmiş insanların adının Hasan olması, Mehmet olması bir şeyi değiştirmez. Yani materyalist materyalisttir. Materyalist bir insanın yaptığı, Darwinist bir insanın yaptığı eylem materyalist Darwinist bir eylemdir. Marksist bir eylemdir. Dolayısıyla bunları Müslümanlara mal etmenin alemi yok. Yani her türlü terör eylemini yapan insanlara baktığımızda mutlaka Darwinist eğitimden geçtiğini görüyoruz. Materyalist eğitimden geçtiğini görüyoruz. Allah’tan korkan, Allah’ı canından çok seven, ahirete gideceğine inanan, cennete cehenneme inanan bir insan gidip masum çocukları masum kadınları gelip bombalayabilir mi? Ne cesaret bu?
Allah’tan korkan bir insanın gücü yeter mi buna? Tahayyül dahi edemez, tahayyül. Yani aklından geçiremez, değil eylem yapmak. Bunu yapanlar genellikle o tarz insanlar, anlattığım tarzda, yani dini eğitimi olan fakat görüş olarak Darwinist materyalist olan insanlar. Bunu İslam’a mal edemeyiz. Terörün kaynağı Darwinizmdir ve materyalizmdir. Marksizm, Leninizm vardır, Leninist
Harun Yahya (Adnan Oktar)
27 düşüncede terör zaten şarttır yani. Marksizm teorik, Leninizm pratiğidir komünizmin. Komünist düşüncenin pratiğidir. Pratiğe ulaşmanın yolunun da terör olduğunu söyler Lenin. Yani terörsüz bir komünizm düşünemiyor Lenin. Klasik Marksizm, Leninizm düşüncesinde terör şarttır. Ve adamlar bunun gereğini yapıyorlar. Bu kadar. Bakın bunlar Baas partisinin eski üyeleri ve onların yetiştirdiği insanlar. Irak Baas ve Suriye Baas bunlar hep Marksist, Leninist ve Stalinist eğitimden geçmiştir. Irak özellikle kum gibi Stalinist kaynar. Stalinizm'de zaten şiddet ana konulardan bir tanesidir. Yani şiddet yoksa Stalinizm yoktur zaten. Irak devlet başkanı Saddam tipini bile Stalin’e benzetmeye çalışıyordu ve tam bir Stalin hayranıydı. Marksist Leninist görüşe sahipti. Stalin’e hayranlığını defalarca dile getirmiştir. Ve uygulamaları da Stalinist uygulama olmuştur. Kitle katliamları, kitle
şeklinde
insanları
öldürme
Stalin'in
yöntemlerinden
biridir.
Hayranlığından dolayı aynı uygulamaları yapmıştır. Baascı askerler, Baascı bir kısım insanlar halkın arasına dağılmışlardır. Halen bu eylemleri yapmaktadırlar. Cennete gideceğiz sözü de onun zahirdeki bir ilavesidir. Cennete cehenneme inanan bir insan Allah’tan korkar, gidip çoluk çocuğu öldüremez. Masum insanları öldüremez. İslam’da savaşın bir hukuku vardır. Kuran'da bu belirtilmiştir. Peygamberimiz (sav)'in sünnetiyle sabittir. Savunma savaşları vardır ve kadına ve çocuğa da asla dokunulmaz, asla... Sadece savaş ilan edilir bir ülkeye, ülke de sana savaş ilan eder. Legal bir savaş vardır, legal aleni bir mücadele yapılır. Ama barış anlaşması yaptığın bir ülkeye, barış anlaşması sabit duruyorken üç beş kişi çıkıp ben buna savaş ilan ettim derse bu olmaz. Hele çoluğa çocuğa saldırırsa bu hiç olmaz. Yani bunları bıraksınlar. İslam kültürle, bilgiyle, sevgiyle şefkatle, sanatla estetikle akılla yayılır. Rezalet çıkarılarak yayılmaz. Kan dökerek yayılmaz. Peygamber Efendimiz (sav) Ukaz panayırına gidiyordu, adamlar haşa, o
nurlu güzel insana hakaret ediyorlardı. Diken atıyorlardı geçtiği yollara. Deve işkembesi attılar üstüne. O yine gitti tebliğ yaptı. İslam’ı anlattı, Kuran’ı anlattı. Şefkatle ve yıllarca, yılmadan. Artık şiddetli baskılarına dayanamadı biliyorsunuz hicret etti. Hicret ettiği yerlerde de tebliğ yaptı. Bütün savaşları Peygamber Efendimiz (sav)'in savunma savaşıdır. Canını koruma savaşıdır yani bir yere böyle gidip gaspen ve zorla ele geçirmemiştir. Her yerde savunma savaşıdır. (Sayın Adnan Oktar'ın Azernews röportajından, 23 Ekim 2008)
İSLAM'IN Kışı ve Beklenen Baharı
İslam Dünyasının Karşısındaki Tehlike Müslümanların Karşısındaki Anti-İslami Enternasyonal
K
itabın ilerleyen bölümlerinde İslam dünyasının dört bir yanını ülke ülke inceleyecek ve dünya Müslümanlarına yapılan baskı ve zulümleri göreceğiz. Ancak
bundan önce, İslam dünyasına yönelen saldırıların kökenleri hakkında bazı temel tespitlerde bulunmak gerekir. İslam dünyası denen coğrafya, nüfusunun büyük bölümü Müslüman olan ülkeleri kapsar. Bu coğrafya, en Batı'da Afrika'nın Atlas Okyanusu kıyılarında yer alan Fas'a ve Moritanya'ya kadar uzanmaktadır. En Doğu'da ise Pasifik Okyanusu kıyılarındaki Endonezya'ya kadar varır. Bu büyük coğrafyada yaşayan farklı milletlerden yaklaşık 1,5 milyar Müslümanın büyük bölümü, son iki yüzyıl içinde, sırf "Müslüman" oldukları için, çeşitli saldırı, baskı, terör ve hatta katliamlarla yüzyüze kalmıştır. Çünkü pek çok Müslüman, Müslüman
Harun Yahya (Adnan Oktar)
29 olmayan, dahası İslam'a nefretle bakan bazı yönetimlerin hakimiyeti altında yaşamak zorunda bırakılmıştır. Bugün İslam dünyasına baktığımızda; Bosna-Hersek'te, Cezayir'de, Tunus'ta, Eritre'de, Mısır'da, Afganistan'da, Irak'ta, Keşmir'de, Doğu Türkistan'da, Çeçenistan'da, Tayland'da, Filipinler'de, Burma'da ya da Sudan'da dünya Müslümanlarının ezilmeye, baskı altına alınmaya ve yok edilmeye çalışıldığını açıkça görebiliriz. Bu sayılan coğrafyalardaki Müslümanlar görünüşte farklı tehditlerle karşı karşıyadırlar. Bosna'da Sırplar, Keşmir'de Hindular, Cezayir, Mısır, Fas gibi ülkelerde de baskıcı rejimler tarafından Müslümanlar hedef alınmaktadırlar. Ama her nedense, birbirinden bağımsız gibi gözüken bu İslam-karşıtı güçler, hep benzer mantıklarla hareket etmekte, benzer stratejiler izlemekte ve benzer yöntemler kullanmaktadırlar. İşte bu noktada karşımıza söz konusu güçlerin ortak bir yönü olan "din ahlakından uzak, materyalist ve Darwinist yapıları" çıkar. Allah'ın varlığını inkar eden, İlahi dinleri kendi kurdukları din ahlakına karşı sistemler için büyük bir tehdit olarak gören ve bu nedenle de dine ve dindarlara karşı çok şiddetli bir savaş açan bu güçler dinsiz ideolojileri temsil etmektedirler. Üstelik bunlar sadece Müslümanlara değil, dindar Musevilere ve dindar Hıristiyanlara da büyük baskı uygulamaktadırlar. Bu nedenle de Müslümanların ve Allah'a bir olarak iman eden tüm samimi dindarların karşılarındaki tehdit gerçekte çeşitli milletler ya da baskıcı rejimler değil, dünya genelinde etkin olan ateist, materyalist ve Darwinist ideolojiler ve bunların uygulayıcılarıdır. Bugün devam eden Müslümanlar üzerindeki baskının temeli de dinsizlikle beslenmekte ve kökenleri çok eskilere dayanmaktadır.
Sömürgecilik ve İslam Karşıtlığı İslam dünyası her zaman bu durumda değildi. Bundan birkaç asır önce, İslam dünyasını Müslüman imparatorluklar yönetiyordu. 1700'lerin başında İslam dünyasının neredeyse tamamına hakim olan üç büyük imparatorluk bulunuyordu: Hindistan'da Mogul İmparatorluğu vardı. İran ve çevresinde Safavi Devleti hüküm sürüyordu. Üçüncü ve en büyük imparatorluk ise, tüm Balkan Yarımadası'nı, Anadolu'yu, Mezopotamya'yı, Arap Yarımadası'nı ve Kuzey Afrika'yı yöneten büyük Osmanlı Devleti'ydi. Ancak bu üç imparatorluk zamanla yok oldu. Mogul İmparatorluğu zayıfladı, küçüldü ve sonunda yıkıldı. Ardından tüm Hint Yarımadası İngiliz sömürgeciliğinin kontrolüne geçti. (Hindiçini olarak bilinen bölge de, Fransızlar tara-
İSLAM'IN KIŞI VE BEKLENEN BAHARI
30
Fransa, İngil tere, İtal ya gi bi sömürgeci devletler tarafından işgal edi len İslam topraklarında Müslüman hal ka karşı çok acı masız işkenceler uygulandı, toplu katliam lar gerçekleştiril di.
fından sömürgeleştirildi.) Orta Asya'ya hakim olan Safavi Devleti, İngiltere ve Rusya'nın hakimiyetine girdi. İslam imparatorluklarının en büyüğü ve güçlüsü olan Osmanlı ise, 19. yüzyıldan itibaren kademeli olarak küçültüldü. Osmanlı'nın Batı'daki toprakları, Rusya'nın ve Rusya'nın kışkırttığı Balkan devletlerinin eline geçti. Ortadoğu, Arap Yarımadası ve Kuzey Afrika ise, İngilizler, Fransızlar ve İtalyanlar tarafından istila edildi. I. Dünya Savaşı bittiğinde, dünya üzerindeki Müslümanların çok büyük bir bölümü, Müslüman olmayan yönetimlerin hakimiyetinde yaşar hale gelmişlerdi. Bu yönetimler, sömürgeci zihniyete sahipti. İngiltere ve Fransa gibi klasik sömürgecilere, 1920'lerde Sovyet Rusya ve Faşist İtalya da katıldı. Bu ülkelerin her biri, İslam dünyasının bir bölümünü işgal etti ve sömürdü. Müslüman halka karşı ise en acımasız katliam ve işkenceleri uygulamaktan çekinmedi. İngiltere ve Fransa, Ortadoğu, Kuzey Afrika ve Uzakdoğu'daki Müslümanları "yönetiyor", daha doğrusu Müslüman ülkelerin doğal kaynaklarını kendi ulusal menfaatleri için kullanıyorlardı. Sovyet Rusya, tüm Kafkasya ile Orta Asya'yı ele geçirdi ve bu bölgelerdeki Müslümanları komünist rejimin baskısı altında köleleştirdi. Libya'yı 1911 yılında işgal etmiş olan İtalya, 1930'larda da Habeşistan'a karşı kanlı bir işgale girişti. İngiltere ve Fransa'nın Ortadoğu politikasının önemli bir özelliği, bölgeyi kendi menfaat ilişkilerine uygun şekilde bölmekti. Ortadoğu'daki bu yapay düzenleme, bir türlü bitmek bilmeyecek çatışmaların da tohumuydu. Bu iki Avrupalı sömürgeci güç, II. Dünya Savaşı'nın ardından Ortadoğu'yu terk etmek zorunda kaldılar. Ama bölgede kargaşa ve çatışma hiç son bulmadı, akan kan durmadı.
Harun Yahya (Adnan Oktar)
31 Çok kısa bir biçimde özetlediğimiz bu tablonun geneline baktığımızda, İslam dünyasının 19. yüzyılın başlarından itibaren, dış güçler tarafından hedef alındığını açıkça görürüz. Dünya Müslümanları geçen 200 yıllık süre boyunca, bu güçler tarafından işgal edilmiş, sömürgeleştirilmiş, baskı ve zulüm görmüştür. Bu güçlerin bazı Müslüman ülkelerde kurdukları kukla yönetimler de Müslümanlara bir o kadar zulmetmiştir ve hala da zulmetmeye devam etmektedirler. Ayrıca dış güçler, İslam dünyasına yabancı olan birtakım ideolojileri (aşırı milliyetçilik, faşizm veya komünizm) Müslüman toplumlara empoze etmişler, bu ideolojilerle kışkırttıkları bazı kimseleri de Müslüman toplumların geneline karşı kullanmışlardır.
İslam'a Karşı Olan İdeolojilerin Temeli İslam dünyasını baskı altına alanları analiz ettiğimizde, bunların üç temel fikri kökeni olduğunu görürüz: 1) Batı emperyalizmi: Örneğin, yukarıda değindiğimiz İngiliz ve Fransız sömürgeciliği. 2) Faşizm/Aşırı milliyetçilik: Örneğin, İtalyan faşizmi ya da İslam dünyasında iç savaşlar çıkaran çeşitli faşizan gruplar. 3) Komünizm: Örneğin, Sovyet Rusya, Kızıl Çin, Kızıl Khmer dönemi Kamboçya, Afgan komünistleri ve Ortadoğu'daki çeşitli komünist örgütler. Dikkat edilirse, her üç etken de, 19. yüzyılda ortaya çıkmış ve 20. yüzyılda gelişmiş fikirlere dayanmaktadır. Aşırı milliyetçilik ve onu izleyen faşizm, tamamen 19. yüzyılda ortaya çıkmış, ilk büyük uygulamalarını da 20. yüzyılda ortaya koymuş ideolojilerdir. Komünizm, 19. yüzyılda Marx ve Engels tarafından ortaya atılan diyalektik materyalist teoriyle başlamış, dünya üzerindeki ilk komünist rejim de ancak 1917'de Rusya'da kurulmuştur. Bir tek Batı sömürgeciliğinin daha önceki yüzyıllara uzandığı söylenebilir, ancak daha öncesinde sınırlı bir ekonomik girişim olan sömürgeciliğin, felsefi ve ideolojik temelleri olan global bir siyaset haline gelmesi 19. yüzyılda olmuştur. Bu ise, bizlere İslam dünyasının düşmanının şu veya bu millet veya medeniyet (örneğin Batı medeniyeti) değil, asıl olarak söz konusu milletleri veya medeniyetleri eli kanlı birer zalim haline getiren "ideolojiler" olduğunu gösterir. Bu ideolojiler 19. yüzyılda dünyanın büyük bölümüne hakim olmuş ve hakim olduğu her coğrafyaya zulüm ve vahşet götürmüştür. İslam dünyasını işgal eden,
İSLAM DÜNYASINDA 200 YILDIR DEVAM EDEN ZULÜM...
Fi listinli Müslümanlar yaklaşık yarım asırdır, hiçbir gerekçe gösteril meden evlerinden çı karıl makta, kurşunlanmakta, işkenceye ve şiddete maruz bırakılmaktadırlar.
İslam dünyası nın düşmanı şu veya bu mil let veya topluluk değil, asıl olarak söz konusu mil letleri veya toplulukları eli kanlı bi rer zalim hali ne geti ren "ideoloji ler"dir. Bu ideoloji ler, 19. yüzyıl da dünyanın büyük bölümüne hakim ol muş ve hakim ol dukları her coğrafyaya zulüm ve vahşet götürmüştür.
İSLAM'IN KIŞI VE BEKLENEN BAHARI
34 parçalayan, yağmalayan, köleleştiren, katliamdan geçiren güçler, aslında bu ideolojilerdir. Üstte saydığımız üç temel ideolojiye baktığımızda ise, hepsinin temelinde Batı medeniyetinin din ahlakından uzaklaştırılmasının yattığını görürüz. Her üç
temel ideoloji de, Batı dünyasının Allah inancından ve dinden uzaklaşıp, materyalist bir dünya görüşünü benimsemesiyle ortaya çıkmıştır. Bu teşhisi doğrulayan çok önemli bir gerçek, her üç ideolojinin de, "ateizmin sözde bilimsel temeli" olarak gösterilen Darwin'in evrim teorisine dayanmasıdır.
Darwinizm, Sömürgecilik ve Faşizm Bağlantısı Darwinizm, sömürgeciliğin sözde bilimsel temeli olmuştur. Çünkü Darwin, insan ırklarını ileri sürdüğü hayali evrim süreci içinde farklı basamaklara yerleştirmiştir. Avrupalı Beyaz Adam'ı kendince en ileri ırk saymış, Asyalı ve Afrikalı kavimleri ise neredeyse maymunlarla aynı düzeyde göstermiştir. Dahası, hiçbir bilimsel dayanağı olmadığı halde, tüm insanlığın daimi bir çatışma ve yaşam mücadelesi sürdürdüğünü, bu mücadele içinde Batı'nın kazanmasının ve diğerlerini köleleştirmesinin sözde "doğanın kanunu" olduğunu öne sürmüştür. Darwin, İnsanın Türeyişi adlı kitabında şöyle yazmıştır: Belki de yüzyıllar kadar sürmeyecek yakın bir gelecekte, medeni insan ırkları, vahşi ırkları tamamen yeryüzünden silecekler ve onların yerine geçecekler. Öte yandan insansı maymunlar da… kuşkusuz elimine edilecekler. Böylece insan ile en yakın akrabaları arasındaki boşluk daha da genişleyecek…1
Darwin bu ilginç sonuca "yaşam mücadelesi" yalanıyla varmıştı. Bu iddiasına göre yaşam mücadelesi içinde zayıf bireyler elenirken, güçlü ve uygun yapıya sahip bireyler de seçilip hayatta kalıyorlardı. Dahası, bu mücadelenin evrimsel gelişme için gerekli olduğunu, yani bazı insan ırklarının yok edilmesinin insanlığın gelişmesini sağlayacak bir süreç sayıldığını savunmuştu.
Darwin'in yaşam mücadelesi yalanı, emperyalizm kadar ırkçılık, komünizm ve faşizm için de önemli bir ilham kaynağı olmuştur.
Harun Yahya (Adnan Oktar)
35 "Sosyal Darwinizm" olarak anılan bu bilim dışı hurafeler, dönemin ilkel bilim düzeyi içinde büyük kabul görmüş ve Avrupa emperyalizminin temel meşruiyet kaynağı haline gelmiştir. Kısacası Darwinizm, emperyalizmin "bilimsel" temelidir. (Ayrıntılı bilgi için bkz. Harun Yahya, Darwin'in Türk Düşmalığı, Sosyal Silah Darwinizm) Sosyal Darwinizm, emperyalizm kadar ırkçılık, aşırı milliyetçilik ve faşizmin de kaynağıdır. Faşizmin kurucuları sayılan 19. yüzyıl teorisyenlerinin hepsi (örneğin Friedrich Nietzsche, Heinrich von Treitschke, Francis Galton, Ernst Haeckel) Darwin'in evrim teorisinden ve özellikle "yaşam mücadelesi" kavramından şiddetle etkilenmiş kimselerdir. İlk faşist rejimi kuran İtalyan diktatör Mussolini, gençlik yıllarında Darwin'i öven makaleleriyle dikkat çekmiş koyu bir Darwinist'tir. Hitler'in ve diğer Nazi kurmaylarının yazılarında, Sosyal Darwinizm'den ilham aldıkları çok açık olarak görülmektedir. (Ayrıntılı bilgi için bkz. Harun Yahya, Darwinizm'in Kanlı İdeolojisi: Faşizm)
Komünist İdeolojinin İslam Karşıtlığı Darwinizm komünizmin de temelidir. Bu gerçek, komünizmin iki kurucusu olan Marx ve Engels tarafından açıklıkla ifade edilmiştir. Her ikisi de koyu birer ateist olan Marx ve Engels, dini inançların yok edilmesini komünizm açısından zorunlu görüyorlardı ve evrim teorisinin de bu hedefe hizmet ettiğini anlamışlardı. Engels, Darwin'in kitabı yayınlanır yayınlanmaz Marx'a şöyle yazdı: "Şu anda kitabını okumakta olduğum Darwin, tek kelimeyle muhteşem.2" Marx ise 19 Aralık 1860 tarihinde Engels'e yazdığı cevabında şöyle diyordu: "Bizim görüşlerimizin doğal tarih temelini içeren kitap, işte budur."3 Marx, bir başka sosyalist dostu Lasalle'a 16 Ocak 1861'de yazdığı mektupta ise, "Darwin'in yapıtı büyük bir yapıttır. Tarihteki sınıf mücadelesinin doğa bilimleri açısından temelini oluşturuyor."4 diyerek, evrim teorisinin komünizm için önemini açıklıyordu. Komünizme ilave yorumlar getiren Lenin, Troçki, Stalin, Mao gibi diktatörler de Darwin'e olan ideolojik bağlılıklarını hem ifade etmişler hem de fiili olarak göstermişlerdir. Evrim teorisi tüm komünist rejimlerde eğitimin ve hatta tarım politikalarının temeli haline gelmiş, tüm komünist akımlar aradıkları fikri temeli Darwinizm'de bulmuşlardır. Darwin'in evrim teorisini benimseyen komünist ideoloji için toplum bir "havyan sürüsü"dür. İnsan ise "insan–hayvan-makine" arasında kalan cansız, ruhsuz, donuk bir varlıktır ve değersizdir. "Zaten sürüde çok var, bir tane kaybolsa birşey
İslam topraklarında zulüm leri ni sürdüren komünist güçler, her zaman için hedef olarak savunmasız insanları, kadınları, yaşlı ları, çocukları, hatta kundaktaki bebekleri seçmişlerdir.
KOMÜNİST ZULÜM DEVAM EDİYOR...
Darwin'in evrim teorisini benimseyen komünist ideoloji için toplum sözde bir "havyan sürüsü"dür. İnsan ise "insan–hayvan-makine" arasında kalan cansız, ruhsuz, donuk bir varlıktır ve değersizdir. Çeçenistan'da yaşanan vahşet, bu ideolojinin etkisiyle gerçekleşen katliamlardan yalnızca biridir.
İSLAM'IN KIŞI VE BEKLENEN BAHARI
38 olmaz" mantığı geçerlidir. Çalışamayan ya da sakat olanlar sürüden atılır, ölüme terk edilir. Hastalıklı ve zararlı olarak kabul edilir. Af, merhamet, vefa duygusu yoktur. İnsanlar öldükten sonra yok olacaklarına inandıkları için, yaşama dört elle vahşice sarılırlar. Herkesi düşman ve kendi yaşam mücadelesinde rakip gördükleri için, her hareketi kendi aleyhlerinde yorumlar ve kin tutarlar. İşte böyle her türlü insani ve manevi değerden, güzel ahlaktan uzak bir toplum oluşturan komünist ideoloji doğal olarak dine karşıdır. Çünkü dinin getirdiği güzel ahlak, sevgi, şefkat, merhamet, fedakarlık, yardımlaşma, affedicilik gibi özellikler komünizmin hedeflediği modele uymamaktadır. Marx, Engels, Lenin, Stalin, Troçki, Mao veya bir başka komünist ideoloğun yazılarına bakıldığında, bunun açıkça ifade edildiği görülebilir. Marx, kendi cahil aklınca dini "halkın afyonu" olarak tanımlamış ve sözde "fakir halk kesimlerini uyutmak için yönetici sınıf tarafından oluşturulan bir kültür" diye tarif etmiştir. Dahası, komünizme ulaşmak için de dini inançların yok edilmesi gerektiğini öne sürmüştür. Lenin, 1905 yılında Novaya Zihn dergisinde yayınlanan "Sosyalizm ve Din" başlıklı yazısında ise dini sözde dağıtılması gereken bir "sis" olarak tanımlamış ve dine karşı komünistlerce yürütülmesi gereken bir ateizm propagandası tarif etmiştir. Yine Lenin, 1909 yılında Rus Sosyal Demokrat Partisi'nin (sonraki Komünist Parti) lideri olarak kaleme aldığı ve Proleterya dergisinde yayınlanan "Proleterya Partisinin Din Konusundaki Tutumu" başlıklı makalede şunları yazar: Marx ve Engels'in çeşitli kereler tekrarladıkları gibi Marksizm'in felsefi temeli, Fransa'daki 18. yüzyıl maddeciliğinin ve Almanya'daki Feuerbach (19. yüzyılın ilk yarısı) maddeciliğinin tarihsel geleneklerini benimsemiş olan, tamamen ateist ve dine karşı tavırdaki diyalektik maddeciliktir... "Din halkı uyutmak için kullanılan afyondur." Marx'ın bu sözü din konusundaki Marksist görüşün temel taşıdır.5
Oysa Marx bu sözüyle dine olan karşıtlığını ifade etmekte ve din konusundaki cahilliğini gözler önüne sermektedir. Onun dine yönelik bu ifadeleri gerçekleri ifade etmemektedir. Çünkü Allah insanlara düşünmeyi, araştırmayı emreder. İnsanları düşünmemeye, söylenenleri hiç düşünmeden bir hayvan sürüsü gibi uygulamaya yönelten ise komünizm gibi dinsiz ideolojilerdir. Düşünmeyen insanın gerçeklerden tamamen uzak kalacağı ve yanlışlarla, yanılgılarla dolu bir hayat süreceği açıktır. İnsanın, dünyanın yaratılış amacını ve kendisinin yeryüzünde bulunuş amacını kavraması "düşünmekle" mümkün olur. Çünkü Allah herşeyi bir amaçla yaratmıştır. Bu gerçek Kuran'da şöyle bildirilir: Biz, gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunanları bir 'oyun ve oyalanma konusu' olsun diye yaratmadık. Biz onları yalnızca hak ile yarattık. Ancak onların çoğu bilmezler. (Duhan Suresi, 38-39)
Harun Yahya (Adnan Oktar)
39 Dolayısıyla her insanın başta kendisinin, daha sonra evrende gördüğü herşeyin ve yaşamı boyunca karşılaştığı her olayın yaratılış amacını düşünmesi gerekir. Düşünmeyen bir insan gerçekleri ancak öldükten sonra Allah'ın huzurunda hesap verirken anlar, ama artık çok geç kalmıştır. Allah bize dünya hayatında fırsat vermişken düşünmek ve düşündüklerimizden sonuç çıkararak gerçekleri görmek ahiret hayatımızda bizlere büyük bir kazanç sağlayacaktır. Bu nedenle Allah, elçileri ve kitapları aracılığı ile tüm insanları, kendilerinin ve tüm evrenin yaratılışı hakkında düşünmeye çağırmıştır: Kendi nefisleri konusunda düşünmüyorlar mı? Allah, gökleri, yeri ve bu ikisi arasında olanları ancak hak ile ve belirlenmiş bir süre (ecel) olarak yaratmıştır. Gerçekten, insanlardan çoğu Rablerine kavuşmayı inkar ediyorlar. (Rum Suresi, 8)
Din ahlakına karşı olan kişiler ise -komünist liderler gibi- insanları din ahlakından uzaklaştırmak için türlü iftiralar atar, dinin düşünmeyi engellediği gibi mantık dışı yalanlar öne sürerler. Ancak buraya kadar anlattıklarımızdan ve Kuran ayetlerinden de anlaşıldığı gibi din, bu iftiraların aksine insanlara düşünmeyi emreder.
Sonuç Kısacası, İslam dünyasına baskı uygulayan üç ideolojinin de, aynı kaynaktan, 19. yüzyılda Batı dünyasını ele geçiren Darwinist, dinsiz, materyalist kültürden çıkmış olduğu aşikardır. Bu durum, dinsizliğe karşı yürütülecek fikri mücadelenin ne kadar önemli olduğunu bize bir kez daha göstermektedir: Dinsizlik sadece insanların imanlarını yok ederek onların ahiretlerini mahvetmeye çalışan bir güç değildir. Aynı zamanda, dünyayı da mahvetmeyi, bir karmaşa ve savaş alanına çevirmeyi hedeflemektedir. Müslümanları ise bu karmaşa ve savaş ortamında en büyük hedef olarak belirlemektedir. Dolayısıyla dinsizliğe karşı fikri mücadele, hem büyük bir imani hizmet hem de dünyayı saran "fitne"ye karşı verilecek büyük bir "kültürel mücadele"dir. Halen dünyanın dört bir yanında, dinsiz sistemler tarafından ezilen pek çok Müslümanın var oluşu, bize bu ilmi mücadelenin ne kadar önemli olduğunu hatırlatan bir gerçektir. Dinsizliğe (ve dinsizliğin dayanakları olan felsefe, ideoloji ve Darwinizm gibi sözde bilimsel teorilere) karşı kazanılacak her fikri zafer, aynı zamanda dünyadaki mazlum Müslümanlara yardım anlamını taşıyan bir moral zaferidir.
İSLAM'IN Kışı ve Beklenen Baharı
ÇEÇENİSTAN Tüm Dünyanın Gözleri Önünde Yaşanan Zulüm
S
ovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra eski Sovyet coğrafyasındaki pek çok ülkede çok sıkıntılı bir dönem yaşandı ve bazılarında halen
de yaşanmaya devam ediyor. Kazakistan'da, Türkmenistan'da, Azerbaycan'da, Özbekistan'da, Kırgızistan'da ve Dağıstan'da Rusya'nın yayılmacı politikasının etkileri halen tam olarak silinmedi. Sovyet yönetiminin baskılarından kurtulup, barış ve huzur dolu bir düzen kurabileceklerine inanan bu toplumlar, bu kez şekil değiştirmiş bir baskıyla karşılaştılar. Ancak bu ülkelerden özellikle bir tanesi var ki, tarihe cesaretiyle ve bağımsızlığına düşkünlüğüyle geçen Çeçenistan'dır. Müslüman Çeçenlerin Ruslar'a karşı sürdürdüğü büyük mücadelenin başlangıcı 18. yüzyılın sonlarına dayanır. 1816 yılında Rus Çarı'nın Ge-
Harun Yahya (Adnan Oktar)
41 neral Yermalov'u Rus ordusunun başına geçirmesinin ardından, Kuzey Kaf-
Kuzey Osetya
kasya'daki Çeçen halkı çok büyük bir katliama tabi tutuldu. Çeçen Müslü-
HAZAR DENİZİ
RUSYA
ABHAZYA
manlarının lideri İmam Hamzat'ın şehit edilmesinin üzerine, Çeçen ordusunun
ÇEÇENİSTAN Güney Osetya
DAĞISTAN
GÜRCİSTAN AZERBAYCAN
başına geçen Şeyh Şamil, günümüzde hala kuşaktan kuşağa anlatılan bağımsızlık mücadelesini başlattı. Şeyh Şamil'in orduları 1834 yılından 1859'a kadar, yaklaşık 25 yıl Rus yayılmacılığına karşı kahramanca direndiler. Ama sonunda Rusya bölgeye hakim oldu ve bu toprakları bir daha bırakmadı.
Sorunun kökeninde ne var? Müslüman Çeçen halkının maruz kaldığı şiddetli baskı ve zulmün altında -tarihi ve ekonomik nedenler başta olmak üzere- pek çok neden sayılmaktadır. Gerçekten de Çeçenistan Rusya için diğer Kafkasya Cumhuriyetlerine göre çok daha büyük önem taşımaktadır. Bu bölgede başta petrol ve doğal gaz olmak üzere, yüksek rezervli doğal kaynaklar bulunmaktadır. Komünist Rusya, Soğuk Savaş döneminde ihtiyacı olan tüm hammaddeleri bu ülkeden çok ucuz fiyata alıp, kendi ihtiyacı için kullanıyordu. Ancak SSCB'nin dağılmasından sonra kendisi için büyük bir hammadde kaynağı olan Çeçenistan'ın ve diğer cumhuriyetlerin birer birer bağımsızlıklarını ilan etmesi, Rusya'yı da büyük bir çıkmaza soktu. Yukarıda bahsettiğimiz ekonomik etkinin yanı sıra, Rusya'nın yüzyıllardır devam eden genişleme politikası da, Orta Asya ve Kafkasya'da yaşanan karışıklıkların tarihi nedenini oluşturmaktadır. SSCB'nin dağılmasından sonra kısa süreli bir bocalama dönemi geçiren Moskova, hemen toparlanmış ve bağımsızlığını ilan eden yeni cumhuriyetler üzerinde tekrar etki sağlamak için çok yönlü girişimlerde bulunmuştur. Aslında Rusya'nın bu cumhuriyetler için geliştirdiği stratejiler, Boris Yeltsin'in 1993 yılında yaptığı bir konuşmayla ilk sinyallerini vermiştir. Yeltsin yaptığı bir açıklamada, "yitirdiği mevzileri yeniden ele geçire-
İSLAM'IN KIŞI VE BEKLENEN BAHARI
42
Şeyh Şamil'in orduları Rus güçlerine karşı kahramanca direnmişti.
rek Rusya'nın süper güç niteliğini yeniden kazanacağını" ifade etmiştir.6 Yani Rusya bu ülkelerin bağımsızlıklarını ilan etmelerini, özgürlüklerine kavuşup, kendi ayakları üzerinde duracak hale gelmelerini kabul edememekte, bu bölgeleri "yeniden ele geçirilmesi gereken mevziler" olarak görmektedir. Elbette ki bir ülkenin güvenliğini korumak, ekonomik güç sağlamak ve istikrarlı bir yapı oluşturmak için iç ve dış stratejiler geliştirmesi, etkin güç olmak için gayret etmesi doğal bir haktır. Dolayısıyla, Rusya'nın da kendi menfaatleri doğrultusunda bir siyaset izlemesi olağandır. Ancak yanlış olan ve burada eleştirilen, sahip olduğu bu hakkı bir başka toplumun aleyhine kullanmak, kendi gücü için onu acımasızca ezmektir. Sovyetlerin dağılma döneminde Müslüman cumhuriyetlerin bir bölümü bağımsızlıklarını kazanamamış ve Rusya Federasyonu toprakları içinde kalmıştır. Bunlardan biri olan Çeçenistan ise, baskının en çok hedefi olan ve bu nedenle de çok büyük zulümlere maruz kalan ülkedir. Çeçenistan’da neler olup bittiğinin doğru anlaşılması için, öncelikle bazı noktaların üzerinde durulması gerekir. Çeçenistan’da yaşanmış olan savaş, iki ülke arasındaki anlaşmazlık artık barış yolu ile çözülemeyecek boyuta geldiği için, iki tarafın da silaha sarıldığı -dünyanın diğer herhangi bir bölgesinde de karşılaşılabilecek türden- bir savaş değildir. Çeçenlerin bağımsızlık taleplerinin haklılığı bazı uluslarası çevrelerde tartışılmakta ve farklı görüşler öne sürül-
Harun Yahya (Adnan Oktar)
43 mektedir. Bu görüşlerin her biri üzerinde tartışılabilir. Ancak üzerinde herkesin hemfikir olduğu husus, o dönemde Rus yönetimi etkili olan bazı karanlık çevrelerin yönlendirmesiyle bu savaşta hiçbir kural tanınmaması, sivillerin ve masum insanların hedef alınması ve savaşın, sadece cephede askeri birlikler arasında yaşanan bir çatışmadan çıkarılıp, Çeçen halkını toptan yok etmeye yönelik bir soykırım hareketine çevrilmesidir. Ve bu, kabul edilebilir bir durum değildir. Kitabımızın bu bölümünde bizim de önemle üzerinde durduğumuz konu budur. Rusya, kendisini uluslararası arenada haklı gösterebilmek için, Çeçenistan savaşının kendi "iç meselesi“"olduğunu öne sürmekte ve bu yolla yaşanan vahşeti kamuoyundan saklayabileceğini düşünmektedir. Ancak bu mazeret, hamile kadınların katledilmesini, hiçbir şeye güç yetiremeyen yaşlı insanların işkence görmesini, Çeçen erkeklerin sokaklardan toplanıp işkence merkezlerine götürülmesini, yakalanan esirlerin ayaklarından tanklara bağlanarak sürüklenmesini, henüz kundak çağında olan bebeklerin üzerine ateş açılmasını ve halkın tüm malvarlığının yağmalanmasını açıklamak için yeterli değildir. Dönemin Rus yönetimi, Çeçenistan’ı kendi sınırları içinde tutabilmek için, tarihte eşine az rastlanır bir vahşet uygulamış ve pek çok siyaset bilimci ve uzmanın da hemfikir olduğu gibi bölgede adeta bir soykırım gerçekleştirilmiştir. Bunun yanı sıra, bazı Çeçenler tarafından başvurulan ve sivil Rus vatandaşlarını hedef alan saldırılar da kuşkusuz kınanması gereken eylemlerdir. Çeçen halkının onurlu ve özgür bir yaşam sürmek istemesi haklı ve doğal bir taleptir. Ancak söz konusu eylemler, bu haklı talebi lekelemekte, Çeçenistan davasını savunulması zor bir zemine çekmektedir. Ayrıca unutmamak gerekir ki, masum insanları hedef almak İslam ahlakıyla taban tabana zıttır. Peygamber Efendimiz (sav) hayatı boyunca, savaşın en kızıştığı anlarda dahi, sivillerin haklarını her zaman korumuş ve tüm Müslümanlara da itidalli olmayı ve her türlü aşırılıktan kaçınmayı emretmiştir. Kuran ahlakının gereği de budur. Allah, Kuran’da bizlere affedici ve şefkatli olmayı ve savaşta dahi adaletle davranmayı emretmiştir. Müslüman, kendisi aç bile olsa öncelikle esiri doyuran, savaş ortamı da dahil olmak üzere her zaman itidalli davranan, zulme ve haksızlığa uğrayanın hakkını koruyan, dürüstlükten ve adaletten asla ayrılmayan bir kişi olmalıdır. Dolayısıyla Çeçen halkı da, maruz kaldıkları zulme karşı mücadele ederken, Rabbimizin “Ey iman edenler, adil şahidler olarak, Allah için, hakkı ayakta tutun. Bir topluluğa
İSLAM'IN KIŞI VE BEKLENEN BAHARI
44
1990'lı yıllarda Çeçenleri içten çökertme yolu başarısız olunca, bu kez korkunç bir vahşet başladı. Bu vahşette Stalin ve Lenin'in on milyonlarca insanın hayatına malolan katliamlarını aratmayacak yöntemler kullanıldı.
Harun Yahya (Adnan Oktar)
45
Gerçek şu ki, mü'min erkeklerle mü'min kadınlara işkence (fitne) uygulayanlar, sonra tevbe etmeyenler; işte onlar için, cehennem azabı vardır ve yakıcı azap onlaradır. (Buruc Suresi, 10)
İSLAM'IN KIŞI VE BEKLENEN BAHARI
46 olan kininiz, sizi adaletten alıkoymasın. Adalet yapın. O, takvaya daha yakındır. Allah'tan korkup-sakının. Şüphesiz Allah, yapmakta olduklarınızdan haberi olandır.” (Maide Suresi, 8) hükmünü hiçbir zaman unutmamalı, hiçbir suçu
olmayan savunmasız halkı asla hedef almamalıdır. Dileğimiz, İslam dünyasının diğer bölgelerinde de olması gerektiği gibi, Çeçenler ile Rusya yönetimi arasındaki anlaşmazlığa ılımlı ve barışçı bir zeminde çözüm aranmasıdır.
Moskova'nın "Birleşik Kafkasya" Endişesi Geçtiğimiz 10 yılda dünyanın gündeminde olan Çeçenistan, 16 bin kilometrekarelik yüzölçümü ile aslında çok küçük bir ülkedir. Şu an Rusya Federasyonu içerisinde Çeçenistan ile aynı durumda olan 19 özerk cumhuriyet daha bulunmaktadır. Bu cumhuriyetler Rusya'nın genel topraklarının %28'i kadar bir yüzölçümüne sahiptir. Moskova, bu cumhuriyetler üzerinde hala çok büyük bir etkiye sahiptir ve bu etkinin hiçbir şekilde zarar görmesini istememektedir. Çeçenistan'ı kaybetmesi ise Rusya'nın bu ülkeler üzerinde nüfuzunun kırılması ve bu durumun diğer ülkelere bir örnek teşkil etmesiyle sonuçlanacaktır. Zira toplam nüfusları ancak Rus Ordusu'nun asker sayısına ulaşabilen Çeçenlerin, Rusya'dan kopması, diğer özerk cumhuriyetlerde de bağımsızlık mücadelesinin fitilini ateşleyebilir. Çünkü Rusya Federasyonu içindeki cumhuriyetlerin en önemli özelliklerinden biri, birbirleriyle çok büyük bir etkileşim içinde olmaları ve bir ülkede yaşanan değişikliğin hemen diğer ülkeleri etki altına almasıdır. Tüm bunlardan başka, Çeçenistan'ı Rusya için önemli kılan ana bir unsur daha vardır. Moskova'da zaman zaman etkin olan komünist zihniyetin asıl korkusu -aynı Bosna ve Kosova örneğinde de olduğu gibi- hemen yanıbaşında kurulacak bir Müslüman devletin varlığıdır. Yıllar boyunca Kafkas halklarının dini kimliklerini yok etmek için mücadele veren, onlara şiddetli baskılar uygulayan, camilerini yıkan, ibadet etmelerini engelleyen, dini eğitimi yasaklayan komünist zihniyetin, Çeçenistan'a karşı yürüttüğü insanlık dışı savaşın altında yatan en önemli neden budur. Çeçen halkı dinine bağlılığıyla tanınan, özgürce dinlerini yaşayabilmek için mücadele etme konusunda kararlı olan ve diğer Müslüman Kafkas devletleri üzerinde etki uyandıran bir İslami kimliğe sahiptir. İmam Mansur'un 1780'li yıllarda başlattığı, tüm Kafkaslar'ı tek bir çatı altında toplamayı hedefleyen "Birleşik Kafkasya" fikri, bu çevreleri rahatsız etmektedir.
Harun Yahya (Adnan Oktar)
47
Türk-İslam birliğinin de önemli adımlarından biri olacak bu birliğin en önemli özelliği Müslüman olması olacaktır ve bu kimi karanlık odakların çıkarlarını ciddi bir şekilde tehdit
AKŞAM, 21/1/00
etmektedir. Oysa Çeçenistan'daki Müslüman varlığı hiçbir şekilde Rusya aleyhinde bir durum
değildir.
Müslüman
Rusya,
nüfusun
en
yoğun olduğu ülkelerden biridir
ve
Müslümanların
bu varlığı
Rusya için bir zenginlik ve güzelliktir. Gerçek Kuran ahlakını yaşayan Müslümanlar, ahlakları, çalışkanlıkları, itidalli tutumları ve adaletleriyle Rusya'ya önemli katkılarda bulunmaktadır. Rusya'nın etkin olduğu coğrafyada Müslümanların birlik olması, ortak hareket etmesi de Rusya için bir tehlike değildir. Tam tersine bu, ekonomik, ticari ve siyasi olarak Rusya için çok avantajlı bir durum olacaktır. Böyle bir birliğin tesis edilmesi, sadece bu birliğin mensubu olan ülkeler için değil Rusya da dahil olmak üzere bölgedeki tüm ülkeler için teröre karşı en önemli teminat, yer altı kaynaklarına ulaşmak için en güvenilir yol olacak, tüm bölgenin hem kültürel hem de ekonomik olarak hızla
İSLAM'IN KIŞI VE BEKLENEN BAHARI
NEWSWEEK, 1/11/1999
NEWSWEEK, 6/12/1999
YENİ ŞAFAK, 4/11/99
YENİ ŞAFAK, 31/10/99
YENİ ASYA, 13/12/00
48
Çeçen halkına karşı yürütülen büyük soykırım bazı yabancı yayınlarda da yer aldı. Ancak Batılı ülkelerin yaptıkları, kınama bildirileri yayınlamaktan öteye gitmedi.
Harun Yahya (Adnan Oktar)
TAKVİM, 23/11/99
49
kalkınmasını sağlayacaktır. Çünkü bu birlik hiçbir ülkeye karşı dışlayıcı bir siyaset izlemeyecek, diğer toplumları ezme ve tahakküm etme amacında olmayacak, "biz zengin olalım ve refah içinde yaşayalım, diğerleri bizi ilgilendirmez" zihniyetinde hareket etmeyecektir. Tam tersine her bir Müslümanın güvenliğini, rahatını, huzurunu nasıl koruyorsa ve garanti altına alıyorsa, Ermenilerin de, Rusların da, Gürcülerin de ve diğer toplumların da hepsini koruyacak ve kollayacaktır.
Savunmasız Çeçen Halkının Yaşadığı Büyük Acılar Rusya'nın barışı değil de şiddeti tercih eden politikalarının hep ters teptiği bugüne kadar pek çok örnekle ortaya çıkmıştır. Ancak şunu da belirtmek gerekir ki, Rus yönetimi tek cephe olarak şiddet yanlısı değildir, Çeçenistan'da 90'lı yıllarda izlenmiş olan baskıcı politikadan da tüm Rus yönetimini ve halkını sorumlu tutmak doğru değildir. Bu baskı ve şiddet politikası, komünist zihniyetten vazgeçmemiş olan, halen Politbüro günlerinin özlemini taşıyan, insanları adeta bir tür hayvan olarak gören batıl ideolojiyi savunan bir kısım çevrelerin ürünüdür. Bu çevrelerin etkisiyle Rusya, özellikle 1990'lı yılların başından itiba-
İSLAM'IN KIŞI VE BEKLENEN BAHARI
50
Özellikle sivilleri hedef alan Rus askerleri, pazar yerlerini, doğumevlerini, mülteci konvoylarını bombaladılar.
Onlar, yalnızca; "Rabbimiz Allah'tır" demelerinden dolayı, haksız yere yurtlarından sürgün edilip çıkarıldılar... Allah Kendi (dini)ne yardım edenlere kesin olarak yardım eder. Şüphesiz Allah, güçlü olandır, aziz olandır. (Hac Suresi, 40)
Harun Yahya (Adnan Oktar)
51
İSLAM'IN KIŞI VE BEKLENEN BAHARI
52
MİLLİ GAZETE, 4/4/00
EĞİTİM BİLİM, 12/99
Harun Yahya (Adnan Oktar)
53
İSLAM'IN KIŞI VE BEKLENEN BAHARI
ZAMAN, 30/12/00
AKİT, 12/4/00
AKİT, 1/10/00
ÖNCÜ, 28/2/00
54
Size ne oluyor ki, Allah yolunda ve: "Rabbimiz, bizi halkı zalim olan bu ülkeden çıkar, bize Katından bir veli (koruyucu sahib) gönder, bize Katından bir yardım eden yolla" diyen erkekler, kadınlar ve çocuklardan zayıf bırakılmışlar adına savaşmıyorsunuz? (Nisa Suresi, 75)
Harun Yahya (Adnan Oktar)
55 ren Çeçenistan'da gizli bir plan uygulamaya geçirdi. Sarsılmaz bir birlik içinde olan Çeçenleri silahla yok edemeyeceğini düşünenler, onları, içlerinden çökertme yoluna başvurdu ve bunun için çeşitli yollar denediler. Komünist derin devlet, seçimlere müdahale ederek kargaşa çıkarmaya çalışmaktan vaatlerle devlet adamlarını satın almaya, adam kaçırma ve terör hadiselerinden Rus yanlısı olan din adamlarını kullanarak dini ayrılıklar oluşturmaya, ayrıca ekonomik ve siyasi baskılara kadar türlü yöntemlerle Çeçenistan'da kaos çıkarmaya, halktaki güçlü birliği bozmaya çalıştı. Ancak bu girişimlerinden beklediği başarıyı elde edemedi. Rusya'nın Çeçenistan'ı 1991 yılındaki fiili işgali, Cahar Dudayev tarafından bertaraf edildi. Bunun ardından 1994 Kasımındaki ciddi tacizler, aynı yılın 11 Aralıkında fiili bir savaşa dönüştü. 100.000'in üzerinde Çeçen bu savaşta hayatını kaybederken, on binlerce insan yurdundan göç etmek zorunda kaldı. Kullanılması yasak olan kimyasal silahlarla insanlar bir tür soykırıma tabi tutuldu. Üstelik Rusya, Çeçenistan'ı dünya kamuoyuna "iç meselesi" olarak lanse ettiği için, dış dünyadan ciddi bir tepki görmedi. Birkaç Avrupa ülkesi dışında Çeçen halkına yardım eli uzatan çıkmadı. Savaş Ruslar’ın, 1996'nın Ağustos ayında yenilgiyi kabullenmeleriyle son
Çeçen halkının yaşadığı zulme karşı onlara yardım elini uzatmak, dünyadaki tüm Müslümanlar üzerine düşen bir sorumluluktur. Allah'tan korkan, O'nun Kuran'da bildirdiği adalet anlayışına sahip, daima haklının yanında olan, mazlum insanları kollayan cesur insanların bu zulme karşı kayıtsız kalamayacakları açıktır.
İSLAM'IN KIŞI VE BEKLENEN BAHARI
56
Katliamdan kaçan yüz binlerce Çeçen şiddetli kış koşullarıyla, susuzlukla, açlıkla ve salgın hastalıklarla mücadele ederken, dünya bu zulmü görmezlikten gelmektedir.
buldu. Çeçenistan'ın Ruslar karşısında elde ettiği bu başarı Kafkasya’daki diğer cumhuriyetleri de çok derinden etkiledi. 1998 yılında Çeçenistan'ın başkenti Grozni'de Kuzey Kafkas halklarının öncülüğünde "Kuzey Kafkasya Halkları Şurası" toplandı. Bu buluşma sonrasında Kuzey Kafkasya halkları arasında çatışma çıkmaması ve olası bir Rus saldırısına karşı birbirlerine destek konusunda tüm katılımcı ülkelerce fikir birliğine varıldı. İşte bu birlik, Komünist Rus derin devletinin yıllardır içinde yaşattığı büyük korkunun yavaş yavaş hayata geçirilmesi demekti. Bu, Çeçenistan’a ikinci bir harekat başlatılmasının ana nedenlerinden biri oldu. Bu sefer çok daha acımasız yöntemler uygulanıyor, tüm dünyanın gözleri önünde savunmasız insanlara insanlık dışı işkenceler yapılıyordu. Ne var ki, yaşanan vahşete çoğunlukla "Rusya'nın iç meselesi" olarak bakıldı. Çeçenlerle Ruslar arasındaki bu ikinci büyük savaş Ruslar'ın 1999 yılının ilk aylarında Dağıstan'daki bazı köyleri kuşatarak bombardımana tutmasıyla başladı. Toplam 1.500 kişilik nüfusu olan bu köyler kendilerine bir önder olarak gördükleri Çeçenistan'dan yardım istediler. Savaşta gösterdiği başarılarla ünlü Çeçen komutan Şamil Basayev, 1999 yılının yaz aylarında kendilerinden yardım
YENİ ŞAFAK, 31/10/99 TÜRKİYE, 23/12/99
TÜRKİYE, 31/10/99
Harun Yahya (Adnan Oktar)
57
İSLAM'IN KIŞI VE BEKLENEN BAHARI
58
Harun Yahya (Adnan Oktar)
59 isteyen Dağıstan halkına yardıma başladı. Bombardıman altında kalan köylerden sadece iki kişi kurtulmuştu. Bu köylerde çok büyük bir katliam yaşanmış ve masum insanlar sebepsiz yere vahşice öldürülmüştü. Rusya-Çeçenistan savaşı bu olayla yeniden alevlendi. Rus kuvvetleri 2 Ekim 1999 tarihinde girdikleri Çeçenistan topraklarında önlerine çıkan herkesi, kadın, çocuk ya da yaşlı demeden acımasızca katletmeye ve sivil hedefleri bombalamaya başladılar. Kimyasal bombaların, scud ve napalm füzelerinin kullanıldığı bombalamalar sırasında da, özellikle hastaneleri, doğum evlerini, çarşıları, mülteci konvoylarını hedef olarak seçtiler. Sivil halka yönelik yaptığı saldırılardan biri de birçok Çeçen köyünün kullandığı Argun Nehri'ne zehir katmak oldu. Zehirli sudan içen kadın ve çocuklardan büyük çoğunluğu ölürken, yüzlercesinde de kalıcı etkiler oluştu. İki yıl içinde Çeçenistan, nüfusunun dörtte üçünü kaybetti. Bir kısmıysa sığındıkları komşu ülkelerde çok zor koşullarda hayatlarını devam ettirmeye çalışıyorlardı. Komünist dönemin zihniyetini aynen sürdüren bazı Rusların Çeçen halkına yaptığı bu katliamın bir benzeri, Firavun'un yaptığı katliamdır. Firavun da kendi döneminde savunmasız, zayıf bırakılmış kişileri hedef almış, onları vahşice katletmiştir. Allah, Firavun'un zulmünü şu şekilde haber vermiştir: Hani Musa kavmine şöyle demişti: "Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın; hani O sizi Firavun ailesinden kurtarmıştı, onlar sizi en dayanılmaz işkencelere uğratıyor, kadınlarınızı sağ bırakıp erkek çocuklarınızı boğazlıyorlardı. Bunda sizin için Rabbinizden büyük bir sınav vardır." "Rabbiniz şöyle buyurmuştu: "Andolsun, eğer şükrederseniz gerçekten size arttırırım ve andolsun, eğer nankörlük ederseniz, şüphesiz, benim azabım pek şiddetlidir." (İbrahim Suresi, 6-7) Gerçek şu ki, Firavun yeryüzünde (Mısır'da) büyüklenmiş ve oranın halkını birtakım fırkalara ayırıp bölmüştü; onlardan bir bölümünü güçten düşürüyor, erkek çocuklarını boğazlayıp kadınlarını diri bırakıyordu. Çünkü o, bozgunculardandı. (Kasas Suresi, 4)
Çocukları katleden, hamile kadınların karınlarını deşen, yaşlıları tankların altında ezen, doğum evlerini bombalayan ve daha pek çok vahşete imza atan zihniyet, her türlü ahlaki duyarlılıktan, insani duygulardan, merhametten, şefkatten, sevgiden, acıma duygusundan uzaktır. Bu kişilerin büyük bir bölümü yaptıkları vahşetin nedenini dahi bilmemekte, ancak dinsizliğin getirdiği
İSLAM'IN KIŞI VE BEKLENEN BAHARI
60 karanlık ruh hali nedeniyle her türlü kötülüğü kolaylıkla yapabilmektedir. Moskova'dan umulan, Çeçenistan politikasını, Kızılordu döneminden miras kalan bu karanlık zihniyetin yönlendirmesine bir son vermesi ve hem Rus hem de Çeçen halkları için huzur ve barış getirecek ılımlı bir politikayı benimsemesidir.
Çeçen Mültecilerin Durumu Çeşitli insan hakları örgütlerinin Rus katliamından kaçan Çeçen mültecilerin durumuyla ilgili yaptığı incelemeler, insan hakları ihlallerinin çok büyük boyutlarda olduğunu göstermektedir. Savaştan kaçan Çeçenlerin iki yüz elli bini İnguşetya'da, diğerleri de komşu bölgelerde bulunmaktadır. Kilometrelerce yolu yürüyerek katetmeye çalışan Çeçenler bir yandan da açlıkla, susuzlukla ve salgın hastalıklarla mücadele etmektedirler. Şiddetli soğuk ve kar yağışı altında kadını, çocuğu, yaşlısı, genci ile göç etmeye zorlanan insanlar, terk edilmiş tren vagonlarında, sığındıkları kasabaların ahırlarında 2-3 aile ile birlikte çok zor şartlarda yaşam mücadelesi vermektedirler. Örneğin Çeçenistan'ın kuzeyindeki Znamenskoye mülteci kampına sığınan Çeçenler, kışlık giyecek bulamadıkları için çocuklarını okullarına gönderememektedir. Buraya sığınanların neredeyse yarısı şartların kötülüğü ve şiddetli soğuğun etkisiyle hasta olmaktadır.7 Haftalarca sıcak yemek yiyemeyen ve bünyeleri bu ağır şartlara dayanamayan Çeçen mülteciler arasında verem, hepatit gibi hastalıklar hızla yayılmış, ölümler artmıştır.8 En şaşırtıcı olan ise, insan hakları konusunda öncülük yaptığını iddia eden Batılı devletlerin, bu insanlara bir yardım eli uzatmamalarıdır. Dünya, Rus katliamından kaçan yüz binlerce Çeçenin yaşadığı bu büyük zulmü ısrarla görmezlikten gelmektedir. Bölge ülkelerinden yapılan yardımlarda sürekli kısıtlamalar yapılmakta, şiddetli kış koşullarıyla, susuzlukla, açlıkla mücadele eden bu insanlar tek bir dilim ekmek bulmakta dahi zorluk çekmektedirler. Mültecilerin içinde bulunduğu bu durumun aciliyetle çözümlenmesi gerektiği açıktır. Ancak çözüm nasıl bulunabilir? Çözümün yolu, Allah'ın insanlara emrettiği barışsever ve ılımlı yaklaşım esas alınarak, hem Rusya'nın hem de Çeçen direnişçilerin barışa davet edilmesidir. Moskova, Kafkasya'daki Müslüman halkların varlığını ve milli taleplerini kendine karşı bir tehlike olarak görmekten vazgeçmeli, söz konusu halklar da ılımlı ve barışçı bir siyaset izleyerek çatışmayı ve gerilimi en aza indirmelidirler.
