COG323

Page 1

ANKARA ÜNİVERSİTESİ • DİL ve TARİH-COĞRAFYA FAKÜLTESİ COĞRAFYA BÖLÜMÜ DERS NOTLARI

BÖLGESEL KALKINMA

Prof. Dr. Ertuğrul Murat ÖZGÜR Bölgesel Coğrafya Anabilim Dalı

Ankara - 2010

1


2010-2011 Öğretim Yılı COG 323 Bölgesel Kalkınma Dersi; Anahtar Kelimeler: Küreselleşme, Yerelleşme, Postfordist Üretim Süreci, Yenilikçilik ve Buluşçuluk, Yeni Sanayi Odakları, Sosyal Sermaye, Öğrenen Bölge

Okuma Listesi: 1. Armatlı-Köroğlu,B., (2006). Sanayi bölgelerinde KOBİ ağları ve yenilik süreçleri. Değişen Mekân içinde, (yay.haz.) A.Eraydın, Dost Kitabevi, Ankara, 397-420. 2. Eraydın, A., (2004). Bölgesel kalkınma kavram, kuram ve politikalarında yaşanan değişimler. Kentsel Ekonomi Araştırmaları Sempozyumu 2003 (KEAS ‘03), Bildiriler, 126-146. 3. Albeni, M. ve Karagöz, M. (2003). Bölgesel kalkınmada öğrenme, bilgi birikimi ve yenilik: Türkiye için bir perspektif. Süleyman Demirel Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, 8, 2, 157-170. 4. Oğuztürk, B.S. (2003). Yenilik kavramı ve teorik temelleri. Süleyman Demirel Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, 8, 2, 253-273. 5. Çetin, M. (2006). Bölgesel kalkınmada sosyal ağların rolü: Silikon Vadisi örneği. Dokuz Eylül Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, 21, (1), 1-25.

2


1. 2. 2.1. 2.1.1. 2.2. 2.3. 2.4. 2.5. 2.5.1. 2.5.2. 2.5.3. 3. 3.1. 3.2. 3.3. 3.3.1. 3.3.2. 3.4. 3.4.1. 3.4.2. 3.4.3. 3.5. 3.6. 3.7. 3.8. 4. 4.1. 4.2. 4.3. 4.4. 5. 6. 7. 8. 9. 10.

İÇİNDEKİLER GİRİŞ BÖLGE KAVRAMI ve GEÇİRDİĞİ DEĞİŞİM Homojen Bölge İstatistiki Bölge Birimi Polarize Bölge Plân Bölge Coğrafî Bölge Gelişmişlik Düzeyi Bakımından Bölge Az Gelişmişliğin Ekonomik Nitelikleri Az Gelişmişliğin Sosyo-Kültürel Nitelikleri Az Gelişmişliğin Demografik Nitelikleri GELİŞME ve BÖLGESEL GELİŞME Gelişme (Kalkınma) Sürdürülebilir Kalkınma Bölgesel Gelişme Değişen Bölgesel Gelişme Politikaları Dünyadaki Yeni Ekonomik ve Toplumsal Gelişmeler Bölgesel Kalkınma Bakımından Yeni Sanayi Odakları ve Girişimcilik Yeni Sanayi Odakları Yüksek Teknolojiye Dayalı Sanayi Odağı Üretme Politikası Girişimcilik Yenilikçilik, Buluşçuluk ve Öğrenen Bölge Bölgesel Özendirme Önlemleri Sosyal Sermaye Bölgesel Kalkınma Ajansı (BKA) BÖLGESEL KALKINMA KURAMLARI Neoklasik Büyüme ve İçsel Büyüme Modelleri Kalkınma İktisadı İktisadi Coğrafya Yeni Ekonomik Coğrafya Modelleri BÖLGESEL EŞİTSİZLİK / DENGESİZLİK PLANLAMA HİYERARŞİSİ BÖLGE PLANLAMADA YENİ GELİŞMELER BÖLGESEL GELİŞMENİN ARACI OLARAK BÖLGE PLANLAMA TÜRKİYE’DE BÖLGESEL GELİŞME YAKLAŞIMLARI TÜRKİYE’DE BÖLGE PLANLAMASI DENEYİMLERİ KAYNAKÇA

3


1.GİRİŞ Ekonomi politikası aracı olarak, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana, gelişmiş ve gelişmekte olan pek çok ülkede ulusal kalkınma plânları hazırlanmaktadır. Bu planlar, makro hedeflere odaklandığından, ekonomik gelişmenin mekânsal dağılımının izlenmesi mümkün olamamaktadır (Dinler, 2001: 67). Oysa mekânsal boyut, kalkınma ve geri kalmışlık sorunlarının çözümü için geliştirilen önemli araçlardan biri durumundadır. Mekân unsurunun ekonomik analiz ve araştırmalarda dikkate alınması ve kalkınmaya kaynak görevi görecek etmenlerin sağlayacağı kazançların yükseltilmesinde mekân olarak bölgelerin değerlendirilmesi gerekmektedir. Bölge verilerinin bilinmesi ve üretimde etkin bir şekilde kullanılması, bir bakıma ulusal plânların başarı şansını da artırmaktadır (Erkal, 1990: 26). O itibarla bölgesel kalkınma/gelişme konusuyla daha fazla ilgilenilmesi gereği ortaya çıkmaktadır. Bölgesel Kalkınma dersi, küreselleşme bağlamında yeniden önem kazanan yerel, bölgesel, bölgeselleşme, bölgecilik gibi kavramların ışığında, kalkınma/gelişme süreçlerine mekânsal/coğrafi boyutuyla bakmayı amaçlamaktadır. Çünkü biliyoruz ki, günümüzde mekânsal bir ölçek olarak bölge, kapitalist gelişimin ulaştığı noktada, üretim ve örgütlenmenin temel birimi halini almıştır (Eceral, 2006: 458). Bu ders kapsamındaki konular, kavramsal tanımlamalarla başlatılmakta daha sonra teorik olarak

genişletilmekte,

devamında

da

Türkiye’nin

konuyla

ilgili

mevcut

durumu

ve

politikaları/uygulamaları irdelenmektedir. Şüphesiz bölgesel kalkınma dersinin en önemli ve temel kavramları, bölge ve kalkınma olmak durumundadır. Bu ders kapsamında, her iki kavrama da çeşitli açılardan yaklaşılmakta, bu kavramların zamanla geçirdiği değişim üzerinde durulmaktadır. Zira bu değişim, bölge kavramının sadece coğrafi bölge olarak algılanmadığını gözler önüne sermekle kalmamakta, kalkınma veya son yıllarda daha sık kullanılır hale gelen gelişme kavramını da içermektedir. Gelişme veya kalkınma, 19. yüzyılda “ekonomik büyüme” anlamında kullanılırken, 20. yüzyılın son çeyreğinde “yaşam kalitesi” ile ölçülmeye başlanmış, günümüzde sürdürülebilirlik1 ile birlikte ele alınan bir kavrama dönüşmüştür. Avrupa’da giderek yaygınlaşan, seçilmiş yönetimleri ve yasama yetkileriyle bölgeler, ekonomik gelişmenin itici gücü olmanın yanında, kültürel kimliğin ve demokrasinin de güvencesi

1

Sürdürülebilir kalkınma, ekonomik büyüme ve refah seviyesini yükseltme çabalarını, çevreyi ve yeryüzündeki tüm insanların yaşam kalitesini koruyarak gerçekleştirme yöntemidir. Birleşmiş Milletler, Çevre ve Kalkınma Komisyonu’na (1987) göre: "İnsanlık, gelecek kuşakların gereksinimlerine cevap verme yeteneğini tehlikeye atmadan, günlük ihtiyaçlarını temin ederek, kalkınmayı sürdürülebilir kılma yeteneğine sahiptir".

4


olarak değerlendirilmektedir. Başka bir söylemle Avrupa Birliği, bölgelerin kurumsal süreçlerde kendilerini ifade etmeleri ve karar süreçlerine daha etkin katılma hedeflerinin gerçekleştirilmesinde bölgesel ölçeği, esnekliğe olanak tanıyan yapısı ile anahtar role sahip görmektedir. Bu bakımdan Avrupa Birliği ile üyelik müzakerelerine başlamış bir ülke olarak Türkiye’nin bölge ve kalkınması konusundaki yeni yaklaşımları iyi irdelemesi gerekmektedir. Kalkınmanın mekânsal boyutu, bölgesel dengesizlik/eşitsizlik, bölge plânlama ve bölgesel politikalar gibi kavramları açıklamayı ve bunların Türkiye’deki durumunu da mercek altına alarak incelemeyi gerektirmektedir. Bu dersin bir başka amacı da Türkiye’de ekonomik olduğu kadar her geçen gün politik ve sosyal sorunlara yol açan, ülke içi bütünleşmeye engel oluşturacak hale gelmeye başlayan bölgeler arası farklar ve dengesizlikler, bu dengesizlikleri giderme yolunda bir araç olarak kullanılan politikalar ve uygulamalar konusuna eğilmektir. Günümüzde bölgesel gelişme, küreselleşme süreçlerinden bağımsız olarak ele alınabilecek bir husus değildir. O nedenle de küreselleşme ile bölgesel/yerel gelişme arasındaki ilişkilerin araştırılması, bölgesel gelişmenin yeni yaklaşımlarla küreselleşme perspektifinde irdelenmesi kaçınılmaz olmaktadır. Son yıllarda bölgelerin sadece ülkelerin/ulus devletlerin bir parçası değil, aynı zamanda uluslar arası sistemin bir parçası olduğu ve bir bölgenin gelişmesinin, yerel kapasite ve birikimin uluslar arası rekabet koşullarında kullanılabilmesi ile mümkün olduğu gerçeği kalkınma yazınının gündemine girmiştir. Yeni düzende var olma mücadelesinin; yerel/bölgesel kalkınma çerçevesinde rekabet gücü, buluşçuluk ve öğrenme kapasitesi kavramlarıyla anılıyor olması, yeni küresel ekonomik ortamda bölgelerin birbirleriyle hem yarışan hem de paylaşan birimler şekline dönüşmesi, bu konular üzerinde de yoğunlaşmamızı gerektirmektedir. Bu çerçevede bir bölgenin dünya ekonomik sisteminden dışlanması veya artan zenginleşmeden pay alabilmesi için gerekli koşulların belirlenmesi de yerinde olacaktır.

5


2.BÖLGE KAVRAMI ve GEÇİRDİĞİ DEĞİŞİM Türk Dil Kurumu’nun internet üzerinden erişilebilen Güncel Türkçe Sözlüğü’nde bölge, her hangi bir nitelik bakımından bir tutulan ülke, yer ya da toprak parçası, sınırları idarî, ekonomik birliğe, toprak, iklim ve bitki özelliklerinin benzerliğine veya üzerinde yaşayan insanların aynı soydan gelmiş olmalarına göre belirlenen toprak parçası (mıntıka) olarak tanımlanmaktadır. Öte yandan çeşitli disiplinlere mensup bilim insanlarının çalışmalarında, bazı ortak noktalarda buluşan bölge tanımlarıyla karşılaşılmaktadır. Bunların arasında şüphesiz bölgeyi önemini yitirdiği dönemlerde de sahiplenmiş olan coğrafyacılarla birlikte siyaset bilimciler ile şehir ve bölge plâncıların tanımları ön sıralarda yer almaktadır. Söz konusu bilim insanlarının bir kaçının tanımları aşağıda verilmiştir: 1 İzbırak (1964: 46), ”yeryüzünün doğal, beşeri ya da ekonomik özelliklerine göre belirmiş bir bölümü”ne bölge demeyi tercih etmiştir. 2 Sanır (2000: 49) Coğrafya Terimleri Sözlüğü’nde bölgeyi, “yeryüzü şekilleri, iklimi, bitki örtüsü, sosyal ve ekonomik yaşam biçimleri bakımından bir birlik oluşturan, bu özellikleriyle çevresinden ayrılan yeryüzü veya ülke bölümüdür” şeklinde tanımlamıştır. 3 Keleş (1998: 29), bölgeyi “bir ülkenin, doğal özellikleri, nüfus yapısı, kaynakları, çıkarları açısından türdeşlik gösteren, bir bütün olarak tasarlanmasında yarar görülen bölümü” olarak tanımlamaktadır. 4 Tümertekin ve Özgüç (1997: 49-50), coğrafî mekânın; karmaşık, birbirine bağlı mekân sistemlerinin, her biri ayrı ayrı bölgeleri oluşturacak şekilde bölünmüş bir bütün olduğunu savunmuşlar, zamanla bölge kavramının uğradığı değişime dikkat çekerek, bölgeye bakışın, “önceleri egemen olan toplumun doğayla sentezi bakış açısından insanla ilgili süreçlerin özel bir bileşimi görüşüne dönüşmüştür” vurgusunu yapmışlardır. 5 Son yıllarda adeta yeniden keşfedilen bölgenin taşımaya başladığı anlamı en iyi ifade edenlerden biri de Eraydın’dır (2002, 2004). Ona göre, geçmişte ulus devletin alt birimi olarak tanımlanan bölge, bu gün küresel sistemin bir parçası ve kalkınma süreçlerinin yeni birimleri olarak işlev kazanmıştır (Eraydın, 2002: 17). Böylece 1980’li yıllarda bölge kavramını da içeren yerel birimler, değişen dünya düzeni, artan küresel ilişkiler ve kurumlar çerçevesinde elde ettikleri göreli konumla tanımlanmaya başlamışlardır. Bu çerçevede, yerel-küresel etkileşimi ve yerelin bu etkileşim içinde sürdürülebilir gelişmesini sağlayacak rekabet gücü ön plâna çıkmaktadır. Bu değişim, “yerelin potansiyeli, ilişkileri ve kurumları ile farklı ağlar içinde var olmasını sağlayacak bir bütünün bölge” olarak tanımlanmasına yol açmıştır. Artık bölge kavramı, eski edilgen kimliğinden kurtularak, kendi kapasiteleri, birikimleri ve kimlikleri ile dünya içinde var olmaya çalışan bir içeriğe sahip olmuştur. 21.yüzyılın başında bölge, 1960’ların yarı kapalı bir ekonomik sistemi olmaktan çıkmış, dünyadaki

6


farklı nitelikli ve amaçlı ağlar içinde yer alabilen ve bunlarla etkileşim içinde olan bir mekânsal birime dönüşmüştür (Eraydın, 2004: 127). 6 Bölge kavramı, günümüzde değişik ülkelerde farklı anlamlarda kullanılmaktadır. Örneğin bölge, Belçika’da, “federe devlet” anlamına gelirken, İspanya’da “özerk toplulukları” ifade etmekte, Fransa’da ise, bir “yerel yönetim kuruluşu” dur. Bölge, ulus-devletin temel işlev ve yetkilerinin paylaştırılacağı yeni bir yönetsel, siyasal ve kültürel bir kavram olarak kullanılmaya başlanmıştır (Bayramoğlu, 2005: 38). Bölge kavramı, dünyada olduğu gibi ülkemizde de tam anlamıyla açıklığa kavuşmuş bir kavram değildir. Bölge sözcüğünün ifade ettiği mekân biriminin boyutu ve içeriği sözcüğün kullanıldığı bağlama göre değişebileceği gibi, aynı bağlamda da farklılık gösterebilmektedir. Örneğin, Avrupa Birliği (AB)’de plânlama bağlamında bölgeler, kent ve metropol alandan, çok daha geniş kırsal alanlara kadar çeşitli boyutlardadır. Avrupa’daki bölgelerin üç ortak özelliği şöyle sıralanabilir: 1

kademelenmede illerden büyük olması,

2

devlet olmaması ve

3

idari/hukuki açıdan bir varlık olarak tanınmasıdır (Bayramoğlu, 2005: 38 ve 39).

7 Bölgelerin bir kısmı ekonomik, sosyal, kültürel açıdan homojen mekân parçası iken; bir kısmı işlevsel açıdan bütünlük gösteren birimlerdir (DPT, 2000: 7 ve 8). 8 Son yıllarda yaşanan küreselleşme ve bölgeselleşme (bölgesel birliklerin oluşumu), postFordist üretime geçiş, post-modernizm, bilginin yükselen değeri gibi, ekonomik, sosyal, teknolojik ve politik değişimler, geleneksel bölge kavramını da tartışmaya açmıştır. Geleneksel anlayışta bölge, yan yana gelmiş yerel birimlerin mekânsal bütünlüğü ile oluşan, ulus-devlet dışına kapalı, ulus devletin denetiminde, sınırları çizilmiş bir birimdir. Küresel anlayışta bölge ise, ilişki ağı ile belirlenen, mekânsal süreklilik koşulu olmayan yerellerin oluşturduğu, uluslar arası ilişkilere doğrudan açılan, sınırları değişken bir birimdir. İlişkiler ağının niteliği ve ilişkilerin yoğunluğu yerelin, dolayısıyla bölgenin gelişmişliğini belirler. Bu durumda yerel/yerel dinamikler, ekonomik kalkınmanın ve bölgesel gelişmenin itici gücüdür. Diğer bir deyişle mekân, kalkınmanın önemli bir bileşeni durumundadır. Yerel; küresel ekonomide bir aktör olarak, kırsal bir sanayi bölgesi olabileceği gibi, geniş bir nüfus-hizmet-üretim yığılmasına sahip bir metropoliten alan da olabilir. Günümüzde yerelin, küresel düzeyde üstlendiği ekonomik ve siyasi rol, onu bir gelişme aktörü konumuna getirmiştir. Ancak bu, geleneksel bölgenin önemini yitirdiği anlamına gelmemektedir.

7


Tersine, bölgesel organizasyonun, vizyon oluşturarak, bölge içinde, yönetsel eşgüdümü sağlamada, bölge dışında, bölgeler arası (ulus içi ve uluslar arası) rekabette söz sahibi olmada üstleneceği yönlendirici rol önem kazanmıştır. 9 Son olarak plânlama amaçlı bölge, kentten daha geniş, ülkeden daha küçük; yönetsel (idarî) sınırları, ulus yönetsel birim sınırlarıyla çakışan, ama etkileşim açısından o sınırları aşabilen, yerinden yönetilen, demokratik-katılımcı bir yönetime ve bütçeye sahip bir plânlama ve yönetim birim olarak tanımlanabilir. Latince, çevre veya alan anlamına gelen “regio” sözcüğünden türemiş bölgenin (region), tanımlanmasında ve sınırlarının çizilmesinde büyük zorluklar çekilmektedir. Bölge kavramını tanımlamaya çalışanlar, ölçek, nitelik ve ondan beklenen işlevlerin farklılığı nedeniyle bu zorlukları yaşamaktadır. Ölçek açısından ele alındığında bölge; bir devletin ekonomik, siyasal, yönetsel, coğrafî, kültürel, etnik ve yerleşmeye dair ölçütleriyle ortaya çıkan/çıkarılan alt ulusal bölümleri olabilmektedir. Ancak uluslar arası ölçek söz konusu olduğunda bölge; devletlerin meydana getirdiği, ekonomik, siyasal ve askeri topluluk/birliklere karşılık gelmektedir (Mengi ve Algan, 2003: 82). Bölge kavramı, ölçek ve tanım zorluklarına karşın literatürde yine tanımlanmış farklı bölge tipleriyle karşılaşılmaktadır. Bunlardan en sık rastlanılanları; homojen, polarize, plân, coğrafi bölge kavramlarıdır. Kalkınma literatüründe ayrıca, gelişmiş ve az gelişmiş bölge kavramlarıyla da karşılaşılmaktadır. Burada bu bölge tiplerini kısaca açıklamakta yarar görülmektedir. Ayrıca son yıllarda Türkiye’de de çeşitli veri setlerini mekân birimlerine oturtmak maksadıyla kullanılan ve bir tür homojen bölge olan istatistiksel bölgelerden de söz edilmesinde yerinde olacaktır. 2.1.Homojen Bölge Homojenlik (bağdaşlık), bütün öğeleri aynı yapıda veya aynı nitelikte olan anlamına gelmektedir. Bütün noktaları kendi aralarında olabildiğince yakın özellikler gösteren alanlara ise; homojen alan denilmektedir. Birbirine bitişik/komşu homojen alanlar homojen bölgeyi, oluşturmaktadır (Dinler, 2001: 77). Yani homojen bölge, sürekli bir homojen alana karşılık gelen, birbirine yakın nitelikler gösteren komşu alanlar grubudur. Benzer başka bir tanımda homojen bölge; “karakteristikleri birbirine mümkün olduğu kadar yakın olan birimlerden meydana gelen devamlı bir mekândır” şeklinde belirtilmektedir (Polatkan, 1968: 20). Bu tanımlardan anlaşılan odur ki, homojen bölge, aslında benzer özellikler gösteren yerel birimlerin gruplaştırılmasından ortaya çıkmaktadır.

8


Homojen bölge, uzun zamandan beri coğrafyacılar, sosyologlar, demograflar ve ekonomistler tarafından kullanılan bir kavramdır. Yağış bölgeleri, iklim bölgeleri, nüfus yoğunluğu bölgeleri, bitki örtüsü bölgeleri, tarım bölgeleri bu kapsamda sayılabilecek homojen bölge örnekleridir. Ülkemizde bölgesel kalkınma çalışmalarına hazırlık amacıyla homojen bölge ayrımı, 1970’li yılların başında, İmar ve İskân Bakanlığı ile Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) tarafından da yapılmıştır. Homojen bölge, bölgesel farklılıkların kolaylıkla belirlemeye, yani bölge muhasebesi (Erkan, 1990: 17) yapmaya olanak tanıdığından, bir ülkede bölgeler arası gelişmişlik farklarının azaltılması politikaları için kullanılan bir bölge türü olmuştur. Aynı gelişmişlik düzeyinde olan komşu iller, gelişmişlik düzeyi yönünden homojen bölgeyi oluştururlar (Dinler, 2001: 77 ve 78). 2.1.1.İstatistiki Bölge Birimi Avrupa Birliği (AB)’ne üye ülkeler arasında bölgeler arası dengesizlikleri ortadan kaldırmak ve geri kalmış bölgelerin Birliğin sağladığı fonlardan yararlanmalarını ortak bir zeminde gerçekleştirmek amacıyla, bir bölgeleme sistemi oluşturulmuştur. Bu bölgeleme sistemiyle üç husus özellikle hedeflenmektedir: Birincisi, AB’nin her bölgesine ait karşılaştırılabilir nitelikteki verilerin toplanması; ikincisi, bölgelerin sosyo-ekonomik analizlerinin yapılabilmesi, üçüncüsü ise, AB bölgesel politikalarının çerçevesinin belirlenmesi ki son iki hedef, bölgeler arası farklılıkların azaltılabilmesine yöneliktir (Çamur ve Gümüş, 2005: 150). İstatistiki Bölge Birimleri, sınırları yerel yönetimlere ve yerel topluluklara verilen görevlere, bu görevleri etkin ve ekonomik olarak yürütecek nüfus büyüklüğüne, tarihî, kültürel ve diğer faktörlere göre belirlenen normatif 2 bölgelerdir. NUTS olarak da bilinen “İstatistiki Bölge Birimleri Sınıflandırması (İBBS)”, AB’nin bölgesel düzeyde

uyguladığı

kazanımlarına

(müktesebata)

uyum

çerçevesinde;

DPT

Müsteşarlığı

koordinasyonunda ve eski Devlet İstatistik Enstitüsü Başkanlığı’nın da katkılarıyla bölgesel istatistiklerin toplanması, geliştirilmesi, bölgelerin sosyo-ekonomik analizlerinin yapılması, bölgesel politikaların çerçevesinin belirlenmesi ve Avrupa Birliği Bölgesel İstatistik Sistemi’ne uygun karşılaştırılabilir istatistiki veri tabanı oluşturulması amacıyla Türkiye’de de yapılmıştır3.

2

Normatif sözcüğü, kurallarla, yasalarla ilgili olan anlamında kullanılmıştır. İstatistiki Bölge Birimleri Sınıflandırması’na dair Bakanlar Kurulu'nun 2002/4720 sayılı kararı, 22 Eylül 2002 tarih ve 24884 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanmıştır. 3

9


Bu çalışma sonucunda; nüfus eşik değerleri 4 esas alınarak, iller Düzey 3 (81 il) olarak tanımlanmıştır. Ekonomik, sosyal ve coğrafî yönden benzerlik gösteren komşu iller ise bölgesel kalkınma plânları ve nüfus büyüklükleri de dikkate alınarak Düzey 2 (26 bölge) ve Düzey 1 (12 bölge) olarak gruplandırılmak suretiyle hiyerarşik bir bölgeleme oluşturulmuştur (Şekil 1).

Şekil 1. Türkiye’nin Düzey 1’e göre İstatistiki Bölge Birimleri (NUTS Bölgeleri) Ayrıca bu yapılanma gerçekleştirilirken, tüm kamu kurum ve kuruluşlarınca; bölgesel istatistiklerin toplanması, geliştirilmesi, bölgelerin sosyo-ekonomik analizlerinin yapılması ve bölgesel politikaların çerçevesinin belirlenmesi gibi çalışmalarda, belirlenen İBBS’nin esas alınacağına da vurgu yapılmıştır. 2.2.Polarize Bölge Homojen bölge ayrımı, bölgeler arasındaki sosyo-ekonomik gelişmişlik farkının boyutlarının ne olduğunun ortaya konulmasını sağlayan statik bir değerlendirmedir. Ancak bölgesel gelişme politikaları uygulanırken, bir bölgenin öteki bölgelerle ilişkilerinin yoğunluğunun da dikkate alınması gerekir. Bu durum bizi dinamik nitelik taşıyan polarize (kutuplaşmış veya nodal) bölge kavramına götürür. Polarize bölge, bir kutup ve bu kutbun etkisi altındaki yerleşme merkezleri arasındaki ilişkiyi gösteren dinamik bir kavramdır.

4

Avrupa Birliği Komisyonu’nun NUTS bölgeleri için belirlediği eşik nüfus büyüklükleri. Düzey

En az

En çok

NUTS 1 NUTS 2 NUTS 3

3.000.000 800.000 150.000

7.000.000 3.000.000 800.000

Kaynak: (Çamur ve Gümüş, 2005:151).

10


Bir ülkede mevcut tüm yerleşme merkezleri karşılıklı ilişki içindedir. Küçük kentsel merkezler, ticarî yönden daha büyük yerleşme merkezlerine bağlıdırlar. Bir başka deyişle küçük merkezler (kasabalar) kendilerinden daha büyük yerleşme merkezlerinin (kentlerin) etkisi altındadırlar. Bir yerleşme, kendinden daha küçük bir veya daha fazla sayıda yerleşmeyi etkisi altına alabiliyorsa, o yerleşme bir cazibe merkezi haline gelmiş, yani kutuplaşmıştır. İşte cazibe merkezi ile etkisi altındaki alan polarize bölgeyi oluşturmaktadır. Söz konusu kutuplaşmış yerleşme merkezi ne kadar çok yerleşmeyi etki altına alıyorsa, polarize bölgenin alanı ve nüfus büyüklüğü de o kadar artmaktadır. 2.3.Plân Bölge Bir ülkedeki yerleşme merkezlerinin mevcut gelişmişlik düzeyinin göz önüne alınmasıyla saptanan homojen bölge ve yerleşme merkezleri arasındaki ilişkilerin yoğunluğunun dikkate alınmasıyla belirlenen polarize bölgeden farklı olarak, bölge plânlarının uygulandığı alanlar bütününe plân bölge denilmektedir. Plân bölgeler, kalkınma plânlarının hazırlanmasına yardımcı olmak ve uygulanmasını kolaylaştırmak, bölgenin kalkınmaya katılmasını sağlamak amacıyla belirlenmiş alanlardır ve kaynakların en iyi şekilde kullanılmasına yardımcı bir araçtır (Erkal, 1978: 28 ve 29). Boudeville, plânlama bölgelerini ekonomik kararlarda birlik veya tutarlılık sergileyen alanlar olarak tanımlamıştır. Klaassen ise; plânlama bölgesini “diğer şeyler yanında, ekonomik boyutta yatırım kararları almak için yeterli büyüklükte, kendi endüstrisini sağlamaya gücü olan, gerekli iş gücü ve homojen ekonomik yapıya sahip olan, en az bir büyüme merkezine sahip bir alandır” şeklinde ifade etmiştir. Bölge plânlaması açısından “Plân bölgenin büyüklüğü ne olmalıdır?” sorusunun yanıtı, bölge plânı hedefleri içinde saklıdır. Uygulamalarda kolaylık, ekonomik kararlarda tutarlılık sağlamak ve plân hedeflerini iyi saptayabilmek için, sınırları iyi belirlenmiş plân bölgeler seçilmesi gerekmektedir. Plân bölgeler, bölgesel plân uygulayan ülkedeki plânlama anlayışı ve bölgesel sorunlara göre, ülke ölçeğinde veya sorunlu bölge düzeyinde kapsama alanlarına sahip olabilir. Bunlardan birincisi, ulusal kalkınma plânına mekân boyutu katabilmek amacıyla yapılan bölgesel ayrımın bir sonucu iken; ikincisi, yoğun bölgesel sorunların aşılabilmesi amacıyla başlatılan bölgesel plânlamanın bir ürünüdür. Söz konusu ikinci tip bölgesel plânlamanın amacı, geri kalmış bölgenin sorunlarını azaltmak olabileceği gibi, hızlı sanayileşen yörelerin sorunlarının giderilmesi, göçler yoluyla aşırı nüfuslanan bölgelerde yoğunlaşmanın önlenmesi, zengin yer altı kaynaklarının harekete geçirilmesi veya doğal dengelerin sürdürülebilmesi de olabilir. Türkiye’de de bu tip bölgesel plânlama anlayışının ürünü olan GAP, DOKAP (Şekil 2), Doğu Marmara Bölgesi, Yeşilırmak Havza Gelişim Projesi, Zonguldak Bölgesi gibi plân bölgeler oluşturulmuştur.

11


2.4.Coğrafî Bölge Coğrafî bölge, fizikî ve beşerî coğrafya özellikleri açısından az da olsa (genel çizgileri ile) benzerlik gösteren belli büyüklükteki arazi üniteleri ya da coğrafî birliklerdir (Doğanay, 1993: 98). Coğrafî bölgeler, yeryüzünde doğal ve beşerî (sosyo-ekonomik) özellikleri yönünden genelde bir bütünlük sağlayan büyük alanlardır ki bir anlamda doğal bölgeler ile sosyo-ekonomik bölgelerin sentezidirler (Özçağlar, 2003: 12). Ekonomistlerden gelen bir görüşe göre de coğrafî bölge, coğrafî ölçütlere göre (iklim, bitki örtüsü vb.) aynı özellikleri taşıyan yörelerin gruplaştırılması sonucu elde edilen homojen bölgelerden başka bir şey değildir (Dinler, 2001: 79). Sonuç olarak, “alansal birlik ve mekânsal karşılıklı etkileşim yoluyla belirli coğrafi olaylar, bir alanda benzerlik / kalıplaşma gösteriyorsa veya bir alan kendi içinde türdeş ise; burası coğrafî bölgedir” denilebilir. Şekil 2. DOKAP (Doğu Karadeniz Bölgesi Bölgesel Kalkınma Plânı) Bölgesi

Türkiye, kongre kararlarıyla 7 büyük coğrafî bölgeye (mıntaka) ve 21 alt bölgeye (bölüme) ayrılmıştır (Birinci Coğrafya Kongresi, 1941). Bu coğrafî bölge/bölüm ayrımları, o dönemde yaşanan bölge karmaşasına son vermek ve ulusal eğitimde pratik ve pedagojik olabilmek amaçlarıyla yapılmıştır (Şekil 3). Bölge ayrımında, doğal ve beşeri coğrafya etmenlerinin bir sentezi alınmaya çalışılmıştır. Günümüzde coğrafi bölgeler plânlamada değil, coğrafya ders kitapları ile yazılı ve görsel basının hava durumu raporları sunumu dışında kullanılmaz olmuştur. Bunun en önemli nedeni de bölge sınırlarının idarî sınırlarla çakışmamasıdır. Zira bölgesel plânların uygulama aşamasında, genelde il düzeyindeki yönetsel birimlerden yararlanılmaktadır.

12


Şekil 3. Türkiye’nin coğrafi bölgeleri (Türk Coğrafya Kongresi, 1941)

2.5.Gelişmişlik Düzeyi Bakımından Bölge Gelişmiş bölge, gelir düzeyi ve gelir artış hızı bakımından ülke ortalamalarının üstünde olan, nüfusunun eğitim, kültür ve sosyal güvence düzeyi yüksek, eğitim, sağlık, yol, su ve elektrik gibi sosyal alt yapı yatırımları yeterli seviyede bulunan, sabit sosyal hizmet yatırımları yanında üretime dönük ekonomik yatırımlara da sahip olan alanları ifade etmektedir (Erkal, 1990: 21). Az

gelişmiş

bölge

ise;

gelişme

potansiyelini

kaybetmiş

veya

gelişmesi

için

üstünlükleri/avantajları olmayan bölgelere denir. Bu bölgeler, belirli bir süre içinde sosyal ve ekonomik göstergeler açısından başka bölgelerle karşılaştırıldığında ekonomik üstünlüklerinin bulunmaması ile dikkati çekmektedir. Az gelişmiş bölgeler ülkeden ülkeye değişir, dolayısıyla ayrı ve başka sosyal sistemlere sahip toplumların az gelişmiş bölgelerinin karşılaştırılmasından verimli sonuçlar elde edilemez. Bununla birlikte yine de az gelişmişlik ve az gelişmiş bölgeler için bazı ortak göstergelerden söz edilebilir (Erkal, 1990; Tümertekin, ve Özgüç, 1997b; Dinler, 2001; Kaplan, 2004). Bu göstergeler, az gelişmişliğin ekonomik, sosyo-kültürel ve demografik nitelikleri şeklinde gruplandırabilir. 2.5.1.Az Gelişmişliğin Ekonomik Nitelikleri 1. Kişi başına düşen milli gelir ülke ortalamasının altındadır. Aynı zamanda adaletsiz bir gelir dağılımı söz konusudur. 2. İstihdamda tarım, hayvancılık, balıkçılık, ormancılık gibi birincil (primer) faaliyetler egemendir. 3. Hâkim sektör durumundaki tarımda teknik düzey son derece düşük, tarımsal araç ve gereçler sınırlı ve ilkeldir.

13


4. Ekonomik verimlilik son derece düşüktür. 5. Tarımsal üretimde daha çok tahıl ve birincil ham maddeler ön plândadır. 6. Tarımda gelir ve mal varlığına oranla yüksek bir borçlanma düzeyi yaygındır. 7. Tarımsal işletmeler küçük ve arazi parçalanmıştır. 8. Modern endüstriler gelişememiş, daha çok geleneksel el sanatları tarzında imalat faaliyetleri varlığını sürdürmektedir. 9. Kişi başına düşen sermaye ve tasarruf miktarları çok düşüktür. 10. Halkın gıda ve ihtiyaç maddelerine bütçelerinden ayırdıkları pay çok yüksektir. 11. Kişi başına ticaret küçük hacimlidir. 12. Dış satımda (ihracat) tarım ve ham madde ürünlerinin oranı yüksektir. 13. İşsizlik ve/veya gizli işsizlik oranları, oldukça yüksek düzeylidir. 2.5.2.Az Gelişmişliğin Sosyo-Kültürel Nitelikleri 1. Orta sınıfın zayıftır veya hiç bulunmamaktadır. 2. İlkel/düşük nitelikli eğitim sisteminin yanında, çağ nüfusu içinde okur-yazar olmayan nüfus oranının yüksekliği dikkat çeker. 3. Kadınların toplumsal ve ekonomik otonomileri zayıftır. 4. Halkın büyük bir kısmında geleneksel tavır ve tutumlar yaygındır. 5. Toplumsal statü, eğitim yoluyla kazanılabileceği gibi doğuştan da elde edilebilmektedir. 6. Çocuk iş gücü yaygın şekilde kullanılmaktadır. 7. Konut koşulları çok kötüdür. 8. Alt yapı (yol, su, kanalizasyon, elektrik, haberleşme gibi), sağlık ve eğitim hizmetleri yetersiz ve ülke genelinden geridir. 2.5.3.Az Gelişmişliğin Demografik Nitelikleri 1. Nüfusun yaş bileşiminde genç (0–14 yaş grubu) nüfus oranı yüksektir. 2. Doğum oranı binde 40 gibi yüksek bir düzeydedir ve bu değer ülke ortalamasının üzerindedir. 3. Nüfus artış hızı, ülke nüfus artış hızından daha yüksektir. 4. Doğumdan itibaren yaşam beklentisi (ortalama ömür) az, ölüm oranları, özellikle çocuk/bebek ölüm oranları yüksektir. 5. Halk sağlığı, beslenme, temel hijyen ve temizlik koşulları yetersiz ve bozuktur. 6. Tarımsal nüfus oranı, ülke ortalamasından yüksektir. Tarımda çalışanların sayısı azalsa dahi aynı üretim miktarı elde edilebilir ki, bu durum tarımdaki mutlak aşırı nüfusu ifade etmektedir.

14


7. Bölge dışına göç verme oranı ve eğilimi yüksektir. 8. Kentleşme oranı, ülke kentleşme düzeyinin genelde altındadır ve kentleşme kalitesi düşüktür. 9. Kırsal aşırı kalabalıklaşma söz konusudur.

Özetle, az gelişmiş/gelişmekte olan ülke veya bölgelerde gözlenen ekonomik özellikler içerisinde, tarım kesiminin ekonomik yapıda önemli bir yer kaplaması dikkat çekmektedir. Bu yapı, üretimin, dış ticaretin ve emek piyasasının yapısında kendisini göstermekte ve makro düzeyde gözlenen sorunların temel nedenlerinden birini oluşturmaktadır (Kaplan, 2004: 20). Diğer taraftan az gelişmiş ülke/bölge demografik özellikleri içinde, yüksek ölüm ve bebek ölüm oranları, kısa ömür, beslenme ve sağlık hizmetlerinin yetersizliği, genç nüfus fazlalığı gibi göstergelerden de söz etmek mümkündür. Teknoloji ve teknik kadro yetersizliği ile düşük verimlilik de ekonomik ve demografik belirgin özelliklere eklenecek öteki yapısal özellikleri ifade etmektedir.

15


3.GELİŞME ve BÖLGESEL GELİŞME 3.1.Gelişme (Kalkınma) Genel bir tanımlamayla kalkınma, “bir ulusun arzu edilen şekilde ekonomik gelişme süreci ortaya koyabilmesi amacıyla, ulusal ekonominin bir bütün olarak düzenlenmesidir”. Kalkınma daha geniş anlamıyla, “bir toplumda ekonomik, toplumsal ve siyasal alanda arzu edilen her türlü değişme ve gelişme” olarak tanımlanabilir (Tüylüoğlu ve Çeştepe, 2004: 29). Başka bir tanımda kalkınma, “ülkelerin ulaşmaya çabaladığı bir hedef ve aynı zamanda nedensel ilişkileri içeren bir süreç” olarak ifade edilmektedir (Ingham, 1995: 33). Kalkınma kavramıyla yakından ilişkili başka kavramlar da vardır ki bunlar, büyüme ve ilerlemedir (Büyüme → gelişme/kalkınma → ilerleme üçlüsü). Bunlardan büyüme, yalnızca “üretilen miktardaki bir dizi artıştır”; gelişme/kalkınma, “üretim teknikleri ve üretici davranışlarında olumlu bir değişimin de eklendiği büyümedir”; ilerleme ise, “bir toplum içindeki gruplar arasındaki toplumsal gerilimin azalmasının da eşlik ettiği gelişme”ye karşılık gelmektedir (Tümertekin ve Özgüç, 1997: 91). Gelişme kavramına, tarihsel süreç içinde farklı anlamlar da yüklenmiştir. Bu kavram, 19. yüzyılda “ekonomik büyüme” anlamına gelmekteydi. Temel ölçütler milli gelir, yaratılan katma değer, sanayi sektöründe üretim/çalışan hacmi, vb. idi. 20. yüzyılın ilk çeyreğinde “sosyal refah” içeriğine kavuşan gelişme kavramı, gelir yanında insanların veya toplumların sahip oldukları kolaylıkları (fiziksel ve sosyal altyapı, vb.) da kapsar hale gelmişti. Gelişme, 20. yüzyılın son çeyreğinde ise “yaşam kalitesi” ile ölçülmeye başlanmıştır. Yaşam kalitesi, özellikle nitelikli doğal, fiziksel, sosyal ve kültürel çevrenin varlığı ve tüketilmesi/tüketilme olanağına kavuşulması anlamını taşımaktadır (DPT, 2000: 8). Gelişme, bir politika amacı olarak ele alınırsa, o zaman “neyin geliştirileceği” sorusu sorulmalıdır. Gelişme kavramı, çok ayrıntıya inmeden, bir hedef veya arzulanan bir durum olarak tanımlanmış ve hemen tümüyle büyüme hedefleri gibi algılanmıştır. Toplumun elde etmeye çalıştığı temel ekonomik ve sosyal hedeflere ulaşmada, büyümeden yararlanacak olanlara veya plân sonuçlarına fazla önem verilmemiştir. Oysa toplumun elde etmeye çalıştığı temel ekonomik ve sosyal hedefleri kapsayacak bir gelişme kavramına ihtiyaç vardır. 3.2.Sürdürülebilir Kalkınma Dünya son 20 yılda hem sosyal, hem ekonomik, hem de çevresel açıdan radikal biçimde değişti: Küresel nüfus artarak 6.8 milyar kişiye ulaştı, küreselleşmenin şekillendirmesiyle küresel ekonomi büyüdü ve küresel ticaret de arttı. 1987’de 5.927 USD olan dünya çapında kişi başı Gayrisafi

16


Milli Hasıla (GSMH) 2004’te 8.162 Amerikan doları oldu. Buna rağmen bu gelişme, bölgeler arasında eşit olmayan bir biçimde dağılmaktadır. Aynı zamanda son yıllarda dünyada büyük politik değişimler de yaşandı. Nüfus artışı ve ekonomik büyüme doğal kaynaklara olan talebi ve dolayısıyla doğal kaynaklar üzerindeki baskıyı arttırdı. Su kaynakları, ormanlar, balıkçılık, arazi kullanımı da dâhil olmak üzere doğal kaynakların sürdürülebilir olmayan kullanımı, bireysel geçim kaynaklarını tehdit edebildiği gibi yerel, ulusal ve uluslararası ekonomileri de tehdit eder hâle geldi. Birleşmiş Milletlerin Binyıl Kalkınma Hedefleri’nin yedincisi olan “çevresel sürdürülebilirliğin sağlanması”, diğer hedeflere ulaşılmasında kritik role sahip görülmektedir. Birçok yoksul ülkede, doğal kaynaklar temel geçim ve yaşam kaynaklarıdır. Doğal sermaye, düşük gelirli ülkelerin zenginliğinin %26’sını oluşturmaktadır. Gelişmekte olan ülkelerde hastalıkların %20’si çevresel risklerle ilişkilidir. Güvenilir olmayan su kullanımı, zayıf sağlık ve hijyen koşulları dünyada çocuk ölümlerinin ikinci en büyük nedenidir. Örneğin, ishalden dolayı yılda 1.8 milyon çocuk hayatını kaybetmektedir. Doğal kaynakların sürdürülebilir kullanımı, bu bakımdan yoksulluğu, hastalıkları ve çocuk ölümlerini azaltmaya katkıda bulunacak ve anne sağlığını iyileştirerek cinsiyet eşitliğini ve evrensel öğrenimi destekleyecek bir yaklaşımdır. Bu yaklaşım, bölgesel kalkınma konusunda da anahtar görev üstlenmektedir. Çevreye saygı, 21. yüzyılda uluslararası ilişkiler için en gerekli temel değerlerden biri kabul edilmektedir. Bu husus, Birleşmiş Milletler Binyıl Bildirgesi’nde de “Tüm insanlığı, özellikle çocuklarımızı ve torunlarımızı, insan eliyle geri dönülmez biçimde bozulmuş ve kaynakları artık ihtiyaçları karşılamaya yetmeyecek ölçüde azalmış bir dünyada yaşama tehdidinden kurtarmak için hiçbir çabayı esirgeyemeyiz.” şeklinde belirtilmiştir. Binyıl Bildirgesi, Birleşmiş Milletler Çevre ve Kalkınma Konferansı’nda (UNCED) kararlaştırılan sürdürülebilir kalkınma ilkelerini, Gündem 21’de belirlenenler dâhil olmak üzere, desteklemeyi teyit etmektedir ve çevreyi ilgilendiren tüm faaliyetlerde yeni bir koruma etiğini ve yönetimini benimseme konusundaki ilke kararını belirtilmektedir. Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri’nin Yol Haritası’nın bir parçası olarak 2000 yılında onaylanan, BM’nin genel misyon ve hedefleri çerçevesinde uygulanacak olan Binyıl Kalkınma Hedefleri, çevrenin korunması ve doğal kaynakların akılcı kullanımı üzerinde önemle durulmaktadır. Binyıl Kalkınma Hedefleri’nden biri olan çevresel sürdürülebilirliğin sağlanması hedefine, sürdürülebilir kalkınma ilkelerini ülke politikalarına ve programlarına stratejik olarak entegre ederek ve çevresel kaynakların kaybını durdurarak ulaşılması mümkündür. Bu kalkınma hedefi aynı zamanda, 2010 yılına kadar biyolojik çeşitlilik kaybını fark edilebilir bir oranda azaltmayı, temiz içme suyuna erişimi olmayan insanların oranını 2015 yılına kadar yarıya indirmeyi ve 2020 yılına kadar en az 100 milyon yoksul gecekonduda yaşayan insanının hayatlarında önemli bir ilerleme kaydetmiş olmayı amaçlamaktadır.

17


Türkiye’nin hassas ekosistemleri; hızlı nüfus artışı, artan gelir ve enerji tüketimi gibi nedenlerle yoğun bir baskıya maruz kalmakta ve artan kentleşme ve turizmdeki gelişmelerden kaynaklanan yoğun kalkınma çabaları ise diğer bir baskı unsuru olarak karşımıza çıkmaktadır. Türkiye, Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (UNFCCC) kapsamında yapılan öngörülere göre, iklim değişikliğine karşı yüksek derecede hassas bölgeler içinde yer almaktadır. Sürdürülebilir kalkınma, küresel bir sorun haline gelirken, Türkiye'deki politika tartışmalarına da giderek daha çok yansımaktadır. 1991 yılından bu yana Türkiye'nin beş yıllık kalkınma planlarında çevresel stratejilere yer verilmektedir. UNDP, Avrupa Birliği’nin 6. Çevresel Eylem Planı doğrultusunda sürdürülebilir kalkınma ilkelerinin ulusal ve bölgesel kalkınma planlarına entegre edilmesini sağlayacak yeni girişimleri destekleme konusunda hükümetle ortak çalışmaktadır. UNDP, “Sürdürülebilir Kalkınma için Ulusal Uygulama Planı”nın özenle hazırlanması ve koordinasyonunda Ulusal Sürdürülebilir Kalkınma Komisyonu’na destek vermeye ve aynı zamanda toplum düzeyinde sürdürülebilir kalkınma ilkelerinin uygulanmasına yardımcı olmaktadır. UNDP’nin çevre yönetişimi ve sürdürülebilir kalkınma konusunda bugüne kadarki çalışmaları, hükümet yetkililerinin enerji ve çevre gelişiminde planlama yapma ve entegre yaklaşımlar uygulama kapasitelerini artırmaya yöneltmiştir. UNDP bu bağlamda, Türk Hükümeti’ne küresel çevre konularını (iklim değişikliği, biyolojik çeşitlilik kaybı gibi) ve taahhütlerini ulusal ve bölgesel planlamaya entegre etme çalışmalarında destek vermektedir. 3.3.Bölgesel Gelişme Bölgesel gelişme, bir bölgenin sürdürülebilirlik bağlamında politik, sosyo-ekonomik ve demografik göstergelerin eskisine göre ileri duruma gelmesi ve bu bölgede yaşayanların yaşam kalitesinin artması olgusudur. Bölgesel gelişmeyi; 

Sektörel (tarım, sanayi ve hizmet) ve fonksiyonel (üretim, dağıtım, tüketim) üst yapı unsurları

Doğal, maddi, kişisel ve kurumsal alt yapı unsurları,

Sanayileşme, kentleşme, bilgi, yenilik ve buluşçuluk ve yatırım gibi alt süreçleri (Erkan, 1987),

Küresel dış etkenler

Bölgenin tarihi geçmişi ve başlangıç üstünlüğü

Ulusal ve bölgesel plânlama politikaları ve karar verme süreçleri etkileyebilmektedir. Sürekli bir gelişme ve değişme içinde olduğunu ileri sürebileceğimiz bölgesel gelişme kavramı,

günümüzde iki farklı anlayışı içermektedir. Bunlardan birincisi bölgesel sürdürülebilir gelişme (regional sustainable development), ikincisi ise; sürdürülebilir bölgesel gelişmedir (sustainable

18


regional development). Bölgesel sürdürülebilir gelişme, başta ekolojik sürdürülebilirlik olmak üzere, canlı-cansız, doğal-yapay, bütün çevresel değerlerin sürdürülebilirliğinin amaç edinildiği politikalar için kullanılmaktadır. Sürdürülebilir bölgesel gelişme ise, bölgesel ekonomik gelişmenin kendi kendini finanse edebilecek ve sürdürülebilecek bir düzeye ulaştığı, bu gerçekleştirilirken çevresel açıdan bazı önlemlerin alındığı bir süreci anlatmaktadır (Mengi ve Algan, 2003: 86 ve 87). Kısacası birincisi çevresel hedeflerin öne çıkarıldığı, ikincisi ise çevresel bakışın sınırlı olduğu daha çok ekonomik hedeflerin üstün tutulduğu bir yaklaşımdır. 3.3.1.Değişen Bölgesel Gelişme Politikaları Büyük ölçekli imalat yapan sanayi kuruluşlarına dayanan ve büyüme kutupları oluşturmayı amaçlayan 1960’lı yılların kalkınma modellerinde bölgesel politikalar; firma odaklı, standart ve merkezi yönetimlerin yürüttüğü hibe sistemlerine dayanıyordu. 1970’lerdeki enerjiye dayalı ekonomik krizlerden sonraki yapılanma sürecinde, mekâna bağlı alternatif yatırımlar, çevre, yaşam kalitesi, iş gücü gibi etkenler üzerinden bölgesel kalkınma politikaları oluşturulmaya çalışılmıştır. Bu yeni politika yaklaşımında mekân; sadece pazar/tüketici kitle, işgücü ve ham maddeye yakınlık olarak değil, aynı zamanda sosyal ilişkilerin, normların, kurumların ve anlayışların bir toplamı şeklinde görülmeye başlanmıştır. Eğitim, nitelikli iş gücü, araştırma-geliştirme (AR-GE) ve teknoloji transferi konuları da bölgesel politikaların bir parçası olmuştur. Bölgenin ekonomik, politik ve kurumsal olarak yeniden doğuşuyla birlikte, 1980’lerden itibaren bölgesel kalkınma politikaları da yeniden yapılandırılmaya başlanmıştır. Bölgesel politikaları ve stratejilerini geliştirme işlevi, çoğunlukla merkezden, Bölgesel Kalkınma Ajansları gibi yerel ve bölgesel kurumlara aktarılmıştır. Avrupa’da 1980 sonrası yürütülen bölgesel politikalarda şu hususlar özellikle dikkati çekmektedir (Kayasü ve Yaşar, 2002: 71-72) : 1 Esnek üretime uygun olarak küçük firmalar üzerinde yoğunlaşma. 2 Yenilikçiliğe destek verme. 3 Bölgesel yardım ve teşviklerde azalma. 4 Üretici servislerini destekleme. 5 Bölgesel politikanın diğer politikalarla işbirliği içinde yürütülmesi. 6 Avrupa Birliği’nin etkisi ve katılımı. 3.3.2.Dünyadaki Yeni Ekonomik ve Toplumsal Gelişmeler 1970’li yıllar, geçmişi 1950’li yıllara dayanan bir dizi toplumsal, ekonomik ve teknolojik gelişmenin, hemen hemen eş zamanlı yüzeye çıkmasına sahne olmuş, küreselleşme olarak

19


adlandırılan yeni ekonomik düzeni yaratmıştır. Birbiriyle etkileşim içindeki küreselleşmeye dair bu gelişmeler üç başlıkta toplanabilir: Fordist üretimde5 tıkanıklık ve esnek üretim: Kitlesel üretimin varlığını sürdürebilmesinin ön koşullarından ikisi; “standart tüketim kalıpları ve istikrarlı pazarların varlığıdır”. 1970’li yıllara kadar Keynezyen politikalarla desteklenen “refah devleti” uygulamaları, tüketim pazarını genişleterek kitlesel üretim için uygun ortamı sağlamıştır. Ancak, 1970’li yılların sonlarına doğru, özellikle de petrol krizinden sonra, devletlerin sıkı para politikasını öngören Friedmancı politikalara yönelmesi, kitlesel üretimin olumsuz etkilenmesine yol açmıştır. Ayrıca, 1950’lerde ithal ikamesi politikasını benimseyen Güneydoğu Asya ülkeleri 1960’larda, emek yoğun sanayilerde önemli başarılar göstermeye ve uluslar arası piyasada rekabete başlamışlardır. Aynı dönemde, giderek ucuzlayan teknolojiler, küçük ve orta boy işletmelere hem büyük işletmelerle rekabet edebilme olanağını vermiş, hem de özel (sipariş üzerine) üretimde ölçek ekonomisi sağladığından bu tür işletmeleri büyüklerden daha avantajlı hale getirmiştir. Kitlesel üretimin krize girmesi ve üretimde yeni arayışlar, iletişim teknolojisindeki gelişmelerin de sağladığı kolaylıklarla esnek üretimi 6 dünya gündemine taşımıştır. Kitlesel üretimden farklı bir iş örgütlenmesi gerektiren esnek üretim (Çizelge 1) toplumsal ve mekânsal yapıda da dönüşüme yol açmıştır. Bilgi toplumuna geçiş: 1960’ların başlarında bilginin üretilmesi ve dağıtılmasının büyük bir değer taşıdığına ilişkin düşünceler yoğunlaşmaya başlamıştır. Daha o yıllarda sosyal bilimciler, ileri sanayi toplumlarının temel toplumsal/ekonomik özelliklerinde değişim eğilimi gözlemlemişlerdir. Bunlar, insana ve bilgi üretimine yönelik ve üretime yardımcı hizmetlerin artması, sermayesi bilgi olan teknik ve profesyonel çalışanlar oranında büyüme, niteliksiz işgücüne talebin düşmesi, makine-kimya gibi sanayi toplumunun lider sanayilerinin yerlerini entelektüel ve enformasyon sanayisine bırakmaya başlaması gibi eğilimlerdir. Çağımızda ömrü kısalan bilgi, toplumların geçmişte görülmedik düzeyde karşılıklı etkileşim içinde olmalarını, rekabeti ve bilgi-teknoloji üretimini hızlandırmıştır. Bilgi toplumu olmakla birey-firma-ulus düzeyinde, rekabet gücünü arttırabilmek için sürekli öğrenen bir yapıya7 sahip olunması gerekliliği ortaya çıkmıştır.

5

Fordist üretim, Henry Ford’un yarattığı kitlesel üretim yapabilmek için hareketli montaj hattının kullanılmasıyla ortaya çıkmış bir üretimi sistemidir. Bu sistemle, her makine belli bir malın üretimini gerçekleştirecek şekilde, belli standartlarda ve çok fazla miktarlarda ürün üretilmesi söz konusudur. 6

Esnek üretim, farklı ve değişen talebe kısa sürede, etkin biçimde yanıt verebilen, bu özelliği gereği küçük/orta boy tanımına giren işletmelerde (KOBİ) görülen üretim biçimidir. Esnek üretim, geleneksel küçük ve orta boy işletmelerden kullandığı modern teknoloji ile ayrılır. 7

Öğrenen yapı, bilgiye dayalı işgücü pazarının ve insan kaynaklarının düzenli geliştirilmesi, yaratıcılığa prim verilmesi, kişi, bilgi, mal ve hizmete küresel ölçekte hareketlilik sağlanmasını gerektirir.

20


Çizelge 1. Kitlesel ve esnek üretim modelleri* ve mekânsal özellikleri** Kitlesel üretim modelinin unsurları

Esnek üretim modelinin unsurları

Standart üretim Bant üretim Tek amaçlı makineler Niteliksiz işgücü (fiziksel emek) Düşük iş motivasyonu (umursamazlık) Çatışmacı iş ilişkileri Hiyerarşik yönetim Dikey iş bölümü (plânlama ve uygulama arasında ayırım) Dışarıdan kontrol Yatay iş bölümü İşçileri iş yerine bağlama Makine temposuna uygunluk Zaman standartları Bireysel çalışma

Ürün farklılaşması Modül üretim Esnek makineler Nitelikli işgücü (zihinsel emek) Yüksek iş motivasyonu (özdeşleşme) İşbirliğine dayalı ilişkiler Katılımcı yönetim Dikey iş entegrasyonu

Fordist üretimin mekansal özellikleri

Esnek üretimin mekansal özellikleri

İşlevsel mekânsal uzmanlaşma Mekânsal işbölümü Birbirinden bağımsız bölgesel işgücü piyasaları Mekânın kültür yapısı ve sosyal ilişkilerinden bağımsız emek üretim ilişkileri Dışarıdan aktarılan yaratıcılık Sağlıklı çalışma ve yaşama çevresi Merkeziyetçi yönetim

Mekânsal yığılma ve toplulaşma eğilimi Mekânda bütünleşme İşgücü piyasalarının bölgelere göre farklılaşması Mekânın kültürel ve sosyal ilişkilerinden üretim sürecinde yararlanma Üretim mekânında yaratıcılık Nitelikli ve kimlikli çalışma ve yaşama çevresi Yerel yönetimlerin etkinlik kazanması

İçeriden kendi kendini kontrol Yatay iş entegrasyonu Rotasyon Montaj hattından bağımsızlık Zaman egemenliği Grup çalışması

Kaynak: *Bozkurt, 1996, **Eraydın, 1992.

Post-modern toplumsal değişim: Dünyada kültürel taleplerin artması, çoğulculuk, bireyin/toplumun kimlik kazanma isteğine bağlı olarak cemaatleşme, tüketim normlarının çeşitlenmesi, ekolojik kaygıların yükselmesi sonucu katılımcı demokrasi, üretimde çeşitlenme, yerellik-yerel kimlik, toplumların sosyal ve mekânsal yapısında değişikliklere yol açmıştır. Gelişmiş kimlik; bölgeler (veya yereller) arasındaki yarışmada, küresel sermayeyi çeken etmenlerden biri haline gelmiştir. Bu üç temel olgu birbiriyle etkileşim içinde 1970’lerin petrol krizinden sonra kurumsallaşmaya başlayan küreselleşmeye ortamını hazırlamış, küreselleşmenin ekonomik, sosyal, teknolojik, çevresel ve mekânsal temellerini oluşturmuşlardır. Esnek üretim ve enformasyon teknolojisi, ulus aşırı firmaların etkin olarak küreselleşmesine yol açmış en stratejik kaynakların, varlıkların, sorumluluk ve kararların merkezileşmesi, merkezin yönetim ve denetim gücüne sahip olması, yerelin uygulama ile ilgilenmesi ve sermayenin serbest hareketine yol açarken, özellikle postmodern durum küreselleşmenin yerellik boyutunu güçlendirmiştir. Finans sektöründe merkezileşmenin artması, bu sektörün gücünü üretim sektörünün önüne geçirmiştir. Kapitalin uluslar arası hareketlilik kazanması, merkez dışı alanlarda yatırımı kolay, çabuk, ucuz hale getirmiştir. Üretimin küreselleşmesine koşut olarak, uluslar arası ekonomik diplomasi önem kazanmış, ulusal güçler küreselleşmeye başlamıştır (hükümetler, artık uluslar arası piyasada birbiriyle ve özel firmalarla pazarlık yapabilmektedirler). Ayrıca, dünyadaki çoklu otorite yapıları (BM, G7, AB,

21


vb.) gittikçe güçlenmektedir ki bu, ulus devletin gücünü, bir ölçüde daha büyük yapısal güçlere devretmesi anlamına gelmektedir. Terörizm ve örgütlü suçlar, insan hakları, göç hareketleri ve çevresel kirlilik gibi konular hızla ülke sınırlarını aşan bir nitelik kazanarak, uluslar arası toplumun büyük bir kesiminin ortak sorunları haline gelmiştir. İletişim ve artan insan hareketliliği, kültürler arası akışkanlığa neden olmakta, bu bir yandan yerel kimlikleri yıpratırken, diğer yandan değişime yol açmaktadır. Küresel kültürün içinde özelliklerini kaybetmeden yaşayabilme şansına sahip olan kültürler için, küresel sistemin teknolojisini kullanarak uluslar arası boyutta kendi bölgesel bilgi ve iletişim ağlarını kurabilme olanağı doğmuştur. Dünya ekonomisinin 1970’lerden bu yana geçirmekte olduğu köklü değişikliklerin yol açtığı yapısal dengeleme süreci, ülkelerde işsizliğin artması ile sonuçlanmıştır. Ayrıca, 1970’li yıllarda merkez ülkelerde, ikincil sektörde (imalat sanayisinde) yapısal düzenleme gerçekleştirilmiştir. Bu gelişmiş sanayi ülkeleri (merkez), geleneksel sanayilerini modernize ederek sermaye yoğun alanlara kaydırırken, emek yoğun sanayi kolları, yeni endüstrileşmekte olan ülkelere (çevre) yöneltilmiştir. Birleşmiş Milletler verilerine göre, yeni endüstrileşmekte olan ülkelerin dünya imalat sanayindeki 1980’de % 9 olan paylarının, 2000 yılında % 25’e yükselmiştir. Sanayileşmiş ülkelerde büyümenin maliyeti; yaşam, sosyal güvence seviyelerinin yükselmesi, çevre sorunları nedenleriyle artmıştır. Bir başka deyişle işgücünün yeniden üretiminin fiyatı yükselmiştir. Bu nedenle bir taraftan sermaye, (teknoloji yoluyla) işgücünün yerini alma çabasındadır, diğer taraftan işgücü yoğun faaliyetler merkezden çevre ülkelere itilmektedir. Yukarıda da değinildiği gibi, yeni ekonomik düzenin oluşmasında/gelişmesinde temel belirleyici olan çok uluslu şirketlerin sanayileşmekte olan ülkelerdeki rolü önemlidir. Finans sektöründe merkezileşmenin artması, bu sektörün gücünü üretim sektörünün önüne geçirmiştir. Sermayenin merkezileşmesine bağlı olarak, yönetim ve denetim küresel kentlerde toplanırken; üretim, merkez dışı alanlara (yerele) dağılmaktadır. Bu nedenle kentlerin önemi eskiye göre artmış, kentler, kent ağları ve/veya bölgeler arası yarış hızlanmıştır. Bu bağlamda, küresel ekonomide yeniden yapılanma, mekânda yeniden yapılanma ile bir arada gelişmektedir denebilir. Günümüzde

devletlerin

başarısı

büyük

ölçüde

bu

küresel

dinamiklere

uyum

sağlayabilmelerine ve onları ulusal hedeflerini gerçekleştirmede kullanılabilmelerine bağlıdır. Ancak, insanlar arasında yeni ortak değerlerin ve amaçların oluşması ulusal egemenlik, ülke bütünlüğü ve ulus-devlet gibi küreselleşmeye zıt kavramların değerlerini yitirdikleri de söylenemez. ABD ve AB içinde Almanya ve Fransa ulus-devlet tutumlarını geçmişten daha etkili biçimde, ekonomik ve/veya stratejik olarak sürdürmektedirler.

22


Günümüzde, uluslar arası bir dizi anlaşma (örneğin, Rio Sözleşmesi ve GATT 8 vb.) ulus devletlere çeşitli açılardan yükümlülükler getirirken, AB gibi çok uluslu bir oluşumun içinde yer almak, bir ülkenin plânlamasına önemli makro girdiler sağlamaktadır. 3.4.Bölgesel Gelişme Bakımından Yeni Sanayi Odakları ve Girişimcilik 1980’li yıllardan bu yana meydana gelen çeşitli boyutlardaki gelişmeler, küreselleşme süreciyle birlikte ulusal ekonomileri derinden etkilerken, mekânsal yapılarda da önemli değişimler yaratmıştır. Bu yıllarda meydana gelen iktisat politikası değişiklikleri, diğer ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de mekânsal yapılarda ve sanayi coğrafyasında önemli dönüşümlere neden olmuştur. Gelişmiş sanayi ülkelerinde meydana gelen mekânsal değişimlerin temel niteliklerinden biri; büyük ölçekli, standart mal üretimi üzerine kurulu sanayi örgütlenmesine (Fordist üretim) sahip, eski sanayi bölgelerinin hızlı bir gerileme süreci içerisine girmesidir. 1970’li yıllarla birlikte, gelişmiş sanayi ülkelerindeki geleneksel sanayi bölgeleri olarak nitelenen mekân birimlerinde durgunluk ve gerileme süreci yaşanırken, aynı ülkelerin kırsal veya azgelişmiş olarak nitelenen bazı bölgelerinde ekonomik hareketlilik gözlenmiştir. Büyük ölçüde; öz kaynak, yerel girişimcilik özellikleri, esnek (Post-Fordist) üretim teknolojileri ve ilişkileri, dayanışma, güven ve örgütlenme kapasitesi gibi içsel faktörlere dayalı olarak gelişen bu tür bölgeler, “Yeni Sanayi Odakları” olarak adlandırılmaktadır (Eraydın, 2002). Günümüzde sanayi odakları olgusu, yeni tür bir yerel ve ulusal kalkınma stratejisi olarak ele alınırken, mevcut odakların gelişme nedenleri ile içsel yapılarının analizi ve buralardan çıkarılabilecek modellerin diğer yerel birimlere taşınması gibi konular akademik ve uygulamaya dönük çevrelerce yoğun olarak tartışılmaktadır. Odakların büyük ölçüde yerel içsel faktörlere dayalı olarak geliştiği yargısı, bu tür bir yerel gelişme modelinin yerel ekonomik gelişme ve yerel yeniden-yapılanma politikaları kapsamında önemini daha da artırmaktadır. Son yıllarda yeni sanayi odakları tartışması, Türkiye’nin de gündemine girmiştir. 1980’lerden itibaren ithal ikameci kalkınma modelinden dışa açık bir büyüme modeline geçen Türkiye’de yeni modelle uyumlu olduğu düşünülen benzeri mekânsal gelişme eğilimleri gözlenmeye başlamıştır. Geleneksel sanayi yoğunlaşma alanları ve metropoliten bir niteliğe dönüşmüş olan büyük kentler, ard bölgeleriyle birlikte ulusal ekonomideki ağırlığını korumuşlardır. Ancak, kısa bir süre öncesine kadar Az Gelişmiş Bölge veya Kalkınmada Öncelikli Yöre (KÖY) kapsamında nitelenen bazı illerde, KOBİ’ler

8

GATT, uluslararası ticareti, haklar ve sorumluluklar açısından düzenleyen çok taraflı bir anlaşmadır. Dünya Ticaret Örgütü (WTO), 1 Ocak 1995'de, uluslararası ticaretin en etkin kurumu olarak, Gümrük ve Ticaret Genel Anlaşması'nın (GATT) yerine kurulmuştur.

23


temelinde ve ihracata dayalı olarak hızlı bir sanayileşme süreci gözlenmeye başlamıştır. Bu illerden en çok anılanlar arasında Denizli, Gaziantep, Çorum ve Konya sayılmaktadır. Yeni sanayi odaklarıyla da ilişkili olmak üzere son dönemde yoğun olarak gündeme gelen diğer bir konu da “girişimcilik-ortaklıklar” konusudur. Mekânsal değişim ile bu değişime eşlik eden toplumsal ve kültürel ortamın kesişme noktasına; yeni değişiklikleri algılayan, teknolojik ve örgütsel yenilikleri benimseyip uygulayan, sanayileşme için gerekli ekonomik ve sosyal kaynakları harekete geçirme kapasitesi olan girişimci oturmuştur. Girişimcilik, küreselleşme ve yerelleşme tartışmalarının da gösterdiği gibi, olgunun bireysel niteliği yanında kolektif nitelik taşıyan potansiyelleri de içermektedir. Bu kapsamda, hem kamu hem de özel ve gönüllü sektörlerin kendi içlerinde ve/veya aralarında oluşturdukları ortaklık girişimlerinin yaygınlık kazanmaya başladığını gözlemlemek mümkündür. Piyasaların küreselleşmesi ve artan rekabet kaçınılmaz olarak yerel dayanışmayı ve kurumsal düzeyde koruyucu katman arayışını gündeme getirmiştir. Özellikle küçük ve orta büyüklükteki kentlerin sosyal özelliklerinden olan, “güven, dayanışma ve bildik olma” gibi ayrıcalıklar ekonomiye taşınan yeni toplumsal ilişki ve etkileşim biçimlerinin çıkmasına veya eskilerin yeni ortama uydurularak canlanmasına neden olmuştur. 3.4.1.Yeni Sanayi Odakları 1970’li yıllar ulusal ekonomiler kadar, yerel ekonomiler için de önemli bir dönüm noktası olmuş, bu dönem sonrasında, ekonomik coğrafyada önemli ölçüde değişimler meydana gelmeye başlamıştır. Bu yıllarda yaşanan ve temelde enerji fiyatlarına dayalı bunalımlar sonucunda, özellikle Batılı ülkelerde bulunan geleneksel sanayi bölgelerinin önemli bir çoğunluğu yapısal sorunlarla karşılaşmıştır. Diğer yandan aynı ülkelerin kırsal/az gelişmiş bölgelerinde, bir ekonomik hareketlilik gözlenmiş, yeni sanayi odakları olarak isimlendirilen bu bölgeler, hızlı bir şekilde sanayileşme sürecine girerek, sıkça kendilerinden söz ettirmeye başlamıştır. Üstelik bu tür odaklar, yalnızca yüksek teknolojiye dayalı sektörlerde değil, aynı zamanda geleneksel olarak nitelenen emek yoğun sektörlerde de uzmanlaşarak dünya piyasalarına girebilme başarısını göstermiştir. Küçük ve orta ölçekli firmaların oluşturduğu yeni sanayi bölgeleri, ulus ötesi şirketlerle rekabet etmede başlı başına bir model olarak görülmektedir. Böylece belli bir yöreye özgü kaynaklara dayalı ekonomik faaliyetleri ifade eden bölgeselleşme, küreselleşmeye alternatif olarak düşünülmekle beraber, esasen küreselleşmeyi tamamlayıcı bir süreç durumuna gelmiştir.