Harun Yahya (Adnan Oktar)
61 Rusya'nın Çeçenistan'da uyguladığı terör, buraya kadar detaylarıyla açıkladığımız gibi, kabul edilemez bir vahşettir. Ancak öte yandan sivil Ruslara karşı terör eylemleri düzenleyen bazı Çeçen direnişçilerin yolu da yanlıştır. Her iki tarafın da daha fazla kan dökülmesinin önüne geçmesi ve barış için çaba göstermesi gereklidir. Çeçen halkının yaşadığı zulme karşı onlara yardım elini uzatmak ise, dünyadaki tüm Müslümanlar üzerine düşen bir sorumluluktur. Allah'tan korkan, O'nun Kuran'da bildirdiği adalet anlayışına sahip, daima haklının yanında olan, mazlum insanları kollayan cesur insanların bu zulme karşı kayıtsız kalamayacakları açıktır. İman eden bir insan her zaman fakirlere, ihtiyaç içinde olanlara, yurtlarından sürülenlere yardımcı olur, onlar için her türlü fedakarlıkta bulunur. Peygamberimiz (sav) döneminde yurtlarından sürülenlere ya da hicret edenlere karşı, iman edenlerin gösterdikleri fedakar ve sevgi dolu davranışları Allah şu şekilde bildirmiştir: (Bundan başka bu mallar) Hicret eden fakirleredir ki, onlar, Allah'tan bir fazl (lütuf ve ihsan) arayıp, Allah'a ve O'nun Resûlü'ne yardım ederlerken yurtlarından ve mallarından sürülüp-çıkarılmışlardır. İşte bunlar, sadık olanlar bunlardır. Kendilerinden önce o yurdu (Medine'yi) hazırlayıp imanı (gönüllerine) yerleştirenler ise, hicret edenleri severler ve onlara verilen şeylerden dolayı içlerinde bir ihtiyaç (arzusu) duymazlar. Kendilerinde bir açıklık (ihtiyaç) olsa bile (kardeşlerini) öz nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin "cimri ve bencil tutkularından" korunmuşsa, işte onlar, felah (kurtuluş) bulanlardır. (Haşr Suresi, 8-9)
İnsanlar arasında bu üstün ahlakın yaygınlaşması, elbette din ahlakının tebliğ edilmesiyle mümkündür. Bu nedenle akıl ve vicdan sahibi insanların öncelikle yapması gereken, Kuran ahlakını tüm dünyaya anlatmanın en güzel yollarını bulmak ve bunları uygulamaktır. Allah, dinine yardım edene, mutlaka yardım edeceğini vaat etmiştir: Onlar, yalnızca; "Rabbimiz Allah'tır" demelerinden dolayı, haksız yere yurtlarından sürgün edilip çıkarıldılar. Eğer Allah'ın, insanların kimini kimiyle defetmesi (yenilgiye uğratması) olmasaydı, manastırlar, kiliseler, havralar ve içinde Allah'ın isminin çokça anıldığı mescidler, muhakkak yıkılır giderdi. Allah Kendi (dini)ne yardım edenlere kesin olarak yardım eder. Şüphesiz Allah, güçlü olandır, aziz olandır. (Hac Suresi, 40)
İSLAM'IN Kışı ve Beklenen Baharı
FİLİSTİN Müslümanların İsrail'e ve Musevilere bakış açısı nasıl olmalıdır?
K
itabın bu bölümünde yaklaşık 60 yıldır
Filistinli
kardeşlerimizin
yaşadığı zulmü ve acıları inceleyeceğiz. Ancak Filistin'de yaşananları
incelemeye başlamadan önce üzerinde durulması gereken önemli bir konu vardır, o da Müslümanların
İsrail'e,
Siyonizm'e
ve
Musevilere karşı tavrının nasıl olması gerektiğidir. Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, diğer eserlerimizde olduğu gibi bu kitapta da, yer alan eleştiriler tüm Musevi halkına veya tüm İsrail'e yöneltilen eleştiriler değildir. Bazı Musevilerin, batıl birtakım geleneklerin veya radikal düşüncelerin ya da ateizme dayalı ideolojilerin etkisinde kalarak şiddeti kışkırttıkları ve şiddete dayalı bir politikadan taraf oldukları bilinen bir gerçektir. Ancak bu, yaşanan acılar-
Harun Yahya (Adnan Oktar)
63 dan ve çatışmalardan tüm Musevilerin sorumlu olduğu anlamına asla gelmez. Nitekim
SURİYE
Allah'a bir olarak iman eden dindar Museviler de İsrail yönetimindeki bazı çevreler tarafından
FİLİSTİN
yürütülen şiddet politikasını eleştirmekte, hatta
Batı Şeria
çoğu zaman onlar da bu baskının hedefi olmak-
Gazze FİLİSTİN
tadırlar. Özetle
eleştirilen
husus,
Kitabı
Kudüs
İSRAİL
Mukaddes'e birtakım yanlış anlamlar yükleyerek şiddeti ve acımasızlığı sözde makulleştirmeye çalışan batıl gelenekler ve bu geleneklere
MISIR
ÜRDÜN
dayanarak, diğer insanları ikinci sınıf olarak gören, onları haksızlık ve zulme uğratmayı normal karşılayan radikal dünya görüşüdür. Yani, sosyal Darwinist ve işgalci bir ideoloji olan radikal, ateist Siyonizm'dir. Bilindiği üzere, Siyonizm 19. yüzyılın ortalarında, yurtları olmayan Musevilerin vatan sahibi olmasını savunan bir ideoloji olarak ortaya çıkmıştır. Ancak zaman içerisinde pek çok ideolojide olduğu gibi Siyonizm de dejenarasyona uğramış, bu haklı talep, uygulamada şiddet ve teröre başvuran, aşırı güçlerle ittifak eden radikal ve din dışı bir anlayışa dönüşmüştür. Günümüzde Siyonizm iki farklı şekilde görülmektedir. Bunlardan ilki, İsrail'de huzur ve barış içinde, Müslümanlarla birlikte yaşamak isteyen, güvenlik arayan, dedelerinin topraklarında ibadet edip, ticaret yapıp varlıklarını sürdürmek isteyen, dindar Musevi halkının düşüncesi olan Siyonizm'dir. Müslümanlar bu anlamdaki Siyonizm'e karşı değildir. Dindar Musevi halkının, kendileri için kutsal olan topraklarda güven ve huzur içinde yaşamaları, Allah'ı anmaları, sinagoglarında ibadetlerini yapmaları, topraklarında bilim ve ticaretle uğraşmaları kısaca burada diledikleri gibi yaşamaları ve yerleşmeleri Müslümanları rahatsız edecek bir durum değildir. Hatta bu, Müslümanların sevinç duyacakları bir güzelliktir. Tarih boyunca Musevilere karşılaştıkları çile ve zorluklarda yardımcı olan, onlara varlıklarını devam ettirme imkanı tanıyan,
İSLAM'IN KIŞI VE BEKLENEN BAHARI
64 onları barındırıp kollayan hep Müslümanlar olmuştur. Samimi dindar bir Musevi'nin, yukarıda anlattığımız şekliyle, Tevrat'a dayandırdığı Siyonist inancı bu açıdan İslamiyet'le çelişmez. Zira, Kuran'da Allah İsrailoğulları'nı yaşadıkları bu topraklarda yerleşik kıldığını şöyle bildirmektedir: Hani, Musa kavmine (şöyle) demişti: "Ey kavmim, Allah'ın üzerinizdeki nimetini anın; içinizden peygamberler çıkardı, sizden yöneticiler kıldı ve alemlerden hiç kimseye vermediğini size verdi. Ey kavmim, Allah'ın sizin için yazdığı (girmenizi emrettiği) kutsal yere girin ve gerisin geri arkanıza dönmeyin; yoksa kayba uğrayanlar olarak çevrilirsiniz." (Maide Suresi, 5:20-21)
Dolayısıyla Museviler bu topraklarda hür yaşama hakkına sahiptirler, ancak bu hak söz konusu topraklarda asırlardır varlıklarını devam ettiren ve bölgenin kutsallığına inanan Müslümanlar ve elbette Hıristiyanlar için de geçerlidir. Bu mübarek topraklar her dinden her toplumdan insanın birarada huzur içinde yaşayabileceği kadar geniş, güzel ve bereketlidir. Birinin yaşam hakkı diğerinin yaşam hakkını asla ortadan kaldırmaz. Bizim eleştirdiğimiz ve tüm insanlar için büyük bir tehlike olduğunu ifade ettiğimiz, "dinsiz, Allah'sız Siyonizm"dir. Allah'ın varlığını, birliğini savunmayan, materyalist, Darwinist anlayışı teşvik ederek dinsizlik propagandası yapan, ateist Siyonistler, dindar Museviler için de dindar Hıristiyanlar için de çok büyük bir tehlikedir. Ateist Siyonizm, günümüzde barışa, huzura, güzel ahlaka karşı mücadele vermekte; sürekli fitne, kargaşa çıkarmakta, kan dökmektedir. Müslümanlar ve dindar Museviler ve Hıristiyanlar, Allah'sız Siyonizm'e karşı Allah inancının yayılması konusunda birlik olmalıdır. Samimi olarak iman eden Museviler ve Müslümanların birbirleriyle olan ilişkileri de, şefkat, saygı ve merhamet çerçevesinde olmalıdır. Zira bu, Kuran-ı Kerim'de Allah'ın Müslümanlara bildirdiği ve Peygamber Efendimiz (sav)'in hayatıyla bize gösterdiği ahlak ve tavırdır.
Filistin Halkının Sürgün Edilmesi 1900'lerin başında Filistin'deki Musevi nüfusu %10'un altında idi. 1920'lerde 100.000 olan Musevi göçmen sayısı, resmi kayıtlara göre 1930'larda 232 bine ulaştı. 1939'a gelindiğinde toplam 1,5 milyon olan Filistin nüfusunun 445 bini Musevi idi. Bundan yirmi yıl önce %10'dan daha az olan nüfus oranı, 1939'da
Harun Yahya (Adnan Oktar)
65 %30'a ulaşmıştı. Nüfusla birlikte Musevi yerleşim alanları da büyük bir hızla genişledi. 1939'da Musevilerin sahip oldukları toprak miktarı 1920'li yıllarla kıyaslandığında iki katına çıktı. 1947 yılına gelindiğinde ise Filistin'de 630 bin Musevi, 1 milyon 300.000 Filistinli vardı. BM tarafından Filistin'in taksim edildiği 29 Kasım 1947'den İsrail Devleti'nin kurulduğu 15 Mayıs 1948'e kadar İsrailliler Filistin topraklarının önemli bir bölümünü ele geçirdi. Bu arada belirtmek gerekir ki, Musevilerin kendilerine ait bir vatana sahip olmak istemeleri en doğal haklarıdır. Bu vatanın, Musevilerin tarihsel yurdu olan Filistin toprakları olmasında da bir yanlışlık yoktur. Ancak ateist Siyonistlerin, bu ülkede yaşamakta olan Müslüman Arapları sürgün veya yok etmek gibi saldırgan bir plana inanmaları ve bunu uygulamaya koymaları büyük bir haksızlık ve zulümdür. Bu topraklar Arapların ve Musevilerin birarada huzur içinde yaşayabilecekleri kadar geniştir. Birinin varlık hakkı diğerinin yok edilmesine dayalı değildir. Biri Yakupoğulları diğeri İsmailoğlları olan iki kavmin kardeşçe birarada yaşamaması için hiçbir sebep yoktur. Ne var ki İsrail'in kurulması aşamasında ateist Siyonistler, Müslüman Arapları yok etmeye yönelik acımasız bir politika izlemişler ve bu esnada Filistin köylerine yapılan baskınlar ve katliamlar sonucunda 500 kadar kent, kasaba ve köyde yaşayan 950 bin Filistinlinin sayısının 138 bine düşmesine sebep olmuşlardır. Bunların büyük bir bölümü öldürülmüş, bir bölümü de sürgün edilmişti. Ateist Siyonist terör örgütleri Müslüman köylerine ve kasabalarına gece baskınları düzenliyorlar ve Müslümanları kurşuna dizip, geçtikleri yerleri yakıp yıkı-
Doğu Kudüs'ün işgal edil di ği 1967'den 1997'ye kadar böl gede nüfusun gösterdi ği deği şim. Mavi renk Musevi nüfusu, kırmı zı renk Arap nüfusu tem sil ediyor.
İSLAM'IN KIŞI VE BEKLENEN BAHARI
66 yorlardı. Bu şekilde 1948 ve 49 yıllarında yaklaşık 400 Filistin köyü haritadan silindi. Filistinlilerin geride bıraktıkları mallarına ise "Ülke Dışında Yaşayan Mal
Sahiplerinin Mülkleri Yasası" ile ateist Siyonistler tarafından el konuldu. 1947'den önce Filistin topraklarının %6'sına sahip olan Museviler, devlet resmen kurulduğunda tüm toprakların yaklaşık %90'ını ele geçirmişlerdi.9 Filistinli Araplara sadece Gazze Şeridi ve Batı Şeria olarak bilinecek iki ayrı bölge kaldı. Görüldüğü gibi, Museviler ve Müslümanların rahatlık içinde birarada yaşama imkanı olmasına rağmen, ateist Siyonistler Müslüman Filistin halkını zulüm, baskı ve şiddetle yaşadıkları topraklardan sürüp çıkartıyor ve göçe zorluyorlardı. Hatta Göçmen Dairesi Başkanı Joseph Weitz 1940'da yaptığı bir konuşmada, "Şu anda bu topraklar arasında iki ayrı halka yer yoktur. Eğer Araplar bu küçücük ülkede yaşayacaklarsa hedefimize asla varamayacağız. Öyleyse Arapları buradan uzaklaştırıp, komşu ülkelere sürmeliyiz, hem de hepsini" diyordu.10
Dönemin Tel Aviv Belediye Başkanı General Shlomo Lahat ise, "Filistinliler bu topraklarda köle olarak yaşamayı kabul edinceye kadar katliamı sürdürmeliyiz"
sözleri ile ateist Siyonistlerin Filistin halkına bakış açısını dile getiriyordu.11
Mülteci Kampları Binlerce yıldır yaşadıkları yerlerden ateist Siyonistler tarafından zorla sürülüp çıkarılan Filistinli Müslümanların büyük bir çoğunluğu halen mülteci kamplarında yaşamlarını sürdürmektedir. Şu anda kamplarda ve Lübnan, Ürdün gibi komşu ülkelerde mülteci konumunda yaşayan Filistinlilerin sayısı 3.5 milyonu bulmaktadır. (Bu, 90'ların sonunda yapılan istatistiklere dayalı bir rakamdır.)
Filistinlilerin, mülteci kamplarında ve İsrail'in işgali altındaki bölgelerde yaşamak zorunda bırakıldıkları koşullar ise son derece çetindir. Bu insanlar en temel ihtiyaçlarını karşılamakta bile zorlanmakta, elektriği ve suyu İsrail Devleti izin verdiği müddetçe kullanabilmekte, geçimlerini sağlayabilmek için kilometrelerce yol gidip oldukça düşük maaşlarla çalışmakta ve böyle bir ortamda ayakta kalma mücadelesi vermektedirler. İşine gitmek veya yakın bir mülteci kampında yaşayan akrabalarını ziyaret etmek maksadıyla yola çıkan bir Filistinli için, 10-15 dakikadan uzun sürmeyecek yolculuklar ise son derece sıkıntı verici bir hale dönüşmektedir. Çünkü sık aralıklarla kurulmuş olan kontrol noktalarında Filistinliler, sürekli kimlik kontrolünden geçirilmekte ve her kontrolde sözlü ve fiili tacize uğramaktadırlar. Üstelik İsrail askerleri zaman zaman "gü-
Harun Yahya (Adnan Oktar)
67
İşi ne gitmek veya yakın bir mül teci kam pında yaşayan akrabaları nı zi yaret etmek maksadıyla yola çı kan bir Fi listinli için, 1015 daki kadan uzun sürmeyecek yol culuklar adeta bir işkenceye dönüşür. Çünkü Filistinliler sık aralıklarla kurul muş olan kontrol noktalarında, İsrail askerleri tarafından sözlü ve fi ili tacizlere uğrarlar.
İSLAM'IN KIŞI VE BEKLENEN BAHARI
68
Mültecilerin Sığındığı Yerler
BÖLGE
KAMPLARDA
KAMPLAR DIŞINDA
TOPLAM
ÜRDÜN
238.188
1.050.009
1.288.197
BATI ŞERİA
131.705
385.707
517.412
GAZZE
362.626
320.934
683.560
LÜBNAN
175.747
170.417
346.164
SURİYE
83.311
253.997
337.308
TOPLAM
991.577
2.181.064
3.172.641
venlik" gerekçesiyle yolları kapadığı için işlerine, istedikleri herhangi bir yere ve hatta hasta olmalarına rağmen hastaneye bile gidememektedirler. Tüm bunların yanı sıra hergün öldürülme, yaralanma veya tutuklanma korkusu içinde yaşamlarını sürdürmektedirler. Çünkü mülteci kamplarında yaşayan halk, özellikle geceleri, bazı fanatik İsraillilerin silahlı saldırısına maruz kalmaktadır. İsrail Hayfa Üniversitesi'nde psikoloji profesörü olan Benjamin Beit Hallahmi, The Israeli Connection (İsrail Bağlantısı) adlı kitabında, Gazze Şeridi'nde yaşayan Müslümanların içinde bulunduğu durumu ve İsrail'in buradakilere bakış açısını şöyle dile getirmektedir: Bu satırların yazıldığı sırada İsrail işgali altındaki Gazze Şeridi'nin nüfusu 525.000 ve km2 başına 2.150 kişi düşüyor. Sağlığı yerinde olan çoğu Gazzeli 8 yaşından itibaren ortalama İsrail ücretlerinin %40 altındaki ücretlerle İsrail'de çalışmaya başlıyor. Gelir vergisi ve sosyal güvenlik vergisi ödüyorlar, ama hiçbir haktan faydalanamıyorlar. Çünkü vatandaşlık hakları yok... İsrail anlayışına göre Gazze çaresizliğin ve fakirliğin sembolüdür. Ama Gazze vatandaşlarına acıma yoktur, çünkü onlar düşmandır...12
Mülteci kamplarındaki kötü koşullara daha yakından göz atabilmek için Amerikan vatandaşı bir Filistinlinin bu kamplara yaptığı ziyaret sırasında edindiği izlenimlere kısaca yer vermekte fayda vardır. Yasemin Subhi Ali isimli bu
Harun Yahya (Adnan Oktar)
69 tıp öğrencisinin, 1999 yılında Şatilla Kampı'na yaptığı ziyarete dair izlenimleri şu şekildedir: Yol boyunca sivil savaşın ve yıllarca süren İsrail işgalinin neticesi yıkıntıları seyrettim. Kamp denilen yerin bir kapısı, bir girişi ve bir çıkışı olacağını tahmin ediyordum. Oysa yoktu. Gerek de yoktu. Kamp ile çevresindeki yerleşimler arasında, bu çevre de çok yaşanılır bir yer olmadığı halde, öylesine bariz bir medeniyet ve şehirleşme farkı vardı ki, buranın hedefimizdeki kamp olduğunu hemen anladım. Mülteci kampları ile alakalı duyduğum ve çoğunu abartı zannettiğim bütün sefalet manzaraları gözlerimin önünde akıyordu. Yol denen şey çöp, moloz, taş yığınları arasında manevra yapan birşeydi... Bugün kalabalık dükkanlarla dolu olan caddenin ara sokaklarında kurşun izlerini, barut yanıklarını sergileyen binalar ve biraz ötede kamp sakinlerinin bir anıt dikmelerine bile izin verilmemiş olan bir mezarlık o kötü hatırayı (yaklaşık 2.000 Müslümanın katledildiği Sabra ve Şatilla katliamı) canlı tutuyordu.13
Sivil Halka Karşı Yürütülen Eziyet İsrail yönetimi içinde etkin olan bazı çevreler, en başından itibaren Filistin halkına karşı sistemli bir devlet terörü uygulamıştır. Bu terörden en çok nasibini alan da doğal olarak bölgede yaşayan Müslüman halktır. Filistinli Müslümanlar yaklaşık yarım asırdır, hiçbir gerekçe gösterilmeden evlerinden çıkarılmakta, kurşunlanmakta, saldırıya uğramakta, evleri başlarına yıkılmakta, tarlaları ve bahçeleri yok edilmekte, işkenceye ve şiddete maruz kalmaktadırlar. Filistin topraklarında yaşanan manzara, bu ülkede büyük bir baskı ve şiddetin hüküm sürdüğünü gözler önüne sermektedir. Filistin'de saldırıya uğrayan, üzerlerine ateş açılan, bombardımana tutulan çocukların, gençlerin ve kadınların ancak çok az bir kısmı dünya medyasına yansımaktadır. Nüfusunun %70'i gençlerden oluşan Filistin'de çocuklar da 1948'den bu yana işgal ile birlikte göçü, sürgünü, gözaltıları, hapis ve katliamları yaşamaya başladılar. Kendi topraklarında ikinci sınıf insan muamelesi gördüler. Tahammülü zor koşullar altında yaşamayı öğrendiler. Ariel Şaron'un Ekim 2000'deki provokatif Mescid-i Aksa ziyaretiyle başlayan Aksa İntifadası'nda da hayatını kaybedenlerin %50'sini 16 yaşın altındaki çocuklar oluşturuyordu. Yaralıların %60'ı 18 yaşın altındaydı. Çatışmaların halen devam ettiği bölgelerde ise her gün en az 5 çocuk ölmekte ve 10'un üzerinde çocuk da yaralanmaktadır. Aksa İntifadası'nda yaşanan insanlık dışı manzaraları gazeteci-yazar Ruth
YENİ MESAJ, 3/5/01
EVRENSEL, 12/4/01
AKİT, 22/10/99
İSLAM'IN KIŞI VE BEKLENEN BAHARI
70
Harun Yahya (Adnan Oktar)
CUMHURİYET, 12/4/01
71
Anderson, Filistin'de yayınlanan The Palestine Chronicle'da şöyle aktarmaktadır: Hiç kimse yeni evli bir Filistinlinin sadece protesto için sokağa çıkıp, şehit olarak eşini dul bıraktığını duymadı bile. Kim Filistinli gençlerin barbarca katledilmeden önce kollarının ya da kafataslarının parçalandığından haberdar? Ya da hangi Amerikan vatandaşı, sekiz yaşındaki küçük Filistinlinin İsrailli askerler tarafından kurşunlanarak öldürüldüğünü biliyor? (Bazı) Musevi yerleşimcilerin ellerindeki çeşitli silahları nereden temin ettiğini ve Barak hükümeti tarafından cesaretlendirilerek, Filistin köylerini basıp, tarlaları yerle bir ettiğini, Filistinli sivilleri katlettiğini kim anlatıyor? Filistinli bebeklerin evlerinde uyurken hava bombardımanı sırasında öldüğünü ya da güvenli bir yere götürülmeye çalışılırken İsrail askerleri tarafından kurşun yağmuruna tutulduğunu bilen var mı? Herkes çok iyi biliyor ki bebekler taş atamaz. Herkes bunu biliyor, sadece İsrailliler ve Amerikalılar nedense bilmiyor!"14
Filistinlilerin büyük bir çoğunluğu, halen mülteci kamplarında yaşamlarını sürdürüyor. Şu anda mülteci konumunda yaşayan Filistinlilerin sayısı 3.5 milyonu aşmıştır. Bu kamplar sürekli olarak tacizlere, baskınlara ve bombalı saldırılara uğramaktadır.
ÇOCUKLAR DA SALDIRILARDAN PAYLARINI ALIYORLAR
YENİ ŞAFAK, 4/10/00 MİLLİYET, 29/3/01
EVRENSEL, 25/4/01
O, iş başına geçti mi yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya, ekini ve nesli helak etmeye çaba harcar. Allah ise, bozgunculuğu sevmez. (Bakara Suresi, 205)
İSLAM'IN KIŞI VE BEKLENEN BAHARI
74 Hayatını Kaybedenlerin Yaş Dağılımı
Sayı
%
Vurulma Noktaları
Sayı
%
15 yaşından küçükler
60
14.9
Baş ve boyun (Arkadan vurulan 9 kişi dahil)
154
41.8
16-18 yaş
75
18.7
Göğüs (Arkadan vurulan 12 kişi dahil)
117
31.8
19-29 yaş
176
43.8
Karın
32
8.7
30-39 yaş
50
12.4
Genel tüm vücut
61
16.6
40-49 yaş
18
4.5
Kol
4
1.1
50 üstü
23
5.7
Aksa İntifadası'ndaki ölümlerin oranlarını ve vurulma noktalarını gösteren tablo. Bu tablodan özellikle gençlerin ve çocukların hedef alındıkları, öldürmek amacıyla göğüs ve baş bölgelerine ateş edildiği anlaşılıyor.
Filistin'de yaşanan tüm bu insanlık dışı manzaralara karşı dönemin Başbakanı Ehud Barak'ın verdiği cevap ise oldukça dikkat çekicidir: Bana Gazze'de, Batı Şeria'da ve diğer mıntıkalardaki çatışmaların nasıl dineceğini sormayın. Filistinli kalabalıklara karşı her türlü aracı kullanmak meşrudur. Kaç Filistinlinin öldüğü beni alakadar etmez. Benim için önemli olan halkımın emniyetidir.15
İsrail ordusunun generallerinden E. Eytan'ın verdiği cevap ise çok daha düşündürücüdür: Yaptığımız hiçbir şeye pişman değiliz. Biz halkımızın ve askerlerimizin emniyeti için herşeyi kullanmaya hazırız. Filistinli göstericilere karşı askerlere silah kullanma emri verilmiştir. Özellikle göğüs ve başlara vurularak halkın kalbine korku verilmelidir.16
Kimi İsrailli yetkililerin yukarıdaki ifadeleri, zalim bir bakış açısının en açık ifadelerindendir. Rakamlar İsrail askerlerinin çoğunun kendilerine verilen bu emirleri eksiksiz olarak yerine getirdiğini göstermektedir. Filistin Sağlık Örgütü'nün hazırladığı rapora göre Aksa İntifadası'nda hayatını kaybeden 400'den fazla kişinin %34'ü 18 yaşından küçüktür. Ancak asıl önemli olan, ölenlerin %47'sinin gösterilere veya çatışmalara katılmamış kişiler olmasıdır. Batı Şeria'da yaralananların %38'i gerçek kurşunlarla yaralanmıştır ve bunların da %75'i vücudunun üst kısmından yaralanmıştır. Gazze Şeridi'nde ise yaralananların %40'ı gerçek kurşunlardan yaralanmış ve bunların da %61'i vücudunun üst kısmından,
Harun Yahya (Adnan Oktar)
VATAN, 28/12/08
CUMHURİYET, 107/1/09
CUMHURİYET, 10/4/01
75
Savunmasız halka karşı orantısız güç kullanımı pek çok mazlumun hayatını kaybetmesine sebep olmaktadır. Son olarak da 2008 yılında Gazze’de sivil halka yönelik olarak gerçekleştirilen saldırılarda yüzlerce masum insan şehit edilmiş ya da yaralanmış, çocuklar zarar görmüştür. Tüm bu gibi zulüm örnekleri, Müslüman aleminin harekete geçerek, ittihad-ı İslam’ı kurmaları için önemli hatırlatmalardır. Allah’ın izniyle Hz. Mehdi (a.s.)’ın gelişiyle, dünyada süregelen zulüm sisteminden eser kalmayacaktır. Bolluk ve bereketin hakim olduğu bu dönemde, Filistin halkı güçlük ve zorluklardan arınacak, bütün insanlar güvenlik, huzur ve bolluk içinde yaşayacaktır.
İSLAM'IN KIŞI VE BEKLENEN BAHARI
ARŞİVLERDE KALAN BİR FOTOĞRAF
yani göğsünden vurulmuştur. Yaralıların toplam sayısı 10 bini geçmiştir. 1.500 kişide ise kalıcı sakatlıklar meydana gelmiştir. Bunun yanı sıra yaralıların tedavi edildiği hastaneler de sık sık saldırıya uğramıştır. Toplam 1.450 kişi gözaltına alınmıştır ve bu kişilerden 750'si hala İsrail hapisanelerinde bulunmaktadır. Toplam 2.760 bina ağır hasar görmüştür. Bunlardan 773'ü sivil Filistinlilerin evleridir ve bu evlerden 180'i tamamen yıkılmıştır. Hasar gören binalar arasında 29 cami, 12 kilise ve 44 su deposu bulunmaktadır. 41 okul tamamen kullanılamaz hale gelmiştir, hatta bu okullardan 4 tanesi İsrailliler tarafından askeri depo olarak kullanılmaktadır. 30 okul binası ise İsrail askerleri tarafından yakılmış, bu durum yaklaşık 400 bin dolarlık bir hasara neden olmuştur. Aksa İntifadası'nın ilk iki ayında ise okuldan evlerine dönen 45 öğrenci öldürülmüştür.17 Tüm bu rakamlar açık bir gerçeği göstermektedir: Filistin halkına karşı bilinçli ve sistemli bir yok etme politikası uygulamaktadır. Yukarıdaki rakamlar İsrail askerlerinin silahlarını, güvenlik gerekçesi ile etkisiz hale getirme amaçlı değil, öldürme ve sakat bırakma amaçlı kullandıklarını göstermektedir. Hayatı-
ZAMAN, 2/10/00
76
Harun Yahya (Adnan Oktar)
YENİ ŞAFAK, 12/10/00
SABAH, 3/10/00
MİLLİ GAZETE, 26/3/01
77
nı kaybedenlerin ve sakat kalanların büyük çoğunluğu başından, göğsünden veya arkadan vurulmuştur. Sadece etkisiz hale getirmeyi amaçlayan bir askerin karşı tarafı başından ve göğsünden, üstelik de arkasını dönüp kaçarken vurmayacağı açıktır. Tüm bunların yanı sıra, bazı Filistinlilerin sivil ve masum İsrail halkına yönelik şiddet eylemleri yapmaları da kabul edilebilir bir durum değildir. Müslümanlar, hayatlarının her anlarında Allah’ın kendilerine emrettiği şekilde ve Peygamber Efendimiz (sav)'in rehberliğinde hareket etmekle yükümlüdürler. Kuran ayetlerinde insanlar, yeryüzünde sevginin ve barışın yaşanabileceği bir model olarak İslam ahlakına çağırılmaktadır. Allah, insanlar arasında hiçbir ayrım yapmadan adaletle hükmetmeyi, insanların hakkını korumayı, zulme asla rıza göstermemeyi, zalime karşı mazlumdan yana tavır almayı, ihtiyaç içinde
İSLAM'IN KIŞI VE BEKLENEN BAHARI
78 olanlara yardım eli uzatmayı emretmektedir. Bu adalet, bir karar vermek gerektiğinde her iki tarafın da hakkını korumayı, olayları çok yönlü değerlendirmeyi, ön yargısız düşünmeyi, tarafsızlığı, hakkaniyeti, dürüstlüğü, anlayışı merhameti ve şefkati gerektirmektedir. Sivil halka yönelik bu gibi saldırıların mazur görülemeyeceği açıktır. Kuran ayetlerini ve Peygamber Efendimiz (sav)'in uygulamalarını incelediğimizde sivillere yönelik saldırılara İslam ahlakında hiçbir şekilde yer olmadığı açıkça görülmektedir. Hz. Muhammed (sav) gerek Mekke'nin fethinde gerekse diğer savaşlarında masum ve savunmasız insanların haklarını titizlikle korumuş, onlara bir zarar gelmesini engellemiştir. Müminlere bu konuda çeşitli hatırlatmalarda bulunmuş, "Resulullah'ın dini üzerine sefere çıkın. Ancak; ihtiyar, kadın ve çocuklara ilişmeyiniz. Islah ve ihsan elinden olunuz. Allah muhlisleri sever" şeklinde emretmiştir. Müslüman her türlü haksız uygulamanın, gereksiz silah kullanımının, zorbalığın ve barbarlığın karşısında yer almaktadır. İsrailli sivillere yönelik söz konusu saldırılar incelenirken üzerinde durulması gereken bir diğer konu ise intiharın İslam'daki yeridir. İslam hakkında yanlış bilgilere sahip olan çevreler, bu barış dininin intihar saldırılarına izin verdiği yönünde son derece hatalı bir düşünceye sahiptirler. Oysa başka insanları öldürmek gibi insanın kendini öldürmesi de İslam'a aykırıdır. Allah, "Ve kendi nefislerinizi öldürmeyin" (Nisa Suresi, 29) ayetiyle intiharı açıkça haram kılmıştır. Bir
insanın, her ne sebepten olursa olsun, kendisini öldürmesi İslam'a göre yasaktır.
Çocuk denecek yaştaki Filistinli gençler, savunmasız insanlar sık sık kurşunlara maruz kalmaktadır.
Harun Yahya (Adnan Oktar)
YENİ ASYA, 21/12/00
79
Filistin halkı aynı zamanda, çok büyük bir ekonomik sıkıntı, açlık ve susuzlukla da mücadele etmektedir.
Peygamberimiz (sav) de bir hadisinde intiharın haram olduğunu belirtmekte ve bu hareketi yapanların ateşle karşılık bulacaklarını bildirmektedir: Kim kendisini dağdan atarak intihar ederse o cehennemlik olur. Orada ebedî olarak kendini dağdan atar. Kim zehir içerek intihar ederse, cehennem ateşinin içinde elinde zehir olduğu halde ebedî olarak ondan içer. Kim de kendisine demir saplayarak intihar ederse, cehennemde ebedî olarak o demiri karnına saplar. (Ramuz El Hadis, cilt 1, 76/12)
Dolayısıyla, her Müslüman, Filistin halkının haklı davasına gölge düşüren bu eylemlere karşı çıkmalıdır. Unutmamak gerekir ki, Kuran ahlakının dışında herhangi bir mücadele şekli -örneğin komünist ideolojinin öngördüğü 'gerilla' yöntemleri- ne doğrudur ne de başarıya ulaşabilir. Bu nedenle Filistin topraklarındaki mevcut durum çok akılcı ve gerçekçi bir şekilde değerlendirilmeli ve Kuran ayetleri rehberliğinde temel hedefi barış ve insanların mutluluğu olan yeni bir strateji belirlenmelidir.
Sonuç Kuşkusuz Filistin topraklarında yaşanan olaylar ile ilgili verilebilecek çok fazla örnek, söylenecek çok söz, yapılacak çok yorum vardır. Ancak unutulmaması gereken gerçek, tüm bu yaşananlar karşısında vicdanlı insanların üzerine düşen sorumluluktur. Filistin'de yaşanan olaylar bir Arap-İsrail savaşından çok
İSLAM'IN KIŞI VE BEKLENEN BAHARI
80
İsrail'in Kudüs Camii yakı nındaki asırlardır kapalı duran bir tüneli açması üzeri ne çı kan olaylarda Fi listin Mali ye Bakanı İsrail li askerlerin sopalı sal dı rı sı na uğramıştı. (en üst sol da) Filistin halkının yarım asırdan uzun zamandır devam eden çilesi, bombalarla, mermilerle ve sopalarla karşılık buluyor.
Harun Yahya (Adnan Oktar)
RADİKAL, 4/10/00
MİLLİ GAZETE, 28/4/01
81
TİME, 7/3/94
TİME, 7/3/94
25 Şubat 1994 günü El Halil (Hebron) kentindeki İbrahim Camii’nde namaz kılan Müslümanlar fanatik bir Musevi tarafından topluca tarandılar. 67 Müslüman olay yerinde şehit olurken, 300’den fazla kişi yaralandı. Alt iki resimde cami saldırısında hayatını yitiren insanlar görülmektedir. Aynı zulüm 2008 yılında da devam etmiş ve Gazze saldırısında yüzlerce Müslüman şehit edilmiştir. (Yandaki resim)
YENİ ŞAFAK, 29/12/08
MİLLİ GAZETE, 10/4/01
Filistin'de yaşananlara tam yarım asırdır tüm dünya şahit oluyor. Bu vahşet dolu zulüm her gün dünyanın dört bir yanındaki gazetelere konu oluyor ve mil yarlarca insanın gözleri önünde cereyan edi yor.
YENİ ŞAFAK, 1/10/00
YENİ ŞAFAK, 14/10/00
SABAH, 30/9/00
NAMLU UCUNDA İBADET
Harun Yahya (Adnan Oktar)
83 daha öte anlamlar ifade etmektedir. Herşeyden önce Filistin'de zor ve baskı altında yaşayan Müslüman halk, önemli bir hak arayışı içerisindedir. Üstelik ateist Siyonistlerin baskısı dindar Musevileri ve dindar Hıristiyanları da mağdur etmektedir. Duvarlar arkasına mahkum edilen sadece Filistinliler değildir. Bölgedeki herkes dilediği gibi seyahat edip, ticaret yapabilecekken İsrail vatandaşları da duvarlar arkasında yaşamaya mecbur bırakılmıştır. İşte bu yüzden Filistin topraklarında devam eden bu büyük zulme dayanak sağlayan ideolojilerle fikri mücadele etmek, bir çözüm yolu bulmak tüm iman edenlerin üzerine düşen bir sorumluluktur. Vicdan sahibi her insanın bu gerçeği düşünmesi ve bir çıkış yolu bulmak için çaba sarf etmesi gerekmektedir. Bu çıkış yolu ise -kitabın diğer bölümlerinde de ifade ettiğimiz gibi- Kuran ahlakının insanlar arasında yaygın bir şekilde yaşanmasıdır. Gerek Filistin topraklarında gerekse savaşların ve çatışmaların yaşandığı pek çok ülkede barış ve huzur ancak bu yolla sağlanabilir. Çünkü Kuran ahlakının emrettiği adalet, yardımlaşma, merhamet, sevgi, şefkat, fedakarlık, affedicilik gibi özellikler yeryüzüne hakim olursa, bunun sonucunda kesin olarak adaletli, barış dolu ve güvenli bir ortam oluşacaktır. Allah "Sizden; hayra çağıran, iyiliği (marufu) emreden ve kötülükten (münkerden) sakındıran bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler işte bunlardır."
(Al-i İmran Suresi, 104) ayetiyle tüm inananlara verilen bu şerefli sorumluluğa dikkat çekmiştir. O halde tüm Müslümanların yapmaları gereken, Allah'ın hoşnut olacağı umulan ahlakı bizzat yaşamak, insanlara anlatmak, Kuran ahlakını tüm dünyaya tebliğ etmektir.
MİLLİYET, 107/101/09
Bu resimlerde görülenlere benzer tek bir karenin bile yaşanmayacağı Hz. Mehdi (a.s.) dönemi, Allah’ın izniyle Darwinizm fitnesinin tamamen ortadan kalktığı, savaşların, korkuların, zulüm ve haksızlıkların tamamen sona erdiği dönem olacaktır.
İSLAM'IN Kışı ve Beklenen Baharı
KEŞMİR Müslüman Keşmir Halkı Yardım Bekliyor
A
sya kıtasındaki pek çok Müslüman halk gibi Keşmir halkı da 20. yüzyılın ikinci yarısını çatışmalarla ve savaşlarla geçirdi. Keşmir'in yaklaşık
50 yıldır barışı, huzuru ve istikrarı yaşayamamasının başlıca nedeni ise işgalci Hindistan yönetiminin baskılarıydı. Keşmir altın, zümrüt ve yakut madenleri bakımından dünyanın en önemli bölgelerinin başında gelmektedir. Hindistan'ın işgali altında bulunan bölge, yüksek dağların üstünde olduğu için tüm bölgeyi rahatlıkla kontrolü altına alabilecek stratejik bir topraktır. İşte sahip olduğu bu stratejik önem ve yeraltı zenginlikleri nedeniyle Keşmir, tarih boyunca pek çok ülkenin dikkatini çekmiştir. Ancak Keşmir'in, bölge ülkelerinin bu kadar dikkatini çekmesinin en önemli nedeni Müslüman olmasıdır.
Harun Yahya (Adnan Oktar)
85 Bağımsız bir İslam devleti olmayı ya da
ÇİN KEŞMİR
Müslüman Pakistan ile birleşmeyi hedefleyen Keşmir'e, ne İslam’a karşı önyargılı tutu-
PAKİSTAN
muyla tanınan Hindistan yönetiminin ne de Rusya'nın ve Komünist Çin'in izin vermeye
NEPAL Yeni Delhi
BUTAN BANGLADEŞ
niyetleri yok gibi görünmektedir. Keşmir
HİNDİSTAN
halkına uygulanan ekonomik ambargoların,
BURMA
şiddet eylemlerinin, sebepsiz tutuklamaların, işkencelerin temel nedeni de Keşmir halkının
BENGAL KÖRFEZİ
Müslüman olmasıdır. Söz konusu güçler, böylece Müslümanların hem ekonomik hem de siyasi açıdan güçlenmesini engellemeyi hedeflemektedirler. Aynı şekilde Müslüman Pakistan yönetiminin de ambargolar ve uluslararası baskılarla Keşmir halkına destek vermesi engellenmek istenmektedir.
Keşmir Üzerinde Oynanan Oyunlar Hint Yarımadası, II. Dünya Savaşı'nın sonuna kadar İngiliz egemenliği altındaydı. İngiliz sömürgeciler alt kıtayı terk ettiklerinde Hintli Müslümanlar Hindulardan ayrı bir devlete sahip olmayı istediler ve Pakistan'ı kurdular. Pakistan ve Hindistan arasında nüfus mübadelesi yapıldı; Hindistan sınırları içinde yaşayan çok sayıda Müslüman Pakistan'a göç etti. Ancak nüfusunun ezici çoğunluğu Müslümanlardan oluşan Cammu/Keşmir eyaleti, Hint yönetiminin entrikaları ve İngilizler'in de desteğiyle Hindistan egemenliğinde kaldı. O tarihten bu yana Keşmir halkı Hint zulmü altında yaşadı. Keşmirli Müslümanlar Hint yönetimine direnmek ve bağımsızlıklarını kazanmak istediler. Buna karşın Hint güçleri tarafından, ülkede 1947, 1965 ve 1971 yıllarında üç büyük katliam gerçekleştirildi. On binlerce Keşmirli Müslüman öldürüldü, 4.000'den fazla kadın işkenceye ve tecavüze uğradı. İslami bilincin engellenmesi için din eğitimi veren okullar kapatıldı.18 1990 yılından sonra ise Keşmir'deki soykırım ve asimilasyon hareketi en acımasız şeklini aldı. İnsanlar sebepsiz yere gözaltına alınıp, işkence altında öldürüldüler. Evler kundaklandı, savunmasız insanlara türlü baskılar uygulandı, gazete ve okullar kapatıldı. Hint yönetimi sadece silahlı saldırılara başvurmakla da yetinmedi. Tarım için kulla-
İSLAM'IN KIŞI VE BEKLENEN BAHARI
86 nacağını açıkladığı barajları dahi Müslümanlara karşı işkence amaçlı kullandı. Barajları ağzına kadar su doldurup, muson yağmurları ile birlikte kapakları birden açarak, bölgenin aşağı kesimlerinde bulunan özgür Keşmir ve Pakistan'ı sular altında bıraktı. Bunların sonucunda binlerce insan hayatını yitirdi ve çok büyük maddi hasarlar oldu. 1993 yılı Ekim ayında Keşmir'in başkenti Sirinagar'da Hazratbal Camisi'ne karşı büyük bir saldırı gerçekleştirildi. Hindistan makamlarının, Müslümanların sözde askeri karargahı olarak nitelendirdikleri Hazratbal Camisi yaklaşık bir ay süre ile kuşatıldı. Kuşatma sırasında 100'den fazla insan öldürüldü. 300 masum insan tutuklandı. Kentin elektrik ve suyu kesildi. Keşmir'de, Hint yönetiminin sürdürdüğü vahşetin yanısıra bir de mülteci sorunu yaşanmaktadır. Aşağıda Keşmir'deki mülteci kamplarını ziyaret eden Kanal 7 muhabiri Sefer Turan'ın aktardığı izlenimlere yer verilmiştir. Yalnızca bu tasvirler dahi bir insanın vicdanını harekete geçirmek için yeterlidir. Söz konusu gazetecinin yazısında, kamptaki hayat şu şekilde tasvir edilmiştir: Ambor mülteci kampı 1990 yılında Cammu Keşmir'den kaçan Keşmirliler için kurulmuş. Hayat standartları normalin çok çok altında. Küçük küçük toprak evlere insanlar adeta tıkışmış. Girdiğimiz tek odalı bir evde bir tek yatak var. Kaç kişi kaldığını sorduğumuzda aldığımız cevap "9 kişi". Kampta toplam 1.110 kişiden oluşan 214 aile yaşıyor. Hayat standartlarının çok düşük olduğunu görmek için topraktan yapılmış evlerden bir tanesine girmeniz yeterli. Evler genelde iki odalı. Odalarda birkaç tane kullanılamayacak çanak çömlek. Bir veya iki tane yatak. Yataklara yatak demek için bin şahit gerekli. Köşede oturmuş bir anne, kucağında bebeği. Kimi zaman içerisinde tutuşturulmuş üç beş dal parçasının bulunduğu toprak ocakta kaynayan bir kazan. Etrafta kuru veya yaş yiyecek adına hiçbir şey yok! Ama utandığımdan hiçbir kazanın kapağını açma cesareti bulamadım. Hangi çadıra girdiysek ortada ne yiyecek adına ne yatacak adına hiçbir şey görmedik! Çadırların birinde ortada yerde küçük eski bir bez parçası seriliydi. Belli ki yatak olarak kullanılıyordu. "Bu çadırda kaç kişi kalıyor?" diye sorduğumda aldığım cevap "11 kişi" idi... Ve dışarıda yine tek tük kaynayan bir saç kazan! 19
Yukarıda verdiğimiz örnek dünyanın dört bir yanında yaşanan mülteci dramlarından sadece bir tanesidir. Filistin'deki milyonlarca mültecinin, Kosova Savaşı sırasında mülteci durumuna düşen bir milyona yakın Müslümanın, yine yüz binlerce Çeçen mültecinin yaşam şartları bundan çok daha kötüdür. İşte tüm bu olaylarda, Allah'a iman eden vicdanlı insanların çıkarmaları ge-
Harun Yahya (Adnan Oktar)
87
Keşmir'deki mül teci kamplarında çok büyük bir insanlık trajedi si yaşanı yor. Tek odalı ve tek yataklı çadırlarda 10'a yakın ki şi kalı yor. Açlık, susuzluk ve sal gın hastalıklarla mücadele eden Müslüman Keşmir hal kı nın bulabil di ği tek yi yecek bir kazan suyun içine atıl mış, birkaç dal dan ibaret...
reken hikmetler vardır. Yeryüzündeki her olay insanların denenmesi için bir hikmet ve hayırla yaratılmaktadır. İnananların, yukarıda anlattığımız denemelerden çıkarmaları gereken hikmet ise, Allah'ın varlığını ve Kuran ahlakının güzelliklerini tüm dünyaya anlatmanın ne kadar önemli olduğu gerçeğidir. Bu gerçek karşısında yapmaları gereken ise, insanları kötülükten men etme, onlara iyiliği emretme ve Allah'ı inkar eden her türlü akıma karşı fikri bir mücadele yürütme görevlerini yerine getirmektir. Bunun neticesinde Allah'tan korkan, güçlü vicdana sahip insanlar ortaya çıkacak ve tüm zalimlikler birer birer ortadan kalkacaktır. İnsanlara zulmedenler ise yaptıklarının karşılığını hem dünyada hem de ahirette eksiksiz olarak alacaklardır. Allah bu gerçeği bir ayette şu şekilde bildirir: Gerçekten Allah'a ve Resûlü'ne karşı (onların koydukları sınırları tanımayıp kendileri sınır koymaya kalkışmakla) başkaldıranlar, kendilerinden öncekile-
İSLAM'IN KIŞI VE BEKLENEN BAHARI
88 rin alçaltılması gibi alçaltılmışlardır. Oysa Biz apaçık ayetler indirdik. Kafirler için küçültücü bir azap vardır. Allah, hepsini dirilteceği gün, onlara neler yaptıklarını haber verecektir. Allah, onları (yaptıklarıyla bir bir) saymıştır; onlar ise onu unutmuşlardır. Allah, herşeye şahid olandır. (Mücadele Suresi, 5-6)
Bu mücadelenin temeli ise her türlü zulmün, çatışmanın, kaosun altından çıkan dinsiz felsefeler ile yapılacak olan fikri mücadeledir. Barışı, uzlaşmayı, sevgiyi, şefkati temel alan bu mücadele, insanların vicdanlarını harekete geçirecek ve mazlum insanların zulüm görmelerini engelleyecektir. Böyle bir mücadelenin varacağı sonucu ise Allah, Enbiya Suresi'nde bizlere şöyle müjdelemiştir: "Hayır, Biz hakkı batılın üstüne fırlatırız, o da onun beynini darmadağın eder. Bir de bakarsın ki, o, yok olup gitmiştir. (Allah'a karşı) Nitelendiregeldiklerinizden dolayı eyvahlar size." (Enbiya Suresi, 18)
Dünyanın Görmezlikten Geldiği Bir Zulüm Hindistan'ın Keşmir'de bu denli büyük bir baskı politikasını elli yılı aşkın bir süredir rahatlıkla sürdürebilmesi, Batı'daki bazı çevrelerden aldığı açık ve kapalı desteğin bir sonucudur. Keşmir'deki Müslümanlar, Birleşmiş Milletler'in hiçbir güvenilirliği olmayan kararları sonucunda radikal Hinduların baskıcı yönetimine terk edilmişlerdir. Nüfusunun tamamına yakını Müslüman olan Keşmir'in, bağımsız olma çabası ve Pakistan'ın buna verdiği haklı destek, Batı'nın haksız politikası ile baltalanmıştır. Batı ve özellikle de Amerikan medyası Hindistan'ın yanındadır. Dikkat edilirse, büyük Amerikan gazeteleri Keşmir'deki vahşete hemen hiç değinmezler. Değindiklerinde ise, bu haberi "Hindistan'a ait bir bölgedeki iç isyanın bastırılması" havasında sunarlar. Örneğin New York Times, 22 Ocak 1990 tarihli sayısında Pakistan'ı Keşmir'deki sözde "ayrılıkçı" Müslüman grupları destekleyerek "ülkedeki istikrarı bozmak"la suçlayan bir yorum yayınlamış ve Pakistanlıların büyük tepkisini almıştı.20 Batı medyasında bu tür yorumlara sık sık rastlamak mümkündür. Son yıllarda ise bölgedeki Hint yönetimi baskı ve asimilasyonu şiddetlendirmiştir. Bir de hükümetin kontrol edemediğini söylediği, oysa aralarındaki anlaşmazlığın "danışıklı dövüş" şeklinde olduğu herkesçe bilinen "fanatik Hindu örgütleri" vardır. Bu örgütler, Babür Şah Camisi katliamında olduğu gibi, Keşmirli Müslümanların tamamen yok edilmesini hedeflemektedir. Peki bu durumu nasıl açıklayabiliriz? Acaba neden Amerika ve onun paralelindeki Birleşmiş Milletler gibi Batılı güçler Keşmir halkını Hindistan baskısı
Harun Yahya (Adnan Oktar)
89
Özel likle de 1980'li yıl lardan sonra güçleri ni artı ran İslam karşı tı radikal Hindu gruplar, Müslümanlara yönelik büyük öl çekli sal dı rı larda bulunuyorlar. Hindistan'da Müslüman kim li ği nin tek bir kalıntı sı nın dahi kal maması nı isteyen bu gruplar, masum hal ka yönelik vahşet dolu katliamlarla birlikte büyük bir asi mi lasyon poli ti kası da yürütüyorlar. Buna rağmen İslami eği ti min, Kuran okumanın, cezaevlerinde ibadetin yasaklandı ğı, şehir ve kasaba isim leri nin Hindulaştı rıl dı ğı Keşmir'de hal kın İslami duyarlı lı ğı gün geçtikçe artı yor. En altta sağdaki resim de görülen Kuran yakma olayları ise bazı radikal Hindu askerleri n İslam karşıtı tavırları na bir örnek teşkil ediyor.
İSLAM'IN KIŞI VE BEKLENEN BAHARI
VAKİT, 6/2/10
90
Keşmir nüfusunun %90'ı Müslüman. Böl gede 4 mil yon nüfusa karşı lık Hindistan'ın 700.000 ki şi lik ordusu bulunuyor. Sadece 1990-1999 yıl ları arasında Hint sal dı rı ları sonucunda ölen kadın, çocuk ve asker sayı sı 65.000'den fazla. Ortalama her gün 20 Müslüman şehit edi li yor, kadınlar toplu tecavüzlere uğruyor, medrese ve hastaneler bom balanıyor, okul lar ateşe veril iyor...
AKİT, 28/3/01
VAKİT, 3/8/10
MİLLİ GAZETE, 4/3/01
AKİT, 2/3/01
VAKİT, 14/6/2009
Harun Yahya (Adnan Oktar)
91
İSLAM'IN KIŞI VE BEKLENEN BAHARI
92 altında bırakmayı, Hint terörüne destek olmayı ısrarla sürdürmektedirler? Bu sorunun cevabı dünya üzerindeki pek çok ülkede ve uluslararası örgütlerde mevcut olan İslam karşıtı lobilerdir. Sonuç olarak, Keşmirli Müslümanlar yarım yüzyıldır yalnızca Hindistan'la, ya da radikal Hindu örgütleriyle değil, aynı zamanda bunları perde arkasından destekleyen Batılı güçlerle de savaşmaktadır. Batılı güçlerin olaya dahli, özellikle propaganda boyutunda ortaya çıkmaktadır. Keşmirli Müslümanlara karşı uygulanan vahşet feci boyutlardadır. Ancak tarih boyunca olduğu gibi, günümüzde de türlü propaganda yöntemleriyle Keşmir ve bölgesinde yaşananlar, insanlara çok farklı şekilde aksettirilmektedir. Uygulanan zulümler, işkenceler, masum insanlara yapılan baskılar gizlenmekte, sonuçta
DÜNYADAKİ ZULMÜN DURMASI İÇİN TEK ÇÖZÜM TÜRK İSLAM BİRLİĞİDİR
Harun Yahya (Adnan Oktar)
93 tüm dünya olan bitenler karşısında sessiz kalmaktadır. İnsan hakları örgütlerinin hazırladıkları raporlar adeta yokmuş gibi davranılmaktadır. Hint zulmüne karşı direnen, kendi topraklarında barış içinde yaşamak için mücadele veren Keşmirliler dünyaya radikal terörist gruplar olarak tanıtılmaktadır. Başta da belirttiğimiz gibi, Pakistan'ın ise bu grupları desteklediği, eğer Pakistan'ın telkin ve kışkırtmaları olmasa Keşmir ve Hindistan arasındaki sorunların kısa sürede aşılacağı iddia edilmektedir. Bu nedenle de sorunlara neden olarak Müslüman Pakistan yönetimi gösterilmekte ve bu ülkelerin Batılılar tarafından güçlü bir şekilde baskı altına alınmasının sorunları çözmede yardımcı olacağı söylenmektedir. Aslında bu, söz konusu İslam karşıtı lobilerin Keşmir üzerindeki politikalarının yeni çizgisidir. Pakistan'ın, ambargo ve terörist ülkeler listesine dahil edilme tehditleriyle ya da Batılı ülkelerin yüklü kredilerini kesme dayatmalarıyla Keşmir davasından uzaklaştırılması, yalnız kalan İslam toprağı Keşmir'in de bir hamlede düşürülmesi demek olacaktır. Oysa yarım asıra yakın bir zamandır Hint zulmüyle karşı karşıya kalan Keşmir halkının tek dileği, dinlerini rahatça yaşayabilecekleri, insanların sadece Müslüman oldukları için zulüm görmeyecekleri, çocuklarını barış ve güven içinde büyütebilecekleri bir toprağa sahip olmaktır. Keşmirli Müslümanların bu en meşru haklarından dahi yoksun bırakılmaları, dahası türlü işkencelere maruz kalmaları, dinsizliğe karşı İslam'ı güçlendirmenin ve vicdanlı insanları bilinçlendirmenin ne kadar acil ve önemli bir görev olduğunu bize bir kez daha göstermektedir. Kuşkusuz bu olaylar karşısında vicdan sahibi insanların duyarsız kalması, bunları görmezlikten gelmesi mümkün değildir. Yaşanan haksızlıkların gündemde tutulması, yeryüzünde huzurun, barışın ve adaletin ancak Kuran ahlakının yaşanması ile mümkün olacağının tüm insanlara anlatılması günümüzde en önemli sorumluluklardan biridir. Ayrıca inananların Allah'ın yardımı ile müjdelenmesi, zalimlerin ise tevbe etmedikleri sürece karşılaşacakları son ile korkutulmaları da Müslümanlar için bir ibadettir. Ayetlerde zalimler ile iman edenlerin alacakları farklı karşılık şöyle haber verilmiştir: Şüphesiz Biz elçilerimize ve iman edenlere, dünya hayatında ve şahitlerin duracakları gün elbette yardım edeceğiz. Zalimlere kendi mazeretlerinin hiçbir yarar sağlamayacağı gün; lanet de onlarındır, yurdun en kötüsü de. (Mümin Suresi, 51-52)
İSLAM'IN Kışı ve Beklenen Baharı
DOĞU TÜRKİSTAN Komünist Çin Yönetimi'nin Gizlediği Büyük Zulüm
2
0. yüzyılda dünyaya dehşet saçan ideolojilerin başında komünizm gelmekteydi. Karl Marx ve Friedrich Engels isimli iki Alman felsefecinin
fikirlerine dayanan bu ideolojinin, Lenin, Stalin, Mao gibi zalim liderler tarafından uygulanmaya konmasıyla, dünya tarihinin en büyük kıyım ve katliamları gerçekleştirildi. Her ne kadar Sovyetler Birliği'nin dağılmasıyla komünizmin siyasi bir rejim olarak çöktüğü kabul edilse de, komünist ideoloji ve uygulamaları -gizli veya açık- hala devam etmektedir. Bugün Doğu Türkistan'da yaşayan Müslüman Türkler, hala Maocu Kızıl Çin rejiminin zulmü altında yaşamaktadırlar. Batılı ülkeler ise, Doğu Türkistan'daki insan hakları ihlallerini her zamanki gibi görmezlikten ve duymazlıktan gelmektedir.
Harun Yahya (Adnan Oktar)
95
Doğu Türkistan'da Çin Zulmü
RUSYA
Doğu Türkistanlı Müslüman TürkKAZAKİSTAN
ler, yaklaşık 250 yıldır Çin egemenliği
MOĞOLİSTAN
altında yaşamaktalar. Çinliler, bir İslam toprağı olan Doğu Türkistan'a "kazanılmış topraklar" anlamına gelen "Sincan"
KIRGIZİSTAN DOĞU TÜRKİSTAN TACİKİSTAN
adını koydular ve burayı kendi toprak-
ÇİN
ları olarak tanımladılar. 1949 yılında Mao
önderliğindeki
komünistlerin
KEŞMİR PAKİSTAN
Çin'in yönetimini ele geçirmelerinin ardından, Doğu Türkistan üzerindeki bas-
HİNDİSTAN
NEPAL
kılar eskisine oranla daha da arttı. Ko-
BUTAN BANGLADEŞ
münist rejim, asimile olmayı reddeden Müslümanların fiziksel olarak imhasına yöneldi. Katledilen Müslüman sayısı korkunç boyutlardaydı. 1949-1952 yılları arasında 2 milyon 800 bin; 1952-1957 arasında 3 milyon 509 bin; 1958-1960 yılları arasında 6 milyon 700 bin; 1961-1965 yılları arasında 13 milyon 300 bin kişi ya Çin ordusu tarafından katledildi ya da rejimin doğurduğu kıtlık sonucunda öldü. Halkın hayatta kalabilen bölümü ise büyük baskı ve işkencelere maruz bırakıldı. Doğu Türkistan'ın uzun süre sürgünde yaşayan merhum lideri İsa Yusuf Alptekin, Türkiye'de yayınlanan Doğu Türkistan Davası ve Unutulan Vatan Doğu Türkistan adlı kitaplarında söz konusu baskı ve işkenceleri ayrıntılarıyla anlatır. Bu kitaplarda anlatıldığına göre, Doğu Türkistan'da halka uygulanan baskılar, Sırpların, Bosna'da Müslüman Boşnaklara veya Kosova'da Arnavut çoğunluğa uyguladıklarından farklı değildir. Ülkedeki Çin mahkemelerinin "ceza" yöntemleri de son derece acımasız ve vahşicedir. Diri diri toprağa gömmek, öldüresiye dövülen bir insanı çıplak halde karlarda yatırmak, iki bacağı iki ayrı öküze bağlanan bir insanı ikiye bölmek gibi "ceza"lar uygulanmıştır.