24


Üretimde, ulus ötesi şirketlerin yanında, bölgesel oluşumlar olan yeni sanayi odakları da yer almıştır. Kitle üretimin geçerliliğini yitirdiği, firmaların esnekliğinin ön plâna çıktığı Post-Fordist dönemde, firmalar arası iletişim ve işbirliğini sağlama ortamı olan sanayi odakları yaygınlık kazanmıştır. Yeni Sanayi Odakları’nın iki temel özelliği bu gelişme merkezlerini diğerlerinden ayırt etmektedir. Bunlardan ilki “yerel düzlemde gerçekleşen üretimin, ileri teknolojili piyasalarda rekabet gücüne erişmesi, diğeri ise buluşçuluk-yaratıcılık kapasitesidir”. Yeni Sanayi Odakları’nda, bilginin yaratılıp, içselleştirildiği, firmaların ve bölgenin rekabet gücünü arttıran karşılıklı öğrenme söz konusudur. Genel olarak Yeni Sanayi Odakları’nın başarısında şu etkenler rol oynamaktadır: Firmalar arası ve firma ile çalışanları arasında karşılıklı güven ve işbirliği. Küçük işletmelerin kuruluş ve işletilmesinde yerel gelenekler; aktarılan/paylaşılan bilgi/beceriler ile girişimci ruh. 3. İşgücü yeterliliği; sadece resmi yeterlilikler değil, aynı zamanda uzun vadede üretim sürecinde bulunmaktan kaynaklanan beceriler. 4. Ortak öğrenme süreçleri ve karşılıksız bilgi akışı. 5. Çeşitli teknoloji merkezlerinin varlığı. 1. 2.

Sanayi odakları genelde bir veya daha fazla sektörde uzmanlaşmıştır. Uzmanlaşma, odakların en önemli özelliklerinden biridir. Dünyada ağ tarzında örgütlenmiş başarılı sanayi odaklarında sektörel AR-GE kurumları ve firmaların ihtiyaçlarına göre tasarlanmış eğitim kurumları bulunmaktadır. Firmalar arası işbirliği, ortak sosyal ve kültürel ortam, karşılıklı güven ve ortak gelecek anlayışı, sanayi odaklarının temel özellikleri arasındadır. Sanayi odaklarında, firmalar arasında tamamlayıcılık özelliği geliştikçe, bölgenin teknoloji geliştirme özelliği ve rekabet gücü de artmaktadır. Ancak her sanayi odağı kendine özgü kurumsal ve sosyal bir yapı da sergilemektedir. Sanayi Odağı olgusu, çok farklı şekilde tanımlanmakta ve odakların nitelikleri hakkında mevcut literatürde bir uzlaşmanın olmadığı görülmektedir. Bu farklılığın başlıca kaynağı ise sunulan örneklerin farklılığıdır. Farklı girişimcilik düzeyine sahip ülkelerin yine farklı düzeyde gelişmiş bölgelerinden örneklenen sanayi odaklarının; farklı sektörlerde uzmanlaşmaları, farklı ham madde ve pazar kaynaklarına, teknolojik donanıma, yerel ve ulusal destek birimlerine/düzenleme tarzlarına sahip olmaları, doğal olarak üzerinde kolayca düşünce birliği sağlanan bir tanım ve nitelik geliştirmeyi güçleştirmektedir. Diğer yandan, tanımlama ve ayırt etme gereği de çözümlemek için başlı başına bir gereklilik olmaktadır. Bu nedenle bir yerin Yeni Sanayi Odakları arasında değerlendirilebilmesi için şu temel ölçütlere bakılması yerinde olacaktır: 1.

Odakların, herhangi bir sanayi yoğunlaşma alanının ard bölgesi olmaması; diğer bölgelerden çevreye yayılan girişimci ve sermaye yerine; kendi girişimcisi ve kaynaklarını kullanmaları.

25


GSYİH, nüfus ve en önemlisi sanayi göstergeleri bakımından başarılı bir gelişme performansı göstermeleri. 3. Küçük ve orta boy işletmeler(KOBİ) temelinde belli sektörlerde uzmanlaşmaları. 2.

1970’lerde ve 1980’lerde Avrupa’da yerel KOBİ’lerin, sanayi bölgesi şeklinde oluşturduğu, geleneksel sektörlerde üretim yapan sanayi odakları, ileri teknoloji rekabet gücünü yakalamışlardır. Her sanayi odağı, kendine özgü bir tarzda örgütlenmiş olmasına rağmen, Avrupa’nın dört ayrı bölgesinde başarılı olmuş yeni sanayi odaklarına; İtalya’da Üçüncü İtalya (Emilia-Romagna Bölgesi), Almanya’da Baden-Württemberg, Danimarka’da Batı Jutland, ve Belçika’da Güneybatı Flanders bölgeleri söz konusu olduğunda şu ortak özellikler çerçevesinde ağ tarzı örgütlenme göze çarpmaktadır: 1. 2. 3. 4. 5. 6. 7. 8.

KOBİ’lerin yaygınlığı, coğrafi yakınlık ve kümelenme, sektör veya ürün bazında yerel uzmanlaşma, Firmalar ve/veya yerel kurumlar arasında yoğun ağ tarzı ilişkileri (network), 9 Teknoloji geliştirmeye dayalı firmalar arası rekabet ile yakın işbirliğinin yerel ve sektörel düzeyde ortak çıkarlar temelinde dengelenmesi, Ortak mekânın şekillendirdiği, paylaşılan, işveren-vasıflı işçi arasında güveni sağlayan sosyo-kültürel bir kimlik, Ekonomik değiş-tokuş tarzları ile sosyal ilişki ve etkileşimlerin iç içe geçtiği bir sosyalendüstriyel sistem, Ortak hizmetleri sağlayan sanayi destek birimleri ve aktif yerel yönetimler ile genel anlamda dinamik bir üretim ortamı. Yerel sanayinin teknoloji gücünü geliştiren etkin belediyeler ve varsa bölgesel hükümetler. Etkin “kendin-yardım-et” organizasyonları (Schmitz ve Musyck, 1994: 890).

Sözü edilen dört bölgede de KOBİ’lerin krediye ve diğer mali araçlara ulaşmalarında yerel bankalar önemli rol oynamaktadırlar. Kendi aralarında farklılıklar göstermelerine rağmen, bu odaklarda insan kaynaklarına yapılan yatırım ve girişimcilik eğitimi de önemlidir. Bölgelerin ortak özelliği eğitim programlarının tasarlanmasında özel sektörün rol almasıdır. Özel sektör ve dernekler, eğitimin içeriğinin belirlenmesinde, yürütülmesinde ve değerlendirilmesinde etkindir. Bu sanayi odaklarında sanayiye geniş kapsamlı destek sunan çeşitli hizmet kurumları mevcuttur. Ancak kayda değer bir nokta, hizmet kurumlarının kamu kurumlarından çok, özel sektör kurumları veya kamu-özel sektör ortak girişimleri olmalarıdır (Schmitz, Musyck, 1994: 893- 897).

9

"Network" kavramı Türkçede ağ/şebeke kavramlarına karşılık gelmekte, piyasa ve hiyerarşi tarzında kutuplaştırılan geleneksel ilişkilere ilave olarak bir üçüncü ilişki/etkileşim tarzını tanımlamaktadır. Firmalar arası network, üçüncü tarz bir ilişki/örgütlenme modeli olarak üretilmiştir. Sanayi odakları özelinde, odakta yer alan "hukuken bağımsız" fakat "fiili olarak birbirine yapışık" olan KOBİ'lerin oluşturduğu bir sanayi örgütlenme modeli veya ortak yaşam alanı olarak tanımlanmaktadır. Kurumlar arası network ilişkileri; sanayi odaklarındaki firmalar ile destek sağlayıcı kurumlar arasındaki ilişki tarzlarıdır. Firmalar ve kurumlar arasındaki yeni ilişki tarzlarını tanımlayan network teorisi, her iki ilişki tarzında da oluşmakta olan ve genelleşen yeni tür bir ilişki sistemini tanımlamaktadır. Bu ilişki türü, firmalar ve kurumlar düzeyinde olmak üzere; hiyerarşik yapılanmaların ve parçacıl piyasa örgütlenmesinin yetersizliğini vurgulamaktadır. Firmalar ve kurumlar arasındaki esnek ilişki dizgeleri temelinde yatay örgütlenmeler; geleneksel kamu-özel ile merkezi idare-yerel idare ayrımlarının da yeni dönemde geleneksel anlamını yitirdiğini vurgulamaktadır.

26


Üretim örgütlenmesinde işverenle çalışanlar arasında güven ortamını sağlayan bir sosyokültürel kimlik ile etkili yerel kurumlar gelişmeye katkı sağlamaktadır. Ancak emek piyasasının özellikleri konusunda farklı görüşler vardır. Özellikle bazı merkezlerde yoğunlaşan geleneksel sanayi birimlerinin ucuz emek kullanımını kayıt dışı nitelikte fason üretim yapanların yardımı ile gerçekleştirdikleri üzerinde durulurken, sanayi bölgelerinde aile işletmeleri ve aile emeği kullanımının da yoğun olduğu görülmektedir. Ancak Batılı Ülkelerdeki ağ tarzında örgütlenmiş, esnek uzmanlaşmaya dayalı, yeni sanayi odakları, bu konudaki tek model değildir. Güney Kore’deki Kumi ve Ansan gibi sanayi odakları, farklı yapıda olan ve yüksek performans sergilemiş bölgelerdir. Bu iki bölgenin kuruluşunda yerel girişimcilik, yerel bilgi birikimi, yerel işgücü yapısı gibi içsel etkenler rol oynamamış, odaklar tamamen devlet politikası olarak oluşturulmuştur. Kumi, siyasi nedenlere dayalı olarak, Ansan, devletin sanayiyi merkezden uzaklaştırma politikasının sonucunda ortaya çıkmıştır. Kumi ve Ansan’da batıdaki yeni sanayi odaklarının aksine, esnek uzmanlaşmadan çok kitlesel tarzda üretim yapmakta ve firmalar arasında belirgin bir ağ tarzı örgütlenme yoktur. Türkiye’de de geleneksel sanayi merkezleri durumundaki İstanbul, Ankara, İzmir, Adana veya onların ard bölgesi olarak nitelenen Bursa, Kocaeli, Sakarya, Tekirdağ, Mersin ve Manisa illeri dışında, 1980’lerden itibaren KOBİ’lerin ağırlıklı olarak yer aldığı sanayi merkezleri ortaya çıkmıştır. “Anadolu Kaplanları” da denilen bu yeni sanayileşen alanların arasında Denizli, Gaziantep, Çorum, Konya, Kayseri, Karaman, Bilecik, Eskişehir sayılabilir (Dinler, 2001: 451, Eraydın, 2002: 62). Buralar ana sanayi yığılma alanlarının dışında sanayi gelişim başarısı gösteren ve bu nedenle de adından sıkça söz edilen yeni düğüm noktaları olmalarına rağmen bunlardan Denizli, Gaziantep ve Çorum’un yeni sanayi odağı olduğu konusunda fikir birliği vardır. Ayrıca Kahramanmaraş ve Konya’nın da hızla geliştiği belirtilebilir (Eraydın, 2002: 69). Türkiye’deki örneklerden Denizli, dış piyasaya yönelmiş bir sanayi odağıdır. Denizli, sanayi odakları literatüründe yer alan gelişmekte olan ülke örnekleriyle pek çok ortak yönü olan bir odaktır (Eceral, 2006: 466). Denizli, son yıllarda iş yeri sayısında dört kat, istihdamda da iki buçuk kattan fazla artış göstermiştir. Sanayinin gelişiminde hazır giyim ve dokuma ön plândadır (Eraydın, 2002: 68, Mutluer, 1995: 90). Bilindiği üzere Denizli yöresi, dokuma konusunda tarihsel bir birikime sahiptir. Buldan ve Babadağ’daki el dokuma tezgâhlarıyla gerçekleştirilen üretim, 1960’larda elektrikli tezgâhlarla önemli bir üretim artışı yakalamıştır. 1970’lerde ulusal pazara ucuz ve düşük kaliteli ürünler gönderen Denizli, 1980’lerde yakaladığı teknolojik dönüşüm yaşamış ve uluslar arası pazara açılmıştır (Eraydın, 2002: 68, Varol, 2006: 434).

27


Bölge içi işlevleri ve konumu bakımından çevresine göre nispeten gelişmiş bölgesel bir merkez olarak Gaziantep, dışa açık ve çok sektörlü kentsel ekonomi dönüşüm modeli göstermektedir (Özgür, 2006: 221). Cumhuriyetin ilk yıllarında gıda ve dokuma sektörlerinde tesislere sahip olan Gaziantep, sonraları tarım aletleri, metal eşya ve makine imalatı konularında da farklı türde ürünler üreterek sanayi gelişmesi gerçekleştirmiştir. Dış pazara açılma gayretleri olmasına rağmen Gaziantep, daha çok iç piyasa koşullarına göre sanayisini şekillendirmiş, üretim ağları ise daha az gelişmiştir. Çorum’da, yerel kaynaklara dayalı kurulan firmaların un ve tuğla/kiremit sektörlerinde, yörenin sağladığı olanakları kullanarak başarılı olması, bu gelişmenin ardından makine imalat sektörü ortaya çıkmıştır. Kent, daha sonra sermaye birikiminin yerel kaynaklara bağımlı olmayan ve uluslar arası pazarı hedefleyen üretim sektörlerine yönelmesi sayesinde, yeni sanayi odakları arasına katılmıştır (Eraydın, 2002: 68). Böylece Çorum’da yüksek oranda bir gelir artışı, önemli bir endüstriyel birikim ve işsizlikte azalma gerçekleşmiştir. Konya, içe kapanık gelişme eğilimini aşmaya çalışan sanayi merkezi olarak tanımlanır (Eraydın, 2002: 69). Konya, korumacılığın çok düşük düzeyde kalması nedeniyle Türkiye’de fazlaca gelişme gösteremeyen ve uluslar arası piyasalarda fazla rekabet edemeyen makine imalat sektöründe uzmanlaşmıştır. Son zamanlarda otomotiv yan sanayisinde önem kazanan bir merkez halini almaya başlayan Konya’da fason ilişkiler canlanırken, teknolojik yenilenme ve dış pazara açılma gözlenmektedir. Ucuz girdi ve emeğe dayalı rekabet gücünün öne çıktığı Konya’da, taklitçilik dışında, yeni ürün ve üretim süreçlerine yönelik buluşçuluktan söz etmek için henüz erkendir. 3.4.2.Yüksek Teknolojili Sanayi Odağı Üretme Politikası Son yıllarda, bilimsel bilgiyi teknolojinin hizmetine en kısa sürede sunabilmenin önemi göz önüne alınarak, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde; üniversite, araştırma kurum ve kuruluşları ile kamu ve sanayi kesimi arasında işbirliğinin geliştirilmesi ve güçlendirilmesi amacıyla çok sayıda bilim ve teknoloji parkları (teknopark), teknoloji geliştirme bölgeleri (teknopol) oluşturulmuştur. Bu oluşumlar; endüstriyel, teknolojik ve kentsel gelişme amaçlarının bütünleştiği bir sanayi odağı geliştirme aracı olarak düşünülmektedir. Teknolojik yeniliği içeren endüstriyel çevrenin oluşum sürecinde, çeşitli örneklere rastlamak mümkündür. Teknolojik yeniliğe dayalı bu tür sanayi bölgelerinin amaç ve işlevleri aşağıdaki gibi sıralanabilir: 1. AR-GE faaliyetleriyle bölgesel/yerel ekonominin yeniden yapılanmasını sağlamak, 2. Sanayinin gerilediği bölgelerde ürün/süreç yeniliğinin oluşmasına yardım ederek yerel

sanayinin canlanmasını ve modernizasyonu teşvik etmek, 3. İleri teknoloji ve yenilik için gerekli altyapının oluşturulmasını sağlamak, 4. İleri teknoloji kökenli firmaların oluşmasını ve gelişmesini teşvik etmek, 5. Üniversite buluşlarının ve bilimsel bilginin ticarileşmesini sağlamak,

28


6. 7. 8. 9. 10. 11.

Teknoloji transferine katkı sağlamak, Akademik personel ve öğrenciler için iş ve danışmanlık fırsatları yaratmak, Yeni istihdam alanları açmak, Ekonomik verimliliği arttırmak, Eğitim olanaklarını arttırmak ve kullanmak, Yüksek teknolojili odak sayesinde, ekonomik faaliyetleri çeşitlendirmek

Görüldüğü gibi teknoparklar, bölgelerin sanayi odağı haline gelmesinde etkin olabilecek potansiyelde oluşumlardır. Dünyada 1000 civarında teknopark bulunmaktadır ve mikro elektronik/bilgisayar sektöründe yüksek teknolojinin üretim merkezi durumundaki Silikon Vadisi, eski bir sanayi bölgesi iken ileri teknoloji kompleksi haline gelen Boston 128 Yolu, Ankara’daki ODTÜ Teknoparkı, Ankara Üniversitesi Teknoloji Geliştirme Bölgesi (TGB) bu tarz oluşumlara örnek gösterilebilir (Türkiye’de 27 tane çoğu üniversiteler bünyesinde kurulmuş teknopark/teknokent/TGB vardır). 3.4.3. Girişimcilik Girişimcilik kavramı, özellikle esnek üretim tekniklerinin ve kapsam ekonomilerinin klasik Fordist kitle üretim tekniklerine ve ölçek ekonomilerine göre önem kazandığı yakın dönemde sıkça kullanılmaktadır. Girişimcilik (teşebbüs), dördüncü üretim faktörü olarak, klasik üretim faktörleri (emek, sermaye ve doğa) arasına dahi katılmaktadır. Girişimcilik faaliyetinin temel aktörü olan girişimci (müteşebbis), piyasaları ve talep değişimlerini sürekli izleyen, değişimlere uyum sağlayan, boşlukları yakalayan, rekabetten kaçmayan, muhafazakâr olmayan, çoğunluğun aklına gelmeyen ve kabul etmekte güçlük çektiği imkânları değerlendirmede değişik yöntemleri uygulamaya çalışan ve bu süreçte karşılaşacağı direnişlere karşı koyabilen bir insan tipi olarak öne çıkmaktadır. OECD tarafından girişimcilik; yaşam standartlarını yükseltme ve refah yaratmada yeni iş olanaklarını yakalama yeteneği veya risk kavramı da göz önünde bulundurularak yeni ürün ve üretim tekniklerinin piyasa fırsatlarını ve var olan talebi daha iyi bir şekilde karşılamanın yollarını araştırmış firmalarca tanıtıldığı risk alımı ve yenilik olarak tanımlanmaktadır. Bu son tanım, girişimciliğin yeni işletmelerin doğduğu, mevcut işletmelerin büyüyüp küçüldüğü ve başarısız olanların kapandığı dinamik bir işlem olma doğasına uygun düşmektedir. Hızlı ekonomik ve sosyal değişimlerin yaşandığı toplumlarda, yüksek seviyedeki girişimcilik, olumsuz sosyal etkilerin giderilmesinde, yeni istihdam olanaklarının yaratılması ve yenilikçi (innovative) yaklaşımın tüm ekonomiye yayılmasında etkin olabilmektedir. Girişimciyi girişimde bulunmaya yönelten en önemli faktörlerden birisi kâr sağlamak olmakla birlikte, kâr dürtüsü tek

29


başına yeterli değildir. Girişimci için en önemli uyarıcı faktörlerden birisi de, daha öznel olan kendini gerçekleştirme ve ortaya koyma çabasıdır. Firma

boyutu

ve

mülkiyet-yönetim

ilişkisi

incelendiğinde,

girişimciliğin

yalnızca

sermayedarların yönettiği küçük ölçekli firmalarla sınırlı kalmadığı, bunun yanında mülkiyetin yaygınlaştığı ve işletme ölçeğinin görece büyük olduğu firmalardaki girişimciliğin de önemli yer tuttuğu gözlemlenmektedir. Esnek üretimin yaygınlaşmasıyla; firmaların katı hiyerarşik yapılardan, özellikle KOBİ’ler ekseninde aralarında resmi olmayan bağlarla oluşan firma kümelerine kayışı ile genelde firmalar arası esnek ilişkilerin yaygınlaştığı ortamlar, özelde yeni sanayi odakları, girişimciliği kolektif bir yapıya dönüştürmüştür. Ekonominin küreselleşmesi ve yerelleşmesi aynı anda gerçekleşmektedir. Dolayısıyla ekonominin küreselleşmesi, bölgesel ve yerel kalkınma stratejilerine daha önemli roller yüklemektedir. Yeni bölgesel politikalarla birlikte yerel istihdamı artırıcı girişimler artmakta, bu tür girişimler, yerel kaynak kapasitesini genişletici, kaynak kullanımını artırıcı, aynı zamanda girişimciliğin yoğunluğunu ve kalitesini artırıcı şekilde biçimlendirilmektedir. İşletmelerin kurulması ve geliştirilmesini amaçlayan politikalar, yerel iş koşulları ve gereksinimleri hakkında bilgi sahibi yerel kurum ve kuruluşların katılımıyla daha etkin olmaktadır. Dahası, yerel kurum ve kuruluşlar tarafından desteklenen iş ağları genellikle başarılı girişimcilik için anahtar konuma sahiptir. Bununla birlikte, pek çok ciddi sosyal sorun genellikle mekânsal odaklanmalar halinde olmakta ve girişimciliğin desteklendiği yerel çabaları gerektirmektedir. Bölgesel gelişmişlik farklarının azaltılmasına yönelik geleneksel politikalara ek olarak, girişimciliğin geliştirilmesi yörelerin gelişimini hızlandırmaktadır. Girişimcilik, aynı ülke içindeki bölgeler arasında önemli ölçüde değişiklikler göstermektedir. Firmaların belirli yerlerde odaklanmaları, kümelenme ekonomilerinin oluşumunu hızlandırmakta ve bu tür ortamlar rekabetçi üstünlüklerin geliştirilmesinde etken olabilmektedir. Bölgesel gelişmede de önemli etkilere sahip genellikle küçük ölçekli işletmelerin yatay bağlantılarıyla oluşturdukları bu odaklanmaların, girişimcilik üzerine de olumlu etkileri vardır. Odakların bu yapısı, yeteneklerin, teknolojilerin ve sermayenin gruplaşmasını ve tekrar tekrar yeni gruplaşmalar dolayısıyla da çoklu teknik fırsatların değerlendirilmesini olası kılmaktadır. Ayrıca bu oluşumlar, bilgi akışını kolaylaştırmakta ve birlikte öğrenme sürecini hızlandırmaktadır.

30


Genel olarak, girişimciliğin ve bölgesel gelişmenin güçlü etkileşimi, tüm OECD ülkelerinde saptanmış ve girişimciliğin önemli ölçüde gözetildiği stratejiler ortaya konulmaktadır. Son yıllarda, pek çok ülkede, az gelişmiş bölgeler de dâhil olmak üzere, devletin istihdam yaratıcı faaliyetlere desteği konusundaki yaklaşımlarda, doğrudan destek ve gelir transferinden çok, işletme kurulmasını özendirmeye, yerel/bölgesel kalkınmaya doğru bir yönelme yaşanmaktadır. Bu yönelim içinde, sivil toplumun iş yaratma aktivitelerini başlatmaya teşvik edilmesinin önemi üzerinde durulmaktadır. 3.5.Yenilikçilik, Buluşçuluk ve Öğrenen Bölge Günümüzün dinamik küresel sisteminde bölgeler; bilgi üretiminin, buluşçuluğun ve öğrenebilirliğin gerçekleştiği mekânlar olarak görülmektedir. Bu bağlamda, bölgeler arası ilişkilerin tanımlanmasında ve yerelin rekabet gücü sağlamasında önemli bir ölçüt haline gelen buluşçuluk ve öğrenebilirlik; sanayi ağları, buluşçu bölgeler, buluşçu sistemler, öğrenen bölgeler gibi modellerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Buluşçuluğu ve öğrenebilirliği; karşılıklı etkileşimle ve birikimle artan, zaman ve mekân boyutu olan süreçler şeklinde kabul eden bu modeller, yerel gelişmeyi de küresel sistemin bir parçası olarak değerlendirmektedir (Çelebi ve Saral, 2002: 236). Yeni Sanayi Odakları yaklaşımına göre, bu odakların büyümesini sağlayan; mekânsal yığılma gösteren, uzmanlaşmış ve esnek üretim yapan sanayi birimleri arasındaki yoğun ilişkilerdir. Bununla birlikte araştırmalar bu odakların buluş yapma kapasitelerinin de yüksek olduğuna işaret etmektedir. Bu odakların başarısının altında yatan etmenler; insan sermayesi, yerele ait sosyal ve ekonomik ağlar, yerel kültür ve yerel kurumlar şeklinde sıralanmaktadır (Çelebi ve Saral, 2002: 237). Bu noktada, yeni kalkınma odaklarındaki buluşçuluk ve öğrenebilirlik kapasitelerinin küresel rekabet açısından çok önemli olduğunu belirtmek gerekmektedir. Bir arada bulunma (mekânsal yakınlık), hızla değişen koşulların yol açtığı belirsizliği azaltmakla kalmamakta, bilginin hızla yayılması ve yaratıcılığın artışına da neden olmaktadır (buluşçu çevreler yaklaşımı). Üretim ve karar alma ile ilgili aktör ve birimlerin karşılıklı etkileşimle bilgi üretmeleri ve bu bilgiyi paylaşmaları buluşçu sistemler denilen dinamik bir sosyal sistemi ortaya çıkarmıştır. Bu sistem, aynı mekânda bulunmaktan kaynaklanan, güvene dayalı, şekli olmayan (enformel) ilişkiler ve işbirlikçi öğrenmeyi vurgulamaktadır (Çelebi ve Saral, 2002: 237). Buluşçu sistemler yaklaşımında üzerinde durulan bilginin işbirlikçi paylaşımı, 1990’larda öğrenen bölge yaklaşımını doğurmuştur. Bu yaklaşım, en başarılı bölgesel ekonomilerin, firmaların ve kurumların öğrenme kapasiteleri yüksek olanlardan çıktığını savunmaktadır. Ürün, süreç ve örgütsel yapıda hızlı öğrenenler, küresel boyutta yaşanan hızlı değişimler karşısında üstünlük sağlamaktadırlar.

31


Buna göre bölgenin/yerelin küresel rekabet gücünü belirleyecek olan buluşçuluk ve öğrenebilirlik, aşağıdaki ortak özellikleri bünyesinde barındırır: 1.

Bölgelerin içsel dinamikleri, sistemdeki firmaların, kurumların, organizasyonların ve diğer aktörlerin ilişki ve etkileşimlerine bağlıdır.

2.

Bu ilişkiler ve etkileşimler, bölgelerin buluş yapmadaki başarı düzeylerini etkiler.

3.

İşbirliği, etkileşim ve güven, öğrenme sürecinin bileşenleridir ve bilginin dolaşımını artırır.

4.

Firmaların aynı mekânda toplanması, bilgi ağlarının kurulmasına, bilginin ve diğer dışsallıkların elde edilmesini kolaylaştırır.

5.

Uzmanlaşma, buluş yapma performansını etkiler.

6.

Yeni bilgiye ulaşma ve onu eski bilgi/yapı ile değiştirerek değişen koşullara uyum bir öğrenen bölge özelliğidir.

7.

Öğrenen bölgeler, yerel bilgi kadar, dışsal bilgiye ulaşmayı önemserler.

Çelebi ve Saral (2002: 242) Türkiye’de buluş yapma ve öğrenebilirlik kapasitesini ölçmeye çalışan analizlerinin sonucunda, ülkede 4 bölge saptanmışlardır. Bu bölgelerden birincisi İstanbul, Bursa, Denizli ve Gaziantep illerini içine alan teknoloji ve bilgi yoğun odaklardır (Şekil 4). Ülkenin sanayi dolayısıyla ekonomi açısından en dinamik alanlarına karşılık gelen bu odaklar, geçmişte edindikleri birikim ve yetenekleri ile eskiden beri kurdukları ilişkilerle başarı kazanmışlardır. Şekil 4. Türkiye’de buluşçuluk kapasitesi ve öğrenebilirliğin mekânsal yapıları.

1 Dışlanmış bölgeler, 2 Geleneksel bölgeler, 3 Gelenekselden modern yapıya geçen bölgeler, 4 Teknoloji ve bilgi yoğun odaklar Kaynak: Çelebi ve Saral, 2002: 243’ten alınarak yeniden düzenlenmiştir.

Çalışmada sınıflandırılan ikinci bölge, geleneksel yapıdan modern yapıya geçen alanları kapsamaktadır. Asıl gelişme odaklarındaki bilgi ve teknoloji bu bölgelerde taklit edilmektedir ve buraların gelişmesi bilgi-yoğun odaklara bağımlıdır. Yeni bilgi ve teknoloji üretme yetileri sınırlıdır.

32


Bu analizde ortaya çıkan üçüncü mekânsal yapı, geçmişte edindikleri yetenek ve birikimleriyle rekabet etmeye ayakta kalmaya çalışan geleneksel bölgelerdir. Geleneksellik çok yaygın ve baskın olduğu için birikimlerini hareketlendirmekte ve modern yapıya geçmekte zorlanmaktadırlar. Türkiye’nin doğusunda neredeyse homojen şekilde karşımıza çıkan dördüncü yapı tipi, buluşçuluk ve öğrenebilirlik sisteminden dışlanmış bölgelerdir. Altyapı sorunları olan, pazara uzak, kurumsal unsurların fazlaca gelişmediği, dış çevre ile ilişkilerin zayıf olduğu bu bölgeler, ulusal ve küresel sistemle bütünleşememe, hatta sistem dışında kalma tehlikesiyle karşı karşıyadır (Çelebi ve Saral, 2002: 242). 3.6.Bölgesel Özendirme Önlemleri (Teşvik Tedbirleri) Malî özendirmelerin büyük kısmı merkezî hükümetlerin vergi gelirlerinden ayrılmakta ve dolayısıyla ülke içinde bir tür yeniden gelir dağılımı etkisi yapmaktadır. Özendirmeler, geleneksel olarak tarım ve imalat sanayi ile ilgili faaliyetlere verilmektedir. Hizmet sektörlerinin bu tür teşviklerden yararlanması ise oldukça yenidir. Özendirmeler gittikçe seçici bir şekilde verilmekte ve otomatik hak kazanma ile alınan özendirmeler gittikçe önemini yitirmektedir. Genel olarak ülke çapında uygulanan sektörel düzeydeki teşviklerin de yavaş yavaş bölgesel teşviklere dönüştüğü görülmektedir. Özellikle Avrupa’da, özendirmelerin tamamen bölgeselleştirilmesi konusunda büyük çaba gösterildiği izlenmektedir. Son yıllarda AB ülkelerinin malî özendirme sistemlerinde önemli değişiklikler meydana gelmiştir. Bu değişiklikleri dört noktada toplayabiliriz: 1. Otomatik teşviklerden, belirli ölçütlere uygunluğu inceleme ile belirlenen seçici teşviklere

doğru bir dönüşüm yaşanmaktadır. verilmesi daha çok yerel yönetimlere/bölgesel kalkınma teşkilatlarına bırakılmakta, merkezî hükümetin denetimi ve etkisi azalmaktadır. 3. Tarım ve imalat sanayi yanında, hizmet sektörü artan oranlarda teşviklerden yararlanmaktadır. Teşviklerden yararlanan hizmet dallarının başında; turizm, AR-GE, danışmanlık ve finans gibi faaliyetler gelmektedir. 4. Yatırımcıları etkileyecek büyüklükte teşvikler verilmektedir. 2. Teşviklerin

Genellikle yeni yatırım, genişletme ve tesis yer değiştirmeleri, çoğu ülkenin bölgesel olarak uyguladıkları teşvik sistemlerinde yer almaktadır. Modernizasyon ve rasyonalizasyon yardımlarının da oldukça yaygın bir şekilde uygulandığı görülmektedir. Fransa, İtalya, Kuzey İrlanda’da olduğu gibi, bölgedeki şirketlerin bölge dışı şirketler tarafından satın alınması için, bölge dışı firmanın desteklenmesine daha az rastlanmaktadır. Son yıllara kadar yerel firmalar ile bölgeye dışardan gelen firmalar veya dış firma ile yerel firmaların yaptıkları ortak girişimler arasında özendirmelerden yararlanmak açısından ayrıcalık gözetilmemekteydi.

1980’lerin

ortalarından

itibaren

birçok

ülke,

bu

tutumun

bölgenin

33


sanayileşmesini hızlandırdığını kabul etmekle beraber, ancak kalkınmanın bölgeye yayılmadığı, bölge halkının gelişme faaliyetine gerçekten katılamadığı gerekçesiyle, bölge içinden gelen küçük ve orta boy işletmelere ek özel teşvikler uygulamaya başlamışlardır. Alt yapı yardımları her ülkede görülmektedir. Bu konuda, yerel yönetimler/bölgesel kalkınma teşkilatlarınca; kredi temini, arazi tahsisi, organize sanayi bölgeleri kurulması, standart fabrika binaları, iş merkezleri yapılıp kiralanması değişen derecelerde her bölgesel kalkınma hamlesinde yer almaktadır. Hatta işletmelerin iş, eğlence, teknoloji, araştırma, ulaşım, haberleşme gibi her türlü gereksinimi bir arada karşılayacak teknokentlerin kurulması da bunlara eklenebilir. Kalkınma kuruluşlarınca ve yerel yönetimler tarafından gittikçe önemi artan bir malî yardım şekli de Fransa’da olduğu gibi çeşitli türdeki işgücü eğitimi için şirketlere verilen teşviklerdir. Uzun bir süredir bölgesel kalkınma hamlesi içinde olan ülkelerde kamu girişimciliğinin bölgesel kalkınma için yararlı olmadığı ve bölgenin gelişmesine engel olduğu, yerel girişimci potansiyelini geliştirmediği kanısı yaygınlaşmaktadır. Buna örnek olarak, Brezilya ve İtalya deneyimleri gösterilmektedir. Diğer birçok ülkede kalkınma faaliyetlerinin sonuçlarının analizinden, girişimciliği zedelediği ve kamuya gereksiz ölçüde bağımlılığı arttırdığı görüşüne varılmaktadır. Dolayısıyla ülkelerde bölgesel kalkınma için kullanılan kamu fonları sabit fiyatlarla yıllar içinde artmamakta, hatta bazı ülkelerde azalmak eğilimi bile göstermektedir. Özellikle Birleşik Krallıkta, kalkınma ajanslarının yükümlülüklerini gittikçe özel sektöre devretme eğilimi kuvvetlenmektedir. 3.7. Sosyal Sermaye10 Sosyal sermaye kavramıyla neyin kastedildiğine açık getirmek için tartışmayı sermaye/kapital kavramından başlatarak geliştirmek yararlı olabilir. Sermaye üretim için kullanılabilen varlıklardır. Ayırıcı özelliği üretim için kullanılabilmesidir. Üretime referansla tanımlanan sermayeyi (kapitali) buradaki tartışmamız için; fiziki, beşeri ve toplumsal sermaye olarak üç gruba ayırabiliriz: 1.

Fiziki sermaye dediğimizde üretimde kullanılacak olan insanların geçmişteki üretimlerini

kastediyoruz. Alt yapılar, makineler, ham maddeler, yarı mamuller vb. 2.

Beşeri sermaye ise belli bir yerellikte yaşayan iş gücüne gömülü olan üretimde

kullanılabilecek bilgi ve hüner stoklarının tümü olarak tanımlanabilmektedir. Bu bir kapasitedir. 3.

Sosyal sermaye bir toplumda yaşayanların kurdukları ilişki biçimlerine dayalı olarak

gelişmiş olan, güven, ortak değerler, iş birliği yapma eğilimi, kohezyon, geniş bir alandaki fırsatları algılayabilme vb. nitelikler olarak tanımlanmıştır. Temelde maddi olmayan bir sermaye türü ya da kapasitesidir. Bu kapasiteye sermaye adını verebilmek için geleceğin üretimleriyle ilişkisinin nasıl 10

Bu bölümün alındığı eser: Tekeli, İ. (2009). Sosyal sermaye kavramına verilen önemin bölgesel gelişme sorununa yaklaşmakta getirebileceği yeni mantık üzerine. 4. Bölgesel Kalkınma ve Yönetişim Sempozyumu, 19-20 Kasım 2009, Ankara. Erişim Tarihi: 22.08.2010, Erişim: http://www.tepav.org.tr/sempozyum/bildiriler/ilhan.tekeli.bildiri.pdf

34


kurulduğuna açıklık kazandırmak gerekir. Sosyal kapitalin biçimi, yapılacak üretimin türünü, yerini, etkinlik derecesini etkileyecektir. Kapitali tanımlarken en önemli ayırıcı özelliğin üretim için kullanılması olduğu üzerinde durmuştuk. Buna başka özellikleri eklemenin gerektiği söylenebilir. Bunlardan birincisi kapitalin zaman içinde birikebilmesidir. Bu özellik üzerinde durduğumuz her üç kapital için de geçerlidir. Her biri de zaman içinde birikebilir. Bu birikebilme ile yakından ilişkili olan bir başka özellik, genelleştirilmiş bir kapasite olmasıdır. Kapital birikimini sonrasında, bu birikimin başarılmak istenilen amacı gerçekleştirmekte kullanılabilmesi için, özel fiziksel maddelerden çok, kolayca gerekli malzemeye dönüştürülebilecek genel bir kapasite halinde biriktirilmesi doğru olur. Bu da kendisini parasal kapital birikimi halinde göstermektedir. Sosyal kapitalin de böyle bir genelleştirilmiş bir kapasite olduğu açıktır. Beşeri sermayede böyle bir durum o kadar açık olmayabilir. Eğer eğitim alanında generik11 hünerlere öncelik verilirse bu halde de genelleştirilmiş bir kapasiteden söz edilebilecektir. Bu tartışmadan sonra şöyle bir önermeyi formüle edebiliriz: Bir bölgenin gelişmesi sadece fiziki ve beşeri sermayesine dayanarak açıklanamaz. O bölgenin toplumsal sermayesini de çözümlemeye katmak gerekir. Gerçekte toplumsal sermayenin varlığının kabulü ile ontolojik düzeyde atomistik birey varsayımından vazgeçilerek, onun yerine ilişki içinde bir birey konulmuş olmaktadır. Bir toplumsal sermayenin olanaklılığını kabul ettikten sonra, bu toplumsal sermayeyi daha yakından tanıyarak bölgesel gelişme sorunuyla ilişkilendirelim. Toplumsal sermayenin tartışılmasına değişik türleri konusunda yapılan sınıflandırma üzerinde durarak başlayalım. Sosyal sermaye yazınında genelde iki farklı türden söz edilmektedir. Bunlardan birincisi dayanışmacı sosyal sermaye ikincisi köprü kurucu sosyal sermayedir. Tartışmaya dayanışmacı sosyal sermayenin tanımıyla başlayalım. Bir bölgede yaşayanların birbirleriyle ilişkilerinin yoğun olduğu, göreli olarak içe dönük, sık tekrar eden uzun süreli ilişkiler içinde kurulan karşılıklı güven, geliştirilen ortak normlar ve ilişki kalıplarının ortaya çıkardığı kapasite dayanışmacı sosyal sermaye olarak adlandırılmaktadır. Bu tür içsel ve bağlayıcı olarak oluşmuş bir sosyal sermayenin değişik sonuçlarının olabilecektir. Böyle bir toplumsal yapıda bireyler arası yardımlaşmanın yüksek olacağı, grup içi bağlılığı (kohezyonu) yükseltmekte, grup içi sadakatleri yüksek tutmaktadır. Bu durumda böyle bir toplumsal sermayenin kriz ve belirsizlik dönemlerinde yararlı olacağı, yenlikçilik ve girişimciliği engelleyeceği düşünülebilir. Her zaman sosyal sermayenin ortaya çıkması toplumun üyeleri arasında yoğun ilişkilerin bulunması gerekmez. Zayıf ilişki ağları da sosyal sermaye yaratabilir. Şimdi bu ikinci türdeki köprü kurucu sosyal sermayeyi tanımlayarak dayanışmacı sosyal sermayeden farkları üzerinde duralım. Bu dışsal, farklı olanları bağlayıcı sosyal sermaye, güçlü olmayan ağ ilişkilerini kullanarak, iş fırsatlarına

11

Bütün olarak bir ürün ya da hizmet kategorisi ile ilgili, soysal.

35


erişimi artırma, daha yüksek düzeyde bilgiye ulaşabilme, farklı sosyo-kültürel geçmişlerden gelen aktörleri bir araya getirebilme kapasitesi yaratarak, seçtiği üretim alanlarında yenilikçi uygulamaları gerçekleştirerek bölgelerin gelişme dinamiğini güçlendirmektedir. Bu halde sosyal sermayeyi artıran ilişkilerin yoğunluğu değil yapısı olmaktadır. Bir bölgede yaşayanların bölge içi ve dışına uzanan ilişkiler ağı içinde bir aktör üzerinde ne kadar az ilişki varsa ve ilişkiler ağı ne kadar yaygın ise o kadar yüksek düzeyde köprü kurucu toplumsal sermayeye sahip olacaklardır. Bu yaklaşımda dayanışmacı toplumsal sermayeden farklı olarak önemli olan kişiye güven olmaktan çıkmakta ilişkiye duyulan güven haline gelmektedir. Sosyal sermaye kavramının politika geliştirmekte kullanılabilmesi için sadece onun türleri arasındaki farklılar konusunda açıklık kazanmak yeterli olmaz. Aynı zamanda da sosyal sermayenin topluma ilişkin yani makro bir olgu mu yoksa bireye ilişkin mikro bir olgu mu olduğuna açıklık kazandırmak gerekir. Değişik kuramcılar arasında her iki türdeki sosyal sermayeye de, hem makro, hem de mikro bir olgu olarak yaklaşanlar bulunmaktadır. Ama genellikle dayanışmacı sosyal sermayenin topluma ilişkin bir olgu olduğu kabul görürken, köprü kurucu sosyal sermayenin daha çok bireysel bir olgu olduğu kabul görmektedir. Dayanışmacı sosyal sermayenin içe ve karşılıklı yardımlaşmaya dönük olarak geliştiği bölgelerin kriz dönemlerinde sosyal gerilmelere karşı dayanıklılıkları yüksek olacaktır. Bu önerme bir dirence işaret etmektedir, ama bölgesel gelişmeyi hızlandırabilecek bir kapasitesinin oluştuğuna ilişkin bir işaret bulunmamaktadır. Oysa bir yörede sosyal sermayenin oluşumu konusunda, kendi haline bırakılarak sadece bireyler arası bir yardımlaşma eğiliminin doğmasıyla yetinilmez ve yeni grup içi etkileşme biçimleri, birlikte eylem ya da proje geliştirme kapasitesi oluşturursa, bu türdeki kolektif aklı çalıştıran bir toplumsal sermaye, bölgesel kalkınmayı olumlu olarak etkileyecek bir nitelik kazanır. Dayanışmacı sosyal sermayenin bölgesel gelişme dinamiğini olumlu yönde etkileyebilecek bir biçimde oluşabilmesi için bölge halkının katılımcı yaklaşımlara kolektif kararlara ulaşma ve eylemlere girişme kapasitesini geliştirmeye yönlendirilmesi gerekir. İkinci sosyal sermaye türü köprü kurucu sosyal sermayenin bölgesel gelişmeyle ilişkilendirilmesi daha önemlidir. Köprü kurucu sosyal sermaye bölgesine kapalı değildir. Bölge dışı dinamikleri de bölgeye taşıyabilir. Bu durumda köprü kurucu sosyal sermayenin bölgesel gelişmeye etkisi konusunda şu önermeyi ileri sürebiliriz: Köprü kurucu sosyal sermayenin bölgesel gelişmeyi artırmadaki rolü dayanışmacı sosyal sermayeye göre daha yüksektir. Sosyal sermayenin varlığıyla bölgesel gelişmenin varlığını ilişkilendiren önerilerin şimdilik sonuna ulaştığımızda bir konuya daha açıklık kazandırmak gerekir. Türkiye’de güvene ilişkin çalışmalar Türkiye’de insanların anonim ilişkiler içinde olduğu kişilere duyduğu güvenin çok düşük olduğunu gösteriyor. Güvenin sadece yakın ilişki içinde bulunan gruplar içinde olduğunu gösteriyor. Yine siyaset dünyamızda siyasi sadakat karşılığında kayırmacılığın yüksek olduğunu biliyoruz. Bu kayırmacılıktaki ilişkilerin sosyal bir sermaye olarak yorumlanıp yorumlanamayacağını sorabiliriz. Bu

36


konuda iki karşı sav ileri sürülebilir: Bunlardan biri sosyal sermayenin de tüm sermaye kavramları gibi üretime referansla tanımlanmış olmasıdır. İkincisi ise kayırmacılığın demokratik süreçleri ve değerleri aşındırarak toplumda bir güven erozyonuna yol açması ve tüm toplum açısından sosyal sermayeyi aşındırmasıdır. Sosyal sermayeyi artırmak için üç farklı yaklaşıma başvurulabilir. Bunlardan ilk akla geleni eğitim yoluna başvurmaktır. Günümüzde modernist eğitim evrenselci yaklaşımları içinde bireyi köksüzleştirici bir eğilime sahiptir. Oysa modernist eğitim konusunda getirilen eleştiriler sonrasında gelişen modernite sonrası eğitim yaklaşımlarında yerelin öneminin farkına varan kök inşa edici bir eğitim savunulmaya başlamıştır. Eğer eğitim alanında böyle bir gelişme gerçekleştirilebilirse sosyal sermayenin gelişmesi için yeterli bir alt yapı oluşacaktır. İkinci bir olanak, bireylerin yaşam deneyiminin sosyal sermaye üreticisi hale gelmesini sağlamaktır. Toplum için faaliyetler sırasında adeta bir yan ürün olarak güven üretilirse sosyal sermaye de oluşmaya başlar. Son olarak bölgesel gelişmenin planlamasının kendisini sosyal sermaye inşasının bir mekanizması olarak kurmaktan söz edilebilir. Tabii ki her üçü de aynı anda gerçekleştirilebilecektir. Sosyal sermaye yönlendirilebilir ve çoğaltılabilir bir olgudur. Bir bölgesel plancı gelişme senaryosunu kurarken buna da yer vermelidir. 3.8.Bölgesel Kalkınma Ajansı (BKA) Bölgesel Kalkınma Ajansları, genel olarak, merkezi hükümetten bağımsız bir idari yapıda, sınırları çizilmiş bir bölgenin sosyo-ekonomik koşullarını geliştirip canlandırma amacıyla kurulmuş ve kısmen kamunun finanse ettiği kuruluşlardır. Bu kurumlar, üst kurul olarak bilinen düzenleme ve denetleme kurumları benzeri kamu karar gücünü kamu organlarından alıp, özel sektör ve sivil toplum kuruluşlarından (STK) oluşan tüzelkişilere paylaştıran yönetişim odaklı kuruluşlardır. Bölgesel Kalkınma Ajansları’nın temel kuruluş nedenleri; bölgesel stratejilerin uygulanması, yerel ve bölgesel girişimciliği destekleme, alt yapı hizmetlerinin sunulmasına yardımcı olma, özel sektörün yakın geleceği için yerel-bölgesel çözümler araştırma ve bölgesel talepleri karşılayacak yeni ürün ve hizmet üretimi için finansal garantiler ve çözümler arama seklinde özetlenmektedir. Bir bölgenin genel ve sektörel kalkınma sorunlarını belirleyen, bu sorunlara çeşitli yöntemlerle çözümler bulup, bu konuda projeler geliştiren organizasyonları durumundaki kalkınma ajanslarının dünyadaki ilk uygulaması ABD’de Tennessee Valley Authority adıyla 1930’lu yıllarda oluşturulmuştur. Günümüzde önemli bir bölümü Avrupa’da olmak üzere pek çok Bölgesel Kalkınma Ajansı mevcuttur. Bunlar ABD ve Birleşik Krallık gibi Anglo Sakson ülkelerde yönetişim anlayışına örnek olacak şekilde yarı özerk ve özel sektörlerle birlikte kurulmuşlardır. Japonya ve Fransa gibi ülkelerde ise GAP idaresi benzeri yapılanmalar, bürokrasinin ve kamu kurulusunun egemen olduğu,

37


sorunlu bölgelerle ilgili olarak sadece ekonomik kriterlerin değil, sosyal kriterlerin ve işsizlikle ilgili sorunların da dikkate alındığı kuruluşlardır. Birçok Avrupa ülkesinde ise Bölgesel Kalkınma Ajansları, 1950’li ve 1960’lı yıllardan bu yana bölgesel ölçekte ekonomiyi canlandırmak, örgütlemek ve geliştirmek üzere kurulmuşlardır. Bölgesel gelişme, II. Dünya Savaşı sonrasında, üzerinde önemle durulan konulardandır ve kalkınma ajansları, bölgesel gelişme politikasının araçlarından biri haline gelmiştir. Batı Avrupa’da 1950’li yıllardan itibaren, 1990’lı yıllarda da Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinde belli bir bölgeyi ekonomik kalkınma bağlamında geliştirmek için Bölgesel Kalkınma Ajansları kurulmuştur (Kayasü ve Yaşar, 2002: 72). Bu ülkeler bölgesel politika olarak anlık tepki vermek üzere kurulan programlar yerine ulusal stratejilerinin parçası olan bölgesel kalkınma planları geliştirmiştir. Ayrıca yeni oluşturulan bölgesel yönetimlere ek olarak, farklı kurumlar bölgesel kalkınmaya yönelik çalışmalar yapmaya başlamışlardır. Bunlardan en önemlisi her ülkede kurulan Bölgesel Kalkınma Ajansları’dır. Bölgesel Kalkınma Ajansı olmayan geçiş ülkesi yoktur ve bu ülkelerin ajansları farklı deneyimler yaşanarak oluşturulmuştur. AB’nin görevlendirdiği uzmanlar tarafından kurulan Bölgesel Kalkınma Ajansları’nın başlangıçta finansmanları AB tarafından sağlanmıştır. Avrupa Birliği içinde bölgeler, en önemli birimler olarak ortaya çıkmıştır. AB’nin genel politikası, bölgelerin ekonomik gelişme politikaları açısından gittikçe özerkleşmesi ve bölgelerin yabancı yatırımcıları bölgelerine çekmek amacıyla sağlıklı bir bölgeler arası kalkınma yarışına katılmaları doğrultusundadır. Bu anlayış içinde her bölge kendi kalkınma örgütlerini kurmaktadır. Avrupa Birliği ve Dünya Bankası tarafından Bölgesel Kalkınma Ajansları’na fon sağlanmaktadır. Fakat bu genel ya da düzenli bir gelir değildir. Finansman konusunda özellikle “Avrupa Bölgesel Kalkınma Fonu” ve “Ön Katılım için Yapısal Araç Fonu” devreye girmektedir. AB’nin yapısal fonlarından biri olan Avrupa Bölgesel Kalkınma Fonu, altyapıları geliştirmek, yerel kalkınmaya öncelik vermek ve küresel rekabete adapte olmak amacıyla yapısal güçlük içindeki ülkelere verilirken; Ön Katılım için Yapısal Araç Fonu, AB’ye katılıma aday olan ülkelerin altyapı projeleri için verilmektedir. Ajanslara sağlanan mali teşviklerin büyük bir kısmı merkezi idarenin kontrolü altında verilmektedir. Mali yardımların dağıtımı genellikle idareler tarafından kontrol edilmekle birlikte, projelerin seçiminde ajanslar değişen önemde rol oynamaktadırlar. Günümüzde Avrupa ülkelerinde kendi bölgelerinin kalkınması amacıyla ulusal ve uluslar arası düzeyde faaliyet gösteren farklı nitelik, yapı ve statüde 200'ü aşkın kalkınma ajansı bulunmaktadır. Bunların büyük bir kısmının, özellikle Brüksel gibi önemli dış merkezlerde temsilcilikleri bulunduğu gibi, Avrupa genelinde 150 üyeye sahip örgütlenmiş bir üst kuruluşları da (Avrupa Bölgesel Kalkınma Ajansları Birliği-EURADA-European Association of Regional Development Agencies) bulunmaktadır.

38


Türkiye’de bölgesel politikalar ilk olarak 1960’lı yıllarda kalkınma planlaması ile başlamış ve sekiz kalkınma planında da yer almıştır. Kalkınma planlarının temel amacı, bölgelerarası gelişmişlik farkının kapatılmasıdır. Ancak kalkınma planlarında öngörülen hedeflerin gerçekleştirilmesi için uygulanan politikalar, bölgesel dengesizlikleri giderememiş, aksine daha da artırmıştır. Türkiye’de bağımsız yerel kurumların olmaması ve merkezi kurumların yerel düzeydeki birimlerinin işlevlerinin sınırlı olması uygulanan politikaların etkinliğini azaltmıştır. Türkiye’de bölgesel Kalkınma Ajansı kavramına yönelik ilk çalışmalar 1990’lı yıllarda başlamıştır. Bu sürecin Türkiye’de başlatılmasındaki amaç, yurtiçinde beklenen yerelliklerin kendi içsel kalkınma dinamiklerinin yanı sıra Avrupa Birliği’ne katılım sürecini hızlandırmaktır. Kalkınma çabalarının mekânsal boyutunu gözeterek bölgesel düzeyde planlanması ve uygulanması, pek çok merkezî yönetim anlayışına sahip ulus-devlette örneklerine rastlanılan bir yaklaşımdır. 1980’lere kadar bu konuda çeşitli uygulama örnekleriyle karşılaşılmış olmasına karşılık, günümüzde özellikle AB içinde ortaya çıkan ve Türkiye’yi de doğrudan ve yakından ilgilendiren yeni bir bölgecilik anlayışı gündeme gelmiştir. Bu yeni yaklaşım kurumsal adıyla Bölgesel Kalkınma AjansıBKA (Regional Development Agencies-RDA) sistemidir. Bu sisteme göre bölgesel kalkınmada temel amaç; bölgeler arası eşitsizlikleri gidermek değil, bölgeler arası rekabeti sağlamaktır. Bu amaca ise; bölgelerin yönetim yetkisinin özel sektöre devredilmesiyle ve bu yönetimin ülke başkentinden olabildiğince bağımsız kılınmasıyla ulaşılabilir (Demirci, 2005: 181). Türkiye’de kalkınma ajansları ulusal düzeyde DPT koordinasyonunda, İstatistikî Bölge Birimleri sınıflandırmasına göre belirlenen 2. Düzey bölgeler esas alınarak Bakanlar Kurulu Kararı ile kurulan; tüzel kişiliğe sahip ve 5449 sayılı kanunla düzenlenmemiş işlemlerinde özel hukuk hükümlerine tabi; ekonomik ve sosyal kalkınma odaklı, uygulayıcı olmayan, fakat destekleyici, koordinatör ve katalizör olarak faaliyet gösteren kalkınma birimleridir. Kalkınma Ajansları kendine özgü teknik ve finansman mekanizmasına sahip, kâr amacı gütmeyen, bütçe kullanımı ve istihdam açısından dinamik ve esnek yapıya sahip, merkezi ve yerel idarelerin dışında, kamu, özel sektör ve sivil toplum kuruluşlarını bir araya getiren, teknik kapasitesi yüksek kurumlardır. Türkiye’de Kalkınma Ajanslarının kuruluş amaçları şöyle sıralanmıştır: 1.Bölgelerin potansiyellerini yerelde harekete geçirmek ve rekabet gücünü artırmak 2.Kaynakların yerinde ve etkin kullanımını sağlamak 3.Ulusal kalkınma planı ve programlarda öngörülen ilke ve politikalarla uyumlu olarak bölgesel kalkınmayı hızlandırmak 4.Bölgeler arası ve bölge içi gelişmişlik farkını azaltmak 5.Kamu sektörü, özel sektör ve sivil toplum kuruluşları arasındaki işbirliğini geliştirmek 6.Kalkınma programlarının sürdürülebilirliğini sağlamaktır.

39


Kalkınma Ajanslarının görevleri ise aşağıdaki gibidir: 1.Bölgesel gelişmeyle ilgili stratejiler hazırlamak 2.Ulusal, bölgesel ve yerel düzeyde, ekonomik ve sosyal göstergelerin iyileştirilmesini sağlamak 3.Bölgeler arası ve bölge içi gelişmişlik farklarının azaltılmasını ve ülkenin genel refahının artırılmasını sağlamak 4.İş ve yatırım imkânlarının araştırılması ve tanıtılmasıyla başta girişimciler olmak üzere bütün yerel aktörlerin kalkınma çabalarına katılımını teşvik etmek 5.Sağlayacağı proje ve faaliyet desteklerinde kişi, kurum ve kuruluşların es finansmana dayalı ortak proje üretme ve yönetme kültürü ve yeteneğini geliştirmek; kurumlar arasında işbirliğini artırmak 6.Bölgenin girişimcilik potansiyelini harekete geçirmek, Yerel potansiyeli, dinamikleri, özgünlükleri, kaynak ve imkânları ortaya çıkararak harekete geçirmek ve AB fonları ile diğer uluslar arası fonların kullanılmasına aracılık etmek ve koordinasyonu sağlamak. BKA’nın çalışma ilkelerine bakılırsa sisteminin özü hakkında daha somut düşüncelere ulaşmak mümkün olacaktır. Bu ilkeler şunlardır: 1. Kalkınma kamuya dayalı olmayacaktır; kamu yatırımları alt yapı dışında esas alınmamalıdır. 2. Kalkınma ve yapısal gelişme, özel girişimciliğin öncülüğünde olmalıdır. 3. İhracata yönelik işletmeler, iç piyasaya yönelik olanlara tercih edilmelidir. 4. Girişimcinin kamudaki işlerinin hızlandırılmasına destek verilmelidir. 5. İşletmeler kendi başına ayakta kalacak hale gelene kadar desteklenmelidir. 6. Sanayinin kurulmasını engelleyen sosyal altyapı, katılım yoluyla gerçekleştirilmelidir. Bu ilkelere göre BKA sisteminin ulusal ve sosyal bir unsur taşımadığı, dayandığı felsefenin küresel stratejiler ve iş dünyasının hedeflerinden ibaret olduğu iddia edilmektedir (Demirci, 2005: 182). Türkiye’de de Avrupa Birliği’ne uyum sürecinin bir parçası olarak Bölgesel Kalkınma Ajansları’nın kurulması, görev ve yetkilerinin belirlenmesi işlemi tamamlanmış, ilk uygulamalar Mersin ve İzmir’de ortaya çıkmış ve sayıları her geçen gün çoğalmaktadır (Şekil 5). Şekil 5. İzmir ve Karacadağ Kalkınma Ajanslarının web sayfaları.

40


4.BÖLGESEL KALKINMA KURAMLARI12 4.1.Neoklasik Büyüme ve İçsel Büyüme Modelleri Her ne kadar coğrafyanın iktisadi gelişmede oynadığı rol yirminci yüzyılın başında üretilen çalışmalarda vurgulanmışsa da, ana-akım iktisat yazınında, coğrafyaya (bölgeye) hiç yer vermeyen neoklasik büyüme modeli önemli bir baskınlık kurmuştur. Solow (1956) tarafından geliştirilen neoklasik büyüme modelinde, kısa vadede kişi başına gelirdeki artış; sermaye birikimi ve teknolojik gelişmeye bağlıdır. Sermaye miktarı arttıkça sermayenin üretime olan katkısının azalıyor olması, uzun vadede büyümenin ancak teknolojik gelişme ile olacağı anlamına gelir. Solow’un modelinde teknolojik gelişme dış kaynaklıdır, dolayısıyla bu model, uzun dönemde kişi başına gelir artışlarını açıklamaya çalışmaz ve bütün bölgelerde kişi başı gelir seviyelerinin eşitlenmesini öngörür. Modelde bütün bölgelerin eşit gelir düzeyine ulaşmaları için üretim fonksiyonlarının, teknolojinin ve yapısal veya kurumsal diğer faktörlerin, örneğin nüfus artışının ve tasarruf oranlarının, aynı olduğu, bölgelerde piyasa mekanizmasının tam rekabetçi olduğu varsayılmaktadır. İki bölge arasında başlangıçta üretim faktörlerinin dağılımına bağlı olarak gelir farklılıkları olabilir. Bu durumda, üretim faktörlerinin getirisi bölgeler arasında önce farklılık gösterecek; ancak zaman içerisinde, eğer faktörlerin bölgeler arasında hareket edebilme imkânı varsa, faktör sıkıntısı çeken bölgeye hızlı bir kayma olacak, hem faktör getirileri hem de kişi başına gelir eşitlenecektir. Örneğin, Batı’da sermaye arzı Doğu’ya oranla daha yüksek ise, bu bölgede sermayenin getirisi göreli olarak daha düşük olacaktır. Bu durumda Batı’daki sermayenin Doğu’ya göç etmesi, Doğu’da artan sermaye nedeni ile faizler üzerinde aşağıya doğru bir baskı oluştururken, Batı’da arzın azalması nedeni ile faizlerin artması sonucunu doğuracaktır. Bu göç, her iki bölgede faizler eşitlenene kadar devam edecektir. Aynı durum emek için de geçerlidir. Ücretler, bölgeler arasında eşitleninceye kadar emek bir bölgeden diğerine doğru akacaktır. Bu varsayımların geçerli olduğu durumda, neoklasik modelin öngörüsü bölgeler arasında eşitsizliğin mutlak olarak yok olmasıdır. Bu durum iktisat literatüründe mutlak yakınsama olarak adlandırılmaktadır. Geri kalmışlığın üstünlüğü de denebilecek olan bu öngörü, başlangıçta göreli olarak daha yoksul olan bölgelerin daha hızlı büyümeleri gerektiği anlamına gelmektedir. Model varsayımlarının geçerli olmaması durumunda ise; her bölge kendi durağan durumuna (uzun dönemde ulaşılacak kişi başı gelir düzeyine) yakınsayacak; ancak gerek kısa vadede gerekse de uzun vadede bölgeler arasında gelir farklılıklarının varlığı kaçınılmaz olacaktır. Bu duruma ise koşullu yakınsama adı verilmektedir. Neoklasik modeli sınayan, gerek ülkeler arası gerekse de bölgeler arası, sayısız uygulamalı çalışmalarda, koşullu yakınsamanın daha çok rastlanan bir durum olduğu sonucuna 12

Bu bölüm büyük ölçüde, “Filiztekin, A. (2008). Türkiye'de Bölgesel Farklar Ve Politikalar, TÜSİAD-T/2008– 09/471, İstanbul.” isimli eserin 19-29. sayfalarından alınmıştır.

41


varılmıştır. Hatta Quah (1993) ülkeler arasında yakınsamayı araştırdığı çalışmasında, ülkelerin nihai olarak iki grupta, zenginler ve yoksullar olarak, toplulaştığı sonucuna varmıştır. Bölgelerin birbirlerine yakınsamıyor olduğu bulgusu, neoklasik modelin tartışılmasını da getirmiş ve farklı kuramların geliştirilmesine neden olmuştur. Özellikle Romer (1986, 1990) ve Lucas (1988) çalışmaları ile içsel büyüme modelleri adı verilen yeni bir kuramsal açılımın öncülüğünü yapmışlardır. Bu yeni modeller, neoklasik modelden iki konuda ayrılmaktadırlar. Bunlardan ilki, teknolojik gelişmenin içselleştirilmesi, bir başka deyişle teknolojik gelişmenin nasıl olduğunun modellenmesi, dolayısıyla da uzun dönemde bölgeler arasında görülen kişi başı gelir farklarının açıklanması yönündedir. Diğeri ise biriktirilebilir faktörlerin getirisinin azalan olmadığı varsayımıdır. Birinci yaklaşıma göre, eğer bir ülkedeki/bölgedeki teknolojik gelişme, neoklasik modelden farklı olarak, daha önce o bölgede var olan teknoloji düzeyine bağlıysa, (başlangıçta teknolojik bilgi birikimi yüksek olan bölgelerde bu birikim daha hızlı artıyorsa) bölgeler arasında bilgi birikimi farkları, bunun sonucunda da gelir farklarının artması kaçınılmazdır. Bu tür bir yaklaşım, teknolojik birikimin bölgeler arasında hareketliliğinin olmadığı varsayımına dayalıdır. Örneğin, teknolojik olarak geri düzeyde başlayan Doğu, hiçbir zaman Batı’nın gelişmiş teknolojisini elde edemeyecek ve hiçbir zaman Batı’yı yakalayamayacaktır. Teknoloji transferinin mümkün olduğu durumlarda ise yakınsama neoklasik modelden çok da farklılık göstermeyecektir. İkinci yaklaşım, biriktirilebilir faktörlerin getirilerinin, özellikle de sermayenin getirisinin, azalan olmaması üzerine kuruludur. Bu türün ilk modellerinde, firma düzeyinde içsel ekonomiler yerine, daha çok ülke ya da endüstri bazında dışsal ekonomilerin varlığı açıklayıcı olarak kullanılmıştır (içsel ve dışsal ekonomilerin tanımı için okuma kutusuna bakınız). Ancak, daha sonra geliştirilen modellerde eksik rekabet altında olumlu içsel ekonomilerden de yararlanılmıştır. Dışsal ekonomilerin varlığı, firmalar arasında akışa ve stratejik tamamlayıcılığa izin vermekte, bunun sonucunda da farklı dengelere ulaşılmasına olanak sağlamaktadır. Firmalar arasında akışa örnek olarak, bir firmanın yaptığı araştırma ve geliştirme sonucunda ortaya çıkan yeniliğin o bölgedeki diğer firmalar tarafından da kullanılarak herkesin daha fazla gelir elde etmesi verilebilir. Stratejik tamamlayıcılığa örnek olarak ise, bir firmanın yaptığı araştırma ve geliştirme çabalarının, rekabet gereği, tüm firmaları benzer şekilde davranmaya itmesi sonucu herkesin daha etkin çalışmasını gösterebiliriz. Biriktirilebilir faktörlerin artan getirisi yaklaşımına en uygun örnek, teknolojik gelişmenin endüstrideki tüm firmaların toplam sermaye stokuna bağlı olduğu modeldir. Bir endüstriye ne kadar çok sermaye yatırılmış ise, o endüstrideki teknolojik gelişme daha hızlı olacaktır. Bu da, firmanın kendi sermayesi ne kadar olursa olsun, endüstrideki diğer firmalar ile aynı hızda bir teknolojik büyümeye sahip olması, bir başka deyişle de kendi sermayesinin getirisinin daha yüksek olması anlamına gelmektedir. Bölgeler arasında başlangıçta sermaye birikimi farklılıkları söz konusu olduğunda, bu tür dışsallıklar gelir farklarının açılmasına neden olacaktır. Yeni içsel büyüme modelleri böylelikle, ölçek

42


ekonomilerinin yerelleşmesi yoluyla, hem bölgeler arasındaki gelir ve büyüme oranları arasındaki farkları açıklayabilmekte, hem de aradaki farkın neden kapanmayacağına dair mekanizmayı tanımlamaktadırlar. Buna karşılık, bu modellerde coğrafyanın/mekânın yeri çok açık değildir.

OKUMA KUTUSU İçsel ve Dışsal Ölçek Ekonomileri Ölçek ekonomileri, üretim miktarı arttıkça ortalama maliyetin azalması anlamına gelir. Scitovsky (1954) çalışmasında ölçek ekonomilerinin nedenlerini sınıflamaya çalışmıştır. İçsel ekonomiler, firmanın kendi üretimindeki artış sonucu ortalama maliyetinin düşmesi anlamına gelir. Böylelikle firma büyüdükçe, küçük firmalara karşı olan ortalama maliyet üstünlüğü giderek artacaktır. İçsel ekonomilerin varlığı, aynı zamanda eksik rekabetin olduğu anlamına da gelir. Çünkü büyük firma, giderek küçük firmaları piyasa dışına itecektir. Dışsal ekonomiler ise, ortalama maliyetteki azalmanın endüstrinin toplam üretim miktarındaki artışın sonucu ortaya çıkması durumudur. Dışsal ekonomiler saf (kimi zaman teknolojik de denilir) olabildiği gibi, maddi de olabilir. Saf dışsal ekonomiler endüstri düzeyinde teknolojik birikimin firmanın maliyetlerini azaltması anlamındadır. Marshallgil ekonomiler de denen bir türü, bilginin firmalar arasındaki akışımıdır (iş arkadaşları ile yemek yerken duyulan bilginin maliyetleri azaltmada kullanılabilmesi gibi). Bu durumda piyasadaki rekabet tam olabilir. Maddi dışsal ekonomiler ise piyasa sayesinde fiyatlar üzerine gelen ve firmanın üretim kararını değiştiren etkiyi ifade eder. En çok kullanılan örnek, bölgede firmanın kullandığı özel girdiler için ya da yetişmiş emek için büyük bir piyasanın olmasıdır. Böylelikle firma istediği girdiyi daha ucuza bulabilecektir. Bu tür dışsallıkların fiyatlara etkisi ancak piyasada eksik rekabet olması ile mümkündür. Kaynaklar: Scitovsky, T. (1954). Two Concepts of External Economies. Journal of Political Economy, 62, 143-151. Brakman, S., H. Garretsen ve C. Van Marrewijk (2001). An Introduction to Geographical Economics, Cambridge University Press, Cambridge.