Asimilasyon ve Köklü Bir Kültürü Yok Etme Uygulamaları Komünist rejim, 1949 yılından itibaren, bir yandan Müslümanları imha ederken bir yandan da bölgeye sistemli bir biçimde Çinli göçmen yerleştirdi. Çin
İSLAM'IN KIŞI VE BEKLENEN BAHARI
96 hükümetinin 1953 yılında başlattığı bu kampanyanın etkisi son derece düşündürücüdür. 1953 yılında bölgede %75 Müslüman, %6 Çinli yaşarken bu oran 1982 yılında %53 Müslüman, %40 Çinli'ye yükseldi. 1990 yılında yapılan nüfus sayımında ulaşılan %40 Müslüman, %53 Çinli nüfus oranı bölgedeki etnik temizliğin boyutlarını göstermesi açısından son derece önemlidir. Bugün ise Uygurlar köylerde oturmaya zorlanırken, Çinliler şehirlere yerleştirilmektedir. Bu sebeple bazı şehirlerde Çinli nüfus %80'lere çıkmaktadır. Hedef, şehirlerde Çinlileri çoğunluk haline getirmektir. Çin Hükümeti'nin Doğu Türkistanlıları Çinlilerle evlendirmek için uyguladığı yöntemler ise bu asimilasyon çalışmalarının bir parçasıdır. Bu arada Çin yönetimi, Doğu Türkistanlı Müslümanları nükleer denemelerinde kobay olarak kullanmıştır. İlk olarak 16 Ekim 1964 tarihinde başlatılan nükleer denemelerin olumsuz etkileri yüzünden bölge insanı ölümcül hastalıklara yakalanmış, 20 bin özürlü çocuk dünyaya gelmiştir. Nükleer denemeler nedeniyle ölen Müslüman sayısının 210 bini bulduğu bilinmektedir. Binlerce insan ise ya sakat kalmış ya da kanser gibi hastalıklara yakalanmıştır. Çin 1964'ten günümüze kadar Doğu Türkistan topraklarında elliye yakın
MÜSLÜMANLAR ÜZERİNDE NÜKLEER DENEME
AKİT, 12/10/00
-1964'ten bu yana Çin'in, Doğu Türkistan'da bulunan nükleer merkezinde yaptı ğı 44 nükleer deneme sonucunda 210 bin insan hayatı nı kaybetmiştir, binlercesi ise sakat kal mış, kanser gi bi hastalıklara yakalanmış, binlerce çocuk sakat doğmuştur. (http://www.otuken.net/dt/8/8.html) Komünist Çin bugün soydaşları mı zı Türk ve Müslüman ol dukları için soykı rı ma uğratırken, bazı Maocuların halen Mao hayranlıkları nı di le geti rebil meleri çok vahim bir durum dur. Zayıf bı rakıl mış, dünya ile irti batı kesil miş, çaresizlik içinde yardım bekleyen bu insanlara yardım eli ni uzatacakları na, onlara zul medenlerin önderlerini övecek kadar büyük bir hıyanet gösterenler, Türk Mil leti'nin güçlü vicdanında yargılanmaktadır.
Harun Yahya (Adnan Oktar)
97 atom ve hidrojen bombası patlatmıştır. İsveçli uzmanlar, 1984 yılında yapılan yeraltı nükleer denemesinde kullanılan bombanın Richter ölçeğiyle 6.8 şiddetinde yer sarsıntısına sebebiyet verdiğini tespit etmişlerdir.
Zulmün Asıl Nedeni: İslam Karşıtlığı Çin'in, Doğu Türkistan'daki halka uyguladığı zulmün en önemli nedeni halkın Müslüman olmasıdır. Çünkü komünist Çin, bölge üzerindeki hakimiyet ve sultasını kuvvetlendirmeye karşı en büyük engel olarak halkın İslami kimliğini görmektedir. Halkı dininden vazgeçirmek için her türlü yıldırma ve baskı yöntemini kullanan Çin şovenizmi, en fanatik dönemini komünist diktatör Mao'nun 1966-1976 yılları arasında uygulattığı Kültür Devrimi esnasında yaşadı. Camiler yıkıldı, toplu ibadet yasaklandı, Kuran kursları kapatıldı ve bölgeye yerleştirilen Çinliler Müslümanları taciz etmek için her yolu denediler. Okullarda dinsizlik propagandası yapıldı. Ayrıca bütün iletişim araçları vasıtasıyla insanların dinden soğutulmaları için yoğun çaba harcandı. Dini ilimlerin öğrenilmesi ve dini bilgilere sahip öncü kişilerin halkı eğitmeleri ise tamamen yasaklandı. Buna rağmen halkın İslami kimliği yok edilemedi.21 Günümüzde Müslüman halka uygulanan sindirme ve baskı yöntemlerinden biri ise eğitim alanında kendini göstermektedir. Bölgedeki üniversitelerde eğitim Çince'dir. Bu üniversitelerde okumasına imkan tanınan Müslüman öğrencilerin oranı ise ancak %20'dir. Ekonomik güçlükler ise, Müslüman halkın eğitim seviyesini düşüren önemli bir etkendir. Çince eğitim yapan orta dereceli okullar gelişmiş imkanlara sahipken, Uygur okullarında sıra bile bulunmamaktadır. Okullarda din dersi programlarının esası ateOtuz yılda dört defa alfabelerinin değiştirilmiş olması da yine bölgedeki Müslümanlara yapılan asimilasyon uygulamalarının bir parçasıdır. Mao, kültür devrimine rağmen Çin alfabesine dokunmazken, Uygur alfabesini İslam harflerinden Kirilce'ye çevirmiştir. Bir müddet bu alfabe kullanıldıktan sonra Latin
HÜRRİYET, 10/7/09
izm üzerine bina edilmiştir.
İSLAM'IN KIŞI VE BEKLENEN BAHARI
98 harflerine geçilmiş, ancak bu defa da Türkiye ile kültür köprüleri kurulmasın diye tekrar İslam harflerine dönülmüştür. Alfabe ile bu kadar sık oynamanın nesiller arası anlaşmayı ne kadar zor bir hale getireceği ise açıktır.
Komünist Çin'in Uzakdoğu'daki Anti-İslami Rolü Doğu Türkistan'da Müslüman Türklere yönelik zulüm şiddetle devam etmektedir. Çin resmi görevlileri, Türk gençlerini potansiyel olarak rejim karşıtı görerek sebepsiz yere evlerinden toplamaktadır. Gençler ise, bu zulümden kurtulmak için dağlara veya çöle kaçmaktadır. 1996 yılından beri on binlerce Uygur Türkü, kamplarda tutulmaktadır ve bu kamplardakilere ağır işkenceler yapıldığı bilinmektedir. Bir insan hakları örgütünün resmi yazısında da belirtildiği gibi sanıklar, tek celsede biten davalarda ya kürek cezasına mahkum edilmekte ya da meydanlarda infaz mangaları tarafından kurşuna dizilmektedir. Çünkü mahkemeler, komünist partinin talimatı ile çalışmaktadır. En dehşet verici olansa hamile kadınların evlerinden alınarak gayrı sıhhi şartlarda kısırlaştırılmaları, sınırlama fazlası doğan bebeklerin ailelerine rağmen öldürülmeleridir. 1997 yılının Şubat ayında patlak veren olaylar sırasında yaşananlar ise, Çin zulmünün bir özeti niteliğindeydi. Çin milis güçleri, 4 Şubat'a rastlayan Kadir gecesinde, Kandil nedeniyle bir mescitte toplanan 30'un üzerindeki kadını, Kuran okurlarken demir sopalarla dövdüler ve sürükleyerek emniyet merkezine götürdüler. Mahalle sakinleri ise merkeze giderek kadınların serbest bırakılmalarını istedi. Bunun üzerine işkence ile öldürülen 3 kadının cesedi önlerine atıldı ve galeyana gelen halk ile Çinliler arasında çatışmalar başladı. 4-7 Şubat arasında 200 Doğu Türkistanlı hayatını kaybederken, 3 500'den fazlası kamplara kapatıldı. 8 Şubat sabahında ise bayram namazı için camilerde toplanan halkın namaz kılması güvenlik güçlerince engellendi. Bunun üzerine çatışmalar tekrar alevlendi ve sonuç olarak Nisan-Aralık 1996 arasında 58 bin olan tutuklu sayısı, bir anda 70 bini geçti. 100 kadar genç meydanlarda kurşuna dizilirken, 5 bin Uygur Türkü çırılçıplak soyularak 50'şer kişilik gruplar halinde meydanlarda teşhir edildiler. Batılı güçler ise her zamanki gibi tüm bu vahşete karşı tepkisiz kaldı. Birleşmiş Milletler'in soykırım için yaptığı tanım, Çin işgali altındaki Doğu Türkistan'daki duruma tam olarak uymaktadır. Buna rağmen Doğu Türkistanlılar, Birleşmiş Milletler'in koruyucu şemsiyesi altına girememektedir. Birleşmiş Milletler'e yapılan tüm başvurular geri çevrilmektedir. 25 milyon Doğu Türkis-
MİLLİ GAZETE, 14/2/01 MİLLİ GAZETE, 14/8/00
KENDİ TOPRAKLARINDA İŞKENCE
Komünist Mao yöneti mi, 1949 yı lından sonra 35 mil yon Uygur Türkünü katlettirdi. Sağ kalanlar ise büyük işkenceler gördü. Bazı Müslümanlar di ri diri toprağa gömül dü, öl düresi ye dövülerek çıplak hal de karlarda yatı rıl dı. Bazı ları, iki bacağı iki ayrı öküze bağlanarak ortalarından iki ye bölündü. Hiçbir soydaşı mı zın di ni ni yaşaması na izin veril medi. Bugün Mao'nun yolunu izleyen Kı zıl Çin, aynı zul me devam etmektedir. Hiçbir insan hakları kurumunun girmesi ne izin veril meyen, haberleşmesi tamamen Maocu Çin devleti nin kontrolü al tında olan Doğu Türkistan'da, Müslümanlar büyük bir zulüm al tında yaşamaktadır. İki yıl içinde (1995-1997) Çinli ler tarafından sebepsiz yere tutuklanan Uygur Türkleri nin sayı sı 560.000'den fazladır. 1995 ile 1997 yıl ları arasında Doğu Türkistan'ın genelinde Kı zıl Çin'in işkencesi sonucunda öl dürülen ve kaybolanların sayı sı ise 5.000'den fazladır.
İSLAM'IN KIŞI VE BEKLENEN BAHARI
100 tanlı Müslüman, halen Çin baskısı altındadır ve dünya bu zulme göz yummaktadır. Binlerce siyasi tutuklu vardır ve bazıları hapishanelerde "kaybolmuş" durumdadır. Tutuklulara işkence yapılması ise artık sıradan bir olay haline gelmiştir. Doğu Türkistan'daki bu vahşeti engellemek için, öncelikle Doğu Türkistan gerçeğini dünyaya duyurmak ve Çin'in bu konuda geri adım atmasını sağlayacak bir uluslararası yaptırım sağlamak gerekmektedir. Çünkü Doğu Türkistan'daki vahşetin en garip yönü, dünyada hemen hiç bilinmemesi ve anılmamasıdır. Çin, kapalı kapılar ardında katliam yapmaktadır ve mazlum Doğu Türkistan halkı dünyaya sesini duyurma imkanlarına sahip değildir. Dünya insanlarının elbirliğiyle Doğu Türkistan davasına sahip çıkması zorunludur. Doğu Türkistan'da yaşanan bu vahşetin ve zulmün temelinde, komünist Çin'in sahip olduğu dinsiz felsefenin olduğu unutulmamalıdır. Savunmasız bir halka karşı yöneltilen bu insanlık dışı savaş, materyalist ve dinsiz komünist düşüncenin bir sonucudur. Komünizmin acımasız liderleri 20. yüzyılda, arkalarında kanlı bir ideoloji ve milyonlarca ölüyü bırakmış, vahşi katliamlara imza atmışlardır. Doğu Türkistan bu örneklerden sadece bir tanesidir. Bu belaların tekrar insanlığa zarar getirmelerini engellemenin tek yolu ise, komünizm gibi dinsiz ideolojilerle fikri mücadeleden geçmektedir. Komünist ideolojinin temel dayanaklarının ortadan kaldırılması, komünist zulme de dur demede ilk adım olacaktır. Kitabın ilk bölümünde de vurguladığımız gibi, komünist ideolojinin temel dayanağı Darwinizm'dir. Marksist felsefenin kurucusu olan Karl Marx Das Kapital adlı yapıtını hayran olduğu Darwin'e ithaf etmiştir. Dünyaca ünlü Marksist-evrimci bilim adamı Stephen Jay Gould da Ever Since Darwin adlı kitabında şunları yazmıştır: ... Marx ile Darwin yazışırlardı ve Marx, Darwin'e büyük saygı gösterirdi... Aslında Darwin ... bir devrimciydi.22
Komünist Çin'in lideri Mao ise, bir söylevinde, "Çin sosyalizminin temeli, Darwin'e ve evrim teorisine dayanmaktadır" diyerek, uyguladığı vahşetin dayanağını açıkça ifade ediyordu.
23
Marksizm bağlılarının bu sözleri, geçmişte
Rusya, Çin gibi ülkelerde yaşanmış olan ve bugün Çeçenlere, Doğu Türkistan'daki Müslümanlara yapılan acımasız zulmün arkasında yatan ideolojinin Darwinizm olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Bu zulmün sona ermesi, dünyada barış ve huzurun hakim olması için Darwinist iddiaların geçersizliğinin ortaya konması gerekmektedir. (Darwinizm'in bilimsel ve ideolojik çöküşü için bkz. Evrim Yanılgısı bölümü)
Harun Yahya (Adnan Oktar)
101
Kı zıl Çin, Uygur Türkleri ne bir çocuktan fazla çocuk sahi bi ol ma hakkı nı tanı mamaktadır. İl gi li bi rim ler tarafından, ikinci çocuğa hami le olan kadınların tespi ti halinde, hami lelik safhası 9. ayında bi le ol sa bu durum daki kadınlar polis tarafından evlerinden alı narak, sağlıksız ve teknik donanım dan yoksun sözde sağlık merkezlerinde kürtaj edil mektedirler. Bunun neti cesinde de birçok Uygur kadı nı hayatı nı kaybetmektedir. Ağustos 1997 tari hinde, Doğu Türkistanlı bir kadın kürtaj ol maya zorlanmış, ayrı ca kocası da ağır para cezası na çarptı rıl mıştır. Zorla evinden alı nan kadın bir fırsatı nı bularak sağlık merkezinden kaçmış ve bir mezarlıkta kendi başı na bebeği ni dünyaya getirmiştir. Daha sonra bi ri nin yardı mıyla mezarlıktan alı narak evi ne götürülen kadın bir ihbar üzeri ne yeni den yakalanmış ve götürül düğü polis merkezinde bebeği sı cak suya batı rıl mak suretiyle katledil miştir. Bu örnek, Doğu Türkistan'da kat ledi len binler ce anne ve bebekten sadece bir tanesi dir. (http://www.otuken.net/dt/4/4.html) Tüm dünya ile bağlantı sı kesi len ve Maocu reji min zul mü al tında yaşayan Müslüman Uygur Türkleri çaresizlik içinde yardım beklemektedir. Bu mazlum insanlara yardım görevi ise, herkesten önce Müslüman Türk Mil leti'ne düşmektedir.
YENİ BİNYIL, 25/8/00
YENİ ŞAFAK, 12/5/01
SABAH, 28/8/00
MAOCU KIZIL ÇİN'DE UYGUR KADINLARI KÜRTAJA ZORLANIYOR, BEBEKLER DOĞAR DOĞMAZ ÖLDÜRÜLÜYOR
İSLAM'IN KIŞI VE BEKLENEN BAHARI
102
Doğu Türkistan'da Etnik Çatışma Oluşturmak İsteyenlerin Karanlık Oyunları Amacına Ulaşmayacaktır Uygur Türkleri efendiliğiyle, dürüstlüğüyle, sabrıyla, yatıştırıcı olmasıyla, devlete itaatiyle, mütevaziliğiyle, sadakat ve vefasıyla ün kazanmış asil bir halktır. Bu güzel insanlar, İslam ahlakının gereği olan affedicilik, barışseverlik, sevecenlik, farklı düşüncelere ve inançlara saygı göstermek, insanları ırklarına göre değil ahlaklarına göre değerlendirmek gibi güzel hasletlere sahiptir. Dolayısıyla, bölgede yaşayan diğer halklarla özellikle de Han Çinlileriyle hiçbir zaman etnik kökene dayalı bir çatışmaları olmamıştır, bundan sonra da olmayacaktır. Uygur Türkleri, Doğu Türkistan topraklarında her dinden, her etnik kökenden ve her düşünceden insanın birarada, birbirlerinin yaşam haklarına saygı duyarak, huzur ve güven içinde yaşayabilecekleri bir ortam istemektedir. Bunun sağlanabilmesi için izlenmesi gereken önemli yollardan bazıları şunlardır: 1. Uygur Türklerinin barıştan ve huzurdan yana oldukları açıktır. Ancak bölgede sükunetin sağlanabilmesi, Uygurlu kardeşlerimizin güvenliğinin garanti edilmesiyle mümkündür. Bu hususta uluslararası camiaya önemli sorumluluklar düşmektedir. Uygurlu kardeşlerimizin ve Çinli kardeşlerimizin kardeşçe birarada yaşama imkanının sağlanması ve bazı Han Çinlilerinin aşırılıklarının engellenmesi için uluslararası toplulukların ve kuruluşların gerekli desteği vermesi gerekir. BM başta olmak üzere bu kuruluşların Çin yönetimi üzerinde oluşturacakları demokratik baskı, Çin Hükümeti'nin Uygurlu kardeşlerimizin sorunlarına ve haklı taleplerine karşı daha barışçıl, insan haklarına saygılı, özenli bir yol izlemesini sağlayacaktır. Gerekli teşvik ve yönlendirmeler yapıldığında, uluslararası camianın garantör bir tavrı olduğunda bölgede sükunetin sağlanması daha kolay olacaktır. 2. Çin'in ulusal ve ekonomik menfaatlerini koruma duygusu içinde olması doğaldır. Ancak baskıyla, zorla ve tahakkümle bu sağlanmaz. Çin'i müreffeh kılacak, ekonomik ve sosyal kalkınmasını sağlamlaştıracak olan yol, insan haklarına saygılı, demokrat, sevecen, fikir ve inanç özgürlüğünü koruyan bir anlayış içinde olmasıdır. Çin'in enerji kaynaklarına ulaşamamak, ekonomik yönden kayba uğramak, topraklarını kaybetmek, dağılıp parçalanmak gibi korkularını tam anlamıyla bertaraf edebilecek tek çare ise Türk-İslam Birliği'nin kurulması olacaktır. Türk-İslam Birliği sınırların kalktığı, ticaret ve yatırım özgürlüğünün olduğu, enerji kaynaklarına tüm toplumların eşit olarak ulaşabildiği bir ortam sağlayacaktır. Böylece Çin yatırımlarını, Tanzanya'dan Endonezya'ya kadar çok geniş bir alana yayabilecek, mallarını dev bir coğrafyada satabilecek, Müslümanlar Çin'de çok büyük yatırımlar yapabileceklerdir. Türk-İslam
Harun Yahya (Adnan Oktar)
103 Birliği'nin kurulmasıyla ekonomik yönden hızla kalkınacak olan Çin, vatandaşlarını ucuz işgücü olarak kullanmak zorunluluğundan da kurtaracak, Çin'in her yerine bolluk ve bereket gelecektir. 3. İslam barış dinidir. İslam'da her türlü şiddet haramdır. Allah Kuran'da Müslümanlara affedici olmayı emretmiştir. Kuran'a ve Peygamberimiz (sav)'e tabi olan bir Müslüman barışsever, sevgi dolu, şefkatli, merhametli, sabırlı, itidalli olmakla yükümlüdür. Kuran ahlakı Müslümanları öfkelerini tutup yenmekle, kötülüğe karşı iyilikle cevap vermekle, her zaman güzel sözlü ve tavırlı olmakla, en kötü koşullarda dahi bağışlamakla, kendi aleyhine olsa bile adaletli davranmakla yükümlü kılmıştır. İslam ahlakının öğrenilmesi ve yayılması Çin için büyük bir güzelliktir. Eğer Çin hükümeti, kendi ülkesinde Han Çinlilerinin terör eylemlerinde bulunmasından korku duyuyor, şiddetin ve anarşinin yok olmasını istiyorsa, İslam ahlakının anlatılmasını ve öğretilmesini teşvik etmelidir. Kuran ahlakını gereği gibi yaşayan insanların olduğu bir Çin'de, askeri yığınaklar yapmaya ve güvenlik tedbirleri almaya gerek kalmaz. Kargaşa tamamen durur, tedirginliklerin hepsi son bulur. Silahlara milyonlarca dolar yatırım yapmadan, binlerce istihbarat personeli görevlendirmeden, vatandaşlarının zenginliğine harcanacak parayı askeri yatırımlara harcamadan birbirine güvenen, birbirine saygılı, birbirine anlayışla yaklaşan, devletine son derece bağlı ve saygılı bireylerin yaşadığı huzurlu bir toplum oluşur. Çin devletinin istediği düzen ve denge de doğal olarak sağlanır. 4. Uygurlu kardeşlerimizin insani koşullara sahip olma, dinlerini özgürce yaşama, ibadetlerini diledikleri gibi yerine getirebilme, kültürlerini koruma, varlık haklarını devam ettirme taleplerinin hepsi haklı ve insani taleplerdir. Bu talepleri gerçekleştirmenin en etkili yolu ise, Uygur halkının büyük bir kültürel atılım yapması, anti Darwinist, anti materyalist eğitimle kendilerini çok iyi yetiştirmeleri, ekonomik güçlerini artırmaları, manen ve madden çok güçlenmeleridir. Uygur Türk halkı, geniş Çin coğrafyasında Müslümanların ve İslam dininin en önemli temsilcisi olduklarını unutmamalıdır. Efendilikleriyle, asillikleriyle, tevazularıyla, dengeli ve itidalli olmalarıyla Çin halkına örnek olmalıdırlar. Kültürel yönden kendini çok iyi yetiştirmiş, maddi olarak güçlenmiş bir Uygur halkının hem kendi haklarını koruma imkanlarının hem de İslam ahlakını anlatma ve yayma imkanlarının çok geniş olacağı açıktır. Allah'tan çok korkan, Allah'ı çok seven, milli kültürlerini çok iyi muhafaza eden, anti Darwinist, anti materyalist, birbirlerini çok seven, Kuran ahlakını mükemmel uygulayan, barıştan, sevgiden, kardeşlikten, merhametten yana olan bir Uygur toplumunun geleceği Allah'ın izniyle çok aydınlık ve güzel olacaktır.
İSLAM'IN KIŞI VE BEKLENEN BAHARI
EĞİTİM BİLİM, 11/00
104
Komünist Çin'in Doğu Türkistanlı Uygur Türklerine uyguladı ğı zulüm hala devam edi yor. Bu zul mün perde arkasındaki Darwi nist-materyalist fel sefe bi lim sel olarak çökertil medi ği sürece de devam edecek. 21. yüzyı lın başında insanlık dı şı uygulamalarla çaresiz bı rakıl mış, yardı ma muhtaç bu insanların resim leri ne veya gazetelerde çı kan katli am haberleri ne bakıp hayıflanmak yeterli değil dir. Bu zul me dayanak sağlayan ideolojileri çökertmek için il mi ve kül türel adım lar atıl malı ve iman eden her insan bu fikri mücadele içinde yer al malıdır.
Harun Yahya (Adnan Oktar)
105
HABERTÜRK, 20/7/09
AKŞAM, 08/7/09
BUGÜN, 08/7/09
KOMÜNİST ZULÜM URUMÇİ’DE
Çin, Temmuz 2009'un ilk günlerinden itibaren bütün dünyanın gözü önünde, Doğu Türkistan'da yaşayan Müslümanlara karşı yeni bir katliama girişti. Doğu Türkistan’daki gençler ucuz iş gücü sağlamak amacıyla çıkarılan kanunlara dayanılarak yaşadıkları yerlerden çıkarılmakta ve başka eyaletlere götürülerek oralarda çalıştırılmaktadır. 26 Haziran gecesi, Guandong Eyaleti'nin Şaoguan şehrindeki bir fabrikada çalıştırılan 600 Uygur Türkü saldırıya uğramış, kaldıkları yatakhane basılarak sabaha kadar dövülmüşlerdir. Bu baskın neticesinde yaklaşık 60 Uygur Türkü hayatını kaybetmiştir. Uygur Türklerinin bu olayı kınamak ve saldırganların bulunarak adalete teslim edilmelerini sağlamak için yaptıkları gösteri ise Çin yönetimi tarafından büyük bir katliama dönüştürülmüştür. Olaylar sırasında sokaklarda dövülerek şehit edilen Doğu Türkistanlıların yanı sıra on bin Doğu Türkistan'lı evlerinden alınıp götürülmüş, bu kişilerin büyük çoğunluğu idam edilmiştir. Evlerinden alınıp götürülen Doğu Türkistanlı genç kızlardan ise hala bir haber
BUGÜN, 08/7/09
AKŞAM, 30/7/09
alınamamıştır.
İSLAM'IN Kışı ve Beklenen Baharı
BOSNA, KOSOVA ve MAKEDONYA... Balkan Müslümanları Bir Savaştan Diğerine Sürükleniyorlar
2
0. yüzyılın son dönemecinde dünya çok büyük bir soykırıma daha sahne oldu. 1992 yılında başlayan bu soykırım boyunca yüz binlerce insan top-
raklarından sürüldü, hayatını kaybetti, toplama kamplarına kapatıldı, insanlık dışı işkencelere maruz kaldı. Önce Bosna, sonra Kosova'da yürütülen bu büyük soykırımın en önemli özelliği ise, tüm dünyanın gözleri önünde, Avrupa ülkelerinin hemen yanıbaşında ve onların da desteğiyle devam etmesiydi. Bosna'daki vahşet 1992'de başladı ve 1995 baharına kadar sürdü. Ve bu savaş boyunca tarihte eşine az rastlanır bir vahşet yaşandı. Sırplar tarafından öldürülen Bosnalı Müslümanların sayısı 200 bini aştı, 2 milyon
Harun Yahya (Adnan Oktar)
107 insan evlerinden sürüldü, 50 bine
AVUSTURYA
yakın Müslüman kadına tecavüz edildi. Daha sonra da Kosova'da
MACARİSTAN ROMANYA
SLOVENYA
benzer vahşet sahneleri yaşandı. BOSNA HERSEK
Osmanlı'dan Kalan Tüm İzleri Yok Etmek Balkan topraklarında yaşayan
YUGOSLAVYA KOSOVA BULGARİSTAN
ARNAVUTLUK
MAKEDONYA
Müslümanların maruz kaldıkları bu zulmü anlayabilmek için, önce-
YUNANİSTAN
likle bu bölgenin yakın tarihine göz atmak gerekir. Bilindiği gibi, Yugoslavya Federasyonu dağıldıktan sonra, nüfusunun çoğu Müslüman olan birlik bölgelerinin bağımsızlığa doğru gitmesi bazı ülkelerde rahatsızlık yarattı. Çünkü Avrupa'nın ortasında bağımsız Müslüman devletlerin kurulması, dahası bu kurulan ülkelerin kendi aralarında bir birlik oluşturmaları ihtimali, İslam medeniyetinin Batılı devletlerin çok yakınına kadar gelmesi demekti. İşte bu nedenle Balkanlar'daki Müslümanlar, bazı Batılı ülkelerin gizli teşvikiyle ve aynı devletlerin güvenlik şemsiyesi altında Sırplar tarafından büyük bir soykırıma uğratıldılar. Bosna-Hersek'te yaşanan feci uygulamalar daha zihinlerden silinmeden, bu kez de Yugoslav Cumhuriyetlerinden Kosova'da, ikinci bir Sırp vahşeti başladı. Bu olaylara tarihsel açıdan bakıldığında, Sırpların 600 yıl önce aldıkları mağlubiyetin acısını çıkarmaya çalıştıkları ortaya çıkıyordu. Çünkü Sırplar Kosova'daki Müslüman Arnavutları "Osmanlı'nın devamı" olarak görmekte, bu nedenle de onlara yönelik bir asimilasyon politikası uygulamakta, daha doğrusu Osmanlı'dan kalan tüm izleri yok etmeye çalışmaktaydılar. Sırpların Osmanlı'ya, dolayısıyla Türkler'e kini, bundan 6 asır öncesine dayanmaktadır. 1389'da Priştina'nın kuzeybatısında yaşanan ve 1. Kosova Savaşı olarak tarih kitaplarına adını yazdıran savaşta, l. Murat kendini elçi olarak tanıtan bir Sırplı tarafından hançerlenerek ağır yaralanmış; kazanılan galibiyeti gördükten sonra hayatını yitirmişti. Osmanlı'nın Kosova'daki ikinci büyük zaferi ise 1448 yılında gerçekleşti. Osmanlı padişahı 2. Murat yine Sırpların başını çektiği
İSLAM'IN KIŞI VE BEKLENEN BAHARI
108 Haçlı ordusuyla karşı karşıya kaldı ve galip geldi. 2. Kosova Savaşı sonrasında Türkler Balkanlar'a artık iyice yerleştiler. Balkanlar Osmanlı idaresinde kaldığı asırlar boyunca hiçbir önemli etnik sorun yaşamamış, huzur ve güven ortamı hakim olmuştur. Ancak Osmanlı içinde milliyetçilik duygularını kışkırtarak Balkan savaşlarının çıkmasına sebep olan Batılı güçler, Balkan savaşları sonrasında burayı yeniden şekillendirmişlerdir. Bu yeni düzenleme, Balkanlar'ı potansiyel bir savaş alanı haline getirmiştir.
"Büyük Arnavutluk" Korkusu ve Kosova I. Dünya Savaşı'nın ardından imzalanan Versailles anlaşmasıyla çizilen Balkan haritasında ilginç bir nokta hemen dikkati çeker: Balkanlar'da önemli bir nüfus olan Arnavutlar tek bir devlet çatısı altında birleştirilmek yerine, çeşitli devletler içinde dağınık olarak bırakılmışlardır. Peki Arnavutluk sınırları çizilirken niçin bütün Arnavutlar Arnavutluk sınırları içinde toplanmamıştır? Bu sorunun cevabı, günümüzde yaşanan çatışmaların da temel nedenidir. Uluslararası güçler burada Müslüman bir halk olan Arnavutların, "Büyük Arnavutluk" devletini oluşturmasını çıkarlarına uygun bulmuyorlardı. Son on yıldır devam eden sorunun bir türlü çözüme kavuşturulmamasının nedeni de hala aynı düşüncedir. Eğer Kosova'nın bağımsızlığı tanınırsa, Balkanlar'ın güneyinde "Büyük Arnavutluk" kurulabilir. Arnavutluk'un %95'ten fazlası Arnavut nüfustan oluşmaktadır. Makedonya sınırları içinde %35 oranında önemli bir Arnavut nüfus vardır. Karadağ'da 50 bin civarında Arnavut nüfus yaşamaktadır. Kosova ise, Yugoslavya içindeki Arnavutların büyük bir kısmının toplandığı bölgedir. Birbirleri ile sınırları olan bu ülkeler ya birleşir de Avrupa'nın ortasında Büyük Arnavutluk'u kurarlarsa? İşte Batılı güçlerin korkularından biri budur. Buradaki korkunun etnik kökenden çok dini kökenle ilgili olduğuna da dikkat çekmekte yarar vardır. Tıpkı Bosna'da olduğu gibi, burada da nüfus çoğunluğu Müslüman olacak bir devlet "sakıncalı" görülmektedir. Oysa Balkanlar'da güçlü ve Kuran ahlakına tam uyan bir Müslüman devletin varlığı, bölgedeki tüm halklar için adaletin, refahın, huzurun ve güvenliğin teminatı olacaktır. Ne var ki günümüzde hala geçerli olan bu hesap, I. Dünya Savaşı'nın ardından çizilen Balkan haritasında da önemli rol oynamıştır. Bu yüzden Arnavutlar I. Dünya Savaşı sonrasında hep parçalanmış bir millet olarak yaşamışlardır.
Harun Yahya (Adnan Oktar)
TÜRKİYE, 28/7/98
TÜRKİYE, 28/7/98
30/7/98
SABAH, 27/1/01
SABAH, 27/1/01
109
Şüphesiz Biz elçilerimize ve iman edenlere, dünya hayatında ve şahidlerin duracakları gün elbette yardım edeceğiz. Zalimlere kendi mazeretlerinin hiçbir yarar sağlamayacağı gün; lanet de onlarındır, yurdun en kötüsü de. (Mümin Suresi, 51-52)
İSLAM'IN KIŞI VE BEKLENEN BAHARI
110 Arnavutlar, II. Dünya Savaşı'nın ardından, komünist rejimlerin yönetimi altında kaldılar. Kosova ve Makedonya Arnavutları, Tito'nun komünist Yugoslavyası'nın sınırları içinde kalırken, Arnavutluk daha da baskıcı ve zalim bir rejim olan Enver Hoca diktasının eline geçti. Komünist sistemin yıkılmasının adından ise, "Birleşik Arnavutluk"u İslami kimliği nedeniyle bir tehlike olarak algılayan güçler yeniden harekete geçtiler. Bu İslam karşıtı politikayı vahşet yöntemleriyle uygulamaya geçiren kişi ise, eski komünist, yeni faşist Slobodan Miloseviç oldu. Miloseviç iktidara geçer geçmez Kosova'ya Tito zamanında verilen özerkliği kaldırdı. Faşist stilde mitingler düzenlemeye ve Sırp milliyetçiliği ateşini körüklemeye başladı. Kosova'da yüksek öğretim kurumlarında Arnavutça eğitim yasaklandı, Arnavutça yayınlanan gazeteler kapatıldı, halk tam anlamı ile baskı altına alındı. Bölge, etnik ayrımcılığa tabi tutularak Arnavutların buradan göç etmesi hedeflendi. Nitekim bu dönemde 400 bine yakın Arnavut Kosova'yı terk etti. Aynı zamanda Sırpları Kosova'ya yerleştirmek suretiyle bölgenin demografik yapısı değiştirilmeye çalışıldı. Sırplar, Kosova nüfusunun %90'ını oluşturan Müslüman Arnavutları yok ederek bölgeyi Sırplaştırmak istiyorlardı. Müslümanlara ait kültürel kimliği tamamen silebilmek için tapu ve evlilik kayıtlarını bile tahrip ettiler. 1989'da Kosova'nın özerkliği tamamen kaldırıldı. Miloseviç her gün Kosovalılara yönelik yeni yaptırımlar uygulamaya koydu.
Bal kan topraklarında bu gi bi görüntüler günlük yaşamın bir parçası haline gel di.
Harun Yahya (Adnan Oktar)
111
Sırp zulmünden kaçabilmek için yollara dökülen 1 milyona yakın Kosovalı Müslüman soğuk, açlık, susuzluk ve salgın hastalıklarla mücadele etti. On binlerce insan hayatını kaybetti, bir o kadarı da kayıtlara kayıp olarak geçti...
Arnavutlar, tüm yapılanlara karşı barışçı bir direniş göstermeye devam etti ve İbrahim Rugova'nın liderliğinde anayasal zeminde haklarını elde etme mücadelesini yürüttü. Uzun yıllar siyasi baskı altında her türlü haktan yoksun bırakılarak, asimilasyona tabi tutulan Arnavut halkı, son iki yılda etnik temizliğe maruz kalınca dünyanın ilgisini çekmeye başladı. Sırplar Kosova'ya asker ve polis yığdılar. Ellerinde savunma yapabilecek hiçbir silahı olmayan halka ağır silahlarla saldırdılar. Sistemli bir etnik temizlik başladığında tarihler 27-28 Şubat 1998'i gösteriyordu. Sırp saldırganlığı 24 Mart 1999'daki NATO harekatı ile engellenecekti. Ancak harekatın geç kalması, Kosovalı Arnavut'ların büyük bir zulme maruz kalmasına neden oldu.
Tüm Dünyanın Gözleri Önünde Gerçekleşen Bir Katliam: Bosna Saraybosna 1463 yılında Osmanlı topraklarına katılmasıyla birlikte İslam dini ile tanıştı ve 400 yılı aşkın bir süre Osmanlı hakimiyeti altında kaldı. Bu uzun dönem boyunca, "Bogomil" adlı Hıristiyan mezhebine bağlı olan ve Bosna-
İSLAM'IN KIŞI VE BEKLENEN BAHARI
112 Hersek eyaletinde yaşayan Slavlar, kendi rızaları ile İslam'ı kabullendiler. Böylece Bosna-Hersek'te, Balkan Yarımadası'nın tam ortasında Müslüman bir halk oluştu. 1878 yılındaki Berlin Anlaşması'nda Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun yönetimine verilen, ancak fiilen Osmanlı'da kalan Bosna-Hersek, 1908 yılında Avusturya-Macaristan tarafından ilhak edildi ve İslam idaresinden kopmuş oldu. Bosnalılar, çekilen Osmanlı birliklerine göz yaşlarıyla veda ettiler, çünkü yeni yöneticilerinin kendilerine uygulayacağı zulümleri tahmin edebiliyorlardı. Nitekim Osmanlı'nın bölgeden çekilmesiyle birlikte Müslümanlara yönelik saldırı ve tacizler başladı. II. Dünya Savaşı'nın ardından ise bölgedeki Slav toplumları biraraya getiren "Sırp, Hırvat ve Sloven Krallığı" kuruldu. Bosna-Hersek toprakları da bu devletin sınırları içinde kaldı. 1929 yılında Yugoslavya Krallığı adını alan bu
Sırplar Kosova'dan çekilirken yağma ve katliamlarını da sürdürdüler. Sırp zulmünden kaçmak için yollara düşen 1 milyona yakın Kosovalı Müslüman ise çok büyük bir insanlık dramı yaşadı.
Harun Yahya (Adnan Oktar)
113
Kosova'da yaşananlarla il gi li fotoğraflar tüm dünya bası nında yer al dı. Ancak dünya olan bi tenleri görmezden gel mede kararlıydı. Toplu mezarlar, yı kı lan evler, kundaklarında katledi len bebekler insanların büyük bir bölümü için birşey ifade etmiyordu...
YENİ MESAJ, 23/3/01
SABAH, 27/3/01
SABAH, 27/3/01
GERÇEK HAYAT, 23/3/01
CUMHURİYET,17/3/01
MAKEDONYA'DA YAŞANANLAR YENİ BİR SOYKIRIMIN HABERCİSİ Mİ?
YENİ MESAJ, , 20/3/01
MİLLİ GAZETE, 21/3/01
YENİ MESAJ, 24/3/01
MİLLİ GAZETE, 17/3/01
2001 yı lı nın Mart ayı nın ilk günlerinde Makedonya-Kosova sı nı rında 3 Makedon askerin öl dürül mesiyle başlayan, daha sonra şiddetli çatışmalara dönüşen süreç tüm Bal kanlar'ı olum suz yönde etki lemeye devam edi yor. NATO'nun, Sırbistan'ın güneyindeki tam pon böl geye Sırp güçleri nin girmesi ne izin vermesi ise böl gedeki gerginli ği daha da tırmandırdı. Ve şu an herkes aynı soruyu soruyor: Acaba bu çatışmalar tüm Bal kanlar'ı sarıp, 3. Bal kan Savaşı'na dönüşebilir mi?
İSLAM'IN KIŞI VE BEKLENEN BAHARI
116 devletin yönetimi Ortodoks Sırpların eline geçti. II. Dünya Savaşı'na kadar zor bir dönem geçiren Bosna Müslümanlarının malları gasp edildi, zorunlu gözaltı politikasına maruz bırakıldılar. II. Dünya Savaşı sırasında bölge Almanlar tarafından işgal edildi. Savaşın devam ettiği yıllarda aşırı milliyetçi Sırp gerillalar (Çetnikler) Bosna'nın köy ve kasabalarına karşı düzenledikleri saldırılarla toplam 100 bin Müslümanı katlettiler. Nazi karşıtı direnişte etkin rol oynayan komünistler II. Dünya Savaşı'nın ardından ülkenin yönetimini ele geçirdiler. Komünistlerin iktidarıyla birlikte Müslümanlar üzerindeki baskı politikası yeniden başladı. İslami vakıflara el konuldu, cami ve medreseler kapatıldı ve yoğun bir dinsizlik propagandası yürütüldü. Baskılar sonucunda Bosna-Hersek Müslümanlarının bir bölümü, Türkiye ve diğer Avrupa ülkelerine göç etmek zorunda kaldılar. Doğu blokunun yıkılmasının ardından 1 Mart 1992 tarihinde gerçekleştirilen referandumla birlikte Bosna-Hersek de bağımsızlığını ilan etti. Ancak Sırplar Bosna-Hersek'i işgal ederek 3 yıl sürecek yeni bir katliam başlattılar. 3 yıl içinde Sırplar tarafından öldürülen Bosnalı Müslüman sayısı 200 bini aştı. 2 milyon Müslüman evlerinden sürüldü. 50 bine yakın Müslüman kadına tecavüz edildi. Sırp toplama kamplarına alınan Müslümanlar inanılması zor işkenceler gördü, on binlercesi sakat kaldı. Müslümanlara uygulanan işkencelerin bir kısmı Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi'nde ele alındı. Burada ifade veren Müslümanların bildirdiği olaylar, Sırpların uyguladıkları zulmün boyutlarını gösteriyordu. Örneğin 46 yaşındaki Bosnalı Müslüman Sulejman Besic'in ifadesine göre, bir gün, Dusan Tadic adlı Çetnik, bir Müslüman kadının yanına gitmiş ve önce bağırarak ona kocasının nerede olduğunu sormuştu. Daha sonra kadına soyunmasını, yoksa öleceğini
Bosna'da yıllarca süren vahşi katliam ve etnik soykırım belki sona erdi, ama arkasında çok büyük bir insanlık dramı bıraktı.
Harun Yahya (Adnan Oktar)
117
3 yıl içinde Sırplar tarafından öldürülen Bosnalı Müslüman sayısı 200 bine ulaşırken, Sırp zulmünden kaçan ya da evlerinden sürülen 2 milyona yakın Müslüman çok zor koşullar altında hayatını devam ettirmeye çalıştı...
söylemiş, kadın da namlu tehdidi altında bir yandan ağlayarak soyunmaya başlamıştı. Ancak bir dakika geçmeden Tadic tarafından kafasından vurularak öldürülmüştü. Aynı Çetnik, birkaç dakika sonra kadının az ilerde ellerinden bağlı olan oğlunu alıp getirerek, ona ölü olan annesine tecavüz etmesini emretmişti. Genç Müslüman bu tehdide kulakları parçalayan bir çığlıkla cevap vermiş ve o da hemen oracıkta Dusan Tadic tarafından vurulmuştu. Cesetler öldürüldükleri yerde uzun süre kalmışlardı. Ancak bu durum toplama kampındaki genel manzara içinde pek de olağandışı bir görüntü oluşturmuyordu. Sulejman Besic'in anlattıklarına göre, kamptaki bazı yaralı Müslümanların durumu korkunçtu; bazıları baygın yatıyorlardı ve açık olan yaralarında kurtlar kaynıyordu. Açıkta bekleyen cesetlerin ve bu tür "kurtlanmış etlerin" kampa yaydığı koku, dayanılmaz bir iğrençlikteydi. Sulejman Besic, Trnopolje toplama kampında kaldığı sürede şahit olduğu
İSLAM'IN KIŞI VE BEKLENEN BAHARI
118
Bosna Savaşı sı rasında sokaklar adeta açık bi rer mezar hali ne gel mişti. Savaş sonrasında birbi ri ardı na ortaya çı kan toplu mezarlar ise soykı rı mın gerçek boyutları nı ortaya koymuştu. (sağ sayfada) Srebreni ca'da 1996 yı lında bulunan toplu mezar.
Harun Yahya (Adnan Oktar)
119
Sırp askerleri si vil hal kı hedef alı yor, çocukları acı masızca katledi yordu. Mostar Hastanesi Bosna Savaşı boyunca sık sık bu gi bi vahşet görüntülerine şahit ol du. (Altta)
İSLAM'IN KIŞI VE BEKLENEN BAHARI
120 Sırp askerleri tutukladıkları Müslüman Bosnalılara ilk önce çok şiddetli işkenceler uyguluyor, daha sonra da hayatlarına son veriyorlardı. Bombalanan evler ise içinde yaşayan masum insanlar için birer mezar haline geliyordu.
Harun Yahya (Adnan Oktar)
121
Srebrenica’da yapılan katliamın Karadziç ve Miladiç’ten sonra başlıca sorumlusu Sırp Kumandan General Obrenovic’di. Obrenovic ve adamları beş gün boyunca bombaladıkları Srebrenica’dan kaçmaya çalışan 7500 kadar sivil Bosnalıyı katletmiş, bu haberin yayılmasını engellemek ve delilleri yok etmek amacıyla da cesetleri toplu mezarlara gömmüşlerdi. Ancak gerek Obrenovic’in gerekse diğer Sırp kumandanların gizlemeye çalıştıkları toplu mezarlar savaş sonrası birer birer ortaya çıktı.
İSLAM'IN KIŞI VE BEKLENEN BAHARI
122
SIRP ZULMÜNÜN FOTOĞRAFI... Yanda 1992 yılında bir Sırp polisinin savunmasız bir Müslümanı katledişinin üç karelik ibret verici tablosu... Aşağıda ise vahşet saçan bir Sırp askeri.
bu olayları, eski Yugoslavya topraklarında işlenen savaş suçlarını kovuşturmak ve sanıkları yargılamak için Hollanda'nın Lahey kentinde kurulan Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi'nde anlatmıştı. Ve anlattığı bu korkunç olaylar, BosnaHersek topraklarında Sırplar tarafından Müslümanlara karşı uygulanan sistematik işkence ve katliamın binlerce çarpıcı örneğinden yalnızca birkaçıydı. Bosna'da yıllarca süren vahşi katliam ve etnik soykırım belki sona erdi, ama arkasında çok büyük bir insanlık dramı bıraktı. Sırplar görevlerini yerine getirmişler ve İslam'ın Bosna-Hersek'teki yükselişine, tüm dünyanın gözleri önünde gerçekleştirdikleri dev bir katliamla cevap vermişlerdi. Dileğimiz, sadece Müslüman oldukları için bu vahşi soykırımla karşı karşıya kalan Bosna halkının, aynı saldırganlıkla bir kez daha yüz yüze gelmeleri durumunda, başta İslam dünyası olmak üzere, vicdan sahibi tüm toplumlar tarafından bilinçli ve somut bir destek bulmalarıdır.
Kosova’da, Bosna’da, Çeçenistan’da, Keşmir’de, Filistin’de kısacası bütün Müslüman ülkelerde yaşanan felaketler Allah’ın izniyle Türk-İslam birliğinin kurulmasıyla birlikte sona erecektir. Türk-İslam birliği 21. yüzyılda yeryüzüne özlenen barışı ve huzuru getirecek olan bir birlikteliktir.
İSLAM'IN Kışı ve Beklenen Baharı
CEZAYİR Bitmek Bilmeyen Baskı ve Zulmün Kanlı Bilançosu
K
uzey Afrika'da İslam'ın yayılmasında çok önemli bir yer tutan Cezayir, uzun yıllardır hem toplumsal hem de siyasi açıdan büyük bir kaos
içinde yaşamaktadır. Türk ve dünya kamuoyunun geçtiğimiz on yıldır katliam haberlerini duymaya alıştığı Cezayir'de, çatışmaların kökeni çok daha eskilere dayanır.
Fransa'nın Cezayir'i İşgali Cezayir 16. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar Osmanlı yönetiminde huzur, güvenlik ve barış içinde yaşadı. Ancak Osmanlı'nın dağılma süreciyle birlikte sömürgeci güçler de İslam topraklarını paylaşmaya başladılar. Paylaşılan bu topraklardan birisi de Cezayir idi. Fransız orduları 1827 yılında 37 bin askerle Cezayir'i işgale başladılar. Üç yıl süren askeri
Harun Yahya (Adnan Oktar)
125 saldırıların sonucunda Cezayir toprakları tamamen Fransızların denetimine
Cebelitarık
İSPANYA
geçti. Zengin petrol yataklarına sahip olan ve Akdeniz'de oldukça stratejik
TUNUS
FAS
bir liman özelliği taşıyan Cezayir,
CEZAYİR
LİBYA
Fransa için son derece değerli bir topraktı. Ülke 1830 yılında Fransa topraklarına katıldı ve 132 yıl boyunca Fran-
MALİ
sa'nın sömürgesi olarak kaldı.
NİJER
Sömürgecilik anlayışının bir gereği olarak kendileri dışındaki milletleri ikinci sınıf insanlar olarak gören Fransızlar, işgal ettikleri tüm topraklarda olduğu gibi, Cezayir'de de baskıya ve şiddete dayanan bir sistem kurdular. Bir taraftan kültürel asimilasyon başladı. İlk önce Arapça konuşmak ve eğitim görmek yasaklandı. Resmi konuşma dili sadece Fransızca olarak kabul edildi. Bu politika halkın ulusal kimliğini ve kültürel birikimini yok etmeyi hedefliyordu. Daha sonra Cezayir bir yandan ekonomik olarak tam anlamıyla Fransa'ya bağımlı hale getirilirken, bir yandan da ülkenin siyasi yapısı Fransa'nın menfaatleri doğrultusunda yeniden inşa edildi. Fransa'nın 1827'de başlayan işgaline karşı Cezayir'de ilk direniş 1832'de Maskara Emiri Abdülkadir tarafından gerçekleştirildi. Mücadele sırasında binlerce Cezayirli Müslüman öldü ve Fransızlar da ülkeye tamamen hakim oldular. Cezayir'de ilk ayaklanma girişiminden sonraki süreç boyunca, halkın sömürgeci güçlere karşı duyduğu öfkeyi tek bir şemsiye altında toplayabilecek bir güç bulunmamaktaydı. Bağımsızlık için yapılan birtakım girişimler de uygulanan baskı ve şiddet politikalarının bir sonucu olarak son derece katı bir şekilde bastırıldı. 20. yüzyılın ortalarına kadar ülkedeki yapı bu şekilde devam etti. II. Dünya Savaşı'nın başlamasıyla birlikte Cezayir topraklarında yeni bir dönem başladı. Nazi Almanyası önce Fransa'yı, ardından da Cezayir'i işgal etti. Cezayirli vatanseverlerin pek çoğu Naziler tarafından tutuklandı, büyük kısmı toplama kamplarına konuldu veya katledildi. 1942 yılında müttefik güçlerin Alman işgaline son vermesi ile birlikte Cezayir için yeni ve demokratik bir çağın başlayacağını düşünen Cezayirli aydınlar kısa sürede çok büyük bir yanılgı içinde olduklarını anladılar. 1943'de Ferhad Abbas önderliğinde bir grup, sömürge-
İSLAM'IN KIŞI VE BEKLENEN BAHARI
126 cilik döneminin sona ermesi, savaşın bitiminde bağımsız bir devlet kurulması, yeni bir anayasa yapılması, Cezayirlilerin yönetimde etkin olması ve tüm düşünce suçlularının serbest bırakılması gibi maddeleri içeren bir teklifi müttefik güçlere sundular. Müttefik güçlerle birlikte Almanya'ya karşı savaşan Cezayirliler, haklı taleplerinin müttefikler tarafından kabul göreceğini sanmışlardı. Oysa götürdükleri tekliflerin hiçbiri kabul edilmedi. Dahası, Cezayir halkı için yeni bir katliam kapıda bekliyordu. 8 Mayıs 1945'de II. Dünya Savaşı'nın sona ermesi vesilesiyle yapılan kutlamalar esnasında halk Cezayir bayrağı açınca, ortalık bir anda kan gölüne döndü. Fransız askerleri Cezayir bayrağı taşıyan kutlamacıların üzerine ateş açtı ve 40 kişiyi gözünü kırpmadan öldürdü. Bu vahşet bölgedeki diğer Müslümanlar arasında büyük tepkilere neden oldu, gösteriler bü-
Fransız kuvvetleri tam 132 yıl boyunca, Müslüman Cezayir hal kı na yönelik kanlı katli am lar gerçekleştirdiler.
yüdü, Fransa ise buna karşılık vahşetin dozunu artırmaya karar verdi. Ordu birlikleri sivil halkın üzerine rastgele ateş açmaya başladılar. Sonunda, Amerikan kaynaklarının rakamlarına göre yaklaşık 45 bin Cezayirli Müslüman bu olaylar esnasında can verdi. Pek çoğu da yaralandı. Tarihe Setif Katliamı olarak geçen bu olayları takiben Fransızların katı ve baskıcı rejimi tekrar uygulamaya konuldu. Tüm siyasi faaliyetler yasaklandı. Binlerce Cezayirli hiçbir gerekçe gösterilmeden tutuklandı. Cezayirliler bir kez daha sömürgecilerin zulmünü acı bir tecrübeyle görmüş oldu. Setif katliamından sonra geçen on yıl, bağımsızlık hareketlerinin olgunlaşma süreci oldu. 1 Kasım 1954'de direnişçi güçler tarafından yayınlanan bir bildiri ile Cezayir halkı bağımsızlık ve hürriyet için ayaklanmaya davet edildi. Aynı yıl içinde kurulan Ulusal Kurtuluş Cephesi (FLN) ve Ulusal Kurtuluş Ordusu
Harun Yahya (Adnan Oktar)
127 (ALN) bağımsızlık hareketinin öncüleri oldu. Ulusal Kurtuluş Cephesi homojen bir yapı değildi ve şemsiyesi altında pek çok farklı siyasi görüşe sahip halk birleşmişti. FLN, Eylül 1958'de Kahire'de toplanarak Geçici Cezayir Hükümeti'ni kurdu. Bu arada Fransa elbette zengin petrol ve doğalgaz yataklarına sahip olan Cezayir'i kaybetmek istemiyordu. Üstelik zengin doğal kaynakları olan bir Müslüman ülkenin varlığı hem Fransa'yı hem de diğer İslam karşıtı güçleri rahatsız ediyordu. Böyle bir devletin diğer Müslüman Afrika ülkeleri üzerinde "domino etkisi" oluşturacağını hesaplayan Fransız yönetimi, yeni katliamlara yöneldi. Cezayir, bağımsızlığını ilan edene kadar pek çok köy Fransızlar tarafından yakıldı, okullar ve camiler yıkıldı. Binlerce insanın canına mal olan bu süreç esnasında Fransızlar, Cezayir halkının ekinine ve hayvanlarına da zarar vermeyi ihmal etmiyorlardı. 400 bin bağ sökülürken, binlerce hayvan da boğazlandı.
Fransız işgali ne karşı di renen Müslüman Cezayirli ler tanklarla, tüfeklerle ve ağır işkencelerle sindi ril di. Sömürgeci Fransa'ya karşı 7.5 yıl boyunca veri len bağım sızlık mücadelesi, ardında çok ağır bir bi lanço bı rakmıştı. Savunmasız insanlara ağır si lahlarla sal dı ran Fransız güçleri 1.5 mil yon Cezayirli nin ölümüne neden ol muşlardı. Bağım sızlık sonrasında ise Fransız güçlerinin yerini Cezayir devleti al mıştı.