4.2.Kalkınma İktisadı Her ne kadar içsel büyüme kuramı çerçevesinde ortaya atılan modeller neoklasik modelin eksikliklerine bir cevap olarak gözükse de, kullanılan fikirlerin büyük bir çoğunluğu daha önce ‘kalkınma iktisadı’ olarak adlandırılan alt-disiplinin içerisinde tartışılmıştır. Yeni büyüme modellerinin eski kalkınma modellerinden farkı, neoklasik iktisat anlayışının temelinde yer alan mikro ekonomik temel üzerine inşa edilme ilkesini kullanıyor olmasıdır. Kalkınma iktisadı çerçevesinde, örneğin, Rosenstein-Rodan (1943), makalesinde, ölçek ekonomilerinin büyüme açısından önemini vurgulamaktadır. Ona göre azgelişmişliğin nedeni yetersiz piyasa büyüklüğüdür. Planlı olarak ve eşgüdüm içerisinde yapılacak yatırımlar sayesinde dışsal ekonomiler harekete geçirilerek hızlı sanayileşme ve büyüme sağlanabilecektir. Hiçbir firmanın kârlılığı, üretimini tek başına arttırması ile gerçekleşmez, bunun için diğer firmaların da üretimlerini arttırmaları gerekmektedir: “Değişik endüstrilerin tamamlayıcılığı büyük-ölçekli planlı sanayileşme

43


için en önemli savunmayı sağlamaktadır.” Ancak Rosenstein-Rodan’da ‘Büyük İtki’ (‘Big Push’) olarak da bilinen bu yaklaşım, firma davranışlarının ayrıntılı incelenmesi sonucu ortaya çıkan bir bulgu olmaktan daha çok, kavramsal düzeyde önerme olarak kalmaktadır. Kalkınma iktisadı içerisinde yer alan bir başka yaklaşım, ihracat-tabanlı kalkınma modelidir. Neoklasik modelin arz yönlü bakışına karşılık talebi öne çıkaran model, bölgenin başlangıçta sahip olduğu kaynaklara dayanarak diğer bölgelere mal ve hizmet ihracı ile büyüdüğünü öne sürmektedir. Dışarıdan gelen talep sonucu mal ihracı ile gelişmeye başlayan bölgede, gelirler arttıkça yerel talep de körüklenmeye başlar; üretim miktarındaki artış, hem ihraç malları üreten sektörde hem de yerel ihtiyacı karşılayan mal ve hizmetleri üreten sektörlerde, katlanarak büyürken; dışsal ekonomilerin devreye girmesi bölgeler arasındaki uçurumun açılması sonucunu verir. Ancak bu yaklaşım, bölgenin başlangıçta sahip olduğu kaynakların bölgeler arasında akışkanlığının olmadığı varsayımına dayanmaktadır. Aksi takdirde “Hecksher-Ohlin faktör bolluğu” olarak adlandırılan, bölgenin an az bir girdi açısından zengin olmasının getirdiği üstünlüğün çok anlamı olmayacaktır (Armstrong ve Taylor, 2000). Doğal kaynaklar için geçerli olan bu varsayımın, bölgeler arasında kolaylıkla yer değiştirilebilecek olan emek ve sermaye gibi diğer faktörler için ne kadar geçerli olduğu tartışılır. 1960’lı yıllarda iktisatçılar ekonomik büyümede mekânsal faktörlere yönelmişlerdir. Bu yönelmeden itibaren, ekonomik kalkınmada çoğunlukla ulusal ölçekte mekânsal dağılım modelleri geliştirilmiştir. Ekonomik kalkınmadaki farklılıklar için geliştirilen yeni kavramsal modeller arasında belki de en önemlisi Myrdal tarafından geliştirilmiş olan birikimli nedensellik (cumulative causation) modelidir. Myrdal (1957) çalışmasında olumlu dışsal ekonomilerin büyümeyi pekiştirdiği, bölgesel gelir farklarının birikerek arttığı sonucuna vamıştır. Model, bir bölgenin neden büyümeye başladığı sorusuna cevap vermemekle beraber, bir kez büyüme başlayınca bölgenin firmalar için çekici hale geldiği, firmaların bölgeye yığılmaları sonucunda da ciddi oranda akışlar ortaya çıktığını öngörür. (Myrdal, 1957). Gunnar Myrdal’ın modeli, merkez-çevre modeline esas teşkil eden bir çalışmadır. Myrdal, “Zengin ve Fakir Memleketler” (1957) isimli eserinde ekonomik güçlerin bölgesel eşitsizlikleri artırdığını ifade etmektedir (Nagle ve Spencer, 1997: 132). Yani serbest bir ekonomide belirli değişimler, eşitleyici modellerin savunduğu gibi, eşit değişimler yaratmaz; buna karşın, bu eşitsiz değişiklikler, sistemi belirli bir yöne doğru yönlendirerek daha da ileri gider (Keeble, 1967). Myrdal, birikimli nedensellik (büyümenin ve refahın bir merkezde yoğunlaşması) ilkesini, ülkelerdeki ekonomik kalkınma sorununa uygulamış, buna göre piyasadaki güçlerin değişiminin bölgeler arasındaki eşitliği düşürmekten çok arttırdığı sonucuna varmıştır (Myrdal, 1957). 

Myrdal’a göre, bazı bölgeler başlangıç üstünlükleri sayesinde diğer bölgelerin önüne

geçmişlerdir. Büyüme ve ekonomik faaliyet artışları daha önceden elde ettikleri avantajlar sayesinde diğer bölgeler yerine bu bölgelerde gerçekleşecektir. Başlangıçtaki göreli

44


(karşılaştırmalı) üstünlükler (örneğin, lokasyon, maden yatakları veya işgücü gibi kaynaklar) belirli bir yerde, endüstrinin gelişmesi için başlangıç uyaranları oluşturmaktadır. Birikimli nedensellik süreçleri, zamanla altyapıda ilerleme, vasıflı işgücü ve vergi gelirlerinde artış sağlamakta, bu da o bölgenin itibarının artışı ve gelişmesi anlamına gelmektedir. Bu suretle bölge, başka yatırımlar için cazip hâle gelmekte, diğer bölgelerin önüne geçmekte ve daha fazla gelişme göstererek kazanılmış üstünlüklere dönüşmektedir. 

Myrdal, gelişen ve durağan bölgeler arasındaki mekânsal etkileşime de eğilmiştir.

Myrdal, bir bölgede büyüme başladıktan sonra, iş gücü, sermaye ve malların akışının bu bölgedeki büyümeyi destekleyecek şekilde gerçekleştiğini iddia eder (çarpan etkisi). Bu tür bir akış, geri kalan bölgelere zarar verecektir. Gelişmiş bölgeler, daha cazip avantajlar sunabildikleri için, gelişmemiş bölgeler, nitelikli ve girişimci iş gücünü ve yerel sermayelerinin önemli bir kısmını da kaybedeceklerdir. Ayrıca ekonomik anlamda büyüyen bölgelerden gelen ürün ve hizmetler geri kalmış bölgelerin piyasalarına akarak bu bölgelerde kurulmuş küçük ikincil ve üçüncül faaliyetleri devre dışı bırakacaktır. Bu olumsuz etki, ekonomik olmayan etkenlerde de kendini gösterir. Büyüyen bölgelerle karşılaştırıldığında durağan bölgeler daha yetersiz sağlık ve eğitim hizmetlerine sahiptir. Bütün bu olumsuz etkiler, bir bölgedeki büyümeyi hızlandırırken diğerindekini yavaşlatır (Myrdal, 1957: 27-31). 

Myrdal’ın modelinde, büyüyen bölgelerin diğer bölgeler üzerindeki hızlandırıcı etkisi

diye açıklanabilecek yayılma etkilerinden de söz edilir (Myrdal, 1957: 31). Bir bölgedeki ekonomik büyüme, başka bir bölgedeki (özellikle komşu bölgelerdeki) talebi arttırarak (örn. tarım ürünlerine olan), o bölgedeki ekonomik büyümeyi başlatabilir. Bu tür yayılma etkileri zaten yüksek bir ekonomik kalkınma seviyesi yakalamış olan bölgelerde daha fazladır. Çünkü hâlihazırda gelişmiş olan taşımacılık ve iletişim, yüksek eğitim düzeyi, değerler ve fikirlerin daha dinamik bir paylaşımı bu tür yayılmacı etkileri kuvvetlendirir. Myrdal modelinin basit bir varsayımı da ekonomide devletin müdahaleci olmamasıdır. Fakat yine de gelişmiş ekonomilerde geri kalmış bölgelerdeki büyümeyi hızlandırmayı hedefleyen devlet politikalarının yayılmacı etkilere yardım ettiğine ve bu tür devlet politikasının kalkınmada birikimli nedensellik ilkesinin bir yönü olduğuna işaret eder.

Bölge plânlamada yaygın şekilde kullanılan Myrdal modelinde başlıca üç evre belirlenir: 1. Bölgesel farklılıkların göreli olarak az olduğu geleneksel ve endüstri öncesi evre 2. Çarpan etkileri ve bir yerdeki ekonomik gelişmenin diğer yerlerin gelişimini olumsuz etkilemesi nedeniyle bölgesel farklılıkların arttığı evre 3. Yayılma etkileri ile bölgesel eşitsizliklerin azaldığı evre

Myrdal’ın türünün en önemli modeli olan bölgeler arası eşitsiz gelir modelini, hızla yenileri takip etmiştir. Hirschman (1958), “Ekonomik Kalkınma Stratejisi” adlı çalışmasında, Myrdal’ın

45


modeliyle birçok yönden benzerlikler taşıyan bir model geliştirmiştir. Hirschman (1958), firmaların bir bölgede yığınlaşmaları sonucu birbirleri ile aralarında girdi-çıktı ilişkisi oluşmaya başlayacağını bunun da maddi dışsal ekonomilerin gelişmesini sağlayacağını düşünmektedir. Ölçek ekonomileri devreye girdikten sonra bölgenin kalkınması, kendi kendini iten güç haline dönüşerek, gelir farklarının artması sonucunu verecektir. Hirschman’ın çalışmasında, farklı ekonomik büyümedeki en önemli etken, büyüyen kuzey bölgeleri ile geri kalmış güney bölgeleri arasındaki mekânsal etkileşimdir. Bu etkileşim, bölgelerdeki büyümenin diğer bölgelere yansıması ve kutuplaşma şeklinde olur. Hirschman’ın belirttiği bu etkiler, Myrdal modelinin “yayılma etkileri” ve “olumsuz etkiler” kavramlarına karşılık gelir ki, bunlar sermayenin, iş gücünün ve araçların dolaşımını içerir. Fakat model, birikimli bir nedensellik mekanizmasına tümüyle karşı çıkarak; eğer kutuplaşma etkileri büyüme döneminin ilk aşamalarında gerçekleşmişse; dengeleyici etkenlerin bu eşitsizlik durumunu bir denge pozisyonuna getireceğini savunmuştur. Bu tür dengeleyici unsurların başında devletin ekonomi politikası gelir. Bu etkenler, yayılma etkisi olarak düşünülmemeli, kalkınmanın sonraki bir aşamasında ortaya çıkan yeni bir unsur olarak değerlendirilmelidir. Herhangi bir birikimli mekanizmanın kabul edilmeyişi ve dengeleyeceği etkilerin varlığı, Hirschman’ın modelini Myrdal’ınkinden ayıran temel yapısal farklılıklardır. Kaldor (1970) çalışmasında birikimli nedenselliği, ihracat-tabanlı kalkınma ile birleştirmiştir. Daha sonra Dixon ve Thirlwall (1975) tarafından daha da geliştirilen model, ihracat-bazlı kalkınma modeline ek olarak, Verdoorn Yasası olarak adlandırılan, verimliliğin üretim miktarına doğrudan bağıntılı olduğu varsayımına dayanır. Kaldor, bir bölgedeki iktisadi büyümenin, o bölgenin ölçek ekonomilerinden ne kadar yararlanabildiğine bağlı olduğunu iddia eder. Fakat ölçek ekonomileri sektörler arasında farklılık göstermektedir. Dolayısıyla bölgenin başlangıçta hangi sektörlerde rekabet gücü olduğu, hangi faktörlerin bol olduğu ve ne tür bir üretime izin verdiği, çok önem kazanmaktadır. Kaldor’a göre, ölçek ekonomilerinden yararlanabilme açısından imalat sanayisi, örneğin, tarıma göre daha üstündür. Sanayileşmeyi başaran bölgeler ile tarımsal üretimin hâkim olduğu bölgeler arasındaki gelir farkı artarak sürmek durumundadır. Hiç kuşkusuz kalkınma iktisadı kuramları içerisinde daha çok bilinen ve bölgesel planlama çalışmalarından en çok kullanılan yaklaşım, Perroux (1950) tarafından ortaya atılan büyüme kutupları (growth poles) kuramıdır. Perroux’ya göre ekonomik mekân; bir firmanın ya da endüstrinin alıcı ve satıcıları ile arasındaki ilişki ağları, bu ilişkilerin oluşabileceği bir güçler alanı ve bu güçlerin birbirleri ile olan karşılıklı ilişkilerini içeren toplamdan oluşmaktadır (Malizia ve Feser, 2004). Güçler alanı olarak ekonomik mekân bir büyüme kutbudur (odağıdır). Bu kutup, büyümeyi önce harekete geçirir ve daha sonra da çevresine doğru yayar ki büyüme karşılıklı etkileşim ve dışsallıklar üzerinden

46


gerçekleşir. Büyüme kutupları hızla gelişerek, yerel ekonomi üzerinde yayılma ve çarpan etkileri yaratırlar. Büyüme kutupları modeli esas olarak “ekonomik kalkınma, bir ülkede eşit olarak gerçekleşmez ve daha çok büyüme kutbu olarak adlandırılan bazı bölümlerde yoğunlaşma eğilimi gösterir” düşüncesi etrafında şekillenir. Büyüme kutbunun iç büyüme mekanizmasının analizini yapan Perroux’a göre (1955); “büyüme kutbu” varlığını, bünyesindeki büyümeyi teşvik eden öncü sektöre borçludur. Büyüme kutupları modelinde temel olan sektördür. Bu nedenle, büyüme kutbu modelini politika oluşturmada temel alan planlama çalışmalarında genellikle lider sektörün seçilmesi en önemli konu olagelmiştir. Sektörün büyümesi, diğer bağlantılı ve dışsal ekonomiler sayesinde gelişen sektörleri de etkiler. Sektörler, öncü sektörün hızlandırıcı etkisiyle büyürken, bir bütün olarak büyüme kutbu da büyüme eğilimindedir. Yüksek teknolojik gelişme, sektörler arasındaki mekânsal yakınlık, iletişim kolaylığı ve işadamları arasında ortak bir anlayış gelişmesi gibi psikolojik faktörler de büyümeye yardımcı olur. Modelin temel özelliği, kutup ile çevre arasındaki bağıntı olduğundan eğer merkez ile çevre arasında yakın bağıntılar yok ise; merkezdeki büyümenin çevreye yayılması mümkün olamayacaktır. Uygulama sonuçları ve yapılan çalışmalar bu modele bağlı politikaların başarısız olduğuna ilişkin işaretler verse de modelin çekiciliği hâlâ devam etmektedir. Büyüme kutupları modeli, büyüme merkezi ile diğer bölgeler arasındaki ilişkileri de analiz etmektedir. Bu analiz, modelin birçok ülke tarafından bölgesel plânlanmada ana kavram olarak kullanılmasına neden olmuştur. Bu modelin devlet plânlamasında kullanılmasının son örneği, Brezilya hükümetinin yeni başkentini (Brasil), ülkenin kalkınmamış iç kesimlerinden seçmesidir. İngiltere’de 1960’larda yeni kasabaları büyüme merkezlerine dönüştürmek için planlamalar yapılmıştır. Devlet yatırımlarının ve endüstriyel faaliyetlerin daha geniş bir bölgeye yaymaktansa, büyüme kutbuna yoğunlaşmasının uzun vadede daha yüksek bir kalkınma seviyesi yaratacağına dair inanç, bu modelin mantıksal bir uzantısıdır. Fakat bu gelişmeler aynı zamanda herhangi bir alandaki büyümenin olumlu etkilerinin çabukça tüm bölgeye yayılacağı düşüncesini de yansıtır. Myrdal’ın düşüncelerinden büyüme kutupları modelinde de yararlanılmıştır. Lokasyon koşulları, kaynaklar, işgücü ve pazara yakınlık ve erişebilirlikte elverişli olan bölgeler, ekonomik bakımdan daha caziptir. Bu yüzden doğal gelişme kutbu olarak plâncılar tarafından geliştirilirler ve buralar diğer bölgelerden daha hızlı bir gelişim çizgisi gösterirler. Genellikle bu alanlar iyi ulaşım ve erişebilirlik özelliklerine sahip şehirsel-endüstriyel komplekslerdir. Fransa’da, Marsilya, Güney İtalya’da Toronto büyüme kutupları için güzel örneklerdir.

47


4.3.İktisadî Coğrafya Yaklaşımı Gerek neoklasik gerekse de Keynesgil kalkınma iktisadı yaklaşımı öz olarak ekonomik gelişme üzerinde odaklanmıştır. Genellikle ekonomik aktörler, küçücük, rasyonel ve kâr çoklaması yapan birimler olarak ele alınmış; içinde yaşadıkları sosyo-politik yapının değişmediği, daha da önemlisi yok sayıldığı varsayılmıştır. İktisadî coğrafya yaklaşımı bu varsayımların geçerli olmadığı, iktisadî hayatın, sosyal ve kurumsal olarak mekânsal konumu olduğu görüşünden yola çıkarak bölgesel farkları anlamak için sosyal yapıların, iktisadi ve politik kuralların, geleneklerin incelenmesi gerektiğine vurgu yapmaktadır (Martin, 2003). Bu yaklaşımlar, ekonomik büyümeyi gösteren toplulaştırılmış ölçütlere bakmak yerine; büyümenin yapısına, iktisadi faaliyeti belirleyen özelliklere yoğunlaşmayı önermektedir. Çok geniş çerçevesi olan bu yaklaşımda, makro düzeyde ilişkilerin belirlenmesine dayalı, mekâna dair öngörüler üreten kuramsal irdeleme, yerini, daha çok, belirli şehir ya da bölgelerin belirgin özellikleri üzerine yoğunlaşmayı benimseyen yaklaşıma terk etmiştir. Bu çerçeve içerisinde ele alınabilecek Marksgil düşünce, kapitalist yapının iç çelişkileri sonucu, emeğin mekânsal dağılımının yeniden yapılanması ve kapitalist hiyerarşik örgütlenmenin içsel dalgalanmalarının bölgesel kalkınmayı istikrarsız kıldığını öne sürmektedir. Bu yaklaşıma, göre yirminci yüzyıl içerisinde hâkim olan emek dağılımı, üretimin tümüyle bir merkezde toplanmasını gerektirirken, son yıllardaki gelişmeler yüksek kalite kontrol fonksiyonuna sahip birimlerin (araştırmageliştirme, finans gibi) merkezde, daha düşük düzeydeki fonksiyonların ise çevrede yerleşmesini zorunlu kılmaktadır. Böyle olunca da, elde edilen üretimin paylaşılmasının doğası gereği, gelir eşitsizliği bölgesel bir içerik kazanmaktadır (Peck, 2003). Son zamanlarda daha sıkça sözü geçmeye başlayan yerel rekabetin evrimi görüşü ise, 19. yüzyılda ortaya çıkan Fordist kütlesel üretim yapısının, 1970’lerin ortasındaki petrol krizi sonrası ikinci bir ‘endüstriyel bölünme’ ile birlikte yeni Post-Fordist esnek üretim yapısına dönüştüğüdür (Piore ve Sabel, 1984). Bu yeni yapı, firmalar arası etkileşim ağlarına ve yığınlaşma ekonomilerine dayalı olarak, Fordist tarzın gerektirdiği dikey bütünleşmeyi ortadan kaldırarak büyük firmaların üretimin bir bölümünü daha küçük firmalara aktarmasını, bu firmaların da belirli bir bölgede yığınlaşmasını getirmektedir. Fordist kütlesel üretim ve tüketim kalıplarının değişmesi sonucu ortaya çıkan belirsizlikler ve parçalanma, hızla değişen teknoloji ile birleşince; firmaların yaşayabilmesi için esnek üretimi benimsemeleri gerekmektedir. Esnek üretim yapısı ise; firmaların aynı anda hem uzmanlaşmış ve hem de hızlı dönüşebilen yapılar olarak kurulmasına bağlıdır ki bu da oldukça maliyetlidir. Bu maliyeti azaltmak ise firmaların belirli bölgelerde yığınlaşması (agglomeration) ile mümkün olabilmektedir. Bu durumda, iletişim ağlarını kurabilen, sosyal sermayesini daha hızlı güçlendirebilen ve en önemlisi büyük (uluslararası) firmaları bu örüntü içerisine yerleştirebilen (embed) bölgeler daha hızlı gelişeceklerdir (Sunley, 2003). Porter’ın (1990) çalışmasında küçük

48


firmalardan oluşan çok sayıda firmanın bir mekânda bir araya geldiğine ilişkin bulgular, bu görüşü destekler niteliktedir. Ne var ki bu örneklerin sayılı olduğu, her birinin kendi içerisinde bir model oluşturup, farklı bölgelerde uygulanma olasılığının düşük olduğu öne sürülmektedir. Kurumsalcı (institutionalism) yaklaşım, bu çerçevede, tüm bölgesel sistemin uzun vadeli evrimi yerine, belirli bir bölgenin gelişiminin olası koşullarını irdelemeyi önermektedir (Martin ve Sunley, 1998). Sosyal politikaların, bir bölgede var olan bölgesel kalkınmaya imkân veren sosyal ilişkiler yumağı ve kurumsal örüntü içerisinde yerleşikliğinin (embedded) önemi, bu yaklaşımın asıl odağıdır. Resmi ve gayri resmi tüm kurumlar, belirsizlikleri ve dolayısıyla riski azaltan, aynı zamanda sosyal güveni yerleştiren başlıca aktörlerdir. Bu durumda, piyasalar neoklasik iktisadın varsaydığı biçimde serbest değil, tam tersine yeniden üretilen sosyal kurgulardır ve piyasalarda aksama olması kaçınılmazdır. 4.4. Yeni Ekonomik Coğrafya Modelleri Yeni içsel büyüme modelleri, mekânı açıklamalarının dışında bırakırken, bölgesel kalkınma modelleri ve iktisadi coğrafya yaklaşımı ölçek ekonomilerini sıkça kullanmakla beraber özenli bilimsel bir yapı geliştirememişlerdir. Hem mekânı içine katan ve ölçek ekonomilerini kullanan, hem de mikro ekonomik temellere dayalı genel denge anlayışı içerisinde bütünsel bir yapıyı kuran yeni ekonomik coğrafya modelleri olmuştur 13 . Kalkınma iktisadı yaklaşımı tarafından yeni bir fikir içermediği gerekçesi ile başlangıçta sıkça eleştirilmekle beraber (Maier, 1998), bölgesel gelişmeye ilişkin ciddi önermeler içeren yeni ekonomik coğrafya modelleri çeşitlilik göstermektedir. Bu modellerin ortak varsayımları, malların naklinin maliyetli oluşu ve üretimde artan ölçek getirisinin olmasıdır. Bu iki varsayım altında, firmalar pazara yakınlık ile üretimi yığınlaştırma arasında bir seçim yapmak durumundadırlar. Bu iki varsayım, aynı zamanda piyasalarda eksik rekabet olmasını gerektirir. Starrett’in (1978) mekânsal imkânsızlık kuramı’ (spatial impossibility theorem), serbest piyasa yapısının en uygun iktisadi coğrafyayı (optimal landscape) yaratamayacağı sonucuna varır ki dolayısıyla bu noktada bölgesel müdahale kaçınılmazdır. Yeni ekonomik coğrafya modelleri, ne yazık ki, aşırı derecede teknik inceleme gerektirmekte ve temel sonuçlarının anlaşılmasının diğerleri kadar kolay olmaması gibi özelliklere sahip bulunmaktadır. Ayrıca, öngörülerinin sınandığı yeterince uygulamalı çalışma olmaması ve politika önermelerinin yeterince tartışılmamış olması nedeni ile henüz yeterince kabul görmemektedirler14. 13

Yeni Ekonomik Coğrafya modelleri iktisatçılar tarafından geliştirilmiştir. Buna karşılık, iktisadî coğrafya, daha çok, coğrafya, sosyoloji ve kent bilim ile ilgili bilim insanları tarafından geliştirilmişlerdir. Benzer isim taşımakla ve çoğu konuda benzer varsayımlar kullanıp çok yakın öngörülerde bulunmakla beraber, iki yaklaşım yöntemsel olarak birbirinden ayrılır. 14

Modellerin teknik yapısının ve varsayımlarının aşırı ciddiye alınarak yanlış yönlere çekilebileceği endişesi ile Neary (2001), yeni ekonomik coğrafya modellerinin politika önerilerinin ön plana çıkmamasını olumlu olarak görülmüştür. Buna karşılık Ottaviano (2003) ise, tam tesri görüşü savunmaktadır. Bu modellerin önemli savları olduğu, teknik özelliklerinin ve

49


Ottaviano (2003) makalesinde, bu modellerin, özellikle, politika önermelerini ayrıntılı olarak tartışmaktadır. Yeni ekonomik coğrafya (YEC) modelleri Krugman’ın (1991a ve 1991b) temel çalışmasından yola çıkılarak, Fujita ve diğ. (1999) ve Fujita ve Thisse’nin (2002) temel katkıları sonucu geliştirilmiş çeşitli modellerden oluşmaktadır. Çok basit bir çerçevede YEC modellerinin temel özelliklerini anlatmak mümkündür (Ottaviano, 2003). İki bölgeli, biri sabit ölçek getirisine sahip, tam rekabetçi piyasada çalışan ve ürünü serbestçe ticaret edilebilen (genellikle tarım olduğu düşünülen), diğeri ise artan ölçek getirisine sahip, eksik rekabetçi piyasada çalışan ve ürününün ticareti serbest olmayan (genellikle imalat sanayisi olarak düşünülen) iki sektörlü bir ekonomi varsayılmaktadır. Bu modellerde esas olan ikinci sektördeki (imalat) firmaların bölgeler arası dağılımıdır. Çünkü büyüme bu sektördeki gelişme yoluyla olmaktadır. İlk olarak, ticaretin serbestleşmesi ile iç pazar etkisi artacaktır (burada ticareti kısıtlayan nedenleri, yasal engeller olduğu kadar uzaklık, dağlık arazi gibi, fiziksel engeller olarak da görmek gerekir). Yeni bir firmanın üretime katılması ile üretimini arttıran imalat sanayisi, bir yandan ücretlerin yükselmesi ve maliyetlerin artması sonucu daralırken, öte yandan artan ücretlerin bu sektörün ürünlerine olan ek talep yaratması sonucu genişleyebilecektir. Bu zıt etkilerden ikincisinin güçlü çıkması sonucu, imalat sanayisi serbest kalacak, nereye yerleşeceği belirsizlik taşıyacaktır. Bir diğer özellik de, yığınlaşmaya neden olan güçlerin kendi kendini iteklemesidir. Kalkınma iktisadının birikimli büyüme olarak adlandırdığı bu durum, YEC modellerinde de görülmektedir. Burada önemli olan, ticaretin önündeki engeller azaldıkça bu etkinin güçleniyor olmasıdır. Üçüncü olarak, firmaların bölgeler arasında yer değiştirmekten elde edecekleri getiri ticaretin önündeki engeller kalktıkça artacaktır. Ancak, ürünlerin taşıma maliyeti sıfır olduğunda, ya da ticaretin önündeki engeller çok büyük olduğunda getiri ortadan kalkmaktadır. Buradan yola çıkarak, birikimli büyümeyi de hesaba katarak, bölgeler arasında asimetrik bir ilişki, ticaretin serbestleşmesi ile kaçınılmaz olmaktadır. Genellikle merkez olarak adlandırılan bir bölge, tamamen imalat sanayisinde yoğunlaşırken, çevre olarak isimlendirilen diğer bir bölge, tamamen tarıma yönelmektedir. Daha da önemlisi bu durum belirli bir noktadan sonra, ticaretin önündeki engeller belirli bir seviyenin altına düştüğünde, ekonomiye gelen ani bir şok sonucu ansızın oluşmaktadır. Bu duruma felaket yığınlaşma (catastrophic agglomeration) denilmektedir. Bununla beraber, sonuçlar izlenen gelişmelere son derece yakından bağımlıdır. Ufak ve gelgeç bir etki bile, eşik noktası aşıldıktan sonra kalıcı sonuçlar yaratmaktadır. Son olarak, bu etki beklentilerden de kaynaklanabilmektedir ve sonuç "kendi kendini haklı çıkaran kehanet" olarak ortaya çıkmaktadır. varsayımlarının sonucu ortaya çıkan politika önermelerinin tartışılmaları halinde daha gerçekçi modeller ve yeni önermeler üretmelerinin mümkün olduğu görüşündedir.

50


Yeni ekonomik coğrafya modellerinin öngörüleri, kalkınma iktisadı modellerindekiler ile çok benzemektedir. Ancak, her ne kadar benzer yöntemler kullanıyor olsa da neoklasik yaklaşımdan son derece önemli farklılıklar göstermektedir. Bu farklılıklar, aynı zamanda bölgesel kalkınma ile ilgili politika üretmenin ne kadar zor olduğuna işaret etmektedir.

51


52


5.BÖLGESEL EŞİTSİZLİK Bölgesel eşitsizlik, bir ülkenin bölgeleri arasında, ekonomik ve toplumsal fırsat eşitsizliklerinin sonucu olarak ortaya çıkan, farklı bölge insanlarını birbirlerinden değişik/farklı yaşam kalitelerinde yaşamak durumunda bırakan ve aynı olanaklara sahip olmalarını engelleyen, bölgelerin sosyoekonomik bütünleşmesini geciktirerek ayrışmalara yol açabilen, ülke kalkınma süreçlerinin bir sonucudur. Gerek bölgelerin sahip olduğu özellikler gerekse ülke içi dengesiz ekonomik yatırımlar, gelişmişlik düzeyi farklı, bir tarafta zengin diğer tarafta zayıf ekonomili, düşük yaşam standartlarının ve gelirin görüldüğü bölgelerin ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Bölgeler arası bu eşitsiz gelişme, bölgesel dengesizlik olarak nitelendirilmektedir (Çamur ve Gümüş, 2005: 147). Kalkınma, belirli ülkelerde, bu ülkelerin de özellikle ayrıcalıklı bölge veya merkezlerinde (zengin doğal kaynaklar, coğrafi konum, beklenmedik bir buluş başlangıç noktası olmasıyla) başlamaktadır. Dolayısıyla ekonomik gelişmenin her yerde aynı anda başlaması diye bir şey söz konusu değildir. Gelişmenin belirli bir alanda başlaması; (1) ölçek ekonomisinden maksimum yararlanma düşüncesiyle yeni yatırımlar yapma (yeni bir coğrafi toplanma etkisi yaratır ki buna yığılma/kentleşme etkisi denir), yani işletmeleri genişletme (pozitif içsel ekonomi kuralları) ve (2) birlikte bulunmaktan doğan avantajlar (dışsal ekonomi kuralları) sayesinde olur. Gelişme noktaları veya alanından yoksun bölgelerde, duraklama hatta gerileme gözlenir. Kalkınma kutupları diyebileceğimiz gelişme noktaları etrafında, ekonomik ve sosyal hareketliliğin yoğunluğu giderek artar. Bu hareketlilik farkı zamanla, bir zorunluluk ve ekonomik gelişmenin ön koşulu olarak bölgeler arası dengesizliklerin ortaya çıkmasına neden olur. Gelişmişlik farklarının arttığı bu zaman dilimi, ülke içinde gelir dağılımının bozulduğu ve sosyal adalet açısından istenmeyen durumların yaşandığı bir dönemdir. Gelişme düzeyi en yüksek olan bölgeler, diğer bölgelerin ekonomik gelişmesini durdurucu etkilerde de bulunur. Geri kalmış bölgelerden gelişmiş bölgelere doğru, faal nüfus göçü ve sermaye transferi gerçekleşir. Gelişen bölgenin ekonomik canlılığı, iş olanaklarını artırır, ücretleri yükseltir ve yaşam düzeyini iyileştirir. Kent yaşamının konfor ve avantajları ile iş olanakları, genelde aktif çağdaki nüfusu bu bölgelere çeker. Diğer taraftan insan göçüne sermaye transferleri de eşlik eder. Durağan bölgenin tarım ve geleneksel sanayiden ürettiği tasarruflar gelişmiş bölgelere yönelir. Durağanlaşan/göreceli olarak gerileyen bölgelerin geleneksel sanayilerinde çöküş yaşanır. Gelişen bölge ile durağan/gerileyen bölge arasındaki ticaret, durağan bölgenin el sanatları boyutundaki sanayi faaliyetlerini köreltir. Büyük ölçekli ve verimli modern sanayi ürünlerini piyasaya

53


süren gelişen bölge malları karşısında, düşük kaliteli ve pahalı durağan bölge malları alıcı bulmakta zorlanır ve rekabet edemez duruma gelir. Gelişmişlik farklarının artmasında ekonomi dışı etkiler üzerinde de durulabilir ki, bu etkiler arasında az gelişmişlik kısır döngüsü de bulunmaktadır. Bu döngüde, başta ulaşım olmak üzere, sağlık ve eğitim gibi konulardaki temel hizmetlerin eksiklik ve yetersizliğinin rolü büyüktür. Kalkınmaya olumsuz yönde etki eden; iklim, yer altı zenginlikleri, yer şekilleri, su kaynakları, ulaşım ve haberleşme olanakları gibi coğrafî etmenlerin az gelişmişliğin nedenleri arasında gösterildiği, kalkınmayı frenleyici/durdurucu etkide bulunduğu eskiden beri bilinen bir gerçekliktir. Bir ülkede hiçbir ekonomik hareket yokken, bir bölgede her hangi bir nedenle ekonomik gelişme başlayınca, gelişen bölge, çevre bölgelerdeki üretim faktörlerini kendine çekerken, üretim faktörlerini kaybeden bu bölgeler mevcut ekonomik canlılıklarını koruyamayarak gerileyeceklerdir. Böylece bölgeler arası gelişmişlik farkı ortaya çıkacak ve farklılık gittikçe derinleşecektir. Bir ülke ekonomisi, belirli bir düzeye eriştiği andan itibaren, bu defa çevre bölgelerde gelişmeyi durdurucu etkiden daha çok gelişmeyi sağlayıcı/özendirici etki kendisini göstermekte ve gelişme çevreye yayılmaktadır ki bu, bölgeler arası gelişmişlik farklarının/bölgesel dengesizliklerin azalmaya başlaması anlamına gelmektedir (Dinler, 2001: 122). Bölgesel dengesizliklerle ilgili olarak şu genellemelerin yapılması mümkündür: 1. Gelişmiş olsun az gelişmiş olsun, dünyadaki tüm ülkelerde, az ya da çok yoğunlukta, mutlaka bölgesel dengesizlik vardır. 2. Bölgeler arasında görülen sosyo-ekonomik gelişmişlik farkları, ekonomik gelişmenin bir sonucudur. 3. Bölgeler

arası

gelişmişlik

farkının

düzeyi,

gelişmekte

olan

ülkelerde

gelişmiş

ülkelerdekinden çok daha fazladır. Ekonomik gelişmenin piyasa güçlerine bırakıldığı ve devletin bölgeler arası gelişmiş farklarını azaltıcı politika izlemediği az gelişmiş ülkelerde farklar daha da artmaktadır. 4. Bölgeler arası gelişmişlik farkları, gelişmekte olan ülkelerde giderek artarken, gelişmiş ülkelerde zaman içerisinde azalan bir seyir izlemektedir. 5. Küreselleşme ile birlikte ulusal ekonomilerin dışa açılması, esnek üretim sistemi ve elektronik ticaret/bilgi toplumu avantajlarını arkasına alan KOBİ’lerin büyük işletmelerle ve rekabet şansını yakalamalarına paralel şekilde, 1980 sonrasında bölgeler arası farklılıkların hem gelişmiş hem de gelişmekte olan ülkelerde azalma eğilimine girmesi sonucunu doğurmuştur.