İSLAM'IN KIŞI VE BEKLENEN BAHARI
128 Ancak yıllarca Cezayir'i yakıp yıkmaktan, masum insanları, kadınları, çocukları ve yaşlıları katletmekten çekinmeyen Fransa, sonunda Cezayir halkının bağımsızlık azmi karşısında yenik düştü. Fransa Cumhurbaşkanı Charles De Gaulle 1959 yılında Birleşmiş Milletler'de yaptığı bir konuşmada Cezayir'e bağımsızlık tanınacağını açıkladı. Tarihe Evian Anlaşması olarak geçen anlaşmayla FLN ve Fransa ateşkes ilan etti ve 1962 yılında Cezayir bağımsızlığına kavuştu. Sömürgeci Fransa'ya karşı 7.5 yıl boyunca verilen bağımsızlık mücadelesi, ardında çok ağır bir bilanço bırakmıştı: 1.5 milyon Cezayirli Fransa'nın şiddet uygulamaları sonucunda yaşamını yitirmişti. Dönemin Fransız yönetiminin uyguladığı tüm bu vahşetin, Allah'ın bizlere Kuran'da bildirdiği inkarcı ve bozguncu karakterin bir tekrarı olduğuna da dikkat etmek gerekir. Bir savaş sırasında savunmasız halkın tüm geçim kaynaklarını yok etmek, hayatlarını dahi devam ettiremeyecekleri bir kıtlık oluşturmak, onları yokluk ve sefalet içinde bırakmak, tarih boyunca tüm zalim yöneticilerin uyguladıkları bir yöntem olmuştur. Allah Bakara Suresi'nde geçmişte ve günümüzde tüm zalim ve baskıcı yöneticilerin aynı yöntemi izlediklerine şöyle işaret etmektedir: O, iş başına geçti mi yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya, ekini ve nesli helak etmeye çaba harcar. Allah ise, bozgunculuğu sevmez. (Bakara Suresi, 205)
Ancak unutulmamalıdır ki, bu bozgunculuğu yeryüzünde uygulayan insanlar ahirette hüsranla karşılaşacaklardır. Kuran'da tüm Müslümanlar şöyle müjdelenmiştir: İşte ahiret yurdu; Biz onu, yeryüzünde büyüklenmeyenlere ve bozgunculuk yapmak istemeyenlere (armağan) kılarız. (Güzel) Sonuç takva sahiplerinindir. (Kasas Suresi, 83)
Fransızların Cezayir Halkına Uyguladıkları İşkence Fransız yönetiminin Cezayir'de uyguladığı politikayı dönemin Olağanüstü Yönetim Komutanı Jacques Massu'nun sözleri çok özlü bir şekilde ortaya koymaktaydı: İşkence mi? Elbette işkence uyguluyoruz. Basının belli bir kesimi bu konuyu işleye işleye bizi bıktırdı. Fakat başka nasıl davranmamızı istersiniz?24
Dönemin La Croix dergisi muhabirlerinden Jacques Duquesne'nin dile getirdiği izlenimler ise çok daha tüyler ürpertici idi:
Harun Yahya (Adnan Oktar)
129 İşkence ve insanların kaybolması sorunları zihinleri devamlı bir şekilde meşgul etmekteydi. Erkekler, bazen de kadınlar tutuklanıyor ve daha sonra kendilerinden hiç haber alınamıyordu. Cesetlerinin taş bağlanarak denize atıldığı biliniyordu. Sayılarının genellikle 3 bini bulduğu ileri sürülüyordu, ama Cezayir Belediye Başkanı Jacques Chevallier, 5 bin gibi bir rakamdan söz açmıştı. Fransız askerlerin baskı ve sindirme yöntemlerine ırza saldırı ve köyleri ortadan kaldırma uygulamaları da dahildi. Bir askerin anlattığına göre, hastabakıcı olarak görev yaptığı birliğinde hemen hemen her sabah gece boyunca işkence gören kişileri tedavi ediyordu. Hemen hemen her yerde en çok uygulanan işkence şekli ise bazen kadınların cinsel organları da dahil olmak üzere vücudun her yerine elektrotlar yerleştirilerek cereyan vermekti. Diğer işkence yöntemleri ise insanı yok etme amacını taşıyordu. Kurbanın ya hortumla ağzının içine su sıkılıyor, ya tırnakları sökülüyor, ya başı su dolu küvete daldırılıyor ya da ayakları zorlukla yere değecek şekilde saatlerce bileklerinden asılı tutulması sağlanıyordu. Ve daha başka yöntemler. Bütün bunları yazmak kolay değil. Ben bildiklerimin sadece çok az kısmını söyledim.25
Fransız askerleri yaptıkları katli am larla gurur duyuyor, bu nedenle de gülüm ser ifadelerle zulüm leri ni bel gelemekten bir rahatsızlık duymuyorlardı... Cezayir'in Ain Beyda böl gesinde öl dürülen Cezayirli lerin önünde çeki len bu resim ler daha sonra tüm dünya bası nında yer al dı.
İSLAM'IN KIŞI VE BEKLENEN BAHARI
ORTADOĞU, 4/5/01
LE MONDE, 3/5/01
Fransız General Ausaresses'in yazdı ğı bir ki tap Fransa'nın Cezayir'de yaptı ğı katli am ları tekrar gözler önüne serdi. 83 yaşındaki Ausaresses bazen emir verdi ği, bazen de bizzat tanık ol duğu katli am, işkence, yargı sız infazlar ve inti har süsü veri len ölüm lere Servi ces Speci aux, Algerie, 1955-1957 (Özel Servisler, Cezayir 1955-1957) isim li ki tabında geniş yer verdi. Le Monde gazetesinde yayınlanan yandaki haberde Ausaresses, "ölüm birli ği" olarak isim lendirdi ği Fransız poli si nin sistem li bir işkence yaptı ğı nı ve bu işkence ve ci nayetlerin si yası ikti darın emirleri ve bil gi si dahi linde gerçekleşti ril di ği ni söylüyor. Ausaresses'in en il gi çeki ci ifadesi ise "hiçbir şekil de vicdani rahatsızlık hissetmedi ği" yönündeydi.
MİLLİ GAZETE,3/5/01
ORTADOĞU, 5/5/01
MİLLİ GAZETE, 5/5/01
130
Harun Yahya (Adnan Oktar)
131
Bağımsızlık Ne Değiştirdi? Cezayir görünüşte 1962 yılında bağımsızlığını kazandı, ancak Müslüman halk için değişen pek birşey olmadı. Bağımsızlığın ilanı ile birlikte iktidarı ele geçiren Ulusal Kurtuluş Cephesi (FLN) tam anlamıyla sömürgeci Fransa'ya bağlı bir organizasyona dönüştü. Bu parti 20. yüzyılda İslam dünyasında sıkça karşılaşılan bir geleneği sürdürdü ve baskıcı bir rejim oluşturdu. Bu baskıcı rejimin yöneticileri iktidarları boyunca ülkenin başta doğal gaz ve petrol olmak üzere zengin doğal kaynaklarını sömürdü. Bu nedenle iktidarları boyunca FLN yöneticileri ve onların yandaşları büyük servet elde ederken halk da gittikçe fakirleşti. Öyle ki 1990'lı yıllarda ülkedeki işsizlik oranı %70'lere tırmanmıştı. Ancak Müslüman halka karşı uygulanan tüm bu baskı ve sömürü politikası bir yandan da kendi sonunu hazırlıyordu. Cezayir'deki tüm bu gelişmeler halkın bir dizi gösteri, boykot ve protesto ile haksızlıkları dile getirmesine ve iktidarı zorlamasına neden oldu. Tek partili sisteme karşı, çoğulculuk ve serbestlik isteyen sesler yükseldi. Bunun sonucunda 1989 yılında çok partili sisteme geçildi. Bunun ardından yapılan yerel seçimlerde İslami Kurtuluş Cephesi (FIS) büyük bir başarı kazandı. Genel seçimler 26 Aralık 1991 tarihinde yapıldı. Seçim iki turluydu. 30 Aralık 1991 günü sonuçlar açıklandı. FIS 232 sandalyeden 188'ini kazanarak ezici bir üstünlük sağlamıştı. İktidar partisi FLN ancak 15 parlamenter çıkarabilmişti. Seçimlerin ikinci turu yalnızca bir formalite olarak gözüküyordu. İkinci turdan da FIS'in zaferle çıkacağı kesindi. Ancak ülkedeki baskıcı yönetim buna müsaade etmedi. Genelkurmay Başkanı Halid Nezzar'ın önderliğindeki ordu, birbirini izleyen ilginç olaylar sonucunda bir askeri darbe ile iktidarı ele aldı. Bu arada darbeyi sözde meşrulaştırmak için pek çok provokasyon ve yalan haber de üretilmişti. Başbakan, seçim sonuçları belli olmadan önce "seçimler sükunet ve güven içerisinde geçti" gibi açıklamalar yaparken, sonuçlar belli olduktan sonra "seçimler yeteri derecede özgür ve hilesiz geçmedi" şeklinde bir açıklamada bulunarak kendince FIS'in seçimde hile yaptığını ya da zor kullandığını ima etmişti. Darbenin gelişimi de oldukça ilginçti. Birbirini izleyen olaylar darbenin önceden planlanmış ve uygulamaya konmuş bir senaryo olduğunu gösteriyordu. Darbeden sonra ise dünyaya verilen telkinin aksine, Müslümanlar bir "iç savaş" başlatmadılar. İç savaşı başlatanlar, darbeyi yapanlardı. İslami Kurtuluş Cep-
İSLAM'IN KIŞI VE BEKLENEN BAHARI
132
Sadece 1997 yı lında sekiz cami, içinde ibadet eden Müslümanlar varken bom balandı. Bu bom balamalarda 33 ki şi öl dü, 211 ki şi yaralandı. (Sağda) 11 Ocak 1998 yı lında gerçekleşen Si di-Hamed katli amında ise yaklaşık 350 ki şi hayatı nı yi tirdi. (alt sağ orta) 1997 yı lında Moussa böl gesinde kim li ği bi linmeyen ki şi ler tarafından 300 ki şi öl dürül dü. Alttaki resim de sokaklara yayı lan cesetleri tanı maya çalı şan yakınları görül mektedir.
Cezayir'deki polis devletinin Müslüman hal ka zul mü hiçbir kesinti ye uğramadan on yıl lardır devam edi yor. 2001 yı lı iti bariyle Cezayir hapishanelerinde yaklaşık 1 milyon si yasi tutuklu bulunuyor. Tutuklanan ki şi ler bir gerekçe bulunamadı ğı için mahkemeye çı karıl mı yor. Bu nedenle de tutukluluk süreleri sürekli uzatı lı yor. Yönetim, hapishanelerde gerçekleşen ölüm lere inti har süsü veri yor, bazen tutukluların görevli lerle çatışmaya girdikleri ni iddia edi yor, bazen de kendi aralarındaki kavgalar sonucu öl dürül dükleri ya da intihar ettikleri gibi yalanlara başvuruyor.
Harun Yahya (Adnan Oktar)
133 hesi, bütün tarafları güç kullanmaksızın, barışçı ve sağlıklı yollara başvurmaya davet etti. Ancak iktidarın cevabı FIS'in binlerce üye ve taraftarını tutuklayıp, hapishanelerde onlara en ağır işkenceleri yapmak oldu. Aradan geçen yıllar ise Cezayir halkı üzerinde uygulanan baskıda hiçbir değişiklik yapmadı. Müslümanların üzerine atılan provokatif eylemlerden sonra olağanüstü yetkilerle donatılmış mahkemeler kuruldu ve Müslümanlar koğuşturmaya uğradı. Başlangıçta olaylara barışçı yollardan, serinkanlı bir şekilde yaklaşan FIS ve taraftarları bu tutumlarını terk etmeye başladılar. Bir grup kendilerine karşı güvenlik güçlerinin düzenlediği silahlı saldırılara karşı silahla kendilerini savunmaya başladılar. Sonuçta Cezayir bir iç savaş yaşamaya başladı.
Cezayir İç Savaşı'nı Kim Yönetiyordu? Cezayir'deki iç savaşta tek bir hedef vardı: Müslümanların gücünün gerekirse fiziksel imha yoluyla ortadan kaldırılması. Bunun için "anti-terör timleri" adı altında ölüm mangaları oluşturuldu. Bu mangalar hedef olarak seçtikleri Müslümanları fail-i meçhul yöntemiyle öldürdüler. İtirafçı bir Cezayir polisi bu "fail-i meçhul" yönteminin örneklerini anlatmış, özel timlerin hedef Müslümanların kapısını çalıp, kapıyı açana kurşun boşalttıklarını haber vermişti.26 1984-88 yılları arasında Cezayir'de başbakanlık yapan Prof. Dr. Abdülhamid İbrahimi de Müslümanlara karşı girişilen savaşın yöntemlerini şöyle anlatmıştı: Ocak 1992'deki hükümet darbesinden beri pek çok masum insan aralarında öğretmenler, mühendisler, avukatlar, doktorlar, öğrenciler olmak üzere keyfi olarak tutuklandılar, insanlar yargılanmadan gözetim kamplarına gönderildiler veya insanlık dışı şartlar altında hapishanelere atıldılar. Daha da ötesi her gün genç Cezayirliler hiçbir sebep olmaksızın idam mangaları tarafından öldürülüyor. Tek sebep rejim için potansiyel bir tehlike olarak görülmeleri.27
İngiliz The Observer gazetesi yazarlarından John Sweeney'nin gazetenin 16 Kasım 1997 tarihli sayısında yayınladığı "We accuse 80.000 times" (80.000 kez suçluyuz) başlıklı makalesi de eski başbakan Abdülhamid İbrahimi'nin sözlerini destekler nitelikte idi. Cezayir konusuna özel ilgi duyan Sweeney, ülkedeki katliamlara bizzat şahit olan kişilerle yaptığı görüşmeler sonucunda katliamlar hakkındaki görüşlerini şu şekilde dile getirmekteydi: ... Ancak delillerin ağırlığı Cezayir Devleti'ni mahkum ediyor. Generallerin 1991 seçimlerini iptal edip, halkı aldatmasından bu yana yaklaşık 80 bin kişi öldürüldü.
İSLAM'IN KIŞI VE BEKLENEN BAHARI
134
HEDEF YİNE SİVİL HALKTI... Cezayir hal kı nın evleri ne yapı lan ani baskınlarda resimlerdekine benzer katli am lar gerçekleşti ri li yordu. Yataklarından çı karı lan insanlar vahşi ce öl dürülüyor, bebekler kurşunlanıyordu.
Hükümet, hakim güç yolsuzluklara batmış, nefret ediliyor ve ancak terörün hükümranlığı sayesinde ayakta kalıyor. Uluslararası Af Örgütü'nün, İnsan Hakları Örgütü'nün, Uluslararası İnsan Hakları Federasyonu'nun, Sınır Tanımayan Gazeteciler Derneği'nin delillerine olsun veya Cezayir'in kendi devlet kontrollü medyasının delillerine olsun bir bakın...
Cezayirli bir gizli polis ile yaptığı röportaj ile tüm dünyada büyük yankı uyandıran John Sweeney, acımasızca katledilen masum insanların ölümlerinden başta Fransa olmak üzere pek çok Batılı ülkeyi sorumlu tutmakta idi. Çünkü yaptığı röportajlar ve edindiği izlenimler Cezayir'de sürdürülen terörün devlet destekli olduğunu göstermekteydi. Ve bu tüm dünyaca biliniyor olmasına rağmen hiç kimse buna "dur" demiyor, hatta mümkün olduğunca bu konudan bahsetmemeyi tercih ediyorlardı. Diğer bir deyişle "Cezayir Devleti ve Batı'daki dostları karanlıkta iş yapmayı tercih ediyorlardı."
Cinayetlerin Gerçek Failleri John Sweeney bu yazısında üç ayrı katliam olayını da örnek olarak veriyor ve Müslümanlara mal edilen cinayetlerin gerçek failinin kim olduğu sorusunun
Harun Yahya (Adnan Oktar)
135 cevabını gözler önüne seriyordu. Bu olaylardan birincisi Temmuz 1994'de gerçekleşmişti. G-7 liderlerinin Napoli'de toplandıkları gün yedi İtalyan denizcisi Cezayir'in Cicel yakınlarındaki Cencen limanında, iddiaya göre "aşırı İslamcılar" tarafından boğazları kesilerek öldürüldüler. Batı basını tarafından saldırıyı gerçekleştiren "radikal İslamcılar" hemen şiddetle kınandılar, hatta ABD eski Başkanı Clinton da İslamcıları kınayan bir bildiri yayınladı. Ancak Sweeney'nin yazısında kaynak olarak kullandığı Cezayir Gizli Polisi üyelerinden Joseph ise bu saldırı hakkında Batılı kaynaklar gibi düşünmüyordu. Joseph olaydaki katillerin gizli polisteki mesai arkadaşları olduğunu söylüyordu. İşin ilginç yanı Cencen limanı bu saldırının gerçekleştirildiği esnada askeri bölge sınırları içerisindeydi ve oldukça sıkı korunan bir donanma limanıydı. John Sweeney de olaydaki sıradışı gelişmelere yazısında şu sözleri ile dikkat çekmekteydi: Donanmanın kışlası İtalyan askerlerin öldürüldüğü geminin birkaç metre yanındaydı. Eğer katiller İslamcı aşırılar ise, askeri giriş kapısından geçmeleri, usulca kışlayı aşmaları, İtalyan mürettabatın boğazlarını kesmeleri, sonra ortadan kaybolduğu anlaşılan 600 tonluk yükü boşaltmaları ve sonra da yine kimseye görünmeden parmak uçları üzerinde usulca geri dönmeleri gerekiyordu.
Sweeney'nin yazısında örnek verdiği ikinci olay da en az birincisi kadar ilginçtir: ... 1995 yılında Paris'te arka arkaya patlayan bombalar sonrasında yine İslamcı çevreler suçlanmış ve Batı da buna destek vermişti. Oysa Gizli Polis Üyesi Joseph bombaların planlayıcılarının Cezayir gizli polis komutanları General Tevfik ve General Smain olduğunu ve operasyonun Cezayir'in Paris Büyükelçiliği'nden yürütüldüğünü anlatmakta idi. Nitekim bu bombalama olaylarının ardından dönemin Fransa İçişleri Bakanı Jean-Louis Debré'ye bir yemek sırasında bombaların ardında Cezayir gizli polisi olma ihtimali sorulduğunda, Bakan şu şekilde cevap vermişti: "Cezayir askeri istihbaratı bizi yanlış yöne sevk etmek, böylece onları rahatsız edenleri ortadan kaldırmamızı sağlamak istiyorlar."
Söz konusu yazıda örnek verilen üçüncü olay da son derece esrarengiz bir şekilde gerçekleşmiştir. John Sweeney bu olayı şöyle anlatıyor: 1997 yılında Cezayir'in güneyinde dev boyutlarda üç katliam yapıldı. Her üçü de kışlalarla çevrili yoğun koruma altındaki bir bölgede gerçekleştirildi. 200 kişinin gırtlağını kesmek uzun zaman alır. Cezayir mahkemelerine bu büyük katliamların herhangi biri için kimse çıkarılmadı. Katiller rejimin itirafına göre rahatsız edilmediler.
İSLAM'IN KIŞI VE BEKLENEN BAHARI
136
1962 yılında bağımsızlığını kazanan Müslüman Cezayir halkı için değişen hiçbir şey olmadı. Bu kez katliamlar Fransa'ya bağlı yönetimin eliyle yürütülüyordu.
John Sweeney'nin anlattığı olaylardan bir benzeri de Jeune Afrique dergisinde yayınlandı. Dergi Cezayir'in Seydi Musa bölgesinde gerçekleştirilen ve 300 kişinin katledilmesiyle sonuçlanan vahşetle ilgili olarak görgü tanıklarının söylediklerine yer vermekteydi. Bu olay Cezayir gerçeğini görebilmek açısından son derece önemlidir: Seydi Musa'da ordu karargahının hemen yakınında gerçekleştirilen ve beş saat süren katliama hiçbir askeri müdahalenin yapılmaması en çekici husus olarak gösterilmekte. Katliamdan kurtulan kişilerin 'yardım için bağırdık, güvenlik güçleri yakınımızdaydı, ancak sabah saatleri ile birlikte ilk gelenler itfaiye ekipleri oldu' şeklindeki açıklamaları, evlerden çıkan alev ve dumanın, saldırganların otomatik silahlarından yayılan sesin güvenlik güçlerinin dikkatini çekmemesi Cezayir'deki katliamların arkasındaki güçlerin kimler olduğu hakkında yeterli bilgi veriyor.28
Harun Yahya (Adnan Oktar)
137 Cezayir'de olup bitenler hakkındaki düşüncelerinde Abdülhamid İbrahimi ve John Sweeney yalnız değiller aslında. Cezayir'deki gelişmeleri yakından takip eden pek çok uzman, yaşanan katliamların ve terör olaylarının ardında cunta destekli Cezayir hükümetinin olduğu konusunda hemfikirdirler. Bu kişilerden birisi de RAND Corporation adına çalışan eski CIA ajanlarından Graham Fuller'dir. Fuller hem Cezayir'deki terörist faaliyetlerin, hem de Paris'te patlayan bombaların sorumlusunun cunta adına çalışan askeri birimler olduğunu belirtmekte ve amaçlarını şöyle dile getirmektedir: Dünya kamuoyunu manipüle etmek. Bu konuda Batılı istihbarat birimlerinin bilgisi var. Yanlış bilgilendirme yoluyla kamuoyunu etkilemeye çalışıyorlar.29
Öte yandan katliamlardan sorumlu tutulan cuntada yer alan generallerin pek çoğunun geçmişte Fransa ordusunda görev yapmış olmaları da bizlere çok önemli ipuçları vermektedir. Bu kişiler Cezayir'in bağımsızlık savaşı esnasında Fransız ordusunda görevliydiler, yani Fransa'nın işbirlikçileriydiler. Örneğin Genelkurmay Başkanı Muhammed Amari, Fransa ordusunda subaydı. Cezayir'in bağımsızlığını kazanmasından çok kısa bir süre önce Cezayir ordusuna katıldı. İstihbarat Daire Başkanlığı'nı yürüten General Tevfik ve askeri darbenin lideri ve eski Savunma Bakanı General Halid Nezzar da Fransa ordusunun subayları arasında yer almaktaydırlar.30 Tüm bu yaşananların yanı sıra eski başbakan Abdülhamid İbrahimi'nin "Tüm terör olayları hemen Müslümanların üzerine atılıyor. Oysa Müslümanlar katliamlarla hedefe ulaşamayacağını biliyorlar" sözleri ile birlikte dikkat çektiği bir başka husus daha var. İbrahimi bu sözlerinin ardından Cezayir'deki devlet terörünün asıl olarak Fransa'dan yönetildiğini ve 1962'de Cezayir bağımsızlığına karşı kurulan kontrgerilla örgütü OAS'ın eski elemanları tarafından örgütlendiğini vurgulamıştı.31 Bütün bunların yanında, Cezayir'deki bazı Müslüman grupların sivil insanlara karşı terör uygulayarak yanlış bir yola saptıkları gerçeğini de belirtmek gerekir. Daha önce de belirttiğimiz gibi böyle bir yöntem İslam'a aykırıdır. İslam, Müslümanların her zaman için barışçı yöntemleri tercih etmelerini, son çare olarak savaşa başvurulduğunda ise, savaşa katılmayan sivil insanların yaşamının ve haklarının özenle gözetilmesini gerektirir. Bunun dışında kalan, haksız yere şiddete başvuran her türlü "mücadele" yöntemi İslam'a aykırıdır. Cezayir'deki Müslümanların da bu gerçeğe hassasiyet göstermeleri ve mücadelelerini silahla değil, kültürle, bilgiyle, akılla yürütmeleri gerekmektedir. Bu durumda umulur ki on yıllardır kan ve gözyaşıyla dolu olan Cezayir'e refah ve huzur gelebilecektir.
İSLAM'IN Kışı ve Beklenen Baharı
TUNUS Sadece İman Ettikleri İçin Zulüm Gören Bir Halk
O
smanlı sonrası çok büyük bir kaosun içine itilen bölgelerin bir diğeri Kuzey Afrika'dır. Devlet-i Ali, Kuzey Afrika'nın büyük bölümünü
16. yüzyılda egemenliği altına almış ve bölgede istikrarlı bir yönetim kurmuştu. Ancak sömürgecilik, bölgede Osmanlı yönetimi ile birlikte huzur ve barışı da yok edecekti. Sömürgeciliğin Afrika'ya girişi, 17. yüzyılda Hollandalılarla başladı. Ardından Portekizliler, İngilizler ve Fransızlar kıtanın farklı bölgelerinde egemenlik kurdular. Osmanlı'ya ait olan Kuzey Afrika topraklarını ele geçirebilmek içinse, 19. yüzyıla kadar beklemeleri gerekti. Bu süreci yaşayan ülkelerin birisi de Tunus'tu. Tunus'un İslam ile tanışması, Abdullah bin Ebi Sarh komutasındaki İslam ordularının 648 yılındaki fethi ile gerçekleşmişti. Kısa süre içinde Tunus bir İslam vatanı haline geldi
Harun Yahya (Adnan Oktar)
139 ve 7. yüzyıla gelindiğinde tüm Tunus halkı Müslüman oldu. Daha sonra pek
SİCİLYA
çok kez yönetim değişikliği yaşayan Tunus'da gerçek huzur ve istikrar, 1574 yı-
AKDENİZ
lındaki Osmanlı yönetimiyle başladı. Tunus, Osmanlı Devleti'ne bağlı bir eya-
CEZAYİR TUNUS
let haline getirildi ve bu statüsü 1881'e kadar sürdü. Avrupa medeniyetindeki zorba
yönetim
anlayışının
LİBYA
aksine,
Osmanlı ülkesinde İslam dininin bir özelliği olarak barış ve şefkat temeline dayalı bir yönetim anlayışı hakim olmuştu. Ülke nüfusunun büyük çoğunluğunu oluşturan Müslüman Arapların yanı sıra, Berberiler ve Museviler gibi farklı etnik ve dini toplulukların huzur içinde ve kardeşçe yaşadığı Tunus'taki bu barış dönemi, Fransa'nın 1881'deki işgaline kadar sürdü.
Fransa'nın Kanlı Sömürge Tarihi Fransa, Tunus'u "yüksek komiser" denilen valiler kanalıyla yönetti. Aynı Cezayir'de olduğu gibi burada da çok büyük bir zulüm politikası böylece başlamış oldu. Her türlü muhalefet hareketi ve bağımsızlık yanlısı faaliyetler kanlı bir şekilde bastırıldı. Bağımsızlık yanlısı İslami hareketlerin liderleri ve onları destekleyenler çok şiddetli baskı gördüler, büyük bir bölümü tutuklandı, işkencelere maruz kaldı. Fransa, güçlü bir İslami bilince sahip olan Tunus halkında oluşan tepkiyi durdurmakta, ayaklanmaları bastırmakta zorlanıyordu. Bunun için her sömürgeci ülkenin yaptığı gibi o da kukla yönetimlere başvurdu. Bunun için bağımsızlık mücadelesi amacıyla kurulan Düstur Partisi'ni kendi tarafına çekti. Başına ise çok güvendiği bir "adamı"nı yerleştirdi: Habib Burgiba. İlk başlarda halkın desteğini almak için İslami bir çizgi izliyor gibi görünen Habib Burgiba, çocukluğundan itibaren Fransız eğitimi görmüştü. Ancak gençlik döneminde özellikle Fransız işgal yönetimine karşı bir politika izlemiş, bu şekilde halkın desteğini almayı planlamıştı. Hatta bunun için birkaç kez hapse girmiş, Tunus'tan Kahire'ye kaçarak halk nezdinde kahraman imajı kazanmaya çalışmıştı.
İSLAM'IN KIŞI VE BEKLENEN BAHARI
140 Tunus'a döndüğünde halkı amaçsız bir isyana teşvik eden ve böylece kanlı bir Fransız müdahalesine zemin hazırlayan Burgiba, Fransızların 1956 yılında işgale son vermelerinden sonra, Fransa'nın Tunus'taki temsilcisi haline geldi. Sömürgeci Fransız yönetimi ülkeyi terk ederken, geride kendilerine son derece sadık yönetim kadroları bırakmışlardı. Bu kadrolar Fransızların menfaatlerini onlar kadar koruyan ve kendi vatandaşlarına onlardan bile daha fazla zulüm yapan Habib Burgiba yönetimindeki kadrolardı. Rütbeli bir mason olan Habib Burgiba, iktidarı boyunca Müslüman Tunus halkının değil, Fransız Büyük Locası'nın menfaatlerini ön planda tuttu.
1959'da ülkeyi süresiz olarak yürütme yetkisini tek başına eline alan Habib Burgiba, bir zaman sonra kendisini "ölümüne kadar cumhurbaşkanı" ilan etti. 7 Kasım 1987'de akli dengesi yerinde olma-
dığı gerekçesi ile Başbakan Zeynel Abidin tarafından devlet başkanlığı görevinden alınana kadar, yani 31 yıl boyunca, Tunus'u tek başına yönetti. Bu dönem boyunca ülkeyi kültürel, siyasi ve ekonomik yönden Fransa'ya bağımlı kıldı ve ülkenin zenginliklerini Fransa'ya akıttı. Bu İslam aleyhtarı diktatörün en önemli özelliklerinden biri ise, diğer benzerleri gibi yüksek rütbeli bir mason oluşuydu.32 Masonik kimliği, Habib Burgiba için Müslüman kimliğinden de, Tunuslu kimliğinden de daha önemliydi. O, Müslüman Tunus halkının değil, Fransız Büyük Locası'nın menfaatlerini ön planda tutuyordu. Bunu da ülkesinde İslam'a karşı büyük bir savaş açarak gösterdi. Burgiba'nın ilk icraatı yargıda ve eğitimde Fransız sistemi benzeri bir sistem kurmak oldu. Bu sistemin en büyük özelliği ise İslam karşıtlığı ile şekillendirilmesiydi. Burgiba, camileri sıkı denetimi altına aldı, belli vakitlerin dışında namaz kılınmasını yasakladı. İslami toplum amaçlayan tüm Müslümanları, rejim muhalifi sıfatıyla tutuklattırdı ve çok ağır işkenceler uyguladı. Tunus'un sembolü olan Zeytune Üniversitesi başta olmak üzere İslami eğitim kurumlarının hepsini kapattırdı. Oysa Mısır'daki El-Ezher Üniversitesi'ne denk sayılabilecek bir
Harun Yahya (Adnan Oktar)
141 üniversite olan Zeytune Üniversitesi, Kuzey Afrika'daki İslami hayatı canlı tutan, oradaki halkın önünü açan ilim adamlarını yetiştiren önemli bir merkezdi. Burgiba yaptığı baskılarda o kadar ileri gitti ki, Ramazan ayında televizyona çıkıp içki içerek "ülkenin ekonomik kalkınmasını ve çalışma temposunu yavaşlattığı" bahanesiyle Ramazan'da oruç tutmayı yasakladı. Hac için Mekke yolculuğunun pahalı olduğu gerekçesi ile Mekke yerine Magrip'in kutsal kenti kabul edilen Keyrevan'ın ziyaret edilmesini istedi. Tunus yönetimi her dönemde İslam ülkelerine karşı uzak bir politika izledi. İslami akımları desteklediği için Sudan ile ilişkilerini askıya alan, Cezayir'e karşı Fransız hükümetinin yanında yer alan Tunus'ta, şehit olan Filistinliler için dua etmek ve hatta İntifada hakkında konuşmak dahi yasaklandı. Aradan geçen yıllarda baskıcı tutumda az da olsa bir azalma ve demokratikleşme süreci yaşandı. Ancak Cezayir ve Tunus'taki Müslüman halkın yaşadıklarının, Kuran'da haber verilen ve inkarcılara ait bir zulüm yöntemi olduğuna da dikkat etmek gerekir. Kuran'da bildirildiği üzere, zalim yöneticilerin insanların dinlerini yaşamalarını engellemek için kullandıkları baskı yöntemlerinden biri de, cami gibi kutsal mekanları yok etmektir. Allah Bakara Suresi'nde Kendi adının anılmasını engellemek isteyenlerin dünyada ve ahiretteki durumlarını şu şekilde bildirmektedir: Allah'ın mescidlerinde O'nun isminin anılmasını engelleyen ve bunların yıkılmasına çaba harcayandan daha zalim kim olabilir? Onların (durumu) içlerine korkarak girmekten başkası değildir. Onlar için dünyada bir aşağılanma, ahirette büyük bir azab vardır. (Bakara Suresi, 114)
Ayette vaat edilen büyük azap, İslam topraklarında İslam'ı yok etmek için çalışan tüm zalimlerin, tevbe edip bu tutumlarını değiştirmedikleri takdirde, ahiretteki karşılığıdır. Müslümanlar, bu gerçeğin farkında olmalı ve uğradıkları baskılar karşısında, zalimlerin ahiretteki durumunu düşünmeli, gerçek galiplerin kendileri olduğunu bilmelidirler.
Burgiba Sonrası Durum Fransa, Burgiba imajının Tunus'ta eski gücünü yitirmesinden sonra, Tunus'un Paris büyükelçisi Hadi Mebruk'un Dışişleri Bakanlığı'na atanmasını sağlayarak, ülkedeki etkinliğini artırmaya çalıştı. Bu arada Başbakan Zeynel Abidin Bin Ali, Burgiba yönetiminin siyasi baskıları yüzünden yıllarca ezilen Müslü-
İSLAM'IN KIŞI VE BEKLENEN BAHARI
142 man halkı kendi tarafına çekebilmek için, onlara birtakım özgürlükler verdi. Burgiba'yı sivil bir darbeyle yönetimden uzaklaştıran Bin Ali yönetimi, siyasi tutukluların bir kısmını da serbest bıraktı. Sürgünde olanların tekrar ülkeye dönmelerine izin verdi. Ancak Müslüman halkın büyük umutlar beslediği yeni yönetim, Burgiba'dan çok farklı çıkmadı. İlk başlarda ülkede bir reform hareketi başlatacağını vaat eden Bin Ali, iktidarını sağlama aldıktan sonra aynı Burgiba gibi Müslüman halka karşı zulüm uygulamaya başladı. Burgiba sonrası Tunus'ta değişen tek şey, Müslümanların yıllarca çektikleri zulüm ve baskıcı politikaların yeniden gündeme gelmesi olmuştur. Burgiba'nın yerini alan Zeynel Abidin Bin Ali bugün selefini aratmayacak, hatta son zamanlardaki icraatlarıyla onu bile geride bırakacak bir konuma gelmiştir. Bugün Tunus halen, Zeynel Abidin sebebiyle bölgenin son derece katı ve antidemokratik yapıya sahip ülkesi durumundadır.33 Toplumda geniş tabana sahip olan Müslümanlar ülkelerine ve halklarına bir zarar vermeden demokratik yollardan yönetimi devralmayı beklemektedirler.
TUNUS'TAKİ İSLAMİ HAREKET SUSTURULMAK İSTENİYOR Tunus'ta İslami Hareketin tem sil ci si İslami Yöneliş Hareketi (NAHDA)dir. İslami Yöneliş Hareketi, 1969'da Prof. Raşid el Gannuşi'yle Abdul fettah Moro'nun öncülüğünde kurul du. Ancak güçlenmeye başladı ğı görülünce bu harekete karşı şiddetli bir baskı ya başvurul du ve hareketin ileri gelenlerinden 106 ki şi tutuklandı. İslami Yöneliş Hareketi bir gecede darmadağın edil di. Aylar süren tutukluluk döneminden sonra yargı lanan hareket li derleri nin tümü, idam, müebbet ve 20'şer yıl lık hapis cezaları na çarptı rıl dı lar. Halen Londra'da sürgünde yaşayan Gannuşi cezalardan payı nı alarak müebbet hapse mahkum edil di. Mahkemelerin hemen akabinde idam cezaları derhal infaz edil di. Hareketin önde gelenleri nin hari cinde binlerce ki şi daha basit gerekçelerle tutuklandı lar.
Harun Yahya (Adnan Oktar)
143
BİN ALİ'NİN POLİS DEVLETİ
Tunus, Bin Ali yöneti miyle tam bir polis devleti hali ne geti ril miştir. Her yüz ki şi ye bir polis düşmektedir ki, bu benzeri görül medik derecede yüksek bir orandır. Halk kendi evinde dahi yüksek sesle yöneti mi eleştirmekten ya da İslami duyarlı lı ğı nı ifade etmekten çekinmekte, çok büyük bir psi kolojik baskı al tında hayatı nı sürdürmeye çalışmaktadır.
Bin Ali yöneti mi, dindar hareketi yok edebil mek için her türlü baskı cı yöntemi meşru sayabi li yor. Sadece NAHDA değil, İslami çizgi si olan tüm örgütler, parti ler şiddetli baskı lar görüyorlar. Şu anda Tunus'ta on bi ne yakın Müslüman çok zor şartlar al tında cezaevinde tutuluyor. Her türlü İslami faaliyet ve basım yasaklandı. Bu yoğun baskı nedeniyle herkes İslami çalışmalardan şiddetle uzak duruyor.
İSLAM'IN Kışı ve Beklenen Baharı
ERİTRE – ETİYOPYA Müslümanlar Barış ve Huzur İstiyorlar
S
avaş ve karışıklıklar, Afrika kıtasında hiç hızını kaybetmeden on yıllardır devam etmektedir. Fransa, İngiltere, Hollanda gibi sömürgeci
güçlerin 1950'li ve 60'lı yıllarda kıtadan çekilmesinin ardından, Afrika ülkelerinin çoğunda faşist veya komünist diktatörler yönetime gelmiştir. Kurulan bu sömürge sonrası rejimlerin çoğu, Müslümanlara karşı sistemli bir sindirme politikası izlemiş ve halen de izlemektedirler. Bu politikalar neticesinde aralıksız savaş ve kargaşanın yaşandığı yerlerden birisi, 16. yüzyılın ortalarından itibaren yaklaşık 2 asır Osmanlı yönetiminde kalmış olan Eritre'dir.
Afrika'nın Stratejik Noktası Eritre Eritre, Etiyopya'nın kuzeyinde, Afrika'nın Asya'ya en çok yakınlaştığı Babül Mendep Boğazı'na
Harun Yahya (Adnan Oktar)
145 kadar olan kıyı boyunca uzanan bir ülkedir. Afrika kıtasında binlerce yıldır
SUDAN
ticari ve askeri olarak önemli bir nokta-
KIZIL DENİZ
dır. Koloni Afrikası'nın çoğu gibi, bu
ERİTRE YEMEN
ülke de, yerli halkların taleplerine bakılmadan, sömürgeci Avrupalı güçlerin kendi aralarında paylaşımlarıyla ortaya
ETİYOPYA
çıkmıştır. Eritre'yi elinde tutan güç KızıldeERİTRE
niz'in güney girişini, dolayısıyla Akdeniz'den Hint Okyanusu'na yapılan tüm
SUDAN ADEN KÖRFEZİ CİBUTİ
çıkışları da kontrol altına almış olur. Tüm bunların yanı sıra Etiyopya için Eritre bir anlamda denizlere açılan liman konumundadır. İşte Eritre'nin sahip olduğu bu
ETİYOPYA
stratejik önem nedeniyle, İngilizler II. Dünya Savaşı esnasında Amerika'ya
SOMALİ KENYA
Eritre'nin haberleşme üssünü kiralamışlar ve ABD, Etiyopya ile arasındaki bir savunma sözleşmesine dayanarak 25 yıl boyunca burayı kullanmıştır. Burası dünyanın en önemli haberleşme üslerinden birisidir ve Kore Savaşı boyunca Washington'a haber akışında çok önemli rol oynamıştır. Mevcut stratejik öneminin yanı sıra sahip olduğu altın kaynakları ve mineraller, muhtemel petrol ve gaz kaynakları da (halen Kızıl Deniz'de petrol arama çalışmaları devam etmektedir) bölgeye ilgi duyan güçlerin gözünde Eritre'yi daha da değerli hale getirmektedir. II. Dünya Savaşı öncesinde nüfusu 1 milyon olan Eritre'nin şimdiki nüfusu Batılı kaynaklara göre 2.5 milyon, bölgede faaliyet gösteren direniş örgütlerine göre ise 3.5 milyondur. Ve bu nüfusun büyük bölümünü Müslümanlar oluşturmaktadır.
Eritreli Müslümanların Mücadelesi Osmanlı yönetiminden koparıldıktan sonra İtalya tarafından işgal edilen
İSLAM'IN KIŞI VE BEKLENEN BAHARI
146 Eritre, 1952'de Birleşmiş Milletler kararı ile Etiyopya ile birleşik bir federe devlet haline geldi. Ancak halk tarafından kabul görmeyen bu durum, geniş halk ayaklanmaları ile neticelendi. 14 Kasım 1962'de ise Etiyopya'daki iç karışıklıkları bahane eden İmparator Haile Selassie, Eritre'yi Etiyopya topraklarına kattığını ilan etti. Selassie dönemiyle birlikte Müslümanlara karşı büyük bir baskı ve işkence politikası başlatıldı. Etiyopya rejimine karşı koyan pek çok Müslüman katledildi. Etiyopya'nın şiddet ve terör uygulamalarının neticesinde, 1967'den 70'lerin başına dek yüz binlerce Eritreli yurtlarından sürüldü. Tarihin en kalabalık mülteci grupHaile Selassie
larından birini oluşturan bu insanlar kadın, çocuk, yaşlı demeden ölüme terk edildiler. Bu durumu, yönetimin uyguladığı yanlış tarım politikaları sonucu 200 bine yakın insanın da kıtlıktan ölmesi izledi. Tüm bu gelişmeler neticesinde Haile Selassie yönetimi 1974'de yapılan bir
darbe ile devrildi. Marksist görüşe sahip bir cuntanın yönetimi ele geçirmesi Müslümanlar açısından herhangi bir değişikliğe neden olmadı. Faşist bir diktatörlüğün yerine Marksist bir diktatörlük kurulmuştu. Müslümanlar için yine baskı, yine işkence, yine gözaltılar, yine zorluk ve sıkıntılar devam etti. Haile Selassie'nin halefi Marksist Mengistu Haile-Mariam, yönetimi boyunca tam anlamıyla bir şiddet politikası izledi. Sadece kendisine muhalif olan görüşü yok etmekle kalmadı, yönetimde kaldığı 17 yıl içerisinde ülke nüfusunun da büyük bir çoğunluğunu yok etti. Bölgede süregelen anti-İslami çizgiyi, genel olarak tüm ülke üzerinde terör uygulayan Mengistu da devam ettirdi. Mengistu'nun 17 yıl süren Marksist yönetimi esnasında 10 bin cami yıkıldı, yaklaşık 500 bin Müslüman çareyi Sudan'a sığınmakta buldu. Bir o kadar Müslüman ise Somali'ye iltica etti. Mayıs 1991'de Etiyopya yönetimi bir kez daha el değiştirdi, ancak Mengistu'nun geride bıraktığı bilanço oldukça ağırdı: -60 bin çocuk sakat ve 45 bin çocuk da ana-babasız kalmıştı, -750 bin mülteci vardı ve bunların 500 bini Sudan'da açlık sınırında yaşamaktaydı, -Nüfusun %80'i gıda yardımına muhtaçtı, -48 bin kişiye bir doktor düşmekteydi ve ülkede ortalama yaşam süresi 46 yıl idi...
Harun Yahya (Adnan Oktar)
147
Marksist Mengistu reji mi nin hedefleri nin başında cami ler geliyordu. On binlerce çocuğun sakat kal dı ğı, yüz binlerce insanın mül teci durumuna düştüğü Eti yopya'da hal kın %80'i gı da yardı mı na muhtaç durum da.
Etiyopya Rejimine İsrail Desteği Sahip olduğu sosyo-ekonomik ve jeo-stratejik önemine rağmen bugün hala dünyanın en yoksul bölgelerinden biri olan Eritre topraklarında yıllardır kargaşa, anarşi, çatışma ve savaşların dinmemesinin nedenlerinden biri de, ABD ve İsrail gibi bölge politikasını belirleyen ülkelerin Eritre ile ilgili stratejileridir. İsrail Hayfa Üniversitesi profesörlerinden Benjamin Beit-Hallahmi "The Israeli Connection: Who Israel Arms and Why" (İsrail Bağlantısı: İsrail Kimi Neden Silahlandırıyor?) adlı kitabında, kendi ülkesinin dünyanın dört bir yanına uzanan faaliyetlerini "İsrail'in dünya savaşı" olarak yorumlamaktadır. Üstelik Kudüs İbrani Üniversitesi'nden Israel Shahak'ın söylediği gibi, "İsrail, İslami düşmana karşı girişilecek olan savaşta Batı'nın öncülüğünü yapmak hedefindedir."34 İsrail'in, Eritre'de halen birisi Dahlak adalarında, birisi de Sudan sınırına yakın Mahel Agar dağlarında olmak üzere stratejik olarak son derece önemli iki üssü bulunmaktadır. İsrail'in Etiyopya ile sıcak ilişkiler kurması ise 1950'li yıllar-
İSLAM'IN KIŞI VE BEKLENEN BAHARI
148
Eti yopya ve Eritre'nin geçmiş rejim leriyle İsrail Devleti'ni ortak paydada birleşti ren tek bir unsur ol muştur: Anti-İslami çizgi.
da başladı. 1952'de sivil ticaret ilişkileriyle başlayan İsrail-Etiyopya ittifakı, 1956'da bir İsrail temsilcisinin İmparator Haile Selassie ve yardımcıları ile görüşmeye başlamasıyla birlikte en üst düzeyde yürütülen bir diyalog haline geldi. Bölgede radikal hareketleri ve sözde "Hıristiyan Etiyopyalılara saldıran ve başkaldıran Müslümanları bastırmak" amacıyla İsrail, Selassie yönetimine hem silah yardımı yapmaya, hem askeri istihbarat sağlamaya, hem de Selassie'nin ordusunu "halk hareketlerini bastırma" konusunda eğitmeye başladı. Prof. Hallahmi, Etiyopya-İsrail ittifakının ideolojik temelini ise şu sözleri ile dile getiriyordu: Bu ittifakın arkasında yatan ideolojik temel, Etiyopyalıların İsraillileri de yine kendileri gibi 'tehditkar Müslüman denizinin ortasında kendi güçlerini korumaya çalışan cesur bir halk' olarak görmeleriydi.35
Hallahmi'nin kitabında anlattığına göre, Eritre'deki ayaklanmaları bastırmak üzere Selassie tarafından kurulmuş olan "Acil Durum Polisi" adlı 3.100 kişilik bir kontrgerilla timi özel olarak İsrailli uzmanların eğitiminden geçmişti. Hatta 1971'de General Haim Bar-Lev komutasındaki askerlerin Etiyopya ziyaretinin ardından, Etiyopya stratejik önemi oldukça yüksek iki adayı -Halep ve Fatıma adaları- İsrail donanmasının kullanımına açmıştı. Elbette Eritreli Müslümanlar da karşı karşıya oldukları ittifakı tanıyorlardı. Eritreli Müslüman güçlerin lideri Ebu Halid, 1970 Temmuzu'nda kendisiyle yapılan ve Türk basınında da yer alan bir röportajda bu gerçeği şöyle dile getirmekteydi: Şu anda Etiyopya ve İsrail kader birliği etmişlerdir. Müslümanları boğazlayan Habeş askerlerini İsrailli subaylar yetiştiriyorlar... 5 Haziran 1967 savaşı, Akabe Kör-
Harun Yahya (Adnan Oktar)
149 fezi'nin Mısır tarafından kapatılması bahanesiyle çıkmıştı. İsrail, Doğu alemiyle yaptığı ticaretin kapısı olan Elyat Limanı'nı ve Akabe Körfezi'ni daima açık görmek ister. Biz Eritre'yi bağımsızlığına kavuşturursak Kızıldeniz'in güneyinde Güney Yemen ile birlikte bu su yolunu İsrail'e kapatabiliriz. İşte İsrail bu endişe ile Etiyopyalılara yardım ediyor. 36
Etiyopyalı komando ve kontrgerilla birliklerini eğiten İsrailli uzmanlar Haile Selassie'ye ülke içindeki iktidarını koruması için de büyük destek oldular. İsrail ordusu eski üst düzey yetkilisi General Matityahu Peled'e göre, Addis Ababa'daki gizli polis üzerinde etki sahibi olan İsrailli ajanlar sayesinde Haile Selassie üç ayrı darbe girişiminden kurtulmuştu. Ancak 1974'te Selassie'yi devirmek amacıyla yapılan Marksist darbeye karşı İsrail ajanları fazla bir müdahalede bulunmadılar. Çünkü yeni rejim de onların istediği standartlara uygun bir rejim olacak ve Eritre Müslümanlarına karşı yürütülen savaşı devam ettirecekti. Prof. Hallahmi'nin ifadesiyle, "Etiyopya ile İsrail arasında devam eden ilişki, iki ülkenin bölgedeki İslami gruplara olan karşıtlığına dayanıyordu."37 Nitekim Marksist Mengitsu döneminde de İsrailli uzmanların Etiyopya topraklarındaki çalışmaları tüm hızıyla devam etti. İsrailli uzmanlar Etiyopyalı kontrgerilla timlerini eğitmeyi, Etiyopya rejimine silah sevkiyatı yapmayı sürdürdü. Anti-İslami temel üzerine oturtulan bu ittifak, 1990 yılında İsrail'in "ayrılıkçı militanlara" karşı kullanılması için Etiyopya rejimine misket bombaları göndermesiyle daha da güçlendi.
Eritre'nin Bağımsızlığı Zulmü Ortadan Kaldırmadı Doğu Bloku'nun yıkılması, Etiyopya'daki komünist Mengistu rejiminin de sonunun geldiğini gösteriyordu. Nitekim, Issayas Afeworqi ve Meles Zenavi gibi isimlerin önderliğinde gelişen muhalefet, komünist yönetimi 1991 yılında devirdi. Yönetime geçen Meles Zenavi, Eritre halkının bağımsızlık talepleri karşısında fazla dayanamadı ve 25 Nisan 1993'de gerçekleştirilen halk oylaması neticesinde Eritre, Etiyopya'dan ayrılıp bağımsızlığını kazandı. Bağımsızlıkla birlikte, Issayas Afeworqi, Eritre'nin yeni lideri olarak ortaya çıktı. Ancak Afeworqi'nin iktidarıyla birlikte, hem iç hem de dış politikada ciddi sorunlar oluştu. Uygulamalarıyla diktatör Mengistu'nun katı rejimini hatırlatan Afeworqi tüm ülke çapında dindarlara karşı büyük bir terör estirmeye baş-
İSLAM'IN KIŞI VE BEKLENEN BAHARI
150 ladı. Hem Devlet Başkanlığını hem de parlamento başkanlığını üstlenmiş olan Afeworqi'nin baskısı, Eritre muhalefetini silahlı mücadeleye sevk etti. Bu yüzden özellikle ülkenin dağlık kesimlerinde muhalefet güçleriyle Eritre askerleri arasında yoğun çatışmalar başladı. Afeworqi döneminde özellikle Müslüman halka karşı yapılan zulüm de had safhaya çıktı. Yargısız infazlar, sorgusuz sualsiz gerçekleştirilen idamlar birbirini izledi. İslami okullar kapatıldı, camiler yıkıldı, Arapça resmi dil olmaktan çıkarıldı, yüz binlerce insan evini terk edip komşu ülke Sudan'a sığındı. Üstelik yönetimi eleştirmeye kalkışan herkes de Afeworqi'nin teröründen nasibini aldı. Afeworqi hem kendi vatandaşlarına karşı zalim bir politika izledi, hem de komşularına karşı mütecaviz girişimlerde bulundu. Hatta Eritre'yi, komşuları Yemen ve Cibuti ile savaşın eşiğine getirdi, bir diğer komşusu olan Sudan'a karşı zalim bir politika izledi. Hatta aynı karşıt tavrını siyasi ve stratejik pek çok ortak politikası bulunan Etiyopya'ya karşı da kullandı ve Etiyopya topraklarını işgal etti. Afeworqi'nin Etiyopya işgali, 18 Haziran 2000 tarihinde imzalanan ateşkes anlaşmasına kadar yüz binlerce insanın evsiz ve yurtsuz kalmasına, on binlercesinin ölümüne, uygulanan ekonomik ambargolar neticesinde de binlercesinin açlık sınırında yaşamasına neden oldu.
Eritre'de Son Durum Etiyopya ile Eritre arasında 1999 yılında başlamış olan sınır çatışması 18 Ha-
Eti yopyalı komando ve kontrgeril la birlikleri ni eği ten İsrail li uzmanlar, Haile Selassie'ye ül ke içindeki ikti darı nı koruması için büyük destek ol dular.
Harun Yahya (Adnan Oktar)
151 ziran 2000 tarihinde Afrika Birliği Örgütü'nün girişimleri sonucunda ateşkes ile neticelendi. Ancak her iki tarafın da, içinde bulundukları ekonomik darboğaza ve halklarının açlık sınırında yaşıyor olmasına rağmen, milyonlarca dolarlarını savaşa yatırmaları oldukça şaşırtıcıdır. Bu çatışmalar esnasında limanlar, elektrik santralleri ve havaalanları gibi bir ülke için son derece önemli olan alt yapı kurumları yerle bir olmuş, yüz binlerce insan göçe zorlanmış ve milyonlarca dolarlık hasar meydana gelmiştir. Bu çatışmalarda bölge halkının fazlasıyla ihtiyacı olan bir milyar dolara yakın kaynak, silah temini için telef edilmiştir. Böylece her ikisi de İsrail müttefiki olan taraflar hem İsrailli ve Amerikalı silah üreticileri için iyi bir pazar olmuş hem de dünya kamuoyunun dikkatinin savaşa yönelmesi itibarı ile nüfusları dahilinde bulunan Müslümanlara yaptıkları zulümleri gizleyebilmişlerdir. Bugün, bu zulüm daha da şiddetlenerek devam etmektedir. Eritre'de Müslümanların hiçbir gerekçe gösterilmeden gözaltına alınıp tutuklanmaları, adaletsiz mahkemelerde yargılanıp idamla cezalandırılmaları, yargısız infazlar yapılması, ülkede her türlü muhalefetin yasak olması nedeniyle Müslümanların düşüncelerini özgürce dile getirememeleri, ibadet etme özgürlüklerinin kısıtlanması, Müslüman nüfus arasında kayıpların sayısının gün geçtikçe artması gibi baskı, şiddet ve sindirme politikaları tüm hızıyla devam etmektedir. Müslümanların çocuklarına dini eğitim verecekleri okullar kapatılmakta, ibadetlerini yapacakları cami ve mescidleri yıkılmaktadır. On binlerce Müslüman göçe zorlanmakta, yönetimin zulmünden kaçan bir milyona yakın mülteci evlerinden uzakta, açlık ve kıtlık içinde yaşamlarını idame ettirmeye çalışmaktadır. Kuşkusuz bu zalim uygulamalar tarih boyunca Müslümanlara yapılan haksız ve adaletsiz uygulamaları bir kez daha hatırlatmaktadır. Kuran'da zalim yö-
İNSANLAR AÇLIK ÇEKERKEN, PARALAR SİLAHLARA GİDİYOR...
Eti yopya ile Eritre arasında sı nır çatışması 2000 yılında sona erdi. Ancak her iki tarafın da, içinde bulundukları ekonomik darboğaza ve halkları nın açlık sı nı rında yaşı yor ol ması na rağmen, mil yonlarca dolarları nı savaşa yatırmaları ol dukça şaşırtı cı dır.
Harun Yahya (Adnan Oktar)
153 neticilerin karakterlerinin her dönemde aynı olduğu bildirilmiştir. Bunların, halklarına karşı uyguladıkları baskıcı yöntemler, bozguncu karakterleri, kadınlara, erkek çocuklarına yaptıkları şiddetli zulüm hiç değişmemiştir. Hatta "Biz bunlardan önce nice nesiller yıkıma uğrattık ki onlar, zorbaca yakalamak bakımından kendilerinden daha üstündüler..." (Kaf Suresi, 36) ayetinde bildirildiği gibi çoğu zaman geçmiştekiler zorbalık bakımından bugünkülerden daha şiddetlidirler. Kuran'da bahsi geçen zalim yöneticilerden biri de Firavun'dur: Gerçek şu ki, Firavun yeryüzünde (Mısır'da) büyüklenmiş ve oranın halkını birtakım fırkalara ayırıp bölmüştü; onlardan bir bölümünü güçten düşürüyor, erkek çocuklarını boğazlayıp kadınlarını diri bırakıyordu. Çünkü o, bozgunculardandı. (Kasas Suresi, 4)
Ayette de bildirildiği gibi Firavun kendi kavmine zulmetmiş, çok şiddetli işkencelere uğratmıştır. Ancak unutmamak gerekir ki, Kuran'da yeryüzünde büyüklenip, zalimlik yapanların dünyada bir aşağılanma, ahirette ise çok büyük bir azapla karşılık görecekleri bildirilmektedir. Geçmiştekilerin yaptıkları zulüm ve zorbalıklar nasıl karşılık bulduysa, bugünküler de Allah'ın sonsuz adaleti ile karşılık bulacaktır. Allah ayetinde inkarcıların sonunu şu şekilde bildirir: Yol, ancak insanlara zulmeden ve yeryüzünde haksız yere 'tecavüz ve haksızlıkta bulunanların' aleyhinedir. İşte bunlara acıklı bir azab vardır. (Şura Suresi, 42)
Sizden önceki nesillerden onlardan kurtardığımızdan pek azı dışında yeryüzünde bozgunculuğu önleyecek fazilet sahibi kişiler bulunmalı değil miydi?... (Hud Suresi, 116)
İSLAM'IN Kışı ve Beklenen Baharı
ÇAD Sömürgeci Fransa'nın Yok Etmeye Çalıştığı Müslüman Ülke
K
itabın ilk bölümünde sömürgeci devletlerin yaptıkları büyük "yağmalama"nın Afrika ülkelerinin tüm kaynaklarını kuruttuğuna ve bu ül-
keleri çok büyük bir sefaletin eşiğine getirdiğine dikkat çekmiştik. Afrikalı halkları kendilerince "evrim sürecini tamamlamamış ilkel bir ırk" olarak kabul edip, kendilerinde bu ülkeleri sömürme hakkı gören Batılı devletler, özellikle de Müslüman halklara karşı çok büyük bir zulüm gerçekleştirmişlerdir. Bu zulüm 15. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar açık bir şekilde yapılırken, 20. yüzyılda gizliden gizliye devam etmiştir. İngiltere ve Fransa gibi sömürgeci güçler, Afrika'daki kolonilerini daha fazla ellerinde tutamadıklarında bu bölgeden çekilmiş,
Harun Yahya (Adnan Oktar)
155 ancak devlet yönetimini kendileriLİBYA
ne yakın "kukla yönetimlere" devretmişlerdir. Sömürgeci sistem bu politika sayesinde üstü kapalı ola-
NİJER
rak sürmüştür. Günümüzde Afrika ülkelerinin bir kısmında eski sö-
ÇAD
mürgeci devletlerle yakın ilişki içinde olan yönetimler iktidardadır
SUDAN
NİJERYA
ve bu kez zulüm bu kişilerin eliyle yürütülmektedir. Bu kukla yönetimler çoğu zaman ülke nüfusunun
ORTA AFRİKA CUMHURİYETİ
küçük bir bölümünü oluşturan Hıristiyan ya da diğer dinlere mensup azınlıklar olmuştur. Bu azınlık hükümetleri Batılı devletlerden aldıkları destekle Müslüman halklara karşı çok büyük baskılar yapmaya devam etmişlerdir. Bunun neticesinde de çoğunluğu oluşturan Müslümanlarla azınlık yönetimler arasında büyük iç savaşlar çıkmış, ülkeler kaosa sürüklenmiştir. Bugün pek çok ülkede bu çatışmalar devam etmektedir. Sömürgeci devletlerin izledikleri bir diğer yöntem ise, dindarlık kisvesi altında halkın sempatisini toplayan, gerçekte ise dini değerlere karşı olan liderleri iktidara getirmek olmuştur. Bu hükümetler her ne kadar Müslüman olduklarını iddia etseler de, Müslüman halka karşı çok büyük bir zulüm uygulamış ve onların dini gereklerini yerine getirmelerini engellemişlerdir. Bu zulmün en açık örnekleri Tunus, Cezayir gibi ülkelerde yaşanmaktadır. Bu ülkelerde görünüşte Müslüman yönetimler iktidardadır. Oysa Müslüman halka karşı şiddetli baskı ve eziyetler, yine bu yönetimler tarafından yürütülmektedir. Çad da, Cezayir ve Tunus'a benzer bir tarihe sahiptir. Yıllar boyunca süren sömürgecilik döneminin sonrasında bağımsızlık kazanmış, ancak bunun ardından yıllarca süren iç savaş ve bitmek bilmeyen bir kaos başlamıştır.