54


Türkiye’de Cumhuriyet’in ilânından bu yana çeşitli dönemlerde dünya ekonomisiyle yaşanan ilişkinin biçimi ne olursa olsun bölgeler arası bir dengesizlik süregelmektedir. Ulusal gelirin yaklaşık %30-40’ını oluşturan Marmara Bölgesi, özellikle 1960’lardan bu yana yaşanan çeşitli dönemlerde hep en hızlı gelişen bölge olmaktadır. Marmara Bölgesi’ni daha düşük büyüme hızıyla Ege Bölgesi ile Akdeniz Bölgesi’nin Çukurova yöresi izlemekte, özellikle 1980’lerin ortalarından itibaren Muğla ve Antalya turistik yöreleri yeni gelişme kutupları olarak ortaya çıkarken diğer bölgelerin ulusal gelir içindeki payları giderek düşmektedir. Türkiye’nin doğal koşulları incelendiğinde, bölgeler arası eşitsizliklere zemin oluşturabilecek özelliklerle karşılaşılır. Bu bağlamda ülkeyi kuzeyden ve güneyden kuşatan dağlık alanlar ile yüksek ve engebeli Doğu Anadolu Bölgesi’nin doğa koşulları bakımından zor/sorunlu alanlara karşılık geldiği, öte taraftan Marmara ve Ege bölgelerinin coğrafî koşullarının gelişmeye yardımcı olabilecek niteliklere sahip oldukları söylenebilir. Bu genel doğu-batı coğrafî farklılıklarına, kıyı ile iç kesimler arasındaki başta iklim, bitki örtüsü ve su durumu olmak üzere kimi coğrafî etmenlerdeki değişiklikler de eklenirse; bölgeler arası kalkınma düzeyi farklılıklarının zemini biraz daha iyi anlaşılabilir. Buna göre ülkenin dağlık alanları, kurak iç kesimleri ve yüksek doğu bölgesi sosyo-ekonomik gelişme için olumsuz koşullar sergilerken, diğer tarafta ovalar, kıyı kesimleri ve batı bölgeleri gelişmeye uygun alanları meydana getirmektedir. Türkiye’deki bölgesel dengesizliklerin tarihsel nedenleri üzerinde de durmak gerekir. Anadolu’nun çeşitli bölgeleri arasındaki gelişmişlik farkları, XIX. yüzyılda başta İngiltere olmak üzere Batılı ülkelerle yapılan ticarete paralel şekilde dışa bağımlı yerleşme yapısının oluşmaya başlamasıyla ortaya çıkmıştır (Dinler, 2001: 174). Osmanlıların XVI. Yüzyıla kadar uyguladıkları yönetim sistemi, yeni bir yerleşme düzeninin doğmasına neden olmuştur. Bu düzende başkent, bölgesel merkezler, Pazar kentleri/kasabaları ve köyler şeklinde bir kademelenme oluşmuştur. Devletin ekonomik gücü, yerel denetim ve organizasyonun izlediği yayılma politikası nedeniyle, düzenli aralıklarla dağılmış, ticaret yollarının kesişme noktalarındaki bölgesel kentlere (sancak merkezlerine) dayanıyordu. XVI. Yüzyılda çok geniş bir yüz ölçüme ulaşmış Osmanlı İmparatorluğu, önemli coğrafî farklılıklara rağmen, aralarında gelişme bakımından derin farklılıklar bulunmayan bölgelerden meydana geliyordu. Batı Avrupa, XIX. Yüzyıla gelindiğinde artık ham madde sağlayacağı ve mamul madde satacağı pazarlar arayan, sanayileşmiş ülkeler halini almıştı. İngiltere ile imzalanan ticaret anlaşması (1838) ve bunu izleyen diğer anlaşmalar, Osmanlı pazarını Batı’nın sanayi ürünlerine açmış, geleneksel Osmanlı sanayisi ve bu faaliyetlerin toplandığı kentler işlevlerini yitirmişlerdir. Avrupa ile ticaret, liman kentleri

55


lehine gelişme yaratırken, iç bölgelerdeki kentler bu durumdan olumsuz etkilenmişlerdir. Böylece, Türkiye’de bölgeler arası dengesizlik, batı ve deniz kıyısındaki kentlerin daha da canlanması, buna karşılık iç ve doğu bölgelerdeki kentlerin ekonomik önemlerinin azalmasıyla ortaya çıkmaya başlamıştır. Özetle Türkiye’nin bölgesel gelişmişlik farkları, batıya açılma, Osmanlı’nın el sanatlarına dayalı sanayisi ve ticaretinin gerilemesi ile başlamış, geleneksel ekonomik yapının ve yerleşmeler arası hiyerarşinin bozulması ile derinleşmiştir. Osmanlılar zamanında beliren bölgesel dengesizlik, dış dinamiklerin etkisiyle ülkeler arası emperyalist ilişkilerin sonucu ortaya çıkan bir dengesizliktir. Bu dengesizlik, hem tarihsel ve coğrafî hem de Cumhuriyet döneminde uygulanan/uygulanmak zorunda kalınan politikalarla, genel ekonomik gelişmeye bağlı olarak daha da artmıştır. Gelişmişlik farklılıkları ekonomik göstergelere ilave olarak insanî göstergelere de yansımıştır. Sanayileşme, günümüz Türkiye’sindeki bölgeler arası dengesizlikleri en iyi yansıtan göstergelerden biridir. Sanayi tesislerinin batı bölgelerde yoğunlaştığını gösteren mekânsal dağılımı, bu dengesizliği açıkça gözler önüne sermektedir. Esasında bu dağılım, büyük ölçüde el sanatları ve esnaf biçimi örgütlenmeye dayanan Osmanlı sanayisinin (Kepenek ve Yentürk, 2005: 19) Türkiye Cumhuriyeti’ne devredilmesidir denilebilir. Zira 1927’de yapılan sanayi sayımı sonuçları bu konuda önemli ipuçları vermektedir. Bu sayıma göre; Cumhuriyet’in ilanının kısa bir süre sonrasında, Türkiye’deki sanayi tesislerinin yarıya yakınının Marmara (%29,7) ve Ege (%19) bölgelerinde yer aldığı anlaşılmaktadır. Buna karşılık, ülke sanayi tesislerinin ancak %13 kadarı; Güneydoğu (%7,6) ve Doğu Anadolu (%5,2) bölgelerinde bulunmaktadır (Çizelge 2). Son zamanlarda yaşanan bazı gelişmelerle sanayinin merkezden çevreye yayılması (desantralizasyonu) söz konusu ise de bu durum henüz Türkiye’de bölgesel anlamdaki farkların önemli ölçüde azaldığı/ortadan kalktığı anlamına gelmemektedir (Çizelge 2). Sanayinin coğrafi dağılımını ortaya koyan çalışmalar (Özgüç, 1987) ve DİE tarafından yapılan sanayi sayımları, sanayinin bölgesel dağılımındaki dengesizliğin hâlâ korunduğunu göstermektedir. Çizelge 1’de görüldüğü üzere 1991 yılı değerlerine göre Türkiye’deki sanayi tesislerinin %72,6’sı yani neredeyse ¾ ü Marmara ve Ege bölgelerinde toplanmışken, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinin her ikisinin ülke sanayi tesislerindeki payı sadece %3,5’dir. Türkiye’de bölgeler arasında tarımsal yapı, özellikle de ürün bazında verimlilik ve traktör sayıları bakımından eşitsizliklerden söz edilebilir. Hektara buğday verimi, 1993 yılı itibariyle Marmara Bölgesi’nde 3067 kg., Ege’de 2391 kg. iken, Doğu Anadolu’da 1104 kg., Güneydoğu Anadolu’da 2060 kg.dır (Dinler, 2001: 249). Bölgeler arası tarımsal verim farkları, pamuk, tütün, ayçiçeği gibi sanayi ham maddesi olarak kullanılan diğer tarımsal ürünler için de geçerlidir. Mutluer’in (1999: 189)

56


çalışmasında Marmara, Ege ve Karadeniz Bölgesi’nin Orta ve Batı bölümlerinde Türkiye’deki toplam traktörün %55’i yer almakta, buna karşılık Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde bu oran %14’ü ancak bulmaktadır. Çizelge 2. Türkiye’de sanayi kuruluşlarının ve GSMH’nın bölgelere göre oransal dağılımı 15

Bölge

1927

1973

1991

GSMH (%)

Marmara

29.7

54.7

56.1

36.8

Ege

19.0

15.0

16.5

17.2

İç Anadolu

13.2

12.6

10.4

16.0

8.1

4.6

4.9

12.3

17.2

7.8

8.6

9.0

G.Doğu Anadolu

7.6

2.1

1.9

5.1

Doğu Anadolu

5.2

1.2

1.6

3.6

Akdeniz Karadeniz

Kaynak: Mutluer, 1999: 189 ve 191.

Tarımsal istihdam rakamları da benzer bir tablo çizmektedir. Tüm ülkede tarım kesiminde çalışan nüfus oranları yüksek olmakla birlikte Doğu, Güneydoğu ve Karadeniz bölgelerinde tarımsal istihdam oranları %60’ın bile üzerine çıkmakta, Marmara Bölgesi’nde ise %25 düzeyinde kalmaktadır (Çizelge 5). Ülkede üretilen mal ve hizmetlerin büyüklüğünü ifade eden GSMH oranları ve kişi başına düşen GSYİH değerlerinin bölgesel dağılımı bölgesel dengesizlikleri açıkça ortaya koymaktadır (Çizelge 2 ve 3). Bu veriler incelendiğinde, ülkenin batısından doğusuna doğru gidildikçe bölgelerin GSMH oranları ve kişi başına GSYİH değerlerinin düştüğü gözlenmektedir. Ekonomik bir gösterge olarak kişi başına ihracat değerleri Marmara Bölgesi’nde 5000 ABD dolarını aşarken, ülkenin doğu yarısında kalan bölgelerde 700 doların hatta Doğu Anadolu’da 100 doların altına inmektedir. Türkiye’de doğu batı gelişmişlik düzeyi farklılığı, sadece ekonomik değil, aynı zamanda da sosyal ve demografik göstergelerde de izlenebilmektedir (Çizelge 3). Kadın çağ nüfusu içinde okuryazar nüfus oranı doğu ile batı bölgeleri arasında %20-30 kadar bir fark göstermektedir. Nitekim Marmara Bölgesi’nde okur-yazar kadın oranı %88 iken bu oran Güneydoğu Anadolu’da %60, Doğu Anadolu’da %66 düzeyinde bulunmaktadır. Doğurganlık ve bebek ölüm oranları da bu görünümleri desteklemektedir. Ülkenin batısındaki bölgelerden Marmara’da 1.91 olan kadın başına düşen ortalama çocuk sayısı (TDH), doğuya gidildikçe kademeli olarak artmakta, doğu bölgelerde kadın başına ortalama 4 çocuk, hatta Güneydoğu Anadolu

15

GSMH: gayri safi milli hâsıla, GSYİH: gayri safi yurt içi hâsıla.

57


Bölgesi’nde 5 çocuğa yaklaşmaktadır. Bebek ölümlülüğü konusundaki en yüksek rakamlara da yine doğu bölgelerde rastlanılmaktadır. Çizelge 3. Türkiye’de bölgeler arası farklılıkları ifade eden bazı göstergeler, 2000 Bölge

Kişi başına

Tarımsal

Toplam

Bebek ölüm

Kadın

Kişi başına

GSYİH

istihdam

doğurganlık

oranı (% o)

Okur-yazar

ihracat

(milyon TL)

(%)

hızı

oranı (%)

değeri ($)

Marmara

2657

25.3

1.91

39.4

88.1

5342

Ege

2130

50.5

2.17

40.1

84.2

3416

İç Anadolu

1820

46.8

2.54

41.8

85.0

407

Akdeniz

1726

55.0

2.58

37.0

82.0

1841

Karadeniz

1396

66.1

2.39

42.3

78.5

662

G.Doğu Anadolu

954

61.4

4.86

48.3

60.2

347

Doğu Anadolu

841

66.4

3.92

53.4

65.9

84

1837

48.4

2.53

43.0

80.6

2249

TÜRKİYE

Kaynak: Kaymak ve diğerleri, 2003, DPT.

58


6.PLANLAMA HİYERARŞİSİ Plânlama, TDK sözlüğünde, “hükümet tarafından ulaşılacak amaçları belirleyen, bazı kesimlerdeki artış ölçüsünü tespit eden ve uygulanması gerekli çareleri önceden gösteren ekonomik, sosyal programın belli süreler için hazırlanma işi” olarak tanımlanmaktadır. Şüphesiz ülkenin ekonomik ve toplumsal gelişmesi için gerekli olan bu plânlama süreci için değişik ölçeklerden söz edilebilir. Makro düzeydeki ulusal plânlar; bölgeler arası dengesizliklerin giderilmesini veya bölgesel sorunları çözmeyi amaç edinmiş bölgesel plânlar; su havzalarını içine alan havza esaslı bölgesel plânlar; il ölçeğinde gelişmişlik düzeyinin yükseltilmesini amaçlayan il gelişme plânları, kentsel yerleşme düzeyindeki metropoliten alan ve kent plânları, plânlama sürecinin hiyerarşik unsurlarını oluşturmaktadır. 6.1.Ulusal Plânlama/Ülke Düzenleme Ulusal plânlama sürecinde belirlenen sektörel hedefler ve ilgili politikalar diğer plân kademelerinde izlenecek politikaların bel kemiğini oluşturur. Ülke Düzenleme, ülkenin geleceğe yönelik vizyonu ve gelişme stratejileri çerçevesinde, ulusal öngörü hedeflerine erişmek için etkinliklerin en uygun dağılımını sağlamaktır. Diğer bir deyişle, ekonomik ve sosyal gelişmenin en genel kapsamdaki ve detaya inmeyen mekânsal boyutudur. Bölge plânları arasında eşgüdümü ve dengeyi sağlar. Bu bağlamda Ülke Düzenleme, kendine ait araçları olan özel bir politikalar demeti değil, konu ile ilgili Bakanlıkların müdahale olanaklarını bölgesel hedeflerin etrafında birleştirmesine yönelik bir düşünme metodudur. 6.2.Bölge Plânlama Dünyada (doğal kaynak, nitelikli insan gücü, teknoloji ve bilgi üretimi/kullanımı, sosyalfiziksel-ekonomik altyapı gibi) kaynakların dengeli dağılmaması, toplumun tarihsel, fiziksel, yapısal ve örgütsel özelliklerindeki farklılıklar, ülke genelinde sorunlara ve potansiyel sorunlu alanların oluşmasına neden olmaktadır. Bölge plânlama, dünyadaki bu tür alanların diğer alanlarla ekonomik, toplumsal ve fiziksel bütünleşmesini sağlamak üzere yararlanılan bir araçtır. Başka bir söylemle bölge plânlama, ana teması bölgeler arası dengesizlikleri giderme olan bir kalkınma yöntemidir. Bölge plânı ve stratejileri, Ülke Düzenleme stratejileri çerçevesinde ulusal önceliklerin ve politikaların, yerel ölçekteki gereksinimlere yanıt verecek biçimde, yereldeki fiziksel ifadesini somutlaştıran önemli bir ara yüzdür. Yerel öncelikleri tanıyan ve açık-seçik ortaya koyan bölge plânlaması, ulusal bağlamda mekânsal bütünleşmeyi sağlayacak sektörel programları/eylemleri detaylandırır. Bu bağlamda bölge plânlamanın kalkınma kavramından ayrılamayacağı açıktır.

59


Bütünleştirici bir rol oynayan bölge plânlamasının stratejik bir perspektifle çeşitli eylem programlarını bütünleştirdiği ölçüde başarılı olacağı görüşü yaygındır. Geçmiş uygulamalar, bölge plânlamanın ulusal ve yerel hedeflere ulaşmada vazgeçilmez bir araç olduğunu göstermektedir. Ayrıca küreselleşme, dünya çapında iletişim ve enformasyon ağları, gibi nedenlerle, ekonomilerin giderek karmaşıklaştığı ve rekabetin arttığı günümüzde, ulusal/yerel çıkarların korunması, farklılıkların fırsata dönüştürülmesi, plânlamanın tüm kademelerinin bütünleşik bir yaklaşımla ele alınmasını zorunlu kılmaktadır. Kalkınmanın

mekânsal,

bir

başka

deyişle

coğrafî

boyutunu

da

hesaba

katma

gereksinmesinden doğan bölge plânlaması, ekonomik, toplumsal ve fiziksel plânlama çalışmaları arasında eşgüdüm sağlamaya elverişli düzeyde bir plânlama türüdür. Kalkınmaya ilişkin ulusal politikaların, yerel gereksinmelere yanıt vermesi, yerel eylemlere dönüştürülmesi, bölge plânlarının işlevidir. Bu açıdan, bölge plânlaması, soyut ve genel düzeyde olan ulusal plânlar ve politikalar ile somut ve yerel düzeyde olması gereken yerel plânlama eylemleri arasında bir bağ işlevi görür. Bu bağlamda bölge, ulusal ve yerel topluluklar arasında bir bağ olarak, ulusal anlamda ve yerel girişime dayanan gelişim tasarılarının dengeli bir bütünlüğü için bir ilişki sistemi sağlayan ölçektir. Merkezi yönetimler, yerel fiziksel çevrenin biçimlenmesine ve nüfusun dağılışına etkide bulunabilecek türlü araçlara sahiptirler. Sulama, enerji kuruluşları, yollar, barajlar, limanlar, tarımsal krediler, mekândan yararlanmaya ilişkin yetkiler, konut yardımları, söz konusu araçlardan bir bölümüdür. Bunların en etkin ve eşgüdümlü bir biçimde birleştirilmesi, ancak belli bölgelerin geliştirilmesi için hazırlanmış plânlar içinde bir araya getirilmeleriyle olur. Bundan başka, bir yerde arazi kullanımının geleceğinin belirlenmesi, o yerin ekonomik işlevinin ve başka yerleşmelerle olan ilişkilerinin ileride ne biçim alacağının kestirilmesine bağlıdır. Yerleşmelerin bu ekonomik işlevleri ne derecede kesinlikle bilinirse, topraklarından yararlanmanın geleceği de o ölçüde etkinlikle plânlanabilir. Birbirine yakın birkaç kentten her birinin bağımsız ve eşgüdümsüz bir biçimde toprak kullanma biçimini plânlamaları durumunda, iç içe girmeler nedeniyle, büyük kaynak savurganlığına yol açılmış olur. Bölge plânlaması bu savurganlığı önleyen bir araçtır. Bölgeler kapalı sistemler değildir. Başka bölgelerle olan para, mal, hizmet ve nüfus alış verişleri, bölge plânlamasında önemle ele alınır ve sektörler arası karşılaştırmalar bütün bölgeler için yapıldıktan sonra, yatırım kararlarına varılır. Bölgesel dengesizlikleri azaltmak için kullanılacak politikanın, bu dengesizliklerin nedenlerinin bilinmesini, dolayısıyla bölgeler ölçüsünde inceleme, araştırma ve plânlama çalışmaları yapılmasını gerektirir. 20.yüzyılın tanık olduğu hızlı kentleşmenin, kentleri artık kendi sınırları dışına taşıyarak, kent planlaması anlayışında yol açtığı değişikliklerin başında, kentlerin çevreleri ve bölgeleriyle birlikte ele alınmaları gereğinin anlaşılması gelmektedir.

60


6.3.Havza Esaslı Bölge Plânlama Havza yönetimi modeli; topografya durumu ve klimatolojik şartlar çerçevesinde oluşturulan, özellikle su kaynakları ve kaynakları besleyen uluslar arası ve yüzeysel suların toplandığı bölge ve bu bölge içerisindeki toprak, hava, flora-fauna ve tüm doğal kaynaklar ile hassas ekosistemlerin oluşturduğu su havzalarını kapsar. Modelde doğal kaynakların doğal yenilenme ve nesillerini idame ettirme süreci temel alınır ve her kaynak için en uygun/dengeli kullanımın sağlanması ve koruma-kullanma dengesinin belirlenmesi amaçlanır. Bu amaç doğrultusunda, havza yönetim modelleri oluşturularak sosyo-ekonomik sektörel gelişmeler, altyapı yatırımları ve diğer kaynak kullanımları, çevresel şartlarla birlikte dikkate alınarak, özellikle finansman kaynaklarının yaratıldığı yerinden yönlendirme, plânlama, denetim, izleme ve diğer hizmetlerin sağlanması gerçekleştirilir. Geçmişi 1930’lara kadar uzanan havza planlamasının ilk örneği, ABD’de uygulanan Tennesse Valley projesidir. Türkiye’de için ise Keban barajı ile başlayan Yukarı Fırat Havzası Plânlaması ilk havza planlaması olarak değerlendirilebilir. 1970’lerde gündeme alınan, 1990’larda yeni bir çalışma ile tekrar gündeme gelen Zonguldak Havzası Plânlaması, GAP ve Çarşamba Ovası (Havzası) plânlama çalışmaları da diğer havza esaslı bölge plânlaması örnekleridir. Sürdürülebilirlik bağlamında havza ölçekli bölge planlamaya güncel bir örnek olarak, Yeşil ırmak Havza Gelişim Projesi verilebilir. Bu proje ile Yeşil ırmak havzasında ekolojik dengeyi bozmadan en uygun ve ekonomik arazi kullanım planlamasının yapılması, doğal kaynakların izlenmesi ve yönetilmesi, erozyonunun önlenmesi; su kirliliği ile orman alanlarının belirlenmesi ve izlenmesi, mera ıslahı, şehirleşme ve sanayinin takibi ile plânlı gelişme konularında sorunların çözümü amaçlanmaktadır. Pek çok ülkede, 1970’li yıllardan beri bir plânlama yaklaşımı, bir yaşam biçimi olarak sürdürülebilirlik kavramı gündemde yerini almıştır. Sürdürülebilirlik, doğal dengeleri ve döngüleri olabildiğince korumak ve onlardan olumlu şekilde yararlanmaya çalışmak şeklinde tanımlanabilir. Bir başka şekilde ifade edilecek olunursa sürdürülebilirlik, öncelikle doğal ve yenilenemeyen kaynakların kullanımında bu gün için bir denge, gelecek için ise dikkatli kullanma ve koruma olarak algılanmaktadır. Doğal kaynakları ve dolayısı ile ekosistemler, kendi denge sınırları içinde kullanır ve korunabilirse, sürdürülebilirlik de güvence altına alınabilir. Bu açıdan bakıldığında, bölge plânlama çalışmalarını, sınırları sosyo-ekonomik ve teknolojik gelişmelere bağlı olarak değişen bölgeler yerine, doğal sınırları değişmeyen havza ölçeğinde yapmak, öncelikle doğal dengeleri sürdürülebilmek açısından daha anlamlı bir yaklaşım olarak görülmektedir. Havza ölçekli bölge planlamada, doğal

61


kaynaklar üzerinde olabilecek üretim/tüketim faaliyetlerinin taşıma kapasitesi sınırlarının üzerinde kullanımlarını bütüncül bir yaklaşım içinde gözleme, yönlendirme, denetleme, olanağı vardır. 6.4.İl Gelişme Plânlaması İl gelişme kavramı, bölge gelişme kavramıyla büyük benzerlikler göstermektedir. Daha küçük ölçekte olmak üzere; ilin refah düzeyi veya içinde bulunduğu gelişmişlik düzeyinin yükseltilmesi bu plânlamanın temel amacıdır. İl gelişme plânlaması, iller ve bölgeler arasındaki gelişmişlik farklarının kabul edilebilir bir duruma getirilmesini, görece geri kalmış bölge ve yörelerin kalkındırılmasını içerir. Amaç, kısa, orta ve uzun dönemde, bir ilde gelişmeyi sağlayacak hedefleri ve amaçları belirlemek, bu amaçla izlenecek yolları göstermek, olası sektörel büyüme eğilimlerini ve büyüklüklerini saptamak, gelişmenin gerektirdiği her tür kaynak ve alan tahsislerini yapmak, gelişmenin sosyal, kültürel ve ekonomik eylemleri için fiziksel altyapı hazırlamaktır. İllerde gelişmenin ölçütleri, ilin fiziksel alt yapısı, gelir düzeyinin toplumun farklı katmanları arasında dengeli ve adaletli dağılımı, işsizliğin azalması, eğitim ve sağlık göstergelerinde iyileşmeler, demokratik katılımcılık düzeyi, toplumun sosyo-kültürel gereksinimlerinin karşılanma düzeyi, toplumsal amaçlar etrafında örgütlenebilme yeteneği ve doğal ve tarihi çevreye duyarlılık olarak sıralanabilir. Kalkınmanın taşradan başlamasında; yöresel ve bölgesel ekonomik kaynakların harekete geçirilerek ve taşranın sosyo-ekonomik düzeyini yükselterek ülke kalkınmasının başarılmasında il gelişme plânının önemi büyüktür. Kamu yönetiminin ülke coğrafyasındaki temel ekseni olan illerin gelişmesi, ülkenin gelişmesi demektir. 6.5.Metropoliten Alan Plânlaması 21. yüzyıla girerken, dünya ekonomisinin giderek küresel bir nitelik kazanması, yeniden yapılanma sürecine girilmesi, kentlerin önemini daha da arttırarak ülkeler arasındaki yarışları, metropoller arasındaki yarışlara dönüştürmüştür. Teknolojik gelişmenin baş döndürücü bir hızla gerçekleşmesi; köyleri kentlere, kentleri bölgelere ve bölgeleri de ülkelere yakınlaştırmıştır. Küreselleşmenin

etkisi

ile

dünya

küçülürken,

insan

yerleşmeleri

büyümüştür.

Ticaretin

serbestleşmesi, sermayenin, malların, hizmetlerin ve kişilerin serbest dolaşımının tüm dünya ülkelerini kapsaması yönünde ülkelerin büyük çabaları vardır. Bugün pek çok ülkede metropoliten alanlar bir bütün olarak ele alınmakta ve plânlama ve uygulamanın bu ölçekte gerçekleştirilmesine çalışılmaktadır (DPT, 2000: 124).

62


Türkiye gerek metropoliten yerleşmelerin karakteristikleri, gerekse halen devam eden metropolitenleşme süreçleri itibariyle gelişmiş ülkeler ile gelişmekte olan ülkeler grubu arasında yer almaktadır. İstanbul, Ankara, İzmir, Adana ve Bursa ile başlayan sürece, bugün ülkenin gerek batısında gerekse doğu ve güneydoğusunda, 1990 öncesinin orta büyüklükteki kentleri de katılmaktadır. Metropollerle ilgili düzenlemeler; bu özellikleri taşıyan kentlerimizin içinde bulundukları sorunlara çözüm bulunabilmesi, ulusal ve uluslar arası düzeyde çağdaş metropol konumuna getirilebilmeleri için, plân döneminde öncelikle ele alınacak temel yapısal değişim projelerinden biridir. Metropoliten Plânlama, 1965 yılında İmar ve İskân Bakanlığı’nın, üç büyük kentte Nazım Plân Büroları kurulması için karar alması ile başlamıştır. Nazım Plân Bürosu çalışmalarına 1966 yılında İstanbul, 1968’de İzmir, 1969’da da Ankara’da başlanmıştır. İmar ve İskân Bakanlığı’nca metropoliten özellik gösteren ve gelecekte metropol olacak Bursa, Adana, Elazığ, Samsun, Erzurum gibi kentler için metropoliten plânlama çalışmaları başlatılmıştır. 1972 yılında Bakanlar Kurulu Kararı ile uygulamada bütünlük sağlamak ve büyük kentlerimizin sorunlarını ilgili kamu kuruluşları ile birlikte paket projeler biçiminde çözümlemek amacına yönelik “Bakanlıklar arası İmar Koordinasyon Kurulu”nun kurulması kararlaştırılmıştır. Bu çerçevede İstanbul, Ankara, İzmir, Zonguldak Metropoliten Alan Plânlama büroları çalışmalar yapmıştır. 1982 Anayasası’nın 127. maddesi ile büyük şehir alanlarında özel yönetim biçimleri oluşturulmasına elverişli bir hüküm getirilmiştir. Bu maddenin 4. fıkrasında, “Kanun, büyük yerleşim merkezleri için özel yönetim birimleri getirebilir” ifadesi vardır. Bu maddeden güç alarak, 3030 sayılı Büyükşehir Belediyelerinin Yönetimi Hakkında Kanun ile büyük şehir belediyeleri yönetimi kurulmuş ve metropol alanların yönetimi ve denetimi büyük şehir belediyelerine bırakılmıştır.

63


7.BÖLGE PLANLAMADA YENİ GELİŞMELER 1970’li yıllara kadar çeşitli ülkelerin benimsedikleri bölge plânlama yaklaşımları, o ülkelerin sosyo-ekonomik, siyasi ve kültürel yapılarına göre çeşitlenmekle birlikte, hemen hepsinde görülen ortak amaçlar; kaynakların ideal kullanımı, ekonomik yararın olabildiğince arttırılması ve yararın bölgeler arasında adil-dengeli dağılımı olmuştur. Bunlara, 1980’li yıllardan bu yana sürdürülebilirlikçevrenin ve yaşam kalitesinin korunması da eklenmiştir. Bölge plânlama deneyimleri, dengeli dağılım hedefinin gerçekleştirilebilme şansının yalnızca tesislerin yer seçimini etkilemeye yönelik bölgesel politikalara bağlı olamayacağını göstermiştir. Ülkelerin, yalnızca genel büyümeyi değil, bu büyümenin mekânsal dağılımını yönlendirmenin parametrelerini kuramsallaştırma arayışları 1980’li yılların bölgesel gelişme politikalarını etkilemiştir. 1990’lı yıllarda küreselleşme ve yerelleşme, bölge kavramında değişimleri de beraberinde getirmiştir. Nitekim Avrupa Birliği’nin “Avrupa 2000” ve “Avrupa 2000+” dokümanlarında temel ortak bölgesel hedefler ve politikalarda bu değişimin izleri görülür; 

Sosyal, ekonomik ve mekânsal bütünleşme, kültürel çeşitliliğin korunması,

Çevrenin korunması (bununla ilgili olarak arazi kullanımı ve kent-kır plânlaması norm ve standartlarının geliştirilmesi), kentlerde çevre kalitesinin ve yaşam standardının korunması,

Bölgelerin seçilmiş yerinden yönetime sahip olması,

Avrupa’nın küresel ölçekte yarışabilen iş alanına dönüştürülmesi,

Uzun dönemde taşımacılık, telekomünikasyon ve enerjide Trans-Avrupa ağı kurularak birliğin çevre bölgelerinin merkez bölgelerine (Güney İngiltere, Benelux, Batı Almanya ve Kuzeydoğu Fransa) bağlanması,

Bütünleşik bir sosyo-ekonomik ve coğrafya bilgi sisteminin kurulması (veri tabanında bütünleşme),

Avrupa kentler sisteminin geliştirilmesi,

Kentsel yoğunluk bölgelerinde, orta büyüklükte kentlerin birbiriyle işlevsel bağını güçlendirerek gelişme aksları-alanları yaratılması16,

16

Yapılan araştırmalar küçük-orta büyüklükte kentlerden oluşan bir kent ağının, tek bir büyük kente göre, bünyesindeki gelişmeyi daha geniş alana ve daha eşitlikçi biçimde yayabildiğini göstermektedir. Bu nedenle, büyüme merkezi politikasını ölçek ve kentleşme ekonomilerine sahip tek büyük merkez oluşturmak için aşırı çaba harcamak yerine, yakın konumlanmış irili ufaklı kentlerden oluşan ağın desteklenmesi, özellikle az gelişmiş bölgelerde daha etkin sonuç verebilir. ABD’de yapılan bir araştırmada ağ merkezi olarak tanımlanan ağ içi en büyük kentin en en uzak ağ kentine uzaklığı ≈160 km., nüfusu 150 000 ile 4000 arasında değişen ağ içi yerleşme sayısı 29, ortalama kentsel yerleşme büyüklüğü 13760 kişidir (Krakover, 1987).