İSLAM'IN KIŞI VE BEKLENEN BAHARI
156
Çad'ın Sömürge Tarihi 1086 yılında Kanum Krallığı'nın İslamiyet'i kabul etmesiyle Müslüman olan Çad, 16. yüzyıla gelindiğinde bölgenin en zengin ve en güçlü ülkelerinin arasındaydı. Ancak 19. yüzyılda iç bölünmelerle zayıflayan krallık, 1900'de Fransızların işgaline uğradı ve Fransa Çad'ı diğer sömürgelerine bağladı. İşte bu andan itibaren sömürgeci Fransız kuvvetlerinin Müslüman halka ve İslam dinine karşı savaşı başladı. Bu savaşta her türlü insanlık dışı uygulamaya, zulme, baskıya ve şiddete yer vardı. İlk hedef, Çad halkının İslami kimliğini yok etmek ve yerine daha önce üzerinde durduğumuz materyalist ve dinsiz bir kimlik yerleştirmekti. Bu amaçla bölgedeki bütün camiler, Kuran kursları, medreseler, din eğitim merkezleri, dini cemiyetler, kütüphaneler yıkıldı. İşgalci Fransız güçleri İslami eğitimi yasaklayarak, Müslümanların dinlerini öğrenmelerine engel oldular. Bütün dini vakıf ve cemiyetleri kapattılar. Burada görev yapan öğretmenler, imamlar ve öğrencilerin birçoğu mahkum edildi. Bazıları yapılan baskınlarda şehit oldular, bazıları da çöle ve dağlara kaçmak zorunda kaldılar. Tutuklanan din bilginlerinin çoğu hapishanelerde ya boğdurularak ya da satırlarla doğranarak işkence altında öldürülmüştü. Yeni açılan okullarda ise, sadece
1900'den 1960'a kadar süren Fransız işgali sırasında her türlü insanlık dışı uygulamaya, zulme, baskı ve şiddete yer vardı. Fransız kuvvetleri Çad halkına ve İslam dinine karşı tanklar, tüfekler ve bombalarla savaş açmıştı. Bağımsızlık sonrasında ise zulüm Fransa'ya yakın Çad yönetiminin eliyle devam ettirildi.
Harun Yahya (Adnan Oktar)
157 Fransız askerlerinin çocukları okuyabilmekte, onlar için dispanserler ve eğlence salonları açılmaktaydı. Halkın sağlık sorunları ile ilgilenen kimse ise yoktu. Ülkede bulunan Müslüman aydınlar ve zulümden kurtulmak isteyen halk çeşitli ülkelere sığınmak zorunda kaldılar. Bazı İslam alimleri çırılçıplak şehir merkezlerinde dolaştırılıyor, kadınların şerefleri ile alay edilerek, parça parça edilip öldürülüyordu. Her türlü ibadet ve dini toplantı, rejime karşı suç kabul edilmekteydi. 1917 yılında Çad'daki Fransız yönetimi, alçakça bir katliam gerçekleştirdi. Dini hayatın yeniden düzenlenmesi amacıyla bir konferans düzenlediğini açıklayarak ülkedeki tüm İslam alimlerini davet etti. Davete çok sayıda Müslüman alim katıldı. Ancak bir Fransız komiser, ellerinde satırlar, kılıçlar, şişler bulunan yüzlerce cellat getirmişti. Etraf sivil halktan tecrit edilmiş, askeri birlikler vaziyet almışlardı. Komplo anlaşıldığında ise iş işten geçmişti. Her taraf kesilmiş ve doğranmış insan cesetleri ile doldu. Baraka kan gölüne döndü. Vahşi Fransız askerleri ellerinde satırlarla zafer çığlıkları atıyorlardı. Halk ile Fransız askeri kuvvetleri arasındaki çatışmalar çok uzun yıllar sürdü. Bu mücadeleler sonucunda 1960 yılında, Çad bağımsızlığını kazandı. Ancak bağımsızlığını kazanması, aynı diğer Afrika ülkelerinde olduğu gibi, halkın barışa ve huzura kavuşması anlamına gelmiyordu. Çünkü Müslüman çoğunluğun yaşadığı ülkenin başına, eski sömürgeci Fransa ile sıkı bağlar içerisinde olan Çad İlerici Partisi'den bir Hıristiyan getirildi. Yeni yönetim baskı ve zulüm konusunda Fransa'nın yolunu izliyordu. Fransa'ya yakınlığı ile tanınan François Tombalbaye'nin hem Cumhurbaşkanlığına hem de Başbakanlığa getirilmesi, Müslüman halk arasında çok büyük bir tepki oluşturdu. Bu tepkiyi dile getiren Çadlı Müslüman aydınların öldürülmesi üzerine ülke çapında ayaklanmalar baş gösterdi. Ardından Müslümanlara yönelik bir tasviye operasyonu başladı. Mısırlı yazar İmadüddin Halil, Afrika Dramı adlı kitabında olayları şöyle anlatır: ... 22 Mart 1963'te Çad kabinesinde değişiklik yapılarak bütün Müslüman bakanlar görevden alınarak, yerlerine Müslüman olmayanlar atandı. Eski Dışişleri Bakanı ülke dışına sürgüne gönderildi, aynı gün Cumhurbaşkanı tarafından Baş Yargıç, Devlet Bakanı, Adalet Bakanı ve Vatan Derneği Başkanı ve birçok tanınmış şahsiyetin tutuklanması için emir verildi. Bunlar tutuklamalardan 35 gün sonra mahkemeye çıkarıldılar. Mahkemenin verdiği karara göre, Baş Yargıç görevden alınıp, asli vatandaş olmadığı gerekçesi ile sınır dışına sürülecek, bütün mallarına el konula-
İSLAM'IN KIŞI VE BEKLENEN BAHARI
158 cak ve diğer tutukluların da tutukluluğu devam edecekti. Bu olaylardan sonra Cumhurbaşkanı İslami harekete karşı baskı ve şiddet yöntemleri uygulamaya başladı. Bu da 1.000 kişinin ölümüne ve binlerce kişinin yaralanmasına yol açan bir halk ayaklanmasına neden oldu. Bunun ardından formaliteyi uygulamaktan ibaret göstermelik bir mahkeme heyeti kuruldu. Burada İslami Hareketin liderleri ve eski bakanlar yargılandı. Müebbetle 15 yıl arasında değişen hürriyeti bağlayıcı hapis cezaları verildi. Çad'daki bu huzursuzluk ve hoşnutHissene Habré
suzluk havası günümüze kadar sürüp gelmektedir.38
İsrail'in Çad İç Savaşındaki Rolü Politik istikrarsızlık, ülkenin ilk Devlet Başkanı François Tombalbaye'nin 1975 yılında bir suikastte öldürülmesiyle büyüdü ve 1980 yılında başlayan iç savaş ile daha da kötü bir boyuta ulaştı. Bu iç savaşın iki tarafı vardı: Bir tarafta ülkenin kuzeyindeki Müslümanlar yer alıyordu, diğer yanda da ülkenin güneyindeki Bantu bölgesinde yaşayan Hıristiyanlar ve yerel dinlere bağlı kabileler... Ancak bu iç savaş, çoğu Üçüncü Dünya ülkesinde olduğu gibi gerçek anlamda bir "iç" savaş değildi. Çünkü dış güçler aktif olarak taraf tutmaktaydılar. Bu dış güçlerin başında ise İslam karşıtı güçlerin her zaman yanında olan İsrail geliyordu. İsrail Müslümanlara karşı güneydeki Bantuların yanındaydı. İç savaşta kuzeyli Müslümanların lideri Goukouni Oueddie idi. İşin ilginç yanı ise güneyli Hıristiyan/putperest ittifakın başında da bir sözde Müslümanın, daha doğrusu "Müslüman kökenli" bir kişinin, Hissene Habré'nin yer alışıydı... İsrail, CIA ile birlikte Habré güçlerini destekledi ve onlara Sovyet yapımı silahlar verdi. 1983'de Çad'da İsrail askeri danışmanlarının bulunduğuna dair birkaç ayrı kaynaktan alınan raporlar yayınlandı. Ağustos 1983'de ise İsrailli askeri uzmanların, 2.500 Zaire askeriyle birlikte Habré güçlerini desteklemek üzere Çad'a geldiği ortaya çıktı. Filistin halkına yönelik katliamların baş aktörlerinden "Lübnan Kasabı" Ariel Şaron ise, Çad'daki savaş sırasında önemli bir görev üstleniyordu. Ocak 1983'de Savunma Bakanlığı'ndan ayrılmadan hemen önce, Çad'a bir ziyaret yapmıştı. Hallahmi'nin yazdığına göre, Şaron'un bu ziyareti, İsrail'in Çad müdahalesini artırmaya hazır olduğunun bir göstergesiydi.
Harun Yahya (Adnan Oktar)
159
Fransa'dan arkeologlar, botanik, jeoloji ve daha birçok konudaki uzmanlar gruplar halinde Çad'a geli yor ve incelemelerde bulunuyorlardı. Tespit edi len yeral tı kaynakları Fransa'ya aktarı lı yordu. Bunun sonucunda tüm zenginlikler yi ti ril miş, istikrar ortadan kalkmış, yıl larca huzur içinde yaşayan halk bir iç çatışmanın içi ne düşmüş ve Çad adeta bir yokluklar ül kesi hali ne gel mişti.
İSLAM'IN KIŞI VE BEKLENEN BAHARI
160
Sizden, faziletli ve varlıklı olanlar, yakınlara, yoksullara ve Allah yolunda hicret edenlere vermekte eksiltme yapmasınlar, affetsinler ve hoşgörsünler. Allah'ın sizi bağışlamasını sevmez misiniz? Allah, bağışlayandır, esirgeyendir. (Nur Suresi, 22)
Görüldüğü gibi, İsrail verdiği askeri ve siyasi destekle Müslümanların güçlenmesini engellemek için türlü yöntemler denemiştir. İç savaş sonrası Çad'da bir daha huzur ve barış sağlanamamıştır. Gerek Fransa'nın gerekse İsrail'in dış müdahaleleri iç çatışmaların şiddetini her gün biraz daha artırmış, Çad adeta bir darbeler ülkesi haline gelmiştir. Hükümetin, muhalif hareketleri bastırmak için yaptığı katliamlar ise ardında on binlerce mülteci ve binlerce ölü bırakmıştır. Çad'ın bugün geldiği durum İslam karşıtı güçlerin bir ülkeyi ne hale getirebileceğinin en açık örneklerinden biridir. Tüm zenginlikler yitirilmiş, istikrar ortadan kalkmış, yıllarca huzur içinde yaşayan halk bir iç çatışmanın içine düşmüş ve Çad adeta bir yokluklar ülkesi haline gelmiştir. Ancak unutulmamalıdır ki bu, umutsuzluğa kapılmayı gerektirecek bir durum değildir. Çünkü bu olumsuz tablonun çok kolay bir çözümü vardır. Çözüm İslam ahlakının insanlar arasında katıksızca yaşanmasıdır. Bu gerçekleştiği za-
Harun Yahya (Adnan Oktar)
161 man asırlardır hallolmayan tüm problemler birer birer çözülecek, savaşların ve çatışmaların yerini barış ve huzur alacaktır. İslam ahlakının hakim olduğu bir ortamda ne bir haksızlığın, ne de bir adaletsizliğin gerçekleşmesi mümkün olmayacaktır. Çad'da yaşanan tüm bu zulümler de, bizlere bir kez daha İslam dünyasının mazlum durumunu göstermekte ve bu durumu değiştirmek için yürütülecek fikri mücadelenin ne kadar acil ve ehemmiyetli olduğunu hatırlatmaktadır. Afrika'nın uzak bir ülkesindeki Müslümanlar, sırf Müslüman oldukları için zulüm görmektedir ve bu durum, dünyadaki tüm Müslümanları ilgilendiren bir sorumluluktur. Tarih boyunca Müslümanlara zulmetmiş olan inkarcı liderlerin ve kadroların yaptıklarının yanlarına kar kalmadığını da bilmek gerekir. Dünyada büyük bir iktidar sahibi olarak ölmüş de olsalar, ahirette ebedi azapla cezalandırılacaklardır. Allah'ın sonsuz adaleti o inkar edenlerin üzerinde tecelli edecek ve her bir kişi tüm yapıp ettiklerinin hesabını verecektir. Bu, Allah'ın iman edenlere bir vaadi ve aynı zamanda da bir müjdesidir. Allah ayetlerinde şöyle buyurur: Gerçek şu ki, mü'min erkeklerle mü'min kadınlara işkence (fitne) uygulayanlar, sonra tevbe etmeyenler; işte onlar için, cehennem azabı vardır ve yakıcı azap onlaradır. (Buruc Suresi, 10) Zulmeden her nefis, yeryüzündekilerin tümüne sahip olsa bunu (azaba karşılık) mutlaka fidye olarak verirdi. Onlar azabı görünce pişmanlıklarını gizlerler, oysa onlar haksızlığa uğratılmadan aralarında adaletle hükmedilmiştir. (Yunus Suresi, 54)
İSLAM'IN Kışı ve Beklenen Baharı
SOMALİ İç Çatışmaların Ortasındaki Fakir Ülke
S
omali dendiğinde çoğu insanın aklına gazetelerde görmeye alıştığı felaket haberleri gelir. Milyonlarca insanın karşı karşıya kaldığı açlık felaketi, ko-
lera gibi salgın hastalıklar, susuzluk, iç çatışmalar, kabile savaşları, siyasi istikrarsızlık adeta Somali halkının hayatının bir parçası olmuştur. İnsani yardım örgütlerinin yaptıkları yardımlar halkın içinde bulunduğu durumu çözmekten çok uzaktır; sadece anlık çözümler içermektedir. Ülkedeki huzuru sağlama bahanesiyle yapılan siyasi müdahaleler ise huzur ve barışı sağlamaktan ziyade, kaosu ve çatışmaları artırmaktadır. Somali'deki bu kaosun temeli, sömürgecilik dönemine kadar uzanmaktadır. Mekkeli müşriklerden kaçan Müslümanların Habeşis-
Harun Yahya (Adnan Oktar)
163 tan'a hicret etmesiyle İslamiyet'le tanışan Somali, 19. yüzyılda İngilte-
ADEN KÖRFEZİ CİBUTİ
re tarafından sömürgeleştirilmeye başladı. Bu dönemden sonra Müslüman Somali halkı savaşlar, çatış-
SOMALİ ETİYOPYA
malar, açlık ve salgın hastalıklar gibi felaketlerden kurtulamadı. 1884 yılında İngilizlerin Kuzey Soma-
KENYA
li'yi, 1887'de İtalyanların Güney Somali'yi işgal etmesiyle diğer pek
HİNT OKYANUSU
çok Müslüman ülkede olduğu gibi Somali'de de zulüm ve baskı dönemi başlamıştır. Uzun süren bir sömürge döneminden sonra 1960 yılında bağımsızlığını kazanan Somali'nin Cumhurbaşkanlığına Aden Abdullah getirildi. Ancak Somali'de adil ve istikrarlı bir yönetim kurulmasına ve güçlenmesine izin verilmedi. 1969 yılında bir darbe ile iktidarı ele geçiren Tümgeneral Muhammed Siad Barre parlamentoyu dağıtarak, tüm siyasi partileri kapattı. Gerçekleştirmeye çalıştığı sosyalist düzen için en büyük fikri muhalefetin Müslümanlar olduğunu düşünen Siad Barre, İslami kitapların, dergi ve gazetelerin yayınlanmasını yasakladı. Yasağa karşı çıkan birçok Müslüman düşünür ve alimi idam ettirdi. 1991'de ülkede başlayan iç çatışmaların ardından can güvenliği gerekçesiyle ülkeyi terk eden Barre'nin ardından büyük bir iç savaş başladı. İç savaş sırasında çoğunluğu Müslüman 1 milyon Somalili çeşitli Afrika ülkelerine göç etmek zorunda kaldı. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'nun 1992 yılında almış olduğu bir kararla ABD komutasında 30 bin BM askeri Somali'de bir üs kurdu. Yerli halktan yoğun bir tepki alan BM, 1994 yılında Somali'den çekilmek zorunda kaldı. Ancak ardında 7.000'den fazla ölü ve çok daha büyük bir kaosun içine düşmüş bir ülke bırakıyordu. Günümüzde ise bölgede kabileler arasında iç savaş çeşitli aralıklarla sürmekte, her gün bu nedenle insanlar hayatlarını kaybetmektedir. 8 milyon nüfu-
BİR YANDA AÇLIK...
Mil yonlarca insanın karşı karşı ya kal dı ğı açlık felaketi, kolera gi bi sal gın hastalıklar, susuzluk, iç çatışmalar, kabi le savaşları, si yasi istikrarsızlık adeta Somali hal kı nın hayatı nın bir parçası ol muştur. İnsani yardım örgütleri nin yaptıkları yardım lar hal kın içinde bulunduğu durumu çözmekten çok uzaktır; sadece anlık çözüm ler içermektedir. Bugün Somali halkının %75'i yetersiz beslenmektedir.
... BİR YANDA İÇ SAVAŞ...
...BİR YANDA DA BM YARDIMI
Somali'ye yardım götürmek için gi den BM askerleri, zaman içinde hal ka ateş eden, işkence uygulayan, zul meden düşmanlar hali ne gel di ler. Kendi leri ne yardım yeri ne kurşun yağdı ran yabancı askerlere Somali hal kı artık hiç güvenmi yor.
Harun Yahya (Adnan Oktar)
167 sa sahip olan ülkenin en büyük sorunu ise açlık ve sefalettir. 2000 yılında açıklanan BM Gıda ve Tarım Örgütü FAO'nun raporuna göre Somali halkının %75'i yetersiz beslenmekte ve ardı ardına gelen sel felaketleri ise ülkeyi çok daha büyük bir açlığın eşiğine getirmektedir. Unutulmamalıdır ki, dünyada açlık genel kanaatin aksine çözümsüz bir problem değildir. Dünya kaynaklarının eşit bir şekilde dağıtılması, gelişmiş ülkelerdeki yüksek teknolojinin tüm insanların hizmetine sunulması, ihtiyaç fazlası üretilen malların israfının engellenip yardım amaçlı kullanılması çözüm yollarından sadece bir kısmıdır. Ancak günümüzde açlık, salgın hastalıklar gibi sorunlarda kesin bir çözüme ulaşılamamasının altında yatan neden, yine bencillik, kişisel çıkarlar, hırslar ve umursamazlık gibi ahlaki bozukluklardır. Dünyaya hakim olan din karşıtı kültür, insanları fedakarlık ve yardımseverliğe değil, bencilliğe sürüklemektedir. Bu kültür, bir toplumun kendi içinde aşırı fakirler ve aşırı zenginler meydana getirdiği gibi, dünyanın genelinde de aşırı fakirler ve aşırı zenginler meydana getirmektedir. Allah Kuran'da yoksulları ve muhtaçları doyurmayan, aksine onları hor gören insan modelinin "dini yalanlayanlar" olduğunu şu şekilde açıklamaktadır: Dini yalanlayanı gördün mü? İşte yetimi itip-kakan; Yoksulu doyurmayı teşvik etmeyen odur. (Maun Suresi, 1-3)
Dolayısıyla, dünyanın kurtuluşu da, dini yalanlayan değil, dine samimiyetle inanan ve din ahlakına göre hükmeden insanların yeryüzüne hakim olmasındadır. Bu nedenle, İslam dünyasının güçlenmesi ve dünyada söz sahibi olması, mazlum Müslümanlar için olduğu kadar, dünyanın diğer mazlum insanları için de bir kurtuluş olacaktır.
İSLAM'IN Kışı ve Beklenen Baharı
CİBUTİ Afrika'nın En Küçük Ülkesinde Yaşanan Zulüm
C
ibuti, Somali, Eritre ve Etiyopya arasında kalan, pek çok insanın adını dahi bilmediği çok küçük bir Afrika ülkesidir. Ancak bu ülkede
asırlardır çok büyük karışıklıklar, savaşlar, katliamlar devam etmekte, Müslüman halk sömürgecilik döneminden bu yana çatışmalardan kurtulamamaktadır. Cibuti bölgesine İslam 7. ve 8. yüzyıllarda geldi. 16. yüzyılın başlarına kadar, bölgenin yegane hakimi olan Müslümanların elinde bulunan Cibuti yöresi, daha sonra milletlerarası ticaret ve siyasette büyük bir güç haline gelen Portekiz'in etki alanında kaldı. Mısır'ın Osmanlı hakimiyetine geçmesi üzerine içinde bulunduğu Afrika Boynuzu'yla birlikte Osmanlı Devleti'ne katıldı.
Harun Yahya (Adnan Oktar)
169 Cibuti'nin asıl kanlı tarihi, Süveyş Kanalı'nın milletlerarası deniz
ERİTRE SUDAN ADEN KÖRFEZİ
trafiğine açılması ve Avrupa devletCİBUTİ
lerinin Afrika ve Asya ülkelerini ekonomik, siyasi, askeri ve dini maksatlarla hegemonyaları altına alma ve sömürge haline getirme yarışına girmeleriyle başladı. İngiltere
ETİYOPYA
ve Fransa, 19. yüzyılın en büyük devletleri olarak sömürgecilik ve
SOMALİ KENYA
yayılmacılık alanında büyük bir rekabete giriştiler ve bu arada İngiltere Aden'e (1839) ve Somali'ye (1869) yerleşip, Kızıldeniz'deki ticaret yolunun denetimi üzerinde önemli bir üstünlük elde etti. İşte bu aşamada Süveyş Kanalı açısından çok stratejik bir noktada bulunan Cibuti çok büyük önem kazandı. Fransa, İngiltere'nin bu avantajlı durumunu dengeleyebilmek için Cibuti kıyısında bir iskele kurdu. 1884 yılına kadar çeşitli anlaşmalar ve sözleşmelerle bölgeyi tamamen eline geçirdi. Bundan sonraki yıllar Cibuti halkı için çok karanlık bir dönemdi. Müslüman Cibuti halkında ülkenin geleceği ile ilgili çok büyük bir görüş farklılığı vardı. Somali asıllı olan İşaalar Somali Cumhuriyeti ile birleşmeyi savunurlarken, Cibuti'nin ikinci büyük etnik topluluğu olan Müslüman Afarlar Fransa'ya bağlılığı savunuyorlardı. Bu iki ayrı görüş arasında Fransa'nın da tahrikiyle çatışmalar şiddetlendi. Somali ile birleşme taraftarı olan Müslümanlar sayıca fazla olmalarına rağmen, ülkede 16 Mart 1967 yılında yapılan referandumun neticesinde Fransa'ya bağlı kalma kararı alındı. Ancak Fransa'nın baskısı nedeniyle sahtekarlıkların karıştığı referandum sonrası çok büyük çatışmalar çıktı. Bunun üzerine Fransız birlikleri, Afarlar ve İşaalar arasında kanlı hale gelen olaylara müdahale bahanesiyle ülkeyi işgal ettiler, yerli halkın çok büyük bir bölümü öldürüldü, yüz binlercesi ülkeden sürüldü. Bu hareket sırasında İşaaların zayıflaması üzerine Afarlar yönetimi ele geçirdiler. 1977 yılında halkın %97'sinin bağımsızlık yönünde oy kullanmasıyla özgürlüğüne kavuşan Cibuti, bu tarihten itibaren darbeler ülkesi haline geldi. 1977 ve
İSLAM'IN KIŞI VE BEKLENEN BAHARI
170
Resim de ilk önce tecavüze uğrayıp, daha sonra şiddetli işkence gören, en son olarak da üzeri ne benzin dökülüp canlı canlı yakı lan bir Müslüman Ci butili kadın görül mektedir. (http://www.liberte-aref.com/francais/tortu.htm)
1991 senesinden bu yana, Ci buti Ulusal Ordusunun güvenlik güçleri ül kenin kuzeyinde çok büyük sal dı rı lar gerçekleştirdi ler. Sadece insanlara işkence etmekle kal mayıp okul ları, dispanserleri yıktı lar. Tüm tıbbi mal zemeleri yok etti ler. Hal kın su kaynakları nı tahrip edip, korkunç tecavüz ve toplu soykı rım lara gi rişti ler. Bu resim ler 1992 yı lındaki sal dı rı lardan sonraki durumu göstermektedir.
Harun Yahya (Adnan Oktar)
171 1991 yılları arasında, 2.000 Müslüman insanlık dışı ve aşağılayıcı muamelelere maruz kaldı. Cibuti'de insanların, işkencenin son derece korkunç ve aşağılayıcı yöntemlerine maruz bırakıldıklarını Amnesty International'ın raporlarından öğreniyoruz. Devlet güçleri tarafından yaklaşık 7.000 kişi hiçbir mazeret gösterilmeden tutuklanmış ve işkence görmüştür.39 Hala Fransa'nın ekonomik ve askeri denetimi altında olan Cibuti Cumhuriyeti'nde 3.500 kişilik bir Fransız silahlı kuvveti görev yapmaktadır.40 Cibuti'nin kendi milli ordusu yoktur ve Fransa'nın askeri vesayetine boyun eğmiştir. Bağımsızlık sonrası iç güvenlikten de uzun yıllar boyunca Fransa sorumlu olmuştur. Bunun yanı sıra Cibuti yönetiminde çok sayıda Fransız danışman, katılımcı ve görevli bulunmaktadır. İflasın eşiğinde olan hükümet, Avrupalı devletlerin desteğiyle ayakta durmaktadır. Bugün Cibuti yıllardır süren sömürge yönetimin ardından çok büyük bir sefalet ile karşı karşıyadır. Kuraklık yüzünden çok sayıda hayvanın telef olduğu, bu yüzden de gıda sıkıntısının baş gösterdiği ülkede pek çok insan da yetersiz beslenme nedeniyle hayatını kaybediyor.
CİBUTİ REJİMİNİN İŞKENCE YÖNTEMİ Yıl lardır süren iç çatışmalar sı rasında Ci buti hal kı çok şiddetli işkencelere maruz kal dı. Bu işkencelerden bi ri nin adı "Posta" idi. İlk kez 1993 yı lında Lac Assal kam pında uygulanan işkencede kurbanı bir plaka üzeri ne yüz üstü yatı rı yor, kol ları nı bedeni ne sabitli yor, yal nızca yüzü bir çukurun içi ne denk gelecek şekil de aşağı ya doğru sarkı tı yorlardı. Ancak yüzü yere değmi yordu. Daha sonra omuzları na iki taş koyuyorlardı ve bir süre sonra tüm vücut ağırlı ğı omuzlara bi niyor ve omuzlarda ağrı ol maya başlı yordu. Bu işkencenin neti cesinde ki şi kol ları nı yukarı kal dı ramaz duruma geli yordu. Bu geleneksel işkence, rejim karşıtlarına karşı Cibuti ordusu tarafından uygulanıyor. Resim deki Afarlı da "Posta" isim li işkenceye maruz kalan binlerce Cibutiliden biridir.
İSLAM'IN Kışı ve Beklenen Baharı
SUDAN Çatışmalardan ve İç Savaşlardan Kurtulamayan Bir Ülke
S
udan'ın en önemli sorunlarından biri, ülkede on yıllardır süren kuzey-güney çatışmasıdır. Bu hem dini hem de etnik bir çatışmadır. Ülkenin kuzeyinde
Müslüman Araplar yaşar. Güneyde ise Hıristiyan Afrikalılar çoğunluktadır. Bu dini ve etnik farklılık, ülkenin sınırlarını masa başında üreten İngiliz sömürge yönetiminin bir mirasıdır. Ve bu miras, kanlı bir mirastır; 1960'lı yıllardan bu yana, güneyli Hıristiyanlar, kuzeydeki Müslüman Arapların denetimindeki Hartum yönetimine karşı örgütlü bir ayaklanma halindedirler. Ayaklanma, Anya-Nya adlı Hıristiyan örgütü tarafından yönetilmektedir. Ve 1989 yılında ülkede İslami bir yönetimin kurulmasından bu yana, güneydeki ayaklanma daha da güçlenmiştir. Çünkü "bi-
Harun Yahya (Adnan Oktar)
173 rileri", bu ayaklanmayı Hartum rejimine karşı sürekli olarak kış-
MISIR LİBYA
kırtmaktadır. Tahmin edilebileceği gibi
SUDAN ÇAD
Anya-Nya ayaklanmasını destek-
ERİTRE
leyen güçlerin başında İsrail gelmektedir. Benjamin Beit-Hallahmi, The Israeli Connection isimli kitabında İsrail'in Güney Sudanlı isyancı güçleri 1960'lı yıllardan bu yana desteklediğini bildir-
ETİYOPYA ORTA AFRİKA CUMHURİYETİ
mektedir. Buna göre İsrail, o taUGANDA
KENYA
rihlerden başlayarak Anya-Nya hareketine silah yardımı ve askeri eğitim vermişti. Mossad, komşu ülkeler Uganda, Çad, Etiyopya ve Kongo'daki istasyonları aracılığıyla Güneyli ayaklanmacılarla bağlantı kurmuş, Torit kentindeki Mossad merkezinde 30 kadar Anya-Nya gerillası özel eğitimden geçirilmişti. İsrail 1970 yılında Sudan'ın güneyindeki Uganda ile bir anlaşma yaparak, Uganda-Sudan sınırını rahatlıkla kullanma ve Anya-Nya'ya destek verme imkanını genişletmişti. Eski bir Alman gerillası Rolf Steiner'ın söylediğine göre, İsrail, Güney Sudanlı ayaklanmacılara destek veren en önemli güç konumundaydı.41 1989 yılına kadar çok çalkantılı bir siyasi dönem geçiren Sudan'da, o yıl yönetimi, genel başkanlığını Hasan Turabi'nin yaptığı Müslüman Kardeşler örgütü ele aldı. O tarihten sonra da Hasan Turabi önderliğinde İslami devlet sistemi kuruldu. Ve Sudan Parlamentosu'nun İslam kanunlarını yürürlüğe koymasının ardından, güneydeki Anya-Nya hareketi SPLA (Sudan Halk Kurtuluş Ordusu) adı altında yeniden ayaklanma başlattı. SPLA lideri John Garang, Sudan yönetimi ile masaya oturmak için ilk önce, "İslam kanunlarının yürürlükten kaldırılması" şartını öne sürdü. Parlamento böyle bir ön şartı kabul etmeyince olaylar daha da şiddetlendi. İslami rejime karşı yürütülen bu ayaklanma pek çok ülke tarafından desteklendi.
İSLAM'IN KIŞI VE BEKLENEN BAHARI
174 İslami rejime karşı yeniden başlatılan ayaklanmanın en büyük destekçisi ise eskiden olduğu gibi yine İsrail oldu. Turabi, ayrılıkçıların silahları hangi yollardan sağladığı sorusuna "Ne yazık ki İsrail ve bazı komşularımız bizimle savaşmaları için Garang'ı silahlandırıyor" demişti.42 Zamanla ortaya çıkan bilgiler, Hıristiyan ayaklanmacılara Protestan ve Anglikan kiliseleri tarafından tabutlar içinde getirilen silahların asıl kaynağının İsrail olduğunu ortaya çıkardı.
Sudan'da Açlık Oyunu ve "Terörist Ülke" Aldatmacası Şu an Sudan'daki yönetime karşı etkili bir savaş açılmış durumdadır. Sudan'a açılan savaşın iki ayrı boyutu var: Biri açlık oyunu, öteki "terörist ülke" kavramı. Aslında Sudan, doğal kaynaklar yönünden son derece zengindir. Ülkede uranyum, altın ve petrol yatakları vardır, topraklar da son derece verimlidir. Ancak uzun yıllardır süren iç savaş nedeniyle Sudan, bugün oldukça fakir bir ülke konumundadır. Herşeye rağmen Sudan, 1989 yılında iktidara gelen rejimle birlikte ciddi bir kalkınma hamlesi yaptı. "Kalkınmanın gerçek motoru dindir" diyen ve Sorbonne Üniversitesi mezunu olan Hasan El-Turabi'nin önderliğindeki İslami yönetim, iktidara geldikten sonra binlerce dönüm araziyi ekim alanı haline getirdi. Nil nehrinin kolları sayesinde çok zengin su kaynaklarına sahip olan bölgede 1,5 milyon dönüm araziyi sulayacak ve Sudan'ı elektrik enerjisi yönünden zengin konuma getirecek iki büyük baraj projesine başlandı. Ama Sudan, bu çabalar sonucunda elde ettiği ürünleri pazarlayamadı. Çünkü malum çevreler tarafından "terörist ülke" ilan edilmişti ve üzerinde ekonomik ambargo vardı. Kısacası ABD, IMF gibi örgütler aracılığıyla Sudan'ın kalkınmasını engellemiş ve halen de engellemektedir. Öte yandan, son dönemlerde sık sık Batı basınında Sudan'da büyük bir açlık yaşandığına dair haberler çıkmaktadır. Oysa ülkede açlık yaşanan tek bölge, merkezi
Harun Yahya (Adnan Oktar)
175
GÜNEY SUDAN'DAKİ AYRILIKÇILARI, İSLAM KARŞITI GÜÇLER DESTEKLİYOR
ABD'nin, Sudan'ı terörist ül ke ilan ederken ortaya attı ğı di ğer bir iddia, ül kenin güneyindeki insan hakları ihlal leri dir. Oysa burada İslami reji me karşı şiddet eylem leri gerçekleşti ren ayaklanmacı lara karşı sürdürülen bir mücadele vardır. Ayaklanmacı lar, Batı lı devletlerden al dıkları destekle savaşı sürdürmekte ve Devlet Başkanı El-Beşir, si lah bı raktıkları takdirde serbest bı rakı lacakları nı söylemesine rağmen bütün çağrı ları cevapsız bı rakmaktadırlar. Buna karşın ABD, hiçbir somut delil ol madan, 1993 yı lı nın Ağustos ayında Sudan'ı terörist ül ke ilan etti. Bunun ardından Sudan'a ekonomik am bargo uygulandı, IMF ve Dünya Bankası'ndan gelen yardım lar kesil di, böl geye si lah am bargosu uygulaması geti ril di. Ayrı ca Sudan'a yapı lan gı da sevki yatı da kesil di. Resim lerde Güney Sudan'daki Hı risti yan ayaklanmacı lar görül mektedir.
İSLAM'IN KIŞI VE BEKLENEN BAHARI
176
İsrail destekli ayrılıkçı gerillalar.
otoriteye isyan eden güney Sudan'daki bazı bölgelerdir. Amerika önce "Sudan'da açlık var" propagandası yaparak hükümeti sorumlu gibi göstermekte, sonra da açlık çeken Sudan'a gıda yardımı yaptığını söyleyerek kendi propagandasını yapmaktadır. Ancak Amerika'nın yolladığı yardım malzemelerini yerinde görenler, gıdaların ancak hayvanların yiyebileceği kadar kalitesiz olduğunu söylemektedirler. Bu konuda bir gözlemcinin açıklamaları şöyledir: ABD'nin Sudan'a yardım diye gönderdiği buğdayları gözlerimle gördüm. Sudan yönetimi, hem son derece kalitesiz olması dolayısıyla hem de kullanım süresi geçmiş olduğu için, bu buğdayların hayvanlara verilmesine karar vermiş. Acaba ABD, bu buğdayları Sudan'a göndermeseydi ne yapardı sorusuna verebileceğimiz tek cevap ya imha ederdi ya da hayvanlara yedirirdi şeklinde olacaktır. İşte ABD'nin ve Batı'nın sürekli propaganda malzemesi olarak kullandığı yardımların gerçeği bu. Yeni yönetim artık yardım alacağım diye baskıcı ülkelerin kapısını aşındırmıyor.43
Diğer yandan Sudan'ın "terörist bir devlet" olduğu, terörizmi desteklediği propagandası da devam etmektedir. Böyle bir şüphe, kuşkusuz araştırılması gereken ciddi bir ithamdır. Terörizm gibi tüm insanların güvenliğini ilgilendiren konularda, hassas davranılması da son derece olağandır. Ancak terörün engel-
Harun Yahya (Adnan Oktar)
177
Sudan'ın 25 mil yonu bulan nüfusunun %83'ü Müslüman, %10'u ani mist, %7'lik kısmı ise Hı risti yandır. Hı risti yan ve ani mistler güneyde, Müslümanlar kuzeyde yaşamaktadır. Kuzeydeki verim li topraklar, "Sudan'da açlık var" propagandası nı açıkça yalanlamaktadır.
lenmesi adına, terörle ilgisi olmayan masum insanların zarar görmesine neden olabilecek hiçbir tedbir alınmamalıdır. Alınan tedbirler barışı, huzuru ve adaleti tesis edebildiği ölçüde başarılıdır. Bunun için de vicdani değerlerin belirlediği ölçülerden ayrılmamak şarttır. Kitap boyunca sık sık vurguladığımız gibi, Sudan'da yaşananların tek nedeni, bu ülkede İslami inancın güçlü olmasıdır. Gerçi Hasan El-Turabi sonrası iktidara gelen Ömer Hasan El-Beşir yönetimi, bazı farklı girişimlerde bulunmaktadır ve Sudan'ı Arap milliyetçiliğine taşımakla suçlanan El-Beşir'in, El-Turabi gibi tüm İslam devletlerinin desteğini alan önemli bir kişiyi tutuklamak istemesi ise bu güçlü İslam ülkesinde olumsuz gelişmeler olduğuna işaret etmektedir.
İSLAM'IN Kışı ve Beklenen Baharı ÖZBEKİSTAN Eski Komünist Kadrolar, Müslümanlara Zulme Devam Ediyor
S
ovyetler
Birliği'nin
dağılışının
ardından bağımsızlıklarını kazanmaya başlayan Müslüman-Türk Cumhuriyetler, kısa sürede Rus
yayılmacılığıyla karşı karşıya kaldılar. Söz konusu dönemde Rusya, gerçekte Sovyet döneminden kalma komünist kadrolarla ve aynı zihniyetle yönetiliyor ve Orta Asya'yı de arka bahçesi olarak görüyordu. Bu "arka bahçe"yi kendilerince düzenlemek için de, bölgedeki İslam'a karşı olan odaklarla ittifak kurma yolunu seçti. Azerbaycan, Dağıstan, Çeçenistan ve Tacikistan'dan sonra gerilimlerin yaşandığı bir diğer ülke de Özbekistan oldu. Özbekistan Devleti'nde önemli kadroların ve yetkili makamların ateist Siyonistler ve atesit mason-
Harun Yahya (Adnan Oktar)
179 lar tarafından tutulduğu bilinmektedir. Özbekistan yönetimi içinde yerleşmiş olan
bu
çevreler,
Sayın
İslam
KAZAKİSTAN
Kerimov'u da çeşitli oyunlar ve yönlendirmelerle etki altına almaya çalışmaktadır.
ÖZBEKİSTAN TÜRKMENİSTAN KIRGISİZTAN
Özbekistan'da Müslümanlara Baskılar
TACİKİSTAN AFGANİSTAN
Özbekistan yıllardır iç sorunlarla boğuşmaktadır. Ülke ekonomisi çok büyük bir darboğaz yaşamakta ve Özbek halkı kıtlıkla mücadele etmektedir. Kerimov yönetimi ise çoğu zaman, bu çatışmaları yatıştıracak yerde büyütecek bir yol izlemektedir.44 İslam Kerimov eğer ülkesindeki farklı görüşlerin ifadesine imkan veren ılımlı bir politika izlese, bu kuşkusuz hem Özbek halkı hem de kendi iktidarı için çok daha doğru bir yol olacaktır. Ancak bunun yerine sertliği tercih etmiştir: Özbekistan'daki baskıcı yönetimi nedeniyle şu an zindanlarda elli binden fazla kişi bulunmaktadır. Özellikle de şehir merkezlerinde patlayan bombalardan sonra yönetim, ülke genelinde binlerce insanı hapsettirmiş, dini eğilimi olan herkesi terörist olarak nitelendirmiş ve insan hak ve özgürlüklerini yok sayan bir yönetim uygulamaya koymuştur. Fakat bu baskıcı politika, değil gerilimleri önlemek aksine daha da şiddetlendirmiş ve muhalefetin daha da güç kazanmasıyla sonuçlanmıştır. Özbekistan'ın huzur ve istikrara kavuşması için, Kerimov yönetimi ile muhalefet arasında diyalog kurulması, bunun için de yönetimin ılımlı bir siyaset izlemesi zorunludur.
Komünist Zihniyet, Orta Asya'daki İslami Uyanıştan Rahatsızlık Duymaktadır 80'li yıllarda Türk Devletleri'nde başlayan dini uyanış Kremlin'i rahatsız etmişti. Özellikle de Gorbaçov yönetimi, dini duyguların güçlenmesinden büyük kaygı duyuyordu. Bu politika o dönemin gazetelerine sık sık yansıyor, Kremlin yönetimi tarafından alınacak tüm önlemler de tarif ediliyordu. O dönemde Gü-
İSLAM'IN KIŞI VE BEKLENEN BAHARI
180 neş gazetesinde yer alan bir haberde Gorbaçov'un İslam'a bakış açısı şu şekilde tarif ediliyordu: Sovyetler Birliği Komünist Partisi Genel Sekreteri Mihail Gorbaçov'un uzun zamandır var olduğu kaydedilen İslam karşıtı politikasına son örnek, 24 Kasım'da çoğunlukla Müslümanların yaşadığı Özbekistan Cumhuriyeti'nin başkenti Taşkent'te yaptığı konuşma. Taşkent gazetesi Pravda Vostoka'nın verdiği habere göre, Gorbaçov konuşmasında, komünistleri dini öğretilere karşı daha kararlı ve İslam A. Kerimov
güçlü bir tavır almaya çağırdı ve Müslüman bölgelerde siyasal katılımın, ateist propagandanın artırılmasını istedi.45
Bir başka haber ise Cumhuriyet gazetesinde yer almıştı. Dünyaca ünlü Time dergisinden alıntı yapılarak hazırlanan haberde Gorbaçov'un açıklaması detaylı olarak yorumlanmıştı: Time dergisi, geçen yıl Kasım ayında, Sovyet Lideri Mihail Gorbaçov'un Özbekistan'ın başkenti Taşkent'te yaptığı açıklamada, ilk kez 'dinsel gösterilere karşı ateist propagandaya hız verme gereğinden' söz ettiğine dikkati çekerek, Orta Asya Cumhuriyetleri'nde İslam'ın gücünü korumasının Sovyet yöneticilerini giderek kaygılandırdığını belirtiyor. Dergiye göre, Müslüman dünyada (sözde) radikal İslam akımının, Sovyetler Birliği'ndeki Müslüman Cumhuriyetlere de sıçramasından korkuyor. Time dergisi Moskova'nın pratikte kilise, sinagog ve camilere sınırlamalar getirdiğini ve 'inananlara' karşı bir baskı politikası uyguladığını öne sürüyor. Yine Time'a göre, Sovyetler'de 18 yaşından küçük gençlerin dini eğitim görmesi yasak. Dergi, Hıristiyanlar için durumun daha istikrarlı olduğunu belirtiyor. Time, İslam'ın Moskova için özel bir sorun ve özel bir kaygı kaynağına dönüştüğünü bildiriyor. Time, Sovyetler Birliği'nde halen 300-500 yasal olarak kayıtlı cami bulunduğunu bildiriyor ve Ekim Devrimi'nden önce ülkede 24 bin cami olduğuna işaret ediyor. Bu olguya ek olarak, Orta Asya Cumhuriyetleri'nde İslam'ın etkisinin giderek yayılması da Sovyet liderini düşündüren başka bir konu. Örneğin, Pravda gazete-
Harun Yahya (Adnan Oktar)
181 sinde çıkan bir yazıda, Özbekistan Cumhuriyeti'nde, İslam öğretilerine karşı, ateist propagandaya yeterince ağırlık verilmediğinden yakınıldı. Tacikistan'da ise yüksek düzeydeki bir yetkili, izinsiz vaaz veren hocaların sayısının artmasından yakınıyor. Herald Tribune'e göre, Orta Asya Cumhuriyetleri'nde İslam etkisini giderek artırırken, yeraltı İslam faaliyetleri de yoğunlaşıyor. Sovyet yetkilileri, son zamanlarda (sözde) radikal İslam akımının da, Orta Asya Cumhuriyetleri'ni etkileme olasılığından kaygılanıyorlar.46
Gerek Rus bürokrasisinin bir bölümünde gerekse Türki Cumhuriyetlerdeki bazı kadrolarda, Sovyet döneminden kalan bu yanlış bakış açısı hala etkilidir. Bu da bölgede dindarlar ile merkezi otorite arasında gerilim meydana getirmektedir. Özbekistan'da her 500 kişiden birinin dindar olması nedeniyle hapsedilmiş olması, bunun en çarpıcı örneklerinden biridir. Özbekistan'da gün geçtikçe artan gerilim, eğer ılımlı bir politika izlenmezse, daha uzun bir süre karışıklığın durulmayacağını göstermektedir. Terör, su sıkıntısı, iç karışıklıklar, ekonomik sıkıntılar, hukuk dışı gelişmeler, insan haklarının ihlali gibi konuları birarada düşündüğümüzde ciddi bir düzelmenin ancak köklü değişikliklerle olacağı görülmektedir. Bu köklü değişikliklerin başında ise, ülkedeki muhalefete kendini ifade etme özgürlüğü verilmesi, siyasi tutuklama
2005 yılında Andican'da "terörist" suçlamasıyla tutuklanan 23 işadamını desteklemek ve ülkede yaşanan koşulları protesto etmek için yapılan gösteriye Özbek güvenlik güçlerinin müdahalesi ve ateş açması sonucu 700'ü aşkın sivil hayatını kaybetti. Özbekistan’da ve tüm İslam dünyasında yaşanan bütün bu gibi katliamların, gerginlik ve sıkıntıların çözümü inananların birlik olmasıdır. Türk İslam birliği Allah’ın izniyle akan kanı, acıyı, gözyaşını durduracak kesin çözümdür.
MİLLİ GAZETE, 12/3/2001
MİLLİ GAZETE, 8/1/2001
MİLLİ GAZETE, 17/10/2000
İSLAM'IN KIŞI VE BEKLENEN BAHARI
182
GÖZCÜ, 16/05/2005
RADİKAL, 21/06/2010
YENİ ŞAFAK, 4/11/2000
Harun Yahya (Adnan Oktar)
183
İSLAM'IN KIŞI VE BEKLENEN BAHARI
184
Allah'ın mescidlerinde O'nun isminin anılmasını engelleyen ve bunların yıkılmasına çaba harcayandan daha zalim kim olabilir? Onların (durumu) içlerine korkarak girmekten başkası değildir. Onlar için dünyada bir aşağılanma, ahirette büyük bir azab vardır. (Bakara Suresi, 114)
ve mahkumiyetlerin sona erdirilmesi ve karşılıklı anlayış içinde gerilimin düşürülmesi gelmektedir. Komünist rejimin baskısı ve acımasızlığı altında yıllarca ezilmiş olan Özbekistan'ın zenginliğinin, aydınlığının ve gelişmesinin en önemli yolu, Türk İslam Birliği'nin çatısı altında yer almaktır. Türk İslam Birliği, Özbekistan’ın çekinmesi, bu kutlu düşünceyi savunanları hapsederek bu uğurdaki girişimleri baskı altına almaya çalışması gereken bir düşünce değildir. Özbek Yönetimi'nin Türk İslam Birliği düşüncesinden tedirgin olması son derece yersiz ve gereksizdir. Türklük ve İslam ahlakı Özbek halkının ruhudur. Özbek halkının hemen hepsi Türk İslam Birliği'ni istemekte ve gönülden desteklemektedir. Bu birliğin tesis edilmesinin Özbek Devleti'nin menfaatine olduğu da açık bir gerçektir. Müreffeh olmak isteyen, huzur isteyen, barış isteyen, güvenlik isteyen bir Özbekistan için Türk İslam Birliği'nin şefkatli, sevgi dolu ve demokratik yapısı büyük bir nimettir.
Harun Yahya (Adnan Oktar)
185 Özbekistan için bir aydınlanma, zenginleşme, gelişme ve güçlenme vesilesi olduğu aşikar olmasına rağmen, Özbekistan'ın bu birlikten uzak tutulmaya çalışılmasının bir oyun olduğu açıktır.
Zulmün Nedeni: Kuran Ahlakından Uzaklaşılması Din ahlakının yaşanmadığı bir ortamda huzurun, barışın ve güvenliğin sağlanması mümkün değildir. Dinin getirdiği güzelliklerin yerine, komünist ve materyalist ideolojinin bir toplumda yaygınlaştırılması, geçmişteki örneklerinde de gördüğümüz gibi bir ülkeye ancak yıkım getirir. Çünkü din ahlakının olmadığı bir ortamda başa geçen yöneticiler adaleti, yardımlaşmayı, barışı değil, çıkarcılığı, bencilliği ve baskıcı bir yönetimi tercih etmektedirler. Allah bir ayetinde bu ahlaktaki insanların oluşturdukları tehlikeye şöyle dikkat çekmiştir: O, iş başına geçti mi yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya, ekini ve nesli helak etmeye çaba harcar. Allah ise, bozgunculuğu sevmez. (Bakara Suresi, 205)
Görüldüğü gibi, Allah'ın kitabına uyulmadığı müddetçe, yukarıdaki ayette söz edilen insanlar var olacaktır. Oysa Allah'tan korkan insanların yönettiği bir ülkede çok büyük bir dayanışma, yardımlaşma ve adalet hakim olur. Hiç kimsenin bir başkasına haksızlık yapmasına izin verilmez, her insanın her türlü ihtiyacı giderilir, sürekli yeni çözümler ve hizmetler üretilir. Halkın refahı ve huzuru için tüm imkanlar seferber edilir. İslam ahlakını yaşayan insanlar her türlü hizmeti karşılıksız yaparlar. Allah rızası için yapılan hizmetin, emeğin, yardımın karşılığı ise dünyada değil, ahirette beklenir. Bunun en güzel örneği Allah'ın tarih boyunca insanlara gönderdiği elçilerdedir. Allah ayetlerinde insanları Allah'a ibadet etmeye, din ahlakını yaşamaya davet eden elçilerin kavimlerine şunu hatırlattıklarını bildirir: Ey kavmim, ben bunun karşılığında sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretim, beni yaratandan başkasına ait değildir. Akıl erdirmeyecek misiniz? (Hud Suresi, 51)
İSLAM'IN Kışı ve Beklenen Baharı AFGANİSTAN Komünizmin Vahşetinden Bitmek Bilmeyen İç Savaşlara
H
alkının %99'u Müslüman olan Afganistan, İslam dini ile Hz. Osman'ın halifeliği döneminde tanışmıştır. 9. yüzyılın ikinci yarısında
Samanilerin eline geçen Afganistan, 10. yüzyılda Gaznelilerin yönetimine girdi. Gaznelilerden sonra Moğolların işgaline uğrayan Afganistan toprakları, 18. yüzyılın başlarına kadar sürekli el değiştirdi. 1736 yılında İran'da tahta çıkan Nadir Şah birkaç yıl içinde Afganistan'ı topraklarına kattı. Nadir Şah'ın bir ayaklanma sırasında öldürülmesinden sonra kurduğu devlet, iç çatışmalara sürüklendi ve topraklarını büyük bir hızla yitirdi. Nadir Şah sonrasında baş muhafız Ahmet Han Abdali bazı aşiretler tarafından şah seçildi ve Ahmed Şah Dürrani
Harun Yahya (Adnan Oktar)
187 adıyla hükümranlığını tüm Afganis-
ÖZBEKİSTAN TÜRKMENİSTAN
tan'a kabul ettirdi. Egemenliği Keşmir'den Delhi'ye Ceyhun'dan Umman
TACİKİSTAN
İRAN
denizine kadar öyle genişledi ki, Afgan İmparatorluğu 18. yüzyılın ikinci yarı-
Kabil AFGANİSTAN
sında Osmanlılar'dan sonra en büyük İslam devleti oldu. Ancak kısa süreli bir ömrü olan
PAKİSTAN
İmparatorluk büyük bir iç savaşın içine sürüklendi. Bu iç karışıklıklardan faydalanan İngiliz kuvvetleri Afgan topraklarını işgal ettiler. Bu dönemden sonra İngiltere ve Rusya'nın dış müdahaleleri nedeniyle bir türlü uzun soluklu bir yönetime kavuşamayan ve iç çatışmalardan kurtulamayan Afganistan, 1929 yılında iktidara gelen Muhammed Nadir Han döneminde kısa süreli bir istikrar sağladı. Ancak Rusya Afganistan'ın iç işlerine sürekli müdahale ediyor, iktidardaki yönetimleri kontrol altında tutmayı istiyordu. Bu ilişki o kadar güçlüydü ki, Rusya'daki Bolşevik yönetimini ilk tanıyan ülke Afganistan olmuştu. Sovyetler Birliği'nin de etkisiyle 1973 yılında bir darbe gerçekleşti. Batı yanlısı Zahir Şah devrildi ve yerine Davud Han iktidara geldi. Bu tarihten itibaren Marksist bürokrat ve subaylar Afganistan yönetiminde etkili olmaya başladılar, önemli görevlere getirildiler. Ancak Davud Han Rus etkisinden kurtulup, İslam ülkeleriyle yakınlaşmak istiyordu. Pakistan'la yaptığı anlaşmalar, ülkede etkinliği artan komünist örgütlerin birleşmesine neden oldu. Zaten İslam ülkeleriyle olan bu yakınlaşmanın Rusya'nın tepkisiyle sonuçlanacağı belliydi. 1978 yılında ordudaki komünist generallerin ve bazı komünist sivillerin organize ettiği Sovyet destekli kanlı bir darbe gerçekleşti. Davud Han'ın tüm ailesi, yakınları öldürüldü. Darbeciler ülkeyi komünist bir rejimle yöneteceklerini ilan ettiler. Dahası, dine karşı zalim bir savaş başlattılar. Komünizm'in Kara Kitabı isimli eserde Afganistan'daki komünist rejimin din karşıtlığı şu şekilde anlatılmaktadır: Kısa bir süre sonra komünist hükümet din karşıtı bir kampanya başlattı. Kuran halka açık meydanlarda yakıldı. Dini yetkililer (imamlar) tutuklandı ve öldürüldü. Şii nüfus içinde çok etkili bir dinî grup olan Müceddedîler Aşireti'nden bir ge-
İSLAM'IN KIŞI VE BEKLENEN BAHARI
188 cede, 6 Ocak 1979'da, aynı soydan gelen 130 erkek katledildi. Her din, her mezhep için dini ibadet yasaklanmıştı.47
Afgan komünistler aslında Sovyetler Birliği'nin paralı birer maşasından başka bir şey değildiler. Moskova'dan gelen "danışman"ların direktifleriyle hareket ediyor, onların gösterdiği şekilde kendi halklarına karşı kitle katliamları gerçekleştiriyorlardı. İktidarda kaldıkları kısa zaman zarfında, büyük bir terör uyguladılar. Aynı kaynakta bu terörün bir örneği şöyle anlatılmaktadır: 1979 Martı'nda Kerala köyü... 1.700 yetişkin ve çocuk, köydeki erkek nüfusun tamamı meydana toplandı ve yakından nişan alınarak otomatik silahlarla tarandı; ölüler ve yaralılar bir buldozer yardımıyla üç ayrı çukura üst üste gömüldü. Kadınlar korku dolu gözlerle, uzun dakikalar boyunca kapanan çukurların oluşturduğu tepeciklerin sarsıldığını gördü: Diri diri gömülenler dışarı çıkmaya çalışıyordu. Sonra sarsıntılar kesildi. Anaların ve dulların hepsi Pakistan'a gitti. Terör Kabil kentini de sarmıştı. Kentin doğusunda bulunan Pole Çarkı Cezaevi, toplama kampına dönüştürüldü. Cezaevi Müdürü Seyid Abdullah mahkumlara şöyle bir açıklama yaptı: "Sizler çöp haline getirilmek için buradasınız."48
Yazar Michael Barry La Resistance Afghane (Afgan Direnişi) isimli kitabında, bu cezaevi müdürünün diğer acımasız uygulamalarını şöyle anlatmaktadır: İşkence en geçerli yöntemdi. Cezaevinin en büyük cezası, diri diri lağım çukuruna atılmaktı. Bir gecede onlarca mahkum yüzlerce nedenle idam edilirdi; cesetler ve can çekişen bedenler buldozerler yardımıyla üst üste gömülürdü. Stalin'in cezalı halklar için uyguladığı yöntem yeniden kullanılmaya başlandı. 15 Ağustos 1979'da Hezarelerden 300 kişi direnişe destek verdikleri gerekçesiyle tutuklandı; 150'si buldozerler yardımıyla diri diri gömüldü, öteki 150'si benzine bulanarak canlı canlı yakıldı. 1979 Eylülü'nde cezaevi yönetimi 12.000 mahkumun öldürüldüğünü kabul etti. Pole Çarkı, Cezaevi'nin müdürü duymak isteyenlere şöyle diyordu: "Yalnızca bir milyon Afganlıyı sağ bırakacağız, sosyalizmi kurmak için bu kadar adam yeter."49
Tüm bunlar, Moskova'dan yönetilen uygulamalardı. Gerçekte Afganistan'daki tüm iç karışıklık, Sovyetler Birliği'nin önceden planladığı bir gelişmeydi. Sovyet yönetimi, Afganistan'daki komünistlere darbe yaptırmayı, sonra da bu sözde "demokratik" rejimi korumak bahanesiyle ülkeyi işgal etmeyi önceden kararlaştırmıştı. Moskova'yı bu plana iten neden ise, bugün pek çok siyasi tarihçinin kabul ettiği üzere, o dönemde giderek yayılan İslam'ın komünistler tarafından bir tehlike olarak görülmesi idi.
Harun Yahya (Adnan Oktar)
189
1979 yılında Afganistan'ı işgal eden Kızıl Ordu, tam 10 yıl boyunca işgalci bir güç olarak ülkede kaldı. İşgal dönemi Afgan halkı için katliam, baskı, şiddet ve işkence kelimeleriyle özdeşleşmişti.
Sonunda komünist Afgan rejimine karşı Müslüman mücahitlerin düzenlediği direnişi bahane eden Kızıl Ordu, 27 Aralık 1979'da Afganistan'ı işgal etti. Bu işgalle birlikte Afgan halkına karşı uygulanan vahşetin de çapı büyümüş oldu. Kızıl Ordu tam 10 yıl işgalci bir güç olarak ülkede kaldı. Mücahit grupların Kızıl Ordu'ya karşı başlattığı haklı direnişi ise, en zalim ve acımasız yöntemlerle bastırmaya çalıştı. Bir Afgan direnişçi, Kızıl Ordu'nun yöntemlerini şöyle anlatıyordu: Sovyetler bir eve saldırdılar mı, o evdeki kadınları öldüresiye döver, onlara tecavüz ederdi. Ne yazık ki bu barbarlık içgüdüsel olarak değil, programlanmış olarak gerçekleşiyordu; böyle eylemler yaparak toplumumuzun temellerini yıkıyorlar ve bunu çok iyi biliyorlardı.50
Kızıl Ordu, Afganlı Müslümanlara karşı en alçakça yöntemleri kullandı: Afgan çocuklarının oyuncak sanarak ellerine almalarını sağlamak için "oyuncak şekilli mayınlar" yapılıyor, yakalanan mücahitlere korkunç işkenceler uygulanıyor, sivil halk tereddütsüz bombalanıyordu. Tek tek kişi takip etmek yerine köyleri bombalayarak toplu katliamları tercih ediyorlardı.
İSLAM'IN KIŞI VE BEKLENEN BAHARI
190 Mart 1987'de Newsweek dergisi Avusturyalı Profesör Fex Ermacora ile bir röportaj yaptı. Bu röportajda Ermacora, BM'nin Rusya'nın Afganistan'daki vahşetini gizlediğini belirterek şöyle demiştir: Görgü şahitlerine göre Rus askerleri, Afganlıları evlerinden alarak gırtlaklarını süngülerle doğramaktadır. Çocuk, yaşlı demeden bütün köy halkını meydana toplayıp canlı olarak, üzerlerine benzin döküp yakmaktadır. Kadın ve kızların ırzlarına tecavüz edildikten sonra helikopterlere bindirilip çırılçıplak edilerek aşağıya atılmaktadır. Su kuyuları zehirlenmekte, hayvanlar kurşunlanmakta, tahıl ve erzak ambarları yağmalanmakta, meyva ağaçları kesilmekte, dini kitaplar, camiler ve türbeler yakılmakta, böylece köylülerin mücahitlere destek sağlamaları engellenmek istenmektedir. Ruslar 1980'den bu yana yüz binlerce Afganlı çocuğu, Rusya'daki ideolojik okul ve kamplarda komünist militan olarak yetiştirmektedirler.51
Rus yönetiminin vahşetlerden biri de Lağman katliamıdır. Kabil'in kuzeydoğusundaki bu güzel kentin tüm köyleri haritadan silindi. Nüfusun hemen hemen tamamı öldürüldü. Sadece Karga bölgesinde, çoğu kadın ve çocuk olmak üzere 1.500 kişi öldürüldü. Sadece insanlar değil, köpeklere varıncaya kadar tüm hayvanlar da öldürülmüştü. Tüm evler yağmalandı, mutfaktaki çay ve şekerlere kadar gasp edildi. Kızıl Ordu askerleri, içinde kadın ve çocukların bulunduğu baraka evlerin üzerinden tanklarla geçtiler. Ceset parçaları tankların zincirleri arasında göze çarpıyordu.
10 yıl süren Kızıl Ordu işgali nin sonunda, on binlerce ölü, bir o kadar da sakat geri de kal dı.
KIZIL ORDU'NUN MAYINLARI ZULMÜ SÜRDÜRÜYOR
Allah'ın ayetlerini inkar edenler, peygamberleri haksız yere öldürenler ve insanlardan adaleti emredenleri öldürenler; işte onlara acıklı bir azabı müjdele. (Al-i İmran Suresi, 21)
İSLAM'IN KIŞI VE BEKLENEN BAHARI
192 10 yıl süren Kızıl Ordu işgalinin sonunda, on binlerce ölü, bir o kadar da sakat geride kaldı. Bugün Afganistan, dünyanın en çok takma kol ve bacak imal edilen ülkesidir. Çünkü Kızıl Ordu'nun mayınları on binlerce Afgan gencinin kolsuz ve bacaksız kalmasına neden olmuştur. Sovyetler'in geri çekilmesinden sonra ise, istikrarsızlığa sürüklenen Afganistan, kanlı bir iç savaşa tutuştu. 1998 yılında iktidarı ele geçiren Taliban yönetimi ise ülkede çok katı bir rejim uygulayarak toplumsal gerilimi ve fakirliği daha da büyüttü. Taliban rejiminin yıkılmasından sonra kurulan yeni yönetimin, 1970'lerde Moskova'nın kışkırtmasıyla başlayan ve ardından işgali ile doruğa tırmanan vahşet ve sefaleti sona erdirmesini diliyoruz.
1979 YILINDAN BU YANA MÜLTECİ DURUMUNA DÜŞEN AFGANLILAR 1979 yılında 600.000 ki şi nin 400.000'i Pakistan'a, 200.000'i İran'a 1980 yılında 1.9 mil yon çeşitli ül kelere 1983 yılında 9 mil yonun, 5.6'sı Pakistan'a, 3.4'ü İran'a 1990 yılında 6.2 mil yon, 3.3 Pakistan'a, 2.9'u İran'a iltica ettiler. (http://www.afgha.com/FR/)
KOMÜNİST VAHŞETİN ARDINDA BIRAKTIKLARI... Komünist işgal boyunca evler yağmalanıyor, kadınlara tecavüz ediliyor, içinde çocukların bulunduğu evlerin üzerinden tanklarla geçiliyor ya da ateşe veriliyordu. İşte 10 yıl süren zulüm arkasında böyle görüntüler bırakmıştı.
İSLAM'IN KIŞI VE BEKLENEN BAHARI
194
1970'lerde Moskova'nın kışkırtmasıyla başlayan ardından Sovyet işgaliyle tırmanan vahşet, çeyrek asır boyunca Afganistan'a büyük acı yaşattı ve yaşatmayı sürdürüyor. 1998 yı lında ikti darı ele geçi ren Tali ban yöneti mi ile birlikte si yasi bir düzen ve toplum sal barış sağlanamadı ve bugün de Afganistan'daki iç karı şıklıklar aynı şekil de devam edi yor.
Harun Yahya (Adnan Oktar)
YENİ ŞAFAK, 19/2/01
YENİ ŞAFAK, 1/2/01
195
"Son iki senedir, kuraklık hayvanları aç bı raktı ve nehirleri kuruttu. İnsanlar el lerinde kalan son yi yecekleri de tükettiler. İnsani yardım örgütleri ne göre 700.000'den fazla insan -bu rakam Afgan hal kı nın yaklaşık %4'üne denk gelir- çaresizlik içeri sinde büyük şehirlere doğru akın edi yorlar veya İran ve Pakistan sı nırları nı aşıp geçi yorlar. 1 mil yondan daha fazla sayı da insan açlı ğın pençesi nde. Afganlar son yirmi dört senedir savaşın içindeler. Açlık ol madı ğı zamanlarda bi le, 5 yaşın al tındaki dört çocuktan bir tanesi ölüyor ve ortalama yaşam için ümit edi len yaş ortalaması 44'tür. Havalar ısınmaya başladı ğı zaman, soğuğun yeri ni su ve sağlıkla il gi li sorunlar alacak; karşı mı za kolera, tüberküloz ve di ğer hastalıklar çı kacak." (Barry Bearak, Courri er Internati onal, 22/03/2001, No: 542)
İSLAM'IN Kışı ve Beklenen Baharı
IRAK Ortadoğu Faşizmi: Saddam Hüseyin
N
üfusu yaklaşık 25 milyon olan Irak'ta farklı dini mezhepler ve etnik kökenler yaşamaktadır. Nüfusun %95'ini oluşturan Müslüman-
lar, yıllar boyunca türlü baskılar, eziyetler, işkenceler ve korkular altında yaşamıştır. Irak'ın Müslüman nüfusunu ezen, katleden ve sefalete mahkum eden en önemli etken ise, Saddam Hüseyin'in "faşist" olarak tanımlanabilecek dikta rejimidir. 1979'da devlet başkanlığını ele geçiren Saddam Hüseyin, o günden sonra ülke içinde dindarların siyasal ve sosyal yaşamda hiçbir faaliyette bulunmasına izin vermemiştir. 5.000 Müslüman Kürt’ün kimyasal silahlarla şehit edildiği Halepçe katliamının mimarı olan, 1980 yılında İran-Irak savaşını başlata-
Harun Yahya (Adnan Oktar)
197 rak hem komşu ülkenin hem de kendi
TÜRKİYE
ülkesinin insanlarına büyük acılar çektiren, 1990'da ise Kuveyt'i işgale kalkan
SURİYE
Saddam'ın, çeşitli dönemlerde İslami konuşmalar yaparak Müslümanların
İRAN IRAK ÜRDÜN
desteğini tekrar kazanmaya çalışması ise iki yüzlü bir politika değişikliğinden
SUUDİ ARABİSTAN
başka bir şey ifade etmemektedir.
KUVEYT
Saddam'ın geçmişine bir göz atmak, kurduğu rejimin temellerini anlamamızı sağlar. Saddam'ı Irak'ın başına getiren olaylar, bir darbe ile başladı. 1963 Şubatı'nda, kendilerine "Baas" (Diriliş) Partisi adını veren bir grup subay ve sokak militanı, o zamana kadar iktidarda bulunan Albay Kasım'ı devirdiler. Bu militanların arasında, darbe günü Albay Abdülkerim Kasım'ı öldürmek için görevli olan altı kişilik timin de üyesi olan genç bir adam dikkat çekiyordu: Saddam Hüseyin elTıkriti, yani Tıkritli Saddam Hüseyin. Asker olmamasına karşın sürekli üniforma ile gezen Saddam, darbenin hemen ardından Baas yönetimi tarafından terör ve suikastlerden sorumlu özel bir grubun başına getirildi. İlk yaptığı iş ise, darbe muhaliflerini sorgulamak için yeni ve etkili işkence yöntemleri geliştirmek oldu. Baas'ın, saray darbesi ile doğan bu iktidarı aynı yılın Kasım ayında sona erince, Saddam Hüseyin'in işkence merkezi ortaya çıkarılmıştı. İşkence merkezi, Saddam'ın özel icadı olan korkunç işkence aletleriyle doluydu. Baas'ın on aydan az süren kısa iktidarı, yine bir darbe ile sona ermişti. Ancak Baas 17 Temmuz 1968'de ikinci bir darbe daha gerçekleştirdi. Bu seferki darbe, kalıcıydı. Bu ikinci Baas darbesinin ikinci lideri ünlü "işkence uzmanı"ydı: Saddam Hüseyin. Saddam, rejimin kilit noktalarına kendi akrabalarını yerleştirerek ve siyasi rakiplerini tasviye ederek kısa zamanda tüm siyasi gücü elinde topladı. Acımasız işkence uzmanı, Irak'ın diktatörü olmuştu. Saddam, iktidarı ele geçirdikten sonra sürekli savaş ve çatışma peşinde oldu. 1980 yılında, hiçbir sebep yokken, ani bir saldırıyla İran'ı işgal etti ve 8 yıl boyunca yüz binlerce Iraklı ve İranIının hayatına mal olacak bir savaşı başlattı. Bu savaşın bitmesinden 2 yıl sonra bu kez yine hiçbir sebep yokken Kuveyt'i iş-
İRAN - IRAK SAVAŞI
Faşist Saddam yönetiminin İran'a karşı başlattı ğı savaşın sonunda Irak'ın 17 mil yonluk nüfusundan 1 mil yonu öl müş veya yaralanmıştır. Hal kın 1 mil yonundan fazlası da ül keyi poli tik ve ekonomik sebeplerle terk etmek zorunda kalmışlardır. Irak yıllar süren bu savaşın sonunda bir harabeye dönmüştür.
Harun Yahya (Adnan Oktar)
199
Saddam, faşist uygulamalarıyla Hitler ve Mussolini'yi aratmamış, komşu ülkelerde adeta bir terör estirmiştir. İran'la yapılan savaşın ardından aniden gerçekleştirdiği Kuveyt işgali bunun bir örneğidir. Bu işgal Kuveyt'te çok büyük maddi ve manevi yaralar açarken, Irak halkı için de yıllar süren bir ambargonun başlangıcı olmuştur.
gal etti ve Körfez Savaşı'na yol açtı. Ancak Saddam'ın terörü sadece komşu ülkeleri değil, kendi halkını da hedef alıyordu. İktidarı boyunca, rejime muhalif görülen kişiler, siyasi ve hatta etnik gruplar türlü vahşetlere maruz kadılar. Newsweek dergisi bir sayısında Saddam'ın faşist karakteri için şöyle bir tanımlamada bulunur: ... Bazıları ona "kana susamış bir despot", "Bağdat'ın kasabı" derler. Saddam Hüseyin Irak'ı ardındaki 1 milyonluk ordu, muhbir, suikastçi ve işkencecilerden oluşan bir lejyon ile çelik eldiven içindeki demir bir el gibi yönetmektedir. Saddam, Ortadoğu'da kendisinin ve ülkesinin büyüklüğü uğruna yaptığı oldukça insafsız tavırlarıyla tanınır. Öyle ki hem içerideki hem de dışarıdaki düşmanları için zehirli gaz kullanmaktan çekinmez.52
Gerçekten de Saddam birçok Iraklının kanını dökmüştür. İran'a karşı başlattığı savaşın sonunda Irak'ın 17 milyonluk nüfusundan 1 milyonu ölmüş veya yaralanmıştır. (Halkın 1 milyonundan fazlası da ülkeyi politik ve ekonomik sebeplerle terk etmişlerdir.) Washington merkezli Middle East Watch isimli insan hakları kuruluşu, Irak'ta zorunlu tecrit ve sınırdışı, keyfi tutuklama ve ceza, işkence ve faili meçhul, sıkça uygulanan politik infaz olduğunu bildirmektedir. Amnesty International'ın raporuna göre, çocuklar dahil halka uygula-
İSLAM'IN KIŞI VE BEKLENEN BAHARI
200
Saddam'ın Halepçe katliamından vahşet görüntüleri...
nan işkence; kurbanları ateşin üzerine tutmak, burun, kol, göğüs ve cinsel organ kesmek, tırnakları vücuda çakmak/çekiçlemek şeklindedir.53 Saddam Hüseyin 1988 yılında Halepçe'de yaptığı katliam ile farklı etnik kökene sahip halka karşı faşist tavrını göstermiştir. Halepçe'deki sivil Kürt yerleşimcilerin üzerinde sinir gazı kullanarak birçok masum insanın, bebek, yaşlı, kadın, erkek ayırmaksızın can çekişerek ölümlerine sebep olmuştur. Amnesty International bu katliamda 5.000 Kürtün öldüğünü ve bir kaç bininin de ülkede yapılan benzer saldırılarda kaybolduğunu açıklamıştır.54 Irak'taki faşist rejimin siyasi tutuklulara yaptığı işkenceler daha da korkunçtur. Irak'tan kaçan bir doktor, bu işkenceleri şöyle anlatır: 'Güneyde bir hastanede staj yaptım. Hapishaneden getirilenleri sadece doktorlar görebilirdi. Bir et yığını halinde olan insanların çoğu ölürdü. İşkenceden sağ kurtulan siyasi suçlu yoktu. Gözaltına alınacağımı anlayınca hemen kaçtım.55
Saddam'ın zalimliklerinden bugüne dek ailesi ve yakın çevresi de payını almıştır. Irak lideri Saddam Hüseyin'in üvey kardeşi Barzan Tıkriti, Saddam'ın ve oğlu Udey'in kendisini öldürtme ihtimalinden dolayı Birleşik Arap Emirlikleri'ne kaçmıştır. Saddam'ın iki damadı Hüseyin ve Saddam Kamil de 1995 yılında Saddam'dan korkarak Ürdün'e kaçmışlardır. Bunun üzerine Saddam onlara
Harun Yahya (Adnan Oktar)
SABAH, 25/9/00
SABAH, 30/4/01
EVRENSEL, 13/3/01
201
Kuveyt işgali sonrası başlayan am bargo sadece Irak hal kı nın yaşadı ğı zul mü daha da artı rı yordu. Ancak Saddam için değişen birşey yoktu.
can güvenliği garantisi vermiş ve ülkeye geri dönmelerini istemiştir. Ancak can güvenliklerinin korunacağına dair söz alan iki kardeş Bağdat'a döner dönmez babalarıyla birlikte öldürülmüşlerdir. Daha sonra da annelerinin cesedi paramparça edilmiş olarak bulunmuş ve bu olaylar tüm dünya kamuoyunun gözü önünde meydana gelmiştir. Irak lideri, ülkeden kaçan muhaliflere ise alçakça yöntemlerle gözdağı vermiştir. Örneğin 1995 yılında Ürdün'e kaçan General Necib Selahi, aile yakınlarına tecavüz edilerek, tecavüz kasetlerinin kendisine gönderildiğini ve bunun sadece kendisine değil, birçok muhalife yapıldığını açıklamıştır.
Saddam'ın İki Yüzlü Dindarlığı Saddam'ın, Irak halkı üzerinde oluşturduğu kitle hipnozunun en önemli özelliği sahte bir dindarlık maskesi altında hareket etmesidir. Saddam iç ve dış politikalarında, halka yönelik baskılarında hep dini bir üslup kullanmış, göste-
İSLAM'IN KIŞI VE BEKLENEN BAHARI
202 riş amaçlı yaptığı hareketlerle halkın gözünü boyamayı
amaçlamıştır.
Bunun için kimi zaman abartılı söylemlerle kendini İslam dünyasının hamisi gibi göstermeye çalışmış
ya
da
Körfez
Savaşı'nda olduğu gibi Irak bayrağına "Allahu Ekber" kelimelerini ekleyerek, halkın dini GÜNEŞ, 26/9/00
duygularını istismar etmeye çalışmıştır. Zalim uygulamalarına bakıldığında ise, İslam dini ile, Kuran ahlakı ile ilgisi olmadığı rahatlıkla anlaşılabilmektedir. Allah bu gibi insanların durumunu "Gerçekten sizden olduklarına dair Allah adına yemin ederler. Oysa onlar sizden değildirler..." (Tevbe Suresi, 56) ayetiyle bildirmektedir. Saddam'ın İslami bir lider olmaktan çok uzak olduğu açıktır. Kendisi komünist ve Stalinist Baas Partisi'nin önde gelen bir militanıydı. Bu partinin üyesi olarak Darwinizm ve materyalizm temelli askeri eğitim almıştır. Üstelik sosyal Darwinist olan Cemal Abdul
Tüm faşist liderler gibi Saddam da halkın dini duygularını istismar ederek, kendine destek bulmaya çalışmıştır.
Nasır’ı örnek almış ve kendini sosyalist devrimci olarak nitelendirmiştir. Nitekim uygulamalarına bakıldığında bunların Kuran ayetlerinde yasaklandığını ve şiddetle yerildiğini görürüz. Örneğin Saddam'ın ülke içindeki uygulamalarında ırkçılık ön planda olmuştur. Sadece etnik kimlikleri yüzünden pek çok masum insanı vahşice katlettirmiş, Halepçe katliamıyla tarihe 5.000 insanın katili olarak geçmiştir. Saddam da diğer pek çok ırkçı lider gibi kendi etnik kökeninin üstün olduğu iddiasındadır. Oysa Kuran'a göre üstünlük ırka, renge ya da diğer başka bir özelliğe göre değil, takvaya yani Allah'a yakınlığa, inanç ve ahlaka bağlıdır. (Hucurat Suresi, 13) Irkçılık ise Kuran'da "cahiliyenin öfkeli soy koruyuculuğu" kelimeleriyle tarif edilir:
Harun Yahya (Adnan Oktar)
203 Hani o inkar edenler, kendi kalplerinde, 'öfkeli soy koruyuculuğu'nu (hamiyeti), cahiliyenin 'öfkeli soy koruyuculuğunu' kılıp-kışkırttıkları zaman, hemen Allah; elçisinin ve mü'minlerin üzerine '(kalbi teskin eden) güven ve yatışma duygusunu' indirdi ve onları "takva sözü" üzerinde 'kararlılıkla ayakta tuttu." Zaten onlar da, buna layık ve ehil idiler. Allah, herşeyi hakkıyla bilendir. (Fetih Suresi, 26)
Allah insanları çeşitli ırklarda, farklı renklerde yaratmıştır. İnsan Allah'a muhtaç, aciz bir varlıktır. Dolayısıyla bir insanın diğer bir insana veya bir toplumun diğer bir topluma karşı bir üstünlük iddiasında bulunmaya hakkı yoktur. Çünkü ölüm anında, kıyamet gününde ya da ahirette ırk, renk gibi unsurların hiçbir önemi olmayacaktır. O gün kimse kimseye soyunu, ırkını soracak bir durumda da olmayacaktır. Bugün soylarından dolayı azgınlaşanlar, taşkınlık yapanlar, insanları öldüren, hatta diri diri yakanlar, o gün hangi soydan olurlarsa olsunlar ne kadar aciz ve muhtaç durumda olduklarını kavrayacaklardır. Kıyamet günüyle ilgili bir ayette bu gerçek şöyle bildirilir: Böylece Sur'a üfürüldügü zaman artık o gün aralarında soylar yoktur ve soruşturmazlar da. (Müminun Suresi, 101)
Saddam ırkçılık yanında faşizmi de benimsemiştir. Kendi halkına karşı faşist bir baskı uygulamış, aynen Hitler veya Mussolini gibi büyük bir sapkınlıkla savaşın kutsal bir değer olduğuna inanmıştır. Oysa -Kuran'da bildirilen haklı sebepler dışında- savaş çıkarmak Kuran'a göre yeryüzünde bozgunculuk anlamına gelir ve büyük bir günahtır. Allah'ın, inkar eden İsrailoğulları'ndan söz ederken verdiği "... onlar ne zaman savaş amacıyla bir ateş alevlendirdilerse Allah onu söndürmüştür. Yeryüzünde bozgunculuğa çalışırlar. Allah ise bozguncuları sevmez" (Maide Suresi, 64) hükmü, tüm zalimler için geçerlidir. Kısacası Irak Müslümanları, 1970'lerden itibaren Kuran'da anlatılan Müslüman ahlakından tamamen uzak, bunun yerine kabile ve ırk taassubu içinde olan, kendi tatmini için yüz binlerce insanı ölüme göndermekten çekinmeyen, zulüm ve işkenceyi zevk haline getirmiş bir diktatörün zulmü altında ezilmişlerdir. Bugün Saddam'ın ardından Irak henüz istikrara ve refaha tam anlamıyla kavuşamamıştır. Ülkedeki çatışmalar devam etmekte, güvenlik tam anlamıyla sağlanamamaktadır. Umulur ki Irak, ülkedeki tüm etnik ve dini gruplara barış ve huzur getirecek aydınlık düzene bir an önce kavuşur.
İSLAM'IN Kışı ve Beklenen Baharı
SURİYE Dünyadan Gizlenen Büyük Zulmün Tarihi
H
alkın
%75'inin
Müslüman,
%11'inin Nusayri, %9'unun da Hıristiyan olduğu Suriye toprakları, asırlar süren bir İslami geç-
mişe ve köklü bir kültüre sahiptir. Bu İslam toprakları pek çok İslam alimi yetiştirmiştir. Hz. Ömer döneminde gerçekleştirilen seferler neticesinde fethedilen Suriye toprakları, sırasıyla Emeviler, Abbasiler, Selçuklular ve Eyyübiler yönetimi altında kaldı. 1517 yılında Yavuz Sultan Selim tarafından Osmanlı topraklarına katılan Suriye toprakları, 19. yüzyılın ilk çeyreğine kadar barış ve huzur doluydu. Ancak 1831 yılında Osmanlı'ya başkaldırarak ayrı bir yönetim kuran Kavalalı Mehmet Ali Paşa'nın eline geçti. Sonra tekrar Osmanlılara geçen Suriye 1920 yılında Fransız
Harun Yahya (Adnan Oktar)
205 işgal kuvvetleri tarafından ele geçirildi. Fransız işgali Suriye halkı için
TÜRKİYE KIBRIS
büyük bir kaosun ve şiddetin de başlangıcıydı. Fransızlar, tarihsel
LÜBNAN
SURİYE
olarak Suriye'nin bir parçası olan Lübnan'ı ülkeden kopardılar ve ayrı bir devlet haline getirdiler.
İSRAİL
IRAK ÜRDÜN SUUDİ ARABİSTAN
1946 yılındaki bağımsızlığa kadar süren, 26 yıllık şiddet politikası Fransız yönetiminin Cezayir'de, Tunus'ta ve diğer pek çok İslam toprağında yaptığı katliamların bir benzeriydi. İşgal sonrası Suriye halkı önemli bir direniş hareketi başlattı. Fransızlar on binlerce insanı vahşice katletti ve büyük şehirleri bombardımana tuttu. Ayaklanma şiddet yoluyla bastırıldı, ancak Fransa Suriye'de uzun süre kalamayacağını anladı. II. Dünya Savaşı'nın ardından Suriye'den çekilmek zorunda kalan Fransızlar 1946 yılında bu ülkenin bağımsızlığını kabul ettiler. Ancak ülkeden çıkarken geriye son derece istikrarsız, çatışmaya açık bir Suriye bıraktılar. Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra Suriye'de konuşlandırılan Fransız mandası en çok Nusayrilere yaradı. Fransız yönetimi ülkede azınlık olan Nusayrileri özellikle devlet kademelerine yerleştirmiş, böylece çoğunluğu oluşturan Sünnilerde bir rahatsızlık meydana getirmiş ve iki toplum arasına yapay bir düşmanlık tohumu ekmişti. Pek çok Ortadoğu uzmanı Nusayrilerin, ülkenin siyasi ve askeri açıdan üst noktalarına ulaşmasının, gerçekte Suriye'nin 1946 yılında bağımsızlığını ilan etmesiyle başladığına dikkati çeker. Bağımsızlık sonrasında Suriye'de gerçekleşen en önemli olay, ülkede politik, siyasi ve ekonomik alanlarda liderlik yapan köklü Sünni ailelerin yerine Nusayrilerin ülkedeki yönetimi ele geçirmeleri olmuştur. Bu gibi yapay iç çelişkiler bağımsızlığını kazanan Suriye'yi kaosa sürükledi. Bağımsızlık sonrası Suriye darbeler ülkesi haline geldi. 1949 yılında başlayan darbeler dönemi 1970 yılında diktatör Hafız Esad'ın gerçekleştirdiği darbe ile son buldu. Esad rejimi darbeleri sona erdirdi, ama zalim bir yönetimi başlattı. Baas iktidarı ile birlikte Suriye Müslümanları açısından zor bir dönem başla-
İSLAM'IN KIŞI VE BEKLENEN BAHARI
206 mış oldu. Çünkü yönetim Suriye nüfusunun %11'ini oluşturan Nusayri azınlığa geçmiş ve Nusayrilerin dışındaki tüm mezhepler iktidar kadrolarından uzaklaştırılmıştı. Kendilerini "Sosyalist Halk Demokrasisi" olarak tanımlayan baskıcı Hafız Esad yönetimi Suriye'yi kısa sürede bir istibdad ülkesi haline getirdi. Tüm siyasi partiler kapatıldı, Baas partisinin savunduğu sosyalist ideoloji dışındaki tüm görüşlerin savunulması yasaklandı. Tüm İslami hareketlere kısıtlamalar getirildi. Bu hareketlerin liderleri tutuklanıp, çok şiddetli işkenceler altında hayatlarını yitirdiler. Uluslararası insan hakları teşkilatlarının raporlarında Esad döneminde Suriye Müslümanlarının büyük baskı ve zulüm gördükleri, Müslüman kadınlara tecavüz edildiği, erkeklerin akılalmaz işkence yöntemlerine maruz bırakıldıkları anlatılmaktadır.
Esad Dönemi 'Zulüm ve Baskı' Kelimeleri ile Anılmaktadır Baas yönetiminin ilk hedefi İslami kimliğin yok edilmesi olmuştur. Bu amaçla on binlerce Müslüman sebep gösterilmeden tutuklanmış, şiddetli işkencelere maruz kalmıştır. Çoğu idam edilmiş, büyük bir bölümü de kaybolmuştur. Kadınlara tecavüz, ölünceye kadar dövme, ayaklarından tavana asma gibi vahşi işkence yöntemleri uygulayan Hafız Esad yönetimi, bunun yanı sıra evlere baskınlar, camilere saldırılar, hakaretler, hiç bitmeyen tacizlerle Müslüman halkı yıldırmayı hedeflemiş ve bunda büyük ölçüde başarılı olmuştur. Suriye Devlet Başkanı Esad'ın Hama şehrinde gerçekleştirdiği katliam ise vahşetlerin en büyüğüydü. Bu şehrin yok Hafız Esad
edilmesinin tek nedeni, burada İslami hareketin çok güçlü olması idi. Hafız Esad'ın kardeşi ve zamanın Genelkurmay Baş-
kanı Rıfad Esad, Şubat 1982'de bir gece vakti Hama'ya havadan ve karadan saldırı düzenledi. Saldırıya katılmak istemeyen askerlerin çoğu anında idam edildiler. 27 yıl süren katliam sonunda yaklaşık 40 bin Müslüman vahşice katledildi. Şehir ise adeta bir harabeye döndü. Esad'ın 30 yıl süren diktatörlüğü döneminde bunun gibi daha pek çok katliam ve vahşet yaşandı. Bugün hala Esad'ın katliamlarından kaçan çok sayıda Suriyeli Müslüman, mülteci olarak yaşamını sürdürmektedir. Sadece Suudi Arabistan'da bir milyon civarında Suriyeli Müslüman bulunmaktadır.
Harun Yahya (Adnan Oktar)
207
Çok güçlü bir İslami bi lince sahip olan Hama hal kı, Hafız Esad'ın kardeşi Rı fad Esad komutasındaki güçlerin 27 gün süren katliamında vahşice katledil di.
Hafız Esad'ın ölümünden sonra ülkenin yönetimini devralan Beşşar Esad'ın politikaları ise, diğer konularda olduğu gibi, ülkedeki dindarlara yönelik yaklaşımında da olumlu bir yol izlemektedir. Umarız bu olumlu sonuçlar gün geçtikçe artar ve Suriye, hiç kimsenin inancından veya etnik kökeninden dolayı baskı görmediği, özgür, huzurlu ve adil bir ülke olur. Unutulmamalıdır ki, ne Ortadoğu'daki ne de İslam dünyasının başka bölgelerindeki toplumsal sorunların hiçbiri çözümsüz değildir. İlk bakışta bu bölgelerdeki sorunlar hiç çözülmeyecek kadar karışık gibi görünebilir. Ancak bunun nedeni yüzyıllardır çözümün yanlış yerlerde aranmasıdır. Oysa çözüm Yüce Allah'ın insanlar için seçip beğendiği Kuran ahlakının yaşanmasındadır. Olaylar karşısında çözümsüz kalmak bir Müslüman için kabul edilebilecek bir durum değildir. Çünkü herşeyin Yaratıcısı olan Allah, insanların barış, refah, huzur ve güven duygusu içinde yaşayabilecekleri bir sistemi de yaratmış ve bunu insanlara Kuran aracılığı ile bildirmiştir. Allah'ın "... Biz Kitabı sana, herşeyin açıklayıcısı, Müslümanlara bir hidayet, bir rahmet ve bir müjde olarak indirdik." (Nahl Suresi, 89) ayetinde de bildirdiği gibi, Kuran insanlara her konuda yol göstericidir.
İSLAM'IN KIŞI VE BEKLENEN BAHARI
TÜRKİYE, 25/2/82
HÜRRİYET / 16/02/1982
HÜRRİYET , 18/2/82
TÜRKİYE, 17/2/82
TÜRKİYE, 19/2/82
208
2 Şubat 1982 tari hinde başlayan 27 günlük Hama katli amı nın başında Hafız Esad'ın kardeşi Rı fad Esad bulunmaktaydı. Hafız Esad tarafından kendi si ne tam yetki veri len Rı fad Esad'ın em rinde 12.000 ki şi lik bir asker gücü ve özel tim kuvveti bulunuyordu. Bu katli am sı rasında 350.000 ki şi lik Hama şehri nin 3'te 1'i yok ol du. 30.000 - 40.000 arası si vil hayatı nı yi tirdi. 15.000 ki şi den bir daha haber alı namadı. Binlerce Hamalı toprakları nı terk etmek zorunda kal dı. Cami ler ve tari hi eserler yok edil di. Suri ye yöneti mi tarafından bu vahşi katli amın dış bası na yansı maması için her türlü tedbir alındı. Şehrin tüm ulaşım ve iletişim bağlantıları kesildi. Giriş ve çıkışlar yasaklandı. Ancak buna rağmen katliamı gizlemeleri müm kün ol madı.
Harun Yahya (Adnan Oktar)
209 Kuran'da tarif edilen üstün ahlak anlaşıldığı ve tam olarak yaşanmaya başlandığı takdirde, dünya üzerinde var olan tüm sorunlar kolayca çözülmeye başlayacaktır. Çözüm Kuran ahlakının yaşanmasında olduğuna göre, Kuran'ın tüm insanlara anlatılması vicdan sahibi insanların üzerinde büyük ve önemli bir sorumluluktur. Müminler, sahip oldukları üstün ahlak ile dünya üzerindeki kötülüklere karşı umursamaz davranan diğer insanlardan ayrılırlar. Etraflarında olup biten her türlü kötülüğe karşı duyarlılık gösterir, bu konuda birbirleriyle ittifak eder ve iyilikten yana tavırlarını, sürdürdükleri fikri mücadele ile ortaya koyarlar. Allah’ın Kuran’da bildirdiği ahlak, tüm hurafelerden arınmış olarak insanlara anlatıldığı ve insanlar Kuran ahlakını yaşamaya özendirildikleri takdirde, dünya üzerinde var olan tüm sorunlar da Allah’ın izniyle çözülecektir. Bir ayette Kuran ahlakına uymanın önemi şöyle bildirilmiştir: “Biz Kitabı sana, her şeyin açıklayıcısı, Müslümanlara bir hidayet, bir rah-
Baas yönetiminin ilk hedefi Hama’daki kuvvetli İslami kimliğin yok edilmesi olmuştur. Bu amaçla on binlerce Müslüman sebep gösterilmeden tutuklanmış, şiddetli işkencelere maruz kalmıştır. Çoğu idam edilmiş, büyük bir bölümü de kaybolmuştur.
TÜRKİYE, 26/2/82
HÜRRİYET, 4/5/82
TÜRKİYE, 25/2/82
met ve bir müjde olarak indirdik.” (Nahl Suresi, 89)
İSLAM'IN Kışı ve Beklenen Baharı
MÜSLÜMAN AZINLIKLARA YAPILAN ZULÜM
Dinlerini Yaşamaya Çalışan Müslümanlar
K
itabın önceki bölümlerinde nüfusu ağırlıklı olarak Müslüman olan ülkeleri ele aldık. Bu ülkelerde yaşayan, Müslümanların işgalci güçler-
den veya kendi başlarındaki zalim yöneticilerden çektikleri zulmü inceledik. Ancak bunun yanında
dünyanın dört bir yanında
Müslümanların azınlıkta olduğu ülkeler de bulunmaktadır. Bugün Burma'da, Filipinler'de, Kamboçya'da ya da Tayland'da azınlık konumunda milyonlarca Müslüman baskı altında yaşamaktadır. Bu ülkelerde devam eden zulüm ise çoğu zaman diğer ülkelerden çok daha kanlı, çok daha vahşi görüntülere sahne olmaktadır. Dünyaya seslerini duyuramayan, ellerindeki tüm imkanları kaybeden, toprakları, mal ve
Harun Yahya (Adnan Oktar)
211 mülkleri gasp edilen bu insanlar çok zor şartlarda hayatlarını devam ettirmeye çalışmaktadırlar. Dinlerini yaşamaları engellenmekte, ibadetleri yasaklanmaktadır. Bu halkları asimile etme çabaları baskı ve zorbalıkla sürdürülmektedir. Bu bölümde bu ülkelerin bazılarında yaşanan baskı ve zulümler hakkında örnekler verecek ve yardım talebinde olan bu Müslümanların seslerini biraz olsun duyurmaya çalışacağız.
BURMA Arakan Müslümanlarının Maruz Kaldıkları Baskı 48 milyon nüfusu bulunan Bur-
HİNDİSTAN
ÇİN
BANGLADEŞ
ma'nın (yeni adıyla Myanmar'ın) %15'ini
BURMA
Müslümanlar oluşturmaktadır. Geri ka-
Arakan
LAOS
lan nüfusun büyük bir çoğunluğu Budisttir. Müslümanlar, ülkenin Arakan
BENGAL KÖRFEZİ
TAYLAND
adlı bölgesinde yaşamaktadırlar. Petrol ve doğal gaz açısından bölgenin en zengin toprakları olan Arakan'a İslam, ilk kez Arap tüccarlar aracılığıyla girdi. İslam'a karşı olan büyük yöneliş, 1430 yılında bölgede bir İslam devletinin kurulmasıyla sonuçlandı. Bu devlet 350 yıl varlığını korudu. Ancak bu dönemin sonunda Budistler Arakan'ı işgal ederek İslam devletini ortadan kaldırdılar. 1783 yılında Müslümanların siyasi iktidarı kaybetmelerinden hemen sonra Burmalı yöneticiler, Müslümanları ezmeye, hatta fiziksel olarak imha etmeye yönelik bir politika uygulamaya başladılar. 19. yüzyıl sonlarında ülke İngilizler tarafından sömürgeleştirildi. 20. yüzyılda Burma halkı arasında Müslüman karşıtı kampanya hız kazandı ve 1942'te 100.000 Müslümanın ölümüyle sonuçlanan Arakan'daki katliam gerçekleşti. Bu katliam sırasında yüz binlerce kişi de sakat kalmış ya da topraklarından göç etmek zorunda bırakılmıştı. Burma, 1948 yılında İngiliz yönetiminin sona ermesiyle bağımsızlığını ka-
İSLAM'IN KIŞI VE BEKLENEN BAHARI
212 zandı. Ancak yeni yönetimle birlikte ülke Müslümanlar açısından daha da yaşanmaz bir hale geldi. 1962 yılında askeri darbe ile yönetimi ele geçiren komünist general Ne Win, devletin tüm imkanlarını Müslümanları yok etmek için seferber etti. Hazırlanan "Burma Sosyalist Parti Programı"nda, her türlü yol kullanılarak Müslümanların dinlerinden uzaklaştırılması hedefleniyordu. Bu amaçla, Müslümanlar tüm siyasi haklarından mahrum edildi. Ayrıca tüm İslami eğitim kurumları, camiler ve benzeri dini merkezler kapatıldı. Mescidler eğlence merkezlerine ya da Budist tapınaklarına çevrildi. Hacca gitmek, kurban kesmek, toplu namaz kılmak ve diğer ibadetler yasaklandı. Bu baskılar nedeniyle Müslümanların bir bölümü ülkeyi terk etmek zorunda kaldılar. Ancak göçlere rağmen Arakan bölgesinde Müslümanlar çoğunluğu oluşturmaktaydı. Bunun üzerine General Ne Win rejimi baskıları daha da artırarak keyfi tutuklamalara ve işkence uygulamalarına ağırlık verdi. Bu acımasız uygulamaların sonucunda bir milyondan fazla Müslüman Burma'yı terk etmek zorunda kaldı. Burma hükümeti, ülkedeki vahşetin gizli kalması için yıllar boyunca ülkeye yabancı gazeteci ve hatta turist bile kabul etmedi. İnsan hakları kuruluşlarının vermiş oldukları raporlara göre, bu baskıcı rejim altında 1962-1984 yılları arasında 20.000 Arakan Müslümanı öldürüldü. Yüzlerce kadına tecavüz edildi ve Müslümanların tüm mal varlıklarına el konuldu. Devletin iletişim araçları, İslam dini hakkında yalan ve iftiralar yaymak için kullanıldı. 1978 yılının baharında ordunun taşkınlıkları, 200.000 Müslümanı son derece güç şartlar altında Bangladeş'e göçmek zorunda bıraktı. (1979 yılında BM koruyuculuğu altında ülkelerine geri döndüler.)56 Ne Win'in 1988 yılında istifasının ardından değişik askeri ve sivil hükümetler birbirini izledi, bu dönem boyunca çıkan ayaklanmalarda ise 3.000'den fazla insan öldü. Vahşet hiç azalmadı, aksine şiddetlenerek arttı. Ocak 1992'de Burma'da yaşayan Müslüman azınlığa mensup 700 kişinin Bangladeş sınırı yakınlarında boğularak öldürüldüğü ortaya çıktı. 1994 yılında ise 1.000'den fazla Müslüman yargısız infaz yöntemiyle öldürüldü. Burma'da Müslüman kadınlara yapılan tecavüz ve sistemli işkence olayları hala her sene yayınlanan insan hakları raporlarında geniş olarak yer almaktadır. Ancak her nedense bunlar Batılı ülkeler tarafından görmezden gelinmektedir. Burma'da yaşayan savunmasız Müslüman halkın en büyük sorunlarından biri de dış dünyayla iletişim kuramamak ve yaşadıkları vahşetin detaylarını an-
Harun Yahya (Adnan Oktar)
213
Burma'daki askeri rejim, Müslümanlara karşı çok büyük bir savaş başlattı. Özel likle de cami lere, imam lara ve dindar ki şi lere sal dı rıl dı. Arakan'ın başkentinde Müslüman öğrenci lere zorla Budist din eği timi veril di. Müslüman kadınlar "mesleki beceri eği ti mi" adı al tında toplama kampları na götürülerek, tecavüze maruz kal dı lar. Tecavüz sonucu hami le kalanlar ise zorla Budist güvenlik görevli leriyle evlendi ril di. Köyler yok edil di, evler karakol lara çevril di, evsiz kalan insanlar açlık ve yoklukla karşı karşıya kal dılar...
latamamaktır. Çünkü ülkeye kara yoluyla girmek yönetim tarafından yasaklanmıştır. Hava yoluyla geliş gerçekleşse bile, ülkenin birçok bölgesi yabancılara kapatılmıştır. Açıkçası Burmalı Müslümanların yaşadığı zulmü yerinde ve tüm gerçekliğiyle tespit edebilmek oldukça zordur. 1990'lardan sonra Müslümanlar tekrar büyük bir kıyıma uğramış ve yine 200.000 kişi 1992 yılında Bangladeş'e sığınmak zorunda kalmıştır.57 Burma'daki zulümden kaçan mülteciler de çok büyük bir insanlık dramı ile karşı karşıyadırlar. Çok fakir bir İslam ülkesi olan Bangladeş, Burmalı mültecileri topraklarında ağırlamakta, ancak yiyecek ve barınacak konusunda yardım etmekte çok zorlanmaktadır. Burma ve Bangladeş'ten yükselen bu yardım sesini tüm dünya Müslümanları mutlaka duymalıdır. Çünkü Allah Kuran'da insanlara zorluk içinde olanlara, fakirlere, yurtlarından sürülenlere yardım etmeyi emretmektedir. Yurtlarından sürülenlere en rahat edecekleri ortamı hazırlamak, yardımcı olabilmek için her türlü fedakarlıkta bulunmak, merhametle, şefkatle ve sevgiyle destek olmak tüm Müslümanların üzerine düşen bir sorumluluktur. Bu ahlakın örneği Kuran
İSLAM'IN KIŞI VE BEKLENEN BAHARI
214
Arakan'ı Budist bir eyalet olarak göstermek amacıyla Ne Win hükümeti "Kral Dragon" operasyonu adı al tında bir göçmen soruşturması başlattı. Küçük köylerde yaşayan halk, etrafı çitlerle çevri li kamplara toplandı. Köyler, cami ler, medreseler yok edil di. Ci nayetler, tecavüzler, tutuklama ve işkenceler yapıl dı. 1978'de 300 binden fazla Müslüman, Arakan'ı terk ederek Bangladeş'e hicret etti. Ancak mül teci kampları Arakan Müslümanları için çok büyük bir sefalet, yokluk, açlık, sal gın hastalıklar anlamı na geli yordu. Resim lerde Rohingya mül teci kamplarında yaşanan büyük dram görül mektedir.
Harun Yahya (Adnan Oktar)
215
ZULMÜN DÖKÜMÜ (1942-1996)
ayetlerinde bulunmaktadır. Kuran
YOK EDİLEN YERLEŞİM BİRİMLERİ
10-15 BİN
ahlakını yaşayan Müslümanların
GÖÇ
YAKLAŞIK İKİ MİLYON
yurtlarından sürülen, hicret edenlere
KATLİAM
200 BİN
TECAVÜZ
20 BİN
CİNAYET
20 BİN
TUTUKLAMA
40 BİN
karşı tutumları ayetlerde şu şekilde haber verilir: (Bundan başka bu mallar) Hicret eden fakirleredir ki, onlar, Allah'tan bir fazl (lütuf ve ihsan) arayıp, Allah'a ve O'nun Resûlü'ne yardım ederlerken yurtlarından ve mallarından sürülüp-
YAKILAN VE YIKILAN CAMİ, MEDRESE
5 BİN
KAYIPLAR
50 BİN
İŞSİZ VE GELİRİ OLMAYAN
1 MİLYON
çıkarılmışlardır. İşte bunlar, sadık olanlar bunlardır. (Haşr Suresi, 8) Kendilerinden önce o yurdu hazırlayıp imanı (gönüllerine) yerleştirenler ise, hicret edenleri severler ve onlara verilen şeylerden dolayı içlerinde bir
ihtiyaç duymazlar. Kendilerinde bir açıklık olsa bile (kardeşlerini) öz nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin "cimri ve bencil tutkularından" korunmuşsa, işte onlar, felah (kurtuluş) bulanlardır. (Haşr Suresi, 9)
Rohingya mül teci kamplarında (altta) çok büyük bir sefalet yaşanırken, Budist Burmalı lar, sol daki resim lerde görül düğü gi bi müreffeh bir yaşam sürmektedirler.
İSLAM'IN KIŞI VE BEKLENEN BAHARI
216 Ayetlerde de tarif edildiği gibi iman edenler "sevdiklerinden infak edenler", "kendilerinde bir açıklık olsa bile kardeşlerini öz nefislerine tercih edenler"dir. Bu üstün ahlakın dünya üzerinde yaygın olarak yaşanmasıyla birlikte, mültecilerin yaşadıkları büyük sefalet de diğer pek çok sorun gibi çözümlenmiş olacaktır.
FİLİPİNLER
Bangsa Moro Müslümanları ve Marcos'un Yamyamları
FİLİPİN DENİZİ
Belki, Filipinler'de çok güçlü bir İslam topluluğu bulunduğunu ve bu-
GÜNEY ÇİN DENİZİ
radaki Müslümanların yıllardır çok
FİLİPİNLER
büyük zulüm, işkence ve insanlık dışı uygulamalarla mücadele ettiğini bilmiyor olabilirsiniz. Oysa Filipinler'deki Müslümanlar on yıllardır
MALEZYA
vahşice katledilmekte ve hayatta kalmak için dünya Müslümanlarından yardım beklemektedirler. Filipinler'in %90'ı Katoliktir. Ancak bu oran güneydeki adalarda çok büyük farklılıklar gösterir. Güneyde %70 oranındaki Katolik nüfusa karşılık, yaklaşık %30 oranında Müslüman nüfus bulunur. Bu nüfusu Mindanao adasında yaşayan Morolar ve Sulu adasında yaşayan Müslümanlar oluşturur. Sulu adasında nüfusun %97'si Müslümandır.58 Filipinler'deki çatışmaların kökeni, uzun yıllar ABD yönetiminde yaşadıktan sonra ülkenin bağımsızlığını ilan ettiği 1946 yılına kadar uzanmaktadır. Filipinler'de nüfusun çoğunluğunu oluşturan Hıristiyan Filipinolar, Mindanao ve Sulu adalarında yaşayan Müslümanların aksine Amerika'nın sömürgeci yönetimine direniş göstermemiş ve onların gönderdiği yöneticileri benimsemişlerdi. Amerikalılar da, Amerikan ekolü bir yönetim oluşturmaları için Filipino önderlerini eğitmişlerdi. ABD Filipinler'den çekilirken bu yüzden ülkedeki siyasi otoriteyi Filipinolara bıraktı. Sulu ve Mindanao'yu tek bir devletin toprakları olarak
Harun Yahya (Adnan Oktar)
217 kabul etti. Böylece bu adalardaki Müslümanlar, Filipinoların egemenliği altına bırakılmış oluyordu. Filipinolar ülkedeki egemenliklerini sağlamlaştırmaya ve özellikle de Moro'lu Müslümanların topraklarını ellerinden almaya yönelik bir politika izlemeye başladılar. Çıkarılan bir yasayla bir Filipinoya 24 hektar toprak edinme hakkı verilirken, bu hak bir Morolu için 10 hektardan ibaretti. Bunun sonucunda Müslümanlara ait topraklara Filipino göçleri başladı. Böylece bu adalardaki Müslüman halkın nüfus yoğunluğu azaltılacaktı. 1966-1976 yılları arasındaki 10 yıllık dönemde 3.5 milyon Filipinolu göçmen, Müslüman topraklarına yerleşti. 1 Mayıs 1968'de Cotabato Valisi Datu Odtug Matalan tarafından "Mindanao Bağımsızlık Hareketi" (MIM) kuruldu. Ancak Cumhurbaşkanı Ferdinand Marcos liderliğindeki merkezi otorite ile uzlaşma yolu arayan bu hareket tutunamadı ve kısa sürede silinip gitti. Bununla beraber hükümet bu olayı basite almadı ve Moro halkına karşı yürütülen sindirme hareketini artırmak için fırsat bildi. Bu sırada Marcos kendini Silahlı Kuvvetler Komutanı ve Başkan olarak ilan etti. Bir süre sonra da ülkedeki komünistlerin yol açtığı terör hareketini ve Müslümanların direnişini gerekçe göstererek sıkıyönetim ilan etti. Ardından da anayasayı askıya aldı. Marcos, ülkenin diktatörü olmuştu. Marcos bu andan sonra bağımsızlık mücadelesini başlatan Müslümanlara toplu katliamlar uyguladı. Bu katliamlarda 10 bini kadın ve çocuk olmak üzere toplam, 50 bin Müslüman katledildi. Marcos'a karşı Müslümanların direnişi, 1960'larda Ortadoğu'da eğitim gören birkaç genç tarafından örgütlendi. Nur Misuari liderliğindeki Moro Ulusal Kurtuluş Cephesi (MNLF)'nin yürüttüğü direniş hareketinin aniden ve geniş çaplı bir ölçekte ortaya çıkması, Marcos rejimini şaşkına çevirdi. Hükümet kuvvetleri ve MNLF üyeleri arasında kanlı çarpışmalar gerçekleşti. Marcos, ülke içindeki muhaliflerini, en başta da Müslüman MNLF'yi ve ardındaki halk desteğini yok etmek için özel eğitilmiş terör timleri kurmuştu. Bu timlerin uyguladıkları vahşet ise tüyler ürperticiydi. Marcos'un terör timleri içinde en acımasız olanı Ilaga'ydı. Konuyla ilgili olarak Nokta dergisi, "Marcos'un Yamyamları" başlığıyla yayınlanan bir haberinde şunları yazıyordu: ... Bayan Kassam'ın kocasının üzerinde tepiniyorlardı. Parçalanan kafatasının içinden aldıkları beyin parçalarını etrafa saçıyorlardı. Diğer silahlı milisler ise yerlere saçılan beyin parçalarını kapışarak yiyorlardı. Mensubu oldukları 'Ilaga' örgütü-
İSLAM'IN KIŞI VE BEKLENEN BAHARI
218
Fili pinler'deki Moro Müslümanları nın tari hi çok büyük zulüm lerle, katli am larla doludur. Marcos reji mi sı rasında köyler yakıl mış, içinde insanların bulunduğu cami ler bom balanmış, toplu tecavüzler gerçekleşti ril miştir. Bugün hala sal dı rı lar, tacizler zaman zaman şiddetlenmekte, çatışmalar yıl lardır devam etmektedir. Moro Müslümanları nın tek hedefi ise barış ve huzur içinde olacakları, dinlerini özgürce yaşayabilecekleri bağımsız bir devlete kavuşmaktır.
Harun Yahya (Adnan Oktar)
219 nün anlayışına göre kurbanının kanını içmek ve etini yemek onları 'yenilmez' yapacaktı. Dehşetengiz yenilmezlik!.. Filipinler'de 1970'li yıllarda başlayan Müslüman ayaklanmaları sırasında kurulan 'Ilaga' örgütü milisleri o dönemde binlerce Müslümanı işkence ile öldürmüşlerdi. Bu öldürülen kurbanların kanından içen veya etinden bir parça yiyen Ilaga mensupları böylece doğaüstü bir güce sahip olduklarına inanıyorlardı... Köyler Ilaga tarafından basılıyor ve insanlar vahşice öldürülüyordu. Bunun da ötesinde saldırı amacı tamamıyla yağmacılığa dönüşüyordu. Mindanao'nun bir köyünde ise geçenlerde bulunan bir büyük şişe dolusu kesik kulağın sahipleri henüz tespit edilememişti.59
Bu katliamlarda tüm Müslüman köyleri yakıldı ve Moro Müslümanlarının malları yağmalandı. 1986 yılında Marcos'un halk ayaklanmasıyla devrilmesinin ardından Müslümanlar açısından fazla bir değişiklik olmadı. Yönetime geçen Aquino, Müslümanları farklı yöntemlerle eritmeyi ve sindirmeyi planlıyordu. Morolu Müslüman aydınlardan Salah Jubair, Bangsa Moro adlı kitabında bu durumu şöyle anlatıyor: Güney Eyaletlerindeki Müslümanların problemleri açısından Marcos rejimi ile Aquino rejimi arasında hiçbir fark yoktur. Görünüşte farklı olmalarına ve önceki rejimin şimdikine oranla daha sert olmasına karşılık, Müslümanların sorunlarına bakışları aynıdır. Müslümanları ve İslam'ı bölgeden yok edip eritmeyi amaçlarlar. Marcos da, Aquino da değişik metot ve araçlara başvurarak aynı amacı hedeflemektedir. Ancak Sulu ve Moro Müslümanları onlara teslim olmayı düşünmüyor.60
Bugün Fi li pinler'de yaşananlarla il gi li Batı lı basın yayın organlarında yanlı haberler yayınlanmakta, savunmasız Müslüman hal kın yaşadı ğı büyük zulüm gizlenmektedir. Oysa asıl şiddete, zul me ve vahşete maruz kalanlar Fi lipinli Müslüman kadınlar, çocuklar ve yaşlılardır.
İSLAM'IN KIŞI VE BEKLENEN BAHARI
220 Aquino sonrasında da Müslümanlara yönelik baskı aynı şekilde devam etmiştir. Kısa süreli sakinleşen ilişkiler, 1994 yılında camilerin bombalanmasıyla tekrar gerginleşmiştir. Öte yandan aynı dönemde Müslümanlar arasında terör yanlısı radikal bir örgütün de kök salması, sorunu daha büyütmüştür. Filipinlerdeki sorunun çözülmesi, Manila yönetiminin onyıllardır süren baskı politikalarını terk ederek ülkenin güneyindeki Müslümanların haklarını tanıması, bir yandan Müslümanları temsil etme iddiasıyla ortaya çıkan ancak onlara sadece zarar veren terörist akımın engellenmesi ile mümkün olacaktır.