64


Alt bölge problem ve potansiyellerine ağırlık verilmesi (böylece hem kamu harcamalarının hedefe daha etkin ulaşması, hem de yerel girişimcinin daha fazla katılımının teşvikinin sağlanması) olarak sıralanabilir. 1970 sonlarından 1990 başlarına dek bölge plânlama bir durgunluk dönemi geçirmiş ve hızını

kaybetmiştir. Bu düşüşün nedeni, bölge plânlamasının bölge stratejilerinin etkinlik alanını aşan kapsam ve çeşitlilik gösteren ekonomik ve bütçe konularına dalması ve/veya büyüme periyodunun sona ermesi ile kent ve bölge plânlama yönetiminde daha geleneksel pragmatik tarza dönülmesi olduğu yönünde görüşler vardır. Nedeni ne olursa olsun, bölge plânlamanın düşüşü birçok bölgedeki alt ölçekli plânlamaları (kent, metropol, vb.) stratejik çerçeveden yoksun bırakmıştır. Günümüzde yeniden akademik ve meslek çevrelerinin gündemine girmiş, belki de en önemli siyasal gündem maddesi haline gelmiştir. Bu süreç içinde, özellikle gelişmiş ülkelerde yaşanan ekonomik, teknolojik, toplumsal değişim,17 1990’larda bu ülkelerin bölgesel gelişmeye yönelik politikalarında ciddi değişime yol açmıştır ( Çizelge 4). Çizelge 4. Bölgesel politikalarda bazı temel değişiklikler

Problem bölgeler Temel strateji Örgütsel form/yapı Hâkim mekanizma

Geleneksel Karşıtlık (gelişmiş/gelişmemiş) Bölgesel büyüme/gelişme Merkezî, devletçe desteklenme Bölgeler arası yeniden dağıtım

Önemli Yönlenmeler

Kapital ve doğal kaynaklar Madde (elle tutulabilen); Ekonomik büyüme; Sanayi sektörü; Projeler; Az sayıda büyük firma ve proje

Dinamikler

Mekânsal açıdan sabit sorun alanlar; Önceden belirlenmiş ve plânlanmış bir dizi “büyüme merkezi” Metropoller

Yarının talepleri Çok yönlülük (çeşitli yapısal zayıflıklar) Bölgesel yenilik Merkezî değil, bölgesel topluluk ön plânda Öncelikle yerel ve bölgesel kaynakların harekete geçirilmesi Bilgi ve üretimine yönelik kaynaklar Nitelikli insan gücü, AR-GE, teknik ve sosyal altyapı, vb); Kalite (elle tutulamayan); Sürdürülebilirlik ve esneklik; Servis sektörü ve sektörler arası bağlar; Programlar; Çok sayıda küçük-orta ölçekli firma ve proje Hızla değişen problem alanlar; Yerel kaynağın “kendiliğinden” hareketliliği (doğal büyüme merkezi) Orta boy kent ağları ve çok odaklı mekânsal yapı

Bölge plânlama özet olarak;      

Sektörel etkinliklerin karşılıklı bağımlılığını vurgulamalı ve kapsamlı olmalıdır, Bölge için stratejik vizyon geliştirmelidir, Ulusal öncelikleri ve yerel talepleri yansıtmalıdır, Değişen koşullarla başa çıkabilecek güçte olmalıdır, Bölge plânı yapım ve uygulama sürecinde yerel katılımcının görüşlerinden yararlanılmalıdır, Düzenli gözleme ve yeniden gözden geçirmeye olanak tanıyacak mekanizmayı içermelidir.

17

Post-Fordist üretimin ekonomiye hâkim olması, bilgi teknolojisindeki gelişim ve bilginin stratejik kaynak haline gelmesi, post modern toplumda yerelliğin ve katılımın öne çıkması, vb.

65


8.BÖLGESEL GELİŞMENİN ARACI OLARAK BÖLGE PLANLAMA Bölge planlaması, karşılaştırmalı olarak, bölgeler arasında ortaya çıkan ekonomik, sosyal ve alt yapıya ilişkin yoksunlukların azaltılmasını/giderilmesini amaçlamaktadır. Türkiye’de “Plânlı Kalkınma” döneminden itibaren bölge gelişmesi ve bölgeler arası dengesizlikler üzerinde durulması ve bölge plânlama çalışmalarına plân ve programlarda yer verilmesine karşın öngörülen hedeflere varıldığını ve bölge plânlarının uygulamaya konulduğunu söylemek mümkün değildir. Ülkemizde mevcut olan bölgelerarası gelişmişlik farkının azaltılması, kaynak israfının önlenerek en rasyonel kullanımın belirlenmesi ve dengeli bir kalkınma sağlanması açısından bölge plânlaması çok önemli bir araçtır. Bölgeleri, yoksunluklarına veya gelişmişlik düzeylerine göre: 1. Az gelişmiş bölgeler 2.Duraklamış bölgeler 3. Aşırı kalabalık bölgeler 4. Gerileyen bölgeler olarak, (Dinler, 2001: 123) sınıflandırmak mümkündür. Türkiye’de bölge plânlaması gereği duyulan bu dört bölge türüne denk düşecek alan mevcuttur. Zaten bunlarla ilgili plân çalışmaları da yapılmıştır. Ancak politik etmenlerle birlikte ülke için giderek çok daha ciddi bir sorun halini almış olan sorunlu bölgeler az gelişmiş bölgelerdir. Bölgelerarası dengesizlikleri azaltmanın veya ortadan kaldırmanın ekonomik, sosyal ve siyasal birtakım güçlükleri vardır. Ancak özellikle az gelişmiş ülkelerde kendi haline bırakıldığında, bu dengesizliklerin azalma eğiliminde olmadıkları yaygın bir kanıdır. Bölgelerarası tam bir denge sağlamanın pek de gerçekçi olmadığı kabul edildiğinde, mevcut dengesizlikleri azaltmaya veya en azından arttırmamaya yönelik bir politikanın benimsenmesi, sosyal adalet ve ekonomik kalkınmanın gerçekleşmesi açısından daha uygun olmaktadır. Bölgelerarası dengesizliği, yalnızca gelire dayalı olarak değerlendirmek her zaman yeterli olmamaktadır. Çünkü artık gelişmenin niceliksel önemi kadar, hatta daha da fazla niteliğine önem verilmektedir. Bu nedenle gelirin yanı sıra, işgücü yapısı, işsizlik düzeyi, eğitim derecesi, yatırım düzeyleri, bölgelerin ve bölgelerde yaşayanların gerçek yaşam standartlarını ve rekabet düzeylerini belirlemede daha etkili olmaktadır.

66


Geliştirilmiş fiziksel ve sosyal altyapı, iletişim ağları, nitelikli işgücü, gelişme için gerekli ama yeterli değildir. Doğrudan üretken yatırım olmaksızın, eğitim az gelişmiş bölgeler için kaynak kaybına yol açmaktadır. Çünkü yetişmiş insan gücünün, gelişmiş bölgelere transferine yol açmaktadır. Özellikle Avrupa ülkelerindeki son gelişmeler ve çalışmalar, bir bölgenin gelişimindeki göstergeleri; 1 Yerel ekonomik yapı 2 Yerel koşulların, politik yapının önemi 3 Altyapı ve fiziksel plânlama 4 Nitelikli işgücü 5 Kültürel koşullar ve yaşam tarzı 6 Yerel faktör fiyatları 7 Nüfus yoğunluğu ve yığılmanın avantajları olarak belirlemektedir. Bölge plânlamanın ana teması bölgelerarası dengesizliklerin giderilmesidir. Fakat bölge plânlama deneyimleri, “dengeli dağılım” hedefinin gerçekleştirebilme şansının sadece tesislerin yer seçimini etkilemeye yönelik bölgesel politikalara bağlı olamayacağını göstermiştir. Ülkelerin sadece genel büyümeyi veya bu büyümenin mekânsal dağıtımını hedefleyebilmelerinin parametrelerini kuramsallaştırma arayışları, 1980’li yılların bölgesel gelişme politikalarını etkilemiştir. 1990’lı yıllarda küreselleşme ve bölgeselleşme (bölgesel birliklerin oluşumu), bölge kavramında değişimleri beraberinde getirmiş küresel/yerel diyalektiği içinde bölgenin değişen anlamı tartışılmaya başlanmıştır. Ayrıca çevre sorunları, “sürdürebilirlik kavramı” bölgesel stratejilerin belirlenmesinde bir başka önemli boyut olarak yerini almıştır. Günümüzde bölgesel gelişme politikaları, iç ve dış dinamikler ve kısıtlayıcılardan hareket ederek, mekânın ekonomik ve sosyal gelişmenin bir yansıması olmaktan çok, mekânın özünde kendisinin ekonomik ve sosyal gelişmenin belirleyici bir boyutu olduğu kabul edilerek saptanmaktadır. Türkiye için küreselleşme, bölgeselleşme (Avrupa Birliği ile bütünleşme) dış dinamiklerinin ve hızlı yapısal değişimlerin etkisi altında bölgesel gelişme stratejilerinin yeniden belirlenmesine ihtiyaç vardır. Genel olarak, merkezi sisteme dayalı ülkelerde bölgelerarası dengesizliklerin çok daha önemli boyutlarda olduğu gözlenmektedir. Hatta giderek başkentin veya ekonomik başkentin ekonomik ve demografik mutlak hâkimiyeti, gövdenin zor taşıdığı “büyük başlılığa” dönüşmektedir. Buna karşılık yerinden yönetimin güçlü olduğu sistemlerde bölgeler arasındaki farklılıklar göreceli olarak daha azdır. Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde bölge sorunları, özünde değişiklikler göstermektedir. Gelişmekte olan ülkeler hızlı bir sosyo-ekonomik yapısal değişim yaşamaktadır. Bu yapısal değişim, demografik (kır-kent nüfusu ve faal nüfusun oransal değişimi), sektörel (tarım sektörünün ağırlığının

67


sanayi

ve

hizmet

sektörleri

lehine

azalması),

kültürel olmak

üzere

farklı

boyutlarda

gerçekleşmektedir. Gelişmiş ülkelerde plânlama bütünlüğü, bir taraftan hiyerarşik bir yaklaşımla fakat esneklik sağlanarak (ülke düzenleme, bölge plânlama, metropoliten alan planlaması ve kent plânlama kademelerinde sağlanan ilişkilerle), diğer taraftan gerekli kurumsallaşma ve uygulama araçları öngörülerek gerçekleştirilmektedir. Plânlama kademelenmesi içinde bölge planlamada eşgüdüm Ülke Düzenleme ile sağlanmaktadır. Bu nedenle Ülke Düzenleme kavramı üzerinde durularak, küreselleşme-yerelleşme olgusu ile ortaya çıkan dağılma-kutuplaşma eğilimleri mekânsal parçalanmayı dolayısıyla plânlamada da desantralizasyonu güçlendirirken, Ülke Düzenleme’nin gerekliliğinin tekrar tartışılması kaçınılmaz bir hal almaktadır. Ayrıca Türkiye’de bir ara gündemde kalan Milli Fiziki Plan ve Ülke Düzenleme kavramları irdelenmelidir. Tabandan ve uluslar arası ilişkilerden gelen talepler bölge planlamayı da zorunlu kılmaktadır. Bu açıdan Türkiye’nin çözümlemek durumunda olduğu başlıca sorunlar şu şekilde sıralanabilir:       

Hızlı yapısal değişim (Bugün nüfusun %35’inin kır kesiminde bulunması kırdan kente göçün devam edeceğinin göstergesidir. Bu oranın en az %20’lere inmesi beklenebilir), Nüfusun kır-kent arasındaki hareketleri kadar kent-kent arasındaki hareketleri, Sermaye hareketleri, sermayenin batıda yoğunlaşması, Doğal afet riskleri, Kentsel sistemin dengelenmesi ve güçlendirilmesi, sistem içi ve sistemler arası nitelik farklarının giderilmesi, Kentleşme ve altyapı maliyetlerinin azaltılması, Doğal kaynaklar ve kültürel çevrenin korunması. Bölgeler arası dengesizlikler, dünya konjonktüründeki değişimler, Türkiye’nin AB’ne uyum

gereği, özellikle son doğal afetlerden sonra gerek toplumda gerekse siyasi çevrelerde ekonomik etkinliklerin yeniden dağılımı ve çevreye karşı (henüz iradenin değilse bile) bilincin artıyor olması, ülke mekân düzenlemenin gerekliliğini ve bölgesel yeniden yapılanmayı zorunlu hale getirmiştir.

68


9.TÜRKİYE’DE BÖLGESEL GELİŞME YAKLAŞIMLARI Bölgesel gelişmenin sağlanması konusundaki çalışmalarını öncelikle, plânlı dönem öncesi ve plânlı dönem olarak iki ana dönemde ele almak yerinde olacaktır. Plânlı dönem öncesi, kendi içinde birbirinden farklı özelliklere sahip 1923-1950 ve 1950-1960 devresi olarak ayrılabilir. Türkiye 1960 sonrasında plânlı bir döneme girmiştir. DPT’nin kuruluşu ve ulusal kalkınma plânlarının hazırlanması, bu dönemi 1963’den başlamak suretiyle 2005 yılını da içerecek şekilde hazırlanmış olan sekiz beş yıllık kalkınma plânı ile 2007-2013 yıllarını kapsayan Dokuzuncu Kalkınma Plânı dönemleri olarak alt bölümlere ayırarak incelemeyi gerekli kılmaktadır. 9.1.Planlı Dönem Öncesi (1923-1960) Bu dönemin 1923-1950 devresinde, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti, ülke genelinde bölge ayrımına gidecek ve bölgesel kalkınma politikası uygulayacak durumda değildi. Zira ülkenin tamamı geri kalmışlık özellikleri taşımaktaydı. Cumhuriyetin ilk yılları, Türkiye’nin savaş koşulları ve yüklü dış borç altındaki ekonomiyi ayağa kaldırmaya çalıştığı, kalkınma ve sanayileşmenin en kısa sürede gerçekleşmesini sağlayacak ve sonuç alınacak yaklaşımların hayata geçirildiği bir dönemdir (Doğruel, 2006: 173). Bu dönem, Türkiye’nin dünya ekonomisine ham madde ihracatçısı olarak katıldığı, tarım ve ticaret sermayesi birikimine dayalı gelişmenin, iç pazarın bütünleştirilmesini amaçlayan ekonomik politikaların yürütüldüğü, bunun yanı sıra, ülke sınırlarını güvence altına almayı hedefleyen iç ve dış politikaların egemen olduğu bir zaman dilimi olarak nitelendirilebilir (Bayramoğlu, 2005: 43). Kuruluş yılları ve tek partili siyasal dönemi kapsayan bu yıllarda, ülkenin yaşadığı iç zorluklara, dünyayı 1929’da başlamak suretiyle etkisi altına alan Büyük Ekonomik Buhran da eklenince, kalkınma çabaları benimsenen Devletçilik ilkesi çerçevesinde devlet eliyle ve hazırlanan sanayi planları sayesinde gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Bu planlarda bölgesel kalkınma ile ilgili ilkelere yer verilmemiş olmakla birlikte, yayılma politikası denilen bir uygulamayla sanayinin yurdun iç kesimlerine de sonraları KİT diye anılacak tesislerle genişlemesi sağlanmaya çalışılmıştır. Devletin sanayi tesislerinin kuruluş yeri seçiminde İstanbul ve Marmara Bölgesi dışında, İç batı Anadolu ve İç Anadolu bölgelerine yönelmesi bunun göstergesidir. Ancak bütün bunlara rağmen öncelikleri bölgesel gelişmeden çok yeniden yapılanma olan bu dönemde, ülkenin batısında ekonomik gelişme filizlenirken, doğuda henüz hiçbir hareket yoktur (Dinler, 2001: 186 ve 188, Kepenek ve Yentürk, 2005: 32). Kuruluş Dönemi’nin bölge ölçeğinde tek örgütlenme istisnası, dönemin kendine özgü siyasal yapısına bağlı olarak, güvenlik kaygısıyla ortaya çıkmış Umumi Müfettişlik deneyimi olmuştur (Bayramoğlu, 2005: 46).

69


Türkiye 1950’lerde, çok partili siyasal yaşama geçerek, ekonomisini dış yardım ve sermayeye açmış, tarım kesiminde değişim sürecine girmiş, ithalat yerine yerli üretim türü sanayileşmenin (ithal ikameci) birinci aşaması olan temel ve dayanıksız tüketim mallarının üretimine ve aynı zamanda bir bakıma özel sanayiye geçiş yapmıştır. Bu devrede, ulaşımda kara yolu taşımacılığına önem verilmiş, şehirleşme ve endüstriyel girdi talebiyle artan tüketim ithalatı canlandırmıştır (Kepenek ve Yentürk, 2005: 89). 1950-1960 döneminde özel sektör yatırımlarının Marmara Bölgesi’nde özellikle de İstanbul çevresinde yoğunlaştığı görülmektedir. Devlet her ne kadar kamu yatırımlarını ülke geneline yaymak istemişse de dağıtımda ülkenin doğusu yeterli payı alamamıştır (DPT, 2000: 24). Bu dönemde karayollarına verilen önemle ortaya çıkan ulaşım yapısındaki dengesizlik, sadece bu kesimde kaynak kullanımı açısından değil, genel ekonomik ve toplumsal gelişme ve bölgesel gelişme açılarından da yeni sorun ve olanakları beraberinde getirmiştir (Kepenek ve Yentürk, 2005: 117). Böylece 1960 sonrasında planlı dönem diye adlandırılan döneme kadar bölgesel kalkınma hedeflerinden ve bunlara ulaşabilmek için politika uygulamalarından söz etmek mümkün olamamıştır. Buna rağmen ilk bölge planlaması ile ilgili devlet birimleri bu dönemde (Demokrat Parti iktidarında biraz da dış zorlamalarla, 1957 yılında Bayındırlık Bakanlığı bünyesindeki Bölge Plânlama Müdürlüğü, 1958’de İmar ve İskân Bakanlığı ile Plânlama ve İmar Genel Müdürlüğü) kurulmuş, fiziki bölgesel planlar yapılmış, ama uygulanamamıştır (Bayramoğlu, 2005: 51). 9.2.Planlı Dönem (1960 sonrası) 27 Mayıs 1960 ihtilaliyle iktidarın el değiştirmesi ve yeni anayasanın hazırlanması, plânlama açısında yeni bir dönemin başlangıcı anlamına gelmektedir. 30 Eylül 1960’de Devlet Plânlama Teşkilatı (DPT) kurulmuş, bölge plânlaması yapma/yaptırma görevi DPT’ye verilmiştir. 1963 yılından itibaren de beş yıllık kalkınma planları uygulanmaya başlanmış, bölge plânlama da kalkınma planlarında yerini bulmuştur (Dinler, 2001: 189, DPT, 2000: 24). İşte bölgesel politika izlenmesine temel oluşturacak bölgesel plânlama deneyimi, bu yeni dönemin başlaması ile mümkün olmuştur. 1960 sonrasında Türkiye’deki bölgesel politikalarının temelinde, ekonomik faaliyetlerin dağılımını etkilemek suretiyle, gelişmenin belirli merkezlerde toplanmasının önüne geçilmesi ve alt merkezler geliştirerek dengeli bir kalkınmanın sağlanması düşüncesi yatmaktadır (GAP, 1991: 3). Planlı dönemde bölgesel gelişme ve bölge plânlama yaklaşımları konusunda gelinen nokta aşağıda özetlenmektedir: Birinci Beş Yıllık Kalkınma Plânı’nda (I.BYKP, 1963-1967) “Bölge Plânlama ve Kalkınması” başlığı altında ana ilkeler ve yöntem üzerinde genişçe durulmuştur. Hedefler üç başlık altında toplanmıştır:

70


1. Yatırımların yapılmasında ve coğrafi dağılımında bölgeler arasında dengeli kalkınma esaslarının gözetilmesi. 2. Geri kalmış bölgelerin daha hızlı kalkınmasının sağlanması. 3. Büyüme noktalarına kaynakların öncelikle ve geniş ölçüde ayrılması (Dinler, 2001: 190). Bu bağlamda planda, Potansiyel Gelişme Bölgeleri, Geri Kalmış Bölgeler ve Büyük Kent Bölgeleri’nden (Metropoliten Bölge) söz edilmektedir. Ayrıca yurt genelinde gelişme bölgeleri de tespit edilmektedir. Buna göre, Doğu Marmara’nın sanayi, Çukurova’nın tarım ve sanayi, Antalya Bölgesi’nin tarım ve turizm, Zonguldak bölgesinin ise sanayi ile gelişeceği öngörülmektedir (DPT, 2000: 28). Birinci plan, geri kalmış bölgelere devletin yapacağı alt yapı ve sosyal hizmet yatırımlarıyla bölgesel dengesizlikleri azaltmayı amaçlamıştır (Bayramoğlu, 2005: 60). İkinci BYKP’nda (1968-1972), ilk plandaki görüşlere ek olarak Milli Plandan bağımsız bir bölge planı hazırlanamayacağı görüşü üzerinde durulmuş, geri kalmış bölgelerde kalkınma kutupları yaratılması benimsenmiş, kamu yatırımlarının belirlenen bu merkezlerde yoğunlaştırılmasının tercihi söz konusu olmuştur.

Bu planda uygulanacak politika olarak; Geri kalmış bölgelerde seçilecek

stratejik merkezlere öncelik verileceğinden, 1.

Ekonomiklik ilkesinden taviz vermeden bu merkezlere sanayi yatırımlarının yapılarak kalkınma kutuplarının ortaya çıkarılmasından,

2.

Bu merkezlere özel sektör yatırımlarının da çekilmesi için teşvikler yapılmasına ve sanayi bölgeleri oluşturulmasından söz edilmektedir.

Üçüncü BYKP (1973-1977) döneminde, bölgesel kalkınma ve plânlama yaklaşımı, I. ve II. plâna göre daha yüzeyseldir. Bunun temelinde “yöreler arasındaki gelişmişlik farklarını kısa sürede ortadan kaldırmaya çalışmak, ekonomik yönden etkin olmayan kaynak dağılımına yol açacak, sermaye birikimi ve genel ekonomik kalkınma yavaşlayacaktır” görüşü vardır. Plânda, ulusal ölçekteki yatırımlara ekonomik kriterlere göre yer belirlenmesi istenmiştir. Bölgesel dengesizliklerin ise, uzun dönemde, bölge kaynaklarının harekete geçirilmesi ve yerel yönetimlerin etkin çalışmasıyla ortadan kalkacağı varsayılmıştır. Bu anlayış çerçevesinde Planda sadece “Kalkınmada Öncelikli Yöreler” (KÖY) hakkında kısa açıklamalar vardır. Dördüncü BYKP Dönemindeyse (1979-1983) bölgesel gelişme ve planlamaya yaklaşım, bir önceki dönemin benzeridir. Planda; ekonomik gelişmenin sağlanması için, işbölümünün yapılması, plânlama kararlarının mekân boyutuna indirilmesi, hizmetlerin, sanayinin ve alt yapının ülke düzeyine

71


dengeli dağılımının sağlanması, uygulanmakta olan teşviklerin bölge kaynaklarını ve potansiyellerini harekete geçirecek tarzda yeniden düzenlenmesi önerilmiştir. Plan uygulama döneminde iki siyasi iktidar değişikliği olmuştur. KÖY’lere uygulanan teşvikler, çıkarılan üç kanunla öncekilerden daha cazip hale getirilmiştir. Ayrıca, 1981 yılı sonundan itibaren yetkiyi elinde bulunduran Milli Güvenlik Konseyi, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da uygulanacak, ancak planda yer almayan ekonomik, sosyal, kültürel, eğitim ve sağlık konularında bir dizi tedbirler almıştır. Beşinci BYKP (1985-1989)’nda bölgesel gelişmenin, kalkınma ve plânlama içindeki ağırlığı biraz artmış, bölge planlarının yapılmasının gerektiği/yapılacağı açıkça belirtilmiştir. Bölgelerde yapılacak envanter çalışmalarına dayanılarak uygun görülen sektörler için “Bölge Gelişme Şemaları”ndan bahsedilmişse de hayata geçirilememiştir. Gelişmenin hızlandırılması ve kaynakları etkin kullanımı amacıyla gelişmekte olan ve belli sektörler

açısından

gelişme

potansiyeline

sahip

bölgelerde

bölge

planlaması

yapılması

öngörülmüştür. Böylece 1963’de ilk planla gündeme gelen, 1973 yılında Üçüncü Plan ile terk edilen bölge plânlama 10 yıl sonra yeniden siyasi iradece benimsenmiş olmaktadır. Planda, bölgelerin saptanmasında idari sınırlardan bağımsız bölge kavramı esas alınmış, yerleşim birimlerinin çeşitli konularda karşılıklı ilişkileri en fazla olan Fonksiyonel Bölgeler oluşturulması öngörülmüştür. DPT tarafından 16 bölge18 belirlenmiş, plânlama çalışmalarında bunlara uyulması ilkesi benimsenmiştir. Plan döneminde, kamu sektörünce alt yapı hizmetlerinin geliştirilmesi konusunda, öncelikle gelişmekte olan yörelere dönük çalışmalar yapılmıştır. Örneğin, hızla kentleşen Çukurova Bölgesi’nin kentsel altyapı olanaklarını geliştirmek, yerel idarelerin daha etkin hizmet vermelerini sağlamak üzere “Çukurova Metropoliten Bölgesi, Kentsel Gelişme Projesi”nin ön çalışmaları başlatılmıştır. Plan dönemi sonunda GAP’ın yasal çerçevesi oluşturulmuştur. 1985’de yürürlüğe giren İmar Kanunu ile bölge planlamasının mekân planlaması içindeki yeri hukuki olarak tanımlanmış ve plan yapma veya yaptırma görevi DPT’ye verilmiştir. Beşinci Kalkınma Planı’nda genel politikalarda sanayinin yaygınlaştırılması ve göreli üstünlükleri olan teşvik edilmesi yer alırken, bölgesel politikalarda, az gelişmiş bölgelerde bölge merkezlerinin oluşturulması ve KÖY’lerde yereli teşvik politikası benimsenmiştir (Doğruel, 2006: 175).

18

Bu bölgelerin merkezleri; İstanbul, Bursa, Eskişehir, İzmir, Ankara, Konya, Adana, Samsun, Kayseri, Sivas, Malatya, Gaziantep, Trabzon, Erzurum, Elazığ ve Diyarbakır'dır.

72


Altıncı BYKP Dönemi (1990-1994) “bölge planlaması” kavramının yerini “bölgesel gelişme” kavramına bıraktığı bir zaman dilimidir. Önceki planda tanımlanan “16 bölge” bir yana bırakılarak, bölge planlamasının Kalkınmada Öncelikli Yörelere (KÖY) kaydırılması ilkesi benimsenmiştir. KÖY’lerde daha ayrıntılı çalışmalar yapabilmek için bölge ve alt-bölge bazında planlar yapılması öngörülmektedir. Bu doğrultuda, yerleşim yerlerinin kademelenmesinde bir denge sağlamak, metropoliten alanlara yönelen nüfus ve sanayi yoğunluğunu azaltmak, bölgeler arası ve bölgeler içi göçleri yönlendirerek denetim altına almak üzere yeni bir yerleşme kademelenmesinin yapılması öngörülmüştür (Mutluer, 1999: 180). Altıncı Kalkınma Planı’ndan başlamak suretiyle, kalkınma politikalarında bölgesel nitelikli olanlar belirleyici olmaya başlamış, bölge merkezi kavramına ek olarak kırsal merkezlerden söz edilmiştir. Bu plan döneminin ilkelerinden biri bölgesel politikalar oluşturulurken Avrupa Birliği bölgesel politikalarının dikkate alınması, diğeri ekonomik ve fiziksel planlamada çevre boyutuna öncelik verilmesidir. Yedinci BYKP’nda (1996-2000),önceki planlardan farklı olarak, “Bölgesel Dengelerin Sağlanması” ana başlığı altında; bölgesel gelişme, il plânlama, metropollerle ilgili düzenlemeler konularına yer verilmektedir. Yedinci Planın temel ilkelerinden biri, her yönüyle (ekonomiktoplumsal-kültürel-siyasal) bir bütün olan sürdürülebilir kalkınmanın, ulusal birliği/bütünlüğü arttırmak amacıyla bölgelerarası gelişmişlik farklarını azaltıcı yönde ele alınması gerekliliği düşüncesidir. Bu amaçla, Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgeleri öncelikli olmak üzere, ülkenin nispeten geri kalmış yöreleri için, kaynakları ve gelişme potansiyelleri göz önünde bulundurularak bölgesel gelişme projelerinin hazırlanması kabullenilmiştir. Bu bağlamda, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde coğrafi bütünlük gösteren iller için, bölge ve alt-bölge bazında “Aksiyon Planı” uygulamaya konulmuş, söz konusu illerin bazı acil gereksinimlerini karşılamak için 1994 yılında “Acil Destek Programı” uygulanmıştır. Sekizinci BYKP (2001-2005) ise, yeni Dünya düzeninde, yerel dinamiklerin ekonomik kalkınma ve bölgesel gelişme sürecindeki öneminin arttığından söz edilmekte, yerel ekonomilerin küresel rekabet içerisinde geliştirdiği strateji ve politikaların, bölgesel gelişme politikalarının temelini oluşturduğu vurgulanmaktadır. Sekizinci BYKP’de bölgesel gelişme açısından, ulusal kaynakların en yüksek ekonomik ve sosyal yararı sağlayacak şekilde geliştirilmesi ve bölgeler arası dengesizliklerin en aza indirilmesi temel amaç kabul edilmiştir. Bölge planlarından, ulusal öncelikleri ve yerel talepleri yansıtarak sektörler arası bağlantı kurması ve bölge için stratejik vizyon geliştirmesi beklenmektedir. Kalkınma

73


politikalarının uygulanmasında sürdürülebilirlik, bölgeler arası bütünleşme, sosyal ve ekonomik dengelerin sağlanması, yaşam kalitesinin iyileştirilmesi, fırsat eşitliği, kültürel gelişme ve katılımcılık ilkelerinin esas alınacağı ifade edilmiştir (Bayramoğlu, 2005: 83 ve 84). Dokuzuncu Kalkınma Plânı’nda (2007-2013), “bölgesel gelişme politikaları, bir taraftan bölgelerin verimliliğini yükseltmek suretiyle ulusal kalkınmaya, rekabet gücüne ve istihdama katkıyı artırırken, diğer taraftan da bölgeler ve kır-kent arası gelişmişlik farklılıklarını azaltma temel amacına hizmet edecektir” (RG, 2006: 91). Bu planda ekonomik ve sosyal gelişme eksenleri başlığı altında Bölgesel Gelişmenin Sağlanması stratejisi kapsamında; 1. Bölgesel gelişme politikasının merkezi düzeyde etkinleştirilmesi, 2. Yerel dinamiklere ve içsel potansiyele dayalı gelişmenin sağlanması, 3. Yerel düzeyde kurumsal kapasitenin artırılması 4. Kırsal kesimde kalkınmanın sağlanması hedeflenmiştir19 . Dokuzuncu planda küreselleşmeye atıfta bulunularak bu sürecin, yerel dinamikleri doğrudan etkileyerek, yerel ve bölgesel kalkınma açısından yeni şartlar ve fırsatlar ortaya çıkaracağı ifade edilmektedir. Ayrıca plan, küresel rekabet koşulları altında kendileri de birer rekabet birimine dönüşen kentlerin ve bölgelerin, dinamiklerini ve potansiyellerini değerlendiren uygun stratejiler çerçevesinde ve bütün kesimleri kalkınma sürecine katan iyi yönetişim modellerini hayata geçirerek daha hızlı bir gelişme eğilimi yakalama şansına sahip olduklarına dikkat çekmektedir. Türkiye’nin, gerek kırsal ve kentsel yerleşim birimleri, gerekse bölgeler arasındaki sosyoekonomik yapı ve gelir düzeyi dengesizlikleri önemini korumaktadır. Mevcut fiziki ve sosyal altyapı ile kentlerin sunduğu istihdam imkânları yoğun göç hareketlerinin yarattığı nüfus baskısını karşılamakta yetersiz kalmaktadır. Bu yapı, bölgelerin, sorunlarına ve potansiyellerine göre farklılaştırılmış tedbirleri içeren bütüncül bir bölgesel gelişme politikasını uygulamasının gerekli olduğu söylenmektedir. Diğer taraftan, yatırımların ve istihdamın artışını hızlandırmak ve bölgesel gelişmede özel sektör katkısını artırmak amacıyla ilk aşamada 36 il Kalkınmada Öncelikli Yöreler kapsamına alınmıştır. Geçmiş dönemlerde hazırlanan Güneydoğu Anadolu Bölgesel Kalkınma Projesi (GAP), Zonguldak-Bartın-Karabük Bölgesel Gelişme Projesi (ZBK), Doğu Karadeniz Bölgesel Gelişme Planı

19

1 Temmuz 2006 tarihli Resmi Gazete’nin mükerrer 26215 sayısında yayınlanmış olan Dokuzuncu Kalkınma Planı (20072013) başlıklı TBMM Kararı, s. 4, 11, 46-49 ve 91-94.

74


(DOKAP) ve Doğu Anadolu Projesi Ana Planının (DAP) uygulamaları ile Yeşil ırmak Havza Gelişim Projesi (YHGP) çalışmaları dokuzuncu plan döneminde de devam edecektir. 9.3.Kalkınma Plânlarındaki Bölge Plânlaması Yaklaşımının Değerlendirmesi Yukarıdaki açıklamalar genel olarak değerlendirilirse, kalkınma plânlarının bölge plânlamasına yaklaşımı şöyle özetlenebilir: 1.

Son 40 yıldır plânların bölge ve bölge plânlamaya yaklaşımında, kapsam ve ölçek açısından tutarsızlıklar olduğu görülmektedir. Zaman zaman aynı plânın dahi farklı hedef ve araçlarla birbiriyle çeliştiği gözlenmiştir.

2.

Birinci plânda görülen ve bölgesel plânlamaya verilen önem, diğer planlarda görülmemiştir. Bu plandan sonra gelişmiş bölge geri kalmış bölge ayırımına gidilmiştir. (Bayramoğlu, 2005: 61). Bölge planlamasının dünyada düşüşte olduğu yıllara karşılık gelen III. Ve IV. BYKP dönemlerinde bölge planlamasına yüzeysel değinilmiştir. Hatta III. Planda bölgeciliğin güvenlik sorunları yaratacağı kaygısıyla, bölge sözcüğünün değiştirildiği ve yörenin kullanılmaya başlandığı gözlenmektedir. V. BYKP (1985) ve sonrasındaki kalkınma planlarında, bölge planlaması kapsamının giderek genişlemesi ve bölge plânlama pratiğine geçilmiş olması da yine dünyadaki “yeniden canlanma/değerlenme” süreci ile örtüşmektedir. Türkiye’de bölge planlamanın yeniden önem kazanmasında GAP’ın başarısı, siyasal kadroların bölgecilik konusundaki tedirginliklerinin giderilmesinde önemli bir rol oynamıştır.

3.

VI. BYKP’nda başlayan ve VII. BYKP’nda il planlamanın bölge planlamasının bir alt kademesi olarak tanımlanması (il planlamanın bölge planlamasının yerini alamayacağının kabul edilmesi) ve özel amaçlı “eylem planlaması”nın tanınması olumlu bir gelişme olmuştur.