KAMBOÇYA
Yıllardır Süregelen İslam Karşıtlığı Kamboçya, Asya'nın Hindis-
LAOS
TAYLAND
KAMBOÇYA VİETNAM
tan'la Çin arasında kalan ve bu yüzden "Hindiçini" olarak anılan bölgesinde yer alır. Küçük ve fakir bir ülkedir. Çok büyük bir bölümü okuma-yazma bilmeyen Kamboçya halkının ezici çoğunluğu yüz yıllardır tarımla geçinmektedir. Tarımın başlıca unsuru ise ülke boyunca uzanan pirinç tarlalarıdır. Kamboçya nüfusunun büyük bir çoğunluğu, bölgenin en eski etnik grubu olan Khmer'lerden oluşur. Çinliler ve Budistler de ülkenin önemli azınlık gruplarıdır. Bir diğer azınlık grubunu ise Müslümanlar oluşturur. İslam dini, Kamboçya'ya deniz yolu ile gelen Müslüman tüccar ve yolcular vasıtası ile girmiştir. Kamboçya Müslümanlarının geneli Siyam ırkına mensuptur. Tarihte bir krallık kuran Siyam Müslümanları savaşlar ve istilalar sonucunda yıkılmış, ancak tarihten kalma 75 adet mescit 1975 yılına kadar ayakta kalmıştır. Kitabın ilk bölümünde komünizmin din düşmanlığından ve komünistlerin İslam topraklarında gerçekleştirdikleri insanlık dışı katliamlardan bahsettik. Çin'in desteğiyle iktidara gelmiş ve Maoculuğu yöntem olarak benimsemiş bir ülke olan Kamboçya'daki Kızıl Khmer iktidarı da bu acımasız rejimlerden biri-
Harun Yahya (Adnan Oktar)
221 dir. Kamboçya Müslümanlarının İslam kimlikleriyle ilgili bağları, bu komünist rejim sırasında tamamen ortadan kaldırılmak istenmiştir. Kızıl Khmer örgütü, Pol Pot adlı bir Maocu tarafından kurulmuş ve yönetilmiş bir komünist partidir. Uzun yıllar Kamboçya ormanlarında örgütlenen ve iktidar hayalleri kuran Kızıl Khmerler, 1975'te bu rüyalarına kavuşmuştur. İktidara geldikten sonra da, tarihte hiç görülmemiş boyutlarda totaliter ve zalim bir rejim kurmuşlardır. Kızıl Khmer rejimi, ülke için yapılması gereken tek komünist görevin, pirinç tarlalarında ölesiye çalışmak olduğuna karar vermiş ve tüm Kamboçya nüfusunu tarlalarda çalıştırmaya başlamıştır. Şehirlerde yaşayan on binlerce insan -devlet adamları, bürokratlar, öğretmenler, aydınlar- köylere sürülmüş ve oluşturulan kollektif çiftliklerde çok ağır şartlarda çalıştırılmaya başlanmıştır. Çalışma sırasında gevşek davranmak, toplanan ürünlerden bir parça bile olsun izinsiz olarak yemek veya herhangi bir dini ibadette bulunmak, komünist "devrime isyan" sayılmış ve bu bahanelerle her dakika insan öldürülmeye başlanmıştır. Pirinç tarlaları, 1975-79 yılları arasında "ölüm tarlalarına" dönüşmüştür. Nüfusu 9 milyon olan ülkede, yaklaşık 3 milyon kişi, kafasına kurşun sıkılarak, kafatası baltayla parçalanarak, başından torba geçirip boğularak veya açlığa mahkum edilerek öldürülmüştür. Her komünist ülkede olduğu gibi, Kamboçya'da da Müslüman halka karşı çok büyük bir baskı politikası uygulanmıştır. Halkın dini değerlerine karşı bir savaş başlatılmış, dindar halk şiddet yoluyla dinden uzaklaştırılmaya çalışılmıştır. Yüz binlerce Müslüman katledilmiştir. Bu konudaki rakamlar açıktır: Kamboçya'da bugün yaklaşık 200 bin civarında Müslüman yaşamaktadır. Komünist ihtilal öncesi ise bu sayı 800 binden fazlaydı ve Müslümanlar ülkenin %7'sini oluşturuyorlardı. Komünizmin Kara Kitabı'nda Kızıl Khmerler'in Müslüman Çamlar'a karşı uyguladıkları vahşetten şöyle söz edilir: 1973'ten itibaren kurtarılmış bölgelerde camiler tahrip edildi ve ibadet yasaklandı. 1975'ten başlayarak bu önlemler yaygınlaştı. Kuran'lar yakılmak üzere toplandı, camiler ya başka işlerde kullanıldı ya da yıkıldı. Haziran'da 13 dindar Müslüman, bazıları ibadeti mitinge tercih etmiş olmaktan, bazıları ise dini nikah hakkına sahip olduklarını açıklamaktan dolayı idam edildi... Din adamları özellikle hedef alınarak öldürüldü. 1.000 kadar hacının yalnızca 30 kadarı sağ kaldı. Öteki Kam-
İSLAM'IN KIŞI VE BEKLENEN BAHARI
222 boçyalıların aksine Çamlar sık sık ayaklandı; bu ayaklanmalar misilleme olarak birçok katliama neden oldu. Kızıl Khmerler 1978 yılı ortasından itibaren birçok Çam topluluğunun, kadın ve çocuklar da dahil, sistematik biçimde soyunu tüketmeye koyuldu... Ben Kiernan, bunlar için genelde %50 ölüm oranından söz eder.61
Kızıl Khmerlerin bu korkunç vahşeti nedeniyle başkent Phnom Penh'de yaşayan Müslümanların %70'i ülkeyi terk edip, çevredeki Tayland, Malezya ve Laos gibi ülkelere yerleşmek zorunda kaldı. Vietnam'ın 1979 yılında Kamboçya'yı işgal etmesiyle Kızıl Khmer rejimi sona erdi, ancak Müslümanlara yönelik zulüm hiç hızını kesmeden devam etti. Sovyet destekli Vietnam yönetimi de Kızıl Khmerlerin zulümlerini devam ettirdi, İslam dinini ortadan kaldırmak için çok baskıcı politikalar uyguladı. Vietnamlıların saldırılarına maruz kalan Müslümanların az sayıdaki ibadet yerleri yıkıldı ve din adamları öldürüldü. Hatta bir-
Kam boçya'da Müslümanların dinleri ni yaşamaları, Arapça harf kul lanmaları, ibadet etmeleri yasak. Bu yasaklara uymayanlara ise çok şiddetli cezalar veri li yor, idam edi li yorlar. Gün geçtikçe daha da fakirleşen hal kın tüm mal ları na, şehir merkezlerindeki dükkanları na devlet tarafından el konul du ve hiçbir hak iddia edemeyen halk bir anda fakirleşti. Günümüzde Müslüman Si yam hal kı nın Kam boçya yöneti mi nin bu baskı ları na di renecek gücü yok. Tek yol ise bu zulüm den kaçmak. Resim de çok zor şartlar al tında topraklarını terk eden, zulüm den kaçan Müslümanlar görülüyor.
Harun Yahya (Adnan Oktar)
223 çoğu hapishanelerde ağır işkencelere tabi tutuldu, birçok ağır işte hizmetçi olarak kullanıldı. Bugün hala ülkede İslami yayın ve propaganda amacıyla tebliğ yapmak, diğer ülkelere giden Kamboçyalılarla yazışmak yasaktır. Pek çok İslami uygulama ve ibadet gibi, toplu halde namaz kılmak dahi yasaklanmıştır. Ülkedeki İslam kimliğini yok etmek isteyen Vietnamlılar tüm tarihi eserleri tahrip etmişlerdir. Şu an Kamboçya topraklarında sadece 20 mescid ayakta durmaktadır. Bugün Kızıl Khmerler tarafından öldürülen -aralarında Müslümanların da bulunduğu- on binlerce insanın kemik ve kafatasları, başkent Phnom Penh'teki bir müzede sergilenmektedir. Kamboçya örneği, aynı Çeçenistan veya Doğu Türkistan örneklerinde olduğu gibi, komünist vahşetin gerçek yüzünü tüm dünyaya göstermektedir.
TANZANYA
Baskılara Rağmen İslam Bilinci Güçleniyor
UGANDA KENYA RUANDA BURUNDİ
Müslümanlar Tanzanya'ya Arap Yarımadası'nın yanısıra Hint Yarıma-
TANZANYA
dası'ndan hicret etmişlerdir. Yapılan tebliğ faaliyetleri neticesinde halk putperestliği bırakıp, İslam'ı kabul etmiştir. Tanzanya'daki 120 kabilenin hepsinde Müslümanlar mevcuttur.
ZAMBİYA MALAVİ MOZAMBİK
Tanzanya'da Müslüman nüfus, genel nüfusun yarısından daha fazla olduğu halde (yaklaşık %55), Müslümanlar yine de azınlık gibi muamele görüyorlar. Hıristiyanlar ise azınlık olmalarına rağmen, hükümet yönetimini ellerinde tutuyorlar. 23 bakanlıktan 6 bakanlık Müslümanların elinde. Ancak Müslümanların çoğunlukta olduğu ülke, kendini yarı Hıristiyan, yarı totemist bir ülke olarak tanıtıyor. Üstelik 9 milyon nüfusa sahip olan Müslümanlar, sistematik bir Hıristiyanlaştırma politikası ile karşı karşıya. Orta dereceli okullarda Hıristiyan dininin kurallarına uygun faaliyette bulunmayan öğrenciler okuldan atılıyor. Ülkede tüm İslami kurum ve ku-
İSLAM'IN KIŞI VE BEKLENEN BAHARI
224
Tanzanya'da Hı risti yan yönetim, çoğunlukta olan Müslüman hal ka yönelik çok büyük bir şiddet uygulamaktadır. Resim lerdeki çatışmaların tek nedeni hal kın Müslüman kim li ği dir. Bazı insanlar arabalarında Kuran bulunduğu için, bazı ları namaz kıl dıkları için Tanzanya poli si nin sal dı rı sı na uğramakta, İslam di ni ni yaşamak isteyen gençlerin okuma hakları el lerinden alınmaktadır. İslam ahlakının tebli ği nin, Arapça di li ni öğrenmenin, Hac ibadeti ni yeri ne getirmenin yasaklandı ğı Tanzanya'da, hükümeti n bu poli ti kası na rağmen Müslümanların böl gedeki sayı sı günden güne artı yor.
Harun Yahya (Adnan Oktar)
225 ruluşlar yasaklandığı gibi, açıkça İslam tebliği yapmak da yasak. Arapça dilini öğrenmek ve Hac ibadetini yerine getirmek de aynı şekilde hükümet tarafından yasaklandı. Ancak Tanzanya Hükümetinin bu politikasına rağmen Müslümanların bölgedeki sayısı günden güne artıyor. Hükümetin halkı Hıristiyanlaştırma amacıyla yürüttüğü politikalardan biri de İslami Yenileme Hareketi adı altında, İslam-Hıristiyanlık karışımı bir inanç oluşturmaya çalışmasıdır. Bu politika gereğince, İslam dininin pek çok gereğini yerine getirmenin önemli olmadığı halka vaaz ediliyor. Bu çarpık inanışlara karşı sesini yükseltenler ya hapse atılıyor, ya öldürülüyor ya da ülkeyi terk etmek zorunda bırakılıyor.
SRİ LANKA
Terör, Müslümanları Hedef Alıyor Hint Okyanusu içinde bir ada ülkesi olan Sri Lanka'da 2.600.000 Müslüman
HİNDİSTAN
yaşıyor. Sri Lanka'da yönetime karşı savaşan Tamil gerillaları zaman zaman Müslüman köylere de baskınlar düzenle-
SRİ LANKA
HİNT OKYANUSU
yerek sivil insanları öldürüyor. Yakın zamanda gerçekleştirilen katliamlardan biri 3 Mayıs 2001 tarihinde Mawanella köyünün yakılıp yıkılmasıydı. Yaşadıkları büyük zulmü hazırladıkları bir internet sitesiyle dünyaya duyurmaya çalışan Sri Lanka Müslümanları ise sayfalarında şunları söylüyorlar: … Biz Müslümanlar olarak zanaat ve ticaretle uğraşan bir topluluğuz. Bizim Sri Lanka'nın gelişimine ve ilerlemesine olan katkımız daima pozitifti ve çok eski zamanlardan beri, içinde yaşadığımız diğer toplulukların tümüyle çok dostane ve samimi ilişkiler kurmuşuzdur.
Tamil gerillaları, Kuzey ve Doğu'daki bölgelerde yaşayan birçok Müslümana çok fazla sıkıntı ve işkence çektirilmesine neden olmuştur. Bundan sonra da Sri Lanka topluluğunun çok küçük bir bölümü, Müslümanların işlerine, camilere ve kişisel hayatlarına saldırmaya başlamıştır.
İSLAM'IN KIŞI VE BEKLENEN BAHARI
226 Biz dinimizin gereklerini yerine getirmemize izin veren ve tarih boyunca sosyal statümüzü koruyan diğer topluluklarla barışçı bir birlikteliği sağlamaya çalışan azınlık bir topluluğuz… Biz Tamiller gibi ayrılıkçılık ve terörizme eğilimli bir topluluk değiliz. Farklı topluluklar arasındaki nefret ve kini kızıştırmaya çalışmıyoruz… Bizim aradığımız şey tamamıyla barış ve güven içinde yaşayabileceğimiz, Allah'a ibadet etmeye devam edebileceğimiz, işlerimizi ve mesleklerimizi yürütebileceğimiz, çocuklarımızı onurlu bir şekilde yetiştirip eğitebileceğimiz güzel bir hayattır… Müslümanlar Sri Lanka'da hükümete hiçbir şekilde yük olmaksızın barış içinde yaşamaktaydılar. Fakat hala dinimizden dolayı eziyet görmekteyiz.62
Yukarıdaki ifadeler Sri Lanka'daki Müslüman halkın güçlü İslami bilincinin de bir ifadesidir. Ancak aradıkları bu huzur ve barışı yıllardır bulamamış-
Her gün yeni bir saldırı, yeni bir taciz ve yeni bir kundaklamayla karşı karşıya olan Sri Lanka Müslümanları seslerini duyurmak için açtıkları internet sitesinde "tek istediklerinin dinlerini özgürce yaşayabilecekleri, çocuklarını inançlarına göre yetiştirebilecekleri barış ve huzur dolu hayat olduğunu" dile getiriyorlar. Ancak buna rağmen saldırılar Sri Lanka'nın günlük hayatının bir parçası olmuş durumda...
Harun Yahya (Adnan Oktar)
227 lardır. Örneğin son saldırılarda Sri Lankalı Budist ırkçılar Kuran nüshalarını ve diğer İslami yayınları topladılar ve daha sonra bir caminin içinde tümünü ateşe verdiler. Yanan kopyalar arasında yüzlerce yıllık geçmişe sahip çok nadide eserler de bulunmaktaydı. İki cami ateşe verildi ve Müslümanlara ait olan 90'ın üzerinde yapı ve konut tamamıyla harap edildi. Müslüman muhalefet liderlerinden Mr. Ali Sahir Moulana'nın söylediğine göre Mawanella kasabasında 3 cami, 60 ev, 80 dükkan ve Müslümanlara ait olan 2 benzin istasyonu çeteler tarafından ateşe verildi. Moulana, Sri Lankalı çetelerin Mawanella'daki Müslümanların ekonomisine zarar vermek amacıyla bu saldırıları yürüttüklerini söylemişti. Sri Lanka'dan gelen haberler ise yerel polisin Müslümanları kuşattığını, çeteleri koruduğunu doğrulamaktadır. Temennimiz Sri Lanka'dan gelen bu çatışma haberlerinin son bulması ve Müslümanların özledikleri huzur dolu yaşama bir an önce kavuşmalarıdır.
PATANİ
Tayland Yönetiminden Müslümanlara İnsanlık Dışı Şiddet Son derece dağlık ve ormanlık bir bölge
BURMA LAOS TAYLAND
olan Patani, Tayland'ın en zengin bölgesidir. Tayland, toplam ihracatının %35'ini bura-
KAMBOÇYA
dan gerçekleştirmektedir. 55 milyonluk Tayland sınırları içinde yaşayan ve ülke nü-
VİETNAM
fusunun %10'unu oluşturan Patani Müslümanları ise, 200 yıldır büyük bir baskı ve
PATANİ
soykırım politikası ile karşı karşıya bulunmaktadır. Patani Müslümanlarının yaşadığı zulüm, 1782 yılında Patani'nin yönetimini ele geçiren Rama Hanedanı ile başladı. Bu hanedan Bangkok'u başkent yaptı ve merkezi bir yönetim sistemi kurdu. Bu dönemde Patanili Müslümanlarla Siyamlar ismi verilen yerli halk arasında günümüzde devam edecek çatışmalar patlak verdi.
İSLAM'IN KIŞI VE BEKLENEN BAHARI
228
Patani'de bugüne kadar gerçekleşti ri len katli am larda ölen Müslümanların sayı sı 36.000 ki şi yi geçi yor. Yaralanan ve sakat kalan insan sayı sı ise bu rakam ların çok üstünde. Günümüzde İslami kim likleri ni koruma çabası içeri sinde olan Patani Müslümanları nın haklı mücadelesi devam edi yor.
Bu çatışmalar sırasında birçok Patani kenti yakılıp yıkıldı, pek çok askeri savunma merkezi tahrip edildi ve yaklaşık 4.000 Patanili Müslüman, Siyamlar tarafından esir alındı. Siyamlar, esir ettikleri Müslümanlara çok şiddetli işkenceler yaptılar. Bir tür Hint kamışından yapılma güçlü bir iple kulaklarından ve bacaklarından diktiler. Bu feci işkence altında Bangkok'a getirdikleri Müslümanları, ellerinde hiçbir alet ve edavat bulunmaksızın kanal kazma işlerinde köle olarak çalıştırdılar.63 Patani Sultanı da bu savaş sonunda Siyamlar tarafından vahşice öldürüldü. Savaşın ardından 7 bölgeye bölünüp Tayland tarafından vergiye bağlanan Patani, 70 yıl boyunca tamamen Siyamların yönetimine geçti. Patani Müslümanları, Siyam ırkından gelmediklerini ve Taylandlılarla değil, Müslüman Endonezya ve Malezya halkı ile aynı ırka mensup olduklarını söylerler. Malezya'daki Müslümanların konuştuğu dil olan Malay dilini kullanırlar. Bu dil yüzyıllardır Arap harfleriyle yazıldığı halde, Tayland yönetimi tarafından Latin harfleri kullanmaya zorlanmışlardır.
Harun Yahya (Adnan Oktar)
229 1909 yılında ise Siyamlar tarafından Patani'ye göstermelik bir bağımsızlık verildi, ancak Tayland yönetiminin baskıları aynı şiddetle devam etti. Tam bağımsızlık için defalarca ayaklanan Müslüman Patani halkı, her zaman şiddetle bastırıldı, bu dönemde Malezya'ya göç çok büyük bir artış gösterdi. Tayland yönetimi özellikle de Patani halkının İslam kimliğini yok etmeye yönelik bir baskı ve asimilasyon politikası izledi. İlk uygulama, 1932 yılında Müslümanlara ait öğretim kurumlarının faaliyetlerini tamamen yasaklamak oldu. 1944 yılında ise Müslüman halka yönelik geniş bir imha hareketi başlatıldı, Patani Müslümanlarının liderleri ve aileleri Budistler tarafından vahşice öldürüldü. İslami kurallara uymak, ibadette bulunmak yasaklandı, bir yandan da halka Budizm inancı dayatıldı. Budizm okullarda zorla öğretildi, hatta Müslüman öğrenciler Budist öğretilere göre hareket etmeye zorlandı. Tayland yönetimi çeşitli tarihlerde Müslümanlara karşı korkunç toplu katliamlar da düzenledi. 1944 yılında sadece Bulikor Samik bölgesinde 125 Müslüman aile diri diri yakıldı. Tayland yönetiminin asimilasyon politikaları hayatın her alanında kendini gösterdi. Patani'deki pek çok minare yıkıldı. Öte yandan bu asimilasyon politikası doğrultusunda Budist halkın Patani bölgesine göçleri teşvik edilerek nüfusun etnik dengesi değiştirildi. Patani'ye Tayland'ın en büyük Buda heykeli inşa edildi. Müslüman halk Buda heykellerine tapınmaya zorlandı. Kabul etmeyenlerin bazıları öldürülüp, Kota nehrine atıldı. Yine aynı dönemde, Patani özgürlük savaşçılarının sığınakları Taylandlılar tarafından yıkıldı ve binlerce masum Pataniliye insanlık dışı işkenceler yapıldı. Tayland yönetiminin kurduğu sağlık kuruluşlarında önemli Müslüman alimler şüpheli nedenlerden dolayı öldü, faili meçhuller ve kayıplar Patani halkı için günlük olaylar haline geldi. Tüm bu zulümlere maruz kalan Patani Müslümanlarının 2. Dünya Savaşı'nın ardından başlatmış oldukları bağımsızlık mücadelesi bugün hala tüm hızıyla sürmektedir.
İSLAM'IN Kışı ve Beklenen Baharı
SONUÇ Beklenen Bahar: Altınçağ
K
itabın önceki bölümlerinde dünyanın dört bir yanındaki İslam topraklarında yaşanan iç karışıklıklardan ve şiddeti gün geçtikçe artan
çatışmalardan bahsettik. Savunmasız insanların bombaların gölgesinde hayatlarını devam ettirmeye çalıştığına, çatışmalardan kaçanların mülteci kamplarında yaşadıkları büyük drama ve dinini özgürce yaşayamayan insanların karşı karşıya oldukları zorluklara dikkat çektik. Bu gerçeklerin ortaya koyduğu tablo, kitabı okuyan kişinin gözüne ilk anda adeta bir kış gibi karanlık gelebilir. Derin düşünmeyen bir kişi, çözüm yolunun çok zor, atılacak adımların ise büyük bir ihtimalle sonuçsuz olacağı vehmine kapılabilir. Ancak bu düşünce son derece yanlıştır. Çünkü bu tablo özünde çok büyük bir müjdeye işaret etmektedir ve kitap boyunca an-
Harun Yahya (Adnan Oktar)
231 latılan her bir detay Peygamberimiz (sav)’in haber verdiği çok kutlu bir dönemin, yani ahir zamanın önemli bir alameti hükmündedir.
İslam Topraklarında Yaşananlar Ahir Zaman Alametidir "Ahir zaman", pek çok insan için tanıdık bir kavram olmayabilir. Bu nedenle öncelikle bu kavramı kısaca açıklamakta yarar var. Ahir zaman, "son dönem" anlamına gelir ve İslam kaynaklarına göre kıyamete yakın bir zamanda, Kuran ahlakının tüm dünya üzerinde hakim olacağı bir dönemi ifade eder. Bu dönemde insanların huzur ve güven içinde yaşayabilmeleri için gereken her türlü şart mevcut olacaktır. Önceki dönemlerde yaşanan her türlü sıkıntının yerini bolluk, bereket ve adalet alacaktır. Ahlaksızlıklar, sahtekarlıklar, dejenerasyonun her türlüsü ortadan kalkacaktır. Bu dönem, tüm inanan insanların asırlardır özlemini duydukları, İslam ahlakının hakim olduğu kutlu bir dönem olacaktır. Peygamberimiz (sav)’in hadislerinde ahir zamanı açıklayan detaylı anlatımlar yer almaktadır. Onun ardından pek çok İslam büyüğü de ahir zaman hakkında çok önemli açıklamalar yapmışlardır. Bu anlatımlara bakıldığında ahir zamanın, dünyanın önce büyük bir bozulma ve karmaşa yaşadığı, ancak sonradan gerçek din ahlakının yaşanmasıyla kurtuluşa kavuştuğu, çok büyük bir bolluk ve bereketin yaşandığı, teknolojinin tüm nimetlerinin insanların hizmetine sunulduğu, bilimde, tıpta çok büyük ilerlemelerin kaydedildiği ve çok üstün bir sanat anlayışının yaşandığı bir dönem olduğu görülür. Ahir zamanın ilk dönemlerinde, dünya Allah'ı inkar eden birtakım felsefi sistemler nedeniyle dejenere olacaktır. İnsanlık yaratılış amacından uzaklaşacak, bunun sonucunda büyük bir manevi boşluk ve ahlaki bozulma yaşanacaktır. Büyük felaketler birbirini izleyecek, savaşlar, çatışmalar, acılar yaşanacak ve insanlık "Nasıl kurtuluruz?" sorusunun cevabını arayacaktır. İşte İslam topraklarındaki çatışmalar için de aynı şey geçerlidir. Bugün dinini özgürce yaşamak ve ibadetlerini yerine getirmek isteyen Müslümanlar çok büyük bir baskı altında hayatlarını devam ettirmeye çalışmakta, kadınlar, çocuklar, yaşlılar acımasızca katledilmektedir. Müslümanları yıldırmak ve İslam dünyasının büyük bir birlik oluşturmasını engellemek isteyen anti-İslami güçler ise şiddetin dozunu her geçen gün daha da artırmaktadırlar. Ancak bu savaş ve çatışma döneminin ömrü çok kısa olacaktır. Çünkü Allah, ahir zamanın bu büyük karmaşası içindeki insanları kurtaracağını ve onları Hz. Mehdi (as) vesilesiyle kutlu bir döneme ulaştıracağını müjdelemektedir.
İSLAM'IN KIŞI VE BEKLENEN BAHARI
232 Hz. İsa (as)'ın yeniden dünyaya geleceği Hz. Mehdi (as)'ın çıkacağı, içinde bulunacağımız bu dönem Müslümanlar için kışın bittiği, baharın başladığı bir dönem olacaktır. Hadis-i şeriflerde o dönemde "silahların susacağı"nın bildirilmesi, bu devirde yeryüzünün barışla dolacağının müjdesidir. Peygamberimiz (sav)'in ahir zamanda yeryüzünde yaşanacakları müjdeleyen pek çok hadisinden bazıları şu şekildedir: Kap su ile dolduğu gibi yeryüzü barışla dolacaktır. Hiçbir kimse arasında bir düşmanlık kalmayacaktır. Ve bütün düşmanlıklar, boğuşmalar, hasetleşmeler muhakkak kaybolup gidecektir. 64 Savaş (erbabı) da ağırlıklarını (silah ve malzemelerini) bırakacak. 65
Hadislerde de bildirildiği gibi Altınçağ'da, önceden aralarında husumet olan halklar arasında çok büyük bir kardeşlik yaşanacak, her türlü kavganın yerini barış, dostluk ve sevgi alacaktır.
Müslümanların Beklediği Bahar Bu Yüzyıldadır Peygamberimiz (sav)'den rivayet edilen bir hadiste;
"İnsanlar 1400 senesinde Hz. Mehdi (as)'ın yanında toplanacaklardır." (Risaletül Huruc-ül Mehdi, s. 108) ifadesiyle Hz. Mehdi (as)'ın Hicri 1400'de zuhur edeceği açık bir şekilde haber verilmiştir. Yine son 1000 yılın en büyük İslam alimi Üstad Said Nursi külliyatında Hz. Mehdi (as)’ın Hicri 1400’de zuhur edeceğini bildirmiştir: İSTİKBAL-İ DÜNYEVİYEDE (dünyanın geleceğinde) 1400 SENE SONRA GELECEK BİR HAKİKATİ asırlarında karib (yakın) zannetmişler. (Sözler, s. 318) Gerçekten de Hicri 1400’ün başlamasıyla birlikte ise Peygamberimiz (sav) tarafından bildirilen ahir zaman alametleri teker teker ve ardı ardına gerçekleşmeye başlamıştır. Peygamberimiz (sav)’den rivayet edilen birçok hadis; büyük İslam alimi İmam Rabbani’nin ünlü eseri Mektubat-ı Rabbani’de, ehli sünnet hadis literatüründe en önemli altı kitabı olan Kütüb-i Sitte'de yer almaktadır. Ayrıca Said Nursi Hazretleri’nin eserlerinden olan Barla Lahikası, Kastamonu Lahikası, ve
Harun Yahya (Adnan Oktar)
233 Şualar’da defalarca ve yine Üstad’ın Hicri 1327 yılında Şam’da Emevi Camii’nde on bin kişiye verdiği hutbesinde (Hutbe-i Şamiye’de) Hz. Mehdi (as)’ın Hicri 1400 yılında çıkacağı çok açık bir şekilde belirtilmektedir. Yine Peygamberimiz (sav)’den rivayet edilen ve İmam Rabbani, Celaleddin Suyuti, Ahmed bin Hanbel, Üstad Said Nursi Hazretleri gibi büyük İslam alimlerinin eserlerinde yer alan ve İslam ümmetinin ömrünün Hicri 1500’lere kadar olacağını ifade eden hadislerin varlığı da açıktır: "BENİM ÜMMETİMİN ÖMRÜ 1500 SENEYİ PEK GEÇMEYECEK.” (Suyuti, el-Keşfu an Mücavezeti Hazihil Ümmeti elElfu, el-havi lil Fetavi, Suyuti. 2/248, tefsiri Ruhul Beyan. Bursevi. (Arapça) 4/262, Ahmed bin Hanbel, Kitâbu’l-İlel, s. 89) İmam Suyuti, Peygamberimiz (sav)'in hadislerinde ümmetin ömrünün 1500 seneyi aşmayacağını bildirdiğini haber vermektedir: BU ÜMMETİN ÖMRÜ bin (1000) seneyi geçecek fakat BİN BEŞYÜZ (1500) SENEYİ AŞMAYACAKTIR. (Kıyamet Alametleri, s. 299) (Celaleddin Suyuti'nin "El-Kesfu Fi Mücazeveti Hazin el-Ümmeti El Elfe Ellezi Dellet Aleyh el-Asar" isimli kitabından nakil) Said Nursi ümmetin ömrünün HİCRİ 1506 yılına kadar olacağını söylemektedir: "... Birinci cümle, BİN BEŞ YÜZ (1500) makamiyle ahir zamanda bir taife-i mücahidinin (din için çalışanların) son zamanlarına ve ikinci cümle, BİN BEŞ YÜZ ALTI (1506) makamiyle galibane (galip olan) mücahedenin (Allah yolunda gösterilen çabanın) tarihine... işaret eder. (...) bu tarihe kadar (1506) zahir (görünen) ve aşikarane (açık, belli), belki galibane devam edeceğine remze yakın (işaret yoluyla) ima eder." (Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s. 46) Yine Üstad, Kastamonu Lahikası’nın 33. sayfasında kıyametin kopma tarihini 1545 olarak vermiştir. (Doğrusunu Allah bilir.)
Harun Yahya (Adnan Oktar)
235
“Ümmetimden bir taife Allah’ın emri gelinceye kadar (kıyamete kadar) hak üzerinde olacaktır.” “Ümmetimden bir taife” fıkrasının (bölümünün) makam-ı cifrîsi (cifir hesâbına göre olan netice, sayı değeri) 1542 (2117) ederek nihayet-i devamına (varlığının sonuna) îma eder. “Hak üzerinde olacaktır.” (şedde sayılır) fıkrası dahi; makam-ı cifrîsi 1506 (2082), bu tarihe kadar zâhir ve aşikârane (açık ve ortada), belki galibane; sonra tâ 1542 (2117) ye kadar, gizli ve mağlubiyet içinde vazife-i tenviriyesine (aydınlatma görevine) devam edeceğine remze (işarete) yakın îma eder. “Allah’ın emri gelinceye kadar” (şedde sayılır) fıkrası dahi; makam-ı cifrîsi 1545 (2120), kâfirin başında KIYAMET KOPMASINA îma eder. (Kastamonu Lahikası, s. 33) Bu sahih kaynaklar doğrultusunda Hz. İsa (as)'ın yeniden yeryüzüne dönüşünün, Hz. Mehdi (as)’ın çıkışının, İslam ahlakının yeryüzüne hakim oluşunun vaktinin Hicri 1400’den sonraki bir yüzyılda olmayacağı son derece açıktır. Hicri 1400 yılı İslam ahlakının, Hz. İsa (as) ve Hz. Mehdi (as) önderliğinde tüm dünyaya hakim olacak, ardından ise yeniden çok büyük bir bozulma yaşanacak, bu bozulmanın sonunda kıyamet kopacaktır. Tüm Müslümanların, Peygamberimiz (sav)’den rivayet edilen ahir zaman ile ilgili sahih hadislere ve en büyük İslam alimlerinin izahlarına kesinlikle itibar etmeleri gerekmektedir. Aksinde tamamı arka arkaya gerçekleşen bu alametleri görmezden gelmek bunların bir defa daha arka arkaya gerçekleşmesi gerektiğini iddia etmek anlamına gelir. Oysa bu alametler zaten bir kez ve bir sıra şeklinde meydana gelmiştir. Ve bu durum Müslümanların, Peygamberimiz (sav)’in haber verdiği ahir zamanın içinde yaşadıklarını anlamaları için yeterlidir. Gerçekleşen söz konusu yüzlerce alamete rağmen "aynı alametler bir kez daha olsun" demek akla ve mantığa kesinlikle uygun olmaz. Samimi bir Müslüman için, bu alametlerin Peygamberimiz (sav)’in bildirdiği şekilde gerçekleştiğini bir kere görmek kesinlikle ahir zamanda yaşadığımıza, Hz. Mehdi (as)’ın inşaAllah zuhur etmiş olduğuna, Hz. İsa (as)'ın bu dönem içinde geleceğine ve İslam ahlakının bu yüzyılda dünyaya hakim olacağına inanması için yeterlidir.
İSLAM'IN KIŞI VE BEKLENEN BAHARI
236
Geçmiş Müslümanlar da Benzer Zorluklarla Karşılaşmışlardır Kitap boyunca Müslüman ülkelerde yaşananları anlatırken Çeçenistan'da doğumevlerinin bombalanması, Bosna'da hamile kadınların vahşice katledilmesi, Filistin'de küçücük çocukların öldürülmesi gibi pek çok işkence türünü detaylı olarak tarif ettik. Ancak unutulmamalıdır ki bu zulümlerin benzerleri, hatta çok daha şiddetlileri geçmişte de pek çok Müslüman topluluğun başına gelmiştir. Geçmişte de inkarcı yöneticiler ya da kavimlerin önde gelenleri peygamberlere ve iman eden topluluklara acımasız işkenceler uygulamış, savunmasız insanları topraklarından sürmüş ve türlü tuzaklarla onları baskı altında tutmaya çalışmışlardır. Bunun en açık örneklerinden biri –kitap boyunca da vurguladığımız gibi- Firavun'dur. Firavun çok ihtişamlı bir zenginlik ve bolluk içinde yaşarken, dönemin Müslümanları olan İsrailoğullarına çok büyük eziyetler yapmış, yeryüzünde bozgunculuk çıkarmıştır. Allah onun İsrailoğullarına yaptığı zulmü şu şekilde tarif eder: Sizi, dayanılmaz işkencelere uğrattıklarında, Firavun ailesinin elinden kurtardığımızı hatırlayın. Onlar, kadınlarınızı diri bırakıp, erkek çocuklarınızı boğazlıyorlardı. Bunda sizin için Rabbinizden büyük bir imtihan vardı. (Bakara Suresi, 49)
Ancak ayette çok önemli bir sırra da işaret edilmektedir. Firavun'un yaptığı zulüm iman edenler için Allah'tan bir deneme, bir imtihan vesilesidir. Aynı şekilde bugün de dünyanın dört bir yanında zulüm gören Müslümanlar Allah tarafından bir denemeye tabi tutulmaktadırlar. Bu dünyaya Allah'ın rızasını kazanmak ve O'nun sonsuz cennet nimetlerine kavuşmak için gelen, bu yönde canla başla çaba harcayan bir Müslüman için tüm bu denemeler ahiret yurdu için bir azık niteliğindedir. Sonsuz cennet nimetlerinin yanında çok kısa bir süre olan dünya hayatı boyunca yaşananlar iman edenler için bir ecirdir ve Allah Katında inşaAllah çok üstün bir karşılığı olacaktır. Geçmişte pek çok Müslüman topluluğun başına benzer sıkıntıların gelmiş olması da iman edenler için bir ölçüdür. Allah Bakara Suresi'nde şu şekilde bildirir: Yoksa sizden önce gelip-geçenlerin hali başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlara öyle bir yoksulluk, öyle dayanılmaz bir zorluk çattı ve öylesine sarsıldılar ki, sonunda elçi, beraberindeki mü'minlerle; "Allah'ın yardımı ne zaman?" diyordu. Dikkat edin. Şüphesiz Allah'ın yardımı pek yakındır. (Bakara Suresi, 214)
Harun Yahya (Adnan Oktar)
237 Ayette de dikkat çekildiği gibi zorluk ve sıkıntı her dönemde iman edenler için bir deneme olmuş, ancak her zaman Allah kullarına yardım etmiştir. Üstelik ayette de bildirildiği gibi bu yardım her zaman çok yakın olmuştur.
Bu Yüzyılda İslam Ahlakının Tüm Dünyada Hakim Olması, Yaşanan Zulümlerin de Sonu Olacaktır Allah Kuran'da, birçok ayette İslam ahlakının tüm dünyaya hakim olacağını vaad etmiştir. Yüce Rabbimiz'in vaadi haktır ve Allah vaadinden asla dönmez. Allah'a iman edenler, Allah'ın vaadinin muhakkak gerçekleşeceğine de iman ederler. Yüce Allah, İslam ahlakının yeryüzüne hakimiyetini haber verip vaad ettiğine göre, samimi olarak iman edenlerin yapması gereken de bu vaadin gerçekleşmesi için gönülden dua edip, istemek ve vargüçleriyle gayret etmektir. İslam ahlakının hakim olacağına inanmak ve bu kutlu olayın gerçekleşmesi için çaba göstermek, Kuran'a uyan her Müslüman için farzdır. Rabbimiz bir ayetinde şöyle bildirmektedir: Allah, içinizden iman edenlere ve salih amellerde bulunanlara va'detmiştir: Hiç şüphesiz onlardan öncekileri nasıl 'güç ve iktidar sahibi' kıldıysa, onları da yeryüzünde 'güç ve iktidar sahibi' kılacak, kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları korkularından sonra güvenliğe çevirecektir. Onlar, yalnızca Bana ibadet ederler ve bBana hiçbir şeyi ortak koşmazlar. Kim bundan sonra inkar ederse, işte onlar fasıktır. (Nur Suresi, 55)
Allah'ın İslam ahlakının dünya hakimiyetini müjdelediği diğer bazı ayetler ise şu şekildedir: Allah, yazmıştır: "Andolsun, Ben galip geleceğim ve elçilerim de." Gerçekten Allah, en büyük kuvvet sahibidir, güçlü ve üstün olandır. (Mücadele Suresi, 21) Onlar, Allah'ın nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Oysa Allah, Kendi nurunu tamamlayıcıdır; kafirler hoş görmese bile. Elçilerini hidayet ve hak din üzere gönderen O'dur. Öyle ki onu (hak din olan İslam'ı) bütün dinlere karşı üstün kılacaktır; müşrikler hoş görmese bile. (Saf Suresi, 8-9) Allah, suçlu-günahkarlar istemese de, hakkı (hak olarak) Kendi kelimeleriyle gerçekleştirecektir. (Yunus Suresi, 82) Andolsun, sizden önceki nesilleri, resulleri kendilerine apaçık deliller getir-
Harun Yahya (Adnan Oktar)
239 diği halde, zulmettikleri ve iman etmeyecek oldukları için yıkıma uğrattık. İşte Biz, suçlu-günahkar olan bir topluluğu böyle cezalandırırız. Sonra, nasıl yapıp-davranacaksınız diye gözlemek için, onların ardından sizi yeryüzünde halifeler kıldık. (Yunus Suresi, 13-14)
Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmaksızın, katıksızca iman edenlerin yeryüzüne mirasçı kılınacakları da Kuran'ın pek çok ayetinde müjdelenen İlahi bir kanundur: Andolsun, Biz Zikir'den sonra Zebur'da da: "Şüphesiz Arz'a salih kullarım varisçi olacaktır" diye yazdık. (Enbiya Suresi, 105) "Ve onlardan sonra sizi o arza mutlaka yerleştireceğiz. İşte bu, makamımdan korkana ve tehdidimden korkana ait (bir ayrıcalıktır)." (peygamberler) Fetih istediler, (sonunda) her zorba inatçı bozguna uğrayıp -yok oldu- gitti. (İbrahim Suresi, 14-15) Hayır, Biz hakkı batılın üstüne fırlatırız, o da onun beynini darmadağın eder. Bir de bakarsın ki, o, yok olup gitmiştir. (Allah'a karşı) Nitelendiregeldiklerinizden dolayı eyvahlar size. (Enbiya Suresi, 18)
Altınçağ'da Görülmemiş Bir Bolluk Olacaktır Altınçağ barış ve güvenliğin yanısıra, ürünlerde ve mallarda çok büyük bolluk ve bereketin yaşandığı bir dönem olacaktır. Bu dönemde ihtiyacı olana istediğinden kat kat daha fazlası verilecek, en ufak bir sıkıntı, yokluk, açlık yaşanmayacaktır. İman eden, Allah yolunda hizmet eden kişilerin bu uğurda yaptıkları her türlü güzelliğin karşılığı hem dünyada, hem de ahirette eksiksiz olarak verilecektir. Hayatın her anında yaşanan bolluk ve bereket, İslam ahlakını yaşayan müminlere Allah'ın verdiği bir güzellik olacaktır. Her yaptıkları iş onlara büyük bir zenginlik olarak geri dönecektir. Allah, bir ayetinde Müslümanların Kendi rızası için mallarından infak ettiklerinde karşılık olarak bulacakları bereketi şu şekilde belirtir: Mallarını Allah yolunda infak edenlerin örneği yedi başak bitiren, her bir başakta yüz tane bulunan bir tek tanenin örneği gibidir. Allah, dilediğine kat kat arttırır. Allah (ihsanı) bol olandır, bilendir. (Bakara Suresi, 261)
Bu dönemde ürünlerde ve mallarda o zamana kadar görülmemiş bir bolluk olacağı, bu ürünlerin sayılıp, ölçülmeden her isteyene dağıtılacağı pek çok hadis-i şerifte de bildirilmektedir:
İSLAM'IN KIŞI VE BEKLENEN BAHARI
240 Benim ümmetim o devirde öyle bir refah bulacak ki, o güne dek onun mislini kesinlikle bulmamıştır. Yer yemişini (gıda ürünlerini) verecek ve insanlardan hiçbir şey saklamayacak (vermemezlik etmeyecek)tır. Mal da o gün çok birikmiş olacaktır.66 … Gökyüzü yağmurundan hiçbir şeyi esirgemeyecek ve cömertçe bol yağdıracak. Yeryüzü ve bitkilerinden hiçbirini eksik bırakmayacak ve muhakkak onları kemali ile bitirip ortaya çıkaracaktır. Hatta yaşayanlar (kendilerinde bulunan nimetleri görmeleri için) ölülerin de hayatta olmalarını temenni edeceklerdir.67 … Arz, içerisinde gizlediği bütün zenginliklerini, altından ve gümüşten sütunlar halinde dışarı atacak. 68
Kuran ahlakının hakim olduğu dönemde toplumun her kesiminde gerçek anlamda adalet, huzur ve güven dolu bir ortam olacaktır. Yaşanan bu adalet dolu ortamın bir sonucu olarak insanlar hiçbir sahtekarlığa, kötülüğe, haram fiillere de yanaşmayacaklardır. Çok büyük bir huzur ve güven sağlanacaktır. Ahir zamanda yaşanacak olan adalet dolu ortamdan hadislerde şu şekilde bahsedilmektedir: … Yeryüzü zulüm ve işkence ile dolduğu gibi onu doğruluk ve adaletle doldurur.69
Adalet o kadar bol olacak ki, zorla alınan her mal sahibine geri verildiği gibi, bir insanın başkasına ait olup da, dişinde kalmış birşey bile sahibine iade edilecektir... Yeryüzü emniyetle dolacak ve hatta birkaç kadın, yanlarında hiç erkek olmaksızın, rahatlıkla, hacca gidecektir.70
Altınçağ ile Müjdelenmek Bu dönem Peygamber Efendimiz (sav)'in müjdelediği gibi cennetin küçük bir modeli ve müjdesidir, Allah'ın müminlere bir lütfudur. Bolluğuyla, bereketiyle, insanlara sağlayacağı her türlü konforuyla ve huzur dolu ortamıyla her Müslümanın ulaşmak isteyeceği bir dönem, hayatını Allah yoluna adayan inançlı kullar için dünya hayatında çok üstün bir mükafattır. Bu güzel dönemle müjdelenmek de kuşkusuz tüm Müslümanlar için çok büyük bir şereftir. Ancak bu şerefle birlikte bir sorumluluk da gelmektedir. Madem devir ahir zamandır, o zaman her Müslümanın ahir zamanın olağanüstü şartlarında fikren mücadele edebilecek olgunluk ve kararlılıkta olması gerekir. Mazlum Müslümanların durumu bize bunu her gün hatırlatmaktadır. Masum ve savunmasız insanlar ellerindeki kısıtlı imkanlarla gözü dönmüş katillerin silahlarından çıkan
Harun Yahya (Adnan Oktar)
241
Osmanlı İm paratorluğu, asırlar boyunca tüm dünyaya ni zam vermiş, Müslüman devletleri bayrağı al tında toplamış bir ci han devletidir. Osmanlı'nın mirasçısı olan Türk Milleti de 21. yüzyılda aynı göreve taliptir.
kurşunlara hedef olurken, mülteci kamplarında milyonlarca insan açlık ve sefalet içinde yaşarken, pek çok Müslüman türlü işkencelere ve kötü muamelelere maruz kalırken vicdanlı insanların bunları görmezlikten gelmesi mümkün değildir. İnsanların "Ben ne yapabilirim ki?" diye düşünmesi de yanlıştır. Unutulmamalıdır ki, yeryüzündeki bozgunculuğun temeli dinsizliktir ve dinsizliğe karşı fikri mücadele yapmaya herkesin imkanı vardır. İnsanlara Allah'ın varlığını anlatmak, Allah korkusunu öğretmek, hesap gününde yaşanacakları hatırlatmak ve dünyada bulunuş amacımızı tebliğ etmek, bu acımasızlıkların son bulması
İSLAM'IN KIŞI VE BEKLENEN BAHARI
242 için atılmış önemli adımlardır. Çünkü Kuran ahlakının emrettiği adalet, yardımlaşma, merhamet, sevgi, şefkat, fedakarlık, affedicilik gibi özellikler yeryüzüne hakim olursa, bunun sonucunda adaletli, barış dolu ve güvenli bir ortam doğal olarak oluşacaktır. Vicdanlı insanların birlik halinde yürütecekleri bir çabanın başarıya ulaşmaması mümkün değildir. Dinsizliğin yıkıcı etkilerini ortadan kaldırmaya, bunun yerine dinin güzelliklerini tesis etmeye yönelik her çaba, aynı zamanda çağımızın Müslümanlarına yapılmış bir yardımdır. Barışı, uzlaşmayı, sevgiyi, şefkati temel alan bu mücadele, insanların vicdanlarını harekete geçirecek ve mazlum insanların zulüm görmelerini engelleyecektir. Böyle bir mücadelenin varacağı sonucu ise Allah, Enbiya Suresi'nde bizlere şöyle müjdelemiştir: Hayır, Biz hakkı batılın üstüne fırlatırız, o da onun beynini darmadağın eder. Bir de bakarsın ki, o, yok olup gitmiştir. (Allah'a karşı) Nitelendiregeldiklerinizden dolayı eyvahlar size. (Enbiya Suresi, 18)
Vurgulanması gereken bir diğer önemli nokta ise kitap boyunca yaşadıkları zorlukları anlattığımız ülkelerin büyük bir çoğunluğunun geçmişte Müslüman imparatorlukların bayrakları altında huzuru ve istikrarı tatmış olmalarıdır. Türkiye Cumhuriyeti'nin mirasçısı olduğu Osmanlı İmparatorluğu, asırlar boyunca tüm dünyaya nizam vermiş, Müslüman devletleri bayrağı altında toplamış bir cihan devleti olmuştur. Bugün de Osmanlı mirasının varisi olan Türkiye Cumhuriyeti, tüm dünya Müslümanları için çok büyük bir önem taşımaktadır. Dünyanın etnik ve dini çeşitliliği bakımından en geniş yelpazesine ve idaresi en güç bölgelerine nizam vermiş olan Müslüman Türk Milleti, bugün de tüm dünya Müslümanlarını aynı ulvi hedefin etrafında birleştirmeye, bu tarihi görevi üstlenmeye hazırdır. Türk Milleti geçmişte olduğu gibi, bu kutlu dönemde de tüm dünya insanlarının özlemini çektiği barış ve güvenlik ortamını oluşturmada öncü rol oynayacak ve önümüzdeki dönem tüm Müslümanlar için çok aydınlık bir çağ olacaktır. Beklenen bahar, Allah'ın izniyle, çok yakındır.
İSLAM'IN Kışı ve Beklenen Baharı
EK BÖLÜM Evrim Yanılgısı
D
arwinizm, yani evrim teorisi, Yaratılış
gerçeğini
reddetmek
amacıyla ortaya atılmış, ancak başarılı olamamış bilim dışı bir
safsatadan başka bir şey değildir. Canlılığın, cansız maddelerden tesadüfen oluştuğunu iddia eden bu teori, evrende ve canlılarda çok mucizevi bir düzen bulunduğunun bilim tarafından ispat edilmesiyle ve evrimin hiçbir zaman yaşanmadığını ortaya koyan 300 milyonu aşkın fosilin bulunmasıyla çürümüştür. Böylece Allah'ın tüm evreni ve canlıları yaratmış olduğu gerçeği, bilim tarafından da kanıtlanmıştır. Bugün evrim teorisini ayakta tutmak için dünya çapında yürütülen propaganda, sadece bilimsel gerçeklerin çarpıtılmasına, taraflı yorumlanmasına, bilim görüntüsü
Harun Yahya (Adnan Oktar)
245 altında söylenen yalanlara ve yapılan sahtekarlıklara dayalıdır. Ancak bu propaganda gerçeği gizleyememektedir. Evrim teorisinin bilim tarihindeki en büyük yanılgı olduğu, son 20-30 yıldır bilim dünyasında giderek daha yüksek sesle dile getirilmektedir. Özellikle 1980'lerden sonra yapılan araştırmalar, Darwinist iddiaların tamamen yanlış olduğunu ortaya koymuş ve bu gerçek pek çok bilim adamı tarafından dile getirilmiştir. Özellikle ABD'de, biyoloji, biyokimya, paleontoloji gibi farklı alanlar-
Charles Darwin
dan gelen çok sayıda bilim adamı, Darwinizm'in geçersizliğini görmekte, canlıların kökenini Yaratılış gerçeğiyle açıklamaktadırlar. Evrim teorisinin çöküşünü ve yaratılışın delillerini diğer pek çok çalışmamızda bütün bilimsel detaylarıyla ele aldık ve almaya devam ediyoruz. Ancak konuyu, taşıdığı büyük önem nedeniyle, burada da özetlemekte yarar vardır.
Darwin'i Yıkan Zorluklar Evrim teorisi, tarihi eski Yunan'a kadar uzanan pagan bir öğreti olmakla birlikte, kapsamlı olarak 19. yüzyılda ortaya atıldı. Teoriyi bilim dünyasının gündemine sokan en önemli gelişme, Charles Darwin'in 1859 yılında yayınlanan Türlerin Kökeni adlı kitabıydı. Darwin bu kitapta dünya üzerindeki farklı canlı türlerini Allah'ın ayrı ayrı yarattığı gerçeğine kendince karşı çıkıyordu. Darwin'in yanılgılarına göre, tüm türler ortak bir atadan geliyorlardı ve zaman içinde küçük değişimlerle farklılaşmışlardı. Darwin'in teorisi, hiçbir somut bilimsel bulguya dayanmıyordu; kendisinin de kabul ettiği gibi sadece bir "mantık yürütme" idi. Hatta Darwin'in kitabındaki "Teorinin Zorlukları" başlıklı uzun bölümde itiraf ettiği gibi, teori pek çok önemli soru karşısında açık veriyordu.
İSLAM'IN KIŞI VE BEKLENEN BAHARI
246 Darwin, teorisinin önündeki zorlukların gelişen bilim tarafından aşılacağını, yeni bilimsel bulguların teorisini güçlendireceğini umuyordu. Bunu kitabında sık sık belirtmişti. Ancak gelişen bilim, Darwin'in umutlarının tam aksine, teorinin temel iddialarını birer birer dayanaksız bırakmıştır. Darwinizm'in bilim karşısındaki yenilgisi, üç temel başlıkta incelenebilir: 1) Teori, hayatın yeryüzünde ilk kez nasıl ortaya çıktığını asla açıklayamamaktadır. 2) Teorinin öne sürdüğü "evrim mekanizmaları"nın, gerçekte evrimleştirici bir etkiye sahip olduğunu gösteren hiçbir bilimsel bulgu yoktur. 3) Fosil kayıtları, evrim teorisinin öngörülerinin tam aksine bir tablo ortaya koymaktadır. Bu bölümde, bu üç temel başlığı ana hatları ile inceleyeceğiz.
Aşılamayan İlk Basamak: Hayatın Kökeni Evrim teorisi, tüm canlı türlerinin, bundan yaklaşık 3.8 milyar yıl önce dünyada hayali şekilde, tesadüfen ortaya çıkan tek bir canlı hücreden geldiklerini iddia etmektedir. Tek bir hücrenin nasıl olup da milyonlarca kompleks canlı türünü oluşturduğu ve eğer gerçekten bu tür bir evrim gerçekleşmişse neden bunun izlerinin fosil kayıtlarında bulunamadığı, teorinin açıklayamadığı sorulardandır. Ancak tüm bunlardan önce, iddia edilen evrim sürecinin ilk basamağı üzerinde durmak gerekir. Sözü edilen o "ilk hücre" nasıl ortaya çıkmıştır? Evrim teorisi, Yaratılış'ı cahilce reddettiği için, o "ilk hücre"nin, hiçbir plan ve düzenleme olmadan, doğa kanunları içinde kör tesadüflerin ürünü olarak meydana geldiğini iddia eder. Yani teoriye göre, cansız madde tesadüfler sonucunda ortaya canlı bir hücre çıkarmış olmalıdır. Ancak bu, bilinen en temel biyoloji kanunlarına aykırı bir iddiadır.
"Hayat Hayattan Gelir" Darwin, kitabında hayatın kökeni konusundan hiç söz etmemişti. Çünkü onun dönemindeki ilkel bilim anlayışı, canlıların çok basit bir yapıya sahip olduklarını varsayıyordu. Ortaçağ'dan beri inanılan "spontane jenerasyon" adlı teoriye göre, cansız maddelerin tesadüfen biraraya gelip, canlı bir varlık oluştu-
Harun Yahya (Adnan Oktar)
247 rabileceklerine inanılıyordu. Bu dönemde böceklerin yemek artıklarından, farelerin de buğdaydan oluştuğu yaygın bir düşünceydi. Bunu ispatlamak için de ilginç deneyler yapılmıştı. Kirli bir paçavranın üzerine biraz buğday konmuş ve biraz beklendiğinde bu karışımdan farelerin oluşacağı sanılmıştı. Etlerin kurtlanması da hayatın cansız maddelerden türeyebildiğine bir delil sayılıyordu. Oysa daha sonra anlaşılacaktı ki, etlerin üzerindeki kurtlar kendiliklerinden oluşmuyorlar, sineklerin getirip bıraktıkları gözle görülmeyen larvalardan çıkıyorlardı. Darwin'in Türlerin Kökeni adlı kitabını yazdığı dönemde ise, bakterilerin cansız maddeden oluşabildikleri inancı, bilim dünyasında yaygın bir kabul görüyordu. Oysa
Darwin’in Türlerin Kökeni kitabı
Darwin'in kitabının yayınlanmasından beş yıl sonra, ünlü Fransız biyolog Louis Pasteur, evrime temel oluşturan bu inancı kesin
olarak çürüttü. Pasteur
yaptığı uzun çalışma ve deneyler sonucunda vardığı sonucu şöyle özetlemişti: "Cansız maddelerin hayat oluşturabileceği iddiası artık kesin olarak tarihe gömülmüştür."71 Evrim teorisinin savunucuları, Pasteur'ün bulgularına karşı uzun süre direndiler. Ancak gelişen bilim, canlı hücresinin karmaşık yapısını ortaya çıkardıkça, hayatın kendiliğinden oluşabileceği iddiasının geçersizliği daha da açık hale geldi.
Louis Pasteur, evrim teori si nin dayanağı olan "cansız madde canlı lık oluşturabi lir" iddi ası nı yaptı ğı deneylerle geçersiz kıl dı.
İSLAM'IN KIŞI VE BEKLENEN BAHARI
248
20. Yüzyıldaki Sonuçsuz Çabalar 20. yüzyılda hayatın kökeni konusunu ele alan ilk evrimci, ünlü Rus biyolog Alexander Oparin oldu. Oparin, 1930'lu yıllarda ortaya attığı birtakım tezlerle, canlı hücresinin tesadüfen meydana gelebileceğini ispat etmeye çalıştı. Ancak bu çalışmalar başarısızlıkla sonuçlanacak ve Oparin şu itirafı yapmak zorunda kalacaktı: "Maalesef hücrenin kökeni, evrim teorisinin tümünü içine alan en karanlık noktayı oluşturmaktadır."72 Oparin'in yolunu izleyen evrimciler, hayatın kökeni konusunu çözüme kavuşturacak deneyler yapmaya çalıştılar. Bu deneylerin en ünlüsü, Amerikalı kimyacı Stanley Miller tarafından 1953 yılında düzenlendi. Miller, ilkel dünya atmosferinde olduğunu iddia ettiği gazları bir deney düzeneğinde birleştirerek ve bu karışıma enerji ekleyerek, proteinlerin yapısında kullanılan birkaç organik molekül (aminoasit) sentezledi. O yıllarda evrim adına önemli bir aşama gibi tanıtılan bu deneyin geçerli olmadığı ve deneyde kullanılan atmosferin
Alexander Oparin'in hayatın kökeni ne evrim ci bir açıklama getirmek için yürüttüğü çabalar büyük bir fiyaskoyla sonuçlandı.
gerçek dünya koşullarından çok farklı olduğu, ilerleyen yıllarda ortaya çıkacaktı.73 Uzun süren bir sessizlikten sonra Miller'in kendisi de kullandığı atmosfer ortamının gerçekçi olmadığını itiraf etti.74 Hayatın kökeni sorununu açıklamak için 20. yüzyıl boyunca yürütülen tüm evrimci çabalar hep başarısızlıkla sonuçlandı. San Diego Scripps Enstitüsü'nden ünlü jeokimyacı Jeffrey Bada, evrimci Earth dergisinde 1998 yılında yayınlanan bir makalede bu gerçeği şöyle kabul eder: Bugün, 20. yüzyılı geride bırakırken, hala, 20. yüzyıla girdiğimizde sahip olduğumuz en büyük çözülmemiş problemle karşı karşıyayız: Hayat yeryüzünde nasıl başladı?75
Harun Yahya (Adnan Oktar)
249
Hayatın Kompleks Yapısı Evrimcilerin hayatın kökeni konusunda bu denli büyük bir açmaza girmelerinin başlıca nedeni, Darwinistlerin en basit zannettikleri canlı yapıların bile olağanüstü derecede kompleks özelliklere sahip olmasıdır. Canlı hücresi, insanoğlunun yaptığı bütün teknolojik ürünlerden daha komplekstir. Öyle ki, bugün dünyanın en gelişmiş laboratuvarlarında bile cansız maddeler biraraya getirilerek canlı bir hücre, hatta hücreye ait tek bir protein bile üretilememektedir. Bir hücrenin meydana gelmesi için gereken şartlar, asla rastlantılarla açıklanamayacak kadar fazladır. Ancak bunu detaylarıyla açıklamaya bile gerek yoktur. Evrimciler daha hücre aşamasına gelmeden çıkmaza girerler. Çünkü hücrenin yapı taşlarından biri olan proteinlerin tek bir tanesinin dahi tesadüfen meydana gelmesi ihtimali matematiksel olarak "0"dır. Bunun nedenlerinden başlıcası bir proteinin oluşması için başka proteinlerin varlığının gerekmesidir ki bu durum, bir proteinin tesadüfen oluşma ihtimalini tamamen ortadan kaldırır. Dolayısıyla tek başına bu gerçek bile evrimcilerin tesadüf iddiasını en baştan yok etmek için yeterlidir. Konunun önemi açısından özetle açıklayacak olursak, 1. Enzimler olmadan protein sentezlenemez ve enzimler de birer proteindir. 2. Tek bir proteinin sentezlenmesi için 100’e yakın proteinin hazır bulunması gerekmektedir. Dolayısıyla proteinlerin varlığı için proteinler gerekir. 3. Proteinleri sentezleyen enzimleri DNA üretir. DNA olmadan protein sentezlenemez. Dolayısıyla proteinlerin oluşabilmesi için DNA da gerekir. 4. Protein sentezleme işleminde hücredeki tüm organellerin önemli görevleri vardır. Yani proteinlerin oluşabilmesi için, eksiksiz ve tam işleyen bir hücrenin, tüm organelleri ile var olması gerekmektedir. Hücrenin çekirdeğinde yer alan ve genetik bilgiyi saklayan DNA molekülü ise, inanılmaz bir bilgi bankasıdır. İnsan DNA'sının içerdiği bilginin, eğer kağıda dökülmeye kalkılsa, 500'er sayfadan oluşan 900 ciltlik bir kütüphane oluşturacağı hesaplanmaktadır. Bu noktada çok ilginç bir ikilem daha vardır: DNA, yalnız birtakım özelleşmiş proteinlerin (enzimlerin) yardımı ile eşlenebilir. Ama bu enzimlerin sentezi de ancak DNA'daki bilgiler doğrultusunda gerçekleşir. Birbirine bağımlı olduklarından, eşlemenin meydana gelebilmesi için ikisinin de aynı anda var olmala-
İSLAM'IN KIŞI VE BEKLENEN BAHARI
250 rı gerekir. Bu ise, hayatın kendiliğinden oluştuğu senaryosunu çıkmaza sokmaktadır. San Diego California Üniversitesi'nden ünlü evrimci Prof. Leslie Orgel, Scientific American dergisinin Ekim 1994 tarihli sayısında bu gerçeği şöyle itiraf eder: Son derece kompleks yapılara sahip olan proteinlerin ve nükleik asitlerin (RNA ve DNA) aynı yerde ve aynı zamanda rastlantısal olarak oluşmaları aşırı derecede ihtimal dışıdır. Ama bunların birisi olmadan diğerini elde etmek de mümkün değildir. Dolayısıyla insan, yaşamın kimyasal yollarla ortaya çıkmasının asla mümkün olmadığı sonucuna varmak zorunda kalmaktadır.76
Kuşkusuz eğer hayatın kör tesadüfler neticesinde kendi kendine ortaya çıkması imkansız ise, bu durumda hayatın yaratıldığını kabul etmek gerekir. Bu gerçek, en temel amacı Yaratılış'ı reddetmek olan evrim teorisini açıkça geçersiz kılmaktadır.
Evrimin Hayali Mekanizmaları Darwin'in teorisini geçersiz kılan ikinci büyük nokta, teorinin "evrim mekanizmaları" olarak öne sürdüğü iki kavramın da gerçekte hiçbir evrimleştirici güce sahip olmadığının anlaşılmış olmasıdır. Darwin, ortaya attığı evrim iddiasını tamamen "doğal seleksiyon" mekanizmasına bağlamıştı. Bu mekanizmaya verdiği önem, kitabının isminden de açıkça anlaşılıyordu: Türlerin Kökeni, Doğal Seleksiyon Yoluyla...
Doğal seleksiyona göre, güçlü olan ve yaşadığı çevreye uyum sağlayabilen canlılar hayatta kalır, diğerleri ise yok olurlar. Evrimciler ise doğal seleksiyonun canlıları evrimleştirdiğini, yeni türler meydana getirdiğini öne sürerler. Oysa doğal seleksiyonun böyle bir sonucu yoktur ve bu iddiayı doğrulayan tek bir delil dahi bulunmamaktadır.
Harun Yahya (Adnan Oktar)
251 Doğal seleksiyon, doğal seçme demektir. Doğadaki yaşam mücadelesi içinde, doğal şartlara uygun ve güçlü canlıların hayatta kalacağı düşüncesine dayanır. Örneğin yırtıcı hayvanlar tarafından tehdit edilen bir geyik sürüsünde, daha hızlı koşabilen geyikler hayatta kalacaktır. Böylece geyik sürüsü, hızlı ve güçlü bireylerden oluşacaktır. Ama elbette bu mekanizma, geyikleri evrimleştirmez, onları başka bir canlı türüne, örneğin atlara dönüştürmez. Dolayısıyla doğal seleksiyon mekanizması hiçbir evrimleştirici güce sahip değildir. Darwin de bu gerçeğin farkındaydı ve Türlerin Kökeni adlı kitabında "Faydalı değişiklikler oluşmadığı sürece doğal seleksiyon hiçbir şey yapamaz" demek zorunda kalmıştı.77
Lamarck'ın Etkisi Peki bu "faydalı değişiklikler" nasıl oluşabilirdi? Darwin, kendi döneminin ilkel bilim anlayışı içinde, bu soruyu Lamarck'a dayanarak cevaplamaya çalışmıştı. Darwin'den önce yaşamış olan Fransız biyolog Lamarck'a göre, canlılar yaşamları sırasında geçirdikleri fiziksel değişiklikleri sonraki nesle aktarıyorlar, nesilden nesile biriken bu özellikler sonucunda yeni türler ortaya çıkıyordu. Örneğin Lamarck'a göre zürafalar ceylanlardan türemişlerdi, yüksek ağaçların yapraklarını yemek için çabalarken nesilden nesile boyunları uzamıştı. Darwin de benzeri örnekler vermiş, örneğin Türlerin Kökeni adlı kitabında, yiyecek bulmak için suya giren bazı ayıların zamanla balinalara dönüştüğünü
iddia
etmişti.78 Ama Mendel'in keşfettiği ve 20. yüzyılda gelişen genetik bilimiyle
Lamarck zürafaların ceylan benzeri hayvanlardan türedikleri ne inanı yordu. Ona göre otlara uzanmaya çalı şan bu canlı ların zaman içinde boyunları uzamış ve zürafalara dönüşüvermişlerdi. Mendel'in 1865 yı lında keşfetti ği kalı tım kanunları, yaşam sı rasında kazanı lan özel liklerin sonraki nesil lere aktarıl ması nın müm kün ol madı ğı nı ispatlamıştır. Böylece Lamarck'ın zürafa masalı da tari he karışmıştır.
İSLAM'IN KIŞI VE BEKLENEN BAHARI
252 kesinleşen kalıtım kanunları, kazanılmış özelliklerin sonraki nesillere aktarılması efsanesini kesin olarak yıktı. Böylece doğal seleksiyon "tek başına" ve dolayısıyla tümüyle etkisiz bir mekanizma olarak kalmış oluyordu.
Neo-Darwinizm ve Mutasyonlar Darwinistler ise bu duruma bir çözüm bulabilmek için 1930'ların sonlarında, "Modern Sentetik Teori"yi ya da daha yaygın ismiyle neo-Darwinizm'i ortaya attılar. Neo-Darwinizm, doğal seleksiyonun yanına "faydalı değişiklik sebebi" olarak mutasyonları, yani canlıların genlerinde radyasyon gibi dış etkiler ya da kopyalama hataları sonucunda oluşan bozulmaları ekledi. Bugün de hala bilimsel olarak geçersiz olduğunu bilmelerine rağmen, Darwinistlerin savunduğu model neo-Darwinizm'dir. Teori, yeryüzünde bulunan milyonlarca canlı türünün, bu canlıların, kulak, göz, akciğer, kanat gibi sayısız kompleks organlarının "mutasyonlara", yani genetik bozukluklara dayalı bir süreç sonucunda oluştuğunu iddia etmektedir. Ama teoriyi çaresiz bırakan açık bir bilimsel gerçek vardır: Mutasyonlar canlıları geliştirmezler, aksine her
Evrim ci ler yüzyı lın başından beri si nekleri mutasyona uğratarak, faydalı mutasyon örneği oluşturmaya çalıştı lar. Ancak on yıl larca süren bu çabaların sonucunda el de edi len tek sonuç, sakat, hastalıklı ve kusurlu si nekler ol du. Üstte, normal bir meyve si neği nin kafası ve sağda mutasyona uğramış diğer bir meyve sineği.
Harun Yahya (Adnan Oktar)
253 zaman için canlılara zarar verirler. Bunun nedeni çok basittir: DNA çok kompleks bir düzene sahiptir. Bu molekül üzerinde oluşan herhangi bir tesadüfi etki ancak zarar verir. Amerikalı genetikçi B. G. Ranganathan bunu şöyle açıklar: Mutasyonlar küçük, rasgele ve zararlıdırlar. Çok ender olarak meydana gelirler ve en iyi ihtimalle etkisizdirler. Bu üç özellik, mutasyonların evrimsel bir gelişme meydana getiremeyeceğini gösterir. Zaten yüksek derecede özelleşmiş bir organizmada meydana gelebilecek rastlantısal bir değişim, ya etkisiz olacaktır ya da zararlı. Bir kol saatinde meydana gelecek rasgele bir değişim kol saatini geliştirmeyecektir. Ona büyük ihtimalle zarar verecek veya en iyi ihtimalle etkisiz olacaktır. Bir deprem bir şehri geliştirmez, ona yıkım getirir.79
Nitekim bugüne kadar hiçbir yararlı, yani genetik bilgiyi geliştiren mutasyon örneği gözlemlenmedi. Tüm mutasyonların zararlı olduğu görüldü. Anlaşıldı ki, evrim teorisinin "evrim mekanizması" olarak gösterdiği mutasyonlar, gerçekte canlıları sadece tahrip eden, sakat bırakan genetik olaylardır. (İnsanlarda mutasyonun en sık görülen etkisi de kanserdir.) Elbette tahrip edici bir mekanizma "evrim mekanizması" olamaz. Doğal seleksiyon ise, Darwin'in de kabul ettiği gibi, "tek başına hiçbir şey yapamaz." Bu gerçek bizlere doğada hiçbir "evrim mekanizması" olmadığını göstermektedir. Evrim mekanizması olmadığına göre de, evrim denen hayali süreç yaşanmış olamaz.
Fosil Kayıtları: Ara Formlardan Eser Yok Evrim teorisinin iddia ettiği senaryonun yaşanmamış olduğunun en açık göstergesi ise fosil kayıtlarıdır. Evrim teorisinin bilim dışı iddiasına göre bütün canlılar birbirlerinden türemişlerdir. Önceden var olan bir canlı türü, zamanla bir diğerine dönüşmüş ve bütün türler bu şekilde ortaya çıkmışlardır. Teoriye göre bu dönüşüm yüz milyonlarca yıl süren uzun bir zaman dilimini kapsamış ve kademe kademe ilerlemiştir. Bu durumda, iddia edilen uzun dönüşüm süreci içinde sayısız "ara türler"in oluşmuş ve yaşamış olmaları gerekir. Örneğin geçmişte, balık özelliklerini taşımalarına rağmen, bir yandan da bazı sürüngen özellikleri kazanmış olan yarı balık-yarı sürüngen canlılar yaşamış olmalıdır. Ya da sürüngen özelliklerini taşırken, bir yandan da bazı kuş özel-
YAŞAYAN FOSİLLER EVRİMİ YALANLIYOR Fosiller, evrimin hiçbir zaman yaşanmadığının ispatı dır. Fosil kayıtları nın ortaya koyduğu gi bi, canlı lar sahip ol dukları tüm özel liklerle bir anda var olmuşlar ve soyları devam ettiği müddetçe en küçük bir deği şiklik geçirmemişlerdir. Balıklar hep balık, böcekler hep böcek, sürüngenler hep sürüngen olarak var olmuştur. Türlerin aşama aşama oluştuğu iddi ası nın bi lim sel hiçbir geçerli liği yoktur. Tüm canlı ları yaratan Allah'tır.
Güneş Balığı Dönem: Senozoik zaman, Eosen dönemi Yaş: 54 – 37 milyon yıl
Çayır Sivrisineği Dönem: Senozoik zaman, Eosen dönemi Yaş: 48-37 milyon yıl
Deniz Kestanesi Dönem: Paleozoik zaman, Karbonifer dönemi Yaş: 295 milyon yıl
Deniz Yıldızı Dönem: Paleozoik zaman, Ordovisyen dönemi Yaş: 490 – 443 milyon yıl
Köpüklü Ağustos Böceği Dönem: Mezozoik zaman, Kretase dönemi Yaş: 125 milyon yıl
Huş Ağacı Yaprağı Dönem: Senozoik zaman, Eosen dönemi Yaş: 50 milyon yıl
Sekoya Yaprağı Dönem: Senozoik zaman, Eosen dönemi Yaş: 50 milyon yıl
İSLAM'IN KIŞI VE BEKLENEN BAHARI
256 likleri kazanmış sürüngen-kuşlar ortaya çıkmış olmalıdır. Bunlar, bir geçiş sürecinde oldukları için de, sakat, eksik, kusurlu canlılar olmalıdır. Evrimciler geçmişte yaşamış olduklarına inandıkları bu hayali varlıklara "ara-geçiş formu" adını verirler. Eğer gerçekten bu tür canlılar geçmişte yaşamışlarsa bunların sayılarının ve çeşitlerinin milyonlarca hatta milyarlarca olması gerekir. Ve bu garip canlıların kalıntılarına mutlaka fosil kayıtlarında rastlanması gerekir. Darwin, Türlerin Kökeni'nde bunu şöyle açıklamıştır: Eğer teorim doğruysa, türleri birbirine bağlayan sayısız ara-geçiş çeşitleri mutlaka yaşamış olmalıdır... Bunların yaşamış olduklarının kanıtları da sadece fosil kalıntıları arasında bulunabilir.80
Ancak bu satırları yazan Darwin, bu ara formların fosillerinin bir türlü bulunamadığının da farkındaydı. Bunun teorisi için büyük bir açmaz oluşturduğunu görüyordu. Bu yüzden, Türlerin Kökeni kitabının "Teorinin Zorlukları" (Difficulties on Theory) adlı bölümünde şöyle yazmıştı: Eğer gerçekten türler öbür türlerden yavaş gelişmelerle türemişse, neden sayısız ara geçiş formuna rastlamıyoruz? Neden bütün doğa bir karmaşa halinde değil de, tam olarak tanımlanmış ve yerli yerinde? Sayısız ara geçiş formu olmalı, fakat niçin yeryüzünün sayılamayacak kadar çok katmanında gömülü olarak bulamıyoruz... Niçin her jeolojik yapı ve her tabaka böyle bağlantılarla dolu değil?81
Darwin'in Yıkılan Umutları Ancak 19. yüzyılın ortasından bu yana dünyanın dört bir yanında hummalı fosil araştırmaları yapıldığı halde bu ara geçiş formlarına rastlanamamıştır. Yapılan kazılarda ve araştırmalarda elde edilen bütün bulgular, evrimcilerin beklediklerinin aksine, canlıların yeryüzünde birdenbire, eksiksiz ve kusursuz bir biçimde ortaya çıktıklarını göstermiştir. Ünlü İngiliz paleontolog (fosil bilimci) Derek W. Ager, bir evrimci olmasına karşın bu gerçeği şöyle itiraf eder: Sorunumuz şudur: Fosil kayıtlarını detaylı olarak incelediğimizde, türler ya da sınıflar seviyesinde olsun, sürekli olarak aynı gerçekle karşılaşırız; kademeli evrimle gelişen değil, aniden yeryüzünde oluşan gruplar görürüz.82
Yani fosil kayıtlarında, tüm canlı türleri, aralarında hiçbir geçiş formu olma-
Harun Yahya (Adnan Oktar)
257 dan eksiksiz biçimleriyle aniden ortaya çıkmaktadırlar. Bu, Darwin'in öngörülerinin tam aksidir. Dahası, bu canlı türlerinin yaratıldıklarını gösteren çok güçlü bir delildir. Çünkü bir canlı türünün, kendisinden evrimleştiği hiçbir atası olmadan, bir anda ve kusursuz olarak ortaya çıkmasının tek açıklaması, o türün yaratılmış olmasıdır. Bu gerçek, ünlü evrimci biyolog Douglas Futuyma tarafından da kabul edilir: Yaratılış ve evrim, yaşayan canlıların kökeni hakkında yapılabilecek yegane iki açıklamadır. Canlılar dünya üzerinde ya tamamen mükemmel ve eksiksiz bir biçimde ortaya çıkmışlardır ya da böyle olmamıştır. Eğer böyle olmadıysa, bir değişim süreci sayesinde kendilerinden önce var olan bazı canlı türlerinden evrimleşerek meydana gelmiş olmalıdırlar. Ama eğer eksiksiz ve mükemmel bir biçimde ortaya çıkmışlarsa, o halde sonsuz güç sahibi bir akıl tarafından yaratılmış olmaları gerekir.83
Fosiller ise, canlıların yeryüzünde eksiksiz ve mükemmel bir biçimde ortaya çıktıklarını göstermektedir. Yani "türlerin kökeni", Darwin'in sandığının aksine, evrim değil yaratılıştır.
İnsanın Evrimi Masalı Evrim teorisini savunanların en çok gündeme getirdikleri konu, insanın kökeni konusudur. Bu konudaki Darwinist iddia, insanın sözde maymunsu birtakım yaratıklardan geldiğini varsayar. 4-5 milyon yıl önce başladığı varsayılan bu süreçte, insan ile hayali ataları arasında bazı "ara form"ların yaşadığı iddia edilir. Gerçekte tümüyle hayali olan bu senaryoda dört temel "kategori" sayılır: 1) Australopithecus 2) Homo habilis 3) Homo erectus 4) Homo sapiens
HAYALİ LUCY TASVİ Rİ Australopithecus evrim ci ler tarafından insanın atası gi bi lanse edil meye çalı şıl maktaydı. Bu yüzden iki ayaklı, dik yürüyen Australopithecus resim leri çi zil di. Ancak bu iddi anın temel sizli ği çok yakın bir zamanda ortaya çıkmış ve bu canlı ların soyu tükenmiş bi rer maymun ol dukları anlaşıl mıştır.
İ L A Y HA
İSLAM'IN KIŞI VE BEKLENEN BAHARI
258 Evrimciler, insanların sözde ilk maymunsu atalarına "güney maymunu" anlamına gelen "Australopithecus" ismini verirler. Bu canlılar gerçekte soyu tükenmiş bir maymun türünden başka bir şey değildir. Lord Solly Zuckerman ve Prof. Charles Oxnard gibi İngiltere ve ABD'den dünyaca ünlü iki anatomistin Australopithecus örnekleri üzerinde yaptıkları çok geniş kapsamlı çalışmalar, bu canlıların sadece soyu tükenmiş bir maymun türüne ait olduklarını ve insanlarla hiçbir benzerlik taşımadıklarını göstermiştir.84 Evrimciler insan evriminin bir sonraki safhasını da, "homo" yani insan olarak
sınıflandırırlar.
İddiaya
göre
homo
serisindeki
canlılar,
Australopithecuslar'dan daha gelişmişlerdir. Evrimciler, bu farklı canlılara ait fosilleri ardı ardına dizerek hayali bir evrim şeması oluştururlar. Bu şema hayalidir, çünkü gerçekte bu farklı sınıfların arasında evrimsel bir ilişki olduğu asla ispatlanamamıştır. Evrim teorisinin 20. yüzyıldaki en önemli savunucularından biri olan Ernst Mayr, "Homo sapiens'e uzanan zincir gerçekte kayıptır" diyerek bunu kabul eder. 85 Evrimciler "Australopithecus > Homo habilis > Homo erectus > Homo sapiens" sıralamasını yazarken, bu türlerin her birinin, bir sonrakinin atası olduğu izlenimini verirler. Oysa paleoantropologların son bulguları, Australopithecus, Homo habilis ve Homo erectus'un dünyanın farklı bölgelerinde aynı dönemlerde yaşadıklarını göstermektedir.86 Dahası Homo erectus sınıflamasına ait insanların bir bölümü çok modern zamanlara kadar yaşamışlar, Homo sapiens neandertalensis ve Homo sapiens sapiens (günümüz insanı) ile aynı ortamda yan yana bulunmuşlardır. 87 Bu ise elbette bu sınıfların birbirlerinin ataları oldukları iddiasının geçersizliğini açıkça ortaya koymaktadır. Harvard Üniversitesi paleontologlarından Stephen Jay Gould, kendisi de bir evrimci olmasına karşın, Darwinist teorinin içine girdiği bu çıkmazı şöyle açıklar: Eğer birbiri ile paralel bir biçimde yaşayan üç farklı hominid (insanımsı) çizgisi varsa, o halde bizim soy ağacımıza ne oldu? Açıktır ki, bunların biri diğerinden gelmiş olamaz. Dahası, biri diğeriyle karşılaştırıldığında evrimsel bir gelişme trendi göstermemektedirler.88
Kısacası, medyada ya da ders kitaplarında yer alan hayali birtakım "yarı maymun, yarı insan" canlıların çizimleriyle, yani sırf propaganda yoluyla ayak-
Harun Yahya (Adnan Oktar)
259 ta tutulmaya çalışılan insanın evrimi senaryosu, hiçbir bilimsel temeli olmayan bir masaldan ibarettir. Bu konuyu uzun yıllar inceleyen, özellikle Australopithecus fosilleri üzerinde 15 yıl araştırma yapan İngiltere'nin en ünlü ve saygın bilim adamlarından Lord Solly Zuckerman, bir evrimci olmasına rağmen, ortada maymunsu canlılardan insana uzanan gerçek bir soy ağacı olmadığı sonucuna varmıştır. Zuckerman bir de ilginç bir "bilim skalası" yapmıştır. Bilimsel olarak kabul ettiği bilgi dallarından, bilim dışı olarak kabul ettiği bilgi dallarına kadar bir yelpaze oluşturmuştur. Zuckerman'ın bu tablosuna göre en "bilimsel" -yani somut verilere dayanan- bilgi dalları kimya ve fiziktir. Yelpazede bunlardan sonra biyoloji bilimleri, sonra da sosyal bilimler gelir. Yelpazenin en ucunda, yani en "bilim dışı" sayılan kısımda ise, Zuckerman'a göre, telepati, altıncı his gibi "duyum ötesi algılama" kavramları ve bir de "insanın evrimi" vardır! Zuckerman, yelpazenin bu ucunu şöyle açıklar: Objektif gerçekliğin alanından çıkıp da, biyolojik bilim olarak varsayılan bu alanlara -yani duyum ötesi algılamaya ve insanın fosil tarihinin yorumlanmasına- girdiğimizde, evrim teorisine inanan bir kimse için herşeyin mümkün olduğunu görürüz. Öyle ki teorilerine kesinlikle inanan bu kimselerin çelişkili bazı yargıları aynı anda kabul etmeleri bile mümkündür.89
İşte
insanın
evrimi
masalı da, teorilerine körü körüne
inanan
birtakım
insanların buldukları bazı fosilleri ön yargılı bir biçimde yorumlamalarından ibarettir.
Evrimciler, fosiller üzerinde yaptıkları yorumları genelde ideolojik beklentileri doğrultusunda yaparlar. Bu nedenle vardıkları sonuçlar çoğunlukla güvenilir değildir.
İSLAM'IN KIŞI VE BEKLENEN BAHARI
260
Darwin Formülü! Şimdiye kadar ele aldığımız tüm teknik delillerin yanında, isterseniz evrimcilerin nasıl saçma bir inanışa sahip olduklarını bir de çocukların bile anlayabileceği kadar açık bir örnekle özetleyelim. Evrim teorisi canlılığın tesadüfen oluştuğunu iddia etmektedir. Dolayısıyla bu akıl dışı iddiaya göre cansız ve şuursuz atomlar biraraya gelerek önce hücreyi oluşturmuşlardır ve sonrasında aynı atomlar bir şekilde diğer canlıları ve insanı meydana getirmişlerdir. şimdi düşünelim; canlılığın yapıtaşı olan karbon, fosfor, azot, potasyum gibi elementleri biraraya getirdiğimizde bir yığın oluşur. Bu atom yığını, hangi işlemden geçirilirse geçirilsin, tek bir canlı oluşturamaz. İsterseniz bu konuda bir "deney" tasarlayalım ve evrimcilerin aslında savundukları, ama yüksek sesle dile getiremedikleri iddiayı onlar adına "Darwin Formülü" adıyla inceleyelim: Evrimciler, çok sayıda büyük varilin içine canlılığın yapısında bulunan fosfor, azot, karbon, oksijen, demir, magnezyum gibi elementlerden bol miktarda koysunlar. Hatta normal şartlarda bulunmayan ancak bu karışımın içinde bulunmasını gerekli gördükleri malzemeleri de bu varillere eklesinler. Karışımların içine, istedikleri kadar amino asit, istedikleri kadar da (tek bir tanesinin bile tesadüfen oluşma imkanı bulunmayan) protein doldursunlar. Bu karışımlara istedikleri oranda ısı ve nem versinler. Bunları istedikleri gelişmiş cihazlarla karıştırsınlar. Varillerin başına da dünyanın önde gelen bilim adamlarını koysunlar. Bu uzmanlar babadan oğula, kuşaktan kuşağa aktararak nöbetleşe milyarlarca, hatta trilyonlarca sene sürekli varillerin başında beklesinler. Bir canlının oluşması için hangi şartların var olması gerektiğine inanılıyorsa hepsini kullanmak serbest olsun. Ancak, ne yaparlarsa yapsınlar o varillerden kesinlikle bir canlı çıkartamazlar. Zürafaları, aslanları, arıları, kanaryaları, bülbülleri, papağanları, atları, yunusları, gülleri, orkideleri, zambakları, karanfilleri, muzları, portakalları, elmaları, hurmaları, domatesleri, kavunları, karpuzları, incirleri, zeytinleri, üzümleri, şeftalileri, tavus kuşlarını, sülünleri, renk renk kelebekleri ve bunlar gibi milyonlarca canlı türünden hiçbirini oluşturamazlar. Değil burada birkaçını saydığımız bu canlı varlıkları, bunların tek bir hücresini bile elde edemezler. Kısacası, bilinçsiz atomlar biraraya gelerek hücreyi oluşturamazlar. Sonra yeni bir karar vererek bir hücreyi ikiye bölüp, sonra art arda başka kararlar alıp, elektron mikroskobunu bulan, sonra kendi hücre yapısını bu mik-
Harun Yahya (Adnan Oktar)
261
Evrim ci lerin istedikleri tüm şartlar sağlansa bir canlı oluşabi lir mi? El bette ki hayır. Bunu daha iyi anlamak için şöyle bir deney yapalım. Sol daki ne benzer bir vari le canlı ların oluşumu için gerekli olan bütün atom ları, enzim leri, hormonları, proteinleri kı sacası evrim ci lerin istedikleri, gerekli gördükleri tüm elementleri koyalım. Olabi lecek her türlü kim yasal ve fi ziksel yöntemi kul lanarak bu elementleri karıştı ralım ve istedikleri kadar bekleyelim. Ne yapı lırsa yapıl sın, ne kadar beklenirse beklensin bu varil den canlı tek bir varlık bi le çı karamayacaklardır.
İSLAM'IN KIŞI VE BEKLENEN BAHARI
262 roskop altında izleyen profesörleri oluşturamazlar. Madde, ancak Allah'ın üstün yaratmasıyla hayat bulur. Bunun aksini iddia eden evrim teorisi ise, akla tamamen aykırı bir safsatadır. Evrimcilerin ortaya attığı iddialar üzerinde biraz bile düşünmek, üstteki örnekte olduğu gibi, bu gerçeği açıkça gösterir.
Göz ve Kulaktaki Teknoloji Evrim teorisinin kesinlikle açıklama getiremeyeceği bir diğer konu ise göz ve kulaktaki üstün algılama kalitesidir. Gözle ilgili konuya geçmeden önce "Nasıl görürüz?" sorusuna kısaca cevap verelim. Bir cisimden gelen ışınlar, gözde retinaya ters olarak düşer. Bu ışınlar, buradaki hücreler tarafından elektrik sinyallerine dönüştürülür ve beynin arka kısmındaki görme merkezi denilen küçücük bir noktaya ulaşır. Bu elektrik sinyalleri bir dizi işlemden sonra beyindeki bu merkezde görüntü olarak algılanır. Bu bilgiden sonra şimdi düşünelim: Beyin ışığa kapalıdır. Yani beynin içi kapkaranlıktır, ışık beynin bulunduğu yere kadar giremez. Görüntü merkezi denilen yer kapkaranlık, ışığın asla ulaşmadığı, belki de hiç karşılaşmadığınız kadar karanlık bir yerdir. Ancak siz bu zifiri karanlıkta ışıklı, pırıl pırıl bir dünyayı seyretmektesiniz. Üstelik bu o kadar net ve kaliteli bir görüntüdür ki 21. yüzyıl teknolojisi bile her türlü imkana rağmen bu netliği sağlayamamıştır. Örneğin şu anda okuduğunuz kitaba, kitabı tutan ellerinize bakın, sonra başınızı kaldırın ve çevrenize bakın. şu anda gördüğünüz netlik ve kalitedeki bu görüntüyü başka bir yerde gördünüz mü? Bu kadar net bir görüntüyü size dünyanın bir numaralı televizyon şirketinin ürettiği en gelişmiş televizyon ekranı dahi veremez. 100 yıldır bin-
Bir ci sim den gelen uyarı lar elektrik sinyali ne dönüşerek beyinde bir etki oluştururlar. Görüyorum derken, aslında zihni mizdeki elektrik sinyal leri nin etki si ni seyrederiz.
Harun Yahya (Adnan Oktar)
263 lerce mühendis bu netliğe ulaşmak için çalışmaktadır. Bunun için fabrikalar, dev tesisler kurulmakta, araştırmalar yapılmakta, planlar ve tasarımlar geliştirilmektedir. Yine bir TV ekranına bakın, bir de şu anda elinizde tuttuğunuz bu kitaba. Arada büyük bir netlik ve kalite farkı olduğunu göreceksiniz. Üstelik, TV ekranı size iki boyutlu bir görüntü gösterir, oysa siz üç boyutlu, derinlikli bir perspektifi izlemektesiniz. Uzun yıllardır on binlerce mühendis üç boyutlu TV yapmaya, gözün görme kalitesine ulaşmaya çalışmaktadırlar. Evet, üç boyutlu bir televizyon sistemi yapabildiler ama onu da gözlük takmadan üç boyutlu görmek mümkün değil, kaldı ki bu suni bir üç boyuttur. Arka taraf daha bulanık, ön taraf ise kağıttan dekor gibi durur. Hiçbir zaman gözün gördüğü kadar net ve kaliteli bir görüntü oluşmaz. Kamerada da, televizyonda da mutlaka görüntü kaybı meydana gelir. İşte evrimciler, bu kaliteli ve net görüntüyü oluşturan mekanizmanın tesadüfen oluştuğunu iddia etmektedirler. şimdi biri size, odanızda duran televizyon tesadüfler sonucunda oluştu, atomlar biraraya geldi ve bu görüntü oluşturan aleti meydana getirdi dese ne düşünürsünüz? Binlerce kişinin biraraya gelip yapamadığını şuursuz atomlar nasıl yapsın? Gözün gördüğünden daha ilkel olan bir görüntüyü oluşturan alet tesadüfen oluşamıyorsa, gözün ve gözün gördüğü görüntünün de tesadüfen oluşamaya-
Gözü ve kulağı, kamera ve ses kayıt cihazları ile kıyasladığımızda bu organlarımızın söz konusu teknoloji ürünlerinden çok daha kompleks, çok daha başarılı, çok daha kusursuz tasarımlara sahip olduklarını görürüz.
İSLAM'IN KIŞI VE BEKLENEN BAHARI
264 cağı çok açıktır. Aynı durum kulak için de geçerlidir. Dış kulak, çevredeki sesleri kulak kepçesi vasıtasıyla toplayıp orta kulağa iletir; orta kulak aldığı ses titreşimlerini güçlendirerek iç kulağa aktarır; iç kulak da bu titreşimleri elektrik sinyallerine dönüştürerek beyne gönderir. Aynen görmede olduğu gibi duyma işlemi de beyindeki duyma merkezinde gerçekleşir. Gözdeki durum kulak için de geçerlidir, yani beyin, ışık gibi sese de kapalıdır, ses geçirmez. Dolayısıyla dışarısı ne kadar gürültülü de olsa beynin içi tamamen sessizdir. Buna rağmen en net sesler beyinde algılanır. Ses geçirmeyen beyninizde bir orkestranın senfonilerini dinlersiniz, kalabalık bir ortamın tüm gürültüsünü duyarsınız. Ama o anda hassas bir cihazla beyninizin içindeki ses düzeyi ölçülse, burada keskin bir sessizliğin hakim olduğu görülecektir.
Dinledi ği niz orkestra müzi ği nin birbi rinden güzel melodi leri ni, aslında kafatası nı zın içindeki derin sessizlikte al gı larsı nız. Tüm dinledikleri niz sesin hiç girmedi ği bir ortam da, beyni niz tarafından si zin için yeni den yorum lanır.
Net bir görüntü elde edebilmek ümidiyle teknoloji nasıl kullanılıyorsa, ses için de aynı çabalar onlarca yıldır sürdürülmektedir. Ses kayıt cihazları, müzik setleri, birçok elektronik alet, sesi algılayan müzik sistemleri bu çalışmalardan bazılarıdır. Ancak, tüm teknolojiye, bu teknolojide çalışan binlerce mühendise ve uzmana rağmen kulağın oluşturduğu netlik ve kalitede bir sese ulaşılamamıştır. En büyük müzik sistemi şirketinin ürettiği en kaliteli müzik setini düşünün. Sesi kaydettiğinde mutlaka sesin bir kısmı kaybolur veya az da olsa mutlaka parazit oluşur veya müzik setini açtığınızda daha müzik başlamadan bir cızırtı mutlaka duyarsınız. Ancak insan vücudundaki teknolojinin ürünü olan sesler son derece net ve kusursuzdur. Bir insan kulağı, hiçbir zaman müzik setinde olduğu gibi cızırtılı veya parazitli algılamaz; ses ne ise tam ve net bir biçimde onu algılar. Bu durum, insan yaratıldığı günden bu yana böyledir. Şimdiye kadar insanoğlunun yaptığı hiçbir görüntü ve ses cihazı, göz ve kulak kadar hassas ve başarılı birer algılayıcı olamamıştır. Ancak görme ve işitme olayında, tüm bunların ötesinde, çok büyük bir gerçek daha vardır.
Harun Yahya (Adnan Oktar)
265
Beynin İçinde Gören ve Duyan Şuur Kime Aittir? Beynin içinde, ışıl ışıl renkli bir dünyayı seyreden, senfonileri, kuşların cıvıltılarını dinleyen, gülü koklayan kimdir? İnsanın gözlerinden, kulaklarından, burnundan gelen uyarılar, elektrik sinyali olarak beyne gider. Biyoloji, fizyoloji veya biyokimya kitaplarında bu görüntünün beyinde nasıl oluştuğuna dair birçok detay okursunuz. Ancak, bu konu hakkındaki en önemli gerçeğe hiçbir yerde rastlayamazsınız: Beyinde, bu elektrik sinyallerini görüntü, ses, koku ve his olarak algılayan kimdir? Beynin içinde göze, kulağa, burna ihtiyaç duymadan tüm bunları algılayan bir şuur bulunmaktadır. Bu şuur kime aittir? Elbette bu şuur beyni oluşturan sinirler, yağ tabakası ve sinir hücrelerine ait değildir. İşte bu yüzden, herşeyin maddeden ibaret olduğunu zanneden Darwinist-materyalistler bu sorulara hiçbir cevap verememektedirler. Çünkü bu şuur, Allah'ın yaratmış olduğu ruhtur. Ruh, görüntüyü seyretmek için göze, sesi duymak için kulağa ihtiyaç duymaz. Bunların da ötesinde düşünmek için beyne ihtiyaç duymaz. Bu açık ve ilmi gerçeği okuyan her insanın, beynin içindeki birkaç santimetreküplük, kapkaranlık mekana tüm kainatı üç boyutlu, renkli, gölgeli ve ışıklı olarak sığdıran yüce Allah'ı düşünüp, O'ndan korkup, O'na sığınması gerekir.
Materyalist Bir İnanç Buraya kadar incelediklerimiz, evrim teorisinin bilimsel bulgularla açıkça çelişen bir iddia olduğunu göstermektedir. Teorinin hayatın kökeni hakkındaki iddiası bilime aykırıdır, öne sürdüğü evrim mekanizmalarının hiçbir evrimleştirici etkisi yoktur ve fosiller teorinin gerektirdiği ara formların yaşamadıklarını göstermektedir. Bu durumda, elbette, evrim teorisinin bilime aykırı bir düşünce olarak bir kenara atılması gerekir. Nitekim tarih boyunca dünya merkezli evren modeli gibi pek çok düşünce, bilimin gündeminden çıkarılmıştır. Ama evrim teorisi ısrarla bilimin gündeminde tutulmaktadır. Hatta bazı insanlar teorinin eleştirilmesini "bilime saldırı" olarak göstermeye bile çalışmaktadırlar. Peki neden?.. Bu durumun nedeni, evrim teorisinin bazı çevreler için, kendisinden asla vazgeçilemeyecek dogmatik bir inanış oluşudur. Bu çevreler, materyalist felsefeye körü körüne bağlıdırlar ve Darwinizm'i de doğaya getirilebilecek yegane materyalist açıklama olduğu için benimsemektedirler.
İSLAM'IN KIŞI VE BEKLENEN BAHARI
266
Bütün hayatımızı beynimizin içinde yaşarız. Gördüğümüz insanlar, bindiğimiz araba, içinde çalıştığımız iş yeri, çevremizdeki herşey beynimizde oluşur. Gerçekte ise beynimizde, ne renkler, ne sesler, ne de görüntüler vardır. Beyinde bulunabilecek tek şey elektrik sinyalleridir.
Bazen bunu açıkça itiraf da ederler. Harvard Üniversitesi'nden ünlü bir genetikçi ve aynı zamanda önde gelen bir evrimci olan Richard Lewontin, "önce materyalist, sonra bilim adamı" olduğunu şöyle itiraf etmektedir: Bizim materyalizme bir inancımız var, 'a priori' (önceden kabul edilmiş, doğru varsayılmış) bir inanç bu. Bizi dünyaya materyalist bir açıklama getirmeye zorlayan şey, bilimin yöntemleri ve kuralları değil. Aksine, materyalizme olan 'a priori' bağlılığımız nedeniyle, dünyaya materyalist bir açıklama getiren araştırma yöntemlerini ve kavramları kurguluyoruz. Materyalizm mutlak doğru olduğuna göre de, İlahi bir açıklamanın sahneye girmesine izin veremeyiz.90
Bu sözler, Darwinizm'in, materyalist felsefeye bağlılık uğruna yaşatılan bir dogma olduğunun açık ifadeleridir. Bu dogma, maddeden başka hiçbir varlık olmadığını varsayar. Bu nedenle de cansız, bilinçsiz maddenin, hayatı var etti-
Harun Yahya (Adnan Oktar)
267 ğine inanır. Milyonlarca farklı canlı türünün; örneğin kuşların, balıkların, zürafaların, kaplanların, böceklerin, ağaçların, çiçeklerin, balinaların ve insanların maddenin kendi içindeki etkileşimlerle, yani yağan yağmurla, çakan şimşekle, cansız maddenin içinden oluştuğunu kabul eder. Gerçekte ise bu, hem akla hem bilime aykırı bir kabuldür. Ama Darwinistler kendilerince Allah'ın apaçık olan varlığını kabul etmemek için, bu akıl ve bilim dışı kabulü cehaletle savunmaya devam etmektedirler. Canlıların kökenine materyalist bir ön yargı ile bakmayan insanlar ise, şu açık gerçeği görürler: Tüm canlılar, üstün bir güç, bilgi ve akla sahip olan bir Yaratıcının eseridirler. Yaratıcı, tüm evreni yoktan var eden, en kusursuz biçimde düzenleyen ve tüm canlıları yaratıp şekillendiren Allah'tır.
Evrim Teorisi Dünya Tarihinin En Etkili Büyüsüdür Burada şunu da belirtmek gerekir ki, ön yargısız, hiçbir ideolojinin etkisi altında kalmadan, sadece aklını ve mantığını kullanan her insan, bilim ve medeniyetten uzak toplumların hurafelerini andıran evrim teorisinin inanılması imkansız bir iddia olduğunu kolaylıkla anlayacaktır. Yukarıda da belirtildiği gibi, evrim teorisine inananlar, büyük bir varilin içine birçok atomu, molekülü, cansız maddeyi dolduran ve bunların karışımından zaman içinde düşünen, akleden, buluşlar yapan profesörlerin, üniversite öğrencilerinin, Einstein, Hubble gibi bilim adamlarının, Frank Sinatra, Charlton Heston gibi sanatçıların, bunun yanı sıra ceylanların, limon ağaçlarının, karanfillerin çıkacağına inanmaktadırlar. Üstelik, bu saçma iddiaya inananlar bilim adamları, pofesörler, kültürlü, eğitimli insanlardır. Bu nedenle evrim teorisi için "dünya tarihinin en büyük ve en etkili büyüsü" ifadesini kullanmak yerinde olacaktır. Çünkü, dünya tarihinde insanların bu derece aklını başından alan, akıl ve mantıkla düşünmelerine imkan tanımayan, gözlerinin önüne sanki bir perde çekip çok açık olan gerçekleri görmelerine engel olan bir başka inanç veya iddia daha yoktur. Bu, Afrikalı bazı kabilelerin totemlere, Sebe halkının Güneş'e tapmasından, Hz. İbrahim (as)'ın kavminin elleri ile yaptıkları putlara, Hz. Musa (as)'ın kavminin içinden bazı insanların altından yaptıkları buzağıya tapmalarından çok daha vahim ve akıl almaz bir körlüktür. Gerçekte bu durum, Allah'ın Kuran'da
İSLAM'IN KIŞI VE BEKLENEN BAHARI
268
Geçmiş zamanlarda tim saha tapan insanların inanışları ne derece garip ve akıl al mazsa günümüzde Darwi nistlerin inanışları da aynı derecede akıl al mazdır. Darwi nistler tesadüfleri ve cansız şuursuz atom ları cahilce adeta yaratı cı güç olarak kabul ederler hatta bu batıl inanca bir di ne bağlanır gi bi bağlanırlar.
işaret ettiği bir akılsızlıktır. Allah, bazı insanların anlayışlarının kapanacağını ve gerçekleri görmekten aciz duruma düşeceklerini birçok ayetinde bildirmektedir. Bu ayetlerden bazıları şöyledir: Şüphesiz, inkar edenleri uyarsan da, uyarmasan da, onlar için fark etmez; inanmazlar. Allah, onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir; gözlerinin üzerinde perdeler vardır. Ve büyük azab onlaradır. (Bakara Suresi, 6-7) … Kalpleri vardır bununla kavrayıp-anlamazlar, gözleri vardır bununla görmezler, kulakları vardır bununla işitmezler. Bunlar hayvanlar gibidir, hatta daha aşağılıktırlar. İşte bunlar gafil olanlardır. (Araf Suresi, 179)
Allah, Hicr Suresi’nde ise bu insanların mucizeler görseler bile inanmayacak kadar büyülendiklerini şöyle bildirmektedir: Onların üzerlerine gökyüzünden bir kapı açsak, ordan yukarı yükselseler de, mutlaka: "Gözlerimiz döndürüldü, belki biz büyülenmiş bir topluluğuz" diyeceklerdir. (Hicr Suresi, 14-15)
Bu kadar geniş bir kitlenin üzerinde bu büyünün etkili olması, insanların gerçeklerden bu kadar uzak tutulmaları ve 150 yıldır bu büyünün bozulmaması ise, kelimelerle anlatılamayacak kadar hayret verici bir durumdur. Çünkü, bir veya birkaç insanın imkansız senaryolara, saçmalık ve mantıksızlıklarla dolu iddialara inanmaları anlaşılabilir. Ancak dünyanın dört bir yanındaki insanların,
Harun Yahya (Adnan Oktar)
269
şuursuz ve cansız atomların ani bir kararla biraraya gelip; olağanüstü bir organizasyon, disiplin, akıl ve şuur gösterip kusursuz bir sistemle işleyen evreni, canlılık için uygun olan her türlü özelliğe sahip olan Dünya gezegenini ve sayısız kompleks sistemle donatılmış canlıları meydana getirdiğine inanmasının, "büyü"den başka bir açıklaması yoktur. Nitekim, Allah Kuran'da, inkarcı felsefenin savunucusu olan bazı kimselerin, yaptıkları büyülerle insanları etkilediklerini Hz. Musa (as) ve Firavun arasında geçen bir olayla bizlere bildirmektedir. Hz. Musa (as), Firavun'a hak dini anlattığında, Firavun Hz. Musa (as)'a, kendi "bilgin büyücüleri" ile insanların toplandığı bir yerde karşılaşmasını söyler. Hz. Musa (as), büyücülerle karşılaştığında, büyücülere önce onların marifetlerini sergilemelerini emreder. Bu olayın anlatıldığı bir ayet şöyledir: (Musa:) "Siz atın" dedi. (Asalarını) atıverince, insanların gözlerini büyüleyiverdiler, onları dehşete düşürdüler ve (ortaya) büyük bir sihir getirmiş oldular. (Araf Suresi, 116)
Görüldüğü gibi Firavun'un büyücüleri yaptıkları "aldatmacalar"la -Hz. Musa (as) ve ona inananlar dışında- insanların hepsini büyüleyebilmişlerdir. Ancak, onların attıklarına karşılık Hz. Musa (as)'ın ortaya koyduğu delil, onların bu büyüsünü, ayette bildirildiği gibi "uydurduklarını yutmuş" yani etkisiz kılmıştır: Biz de Musa'ya: "Asanı fırlatıver" diye vahyettik. (O da fırlatıverince) bir de baktılar ki, o bütün uydurduklarını derleyip-toparlayıp yutuyor. Böylece hak yerini buldu, onların bütün yapmakta oldukları geçersiz kaldı. Orada yenilmiş oldular ve küçük düşmüşler olarak tersyüz çevrildiler. (Araf Suresi, 117-119)
Ayetlerde de bildirildiği gibi, daha önce insanları büyüleyerek etkileyen bu kişilerin yaptıklarının bir sahtekarlık olduğunun anlaşılması ile, söz konusu insanlar küçük düşmüşlerdir. Günümüzde de bir büyünün etkisiyle, bilimsellik kılıfı altında son derece saçma iddialara inanan ve bunları savunmaya hayatlarını adayanlar, eğer bu iddialardan vazgeçmezlerse gerçekler tam anlamıyla açığa çıktığında ve "büyü bozulduğunda" küçük duruma düşeceklerdir. Nitekim, yaklaşık 60 yaşına kadar evrimi savunan ve ateist bir felsefeci olan, ancak daha sonra gerçekleri gören Malcolm Muggeridge evrim teorisinin yakın gelecekte düşeceği durumu şöyle açıklamaktadır:
İSLAM'IN KIŞI VE BEKLENEN BAHARI
270 Ben kendim, evrim teorisinin, özellikle uygulandığı alanlarda, geleceğin tarih kitaplarındaki en büyük espri malzemelerinden biri olacağına ikna oldum. Gelecek kuşak, bu kadar çürük ve belirsiz bir hipotezin inanılmaz bir saflıkla kabul edilmesini hayretle karşılayacaktır.91
Bu gelecek, uzakta değildir aksine çok yakın bir gelecekte insanlar "tesadüfler"in ilah olamayacaklarını anlayacaklar ve evrim teorisi dünya tarihinin en büyük aldatmacası ve en şiddetli büyüsü olarak tanımlanacaktır. Bu şiddetli büyü, büyük bir hızla dünyanın dört bir yanında insanların üzerinden kalkmaya başlamıştır. Evrim aldatmacasının sırrını öğrenen birçok insan, bu aldatmacaya nasıl kandığını hayret ve şaşkınlıkla düşünmektedir.
Dediler ki: "Sen yücesin, bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yok. Gerçekten sen, herşeyi bilen, hüküm ve hikmet sahibi olansın." (Bakara Suresi, 32)
Harun Yahya (Adnan Oktar)
271
NOTLAR 1- Charles Darwin, The Descent of Man, 2. baskı, New York, A. L. Burt Co., 1874, s. 178 2- Conway Zirkle, Evolution, Marxian Biology and the Social Scene, Philadelphia; The University of Pennsylvania Press, 1959, s. 527 3- Marx ve Engels, Mektuplar, cilt 2, s. 426 4- Marks ve Engels, Mektuplar, cilt 2, s.126 5- Viladimir Ilyiç Lenin, Proleterya Partisinin Din Konusundaki Tutumu, Proleterya, sayı: 45, 13 (28) Mayıs 1909 6- Zaman Gazetesi, 12 Ocak 1994 7- http://www.ripnet.org/ strategies/ alert/chechnya/closeup.htm 8- http://www.kafkas.org.tr/ajans/16.01.2001 %20%20Multeci%20kamplarinda%20 verem %20drami.html 9- Noam Chomsky, T. Demirer, Y. Demirer, Ö. Orhangazi, G. Özgür, H. H. Saunders, Terör Ne, Terörist Kim, Mart 2000, Ütopya Yayınevi, Ankara, cilt 2, s. 276 10- Noam Chomsky, T. Demirer, Y. Demirer, Ö. Orhangazi, G. Özgür, H. H. Saunders, Terör Ne, Terörist Kim, Mart 2000, Ütopya Yayınevi, Ankara, cilt 2, s. 277 11- Noam Chomsky, T. Demirer, Y. Demirer, Ö. Orhangazi, G. Özgür, H. H. Saunders, Terör Ne, Terörist Kim, Mart 2000, Ütopya Yayınevi, Ankara, cilt 2, s. 277 12- Benjamin Beit Hallahmi, The Israeli Connection : Who Israel Arms and Why, Pantheon Books,1987, s. 237-240 13- Zaman Gazetesi, 6 Mart 2001 14- Yeni Şafak Gazetesi, 31 Aralık 2000 15- Fikret Ertan, İsrail'in Emniyeti, Zaman Gazetesi, 14 Ekim 2000 16- Fikret Ertan, İsrail'in Emniyeti, Zaman Gazetesi, 14 Ekim 2000 17- Bu rakamlar Eylül 2000- 20 Mart 2001 tarihi arasındaki dönemi kapsamaktadır. Kızıl Haç, BM gibi örgütlerin bölgede çalışma yapan birimlerinin verilerinden elde edilerek Filistin HDIP Enstitüsü tarafından hazırlanmıştır -http://www.hdip.org 18- Hilal ed-Dawli, Mayıs 1992 (Harun Yahya, Yeni Masonik Düzen, Vural Yayıncılık, Şubat 1996, s. 730) 19- http://www.kanal7.com/zdosya/ kesmir.htm 20- New York Times, 22 Ocak 1990 21- İsa Yusuf Alptekin, Unutulan Vatan Doğu Türkistan, Seha Yayınları, İstanbul 1999, s. 160 22- Stephen Jay Gould, Ever Since Darwin, W. W. Nor-
ton & Company, 1992, s. 26 23- K. Mehnert, Kampf um Mao's Erbe, Deutsche Verlags-Anstalt, 1977 24- L'Express, 30 Kasım 2000 25- L'Express, 30 Kasım 2000 26- Le Monde, Mart 1995 27- EIR Executive Intelligence Review, 8 Aralık 1994 28- EIR Executive Intelligence Review, 8 Aralık 1994 29- Altınoluk, Ekim 1997 30- http://www.kanal7.com/zdosya/cez.htm, Cezayir Gerçeği, Kanal 7 Haber Programı, 6 Nisan 1998 31- http://www.aitco.com/~sonuyari/ eskiler/su97e/sm315.htm 32- Daniel Ligou, Dictionnaire de la Franc-Maçonnerie, Paris Presse Universitaires de France, 1987 s. 1199, (Harun Yahya, Yeni Masonik Düzen, Vural Yayıncılık, Şubat 1996, s.757) 33- Le Monde Diplomatique, Ekim 1999, Bruno Callies De Salies, Croissance Économique Et Répression Politique, Les deux visages de la dictature en Tunisie 34- Israel Shahak, Downturn in Rabin's Popularity Has Several Causes, Washington Report on Middle East Affairs, Mart 1995, s. 97-98 35- Benjamin Beit Hallahmi, The Israeli Connection: Who Israel Arms and Why, Pantheon Books,1987 s. 52 36- Harun Yahya, Yeni Masonik Düzen, Vural Yayıncılık, Şubat 1996, s. 759 37- Benjamin Beit Hallahmi, The Israeli Connection : Who Israel Arms and Why, Pantheon Books,1987, s. 52 38- İmadüddin Halil, Afrika Dramı, s. 49-50, (Harun Yahya, Yeni Masonik Düzen, Vural Yayıncılık, Şubat 1996 s.771) 39- http://www.liberte-aref.com/francais/ tortu.htm 40- http://www.liberte-aref.com/francais/ date.htm 41- Benjamin Beit Hallahmi, The Israeli Connection: Who Israel Arms and Why, Pantheon Books, 1987, s. 4749 42- Nehir, Kasım 1993. 43- Ahmet Varol, İslam Dünyasından Kesitler 3, Seha Yayınları, İstanbul, 1992, s.151 44- Yeni Binyıl Gazetesi, 1 Eylül 2000 45- Güneş Gazetesi, 22 Aralık 1986 46- Cumhuriyet Gazetesi, 7 Ocak 1987 47- Assem Akram, Histoire de la Guerre d'Afghanistan, Paris, Balland, "Le Nadir" dizisi, 1996, s. 516; S. Courtis, N. Werth, J. L. Panne, A. Paczkowski, K. Bartosek, J. L. Margolin, Komünizmin Kara Kitabı, Doğan Kitap, İstanbul, Mart 2000, s. 931
İSLAM'IN KIŞI VE BEKLENEN BAHARI
272 48- Michael Barry, La Resistance Afghane, du Grand Moghol à l'Invasion Soviétique, Paris, Flammarion, "Champs" dizisi, 1989, s. 314; S. Courtis, N. Werth, J. L. Panne, A. Paczkowski, K. Bartosek, J. L. Margolin, Komünizmin Kara Kitabı, Doğan Kitap, İstanbul, Mart 2000, s. 932 49- Michael Barry, La Resistance Afghane, du Grand Moghol à l'Invasion Soviétique, Paris, Flammarion, "Champs" dizisi, 1989, s. 306-307; S. Courtis, N. Werth, J. L. Panne, A. Paczkowski, K. Bartosek, J. L. Margolin, Komünizmin Kara Kitabı, Doğan Kitap, İstanbul, Mart 2000, s. 933 50- S. Courtis, N. Werth, J. L. Panne, A. Paczkowski, K. Bartosek, J. L. Margolin, Komünizmin Kara Kitabı, Doğan Kitap, İstanbul, Mart 2000, s. 943 51- Tarih ve Medeniyet, Aralık 1996, sayı 33, s. 18 52- "Public Enemy, No:1", Newsweek, 9 Nisan 1990, s. 8 53- Ray Wilkinson, "Iraq's Dark Knight", Newsweek, 9 Nisan 1990, s.12 54- Ray Wilkinson, "Iraq's Dark Knight", Newsweek, 9 Nisan 1990, s.12 55- Hürriyet Gazetesi, 21 Ocak 1999 56- Büyük Larousse Ansiklopedisi, Milliyet, 4. cilt, Birmanya, s. 1686 57- Büyük Larousse Ansiklopedisi, Milliyet, 4. cilt, Birmanya, s. 1687 58- Le Monde Diplomatique, Temmuz 2000, Islam contestataire aux Philippines, Solomon Kane, Laurent Passicousset 59- Nokta, Marcos'un Yamyamları, 18 Ağustos 1985, s. 36-37 60- Harun Yahya, Yeni Masonik Düzen, Vural Yayıncılık, s. 745 61- S. Courtis, N. Werth, J. L. Panne, A. Paczkowski, K. Bartosek, J. L. Margolin, Komünizmin Kara Kitabı, Doğan Kitap, İstanbul, Mart 2000, s. 779-780 62- http://mawanella.all-saudi.com/ 63- Y. Ziya Cömert, Patani Dosyası, Akabe Yayın Ticaret ve Sanayi A.Ş., İstanbul, s. 37 64- Sahih-i Müslim, 1/136 65- Sünen-i İbni Mace, 10/334 66- Sünen-i İbni Mace, 10-347/ Ramuz el Ahadis, s. 508/ İbni Mace-Tabaranai'nin Kebiri 67- Ölüm-Kıyamet-Ahiret ve Ahirzaman Alametleri, s. 437 68- Ölüm-Kıyamet-Ahiret ve Ahir zaman Alametleri, s. 464 69- Süneni-i Ebu Davut, 5/93 70- El-Kavlu'l Muhtasar Fi Alamatil Mehdiyy-il Muntazar, s. 23 71. Sidney Fox, Klaus Dose, Molecular Evolution and The Origin of Life, New York: Marcel Dekker, 1977, s. 2
72. Alexander I. Oparin, Origin of Life, (1936) New York, Dover Publications, 1953 (Reprint), s. 196 73. "New Evidence on Evolution of Early Atmosphere and Life", Bulletin of the American Meteorological Society, c. 63, Kasım 1982, s. 13281330. 74. Stanley Miller, Molecular Evolution of Life: Current Status of the Prebiotic Synthesis of Small Molecules, 1986, s. 7 75. Jeffrey Bada, Earth, Şubat 1998, s. 40 76. Leslie E. Orgel, The Origin of Life on Earth, Scientific American, c. 271, Ekim 1994, s. 78 77. Charles Darwin, The Origin of Species: A Facsimile of the First Edition, Harvard University Press, 1964, s. 189 78. Charles Darwin, The Origin of Species: A Facsimile of the First Edition, Harvard University Press, 1964, s. 184. 79. B. G. Ranganathan, Origins?, Pennsylvania: The Banner Of Truth Trust, 1988. 80. Charles Darwin, The Origin of Species: A Facsimile of the First Edition, Harvard University Press, 1964, s. 179 81. Charles Darwin, The Origin of Species, s. 172, 280 82. Derek A. Ager, "The Nature of the Fossil Record", Proceedings of the British Geological Association, c. 87, 1976, s. 133 83. Douglas J. Futuyma, Science on Trial, New York: Pantheon Books, 1983. s. 197 84. Solly Zuckerman, Beyond The Ivory Tower, New York: Toplinger Publications, 1970, s. 75-94; Charles E. Oxnard, "The Place of Australopithecines in Human Evolution: Grounds for Doubt", Nature, c. 258, s. 389 85. J. Rennie, "Darwin's Current Bulldog: Ernst Mayr", Scientific American, Aralık 1992 86. Alan Walker, Science, c. 207, 1980, s. 1103; A. J. Kelso, Physical Antropology, 1. baskı, New York: J. B. Lipincott Co., 1970, s. 221; M. D. Leakey, Olduvai Gorge, c. 3, Cambridge: Cambridge University Press, 1971, s. 272 87. Time, Kasım 1996 88. S. J. Gould, Natural History, c. 85, 1976, s. 30 89. Solly Zuckerman, Beyond The Ivory Tower, New York: Toplinger Publications, 1970, s. 19 90. Richard Lewontin, "The Demon-Haunted World", The New York Review of Books, 9 Ocak, 1997, s. 28. 91. Malcolm Muggeridge, The End of Christendom, Grand Rapids: Eerdmans, 1980, s. 43