4.

Türkiye, ulusal planın bölgesel hedeflerini gerçekleştirmede, genelde, 1960’ların gözde stratejisi “büyüme odakları”nı ve bu stratejinin uygulama araçlarını benimsemiştir. Altyapı yatırımlarının yoğunlaşması, ekonomik çarpan etkisi büyük sektörlerin/alt sektörlerin desteklenmesi, yerel kaynakların ve girişimcinin harekete geçirilmesi, vb. çeşitli uygulama araçlarının ya hepsi bir arada ya da seçmeli olarak kalkınma planlarına girmiştir. Bazı merkezlerin20, çevrelerindeki kentsel merkezlere göre, daha yüksek gelir, nitelik ve nicelik olarak daha gelişmiş hizmet düzeyi ve ekonomik etkinlik yoğunluğuna eriştikleri dikkate

20

İkinci BYKP döneminde, o tarihlerde İmar ve İskan Bakanlığınca yapılan bölge-alt bölge belirleme çalışmasına dayanan, bir kısmı potansiyel büyüme odağı olan 16 alt bölge merkezi belirlenmiştir. Bu merkezler; İstanbul, Ankara, İzmir, Adana (gelişmiş büyük kentler/metropoller), Eskişehir, Gaziantep, Konya (gelişmekte olan kentler), Antalya, Diyarbakır, Erzurum,Sivas, Trabzon, Van, Zonguldak (geliştirilecek kentler), Elazığ, Samsun (büyük kent haline getirilecek kentler) dur.

75


alınırsa, büyüme merkezi stratejisinin kısmen başarılı olduğu söylenebilir. Çünkü, bu merkezlerin çoğu, özellikle “planlanan/geliştirilecek merkezler”, ülke genelinde yarışan merkezler haline gelememiş, bölgelerinde önemli bir itici güç oluşturamamışlardır. Bunun başlıca nedenleri; yeterli yığılma ekonomilerine sahip olamamaları, merkezlerde sermayeyi çekecek (hatta yerel girişimciyi tutacak) nitelikte ekonomik, teknik ve fiziksel altyapının bulunmaması, nitelikli insan gücünü tutacak sosyal-kültürel-fiziksel altyapının yetersizliği, bunlara bağlı olarak, üretim verimliliğinin büyük merkezlere göre düşük olması, vb. olarak sıralanabilir (Aydemir vd. 1998). 5.

Hemen tüm plan dönemlerinde Kalkınmada Öncelikli Yöreler (KÖY) kapsamındaki yerleşmeler arasında, anakentlerin çevresinde yer alan birkaç yerleşme ve GAP bölgesinde oluşan bazı çekim merkezleri dışında büyüme merkezleri yaratılamamıştır. Zira; KÖY’ lerin belirlenmesinde bilimsel doğrular yerine politik baskılar etkin olmuştur/olmaktadır. KÖY’ler arasında açıkça bir potansiyel sınıflaması/sıralaması yapılmamıştır. KÖY’ lerin sayıları oldukça kabarıktır ve kapsama alanı sıkça değişmektedir. Bunlara bir de, kalkınma planlarının neredeyse kalıcı politikası olan “yatırımlarda eşgüdümün sağlanması”ndaki başarısızlık eklenince KÖY yatırım ve teşvikleri etkisiz kalmıştır.

6.

Gelişmişliği tek değişkenle, genellikle gelir düzeyi ile ölçen çalışmalarda iller arası dengesizlikte az da olsa bir iyileşme yaşandığı görülmektedir. Yine de bölgeler arası “gelişme açığı” farklılığın boyutunun önemini sergilemektedir. Kişi başına düşen gelir düzeyi en yüksek bölge olan Marmara Bölgesi ile diğer bölgeler arasındaki gelişme açığı Akdeniz Bölgesi’nde 14 yıl, Doğu Anadolu Bölgesi’nde 128 yıl, Ege Bölgesi’nde 5 yıl, Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde 72 yıl, İç Anadolu Bölgesi’nde 18 yıl, Karadeniz Bölgesi’nde ise 20 yıldır. Bu değerler, gelişmenin geleneksel tanımına göre bile gelişme açığındaki iyileşmenin çok düşük düzeyde olduğunu göstermektedir.

7.

Sekizinci planla birlikte (Dokuzuncu da daha da belirginleşmekte), bölgesel gelişme ve planlamada, yerelin ön plana çıkarılmaya çalışıldığı küreselleşme sürecinin etkileri hissedilmektedir. Bölgesel kalkınmada, nitelikli iş gücü, yenilik ve buluş, küresel rekabet, yerelin potansiyelleri ve kurumsal olarak da kamu kurum ve kuruluşları, özel sektör ve sivil toplum kuruluşları (STK) arasındaki işbirliği ve ortaklıklar şeklinde ifade edilse de kurulması düşünülen bölgesel kalkınma ajansları doğrudan veya dolaylı şekilde en fazla vurgu yapılan unsurları oluşturmaktadır. Böylece 1960’lardaki bölgesel kalkınma anlayışında kullanılan yerel/bölge kavramı önemli değişikliğe uğramıştır. Yeni yaklaşımda bölgenin kendi kaynaklarını harekete geçirmeyi ve yaratıcılığını geliştirmeyi esas alan (İçsel Büyümeye Dayalı Bölgesel Gelişme), diğer bölgelerle etkileşim içinde bir sistemin parçası olarak kabul

76


edilen bölge, geçmişte olduğu üzere dış dünyadan soyutlanmış ve bağımsız mekan birimleri olarak görülmemektedir (Eraydın, 2004: 132 ve 133).

77


78


10.TÜRKİYE’DE BÖLGE PLANLAMASI DENEYİMLERİ Günümüze kadar dalgalı bir seyir izleyen bölge plânlama, kavramsal ve özellikle uygulama olarak ülkemizde yeterince gelişememiştir. Ülkemizde ilk bölge plânlama çalışması 1950 sonlarında başlamış ve I. ve VII. Plan dönemlerinde hızlanmıştır. I. BYKP’nın uygulanmasına başlanıldığında, ekonomik gelişmenin bölge düzeyindeki etkilerinin izlenmesinde güçlüklerle karşılaşılmıştır. Ulusal planın bölgesel gerçeklere dayanmasının gerekliliği hissedilmiştir. Yapılan çalışmalar sonucunda, seçilen birkaç pilot bölgede her biri farklı bir soruna yönelmiş bölgesel plânlama çalışmalarına başlanmıştır. 10.1.Antalya Bölgesi Projesi Antalya, Isparta ve Burdur illerini içine alan bölgede, ekonomik ve toplumsal yönden dengeli bir gelişmeye temel olacak, yatırım öncesi araştırmaları yapmak, hem başka bölgelerde yapılacak araştırmalar için hem de Türk personelin plânlama yöntemleri konusunda yetiştirilmesini sağlamak üzere, 1959’da yürütülmeye başlanan proje, DPT’nin kurulmasından sonra onun yönetiminde, Birleşmiş Milletler Teşkilatı Kalkınma Fonu’ndan ve Dünya Tarım Gıda Örgütü’nden (FAO) sağlanan parasal yardımlarla yürütülmüş, 1965’te bitirilmiştir. 10.2.Doğu Marmara Bölgesi Projesi Az gelişmiş bir ülkenin nispeten gelişmiş bir bölgesi olan Marmara’da uygulanmak istenen bölgesel plânlama çalışması, İstanbul çevresindeki aşırı kentleşme ve merkezileşmenin önüne geçmek amacıyla hazırlanmıştır. Türkiye’de hazırlanan ilk bölge plânları (1960 yılı sonu) arasında yer alan Doğu Marmara Bölgesi Planı bu nedenle daha çok metropoliten plânlama çabasının ürünüdür. Plana göre; İstanbul’un büyümesi hem kaçınılmaz hem de teşvik edilmesi yararlı bir olgudur. Doğu Marmara Planı’nın benimsediği ilkeler: alt yapı yatırımlarının, bir yandan verimliliği ve geliri artıracak bir hızla yapılması, bir yandan da pahalı olmasından kaçınılması, planların uygulanabilir nitelikte olması ve faaliyetlerin aşama aşama yürürlüğe konmasıdır. İstanbul, Kocaeli, Sakarya, Bursa, Balıkesir, Tekirdağ, Edirne, Kırklareli ve Çanakkale’yi içine alan bu bölgede, ilk 4 ile öncelik verilmiştir. Planın başlıca hedefleri; bir yandan ekonomik verimliliğin, öte yandan da tarihsel ve fiziksel değerlerin korunmasıdır. Bölge ölçüsünde, İzmit ve Bursa şehirlerin gelişmelerinin desteklenmesi, geniş araziye ihtiyaç duyan sanayi kuruluşlarının bölge ölçüsünde desantralize edilmesi ilkesi benimsenmektedir. Metropoliten ölçekte ise; İstanbul’un doğu yakasının, batı yakasına kıyasla daha

79


hızlı gelişme eğiliminin, organize sanayi bölgeleri ve yeni bir ulaşım ağı ile desteklenmesi öngörülmektedir. Doğu Marmara Bölgesi Ön Planı bugüne kadar uygulamaya konulamamıştır. Bu planın katkısı, daha sonraki çalışmalara rehberlik etmesi ve şehir planlamasının, bölgesel verileri de hesaba katarak kalitesinin yükseltilmesine vesile olmasıdır. 10.3.Zonguldak Bölgesi Projesi Demir-çelik ve kömür üretim merkezi olan Zonguldak çevresi için 1964’de, hazırlanan bu bölgesel plan. Zonguldak Bölgesi Ön Planı olarak anılmış ve Türkiye’nin ilk çok yönlü bölgesel planı olmuştur. Bu proje için özel bir örgüt kurulmamış, İmar ve İskân Bakanlığı’nca yürütülmüş, ancak proje gerçekleştirilememiştir. Zonguldak Bölge Planı aşağıdaki hedeflere varmayı amaçlamıştı: 1. Nüfus artışı ve kalkınma hızı arasındaki bağlantıyı kurmak ve uzun sürede denge sağlamak. 2. Bölge alt yapısını plan hedeflerine hizmet edecek biçimde geliştirmek. 3. Bölge içinde gelir farklılaşmasını azaltmak. 4. Yapılacak yatırımlardan en yüksek faydayı sağlamak. 5. Şehirleşmeyi teşvik etmek ve tarım dışı imkânlarını artırmak. 6. Resmi sektör ile özel sektör arasında denge kuracak çalışmaları desteklemek. Bu amaçları gerçekleştirmek için de bölgenin balıkçılık, madeni eşya sanayi, ayakkabıcılık, mobilyacılık, çimento ve yapı gereçleri gibi sanayi etkinliklerinin geliştirilmesi öngörülmüştür. 10.4.Çukurova Bölge Projesi Merkezinde Türkiye’nin dördüncü büyük şehri olan Adana’nın yer aldığı Çukurova Bölgesi (Adana, İçel ve Hatay illerini kapsıyor), hızlı gelişen ve gelişme potansiyeli fazla olan bir bölgedir. Bu projenin başlıca hedefi; sektörler arası geniş kapsamlı bir yaklaşımla, bölge gelirlerinin artırılmasını sağlayacak yatırım alanlarının saptanması ve bölge içinde daha dengeli bir gelir dağılımının gerçekleştirilmesidir. Yine bu projede, İmar ve İskân Bakanlığı, D.P.T. ile işbirliği yapmıştır. Proje çalışmaları sonucunda, bölgenin kaynak envanteri yapılmış ve ayrıntılı bir arazi kullanılış planı hazırlanmıştır. Gübre, paketleme ve zeytinyağı gibi bazı projeler hazırlanmış ve gerçekleştirilmiş olmasına, halk ile yerel kuruluşlarda bölge planlaması çalışmalarına ilgi uyandırılmış bulunmasına rağmen sonradan D.P.T. bu projeyi, yıllık uygulama programlarından çıkarmıştır.

80


10.5.Zonguldak–Karabük-Bartın Bölgesel Gelişme Projesi Çok sektörlü, kamu-özel kesim işbirliğine dayalı Bölgesel Gelişme Projesi olarak ZonguldakBartın-Karabük Projesi, Türkiye Taşkömürü Kurumu’nun küçültülmesi ve Karabük ve Ereğli Demir Çelik İşletmeleri’nin özelleştirilmesi ile meydana gelecek ekonomik ve sosyal sonuçlarının analiz edilmesini, özel sektörün yeni faaliyetlerinin geliştirilmesini ve yatırım alternatiflerinin belirlenmesi, bölgede yapılabilecek yatırım alanlarını tanımlamayı amaçlayan bir kalkınma projesi olarak karşımıza çıkmaktadır. 10.6.Doğu Anadolu Projesi (DAP) Devlet Plânlama Teşkilatı, halen göreli olarak Türkiye’nin en az gelişmiş bölgesi durumundaki Doğu Anadolu Bölgesi’nin, diğer bölgelere göre daha az gelişmiş ve daha düşük gelişme hızına sahip olduğu gerçeğini dikkate alarak bu bölgenin geliştirilebilmesi için DAP Ana Planı çalışmalarını başlatmıştır. Kısaca, DAP olarak adlandırılan proje, Doğu Anadolu’daki 14 il (Ağrı, Ardahan, Bingöl, Bitlis, Elazığ, Erzincan, Erzurum, Hakkâri, Iğdır, Kars, Malatya, Muş, Tunceli, Van) ile bölgeyle homojenlik gösteren komşu Gümüşhane ve Bayburt illerini kapsamaktadır. DAP Ana Planı’nın 2000 yılı sonunda bitirilmesi programlanmıştı. Plân çalışmalarında dikkate alınacak temel amaçlar ve hedefler özetle; 

Bölgenin sosyo-ekonomik gelişmesini hızlandıracak politika ve uygulamaları ortaya koymak,

Sektörel gelişmeleri hızlandırmak üzere çeşitli alanlarda analizler yapmak ve öncelikleri belirlemek,

Bölgede kırsal ve kentsel gelişmeyi sağlamaya yönelik önemli kamu yatırımlarını belirlemek ve özel kesim yatırımlarını özendirici politika ve uygulamaları ortaya koyarak; bölgesel gelişmeyi kamu, yerel yönetimler, özel kuruluşlar ve sivil toplum örgütleri ile işbirliği içinde geliştirmek,

Bölgedeki girişimciliği teşvik etmeye, bölgesel iç dinamikleri harekete geçirmeye ve/veya bölge dışındaki girişimcileri (yabancı sermaye dâhil) çekmeye yönelik yatırım alanlarının belirlenmesi, yatırım projelerinin hazırlanması, nitelikli işgücü temini, teknoloji, finansman, vb. konularda somut öneriler geliştirmek, bunların eşgüdümünü sağlayacak kurumsal düzenlemeler önermek ve bu çalışmaları “katılımcılık ilkesi” çerçevesinde gerçekleştirmek,

Seçilmiş yatırım konularında, mevcut potansiyelin değerlendirilmesi ve yatırımlara yön göstermek amacıyla değişik konularda fizibiliteler hazırlamak,

81


Bölgesel istihdamın geliştirilmesi açısından önem taşıyan işgücü arz ve talebinin sektörel ve mekânsal analizini yapmak, bölgedeki insan kaynaklarının geliştirilmesi konusunda sektörel yeni projeler önerme, biçiminde sıralanmıştır. 10.7.Doğu Karadeniz Bölgesel Gelişme Projesi (DOKAP) Karadeniz Bölgesi’nin, işsizlik ve buna bağlı olarak bölge dışına olan sürekli göç, kişi başına

düşük gelir, tek sektöre ve az sayıda ürüne bağımlılık gibi kronik sorunları vardır. Ancak, Doğu Karadeniz Bölgesi, yıllardır kapalı olan doğu koridorunun olumlu uluslar arası siyasal gelişmelere bağlı olarak açılmasıyla kalkınma sürecinde bir fırsat yakalamıştır. Bu fırsatın tam anlamıyla değerlendirilebilmesi amacıyla, Doğu Karadeniz Bölgesel Gelişme Projesi hazırlama fikri doğmuştur. Artvin, Bayburt, Giresun, Gümüşhane, Ordu, Rize ve Trabzon’dan oluşan alanda hedef yılı 2020 olmak üzere bir Entegre Bölge Gelişme Ana Planı hazırlanacak ve plan doğrultusunda öncelikli sektörler ve uygun yatırım projeleri belirlenecektir. Bu bölgesel kalkınma plânının amaçları sosyal, ekonomik ve çevresel konularında gözlenen olumsuzlukları giderecek şekilde ifade edilmiştir ki, bunlar: 1. Bölgenin ekonomik yapısını güçlendirerek ortalama gelir düzeyini yükseltmek ve bölge içi gelir dağılımını iyileştirmek, 2. Bölgenin sosyal gelişimini ve dayanışmayı sağlayarak bölge içi entegrasyonu sağlamak, 3. Bölgenin doğal kaynaklarını ve çevre kapasitesini koruyarak uzun dönemli sürdürülebilir kalkınmayı sağlamaktır. Plânın kalkınma stratejisinin 4 temel bileşeni vardır; ana ulaşım alt yapısının geliştirilmesi, çok amaçlı su kaynaklarının geliştirilmesi, toprak mülkiyeti ve kullanımının iyileştirilmesi ve mahalli idarelerin güçlendirilmesidir. 10.8.Yeşil ırmak Havza Gelişim Projesi Yeşil ırmak ve kollarının yer aldığı havzada akarsu rejiminin düzensizliğinden kaynaklanan taşkınlar, erozyon, su ve çevre kirliliği sorunları önemli boyutlara ulaşmıştır. Bu proje ile, havzada ekolojik dengeyi bozmayacak en uygun ve ekonomik arazi kullanım planlamasının yapılması, doğal kaynakların güncel takibinin ve yönetilmesinin sağlanması amaçlanmaktadır. Bu kapsamda, erozyonun önlenmesi, su kirliliğinin belirlenmesi ve kontrolü, meraların ıslahı, orman alanlarının belirlenmesi ve izlenmesi, şehirleşme ve sanayileşmenin takibi ile planlı gelişme konularında

82


sorunların çözümü önem arz etmektedir. Projenin coğrafi alanı Amasya, Çorum, Samsun, Tokat ve Yozgat illerini21 kapsayan Yeşil ırmak ve kollarının oluşturduğu havzadır. Orta ve uzun dönemli sürdürülebilir gelişmeyi amaçlayan Yeşil ırmak Havza Gelişim Projesi için ortak bir veri tabanı oluşturulması gerekmektedir. Bu amaçla “Coğrafi Bilgi Sistemi Alt Yapısı Projesi” olarak adlandırılan bir çalışmanın yapılması DPT’ce kararlaştırılmış ve bu proje, TÜBİTAKMarmara Araştırma Merkezi’nce başlatılmıştır. Coğrafi Bilgi Sistemi Projesi kapsamında, uzaktan algılama ve coğrafi bilgi sistemleri teknolojileri yardımı ile havza yükseklik modelinin oluşturulması, arazi kullanımının güncel haritaları, yerleşim yerleri, tarım orman ve mera alanları, erozyon riski gibi bilgi katmanlarından oluşacak bir veri tabanı geliştirilecek ve bu taban çözüm amaçlı gelişme projeleri için temel oluşturacaktır. Bu amaçla, bölgenin temel gelişme stratejilerini belirleyecek “Bölgesel Gelişme Ana Planı” çalışması için iş tanımı yapılmıştır. 10.9.Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP) Proje kapsamında, öncelikle Bölge’nin çok zengin su kaynaklarından olan Fırat ve Dicle nehirleri sularının, sulama ve enerji üretimi amacıyla değerlendirilmesi, düzensiz akışı olan bu iki nehrin sularının dizginlenmesi öngörülmüştür. Türkiye’de suları rasyonel şekilde kullanma kararı 1930’lara kadar dayanmaktadır. Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde, ülkenin her alanda değişim ve gelişim çabası içinde bulunduğu sıralarda, özellikle elektrik enerjisi gereksinimi en belirgin ve öncelikli ihtiyaç olarak ortaya çıkmıştır. Bu amaçla, mevcut su kaynaklarından elektrik enerjisi elde edilmesi için, 1936 yılında Elektrik İşleri Etüt İdaresi (EİEİ) kurulmuştur. II. Dünya Savaşı sonrası yeni ihtiyaçların ortaya çıkması üzerine, 1954 yılında kurulan Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü (DSİ) çalışmaları çerçevesinde de, Türkiye 26 havzaya ayrılarak, etüt ve plânlama çalışmaları sürdürülmüştür. 1960’tan sonra Fırat ve Dicle’nin sulama ve enerji potansiyelini belirleyen raporlar hazırlanmış ve bu nehirlerden ne şekilde faydalanılacağı açıklık kazanmıştır. Böylece bu iki su kaynağındaki projeler birleştirilerek “Güneydoğu Anadolu Projesi” şeklinde adlandırılması benimsenmiştir. 1986 yılında Bölge’nin entegre bölgesel plânlama çerçevesinde ele alınması, yürütülmekte olan faaliyetlerin koordinasyonunun sağlanması ve yönlendirilmesi görevi Devlet Plânlama 21

Projenin coğrafi alanında yer alan il valiliklerince 1997 yılında 97/9991 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile Yeşil ırmak Havzası

İl Özel İdareleri Hizmet Birliği kurulmuştur.

83


Teşkilatı’na (DPT) verilmiştir. Bu çerçevede GAP Mastır Planı 1989 yılında hazırlanmış ve bölgenin kalkınma stratejisi entegre-çok sektörlü plânlama anlayışı çerçevesinde ortaya konmuştur22. Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP); Adıyaman, Batman, Diyarbakır, Gaziantep, Mardin, Siirt, Şanlıurfa, Şırnak ve Kilis illerini içine alan Güneydoğu Anadolu Proje Bölgesi’nin (GAPB) toptan sosyoekonomik kalkınmasını (bölge halkının daha iyi bir yaşam kalitesine ulaşması ve diğer bölgelerle arasındaki gelişmişlik farkının ortadan kaldırılmasını) amaçlayan bir bölgesel kalkınma projesidir. Türkiye’nin bölgesel kalkınmaya yönelik en kapsamlı plânlama çalışması olan GAP; Fırat ve Dicle nehirleri üzerinde yapımı süren baraj ve hidroelektrik santralleri ile sulama tesislerinin yanı sıra kentsel ve kırsal altyapı, tarım, ulaştırma, sanayi, eğitim, sağlık, konut, turizm ve diğer sektörlerdeki yatırımları da kapsayan entegre ve sürdürülebilir bir kalkınma yaklaşımı içinde devam ettirilmektedir.

22

GAP Mastır Plan önerileri doğrultusunda plan, program, proje, koordinasyon ve izleme yapacak bir idare, 6 Kasım 1989

tarih ve 20334 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan 388 sayılı Kanun Hükmünde Kararname (KHK) ile Güneydoğu Anadolu Projesi Bölge Kalkınma İdaresi Teşkilatı (GAP İdaresi) kurulmuştur.

84


KAYNAKÇA Atalık, G., Levent, T.B.

(1998).

“An interpretation of the impact of regional science in terms of philosophy of science”, Vol. 77, 329-346.

Bayramoğlu, S.

(2005)

“Türkiye’de bölgesel politikaların gelişimi”, Bölge Kalkınma Ajansları Nedir, Ne Değildir? İçinde, (yay.haz.) Menaf Turan, Paragraf Yayınevi, Ankara, 35-120.

Bozkurt, V.

(1996)

Enformasyon Toplumu ve Türkiye, Sistem Yayıncılık, İstanbul.

Demirci, A.G.

(2005)

“Farklı ülkelerde bölge kalkınma ajansları”, Bölge Kalkınma Ajansları Nedir, Ne Değildir?içinde, (yay.haz.) Menaf Turan, Paragraf Yayınevi, Ankara, 147-157.

Çamur, K.C., Gümüş, Ö.

(2005)

“İstatistiki bölge birimleri (NUTS Sistemi)”. Bölge Kalkınma Ajansları Nedir, Ne Değildir? İçinde, (yay.haz.) Menaf Turan, Paragraf Yayınevi, Ankara, 181-196.

Çelebi, Saral, G.

(2002)

“Avrupa Birliği ile bütünleşme sürecinde Türkiye: Bölgelerin buluş yapma kapasiteleri ve öğrenebilirlikleri”, 10. Ulusal Bölge Bilimi/Bölge Plânlama Kongresi Bildiriler, 235246.

Dinler, Z.

(2001)

Bölgesel İktisat, Ekin Kitabevi Yayınları, Bursa.

Doğanay, H.

(1993)

Coğrafya’ya Giriş 1. İkinci baskı, Gazi Büro Kitabevi, Ankara.

Doğruel, F.

(2006)

“Türkiye’de bölgesel politikalar”, Değişen Mekân Mekânsal Süreçlere İlişkin Tartışma ve Araştırmalar Toplu Bakış: 1923-2003 içinde, (yay.haz.Ayda Eraydın), Dost Kitabevi, Ankara, 164-195.

D.P.T.

(2000)

Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Plânı, Bölgesel Gelişme Özel İhtisas Komisyonu Raporu. DPT Yay.no: 2502 – ÖİK: 523, Ankara.

Eceral, T.

(2006)

“Ekonomik Coğrafyaya Kurumsal Yaklaşım: Denizli Örneği”, Değişen Mekân Mekânsal Süreçlere İlişkin Tartışma ve Araştırmalar Toplu Bakış: 1923-2003 içinde, (yay.haz.Ayda Eraydın), Dost Kitabevi, Ankara, 458-480.

Eraydın, A.

(1992)

Post-Fordizm ve Değişen Mekansal Öncelikler. ODTÜ, Ankara..

Eraydın, A.

(2002)

Yeni Sanayi Odakları: Yerel Kalkınmanın Yeniden Kavramlaştırılması. ODTÜ Mimarlık Fakültesi, Ankara.

Eraydın, A.

(2004)

“Bölgesel Kalkınma Kavram, Kuram ve Politikalarında Yaşanan Değişimler”.

D.,

Kentsel Ekonomik Araştırmalar Sempozyumu KEAS 2003, Cilt I, 126-146. Erkal, M.E.

(1978)

Bölgelerarası Dengesizlik ve Doğu Kalkınması. İstanbul.

Erkal, M.E.

(1990)

Bölge Açısından Az Gelişmişlik. Der Yayınları 68, İstanbul.

Erkan, H.

(1987)

Sosyo-Ekonomik Bölgesel Gelişme, Teorik ve Uygulamalı Bir Yaklaşım, Kavram Matbaası, İzmir.

Filiztekin, A.

(2008)

GAP

(1991)

Türkiye’de Bölge Kalkınması: Politikalar, Araçlar ve Kurumlar. Türkiye Sınai Kalkınma Bankası ve Priva Danışmanlık Hizmetleri A.İ.

Glasson, J.

(1980)

Regional Planning, Hutchinson

Ingham, B.

(1995)

Economics and Development. McGraw-Hill, London.

İzbırak, R.

(1964)

Coğrafya Terimleri Sözlüğü.Doğuş Matbaası, Ankara.

Kaplan, M.

(2004)

“Gelişmekte Olan Ülkelerin Özellikleri”, Kalkınma Ekonomisi Seçme Konular içinde, (yay.haz.) Sami Taban ve Muhsin Kar, Ekin Yayınevi, Bursa, 7-25.

S.

(2002)

“Değişen bölge kavramı ve bölgesel ekonomik kalkınma: Bölgesel kalkınma ajansları”, 10. Ulusal Bölge Bilimi/Bölge Planlama Kongresi Bildiriler, 69-80.

Kaymak, C., Akpınar, R., Kındap, A.

(2003)

İller ve Bölgeler İtibariyle gayri Safi Yurtiçi Hasıladaki Gelişmeler (1987-2000). DPT Yay.No: 2676, Ankara.

Keeble, D.E.

(1967)

“Models of Ekonomic Development”, Socio-Economic Models in Geography içinde, (ed.)P.Haggett ve R.J.Chorley, London.

Keleş, R.

(1998)

Kentbilim Terimleri Sözlüğü. İmge Kitabevi, Ankara.

Kayasü, Yaşar, S.S.

Türkiye'de Bölgesel Farklar Ve Politikalar, TÜSİAD-T/2008–09/471, İstanbul.

85


Kepenek, Y. Yentürk, N.

(2005)

Türkiye Ekonomisi. 17. Basım, Remzi Kitabevi, İstanbul.

Meijer, M.

(1993)

“Growth and decline of European cities: Changing position of cities in Europe”, Urban Studies, Vol. 30, 981-990.

(2003)

Küreselleşme ve Yerelleşme Çağında Bölgesel Sürdürülebilir Gelişme: AB ve Türkiye Örneği, Siyasal Kitabevi, Çevre Dizisi, Ankara.

Mutluer, M.

(1999)

“Türkiye’de bölgesel dengesizlikler ve bölge planlama çalışmaları üzerine gözlemler”, Ege Coğrafya Dergisi, 10, 173-194.

Nagle, G., Spencer, K.

(1997)

Advenced Geography,Through diagrams Oxford University res, Oxford.

Nagle, G.

(2000)

Advenced Geography, Oxford University res, Oxford.

Özçağlar, A.

(2003)

“Türkiye’de yapılan bölge ayrımları ve bölge planlama üzerindeki etkileri”, Coğrafi Bilimler Dergisi, 1, (1), 3-18.

Özgüç, N.

(1987)

“Türkiye’de sanayi faaliyetlerinin gelişmesi, yapısı ve dağılışı”, İstanbul Üniversitesi Coğrafya Dergisi 2, 35-70.

Özgür, H.,

(2006)

“Bir yerel gelişme öyküsünün farklı yorumları: Denizli ekonomisi araştırmaları”, ”, Değişen Mekân Mekânsal Süreçlere İlişkin Tartışma ve Araştırmalar Toplu Bakış: 19232003 içinde, (yay.haz.Ayda Eraydın), Dost Kitabevi, Ankara, 213-258.

Polatkan, T.

(1968)

Bölgesel Gelişme Politikası. DPT, Ankara.

Sanır, F.

(2000)

Coğrafya Terimleri Sözlüğü,. Gazi Kitabevi, Ankara.

Sayın, D.

(2005)

“Hizmette yerellik ve bölgecilik”, Bölge Kalkınma Ajansları Nedir, Ne Değildir? İçinde, (yay.haz.) Menaf Turan, Paragraf Yayınevi, Ankara, 35-120.

Schmitz, H., Musyck, B.

1994

“Industrial Districts in Europe-Policy Lessons for Developing Countries”, World Development, 22, 6, 889-910.

Tümertekin, E. Özgüç, N.

(1997a)

Beşeri Coğrafya. İnsan-Kültür-Mekan, Çantay Kitabevi, İstanbul.

Tümertekin, E. Özgüç, N.

(1997b)

Ekonomik Coğrafya. Çantay Kitabevi, İstanbul.

Tüylüoğlu, Ş. Çeştepe, H.

(2004)

“Kalkınma teorilerinin temelleri ve gelişimi”, Kalkınma Ekonomisi Seçme Konular içinde, (yay.haz.) Sami Taban ve Muhsin Kar, Ekin Yayınevi, Bursa, 27-69.

Ünsal, F.

(2002)

“Avrupa Birliği’ne katılma sürecinde bölgeselleşme ve bölge planlamada yenilikçi araçlar”, 10. Ulusal Bölge Bilimi/Bölge Planlama Kongresi Bildiriler, 61-68.

-----------------

(1941)

Birinci Coğrafya Kongresi 6-21 Haziran 1941, Raporlar, Müzakereler, Kararlar. Maarif Vekilliği, Ankara.

Mengi, Algan, N.

A.

http://www.tdk.org.tr/tdksozluk http://www.undp.org.tr/Gozlem3.aspx?WebSayfaNo=325 (25.09.2009)

86


EKLER: TÜRKİYE’NİN İSTATİSTİKİ BÖLGE BİRİMLERİ (DÜZEY 1)

(DÜZEY 2)

(DÜZEY 3)

87


KOD

DÜZEY 1

TR

DÜZEY 2

DÜZEY 3

TÜRKİYE

TR1 TR10 TR100

İstanbul

TR2 TR21 TR211 TR212 TR213 TR22 TR221 TR222

Batı Marmara

TR3 TR31 TR310 TR32 TR321 TR322 TR323 TR33 TR331 TR332 TR333 TR334

Ege

TR4 TR41 TR411 TR412 TR413 TR42 TR421 TR422 TR423 TR424 TR425

Doğu Marmara

TR5 TR51 TR510 TR52 TR521 TR522

Batı Anadolu

TR6 TR61 TR611 TR612 TR613 TR62 TR621 TR622 TR63 TR631 TR632 TR633

Akdeniz

İstanbul İstanbul Tekirdağ Tekirdağ Edirne Kırklareli Balıkesir Balıkesir Çanakkale İzmir İzmir Aydın Aydın Denizli Muğla Manisa Manisa Afyon Kütahya Uşak Bursa Bursa Eskişehir Bilecik Kocaeli Kocaeli Sakarya Düzce Bolu Yalova Ankara Ankara Konya Konya Karaman Antalya Antalya Isparta Burdur Adana Adana Mersin Hatay Hatay Kahramanmaraş Osmaniye

88


TR7 TR71 TR711 TR712 TR713 TR714 TR715 TR72 TR721 TR722 TR723

Orta Anadolu

TR8 TR81 TR811 TR812 TR813 TR82 TR821 TR822 TR823 TR83 TR831 TR832 TR833 TR834

Batı Karadeniz

TR9 TR90 TR901 TR902 TR903 TR904 TR905 TR906

Doğu Karadeniz

TRA TRA1 TRA11 TRA12 TRA13 TRA2 TRA21 TRA22 TRA23 TRA24

Kuzeydoğu Anadolu

TRB TRB1 TRB11 TRB12 TRB13 TRB14 TRB2 TRB21 TRB22 TRB23

Ortadoğu Anadolu

TRB24

Kırıkkale Kırıkkale Aksaray Niğde Nevşehir Kırşehir Kayseri Kayseri Sivas Yozgat Zonguldak Zonguldak Karabük Bartın Kastamonu Kastamonu Çankırı Sinop Samsun Samsun Tokat Çorum Amasya Trabzon Trabzon Ordu Giresun Rize Artvin Gümüşhane Erzurum Erzurum Erzincan Bayburt Ağrı Ağrı Kars Iğdır Ardahan Malatya Malatya Elazığ Bingöl Tunceli Van Van Muş Bitlis Hakkâri

89


TRC TRC1 TRC11 TRC12 TRC13 TRC2 TRC21 TRC22 TRC3 TRC31 TRC32 TRC33 TRC34

Güneydoğu Anadolu Gaziantep Gaziantep Adıyaman Kilis Şanlıurfa Şanlıurfa Diyarbakır Mardin Mardin Batman Şırnak Siirt

90


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.